İnabenin Alametleri

 

Allah’a yönelmenin alametlerinden biri de kendin için ümit kapısını açık bırakıp da, diğer günah işleyen insanlar için endişeler taşıyıp onları küçümsememendir. Kendin için Allah’ın rahmetini ümit edersin de, diğer günahkarlar için onun azabından korkarsın. Oysa ki sen onlar için rahmet ummalı, kendin için de azap korkusu duymalısın. Şayet onların hallerini ve karşı karşıya bulundukları tehlikeyi gördüğün için mutlaka onları hakir görmek ve onlara kızmak durumunda isen, onlara kızdığından daha fazla kendine kızmalısın; kendin için beslediğin ümitlerin çok daha fazlasını onlar için ümit etmelisin.

Seleften bazıları şöyle demişlerdir:

“Allah için insanlara kızıp da daha sonra kendi nefsine dönüp kendine ondan daha fazla kızmadıkça dini tam manasıyla anlamış olmazsın.”

Aslında bu sözü ancak Allah’ın dininden derin anlayış sahibi olan (fakih) anlayabilir. Çünkü insanların mahiyetlerini acz, zaaf ve kusurlarını, Allah’ın hakkını veremeyip O’ndan başkasına yöneldiklerini, Allah’ın onlara ahirette vereceği ödülü bu dünyadaki fani, az bir parayla değiştirdiklerini gören kimse, onlara mutlaka kızar. Bunun aksini yapması asla mümkün olmaz. Ne var ki, kendine dönüp de baktığı, kendi halini ve kusurların gördüğü zaman da kendi kendine daha çok kızar ve O’nu daha çok hakir görür; işte gerçek fakih ve din alimi budur.

Hizmetlere arız olan hastalıklar hususunda dikkatli olmaya gelince, bu onlara musallat olan nefsani lezzetleri bulup onlar arasından Allah hakkını ayırmaktır. Çünkü o lezzetlerin çoğu, yahud da hepsinin nefse ait lezzetler olması ve insanın bunun farkında olmaması da mümkündür.

Nitekim nefsin nice hastalıkları, maksat ve halleri vardır ki bunlar amellerin sırf Allah için işlenmiş olmasına ve O’na ulaşmasına mani olurlar. İnsan hiç kimsenin asla görmediği bir yerde ibadet ettiği halde sırf Allah için amel işlememiş olabilir. Birçok kişinin gözleri önünde amel işlediği halde sırf Allah rızası için amel işleyebilir. Bu hususu ancak basiret sahipleri ve kalplerin hastalıklarını bilen gönül doktorları bilebilirler.

Gerçekte amel ile kalp arasında bir mesafe vardır. Bu mesafede amelin kalbe ulaşmasına mani olan bazı engeller bulunur. İnsan birçok güzel ameller işler. Ancak onlardan kalbe ne bir muhabbet, ne korku (hafv), ne ümit (reca) ne de dünyayı terkedip ahireti isteme, ne Allah’ın dostları ile düşmanlarını, hak ile batılı birbirinden ayırmaya yarayan bir nur ve ne de imanında bir kuvvet ulaşabilir. Şayet o amellerin tesirleri kalbe ulaşacak olsa orası aydınlanacak ve parlayacak, hakkı ve batılı ayıracak, Allah’ın dost ve düşmanlarını tefrik edecek, dinde sağlamlığını arttıracaktır.

Sonra kalp ile Allah arasında da bir mesafe vardır. Burada da kibir, beğenme, şımarma, amelini beğenip üzerindeki nimeti unutma gibi, amellerin O’na ulaşmasına mani olan unsurlar bulunur. Daha bir çok gizli hastalıklar vardır ki insan onları arayıp bulmaya çalışsa gördüklerinden şaşırıp kalacaktır. Cenab-ı Allah’ın lütuf ve kereminden birçok kimseye gizli kıldığı bu hastalıkları iyi amel sahibi olan kimseler görüp farkedecek olsalar ümitsizlik, bitkinlik, ameli terk, gayretsizlik, yorgunluk, sabırsızlık gibi daha tehlikeli hastalıklara düşerler.

Nitekim Ebu Abdullah el-Haris b. Esed el- Muhasibi’nin "er-Riaye" si ortaya çıkıp da bazı kimseler onunla meşgul olunca o zamana kadar ibadetle ihya ettikleri camileri terk etmişlerdir. Usta doktor, nefisleri nasıl tedavi edeceğini bilir, bir ev yaparken bir şehir yıkmaz.

Menazil müellifi şöyle devam etmiştir :

“Allah’a hal olarak dönmek de üç şeyle gerçekleşir:

1 - Ameline güvenmemek,

2 - Allah’a muhtaç olduğunu görmek ve

3 - O’nun üzerindeki lütfunu idrak etmek.”

 

Amele güvenmemek şu iki manaya gelir:

Birincisi: hakikat gözüyle o amellerin gerçek failini ve ilk muharrikini görüp O’nun dilemesi olmasaydı o fiilleri yapamayacağını, o fiilleri senin dilemen değil, onun dilemesinin ortaya çıkardığını anlamaktır ki o zaman geriye senin olan bir fiil kalmaz. Burada sen kaderi müşahede eder, amellerini yok hükmünde sayarsın.

İkincisi: kendi amelinle kurtuluşa ereceğine güvenmemen, ancak Allah’ın rahmet, mağfiret ve fazlıyla kurtulabileceğini idrak etmendir.

Nitekim bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Sizden hiç birinizi ameli kurtarmaz. Ashab sizi de mi ya Rasulullah? diye sordular. Rasulullah şöyle buyurdular: Evet, beni de. Yalnız şu var ki, Allah beni rahmet ve lütfuyla kuşatmıştır.”

(Buhari, Rikak, 18; Merda, 240; Müslim, Sıfatu’l-münafıkin, 75; İbn Mace, Zühd, 20; Müsned,II, 235, 256, 264,326, 344)

Amele güvenmemeyle ilgili bu iki manadan birincisi onun başlangıç kısmıyla, ikincisi ise sonuyla ilgilidir.

Allah’a muhtaç olduğunu görmeye gelince: amelinin kendisine ait olmadığını ve onunla ahirette azabtan kurtulamayacağını idrak ederek O’na güvenmeyen kul her zerresinde, her bakımdan Allah’a son derece muhtaç olduğunu müşahede eder. Aslında insanın Allah’a olan ihtiyaç yönleri sayısızdır ve sebepsizdir. İnsan Allah’a zatı itibarıyla muhtaçtır.

Nitekim Allah da zatı itibariyle Gani (ihtiyaçsız) dir. Yani zenginlik ve hiçbir şeye muhtaç olmama Allah için, fakirlik, acziyet ve ihtiyaç da kul için zati bir sıfattır.

Nitekim Şeyhülislam İbn Teymiyye (Allah ruhunu takdis etsin) bu hususta şöyle demiştir:

Fakirlik benim hiç ayrılmayan ebedi bir vasfımdır.

Nitekim zenginlik de O'nun ebedi bir vasfıdır.

 

İnsanın kendi üzerindeki ilahi nimetleri görmesine gelince:

Allah'a son derece muhtaç olduğunu gören, ameline ve onunla kurtulmaya güvenmeyen insan Allah'ın lütuf ve nimetlerine bakar. Sahip olduğu ve umduğu her nimetin Allah'ın lütuf ve ihsanı olduğunu idrak eder. Çünkü Allah sebepli ve sebepsiz olarak kullarına ihsan eder. Yaratma ve idare etme O'na aittir. Evvel ve ahir O'dur. Ondan başka ilah ve rab yoktur.

 

İÇİNDEKİLER