Marifet türlerinin en şerefli olanlarından birisi de Rab Teâlâ'nın
cemâlini bilmektir.
Bu, mahlûkat içinde havassın (özel şahsiyet sahibi
kimselerin) bildikleridir. Kuşkusuz onların hepsi O'nun sıfatlarından bir sıfatı
bilmektedirler. Onların bilgi olarak en eksiksiz olanı ise, Allah'ın kemâlini,
celâlini ve güzelliğini bilendir.
Yüce Allah'ın sıfatlarında hiçbir benzeri
yoktur. Farzımuhal olarak sen, insanların hepsini en güzellileriyle bir yerde
toplasan ve bunların dış ve iç güzelliklerini, yüce Allah'ın cemâline
nispet etsen, kuşkusuz bu, çok zayıf yanan bir kandilin, güneşin parlak ışığına
karşı nispeti gibi olur.
Allah'ın cemâli hususunda zaten şunu söylemek yeterli
olur. Şayet O'nun veçhinden bir nur perdesi aralanmış olsa, mahlûkatın son
gördükleri yere dek onları kasıp kavururdu.
Aynı zaman da O'nun cemâli hakkında
şunu söylemek de yeterlidir:
Gerek dünya ve gerekse âhiretteki zahir ve bâtın
olan bütün güzellikler, Allah'ın yaratmış olduğu bir eserdir. Güzelliğini bile
Allah'ın verdiği kul ne zannetmektedir?
O'nun cemâli hakkında şunu söylemek de
yeterlidir:
İzzetin, kuvvetin, cömertliğin, ilmin ve faziletin hepsi Allah'a
aittir. O'nun veçhinin nuruyla karanlıklar apaydın olur. Tavaf eden kimsenin
duasında Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi:
"Tavaf eden için
karanlıkları apaydın yapan ve dünya âhiret işlerini düzelten veçhinin nuruna
sığınırım."
(İbn
Cerir bunu "Tarih"inde (2/344-345) Muhammed b. Kab el-Kurazi'den tahriç
etmiştir. İbn-i Kesr de bunu "el-Bidaye ven-nihaye" adlı eserinde (3/135-136)
belirtmiştir. Heysemi ise "Mecmauz- zevaid" adlı eserinde (6/35-36) şöyle
demiştir: "Bu hadisi Tabarani rivayet etmiştir. Hadisin senedinde İbn İshak
vardır ki kendisi müdellis sikadır, diğerleri ise sikadırlar.")
Abdullah b. Mes'ud der ki:
"Rabbimizin
katında gece ve gündüz yoktur. Göklerin ve yerin nuru O'nun veçhinin
nurundandır. O Allah, göklerin ve yerin nurudur. Kıyamet gününde, kazalarla
ilgili hüküm koymaya gelince, yeryüzü O'nun nuruyla aydınlanır."
Allah'ın (c.c.) en güzel isimlerinden birisi de:
"el-Cemîl"dir. Geçtiği üzere Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)buyurdu
ki:
"Muhakkak ki Allah güzeldir, güzeli sever." (Müslim
(91) İbn Mes'ud'dan rivayet etmiştir.)
Allah'ın güzelliği dört
mertebedir:
1 - Zatının güzelliği,
2 - Sıfatlarının
güzelliği,
3 - Fiillerinin güzelliği
ve
4 - İsimlerinin güzelliği.
- O'nun isimlerinin hepsi en
güzeldir.
- O'nun sıfatlarını hepsi de
kemal sıfatlarıdır.
- O'nun fiillerinin hepsi de
hikmetli ve faydalıdır, adaletli ve merhametlidir.
- Zatının güzelliğine ve ona
bağlı konulara gelirsek, bunu O'ndan başkası idrak edemez ve bilemez.
Kullar katında ise, bunun bilgisi hakkında herhangi bir
malûmat yoktur; ancak Allahu Teâlâ'nm, kullarında dilediği kimseye birtakım
bildirmeleri bulunmaktadır. O'nun cemâli değişikliklerden korunmuştur, O'nun
cemâli, rida ve izar setriyle örtülenmiştir. Kendisinden rivayet edildiği üzere
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Kibriya (büyüklük)
benim ridamdır, azamet ise benim izarımdır."
(Hadis sahihtir. Ahmed (7382) Ebû Hüreyre'den rivayet
etmiştir. Hadisin uzun rivayeti için aynı yere bakınız.)
Kibriya, en yüce ve en büyük olunca, rida ismini almayı hak etmektedir. Çünkü Allah (c.c.) en büyük ve yegâne yüce
olandır, Aliy ve Azîm olandır.
İbn
Abbas der ki:
"O'nun zatı
sıfatlarla, sıfatları da fiillerle örtülmüştür. Öyleyse, eksiksiz sıfatlarla, yüce ve üstün özelliklerle
örtülü olan O'nun cemâli hakkında ne düşünürsün?!"
İşte bu mânalar çerçevesinde zatının cemalinin / güzelliğinin
bazı mânaları anlaşılmaktadır. Kuşkusuz kul, fiillerin marifetinden sıfatların
marifetine, sıfatların marifetinden, zatının marifetine doğru yükselmektir.
Allah'ın fiillerinin cemalinden bir şeye şahit olunca bu sefer bununla,
sıfatlarının güzelliğinden bir şeye dair delil gösterir. Sonra da sıfatlarının
güzelliğiyle, zatının güzelliğine dair bir delil gösterir.
Bununla anlaşılıyor
ki, övgülerin tamamı O'nadır. Mahlûkatından hiç kimse Allah'ı övmeyi bitiremez.
Nitekim O, kendi nefsini nasıl övmüşse öyledir.
Aynı zaman Allah, zatına kulluk
edilmeye, zatının sevilmesine ve şükredilmesine hak sahibi olandır. Allahu Teâlâ,
nefsini sevmekte, onu övmekte ve ona sena etmektedir.
Kuşkusuz nefsini sevmesi, hamd edip övmesi, birlemesi gerçekte hamdın, senanın, sevgi ve tevhidin
tamamıdır. Çünkü Allah'ın (c.c.) kendi nefsini övmesi, mahlûkatın kendisini
övmesinden kat kat üstündür.
Allah (c.c), zatını sevdiği gibi sıfat ve
fiillerini de övmektedir. Nitekim O'nun fiillerinin hepsi de güzel ve
övülmüştür. Her ne kadar mahlûkları hakkında buğzedip, hoşlanmadığı olsa da,
O'nun fiillerinde mekruh olan buğzedilen yoktur.
Kuşkusuz mevcudat da,
Allah'tan başka, O'nu zatı için seven ve öven asla yoktur. O'nun sevdiklerinin hepsi
bundan başkadır. Her ne kadar sevgisi O'nun sevgisine tâbi de olsa, -şöyle ki
O'nun için sevmek gibi- O'nun sevgisi doğru ve sahih olandır. Aksi hâlde bâtıl
bir sevgi olur.
Nitekim bu ulûhiyetin hakikatidir. Çünkü hak olan ilâh, zatı
için sevilir ve zatı için övülür.
Öyleyse buna bir de Allah'ın ihsanı, nimetler
bahşetmesi, hilim etmesi, karşılık verip affetmesi ve iyilik edip, rahmet etmesi
de nispet edilince nasıl olur?
Öyleyse kul için gereken;
Allah'tan başka
ibadete layık hiçbir ilâh
olmadığını bilmesidir. O'nun zatı ve kemali için O'nu sevip övmesidir. Yine
bilmesi gerekir ki, gerek zahir ve gerekse bâtın nimet türlerini gerçekte O'ndan
(c.c.) başka ihsan eden yoktur. Allah ihsan edip nimetler verdiği için kul O'nu
sever bundan dolayı da Allah'ı över. Her iki yönle O'nu sever.
Muhakkak ki Allah'ın misli
yoktur. Dolayısıyla kulun sevmesi Allah'ın sevmesi gibi olamaz.
Boyun eğmekle
beraber sevmek, mahlûkatın bizzat kendisi için yaratıldığı kulluk anlamına
gelir.
"Kulluk / ibadet" son derece
zelil olmakla (boyun eğerek- teslim olarak) son derece sevmek demektir.
Bu da ancak
Allah'a yapılır. Bu konuda ortak olmak demek, Allah'ın sahibini asla
bağışlamadığı ve sahibinden amelini asla kabul etmediği şirk anlamına gelir.
O'nun övgüsü
ise, iki aslı içermektedir:
1 - Övgülerle ve kemal
sıfatlarla haber vermek ve
2 - O'nun için bunları
sevmek.
Öyleyse her kim sevmeden
başkasının güzelliklerinden haber verirse, bu kimse övmüş olmaz. Kim de
birisinin güzelliklerinden haber vermeden onu severse, o da övmüş olmaz; ta ki
her iki husus bir arada bulunana dek.
Allahu Teâlâ, nefsini nefsiyle övmekte ve hem de kendisini
meleklerin, peygamberlerin, resullerin ve mü'min kulların övdüğünü haber
vermektedir. Dolayısıyla Allah (c.c.) kendi nefsini hem nefsiyle hem de bunlarla
övendir.
Kuşkusuz onların O'nu övmeleri, Allah'ın (c.c.) izni, dilemesi ve
oluşturmasıyladır. Çünkü O
(c.c.):
- Öven kimseyi öven,
- Müslümanı müslüman,
- Namaz kılanı namaz kılan ve
- Tevbe edeni de tevbe eden yapar.
- Nimetler
O'ndan gelir ve O'nda biter.
- Nimetler, O'nun övgüsüyle, O'ndan gelir ve yine
O'nun övgüsüyle, O'nda biter.
- Kullarına tevbe yeri ilham eden O'dur.
- Kulları tevbe ettiğinde ise, buna oldukça sevinç gösterir.
Bu da O'nun fazlından ve
cömertliğinden kaynaklanır. Kuluna itaat etmesini ilham eder ve bu konuda kuluna
yardımcı da olur. Sonra bunlardan dolayı mükâfat verir. Bu da yine O'nun
fazlından ve cömertliğinden kaynaklanır.
Allahu Teâlâ her şeyden zengin ve
ihtiyaçsız olandır. Her şey her yönüyle O'na oldukça fakirdir.
Kul O'nun zatı için, sebep ve
gayelerde O'na karşı oldukça fakir ve aciz kimsedir. Çünkü Rabbi için öyle
olmazsa, bu konuyu ifa etmemiş demektir. O'nun (c.c.) için yapmadığından hiçbir
fayda da görmez.
|