Malûm
olduğu üzere Kur'ân-ı Kerim 114 sûre ve 6666 âyetten meydana gelmiştir. Fatiha
bu süre-i celîlelerin birincisidir. Fatiha sûresi Besmele ile beraber yedi
âyettir.
Fatiha
sûresi, İmam-ı Mücâhid'e göre Medine'de, Ebü Salih İbn Abbas'a göre Mekke'de,
bazılarına göre bir kısmı Mekke'de, bir kısmı da Medine'de inmiştir.
İmam-ı
Fakîh Ebu'1-Leys Ir.a.) Ebû Hüreyre'den rivayet ederek demiştir ki: Hz.
Peygamber (s.a.v.), Kur'an'da bir süre var ki Allah onun gibisini hiç bir
peygambere vermedi. İbn Kâ'b, «O hangi sûredir, yâ Resûlâllah?» diye sorunca
Peygamberimiz: «Namazda okuduğun Ümmü'l-Kur'an'dır, Allah dört kitapta bunun
gibi bir süre daha indirmemistir. Dört kitapta bunun benzeri yoktur. Bu sûreye
'Seb'ul-Mesânî' de denir ki, Allahü Teâlâ bunu bana verdi, buyurmuştur-
(Buharı). Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de buyurulm ustur:
-Andolsun
ki, biz sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi (âyet-i kerime)'yi ve
şu büyük Kur'ân'ı verdik» (Hıcr: 87).
Yâ
Muhammed, biz sana yedi âyet ve Kur'ân-ı Azimüşşan'ı verdik. Müfessirlerin çoğu
«Seb'ul-Mesâni-'nin namazın her rekatında okunduğu için Fatiha sûresi olduğunu
söylemişlerdir. Seb'ul-Me-sâni'nin Fatiha sûresi olmadığını söyleyenler de
vardır Bu surenin hikmetleri çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.): «Her gün evinde
Fatiha iie ihlâs sûresini okuyanı, Yüce Allah fakirlikten kurtarır, bereketini
artırır. Fatiha çeşitli rahatsızlıklara - Allah rızası için - okunursa şifadır»
buyurmuştur.
İbrahim
Teymî (r.a.): -Fatiha sûresinin bin açık, bm de gizii hikmeti vardır» demiştir.
Vtüseylimetübnü
Kasım (r.a.) : «Fatiha sûresinde Allah'ın adlarından beş ad vardır. Bunlar
«lillâhi, Rabbi, Errahmâni, Errahimi, Mâliki» dir. Fâtiha'yı okuyan bunların
hepsiyle Allah'a dua etmiş olur. Allah'tan ne dilerse verilir» demiştir.
İmam-ı
Gazali (r.a.): «Nüfuzunun artmasını, toplumun saygınlığını kazanmasını,
Allah'ın ayıplarını örtmesini isteyen Fatiha sûresini okusun. Bu sûreyi okuyana
şeytan yaklaşmaz. Onu hak yoldan alıkoyamaz. Korktuklarından kurtulur, arzu
ettiklerine ulaşır. Allah'ın rahmetini kazanır. Açlık, yokluk görmez. Bu sûreyi
okuyan - Allah'a güvenerek - zalimlerin ve kötülerin şerrinden kurtulur, ömrü
boyunca iyilik içinde olur» demiştir.
Beş
vakit namazı kılan, her namazdan sonra yirmi defa Fatiha sûresini muntazam bir
şekilde her gün okuyan bu sûrenin bir çok hikmetlerine ulaşmış olur. Böyle bir
adam her türlü iflâstan kurtulur. Zengin olur. Allah'a bağlanan kalb bir daha
O'ndan kopmaz. (Her namazdan sonra yirmi defa okuyamayanlar müsait zamanlarında
yüz defa okurlarsa yine niyetleri hasıl olur.)
İmam-ı
Ebu*l-Leys (r.a.); îbn Abbas'tan rivayet ederek şöyle demiştir: «Jj^l demek
-bütün şükredenlerin şükrü Allah'a mahsustur.
Allah'tan
başkasına şükür lâyık değildir» demektir. Çünkü bütün nimetleri veren
Allah'tır, Şükür de nimet sahibine lâyıktır.
îmam-ı
Katâde: -Yüce Allah bu sûreye şükürle başladı, surenin sonunda gadaba uğrayan
Yahudilerle, sapıklığa düşen Nasranİleri zikretmesi buna işarettir. Sonsuz
şükürler olsun o padişaha ki, bizi gadabına uğrayanlardan. Haktan
uzaklaşanlardan yapmadı. Bizi İslâm'la şereflendirdi. Rahmetine lâyık gördü»
demiştir.
Bazı
tefsir sahiplerinin görüşü ise şöyledir: «Yüce Allah kitabına namd ile
başlayarak zatına şükretti. Bundan dolayı kulların da Allah'a şükretmesi vacip
oldu. Allah'ın kullarına bahşetmiş olduğu nimetler sayılamayacak kadar çoktur.
İnsanlar bu nimetleri saymaya kalksalar asla sayamazlar. Bu nimetlere karşılık
elbette Allah'a şükür gerekir. Şükrü bize öğreten de kerem sahibi Allah'tır.
Yüce AUah iki cihan güneşi olan Hazret-i Peygamber (s.a.v.)'e
ile
tenbih edip buyurdu ki: -Bütün nimetlerin sahibi Allah'tır. Size nimetlerini
bahşeden O'dur.» Buna mukabil şükür yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah'a
mahsustur.
mânadan
dolayı «Elif lâm» ile gelmiştir. Bize verilen nimetler karşılığı yaptığımız
şükür ve hamdlerimiz yalnız Allahra mahsustur, ikinci mâna, bizim de
Allah'a hamd ü sena etme--miz için Allahü Teâlâ zâtına hamd ü sena etti.
Hüseyin
b. Fadıl (r.a.): «Kullar Allah'a şükürden âcizdir. Ona hakkıyla şükredemezler.
İnsanlar zaaflarına kapılıp kendilerinde bir üstünlük görerek övünmesinler diye
Allahü Teâlâ kendi zâtına hamd ü sena etti» demiştir. Çünkü insan daima kendini
beğenir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de:
-Siz,
kendinizi mednetmeyin» (Necm: 32) buyurmuştur. Bir kimsenin ben buyum, ben
şuyum gibi sözlerle kendini övmesi İslâm'da yasaktır. Böyle bir övünme kibir
alâmetidir. Yasak olan şeyi işlemek Allah'a âsi olmaktır. Mü'mine kibir değil
vakar yaraşır.
Allahü
Teâlâ'nm kitabına -Hamd» ile başlamasının üç hikmeti vardır:
Birinci
hikmet: Kulların Allah'a nasıl ibadet, şükür ve hamd edeceklerini bildirmek
içindir.
İkinci
hikmet: İnsanların medhe lâyık özellikleri olsa bile noksanları da çoktur.
Ancak kemal sahibi Allah'tır. Noksan ve hatâlar içinde olan insanın kendini
övmesi ve büyük görmesinin çok hatâh bir hareket olacağını bildirmektir.
Üçüncü
hikmet: İnsanın hiç hatası olmasa, her hâli medhe lâyık bulunsa bile fani olan
insana bütün bu özellikleri veren Allah'tır. Allah'ın vermiş olduğu bu
lütuflarla kibirlenmenin ve övünmenin Allah'a itaatsizlik olacağını
bildirmektir. Allah'ın verdiği ile kibirlenen adamın hali şu misale benzer:
Başkasının malını fakire vermek için görevlendirilen bir adam, kendi malını
fakirlere dağıtıyor-muş gibi hareket ederek, kendini medhetmesi ne kadar yersiz
bir harekettir. Başkasının malıyla övünmek, rüyada zengin olmaya benzer. Bu ne
kadar hayâlse başkasının malıyla övünmelc de o kadar hayâldir. Mal başkasının,
kendini medheden başkası. Bunun için Yüce Allah insanların kendilerini
medhetmelerini ve kendilerine verilen meziyetlerle övünmelerini men ediyor.
İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun yine noksanlıklarla doludur. Noksan
sıfatları bulunmayan yalnız Allah'tır, övgüye lâyık olan O'dur. Kitabına hamd
ile başlamasının hikmeti de budur. O, ebedî ve ezelidir. O'nun
varlığı
başkasından değildir.
Abdullah
îbn Abbas (r.a.) demiştir ki: lâfzı bütün şükredenlerin kelâmıdır. Âdem (a.s.)
yaratıldığı zaman aksırdı ve dedi. Buna mukabil Yüce Allah Adem'e rahmet edip
«Yâ
Âdem, Rabbin sana rahmet etti, sen de O'na hamd ü sena et. Çünkü sen O'nun için
yaratıldın» buyurmuştur. Allah'a hamd ü sena edenlere Allah rahmet edecektir.
Allah'ın rahmeti her şeyi ihata etmiştir.
Nûh
Aleyhisselâm kendisine iman edenlerle beraber gemiye binip düşmandan
uzaklaşınca Yüce Allah'a şöyle dua etmiştir:
«O
Allah'a şükürler olsun ki, bizi düşmanın zulmünden kurtardı» (Mü'minün: 28).
Hz.
İbrahim yaşlanıp çocuğu olmasından ümidini kesmişti. Yüce Mevlâ Hz. İbrahim'in
yaşlılığına rağmen İsmail ile İshak'ı ona verdi. İbrahim Aleyhisselâm da
Allah'a şükrederek:
«Bana
(şu) ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun. Çünkü
benim Rabbim duaları elbette işiten (kabul eden) dir» (İbrahim: 39) demiştir.
Âlemlerin
Rabbi olan Allah lütuf ve ihsanı ile Dâvud ve Süleyman Aleyhisselâm'a hilâfet
ve peygamberlik verince, onlar:
«Bizi
mü'mîn kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» (Nemi: 15)
dediler. Bize hilâfet ve peygamberlik vermekle mü'min kullarının birçoğundan
üstün kıldı. İlim ve hikmet öğretti.
Yüce
Allah Hz. Muhammed ts,a,v.)'e şöyle buyurmuştur;
«Ve
de ki: Hamd, evlât edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, bir noksanlıktan
dolayı başkasının yardımına ihtiyacı bulunmayan Allah'a olsun. O'na kemâl-i
ta'zim ile ta'zimde bulun» (İsrâ: 111).
Yâni
evlât edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, başkasının yardımına ihtiyacı
bulunmayan, ezeli ve ebedi olan, bütün noksan sıfatlardan beri olan Yüce
Allah'a şükürler olsun. Benim Rabbim yücedir. Kimse O'na hükmedemez. Mülküne
ortak olamaz. Her şeyin sahibi ve velisi O'dur. Her şükür Allah'adır. Her şükür
nimet mukabilindedir. Allahü Teâlâ kullarına sayısız nimet bahsetmiştir.
Nitekim Cennet ehli âhiretin şiddetinden kurtulup cennet nimetine kavuştukları
zaman, Kur'ân-i Azîmüşşân'm beyanına göre şöyle diyeceklerdir:
-Bizden
tasayı gideren Allah'a hamdolsun* (Fâtır: 34). Mahşer ve kıyamet sıkıntılarını
bizden giderip cennet nimetini bize bahşeden Allah'a şükürler olsun.
Dünya
ehli de Allah'a şükrederek şöyle demişlerdir;
-Gökleri
ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a hamdolsun» (Enam:
il.
Geceyi,
gündüzü, yeri ve gökleri yaratan Allah'a şükürler olsun. Bunlarda bizim için
sayılamayacak kadar nimetler yaratmıştır. Allahü Teâlâ'nın mülkünde ortağı
yardımcısı ve çocuğu olsaydı Allah olamazdı. Allah ezelî ve ebedîdir. Ortağı
yoktur. Bunun için bütün nimetlerini kullarına vermiş, karşılığında şükür
istemiştir.
Aile
efradı olan bir padişah düşünün. Bu padişahın bütün ser-. vetini emri
altındakilere vermesine aile efradı asla razı olmazlar. Şayet verecek olsa aile
efradı buna mani olur. Ancak kendi avane-sinden artanı emri altındakilere
verir. Tamamını veremez. Yüce Mevlâ'nın ortağı ve O'nun ihsanına mâni olacak biri
bulunmadığı için bütün nimetlerini kullarına vermiştir.
Bu
nimetlere mukabil, kullarının da kendine şükretmesini emretmiştir. Şükür, kulun
yaratılışının gereğidir. Kul şükreder, Mevlâ nimetini artırır. Şükür nimetin
artmasına vesiledir. Kulun şükretmesi Yaratan'm hoşuna gider. Yüce Mevlâ'yı
memnun eder. Allah'ın nimeti kullarının üzerine daimîdir. Allah'ın nimetlerinin
sonu gelmez. Bitip tükenmez. Bitmeyen, tükenmeyen nimetlere karşı kulun da her
an Allah'a şükretmesi vaciptir. Kul, Allah'ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü
hakkıyla edâ edemez. Buna hiç bir kulun yetmez. Sadece hayatı boyunca kendi
vücudundaki nimetlerin şükrünü eda etmeye çalışsa, onların şükrünü bile eda
etmekten âcizdir. Kendi vücudundaki nimetlerin şükrünü eda edemeyen, bunca
nimetin şükrünü nasıl eda edebilir? İnsanın sayısız nimetler karşısında
şükürden âciz olduğunu bilmesi de ayrıca bir şükürdür.
Acziyet
içinde olan insanın aczini bilip, Yaratan'ına boyun eğmesi, O'na teslim olması
da şükür sayılır. Yaratan'a teslimiyet, O'-nun emirlerine boyun eğip yerine
getirmekle ve verdiklerine şükretmekle mümkün olur. Her nimetin şükrü kendi
cinsiyle eda edilir. Bunu bilip ömürlerini ibadet ve itaatla geçirenler İslâm
nimetinden istifade etmiş, Allah'ın -Bana hamd edin» emrini yerine getirmiş
olurlar. Çünkü Yüce Allah kullarının kendine hamdetmesini emretmiş, Allah adı
ile Hamd ismini birlikte zikretmiştir, Kur'ân-ı Ke-rîm'de Yüce Allah:
«Hamd
yalnız alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur- buyurmuştur. Bu ifade hem Allah'a
hamd, hem de Allah'a ta'zimdir.
İbn
Abbas tr.a.) şöyle demiştir: -Rab» kelimesi seyyid yerine kullanılmıştır.
Seyyid ise Ulu anlamına gelmektedir. Yüce Allah, Yûsuf kıssasında Yûsuf
Aleyhisselâm'ın zindan arkadaşı olan sucuya şöyle söylediğini beyan ediyor:
-Rabbine
dön- (Yûsuf: 50).
Bu
âyeti Ibn Abbas misal vermiştir. Hamd ve şükür yalmz âlemlerin seyyidinedir.
Âlemlerin seyyidi bütün varlıkların Rabbidir.
Bazı
müfessirlere göre «Rabbü'l-âlemîn* bütün varlıkların yaratanı, rızıklandıram,
besleyeni, halden hâle değiştirenidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah insanı nutfe
iken kan, kan iken bir parça et, bir parça etten iskelet ve ruh vererek dünyaya
getirip ölene kadar şekilden şekle sokmuştur. İnsan bütün bunları düşünürse
Rabbine nasıl kulluk yapması gerektiğini anlamış olur.
Bazı
bilginlere göre «Rab» sahip mânasına gelmektedir. Nitekim Araplar:
derler:
Mânası «Bu evin ve bu hayvanın sahibi demektir. «Rabbü'l-âlemin>'in mânası,
-Yüce Allah bütün âlemlerin sahibidir.»
Soru: Yüce Allah Fatiha sûresinde «Rabbü'l-âlemîn» diye zikretti de neden
«Hâliku'l-âlemin» veya buna benzer sıfatlardan birini zikretmedi? Sadece
Rabbü'l-âlemin diyerek -Rab* de tahsis etmesinin hikmeti nedir?
Cevap î Rab, besleyen ve terbiye edendir. Çünkü yaratılanların daima
beslenmeye ve terbiyeye ihtiyacı vardır. Bunun için -Rab-zikredilmiştir. Bu
açıklamadan şu soru akla gelmektedir.
Soru:
«Rab» besleyen anlamına geldiğine göre neden Yüce Allah, demedi?
Cevap
s «Rab» besleyen, terbiye eden ve büyüten anlamlarına gelir. Halbuki Allah'ın
«Rezzak- sıfatı sadece varlıkların beslenmesi ile ilgilidir. Allah'ın Rab
sıfatı, Rezzak sıfatından daha şümullü olduğu için «Rabbü'l-âlemin»
denilmiştir. Zira terbiye yalnız beslenmekle olmaz. Beslenmek sadece
varlıkların gelişmesini sağlar. Halbuki varlıkların beslenmeye ihtiyaçları olduğu
gibi, terbiyeye ve korunmaya da ihtiyaçları vardır. Rab kelimesi bunların
hepsini içine aldığı için Yüce Allah «Rabbü'l-âlemîn- buyurmuştur. Rab
kelimesinin bu sayılanlardan daha başka bir çok hikmetleri vardır.
Yaratmış
olduğu bütün varlıkların rızkını veren Allah'tır. İnsanlar kendi rızıklarını
kendilerinin kazandığını sanmasınlar. İnsanların çalışması, koşuşması rızkı
elde etmek için bir sebeptir. Gerçekte rızkı veren yalnız Allah'tır. «Rızkımı
ben kazanıyorum» demek küfürdür. Yüce Allah'ın «Rezzâk-ı âlem» olduğunu
inkardır. Bütün gayretler Allah'ın tayin etmiş olduğu rızkı elde etmek için bir
sebep ve bir vasıtadır. Bize düşen görev de budur.
Diğer
bir açıklamaya göre «Elhamdü lillâhi rabbil âlemin»'in mânası şöyledir: Sonsuz
şükür ve hamd ü senalar âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a mahsustur. Allah,
gizli ve açık çeşitli nimetleriyle âlemleri besleyendir. Bu nimetlerin kimi
ruhani; namaz kılmak, Kur'an okumak, teşbih çekmek ve Allah'ı zikretmek gibi.
Kimi de cismanîdir, yenilen çeşitli gıdalar gibi. Bunlar olmadıkça hayatın
devam etmesi mümkün değildir. Bütün bunların hepsi Allah'ın «Rab» sıfatının
birer tecellisidir.
îslam
bilginleri âlem hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre âlem
bir nesnedir. Bazılarına göre yeryüzünde hareket eden her canlı bir âlemdir.
Bazılarına göre ise akıl sahibi olan, Allah'ın emir ve yasaklarının muhatabı
bulunan insanlar, melekler. emler gibi varlıklardır. Diğer varlıklar âlemden
sayılmaz, demişlerdir.
Bazı
bilginler de âlem hakkında beş görüş ileri sürmüşlerdir.
Birinci
görüş: İnsan ve cin topluluğu âlemdir. Bunun delili de şu âyet-i kerîmedir:
«Furkan'ı
(Kur'ân'ıl âlemlerin bir korkutucusu olsun diye, kulu (Muhammed'e) indiren
(Allah'ın şanı) ne yücedir» Fürkan: 1).
Ulu
padişah kulu Muhammed üzerine Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi ki, bunun ile âlemleri
korkutucu olsun. Bu âyetin muhatabı insanlarla cinlerdir. Zira Kur'ân-ı
Kerîm'de ibadetle mükellef tutulan bu ikisidir.
İkinci
görüş j Rüzgâra âlem denilmiş ve misal olarak şu ayet getirilmiştir:
«Sizi,
şüphesiz bütün âlemler üzerine üstün kıldık» [Bahara: 122).
Başkası
üzerine sizi üstün yaptık. AUahü Teâlâ insanları âlemler üzerine hükümran
kılmıştır.
Üçüncü
görüş: Âdem Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir. Şu
âyet-i kerîme de bunun misâlidir:
«Lût'u
da, içinde âlemler için bereketler verdiğimiz arza (ulaştırarak) kurtardık'
(Enbiyâ: 71).
Âdem
Babamızdan kıyamete kadar geçen devirlere âlem denjl-miştir.
Dördüncü
görüş i Nuh Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de -.
•Bütün
âlemler içinde (bizden) Nuh'a selâm» CSâffât: 79) bu-
yurulmuştur.
Nüh
Aleyhisselâm insanlığın ikinci babasıdır. Bunun için Nûh Aleyhisselâm'dan
kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir.
Beşinci
görüş: Kendilerine kitap verilenlere âlem denilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı
Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«Kim
küfrederse şüphesiz ki, Allah âlemlerden ganîdir.» (Al ı İmrân: 97).
Ehl-i
kitaptan kâfir olanların zararı kendilerinedir. Küfürlerinin Allah'a herhangi
bir zararı dokunmaz. Ancak inkârlarının cezasını kendileri göreceklerdir. Allah
bütün âlemden ganî ve münezzehtir. Her varhk O'na muhtaçtır. O, hiç birine
muhtaç değildir.
Peygamberimiz
(s.a.vj : «Allah on sekiz bin âlem yaratmıştır. Dünya da bu on sekiz
bin âlemden biridir» buyurmuştur.
Bazı
bilginler de, yaratılan varlıkların her biri bir âlemdir ki, Allahü Teâlâ
hepsinin Rabbidir. demişlerdir. Onları yaratan, beşleyen, büyüten ve koruyan
O'dur.
Übey
ibn Kâ'b Cr.aJ: -«Âleminden maksat meleklerdir. Meleklerin sayısı on sekiz
bindir. Dört bin beş yüzü Doğu'da, dört bin beş yüzü Batı'da, dört bin beş yüzü
kuzeyde, dört bin beş yüzü güneydedir. Melekler o kadar çoktur ki, sayılarını
Allah'tan başkası bilmez. Gerçek sayılarını ancak Allah bilir. Bu konuda bizim
fikir beyan etmemiz mümkün değildir. Bunlardan başka Hak Teâlâ meleklerle dolu,
genişliğini kendinden başka kimsenin bilmediği bir yer yaratmıştır ki, oradaki
melekler yüksek sesle Allah'ı teşbih ederler. Onların sesini yeryüzündekiler
duysalardı, korkudan helak olurlardı. Bunların bir ucu Arş'ı yüklenen meleklere
ulaşır» demiştir.
Allahü
Teâlâ kullarına «Rubûbiyet» sıfatını açıkladıktan sonra, -Rahmet» sıfatını arz
etti ve:
buyurdu.
Soru: Yüce Allah neden «Rububiyet» sıfatından sonra «Rahman» sıfatını
zikretti? Diğer isim ve sıfatlardan birini zikretmedi?
Cevap s Bu tertip Allah'ın rahmetinin gereğidir. Zira bir kimse muhtaç olanı
görüp ona acımazsa ihtiyacını karşılamaz. Ona acıyacak ki, ihtiyacını
karşılasın. Allahü Teâlâ yarattığı varlıkların ne durumda olduğunu biliyor.
Bunun için rububiyet sıfatını zikrettikten sonra diyerek şuna' işaret etti: Ey
kullnm ben sizi çeşitli şekillerde terbiye ettim. Size rızık verdim,
ihtiyaçlarınızı karşıladım. Zaruretlerinizi giderdim. Bütün bunlara mukabil
Allah kullanndan kendine ibadetten başka bir şey beklemiyor. Bunlar Allah'ın
rahman ve rahim sıfatlarının gereğidir.
îmam-ı
Kelbî: «Bu İki isim Allah'ın şefkat ve rikkat sıfatıdır. Bundan dolayı muhtaç
ve zayıf kullarına rıfkla muamele edsr» demiştir. Rıfk, Allah'ın sıfatlarından
biridir. Zira Peygamberimiz ts.a. «Muhakkak Yüce Allah yumuşaktır, yumuşaklığı
sever» buyurmuştur.
Rıfk
yumuşaklıktır. Allahü Teâlâ halim, lâüf ve müşfiktir. Allah kullarına
yumuşaklıkla lütfetmeyi sever. Katı kalbli olan kullarına rıfkla muamele etmez.
Onlara gadap eder. Allah merhamet sahibi ve yumuşak kalbli kullarını sever.
Bazı
tefsir sahipleri, Allah'ın rahman sıfatının rahim sıfatından daha mübalâğalı
olduğunu söyleyerek Peygamberimizin şu duasını
delil
göstermişlerdir:
•İlâhî!
Dünyada rahmansın ki, mü'min ve kâfir ayırmadan hepsini nzıklandırdın. Âhirette
rahimsin ki, sadece inanan kullarını âhiret nimetiyle mükâfatlandırdın.
İnanmayan kullarını da âhirette cehennem azabı ile cezalandırdın» (Buhârî).
Bazı
bilginlere göre de, Allah'ın rahim ismi rahman isminden daha geniş kapsamlıdır.
Zira mü'min için hem dünya, hem de âhiret nimeti vardır. Allah mü'min kullarına
hem dünyada, hem de âhirette rahmeti ile lütfeder, inanmayanlara da Allah'ın
sadece dünya nimetleri vardır. Onların âhiret nimetinden nasipleri yoktur.
Bir
kısım tefsircilere göre ise bazı yönden Allah'ın rahman ismi, bazı yönden de
rahim ismi daha mübalâğalıdır. Yukarıda zikre-dildiği gibi.
Allah'ın
rahman ismi rahim isminden önce zikredilmiştir. Rahman ismi yalnız Allah'a
mahsustur. Allah'tan başkası bu isimle vasıflandırılanız. Bu isim mâna yönünden
şümullüdür. Yüce Allah dünyada kimi dilerse ona rahmet eder. Allah&n rahim
ismi ise mâna yönünden sadece inananları kapsar. İnanmayanlarla ilgisi yoktur.
İsim yönünden umumîdir, herkesi içine alır. Herkese merhametli anlamında rahim
denir. Bununla vasıflandırılır.
Yüce
Allah Fatiha sûresinde Rahman ve Rahim isimlerini zik-
rettikten
sonra diğer ismini de zikrederek -Hamd ve şükür, rahmet sıfatı gadabı üzerine
galip gelen, bütün mahlûkatın yaratıcısı Allah'a mahsustur. Kıyamet gününün
sahibi ve maliki O'dur.» Orada Allah'tan başkasının hükmetme yetkisi yoktur. Bu
yetki kimseye verilmemiştir. Dünyada yetki verdiklerine (makam ve saltanat
sahiplerine) asla zulmetmez, belki adaletiyle azaba lâyık olanlara ceza,
ihsanına lâyık olanlara da mükâfat verir.
Kıraat
imamları «Mâliki* kelimesini farklı okumuşlardır. İmamlardan kimi «Meliki»,
kimi de «Mâliki» okumuştur. Bu okuyuşlar aslı ve mânayı bozmazlar.
Melik,
padişah demektir. Mâlik ise herhangi bir şeye sahip olana denir. Meliki
yevmiddin okuyanlar, Yüce Allah'ı padişahın va-sıflandınldığı isimle
vasıflandırmışlardır. Mâliki yevmiddin okuyanlar ise Yüce Allah'ı -Mâlik»
sıfatı ile vasıflandırmışlardır. Buna göre Allah kâinatın mâliki, hâkimi,
nâzındır. Bu belde O'nun müî-küdür. Buranın ve bütün mevcudatın sahibi O'dur.
Fakat «Melik» kelimesinden bu mâna anlaşılmaz. Melik mücerred bir isimdir.
Hükme delâlet eder, mülke delâlet etmez. Bundan dolayı Yüce Mevlâ'yı «Mâlik*
sıfatı ile vasıflandırmak daha evlâdır. Çünkü Allah'ın mâlik sıfatı hem melike,
hem de mülke delâlet eder.
Mâlik
b. Dinar (r.'a.Tdan rivayet edilmiştir: «Peygamberimiz Cs, a.v.) ve dört
halifesi namazda ve namazın dışında Fatiha süresini «Mâliki yevmiddin» diye
okumuşlardır.»
îmam-ı
Fakihi demiştir ki: Babam Muhammed tbni Şuca'nm şöyle dediğini nakletmiştik
«Ben Fatiha sûresini kıraat ederken -Mâliki yevmiddin» şeklinde okurdum. Gramer
ilmi ile meşgul olanlardan bazıları «Meliki» şeklinde okumanın daha önemli
olacağını söylemeleri üzerine Meliki okumaya başladım. Bir akşam düşümde 'Niçin
Mâliki yerine Meliki okuyorsun? Hz. Peygamber'in şu hadîsi sana ulaşmadı mı?1
dediler: «Siz, Kur'ân'ı okuduğunuz zaman onu ta'zimle okuyun. Zira ona ta'zim
yaraşır.» Bu rüyadan sonra Mâliki okumaya başladım. Fakat yine bir akşam
rüyamda, «Peygamberimizin şu sözünü duymadın nru?» dediler:
Kur'ân
okuyana her harfi için on sevab yazılır» [Tergıb ve Terhib). Kim Kur'an okursa
her harfi için on sevap yazılır.
Neden
mâliki yerine meliki okuyup da her okuyuşunda on sevabını azaltıyorsun, diye
sordular. Bu rüyamdan-sonra Lügat Uminin tanınmış simalarından olan İmam-ı
Kurtubî'ye meliki ile mâliki arasındaki farkı sordum, Kurtubi: «Aralarında çok
fark vardır. Meliki binlerden birine, mâliki binlerin binine denir. Bundan
sonra hep mâliki okudum» dedi.
«Şükür
o Allah'a ki, bütün mahlûkatın Rabbi ve esirgeyicisidir. Gizli ve aşikâr olan
herşeyi tertip eden, rahman ve rahim olandır.» Kıyamet günü Yüce Allah verdiği
nimetlerin şükrünün eda edilip edilmediğini soracaktır. Ve Yüce Allah «Hesap
gününün hâkimi ve mâlikidir.» Bütün kullarım hesaba çekecektir.
Bazı
bilginler de, Yevmiddin, ceza ve mükâfat günüdür, demişlerdir. Nitekim hadîste:
«Ne yaparsan aynısı sana
da
yapılır» buyurulmuştur. Hayır yaparsan karşılığında hayır, şer yaparsan
karşılığında şer görürsün. Yani kötülüğün karşılığı kötülüktür.
Soru: Yüce Allah, kıyamet gününün mâlikidir, sözündeki hikmet nedir? Halbuki
Allahü Teâlâ iki cihanın sahibi ve mâlikidir?
Cevap: Dünyada bazıları Allah'ın mülkünde ortaklık iddia edip, Allah'lık
tasladılar. Nemrud, Fir'avun ve benzeri gibi. Halbuki kıyamet günü kimse
mal-mülk ve Allah'lık iddiasında bulunamayacaktır. Kıyamet günü hepsi Allah'a
boyun eğip itaat edeceklerdir. Zira her yaratık kendi derdine düşecektir.
Nitekim o gün Yüce Allah: 'Fâni dünyada mülk dâvasında bulunanlar, bugün mülk
kimindir?» (Mü'min 16) diyecektir. Bunun üzerine bütün yaratıklar, iman ve
inkâr edenlerin hepsi bir ağızdan: «Mülk, bir ve kahhâr olan Allah'ındır^
(Mümin: 16) diyecekler, hep birden gerçeği itiraf edecekler ama iş İşten geçmiş
olacaktır.
Dünyadayken
kibirlilik taslayanlan Yüce Allah kahhâr sıfatıyla helak edecek, kendine boyun
eğdirecek, itaat ettirecektir. Kibirlenmeleri ve saltanatları onları
kurtaramayacaktır.
Soru: Allahü Teâlâ Fatiha sûresinde yevmiddin, yani ceza gününün mâliki diye
zikretti de, kıyamet gününün adları olan «yevmü'l vâkaah, yevmü'l kâriah,
yevmü'İ hakkâh veya bunlara benzer bir ismine «mâlikiyet» izafe edip neden
-mâliki yevmi'l-kâriah» veya -mâliki yevmi'l hakkâh» demedi.
Cevap: Allahü Teâlâ önce kullarının kendisine şükretmesini tenbih edip bütün
mevcudatın yaratanı, besleyeni, koruyanı ve terbiye edeni olduğunu beyan etti.
Rahman sıfatı ile dünyada kullarına sayısız nimetler verdi. Bu nimetlere
karşılık onlara şükretmeleri için emir verdi ki, insanlar bütün azaları ile
şükretsinler diye. Nitekim gizli ve aşikâr vücudun en hücra köşesine kadar o
nimetier giderek azaların beslenmesine, gelişmesine ve kuvvetlenmesine sebep
olur. Bunun için verilen nimetlere şükür, ancak uzuvların da harekete
geçmesiyle olur. Azalar Allah'a muhalefetten alıkonulup ibadete yöneltilir,
yasaklarından uzaklaştırılır, emrine sarılırsa kul o zaman hakkıyla Allah'a
şükretmiş olur. Yoksa sadece dille şükür kelimesini söylemek yeterli değildir.
Yüce
Allah bu hakikati bildirdikten sonra kullarının dikkatini çekiyor: önünüzde
ceza ve mükâfat günü var. O günün sahibi ve mâliki benim. O günden kimse
kurtulamaz. Eğer size verdiğim nimetlerime hakkıyla şükrederseniz, rahim
sıfatımla korktuklarınızdan kurtulup umduklarınıza ulaşacak ve cennet nimetimle
mükâfatlandırılacaksınız. Orada kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Herkes
dünyada yaptıklarının karşılığını görecektir.
Eğer,
nankörlük yapar, bu dünyada nimetlerimize şükretmez, bize isyan eder, nefsinize
uyup şeytana dost olursanız, bilesiniz ki, bunların karşılığını görüp cezasını
çekeceksiniz. Ve o ceza çok acı olacaktır. Bu da dünyada yaptığınız
amellerinizin ve isyanınızın karşılığıdır. Bunun için Yüce Allah «Mâliki
yevmiddin» buyurmuştur.
Yüce
Allah ceza gününü bildirdikten sonra buyurmuştur. Ey Rabbimiz «yalnız sana
ibadet ederiz.» Mü'min kulları kendilerini O'nun hizmetine adayıp, «yalnız sana
ibadet ederiz, mabudumuz sensin, kulluğumuz sanadır. Senden başka ibadete lâyık
yoktur» deyip emirlerine boyun eğdiler. Yine âyetiyle şöyle derler: «Ey bize
acıyıp lütfuyla ihsanda bulunan, bize sayısız nimetler bahşeden Rabbimiz ceza
gününden korkup şükrünü yerine getirdik. Sana itaat edip emirlerini yapmaya
çalıştık. İbâdete lâyık mâbud yalnız sensin. Senden başka ibadete lâyık yoktur.
Bizim ibadet ve tâatımız ancak sanadır.»
Bu
âyetin devamı olarak buyurdu, Yüce Allah, Yüce Yaratıcı bu kelâmı ile şuna
işaret etmiştir: Kulların hakkıyla ibadet yapamazlar. Onlar âciz ve
zayıftırlar. Allah'tan kendilerine bir yardım gelmeyince bu mukaddes vazifede
başarılı olamazlar. Yüce Allah kullarına yardım edip, onları şeytanın
vesvesesinden korudu. Onlardan ibadete mâni olacak şeyleri giderdi. Onlara
hidâyetini tevfik edip buyurdu. «Rabbimiz, biz zayıf ve günahkârız. Sana
hakkıyla ibadet edemiyoruz. Yalnız senden yardım talep ederiz.» Bize hidayet
ver ki, şeytanın şerrinden korunmuş olalım. Sana İbadette bizi daim kıl. Zira
bizi sen yarattın. Kulluğuna lâyık gördün. Yalnız sana kulluk ederiz. Bize
kuvvet ve kudret ver kî, ömrümüzün sonuna kadar sana ibadet ve itaatte
bulunalım.
Hz.
Ali (r.a.): «Kul daima halini Allah'a arzetmeli ve yalvar-mahdır» demiştir. Kul
dediği zaman yalvararak halini arzeder ve mabudumuz sensin, yalnız sana ibadet
ve kulluk ederiz, demek ister. âyetini okuduğu zaman da -Yalnız senden yardım
isteriz, Senden başkasından yardım istemeyiz- demiş olur. Yüce Allah'ın bu
âyeti göstermektedir ki, kul her işinde Allah'ın yardımına muhtaçtır. O'nun
yardımı olmadan hiç bir şey yapılmaz. Allah'ın yardımı olmadan kulun
ibadetlerini yerine getirmesi bile mümkün değildir.
Yüce
Mevlâ'nın âyet-i celilesi hakkında ilim erbabı çok şey söylemiştir. Ehl-i îman
nasibini alsın diye biz de bunlardan bir kısmını zikrettik.
Diğer
bir ifadeye göre demek, bizi yoktan var eden Allah dünya sevgisini kalbimizden
söküp atar, riyayı terk ettirir, ihlâs Ue sana ibadet ederiz. Yardımı senden
isteriz. Bütün varlığımızla sana kulluk ederiz. Kalbimizin sırlarının
açılmasını senden dileriz. Kendilerine hidâyet verilip, hakkıyla ibadet eden
kulların gibi bize de ibadet etmek nasip eyle. İbadetlerimizin doğru olmasını
ve kabul edilmesini senden dileriz. Senin emrin ile sana ibadet ederiz. Bizi
ibadetini beğenip kibre kapılanlardan eyleme. Halimizi ibadetine lâyık eyle.
Senin yardımını senden istiyoruz. Rahmetinden bizi mahrum etme.
Soru: Allah'tan yardım dilemek işe başlamadan önce gerekmez mi? İş bittikten
sonra yardım dilemenin faydası nedir?
Cevap: İşten sonra yardım talep etmek yapılan iş için değil, o işin sevabım
talep içindir. Bir de şeytanın onu riyaya düşürüp nmo lini iptal ettirmemesi ve
ibadet sahibini ibadetinden alıkoydurma ması, amelini Allah'ın yardımı
sayesinde hayır ile bitirmesi içindir
Bazı
müfessirler, «iyyâke na'büdü ve iyyâke neste'in» âyet-i ce-Hlesinin cemi
(çoğul) olmasının hikmeti, farz namazların cemaatle kılınmasına işarettir
demişlerdir.
Peygamberimiz
(s.a.v.) cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece, tek başına kılman namazın
ise iki derece sevabı olduğunu bildirmiş, cemaatle namaz kılmanın sünnet-i
müekkede olduğunu haber vermiştir.
Kur'ân-ı
Azîmüşşân'm özelliklerinden biri de, bazan gayba, ba-zan muhataba hitap
etmesidir. Bu özellik Fatiha süresinde açıkça görülmektedir. Yüce Allah, -Elhamdü
lillâhi rabbil âlemin- kelâmı ile gayba, •İyyâke na'büdü ve iyyâke neste'în»
âyet-i celüesiyle de muhataba hitap etmiştir. Bunun benzeri Kur'ân-i Kerîm'de
çoktur.
Allahü
Teâlâ kullarının ihtiyacını bilip bunu gidermek için: buyurmuştur. -Bizi sırat-ı
müstakime hidayet et.» îbn Abbas (r-.a.)'a göre bu âyetin mânası şöyledir:
«Yolun en doğrusu olan İslâm'a bizi hidayet et.» Sırat-ı müstakimden maksat
doğru yoldur, Bu da İslâm'dır. İslâm'dan başka yollar batıl yollardır. Islâmm
dışında hak yol yoktur. Zaten «Hak- İslâm'dır.
Soru: Sırat-ı Müstakimden maksat İslâm'dır. İslâm, sırat-ı müstakimde
olanlara mahsustur. Mevcut ve hasıl olanı tekrar dilemenin hikmeti nedir?
Cevap: Sırat-ı müstakim sahibini arzu ettiğine ulaştıran
şeydir. Kulun arzu ettiği sıratın kendisi değil, sırat üzere daimi kalacak
sebeplerdir. Maksuda ulaşınca o sebeplerle kaim olsun. O zaman mâna şu şekilde
kendini gösterir: -Bizi, İslâm'ın gönüllerde yerleşip sabit olacağı sebeplere
hidayet et. Onunla bizi arzu ettiklerimize ulaştır. Bizi dağınık ve batıl
yollardan muhafaza eyle.»
Abdullah
ibn Mes'uftan rivayet edilmiştir: -Peygamberimiz Cs, a.v.) bir gün bir doğru
çizgi çizdi. îki yanına da eğri çizgiler çizdi. Bundan sonra buyurdu ki, «Bu
doğru çizgi sırat-ı müstakim olan İslâm yoludur. Eğri çizgiler ise dağınık ve
bâtıl yollardır ki, her birinin başında şeytanlar bulunur. İnsanları hak yoldan
alıkoyup, batıl yollara çevirmek için uğraşırlar.»
-İsrailoğullan
yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Bu fırkaların her biri bir yol tutacak ve İslâm'dan
çıkacaklardır. Bunların hepsi helak olup cehenneme gidecek, yalnız bir tanesi
kurtuluşa erecektir. Kurtuluşa erenler, benim ve sahabemin yolunda olanlardır.
Yani sırat-ı müstakimden ayrılmayanlardır. Sadece bunlar kurtulacak, diğerleri
helak olacaktır.»
Yüce
Allah Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyuruyor:
«Resulüm,
size gösterdiğim yol benim doğru yolumdur. O yola tâbi otun. Hak yoldan çıkıp
şeytanın yoluna tâbi olmayın ki, o yol cehennem yoludur» CEn'âm: 153], Batıl
yollar dağınık yollardır, daha doğrusu hakkın dışındaki yollardır. Yüce Mevlâ
buna işaret ederet. buyurmuştur. «Rabbimiz, Rahim ve» Rahmanımız, ceza gününde
malikimiz, dünya ve âhirette mabudumuz, bizi dağınık ve batıl yollardan
muhafaza eyle. Sırat-ı müstakim üzere ayaklarımızı daim eyle. Gönlümüzü
şeytanın vesvesesinden koru. îmanımızı muhafaza eyle. Bize, emirlerine karşı
gelmek için fırsat verme. Fâni .âlemden, ebedî âleme göçerken, son nefesde îman
nasip eyle.»
Her
an devamlı bir hidayet üzere yaşamak en büyük ihtiyaç olduğu için Yüce Allah
kullarına namazda ve namazın dışında Fatiha sûresini çok okumalarını ve her
zaman bununla dua etmelerini emretmiştir. Böylece yapılan dualar, duaların
kabul edildiği bir zamana rastlar ve saadet ehlinden olarak îmanlarının yok
olma tehlikesinden emin bir şekilde âhirete göç ederler.
İlim
erbabına göre bu âyette bazı incelikler bulunmaktadır. Bu inceliklerin her biri
bir sınıfın duasına işaret etmektedir.
Buna
göre 'in mânası şudur:
«Rabbimiz,
bizi hak yola ilet. Seninle bizim aramıza şeytan girip ibadetten alıkoymasın.
Bizi nefsimize uydurup sana isyan ettirmesin. Senin varlığına ve birliğine tam
olan inancımızı gölgelemesin.» Bu, müritlerin duasıdır. Onlar, henüz tevbe edip
muhalefetten kurtulamamışlardır. Mâbudlarma tam manasıyla teslim
olamamışlardır. Allah'ın azametinden, celâlinden ve katırından haberdar
değillerdir. Yaratan*m lütfundan, kereminden gafil olup rahmetinden
uzaklaşmışlardır.
Mürid,
gönül aynasından akıl gözüyle baktı, hakikat suretinin ayıplan ona göründü.
Hatâları meydana çıktı. Allah'a muhalefeti dininde bilindi. Ki neredeyse helak
olacaktı. O anda pişman olup doğruluk kemerini kuşandı. Beline ihlâs eteğini
bağladı. Uyandı ve hak yoluna başını koydu. Tevbe silâhını eline aldı, tevekkül
kabını beline taktı. Rıza ve teslim azığını içine koydu. Kanaat kılıcı ile
nefs-i hevayı öldürdü. Şeytanı mağlûp etti, akıl ve canı güldürdü. Bunlarla
mutlak hüküm sahibinin kapısına ulaştı. O'nun lütuf ve yardımından istifade
etti. Allah'ın lütuf ve yardımından istifade eden, rahmet macunundan yer,
marifet ilâçlarından içer, böylece kalbi ve bedeni sıhhat ve selâmet bulur.
Kendine musallat olan hastalıklardan kurtulur. Kabri cennet bahçelerinden bir
bahçe olur. Orada oturmaya hak kazanır. Bütün bu arzular ancak Yaratanın lütfü
ile gerçekleşir.
Kulun
asıl vazifesi, daima yaratanından yardım dilemesidir. Ona karşı her zaman
hizmet makamında bulunmalı, huzurunda el bağlayıp gözlerinden yaşlar akıtmalı,
Yüce padişaha yalvarıp tevazu diyerek şükretmelidir. Onun rahman ve rahim
sıfatlarını ~ zikrederek, diyerek teslim olmalıdır.
Kıyamet
gününün şiddet ve dehşetini hatırından çıkarma. Allah'a karşı yaptığın
isyanları unutma ve onların sonucu olan cehennem azabını düşün. Aciz ve güçsüz
olduğunu bil. Mülk sahibini ınedh ü sena et.
diyerek
canı gönülden yalvar. Kul olduğunu aklından çıkarma. Mülkün gerçek sahibinin
Allah olduğunu bil. On-ıltvn yardım iste, ayetlerini oku ve kulluğunu isbat et.
Bu durumunu devam ettir. Allah'a isyandan uzak ol. 'e devam et.
Yâ
Rabbi, bizi hak yola hidayet eyle. Bize hidayetini nasip eyle lu, son
nefesimize kadar kapında ve hizmetinde ebedi kalalım.
Soru: Mürid hakkında bu izahatı verdin. 'e kadar hoş, u lizol ve uygun. Bundan sonra müride
-Na'büdü - neste'înü - ihdi-tıa» diyerek cemi lâfızlanyla dua ve niyaz etmek
gerekir mi? Bu lâfı/.] urla kendi şahsına tazim etmiş olmuyor mu? Bu şahsına
tazim oluyorsa, el bağlayarak Allah'a yalvarmanın ve boyun eğmenin ne gereği
vardır?
Cevap: Kişinin dua esnasında cemi sigasını kullanarak «bize» diye dua etmesinin
üç ihtimali vardır. Ayrıca birinci ihtimal de üçe ayrılır:
1—
Yapılan dua umumi, hususî ve şahsi olur.
Umumi
dualar: Bu türlü dualar bütün Muhammed ümmetini içine alır. Dua yapılırken
mü'minlerin hepsi zikredilir. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) «Dualarınızı umumî
yapın» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerife uygun olsun diye dualar umumî yapılır,
tşte bunun için dua eden şahıs cemi sığası olan -Biz» i kullanır.
Hususi
dualar: Dua eden adam aile efradını1 hısım akrabasını kast ediyorsa,
yine cemi sığası olan «biz» i kullanarak dua eder.
Şahsi
dualar: Dua eden şahıs bütün azalarını kast etmiş olur. Dilini bunların
tercümanı yapar, bütün işlerinin ve amellerinin hayırlı olmasını Allah'tan
niyaz eder, daima hidayet üzere olması için yalvarır. Ve bunun için cemi sigasmı
kullanır.
Cemi
sigasıyla yapılan dua şahsa tazim değildir. Bu tazim Allah'adır. Çünkü âyette
bu şekilde zikredilmiştir.
2—
İkinci mâna'dir. Mânası, «Bizi yoktan var eden Rabbimiz, bize doğru yolu sen
gösterdin.. Bizi doğru yola hidayet ettin. Gösterdiğin doğru yol üzere mülkünde
sabit dururuz. Ebedî bizi bu yoldan ayırma.» Bu, bütün mü'minlerin duasıdır.
3—
Üçüncü mâna: Yine bu âyetten şu mâna anlaşılmaktadır: -Ey Halikımız, bizi senin
yoluna ilet. Ki senden başkasına kulluk yapmayalım. Senin ibadetinle sana yakın
olalım. Bu vesile ile dünya ve âhiret mutluluğuna ulaşalım. Bu, ariflerin
duasıdır ki, kendileriyle Allah arasında marifet (yakınlık) hasıl olmuştur.
Onlar heran Mevlâ'nın hizmetine hazırdırlar. Mevlâ'nın yolunda karar kılmışlardır.
Her an O'na dua ve niyaz ederler.
Arifler
buna kanaat etmeyerek haliklarına daha yakın olmayı, makam-ı illiyyine çıkmayı,
Rableri ile vasıtasız kelâm etmeyi arzu ederler.
Bu
âyet i celîledeki incelikler sıralanırsa söz uzar. Ehl-i halden başkası da
bunları anlamaz. Mânasını düşünemezler. Bilmedikleri için inkâr ederler ve
dinlerine zarar verirler, Sözü uzatmamak için bu kadarla yetindik.
Bundan
sonra Yüce Allah mümin kullarına tenbihatta bulunup «sırat-ı müstakim'i talep
etmelerini buyurdu. «Bu yol daima hakkı dileyenlerin, sapık yoldan kaçanların
yoludur.»
Nitekim
Yîfce Allah: , buyurdu,
•Kâinatın
halikı, bizi de kendine dost ettiklerinin yoluna ilet. O yolu sen ihsan edip
gösterdin. O yol ile sana ulaştılar.» Gönüllerinde senden başkasının sevgisini
taşımadılar. Onlar senin peygamberlerin, dostların, şehidlerin, saiih
kullarındır.
İmam-ı
Fakih (r.a.) Asım'dan rivayet ederek demiştir ki: Bu âyetle Peygamberimiz ve
mağara ashabı kast edilmektedir. Sonra halifelere, yani Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer'e işaret edilmiştir.
Muhakkikler
demişlerdir ki: Yüce Allah'ın âyat-i ceülesinin anlamı Allah'ın arif, evliya,
iyiler, müridler ve bütün mû'-min kullarına şâmildir. Yüce Allah ariflere in'am
ve ihsan etti. Bunu iman marifetiyle yaptı. Doğruluk ve rızasıyla evliyalara
ihsan etti. Hilim ve yumuşaklıkla iyilere ihsan etti. îbadetlerindeki tad ve
lezzetle müridlere in'am ve ihsan etti. Doğru yola hidayetle mü'min* lere in'am
ve ihsan etti.
Bu
âyeti okuyan mü'min, yukarıda geçenlerin hepsinin nasibini talep etmiş olur.
Böylece ariflerin marifetini, evliyaların rızasını, iyilerin hilmini,
müridlerin ibadetlerindeki lezzeti, salihlerin hidayet üzere olan istikametini
kendinde toplamış olur. Aynı zamanda Allah'a yakın oiur ve dostlarının arasına
girer.
Ebu
Osman (r.a.) >i4^^J"j3fct^ âyetinin mânasını şöyle
açıklamıştır:
-Ey bizi yaratan Rabbimiz, nefsinin kötülüklerini, şeytanın hilelerini ve
tehlikeli yollan kendilerine bildirerek hidayet ettiğin kimselerin yoluna bizi
de hidayet eyle. Onlar rızanı kazanarak ve hak yola girerek sana yaklaştılar.»
Bundan sonra Yüce Allah
buyurmuştur.
«Yâ Rabbi, bizi doğru yoldan sapmış, isyana dalmış olanların yolundan muhafaza
eyle. Yardımını bizden esirgeme. Bizi mâsiyetlerimizle zelil ve helak etme.»
Nitekim Yahudilerin yardımım Kesip kendilerini zelil ettin. İslâm'dan uzaklaşıp
gadabına uğradılar. Nasranîler gibi sapıtıp yanlış yola düşürme bizi. Onlar
İslâm'ı terk ederek Hristiyan oldular. Bizi İslâm'la şereflendirdin. Bizi ondan
ayırma.
Tefsir
sahipleri şu hususta birleşmişlerdir: Fatiha sûresinde geçen «Mağdübi aleyhim»
den Yahudiler kast edilmektedir. Çünkü Allah'ın gadabma uğrayan Yahudilerdir.
«Dallın- den de Hristiyanlar kast edilmektedir. Çünkü onlar İslâm'ı kabul
etmeyip Hristiyan oldular.
Soru: Neden «Gadap» Yahudilere, «Dâllîn» Hristiyanlara tahsis edilmiş de,
-Gadap» Hristiyanlara, «Dallın» de Yahudilere tahsis edilmemiştir?
Cevap: Yüce Aliah Kur'ân-ı Kerîm'de:âyetini Yahudilere tahsis etmiştir,
Hristiyanlar hakkında ise;
âyetini
zikretmiştir. Bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, gadap Yahudiler üzerine, dalâlet
de Hristiyanlar üzerinedir.
Peygamberimizin
şu hadîsi de bunun bir delilidir. Peygamberimiz bir gün Va'dil Kurada iken (bir
yer ismi) bir zat geldi. -Ey Allah'ın Resulü, «Magdûbi aleyhim» kimlerdir,
«Dâllîn» kimlerdir?» diye sordu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: «Mağdûbi
Yahudiler, Dâllîn de Hristiyanlardır- tMuvatta'). Bundan anlaşılıyor ki,
Mağdûbi yahudiler, Dâllîn de Hristiyanlardır.
Yahudilere
gadabm, Hristiyanlara dalâletin tahsis edilmesinin sebebi, Yahudilerin şerir ve
azgm bir millet oluşlarıdır. Yahudiler kendilerine gönderilen peygamberleri ya
öldürmüşler veya işkence etmişlerdir. Hristiyanlar ise hiç bir peygamber
öldürmemişlerdir. Hazret-i İsa (a.sJ'ya îman edenlere Hristiyan denilmiş ve
Hristiyan-)ık, adı geçen peygamberle başlamıştır. Dolayısıyla Hz. îsa ile
Peygamberimize kadar geçen zaman içinde hiç bir peygamber öldürül-memiştir.
Ancak Peygamberimizi çok üzmüşlerdir.
Hz.
İsa'dan öncekilere de İsrailoğuUarı, yani Yahudiler denilmiştir. Yahudiler
kendilerine gelen peygamberlerin hepsini öldürmüşler veya işkence etmişlerdir.
Hattâ bir yıl içinde yetmiş peygamber öldürmüşlerdir. Allah'ın resullerine
böyle muamele etmekten çekinmemişler, onları Öldürmeyi, eza, cefa etmeyi lâyık
görmüşlerdir. Bundan dolayı yaptıklarının karşılığı olarak Allah'ın gadabma
uğrayanlardan olmuşlardır. Böyle bir cezayı kendileri hak etmişlerdir.
Hıristiyanlar
İse islâm'ı terk edip puta taptılar. Hak yoldan çıkıp batıla daldılar. Bundan
dolayı dalâlete müstehak oldular. Onlar da bunu kendi elleriyle kazandılar.
Allahü
Teâlâ mü'min kullarına hamd ü senayı öğretti. Mürebbi, rahman ve rahim
sıfatlarını bildirdi. Kıyamet gününün sahibi, mâliki ve hâkimi olduğunu haber
verdi. Mü'min kullarının nasıl dua yapacağını Öğretti. Daha sonra şükürlerin ve
duaların kabul olması için Fatihadan sonra «Amin» denilmesini emretti.
İbn
Abbas Cr.aJ «Âmin» hakkında şu açıklamayı yaptı: «Fatiha'dan sonra âmin demek,
'Yâ Rabbi, bizi gadabma uğrayanlardan değil de, sırat-ı müstakimde olanlardan
eyle1 demektir. Fakat Âmin Fâtiha'dan değildir. Yalnız Peygamberimiz
Fatiha'yi okuduğu zaman «âmini- derdi, demiştir.
îmam-ı
Mücahit (r.a.): «Âmin, Allah'ın adlarından bir addır. Mânası, Yâ Rabbi,
dualarımızı kabul eyle demektir», demiştir.
Peygamberimiz
(s.a.v.): «Hristiyanlar hiç bir hususta size haset etmediler, yalnız Âmin'in
faziletini bildikleri için hased ettiler» buyurmuştur.
Kâ'bü'l-Ahbar
(r.a.); «Amin, Allahü Teâlâ'nın mührüdür. Mümin kullarının dualarını
onunla mühürler» demiştir.
Imam-ı
Mukatil (r.a.): «Âmin, Allahü Teâlâ'nın kuvvetidir. Allah'tan ayrılıp rahmet
indirir* demiştir.
tbn
Abbas (r.aJ: -Peygamberimize Âmin'in mânasını sordum. Âmin, Yâ Rabbi
isteklerimizi tamamla» demektir dedi ve ilâve etti: «İmam veleddâllin dedikten
sonra peşindekiler âmin derlerse melekler de bunların âminine iştirak eder ve
Allah onların geçmiş günahlarını bağışlar.»
-Amîn,
dört harftir. Fatiha sûresini okuyan kimse «Âmin» dediği takdirde, Yüce Allah
her harfi için bir melek yaratır, o melekler o kul için kıyamete kadar mağfiret
dilerler. Hak Teâlâ Fatiha'-yi okuyan mü'min kullarına rahmet nazarıyla bakar
ve tevfik-ı hidayet kılar» buyurmuştur.