Fatiha Suresi Ve Tamamının Kelime Manası
Fatiha Suresinin Meal Ve İzahlarıyla Beraber Kelime Manası
Ve Tefsiri
Peygamberlerin (Salavâtullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hamdlerini Beyan Eden Ayet-i
Kerimeler
Cennet Ehlinin Hamdlerini Beyan Eden Ayet-i Kerimeler
Cenab-ı Hak'ın İnsanları Sırat-ı Müstakim'e Daveti
Hakkındaki Ayet-ı Kerimeler Ve Meal-i Şerifleri
Mekke'de nazil olmuş
(inmiş) tir. 7 ayettir.
Sure ve ayetlerin
inişlerinin Mekke veya Medine'ye nisbet edilmesi hakkında Üstadımız Hacı Ali
Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretleri Kur’an-ı Kerim’inin kenarına,
"fayda" (buna dikkat edilsin büyük fayda vardır), olarak şunu
yazmıştır. Hicretten önce inenler: Mekke'nin dışında da inmiş olsalar "Mekkî"
(Mekke'de inmiş) ismini alırlar.
Hicretten sonra inenler ise: Medine'nin dışında da inseler "Medenî"
(Medine'de inmiş) ismine sahip olurlar.[1]
Fatiha’yı Şerifenin,
Medine'de nazil olduğu (indiği) de söylenıniştir. Esah (en doğru) olan hem
Mekkî, hem Medenî oluşudur. Namaz farz edildiğinde Mekke'de nazil olmuş sonra,
kıble Kabe'ye döndürüldüğünde, Medine'de tekrar indirilmiştir.
Hatta bir rivayete
göre Fatiha’yı şerife Mekke-i Mükerreme'de inen ilk suredir. Nitekim Ebi
Meysere Amr îbn-i Şurahbil (Radıyallahu Anh) den rivayet edilmiştir ki, Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radıyallahu Anha) validemize söyle
buyurdu :
"Ben yalnız kaldığım zaman bir ses duyuyorum.
Vallahi bunun tehlikeli bir iş olmasından muhakkak korkuyorum."
buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Hatice (Radıyallahu Anha) :
"Allah'a
sığınırım, Allah sana kötü bir şey yapmaz. Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz
sen elbette emanete riayet ediyorsun, rahmi vaslediyor (akrabayı ziyaret
ediyor) sun, ve doğru konuşuyorsun." dedi.
Sonra, Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) yokken, Ebu Bekri's-Sıddik (Radıyallahu Anha), Hatice (Radıyallahu
Anha) validemizin yanına geldi. Hatice validemiz Efendimizin bu haberini ona
anlattı ve:
"Muhammed
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)i al, Varaka'ya götür." dedi. Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gelince, Ebu Bekri's-Sıddik (Radıyallahu Anh) onu
elinden tutarak:
"Haydi Varaka'ya
gidelim." dedi. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
"Bunu sana kim dedi ?" buyurdu. O
da:
"Hatice bana bazı
şeyler anlattı." dedi. Böylece ikisi birlikte Varaka’ya giderek durumu
anlattılar. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) :
"Ben yalnız kalınca arkamdan Ya Muhammed ! Ya
Muhammed ! diye bir ses duyuyorum ve yer yüzünde (sağa sola) kaçıyorum." buyurdu. Bunun üzerine Varaka:
"Öyle yapma. Bu
ses sana gelince söylenileni iyice duyman için yerinde dur. Sonra gel bana
haber ver." dedi. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir daha yalnız
kaldığında o ses yine kendisine gelerek:
"Ya Muhammed! de."dedi.
Kadar okuduktan sonra, de."dedi. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
hemen Varaka'ya gelerek bu hadiseyi anlattı. Bunu duyan Varaka kendisine :
"Sana tekrar
tekrar müjde olsun ! Zira ben şahitlik ederim ki, şüphesiz sen, Meryem oğlu (Isa)nın
müjdelediği kişisin ve şüphesiz sen Musa'nın namusu üzeresin (ona gelen
Cibril-i Emin sana da, gelmiştir).Ve muhakkak sen gönderilmiş bir
peygambersin."dedi.
[2]
Diğer bir rivayette
de, Fatiha-yı şerife Kur’an'dan en son inen suredir. Nitekim Abdullah İbn-i
Cabir (Radıyallahu Anh) şöyle dediği
rivayet edilmiştir.
Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) bana:
"Ey Abdullah İbn-i Cabir !.. Ben sana Kuran'dan
en son (inen) sureyi haber vereyim mi?" buyurdu. Kendisi anlatıyor. Ben:
"Tabi buyur ya
Resulallah!" dedim. Bunun üzerine:
"(Kur’an’dan en son inen sure) Elhamdü lillâhi
Rabbilâlemin (süresidir)."
buyurdu.[3]
Diğer bir rivayette de
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) :
"Onda (Fatiha suresinde) her derdin devası
vardır." buyurdu.[4]
Demek oluyor ki,
Fatiha-yı şerife Mekke'de Kuran'ın başında, Medine'de de Kur’an'ın sonunda inen
çok mübarek bir suredir.
Şeyhzade ve Alusî
tefsirlerinde zikredildiğine göre: Cumhur'un ittifakı (ulema cemaatının
ekserisinin birlik üzere kararı) ile Fatiha-i Şerife yedi ayettir. Ancak
Cumhur'un bir kısmı cümlesini müstakil (başlıbaşına) bir ayet saymayıp
Besmele'yi birinci ayet saymışlardır, İmam-ı Şafiî (Rahimehullah) bu
görüştedir, biz de elimizdeki Kuran hattına (yazılışına) uyarak, Besmele-i
Şerife'yi birinci ayet cümlesini ikinci ayet kabul ettik. cümlesini müstakil
bir ayet saymadık. Lâkin Cumhur ulemadan bir kısmı, bunun aksi olan görüşe
zahip olmuşlar (gitmişler) dir. Şöyle ki: Onlar Besmeleyi birinci
ayet kabul etmeyip cümlesini müstakil bir ayet kabul ederek, Fatiha
suresinin 7 ayet olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hanefî ashabımız
(büyüklerimiz Rahimehumullah) da bu görüş üzeredirler.
Tefsirlerde
zikredildiğine göre, Fatiha-i Şerife'ye bir çok isimler verilmiştir. Bunların
bir kısmını yeri gelmişken burada zikredelim:
Fatiha-i Şerife'ye
"Ümmü’l-Kuran" ismi verilir. Zira, Ubade Ibn-i Samit (Radıyallahu
Anh) dan rivayete göre, Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem ) :
"Ümmü'l-Kuran’ı (Kur’an’ın anası, aslı
mesabesinde olan Fatiha'yı) okumayanın namazı yoktur." buyurdu.[5]
Ayrıca Fatiha-i
Şerife, Kur’an-ı Kerim’deki bütün manalara şamil olduğu (bütün manaları içine
aldığı) için bu ismi almıştır. Bu yüzden O'na: "El-Vâfiye" ve "
El-Kâfiye" (tam manasıyla bol ve yeterli) isimleri de verilmiştir.
Fatiha-ı Şerife "Sure-i
Kenz" (Hazine Suresi) diye de isimlendirilmiştir. Zira: Hazreti Ali (Radıyallahu
Anh) den nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur: "Fatihatü'l-Kitap
(Kur’an-ı Kerimin başı olan Fatiha suresi) Arş'ın altındaki bir hazineden indirilmiştir."
[6]
Fatiha-i Şerifeye
"Suretü'ş-Şifa" (Şifa Suresi)ve "Şâfiye" (şifa verici) ismi
de verilmiştir. Nitekim Ebu Saidi'l-Hudri (Radıyallahu Anh)ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizi otuz atlıdan
müteşekkil (meydana gelen) bir müfreze (küçük askerî birlik) olarak gönderdi,
araplardan bir kavmin yanına konduk ve bizi misafir etmelerini istedik. Onlar
ise misafir etmeyi kabul etmediler. Sonra onların efendileri (reisleri)
ısırıldı. Yani onu akrep soktu, hemen bize gelerek: "İçinizde akrep
sokmasını okuyup iyi edecek bir kimse var mı?" dediler. Bende: "Evet
ben varım, ancak otuz koyun almadan bu işi yapmam." dedim. Onlarda:
"Biz size otuz koyun veririz." dediler. Ben de ona yedi kere Fatiha
okudum hemen iyileşti. Koyunları aldık fakat içimize bir şüphe geldi onun için
koyunlara hiç dokunınadan Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e geldik ve
hadiseyi aynen kendisine anlattık. Bunun üzerine : "Sen onun (Fatihanın) bu kadar etkili bir dua olduğunu nasıl bilebildin
? O koyunları bölüşün sizinle beraber bana da bir hisse ayırın."
buyurdu.[7]
Böylece Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) alınan koyunların helâl olduğunu anlatmak için onlara bir
lâtife yapmış oldu.
Ebu Süleyman (Radıyallahu
Anh) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir : Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) in ashabı bir muharebelerinde saralı bir adama rastladılar, içlerinden
biri onun kulağına Fatiha-yı şerife okur okumaz adam hemen iyileşti. Bunun
üzerine Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Fatiha her derde devadır," buyurdu.[8]
Haric İbn-i Salt
Et-Temîmî (Radıyallahu Anh) amcasının şöyle anlattığını rivayet etti: Bir kere
Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e uğradım. Yanından ayrıldıktan sonra
bir kavme rastladım, aralarında zincirle bağlı zırdeli bir adam vardı. Onun
yakınları bana: "Yanında şu deliyi tedavi edecek bir ilâcın var mı ? Zira
sizin sahibiniz (peygamberiniz) muhakkak bir hayır getirmiştir." dediler.
Bende o hastaya üç gün Fatiha okudum, sabah akşam olmak üzere her gün iki kere
okuyordum (okurken biriken) tükürüğümü yutmayıp topluyor üfleyerek ona
saçıyordum. Hasta iyileşince bana yüz koyun verdiler, bende hemen Efendimize
dönerek bu meseleyi anlattım. Bunun üzerine Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem): "(Aldığın koyunları) Ye ! Yemin ederim ki, yanlış şeyler okuyup
karşılığında aldıklarını yiyenler var. Sen ise, doğru okuyup yedin."buyurdu.[9]
Abdü'l-Melik İbn-i
Umeyr (Radıyallahu Anh) dan rivayete göre, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem): "Fatihatü'l-Kitapta, her
derde şifa vardır." buyurmuştur.[10]
Ve her namazda tekrar
edildiğinden "Suretü'l-Mesanî" (tekrarlanan sure) ve "Suretü's-
Salât" (namaz suresi) diye de isimlendirilmiştir.
"Ebu Said İbni'l-Muallâ
(Radıyallahu Anh) Hazretlerinin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Ben bir
kere namaz kılıyordum, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) beni çağırdı,
ben namazda olduğum için hemen icabet edemedim, (gidemedim namazdan sonra
huzuruna vardım ve): "Ya Resulallah ben namaz kılıyordum (onun için
geciktim)." dedim. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Allah-u Tealâ: "Allah'a icabet edin ve Resulü sizi
çağırdığında ona da icabet edin (koşun)." buyurmadı mı? dedi.(Enfal:
8/24) (Bununla hemen namazı bozup gelmeliydin demek istedi). Sonra: "Dikkat et ! Sana mescitten çıkmadan
Kurandaki en büyük sureyi öğreteceğim." dedi. Ve elimden tuttu, mescitten
çıkarken ben: Ya Resulallah bana; "dikkat et ! Sana Kurandaki en büyük
sureyi öğreteceğim, buyurmuştunuz." dedim. O zaman: yani Fatiha suresi varya, işte o: Seb’u’l-Mesanî (namazın her
rekâtında tekrar edilen yedi ayet) tir. Ve bana verilen büyük Kuran (eşsiz bir
sure) dir, buyurdu."[11]
Bu sure hamde şamil
olduğundan (hamdi içine aldığından): "Suretü'l-Hamd" (Hamd Suresi)
Kuranın esası (temeli) olduğundan; "Esas" (temel) diye de
adlandırılmıştır. Nitekim îbn-i Abbas
(Radıyallahu Anhuma) :
"Hasta olduğun veya bir yerinden şikayelendiğin
zaman Esas (Kuranın temeli olan Fatiha'y) a sarıl." buyurmuştur".[12]
Ebu Umame (Radıyallahu
Anh)den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Dört şey Arşu'r-Rahman (Allah-u Tealâ'nın bütün kâinatı kaplayan
tahtın) ın altındaki hazineden indirilmiştir. Bunlarda Fatiha-i şerife,
Ayetü'l-Kürsi, Sure-i Bakara'nın sonu ve Kevser süresidir.[13]
Ebu'd-Derda (Radıyallahu
Anh) dan rivayete göre. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Fatiha-i Şerife, Kuran'dan hiç bir
şeyin kifayet edemiyeceği şeylere kâfi gelir(hiçbir surenin göremiyeceği işi görür).Ve
eğer Fatiha terazinin bir gözüne konsa, bütün Kuran da öbür göze konsa,
elbetteki Fatiha-i Şerife bütün Kurana yedi kere üstün gelir."
[14]
Hasan (Radtyaüaku Anh)
dan rivayet edilmiştir ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Her kim Fatiha-i Şerifeyi
okursa sanki Tevratı, İncili, Zeburu Ve Kuran'l okumuş gibidir."
[15]
lmam-ı Mücahid (Rahimehullah) in şöyle buyurduğu rivayet edildi:
"İblis dört kere
bağırdı (ızdırabından feryad etti): 1-
Lanetlendiğinde, 2-Yer yüzüne
indirildiğinde, 3- Muhammed (Aleyhisselam)
gönderildiğinde, 4-Fatiha-i Şerife
indirildiğinde."[16]
Atâ (Radıyallahu Anh) ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
"Bir hacetinin
(ihtiyacının) meydana gelmesini istersen, Fatiha-i Şerifeyi sonuna kadar oku, inşaallah
hacetin görülür (istediğin yerine getirilir)."
Ebi Kılâbe
(Radıyallahu Anh) den rivayete göre, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
"Her kim (hatmin başında) Fatihaya
hazır olur (Fatiha okunurken bulunur) sa Allah yolunda bir fethe (harp kazanınaya)
şahit olmuş gibidir.Ve her kim Kuran-ı Kerim'in sonuna kadar hazır olur (hatmin
sonuna kadar bulunur) sa ganimetler taksim edilirken bulunan gibidir,
buyurdu."
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuma) dan rivayet edilmiştir ki, bir kere Cibril-i Emin, Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) in yanında oturuyorken. Üstten doğru bir ses duydu, hemen
başını kaldırıp: "(Ey Muhammed ! (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Bu, gökten
bu gün açılan bir kapıdır ki, bu günden önce asla açılmamıştı." dedi.
Bunun üzerine ondan bir melek indi. Sonra (Cebrail Aleyhisselâm ): "Bu,
yeryüzüne inen bir melektir ki, bu günden evvel hiç inınemişti." dedi.
(Böylece o melek gelip), Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e selâm verdi
ve: "İki nurla müjdelen ki, onlar sana verildi. Senden evvel hiç bir
peygambere verilmemişti. Biri Fatiha-i Şerife, öteki de sure-i Bakara'nın
sonlarıdır. Sen bunlardan okuduğun her harfe karşılık mutlaka içlerindeki
(sevaplara, derece) lere nail olur (kavuşur) sun." dedi.[17]
Hazreti Enes (Radıyallahu
Anh) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştin "Efendimiz (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem) bir kere seferde konaklamıştı. Ashabı (adamların) dan bir kişi
yanına geldi, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hemen ona dönerek:
"Sana Kuranın en üstün (suresi) ni haber vereyim mi ?" buyurdu ve
sonra Fatiha'yi okudu.[18]
(Fatihayı şerifenin
ayetlerinin izahı uzun olup, ayet-ayet verilecek mananın arası çok
açıldığından, kardeşlerimiz, bu büyük surenin kelime manasını bir arada bulsun
diye, önce kısaca kelime manası, sonra da meal ve izahlarıyla beraber tefsir
edilmesi uygun görülmüştür).[19]
Allah (Tealâ
Hazretlerin) in ismi şerifiyle teberrük ederek (bereketlenerek okumaya)
başlarım. Öyle Allah-u Tealâ ki, Rahman sıfatıyla muttasıf (sıfatlanıcı), yani
kullarına acımakta nihayete (sona) varan, hakiki (gerçek) nimet verici. Yine
öyle Allah-u Tealâ ki, Rahim sıfatıyla muttasıf, yani ziyade ve hakiki nimet
verici.
Hamd, (tazim yolu
üzere güzel vasıflarla medh-ü sena olunınak, övülmek) kime mahsustur ? Allah
(Celle Celâluhu) ya mahsustur. Öyle büyük Allah kî, Bütün âlemlerin
(varlıkların) Rabbidir yani seyyidi (ulusu) yetiştiricisi, mütasarrifi
(idarecisi) dir. öyle büyük Allah ki, Rahman sıfatıyla muttasıf (mahlûkatına
acımakta nihayete varan, hakiki nimet vericilikle sıfatlanmış), yine öyle büyük
Allah ki, Rahim sıfatıyla muttasıf (ziyade hakiki nimet vericilikle sıfatlanmış).
Daha, öyle büyük Allah ki, ceza (kıyamet) gününün maliki (yegane sahibi). (Ya
Rabbi!) Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz ve ancak senden yardım isteriz. Hidayet
et, ulaştır. Kimi ? bizi, neye? yola, öyle yol ki, dosdoğru olucu, yani
dosdoğru yol olan din-i mübin-i islâm'a bizi kavuştur. Nedir o doğru yol öyle
kulların yoludur ki, inam (iyilik) ettin kime? Onlara, öyle inam ettiğin kullar
ki, gazap olunmamış, kimin üzerine onlar üzerine, yani kendilerine gazap edilen
(kızılan) Yahudilerden başka olan kullar, daha ? ve dalâlete düşücü sapık
(Hristiyan) ların dışında kalan kullar yani bizi, gazap olunmayan ve dalâlete
düşmeyen kullarının yoluna hidayet et (kavuştur). Âmin !
[20]
Allah (Tealâ
Hazretlerinin) ismi şerifiyle teberrük ederek (bereketlenerek okumaya)
başlarım, öyle Allah-u Tealâ ki, Rahman sıfatıyla muttasıf (sıfatlanıcı), yani
kullarına acımakta nihayete (sona) varan, hakiki nimet verici yine öyle Allah-u
Tealâ ki, Rahim sıfatıyla muttasıf (ziyade hakiki nimet verici).
[21]
Rahman (çok acıyıcı)
ve rahim (son derece esirgeyici) olan Allah’ın (Celle Celâluhu) ismi (şerifi)
yle (teberrük ederek, bereketlenerek) başlarım.
[22]
Surelerin başındaki
besmelenin ayet olduğunda ittifak (görüşbirliği) vardır. Ancak başında
bulunduğu surelerden, bir ayet olup olmadığı hususunda ihtilâf (görüş ayrılığı)
vardır. Şöyleki; Hanefîlere göre Besmele müstakil (başlı başına) bir ayet olup
surelerin arasını ayırmak için bir kere indirilmiş ve her surenin başında
tekrarlanmıştır. O surelerden bir ayet değildir. Şafiîlere göre ise, her
surenin başındaki Besmele o surenin ayetidir ve 114 sureyle beraber 114 kere inmiştir.
Nitekim Nesefî tefsirinde zikredildiğne göre, Medine, Basra ve Şam, kurrası
(Kıraat alimleri) ve fukahası, (fıkıh alimleri) Besmele'nin, ne Fatiha'dan, ne
de diğer surelerden ayet olmadığına ittifak etmişler (birleşmişler) dir. Neml
suresinin otuzuncu ayet-i kerimesindeki Besmele müstesna, zira oradaki besmele
o sureden bir ayettir.
Ancak surelerin
başlarındaki Besmele-i şerifeler, sureleri birbirinden ayırsın ve kendileriyle
başlanarak teberrük edilsin (bereketlenilsin) diye yazılmıştır, İmam-ı Azam
efendimiz ve ona uyanların mezhebi budur. (Rahimehumullah) bundan dolayıdır ki,
onlara göre namazda, Besmele cehrî (sesle) okunmaz.
Mekke ve Küfe kurrası
ise, Besmele'nin Fatiha'dan ve her sureden ayet olduğu görüşü üzeredirler.
Imam-ı Şafiî ve ashabı (Rahimehumullah) bu görüş üzeredirler, bunun içindir ki,
onlar namazda Besmele'yi cehrî (sesli) okurlar.
Onlar bu hususta şöyle
delil getirmişlerdir. Kuran-ı Azimü'ş-şan'ın kendisinden olmayan şeylerden
tecrit edilmesi (soyulması) emrolunduğu hâlde, Selef-i Salihin (geçmiş
büyükler) mushaf'ta Besmele'yi sabit kıldılar (yazdılar). Böylece Besmele'nin
Kurandan olduğu anlaşılmıştır.
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuman) ın da: "Besmele'yi terkeden Allah-u Tealâ-nın kitabından 114
ayeti terk etmiş olur." buyurduğu rivayet edilmiştir.
Biz Hanefîler içinse,
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen şu hadis-i şerif delil
olmaktadır.
Ebu Hureyre (Radıyallahu
Anh) nin "ben Peygamber (Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in şöyle
buyurduğunu işittim." dediği rivayet edilmiştir: "Allah-u Tealâ Hazretleri buyurdu ki, ben
namazı (Fatihayı) kendimle, kulum arasında ikiye böldüm,kulum için istediği
vardır. Kul: dediği zaman, Allah-u Tealâ, kulum bana hamdetti (beni medhetti)
buyurur. Kul: dediği zaman, Allah-u Tealâ kulum bana sena etti (beni övdü)
buyurur. Kul: dediği zaman, Allah-u Tealâ kulum bana 'tazim etti (beni büyük
tuttu) diğer bir kere de: Kulum işini bana havale etti buyurur. Kul: dediğinde,
Allah-u Tealâ bu, benimle kulum arasındadır, kulum için istediği vardır,
buyurur. Kul: dediğinde, Allah-u Tealâ Hazretleri, bu, kulum içindir ve kulum için
istediği vardır." buyurur.
[23]
Bu hadis-i şerifte,
Efendimiz (Saüailahu Aleyhi ve Sellem) in Fatiha-i Şerifeye ile başlaması,
Besmele'nin Fatiha'dan bir ayet olmadığına delildir. Fatihadan olmayınca
icmaen (ulemanın söz birliğiyle) diğer surelerden de olmaz.
Şafiî'lerin zikrettiği
deliller ise, bizi bağlamaz, zira bize göre Besmele-i şerife, surelerin arasını
ayırmak için indirilen müstakil (başlı başına) bir ayettir. Fahru'l-lslâm Mebsut'ta
böyle zikretmiştir.[24]
Allah ismi şerifi:
Cenab-ı Hakkın Zatını, sıfatlarını, fiillerini cami olan (içine alan, hepsini
birden ifade eden) Lâfza-i Celâl'dir. Bütün kemal (yüksek) sıfatlar ondadır.
Hak ve batıl mabut (tapınılan şey) lere itlâk edilen (kullanılan) ve cemilenen
'Tanrı" kelimesi "Allah" lâfzının yerini tutamaz. Çünkü Allah
lâfzı cemilenınez (çoğaltılmaz), zira "Allah'a mahsus bir isimdir."
(Celle Celâluhu) birdir, tesniyesi, cemisi (hiç bir türlü çoğulu yoktur).
Burada yeri gelmişken,
Besmele-i şerife hakkında geçen bazı hadis-i şerifleri ve büyüklerin sözlerini
beyan'a çalışalım :
İbn-i Ömer (Radıyallahu
Anhuma) den rivayet edilmiştir ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurdu: "Cibril-i Emin bana
vahiy getirdiği zaman ilk olarak derdi."[25]
îbn-i Abbas'ın (Radıyallahu
Anhuma) şöyle dediği rivayet edilmiştir :
"Müslümanlar
(asr-ı saadette bulunan sahabe-i kiram) Besmele inmeden bîr sure'nîn bittiğini
bilmezlerdi. Besmele-i şerife indiği zaman (surelerin arasını ayırdığı için
bir surenin bittiğini ve diğer surenin başladığını) anlardılar."[26]
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuma) dan rivayet edilmiştir ki, Hazreti Osman (Radıyallahu Anh), Efendimiz'e
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem ) Besmele'den sordu. Resullullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) de şöyle buyurdular: "O
(Besmele), Allah-u Tealâ’nın isimlerinden bir isimdir. O'nunla Allah'ın en
büyük ismi (İsm-i A'zam) arasında ancak, gözün siyahıyla beyazı arasındaki
kadar mesafe vardır. Yani o kadar yakındırlar."
[27]
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuman)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ın en büyük ismi
"ALLAH" ismi şerifidir."[28]
Cabir îbn-i
Abdullah'tan (Radıyallahu Anh) rivayet edildi ki:
"Besmele-i şerife
inince bulut şarka (doğuya) kaçtı, rüzgar sakin oldu (dindi),deniz dalgalandı,
bütün hayvanlar kulak verdiler. Şeytanlara da semadan taşlar yağdı. Ve Allah-u
Tealâ Besmele-i Şerife hangi şey üzerine okunursa muhakkak o şeyde bereket
yaratacağına dair İzzet ve Celâl'ine (ululuğuna ve büyüklüğüne) yemin
etti."[29]
İbn-i Mesut (Radıyallahu
Anh) un şöyle buyurduğu rivayet edildi:
"Her kim, Allah-u
Tealâ'nın ondokuz zebaniden kendisini kurtarmasını istiyorsa, Besmele okusun
ki, Allah-u Tealâ onun için Besmelenin her bir harfinden ondokuz meleğin herbirine
karşı bir kalkan yapsın."[30]
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuman)ın merfu'an (Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem e isnadederek) şöyle dediği rivayet edilmiştir :
"Şübhesiz bir
muallim (hoca) bîr sabiye (küçük çocuğa): "Besmele oku." dediği
zaman, o hocaya da, çocuğa da, onun anne ve babasına da, cehennemden beraat
(kurtuluş) yazılır."[31]
Hazreti Ali (Radıyallahu
Anh) den rivayet edilmiştir ki o, (Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem 'e
isnat ederek) şöyle buyurdu :
"Bir tehlikeye
düştüğünde: de. Zira bunun sebebiyle Allah-u Tealâ, dilediği çeşit-çeşit
belâları geri çevirir."[32]
Safvan İbn-i Selim'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir :
"Cinler
insanların eşya ve elbisesini kullanırlar. Sizden hanginiz bir elbise alır
veya koyarsa Besmele çeksin zira Allah'ın ismi mühürdür. "[33]
Hazreti Aişe (Radıyallahu
Anhan) nin şöyle buyurduğu rivayet edildi :
Besmele-i şerife
inince dağlar inim inim inledi. O kadar ki, Mekke ehli dağların uğultusunu
duydular ve: "Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dağları da
büyüledi." dediler. Bundan dolayı Allah-u Tealâ bir duman gönderdi taki,
Mekke ehlinin başına çöktü. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
buyurdu ki: "Her kim yakinen (şüphesiz) inanarak Besmele-i şerifeyi okursa,
dağlar onunla beraber teşbih eder. Ancak dağların bu teşbihi duyulmaz."
İbn-i Mesut (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edildiğine göre, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Her kim Besmele-i Şerifeyi
okursa, her harfine onun için dört bin sevap yazılır, onun dört bin günahı
silinir, ve kendisi dört bin derece yükseltilir."
[34]
Ömer îbn-i
Abdülâziz'den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)yerde
duran bir kitaba (kâğıda) rastladı, yanındaki delikanlıya "Bu kağıtta ne var ?" diye sordu. O da: var."
dedi.Bunun üzerine Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem): "Bunu yapana Allah lanet etsin!
Allah'ın ismini ancak (yakışan)yerine koyun." buyurdu.
[35]
Hazreti Enes (Radıyallahu
Anh) den merfuan, (Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e isnadedilerek)
şöyle rivayet edilmiştir :
"Her kim,
kendisinde besmele bulunan bir kâğıdı çiğnenınesin diye, ta-zimen
(hürmetle)yerdenkaldırırsa,Allah'ın indinde sıddiklar (en doğru kullar) dan
yazılır.Ve anne-babası kâfir de olsalar azapları hafifletilir."[36]
Hamd, yani tazim yolu
üzere güzel vasıflarla medh-ü sena olun-mak, övülmek kime mahsustur? Allah'a (Celle
Celâluhu) (özellikle ona aittir), öyle büyük Allah ki, Bütün âlemlerin (varlıkların)
Rabbidir.
[37]
Hamd, bütün âlemlerin
Rabbi olan Allah'a (Celle Celâluhu) mahsustur.
[38]
Ayet-i Celilerim
başında bulunan "Harf-i tarif i (bildirme harfi), ya ahd-i haricî içindir
(başında bulunduğu kelimenin fertlerinden daha önce belli olan ve bilinen bir
bölüme delâlet etmektedir). Buna göre mana; Kâmil (en üstün) hamd yani Allah-u
Tealâ'nın kendine yaptığı hamd veya Peygamberlerin hamdi veya kâmil evliyanın
hamdi demektir.Yahutta istiğrak ve umum içindir (başında bulunduğu kelimenin
bütün fertlerini içine almaktadır) ki, buna göre mana; Bütün hamdler demektir.
Yahut cins içindir (başında bulunduğu kelimenin fertlerini kastetmeden genel
bir manaya delâlet etmektedir). Buna göre mana; Hamdin cinsi ve hakikati (gerçeği)
demektir ki, zahir ehline göre bu mana daha uygun ve daha mübalâğalıdır. Çünkü
hamd'in hakikati Allah'a mahsus kılındığına (sadece ona ayrıldığına) göre bütün
fertleri buraya zaten girmiş olur.
Hamd:
ihtiyarî (kendi isteğiyle) yapılan bir
iyiliğe karşı,tazim yoluyla, gönül hoşluğuyla, güzel sıfatlarla medh-ü sena
olunmak (övülmek) ten ibarettir.
Daha açık bir ifadeyle
diyen bir insan, Cenab-ı Hak'kın büyüklüğüne delâlet eden bütün isim ve
sıfatları sayarak O'nu yüceltmiş gibi olur. Ancak kişi cümlesini lisanen
söylerken, bu cümlenin manayı şerifini de kalbiyle düşünınelidir. Zira insan,
ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin bir araya gelmesiyle tamamlandığı gibi,
cümle-i şerifesini lisanıyla okurken, kalbiyle de, o cümlenin manasını
düşünürse, lâfız ile manayı birleştirmiş olacağından, o hamd, kâmil ve tam
olur.
Bu şekilde yapılan bir
ibadet, huzur-u kalp (kalbin Mevlâ'dan haberdar olması) yla yapılmış olur ki,
bütün ibadetlerde aranılan da huzur-u kalple yapılmasıdır. Nitekim Hazreti
Halid-i Bağdadî Zülcenahayn (Kuddise Sırrıhu) Risale-i Halidiye'sinin vukuf-i
kalbî bahsinde: "Ve eğer zikir ve taat (ibadet),vukuf-i kalbî (kalbin
Mevlâ'dan haberdar olmasın) dan halî (boş) olursa, o zikir ve taat ruhsuz beden
gibidir ve itibardan hariçtir (kıymetsizdir)." buyuruyor.[39]
Kezalik (yine
böylece), Mustafa ismet Garibullah (Büyük Şeyh Efendi) (Kuddise Sırruhu) Risale-i
Kudsiye'sinîn, Sıfat-ı ilâhiye ve Esma-i Sübhaniye bahsinde şöyle buyurmuştur
:
Beytin hulâsası (öz
manası): "Bir salik (Allah yolcusu) Mevlâ Tealâyı kastetmeden bin yıl
Allah dese, yani Allah ismini okurken o ismin sahibi olan Zat-ı Pak-i
Süphaniye'yi düşünıneden bin yıl Allah, Allah dese, vakitleri boşa gider, bir
şey kazanamaz. Çünkü asıl maksat isim değil, o ismin sahibi olan Mevlâyı hatırlamaktır.
Allah ismi şerifini tekrarlarken, bu ismin medlulü (delâlet ettiği şey) olan
Mevlâ Tealâyı kasdet ki, Cemal-i bakemale seyredelim." Yani kemal sahibi
olan Mevlâ Tealâ’nın cemalini müşahedeye(görür gibi olmaya) doğru manen
yürüyelim.[40]
Ancak, burada şunu da
ifade edelim ki, Allah dostları bu sözleri milletin ümidini kırmak için değil,
bilakis talip (Allah'a ulaşmak isteyen) ler himmetlerini âli (gayelerini yüce)
tutsunlar ve ciddi çalışıp, asıl maksut olan"huzur-i kalpIe ibadet" e
ulaşsınlar için söylemişlerdir. Demek oluyor ki, bütün ibadetlerden maksat
Allah'ı (Celle Celâluhu) hatırlamaktır."Huzur-i kalp" de bundan
ibarettir.
Nitekim bir ayet-i
celilesinde Cenab-ı Hak, Musa (Aleyhisselam) a hitapla şöyle buyurmaktadır
"(Bütün ibadetleri cami olan içine alan) Namazı,
beni hatırlaman için dosdoğru kıl."(Ta-Ha:
20/14)
Görülüyor ki, Cenab-ı
Hak bu ayet-i celilede, bütün ibadetleri içine alan namazın, kendisinin
zikredilmesi (hatırlanınası) için kılınınasını emrediyor.
Bu makamda İmam-ı
Suyutî, Dürrü'l-Mensur namındaki muteber tefsirinde şu rivayetleri
zikretmiştir.
Abdullah İbn-i Amr (Radıyallahu
Anh)dan rivayet olundu ki. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Hamdetmek (demek) şükrün
başıdır. Hamdetmeyen bir kul Allah'a şükretmiş olmaz.
Hakem İbn-i Umeyr
(Radıyaitahu Anh) den rivayet olundu ki. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem
) şöyle buyurdu: "Sen dediğin zaman şüphesiz Allah'a şükretmiş oldun. O'da
senin nimetini ziyade edecek (artıracak) tır."[41]
Ibn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuma) dan rivayet olundu ki:
"Şükür
kelimesidir, kul dediğinde Allah-u Tealâ kulum bana şükretti buyurur."[42]
Cabir İbn-i Abdullah (Radıyallahu
Anh)dan rivayet olundu ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Zikrin en üstünü , duanın en üstünü de dır."[43]
Ebu Abdurrahman
El-Cubaî'nin (Rahimehullah) şöyle buyurduğu naklolunmuştur:
"Namaz şükürdür,
oruç şükürdür, Allah için yaptığın her şey bir şükürdür. Şükrün en üstünü ise,
demektir."[44]
İmam-ı Hasan (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edilmiştir ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Allah-u Tealâ bir kuluna bir nimet verirde o kul, o nimete karşı Allah-u
Tealâya hamd ederse, muhakkak onun Allah'a hamdetmesi, kendisine verilen o nimetten daha üstündür, o nimet ne
olursa
olsun."[45]
Hazreti Enes (Radıyallahu
Anh) den rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Eğer
bütün dünya kenarı ve köşesiyle ümmetimden bir adamın elinde olsa, sonra o kişi
dese, elbette elhamdülillah (diyerek o kişinin Allah'a hamdetmesi) bütün
dünyadan efdal (daha üstün) dür."[46]
Abdullah Ibn-i Amr (Radıyallahu
Anh)dan rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Teşbih mizan'ın yarısıdır.
ise, mizanı doldurur., için de, Allah'a varıncaya kadar hiç bir perde yoktur.
Yani hiç bir perde önüne çıkmadan, doğru Mevlâ'ya varır."
Esved Ibn-i Serî' (Radıyallahu
Anh)den rivayete göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : "Övülmeyi Allah-u Tealâ'dan daha çok seven
hiç bir şey yoktur. Bundan dolayı kendini övmek üzere bütün hamdler Allah'a mahsustur)
buyurdu."
[47]
()
Enes İbn-i Malik (Radıyallahu
Anh) den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle
buyurdu: "Tevhid cennetin bedeli
(ödenecek karşılığı) dır. bütün nimetlerin bedelidir.Ve kullar cenneti
(cennetteki dereceleri) amellerine göre bölüşecek (paylaşacak) lardir."
[48]
Ebu Hureyre (Radıyallahu
Anh) den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Allah'ın hamdiyle başlanınayan, her hatırlı ve kıymetli işin
sonu kesiktir, (bereketsizdir)."[49]
İbn-İ Abbas (Radıyallahu
Anhuma) dan rivayete göre, Resullullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Sizin biriniz aksırdığında
derse, melek der. O kişi derse, melek (Allah sana rahmet etsin) der."
[50]
Hazreti Ali (Radıyallahu
Anh) den şöyle rivayet edildi:
"Her kim, duyduğu
her aksırma anında derse, ebediyen diş ve kulak ağrısı çekmez."[51]
Vasilet îbn-i Eskal (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Her kim aksırandan evvel
hamdederse, ona karın ağrısından hiç bir şey zarar vermez."
[52]
Musa îbn-i Talha (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edildi ki, Allah-u Tealâ Süleyman (Aleyhisselam) a şöyle
vahyetti: Eğer bir kişi yedi denizin ötesinden aksırsa, beni hatırla (bana
hamdet)."[53]
Hazretİ Ali (Kerremallahu
Vechehü) den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yakınlarından bir müfrezeyi muharebeye
gönderirken:
"Ey Allahım !
Eğer onları sağ salim geri döndürürsen, sana hakkıyla şükretmem üzerime borç
olsun." buyurdu. Çok zaman geçmeden sağ salim döndüler. Bunun Üzerine Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem):
"Allah'ın bol nimetlerine karşı, bütün hamdler
Allah'a mahsustur." buyurdu.
Hazreti Ali (Radıyallahu Anh) diyor ki: Bunun üzerine ben; Ya Resulallah ! Siz:
"Allah onları sağ salim geri döndürürse ona hakkıyla şükredeceğim."
buyurmadınız mı ?" dedim. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de: "Yapmadım mı ?" buyurdu. Yani
diyerek Allah'a hakkıyle şükretmiş oldum ve böylece ahdimi yerine getirdim,
demek istediler.[54]
Muhammed îbn-i Harb
(Rahimehuüah) dan rivayet edildi ki, Süfyan-ı Sevrî (Kuddise Sırruhu) şöyle
buyurdu:
Hem zikirdir, hem
şükürdür. Ondan başka hem zikir, hemde şükür olan hiç bir şey yoktur."
[55]
Ayet-i celilede geçen kelimesi
birinci babdan mastar olup terbiye etmek, yetiştirmek manasındadır. Mevlâ Tealâ
Hazretleri daima yetiştirme sıfatı üzere bulunduğundan, mübalağaten (çokluk
için) kendisine mastar ıtlak olunmakla (kullanılmakla) sanki o yetiştirmenin ta
kendisi olmuş demektir
Veya vezninde sıfat-ı
müşebbehe olup aslı dur, idğam olarak bu hâle gelmiştir. Buna göre geride
zikredilen mübalağa yoksa da, sıfat-ı müşebbehe vezninde devam ve sebat vardır.
Rab: Bütün
eşyayı, bütün varlıkları adem (yokluk) tan,vücuda (varlığa) çıkarıp, tedricen
(derece-derece) kemale erdiren Zat'a denir.
Cenab-ı Hakkın
Rabliğini, yani tedricen yetiştiriciliğini izah için, varlıkların en
mükerremi, en şereflisi olan insanı ele alalım :
Bu insan bir zaman
yoktu sonra, büyük Allah'ımız (Celle şanuhu) onu, yokluk âleminden varlık
âlemine şöyle çıkardı;
Mevlâ Tealâ Hazretleri
önce su, hava, toprak, ateş (hararet) i icadetti (yarattı) ki bunlara Anasır-ı
Erbaa (dört asıl unsur) denilir. Sonra, bu dört şeyden terkip ettiği
(birleştirdiği) bir çamurdan, bütün beşerin babası olan Âdem (Aleyhisseiâm) m
bedenini yarattı.
Nitekim Rabbimiz
(Celle Celâluhu)bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır:
"Elbette muhakkak biz (Azimü'ş-şan) insanı,
(beşerin babası olan Âdem Aleyhisseiâm 'ı), kuru, kara, kokmuş bir çamurdan
(balçıktan) yarattık." (Hıcr:
15/26)
Bundan sonra, Allah-u
Tealâ kdem(Aleyhisselâm) in bedenine ruh vererek insanlığını tamamlamış oldu.
Rabbimiz (Celle
şanuhu) bir ayet-i celilesinde de şöyle buyuruyor:
"Sonra Allah (-u Tealâ) insanı tesviye etti,
(yaradılışını düzgün azasını noksansız kıldı). Ve ruhundan ona (şekilsiz bir
hâlde) üfledi (ona ruh verdi)." (Secde:
32/9.)
Cenab-ı Hak,Âdem (Aleyhisselâm)
bu şekilde yarattıktan sonra, Havva (Radıyallahu Anha) validemizi, Âdem (Aleyhisselam)
m sol kaburga kemiklerinin birisinden yarattı. Bu hususta da Cenab-ı Hak,
şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! O Rabbinizden sakının ki, sizi tek
bir nefisten (Âdem Aleyhisselâm dan)yarattı ve zevcesini (eşi Havva Radıyallahu
Anha validemizi) de, ondan (Âdem Aleyhisselâm kaburga kemiklerinin birisinden)
yarattı." (Nisa: 4/1.)
İşte Allah-u Tealâ'nın
Rab'liği Âdem babamızla Havva validemiz (Aleyhisselam) hakkında bu şekilde
tahakkuk etmiş (meydana gelmiş) tir. Ondan sonraki beşer (insan) neslinde,
Allah-u Tealâ'nın Rab'liğinin meydana gelmesini de şu şekilde izaha çalışalım:
İnsanın ve bütün hayvanların gıdası olan ekin, meyvave sebzeleri Mevlâ
Tealâ'nın güneş, ay, yıldız, rüzgar, bulut ve yağmur gibi sebeplerle ne şekilde
terbiye ettiği (yetiştirdiği) herkesin malûmu (bilmiş olduğu bir şey) dir.
İnsan bunları gıda
olarak midesine indiriyor, bu gıdalar, kimyahane gibi olan midede kudreti
ilâhiye (İlâhî kuvvet) le halledildikten (hazmedildikten) sonra, insanın
içindeki çeşitli organlar vasıtasıyle bedenin her uzvuna lâyık ve uygun olan
cüz seçilip sevkediliyor (gönderiliyor). Şöyle ki: Göze gidecek madde seçilip
göze, kulağa gidecek madde seçilip kulağa, tırnağa gidecek madde seçilip
tırnağa gönderiliyor. Eğer seçilen cüzler lâyık ve uygun olmayan uzuvlara
gönderilse, meselâ; Göze lâzım olan cüz kulağa, kulağa lâzım olan göze gönderilecek
olsa, kulak da, göz de muattal kalır (çalışmaz hâle gelir).
Bu ne büyük bir
sanattır ki, akıllar hayran oluyor ! Hâl böyleyken bu kudret sahibini
bulmamak, ne büyük bir mahrumiyet ve ne muazzam bir zarardır. Bu mahrumiyetten
Rabbimiz cümlemizi muhafaza buyursun !
Âmin.
Zikredilen bu
gıdalardan, her uzvun münasibi (uygunu) olan cüz seçilip yerine gönderildiği
gibi, insanın yaratıldığı nutfe (meni) de seçilip babanın belkemiğine, annenin
göğüs kemiklerine gönderiliyor. Ve cinsi münasebet vasıtasıyla ana rahmine
dökülüyor, orada bir müddet nutfe olarak kalıyor sonra, donuk kan, yani
akıcılığını kaybetmiş, ete dönıneğe yakın bir hâle çevriliyor, sonra et
parçası hâline döndürülüyor, sonra beden iskeletinin kemikleri hâline getiriliyor.
Sonra o iskelet hâlinde olan kemiklere, et ve deri, elbise gibi giydiriliyor.
Böylece beden tamamlanınış oluyor, sonra o bedene ruh verilip, yeni bir
yaratılışla yaratılıyor. Nitekim bu durum Allah-u Tealâ Hazretleri tarafından
şöyle izah edilmektedir :
"Ve andolsun ki, biz (Azimü'ş-şan) insanı
çamurdan (ibaret olan) bir hulasa (öz) den yarattık." -- "Sonra onu
metin (sağlam) bir karargâh'ta bir nutfe (meni, insanın yaratıldığı su)
kıldık." - "Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik,
müteakiben o kan pıhtısını da bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da
kemiklere çevirdik, o kemiklere de bir et giydirdik. Bilâhare, onu başka bir
yaratışla yarattık (ona ruh verdik). Artık musavvir (suret verici),mukaddir
(her şeyi ölçü üzere yapıcı) olanların en güzeli olan Allah (-u Tealâ), pek
mübarektir, çok yücedir." (Müminun:
23/12-14)
Ana rahmindeki
terbiyesi (yetiştirilmesi) tamamlandıktan sonra, emri ilâhi (Allah'ın izni) yle
doğan çocuğu, Allah-u Tealâ Hazretleri, bu defa annesi babası vasıtasıyla
terbiye edip, büyütüp kemale ulaştırıyor.
Hulâsa "Rab": Varlık âlemlerini
yaratan, terbiye ve tenıniye eden (yetiştirip, büyüten) maddî ve manevî kemale
ulaştıran "Allah (Celle Celâluhu) " demektir, işte varlıkların en
mükerremi (kıymetlisi) ve en şereflisi olan insanı, kemale ulaştıran Allah-u
Tealâ, sebze, meyva, ekinleri ve her şeyi de böylece yoktan yar edip, en küçük
hâlinden başlayarak en olgun durumuna kadar getirendir.
Meselâ: Bir buğday,
mısır, üzüm, arpa tanesini, bir ağacı, bir otu ve bir çiçeği yoktan var edip en
küçük hâlinden, en büyük hâline ulaştıracak Allah-u Tealâ'dan başka bir Rab
bulabilir miyiz ? asla bulamayız !
Bu sayılanların hepsi
maddî terbiyedir. Bir de manevî terbiye vardır ki, asıl terbiye odur. Mevlâ
Tealâ bunu da, tarafı ilâhîsinden (kendi tarafından) indirmiş olduğu kitaplar,
göndermiş olduğu peygamberler (Sallallahu Aleyhim ecmein)ve onların varisleri
(vekilleri) olan ulema ve meşayih (alimler ve şeyhler) vasıtasıyla yapmaktadır.
Kuran-ı Azimü'ş-şan bu iki terbiyeyi de tafsilâtlı (ayrıntılı) bir şekilde
beyan etmektedir.
îşte böyle bir
terbiyeyi ancak Mevlâ Tealâ yapabilir, bütün insanlık âlemi bundan âcizdir.
Öyleyse, bütün insanlık âlemi ve mükellef (sorumlu) olan â-lemlerin hepsinin,
Allah-u Tealâ Hazretlerine boyun eğip, emirlerini tutup yasaklarından kaçarak,
acziyet (güçsüzlük) ve abdiyet (kulluk) larını izhar etmeleri (ortaya
koymaları) lâzımdır.
Onlar bu vazifelerini
yapmadıkları takdirde, huzur-u İlâhîde (öldükten sonra diriltildiklerinde),
büyük bir muhasebe ve muhakemeye duçar olacaklarını (tutulacaklarını)
unutmasınlar ! Ve yol yakınken, gelecek büyük felâketlere maruz kalmadan
(yakalanınadan), O büyük Kadir-i mutlak'a dönerek, emirlerini tutup yasaklarından
kaçarak bu felaketten kurtulsunlar. Bu ise ancak dünyada mümkündür, ahirette
pişmanlık fayda vermez. O hâlde akıllı kişinin uyanınası gerekir.
kelimesi lâfzının cemi (çoğulu) dur. Âlem: Cenab-ı
Hak'dan gayri (başka) her şeye denir. Ayrıca mahlukat içerisinde her bir sınıfa
da, âlem denilir. Meselâ: İnsanlar âlemi, melekler âlemi, cinler âlemi. İşte bu
itibarla âlem lâfzı cemilenerek denilmiştir.
Âlem kelimesinde,
alâmet manası da vardır. Mahlukat (yaratılmış olan her şey) yaratanın varlığına
nişan olduğu için, mahlûkata: "âlem" denilmiştir.
Mademki âlem, Cenab-ı
Hak'kın varlığına, birliğine ve kudretinin (gücünün) sonsuzluğuna nişandır,
öyleyse her insanın her mükellefin bu âleme bakıp, çok tefekkür ederek
(düşünerek) Mevlâ'nın var olduğunu bilmesi ve O'nun büyüklüğünü anlamakta
günbegün ilerlemesi lâzımdır. Kişi, Cenab-ı Hakkı bilmekte ilerlediği kadar,
imanı kuvvet bulur imanı kuvvetlendiği kadar da, tes-limiyeti ve itaati artar.
Böyle bir Allah'ın hiç bir emrine itiraz edilemeyeceğini (karşı gelinemeyeceğini)
kat'î olarak bilir. Ve Allah'ın emirlerinin mecmuu (toplamı) olan îslâmiyetin,
hiç bir maddesine muhalefet edilmemesinin lâzım olduğunu anlar.
Kâinatı bu kadar güzel
nizam (düzen) içinde yaratan, terbiye eden (yöneten) Allah'ımızın (Celle Celâluhu)
, bu kâinatı yaratmasında, nizam ve terbiyesinde (idaresinde) hiç bir noksanlık
düşünülmediği gibi, vaz etmiş (ortaya koymuş) olduğu Islâmiyette de, hiç bir
kusur ve noksanlık düşünülmez. O hâlde Islâmı noksansız kabul ve tatbik etmek
(yaşamak) lâzımdır.
Mevlâ Tealâ'nın "Bütün
âlemlerin Rabbi" olması hususunda (hakkında), Cabir îbn-i Abdullah (Radıyallahu Anh) dan şöyle rivayet edilmiştir:
Hazreti Ömer'in (Radıyalahu
Anh) Emiru'l-Müminin (Müminlerin emiri, devlet reisi) olduğu senelerden birinde,
çekirgeler azaldı. Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) bunun hikmetini sordu,
kimseden bir cevap alamadı ve bundan dolayı üzüldü. Sonra Yemen'e Şam'a, Irak'a
vesair memleketlere adamlar göndererek oralarda çekirgelerden görülen var mı,
yok mu ? diye sordurdu. Yemen tarafına gönderdiği bir kişi bir avuç çekirge
getirerek önüne koydu. Hazreti Ömer (Radiyalahu Anh) çekirgeleri görünce:
diyerek üç kere tekbir getirdi sonra şöyle dedi. Resulullah (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem) in şöyle buyurduğunu işitmiştim :
"Allah-u Tealâ
bin tane ümmet yaratmıştır. Bunların altıyüzü denizde dörtyüzü karadadır. Ve bu
ümmetlerden ilk helik olacak olan çekirgelerdir. On lar helak olunca ipi kopmuş
boncuklar gibi diğer ümmetlerde ardarda helak ola caklardır. Yani Hazreti Ömer
(Radıyallahu Anh) çegirgelerin yaşadığı haberini alınca, ümmetlerin helaki
başlamadı diye sevindi."[56]
Vehb (Kuddîse Sırruhu)
Hazretlerinin şöyle dediği rivayet edilmiştir : "Şüphesiz Allah'ın onsekiz
bin âlem'i vardır. Dünya ise, bu âlemlerden sadece biridir. "[57]
1- "Bütün hamdler, O Allah'a mahsustur ki,
kulunun (Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem *in) üzerine o kitabı (Kuran-ı
Kerimi) indirdi ve onda hiç bir eğrilik (mana ve lâfzında bir çarpıklık)
yapmadı.
(Kehf: 18/1)
2- "Hamd,
gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Al-laha mahsustur.
(Bunca ayet ve delillerin zuhurundan, meydana çıkmasından) sonra, kâfir
olanlar (hâlâ putları, kendilerini yaratan, besleyip büyüten) Rab'leriyle denk
tutuyorlar." (En'am: 6/1)
3- "Ve O, Âllah'dır. Ondan başka hiç bir
ilâh yoktur. Önünde (dünyada) da sonunda (ahirette) de hamd ona mahsustur,
hüküm de onundur. Ve siz ancak ona döndürül (üp götürül) eceksiniz." (Kasas: 28/70.)
4- "Göklerde
ve yerde ne varsa (hepsi), kendisinin olan Allah'a hamd olsun. Ahirette de hamd
O'nundur. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdar
olan da yalnız O'dur." (Sebe':
34/1)
5- "Gökleri ve yeri yaratan, melekleri
ikişer, üçer, dörder kanatlı (olmak üzere, kendisiyle peygamberleri ve salih
kulları arasında) elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmakta ne dilerse
(onu) artırır. Şüphe yok ki, Allah her şeye hakkıyla kadir (gücü yeten)
dir." (Fatır Suresi: 35/1)
6-
"Ve (habibim) şöyle de: Hamd Allah'a
mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek, siz de onları (görüp) tanıyacaksınız.
Ve Rabbin ne yapacağınızdan
gafil (habersiz) değildir."
(Neml: 27/93.)
7- "Andolsun ki, onlara: "Gökten su
indirip onunla, Ölümünün ardından yer yüzünü canlandıran kimdir ?" diye
sorsan, elbette, «Allah.» derler. De ki: (Öyleyse) hamd, Allah'a mahsustur.
Fakat onların çoğu aklını kullanınazlar." (Ankebut: 29/63. )
8- "Andolsun ki, onlara gökleri ve yeri
kimin yarattığını sorarsan, muhakkak «Allah» derler, (habibim) Sen:
«Elhamdülillah (hamdolsun Allah'a)» de. Hayır, onların çoğu bilmezler." (Lokman: 31/25)
9- "De ki: «Hamd, evlât edinıneyen mülk
(ün) de hiç bir ortağı olmayan züllün (güçsüzlük) den dolayı yardımcıya da
(ihtiyacı) bulunınayan Allah'a aittir.» ve ona son derece tazim et de et "
(İsra: 17/111)
[58]
1- "(İbrahim (Aleyhisselâm) buyurdu ki):
"Bana (şu) ihtiyarlığ (im) a rağmen İsmail ve İshak (Aleyhimesselâm) ı
bahşeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz benim Rabbim duayı elbette hakkıyla
işitendir." (İbrahim: 14/39)
2- "Andolsun kî, biz Davudfa ve (oğlu)
Süleyman (Aleyhisselâm) a ilim vermişizdir, (bundan dolayı) onlar: "Bizi
mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan, Allah'a hamdolsun." dediler." (Neml: 27/l 5)
[59]
1- "(Cennette şöyle) derler: Bizden hüznü
(tasayı) gideren, Allah'a hamdolsun. Hakikat, Rabbimiz çok yarlığayıcı (af
edici), çok şükredici (şükrü kabul edici) dir." (Fatır Suresi: 35/34)
2- "Ve biz
onların göğüslerinde (dünyadan kalma)kinden ne varsa söküp atacağız onların
(köşklerinin ve saraylarının) altlarından ırmaklar akar ve derler ki: O
Allah'a hamdolsun ki, bizi (hidayetle) buna kavuşturdu. Eğer Allah (Tealâ) bize
hidayet etmeseydi, biz kendi kendimize hidayete eremezdik. Muhakkak ki,
Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirdiler. Ve onlara: "îşte (dünyada)
yapmakta devam ettiğiniz (iyi işler) sayesinde varis olduğunuz (miras olarak
verildiğiniz) cennet budur." diye nida edilecek (seslenilenecek)
tir." (A'raf Suresi: 43)
3- "Onlar (cennete giren müminler):
"Bize verdiği sözde sadık (doğru) olan ve bizi dilediğimiz yerde
oturacağımız bu cennet yurduna varis kılan, Allah'a hamdolsun. İyi amelde
bulunanların mükâfatı ne güzelmiş !" derler. Melekleri görürsün ki,
Rablerini hamdle teşbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık
(kulların) aralarında hak (ve adalet) le hükmolunınuş ve (cennet ehli
tarafından): "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun."
denilmiştir." (Zümer: 39/74-75)
[60]
1- "Size ne oluyor ki Allah için bir
azamet ummuyor (Allah'a büyüklük tanımıyorsunuz), hâlbuki O, sîzi, muhakkak
türlü türlü tavırlar (hâller) le yaratmıştır." (Nuh Suresi: 71/13-14)
2- "Ey insanlar ! Eğer siz öldükten sonra,
tekrar dirilmekten bir şüphede iseniz (düşünün ki), biz sizi (n aslınız olan
Âdem babanızı) topraktan, sonra tonun zürriyetini) meni (döl suyun)dan sonra,
pıhtılaşmış (akıcılığım kaybetmiş) bir kandan, daha sonra da, hilkati
(yaratılışı) bellibelirsiz bir lokma et parçasından yarattık (ve bunları) size
(kemal-i kudretimizi, son derece güçlü olduğumuzu) apaçıkgösterelim diye
(yaptık). Sizi dileyeceğimiz, muayyen (tayin edilmiş belli) bir vakte kadar
rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra güçlü
çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütüyoruz)." (Hacc: 22/5) den
3- "(Allah-u Tealâ) Onu (insanı) hangi
şeyden yarattı ? Onu bir damla sudan yarattı da, onu takdir etti. Yani evvela
kan pıhüsı sonra, bir çiğnem et yaptı, sonra uzuvlarının şekillerini tamamladı.
Hulâsa yaratılışı tamamlanıncaya kadar onu, O hâlden bu hâle getirdi." (Abese Suresi : 80/18-19)
[61]
Öyle büyük Allah ki,
Rahman sıfatıyla muttasıf, yani mahlûkatına (yaratıklarına) acımakta nihayete
(son dereceye) varan, hakiki nimet vericilikle sıfatlanınış, yine öyle büyük Allah
ki, Rahim sıfatıyla muttasıf (ziyade hakiki nimet vericilikle sıfatlanınış).
[62]
Rahman ve Rahim
(sıfatlarıyla muttasıf), yani bütün hamdler bu sıfatlarla muttasıf (sıfatlanınış)
olan Allah-u Tealâ'ya mahsus (sadece ona ait) tir.
[63]
Rahman:
Lâfzı Arap lügatında ziyade acıyıcı manasını ifade eder. Acıyıcılık ise, bir
mahlûkun (yaratığın), acınınası icabeden (gereken) diğer bir mahlûka karşı,
yumuşayıp tesirlenınesi demektir ki, bu tesirlerime neticesinde acıdığı
mahlûka karşı ihsan ve iyilikte bulunur.
Cenab-ı Hak'kın Rahman
oluşu ise, acıyıcılığın gayesi (neticesi) olan, mahlûkatına inam ve ihsan
(iyilik) etmesi demektir.
Bu iki sıfatın
Besmele'den sonra burada tekrar edilmesinde bir takım hikmetler zikredilmiş
(söylenmiş) tir.
1- Besmele'de
geçen sıfatlarından anlaşılan iki rahmet (acıma) Mevlâ Tealâ'nın zatına
aittir. Buradaki rahmetler ise kâmil sıfatlara mensup (yüksek sıfatlarla
alâkalı) dır.
2- Bu
tekrar, Besmele'nin Fatihadan olmadığına işaret etmektedir. Zira Fatiha'dan
olsaydı tekrar edilmezdi, nitekim Hanefî mezhebimize göre de böyledir.
(Besmele Fatiha'dan bir ayet değildir).
3- kelimelerini
tekrar etmekle Mevlâ Tealâ kullarını, kendisini çok anmaya teşvik etmiştir.
Zaten Allah'ı sevmenin alâmeti (nişanı) O'nu çok zikretmektir.
Nitekim Aişe (Radıyallahu
Anha) den rivayete göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : "Kim bir şeyi severse, onu çok
anar." buyurmuştur.[64]
4- Mevlâ
Tealâ "Bütün hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur."
buyurarak bütün âlemlerin Rabbi olduğunu zikrettikten sonra, oluşunu tekrar
ederek, bu Rabliğini ya Rahmaniyet (dünyada yarattıklarına rızık vermek) veya
Rahimiyet (ahirette müminleri mağfiret, affetme) ile yaptığını beyan
etmektedir. Bundan dolayı da, bu sıfatlarından sonra, ceza gününün Maliki
(hakimi, sahibi) olduğunu zikretmektedir.
5- Yine bu tekrarla
kulunun, bu rahmetlere hamdederek kavuşacağına işaret buyuruyor. Zira beşerden,
Allah-u Tealâ'ya ilk hamdeden Âdem (Aleyhisselam) olmuştur. Şöyleki; O, aksırınca
dedi. O anda Mevlâ tarafından " Rabbin sana rahmet etsin." hitabına
mazhar oldu (kavuştu).
6- Bu tekrar, talil içindir. Yani Mevlâ Tealâ bu
sıfatları takındığından dolayı, bütün hamdlerin kendisine mahsus (ait)
olduğunu beyan etmiştir. Zira bütün iyilikler ondan olduğu için, bütün hamdler
de sadece ona mahsustur.
Cenab-ı Hak'kın Rahman
ve Rahim oluşundan dolayı yaptığı inam ve ihsan (iyilik) lerin sayılması mümkün
değildir. Ancak biz bunlardan bir kısmını sayalım ki, Mevlâ Tealâ'nın
kullarına karşı ne kadar büyük iyiliklerde bulunduğu biraz anlaşılsın ve ona
şükür için ibadet vazifeleri ifa (yerine getirilme) ye çalışılsın.
Cenab-ı Hak'km yaptığı
iyiliklerin bidayeti (başlangıcı); Bizi bütün şer (kötülük), çirkinlik,
noksanlık ve zeval (eksiklik) lerin kaynağı olan: Adem (yokluk) tan çıkarıp
bütün hayır (iyilik) kemal (olgunluk) hüsün ve cemal (güzellik) lerin kaynağı
olan Vücud'a (varlığa) kavuşturmasıdır.
En büyük iyiliği ise,
taraf-ı ilâhî'sinden (kendisi tarafından) gönderilen Peygamberler (Salavatullahi
Aleyhim Ecmain)ve onlara indirilen kitaplar, bahusus (özellikle) Peygamberler
peygamberi Muhammed Mustafa (Aleyhissalâtu vesselam) ve bütün kitapları cami
(içine alıcı) olarak, O'na indirilmiş olan Kuran-ı Kerim vasıtasıyla, bizi Esma
ve Sıfat-ı llâhiyesi (İlâhî isim ve sıfatları) ile Kenz-i mahfî (gizli hazine)
olan Zat-ı Pak-i Sübhaniyesinin marifetine delâlet etmesi (kendisini bilme
yolunu bize göstermesi) dir.
Cenab-ı Hak'km Rahman
ve Rahim sıfatlarıyla bize inam buyurduğu nimetleri daha güzel anlayabilmek
için, Müceddid-i elfi sanî, (ikinci binin yenile-yicisi olan) Imam-ı Rabbanî (Kuddise
sırruhu) Hazretlerinin "Mektubat" isimli eserinde, Saliha bir kadına
yazmış olduğu mektubun baş tarafını burada tercüme edip yazmayı uygun
görüyoruz.
[65]
Bütün hamdler, bize
inam eden (nimet veren) ve bizi İslâm'a hidayet eden (kavuşturan) ve bizi,
ins-ü cin'nin efendisi, MuhammediAleyhisselam) in ümmetinden kılan, Allah-u
Tealâya mahsustur.
Bilinınelidir ki, Hak
Sübhanehu ve Tealâ Hazretleri müstakıllen (başlı başına) inam edici (nimet
verici) dir. Bu inam edilen nimet eğer vücut (varlık) sa, Mevlâ Tealâ
Hazretleri tarafından karşılıksız verilmiştir. Eğer beka (varlığın devamı olan
yaşamak) sa, yine Mevlâ Tealâ Hazretleri tarafından bahşedilmiştir. Ve eğer
kâmil (üstün) sıfatlarsa, yine O Mevlâ'nın her şeye şamil (bütün yaratıkları
kaplamış) olan rahmetinden neş'et edici (doğucu) dur.
Hayat (Dirilik), ilim
(Bilmek), Kudret (gücü yetmek) Basar (Görmek), Semi (İşitmek). Nutuk
(Konuşmak), işte bütün bu nimetler, Mevlâ Tealâ Hazretlerinden istifade edilmiş
(alınınış) tır. had'den ve ad'den (sınırlanınaktan ve sayılmaktan) hariç olan
enva-i çeşit nimetlerin ve sınıf sınıf kerem (iyilik) lerin hepsi Mevlâ Tealâ
tarafından ifaza edilmiş (akıtılmış) tır.
O Mevlâ Tealâ güçlüğü
ve şiddeti izale eder (giderir), duaları kabul eder ve belâları defeder
(kaldırır).
Mübalâğayla (son
derece) rızık vericidir. Re'fetinin kemalinden (esirgeyiciliğinin son derece
oluşundan) dolayı, günahları sebebiyle kullarından rızık-ları menetmez
(engellemez).
Mübalâğayla örtücüdür.
Affının ve tecavüzünün (kullarının günahlarına karşı azap etmekten vaz
geçmesinin) bolluğundan dolayı, kulların günah irtikap etmeleri (işlemeleri)
sebebiyle, onların hürmet perdelerini yırtmaz, yani onları ayıplarından dolayı
rezil-ü rüsvay etmez.
Hilim sahibidir,
(kullarına ceza vermekte acele etmez) umumi olan keremini (iyiliğini),
dostlarından ve düşmanlarından menetmez.
Nimetlerinin en
büyüğü,en âlâsı (yücesi), en şereflisi ve en kıymetlisi bizi islâm'a davet
etmesi (çağırması)ve bizi Darü's-Selâm (bütün afetlerden, felâketlerden
kurtuluş) yurdu olan cennete hidayet etmesi (o cennetin yolunu bize
göstermesi), ins-ü cin'nin Efendisine ittibaya bizi delâlet etmesi (uyma yolunu
bize göstermesidir). Zira ebedî hayat ve sonsuz nimetler bunlara bağlıdır.
Velhasıl (özetle)
Mevlâ Tealâ'nın kullarına inamı (nimet verişi), ihsanı ve ikramı (iyiliği)
güneşten daha açık, dünden daha belli, aydan daha parlaktır.[66]
İmam-ı Rabbani
(Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin mezkûr (bahsedilen) mektubundan yazmayı uygun
gördüğümüz kısım burada sona erdi. Tamamını arzu edenler, bu mektuba müracaat
etsin (başvursun) lar.
Rahman lâfzında beyan
ettiğimiz manaların aynısı, Rahim lâfzında da vardır. Ancak Rahman kelimesinin
harfleri çok olduğundan, Rahim kelimesinden daha ziyade (fazla) mana üzerine
delâlet etmektedir.
Bu ziyadelik
(fazlalık) iki şekilde düşünülür, biri ihsan edilen zatlar nazara alınarak
(iyilik edilen kişiler düşünülerek), ikincisi ihsan edilen nimetlerin kendi
değerlerine bakılarak; Birinci itibarla, Rahman sıfatıyla Cenab-ı Hak dünyada,
mümine de, kâfire de ihsan (iyilik) edicidir. Rahim sıfatıyla ise, ahirette
sadece müminlere ihsan edecektir.
İkinci itibarla,
Rahman sıfatıyla Cenab-ı Hak ahirette müminlere değerleri sonsuz olan nimetler
ihsan edecektir. Rahim sıfatıyla ise, dünyada mahdut (sayılı) olan nimetleri
mümine de, kâfire de ihsan etmektedir.
îşte bu iki mübarek
isimle dua eden kişi, Mevlâ'nın rahmetini celbetmiş (üzerine çekmiş) olur.
Nitekim Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) nın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Bir kere babam (Ebu bekri's-Sıddik Radıyallahu Anh ):
"Sana bir dua öğreteyim miki ? Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
onu bana öğretmiş ve İsa (Aleyhisselâm) onu havarilere (yakın adamlarına)
Öğretirdi. Eğer üzerinde Uhud dağı kadar borç olsa, elbette Allah-u Tealâ (bu
dua bereketiyle) onu sana ödettirir." buyurmuştu, dedi.
Ben de: " Buyur
öğret." deyince, babam: "Şu duayı oku !" buyurdu :
"Ey dertleri
açan, gamları (kederleri) kaldıran, zorlananların dualarını kabul eden, dünya
ve ahiretin Rahman'ı, ve onun (ahiretin) Rahim'i olan Allahım !. Bana sen
merhamet edersin. Başkalarına muhtaç etmeyecek bir merhametle bana Sen acı."
[67]
Rahman ve Rahim
kelimeleri sıfat-ı müşebbehe'dirler. İmam-ı Beyhekî'nin "Esma ve
Sıfat" isimli eserinde zikrettiğine göre Rahman lâfzının İbranî (ibranîce)
olduğu söylenınişse de,Cumhur-u Ulema (alimlerin çoğu) arapça olduğuna ve
rahmet kökünden alındığına ittifak etmişler, (topluca karar vermişler) dir. Bu
lâfız mübalâğa olsun (fazla mana ifade etsin) için veznine nakledilmiştir.
Acımakta eşi ve benzeri olmayan acıyıcı demektir. Bundan dolayı tesniyelenınez,
cemilenınez, ama Rahim, tesniyelenir, cemilenir. Rahim kelimesi de aynı kökten
alınınıştır. feîl vezninde olup, fail, yani Rahim manasmdadır. Bu vezinde de
yine mübalâğa vardır.
Mesnevî sarihi Anharavî
Hazretleri Fatiha tefsirinde şöyle buyurmuştur: insan "Allah'ın ahlakıyla
ahlâklarım." kavli şerifinin gereğince, Mevlâ'nın bu büyük sıfatlarından
nasibini alarak, Allah'ın kullarına acımalıdır. Ve böylece Mevlâ'nın rahmetine
mazhar olmalı (ulaşmalı) dır.
Nitekim Abdullah Ibn-i
Amr (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir Hadis-i şerifte Efendimizi (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem): "Yer yüzündekilere acıyın ki göktekiler de size acısın."
buyuruyor.[68]
Bir Hadis-i şerifte
de:
Üsame İbn-i Zeyd (Radıyallahu
Anh)den rivayete göre,Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Allah (u Tealâ) kullarından ancak acıyanlara acır."
buyurdu.[69]
Ebu Hureyre (Radıyallahu
Anh) den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerifte de Efendimiz (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem): "Acımayan acınınaz."
buyurdu.[70]
Abdullah îbn-i Amr
(Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen diğer bir Hadis-i şeriflerinde de
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : "Acıyanlara
Rahman (Tealâ) rahmet eder." buyurdu.
[71]
Yakınlarımızın,
çoluk-çocuğumuzun hastalıklarına, fakirliklerine acıdığımızdan ziyade, namaz
kılmamalarına, oruç tuİmamalarına, faiz yemelerine acımalıyız. Zira dünyadaki
hastalıklar, zorluklar geçer ama ahiretteki belâlar bitmez, tükenınez
binaenaleyh onlara iyiliği emretmeli ve onları kötülüklerden vaz geçirmeye
çalışmalıyız ve böylece: Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) den rivayete göre,
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "İnsanların en hayırlısı, insanlara en menfaatti olanda"
[72] Hadis-i
Şerifinin verdiği müjdeye nail olmaya gayret etmeliyiz.
[73]
1- "O, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka
hiç bir ilâh yoktur. (O) gizliyi de bilendir, aşikârı da. O (kullarını), çok
acıyan ve çok esirgeyendir."
(Haşr: 59/22)
2 -"Rahman
(kullarına çok acıyıcı olan Allah),Kuranı öğretti, tnsanı yarattı. Ona,beyanı
(kalbine gelen manaları diliyle açıklamayı) öğretti.(Rahman: 55/1-4)
3- "De ki: Gerek Allah diye (isim verip)
çağırın, gerek Rahman diye (isim verip) çağırın, hangisiyle çağırsanız nihayet
en güzel isimler O'na mahsustur. Namazında pek bağırma, sesini o kadar da
kısma, ikisi arası bir yol tut." (İsra Suresi :17/110)
4- "(Kuran) Rahman ve Rahim olan Allah katından
peyderpey (ayet ayet, birbiri ardınca) indirilmiştir." (Fussilet: 41/2)
5-
"Onlara: "Rahman'a secde edin
!" dendiği zaman: "Rahman da neymiş ? Senin bize emrettiğine secde
eder miyiz hiç !" derler ve (bu secde emri) onların nefretini (büsbütün imandan ürküp uzaklaşmalarını)
artırdı."
(Furkan: 25/60 Secde ayeti.)
6- "O, sizi karanlıklardan (küfür ve
masiyetten), nur'a (iman ve taat nuruna) çıkarmak için üzerinize, melekleriyle
beraber, salât eden (rahmetini gönderen) dir. O, (Halık-ı Kerim, kıymetli
yaradıcınız) müminlere karşı çok merhametlidir." (Ahzab: 33/43)
[74]
Öyle büyük Allah ki,
ceza (kıyamet) gününün maliki (hakimi).
[75]
Ceza gününün yegâne
maliki, yani bütün hamdler, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim sıfatlarıyla
muttasıf (sıfatlanıcı) ve ceza gününün yegane sahip ve mutasarrıfı
(yöneticisi) olan Allah-u Tealâ Hazretlerine mahsustur.
[76]
Malik:
Sahip
olduğu şeylerde, dilediği gibi tasarruf ve muamele (idare ve yönetme) de
bulunan zat'a denir.
Din günü: Demektir ki,
bundan maksat: Herkesin dünyada yaptığının mukabilini (karşılığını) göreceği
ceza günü, ahiret günüdür.
Bu hususta îbn-i Abbas
(Radıyallahu Anhuma) şöyle buyurmuştur : "O günde dünyadaki gibi kimse bir
şey'e sahip olamayacak, Allah-u Tealâ'nın hiç bir hükmüne karışamayacaktır. O
gün, mahlûkatın (yaratıkların) hesabının görüleceği gündür. Mevlâ Tealâ
herkese hayırlı işlerine karşı hayırlı mükâfat, kötü işlerine karşı da, kötü
ceza (karşılık) verecektir."
Allah-u Tealâ gerçekte
dünya ve ahiretin yegâne maliki (sahibi) yse de, dünyada zahiren (görünüşte),
bir takım tasarruf (idare) ve muameleleri kullarına vermiştir. Fakat ahirette
zahirî tasarruflar (mükâfatlandırmak, cezalandırmak gibi bütün'işler) ancak
onun elinde olacağı için, burada ceza gününün maliki buyurulmuş, dünya ve
ahiretin maliki buyurulmamıştır.
Bu ayet-i celilede,
dünyada yapılan işlerin karşılığının verileceği gün olan kıyamet günündeki
bütün tasarrufların Mevlâ'nın elinde olduğu beyan buyurularak, bütün kullar o
gün huzur-i İlâhîde (Allah'ın huzurunda) hesap verecekleri hususunda kuvvetli
bir şekilde ikaz edilmiş (uyandırılmış) tır.
Binaenaleyh onlar bu
ikazdan dünyadayken mütenebbih olup (uyanıp), o huzura hesap vermek üzere
çıkacaklarından korkarak, nefislerini arzu ve isteklerinden menedip
(alıkoyup), Mevlâ'nın sevdiği ve razı olduğu işlere sevket-mek (yönlendirmek)
suretiyle, saadet-i ebediye'ye (sonsuz mutluluğa), cennet ve cemalullaha
(Allah'ın cemaline) kavuşmak için ellerinden gelen gayreti son derece
sarfetmeli (kullanınalı) dırlar.
Fakat kişi bu tenbih
(uyandırma) dan uyanınayıp, kendi arzu ve isteklerine uyarak, Mevlâ'ya karşı
gelip azarsa, varacağı yerin, kimsenin dayanamayacağı ebedî azap mahalli
(sonsuz ceza yeri) olan cehennem olacağımda unuİmamalıdır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i celilesinde
şöyle buyurmaktadır :
"Ve Rabbi'nin makamından korkan kimse için iki
cennet vardır." (Rahman Suresi:
55/46)
Yani Rabbi'nin
muhasebe (hesaba çekmek)için kullarını dikeceği mahşerden korkarak
isyan(günah)ları terkedip, emirleri tutanlar için iki cennet vardır. Diğer bir
ayet-i kerimede de Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Artık kim taşkınlık etmiş ve dünya hayatını
(ahiret üzerine) tercih eylemiş (üstün tutmuş) ise, şüphe yok ki, onun yurdu ancak
cehennemdir. Fakat her kim Rabbi'nin makamından (huzurunda dikileceğinden) korkmuş
ve nefsini hevafdan (sevdiğinden) nehyetmiş (vazgeçirmiş) se, artık şüphe yok
ki, ancak cennet, o kimse için yurttur."
(Naziat: 79/37-41)
[77]
1- "İyiler hiç şüphesiz naim (cennetin)
de, kötüler ise, muhakkak yakıcı ateş içindedirler. Din (ceza) günü oraya gireceklerdir.
Ve onlar, ondan (ateşten) ayrılacak da değildirler. O din günü nedir ? (Bunu)
sana hangi şey öğretti? O din günü nedir ? Tekrar (bunu) sana hangi şey
bildirdi ? O, öyle bir gündür ki, hiç bir kimse, (diğer) kimseye, hiç bir şeyle
fayda vermeye muktedir (güçlü) olamıyacaktır. O gün, emir (bütün işler, yalnız)
Allah'ındır." (Infitar 82/13-19)
2- "Bu bir gündür ki, konuşamazlar. Ve
onlar için izin verilmez, itizarda da bulunamazlar (özür de dileyemezler).
Tekzip edenlerin (yalanlayanların) o gün vay haline ! îşte bu, fasıl (dostlarla
düşmanları ayırdetme) günüdür, sizleri de evvelkileri de toplayıverdik. Artık
sizin için bir hile (kurtuluş çaresi) varsa, hemen bana hilede bulunun. O gün,
mükezzip (yalanlayıcı) ların vay hâline." (Mürselat: 77/35-40)
3- "(O kavuşma günü) Bir gündür ki, onlar
(kabirlerinden) harice (dışarıya) çıkarlar. Onlardan hiç bir şey Allah'a gizli
kalmaz. (Allah onlara sorar) "Bu gün mülk kimindir ?" (Ve cevabını
verir) Vahid (bir), Kahhar (istediğini zorla da olsa yaptırıcı) olan
Allah'ındır." (Mümin: 40/16)
İşte Fatiha-i Şerifeyi
başından başlayıp tefekkür (düşünce) ve şuur (anlayış) la okuyarak, bütün
hamdlerin, Rabbü'l-âlemin (bütün âlemleri yokluktan varlığa çıkarıp, onları
tavırdan tavıra, şekilden sekile çeviren, kemale, olgunluğa erdirici), Rahman
ve Rahim (kullarına sonsuz nimetler ihsan edici) ve Maliki yevmi'd-din (ceza
gününün yegâne maliki ve o gündeki bütün hükümlerin mutasarrıfı, idarecisi)
olan, Zat-ı Pak-i Sübhaniye'ye mahsus (özellikle ait) olduğunu gaibane (uzaktan)
ifade eden kişi, biiznillâh-i Tealâ (Allah'-ın izniyle) bilmiş olur ki, ibadet
(kulluk) ancak böyle bir Allah-u Tealâ'ya mahsustur ve yardım ancak böyle bir
zattan istenilir.
Binaenaleyh bu şuurda
(anlayışta) olan bir kimse:
" Sıfattan zat'a
gel hakka gidelim. Cemali bâkemale seyredelim.
Mısraının manasınca,
her şeyden hatta bu yüce sıfatlardan bile geçip bu sıfatların sahibi olan Mevlâ
Tealâ Hazretlerine, cismi ve kalbiyle bilkülliye (bütünüyle) yönelerek,
gaibden bahsederken (iltifat ederek) muhataba hitap etme (seslenıne) şevkini
(aşkını) kendinde bulup, şöyle der :
[78]
Ancak sana ibadet
ederiz. ve ancak senden yardım taleb ederiz
(isteriz).
[79]
(Ey Rabbimiz !) Yalnız
sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz.
[80]
ibadet, itaat etmek,
son derece boyun eğmek demektir. Ikrime (Radıyallahu Anh) nın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Kuran'da geçen bütün ibadet kelimeleri: Tevhid
(Allah'ın birliğini kabul ederek inanmak) manasında, teşbih kelimeleri: Namaz,
kunut kelimeleri de, taat (boyun eğme) manasındadır.
Ayet-i celilede geçen
biz ifadesi, okuyan kişiye, yanındaki meleklere, cemaatte bulunan kişilere ve
bütün müminlere gitmektedir. Mevlâ Tealâ bununla; kişinin ben demeyip,biz
demesinin, ibadet ve duasını diğer müminlerin ibadet ve dualarının arasına
katmasının, lâzım olduğuna işaret etmiştir. Zira bu şekil düşünınek kişinin dua
ve ibadetinin kabulüne sebep olur. Zaten cemaatle namaz da, bunun için meşru
edilmiştir.
Kulun Mevlâ'sına
yapmış olduğu bu hitabın (seslenişin) gerçek ve sahih (doğru) olması, ancak
insanın kalp gözünün her şeyden iraz edip (dönüp), Mevlâ Tealâ Hazretlerine
ikbal etmesi (yönelmesi) yle mümkün olabilir.
Burada yeri gelmişken
şu önemli meseleyi izah etmek (açıklamak) ta büyük fayda mülâhaza ediyor
(düşünüyor)uz.
EbuHureyre (Radıyallahu
Anh) den rivayete göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selim) :"Her insan İslâm fıtratı(kabiliyeti)üzere
doğurulur(yaratılır)." buyurdu.[81]
Bu hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre her insan îslâm kabiliyeti üzere yaratılmıştır. Fakat
bilfiil İslâm'ın meydana gelmesi Peygamberlerin talim ve tebliğleriyle (öğretme
ve duyurmalarıyla) onların varisleri olan ulema ve meşa-yıhın irşadına
(yetiştirmelerine) bağlıdır. însan Şer-i Şerifi (Allah-u Tealâ'run dinini)
öğrendikten sonra,Tarikat-ı Aliyye aşısıyla aşılanır ve seyr-u sülûk'e, yani
Mevlâ Tealâ Hazretlerine manevî bir şekilde yürüyebilmek için tayin edilmiş
(belirlenıniş) vazifelere hakkıyla riayet (dikkat) ederse, Mevlâ'nın fazl-u ihsan
(muvaffakiyet vermesi) de ona ulaşırsa, o zaman huzur-u kalple (kalbi Mevlâ ile
beraber olarak) ibadet etme zevkini (tadını) elde etmiş olur.
Nitekim Risale-i
Kudsiyye'de bu husus şu şekilde izah edilmektedir :
"Nakşibendi
Tarikatına mensup olan kişi, sülük eder."
Sülük:
Tasavvuf yoluna intisap ederek (girerek), riyazetle iştigal edip, (az yemek, az
içmek, az uyuyup, az konuşmak gibi manevî vazifelerle meşgul olmak suretiyle)
salik'in (Allah yolcusunun), Mevlâ ile kendi arasındaki perdeleri aşmak için
manevî bir yürüyüşle yürümesinden ibarettir.
Şu ikinci şatr (parça)
da bunun tefsiri (açıklaması) gibidir.
"(Bu kişi)
gece-gündüz nefsine kement atar."
Kement:
Düşmanı ve avlanırken bazı hayvanatı (hayvanları) tutmak için uzaktan atılan,
ucu ilmikli ip ki, boyuna geçtikten sonra, çekilmekle sıkışır.
"Bu muhterem kişi
zikir ve tefekkür eder. (Bu şekilde nefsini bağlamış olur). İşte zikir,
tefekkür, rabıta ve murakabe gibi Tarikat-ı Aliyye'nin vazifelerine çalışmak,
nefse kement atmaktır. Bu vazifeleri yaparak nefse kement atılmadığı
takdirde,nefis her zaman şehevanî (sevdiği) yollara dalmakla, Mevlâ ile kendi
araşma daha nice perdeler sokar ve bu sebeple Mevlâ ile huzurdan (beraberlikten)
geri kalmış olur.
Ercümend:
Muhterem, akıllı kişi demektir.
"(O muhterem
kişinin, nefsi yakalamaktaki) çaresi azimetle (Ciddiyetle, dikkatle) amel
etmekten başka bir şey değildir."
Beyt'in bu kısmı da
şunu anlatıyor. Burada, bu kişi gece-gündüz nefs'e kement atmakla, acaba
islâm'da olmayan başka bir şey mi icat ediyor? diye bir soru akla gelirse,
cevap verilir ki: Hayır ! O kişinin gayesi ancak azimetle amel etmektir,
ruhsatla amel değildir. Çünkü insan, namaz, oruç, hac gibi emirleri tutarak,
Mevlâ'ya karşı vazifesini yapmış olur ama, bunları yapmak ruhsatla amelden
ileri geçemez.
Azimetle amel etmek
ise, Nakşibendi Tarikatının veya diğer Turuk-u Aliyye (yüce yollar) dan birinin
kaide ve vazifelerini icra etmek (yerine getirmek) le mümkündür. Bu
vazifelerin tamamı ise kitap, sünnet, icma (ulemanın birlikte karar vermesi) ve
kıyas (alimlerin, delili açık olmayan bir meseleyi, delili açık olan bir
meseleye benzeterek, onun deliliyle öbürünü ispat etmelerinden ibaret olan
benzetmek) ten alınınıştır.
Azimetle amel etmeyi
daha ziyade açıklamak için şu izahat uygun olur :
Tarikatta olan insan,
yirmidÖrt saatin bir kısmını tarikat kaidesi üzere zikrullah'a, (Allah'ı
zikretmeğe), diğer bir kısmını beş vakit namazı cemaatle kılmaya, diğer bir
kısmını işrak, kuşluk, evvabin, teheccüt gibi sünnet namazlara, diğer bir
kısmını da uygun olan saatinde istirahatlerine ayırır ki:
Abdullah İbn-i Ebi
Evfâ (Radıyallahu Anh) dan rivayete göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
: "Âlim'in uykusu ibadet, nefesi teşbihtir." buyurdu.[82]
Hadis-i şerifinin
manasmca mutedil (ölçülü) şekilde yapılan istirahatler de şükrün ifasından
(yerine getirilmesinden) sayılmaktadır.
Diğer saatlerini de
mesleğine uygun olarak; Ders okutmak, ziraat, ticaret ve ammenin (umum
insanların) ihtiyacıyla iştigale (uğraşmaya) ayırır. Bu işler de, Şer'i Şerifin
koyduğu esaslara (kaidelere) uygun olduğu müddetçe, yine şükrün ifasından
sayılır.
Erhamu'r-Rahimin
(acıyanların en ziyade acıyıcısı) olan Allah-u Tealâ Hazretleri, bu şekilde
çalışmaya devam eden kuluna, Risale-i Kudsiyye'nin bunu müteakip mısralarında
belirtilen huzur-u daimî'yi (devamlı kendisiyle beraber olma makamını) fazl-u
keremiyle (iyiliğinden dolayı) ihsan eder (verir).
Böylece o kul:
"Onlar devamlı
huzur üzere ibadet etmeye ve şeriat (din-i mübin-i islâm) da istikamet etmeye
(doğru bir şekilde yaşamaya) muvaffak olurlar."
Manasındaki mısraın
sırrına ermiş olur ve: "Ancak sana ibadet ederiz." derken, hem
lisanı, hem de kalbiyle Mevlâ'ya hitap etme (seslenıne) şerefine kavuşur ki,
huzur-u daimî üzere ibadet de bundan ibarettir.
Bütün ibadetlerin de
bu şekilde olması istenınektedir. îşte bu huzur'a sahip olan kişinin ibadet ve
istiane (yardım dileme) si asla reddolunınaz.
Nitekim Enes İbn-İ Malik (Radıyallahu
Anhuma) Ebi Talha'nın (Radıyallahu
Anh) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Biz Resulullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) ile beraber bir muharebede idik, düşmanla karşılaştığında
onun: "Ey ceza gününün maliki
(sahibi)ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." diye dua
ettiğini duydum o anda, kâfirlerin yere yıkıldıklarını gördüm, (anlaşılan
melekler onlara önlerinden ve arkalarından vuruyorlardı.)"
[83]
Ancak kul, bu duasının
kabul olması için sözünde durmalı, Mevlâ'sından ve dostlarından başkasının
yollarına uymamalı, onun gayrinden (başkasından) bir şey istememelidir.
Hikâye (nakl) edilmiştir
ki, Süfyan-ı Sevrî (Rahmetullahi Aleyh) Hazretleri bir kere akşam namazında bir
cemaate imam oldu deyince bayıldı düştü. Ayılınca kendisine ne oldu diye
soruldu. Cevaben: "Bana ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım
isteriz, diyorsun da, ya niçin doktorların ve padişahların kapılarına
gidiyorsun? denmesinden korktum." dedi.
[84]
1- "Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir
şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin
malik olduğu kimselere (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyilik edin.
Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez."
(Nisa: 4/36)
2- "Ey iman edenler ! Rükû edin, secde
edin, Rabbinize ibadet edin, hayır (iyilik) işleyin ki, kurtuluşa nail olasınız
(kavuşasınız)." (Hac: 22/77)
3- "(O), göklerin, yerin ve onların
arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O hâlde sen O'na kulluk et ve kulluğunda da
iyice sebat (devam) et. O'nun bir adaşı (rakibi) olduğunu bilir misin ? (asla,
yoktur)." (Meryem: 19/65)
4- "Ve
bana ibadet edin ! İşte dosdoğru yol budur." (Yasin: 36/61)
5- "Ey iman eden kullarım ! Şüphe yok ki, benim
arzım (yeryüzüm) geniştir. Binaenaleyh ancak bana ibadet edin."
(Ankebut: 29/56)
6- "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine
ibadet et." (Hicr:15/ 99)
7- "De ki: Muhakkak ben, Allah'a, dini
(ibadeti), ona halis edici (sırf ona yapıcı) olduğum hâlde ibadet etmemle
emrolundum." (Zümer:39/11 )
8- "Ey insanlar ! Sizi ve sizden evvelkileri
yaratmış olan Rabbinize ibadet edin, taki ittika etmiş (onun azabından sakınınış)
olasınız." (Bakara: 2/21)
9- "Şüphesiz, bu (tevhid ve îslâm dini),
birtek din olarak sizin dininizdir. ve ben de, sizin Rabbinizim, o hâlde
(başkasına değil)bana ibadet (kulluk) edin." (Enbiya:21/92)
10- "Hâlbuki onlar (ehli kitap) Allah'a,
ibadeti ona halis kılıp Hanif'ler (bütün batıllardan hakka meylediciler) olarak
ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından ve zekâtı vermelerinden
başka bir şeyle emrolunınamış-lardı ve işte en doğru din de budur." (Beyyine:
98/5)
[85]
1- "Hem sabır (ve sebat) ile, hem namazla
(hakdan) yardım isteyin, (gerçi) bu (namaz), elbette büyük (ağır ve zor bir
şey) dır. Ancak huşu edicilere (Allah'a karşı yüksek saygı gösterenler) e
değil." (Bakara:2/45)
2- "Ey iman edenler! (taata ve belâya) sabırla,
bir de namazla (Haktan) yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah (in yardımı)
sabredenlerle beraberdir." (Bakara:2/153)
3- "Allah size yardım ederse artık sizi
yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edebilecek
kim vardır ? Ve müminler ancak Allah'a tevekkül etsin (güvensin) ler."
(Âli- İmran: 3/160)
4- "Onlar (o müminlerdir ki), haksız yere
ve ancak "Rabbimiz Allah'dır." demelerinden dolayı yurtlarından
çıkarılmışlardır. Eğer Allah, insanlardan bazılarını (n şerrini diğer)
bazılarıyla defetmeseydi (savmasaydı, kaldırmasaydı) manastırlar, kiliseler,
havralar ve içlerinde Allah'ın adı çok zikredilen mescid-ler muhakkak
yıkılırdı. Ve elbette Allah, kendi (dini) ne yardım edenlere yardım eder.
Şüphe yok ki Allah, elbette pek kuvvetlidir, pek izzetli (şerefli) dir. Onlar
(o müminlerdir ki), eğer kendilerini yer (yüzün) de yerleştirirsek (bir iktidar
makamına getirirsek),namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, marufu (aklın
ve şeriatın kabul ettiği şeyleri) emrederler ve münker (kötülük) ten
nehyederler. Ve (bütün) işlerin akıbeti Allah'adır (sonunda Allah'a
varacaktır)." (Hac: 22/40-41)
"Ey iman etmiş olanlar ! Eğer siz Allah'a (dinine
ve peygamberine) yardım ederseniz, O da size nusret verir (yardım eder) ve
ayaklarınızı sabit kılar (dinînden kaydırmaz).
(Muhammed: 47/
7)
Kullar, Cenab-ı Hak
Tealâ Hazretlerine, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım talebederiz
(isteriz) kelâmlarıyla hitap edince, Allah-u Tealâ Hazretleri bu hitaba
cevaben sanki: "Size ne şekilde bir yardımda bulunayım ?" buyuruyor
Bunun üzerine, kullar ne gibi bir şeyi istiyeceklerini bilemediklerinden veya
ehemmiyetsiz (lüzumsuz) şeyler istiyeceklerinden, yine kendisi, neyi
istiyeceklerini onlara Öğretmek üzere, şöyle buyuruyor :
[86]
Hidayet et, ulaştır,
kimi? bizi, neye? yola, öyle yol ki, dosdoğru olucu, yani dosdoğru yol olan
din-i mübin-i islâm'a bizi kavuştur.
[87]
Bizi dosdoğru olan
yola ulaştır.
[88]
îmam-ı Suyutî
(Rahimehuitah) Dürrü'l-Mensur'unda Sırat-ı müstakim hakkında şu hadis-i
şerifleri zikretmiştir.
Nevvas İbn-i
Semfan'dan (Radıyallahu Anh) rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurdu: "Allah-u
Tealâ Sırat-ı müstekim'i (dosdoğru olan yolu) misal olarak beyan etti. Bu
yolun iki tarafında duvar vardır. O duvarlarda açık kapılar var. Kapıların
üzerinde de sarkıtılmış perdeler var. Yolun üzerinde bir davetçi bulunup:
"Ey insanlar ! Hep beraber bu yola girin sakın eğrilmeyin (başka yollara
sapmayın)/' diye nida ediyor (sesleniyor) yol üzerinde diğer bir çağına da:
"Yola devam edin." diye bağırıyor. İnsan o (duvardaki perdeli)
kapılardan bir şey açmak isteyince, o çağına: "Sakın ha kapıyı açma."
diye menediyor (engelliyor).Ve: "Eğer onu açarsan mutlaka içine girersin/'diyor.
İşte o yol islâm'dır. Yanındaki perdeler, Allah'ın hudududur, (girilmesini
yasak ettiği sahalardır ki, haramlardan ibarettir). O (üzerlerine perde
sarkıtılmış) açık kapılar Allah'ın haramlarıdır. Yolun başındaki çağına,
Allah'ın kitabıdır. Üstten bağıran ise, her müslümanın kalbinde bulunan,
Allah-u Tealâ'nın vaizidir, (her müslümanın kalbinde bulunan Allah korkusu ve saygısıdır)."[89]
Haris Aver (Radıyallahu
Anh) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
Mescide gittim bir de
baktım ki, insanlar bir takım haberlere (dedikodulara) daldırmışlardı. Hemen
Ali (Radıyallahu Anh) nin yanına girerek: "(Ey Emirel müminin) Şüphesiz
bir takım insanların cami içerisinde bir takım havadise (dedikodulara)daldığını
görmüyor musun?" dedim. Ali (Radıyaitahu Anh) de: "Bunu yaptılar mı?"
dedi. "Evet!" dedim. Ali (Radıyallahu Anh): "Agâh ol ! Şüphesiz
ben Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in: "Yakında fitneler
kopacak." buyurduğunu işittim. Bunun üzerine ben: "O fitnelerden
çıkış (kurtuluş) nedir (Ya Resulallah) ?" dedim. O da: "Allah'ın
kitabı, Allah'ın kitabı! Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberi
(onlar hakkındaki bilgileri) ve aranızdaki-lerin (çözemediğiniz
müşkillerinizin) hükmü (kararı) vardır. O, fasıl (hakla bakılı ayıran) dır. O,
şaka değil (baştan sona ciddiyet) dir. O, öyle bir kitaptır ki, hangi bir
cebbar (zorba) onu bırakırsa (ve zorla insanlara bıraktırırsa) Allah onu helak
eder. Onun gayrinde (dışında) hidayet (doğru yol) ararsa Allah onu saptırır.
O, Allah'ın sapasağlam ipidir. O, hakim (hikmetlerle dolu) bir zikir (vaaz-u
nasihat) dır. O, dosdoğru yoldur. O, öyle bir kitaptır ki, istekler onun
sebebiyle kaymazGnsanlarm arzu.ve istekleri ona bağlı kaldığı müddetçe
doğruluktan ayrılmaz). Lisanlar onun sebebiyle karışmaz (ona başka söz
karışmadığı için onu okuyan diller hakla batılı birbirine karıştırmaz). Âlimler
ona doyamaz, çok tekrar edilmekle aşınınaz. Acaiplikleri (akılları hayrete
düşüren fevkalâdelikleri) bitmez. O, öyle bir kitaptır ki, cinler onu
duyduğunda:"Şüphesiz biz şaşılacak bir Kuran duyduk" demeden
duramadılar. Her kim onu (n dediğini) söylerse doğruyu söylemiş olur. Kim
onunla hükmederse adalet etmiş olur. Onunla amel eden karşılığını bulur. Kim
ona çağırırsa (çağıranda çağırılanda) dosdoğru yola hidayet edilmiş (kavuşturulmuş)
olur. buyurdu. Ali (Radıyallahu Anh): "Ey Aver ! Bu (nasihatleri)
beraberinde al.
[90]
İmam-ı Begavî
(Rahimehullah) Mealimü't-tenzil isimli eserinde zikrettiğine göre Îbn-iAbbas ve
Cabir (Radıyallahu Anhum) buyurdular ki: ."Dosdoğru yoldan murat gökle
yer arasından daha geniş olan İslâmdır." İmam-ı Mukatil'de böyle buyurmuştur.[91]
Îbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuma) dan diğer bir rivayette ise: "O dosdoğru yoldan murat Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in, ve iki büyük halifesi (olan Ebu
Bekri's-Sıddik ile Ömerü'l-Faruk) (Radıyallahu Anhuma) nın yoludur."
Îbn-i Mesud (Radıyallahu
Anh) buyurdu ki: "Dosdoğru yol Kuran'dır." İmam-ı Ali (Radıyallahu
Anh) dan de rivayet olunınuştur ki :
"Dosdoğru yol
Allah'ın kitabıdır." ki, kendisinde hiç bir eğrilik yoktur.[92]
Süfyan (Rahimehullah)
m şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kuranın tefsirinde hiç bir ihtilâf
(değişiklik) yoktur. Ancak Kuran bütün manaları içine aldığından kendisinden
değişik manalar murat edilebilir (anlaşılabilir)."[93]
Übu’d-Derda (Radıyallahu
Anh) buyurmuştur ki: "Sen Kuranın bütün yönlerini görmedikçe, tam manasıyla
(Kuran-ı) anlayamazsın.[94]
İkrime (Radıyallahu
Anh) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
İbn-i Abbas (Radıyallahu
Anhuma), Hazreti Ali (Kerremellahu Vechehu) nin hükmüne karşı gelerek ondan
ayrılan kişilerden bahsederken, şöyle dediğini duydum. Onlardan oniki bin kişi
Hazreti Ali'den ayrılmıştı, bunun üzerine Ali (Radıyallahu Anh) beni çağırdı ve
bana: "Git onlarla mücadele et. Onları, kitaba ve sünnete çağır, fakat
onlarla, Kuranla mücadeleye kalkma, çünkü O (Kuran) bir çok yönler sahibidir,
lâkin sünnetle mücadele et." dedi. Bunun üzerine ben: "Ey müminlerin
emiri! Ben Allah'ın kitabını onlardan daha iyi bilirim, çünkü Kuran bizim
evlerimizde indi." dedim. O:
"Doğru söyledin.
Ama Kuran bir çok manalar taşıyan ve bir çok yönleri bulunan bir kitaptır. O,
bir şey der, onlar bir şey der." (Yani Kuranın bir çok manaları,
tevilleri bulunduğundan onların ağızları kapanınaz). Lâkin sen onlarla
sünnetlerle (hadis-i şeriflerle) mücadele et, zira onlar sünnetten kaçacak yer
bulamazlar. Yani hadis-i şerifler ayetlerin tefsiri gibi olduğundan onlar
vasıtasıyle Kuranın maksadı anlaşılır ve böylece sana karşı konuşacak hâlleri
kalmaz, dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas (Radıyallahu Anhuma) onların karşısına
çıktı ve sünnetlerle onlarla mücadele etti. Böylece ellerinde hiç bir delil
kalmadı.[95]
Bu rivayetlerden,
Sadece Kuranın mealine bakarak fetva vermeye çalışanların, sünnete ve fıkha
bakmadan doğru yolda olduklarını iddia edenlerin ne büyük bir sapıklık içinde
oldukları açıkça anlaşılmaktadır.
Said îbn-i Cübeyr (Radıyallahu
Anh) buyurdu ki: "Sırat-ı müstakim. Cennet yoludur."
Sehlübn-ü Abdullah (Radıyallahu
Anh) buyurdu ki: "Sünnet ve cemaat yoludur."
Bekribn-i Abdullah el
Müzeni (Radıyallahu Anh) buyurdu ki:
"Resullullahh
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in yoludur."
Ebul'aliye ve Hasan (Radıyallahu
Anhuma) buyurdular ki: "Sırat-ı Müstakim, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) in kendisiyle Âl-i Ashabı (yakın adamları) ndan ibarettir."
Bu ayet-i celile'den
anlaşıldığına göre, ibadeti bitirdikten sonra, hemen peşine dua etmek şer'î bir
kaidedir. Tefsir-i Teysir'de zikredilmiştir ki:
tevhidi açıklamaktır,
Mevlâ'dan yardım istemektir, ise dinde sebat (devam) istemektir. Zira hidayet
üzere sabit olmak
hacet (istek) lerin en ehemmiyetlisidir. Bütün nebiler ve velilerin en büyük
isteğidir.
Nitekim Yusuf (Aleyhisselam)
"Ya Rabbi ! Beni müslüman olarak
al." diye duada bulunınuştur. (Yusuf: 12/101)
Firavun'un
sihirbazları da tevbe ettikten sonra:
"Ey Rabbimiz üstümüze sabır yağdır ve bizi
müslümanlar olarak al. " diye
dua etmişlerdir. (A'raf : 7/126)
Sahabe-i Kiram da: (Rıdvanullahi
Aleyhim Ecmain) "Ya Rabbi! Bizi
ebrar (en iyi kullar) la beraber (onlar gibi) öldür."
demişlerdir. (Ali İmran: 3/193)
Beyzavî tefsirinde
zikredildiğine göre, Mevlâya ulaşmış ve onu bilmiş olan bir kul, bu duayı
yaptığında şunu kastetmiş olur :
"Ya Rabbi ! Bizi
senin manevî yolunda seyr-ü sülük etmeye (yürümeye) irşad et (kavuştur), taki
bu sebeple karanlık hâllerimizi bizden mahvet (sil) ve bedenlerimizin
perdelerini (ihtiyaçlarımızın bize perde olmasını) izale et (gider) ki, senin
mukaddes nurunla aydınlanalım ve seni senin nurunla görelim."
Molla Fenarî
Hazretleri (Rahimehullah) şöyle
buyurmuştur: Bu zikredilen mana, Seyr-i Fillah'ın, yani Allah'ın manevî yolunda
yürümenin sonsuz olduğuna dayanınaktadır. Binaenaleyh kul, bu sonsuz yolda
ilerlemek için Mevlâ Tealâ Hazretlerinden daima sebat istemelidir.
[96]
1- "Ve Allah (-u Tealâ bütün kullarını)
selâmet'evine'(bütün afetlerden, tehlikelerden kurtuluş yeri olan cennete)
davet ediyor ve dilediğini dosdoğru bir yola hidayet buyuruyor,
(kavuşturuyor)." (Yunus: 10/25)
2- "insanlardan bir takım sefih (kendini
bilmez) ler yakında diyeceklerdir ki: Onları, (müslümanları) tarafına teveccüh
ettikleri (yöneldikleri) kıblelerinden hangi şey çevirdi ? De ki: Meşrik
(doğu) da, mağrip (batı) da Allah'ındır. Dilediği kimseyi dosdoğru bir yola
kavuşturur." (Bakara: 2/142)
[97]
1- "Dosdoğru yolu bildirmek Allah'a aittir.
(Yolların) bazısı ise eğridir. (Allah) dileseydi muhakkak hepinizi toptan
hidayete erdirirdi" (Nahl:
16/9)
2- "Ve Allah kime hidayet ederse onu bir
saptırıcı yoktur. Allah (düşmanlarına karşı) intikam sahibi, (emrinde mutlak,
tek başına)bir galip değil midir ?" (Zümer: 39/37)
3- "Allah kime hidayet ederse, ancak o dosdoğru
yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa onlar (en büyük) zarara uğrayanların ta
kendileridir." (A'raf Suresî: 7/178)
[98]
1- "O kimseler ki, iman etmişler ve
imanlarını bir zulüm (şirk) le bulatırmamışlardır. İşte korkudan emin olmak
onlara aittir. Ve hidayete (dosdoğru bir yola) ermiş olanlarda ancak
onlardır." (En'am: 6/82)
2- "Ve onların (o büyük peygamberlerin)
babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir çoklarını da (hidayete
erdirdik) ve onları (kullarımız arasından) seçtik ve kendilerini dosdoğru bir
yola kavuşturduk." (En'am:
6/87)
[99]
1- "Ve biz onların göğüslerinde kin'den her ne
varsa, hepsini söküp attık onların (köşklerinin ve saraylarının) altlarından
ırmaklar akar. Ve derler ki: "O Allah (-u Tealâ'y) a hamdolsun ki, bizi
buna (cennete) kavuşturdu. Eğer Allah (-u Tealâ) bize hidayet etmeseydi biz
kendi kendimize hidayete eremezdik. Mu-hakkkak ki, Rabbimizin peygamberleri
hakla geldiler." Ve onlara işte bu (o) cennettir ki, siz buna (salih)
amelleriniz sebebiyle varis oldunuz (kondunuz) diye nida olunacaktır." (A’raf : 7/43)
[100]
O dosdoğru yol Öyle
kulların yoludur ki, inam ettin (çok büyük iyilik ettin) kime ? onlara, öyle
inam ettiğin kullar ki, gazap olunınamış, kimin üzerine ? onlar üzerine, yani
kendilerine gazap olunan yahudilerin gayri olan kullar, daha ve dalâlete düşücü
(Hristiyan) lardan başka olan kullar, yani bizi,gazaba uğramayan ve dalâlete
(sapıklığa) düşmeyen kullarının yoluna hidayet et (kavuştur). Âmin !
[101]
Kendilerine inam
ettiklerinin yoluna (ulaştır). Gazap olunan (yahudi) le-rin ve dalâlete düşücü
olan (Hristiyan) ların yoluna değil.
[102]
Kendilerine inam
olunan kullar, şu ayet-i kerimede vasıfları geçen kullardır ki, en büyük insan
onlardır.
"Her kim Allah ve Resulüne itaat eder (boyun
eğer) se işte onlar Allah'ın kendilerine inam (ve ihsan)ettiği kişilerle
beraberdir.(Mevla'nın inam ettiği kişiler ise), Nebiler (Salavatullahi Aleyhim
Ecmain), Sıddıklar, Şehitler ve Salihler (dir) (Radıyallahu Anhum). Bunlar
arkadaş olarak ne güzeldirler. İşte bu (onlarla refakat-arkadaş olmak) fazl (-u
Keremi, iyiliği) Allah'dandır. Allah (-u Tealâ kimin kime güzel arkadaş
olacağım) ziyade bilici olarak kâfi (yetici) dir."
(Nisa: 4/69-70)
İmam-ı Begavî (Rahimehullah)
, "Mealimü't-Tenzil" de şöyle zikretmiştir. İkrime (Radıyallahu Anh)
buyurdu ki: "Kendilerine inam edilen kullar, îman ye istikamette sebat
etmek kendilerine ihsan olunan kullardır ki, onlar da peygamberlerler
cemaatıdır. (Salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim ecmain}.
İbn-i Abbas
(Radıyallahu Anhuma) buyurdu ki: "Onlar dinlerini değiştirmeden önceki
Musa ve İsa (Aleyhisselâm)ın kavimleridir."
Ebu'l-Âliye
(Rahimehullah) buyurdu ki: "Onlar, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
ile Ebu Bekr Ve Ömer (Radıyallahu
Anhuma) dir."
Abdurrahman îbn-i Zeyd
buyurdu ki: "Onlar, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Ehl-İ Beyti (hane
halkıdır). (Radıyallahu Anhum)
Şehribn-i Havşeb (Rahimehullah) buyurdu ki:
"Onlar, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İn Ashabı ve Ehl-İ Beyt’idir.
(Radıyallahu Anhum).
Gazaba uğrayanlardan
maksat yahudilerdir. Zira, Mevlâ Tealâ Hazretleri bir ayetinde: "Allah'ın lanet ve üzerine gazap
ettikleri." diye Yahudilerden bahsetmektedir. (Maide: 5/60)
Dalâlete düşenlerden
maksat ise, Hristiyanlardır. Nitekim Mevlâ Tealâ Hazretleri bir ayet-i
kerimesinde :
"(Ey Müminler !) Bundan (Resulullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) in Peygamber olarak gönderilmesinden)
evvel hakikaten sapıtan bir milletin (Hristiyanların)
isteklerine uymayın." buyurmuştur. (Maide: 5/77)
Ebu Zer (Radıyallahu
Anh) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) "Gazap olunanlardan" sordum. "Yahudilerdir." buyurdu.
"Sapıklardan" sordum, "Hristiyanlardır." buyurdu.[103]
Bu hususta bir çok
rivayetler vardır, hatta İbn-i Ebi Hatim: "Gazap olunanların Yahudiler,
sapıkların da Hristiyanlar olduğuna dair müfessirler arasında hiç bir ihtilâf
bilmiyorum." buyurmuştur.
Şerid (Radıyallahu
Anh) m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur
:
Bir kere Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bana rastladı ben de, sol elimi sırtımın arkasına
koymuş ve elimin içindeki çıkıntıya (baş parmağın altındaki yüksek yere) dayanınış
bir hâlde oturuyordum.
Bana: "Gazap olunan (Yahudi) lerin oturuşu gibi mi oturuyorsun
? " buyurdu.
[104]
Bu Hadis-i Şeriften
anlaşılmaktadır ki; Müslüman, Allah-u Tealâ'nın gazabına ve lanetine uğramış
olan Yahudi ve Hristiyanlarm adet, hareket ve modalarına uymamalıdır. Zira,
Allah-u Tealâ onlara buğz ettiği (kızdığı) gibi, onlara uyanlara da buğz eder.
Sehlübn-ü Abdullah (Radıyallahu
Anh) Hazretleri buyurdu ki:
Kendilerine gazap
olunanlar bid'at ehlidir. Yani, yanlış itikat (inanç) ve amellere saplanan
kişilerdir. Dalâlete (sapıklığa) düşenler ise, sünneti terk edenlerdir. Yani,
Ehl-i Sünnet vel-cemaat'tan ayrılanlardır.
Fatiha'yı Şerifeyi
okuyan kişinin: dedikten sonra, âmin demesi sünnettir. Dinleyen kişinin demesinde
de büyük fazilet vardır.
Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurmuştur:
"İmam: dediğinde,
siz âmin deyin, her kimin âmîn demesi meleklerin âmin demesine rastlarsa, o
kişinin geçmiş günahları af olur."[105]
Amin: Kabul
et manasmdadır.
Üstadımız Hacı Ali
Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu} kendi Kuran-ı Keriminin kenarına şöyle yazmıştır:
"Efendimiz (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem): dediğinde âmin der ve Sesini
yükseltirdi."
[106]
Şeyh Zade Tefsirinde
zikredildiğine göre: "Âmin" ittifakla (ulemanın görüşbirliğiyle),
Kuran'dan değildir. Âmin'in telaffuzu (okunınası) u üzerine hafif bir sekte
(duruş) dan sonra yapılmalıdır, taki Kuran olan, olmayandan ayrılsın. Âmin'i
mushaflara yazmak ise bidattir. Buna ruhsat (müsaade) yoktur.
Îmam-ı Süyutî (Rahimehullah)
Dürrü'l-Mensur isimli Tefsir'inde âmin hakkında şu hadis-i şerifleri ve
büyüklerin sözlerini nakletmiştir:
Ebi Meysere (Radıyallahu
Anh) m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Cibril-i Emin
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) e Fatiha-i Şerifeyi okuturken kelimesine ulaşınca: "Âmin de
!" dedi. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de: "Amin !"
dedi."[107]
Ebu Musa'l-Eşarî (Radıyallahu
Anh) den rivayet edildi ki, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "(îmam) dediğinde, siz:
deyin ki, Allah (Tealâ) size icabet (duanızı kabul) etsin."
[108]
Sahabe-i Kiram'dan
(Rıdvnullahi Aleyhim Ecmein) Ebi Züheyri
Nemirî (Radıyallahu Anh) dua yapan bir
adam gördüğünde ona: "Duanı le bitir. Zira sahife üzerine (basılan) mühür
gibidir' derdi. Ve sonra ben bu hususta (bununla ilgili) size bir haber vereyim
mi ? diyerek şöyle anlatırdı: "Bir gece Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) le beraber çıkmıştık, çok ısrarla dua eden Bir adama rastladık.
Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve sellem) onun dualarını dinlemek üzere durdu ve:
"Eğer mühürlerse (duasının kabulünü)
vacip etti." buyurdu. Cemaatten biri: "Neyle mühürleyecek."
dedi. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Âmin le (mühürleyecek) zira o, Âminle (duasını) mühürlerse muhakkak
(duasının kabulünü) vacip kılmış olur." buyurdu.
[109]
Hazreti Aişe (Radıyallahu
Anha) dan rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Yahudiler sizi selâm ve Amin hususunda kıskandıkları gibi hiç
bir hususda kıskanmış değillerdir." Yani Âmin ve selâmın onlara
verilmeyip, size verilmesinden dolayı sizi çok kıskandılar.[110]
Muaz îbn-i Cebel (Radıyallahu
Anh) den rivayete göre, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Yahudiler haset edici (kıskanç) bir
millettir. Müslümanları üç şeyden daha fazla hiç bir şeyde kıskanmamışlardır.
(müslümanları en çok kıskandıkları şey üç tanedir. Bunlarda): Selâm'a cevap
vermeleri (selâm verene,ve aleykümüs selâm demeleri, namazda) safları dümdüz
tutmaları ve farz namazlarda imamlarının arkasında âmin demeleridir."
buyurdu.
[111]
Hazreti Enes (Radıyallahu
Anh) den rivayete göre, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Bana üç haslet (özellik) verildi. (birincisi),saflar içerisinde namaz
(kılmak) bana ihsan edildi, (ikincisi), Selâm (müminlerin birbirine selâm
vermesi) bana verildi ki o, cennet ehlinin tahiyyesi (selâmı) dır. Birde bana
Amin verildi ki o, sizden öncekilerden hiç birine verilmemişti. Ancak Allah
(-uTealâ) onu (Âmin'i) Harun (Aleyhisselâm) a vermişti. Zira Musa (Aleyhisselâm)
dua ederken Harun(Aleyhisselâm) ise âmin
diyordu."[112]
Ebu Hureyre (Radıyallahu
Anh) dan rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurdu: "Amin, mümin (inanan) kullarının lisanında Rabbul Alemin
(âlemlerin Rabbi olan Allah-u Tealâ) nın mühürüdür.[113]
Îbn-İ Abbas (Radıyallahu Ankuma) buyurdu ki: "Resullullah (Sallallahu
Aleyhi ve Sellem) e Âmin'in
manasını sordum." "Ya Rabbi (duamı makbul) eyle! (demektir),
buyurdu."
[114]
Veki’ ve Îbn-i Ebi
Şeybe, Hilal Îbn-i Yessaf ve Mücahid'in (Radıyallahu Anhum) şöyle
buyurduklarını rivayet ettiler: "Âmin, Allah-u Tealâ'nın isimlerinden bir
isimdir."[115]
İbn-i Ebi Şeybe, Rebi’
İbn-i Haysem'in (Radıyallahu Anhuma) şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"İmam Fatiha'nın
sonunda dediğinde istediğin duayla Allah'tan yardım iste." Yani o an
duanın kabul olunacağı anlardandır. Binaenaleyh gaflet etmeyip o anı
değerlendirmek ve kalpden dualar yapmak lâzımdır.[116]
Hazreti Enes (Radıyallahu
Anh) den rivayet edildi ki, Efendimiz (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem) şöyle buyurdu: "Her kim Besmeleden sonra, Fatihayı
şerifeyi okur, sonrada Amin derse, gökte bir mukarreb (Allah'a en yakın) melek
kalmaz hepsi onun için istiğfar eder (af ister).[117]
[1] Ayrıca bak. Zerkeşi, el-Burhan:lll87.
[2] Süheyl, er-Ravdu't-unf:l/274, Kastalanî, Mevahib:l/221
[3] El-Mutteki, Kenzu'l-Ummal:1/559 N0:2515, el-Heysemi,
M. Zevaid: 6/3lO.
[4] El-Mutteki, Kenzu'l-Ummal:l/559 N0:2516.
[5] Müslim, Salât:36,40, Tirmizi, Tefsir: 2.
[6] El-Mutteki, el-Hindi, Kenzul-Ummal:l/557 No:25Ol.
[7] İbn-i Mace,Ticaret:7, Buharî, İcare:16,
Fezail'l-Kuran:9, Tıb:39, Müslim, Selâm:66, Ebu Davud, Büyu':38, Tıbl9,
Tirmizî, Tıb:20.
[8] El-Mütteki, Kenzu 'l-Ummal:l/557 No:2500.
[9] Ebu Davud, Büyu':38, 3/266, No:3420, Tıb:39,Ahmed
ibn-i Hanbel: 5/211.
[10] Darimî, Fezailü '1-Kuran:12.
[11] Buhari, Fezailu’l-Kuran:9, Tefsir, Sure:1,15,
Ebudavud, Vitir:15, Tirmizi, Sevabu’l Kuran:1, Nesei, İftitah: 26, İbn-i Mace,
Edep:52, Darimi, Salât: 172, Fezailu’l-Kuran:12,İ. Malik, Muvatta, Nida: 37,
A.b. Hanbel: 4/114.
[12] Tefsir-i Kurtubî, 1/113.
[13] Mutteki, Kenzu1-Ummal:l/558, No:2504.
[14] Ebu Nuaym, Deylemî, el-Firdevs: 3/144 No:4386.
[15] Ebu Ubeyd, Suyutî, Dürrü'l-Mensur.1/16.
[16] Ebu Nuaym, Hilye: 3/297.
[17] Müslim, Musafirin:254, Neseî, Iftitah 25.
[18] Hakim, el-Müstedrek; l/l560.
[19] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/61-67.
[20] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/67-68.
[21] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/68.
[22] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/68.
[23] Müslim, Saiât-38,40, Ebu Davud, Salât:132,Neseî,
İftitah:23, İbn-i Mace, Adab:52.
[24] Tafsilat için bak. Tefsir-i Nesefî, 1/3,
ayrıcaTefsir-i Kurtubî:l/92-95
[25] Darekudni: 1/305 No:13.
[26] Hakim, el-Müstedrek: l/232.
[27] Hakim, el-Müstedrek: 1/552.
[28] Suyutî, D. Mensur l/23.
[29] Suyutî, D.Mensur 1/26.
[30] Suyutî, D.Mensur 2/26.
[31] Suyutî, D.Mensur 1/26.
[32] Suyutî, D.Mensur l/26.
[33] Suyutî, D. Mensur: 1/26
[34] Suyutî, D. Mensur 1/26.
[35] Ebu Davud, Merasil:239, Bab:95.
[36] Suyutî, D. Mensur 1/29.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac Yayınları: 1/9-73.
[37] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/73.
[38] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac Yayınları:
1/73.
[39] Bak. Sayfa: 58-59.
[40] Bak. sh 11.
[41] Suyutî, D.Mensur : 1/30.
[42] Suyuti, D. Mensur. 1/30.
[43] İbn-i Mace, Edeb:55.
[44] Suyutî, D. Mensur: 1/31.
[45] Abdû'r-Rezzak:10/424.
[46] Hakîm-i
Tirmizî, Nevadirül-Usul:215.
[47] Suyutti D.
Mensur : 1/32.
[48] Deylemî, el-Firdevs:2/74 No:2415.
[49] îbn-i Mace, Nikah:19, Ebu Davud, Edeb:18.
[50] Buharı, el-Edebü'l-Müfred: No:920.
[51] Buharı, el-Edebü'l-Müfred: No:926.
[52] Hakim-i Tirmizî, Nevadirü'l-Usul 152.
[53] Suyutî, D. Mensur:l/32.
[54] Suyutî, D.Mensur: 1/32-33.
[55] Suyutt, D. Mensur: 1/33.
[56] El-Mutteki, K. Ummal:11//269 No:31484.
[57] Ebu Nuaym, Hilye:4/70.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac Yayınları: 1/73-82.
[58] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/82-83.
[59] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/83-84.
[60] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/84.
[61] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/84-85.
[62] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/85.
[63] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/85.
[64] El-Muttaki, Kenzu'l-Ummal: l/425 No:1829.
[65] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/85-87.
[66] Mektubat-ı Imam-ı Rabbanî: C3, S.17, Mektup:17.
[67] Hakim el-Müstedrek: 1/515.
[68] Tirmizî, Birr:16, Ebu Davud, Edeb: No:4941, İbn-i
Mace, Zühd:13.
[69] Buharı, Cenaiz:33, Eyman:9, Merda:9, Tevhid:25,
Müslim, Cenaiz: 9,ll, Ebu Davud ,Cenaiz:24, Edeb:58, Neseî, Cenaiz:22, İbn-i
Mace, Cenaiz:53, A. İbn-i Hanbel: 5/204,206, 207.
[70] Buharî,Edeb:l8, 27, Müslim, Fezaü:65, Ebu Davud,
Edeb:145, Tirmizî, Bİrr:16, Ahmeâ îbn-i Hanbel:2/228, 241, 269, 514.
[71] Tirmizî, Bîrr:16, Ebu Davud, Edeb:58.
[72] El-Mutteki, K.Ummal:15/777 No:43065.
[73] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/87-90.
[74] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/90.
[75] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/91.
[76] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/91.
[77] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/91-92.
[78] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/92-93.
[79] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/93.
[80] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/93.
[81] Buharî, Cenaiz:80-93, Müslim, Kader.22,25, Tirmizi
Kader-5, M.Ahmed:2/315-346.
[82] Deylemi, el-Firdevs: 4/247 No:6731.
[83] Suyutî, D.Mensur: 1/38.
[84] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/93-96.
[85] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/96-97.
[86] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/97-98.
[87] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/99.
[88] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/99.
[89] Hakim, el-Mûstedrek: 1/73, A. Îbn-i Hanbel: 4/l83.
[90] Darimî, Fezailu'l-Kur’an:2/435, Tirmizî,
Sevabu'Ukur’an: 14.
[91] Bak. Adı geçen tefsir, İlgili ayet.
[92] Deylemî, Firdevs: 2/419 No-3858.
[93] Suyutî, Dürrü'l'Mensur: 1/140.
[94] Suyutî, Durrü'l Mensur. 1/40.
[95] Suyutî, Dürrü’l Mensur 1/40.
[96] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/99-102.
[97] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/103.
[98] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/103.
[99] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/103.
[100] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/104.
[101] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/104.
[102] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac
Yayınları: 1/104.
[103] Tirmizi, Tefsir:3, A. lbn-iHanbd: 4/378.
[104] Ebu Davud, Edeb: 22, A.îbn-i Hanbel:4/l388.
[105] Buharî, Ezan:lll, 113, 125, Bedu'l Halk:7, Tefsir,
Sure: l, 2, Müslim, Salât:71-72, Ebu Davud, Salât:140, 168, Tirmizî,
Mevakit:71,83, Neseî, îftitah:33, 34, Tatbik:23, İbn-i Mace, lkamet:14, Darimi,
Salât:38, Imam-ı Malik, Nida:44-45, A. İbn-i Hanbel:2/233, 238, 270, 387, 417,
459, 467.
[106] Ayrıca bak. Ebu Davud, Salât:167, Buharî, Ezan:
3,Tirmizi, Mevakıt:116, Müslim, Salât:72 İbni Mace, İkame:14, Muvtta' Nida:44, A. îb.Hanbel:4/315, 316, 318.
[107] Veki, îbn-i Ebİ Şeybe, Dürrû'l-Mensur:l/43
[108] Neseî, Sehiv:44.
[109] Ebu Davud, Salât: 167.
[110] îbn-i Macc, îkamet 14, A. İbn-i Hanbel-6/135.
[111] Suyutî, D. Mensur:1/44.
[112] (El-Mutteki, Kenzü'l-Ummal: 7/625 No:20585
[113] El-Mutteki, Kenzü’l-Ummal:1/559, No:2512.
[114] Suyutî, D. Mensur: 1/44.
[115] Suyuti, D. Mensur: 1/45.
[116] Suyuti, Dürrü’l-Mensur: 1/45.
[117] Suyuti, D. Mensur: 1/45.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Sirac Yayınları: 1/104-109.