Kalbin görevlerinin bir
kısmında ittifak, bir kısmında ihtilaf vardır.
Lüzumunda ittifak olanlar:
İhlas, muhabbet,
tevekkül, sabır, inabe, havf, reca, kesin tasdik, ibadette niyyet gibi
şeylerdir. Bunlar ihlasa ilave değerlerdir. Çünkü ihlas mabudu herşeyden ayrı ve
bir kabul etmektir.
İbadete niyyet etmenin iki derecesi vardır:
Birincisi: İbadeti alışkanlıktan ayırd
etmektir.
İkincisi: İbadet derecelerini birbirinden
ayırd etmektir. Bu üç kısım da vacib’dir.
Sıdk da böyledir. Doğrulukla ihlas arasındaki fark
şudur ki: Kul için bir matlub ve bir de taleb söz konusudur, ihlas; kulun
matlubunu birlemesi, sıdk ise talebini birlemesidir.
Dolayısıyla ihlas matlubun bölünmemesi, sıdk da
talebin bölünmemesidir. Sıdk cehd ve gayret sarfetmek, ihlas matlubu birlemek,
bir kabul etmektir.
Kalbin bu nevi amellerinin vücubu konusunda bütün
ümmet ittifak etmiştir.
Kullukta samimiyet (nush) de böyledir. Dinin mihveri
de budur ve bu Rabbin razı olduğu ve istediği şekilde kulluk görevini yerine
getirmek için bütün gayretini sarfetmektir. Samimiyet esas itibariyle vacibdir
ve en mükemmeli, mukarreblerin mertebesidir.
Kalbe ait bütün bu görevlerin her birinin iki yönü
vardır.
1 - Yerine getirilmesi gerekli, (müstehakk) olan vacib ki bu
Ashab-ı yeminin
derecesidir.
2 - Müstehab olanların kemaliyle yerine getirilmesi ki, bu da
mukarreblerin derecesidir.
Sabır da böyledir. O da ümmetin ittifakıyla vacibdir.
İmam Ahmed derki, Allah sabrı Kur’an’ın doksan küsur yerinde zikretmiştir. Aynı
şekilde sabrın da iki yönü vardır:
1 - İfası gereken vacib sabır,
2 - İfası müstehab
olan kamil sabır.
Kalbin amellerinden üzerlerine ihtilaf olanlara
gelince; bunlardan biri rızadır.
Rızanın vacib oluşu konusunda birisi sufilerin,
ötekisi fakihlerin olmak üzere iki görüş vardır.
Her iki görüş de, Ahmed b. Hanbel’in öğrenci ve
müntesiplerine aittir. Vacib olduğunu söyleyenler derler ki: Öfke haramdır ve
öfkeden, razı olmaktan başka yolla kurtulmak mümkün değildir. Haramdan ancak
rıza vasfıyla kurtulmak mümkündür, öyle ise rıza vacibdir.
Bunlar şu haberi de delil getirirler
“Kim benim
belalarıma sabretmez, kazama razı olmazsa, o, benden başka bir rabb edinsin”.
Rızanın müstehab olduğunu söyleyenler, sabrın tersine
ne Kur’anda ve ne de sünnette rıza hakkında emir varid olmadığını söylerler.
Allah sabrı Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde emreder, tevekkül de böyledir.
Allah Teala buyurur ki:
“Eğer Allah’a iman ettiyseniz ve eğer müslümansanız
sadece Allah’a tevekkül ediniz.” (Yunus, 84),
Allah inabeti de (yönelme) emretmiş ve demiştir ki:
“Rabbinize ibadet
ediniz.” (Zümer, 54)
“Ancak dini
Allah’a halis kılarak ibadet etmekle emrolundunuz”
(Beyyine,5) buyurmuştur.
Havf da böyledir:
“Eğer inanıyorsanız onlardan değil de benden korkunuz”
(Ali İmran, 175),
“Onlardan korkmayınız,
benden korkunuz (haşyet) “ (Bakara, 15),
“Sadece benden korkunuz” (Bakara 40)
buyurulur.
Doğruluk da böyledir:
“Ey iman edenler Allah’dan sakınınız ve
sadıklarla beraber olunuz” (Tevbe, 119).
Sevgi de böyledir. Sevgi görevlerin en farz olanıdır. Zira sevgi kalbin yapmakla emrolunduğu ibadet ve ibadetin özü ve ruhudur.
Rızaya gelince; Rıza vasfı Kur’an’da ancak rıza
sahihlerinin övülmesi ve medh edilmesi şeklinde varid olmuş, emir şeklinde
geçmemiştir. Bu konuda karşı tarafın zikrettiği habere gelince, bunun
İsrailiyattan olduğunu, dolayısıyla delil olarak kullanılamayacağını söylerler.
Bunlar da delil olarak Nebi (s.a.v)’den gelen şu merfu
hadisi ileri sürmüşlerdir:
“Eğer sen yakinle birlikte
rızayı gerçekleştirebilirsen yap, rıza ile davran, şayet güç
yetiremezsen,nefsine ağır gelse de sabra devam et, çünkü sabırda pek çok hayır
vardır. ” Bu hadis bazı
sünen kitablarında da vardır. (Sünenler ve diğer hadis kaynaklarında
bulunamamıştır.)
Devamla derler ki, “Öfkeden sadece rıza ile
kurtulmak mümkündür” iddianıza gelince, bu lazım ve bağlayıcı birşey değildir.
Bir şeye güç yetirmede insanlar üç derecedir:
1 - Rıza en üst,
2 -
Sabretmek razı olmanın altında ve orta derecedir.
3 - Öfke ise en alt
derecedir,
Birincisi öne geçen mukarreblere
aittir,
İkincisi, mutedillere,
Üçüncüsü, zalimlere aittir.
İnsanların çoğu gücü yettiği şeye karşı sabreder ve
asla kızmaz, öfkelenmez. Oysa O’na razı değildir. Öyle ise rıza başka bir
durumdur.
Şüphesiz bazı insanlara elemle rızanın arasını
birleştirmek güç gelmiştir. Bu ikisini çelişik zannetmişlerdir. Oysa durum
onların zannetiği gibi değildir. Nitekim hoşlanmadığı ilacı içen hasta hem ilacı
içmekten acı duyar hem de onu içemeye razı olur. Ramazan ayında çok sıcak bir
günde oruç tutan, orucundan dolayı acı çeker, ama oruç tutmaya da razıdır.
Cimri, zekatla malını elinden çıkarmaktan elem duyar ve fakat zekat vermeye de
razıdır. Öyle ise elem ve acı duymak sabra aykırı olmadığı gibi rızaya da aykırı
değildir.
Alimler arasındaki bu ihtilaf Allah’ın mahlukat
hakkındaki kader ve kazasına rıza göstermekle ilgilidir.
Allah’ın Rabblığına,
ilahlığına ve O’nun dini emirlerine razı olmaya gelince, bu nevi rızanın farziyeti üzerinde ittifak vardır.
Dahası bir kul rabb olarak Allah’a, din olarak
İslam’a, rasul olarak Muhammed (s.a.v)’e razı olmadıkça müslüman olamaz.
Aynı şekilde namazdaki huşuu konusunda mevcut
ihtilaf da bu nevidendir. Bu konuda da fakihlerin iki görüşü vardır. Bu görüşler
gerek Ahmed b. Hanbel’in ve gerekse diğerlerinin mezheplerinde mevcuttur.
Namazda vesvas olan şeytanın vesveselerine yenik
düşenin namazı iade edip etmemesi konusunda da iki görüş vardır. Ahmed b.
Hanbel’in mezhebinden,İbn Hamid ile, İhya adlı eserinde, Ebu Hamid el- Gazali,
iade etmenin vacib olduğunu söylemişlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise namazın
iadesini gerekli görmezler.
Bunlar Nebi (sav) namazında yanılan için iki kez
sehv secdesini emretmesi ve namazı iade etmeyi emretmemesini delil getiriyorlar.
Bununla beraber Nebi (sav)’in şöyle bir hadisi de sabittir:
“Şeytan, birinize namaz kılarken gelir de şunu şunu
şunu hatırla diyerek daha öce hatırlamadığı şeyleri hatırlatır. Öyle ki adam kaç
rekat kıldığını bilemez, şaşırır” (Buhari,
Ezan, 4; Müslim, Salat,19; Tirmizi.Salat, 291; Ebu Davud, Salat, 516; İbn Mace,İkame,135
),
Fakat şurasında bir ihtilaf yoktur ki, namaz kılan, bu namazından
sadece kalbinin huzuru ve hususu oranında sevab alır. Nitekim Nebi (s.a.v) de
şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu kul namazını bitirir
ve namazdan ayrılır fakat onun için namazının yarısı üçte biri, dörtte biri,
hatta belki onda biri yazılır.” (Ebu Davud,
Salat, 128; Müsned,IV, 319,321)
İbn Abbas (r.a) diyor ki
“Namazından sana ait olan sadece düşünebildiğin
kadarıdır. (Şuurlu olarak kıldığın kadarıdır).”
Şimdi bu namaz namazın kemali, açısından sahih
değildir. İade edilmesinin emrolunmaması açısından sahih diye adlandırılması
doğru olsa da böyle bir namaza sıhhat vasfını vermek yaraşmaz. Netice itibariyle
bu namaza, namazı kılana bir sevab olmamakla birlikte sahih namaz denir.
Hedef bu amellerin -gerek vacip kısmı ve gerekse
müstehab kısmı olsun- kalbe ait kulluk vazifeleri olmasıdır. Bu yüzden kim bu
amelleri iptal ederse Melik’e kul olmayı da ibtal etmiş olur, bu kişi isterse,
kalbin tabileri olan uzuvları kulluk görevini yerine getirmiş olsun, fark etmez.
Maksad, uzuvların melikinin - ki o kalbdir- Allah
Subhanehu’ya kulluk görevini yerine getirmekle meşgul olmasıdır, kalb de
Allah’ın tabisidir.
Kalbe haram olan şeyler ise:
1 - Kibr,
2 - Riya,
3 - Ucub,
4 - Hased,
5 - Gaflet ve
6 - Nifaktır.
Bunlarda iki nevidir:
1 - Küfr
2 - Masiyet (Günahlar):
Küfür olanı:
1 - Şekk,
2 - Nifak,
3 - Şirk ve bunlara
tabi olan diğer şeylerdir.
Masiyet ise,
1 - Büyük ve
2 - Küçük masiyetler (günahlar) olmak
üzere ikiye ayrılır.
1 - Büyük günahlar:
- Riya,
- Ucub (kendini beğenme),
- Kibir fahr (böbürlenme),
- Allah’ın rahmetinden ümit kesme,
- Karamsarlık ve yeis,
- Allah’ın ceza vermeyeceğinden emin olma,
- Müslümanların eza ve cefasından sevinç
ve sürür duyma,
- İsyanlarından dolayı sevinip şamata yapma,
- Aralarında yüz kızartıcı suçların yayılmasını
arzulama,
- Allah’ın lutfuyla verdiğini kıskanma,
- Allah’ın verdiği nimetin gitmesini temenni etme ve
- Zina, içki içme gibi diğer
zahiri büyük günahlardan daha haram olan bu ve benzeri birtakım günahlardır.
Kalb ve cesedin bu büyük günahlardan kaçınmadan ve bunlardan tevbe etmeden
kurtulması asla mümkün değildir.
Aksi takdirde bu büyük günahları işleyen kalb fasid
bir kalb olur, kalb bozulunca, beden de bozulur.
İşte bütün bu afetler ve belalar kalbin kulluğunu
bilmemekten ve kalbin kulluk görevini yerine getirmemesinden kaynaklanır.
Öyle ise “yalnız sana ibadet ederiz” görevi
kalbe azalardan önce gelir. İnsan kalbin bu kulluğunu bilip yerine getirmezse
kaçınılmaz olarak kalp kulluğunun zıddı olan şeylerle dolar, kalb bu kulluk
görevlerini yerine getirdiği oranda O’nun zıddı olan şeylerden kurtulabilir.
Bu ve benzeri büyük günahlar günahların gücüne,
katılığına, hafifliğine ve inceliğine göre kalb için bazen büyük ve bazen de
küçük günah olabilirler.
Küçük günahlardan biri de haramları arzu ve temenni
etmektir. Arzu duyulan şeyin derecesinin farklılığına göre büyük ve küçük
günahlardaki arzunun dereceleri de değişir.
Küfr ve şirk şehveti, küfürdür.
Bid’at şehveti fıskdır,
Büyük günahlara arzu ve şehvet duymak isyandır, masiyettir.
Eğer kul bunları yapmaya gücü yettiği halde, yapmaz ve Allah için terkederse sevab kazanır. Eğer yapmaya çalışıp da, aciz düşmesinden dolayı terk
ederse, yapanın cezasını hakeder, zira kendi derecesini sevab ve ikab konusunda
O’nun derecesine indirmiştir, her ne kadar dini - zahiri bakımdan onu yapan
derecesine inmemişse de bu böyledir. İşte bu yüzden Nebi (sav) de şöyle
buyurmuştur:
“İki müslüman birbirine kılıç
çekince öldüren de, öldürülen de ateştedir”,
Ya Rasulullah, öldüren ateştedir ama öldürülenin ne
suçu var? dediler:
O
da arakadaşını öldürmeye azmetti” (Buhari,
Diyat, 2; Müslim, Fiten,14) buyurdu.
Böylece Nebi (sav), onu arkadaşını öldürmeye
azmetmesinden dolayı onu hükümde değil günahta öldüren yerine koymuştur.
Sevab ve ikab konusunda bunun benzerleri pek çoktur.
Böylece kalbin de müstehab ve mubah olan amelleri
anlaşılmış oldu.
|