Bu konuda biz, Allah'ın hikmetinin ve hamdinin Allah'ın yaratmış olduğu
ihsan, nimet, imtihan etmek, musibet vermek ve hükme bağlamış olduğu itaat, masiyet ve diğer tüm varlıkları kapsadığını açıklamaya çalışacağız.
Bütün bunlardan dolayı Allah'ü Teâlâ, hem şükür hem de övgü şeklinde hamdedilmelidir.
Övgü şeklinde hamdedilmeli; zira O, bütün âlemlerin Rabb'idir. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd olsun Allah, yarattığı her şeyden dolayı hamdedilir.
Şükür şeklinde olan hamde gelince: çünkü bütün bunlar, mü'minin görevi olan ihsan ile birlikte
oldukları zaman onun için birer nimet olurlar.
Nimet ise; ancak şükür ile beraber olursa nimet
olur. Mesela musibetlerle imtihan edilmek, sabır ile birlikte olduğu zaman nimet
olur.
İtaat ise; zaten Allah'ın verdiği en büyük nimetlerdendir.
Masiyete gelince; tevbe, istiğfar, Allah'a dönme, O'na boyun eğip yalvarma gibi bunun neticesinde yapılması gereken şeylerle beraber olursa, hiç şüphe yok ki güzel ve övgüye değer neticeler ile
istenilen gayeler ondan kaynaklanmış olur.
Ki bu netice ve gayeler, her ne kadar Rabb sübhanehu bunlara sebep olan şeye kızıyor ve ondan buğz ediyor olsa da birer nimettirler. Fakat Rabb sübhanehu, bu sebebin sonucu olan tevbe ve istiğfarı seviyor...
Allah sübhanehu'nun, kulunun tevbe etmesiyle olan
sevinci; ıssız ve tehlikeli bir çölde yiyecek ve içeceğinin de üzerinde
bulunduğu bineğini kaybeden ve hem bineğinden hem de yaşamaktan umudunu keserek
uyuyan, daha sonra uyandığında bineğinin yularının bir ağacının köküne bağlı
olduğunu gören ve hemen koşarak gidip onu alan kimsenin sevincinden daha
büyüktür.
Hiç şüphe yok ki kulun tevbe etmesiyle Allah, bu
adamın, bineğini bulmasından dolayı oluşan sevincinden daha çok sevinir. İşte
hiçbir şeyin kendisine benzemediği bu büyük sevinç, Allah katında bunun
olmamasından daha sevimlidir. Ancak bu sevincin de kaçınılmaz olarak bazı
sebepleri ve gerekleri vardır ve onların oluşması gerekiyor...
Bu sevincin (dolayısıyla bunun sebeplerinin) olmaması takdirinde oluşacak olan itaatler de her ne kadar Allah katında sevimli
iselerde, ancak bu sevinç O'nun katında çok daha sevimlidir. Fakat bu sevincin, sebep ve gerekleri olmadan oluşması imkansızdır. Bunun sebep ve gereklerinin olmasını takdir etmekte, Allah'ın üstün bir hikmeti ve kapsayıcı bir nimeti bulunmaktadır. Bu, Rabb sübhanehu'ya nisbetle böyledir..
Kula gelince; şüphesiz ki onun kulluğunun ve Allah'a boyun eğmişliğinin kemali, kendileri olmadan olması imkansız olan bir takım sebeplere bağlı olabilir.
O halde kul için günahların takdir edilmesi, eğer hemen akabinde tevbe, Allah'a dönüş, O'na boyun eğip yakarış ve pişmanlık duyup O'na muhtaç olduğunu hissetme gerçekleşiyorsa, bizzat kendisi ve şekli İtibarîyle bir imtihan olsa da neticesi göz önünde bulundurulduğunda bir nimet olur.
Hem sebep hem de neticeden dolayı Rabb sübhanehu'ya hamdedilmesi gerekir.
Şayet günahın hemen akabinde, Rabb Teâlâ'nın sevdiği / hoşnut olduğu neticeler olan tevbe,
O'na dönüş, pişmanlık duyup O'na boyun eğmekle gerçekleşirse, bu günahlar kulun
maslahatının ta kendisi olur.
Zaten başlangıcın noksan olmasına değil; sonucun
mükemmel olmasına itibar edilir.
Eğer günahın hemen ardından bu güzel neticeler meydana gelmezse, bu da onun nefsinin kötü ve şerli olmasından,
"mele'i âla" da temiz ve yüce ruhların arasında Rabb'ine komşu olmaya kabil ve elverişli olmadığından kaynaklanmıştır. Bilinen bîr durumdur ki, böyle bir nefiste öyle büyük bir şer ve kötülük vardır ki, bu şerrin kuvveden fiile çıkması kaçınılmazdır.
Bunun sonucunda bu nefse münasib olan neticeler
ortaya çıkıp, en "aşağı yerde" bulunan kötü ruhlarla beraber olup,
kendisine lâyık olan kimselerin yanında durur. Eğer bu nefisler sadece buraya
kabil ve elverişli iseler, o halde onlarda bulunan ve onları kendisine elverişli
oldukları, kendisinden başka bir yere lâyık olmadıkları bu en aşağı yere ulaştıracak sebeplerin
"kuvve" den "fiile" çıkarılması hikmet gereği olur.
Rabb sübhanehu, iyilik yapıp nimet vermeye kabil ve
elverişli olanlara yaptığı iyilik ve nimetlerden dolayı hamdedildiği gibi; bunlara yaptığından dolayı da hamdedilmeye lâyıktır. Çünkü, herkes Allah'ın nimetine kabil ve elverişli olmaz. Bu durumda Allah'ın hikmet ve Hamdi, O'nun nimetlerinin, ihsan ve hazinelerinin elverişli olmayan kimselerin yanına konulmamalarını gerektirir.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir:
"Öyleyse Allah'ın nimetlerine kabil olmayan bu
ruhların yaratılmasındaki hikmet nedir?"
Bundan önce biz, bu soruya yeterli bir şekilde cevap vererek özetle şöyle demiştik:
"Allah'ü Teâlâ'nın, zıtları ve karşıtları yaratması ve her birinin akabinde neticelerini ortaya çıkarması; O'nun rububiyet, hikmet, ilim ve izzetinin kaçınılmaz bir gereğidir. Aynı zamanda bunların olmamasını farzetmek, Allah'ın rububiyetinin kadrini düşürmek olur.
Bir de bütün bunlar bir mü'min hakkında nimettir. Çünkü bu kötü durumlar meydana geldiği zaman, mü'min olan kimsenin hem kalbi hem dili hemde eliyle; veya sadece kalbi ve diliyle; yahut da sadece kalbiyle bunları inkar etmesi ve bunları yapanlarla imkan nisbetinde cihat etmesi farz olur. Böylece bu karşı koyma ve cihat etmenin neticesinde onun için, kalbi, nefsi ve bedeni ve uhrevi öyle maslahatlar ortaya çıkaracaktır ki, şayet bu kötülükler olmamış olsaydı bunların ortaya çıkması imkansız olurdu.
Allah'ü Teâlâ'nın öncelikli maksadı, peygamberlerine, dostlarına ve seçkin kullarına olan nimetlerini kemale erdirmektir. Dostlarına olan nimetlerini kemale erdirirken düşmanlarını kullanması hikmetin zirvesidir.
Küfür, fısk ve isyan ehline imkan tanınmasında; bunlara düşmanlık etmek, karşı koymak ve onlarla cihat etmek; Allah için dostluk kurup, yine O'nun için düşman olmak ve kendi canlarını ve bütün kabiliyetlerini O'nun için seferber etmek suretiyle Allah'ın dostlarının kemal seviyesine çıkmaları söz konusudur.
Zira mükemmel bir kulluk, ancak sadık / samimi bir muhabbet
/ sevgi sayesinde gerçekleşir.
Sevginin samimi ve sadık olması için; sevenin, sahip
olduğu bütün malını, riyasetini ve kuvvetini sevgilisinin rızası için ve O'na
daha yakın olmak için harcaması gerekir.
Eğer kendi ruhunu da sevgilisi için feda ederse,
bu, muhabbet derecelerinin en yücesi olur.
Hiç şüphesiz bilinen bir şeydir ki; bunun gerçekleşmesi için; kulun sevdiği ve rızasını kazanmayı her şeye tercih ettiği zâta düşmanlığı gerektiren bazı kişilerin, sebeplerin, amellerin, ahlak ve tabiat / huyların da var edilmesi gerekir. İşte bunlar var edildiği zaman, gerçek ve samîmi olan sevgi böyle olmayandan ayırd edilebilir.
Muhakkak ki herkes, kendisine iyilik yapılmasını, rahat bir ortamı ve lezzetli şeyleri sever. Aynı zaman da kendisi için bunları sağlayan kimseyi de sever..
Fakat bizim bahsetmekte olduğumuz sevgi bundan çok
daha ötede bir şeydir.
Bu sevgi, hem Allah'ı hem de Allah'ın sevdiği her
şeyi sevmektir. Ki bu, nefislerin en çok hoşlanmadığı, nefislere en çok zor
gelen ve nefislerin yapısıyla uyuşmayan bir durumdur.
İşte yukarda bahsi geçen sebeplerin oluşmasıyla birlikte, Allah'ı zâtı için seven ve O'nun sevdiği her şeyi seven kimselerle; Allah'ı, yiyecek, içecek, evlenmek ve riyaset gibi isteklerini yaratıp yerine getirdiği için seven kimseler birbirinden ayrılıp belli olacaklardır.
Böyle samimiyetsiz kimseler, istedikleri şeyler kendilerine verilince razı olur; verilmeyince de Rabb'ine kızar, O'nu suçlu bulur, hatta bazen O'nu şikayet eder bazen de O'na ibadet etmeyi tamamen terk ederler.
Eğer zıtların yaratılması ve düşmanlarının O'nun dostlarına musallat kılınması ile dostlarının imtihan edilmesi olmasaydı, Allah'ın kulları arasından seçkin olanlarının meydana çıkartılması, bu seçkin kullar için, Allah
için dost olmak ve Allah için düşman olmak, yine Allah için sevmek ve O'nun için buğz etmek, Allah için vermek ve O'nun için men' etmek şeklindeki ibadetler gerçekleşmezdi.
Aynı şekilde ruhlarını, mallarını, çocuklarını ve bütün güçlerini feda ederek O'nun düşmanlarıyla cihad etmek şeklindeki kulluk ile, insanlara en çok muhtaç olduğu bir anda Allah rızası için onlardan ayrılmak şeklindeki kulluğu elde edemezlerdi.
Şayet şehevi duygular, gazap ve bunların gerekleri kullara musallat edilmemiş olsaydı, kullar sabretme ve Allah'ı sevdiklerinden, O'nun rızasını tercih ettiklerinden, O'nun katındaki yakınlığı arzuladıklarından dolayı nefisleriyle cihad etme ve nefislerini bâtıla dalmaktan, şehevi arzularının peşisıra gitmekten alıkoyma faziletini elde edemezlerdi.
Şu da unutulmamalıdır ki; eğer bunlar olmasaydı, insanlık âlemi insani değil meleki bir âlem olurdu. Zira Allah'ü Teâlâ,
mahlukatını birkaç şekilde yaratmıştır:
Melekleri, şehevi duyguları ve kendilerinden istenilen şeylerin tersini yapmalarını gerektiren tabiatları olmayan akıllı varlıklar olarak nurani bir maddeden yaratmıştır. Bu nurani madde, kötü olan neticeleri ve tabiatları doğurmayacak bir maddedir.
Hayvanları ise, şehevi duygulara sahip akılsızlar olarak yaratmıştır.
İnsan ve cinleri de, şehevi duygulara sahip akıllılar olarak yaratmış ve onlara, başka başka neticeler veren farklı tabiatlar yerleştirmiştir. İşte imtihana tabi tutulacak olanlar da bunlardır. Yine sevaba mazhar ve cezaya maruz kalacak olanlar da bunlardır.
Eğer Allah dilemiş olsaydı, bütün yaratıklarını tek bir tabiat üzere yaratır ve onları farklı farklı yapmazdı. Fakat Allah sübhanehu'nun yapmış olduğu ve şimdi var olan bu kâinat, katıksız bir hikmet olup
"rububiyet" ve "ûluhiyetin" gereğidir. Şayet bütün yaratıklar tek bir tabiat ve yalnız bir şekil üzere olsalardı, dinsiz olan yine söyleyecek bir söz bulur ve şöyle derdi:
"Bu, tabiatın / doğanın bir gereğidir. Eğer muhtar (istediği şeyi yapan) bir fail olsaydı,O'nun fiilleri ve yaptığı şeyler farklı farklı olurdu; bir şeyi zıttıyla beraber yapardı, yaptığı bir şeyin tersini de yapardı."
Eğer görüldüğü şekilde devamlı değişen olaylar
olmasaydı, dinsiz olan söyleyecek bir söz bulur ve şöyle derdi:
"Eğer bu âlemin muhtar bir faili bulunsaydı,O'nun
iradesine ve ihtiyarına göre şekillenen farklı farklı hadiseler olurdu."
İşte bunlardan dolayıdır ki Allah'ü Teâlâ kitabında, bazen değişik hadiselerle bazen de o hadiselerin değişken olmasıyla delil getirmektedir. Zira hadiselerin bu yapısı, O'nun rububiyetinin, kudret ve ihtiyarının gereğidir. Kâinatta bulunan her şeyin O'nun meşietine göre şekillendiğini gösterir.
Hiç şüphe yok ki Allah'ın fiillerinin ve yaptığı şeylerin farklı farklı olması, O'nun rububiyetinin, hikmet ve ilminin en büyük delillerindendir.
Bu sebeple Allah sübhanehu, insan türünü dört ayrı şekilde var etmiştir:
1 - Erkek ve dişi olmadan var etmiştir. Bu, babaları ve asılları olan Âdem (a.s.)'in yaratılma şeklidir.
2 - Dişi olmadan sadece erkekten yaratmıştır. Bu da anneleri olan Havva (a.s.)'ın yaratılma şeklidir ki, hiçbir dişi ona hamile kalmadan ve hiçbir karında bulunmadan Âdem'in kaburga kemiklerinin birisinden yaratılmıştır.
3 - Erkek olmadan sadece dişiden yaratmasıdır. Bu da meryem'in oğlu isâ mesih'in yaratılma şeklidir.
4 - İnsan türünün diğer bütün fertlerinde olduğu gibi hem erkek hem de dişinin kullanılması sonucu yaratmasıdır.
Bütün bunlarla Allah'ü Teâlâ, kulların göstermek istiyor ki; kudreti, meşieti
ve hikmeti kemal seviyesinde olup, her şey hakkında bütün iş sadece kendisinin
elindedir. Yoksa iş, kendisini inkâr eden kâfirlerin zannettikleri gibi
değildir. Onlar diyorlar ki:
"Bütün bunlar tabii / doğal olarak gerçekleşiyorlar.
Ezelde de bu iş böyle idi, bundan sonra da ebedi olarak sürüp gidecektir. İnsan
türünün ne babası ne de annesi vardır. Çocuk doğuran rahimlerden, ölüleri yutan
topraktan ve görülüp müşahede edilen her şeyi yapan tabiattan başka hiçbir şey
yoktur."
Fakat bu sapık ve câhiller bilmezler ki tabiat bir kuvvet ve bir sıfattır. Bu kuvvet ve sıfat ise, yerleşeceği bir yere ve kendisini taşıyan birisine muhtaçtır.
Aynı şekilde tabiat, kendisinin yaratılması ve yapısı hususunda Allah'ın emrinin varlığına en açık ve kesin bir delildir. Tabiatı yaratan Allah, ona değişik cisimler koyarak, o cisimlere bu gizemli sırları yerleştirmiştir.
Tabiat, Allah'ın yaratıklarından bir mahluk, O'nun mülkiyeti altında bulunan bir köledir. Allah'ın bütün kulları, O'nun emrine musahhar olmuş ve O'nun meşietine boyun eğmişlerdir.
Kâinatta bulunan mükemmel sanat delilleri, yaratılmış olmak işaretleri ve fakir ve muhtaç olduğunun şahitleri onun yaratılmış bir sanat eseri olduğunu gösterirler.
Tabiat denilen şey, hiçbir şeyi yaratamaz, hiçbir şeyi yapamaz ve kâinatın kendisine isnad edilmesi bir yana kendi nefsinde bile tasarruf edemez.
Hülasa olarak mahlukatın çeşitli türlere ayrılması ve farklı yapılara sahip olması, Allah'ın hikmetinin, rububiyet ve mülkünün gerekleridir.
Yine bu farklılıkların olması, Allah'ın hamdedilmesinin gereğidir. Bütün bu farklı şeylerden dolayı Allah'a en mükemmel şekilde hamd
olsun. Zira Allah'ın yaratıkları, O'nun isim ve sıfatlarının gerekleridir. Allah'ın her bir isminin ve sıfatının bir eseri / izi bulunmaktadır ki, bu ismin veya sıfatın o eserde tecelli etmesi ve onu gerektirmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Allah'ın isim ve sıfatlarının eserlerini iptal etmek, O'nun zâtının bu eserlerle olan alakasını iptal etmek gibi imkansızdır. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi bu eserlerin de kendileriyle ilintili olan bazı gerekleri vardır ki, bunların da meydana gelmemesi imkansızdır.
Şu da bir gerçektir ki hamd sebeplerinin farklı çeşitlikler arzetmesi, Rabb Teâlâ'nın istediği ve sevdiği bir şeydir.
Nitekim hamd sebeplerinin artması ve çok çeşitlere ayrılması, hamdin
çeşitlerininde çoğalmasını gerektirir.
Malumdur ki Allah, adalet ve iyilik yapanlara ikram da bulunup onları mükâfatlandırdığından dolayı hamdedildiği gibi; kötülük yapıp suç işlayenlerden de intikam alıp onları cezalandırdığından dolayı da övülmeyi hak eder.
Aynen bunun gibi Allah, kullarını hemen cezalandırmadığı, onları affedip yargıladığı, bazen kendi haklarından vazgeçip bu konuda kullarına müsamakâr davrandığı ve kullarının bir çok cinayetlerini / suçlarını affettiği için hamdedilmelidir / hamdedilir. Böylece Allah, az bir cezalandırması ve intikam almasıyla onların dikkatlerini, onların suçlarının çoğunu affettiğine dikkat çekmek istiyor...
Eğer Allah, onların işledikleri suçlardan dolayı onları hemen cezalandıracak ve kendi hakkını onlardan alacak olsaydı, onların hayatlarına son verir ve yeryüzü üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak O'nun rahmeti gazabını, affetmesi intikam almasını ve yargılaması cezalandırmasını geçmiştir...
Hem affetmesinden hem de cezalandırmasından; hem adaletini icra etmesinden hem de ihsan da bulunmasından dolayı O'na hamd olsun.
Bütün bunlardan dolayı O'nun hamdedilme sebeplerinin
tamamını veya bir kısmını iptal etmek imkansızdır. Akıllı olan kimse bu konuyu
iyice düşünüp hakkını versin ki, kaderin sırları / hikmetleri hususunda büyük konulan kavrayabilsin..
Muhakkak ki Allah'ü Teâlâ, kendisine delalet eden ve
vesile edinerek kendisini kullarına tanıttığı farklı çeşitlerde deliller ikame
etmiş, kudretine delalet eden âyetler göstermiş ve bir çok örnek vermiştir.
Böylece onlara karşı en üstün olan hüccetini ikame etmiş ve kapsayıcı olan
nimetlerini tamamlamıştır. Artık bundan sonra onlardan hiçbirinin Allah'a karşı
bir hüccete sahip olması düşünülemez. Bilakis bütünüyle hüccet sadece Allah'a
aittir. Nitekim kudretin de tamamı O'na mahsustur. Eğer o dilemiş olsaydı,
onların hepsini hidâyete erdirirdi.
Nitekim şöyle buyuruyor o: De ki:
"Kesin delil, ancak Allah'ındır. Eğer o
dileseydi, elbette hepinizi doğru yola kavuştururdu.."
(Enâm, 149)
Bu âyet'i kerimeyle Allah, en üstün ve kesin delilin
kendisine ait olduğunu haber vermektedir.
Bu delil: kalbin derinliklerine ulaşan ve aklın, defedip inkâr edemeyeceği bir şekilde akla yerleşen ve onunla bütünleşen bir delil / hüccettir.
Yine bu âyetle Allah, bütün yaratıklarını hidâyete erdirmeye kadir olduğunu, eğer dilemiş olsaydı, kudreti kâmil ve meşieti etkin olduğundan dolayı bunu yapmış olacağını haber vermektedir. Fakat O'nun hikmeti bununla çelişmekte ve adaleti, hüccetini ikame etmeden herhangi birini cezalandırmaya ters düşmektedir. Bundan dolayı O, hüccetini ikame etti, çeşitli âyetler / deliller gösterdi, örnekler verdi ve bir çok kesin kanıtlar ortaya koydu...
Şayet insanların hepsi tek bir yol üzerinde, hidâyet
üzere olsalardı, bütün bunlar oluşmaz ve delillerle misaller ortaya çıkmazdı...
Allah'ın, düşmanlarından intikam alıp, onlara karşı
dostlarına yardım etmesi ve zafer nasip etmesi görülmezdi...
Peygamberlerinin
doğru olduklarına dair ikame ettiği deliller ortaya çıkmazdı...
İnsanlar için, biri Allah yolunda savaşan, diğeri kâfir olup
onları kendilerinin iki katlı gören iki toplulukta bir âyet / alâmet olmazdı...
Yine bütün insanlar için, mûsâ ve kavmi ile firavun ve kavminde...
Denizin onlar için yarılması ve onların hepsinin o yanlan yere girmesinde...
Daha sonra Mûsâ ve kavminin kurtarılması ve onlardan hiçbir kimsenin boğulmaması ile firavun ve kavminin suda boğulması ve onlardan hiç kimsenin kurtulmamasında dünya var oldukça baki kalan bir âyet / mûcize olmazdı.
İşte Allah'ın bu şekilde kendisini kullarına tanıtmasını, bu âyetleri ve misalleri, Allah'ın izzet ve hikmetini iptal etmek elbette imkansızdır ve bunlar da, bunların bir takım gerekleri olmadan mevcut olamazlar.
Şu da kesin bir gerçektir ki; mülkün hakiki bir kemale ermesi için; bağışta bulunmak, men'etmek; ikram etmek ve alçaltmak; mükâfatlandırıp cezalandırmak; gazap edip razı olmak;
iş başına getirip azletmek; izzete lâyık olanları izzetli kılmak ve zillete lâyık olanları da zelil yapmak gereklidir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm) de ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yükseltir, dilediğini de
alçaltırsın; (her türlü) hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin. Geceden, gündüze katar
(gündüzleri uzatır)sın. Gündüzden geceye katar (geceleri uzatır) sın, ölüden diri çıkarır diriden de ölü çıkarırsın, dilediğini hesapsız
rızıklandırırsın." (Al'i İmran, 26-27)
Başka bir âyeti kerimede şöyle buyuruyor:
"Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi
ancak) O'ndan ister. O, her gün (her an, hikmetine uygun) bir
iştedir." (Rahman, 29)
- Allah'ü teâlâ her an günahları bağışlıyor,
- Sıkıntıları gideriyor, kederleri kaldırıyor;
- Mazluma yardım edip zâlimi cezalandırıyor,
- Esiri esaretten kurtarıp fakiri zengin yapıyor;
- Kalbi kırık birisinin gönlünü iyi edip hastalara
şifa veriyor;
- Hataları gideriyor ve ayıpları örtüyor;
- Birisini aziz diğer birini de zelil kılıyor;
- İsteyen kimselere isteklerini veriyor;
- Bir devleti götürüp yerine başka birini getiriyor
ve
- Galibiyet günlerini insanlar arasında dönüşümlü
yapıyor;
- Bir kavmi yükseltip diğer birini de alçaltıyor..
Yine Allahü Teâlâ, gökler ve yer yaratılmadan elli bin sene önce takdir edilen kaderleri yerine getiriyor ve bunlardan herhangi bir şey ne olması gereken vakitten biraz önce ne de biraz sonra olmuyor...
Bilakis O, bunların hepsini saydı / iyice tesbit etti...
Nitekim O'nun yanında bulunan kitapta bunlar tesbit edilmiş, kalem bunları yazmış, bu hususta O'nun hükümleri yürürlüğe girmiş ve ezeli ilminde bunların hepsi sabit olmuştur...
Bütün mülkün tasarruf edeni sadece tek başına o'dur. Kadir, kahir, âdil ve rahim olan bir melik olarak tasarrufta bulunuyor...
O'nun, mülkündeki hâkimiyeti kemal seviyesinde olup, bu mülkte hiç kimse O'nunla tartışamaz, çekişemez ve O'na karşı koyamaz. O'nun mülkündeki tasarrufu, adalet, ihsan, hikmet, maslahat ve rahmet çerçevesinde gerçekleşip bunların haricine kesinlikle çıkmaz.
Elhasıl:
Allah için mülk ve hamd birbirini gerektiren iki şeydir. O'nun mülk ve kudretinin kapsadığı her şeyi hamd da kapsar...
O, kendi mülkünde hamdedilendir. Hamdle beraber mülk ve kudret O'nundur. Varlıklardan herhangi birinin O'nun mülk ve kudretinin haricinde olması imkansız olduğu gibi; her hangi bir varlığın O'nun hamd ve hikmetinin dışında kalması da imkan dışıdır.
Bundan dolayıdır ki Allah'ü Teâlâ, kendisinin "yaratma" ve
"emretme" özelliklerini belirtirken kendisini övmektir. Böylece kullarının dikkatini,
"yaratma" ve "emretme" nin kaynağının hamd olduğuna çekmek istiyor...
O, yarattığı ve emrettiği her şeyden dolayı kendisine şükredilerek ve kulluk yapılarak hamd edilendir.
Aynı şekilde O, bütün bunlardan dolayı medh'ü sena edilerek övülendir.
Bütün bu övgü şekilleri "tebâreke" kelimesinde mevcut olduğundan dolayı:
"Tebârekelleh" demek tüm bunları kapsar. Bu sebeple şu âyeti kerimede bu söz anılmıştır:
"...Haberiniz olsun ki, yaratmak da, emir de/hüküm de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i (olan Allah) ne kadar yücedir."
(A'raf, 54)
"Hamd", sıfatların en geniş çerçevelisi, övgülerin en kapsamlısı olup onu iyice bilmenin yolları gayet çoktur.
Alemin bütün zerre ve parçalarında, emir ve yasakların tüm tafsilatında onu görmenin yolu çok geniştir...
Çünkü Allah Tebake ve Teâlâ'nın bütün isimleri, sıfatları, fiilleri ve hükümleri hamdetmeyi gerektirir.
Adaleti, düşmanlarından intikam alması ve dostlarına ihsan da bulunması hamdetmeyi gerektiriyor...
Yaratmak ve emretmek, ancak O'nun hamdıyla kâim olup, O'nun hamd edilmesi için ortaya çıkıp var olmuşlardır...
Bütün bunlardan maksat O'nun hamd edilmesidir. O'na yapılacak olan hamd, bunların hem sebebi hem de gayesi; hem ortaya çıkarıcısı hem de taşıyıcısıdır. O'na yapılan hamdlar her şeyin ruhu / özü olup, her şey O'nun hamdıyla kâim / O'nun hamdına bağlıdır.
O'nun hamdinin mevcudattaki akışı ve yaygınlığı, kâinattaki eserlerinin / neticelerinin açıklığı gözler ve basiretlerle müşahede edilebilen bir durumdur.
Bu öyle bir durumdur ki, hamdin
manasının ne kadar genel olduğunu ve bilinen her şeyi kapsadığını
göstermektedir.
Ezcümle:
Allah'ın isim ve sıfatlarını bilmeyi, âlemin, bütün kemal sıfatları, güzel isimleri, hoş övgüleri ve yüce fiilleri kendisinde bulunduran hayat sahibi bir ilahının var olduğunu kulun ikrar etmesini kapsıyor...
Allah'ın;
- kemal derecesinde bir kudrete,
- geçerli bir meşiete,
- her şeyi ihata eden bir ilme,
- bütün sesleri işiten bir semi sıfatına,
- görülebilen her şeyi kuşatan bir basar sıfatına,
- bütün yaratıkları kapsayan bir rahmete,
- kâinatta bulunan hiçbir zerrenin haricinde
kalamayacağı en yüce mülke ve
- her açıdan mükemmel ve
mutlak bir zenginliğe sahip olduğunu ikrar etmeyi kapsıyor...
Aynı şekilde bütün kâinatta izleri görülen en üstün
hikmetin,
- her açıdan ve bütün itibarlarla galip olan izzetin,
- bütün kâinatta hem iyi olanların hem de kötü olanların dinlememezlik edemeyeceği geçerli ve kemal derecesinde olan kelimelerin O'na mahsus olduğunu ikrar etmeyi de kapsıyor...
Allah'a yapılan hamd şunları da kapsıyor:
Allah tektir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Hem "rububiyetinde" hem de
"ûluhiyetinde" hiçbir şeriki / ortağı yoktur.
- Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir
benzeri yoktur.
- Mülkünün hiçbir zerresinde O'nun hiçbir ortağı yoktur.
- O'nun yaratıklarının tedbirini üstlenmekle O'na halef olacak veya O'nunla O'na dua edenler, O'ndan umanlar ve O'ndan isyan edenler arasında kapı muhafızlığı yapacak yahut da hükümdarlarla reayaları arasında olduğu gibi; hakkı gizleyerek veya iftira ederek yahut da yalan söyleyerek O'nunla kulları arasında aracılık yapacak hiç kimse yoktur.
Eğer bu saydıklarımızdan herhangi birisi olsaydı, varlığın düzeni bozulur ve bütün âlem fesada uğrardı.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar
olsaydı, elbette iki (sinin idare ve düzeni) de bozulurdu..."
(Enbiyâ, 22)
Eğer; Allah'ın bâtıl ehli olan düşmanların iddia ettiği gibi Allah'la beraber başka ilâhlar da bulunmuş olsaydı, kâinatın tedbiri bozulur ve her şey birbirine karışarak hiçbir şey sabit durmaz ve hiçbir varlık bu bozukluktan kurtulmazdı.
İşte bütün
bunları bildiğinden dolayı kulun, Allah'a hamdetmesi gerekir.
Allah'ın üzerimizde bulunan nimetlerinin en büyüğü ve kulların Allah'a hamdetmelerini
gerektiren en büyük lütfü; Allah'ın, bizleri sadece kendisine kul yapmış olması
ve bizleri, birbirleriyle uyuşmayan değişik ortaklar arasında taksim edilmiş bir
köle yapmamış olmasıdır.
Ayrıca Allah, bizleri, değişik fikirlerin yontmuş
olduğu ve yukarıda saydığımız sıfatların zıtlarıyla vasıflanmış bir ilâhın
kulları yapmamıştır.
Azim olan Allah'a hamd olsun ki; bizlere, kendisini tanımak, birlemek ve yüce olan sıfatlarıyla güzel olan isimlerini ikrar etmekle minnette bulunmuştur.
Aynı şekilde kalplerimizin;
O'ndan başka (ibadete layık) ilâh / ma'bud olmadığını, gaybı ve şehâdeti / bilinmeyen ve bilinen her şeyi bilenin O olduğunu,
O'nun, âlemlerin Rabb'i, göklerin ve yerin idare
edicisi, öncekilerin ve sonrakilerin ilâhı olduğunu,
Ezeli ve ebedi olarak celal
ve kemal sıfatlarıyla mevsuf / vasıflanmış olduğunu ve bu sıfatların zıttı olan
bütün noksanlık, benzetmeler ve benzerlerden münezzeh olduğunu ikrar etmesi de
çok büyük bir nimettir.
Bu büyük nimetinden dolayı da Allah'a hamd olsun.
Allah "hayy" ve "kayyûm" dur... O'nun hayatı ve kayyûmiyeti
(göklerle yeri idare etmesi) kemal derecesinde olduğu için, O'na ne uyuklama ne
de uyku tutar.
Allah, göklerin ve yeryüzünün malikidir... Mülkü kemal derecesinde olduğundan dolayı, O'nun
izni olmadan katında hiç kimse şefaatçi olamaz.
Allah, her şeyi hakkıyla bilendir... O'nun ilmi kemal derecesinde olduğu için,
yaratılmışların önlerinde ve arkalarında olan her şeyi bilir;
O'nun ilmi / bilgisi olmadan hiçbir yaprak düşmez;
O'nun izni olmadan hiçbir zerre hareket etmez.
O, meleklerin bile muttali olmayacağı kalplerde
bulunan gizli vesveseleri ve kalplerin de bilemeyeceği ileride olacak bütün
vesvese ve niyetleri bilir...
Allah, her şeyi gören (basir)dir... O'nun görme sıfatı kemal derecesinde olduğundan dolayı, en küçük zerrenin yaratılış tafsilatını, onun parçalarını, kanını, iliğini ve damarlarını görür. Bu en küçük varlığın, karanlık bir gecede düz ve kaygan bir taşın üzerindeki yürüyüşünü de görür. O, yedi göğün üzerinde olan şeyleri gördüğü gibi; yedi kat yerin altında olan şeyleri de görür...
Allah, "Semi" sıfatına sahiptir... O'nun bu sıfatı içindir ki, sözün gizliside açığıda O'nun için eşittir. O'nun bu sıfatı, bütün sesleri kuşatmış olup, yaratılmışların çıkardıkları sesler O'nun katında birbirine karışmaz ve benzeşmez. Bir ses, O'nu başka bir sesi işitmekten alıkoymaz. O'na yapılan isteklerin çok olması, O'nu bu istekleri karıştırmaya sevketmez...
Ve O'ndan isteyenlerin çokluğu, O'nu bıktırıp
usandırmaz..
Hz. Âişe validemiz şöyle der:
"Sem'i sıfatı, bütün sesleri kuşatan Allah'a hamd olsun. Tartışılan kadın, Rasûlullah'a kocasını şikayet etmek için gelmişti. Rasülullah'la
tartışırken onun bazı sözleri bana gizli kalıyor / onları işitemiyordum. Bu
tartışma üzerine Allah'ü Teâlâ şu âyeti indirdi:
" (Rasûlüm,) Allah, kocası hakkından seninle tartışan (hüküm için ısrar eden) ve Allah'a şikâyette bulunan
(kadın)ın sözünü işitti. Allah zâten sizin konuşmanızı işitmiştir. Çünkü
Allah hakkıyla işitendir, görendir." (Mücâdele, 1)
(Buhari-el-fethü'l bari, 13/372; Nesâi,
6/168; Ahmed, 6/46.)
Allah "kadirdir"... O'nun kudret sıfatı kemal derecesinde olduğu için, dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de saptırır. Mü'mini mü'min, kâfiri kâfir; iyiyi iyi ve fâciri de fâcir yapan O'dur.
İbrahim ve onun ailesini / ona tabi olanları, kendisine davet eden ve kendi emriyle hidâyete eren ve hidâyet yolunu gösteren kimseler yapan; buna karşılık firavun ve onun kavmini de ateşe davet eden kimseler yapan O'dur.
Yine O'nun kudretinin kemalinden dolayı, hiç kimse O'nun ilminden, O'nun öğrenmesini istediği miktardan başka hiçbir şeyi kuşatamaz.
O'nun kudreti kemal derecesinde olduğu için gökleri, yeri ve onların arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı ve O'na hiçbir yorgunluk dokunmadı. Yaratıklarından hiç birisi O'nu aciz bırakacak veya O'ndan kaçıp kurtulacak değildir. Bilakis, nerede olurlarsa olsunlar bütün yaratıklar O'nun kabzasındadır. Şayet onlardan birisi O'ndan kaçacak olursa, katedeceği merhaleleri yine O'nun ellerinde kateder.
Nitekim şöyle denmiştir:
Günahkâr diye bir kişi senden kaçar mı?
Katedeceği merhaleleri senin ellerinde katetmiş olmaz mı?
Allah'ın zenginliği ve ihtiyaçsızlığı kemal derecesinde olduğundan dolayı, çocuğun, zevcenin, ortağın ve O'nun izni olmadan O'nun katında şefaat edecek birinin O'na izafe edilmesi imkansızdır.
Allah'ın azamet ve yüceliğinin kemalinden dolayı,
O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Ne yer, ne gökler ve ne de O'nun diğer yaratıkları O'nu kuşatmamıştır. Bilakis O, her şeyden daha yüce ve her şeyi ihata etmiştir.
O'nun sözleri, ne tükenir / biter ne de değişir. Şayet bir deniz ve O'nun arkasından da yedi deniz mürekkep olsa ve yeryüzünde bulunan bütün ağaçlar kalem olsalar; sonra bu kalem ve mürekkeplerle O'nun sözleri yazılacak olsa; O'nun sözleri bitmeden bu mürekkep ve kalemler tükenirdi. Çünkü O'nun sözleri yaratılmış bir şey değildir. Yaratılmamış bir şeyin yaratılmış bir şeyle tükenmesi imkansızdır.
Eğer O'nun sözleri - O'nu hakkıyla tanıyamayan, O'nun kadrini bilemeyen ve O'nun lâyık olduğu şekilde O'nu övemeyen kimselerin iddia ettiği-
mahluk olsaydı, bu mürekkep ve kalemler bitmeden önce O'nun sözlerinin bitmesi gerekirdi. Zira bu halde O'nun sözleri de mahluklardan birisi olurdu; yaratılmış olan bir şeyin ise, kendisi daha tükenmeden bunca mürekkep ve kalemleri tüketmesi mümkün değildir.
Allah sübhanehû, peygamberlerini ve mü'min olan kullarını sevmekte, onlar da O'nu sevmektedirler. Hatta Allah'tan daha çok sevdikleri, Allah'la buluşmaktan daha çok buluşmayı arzuladıkları, O'nu görmekle gözlerinin aydın olduğu gibi gözlerini aydın eden ve O'ndan daha fazla yakınlığından haz duydukları başka hiçbir şey yoktur.
Allah sübhanehû, hem yaratmasında, hem de emretmesinde en üstün hikmete sahiptir.
Allah'ü Teâlâ'nın verdiği nimetler, bütün
varlıkları kuşatmıştır. O'ndan gelen her nimet lütuf ve O'ndan gelen her türlü azap adalettir. Şüphesiz ki O, annenin çocuğuna olan şefkatinden daha çok kullarına şefkatli ve merhametlidir.
Yine O, tehlikeli bir çölde yiyeceği ve içeceği üzerinde olduğu halde bineğini kaybeden ve ondan tamamen umudunu yitirdikten sonra onu bulan kimsenin sevincinden daha çok kullarının tevbe etmesiyle sevinir.
Muhakkak ki Allah sübhanehû, güçlerinin yettiğinden başkasını kullarına yüklemiş değildir. Bu ise tâkatlarının altındadır. Çünkü tâkatlarının yetmesi için, zorlukla beraber o işi yapabilmeleri gerekir; güçlerinin yetmesi için ise, kolaylıkla beraber o işi yapabilmeleri yeterlidir. Ki vakıada böyledir.
Allah sübhanehû, hiç kimseyi yapmadığı bir şeyden dolayı veya başkasının yaptığı bir şeyden dolayı cezalandırmaz. Yine Allah, yapmağa güç yetirmediği bir şeyi terk ettiğinden dolayı veya terk etmeye güç yetirmediği bir şeyi yaptığından dolayı hiç kimseyi cezalandırmaz.
Allah, hakim, kerim, cevâd, mâcid, Muhsin, vedûd, sabûr ve şekûr sıfatlarıyla muttasıftır.
Kendisine itaat edildiği zaman mükafatlandırır; kendisine karşı bir suç işlendiği zaman da bazen affeder.
İşittiği eziyet verici bir şeye karşı O'ndan daha çok sabreden, O'ndan daha çok övülmeyi seven, O'ndan daha çok kendisinden özür dilenmesini isteyen ve O'ndan daha fazla ihsan da bulunmayı seven hiç kimse yoktur.
O, ihsan da bulunandır ve böyle davrananları sevendir.
O, şekûr olup şükredenleri sever.
Cemil'dir o ve bütün güzellikleri sever.
O güzeldir ve helal olan her şeyi sever.
O temizdir ve temiz olan şeyleri sever.
O her şeyi bilendir ve kullarından âlim olanları
sever.
O, cömerttir ve kullarından cömert olanları sever.
O, kuvvet ve güç sahibidir. O'nun katında kuvvetli mü'min zayıf mü'minden daha sevimlidir.
O iyidir ve iyi olanları sever.
O adaletli olup, adaletli olanları sever.
O, hayat sahibi ve günahları örtendir.
Kullarından da hayalı ve ayıpları örtenleri sever.
O, yargılayan ve affeden olup, kullarını affeden kimseleri sever.
Doğru sözlüdür o ve doğru olanları sever.
Doğru sözlüdür o ve doğru
olanları sever.
O, yumuşak davrandığı gibi; bütün isterde yumuşak davrananları sever.
O merhametli olup, merhametli
olanları sever.
O tektir ve teki sever.
O, kendi isim ve sıfatlarını sevdiği gibi; bunlarla kendisine ibadet edenleri de sever.
Bu isim ve sıfatları vesile edinerek kendisinden bir şeyler isteyenleri, bu isim ve sıfatları bilip iyice anlayanları ve bunlarla Allah'ı övüp O'na hamdeden kimseleri sever.
Nitekim sahih bir hadisi şerifte peygamber efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Allah'tan daha çok övülmeyi seven hiç kimse yoktur.
Bundan dolayı da O, kendi nefsini övmüştür. Allah'tan daha çok kıskanan hiç kimse yoktur. Bundan dolayıdır ki O, gizlisiyle açığıyla hayasızlığın tümünü haram kılmıştır. Allah'tan daha çok özürleri ortadan kaldırmayı seven kimse yoktur. Bunun için de O, müjdeleyici ve korkutucu / uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir."
(Buhari-el-fethü'l bari, 8/395; Müslim, 2760.)
Başka sahih bir hadis şöyledir:
"İşittiği eziyet verici şeye karşı Allah'tan daha çok sabreden yoktur. Onlar O'na çocuk izafe ediyorlarken; O onları rızıklandırıp afiyet veriyor."
(Ahmed, 4/395;405.)
O, kendi isim ve sıfatlarını sevdiğinden dolayı, kullarına onların gereklerini yapmalarını emretmiştir.
Mesela onlara, adalet, ihsan, iyilik, affetme, cömertlik, sabır, bağışlama, merhamet, doğruluk, ilim, şükür, hilim, tahammül, sebat
ve daha başka şeyleri emretmiştir.
Allah, kendi isim ve sıfatlarını sevdiği için, yaratılmışlar arasından kendisine en sevimli olanları da sevdiği sıfatlarla vasıflanan kimseler olup; en çok buğz
ettikleri ise, sevmediği vasıflarla muttasıf olan kimseler oldu.
Şüphesiz ki Allah, kibir, büyüklenme ve
zorbalık gibi sıfatlarla vasıflanan kimseleri sevmez; çünkü herhangi bir
varlığın bunlarla vasıflanması zulüm olur. Zira bu sıfatlar ona lâyık olmayan
sıfatlardır. Çünkü bunlar, kulların sıfatlarına zıt şeylerdir. Bunlarla
vasıflanmaya kalkışan kimseler, kulluk bağından kurtulmak, kendisine lâyık olan
makam ve mertebenin üstüne çıkmak isteyen haddini aşmış kimselerdir.
Fakat daha önce geçen ilim, adalet, merhamet,
ihsan, sabır ve şükür gibi sıfatlar böyle değildir. Zira bu sıfatlar,
kulluk makamıyla çelişmezler. Bilakis kulun bunlarla vasıflanması, kulluğun
kemale ermesinden dolayıdır. Çünkü sıfatlarla vasıflanan kul, ne kendi haddini
aşmış olur, ne de kulluk / ubudiyet dairesinden çıkmış olur.
Hülâsa:
Allah sübhanahû'nun bütün isim ve sıfatları kemal derecesinde oldukları için, Allah'ü Teâlâ
her kemal sıfatla vasıflanan ve her türlü noksanlıktan münezzeh olandır.
Her türlü güzel övgüler O'na mahsus olup, güzel
fiillerden başkası O'nda sudur etmez. O, en güzel isimlerle adlandırılan ve en
mükemmel övgülerle övülendir. O, takdir edip yarattığı ve emredip şeriat olarak
koyduğu her şeyden dolayı övülen, sevilen, tazim edilen celal ve ikram
sahibidir.
Allah'ü Teâlâ'nın "esmâü'l hüsnâ" sını
/ en güzel olan isimlerini bilmek hususunda bir payı olan ve yaratılmış olan
şeylerle emredilmiş olan şeylerde onların izlerini / etkilerini araştırma
konusunda nasibi olan herkes, bu isimlerden dolayı yaratılmış olan şeylerle
emredilmiş olan şeyler arasında mükemmel bir uyumluluk görür.
Bu isimlerin, yaratmak ve emretmekteki etkilerinin
akışını görür ve yapılması Allah'ın kemal ve celaline lâyık olan şeylerle lâyık
olmayan şeyleri bilir.
Böylece o, Allah'ın isimleriyle, O'nun yapacağı ve yapmayacağı şeylere delil getirir.
Zira Allah, hamd ve hikmetinin gereklerine muhalif olan şeyleri yapmaz.
Yine, emredip şeriat olarak koyması O'na yaraşan ve böyle yapması O'na lâyık düşmeyecek olan şeyleri de bilir.
Bu kimse bilir ki Allah, hamd ve hikmetinin gereklerine ters olan şeyleri emretmez.
Eğer bazı hükümlerde haksızlık ve zulüm, veya boş bir saçmalık ve zarar, yahut da hamd ve övgüye gerektirmeyen bir şeyler görürse, bilmelidir ki bunlar, Allah'ın hükümleri ve dininden olmadığı gibi; Allah ve Rasûlü bunlardan beridir.
Çünkü Allah, zulüm değil adalet olan şeyleri emreder, zarar değil maslahat olan şeyleri emreder ve boş olan saçmalıkları değil hikmet gereği olan şeyleri emreder.
Şüphesiz ki Allah, peygamberini kolay olan haniflik diniyle göndermiş; katılık ve sertlikle değil; onu rahmetle göndermiş; zulüm yapmakla değil. Zira Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. O'nun Rasûlü'de
âlemlere hediye edilmiş bir rahmettir.
Dini ise, bütünüyle bir rahmet manzumesidir.
O'nun peygamberi, rahmet peygamberi olduğu gibi; o peygamberin ümmeti de rahmete
mazhar olmuş bir ümmettir.
İşte bütün bunlar O'nun güzel isimlerinin, en
yüce olan sıfatlarının ve övülmeye lâyık olan fiillerinin gerekleridir.
Allah sübhanehû, hamdin hem yaratmasını, hem de emretmesini kapsadığına dikkat çekiyor. Şöyle
ki:
O kendi nefsini, hem yaratmanın başlangıcında, hem de sonun da hamdetmiş, emrederken ve şeriat koyarken kendisini övmüştür.
Alemlerin Rabb'i olduğu için, ûluhiyet makamı sadece kendisine mahsus olduğu için ve hayat sahibi olduğu için kendi nefsini hamdetmiştir.
İhtiyaç duyduğu için yaratıklarından birini dost edinmek, ortaklar ve çocuklar edinmek gibi kemaline lâyık olmayan şeylerle vasıflanması imkansız olduğundan dolayı kendisini övmektedir.
O, yüceliğinden ve büyüklüğünden dolayı kendisini övmektedir. Önce de sonra da hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir. O, hamdin hem ulvi hem de süfli alemlerdeki akışından haber vermektedir. Kitabında bütün bunlara dikkat çekmiş ve bunlardan dolayı kendisini övmüştür.
Böylece hem hamd, hem de hamdin sebepleri çeşit çeşit olmuştur. Bazen bunları beraber, bazen de ayrı ayrı zikrederek; kendisini kullarına tanıtmış ve onların nasıl hamdedip kendisini öveceklerini onlara bildirmiştir. Bu şekilde kendisini onlara sevdirmiş ve kendisini tanıyan, seven ve hamdeden
kimseleri sevmiştir.
Allah şöyle buyuruyor:
"Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır.
(O) rahman'dır, Rahim'dir. Din gününün (hesap gününün) mâliki /
hükümranı'dır." (Fatiha, 1-3)
"Hamdolsun, gökleri ve yerleri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a
(öyle iken) yine de küfre sapanlar (başkalarını) Rabb'lerine denk tutuyorlar." (En'âm, 1)
"Allah'a hamdolsun ki, kulu (Muhammed Aleyhisselam)'a, içinde hiçbir eğrilik bulunmayarak ve sağlam bir dustur olarak; hem kendi tarafından gelecek şiddetli bir azapla
(inkarcıları) korkutsun, Salih ameller yapan mü'minleride (en) güzel bir mükâfat olan
(ve) içinde ebedi kalacakları cennetle müjdelesin, hem de: "Allah
çocuk edindi" diyenleri (korkutup) uyarsın diye bu kitabı indirdi."
(Kehf, 1-4)
"Hamd, göklerde olanlar ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah içindir, ahirette hamd, ancak O'nadır.
O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır."
(Sebe', 1)
"Gökleri ve yeri yaratan; melekleri, ikişer,
üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. (O) yaratmada,
dilediğini artırır. (Herkesi ayrı bir kalıp, şekil, güzellik ve özellikte
yaratır.) Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir." (Fatır, 1)
"O öyle Allah'tır ki, kendisinden başka
ibadete layık hiçbir ilâh yoktur. Önünde sonunda hamd O'na mahsustur. Hüküm de yalnız O'nundur, siz ancak O'na döndürüleceksiniz."
(Kasas, 70)
"O, daima diridir. Hiçbir ilah yoktur, ancak O
(Allah) vardır. Dini yalnız O'na has kılın ve ihlaslı kimseler olarak O'na yalvarın. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan AlIah'adır."
(Mü'min, 65)
"O halde akşama girdiğiniz zaman (akşam ve yatsıda), sabaha erdiğiniz zaman da (sabah ta) Allah'ı tesbih edin
(namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Yine siz, gündüzün
sonunda (ikindide) ve öğle vaktine girdiğinizde de (namaz kılıp
Allah'ı tesbih edin)."
(Rûm, 17-18)
Allah'ü Teâlâ, kullarının arasında karar verdikten ve kendisine itaat edenler için yücelik ve mükâfatlandırmak ile; kendisine isyan edenler için de alçaltmak ve cezalandırmakla hüküm verdikten sonra kulların kendisine hamdettiklerini
haber vermekte ve şöyle demektedir:
".. (o gün halk) arasında hak ile hükmedilmiş ve : "Hamd, âlemlerin Rabb'i
olan Allah'a mahsustur." Denilmiş (olacak) tır." (Zümer, 75)
Yine Allah, cennet ehlinin kendisini hamdettiklerini ve cennete, ancak hamd sayesinde girebildiklerini; cehennem ehlinin de oraya, Allah'ın hamdinden dolayı girdiklerini haber vermektedir. Cennet ehli hakkında şöyle buyuruyor O:
".. Bizi buna eriştiren Allah'a hamdolsun. Eğer
Allah, bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendimiz (buna) erişemezdik.."
(A'raf, 43)
"Onların duaları: "sübhânekellahümme (Allah'ım seni anar ve her türlü noksanlıklardan uzak tutarız)" demeleridir. Orada (birbirine sağlık)
temennileri "selâm" ve dualarının sonu da "elhamdülillahi Rabbi'lâlemin
(Alemlerin rabb'i olan Allah'a hamdolsun)" demeleridir."
(Yunus, 10)
Cehennem ehli hakkında da şöyle buyuruyor:
"O gün (Allah) onlara seslenip:
"Benim ortaklarım sandıklarınız (putlar ve aşırı bağlanıp putlaştırdıklarınız) nerede? Diyecek.
(O gün) her ümmetten (dünyadaki inkârlarına) birer şahit (peygamber) çıkarırızda:
"Haydi, kesin delilinizi getirin" deriz. Artık hak
(din) Allah'ın olduğunu bilecekler ve uydurup taptıkları şeyler de kendilerinden kaybolup gidecek." (Kasas,
74-75)
"...Böylece günâhlarını itiraf ederler.
(Bırak) artık, o çılgın alevli ateş ehli, (Allah'ın rahmetinden) uzak
olsun!" (Mülk, 11)
Bu âyetlerde görüldüğü gibi; onlar, kendilerinin kâfir ve zâlim olduklarına şahitlik ediyor, dünyada iken kendilerinin yalancı ve Rabb'lerinin âyetlerini yalanlayanlar olduklarını, O'na şirk koşanlar, O'nu inkâr edenler ve O'na iftirada bulunanlar olduklarını biliyorlar.
İşte bu da onların, Allah'ın onların hakkında adaletli davrandığını, onlardan hakkını alıyor olduğunu ve onlara asla zulmetmediğini itiraf etmeleridir. Ve şüphesiz ki onların ateşe girmesi, Allah'ın adalet ve hamdinden dolayıdır. Onların cezalandırması, kendilerinin yapmış oldukları fiiller ve hem yapmaya, hem de yapmayıp terk etmeye güç yetirdikleri şeyler sebebiyledir. Durum hiç de "cebriye" mezhebinin iddia ettiği gibi değildir..
Bu hikmetin tafsilatlı bir şekilde açıklanması, beşer akıllarının ihata edemeyeceği ve tabir etmeye güç yetiremeyeceği bir şeydir.
Fakat özetle deriz ki:
Her türlü yüce sıfatlar, güzel isimler, hoş övgüler; Bütün hamdler, tesbihler, takdisler, tenzihler celal ve ikramlar en mükemmel, en nezih ve devamla bir şekilde Allah'a mahsustur.
O'nun kendisiyle vasıflandığı, anıldığı ve O'ndan haber verilen / getirilen her şey, O'nun için hamd, övgü, tesbih ve takdis vesilesidir. O'na hamdetmekle beraber O'nu tenzih ederiz.
O'nun yaratıklarından hiç kimse
O'nu hakkıyla övemez. O, ancak kendini övdüğü gibidir.
O, mahlukların O'na yaptığı övgülerden çok daha yüce ve üstündür. Önünde sonunda güzel ve mübarek bütün hamdler O'na olsun.
O'nun yüzünün şerefine, cefalına izzetine, kadrinin yüceliğine ve şerefinin üstünlüğüne yaraşır bir şekilde O'na hamdolsun.
Bütün bu anlatılanlar, O'na yapılan hamdlerin sadece bir kısmına, bir türüne dikkat çekmek içindir ki bu da
"isim ve sıfatlarına" ait olan hamdlerdir.
İkinci tür hamd ise; "gizli ve açık nimetlerine yapılan" hamdlerdir.
Bu nimetleri, iyisiyle kötüsüyle, mü'miniyle
kâfiriyle her kesin müşahede edebileceği şeylerdir. Bunlar;
- bol bol ihsanları,
- büyük bağışları,
- yüce nimetleri,
- güzel sanatları;
- kullarına olan hoş muamelesi,
- onlara olan geniş rahmeti,
- iyiliği, lütfü, şefkati;
- Muhtaç olanların dualarına icabet etmesi,
- sıkıntıda olanların sıkıntılarını gidermesi,
- yardım isteyen yardım etmesi ve
- Bütün âlemlere rahmet etmesidir.
- Aynı şekilde onlar daha istemeden onlara nimetlerini
vermesi,
- hatta bazen onlar hakketmedikleri halde sırf lütfü, keremi ve ihsanıyla
onlara nimetler bahşetmesi;
- sebepleri oluşmuşken bela ve musibetlerin onların
başına gelmesini engellemesi ve onların başına geldikten sonra da bunları
kaldırmasıdır.
Aynı şekilde Allah'ın:
- istediği kimselere en güzel
lütûflarda bulunması,
- insanların emellerinin dahi ulaşamayacağı mertebelere
onları çıkartması,
- seçkin kullarını ve kendisine ibadet edenler "dârü'sselam" (cennet) yollarına iletmesi,
- onları en güzel bir şekilde savunması,
- günâh otlaklarından onları koruması,
- onlara imanı sevdirmesi ve onların kalplerini onunla süslemesi;
- onlara, küfrü, fâsıklığı ve isyanı nefret ettirmesi ve onları doğru yolda olanlardan kılıp, onların kalplerinde imanı yazması / nakşetmesidir.
Yine bu nimetler,
- Allah'ın, bu seçkin olan âbid kullarını kendi katından bir ruh ile desteklemesi,
- onları yaratmadan önce onlara
"Müslüman" ismini vermesi,
- onlar O'nu zikretmeden daha önce onları zikretmesi
/ anması,
- onlar O'ndan istemeden önce onlara vermesi,
- onlara muhtaç olmamasıyla beraber verdiği
nimetlerle kendini onlara sevdirmesi ve bunun karşılığında onların da, O'na
muhtaç olmalarıyla beraber günâh işleyerek O'nun katında sevilmemelerini
gerektiren şeyler yapmaları; buna rağmen O'nun onları bağışlaması ve sevmesidir.
Bütün bu nimetlerin de ötesinde onlar için bir yurt hazırladı ve oraya nefislerin arzulayabileceği, gözlerin zevk alabileceği her şeyi koydu. Bütün hayırları, iyilikleri ve güzellikleri o yurda yerleştirdi. Oraya, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen nimetler ve sevinç / surûr verici şeyler koydu...
Daha sonra onları bu yurda davet eden elçiler gönderdi ve bu yurda
onları ulaştıracak sebepleri / yolları kolaylaştırdı. Aynı zamanda bu konuda onlara yardımcı olarak, ebedi nimetlerle dolu olan diyarın baki olmasına nisbeten gerçekten çok kısa olan bu müddet zarfında yapacakları çok az olan amellerine de razı oldu.
Ayrıca, iyilik yaptıklarında on katıyla onu mükâfatlandıracağını; kötülük yapıp istiğfar ettiklerinde onu affedeceğini ve işledikleri kötülükleri / günâhları, onların hemen akabinde yapacakları iyiliklerle sileceğini vâdetmiştir.
Aynı şekilde;
- verdiği nimetleri onlara hatırlatmış,
- güzel isimleriyle kendisini onlara tanıttırmış;
- onlara hiçbir şekilde ihtiyacı olmadığı halde
sadece onlara olan rahmeti ve ihsanı sebebiyle onlara emirler vermiş;
- yine hiçbir şekilde onların aleyhine bir cimriliği
söz konusu olmadığı halde sırf onları koruyup himaye etmek için onlara bir takım
yasaklar koymuştur.
- Yine O, en nâzik ve en tatlı ifadeleri kullanarak
onlarla konuştu;
- onlara en güzel nasihat ve en mükemmel tavsiyeleri
yaptı,
- en yüce ve en şereflice şeyleri emredip, en kötü
olan söz ve davranışları onlara yasakladı;
- onlar için âyetlerini çeşitli şekillerde açıkladı
ve onlara çokça misâller verdi; bütün bunları bilmenin yollarını onlara
kolaylaştırarak onlar için hidâyet kapılarını açtı...
Bütün bunları yaparak onlara, kendisinin rızasına onları yaklaştıran ve gazabından onları uzaklaştıran sebepleri / yolları öğretti.
Bütün bunları yaparken en nâzik ve tatlı ifadeleri kullandı ve en güzel isimlerle onlara hitab
etti.
Mesela şu âyetlerde olduğu gibi:
"Ey iman edenler..."
"Ey mü'minler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz."
(Nur, 31)
"De ki (Allah şöyle buyuruyor): "Ey
nefislerine karşı (günah işleyip) aşırı giden kullarım..."
(Zümer, 53)
"(Rasûlüm) kullarım sana beni sorduklarında..."
(Bakara, 186)
Aynı şekilde Allah'ü Teâlâ, onlara sevgi, muhabbet ve şefkat ifadelerini kullanarak hitab
ediyor...
Örneğin şu âyetlerde olduğu gibi:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize
(ibadet ve itaatle) kulluk ediniz ki takvaya erenlerden olasınız. O (Rab)
ki, yeryüzünü sizin (yaşamanız ve istirahatiniz) için bir döşek, göğü de
(kubbe gibi) bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi ve onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bildiğiniz halde Allah'a hiçbir şeyi denk tutmayın."
(Bakara, 21-22)
"Ey insanlar, üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın. Gökten ve yerden size
rızık veren Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka hiçbir ilah
yoktur. O halde nasıl (olup da imandan) çevriliyor (başka varlıklara
tapıyor/ kulluk ediyor) sunuz?" (Fatır, 3)
"Ey insanlar, Allah'ın verdiği söz gerçektir. O halde dünya hayatı, sizi aldatmasın, çok aldatıcı (şeytan), sizi Allah
(ın affına güvendirme) ile de aldatmasın."
(Fatır, 5)
"Ey insan, bol kerem sahibi Rabb'ine karşı, seni aldat
(ıp günaha daldır)an nedir? O (rab) ki seni yarattı, (özel
biçimde) düzenledi, sana (bütün uzuvlarında) uygunluk ve denge verdi."
(İnfitâr, 6-7)
"Ey iman edenler, (gücünüz nispetinde)
Allah'ın emrine uygun yaşayın / aykırılıktan sakının ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hepiniz toptan Allah'ın ipine
(kur'ân'a) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki
(İslâm) nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de (Allah) kalplerinizi
(İslâm'da) birleştirdi. İşte O'nun nimetiyle (hepiniz) kardeşler oldunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi
(İslâm'la) O kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki doğru yola eresiniz."
(Al'i İmran, 102-103)
"Ey imân edenler, sizden olmayanı sırdaş (ve
dost) edinmeyin. (Çünkü) onlar, sizi (ve dininizi) bozmaktan
geri durmazlar; size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Hakikat, onların
aşırı kin (ve düşmanlık) ları ağızlarından (taşıp) ortaya
çıkmıştır. Gönülde gizledikleri (kin) ise-daha büyüktür. Eğer
düşünürseniz size âyetlerimizi böylece açıkladık." (Al'i İmran, 118)
"Ey iman edenler, benim de düşmanım sizin de düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi
(niz yüzünden haber) ulaştıyorsunuz. Halbuki onlar, size hak olarak gelen
(kur'ân')ı inkâr etmişler; rasûlü de, sizi de, Rabb'iniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı
(yurdunuzdan) çıkarmışlardır. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve benim rızâmı kazanmak için çık (ıp hicret et) mişseniz, onlara sevgiyle
(nasıl) sır veriyorsunuz? (Ey kullarım) oysa ben, gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yapar
(onlarıdost tutar)sa, muhakkak düz yoldan sapmış olur."
(Mümtehine, 1)
"Ey iman edenler, (peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'ne uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz, elbette yalnız O'nun huzurunda toplanacaksınız.
(Ey inananlar,) bir de öyle bir fitneden sakının
ki o sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz (bütün toplumu perişan eder).
Bilin ki, Allah elbette cezası çok şiddetli olandır.
O zamanı da hatırlayın ki, yeryüzünde (mekke'de)
zayıf ve (hakir) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir)
götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi barındırdı, yardımıyla sizi
destekledi, temiz helâl şeylerden size rızık verdi ki şükredesiniz diye."
(Enfâl, 24-26)
"Ey insanlar, size bir misâl getirildi, şimdi onu dinleyin: sizin Allah'ı bırakıp da yalvarıp / taptıkları; hepsi bir araya toplansalar bile asla bir sineği bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz istenende. Onlar
Allah'ı gereği gibi (anlayıp) takdir edemediler. Doğrusu Allah çok
kuvvetlidir, mutlak üstündür." (Hac, 73-74)
"Hani meleklere: "Âdem'e (kudretim için) secde edin" demiştik de iblis hariç hemen secde ettiler. O cin(ler)dendi, Rabb'in emrinden çıktı /
âsi oldu. (Ey insan oğulları,) beni bırakıp da onu ve neslini mi dostlar
ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. (Böyle yapmak) zâlimler için
ne kötü bir değişmedir!" (Kehf, 50)
Allah'ü Teâlâ bu son âyette şöyle demek istiyor:
Sizin babanız âdem'e secde etmediğinden dolayı, ben, iblis'e düşman oldum, onu semâdan kovdum ve yakınlığımdan uzaklaştırdım / attım; Sonra siz ey âdemoğulları beni bırakıp onu ve neslinimi dost ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandırlar.
Şimdi akıllı olan bir kimse, bu hitabın etkilerini,
kalplerle olan bağlantısını ve ruhlarla nasıl içli dışlı olduğunu düşünsün!
Kur'ân'ın çoğu bu şekilde; Allah'ın kullarına sevgi, şefkat, acımak, yüce ve üstün nasihatlar ve lûtüfkâr
olan hitaplarıyla gelmiştir.
Aynı şekilde Allah kullarına, onlar için en şerefli
vesileler, en faziletli makamlar ve en üstün ilimlerden / marifetlerden
başkasına razı olmayacağını haber vermiştir. O şöyle buyuruyor:
"Eğer küfre saparsanız, şüphesiz Allah'ın siz(in
imanınız)a ihtiyacı yoktur. Bununla beraber kulları için küfre razı olmaz.
Eğer şükreder (iman ve itaat eder)seniz sizin (faydanız) için
ondan razı olur.." (Zümer, 7)
"...Bugün dininizi (hükümleriyle) kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için
İslâm'ı din olarak beğenip seçtim.."
(Mâide, 3)
"...Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.."
(Bakara, 185)
"Allah (helal ve haram) açıkça bildirmek, sizi, sizden önceki
(iyi) lerin yollarına iletmek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, sizin tevbenizi
kabul etmek ister; şehvetlerine kötü arzularına uyanlar ise sizin de
(kendileri gibi) büsbütün yoldan sapmanızı isterler. Allah, sizden (ağır
tekliflerini) hafifletmek ister. (Çünkü) insan (sabır ve tahammül
bakımından) zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 26-28)
Allah sübhânehû, mü'min kullarının, kendisini hakkıyla tanımayan ve kadrini takdir edemeyen kimselerin O'na nispet ettikleri töhmet ve su'i zanlardan beri olmalarını istemektedir.
Bu su'i zanlardan bazıları şunlardır:
(Allah kullarını, güçlerinin yetmeyeceği ve yapmaya
kesinlikle takat getirmeyecekleri şeylerle mükellef tutar; iman edip şükretseler dahi onlara azap edebilir ve Allah, gökleri, yeri ve bu ikisinin arasında bulunan her şeyi, hiçbir hikmet ve gaye gütmeden / hikmetsiz ve gayesiz bir şekilde yaratmıştır.)
Muhakkak ki Allah, kendilerine muhtaç olduğu için, veya yaratıklarının sayısını çoğaltmak için, yahut da onlarla daha izzetli olmak için
mahlukatı yaratmış değildir.
Nitekim O şöyle buyuruyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum ve bana yedirmelerini de istemiyorum."
(Zâriyat, 56-57)
Bu âyeti kerimeyle Allah, onlara ihtiyaç duyduğu için, veya onlardan bir kâr elde edeceği için insanları ve cinleri yaratmadığını; ancak
onları, kendisine ibadet etmeleri ve bu şekilde bütün kârları elde etmeleri için
ihsanı ve cömertliğiyle yarattığını haber vermektedir.
Nitekim başka bir âyette şöyle buyuruyor:
"iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.."
(İsrâ, 7)
Bir başka âyet ise şöyledir:
"... Kim Salih amel işlerse, kendileri için
(cennette yerlerini) hazırlamış olurlar." (Rûm, 44)
Allah'ü Teâlâ âyeti kerimede onlara, günâhlarını döken, kendisiyle Allah'ın huzurunda durdukları ve derecelerini yükselten abdesti ve cenabetten yıkanmayı emrettikten sonra şöyle buyurdu:
"Allah size bir güçlük çıkartmayı istemez, fakat sizi şükredesiniz diye tertemiz yapmayı ve üzerinize nimetini tamamlamayı ister." (Mâide,
6)
Kurbanlar ve hac'da kesilen hediyeler hakkında da
şöyle buyuruyor:
"O (kurban) ların ne etleri ne de
kanları asla Allah'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na (yalnız) takvanız
(saygı ve itaatiniz) ulaşır.." (Hac, 37)
Onlara sadaka vermeyi
emrettikten ve malın kötüsünü sadaka olarak çıkarıp vermeyi yasakladıktan sonra
şöyle buyurdu:
"... kendiniz göz yummadıkça almadığınız
kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir (hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur) ve övülmeye lâyık olandır." (Bakara, 267)
Şüphesiz ki kulların infak ettiği hiçbir şey Allah'a
ulaşmaz ve Allah'ın bunlara ihtiyacı da yoktur. Allah, bütün övgülere müstahak
olan "hamid" tir.
İnsanların infak etmeleri, O'nun hiçbir ihtiyacını gidermez ve O'nun hamdedilmesini
de gerektirmez; çünkü O, zâtı gereği "ğaniyy" (hiçbir şeye muhtaç olmayan
mutlak zengin) ve yine zâtı, isimleri ve sıfatları gereği "hamid" (hamdedilen / övülen)dir.
Hiç şüphe yok ki insanların yaptıkları infakları faydası ve geliri yine
onlaradır.
Bu hitabın tatlılığını, yüceliğini ve güzel etkilerini direk olarak
anlayamayan; bunun kalpleri nasıl cezp ettiğini, ruhları nasıl çektiğini ve
onlarla nasıl içli dışlı olduğunu hissedemeyen kimsenin, hemen kalbini takva ile tedavi etmesi, onunla bu husustaki payı / nasibi arasında engel olan fasit maddeleri kalbinden söküp atması, kendisiyle bunları elde edeceği sâdık bir şekilde Allah'a rağbet etme, O'na sığınma gibi sebeplere başvurması ve kalbini diriltip arındırarak, ona hikmet ile imanı doldurması gereklidir.
Zira ölü olan bir kalp, imanın tadına varıp
tatlılığını hissedemez, ne dünyada na de ahirette güzel ve tertemiz olan o yüce hayattan faydalanamaz.
Büyük ve asıl nimetleri mütalaa etmek isteyen kimsenin, Kuran bahçesindeki zikir merasına devam etmesi ve Allah'ın orada hazırlamış olduğu; onlar vesilesiyle kendisini kullarına tanıtmış olduğu nimetleri Kur'ân'ın
başından sonuna kadar iyice düşünmesi gerekir.
Orada:
Allah'ın ateş ehlini yarattığı, onları iblis ve
taraftarlarıyla imtihana tabi tuttuğu, düşmanlarını onlara musallat kıldığı;
onları ayrıca şehvetlerle, nefsani irade ve arzularla imtihan ettiği ve onların
da, Allah'ın kendilerine büyük ve bol nimetler vermesine aldanarak bu nimetlerin
şükrüne muhalif ve zıt işler yaptığı anlatılmaktadır.
Aynı şekilde orada:
Allah'ın dostlarını ve seçkin kulları için, Allah'ın
yaratmış olduğu, sevilen ve istenilmeyen; nimet ve mihnet; yeryüzünde Allah'ın
düşmanlarının başına gelen felaketler ve O'nun dostlarına yapılan ikramlar;
Allah'ın kaza ve kaderi sonucu meydana gelen her şeyde en kâmil ve tam
nimetlerin bulunduğu anlatılmaktadır.
Bunun tafsilatı için, ne yeryüzünde bulunan kalem ve
kağıtlar, ne de insanların açıklama kuvveti yeter. Ancak buna dikkat çekilip
işaret edilir.
"el-Esmâü'l-hûsnâ" yı / Allah'ın güzel isimlerini inceleyen kimse, onların çok yüce övgüler olduğunu, vasfedenlerin belagat gücünün onların özünü kavramaktan ve ifâde etmekten aciz olduğunu, zihinlerin onlardan birisini dahi tam olarak ihata edemeyeceğini görür.
Bununla beraber Allah sübhânehû'nun öyle hamd, sena ve övgü çeşitleri vardır ki, onlar hiçbir hatırdan geçmemiş, hiçbir kalbe gelmemiş, hiçbir dikkatli göze çarpmamış ve hiçbir düşüncede doğmamıştır.
Yaratılmışlar arasında Rabb'ini en iyi tanıyan ve O'nun isimlerini, sıfatlarını ve övgülerini en iyi bilen zât şöyle duâ eder:
"Allahım! senin bütün isimlerinle; senin kendileriyle kendini isimlendirdiğin, veya herhangi bir kitabında indirdiğin, ya da kullarından herhangi birine öğrettiğin, yahut da katında bulunan gayb ilminde sadece senin bildiğin tüm isimlerinle senden istediğim şudur ki:
"Kur'ân'ı
benim kalbimin hayatı / baharı, göğsümün nuru, üzüntü, keder ve gamımın gidericisi yap."
(Ahmed, 1/391.)
Yine sahih bir yolla varid olan şefaat hadisinde; Rabb'inin önünde secdeye kapıldığında şöyle diyeceğini naklediyor:
"Allah kalbimi öyle hamdler /
övgülerle açacaktır ki, ben şimdi onları
güzel bir şekilde yapamıyorum."
O zât secdede de devamlı şöyle diyordu:
"(Rabb'im) senden
yine sana sığınıyorum. Sana yapılması gereken övgüleri hakkıyla yapamıyorum.
Muhakkak ki sen, kendini övdüğün gibisin."
(Müslim, 486; Nesâi, 2/223; Ahmed, 6/58.)
Şüphesiz ki O'nun yaratıklarından hiçbirisi O'nu hakkıyla övemez. O'nun öyle isimleri, sıfatları, hamd ve övgüleri vardır ki, onları ne bir melek'i mukarreb ne de bir
nebiy'i mürsel bilir. Bu konuda onların bilmediklerine nisbetle bildikleri; bir kuşun denizden aldığı bir damla su kadardır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
"Peki siz, mükâfâtlandırılması veya cezalandırılması söz konusu olmayan, teklif dâiresinin dışında olan hayvanların ve çocukların başına geldiği müşahede edilen bunca acıya, musibetlere ve mihnetlere ne diyeceksiniz?
Yine bu tür şeylere delalet eden "el-müntakim", "el-kâbid"
(dilediğine rızkı daraltan) ve "el-hâfıd" (dilediğini alçaltan) gibi Allah'ın isimleri hakkında ne diyeceksiniz?"
Buna cevaben deriz ki:
Daha önce bu konuda, sağlam bir fıtrata ve doğru bir
akla sahip olan kimseler için bir kısmı bile yeterli olan açıklamalar yapmıştık.
Fıtrat bozulmuş, kalbi tersine dönmüş ve akıl
basiretini kaybetmiş kimselere gelince; bunlara ne kadar fazla örnek
verilse, onların körlükleri ve şaşkınlıkları o derece artar. Ancak biz bu konuyu
biraz daha açacağız; çünkü bu konunun geniş bir şekilde anlatılması kısaca
anlatılmasından daha evlâdır.
Bundan dolayı deriz ki:
Daha önce geçen açıklamalarımızdan anladın ki;
Rabb
Teâlâ'nın bütün isimleri güzel, sıfatlarının hepsi kemal ve tüm fiilleri hikmet ve maslahattır.
Her türlü övgü ve hamd O'na mahsustur. Var olan bütün hayırlar, O'ndan gelir, O'na ait ve O'nun elindedir; şer ise hiçbir şekilde; ne zâtında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde, ne de isimlerinde O'na nisbet edilemez.
Eğer O'nun yaratıklarında bir şer varsa, bu O'na nisbeten hayır; bu şerrin kendisinden vâki olup çıktığı şeye nisbeten kötülüktür.
Bu temel esasa sarılmalı, küçük büyük hiçbir konuda bundan ayrılmamalısın.
Bu esası, itiraz olarak varid olan her meselede hakem yap, kendine merci ve kendisi ne itimad edeceğin dayanak kabul et...
Şunu bilmelisin ki, Allah'ın mahlukata koyduğu bazı özellikler vardır. Ayrıca dilediği kimselere tahsis ettiği lûtfu ve rahmeti bulunmaktadır. Bütün bunlar O'nun rububiyet, ûluhiyet, hamd
ve hikmetinin gerekleridir. Cin ve insan şeytanlar ile zâlim ve câhil olan
nefsin vesveselerine sakın kulak vermeyesin. Onlar sana şöyle fısıldarlar:
"Allah, neden bütün yaratılmışları aynı özellikleri
sahip olarak yaratmadı? Niye onların arasında eşit bir şekilde taksimat yapmadı?"
Hiç şüphe yok ki bu, bu şekilde itiraz edenin cehalet ve sefihliğini gösterir.
Biz daha önce de söylemiştik ki, Allah'ın hikmeti böyle bir şeyi meneder ve buna kesinlikle zıt düşer.
Şunu bil ki; bütün iş Allah'ın lütfü ve adaleti arasında cereyan eder. Allah, dilediği kimselere rahmetini tahsis ederken; dilediği kimseleri de azabına uğratır. Bu iki durumdan dolayı da hamde
lâyıktır.
O'nun yaratıklarından iyi olanlar O'nun fazlına ve
rahmetine mazhar olurlarken; kötü olanlar da O'nun azabına maruz kalırlar.
Bunlardan her birine hikmet ve imtihandan bir pay olup, her birisine, kendisi
için yaratıldığı şey kolaylaştırılır ve o hususta istimal edilir.
Mü'minler için bütün bunlar, hayır, fayda ve rahmettir; çünkü Allah'ü Teâlâ onları hayırlı şeyler için yaratmış ve onlar o hayırlı şeyleri yapmaktadırlar. Onların bu hayırlı şeylerden herhangi bir şeyi yapmaları, ancak Allah'ın daha önceki meşieti ve taksimi sayesinde olur.
O'nun meşieti olmadan ne ilaçlar onlara fayda verebilir, ne de zehirli şeyler onlara zarar verebilir. Şeytan onlara her vesvese verdiği, veya onlara herhangi bir tuzak / hile kurduğu/yaptığı, yahut da onları dürtüklediği zaman; onlar hemen Allah'ı hatırlarlar ve basiretleriyle hakikati görürler.
Büyük veya küçük bir günah işlediklerinde, hemen ondan sonra Nasûh tevbe ve günahları silen iyilikler yapmakla o günah onların hakkında rahmete dönüşür. Zira Allah sübhanehû onlara kendi nefsini ve lûtfünu tanıtmış, onların kalplerinin kendisinin elinde ve onların kötülüklerden korunmasının kendisine bağlı olduğunu onlara bildirmiştir. Buna karşılık onlar da O'na âsi olmayacaklarına azmetmişlerdir.
Allah'ü Teâlâ'da onlara, kazası içinde izzetini, affetmesi ve bağışlaması içinde iyilik ve ihsanını göstermiştir.
Aynı zamanda Allah onları, kendi nefislerinde
bulunan noksanlık, zulüm ve cehalete; Allah'a muhtaç olduklarına ve zelil olduklarına şahit tutmuştur. Eğer Allah
onları affedip bağışlamaz ise, onların hiçbir kurtuluş yolları kalmaz.
Bu mü'minler, Allah'a âsi olmamak üzere kesin bir şekilde azmedip bütün kalpleriyle karar verdikten sonra O'nun kudreti ve meşietiyle O'na âsi olunca, bununla O'nun büyük kudretini, onların günahlarını örtmesinin güzelliğini, onlar hakkındaki yüce hilmini, onların günahlarını bağışlamasının genişliğini ve şefkatiyle merhametinin esenliğini gördüler.
Ve onlar Allah'a tevbe edince, Allah'ı ğafûr, rahim, kerim, günahlarını affeden, hatalarını silen ve tövbe ettikten sonra kendilerini seven olarak gördüler.
Bunun üzerine duâ ederek O'na yalvardılar, yakardılar ve O'nun güzel şefkatini, duaya güzel bir şekilde icabet etmesini vesile edinerek O'na yöneldiler.
Onların masiyet ve cinayetleri, Allah'ın onlara olan şefkatine, iyiliğine ve ihsanına engel olmadı.
Allah, onlar tevbe etmeden onların tevbelerini kabul etti ve onlar herhangi bir istekte bulunmadan onlara bol bağışlarda bulundu.
Onlar tevbe istiğfar edip Allah'a dönünce, Allah yeni bir şekilde kendini onlara tanıttı:
Onlara, rahmetini, mağfiretinin genişliğini, affının yüceliğini, müsamahakârlığının hoşluğunu, iyiliğini ve keremini onlara gösterdi.
Onların yapmış oldukları bunca serlere, şiddetli bir şekilde O'ndan kaçışa ve masiyet yollarına dalmalarına rağmen onların tevbelerini kabul ettiğini bildirdi.
Bütün bunlarla beraber onlara, hamdinin büyüklüğünü ve nimetlerinin kapsayıcılığını gösterdi.
Daha sonra onları "recâ" (ümitvar olma) ruhuyla destekledi, bunu onların kalplerine yerleştirdi ve onlara, kendisi hakkında besledikleri zanna göre davranacağını haber verdi.
Eğer onlara, suç işlemenin ne büyük bir musibet olduğunu, masiyetin çirkinliğini ve âsi olanlara olan gazabını, kızgınlığını göstermiş olsaydı, bu onlar için, öldürücü ve iyileşmesi mümkün olmayan bir hastalık olan Allah'ın rahmetinden ümit kesme şekline dönüşürdü. Ve bu da onların helak olmalarının ta kendisiydi.
Böylece görüyoruz ki Allah'ın mü'min kulu hakkındaki bütün hükümleri, onun için hayır olup, onu Allah'ın ikram ve mükâfatlandırmasına götürüyor...
Aynı şekilde Allah'ın dünyevi bağışları da, Allah'ın
onlara verdiği nimetleridir. Allah bu nimetlerini onlardan geri aldığı zaman, bu
dünyevi nimetler uhrevi bağışlara dönüşürler.
Nitekim şöyle denmiştir:
"Allah, kullarına üstün nimetler verir;
bunları geri aldığında bunlar uhrevi bağışlara dönüşür."
Rabb sübhânehû, arif olan mü'min kullarının kalplerine tecelli edip, kendi kudretini, yüceliğini, sânının büyüklüğünü, keremini, ihsanını, mağfiret ve rahmetinin genişliğini, saltanatının büyüklüğünü ve meşietinin geçerliliğini onlara gösterdi. Bunun yanında bir de onların kalplerine, insan gücünün taşıyabileceği nisbette kendi isimlerine ve sıfatlarına iman etmeyi yerleştirdi.
İyi bilmelisin ki; paylarına masiyet ve günah çeşitlerinin, küfür ve şirk kısımlarının ve Allah'ın gazap ve kızgınlığında olmanın düştüğü kimselere, ruhları ve kalpleri masiyet ve küfürlerine dair şahitlik etmekte, onların aleyhinde Allah'ın hüccetinin sabit olduğunu ikrar etmektedir. Onlardan birisi ateşi hatırladığı zaman, bunlara dair şahitlik etmekte ve herhangi bir zorlama olmadan itaat edercesine
bunları ikrar edip itiraf etmektedir. Bu, kendilerinin nefisleri aleyhine olan şahitliğidir.
Allah'ın
dostları olan mü'minlerin onların aleyhine olan şahitliği ise, O'nun düşmanlarının yapmadığı bundan farklı bir şahittir. Eğer Allah'ın düşmanları da aynı şahitliği yapsalardı ve Allah'a onunla dönselerdi. Allah'ın rahmeti onlara cezasından daha yakın olurdu.
Allah'ın dostlarının onlar hakkındaki şehâdeti şöyledir:
Onlar Allah'ın mülkü ve kullarıdır. Allah onları, kendi yüceliğini ortaya koymak, onlar hakkındaki hükmünü icra etmek, adaletini geçerli kılmak, onlar hakkındaki sözünü gerçekleştirmek, onlar için olan vaidini doğru çıkarmak ve hikmetiyle adaletin yeri olan yurdu onlarla mâmur etmek için yaratmıştır.
Allah'ın dostları, Allah'ın mülkünün büyüklüğüne, saltanatının azametine, peygamberlerinin doğruluğuna, hikmetinin kemaline ve kendilerinin üzerinde bulunan nimetlerinin mükemmelliğine şahitlik etmektedir.
Bütün bunlar Allah'a nisbetle güzeldir ve bunlardan dolayı en üstün, en mükemmel ve tam hamdler O'na mahsustur. Bu iki grup hakkındaki hüküm, adaletli ve son hükümdür. Bu hükümden dolayı Allah haşa zulmetmiş olmaz ve boş işle iştigal etmiş olmaz. Bilakis bu hüküm, hikmetin ta kendisi, katıksız hamd olup; Allah'ın kendisi hakkında ortaya çıkardığı bir kemal ve izzet, ilan ettiği bir mülk ve uyguladığı muradıdır.
Allah'ın deve ve diğer hayvanlar hakkındaki muradı gibi; nitekim onları, dostlarının ve kendisine ibadet edenlerin sunacakları kurbanlar yapmıştır. Halbuki bu durumda bu hayvanlar telef olup yok olmaktadırlar. İşte Allah'ın düşmanı olan kafirlere, müşriklere ve Allah'ı inkar edenlere yaraşan da, Allah'ın dostlarının ve O'nun yolunda cihat edenlerin kurbanları olmaları ve bunun için kanlarının akıtılmasıdır.
Hassan b. Sabit'in dediği gibi:
Yakaladıkları kafirlerin kanlarını dökerek; Arınırlar onları kendi kurbanları görerek..
Aynı şekilde Halit b. Abdullah el-kaseri de firavun meşrebli
muattilenin şeyhi olan
ca'd b. dirhem'i kurban ettiğinde; kurban bayramı gününde bir hutbe okumuş ve hutbenin sonunda şöyle demiş:
"Ey insanlar! Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Şüphesiz ki ben de ca'd b. dirhemi kurban edeceğim. O: Allah'ın mûsâyla konuşmadığını ve ibrahimi dost edinmediğini iddia etmiştir. Allah ise, ca'dın söylediklerinden münezzeh ve çok daha yücedir."
Daha sonra minberden indi ve Ca'dı kesti. O bayramda onun kurbanı
Ca'd oldu.
(muattile:
Allah'ın sıfatlarını toptan inkâr
edenlere denir.)
Bu olayı imam Buhari
"halkü'l ef'al" isimli kitabında zikretmiştir.
İşte Allah'ın dostlarını O'nun
düşmanları hakkındaki şahitliği böyledir.
Ancak Allah'ın
düşmanları bundan gafil olup ne buna şehadet etmekte ne de ikrar edip bunu
kabullenmekteler. Eğer onlar buna şahitlik edip bunu ikrar etseydiler, Allah'ın
şefkat ve merhameti onları da kuşatırdı.
Fakat ne zaman ki onlar, Allah'ı
tanımak, O'nu birlemek, sevmek, O'nun güzel isimlerini ve yüce sıfatlarını
ispat / kabul etmek, lâyık olduğu şeylerle O'nu vasıflamak ve O'na lâyık olmayan
noksanlıklardan O'nu tenzih etmek hususlarında engellendiler / gözlerine perde
konuldu; işte o zaman hayvanlardan daha aşağı oldular, Allah'tan
uzaklaştırıldılar, nur âleminden çıkarılıp karanlıkların içine konuldular ve
kalpleri, Allah'ın kemalini, celalini ve azametini bilmeme ormanlarında kaybolup
gitti.
Neticede onların aleyhinde Allah'ın emri tamamlandı
ve onların hakkındaki Allah'ın hükmü uygulandı..
Her şeyi bilen ve hüküm ile hikmet sahibi olan
Allah'tır.
Allah en iyisini bilir.
|