Menazil müellifi şöyle devam
eder:
"Avamın tevbesi, taatı çok
görmekten ibarettir. Bu da örtme, mühlet verme, hakkı Allah'ta görme
nimetlerinin inkarına götürür. Yine O'na muhtaç olmama -ki bu kibirin ta
kendisidir- ve Allah'a karşı gelme tehlikesini de getirebilir."
Mutasavvıflara göre avam, cem
ve fena mertebesi dışında bulunanlara denir. Her ne kadar bunlar, sülük ehli,
ilim ve irade erbabı olsalar da onları avam sayarlar. Onların avamdan maksatları
budur. Avamı, "fark (ayrılık) ehli" olarak isimlendirilirler. Hatta dahada ileri
gidenleri, bunları, "perdelenmişler (mahcubin)" olarak adlandırırlar.
Herevi'nin demek istediği
şudur: Onların tevbesi havas nazarında eksik ve faydasızdır. Çünkü onların
tevbeleri yaptıkları taat ve iyilikleri çok görme şeklindedir. Bu ise onlara
göre üç zarar ve eksikliği ihtiva eder:
1 - Onların bu şekilde yaptığı
iyilikler, havas makamına nispetle kötülük mevkiindedir. Çünkü iyilerin
iyilikleri, daha üst mertebedeki mukarrebler (Allah'a yakın olanlar) için
kötülük ifade eder. Onlar bu iyiliklerden tevbe etmeye muhtaçtırlar. Yaptıkları
iyilikleri çok görmek suretiyle, onların ayıplarından, kusurlarını görüp
incelemekten gafil oldukları için, Allah'ın, kusurlarını örtme ve onlara mühlet
verme konusundaki nimetini etmiş inkar olmaktadırlar. Nitekim Allah, açık günah
işleyenlerin de günahlarını örtmekte, onlara mühlet vermektedir. Fakat,
günahkarlar hiç olmazsa, onun önemesini ve mühlet vermesini ikrar ve itiraf
etmektedirler. Ötekiler ise bunu da inkar etmektedirler. Bu sebeple himmetlerini
iyilikleri çok görme üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Nefis ve amellerin
ayıplarını incelemeyi, bunların desise ve hilelerini araştırmayı bırakmışlardır.
Onları, yaptıklarını çok görmeye götüren şey, bunları bir şey sanmaları ve
beğenmeleridir. Bunları incelemeye, nefis muhasebesi ve doğru ile yanlışı
ayırmaya koyulacak olsalar, amellerini çok görmeyeceklerdir. Bu sebeple halveti,
murakabesi ve cem hali bulunmayanlara yaptıkları işler çok görünecek, gözlerinde
büyüyecek ve bu bir alışkanlık haline gelecektir. Kul kendisini bu gibi şaibe ve
meşgalelerden kurtarıp arındırdığı zaman, eğer bunda riya dikeni, kendini
beğenme hastalığı bulunmuyor ve bütün kalp ve himmetiyle Allah'a
yönelebiliyorsa, kendisinde dağ gibi bir ağırlık hisseder ve ameller gözünde
küçülür. Fakat bundan tat alırsa ona o ağırlıkları yüklenmek, yükle meşgul
olmak, ağırlığına rağmen nimet ve lezzet almak hoş gelir.
Bunun nasıl olduğunu gereğince
anlamak istersen, Kur'an okumaya başladığın zamanki durumuna bak. Onu okurken
hakkını vermediğin, tefekkür ve tedebbür etmediğin, ayetlerden ne kasdedildiğini
anlamaya çalışmadığın, hitaptan kendine bir hisse çıkarmadığın, kalbinin
dertlerine şifa yapmadığın ve kendini bağlı hissetmediğin zamanlar onu ne kadar
kolay ve çabuk hatmedersin ne çabucak okuduğunu da çok görürsün. Fakat kendini
onun manalarını düşünüp anlamaya , ondan kendine bir hisse çıkarmaya, onunla
ibadet etmeye, şifalarını kalbine akıtmaya ve onunla şifa bulmaya verdiğin
zaman, okuduğun bir sureyi hatta bir ayeti geçmez. Aynı şekilde namazının iki
rekatını bütün kalbinle kılsan, gücün ölçüsünde, huzur, huşu ve murakabe içinde
olsan, diğer rekatlara herhalde güçlükle geçebilirsin. Fakat kalbin bütün
bunlardan uzak olduğu zaman, kıldığın rekatların haddi hesabı olmaz. İşte avamın
tevbesi bu manada, tevbe etmek gayesiyle amellerinin ayıp ve afetlerini
gözetmeksizin sırf yaptığı ibadetleri çok görmekten ibarettir.
2 - Bu tür bir tevbenin ikinci
zararı failinin yaptığı işleri, Allah'ın üzerinde karşılığı cennet, nimetler ve
hoşnutluk olan bir hak olarak görmesidir. Bu sebeple amelleri, gaflet içinde
gözüne çok görünür. İns ve cinnin amelini işlemiş olsa bile bunlar yalnız başına
cennete girmesine yetmez, ateşten de kurtarmaz. Herhangi bir kimsenin
cehennemden, Allah'ın af ve rahmeti dışında kendi ameliyle kurtulması mümkün
değildir.
3 - Bu tevbenin zararlarından biri de kişiye,
Allah'ın af ve mağfiretine ihtiyaç duymama hisse vermesidir. Çünkü bu durumdaki
kişiler, kendi iyilik ve ibadetleriyle, mağfiret ve sevaba
hak kazandıklarım sanırlar. Halbuki onların kurtuluş ve mükafatı kendi taatları
ile kazandıklarım sanmaları, amellerini çok görmeleri ve gözlerinde büyütmeleri,
Allah'ın af ve mağfiretine ihtiyaç duymadıklarını göstermekten başka bir şey
değildir. Bu ise Allah'a karşı büyüklenip kibirlenmenin ta kendisidir.
Şüphe yok ki, huzur, murakabe
ve Allah'a yöneliş bulunmaksızın, sırf şeklen ibadette meşgul olmak, bu ve
benzeri zarar ve tehlikeleri ihtiva etmektedir. Bunun yanında böyle ibadetler
hem dünyada, hem de ahirette faydası az, mihneti çok amellerdir. Bunlar sanki,
Allah'ın emrine ihlasla uyulmaksızın yapılmış gibidir. Bu tür ameller çok olsa
da yorucu ve faydasızdır. Şekilde kalan böyle ameller, görünümü zengin, fakat
faydası az olan hurmalığa benzer. Allah kulunun namazından ancak aklı başında
olduğu kadarıyla sevap yazar.
Tavaf ve hac ibadetleri gibi,
huzur ve huşu ile ifası emredilen diğer amellerin de bu şekilde yerine
getirilmesi gerekir.
Eğer kula, amellerini güzel
görme, çok bulma, ayıp ve kusurlarına bakmama, bunlardan Allah'a tevbe edip,
mağfiret dilememe gibi bir hal arız olursa, o takdirde amellere anlatılan
zararlar hatta daha büyükleri karışır.
Müellifin sözlerini
şerhedenlerden bazıları onun maksadının, yaptığı işleri çok görmeyi hafife almak
olduğunu, murakebe esnasındaki sırf fena, müşahede ve istiğrak halinin ibadetten
daha hayırlı ve faydalı bulduğunu zannetmişlerdir. Fakat bu son derece yanlış ve
ona da, tarikat ve hakikate de iftiradır.
Şüphesiz bu, yoldan sapmış
abidlerin yoludur. Kulun kendi maksat ve menfaatini düşünerek Allah'a kulluk
etmesi, kendi maksadını Allah'ın murad ve isteğinin önüne geçirmesi demektir.
Muhakkak ki kulun Allah'tan
beklediği bir hisse vardır, Allah'ın da onun üzerinde bir hakkı mevcuttur.
O'nun kulu üzerindeki hakkı, kulunun, emirlerini yerine getirmesi, tatbik etmesi, iman
ölçüsünde ibadet ve taatlarını arttırmasıdır. Ayrıca onun düşmanlarıyla savaşmak
ve mücadele etmekle de meşgul olmasıdır. Onun halvetini bozsa ve huzurunu
kaçırsa da bunları yapmak zorundadır. İşte Allah'ın istediği gerçek kulluk
budur. (Aklı taşında insanlar için,
gerçek bir ibadetin kulu rabbinden ayırması mümkün müdür? Eğer ibadet gerçek ve
Allah'ın istediği doğrultuda güzel bir ibadetse bu kulun Allah'la olan
beraberliğini en çok arttıran bir ibadet olur. Kulla düşmanı şeytan arasına
perde, hatta bir kale gibi gerilir)
Cem (Allah'la olma), murakabe,
fenadan istiğrak hali ile duyum ve organların ibadetle alakalarını tamamen
kesmek ve taatleri çok görmeye gelince, bu da tamamen kulun kendi menfaat ve
maksadına ait bir şeydir. Şüphesiz bu haller, ibadet ve taatleri çok görme
ayrılığından daha nimetli, daha tatlı ve lezzetlidir. Özellikle ibadetleri çok
görenleri ve bunların cem halinden ne kadar nasipsiz olduklarını gördükten sonra
bu onlara daha tatlı gelir. Dolayısıyla o halde olanlara duydukları nefret de
artar. Onları ayıplar ve hafife alırlar. Çok namaz kıldığını gördüklerini "hasır
eskitenler", çok tavaf edenleri de "dönen eşekler" gibi isimlerle anarlar.
İbn Seb'in kendisini, Mescid-i
Haram'ın bir köşesinde otururken gören birini bana anlattığına göre, tavaf
edenlerle alay eder, onları kötülerdi. "Bunlar şu merkezin etrafında dönen
eşekler gibidir" şeklinde sözler sarfeder ve: "Cem haline yönelmeleri kendileri
için daha faziletlidir" derdi. (Abdü'l-Hak el- Mürsi el-
Endülüsi. önceleri fakihti, sonra tasavvufa geçerek, ona felsefi hakikat
boyutunu kattı. Bunun özü olan vahdet-i vucud görüşüne ulaştı, bunu savundu. Bu
görüsün en ateşli savunucularından oldu. Şu sözüyle şöhret buldu: "Amine'nin
oğlu (Hz. Peygamber) 'benden sonra peygamber yoktur' sözüyle genişliği daralttı
sıkıntıya soktu." Kendisi gibi bu mezhebi din edinen sufilerin cesaret
edemediği şeyleri cüretle dile getirdi. Halbuki bunlar ifadelerini kinayeli ve
umumi kullanırlardı. Hicri, 614'de doğmuş, 669'da ölmüştür)
Şüphesiz bunlar, kendi
zevklerini, rabblerinin hukukuna tercih eden, kendi zevk ve keşiflerim üstün
tutan, bunlarla Allah'ın hak ve muradından fani olanlardır.
Şeyhu'l- İslam İbn Teymiyye'nin (Allah ruhunu
takdis etsin) bu kabil bazı ariflerden bahsederken şöyle dediğini işittim:
"Avam Allah'a ibadet eder, bunlar ise kendilerine
taparlar."
Allah rahmet eylesin Şeyh doğru
söylemiş. İbadetleri arttırıp da onun ruhuna eren, sevabını uman kimseler için
doğrusu sevap bayrağı açılmıştır ki bu amellerin neticesidir, Onlar amellerinin
ayıp ve noksanına rağmen Allah'ın lutfuyla kabul edilmesini umarak,
ibadetlerinin yüzlerine çarpılmasından korkarak ibadete yönelmişlerdir. Çünkü
bilirler ki, onu reddetmek Allah'a yakışmaz, ama hak ve adaleti gereği onu
reddedebilir. Bu sebeple onlar korku ile ümit arasında bütün gayretleriyle
ibadetelerini arttırmaya çalışırlar, nefislerini azlar, bütün azalarım muhtelif
ibadet yollarında kullanmaya gayret ederler. Onun mağfiret ve merhametini umar,
kurtulmayı beklerler. Bütün silahlarla O'nun yolunda mücadele ederler, kurtulmak
için bütün yolları denerler.
Onlar derler ki:
Sizin içinde
bulunduğunuz fena, hakikat, kayyumiyet (Allah'ın diri ve işleri idare edici
olması) ve bunlarda istiğrak bulma gibi hallerinize gelince, biz bunlarla değil,
asıl o hakikat ve kayyumiyet sahibinin emirlerini yerine getirmek, ona
ibadetlerimizi arttırmak, azalarımızı O'nun rızası doğrultusunda kullanmakla
meşgul oluyoruz. Siz ise rububiyetin huzurunda ve hakikatin müşahedesinde fena ve istiğrak bulmakla bizim
içinde bulunduğumuz durumdan uzaksınız. O halde, biz Allah'ın murad ve hukukunu
yerine getirmekle uğraştığımız, siz de kendi zevk ve maksatlarınız peşinde
koştuğunuz halde nasıl oluyor da Allah'a bizden daha yakın oluyorsunuz?
Yine şöyle derler:
Düşünen için
bizimle sizin aranızdaki durum şöyle bir misale uygun düşer:
Bir hükümdarın
kendisini sevdiğini iddia eden iki kölesi vardır. Hükümdar bunları getirtir ve
sevgilerinin derecesini sorar. Her ikisi de:
"sen bize en sevimli varlıksın,
seni hiçbir zaman başkasına tercih etmeyiz", derler.
Hükümdar, "eğer sözünüzde
sadıksanız, diğer kölelerime gidin, onlar üzerindeki haklarımı bildirin, razı olduğum veya kızdığım işleri haber verin,
onları kızdığım işleri yapmaktan
kurtarma yolunda bütün gücünüzü sarfedin. Aralarında emir ve hükümlerimi icra
edin. Ezalarına sabır gösterin. Hastalarını ziyaret edin, ölülerinin cenazesine
katılın. Güç, mal ve mevkiinizle zayıflarına yardım edin, Sonra bu lütuf ve
imkanlarla düşman ülkelerine gidip onları benimle dost olmaya çağırın. Onlarla
ilgilenin ve onlardan korkmayın. Onların yanında da sizi şerlerinden korumaya
yetecek kadar asker ve dostlarım vardır", der.
Kölelerden biri derhal emri
yerine getirmeye girişir, rızasını kazanmak için efendisinin huzurundan ayrılır.
Diğeri ise efendisine der ki:
"Kalbim senin sevginle o kadar doldu, huzurunda cemalini müşahedeye o kadar
daldım ki (istiğrak), senin huzurundan ve seni müşahede etmekten ayrılmaya gücüm
yetmiyor."
Hükümdar:
"Fakat benim rızam,
arkadaşınla birlikte gitmende ve beni müşahide etmekten ayrı kalsan da onun
yaptığını yapmandadır" der.
Köle de:
"Hiçbir şeyi seni müşahede etmeye ve seyre dalmaya
tercih edemem" der.
Şimdi bu iki köleden hangisi
hükümdara daha sevimli, onun nezdinde daha değerli, ona daha yakın ve onun daha
has kuludur?
Bu bütün zevk ve isteğini, içinde bulunduğu hazzı hükümdarının istek, emir ve
rızasını tercih eden mi, yoksa efendisinin emirlerini yerine
getirmek için yola koyulan, bütün güç ve azalarını onun yolunda sarfeden, bütün
yönleriyle onları ifa etmek için ayrılıp giden mi?
Efendisinin emirlerini yerine
getirip, işlerini bitirdikten sonra kulunu huzuruna kabul etmesi ve onu
yakınında bulan has kullarından kılması ne kadar güzel ve uygun olur! Gitmeyen
arkadaşını da yakınından uzaklaştırması, onu müşahedesinden alıkoyması,
huzurundan uzaklaştırılması ve emrini tutmamakla kendisinden kaçtığı ayrılığa
düşürmesi onu kendi nefis ve tabiatının heva ve arzusuyla başbaşa bırakması ne
kadar isabetlidir!
Akıllı kişi bunu iyice
düşünmelidir. Basiret gözünü açmalı, kalbine ulaşmalıdır. Kulların makam, hal ve
himmetlerine bakmalı, kulluğa daha yakın olanla, uzak olanı seçmelidir.
Şüphe yok ki, Allah'a ve onun
ibadetine muhtaç olmadığını izhar eden, ona karşı büyüklenen, yaptığı ibadetleri
de nefsinin ve amellerinin kusurlarından kendisini alıkoyan, cür'etlendiren,
iyiliklerini gözünde büyüten bir kimse, mahlukatın Allah'a en sevimsizi,
kulluğundan en uzak, helaka ise en yakın olanıdır. Oysa ki salih amelleri
işlemeyi çoğaltanlar ve Nebi (s.a.v)'in cennette kendisiyle beraber olmak
isteyen birine yaptığı tavsiyeyi kendine rehber edinenler böyle değildir.
Peygamber efendimiz şu tavsiyede bulunmuştur:
"Çokça secde etmek suretiyle nefsine karşı gelerek bana yardımcı
ol. " (Müslim, Salat, 226; Ebu Davud, Salat, 312; Müsned, IV, 59)
Allah Teala da
bir ayetinde :
"Onlar gecenin çok azında uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfar
ederler." (Zariyat,17-18) buyurur.
Hasan el - Basri bu ayetin tefsiri sadedinde
der ki:
"Bu demektir ki onlar seher vaktine kadar namaz
kılarlar, seher vakti de istiğfar etmek için otururlardı."
Peygamberimiz de bir hadisinde
şöyle buyurur:
"Hac ve umreyi peşpeşe yapın. Çünkü bunlar, körüğün, demirin
pasını gidermesi gibi günah ve fakirliği siler".
(Tirmizi, Hac, 2; Müsned,
1,387)
Yine kendisinden örnek alacağı bir tavsiye isteyen birine peygamberimiz
şu tavsiyede bulunmuştur:
"Dilin daima Allah'ı anmakla ıslansın."
(İbn Mace,
Edeb, 53)
Din tamamıyla ibadet ve taatları
arttırmaktan ibarettir. Mahlukatın Allah'a en sevimlisi de, ibadetlerini en çok
arttırandır.
Nitekim sahih bir kudsi hadiste
şöyle buyurulmuştur:
"Kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetler kadar uygun
başka bir şeyle yaklaşamaz. Bunun dışında, bana nafilelerle de yaklaşmaya devam
eder, öyle ki artık onu severim. Onu sevdiğim zaman da onun duyan kulağı, gören
gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle işitir, benimle görür,
benimle tutar, benimle yürür. Benden ne isterse veririm, bana sığınırsa onu
korurum." (Buhari, Rikak, 38)
İşte bu Allah'a ibadet ve
taatlerini artıranların mazhar olacağı karşılık ve şereftir, rububiyetin
müşahedesinde fark olan fena ehlinin değil.
Nitekim Peygamber (s.a.v) diğer
bir hadisinde birine şu tavsiyede bulunmuştur:
"Sana çokça secde etmeyi tavsiye
ediyorum. Çünkü yaptığın her secdede Allah dereceni bir kat yükseltir ve bir
günahını da siler affeder." (Müslim, Salat, 225)
|