Günahların bir cezası da kişinin
Allah katındaki ve insanlar katındaki şan, değer ve makamını düşürmesidir. Zira
kulların Allah (c.c.) katındaki en değerlileri en takvalıları, O'na en yakın
makamdakiler O'na en itaatkârlarıdır. Kul Allah'a ne kadar itaat ederse nezdindeki değeri o kadar çok olur. Âsî olup emrine karşı gelirse, gözünden
düşer ve Allah (c.c.) onu kullarının kalbinden de düşürür. Kullar nezdinde hiç bir
değeri kalmayıp basitleşince, kullar tarafından da kötü bir muameleye maruz
kalır. Böylece aralarında en kötü biçimde yaşam sürdürür. Adı sanı sönük, kıymeti düşük, perişan
halli, hiç bir saygınlığı olmayan, sevinç ve neşe bilmeyen bir hayat sürdürür.
Ancak şehvet insanı sarhoş
yapmakta ve ona masiyetleri işletmektedir.
Yüce Allah'ın kula en büyük
nimetlerinden biri de onun kıymetini yüceltmesidir; bu hususta peygamberlerini
ve rasullerini diğerlerinden ayrı tutmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yâkub'u da an. Biz
onları bir özellikle, o yurtta anılmakla hoş kıldık." (Sâd, 45,46)
Yani: biz
onlara kimseye vermediğimiz bir özellik verdik. O da o yurtta güzel bir
anılmayla anılmaları, haklarında övgüyle bahsedilmeleridir. Halil İbrahim'in
(Sallallahu aleyhi ve sellem) duasında istediği "lisan-ı sıdk"
da budur.
Nitekim O:
"Allah'ım, sonra gelenler
arasında bana, bir doğruluk dili (sonraki nesiller arasında iyi anılmak iyi
bir ad bırakmak) nasip eyle!"
(Şuarâ, 84) demişti.
Yüce Allah o ve oğulları
hakkında:
"Onlara rahmetimizden mal ve
çocuk lütfettik ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik (yani bütün din
mensuplarınca onların, övülüp hayır ile yâd edilmelerini sağladık)
(Meryem, 50) buyurmuştur.
Yüce Allah peygamberi Muhammed'e
de şöyle demiştir:
"Senin sânını yüceltmedik
mi?" (İnşirah, 4)
Peygamber takipçilerinin Allah'a
itaat ve peygamberleri izlemeleri oranında bundan nasipleri vardır.
Peygamberlere muhalefet edenler ise peygamberlere muhalefet ve Allah'a isyanları
oranında bu nasipten uzaktırlar.
Günahların bir cezası da
sahibinden övgü ve şeref isimlerini attırıp ona yergi ve alçaltıcı isimleri
kazandırmasıdır.
Ondan mümin, berr (iyi) muhsin (iyilik yapan, takva ehli),
muttaki, itaatkar, tevbekâr, veli salih, âbid, hâif (Allah'tan korkan), evvâb
(çok tevbekâr, Allah'a çok yönelen), hoş, mardî (kendinden razı olunan) gibi
isimleri alır.
Ona facir, âsî, kötülük yapan,
fesadçı, pis, sevimsiz, zinakâr, hırsız, katil, yalancı, hâin, livatacı,
akrabalık ilişkisini koparan, hain gibi isimleri kazandırır.
Bunlar fısk isimleridir:
"İnandıktan sonra fısk adı ile çağrılmak ne kötü bir şey"
(Hücûrat, 11) Bu
isimlere sahip olmak ise Allah'ın gazabına cehenneme
girmeye ve rezil alçak bir hayat sürmeye nedendir.
Diğer isimler ise Rahman'ın
rızasına cennetlere girmeye ve kişinin diğer insanlardan şerefli olmasına yol
açar. Masiyetin tek cezası bu isimleri ve yol açtıklarını hak etmek olsaydı,
akıl için sahibini ondan men'etmeye yeterli bir neden olurdu. Tâatin tek ödülü
bu isimleri ve gerektirdiklerini elde etmek olsaydı bu, akıl için sahibine bunu
emretmeye yeterli bir gerekçe olurdu. Fakat Yüce Allah'ın verdiğini
engelleyecek, engellediğini verecek, uzaklaştırdığını yaklaştıracak,
yaklaştırdığını uzaklaştıracak hiç kimse ve güç yoktur.
"Allah her kimi zelil
kılarsa, artık ona ikram edecek hiç kimse yoktur."
(Hacc, 18)
Günah özellikle aklın noksanlaşmasında etki eder. Biri itaatkar diğeri âsi iki akıllı kimseden itaatkâr
olanın aklı mutlaka daha fazla, fikri daha doğru, görüşü daha düzgündür ve doğru
onun arkadaşıdır.
O yüzden Kur'an'ın hitabının
sadece akıl ve fikir sahiplerine doğru olduğunu görürsün. Şu âyetlerde olduğu
gibi:
"Benden korkun ey akıl
sahipleri!" (Bakara, 197)
"Allah'tan korkun ey
akıl sahipleri, ki felaha eresiniz" (Maide, 100).
"Ancak akıl sahipleri düşünüp
anlar." (Bakara, 209) Bunların benzerleri
çoktur.
Bir an veya gün veya bir süre
tadılan sonra rüya gibi biten bir lezzeti ebedî nimetlere, büyük kurtuluşa,
hatta dünya ve ahiret saadetine tercih eden kimsenin hangi aklından
bahsedebilir?
Aleyhine hüccet olarak sunulacak
aklı olmasaydı delilerden sayılırdı aslında. Hatta delillerin hali ondan daha
iyi ve sonu daha selametli olacaktır.
Akıllar selîm ve sağlıklı
olsalardı zevk, sevinç, neşe ve hoş yaşamı elde etmenin yolunu, her türlü
nimetin rızasında, her türlü elem ve azabın da O'nun gazabında ve öfkesinde
olduğunu görürlerdi. O zatın rızasını kazanmaya çalışırlardı. Çünkü gözlerin
aydınlığı, nefislerin neşesi, kalplerin hayatı, ruhların lezzeti, hayatın
hoşluğu, yaşamın lezzeti Allah'ın (c.c.) rızasındadır. Şayet öte dünyanın bir
zerre nimeti dünyanın tüm nimetleriyle tartılsaydı dünya nimetleri daha hafif
gelirdi. Hatta kalp ondan en az miktarda hazlansaydı onu
dünyaya ve içindekilerinin tümüne karşılık vermek istemezdi. Bununla birlikte
itaatkâr kimse dünyadaki nimetlerden orada müreffeh yaşam sürenlerden daha çok
nasiplenir. Çünkü bu nimetle hazlanmasına, lüks yaşam sürenlerin hazlanmalarına
katışan hüzünler, kederler ve dertler bulaşmaz. Bilakis o her iki nimet ve zevki
yaşar. Ayrıca bunlardan daha büyük iki nimet bekler. Bu süre içerisinde de elem
ve acılara maruz kalmaz. Durum Allah'ın buyurduğu gibidir:
"Eğer siz acı çekiyorsanız
onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekmektedirler, üstelik siz Allah'tan,
onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız?" (Nisa, 104)
Lâilâhe illallah! Aman Allahım!
İnci karşılığında gübre, misk mukabilinde dışkı, Allah'ın kendilerine ihsan
buyurduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle arkadaşlık
karşılığında Allah'ın gazap ettiği, lanetlediği ve kendileri için cehennemi
hazırladığı kimselerle arkadaşlığı satın alan kimsenin aklı ne de azdır!
Günahlar kul ile Rabbi
arasındaki ilişkinin kopmasına yol açar. Aralarındaki bağ kopunca da kuldan her
türlü hayır vesileleri kesilir, her türlü şer bağları onunla bağlantıya geçer.
Hayır vesileleri ve yolları kopmuş ve tıkanmış, bir göz açıp kapama süresinde
dahi onsuz edemeyeceği, ondan müstağni kalamayacağı, onun yerini tutacak başka
kimsesi bulunmayan o dostu ve mevlası ile ilişkisi kopmuş, kendisiyle her türlü
şer vesileleri irtibata geçmiş, en büyük düşmanıyla arası düzelmiş, düşmanı
kendisine dost olup asıl dostundan uzaklaştırmış...
Artık böyle kimse hakkında hangi
kurtuluş, hangi ümit ve hangi yaşamdan bahsedilebilir?
Hiç kimse bu (dosttan) ayrılma
ve (düşmanla) birleşmedeki çeşit çeşit elem ve azapları hakkiyle bilemez.
Seleften bir zat şöyle
der:
Kulu Yüce Allah ile şeytan
arasına bırakılmış halde görüyorum; Yüce Allah yüz çevirince ona şeytan dost
olur. Allah onu dost edinip himayesi altına alınca da şeytan ona güç yetiremez.
Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Meleklere Âdem'e secde edin!
demiştik. Secde ettiler, yalnız iblis etmedi. O cinlerdendi. Rabbi'nin buyruğu
dışına çıktı. Şimdi siz benden ayrı olarak onu ve neslini dostlar mı
ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır.
Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir!" (Kehf, 50)
Yüce Allah bu âyette şöyle
demektedir:
Ben atanıza ikramda bulundum, değerini yükselttim, başkasından üstün
kıldım. Ona ikram ve şereflendirme olarak, tüm meleklerime ona secde etmelerini
emrettim. Hepsi bana itaat ettiler, ancak onun da benim de düşmanım olan iblis
bunu kabul etmedi. Emrime karşı geldi, bana itaati bıraktı. Tüm bunlardan sonra
beni bırakıp onu ve neslini dost edinmeniz, benim ve sizin düşmanınız olduğu
halde ona, itaat etmeniz, hoşnutsuzluğuma yol açacak hususlarda onu dost
edinmeniz size hiç yakışır mı?
Ona düşmanlığı emrettiğim halde siz düşmanımı
dost edindiniz. Bir hükümdarın düşmanlarını dost edinen kimse hükümdar nezdinde
düşmanla aynıdır. Çünkü sevgi ve itaat ancak itaat edilenin düşmanlarını düşman,
dostlarını dost edinmekle olur. Hükümdarın düşmanlarını dost edinip sonra da
onun dostu olduğunu -iddia etmen saçmadır. Bu eğer hükümdarın düşmanı sizin
düşmanınız değilse böyledir. Peki o aynı zamanda sizin hakiki düşmanınızsa ve
sizinle onun arasıdaki düşmanlık koyun ile kurt arasındaki düşmanlıktan
büyükse...
Yüce Allah böylesi bir dostluğun
çirkinliğini "Oysa onlar sizin düşmanınızdır" ve "Rabbinin buyruğu
dışına çıktı" sözleriyle vurgulamıştır.
Böylece hem Rabb'ine hem de bize
olan düşmanlığının ona düşmanlığı gerektiren gerekçe olduğu ortaya çıkmıştır.
Peki bu ne biçim dostluk?
Bu ne biçim alışveriş?
Zalimlerin cezası ne kötüdür!
Bu ayetteki hitapta sanki bir
çeşit paylama var. Sanki şöyle deniliyor:
Ben meleklerimle birlikte secde
etmediği vakit İblis'e düşman oldum. Ona düşmanlığım sizin hatırınızaydı. Sonra
bu düşmanlığın sonu, onunla aranızda barış andlaşması imzalamanız oldu.
Günahlar ömrün bereketini,
rızkın bereketini ilmin bereketini, amelin bereketini ibâdet ve tâatın
bereketini siler.
Özetle din ve dünyanın
bereketini götürür. Allah'a isyan içinde hayat sürdürenin ömründe, iş dünyasında
hiç bir berekete rastlayamazsın.
Yeryüzünden bereket insanların
isyanlarından başka hangi nedenle ortadan kalkmıştır ki?
Yüce Allah:
"Şayet
kasabalılar iman edip Allah'tan sakınsalardı. Onlara gökten ve yerden bereket
kapıları açardık." (A'râf, 96) buyurur. Yine:
"Şayet doğru yolda gitselerdi onlara
bol su verirdik." (Cin, 16-17) buyurur.
"Kul, işlediği günah yüzünden
rızıktan-nimetten mahrum bırakılır".
Bir hadiste şöyle denmektedir:
"Rûhulkudüs
(=Cebrail) kalbime hiçbir nefis rızkının tümünü almadıkça ölmez diye üfledi. O
halde Allah'tan sakının, talep ve dualarınızı güzelce ve edeplice yapın. Zira
Allah katındaki şey, ancak O'na (c.c.) itaatle elde edilir. Allah canlılığı ve
sevinci Allah'ın kaderine razılıkta ve yakînde, keder ve hüznü de şek-şüphe ve
hoşnutsuzlukta kılmıştır."
İmam Ahmed'in Zühd kitabında
zikrettiği şu kudsî hadis daha önce geçti;
"Ben Allahım; hoşnut olduğumda
bereket veririm ve bereketimin ucu bucağı yoktur. Kızdığımda da lanet ederim ve
lanetim yedinci toruna kadar ulaşır."
Daha önce kulun ömrünün yaşadığı
süre olduğunu, Allah'tan yüz çevirip başkasıyla meşgul olanın yaşamından
bahsedilemeyeceğini, hayvanların yaşamının onunkinden hayırlı olduğunu
söyledik.
Çünkü insanın yaşamı kalp ve ruhunun yaşamı iledir.
Kalbinin yaşam ve
hayatı ise ancak kendisini yaratanı tanımak, sevmek, sırf ona kulluk etmek, ona
yönelmek, tevbe etmek, onun zikriyle tatmin olmak ve rahatlamak, ona yakınlıkla
ünsiyet bulmakla olur.
Bu hayatı kaybeden hayrın tümünü
kaybetmiştir. Karşılığında dünyalıklardan alabildiğini alsa bile aksine bu dünya
tümüyle bu hayata bedel olamaz. Kul, elden kaçırdığı her şeyin yerini
doldurabilir, ama Allah'ı (c.c.) kaybettiğinde O'nun (c.c.) yerini tutacak
hiçbir şey kesinlikle yoktur.
Allah'a âsî olmanın rızık ve
ömrün bereketini gidermesinin sebebi şudur:
Şeytan masiyetlere ve masiyet ehline
bırakılmıştır. Onun hükümranlığı onlar üzerindedir, Şeytanın bitiştiği, yanında
olduğu her şeyin bereketi ortadan kalkar. Bu sebeple, Allah'ın isminin olduğu
yerde bereket olacağından yerken, içerken binerken, giyerken ve cima ederken
Allah'ın adının anılması tavsiye edilmiştir. Adının anılması şeytanı kovar ve
ortada yalnız Allah'ın adı
bulunduğundan bereket hasıl olur. Allah için olmayan her şeyin de bereketi
alınmıştır. Çünkü bereketi verecek sadece Allah'tır, bereketin tümü O'ndandır.
O'na nisbet edilen herşey bereketlidir. Onun kelamı bereketlidir. Rasûlü
bereketlidir, yaratıklarına faydalı kulu bereketlidir. Beltülharam'ı
bereketlidir. Bereket sahibi ancak O'dur ve ancak O'na nisbet edilen şeyde
bereket vardır. Bununla O'nun ulûhiyetine ilâhlığına, yani kulluğa layık
oluşuna, sevgisine ve rızasına nisbeti kastediyorum. Yoksa, zaten bir bütün
evren O'nun Rabb'liğine her-şeyin sahibi oluşuna ve yaratıcılığına şahittir.
Yüce Allah'ın kendinden uzaklaştırdığı her şahıs, söz ve harekette hiçbir
bereket, hiçbir hayır yoktur. Ona yakın olan her şey de ise, yakınlığı
nisbetinde bereket vardır.
Bereketin zıddı lanettir.
Allah'ın lanet ettiği bir toprak parçası, Allah'ın lanet ettiği bir şahıs,
Allah'ın lanet ettiği bir eylem hayır ve bereketten en uzak şeydir. Bununla
ilişkili, irtibatlı ve bağlı olan, buna yol bulan her şeyde de ebediyyen hiçbir
bereket yoktur.
Yüce Allah İblis'e lanet etmiş,
onu yaratıkların kendisine en uzağı yapmıştır. Onun tarafından gelen her şeyde,
Ona yakınlığı ve bitişikliği oranında Allah'ın laneti bulunur. O sebeple
masiyetlerin ömür, rızık, ilim ve amelin bereketini yok etmede büyük etkileri
vardır. Allah'a isyan ettiğin emrinin dışına çıktığın her vakit onunla Allah'a
âsî olduğun her mal, beden, şân-şöhret, ilim ve amel şeytanadır kendisine değil,
Kişiye ömründen, malından, gıdasından, şan şerefinden, ilminden ve amelinden
sadece Allah'a itaat ettiği kadarı vardır.
Bu yüzden öyle insanlar vardır
ki yüz yıl yaşamıştır, ama hakiki ömrü on seneyi dahi bulmamıştır. Yine onlardan
kimisinin yükler dolusu altın ve gümüşü vardır da, hakikatte malı bin dirhemi
dahi bulmaz. İlim ve şan-şöhret de böyledir.
Tirmizî'de geçen bir hadiste
Rasûlullah şöyle buyurur:
"Dünya mel'undur bereketten uzaktır, içindekiler de
mel'undur. Ancak Allah'ı bilip zikir eden âlim ve öğrenci müstesna."
Başka bir
hadiste de:
"Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur. Ancak Allah için olan
müstesna" buyrulmuştur.
İşte bereket sadece bunda
vardır. Allah'tan yardım dileriz.
Günahların bir cezası da
sahibini yüksek dereceli olmaya yatkın olduğu halde alçak dereceli yapmasıdır.
Zira yüce Allah insanları yüceler ve alçaklar olmak üzere iki kısım yarattı.
İliyyîn (yüceler)'i yüce insanların,
esfel-i safilini (en alçak yeri) de alçalmışların mekânı kıldı.
Kendine itaat edenleri dünya ve ahirette en
yükseklerde, âsî olanları da dünya ve ahirette en alçaklarda yapmıştır.
İtaatkâr
kullarını en değerli yaratıkları, âsi kullarını ise katındaki en değersiz
yaratıkları kılmış, izzeti itaatkârlara zilleti ise âsilere vermiştir.
Nitekim
İmam Ahmed'in Abdullah b. Amr kanalıyla rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah
şöyle buyurmuştur:
"Kıyametin
biraz öncesinde, kılıçla gönderildim. Rızkım mızrağımın altında kılındı. Zillet
ve alçaklık emrime muhalefet edenlere verildi!"
Kul her masiyet işleyişinde bir
düşük dereceye iner. Bu iniş kulun her masiyetinde devam eder ve kişi sonunda en
alta varır. Kul her tâat işlediğinde Allah'ın emir ve yasaklarına uygun hareket
ettiğinde de derecesi yükselir. Bu yükselme en yükseğe çıkana kadar devam eder.
Kul hayatı boyunca hem iniş hem
de çıkışlar yapabilir. Hangisi çok olursa kendisi oranın ehli olur. Yüz derece
çıkıp bir derece inenle, bir derece çıkıp yüz derece inen bir değildir.
Ancak insanlar burada büyük bir
yanlışlık yapıyorlar. Zira kişi bazen öylesine derine, batıyla doğu arası,
gökler yer arası mesafeden daha derine düşer ki, bin derece yükselişi dahi onu
karşılamaz dengelemez.
Nitekim sahih bir hadiste Allah Rasûlu
şöyle buyurur:
"Kul
hiç önemsemediği bir laf söyler ve onunla cehennemin batıyla doğu arası
uzaklığından daha derinine düşer"
Peki hangi yükseliş bu düşüşe
denktir?
İniş insandan ayrılmayan bir
şeydir. Ancak insanların kiminin düşüşü gaflete olur. Bu gafletinden
uyandığında, uyanıklığının kuvvetine göre önceki derecesine hatta daha yüksek
dereceye tekrar çıkar.
Bazen iniş, onu tâatinde vesile
kılma maksadını taşımadığı bir helâl derecesine olur. Bu itaat haline
döndüğünde, bazen eski derecesine döner, bazen ona ulaşamaz, bazen onu geçer.
Çünkü gayreti bazen daha fazla,
bazen daha az, bazen de aynı olur.
İnişi bazen küçük veya büyük bir
günaha olur. Böylece bazen geri dönüşü olmayan bir tevbeye, samimi bir "Allah'a
dönüşe" gereksinim duyar.
Âlimler bu durumdaki kişinin;
tevbenin günahın izini silmesi, onu hiç olmamış gibi yapması ve varlığını
yokluğu gibi kılmasına binaen önceki derecesine tekrar dönebileceği veya
tevbenin sadece cezayı ortadan kaldıracağı; kaçırdığı önceki dereceyi ise elde
edemeyeceği düşüncesine binaen önceki hâline ve derecesine tekrar dönemeyeceği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir grup bunu şöyle açıklar:
Günah işleyen kişi onu işlediği vakitte tâatle iştigal etmek suretiyle bir
yükseliş kaydetmeye ve eski amellerinin üzerine ekleyip yüksek dereceye ulaşmaya
hazır ve yatkın haldeydi. Bu, sahip olduğu mal ile ticaret yapan, sermayesi ne
kadar çok olursa o kadar çok kâr elde eden kimsenin haline benzer. İşte bu kimse
günahla iştigal ettiği vakit eski amellerinin üzerine yapabileceği yükselme ve
kârdan mahrum kalmıştır. Günahtan sonra tevbe edip işe başladığında iniş
halinden çıkışa geçmiş olur. Oysa günahı işlemeseydi yükselişi zeminden
(bulunduğu noktadan) daha yükseğe olacaktı. Bu ikisi arasında büyük bir fark
vardır.
Bunlar derler ki: Bunların hali
sonsuz bir merdivene çıkan ve aynı basamakta olan iki kişinin haline benzer.
Bunların biri bir basamak dahi-inip sonra tekrar yükselişe geçse, hiç şüphesiz
inmeyip çıkmaya devam eden kişi ondan daha yüksekte olacaktır.
Şeyhülislam İbn Teymiye iki grup
arasında bir yargı belirterek şöyle demiştir:
İyice tahkik edildiğinde varılacak
doğru sonuç şudur: Tevbe edenlerin bazıları öncekinden daha yüksek dereceye
bazıları aynı seviye dönerler, bazıları ise eski derecelerine dönemezler.
Ben derim ki:
Bu tevbenin gücüne ve kemâline,
günahın kulda yaptığı Allah'a karşı zillet, boynu eğiklik, mahcupluk, O'na
yönelme duygusu, O'ndan sakınma, korkma Allah korkusundan ağlamaya vs. göredir.
Bu
hususlar bazen güçlü olur ve tevbekâr öncekinden daha yüksek dereceye çıkar,
tevbeyle birlikte günah işlediğinden önceki halinden daha iyi olur. Bazen hatâ
onun hakkında daha hayırlı olur. Çünkü ondan kendini beğenme hastalığını
giderir. Kendine güvenme ve amelleriyle naz yapmadan kurtarır. Yalvarış, zillet
ve "boynu eğiklik" yanağını efendisinin ve seyyidinin eşiğine koydurur. Kendi
değerini öğretir, efendisinin ve mevlasının onu korumasına, affetmesine ve
bağışlamasına ne kadar muhtaç olduğuna tanık ettirir. Kalbinden tâatin onda
peyda ettiği azgınlığı çıkarır. Kibirlenmemesi, böbürlenmemesi için burnunu
kırar. Kendisini başkasından daha iyi görme düşüncesini yok ettirir. Onu
Rabbinin huzurunda hatalıların, günahkârların duruşuyla; başı öne eğik
Rabb'inden utanır ve korkar, ibadetlerini küçümser, günahlarını büyütür halde,
nefsinin ne kadar kusurlu ve kötü olduğunu, hamd ve övgüye layıklığm
vefakârlığın ancak Allah'ta olduğunu bilmiş halde durdurur.
Kendisine bir belâ ve ceza
ulaştığında da kendisinin ondan daha büyüğünü hak etmiş olduğunu, cürmünün,
yansının hatta en az parçasının dahi cezasını vermeyerek, Allah'ın kendisine,
ihsanda bulunduğunu düşünür.
Çünkü onun hak ettiği cezayı,
bırakın bu zayıf ve aciz kul, koca dağlar dahi taşıyamaz. Çünkü günah, küçük
olsa bile; kendinden daha yüce ve daha güzel olmayan en yüceye, büyüğüyle
küçüğüyle her çeşit nimetleri ihsan buyuran o lütufkâra isyanla karşılık vermek
en kötü ve korkunç bir şeydir.
Zira insanların büyüklerine, saygınlarına,
lütufkârlarına böylesi karşılık vermeyi her mü'min ve kâfir çirkin bulur.
İnsanların en alçağı, en mürüvvetsizi ve en şerefsizi onlara kötülüklerle
karşılık verendir.
Peki göklerin ve yerin hükümdarına, göklerin ve yerin ilâhına
bu karşılığı vermek ne demek olur?
Rahmeti gadabına galebe çalmış, affetmesi
cezalandırmasını geçmiş olmasaydı, Allah'a layık olmadığı şekilde karşılık veren
bir kişiden dolayı yeryüzü sarsılır, dümdüz hale gelirdi. Hilmi yumuşaklığı,
sabrı ve bağışlaması olmasaydı kulların günahlarından dolayı gökler ve yer
sarsılırdı. Yüce Allah buyurur ki:
"Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri
tutmaktadır. Andolsun, yıkılsalar kendisinden
sonra artık onları kimse
tutamaz. Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayandır."
(Fatır, 41)
Ayetin sonunda zikredilen,
Allah'ın isimlerinden iki ismi, halim ve çok bağışlayan isimlerini düşün;
altında ne anlamlar buluyorsun?
Demek ki Allah'ın canilere hilmi,
sabrı olmasaydı; âsîleri bağışlaması olmasaydı yerler ve gök durmayacaklardı.
Yüce Allah bazı kullarının küfürlerinin etkisini şöyle anlatmaktır:
"Neredeyse ondan (Rahman
çocuk edindi, sözlerinin dehşetinden) gökler çatlayacak, yer yarılacak ve
dağlar yakılıp dağılacaktır." (Meryem, 90)
Yüce Allah Adem ile Havva'yı
cennetten tek günahtan dolayı çıkardı. İblisi kovması, lanetlemesi ve göklerin
yerin melekûtundan çıkarması tek bir günahtan dolayı oldu. Biz ise şu şiirde
söylendiği gibi ahmaklar güruhuyuz:
Günahlar üzerine günah ekler,
sonra da
Ebedî nimetlerin cennetlerine
yükselmeyi umarız.
Oysa biz biliriz ana babamız
En yücelerdeki melekûtundan
bir günahla çıkartıldılar.
Bu başlık altında anlatılmak
istenen kısaca şudur:
Kul tevbeden sonra günah öncesinden daha iyi hale gelip,
daha yüksek derecelere çıkabilir. Ancak günah onun gayretini zayıflatıp azmini
kırıp kalbini hastalandırabilir ve böylece tevbe ilacı onu evvelki sağlığına
döndüremeyebilir.
Bazen de hastalık tamamen
ortadan kalkar ve kul eski sağlığına, aynı işine döner ve aynı dereceyi yakalar.
Bu, eğer inişi günaha olursa
böyledir. Ama imanını temelden sarsan şek, şüphe ve nifak gibi şeylere inerse
bu, sahibi için İslâmını yenilemedikçe yükselme ümidinin kalmadığı bir
durumdur.