İnsanların
özür dileme türleri ikiye ayrılır:
1 - Övülmüş
çeşidi
2 -
Kınanmış çeşidi
Kınanmış
özür dileme insanların özürlerini istesinler veya istemesinler kaderin hükmüne
ve bu kaderin üzerinde cereyan etmesine bakarak dikkate almak ve onları kaderle
mazur görmektir.
Bu husus,
meseleyi kadere bakarak değerlendiren, kaderi müşahadede fani olan pek çok
salikin düştüğü bir hatadır. Daha önce geçtiği gibi bu düşünce cidden çok
tehlikeli ve faydası az bir yoldur ve tek başına kurtulunması mümkün değildir.
Sanıyorum Menazil müellifinin maksadı da budur. Çünkü bundan sonra o şöyle
demiştir:
"Kulun özrü kaderin hükmüne bağlaması ne herhangi
bir iyiliği güzel görme ve ne de bir kötülüğü çirkin bulma vasfı bırakmaz. Çünkü
bu kimse bütün manaları kaderin hükmünün manasına yüklemiştir".
Bu tür bir
telakki, eksik ve zemmedilmiş bir telakkidir. Eğer o kimse bu telakkisini
sürdürürse Allah düşmanlarını, O'na ve peygamberlerine muhalefet edenleri mazur
görmüş olur. Bu kimselerin mazur olduklarını arzulamak, Allah'ın emrine zıt,
Allah'ın mazur görmediğini mazur görmek ve Allah'ın kınadığı ve kınanmasını
emrettiği kimselerin mazur olmalarını arzulamak demektir. Bu hal, Allah'ın
emrine muvafık değildir. Bilakis O'nun emrine muvafakat etmek; bu kimseleri
kınamak, ne Allah yanında ve ne de o işte bir özürleri olduğuna inanmaktır.
Allah Teala ona mazeret yolunu göstermiş ve onu mazur kılacak hali gidermiştir.
Eğer gerçekten o işte mazur ise Allah elbette ona azap etmez. Çünkü Allah Teala
özür sahibi kimseye azap etmeme konusunda en merhametli, en müsamahakar ve en
adil olandır. Hiç kimse yoktur ki, kendisinden özür dilendiğinde buna Allah'dan
daha fazla memnun olsun. İşte bu sebepden ötürü O, peygamberler göndermiş,
kitaplar indirmiştir. Bütün bunları O, insanların gösterecekleri mazereti
ortadan kaldırmak ve kıyamet gününde O'na karşı ileri sürecekleri delil
bırakmamak için yapmıştır.
Bu tür
kişilerin mazur olmalarını arzu edenler ve onların kusurlarını görmezlikten
gelenlerin ortaya koydukları delil, malumdur ki bütün açılardan Allah tarafından
iptal edilmiş bir delildir. Allah mazur kimselere iyiyi kötüden ayıramayan
çocuk, bunak, kendisine Allah'ın dini ulaşmamış kimseler, görmeyen ve işitmeyen
hem sağır hem kör olan insanlar gibi bir günahı olmadıkları takdirde elbette
azap etmez. Ahiret gününde onlar hakkında Allah'ın başka bir hükmü vardır. Allah
insanlara peygamber göndererek imtihan eder. Peygamber onlara Allah'ın emir ve
yasaklarını bildirir. Peygabere itaat edeni Allah cennete, isyan edeni cehenneme
sokar. Bunu Ebu'l- Hasan el- Eş'ari de Makalat'ında Ehl-i Sünnet ve ehl-i
hadisten nakletmiştir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Bunların bir kısmı, -Esved
b. Seri ve Ebu Hüreyre hadisleri gibi- İmam Ahmed'in el- Müsned'inde yer
almaktadır.
Ahiretin,
bir karşılık görme yurdu olup mükellefiyet yurdu olmadığını ifade eden bu
hadislerin akla aykırı olduğunu iddia eden kimse cahil biridir. Çünkü teklif,
ancak darü'l-karar olan cennete veya cehenneme girmekle son bulur. Bundan önce,
berzah aleminde ve arafta da teklif vardır. Bu sebeple Allah insanları mahşerde
secde etmeye çağıracak, müminler isteyerek secde edecekler, kafirler ve
münafıkların ise secde etmeleri engellenecektir.
Netice
şudur:
Bildiği ve yapıp yapmamaya gücü yettiği halde Allah'a isyan ve O'nun
emrine muhalefet konusunda hiçbir kimse mazur addedilemez. Eğer meşru bir
mazereti varsa, ne dünyada, ne de ahirette cezaya ve kınamaya çarptırılmazlar.
Bize şöyle
bir itirazda bulunabilirler:
Sizin bu görüşünüz, şeriatın zahirine göredir. Fakat
bu zahirin batınına dikkat ederseniz insanları mazur görürsünüz. Çünkü onlar
netice itibariyle, Allah'ın kendi haklarındaki arzu, kaza ve takdirine
yaklaşıyorlar. Onlar, Allah'ın haklarındaki takdirine birer sahne görevi
yapmaktalar. Kader okları onlara tesir etmekte ve onlar da hedefim asla
şaşırmayan bu oklara hedef olmaktadırlar. Şeriatın zahir hükmünü kabullenmiş bir
kimsenin, onları mazur görmesine imkan yoktur. Fakat kevni hükmü benimsemiş kişi
ise onları mazur görür. Siz şeriatın hakikatiyle, bizim görüşümüzü kabul
etmediğiniz için mazursunuz. Fakat biz de takdirin hakikatiyle, onların mazur
görülmelerini arzulamamız konusunda mazuruz. Her ikimiz de görüşümüzde
isabetliyiz.
Bu itiraza
birkaç şekilde cevap verilebilir:
İlk olarak
şöyle denilebilir:
Eğer özür Allah tarafından kabul edilmezse kişiye fayda
vermez. Kaderi ileri sürerek özür beyan etmek makbul değildir ve özür dilese
bile bu özür ile hiç kimse mazur addedilemez. Kaderi mazaret olarak ileri sürmek
boş bir laftır ve kesinlikle hiçbir fayda sağlamaz. Aksine günahkarın günahını
artırır ve Allah Teala'yı öfkelendirir. Aklı başında bir insan bu tür bir işle
uğraşmaz.
İkinci
olarak şöyle cevab verebiliriz:
Kaderi mazeret olarak ileri sürmek, zalim ve
cahil olduğu halde kişinin kendi nefsini temize çıkarmaya çalıştığını gösterir.
Kader hakkında bilgisiz olmak, günahı kadere nispet etmek ve lisan-ı, hal ve söz
ile, güzel hoş cümlelerle, kaderi zalim olmakla suçlamaktır. Bunlara genelde bir
hal arız olur ve vecd halinde, bir Allah düşmanının söylediği gibi, şu tür
sözler sarfeder:
Onu hem
elleri bağlı olarak sıkıntı içerisinde (suya) attı
Hem de ona,
su ile ıslanmaman için seni uyarıyorum, dedi.
Başka bir
Allah düşmanı da şöyle demiştir:
Aden'in iki
tepesine doğan kuşu için eti koydular.
Sonra
bağlarını kopardığı için doğanı kınadılar.
Eğer beni
korumak isteselerdi senin güzel yüzünü örterlerdi.
Diğer bir
düşman:
Sen benim
için ne takdir ettiysen ben onun etkisinde kaldım.
Dolayısıyla
benim bütün fiillerim sana itaaten ibarettir, der.
Başka bir
düşman şikayet ve zulüm isnad ederek şöyle diyor:
Eğer seven
kimsenin karşılığındaki sevgiden nasibi az ise,
Yaptığı
bütün iyilikler ancak günah olur.
Başka bir
düşman, İblis'den özür dileyerek şöyle diyor:
Kişinin
iblisi isyan edince ne olur?
Bu ifadeler
Allah düşmanlarının zulüm, iftira ve şikayetlerini ihtiva etmektedir. Gerçekte
ise bunlar kalplerini bir yoklasalar bunları söyleyenin içlerindeki gizli bir
düşman olduğunu görürlerdi. Bir şey söylemeye gücüm yok. Bu zalim ve isyankar
düşman onlara şöyle der:
Benim birşey söylemeye gücüm yok. Ben ancak zalim
suretinde bir mazlumum. Yine heyacanlı ve derin bir nefes alır ve şöyle devam
eder: Ademoğlu miskindir, çaresizdir, ne birşey yapmaya kadir ve ne de mazurdur.
Bir başka
zalim şöyle diyor:
"Ademoğlu, kaderin sopaları arasında gelip giden bir toptan
başka birşey değildir. Biri gelir sopasıyla, bir tarafa vurur diğeri başka bir
tarafa fırlatır. Bu topun, bu sopalardan intikam almaya gücü var mıdır?"
Bir başkası
ise şairin şu şiirini misal getirir:
Beni terketme ve bana zulüm etme konusunda haddi assan da, babam sana feda olsun.
Günahsız olduğu halde Allah'ı,
kendini terkedici, zulüm edici ve hatta müsrif olarak nitelemekte ve zulümde
haddi aştığını söylemektedir. Başka biri şöyle diyor:
Bir gün
senin bulutun bizi gölgelendirdi.
Şimşek
çakarak bizi aydınlattı fakat çiselemeyi geciktirdi.
Bulutun
yağmur verecek kısmı ortaya çıkmıyor da bekleyenler ümitsizliğe kapılıyor.
Bereketli
yağmur gelmiyor ve susuzları suya kandırmıyor.
Bir başkası
şöyle diyor:
Kişi sana
yaklaşıyor, fakat nasibinin eksikliği onu senden uzaklaştırıyor.
Doğruyu
buluyor, fakat aralarındaki mesafe farkı onu eğriye götürüyor.
Başka biri
şöyle diyor:
Derya içinde
susuz durur, ama kendisine su verilmez.
Zerre
miktarı anlayış ve basiret sahibi olan, bütün bunların zulümden feryat ve
şikayetten ibaret olduğunu anlar. Bunlardan biri neredeyse şöyle der:
"Ey bana
zulmeden! Olmaz olaydın."
Bunu söylemese bile, gereği gibi nefsini yoklasa bu
düşünceyle karşılaşır. Bu durum, cehalet ve zulüm konusunda varılacak en son
noktadır. Cenab-ı Hakk'ın dediği gibi:
"İnsan cidden çok zalim ve çok
cahildir" (Ahzab, 72).
"Allah hiç birşeye
muhtaç değildir ve hamd olunmaya layıktır" (Fatır,15).
Keşki bu zalim ve cahil, başına gelen belanın nefsinden kaynaklandığını,
nefsinin her türlü kınama ve kötülüğe daha layık olduğunu ve onun bütün
kötülüklerin merkezi olduğunu bir bilse!
"Muhakkak insan Rabbine karşı çok
nankördür" (Adiyat,6).
Bu ayeti İbn Abbas, Mücahid ve Katade:
"Allah'ın nimetlerini
çokça inkar eden kişi" şeklinde tefsir etmişlerdir.
Hasan-ı Basri de:
"belaları
sayıp nimetleri unutan kişi";
Ebu Ubeyde:
"hayrı az kişi" şeklinde
tefsiretmişlerdir.
Ayette "kenud" lafzı geçmektedir. Nitekim bitki bitmeyen yere
"arz-ı kenud" denir. Fayda veren bitkilerin olmadığı araziye de bu isim verilir.
İbn Abbas şöyle demiştir:
"el-Kenud: bir kötülüğün birçok iyiliği unutturduğu
kimsedir".
Keşki bu zalim ve cahil kişi şu
hususları bilse:
Bu kişi kendi menfaatlerinin geleceği yola oturmuş, o
menfaatlerin kendisine ulaşmasını engelliyor. Bu kimse hayatını sağlayan su
yatağı üzerinde bir taş; kalb bahçesine suyun akışını engelle yen bir benddir.
Su yatağı üzerinde durmuş ve suyun kendisine ulaşmasına engel olduğu halde
yardım istiyor ve "susuza yardım edin, susuza yardım edin" diye imdat istiyor. O
kişi, kalbinin sınırlarını keşfetmeye engel bir şekilde kalbim örten bir perde;
kalbine hidayet güneşinin doğmasına engel bir buluttur. O kişiye kendinden daha
zararlı, onu kahretme ve ona düşmanlık etmede yine kendinden daha kuvvetli bir
düşman yoktur.
Düşmanlardan cahile zarar gelmez.
Cahilin kendine nefsinden geldiği kadar!
Mazlum kılığına bürünmüş zalimi
ve suç kendinde olduğu halde şikayet edeni Allah kahretsin!" Hem büyük bir
gayretle yüz çeviriyor ve hem de" beni kurtarın! beni kurtarın! diye bağırıyor.
Üstelik sırtını kapıya vermiş; hatta kapıyı kendisi kilitlemiş, anahtarları
kaybetmiş ve kırmış. Şiir:
Beni hem davet ediyor hem de
önümdeki kapıyı kapatıyor.
Ben şimdi nasıl gireyim? Varın
siz söyleyin.
Şefkatli biri, bu kulu ateşden
kurtarmaya çalışıyor, o ise onun elbisesine asılıp, aşağı almaya gayret ediyor
ve hızla ateşe yuvarlanıyor. Sonra da "Beni çukura attılar, ateşe düşürdüler,
yok mu kurtaran?" diye yardım talep ediyor. Vallahi nice iyi niyetli insanlar
"Dikkat et, sakın, kendini koru" diye nasihat etmiş, nice insanlar ateşe
düşmemesi için elbisesinden tutmuş ve niceleri, düşüncesiz kimselerin ateşe
yuvarlandıklarını ona bildirmişlerdir ama bunlardan yüz çevirip bildiğini
okumuştur.
Sizin peşinizden nasihat için
ne kadar koştum.
Ne var ki bazen nasihat eden
ithamdan başka birşey elde edemez.
Rabbine karşı şeytana arka
çıkan, nefsiyle bir olup Allah'a düşman kesilen kimselere yazıklar olsun. Bu
kişi günah konusunda Cebrî, taat konusunda ise Kaderdir. Bu kişi görüş sahibi
olmaktan aciz, eline geçen fırsattan hoyratça harcayan, kendine fayda sağlamaya
engel ve sürekli Cenab-ı Hakkın takdirini kınayan bir kişidir. Kölesi, karısı ve
cariyesinin, onun verdiği bir emri yerine getirmeyip buna mazeret
gösterdiklerinde, kendisinin kabul etmeyeceği mazereti Allah'a karşı delil
olarak ileri sürmektedir. Allah bu tür kimselere bir şeyi emrettiğinde aşın
giderler, yasakladığında ise onu yaparlar ve de şöyle derler:
"Beni buna kader sürükledi". Bunu bir delil ve
mazeret olarak kabul ederler ama gerçekte onun cezasını çekmeye acele
etmektedirler.
Ey zalim ve cahil kişi!
Kader,
Rabbinin hakkını terketme konusunda bir delil olsaydı kader, senin bazı haklarını
terk konusunda kölen ve cariyen için de bir delil olmaz mıydı? Oysa ki biri sana
kötülük yapıp kaderi mazeret olarak ileri sürse kızgınlığın şiddetlenir, yaptığı
suç gözünde kat kat büyür ve onun bu delili sana saçma gelir. Sonra sen Rabbine
karşı böyle bir mazereti delil olarak ileri sürer ve nefsini mazur görürsün.
Böyle bir durumda olan kişiden, zulme ve cehalete daha layık kim vardır?
Bunu, son nefesine kadar
Allah'ın peşpeşe lütfettiği iyiliklere rağmen yapmaktasın. O Allah seni türlü
illetlerden kurtardı; cennetine girebilmen için ibadet edebilme gücü verdi; sana
kılavuz gönderdi; rızkını temin edeceğin ve yolculuk esnasında eşkiyalara karşı
kendini müdafaa edeceğin silahlar verdi; kulak, göz ve kalp verdi; hayrı, şerri,
faydalıyı ve zararlıyı sana bildirdi; sana peygamberlerini gönderdi; kitabını
indirdi ve öğüt almak, anlamak ve amel etmek için onu kolay kıldı; sana şerefli
ordusuyla yardımda bulundu; ki bu ordu sana metanet verir, seni korur.
Düşmanınla savaşır ve onu senden uzaklaştırır, ona meyletmemem ve onunla
barışmamanı isterler ve rızık konusunda onlar sana kafidir. Fakat sen onlara
karşı şeytana yardım eder ve onlara karşı şeytanın dostluğunu tercih eder, hatta
sana en layık olan Gerçek Dost'unu terkederek onunla işbirliği yaparsın.
Cenab-ı
Hakk şöyle buyurur:
"Hani biz meleklere:" Adem'e secde edin" demiştik de İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi. O, cinlerdendi ve Rabbinin emrinden
dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin
düşmanlarınız olduğu halde , dost mu edineceksiniz? Zalimler için ne kötü bir
değiş tokuştur bu". (Kehf, 50)
Allah, İblis'i semadan kovmuş, cennetinden çıkarmış,
yakını da uzaklaştırmıştır.
Çünkü o sana secde etmedi. Sen
baban Adem (as)'m neslindensin. Bütün bunlar senin şeytana olan üstünlüğünden
dolayıdır. Allan ona düşman olmuş ve onu kovmuştur. Ama sen onun düşmanıyla dost
oldun, ona meylettin ve onunla barıştın. Bununla birlikte zulümden dem vurur,
Allah'ın seni kovup uzaklaştırmasından da sitem eder ve şöyle dersin:
Beni vuslata alıştırdılar,
vuslat tatlı idi. Ama sonra da ayrılığa ittiler, ayrılık ise zor.
Evet... Davranışı bu şekil ve bu
vasıflara sahip olan bir kişi yaratıcısından nasıl uzak olmaz? Bu hallere sahip
olan kulu O, nasıl seçkin ve kendine yakın kimselerden kılar? O kişi, Allah ile
olan irtibatını kesmiştir.
Allah insana kendisine şükretmeyi emretmiştir. Bu,
şükre olan ihtiyacından değil, aksine o kişinin bu
şükrüyle O'nun fazlından çok şey kazanması içindir. Allah'ın hoşlanmamasına
rağmen, O'nun nimetlerine nankörlük etmek ve bunlardan medet ummak, o nimetlerin
o kişiden uzaklaşmasına en büyük sebep teşkil eder.
Allah insana, ona olan ihsanını
hatırlaması için kendini zikretmesini emretmiştir. Bu zikri unutmasını Allah'ın
da onu unutması için bir sebep kılmıştır.
"Onlar Allah'ı unutmuşlar; Allah da onları kendilerine unutturmuştur (artık kendi menfaatlerini düşünemezler)"
(Haşr,
18).
"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu (hidayetinden mahrum etti)"
(Tevbe, 67).
Allah ihsanda bulunmak için kendinden istenmesini emrettiği halde o
kişi istememiş, hatta istemediği halde birçok nimetler vermiş de o kabul
etmemiştir. Kendisine merhamet edeni, ona merhamet etmeyene şikayet etmekte,
kendine zulmetmeyenin zulmünden sitem etmekte ve kendine düşmanlıkta bulunan ve
zulmedene güvenmektedir. Eğer Allah ona sıhhat, afiyet, mal ve şeref bahşederse
o da bu nimetleri O'na isyan etmekte kullanmaktadır. Eğer bu nimetleri alırsa
sürekli Rabbine kızar ve O'ndan şikayette bulunur. Ne hali, ne keyfi yerindeyken
ve ne de başına bela geldiğinde iyidir. Afiyet, onu Rabbinden hoşlanmamaya sevkeder. Bela ise O'nu inkara ve nimetlerine karşı nankörlük etmeye ve O'nu
insanlara şikayet etmeye sürükler.
Allah onu kapısına davet ettiği halde o ne O'nun
kapısına varır ve ne de kapısını çalar. Allah sonra kapıyı onun için açar, fakat
o ne buna niyet eder ve ne de içeri girer. Ona, cennetine davet eden
peygamberini gönderir, fakat o, peygambere isyan eder ve şöyle der:
Gözümle gördüğümü görmediğime, peşini
taksitli şeye, gördüğümü işittiğime değişmem. Sonra da şöyle söyler:
Gördüğünü al,işittiğini bırak.
Güneş doğduğunda Zuhal
yıldızının sana ne faydası var?
Ama zevkleri peygambere itaat
etmeye uygun düşerse ona itaat eder, fakat bu itaati hazzına kavuşmak içindir, o
peygamberi gönderenin rızası için değil. Sürekli olarak, yaptığı isyanlarla
Allah'a buğz gösterir, hatta O'ndan yüz çevirir ve kapıyı kendi yüzüne kapatır.
Bütün bunlarla birlikte Allah o
kula rahmetinden ümit kestirmez ve adeta şöyle der:
"Ne zaman gelirsen seni
kabul ederim. Gece gelirsen kabul ederim, gündüz gelirsen kabul ederim. Bana
bir karış yaklaşırsan ben sana bir arşın, bir arşın yaklaşırsan sana bir kulaç
yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirsen ben koşar adım sana gelirim. Bana yeryüzü
kadar hata ile fakat şirk koşmaksızın gelirsen ben de seni yeryüzü kadar
mağfiret ile karşılarım. Günahların gökyüzünün ufuklarına kadar tassa ve sonra
benden af istesen seni affederim. Cömertlik ve kerem bakımından benden daha
büyük kim vardır?
Kullarım büyük günahlar ile bana meydan okuyorlar
ama onlar yatarlarken onları korurum. Benim ile cinler ve insanlar arasında
büyük bir durum var: Ben yaratıyorum , fakat benden başkasına ibadet edilmekte;
ben rızık veriyorum, fakat benden başkasına şükredilmektedir.
Kullarıma ihsanım inmekte ve onlardan bana kötülükleri yükselmektedir. Ben onlara
muhtaç olmadığım halde, ihsan ettiğim nimetler ile onlara sevgi gösteririm. Bana en muhtaç olan varlıklar onlar olduğu halde işledikleri isyanlar ile bana buğz gösterirler.
Kim bana gelirse onu henüz
uzakta iken karşılarım. Kim benden yüz çevirirse ona yakınından seslenirim. Kim
benden sakındığı için günahı terkederse ona bol bol ihsan ederim. Kim benim
rızamı talep ederse ben de istediği şeyi ona veririm. Kim benim güç ve kuvvetime
dayanarak çalışırsa demiri bile ona yumuşatırım.
Beni zikredenler, benimle
birlikte olan kişilerdir; bana şükredenler, nimetimi artırdığım kimselerdir;
bana itaat edenler, kendilerini şerefli kıldığım kimselerdir. Bana isyan
edenlere ise, rahmetimden ümit kestirmiyorum. Tevbe ederler ise tevbelerini
kabul ederim. Çünkü ben tevbe edenleri ve günahlarından tertemiz olardan
severim. Tevbe etmezler ise, onların tabibi benim. Onları kusurlardan temizlemek
için belalarla imtihan ederim.
Başkasına beni tercih edeni,
ben de başkasına tercih ederim. Benim nezdimde bir iyiliğin karşılığı,on
mislinden yediyüz misline kadar, hatta çok daha fazladır. Bir kötülüğün
karşılığı ise sadece birdir. Eğer o kötülükten dolayı pişmanlık duyar ve af
isterse ben de kötülüğü affederim.
Az bir iyiliğin bile
karşılığını veririm ve fazla olan günahları bile affederim. Rahmetim gazabımdan,
sabrım hesaba çekmemden, affım cezalandırmamdan daha fazladır. Bir annenin
çocuğuna karşı duyduğu şefkatten daha fazla kullanma karşı şefkatliyim. "Allah
kulunun tevbe etmesine şu kişiden daha çok sevinir:
Üzerinde yiyeceği ve içeceği
bulunan devesini ölümün kol gezdiği bir çölde kaybetmiş, onu aramış fakat
bulmaktan ümidini kesmiş, sonra bir ağacın dibinde ölümü beklerken uyumuş
kalmıştır, uyandığında bir de ne görsün! Deve baş ucunda ve yukarıdan ağaca
bağlanmış duruyor. İşte Cenab-ı Hakk kulunun tevbe etmesin devesini bu vaziyette
bulduğunda o kişinin duyacağı sevinçten daha fazla sevinir".
Allah'ın sevinci, bir
ihsan,iyilik ve lütuf sevincidir. Yoksa kulunun tevbesine muhtaç olduğundan veya
bir şey kazanacağından değildir. O'nun, kuluna dostluğu ise o kula ihsanda
bulunmak, onu sevmek ve ona iyilik yapmak içindir. Bu dostluk ile Allah'ın
hükümranlığı artmaz; zayıf bir durumdan şerefli bir duruma da yükselmez; bu
dostluk ile galib gelmez; bir belayı defedici gibi görmez ve herhangi bir işinde
bu dostluk ile yardım talep etmez.
"De ki: Hamd, evlat edinmeyen, mülkünde
ortağı bulunmayan ve aczinden ötürü bir dosta ihtiyaç duymayan Allah'a muhsustur
ve O'nu gereği gibi ulula"
(İsra, 111).
Allah burada zilletten dolayı dost
edinmekten kendisini tenzih eder, Allah aczinden değil lütfundan dolayı iman
edenlerin dostu,müminler de onun dostudur.
Rabbin durumu bu ve kulun durumu da budur. Onlar kendi nefislerini mazur
görüyorlar ve günahlarını kaderlerine yüklüyorlar.
Allah övgüleri ve şerefi
kendine ayırmıştır.
Kınama ise insanın vasfıdır.
Şu sözü söyleyen ne güzel
söylemiştir:
Hem sevgiline giden yolu hızla
katedersin.
Sürekli olarak gözlerinden yaş
akıtırsın.
Halbuki nefsin sana yalan
söylemiştir, sen onun dostlarından değilsin.
Hem de aranızın uzak oluşundan
şikayet edersin.
Öyleyse sen zalimin ta
kendisisin.
|