Övülmüş ve Kınanmış Özür Dileme

 

İnsanların özür dileme türleri ikiye ayrılır:

1 - Övülmüş çeşidi

2 - Kınanmış çeşidi

Kınanmış özür dileme insanların özürlerini istesinler veya istemesinler kaderin hükmüne ve bu kaderin üzerinde cereyan etmesine bakarak dikkate almak ve onları kaderle mazur görmektir.

Bu husus, meseleyi kadere bakarak değerlendiren, kaderi müşahadede fani olan pek çok salikin düştüğü bir hatadır. Daha önce geçtiği gibi bu düşünce cidden çok tehlikeli ve faydası az bir yoldur ve tek başına kurtulunması mümkün değildir. Sanıyorum Menazil müellifinin maksadı da budur. Çünkü bundan sonra o şöyle demiştir:

"Kulun özrü kaderin hükmüne bağlaması ne herhangi bir iyiliği güzel görme ve ne de bir kötülüğü çirkin bulma vasfı bırakmaz. Çünkü bu kimse bütün manaları kaderin hükmünün manasına yüklemiştir".

Bu tür bir telakki, eksik ve zemmedilmiş bir telakkidir. Eğer o kimse bu telakkisini sürdürürse Allah düşmanlarını, O'na ve peygamberlerine muhalefet edenleri mazur görmüş olur. Bu kimselerin mazur olduklarını arzulamak, Allah'ın emrine zıt, Allah'ın mazur görmediğini mazur görmek ve Allah'ın kınadığı ve kınanmasını emrettiği kimselerin mazur olmalarını arzulamak demektir. Bu hal, Allah'ın emrine muvafık değildir. Bilakis O'nun emrine muvafakat etmek; bu kimseleri kınamak, ne Allah yanında ve ne de o işte bir özürleri olduğuna inanmaktır. Allah Teala ona mazeret yolunu göstermiş ve onu mazur kılacak hali gidermiştir. Eğer gerçekten o işte mazur ise Allah elbette ona azap etmez. Çünkü Allah Teala özür sahibi kimseye azap etmeme konusunda en merhametli, en müsamahakar ve en adil olandır. Hiç kimse yoktur ki, kendisinden özür dilendiğinde buna Allah'dan daha fazla memnun olsun. İşte bu sebepden ötürü O, peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Bütün bunları O, insanların gösterecekleri mazereti ortadan kaldırmak ve kıyamet gününde O'na karşı ileri sürecekleri delil bırakmamak için yapmıştır.

Bu tür kişilerin mazur olmalarını arzu edenler ve onların kusurlarını görmezlikten gelenlerin ortaya koydukları delil, malumdur ki bütün açılardan Allah tarafından iptal edilmiş bir delildir. Allah mazur kimselere iyiyi kötüden ayıramayan çocuk, bunak, kendisine Allah'ın dini ulaşmamış kimseler, görmeyen ve işitmeyen hem sağır hem kör olan insanlar gibi bir günahı olmadıkları takdirde elbette azap etmez. Ahiret gününde onlar hakkında Allah'ın başka bir hükmü vardır. Allah insanlara peygamber göndererek imtihan eder. Peygamber onlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirir. Peygabere itaat edeni Allah cennete, isyan edeni cehenneme sokar. Bunu Ebu'l- Hasan el- Eş'ari de Makalat'ında Ehl-i Sünnet ve ehl-i hadisten nakletmiştir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Bunların bir kısmı, -Esved b. Seri ve Ebu Hüreyre hadisleri gibi- İmam Ahmed'in el- Müsned'inde yer almaktadır.

Ahiretin, bir karşılık görme yurdu olup mükellefiyet yurdu olmadığını ifade eden bu hadislerin akla aykırı olduğunu iddia eden kimse cahil biridir. Çünkü teklif, ancak darü'l-karar olan cennete veya cehenneme girmekle son bulur. Bundan önce, berzah aleminde ve arafta da teklif vardır. Bu sebeple Allah insanları mahşerde secde etmeye çağıracak, müminler isteyerek secde edecekler, kafirler ve münafıkların ise secde etmeleri engellenecektir.

Netice şudur:

Bildiği ve yapıp yapmamaya gücü yettiği halde Allah'a isyan ve O'nun emrine muhalefet konusunda hiçbir kimse mazur addedilemez. Eğer meşru bir mazereti varsa, ne dünyada, ne de ahirette cezaya ve kınamaya çarptırılmazlar.

Bize şöyle bir itirazda bulunabilirler:

Sizin bu görüşünüz, şeriatın zahirine göredir. Fakat bu zahirin batınına dikkat ederseniz insanları mazur görürsünüz. Çünkü onlar netice itibariyle, Allah'ın kendi haklarındaki arzu, kaza ve takdirine yaklaşıyorlar. Onlar, Allah'ın haklarındaki takdirine birer sahne görevi yapmaktalar. Kader okları onlara tesir etmekte ve onlar da hedefim asla şaşırmayan bu oklara hedef olmaktadırlar. Şeriatın zahir hükmünü kabullenmiş bir kimsenin, onları mazur görmesine imkan yoktur. Fakat kevni hükmü benimsemiş kişi ise onları mazur görür. Siz şeriatın hakikatiyle, bizim görüşümüzü kabul etmediğiniz için mazursunuz. Fakat biz de takdirin hakikatiyle, onların mazur görülmelerini arzulamamız konusunda mazuruz. Her ikimiz de görüşümüzde isabetliyiz.

Bu itiraza birkaç şekilde cevap verilebilir:

İlk olarak şöyle denilebilir:

Eğer özür Allah tarafından kabul edilmezse kişiye fayda vermez. Kaderi ileri sürerek özür beyan etmek makbul değildir ve özür dilese bile bu özür ile hiç kimse mazur addedilemez. Kaderi mazaret olarak ileri sürmek boş bir laftır ve kesinlikle hiçbir fayda sağlamaz. Aksine günahkarın günahını artırır ve Allah Teala'yı öfkelendirir. Aklı başında bir insan bu tür bir işle uğraşmaz.

İkinci olarak şöyle cevab verebiliriz:

Kaderi mazeret olarak ileri sürmek, zalim ve cahil olduğu halde kişinin kendi nefsini temize çıkarmaya çalıştığını gösterir. Kader hakkında bilgisiz olmak, günahı kadere nispet etmek ve lisan-ı, hal ve söz ile, güzel hoş cümlelerle, kaderi zalim olmakla suçlamaktır. Bunlara genelde bir hal arız olur ve vecd halinde, bir Allah düşmanının söylediği gibi, şu tür sözler sarfeder:

Onu hem elleri bağlı olarak sıkıntı içerisinde (suya) attı

Hem de ona, su ile ıslanmaman için seni uyarıyorum, dedi.

Başka bir Allah düşmanı da şöyle demiştir:

Aden'in iki tepesine doğan kuşu için eti koydular.

Sonra bağlarını kopardığı için doğanı kınadılar.

Eğer beni korumak isteselerdi senin güzel yüzünü örterlerdi.

Diğer bir düşman:

Sen benim için ne takdir ettiysen ben onun etkisinde kaldım.

Dolayısıyla benim bütün fiillerim sana itaaten ibarettir, der.

Başka bir düşman şikayet ve zulüm isnad ederek şöyle diyor:

Eğer seven kimsenin karşılığındaki sevgiden nasibi az ise,

Yaptığı bütün iyilikler ancak günah olur.

Başka bir düşman, İblis'den özür dileyerek şöyle diyor:

Kişinin iblisi isyan edince ne olur?

Bu ifadeler Allah düşmanlarının zulüm, iftira ve şikayetlerini ihtiva etmektedir. Gerçekte ise bunlar kalplerini bir yoklasalar bunları söyleyenin içlerindeki gizli bir düşman olduğunu görürlerdi. Bir şey söylemeye gücüm yok. Bu zalim ve isyankar düşman onlara şöyle der:

Benim birşey söylemeye gücüm yok. Ben ancak zalim suretinde bir mazlumum. Yine heyacanlı ve derin bir nefes alır ve şöyle devam eder: Ademoğlu miskindir, çaresizdir, ne birşey yapmaya kadir ve ne de mazurdur.

Bir başka zalim şöyle diyor:

"Ademoğlu, kaderin sopaları arasında gelip giden bir toptan başka birşey değildir. Biri gelir sopasıyla, bir tarafa vurur diğeri başka bir tarafa fırlatır. Bu topun, bu sopalardan intikam almaya gücü var mıdır?"

Bir başkası ise şairin şu şiirini misal getirir:

Beni terketme ve bana zulüm etme konusunda haddi assan da, babam sana feda olsun.

Günahsız olduğu halde Allah'ı, kendini terkedici, zulüm edici ve hatta müsrif olarak nitelemekte ve zulümde haddi aştığını söylemektedir. Başka biri şöyle diyor:

Bir gün senin bulutun bizi gölgelendirdi.

Şimşek çakarak bizi aydınlattı fakat çiselemeyi geciktirdi.

Bulutun yağmur verecek kısmı ortaya çıkmıyor da bekleyenler ümitsizliğe kapılıyor.

Bereketli yağmur gelmiyor ve susuzları suya kandırmıyor.

Bir başkası şöyle diyor:

Kişi sana yaklaşıyor, fakat nasibinin eksikliği onu senden uzaklaştırıyor.

Doğruyu buluyor, fakat aralarındaki mesafe farkı onu eğriye götürüyor.

Başka biri şöyle diyor:

Derya içinde susuz durur, ama kendisine su verilmez.

Zerre miktarı anlayış ve basiret sahibi olan, bütün bunların zulümden feryat ve şikayetten ibaret olduğunu anlar. Bunlardan biri neredeyse şöyle der:

"Ey bana zulmeden! Olmaz olaydın."

Bunu söylemese bile, gereği gibi nefsini yoklasa bu düşünceyle karşılaşır. Bu durum, cehalet ve zulüm konusunda varılacak en son noktadır. Cenab-ı Hakk'ın dediği gibi:

"İnsan cidden çok zalim ve çok cahildir" (Ahzab, 72).

"Allah hiç birşeye muhtaç değildir ve hamd olunmaya layıktır" (Fatır,15).

Keşki bu zalim ve cahil, başına gelen belanın nefsinden kaynaklandığını, nefsinin her türlü kınama ve kötülüğe daha layık olduğunu ve onun bütün kötülüklerin merkezi olduğunu bir bilse!

"Muhakkak insan Rabbine karşı çok nankördür" (Adiyat,6).

Bu ayeti İbn Abbas, Mücahid ve Katade:

"Allah'ın nimetlerini çokça inkar eden kişi" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Hasan-ı Basri de:

"belaları sayıp nimetleri unutan kişi";

Ebu Ubeyde:

"hayrı az kişi" şeklinde tefsiretmişlerdir.

Ayette "kenud" lafzı geçmektedir. Nitekim bitki bitmeyen yere "arz-ı kenud" denir. Fayda veren bitkilerin olmadığı araziye de bu isim verilir.

İbn Abbas şöyle demiştir:

"el-Kenud: bir kötülüğün birçok iyiliği unutturduğu kimsedir".

Keşki bu zalim ve cahil kişi şu hususları bilse:

Bu kişi kendi menfaatlerinin geleceği yola oturmuş, o menfaatlerin kendisine ulaşmasını engelliyor. Bu kimse hayatını sağlayan su yatağı üzerinde bir taş; kalb bahçesine suyun akışını engelle yen bir benddir. Su yatağı üzerinde durmuş ve suyun kendisine ulaşmasına engel olduğu halde yardım istiyor ve "susuza yardım edin, susuza yardım edin" diye imdat istiyor. O kişi, kalbinin sınırlarını keşfetmeye engel bir şekilde kalbim örten bir perde; kalbine hidayet güneşinin doğmasına engel bir buluttur. O kişiye kendinden daha zararlı, onu kahretme ve ona düşmanlık etmede yine kendinden daha kuvvetli bir düşman yoktur.

Düşmanlardan cahile zarar gelmez.

Cahilin kendine nefsinden geldiği kadar!

Mazlum kılığına bürünmüş zalimi ve suç kendinde olduğu halde şikayet edeni Allah kahretsin!" Hem büyük bir gayretle yüz çeviriyor ve hem de" beni kurtarın! beni kurtarın! diye bağırıyor. Üstelik sırtını kapıya vermiş; hatta kapıyı kendisi kilitlemiş, anahtarları kaybetmiş ve kırmış. Şiir:

Beni hem davet ediyor hem de önümdeki kapıyı kapatıyor.

Ben şimdi nasıl gireyim? Varın siz söyleyin.

Şefkatli biri, bu kulu ateşden kurtarmaya çalışıyor, o ise onun elbisesine asılıp, aşağı almaya gayret ediyor ve hızla ateşe yuvarlanıyor. Sonra da "Beni çukura attılar, ateşe düşürdüler, yok mu kurtaran?" diye yardım talep ediyor. Vallahi nice iyi niyetli insanlar "Dikkat et, sakın, kendini koru" diye nasihat etmiş, nice insanlar ateşe düşmemesi için elbisesinden tutmuş ve niceleri, düşüncesiz kimselerin ateşe yuvarlandıklarını ona bildirmişlerdir ama bunlardan yüz çevirip bildiğini okumuştur.

Sizin peşinizden nasihat için ne kadar koştum.

Ne var ki bazen nasihat eden ithamdan başka birşey elde edemez.

Rabbine karşı şeytana arka çıkan, nefsiyle bir olup Allah'a düşman kesilen kimselere yazıklar olsun. Bu kişi günah konusunda Cebrî, taat konusunda ise Kaderdir. Bu kişi görüş sahibi olmaktan aciz, eline geçen fırsattan hoyratça harcayan, kendine fayda sağlamaya engel ve sürekli Cenab-ı Hakkın takdirini kınayan bir kişidir. Kölesi, karısı ve cariyesinin, onun verdiği bir emri yerine getirmeyip buna mazeret gösterdiklerinde, kendisinin kabul etmeyeceği mazereti Allah'a karşı delil olarak ileri sürmektedir. Allah bu tür kimselere bir şeyi emrettiğinde aşın giderler, yasakladığında ise onu yaparlar ve de şöyle derler:

"Beni buna kader sürükledi". Bunu bir delil ve mazeret olarak kabul ederler ama gerçekte onun cezasını çekmeye acele etmektedirler.

Ey zalim ve cahil kişi!

Kader, Rabbinin hakkını terketme konusunda bir delil olsaydı kader, senin bazı haklarını terk konusunda kölen ve cariyen için de bir delil olmaz mıydı? Oysa ki biri sana kötülük yapıp kaderi mazeret olarak ileri sürse kızgınlığın şiddetlenir, yaptığı suç gözünde kat kat büyür ve onun bu delili sana saçma gelir. Sonra sen Rabbine karşı böyle bir mazereti delil olarak ileri sürer ve nefsini mazur görürsün. Böyle bir durumda olan kişiden, zulme ve cehalete daha layık kim vardır?

Bunu, son nefesine kadar Allah'ın peşpeşe lütfettiği iyiliklere rağmen yapmaktasın. O Allah seni türlü illetlerden kurtardı; cennetine girebilmen için ibadet edebilme gücü verdi; sana kılavuz gönderdi; rızkını temin edeceğin ve yolculuk esnasında eşkiyalara karşı kendini müdafaa edeceğin silahlar verdi; kulak, göz ve kalp verdi; hayrı, şerri, faydalıyı ve zararlıyı sana bildirdi; sana peygamberlerini gönderdi; kitabını indirdi ve öğüt almak, anlamak ve amel etmek için onu kolay kıldı; sana şerefli ordusuyla yardımda bulundu; ki bu ordu sana metanet verir, seni korur. Düşmanınla savaşır ve onu senden uzaklaştırır, ona meyletmemem ve onunla barışmamanı isterler ve rızık konusunda onlar sana kafidir. Fakat sen onlara karşı şeytana yardım eder ve onlara karşı şeytanın dostluğunu tercih eder, hatta sana en layık olan Gerçek Dost'unu terkederek onunla işbirliği yaparsın.

Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:

"Hani biz meleklere:" Adem'e secde edin" demiştik de İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi. O, cinlerdendi ve Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanlarınız olduğu halde , dost mu edineceksiniz? Zalimler için ne kötü bir değiş tokuştur bu". (Kehf, 50)

Allah, İblis'i semadan kovmuş, cennetinden çıkarmış, yakını da uzaklaştırmıştır.

Çünkü o sana secde etmedi. Sen baban Adem (as)'m neslindensin. Bütün bunlar senin şeytana olan üstünlüğünden dolayıdır. Allan ona düşman olmuş ve onu kovmuştur. Ama sen onun düşmanıyla dost oldun, ona meylettin ve onunla barıştın. Bununla birlikte zulümden dem vurur, Allah'ın seni kovup uzaklaştırmasından da sitem eder ve şöyle dersin:

Beni vuslata alıştırdılar, vuslat tatlı idi. Ama sonra da ayrılığa ittiler, ayrılık ise zor.

Evet... Davranışı bu şekil ve bu vasıflara sahip olan bir kişi yaratıcısından nasıl uzak olmaz? Bu hallere sahip olan kulu O, nasıl seçkin ve kendine yakın kimselerden kılar? O kişi, Allah ile olan irtibatını kesmiştir.

Allah insana kendisine şükretmeyi emretmiştir. Bu, şükre olan ihtiyacından değil, aksine o kişinin bu şükrüyle O'nun fazlından çok şey kazanması içindir. Allah'ın hoşlanmamasına rağmen, O'nun nimetlerine nankörlük etmek ve bunlardan medet ummak, o nimetlerin o kişiden uzaklaşmasına en büyük sebep teşkil eder.

Allah insana, ona olan ihsanını hatırlaması için kendini zikretmesini emretmiştir. Bu zikri unutmasını Allah'ın da onu unutması için bir sebep kılmıştır.

"Onlar Allah'ı unutmuşlar; Allah da onları kendilerine unutturmuştur (artık kendi menfaatlerini düşünemezler)" (Haşr, 18).

"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu (hidayetinden mahrum etti)" (Tevbe, 67).

Allah ihsanda bulunmak için kendinden istenmesini emrettiği halde o kişi istememiş, hatta istemediği halde birçok nimetler vermiş de o kabul etmemiştir. Kendisine merhamet edeni, ona merhamet etmeyene şikayet etmekte, kendine zulmetmeyenin zulmünden sitem etmekte ve kendine düşmanlıkta bulunan ve zulmedene güvenmektedir. Eğer Allah ona sıhhat, afiyet, mal ve şeref bahşederse o da bu nimetleri O'na isyan etmekte kullanmaktadır. Eğer bu nimetleri alırsa sürekli Rabbine kızar ve O'ndan şikayette bulunur. Ne hali, ne keyfi yerindeyken ve ne de başına bela geldiğinde iyidir. Afiyet, onu Rabbinden hoşlanmamaya sevkeder. Bela ise O'nu inkara ve nimetlerine karşı nankörlük etmeye ve O'nu insanlara şikayet etmeye sürükler.

Allah onu kapısına davet ettiği halde o ne O'nun kapısına varır ve ne de kapısını çalar. Allah sonra kapıyı onun için açar, fakat o ne buna niyet eder ve ne de içeri girer. Ona, cennetine davet eden peygamberini gönderir, fakat o, peygambere isyan eder ve şöyle der:

Gözümle gördüğümü görmediğime, peşini   taksitli şeye, gördüğümü işittiğime değişmem. Sonra da şöyle söyler:

Gördüğünü al,işittiğini bırak.

Güneş doğduğunda Zuhal yıldızının sana ne faydası var?

Ama zevkleri peygambere itaat etmeye uygun düşerse ona itaat eder, fakat bu itaati hazzına kavuşmak içindir, o peygamberi gönderenin rızası için değil. Sürekli olarak, yaptığı isyanlarla Allah'a buğz gösterir, hatta O'ndan yüz çevirir ve kapıyı kendi yüzüne kapatır.

Bütün bunlarla birlikte Allah o kula rahmetinden ümit kestirmez ve adeta şöyle der:

"Ne zaman gelirsen seni kabul ederim. Gece gelirsen kabul ederim, gündüz gelirsen kabul ederim. Bana bir karış yaklaşırsan ben sana bir arşın, bir arşın yaklaşırsan sana bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirsen ben koşar adım sana gelirim. Bana yeryüzü kadar hata ile fakat şirk koşmaksızın gelirsen ben de seni yeryüzü kadar mağfiret ile karşılarım. Günahların gökyüzünün ufuklarına kadar tassa ve sonra benden af istesen seni affederim. Cömertlik ve kerem bakımından benden daha büyük kim vardır?

Kullarım büyük günahlar ile bana meydan okuyorlar ama onlar yatarlarken onları korurum. Benim ile cinler ve insanlar arasında büyük bir durum var: Ben yaratıyorum , fakat benden başkasına ibadet edilmekte; ben rızık veriyorum, fakat benden başkasına şükredilmektedir. Kullarıma ihsanım inmekte ve onlardan bana kötülükleri yükselmektedir. Ben onlara muhtaç olmadığım halde, ihsan ettiğim nimetler ile onlara sevgi gösteririm. Bana en muhtaç olan varlıklar onlar olduğu halde işledikleri isyanlar ile bana buğz gösterirler.

Kim bana gelirse onu henüz uzakta iken karşılarım. Kim benden yüz çevirirse ona yakınından seslenirim. Kim benden sakındığı için günahı terkederse ona bol bol ihsan ederim. Kim benim rızamı talep ederse ben de istediği şeyi ona veririm. Kim benim güç ve kuvvetime dayanarak çalışırsa demiri bile ona yumuşatırım.

Beni zikredenler, benimle birlikte olan kişilerdir; bana şükredenler, nimetimi artırdığım kimselerdir; bana itaat edenler, kendilerini şerefli kıldığım kimselerdir. Bana isyan edenlere ise, rahmetimden ümit kestirmiyorum. Tevbe ederler ise tevbelerini kabul ederim. Çünkü ben tevbe edenleri ve günahlarından tertemiz olardan severim. Tevbe etmezler ise, onların tabibi benim. Onları kusurlardan temizlemek için belalarla imtihan ederim.

Başkasına beni tercih edeni, ben de başkasına tercih ederim. Benim nezdimde bir iyiliğin karşılığı,on mislinden yediyüz misline kadar, hatta çok daha fazladır. Bir kötülüğün karşılığı ise sadece birdir. Eğer o kötülükten dolayı pişmanlık duyar ve af isterse ben de kötülüğü affederim.

Az bir iyiliğin bile karşılığını veririm ve fazla olan günahları bile affederim. Rahmetim gazabımdan, sabrım hesaba çekmemden, affım cezalandırmamdan daha fazladır. Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu şefkatten daha fazla kullanma karşı şefkatliyim. "Allah kulunun tevbe etmesine şu kişiden daha çok sevinir:

Üzerinde yiyeceği ve içeceği bulunan devesini ölümün kol gezdiği bir çölde kaybetmiş, onu aramış fakat bulmaktan ümidini kesmiş, sonra bir ağacın dibinde ölümü beklerken uyumuş kalmıştır, uyandığında bir de ne görsün! Deve baş ucunda ve yukarıdan ağaca bağlanmış duruyor. İşte Cenab-ı Hakk kulunun tevbe etmesin devesini bu vaziyette bulduğunda o kişinin duyacağı sevinçten daha fazla sevinir".

Allah'ın sevinci, bir ihsan,iyilik ve lütuf sevincidir. Yoksa kulunun tevbesine muhtaç olduğundan veya bir şey kazanacağından değildir. O'nun, kuluna dostluğu ise o kula ihsanda bulunmak, onu sevmek ve ona iyilik yapmak içindir. Bu dostluk ile Allah'ın hükümranlığı artmaz; zayıf bir durumdan şerefli bir duruma da yükselmez; bu dostluk ile galib gelmez; bir belayı defedici gibi görmez ve herhangi bir işinde bu dostluk ile yardım talep etmez.

"De ki: Hamd, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve aczinden ötürü bir dosta ihtiyaç duymayan Allah'a muhsustur ve O'nu gereği gibi ulula" (İsra, 111).

Allah burada zilletten dolayı dost edinmekten kendisini tenzih eder, Allah aczinden değil lütfundan dolayı iman edenlerin dostu,müminler de onun dostudur. Rabbin durumu bu ve kulun durumu da budur. Onlar kendi nefislerini mazur görüyorlar ve günahlarını kaderlerine yüklüyorlar.

Allah övgüleri ve şerefi kendine ayırmıştır.

Kınama ise insanın vasfıdır.

Şu sözü söyleyen ne güzel söylemiştir:

Hem sevgiline giden yolu hızla katedersin.

Sürekli olarak gözlerinden yaş akıtırsın.

Halbuki nefsin sana yalan söylemiştir, sen onun dostlarından değilsin.

Hem de aranızın uzak oluşundan şikayet edersin.

Öyleyse sen zalimin ta kendisisin.  

 

İÇİNDEKİLER