Allah’ın Benzersiz Olmasının Anlamı

Ehl-i sünneî zatında da, sıfatlarında da, fiillerinde de hiçbir şeyin Allah’ın benzeri ve dengi otmadiğını ittifakla kabul etmişlerdir. Fakat teşbîh (benzetme) lafzı insanların dilinde birden çok anlama gelme ihtimali olan mücmel bir lafız haline gelmiştir. Bu lafızla kimi zaman doğru manası kastedilebilrnektedır. Bu ise Kur’ân-ı Kerîmin reddettiği, aklın da delâlet ettiği Yüce Rabbin özellikleri iti­bariyle, yaratıklarının hiçbir sıfatı ile nttelendirilmeyeceği, hiçbir sıfatında mahlu-kat’tan hiçbir şeyin O’nun benzeri olmadığı anlamıdır: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (eşŞûrâ. 42/11) Bu buyruğu ile Yüce Allah Muşebbihenin  (Allah’ı herhangi bir şekilde mahlukata benzetenlerin) kanaatlerini reddetmektedir.
“O herşeyi işitendir, görendir.” buyruğu da Allah’ın sıfatlarının varlığını ka­bul etmeyen Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.
Buna göre yaratıcının sıfatlarını yaratıkların sıfatları gibi kabul eden yeril­meyi hakketmiş, baîıl’ın peşinden giden Muşebbihe’ye mensup birisi demektir. Yaratıkların sıfatlarını, yaratıcının sıfatı gibi kabul eden bir kimse küfürleri itiba­riyle hristıyanlara benzeyen birisidir.

Teşbih’in (Allah’ın varlıklara benzetilmesinin) reddedilmesi ile Yüce Al­lah’ın hiçbir sıfata sahip olmadığı anlamını kastedenler de vardır. Bunlara göre O’nun kudreti vardır, ilmi vardır, hayatı vardır denilemez. Çünkü kulun da bu gibi sıfatları vardır. Bu iddianın kaçınılmaz sonucu olarak O hayy’dır, ilim sahibidir, kadir’dir de denilemez. Çünkü kula da bu isimler verilebilmektedir. O’nun kelâ­mı, işitmesi, görmesi, basar’ı ve benzer sıfatları da aynı durumda olur.

Bunlar (Muattıla) Allah’ın mevcud (var), herşeyi bilen (alîm), herşeye gü­cü yeten (kadîr), hayy (diri) olduğu hususunda ehl-i sünnet ile aynı kanaattedir­ler. Yaratılmış bir kimseye de mevcud, hayy, alîm ve kadîr denilebilir. Bu nefye-dilrnesi gereken bir teşbihtir denilemez. Çünkü bu Kitap ve Sünnetin ve sarih aklin delâlet ettiği bir husustur. Bu hususta aklı başında hiçbir kimse de muha­lefet etmez. Çünkü Yüce Allah bir takım isimlerle kendi zatını adlandırdığı gibi, kullarının bir bölümüne de bu isimleri vermiştir. Kendi sıfatlarını da bir takım isimlerle adlandırmış ve kimi isimleri de yarattıklarının bazılarına sıfat olarak ver­miştir, Ancak bu isimlere sahip olmak birbirinin aynı olmak demek değildir.

O kendi zatına hayy, âlım, kadîr. raûf, rahîm, azîz, hakîm, semî’, basîr, me­lik, mü’mın, cebbar ve mütekebbir gibi isimler verdiği gibi; kimi kullarına da bu isimleri vermiştir. Mesela: “O ölüden diriyi (hayyı) çıkartır.” (el-En’âm, 6/95); (er-Rüm. 30/19) diye buyurduğu gibi; “Ve ona alim (çok bilgili) bir oğul müjdesi verdiler.” zariyet, 51/28) diye buyurmaktadır.

Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: “Biz ona halım (çok tahammülkar, kusurları affedici) bir oğul müjdesi verdik.” (es-Saffat. 37/101); “Mü‘minlere karşı rauf ve rahîm’dir (çok şefkatli, çok merhametlidir)” (et-Tevbe, 9/128); “Biz onu semîve basîr (işitici ve görücü) kıldık.” (ei-insan, 76/2); “Aziz’in karısı dedi ki…” (Yusuf, 12/51); “On/arın gidecekleri yerde de bir melik (hükümdar) vardı.” (et-Ketıf. 13/79); “Hiç mü ‘min olan kimse…” (es-Secde, 32/18); “Allah büyüklük taslayan her zorbanın (cebbar) kalbini işte böyle mühürler.” (et-Mu’min. 40/35)

Kısacası bilinen husus şu ki: Hayy olan herkes hayy olan Allah’a, alim di­ye adlandırılan herkes alîm olan Allah’a, azîz diye bilinen herkes azîz olan Al­lah’a benzemez. Diğer isimler de böyledir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (ei-Bakara, 2/255); “O’nu ilmiyle indirmiştir.(en-Ni-sa, 4/166): “O’nun ilmi dışında hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur” (Fatır, 35/1 t); “Çünkü şüphesiz ki Allah ‘tır hem rızkı veren hem de çetin kuvvet sahibi olan” (ez-zariyat, 51/58); “Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi?” (Fussilet, 41/15)

Câbir Ftaüıya/iahuantitier şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Saiiai-labu aleyhi veseiiem- bize Kur’ân-ı Kerîm’in bir suresini öğretircesine bütün hususlar­da istihare yapmayı öğretir ve şöyle buyururdu: “Sizden herhangi bir kimse bir iş hakkında karar verirse, farzın dışında iki rek’aî namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: Allah’ım Senin ilminle Senden hayırlısını diliyorum (istihare yapıyorum.] Se­nin kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O pek büyük lütfundan senden dile­rim. Çünkü Sen kadifen, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen gaybları en iyi bilensin. Allah’ını eğer şu işin benim için dinimde, dünya hayatım­da ve akıbeti itibariyle hayırlı olduğunu biliyor isen -yahut ta: dünyamda ve âhire-timde diye buyurdu- onu benim için takdir et ve bana onu kolaylaştır. Sonra da onu benim için mübarek kıl. Eğer şu işin benim için dinimde, hayatımda ve akıbe­ti itibariyle -yahutta dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- kötü olduğunu biliyor isen onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hayır nerede ise onu benini için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl. (Peygamber) buyurdu ki: Ve o ihtiya­cının adını zikreder (ek bu duayı yapar.)” Hadisi Buharî rivayet etmiştir.1

1 Buharî 1162, 6382. 7390; Tirmizî 480; Ebû Davûd 1538; ibnMace1373.

 

Nesaî’nin ve başkalarının kaydettiği Ammâr b. Yasîr’in rivayet ettiği hadiste de Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- şu duayı yaparmış: “Allah’ım, gaybı bilen il­minle, bütün mahlukata yeten kudretinle Senden istiyorum: Hayat benim için ha­yırlı olduğu sürece beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlıysa da canımı al. Al­lah’ım ben Senden, gizlilikte ve açık hallerimde Senden korkmayı dilerim. Kızgın-

Ken ve hoşnutken hak söz söylemeyi dilerim. Zenginken ve fakırken (israftan uzak) orta yollu olmayı dilerim. Senden bitip tükenmeyecek nimetler, ardı arkası kesilmeyecek göz: aydınlığı dilerim Hakkımdaki kaza ve takdirinden sonra (o hu­susta) beni hoşnui kılmanı dilerim. Ölümden sonra senden rahat bir yaşayış iste­rim. O kerim yüzüne bakmak lezzetini, sana kavuşma şevkini -hiçbir zarar gör-meksizin, saptırıcı bir fitneye de maruz kalmaksızın- dilerim. Allah’ım Sen bizi iman ziynetiyle süslendir ve hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kıl.”1

1 Nesâl, II!, 54-55. Müsned, IV, 264.

 

Allah’ın sıfatlarının bulunduğunu kabul etmek O’nun yaratık­lara benzemesini ve cisim olmasını gerektirmez

Allah da, Rasûlü de Yüce Allah’ın sıfatları olan ilim, kudret ve kuvveti (mahlukata) isim olarak kullanmış bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: “Sonra zayıflığın ardından kuvvet… yaratır.” (er-Rûm, 30/54); “Şüphesiz o kendi­sine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi.” (Yûsuf. 12/68)

Mahlukatın ilminin Allah’ın ilmi, onların kuvvetinin Allah’ın kuvveti gibi ol­madığı bilinen bir husustur. Bunun benzerleri de pek çoktur. Bu da bütün akıl sahipleri tarafından kabul edilen bir husustur. O bakımdan Yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirmiş olduğu rıza, gazap, sevgi, buğz ve buna benzer herhangi bir sıfatın varlığını kabul etmeyen ve buna karşılık bunları kabul etmek tesbîhi ve tecsîmi gerektirir iddiasında bulunanlara şöyle denilir: Sizler aslında yaratık­ların sıfatlarına benzedikleri halde yine de onun irade, kelâm, semf ve basar sahibi olduğunu kabul ediyorsunuz. Sizin kabul etmeyip, Allah ve Rasûlünün ise kabul edip ve sizin kabul ettiğiniz hususlardaki kanaatlerinize benzeyen sı­fatları da kabul etmelisiniz. Çünkü aralarında herhangi bir fark yoktur.

“Biz hiçbir sıfatın varlığını kabul etmiyoruz” diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Sizler O’nun hayy, alim, kadîr gıbi bir takım güzel isimlerini kabul ediyor­sunuz. Kula da bazen bu isimler verilebilir. Buna karşılık Rabbe ait olduğu ka­bul edilen bu tür isimlerin, kuldaki bu isimlerin benzerini ifade ettiği de söylen­mez. O halde Allah’ın isimleri hakkında söylediğinizin bir benzerini O’nun sıfat­ları hakkında kabul etmelisiniz.

Halik ile mahluk’un ortak olan (isim ve sıfatlarını reddeden bir kimse batıl

iddiada bulunan bir Muattil olur. Her ikisindeki bu sıfatların birbirinin benzeri, misli olduğunu kabul eden kimse de batıl iddiada bulunan bir Müşebbihe men­subu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Çünkü yaratan ile yaratıcı her ne kadar aynı isrni almakta birbiriyle ittifak ha­linde iseler de; Yüce Allah vûcud’u (varlığı), ilmi, kudreti vesair sıfatları ile bu sıfat­ların özel anlamı ile rnevsuf’tur. Kulun bunlardan herhangi bir hususta O’na ortaklığı söz konusu değildir. Aynı şekilde kulun vücud, ilim ve kudret gibi sıfatları da kendi­ne hâs’tır. Yüce Allah da kulun bu özelliklerinde ona ortak olmaktan münezzehtir,

Yaratan ile yaratıcı var olmak, ilim ve kudret sahibi olrnak, ismini taşımak­ta ittifak etseler dahi, böyle bir müştereklik ancak zihinlerde var oian, fakat eş­yada varlığı söz konusu olmayan mutlak bir müşterekliktir. Eşyada var olan ise özel bir hüvviyete sahiptir, onda herhangi bir ortaklık söz konusu değildir.

işte bu akfî yöntem kullananların pek çoğunun tutarsızlıklara düştüğü bir konudur. Çünkü onlar bu gibi hususlarının ismen alınmasındaki uyumun netice­sinde Rabbin varlığının, kulun varlığı gibi olması gerektiği vehmine kapılmışlardır.

Bu husustaki hata ve yanlışlığın aslı şudur: Onlar bu genel ve külli eşyanın ta­şıdıkları mutlak ve külli isimlerin aynen tesbıt edilen ve bu ismi taşıyan her varlıkta da bulunması gerektiği kanaatine kapılmışlardır, oysa dururn böyle değildir. Çünkü dış dünyada var olan bir şey, mutlak ve külli olarak var demek değildir. Aksine o an­cak muayyen ve belli bir özellikte var olabilir. Yüce Allah’a bu isimler verildiği takdir­de bu isimlerin müsernmâsı da artık onunla tayin edilmiş ve hususiyet kazanmış olur. Bu isimler kula verilecek olurlarsa artık bu isimleri taşıyan da o isimlerle tahsis edilmiş olur. Buna göre Allah’ın varlığında ve hayatında O’ndan başkasının O’na or­taklığı (onun gibi olması) söz konusu değildir. Hatta muayyen belli bir varlığın varlı­ğında da başkası O’nunla ortak olmadığına göre, yaratıcının varlığında böyle bir or­taklık nasıl düşünülebilir? Mesela, işte bu odur, denildiği vakit kendisine işarette bu­lunulan şey aynı olmakla birlikte ona iki farklı yönüyle işarette bulunulmuştur.

işte bu ve benzen açıklamalarla Müşebbihe’nin bu noktadan hareket et­tiklerini ve bu konuda hakka fazladan bir şeyler kattıkları için sapıttıklarını gör­müş oluyoruz.

Muattile’nin ise bir yönüyle benzerliği kabul etmeyip, yine bu hususta sa-pıtıncaya kadar hakka birşeyler kattıklarını görmekteyiz. Yüce Allah’ın Kitabı ise sağlıklı ve doğru çalışan akılların kavrayabilecekleri katıksız hakka delâlet et­mektedir. Bu ise hiçbir sapması söz konusu olmayan mutedil haktır

Sıfatları nefyedenler Yüce Allah’ı herhangi bir hususta yaratıklarına ben­zemekten tenzih etmekte iyi ve güzel hareket etmekle birlikte; bizatihi Yüce Al­lah için sabit olan hususları nefyettikleri için de uygun olmayan bir iş yapmışlar­dır. Müşebbihe ise sıfatlan kabul etmekle iyi bir tutum sergilemekle birlikte teş­bihi ileriye götürdükleri için kötülükte bulunmuşlardır.

Benzerliğin söz konusu olmaması ortaya çıktığına göre, aradaki farkı açık­lamak için yalnızca izafette bulunmak yeterli olur. Eşitliğin söz konusu olmaması ise müşterek (ortak) lafzın medlulü olan müşterek miktarıyla o hususun varlığına engel değildir. Biz bu yolla gaybî hususları kavrayabiliyoruz. Eğer bu müşterek mana bulunmamış olsaydı, bu kavrayışta hiçbir şekilde mümkün olmazdı.

“Hiçbir şey onu âciz bırakamaz.”

(Akidetut Tahaviyye)

Bir Yorum

  1. Çok faydalı olmuş Allah razı olsun.Bugün ehli sünneti müşebbihe veya mücessime diye suçlayan insanların aşırılığını anlamak şimdi daha bir net.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.