بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Allah'ın el-Evvel, el-Âhir, ez-Zahir, el-Batın İsimlerini Bilmek, İlim ve Ma'rifetin Rüknüdür

 

Bu dört ismi: "el-Evvel", "el-Ahir", "ez-Zahir", ve "el-Batın"ı bilmek, ilim ve ma'rifetin rüknüdür.

Kulun, anlayışı ve gücü nisbetinde bunları iyice bilmesi gerekir.

Şunu bil ki, senin ve her şeyin; hatta bir hatıranın, bir anın ve bir nefesin de ilki, sonu, açıklığı ve gizliliği vardır.

Allah'ın "el-Evvel" olması; kendisinden başka her şeyden önce olmasıdır.

O'nun "el-Ahir" olması: kendisinden başka her şeyin son bulmasından sonra O'nun baki kalmasıdır.

O'nun "ez-Zahir" olması; her şeyden daha üstün, daha yüce ve daha açık olmasıdır.

Ve O'nun "el-batın" olması; her şeye her şeyden daha yakın olması ile beraber her şeyi kuşatmış olmasıdır.

Bu dört isim (el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir, ve el-Batın) tevhidin bütün rükünlerini içermektedirler.

Bu isimlerle kulluk yapmanın iki mertebesi vardır:

Birincisi: Allah'ın her şeyden daha önce var olduğu, her şeyden daha sonra baki olacağı, her şeyden üstün ve yüce olduğu ve her şeyden daha çok her şeye yakın olduğuna şahitlik etmektir. Bir yaratılmışı kendisi gibi bir mahluk başka bir varlıktan alıkoyabilir; dolayısıyla yaratıklar arasında aracılar bulunabilir. Fakat Allah celle celaluhû'dan, yaratılmışlara daha yakın başka bir şey bulunmadığı (için bulunamaz).

İkinci mertebe: Her ismin gereğine uyulması ve ona göre davranılmasıdır.

Allah'ın, "el-Evvel" ismiyle her şeyden önce olması, lutfû ve insanıyla bütün sebeplerden önce olmasının gereği; O'nu teklemek, O'nun dışındaki her hangi bir şeye iltifat etmemek ve başka bir şeye güvenip tevekkül etmemektir. Sen anılan bir şey değilken "ezel" de senin için kim şefaatçi oldu da Allah seni yokluktan çıkarıp "İslam" ismiyle isimlendirdi?

Seni iman mührüyle mühürleyen, amel defterleri sağ taraftan verilenlerden kılan O'dur. Yine o mü'minlerin sıfatı olmayan şeyleri gayb aleminde senden uzaklaştırıp seni kullara kulluk etmekten korudu ve şekil ile benzeri olan şeylere köle olmaktan seni azat etti. Daha sonra da senin kalp yönünü başka bir şeye değil sadece kendisine çevirdi. Bütün bunlardan dolayı sen de, seni putlara secde etmekten koruyan Allah'a, senin ortaya koyduğun hiçbir sebep yok iken kendisinin sana verdiği nimetini tamamlaması için O'na yalvarıp yakar.

Kendi seçme hakkını (İrade'i cüz'iyyeni) mülahaza etmeyip daha yüce bir himmet sahibi olmaya çalış ve hiçbir zaman daha düşük ve alçak olana kanaat etme.

Sadece Allah'a itaat etmekle elde edilebilen yüksek mertebelere ve yüce hedeflere gayret edip ulaşmalısın.

Kim Allah'ın dilediği şekilde Allah için olursa; Allah onun dilediğinin çok çok üstünde onun için olur.

Kim de Allah'a yönelirse Allah onu çok uzaktan karşılar ve kim Allah'ın gücüne dayanarak tasarrufta bulunursa Allah onun için demiri yumuşatır.

Her kim Allah için bir şeyi terk ederse Allah ona çok daha fazlasını verir. Daha sonra en yüce maksada yönelip sevgini ve yakınlaşma duygunu, senin ortaya koyduğun bütün sebeplerden önce sana lutûf ve ihsan da bulunan zât'a hasret. Zaten cömertlikte bulunarak bütün sebepleri sana veren ve bu sebeplerin manilerini senden gidererek seni en güzel hedeflerine ulaştıran da O'ndan başkası değildir.

Sadece O'na tevekkül ederek sadece O'nun rızasını tercih etmeli ve O'nun muhabbetiyle rızasını kendi kalbine ka'be yapmalısın. Her zaman onu tavaf ederek onun rükünlerini selamlamalısın. Şayet Allah sübhanehû ve teala senin kalbinde bunu görürse; işte o zaman sen gerçek kurtuluşu elde etmiş ve hakiki saadete ermiş olursun. Allah'ta senin üzerine nimet elbiselerini ve lutûf giysilerini saçar. Hadis'i şerifte şöyle buyurulur:

"Allahım! Senin vereceğin nimetleri engelleyecek ve senin vermediklerini verecek hiç kimse yoktur. Senin yanında hiçbir şeref sahibine şerefi fayda vermez. Sen bütün noksanlıklardan münezzeh ve bütün övgülere layık olansın." (Buhari-fethül bari, 2,324; Müslim, 593; Ebu Davud, 1505.)

Allah'ın "el-Âhir" ismiyle O'na ibadet etmenin gereği olarak; Allah'ı, kendisinden başka gayen olmayan tek gaye edinmelisin. Her şey sonun da Allah'a vardığı ve Allah hepsinden sonra baki kaldığı gibi; sen de kendini tamamiyle O'na adamalısın. Daha önce bu isimle ve "ez-Zahir" ismiyle nasıl kulluk yapılacağına dikkatleri çekmiştik.

"el-Batın" ismiyle O'na kulluk etmenin gereğine gelince: Sen O'nun bütün alemleri ihata ettiğini, kulların O'na olan yakınlığını, gizliliklerin O'nun için açık olduğunu ve O'nunla bunlar arasında hiçbir perdenin olmadığını müşahede eder ve buna göre davranışlarını düzenlersin. Senin iç alemin O'nun yanında açık bir şekilde bilindiğinden dolayı kalbini temiz tut kimsenin olmadığı zamanlarda da O'nun huzurunda olduğunu bilerek halini ıslah etmelisin.

Bu dört ismin (el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir, ve el-Batın), Allah'ı tanımanın ve Allah'a kulluk etmenin esası ve toplamı olduğunu görebiliyormusun?

İşte burada kul, yaratıcısının lutûf ve minnetine şahitlik ederek O'nun dışındaki şeylerin O'nun gücü ve kuvveti olmadan hiçbir şeye malik olmadıklarını görüyor. Hak olan mevlasının lutfûyla, daha önce kendisine dayandığı, ihtiyaç günü için görüp sakladığı ve herhangi önemli bir işi için itimat ettiği şeylerin minnetini çekmekten kurtulur. Allah, kimin basiret pasını giderir onun fıtratını mükemmelleştirirse, onu, işlerin başlangıcına, sonucuna, sebeplerine ve geliş yerlerine vakıf kılarsa; o kişi, ilmi, amelleri, manevi makamları ve manevi zevkleri hususunda iflas etmiş gibi olur ve şöyle der:

"ilmim ve amelimden dolayı Allah beni affetsin!" yani ilim ve amelime intisab edip onlardan dolayı bu ilim ve ameli bana hatırlatan ve bunları gerektiren hiçbir sebebi ortaya koymadığım halde onları bana verenin lutfûnu unuttuğumdan dolayı (Allah beni bağışlasın). Evet bu kişi, kendi mevlasının lutfûndan ve O'nun ilk ve devamlı olan minnetinden başka hiçbir şey görmüyor bilmiyor.

Mevlası da, daha düşük ve daha yüksek olan iki fakr halinin arasında bulunan bu fakr halinin hakikatine şahitlik ettiği için onu iki mükafatla mükafatlandırıyor.

Birincisi: Kendi amellerini görmesi, onlarla övünmesi ve onları çok bulmasından kurtulma mükafatı; tamamiyle Allah'ın lutfûnu düşünmesi sayesinde amellerini görmekten kurtuldu.

İkinci mükafat ise; manevi makamlarını müşahede etmekten, onlarda kendi nefsini görüp nefsi hesabına onları çoğaltmayı düşünmekten onu alıkoyma mükafatıdır.

Şüphesiz ki, manevi makamların, yeri göğüs olup orası da kalp ve nefsin evidir. Kalp için göğse manevi bir makam bağışlandığında; nefiste hemen harekete geçip o bağıştan payını almayı ve onunla övünmeyi ister. Böylece enaniyyetini takrir edip kibirlenmiş ve böbürlenmiş olur. Hiç şüphe yok ki, nefis çok cahil ve çok zalimdir. ZuIûm ve cehaletin de gereği İşte budur.

Allah'a karşı minnettar olma sıfatının nuru kalbe ulaşınca; kul, Allah'ın "el-mennan" sıfatını müşahede edip Allah'ta, "el-Evvel" ismiyle beraber bu ismiyle kuluna tecelli ederse; kalp ve nefis kendilerinden geçerek kul, mevlasının ilk lutfunu düşünüp her haliyle O'na muhtaç olur. Bu şekilde kul, mevlasının ve yaratıcısının izzetini görmekten, O'nun sıfatlarını mülahaza etmekten kendisini alıkoyacak bir şekilde her hangi bir şeyi ve durumu kendi nefsine nisbet ederek düşünmez.

Kendi manevi makamlarını müşahede eden bir kişi, yaratıcısının minnetini, lutfunu ve bütün sebeplerden önce O'nun var olduğunu göremez, düşünemez. Kendi nefsinin izzetini düşündüğünden dolayı mevlasının izzetini hakkıyla takdir edemez. Fakat; bu "fakr" haline sahip olan kişi için durum bunun tam tersi olup kendi mevlasının İzzetini, minnetini ve her şeyden önceliğini düşünerek kendisiyle izzet ve şeref- nefis hesabına- kazanacağı hiçbir durum görmez. İşte bu şekilde; Allah'ın lutfunun her şeyden önceliğini düşünerek makamlarını mütalaa etme kirlerinden arınmış olur.

Kulun kendi nefsini, makamların ona nisbet edilmesine ve o makamları hak ettiğinden dolayı onlarla vasıflanmasına müstahak görmesi; "fakr" halinden çıkıp "ihtiyaçsızlık" haline girmek, kulluğun sınırını aşmak ve Rabbın hakkını bilmemektir. Allah'ın lutfunun her şeyden önceliğini düşünmek; bu gibi kirlerden kulu arındırıp temizler.

Şeyh'ül İslam el-Ensari'nin şu sözüne gelince:

"Üçüncü derece ise; tam bir şekilde ihtiyaç duyma, benliğinden kopma ve her şeyin mülkünü Allah'a verme prangasında hapsolmak fakr ve ihtiyaç halidir ki; bu da sofilerin muhtaç olma halidir."

(Biz de deriz ki;) Bu derece, sofilerin katında daha önce anlatılan iki dereceden daha yüksektir. Kendisi için paçaları sıvadıkları ve etrafında döndükleri "fakr" hali de budur. Çünkü:

- birinci fakr hali; dünya metalarını istememe:

- ikinci fakr hali; manevi makamlarını görmeme;

- bu fakr hali ise; kulun, kendisini her yönden kuşatan zatı mülahaza etmesiyle kendisini düşünememesidir.

Bu şekilde sonradan yaratılmış olan varlıkların tümü, bütün noksanlıklardan münezzeh olan Hakk'ın yed'î tasarrufunda havaya saçılmış toz zerreleri gibi olur.

Her şeyde tek bir zatı görmek; vesves, bir anlık bir şey hatırlama, bir şeye azmetme, gözünü açıp kapama ve nefes alıp vermede dahi kendi başına hareket ettiği hissini kuldan tamamen uzaklaştırıp kulun, Allah'ın iradesi, tedbiri, takdiri ve meşieti dairesinde hareket ettiği bilincini verir ona. Böylece kul, kaza ve kader bastonunun önüne atılmış bir top gibi olur; başka hiçbir şeyin müdahelesi olmadan tek başına yaratma ve emretme yetkisine sahip olan "el-kayyum" onu İstediği şekilde evirip çevirir. Bu husus, sadece bilgiyle idrak edilemez. Bunu, ancak bu mertebede bulunan kimse veya bunun bir parıltısını gören kimse idrak edebilir. Hatta bazen bu mertebe de bulunan kimse, devamlı idarecesini mülahaza ettiğinden dolayı kendi varlığını bile hissetmez. İşte bu halde bulunan, "el-Hayy" ve "el-kayyûm" olan Allah'a gerçekten sığınabilir ve vücudundaki gizli açık her zerresiyle, O'nun Rabb olması ve kendisinin O'na muhtaç olması bakımından O'na tam bir ihtiyaç duyabilir. Bu, sülük erbabı katında en yüksek fakr halidir.

Bu fakr hali ancak iki şeyin bilinmesiyle sahih olur: Rububiyyet ve uluhiyet ile nefis ve ubudiyet hakikatleri...

Şayet bu iki hakikati iyice bilip hakkıyla kulluk yapabilse bu fakr haliyle vasıflanmaya hak kazanır.

Bu haliyle o, ne zengin bir fakir!

Ne aziz bir boyun eğen ve ne kadar güçlü bir zayıf olur!

O, malı olmayan bir zengin, saltanatı olmayan bir güçlü ve aşireti olmayan bir aziz olur.

Onun gönlü Allah ile hoşnut ve aydın olduğundan dolayı bütün zenginler ve melikler ona muhtaç hale gelmişlerdir.

Bu ancak, Cebr (kulu, yaptıklarından sorumlu tutmayan görüş) pisliğinden ve kanından beri olmakla gerçekleşir. Şayet bu kişi cebr kapısını çalsa; ubudiyet nizamını bozar, İslam bağını boynundan çıkarıp atar ve yaptığı bütün şeyleri kevni ve kaderi hükme itaat olarak kabul eder. Şöyle söylenmeye başlar: Ben, O'nun benim için olan tercihlerine karşı etkilenen (insiyaki olarak yapan) oldum; Benim bütün yaptıklarım itaat oldu.

Ona: "Allah'tan kork! O'na isyan etme!" dendiğinde o şöyle der:

"Her ne kadar ben O'nun emrine isyan ediyorsamda O'nun hükmüne ve iradesine itaat ediyorum."

İşte böyle birisi; bütün şeriatlardan çıkmış, Rasûllerin davetinden beri olmuş ve iblis'in öz kardeşi olmuştur.

Bunun tam aksine bu hususta bu fakr haline sahip olanın görevi;

Allah'ın emir ve şeraitini müşahede etmek, yaptığı fiillerin kendi kesbi ve ihtiyarıyla olduğunu kabullenmek ve hem dünya da hem de ahirette mükafatlandırılmanın ve cezalandırılmanın bu fiillere bağlı olduğuna inanmaktır.

Bunu bu şekilde bilmek ve riayet etmekle beraber; bütün hareket ve duruşlarında sadece Allah'a muhtaç olur ve kalbleri evirip çeviren, insanın ihtiyar (tercih etme) gemini elinde bulunduran ve istediğinde insanı var eden istemediği zaman da insanın yok olacağı zata sığınırsa ki; O'nun hidayet ettiğini saptıracak ve saptırdığını da hidayete erdirecek hiç kimse yoktur. İradelerle kalpleri ve amellerle azaları evirip çevirenin O olduğuna ve O'nun meşieti olmadan insanın hareket edemeyeceğine, O'nun meşietinin, evrende, sular ve ağaçlarda geçerli olduğu gibi insanın da her şeyinde geçerli olduğuna inanırsa; işte o zaman, iradelerin meliki, kalplerin Rabbi ve istediği şekilde onları evirip çevirene tam bir fakr haliyle sığınmış, muhtaç olmuş olur.

Allah, saptırmak istediği kalpleri saptırır ve doğru tutmak istediği kalpleride dosdoğru tutar.

Allah şöyle buyuruyor:

"(onlar derler ki) "Ey Rabbi'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi (haktan) çevirme. Bize yüce katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen bağışı en çok olansın." (Al'i-İmran, 8)

İşte şeriata, akla ve fıtrata mutabık olan "fakr" hali budur. Kim bu fakr halinden, (ifrat ve tefrit) olan iki uç taraftan birine meylederse; kalbi hidayetten dalalete meyletmiş olup "Hakk" olan "Melik" in mülkiyet hakkını iptal etmiş ve O'nun emretme, kanun koyma, mükafatlandırma ve cezalandırma hususlarındaki tasarruf ve rububiyyet tekliğini işlevsiz kılmış olur.

Her göz açıp kapamada ve her nefes alıp vermede yaratıcısına sığınan bu "fakr" halindeki kişinin durumu şöyledir:

Şayet Allah'a itaat etmekle veya Allah'ın verdiği her hangi bir nimetle hareket ederse; şükreder ve şöyle der:

"Bu, Allah'ın lutfu, minneti ve cömertliği sayesinde oldu; Hamd sadece O'na mahsustur, O'na hamd olsun."

Yok eğer Allah'a isyan etmek ve günah işlemekle hareket etse; hemen bağırıp Allah'a sığınır ve O'ndan yardım isteyerek şöyle der:

"(Allah'ım!) Senden sana sığınırım. Ey kalpleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dinin üzere sabit kıl. Ey kalpler üzerinde tasarruf sahibi (Allah'ım), kalbimi, sana itaat etmeye yönelt."

Şayet bir günah işlemişse; düşmanın kendisini esir aldığı ve efendisinin kendisini kurtarması dışında hiçbir kurtulma umudu ve ihtimali olmayan bir kölenin seyidine sığınması gibi Rabbine sığınır. Onun kurtulması sadece efendisinin elinde olup bu hususta kendi elinde hiçbir şey mevcut değildir. O, kendi nefsi için hiçbir zarara, faydaya, ölüme, hayata ve diriltmeye malik değildir. O, düşmanın elinde esir iken kadir olan Efendisine bakar, O'na şiddetli bir şekilde muhtaç olup tam bir şekilde dayanmış olduğu halde O'nun lutfunu bekler.

Sehl şöyle demektedir:

"(Kişi,) imtihana çekildiğini bildiği nisbette (Allah'a) sığınabilir."

Kim, peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

"(Allah'ım!) senden sana sığınırım" (Müslim, No 486.) sözünü iyice beller ve şahitlik etmek, tad almak, kulluk yapmak hususlarında bunu hakkıyla bilirse; gerçekten bu "fakr" halinde bulunmuş olur.

Kim bunun sırrını (hakikatini) anlarsa; Muhammed (a.s) fakr halinin de hakikatini anlamış olur.

(Ezel'de) verdiği bir hükümden, yine "ezel"de verdiği bir hükümle kurtaran noksanlıklardan münezzeh olan Allah'tır. Kendisinden yine kendisine sığındıran da O'dur. Kendisinden gelecek olan şeyi yine kendisinden gelen şeyle defeden sadece O'dur. Yaratma işi bütünüyle O'na aittir. Emretme ve hakimiyet de bütünüyle O'nundur. O'nun dilediği olur ve dilemediği olmaz. O'nun dilediği bir şeyi yine O'nun dilemesi dışında hiçbir şey engelleyemez. O'nun dilemediği bir şeyi de O'nun dilemesi olmadan hiçbir şey getiremez. İyilikler veren ve kötülükleri savan sadece O'dur. En güzel ahlak ve amellere eriştiren ve kötülerinden alıkoyan da sadece O'dur. Şöyle buyuruyor:

"Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa artık onu, kendisinden başka hiçbir kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lûtfunu hiçbir geri çevirecek de yoktur." (Yunus, 107)

Bunu iyice bellemek; doğru bir şekilde Allah'a sığınmayı, fakr ve ihtiyacın kemalini gerektirir ve kul olma ile kendi amellerini ve manevi makamlarını görme, Onlarla müstağni olma ve kulluk bağından çıkıp hakkı olmayan şeyleri iddia etme arasında bir engel teşkil eder. Kalbi, iradesi ve gizli açık bütün hareketleri Rabb'i ve melik'inin elinde olan bir kimse Allah'a karşı bir makam, mevki ve herhangi bir şeyin mülkünü nasıl iddia edebilir?

Bu hususlarda o, hiçbir şeye malik olmayıp bunların hepsi, kalplerin evirip çeviricisi ve dilediği gibi kalpler üzerinde tasarruf yapan Allah'ın elindedir.

Bunu iyice bilip iman etmek tevhidin nizamıdır. Bu hususta kalbin çözülmesi oranında tevhidin nizamı da çözülür. Kendisine sadece kendisiyle ulaşılan, sadece dilediği takdirde kendisine itaat edilebilen ve katındaki nimetlere de sadece kendisine itaat edilmesiyle ulaşılabilen Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir. O'nun yardımı ve başarı vermesi olmadan O'na itaat edilemeyeceğine göre; her şey O'ndan başlamış olduğu gibi yine her şey O'na dönmüş olur. Şüphesiz ki, O, "el-Evvel" ve "el-Âhir" dir. Dönüş sadece O'nadır.

Bu duruma ulaşan kimse; kendi benliğinden kopup her şeyi Allah'a verme seviyesine çıkmış ve "havas" ın tevhit makamına erişmiş olur.

Tevhit iki kısımdır: Avamın tevhidi ve havas'ın tevhidi. Namaz, zikir ve diğer tüm Allah'a yakınlık vesilesi olan şeyler de iki çeşit olduğu gibi. Havas'a ait olan tevhit ve diğer ameller: bütün gayretlerin sarfedilmesi ve en güzel şekilde yapılmalarıdır. Avam'a ait olan ise; böyle olmayandır.

Bütün Müslümanlar, "Lâ ilâhe illallah - Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilah yoktur" diye şehadet etmek hususunda ortak olmalarına rağmen bu şahitliğin içeriğini bilmekte ve gizli açık bunun gereklerini yerine getirmekte Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çok farklılıklar arzederler.

Sofilerden bir kısım zannetmektedirler ki; has tevhit, kulun kendisini hareket ettiren zâtı müşahede etmesi ve hareket edeni ile hareket etmeyi düşünmemesidir. Allah'ı müşahede ederek kendi hareketini görmemesidir. Böylece kendi nefsini, Allah'ın meşietinin yönlendirmesine tabi olarak akıp giden bir varlık şeklinde tasavvur etmesidir. Onun durumu, denizde boğuşan ve dalgaların bazen yükseltip bazen de dibe soktuğu kimsenin durumu gibidir.

Bu kavmin bir çoğu, bunu ulaşılmış en yüce gaye olarak görmesine ve bir kısmı da, bunu tevhidin gereklerinden biri olarak görmesine rağmen bundan başka daha yüce bir mertebe vardır ki o da; rububiyyet tevhidin de, Allah'tan başka bir Rabb, bir yaratıcı ve bir müdebbir (kainat İşlerini düzenleyen bir) tanımamasıdır. Hak olan tevhit budur. Muvahhidlerin en yüce gayesinin, "Rububiyet tevhidini" müşahede etmesi ve onda fani olması olduğunu bir kenara bırakalım tek başına rububiyet tevhidi kurtulmaya bile yetmez.

Kendisinden başka bir gaye olmayan nihai hedef "Uluhiyet tevhidinde" fani olmaktır.

Uluhiyet tevhidi:

- Allah'ı sevmekle O'ndan başkalarını sevmekten,

- O'nu ilah olarak kabul etmekle başka bir şeyi ilahlaştırmaktan,

- O'na ve O'nunla karşılaşmaya müştak olmakla masivaya müştak olmaktan müstağni olmak;

- Mabut, ilah ve mahbub olması açısından O'na boyun eğip muhtaç olmakla başkalarına muhtaç olup boyun eğmekten beri olmak ve

- O'ndan korkup O'na umut bağlamakla başka şeylerden korkup onlara umut bağlamaktan uzak durmaktır.

Allah'tan başka kainatta bu vasıflara layık hiçbir şeyin var olmadığını bilir ve bunu kendisine manevi makam olarak kabul edip kalbi bununla boyanır.

Ariflerin kendisi için paçaları sıvadıkları has tevhit ve sevenlerin etrafında pervane gibi döndükleri halis virt işte budur.

Kul bu mertebeye ulaştığında; işte o zaman her şeyi Allah'a havale etme seviyesine çıkar ve hakiki "fakr" elbisesine bürünmüş olur. Allah'ın sevgisi, Allah'tan korkmak ve sadece O'na umut bağlamak; Allah'ın dışındaki herhangi bir şeyi sevme, ondan korkma ve ona umut bağlama hissini onun kalbinden söküp atar. Bu şekilde onun sevgisi, korkması, umması, boyun eğmesi, tercih etmesi, kastetmesi ve muamelede bulunması...

İşte bunların hepsi bir kişiden bir zâta karşı yapılmış olur.

Böylece hem talebi hem de matlubu bir olmuş olur. Matlubun taaddüdü tevhit ve ihlasa zarar verir. Bu tevhidin sahibi; kendi mahbubundan başkasını mülahaza etmekten, tercih etmekten, ondan korkmaktan ve ona umudunu bağlamaktan uzaktır.

Rububiyet tevhidinin sahibi ise; Allah'tan başka bir fail mülahaza etmekten, dolayısıyla kendi varlığını bile mülahaza etmekten uzaktır.

Birinci derecenin sahibi; mallarını mülahaza etmekten; ikinci derecenin sahibi; amel ve manevi makamlarını mülahaza etmekten beridirler.

Uluhiyet tevhidinin sahibi ise; mahbubundan başkasının emirlerini ve razı olacağı şeyleri mülahaza etmekten beridir. İşte sâliklerin himmet ve gayretlerinin yükseldiği tecrit (her şeyi Allah'a havale etme) mertebesi budur.

Kim malından, manevi makamından, kazancından ve amellerinden soyutlanır, daha sonra bu soyutlanmasını müşahede etmekten de soyutlanırsa; İşte tasavvuf erbabına göre gerçek tecrit sahibi bu kimsedir.

Onlara göre bunun ötesinde ve bundan başka bir gaye mevcut değildir. Allah'ın hayatına yemin olsun ki, bundan daha mükemmel başka bir tecrit daha vardır ki; bunun ona nisbeti; bir tükürüğün denize nisbeti veya bir kılın devenin sırtındaki kıllara nisbeti gibidir. O da; sevme ve kastetme hissini bütün şaibelerden, bozukluklardan ve nefsani hazlardan tecrit etmesi (soyutlaması) dır. Böylece mahbubu bir olduğu gibi sevme duygusu da bir olur. Kendi mahbubunun kendisinden olan isteklerini mülahaza ederek kendi isteklerini unutuverir. Hatta kendisiyle mahbubunun istekleri bir olur. İşte ancak bu şekilde sahih bir ittihat düşünülebilir ki, o da istenilen şeylerin bir olmasıdır. Bu şekilde mahbubun istediği şeyler, sevenin istediği şeylerle aynı olur. (Yani; sevenin istekleri sevilenin isteklerine tabi olduğu için her ikisi de aynı şeyler olur.)

İşte uymanın ve ubudiyetin kemali budur. Senin, mahbubunun vereceği maksadını ve nefsani hazzını sevmen ve sadece bunları sana vereceği için mahbubunu sevmen ile O'nun senden istediği şeyleri ve sevilmeye layık olduğu için O'nun zâtından dolayı O'nu sevmen arasında çok fark vardır.

İrade edenlerin "ittihat" etmesi muhal (imkansız) olduğu gibi; iradelerin de "ittihat" etmesi imkansızdır. Çünkü her iki irade birbirine zıttır. Ancak; sevgi bütün bozukluklardan ve nefsani hazlardan arınmış olduğu zaman sevenin ve sevilenin "irade ettikleri" şeyler bir olabilirler."Fakr", "tecrit" ve "fena" kelimeleri aynı manaları ihtiva etmektedirler.

 

İÇİNDEKİLER

1. Bölüm