"Bu sûrenin birçok ismi vardır.
İsimlerin çokluğu da müsemmanın (isim sahibi varlığın)
şerefine delâlet etmektedir"[1]
Mushaftar, talim ve namazda kıraat bu sûre ile
başladığı için, "Fâtihatü'l-Kitâb" (Kitabın başlangıcı, girişi)
diye isimlendirilmiştir Veya hamd, ileride de
anlatılacağı gibi, her sözün başı olduğu için, bu sûre, bu isimle
isimlendirilmiştir. Yahut da, semadan (bütün olarak) inen ilk sûre oiduğu için,
ona bu ismin verildiği söylenmiştir[2]
Sûreye bu adın verilmesinin sebebi, başında
"hamd" sözünün bulunmasıdır.
[3]
Bu ismin verilmesinin birçok sebebi vardır:
Birincisi:
Bir şeyin anası, o şeyin aslı demektir. Bütün Kur'ân'ın maksadıdört hususu
zihinlere yerleştirmek-. tir. İlâlıyât (Cenâb-ı Hakk'ın zatı ve sıfatları ile
ilgili konular), me'âd (ahiretle ilgili konular), nübüvvet (Peygamberlik
müessesesi ile ilgili konular) ve Kaza ile Kaderin Allah Teâlâ'ya ait olduğunu
bildirmektir Buna göre. Hakk Teâlâ'nın ayeti ilâ-hiyyâta; kaza ve kaderiyle
olduğunu isbata;" ayeti de hem kazâ ve kaderin varlığına, hem de
nübüvvetle ilgili meselelere delâlet eder. Bu konuların izahı derinlemesine ileride
gelecektir. Kur'ân'ın en büyük gayesi, bu dört gaye olduğu ve Fatiha Sûresi de
bu dört gayeyi ihtiva ettiği için, "Ümmü'l-Kur'an" lakabı ile
lakablandırılmıştır.
Bu ismin verilmesinin ikinci sebebi: İlâhî
kitabların tamamı üç gayeye yönelmiştir: Ya lisanla Allah Teâlâ'yı medh-ü
sena, ya Allah'a hizmet ve ibadetle meşgul olmak veya mükâşefe ve müşahedeyi
istemektir. Buna göre, ayetlerinin Trepsi, Allah Teâlâ'yı medh-ü senadır Afi
ayeti, Hakk Teâlâ'ya hizmet ve kullukla meşgul olmayı ifade eder. Ancak Cenab-ı
Hak, önce (Sadece Sana ibadet ederiz) sözüyle başlamıştır ki bu. kulluk
hususunda çalışıp gayret göstermek gerektiğine işarettir. Bundan sonra (Sadece
Senden yardım isteriz) buyurdu ki, bu da, kulun kendi güçsüzlüğünü, zilletini,
yoksulluğunu ve her şeyinde Allah'a başvurduğunu itiraf etmesine işarettir.
ayetine gelince, bu da, mükâşefe, müşahede ve her türlü hidayeti istemeyi ifade
eder.
Bu sûreye Ümmü'l-Kur'an ve Ümmü'l-Kitab diye isim
verilmesinin üçüncü sebebi şudur: Bütün ilimlerin gayesi ya
rubûbiyyetin izzetini veya kulluğun zilletini tanımaktır. Buna göre ayetleri,
Cenâb-ı Hakk'ın, bütün dünya ve ahiret hallerine hükümran olan ilâh olduğuna
delâlet eder. Sonra, Cenâb-ı Hakk'ın den, sûrenin sonuna kadar olan ayetleri de
kulluğun zilletine delâlet eder Zira bu ayetler, kulun görünen amellerinden ve
batını mükâşefelerinden her hangi bir şeyin, ancak Allah'ın yardımı ve
hidayetiyle tamamlanabileceğine delâlet eder.
Dördüncü sebeb:
İnsanların ilimleri, ya Allah'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmeye
yöneliktir, ki bu usûl ilmîdir; ya Allah'ın hükümlerini ve yüklediği mükellefiyetleri
bilmeye yöneliktir ki, bu da furû ilmidir; veya insanın batınî temizleme, ruhanî
nurların ve ilâhî mükâşefelerin ortaya çıkmasına yönelik ilimdir. Kur'ân'ın maksadı,
bu üç çeşit ilmi açıklamaktır. Fatiha Sûresi de, bu üç gayeyi en mükemmel
şekilde ihtiva etmektedir. Buna göre, ayeti usul ilmine işaret etmektedir. Çünkü
Allah'ın varlığına delâlet eden, mahlûkatın varlığıdır, sözü ise, O: nun
varlığını bilmenin ancak, O'nun âlemlerin Rabbi olduğunu bilmekle mümkün
olduğuna işaret yerine geçmektedir. sözü ise, O'nun hamde müs-tehak olduğuna
işarettir. Allah Teâlâ. hamde, ancak bütün mümkinâta kadir olduğu ve bütün
malûmatı bildiğinde müstehak olur Sonra Allah Teâlâ kendisini, rahmetinin
sonsuzluğu ile vasfetmiştır ki, bu da O'nun Rahman ve Rahîm olmasıdır. Yine O,
kendisini kudretinin mükemmelliği ile vasfetmiştir ki, bu da, [ O Allah) din
gününün mâlikidir. ] ayetiyle ifade edilen husustur. Çünkü o ahiret gününde,
Cenâb-ı Hakk, zulme uğramış kimselerin işlerini ihma! etmez, aksine haklarını
zalimlerden tastamam alır. İşte burada Allah'ın zat ve sıfatlarını bilme
hususundaki söz tamamlanmış olur ki, bu usul ilmidir. Cenâb-ı Hakk, bundan
sonra furû ilmini beyan etmeye geçer. Bu ilim de, Allah'a hizmet ve kullukla
meşgul olmaktır ki, bu da (Sadece Sana ibadet ederiz) ayetinde ifade edilen
husustur. Sonra Allah Teali furû ilmini bir kere daha usul ilmiyle
karıştırmıştır. Bu da şudur: Kulluk vazifelerini yerine getirmek ancak Allah'ın
yardımı ile tamamlanır: ayetinde ifade edildiği gibi...) Daha sonra, Cenâb-ı
Hakk, keşfin derecelerini açıklamaya başlamıştır. Çok olmalarına rağmen bu
dereceler, üç kısımda ele alınır:
Birincisi,
hidayet nurunun kalbte meydana gelmesidir dosdoğru yoluna hidayet et) ayetinde
kastedilen budur.
İkincisi,
İlâhî cazibesi ve kudsî celâliyle kendilerine nimet verdiği kimselerden
tertemiz seçkin kullarının mertebelerinin kula tecellî etmesidir. Öyle ki bu
kulların kutsi ruhları, cilalanmış aynalar gibi olur da birinden diğerine
manevî ışıklar yansır Bu Cenâb-ı Hakk'ın (Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna
ilet) ayetinin ifade ettiği manadır.
Üçüncüsü: Bu ruhların, şehvet kirlerinden korunmuş ve muhafaza edilmiş olmalarıdır ki, (Kendilerine gazab edilmiş olanların yoluna değil) ayeti bunu ifade' eder. Onlar şüphe günahlarından da korunmuşlardır. (Sapıtanlarm yoluna da değil) ayeti de bunu ifade eder. Böylece bu sûrenin, gayelerin en şereflisi olan bu yüce sırları ihtiva ettiği ortaya çıkar. Bundan ötürü, nasıl ki beyin bütün duyuların ve menfaatlerin merkezi olduğu için (Başın aslı) diye isimlendiriliyorsa, Fatiha Sûresi de "Ümmü'l-Kitab" olarak isimlendirilmiştir.
Beşinci sebeb:
Sa'lebî, Ebu'l-Kâsım b. Hubeyb'den; O da Ebû Bekr el-Kaffâl'den; O da Ebû Bekr
b. Dureyd'den, onun şöyle dediğini duymuştur/Arapların lisanında
"el-Ümm" kelimesi, askerin diktiği sancak manasına gelir."
Nitekim bu manada olmak üzere, Kays b, el-Hutaym şöyie demiştir:
"Bayrağımızı diktik de düşmanlarımız darmadağınık
oldular. Birbirine tutkun bir topluluk iken, hastalıklı kimselere
dönüverdiler."
Bu manada olmak üzere, Fatiha Sûresi,
"Ümmü'l-Kur'ân" diye isimlendirilmiştir. Çünkü, nasıl askerlerin
sığınağı sancakları ise, ehl-i imanın sığınağı da bu sûredir. Araplar toprağa
da "Ümrn"(ana) demişlerdir. Çünkü, mahlukat, yaşarken de öldükten
sonra da ona dönerler ve çünkü, bir kimse bir şeye yöneldiği zaman i\r&
jvi «i» (filan kimse falancaya yöneldi)
denilir.
[4]
Cenâb-ı Allah:" "Andolsun ki, biz sana
Sebu'l-Mesânî'yi verdik." (Hicr, 87) buyurmuştur Fatiha Sûresi'nin bu şekilde
isimlendirilmesinin bir- çok sebebi vardır
Birincisi:
Bu sûre, ikişerlidir. Yarısı, kulun Rabbini medh-ü senâsıdır, yarısı da Rabb
Teâlâ'nın kuluna ihsanıdır. (Mesânî kelimesinde ikişer ikişer ve iki kısımlı
manası da vardır.)
İkincisi:
Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir Çünkünamazın her rekatında
tekrarlanır.
Üçüncüsü:
Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir, çünkü o, diğer semavî kitaplarda
yoktur Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, ne Tevrat'ta ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da bu sûre gibisi
indirilmedi. Bu sûre (Hicr 87 ayetindeki) es-Seb'ul-mesânî ve Kuran-ı Azimdir.”[5]
Dördüncüsü:
Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir. Çünkü, yedi ayetten meydana
gelmektedir. Her ayetinin okunması, Kur'ân'ın yedide birinin okunmasına
denktir. Binâenaleyh, Fatiha Sûresi'ni okuyan kimseye Kur'ân'ın tamamını okumuş
olan kimsenin sevabı verilir.
Beşincisi: Bu sûrenin ayet sayısı, yedidir. Cehennemin kapıları da yedidir. Kim bu sûreyi okumaya başlarsa, bu yedi kapı ona kapanır. Bunun delili şudur: Rivayet edildiğine göre, Hz. Cebraîl Peygamber Efendimize şöyle demişti; Yâ Muhammedi Ümmetine, Cenâb-ı Hakk'm azab edeceğinden korkardım. Ne zaman ki, Fatiha Sûresi nazil oldu, bu korkum kayboldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, niçin Ya Cibrîl? diye sordu. Cebraîl de, çünkü Cenâb-ı Hakk, "Şüphesiz onların hepsine va'doiunan yerdir cehennem. Onun yedi kapısı ve, o kapılardan her birinin ayrılmış bir nasibi vardır." (Her. 43-44) buyurmuştur. Fâtiha'nın ayetleri yedidir. Kim bu ayetleri okursa, bunlardan herbiri, cehennem kapılarından birini tutar. Böylece ümmetin oradan zarar görmeden geçer
Altıncısı:
Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Çünkü bu sûre namazda okunur ve
başka bir sûre ile (zamm-ı sure ile) ikilenir
Yedincisi:
Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Zira bu sûre Allah Teâlâ'ya bir
medh-ü senadır.
Sekizincisi:
Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Zira, Hakk Teâlâ bu sûreyi iki
defa indirdi. Hıcr Süresindeki (Hicr 87) ayetini tefsir ederken, bununla
ilgili meseleleri ge/ıiş geniş izah ettik, Sufyan b. Uyeyne, Fatiha Sûresi'ni
bu isimle anardı.
[6]
Salebi şöyle demiştir: Vafıyenın manası, bölünmeyi
kabul etmeyendir. Görmez misin Kur'an'ın bütün sûrelerinin yarısını bir
rekatta, diğer yarısını da ikinci rekatta okusan, kesinlikle caiz olur Halbuki
bu sûrenin aynı şekilde bölünmesi caiz değildir.
[7]
Fatiha Sûresi, bu isimle adlandırılmıştır. Zira bu
sure, başka sûrelerin yerini tutar, ama başkaları bunun yerini tutamaz. Mahmûd
b, Rebî', Ubade b. Sâmit (r.a.)'dan yeten) ismidir. Peygamberiz (s.a.s.)'in
şöyle buyurduğunu rivayet et-miştir: "Ümm-ül Kur'an (olan Fatiha), diğer
sûrelerin yerini tutar. Fakat diğer sûreler onun yerini tutmaz."
[8]
Fâtiha'ya "esâs" ismi verilmesinde bazı
hususlar vardır:
Birincisi: Bu
sûre, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinin ilkidir. Bu sebeble sanki bir temel gibidir.
İkincisi: Bu
sûre, yukarıda izah ettiğimiz gibi, gayelerin en şereflisini ihtiva eder. Ki
bu da bir temel sayılır.
Üçüncüsü:
İmandan sonra ibadetlerin en yücesi namazdır Bu sûre de, hem namaz hem iman
hususunda, ancak kendisiyle imanın ve namazın tamamlanacağı şeyleri ihtiva
etmektedir.
[9]
Ebu Sa'îd el-Hudrî(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygamber (s.a.s.)şöyle buyurmuştur: ""Fatiha Sûresi, her türlü
zehire karşı şifa (ilâç) tır.[10]
Sahabeden bazıları, bayılmış bir adama rastladılar da birisi bu sûreyi adamın
kulağına okudu. Bunun üzerine adam iyileşti. Sahabe bu hadiseyi Resûlullah
(s.a.s.)'a anlatınca, O da: Ümmul-Kur'ân'dır ve O her türiü hastalığa şifadır.[11]
buyurdu.
Ben diyorum ki: Hastalıkların rûrtf olanı vardır,
bedenî olanj vardır Bunun delili şudur: Allah Teâlâ küfrü hastalık diye
adlandırıp "Onların kalblerinde hastalık vardır" (Bakara, 10)
buyurmuştur. Bu sûre, usul, furû' ve mukâşefe bilgilerini ihtiva etmektedir. Bu
sûre, gerçekte bu üç bilgi makamında şifanın meydana gelmesine sebebtir.
[12]
Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.),Cenâb-ı Allah'ın şöyle
buyurduğunu söylemiştir: "Salâtı, Benimle kulum arasında ikiye
paylaştırdım."[13]
Buradaki "Salât" kelimesinden maksad Fatiha Sûresi'dir.
[14]
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Hakk Teâlâ'dan naklettiğine
göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Beni zikretmesi, Benden bir şey
istemesine engel olan kimseye, isteyenlere verdiğimin en iyisini veririm.[15]
Halil İbrâhîm (a.s.) da böyle yaptı. Çünkü şöyle demişti:
"(O Rabb)ki beni yaratan ve bana hidayet edendir.
Bana yedirip içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni
öldürecek, sonra beni diriltecek olan O'dur. Ceza gününde kusurlarımı
affedeceğini umduğum da O'dur. Rabbim, bana hüküm ihsan et ve beni sâlihler
(zümresine) kat." (Şuârâ, 78-83) Fatiha Sûresi'nde de Çenâb-ı Hakk'a
medh-ü sena ile başlanılmıştır ki bu, den kadar olan ayetlerdir. Daha sonra
ubûdiyyet zikredilmiştir ki bu da ayetidir. Daha sonra da hidayeti istemekle,
sûre son bulmuştur'ki, bur gayetinde ifade edilendir. Bu durum, gayelerin en
mükemmelinin, dinde hidayete ermek olduğuna ve marifet cennetinin, na'îm cennetinden
daha hayırlı olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ burada sûreyi, ... (Bize
hidayet et...) diye bitirmiş, (Bizi cennetle rızıklandır.) dememiştir.
[16]
Çünkü bu sûre, Allah'a, fazlından, kereminden ve ihsanından
dolayı hamd-ü sena etmektir.
[17]
Çünkü bu sûre, (bir dua olan) " ayetini ihtiva
etmektedir Fatiha Sûresinin isimleri konusunda sözün hepsi budur. Allah en iyi
bilir.
[18]
Bu sûrenin nüzûlu hakkında âlimler üç görüş zikret-
mislerdir:
Birinci görüş:
Bu sûre mekkîdır. Salebi, senedi ile, Hz. Ali’nin şöy|e dedlğinj rivayet etmiştir.
"Fatiha sûresi, Arşın altındaki hazinelerden inmiştir." Sa'lebî bunun
peşi sıra. âlimlerin çoğunun bu görüşte olduğunu söylemiştir. Yine Sa'lebî,
senedi ile. Anu b. Şurahbil'ia şöyle dedeni rivayet etmiştir. "Kur'ârVdan
ilk nazil olan Fatiha Sûresı'dir." Bu böyledir, çünkü {vahyin
başlangıcında) Hz. Peygamber (s.as.), Hz- Hatîce (r.a.)(ye gizlice şöyle dedi:
"Bana bir şeyin karışmasından (yani aklıma bir hale! gelmesinden)
endişeleniyorum." Bunun üzerine, Hz. Hatice, "O nedir?" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: "Yalnız kaldığımda, "oku"
diye bir ses duyuyorum." Sonra Hz. Peygamber Varaka b. Nevfei'e gitti ve
bu durumu ondan sordu da, O, Peygamber (s.a.s.)'e şöyle dedi: "Sana ses
geldiğinde dur.' Böylece Cebrail (a.s.), Hz. Resûl'e geldi ve Sa'lebî, senedi
ile birlikte, Ebu Sâlih'den, O'nun da İbn Abbas (r.a.)dan rivayet ettiğine
göre, İbn Abbas (ra.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.) kalktı ve hemen
dedi. Bunun üzerine Kureyşlıler, "Allah ağzını kırsın" dediler.
İkinci görüş:
Bu sûre. Medîne'de nazil olmuştur. Sa'lebî senedi iıe birlikte, Mücâhıd'den,
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Fatiha Sûresi, Medîne'de nazil
oldu."
El-Hüseyin b. El-Fadl şöyle demiştir: "Her âlimin
bir hatası olur. Bu da Mücâhidin hatasıdır Zira âlimler bu görüşün aksini
söylemiştir." Buna iki şey delâlet eder, Birincisi, Hicr Sûresi, ittifakla
Mekkîdir. Fatiha Sûresi'ni gösteren ayeti de Hicr Sûresi'ndedir. (Ayet, 87). Bu
da gösterir ki, Allah Teâlâ, Pey-gamberımız (s.a.s.)'e bu sûreyi Hicr
Sûresi'nden önce vermiştir. İkincisi: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Fatiha Sûresi
olmaksızın, Mekke'de on küsur sene kaldığını söylemek doğruluktan uzak bir
görüştür,
Üçüncü görüş:
Bazı âlimler, bu sûrenin bir kere Mekke'de, bir kere de Medî-ne'de nazil
olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Fatiha Sûresi hem Mekkî, hem de Medenîdir.
Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onu "Mesânî" diye isimlendirmiştir.
Çünkü, bu sûreyi iki defa indirmiştir. Bu durum da ancak bu sûrenin ne kadar
şerefli olduğunu gösterir.
[19]
Bu sûrenin faziletini açıklamak hususundadır. Ebû Sa' id el-Hudrî (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivayet, edilmiştir:
"Fatiha Sûresi her türlü zehre karşı şifa
(ilaçjtır.[20] Huzeyfe b. el-Yemânî
(r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmişti
"Bir kavme Cenâb-ı Hakk, kesinkes hükmedilmiş
azabım gönderir. Ancak, onların çocuklarından birisi mektepte
"elhamdülillah! rabbi'İ-âlemîn" diye okuyunca, Allah Teâlâ bunu
duyar. Bu sebeble onlardan azabını kırk yıl kaldırır." Hz. Hüseyin
(r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Cenab-( Hak. göJcfen yüzdört kitap indirdi.
Bunların yüzünün bilgisini, Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'a koydu. Sonra bu
dört kitabın taşıdığı ilimleri Furkâna (Kurana); Furkân'ın ilimlerini,
Mufassal sûrelere;[21] Mufassal
sûrelerin ilimlerini Fâtiha'ya koydu. Kim Fatiha Sûresi'nin tefsirini bilirse,
Allah'ın indirdiği bütün kitapların tefsirini bilmiş olur. Kim Fatiha Sûresini
okursa, sanki Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'ın tamâmını okumuş gibi
olur."
Bunun sebebi şudur: İlâhî kitapların hepsinin gayesi,
usûl, furû ve mükâşefe ilmidir. Bu sûrenin de, bu üç ilmin tamamını ihtiva
ettiğini yukarda izah etmiştik. Bu yüce ve şerefli gaye, bu sûrede bulunduğu
için. sanki, bütün ilâhî gayelerin tamamını ihtiva ediyor gibi olmuştur.
[22]
Âlimler, bu sûrede elifbanın yedi harfinin
bulunmadığını söylemişlerdir. Bu harfler şunlardır: " Bunun sebebi, bu
yedi harfin, Allah Teâlâ'nın azabını hissettirir olmasıdır. Mesela, se helak
ve yok olmaya delâlet eder. Nitekim Allah Teâlâ: " "Bu gün bir kere
hefâk (olmayı, çağırmayın, birçok defalar helak (olduk diye) çağırın."
(Furkân, 14) buyurmuştur. Cim harfi, cehennem kelimesinin ilk harfidir. Cenâb-ı
Allah,"Onların hepsine va'dolunan yer cehennemdir." (Hicr. 43) ve
"Andolsun ki Biz İnsanlar ve cinlerin çoğunu ce-hennem
için'yarattık." {Arat 179) buyurur Hâ harfini de getirmedi, çünkü bu harf.
hızyi (rüsvay olmayı) hissettirir. Allah Teâlâ: "Allah o günde.
Peygamberini ve Onunla birlikte iman edenleri rüsvay etmez."(Tah-nm 8) ve
de Fatiha Sûresı'n-de yoktur. Çünkü bu iki harf, zafîr ve şehîk kelimelerinin
ilk harflerindir Cenâb-ı Allah. "(O şakiler) için cehennemde (çok fecî
bir) nefes alıp verme vardır." (Hûd. 106) buyurmuştur, Aynı şekilde Ze
harfi, zakkuma da delâlet eder. Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
Zakkum ağacı günahkârın yemeğidir." {Duhân 43-44}
Şin harfi de şekâvete delâlet eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "fakı
olanlara gelince onlar cehennemdedirler." (Hûd. 106). harfi de Fatihada
yoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur. "Haydi (cehennemin) üç kola
(ayrılmış duman) gölgesine gidin. O gölge, gölge-lendirici de değildir, onları
alevden de korumaz." (Murselât 30-31) Yine bu harf çılgın ateş) kelimesine
de delâlet eder O, "Fakat ne mümkün. Çünkü o (cehennem) halis ateştir,
bedenin bütün uç uzuvlarını söküp koparır." (Meânc. 15-16) buyurmuştur.
harfi,de bu sureden düşürülmüştür. Çünkü bu da firaka delâlet eder. Allah
Teâlâ' "O gün onlar darmadağmık olurlar." (Rûm 14) ve Allah'a karsı
yalan düzmeyin. Sonra azab İle sizin kökünüzü kurutur. Allaha karşı yalan
uyduran (herkes) muhakkak hüsrana uğramıştır." (Tâhâ. 61) buyurmuştur.
Eğer, "hiçbir harf yoktur ki. bir azab türü ifade
eden kelimede geçmemiş olsun; o halde bu sizin zikrettiklerinizde ne fayda
vardır?" derlerse biz deriz ki, bunun şu faydası vardır: Cenâb-ı Hakk
cehennemin sıfatı hakkında," "Cehennemin yedi kapısı vardır Onlardan
her kapının belirli bir payı vardır." (Hicr, 44) buyurmuştur. Bu sûreyi
okuyup ona iman ederek hakikatlerini öğrenen kimsenin cehennemdeki yedi
dereceden emin olacağına dikkat çekmek için, azaba delalet eden lâfızların ilk
harfleri olan yedi harfi. Cenâb-ı Allah düşürmüştür. Allah en iyi bilendir.
[23]
Cenâb-ı Hakk deyince, sanki bir soru soran şöyle
diyor: sözü, iki şeyden haber veriyor Birincisi, Allah'ın varlığı; ikincisi,
O'nun hamde lâyık olması. Allah'ın varlığının ve O'nun hamde lâyık olduğunun
delili nedir öyleyse? Bu iki sual tevcih olununca, Aliahu Teâlâ bu iki suale
cevap olacak şeyi zikrederek, birinci suale" ikinci suâle sözleri ile
cevap verdi.
Birinci cevabın izahına gelince, bunda birçok hususlar
vardır.
Birinci husus:
Bir şeyin varlığını bilmemiz, ya zarurî ya da nazarî olur. Allah'ın varlığını
bilmenin zarurî olduğunu söylemek caiz değildir. Zira biz, zorunlu olarak,
Allah'ın varlığını zarurî bir tarzda tanımadığımızı biliyoruz. Geriye, Cenâb-ı
Hakk'ı teorik olarak bilmek kalıyor. Nazarî bilgi de, ancak bir delil ile elde
edilir. Halbuki Allah'ın varlığına, bu mahsusat âleminde bulunan göklerin,
yerlerin, dağların, denizlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların onları
idare eden bir Müdebbire, onları yoktan var eden bir Mucide, onları terbiye
eden Mürebbîye ve onların hayatını devam ettiren bir Zata muhtaç olmalarından
başka bir delil yoktur Bundan dolayı Cenâb-ı Allah'ın jıiplij sözü, Kadir ve
Hakîm bir ilahın varlığına delâlet eden, bir delile işaret olur
Burada birçok nükte vardır.
Birinci nükte:
lâfzı, Allah'dan başka her şeye işaret etmektedir. O halde. Cenâb-ı Hakk'ın
sözü, Allah'ın dışındaki her şeyin, O'na muhtaç olduğuna ve var olması
hususunda Allah Teâlâ'nın yaratmasına, varlığını devam ettirmesinde ise O'nun
ibkâsma ihtiyacı olduğuna işarettir. O halde sözü, her bölünme kabul etmeyen
nesnenin ve her cevher-i ferd (atomjun ve her bir maksadın hakîm, kadîr ve
kadîm bir ilâhın varlığına kesin bir delil ve açık bir hüccettir. Nitekim
HakkTeâlâ: Hiç bir şey yoktur ki, hamdiyle Allah'ı teşbih etmesin. Fakat siz
onların teşbihlerini anlayamazsınız." (isrâ, 44)
İkinci nükte: Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmayıp da, buyurmuş
olmasıdır. Bunun sebebi şudur: Ulema, sonradan meydana gelen varlıkların,
meydana geldikleri sırada, bir yaratıcıya, bir Muhdise muhtaç olduğunda
mutabıktırlar Ancak, bu mevcudun varlığını sürdürdüğü sürece, bu varlığı devam
ettiren bir şeye muhtaç olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir Bazıları:
"Bir şey, varlığını sürdürmek için her hangi bir sebebe muhtaç
değildir" diye iddia etmişlerdir. Halbuki Rabb, o şey varlığını sürdürdüğü
müddetçe, onun halini düzelten ve onun devamını sağlayan kimsedir Buna göre,
" sözü, bütün âlemlerin, varlığını idame hususunda Kendisine
muh-taç'olduklarına bir dikkat çekmedir. Burada maksad, âlemlerin meydana
geldiği sırada, bir yaratıcıya muhtaç olduğu hususunun üzerinde ittifak bulunan
bir iş; âlemlerin, varlığını sürdürdükleri sırada, bunları bir terbiye edene ve
varlıklarının devamını sağlayan birisine muhtaç olduğu hususunun ise, ihtilaflı
bir konu olduğunu belirtmektir. Böylece, Cenâb-ı Hakk, Allah'tan başka her
şeyin, meydana gelmesinde, ve varlığını idame ettirmesinde, kendisinden müstağni
olamıyacak-larına dikkat çekmek için, sözünü özellikle zikretmiştir.
Üçüncü nükte:
Bu sûre diye adlandırılmıştır O halde, bu sûrenin bir temel ve kaynak; bunun
dışındaki sûrelerin ise, bundan kaynaklanan arklar gibi olması gerekir O halde
Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, kendinden başka her varlığın, O'nun ulûhiyyetine delil
olduğuna dair bir uyarmadır. Allah bunlardan sonra başka dört sûreyi de,
sözüyle başlatmıştır ki, bu sûrelerin
ilki En'âm Sûresi'dir. Bu sûreye "Gökleri ve
yeri yaratan: karanlıkları ve aydınlığı (nuru) var eden Allah'a
hamdolsun."
(Enam. 1) diyerek başlamıştır. Burada zikredilen
sözünün ifade ettiklerinden bir kısımdır Çünkü "âlem" lâfzı,
Allah'tan başka her şeyi içme alır. Bu ayetten bahsedilen "gökler",
"yer", "nur" ve "karanlıklar" da, Allah'ın
dışında var olan şeylerden bazılarıdır. O halde En'âm Sûresi'nin başında
zikredilenler, âdeta Fatiha Sûresi'nin başında zikredilenlerin bir parçasıdır.
Ve yine, En'âm Sûresi'nin başında zikredilen husus, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve
yerleri yaratmış olmasıdır. Fatiha Sûresinin başında zikredilen husus ise,
O'nun âlemlerin Rabbi olmasıdır Âlem/n varlığın devam ettirmesi hususunda,
Cenâb-ı Hakkin ibkâstna muhtaç olduğu sabit olunca, âlemin meydana gelmesi
hususunda, onu meydana getirecek bir varlığa haydi haydi muhtaç olması
gerektiğini açıklamıştık. Ama, âlemin meydana gelmesinde bir
"muhdis"e ihtiyacı olmasından, varlığını idamesi hususunda bir ibkâ
ediciye muhtaç olması da gerekmez. Bu sebeple, şu iki izah tarzından En'âm
Sûresi'nin başında zikredilmiş hususların, Fatiha Sûresi'nin evvelinde
zikredilen kısımların yerini tutan bir kısım olduğu ortaya çıkmıştır.
Hamd ile başlayan ikinci sûre, Kehf Suresi'dir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurarak, Sûreye başlar: "Kuluna Kitab'ı indirmiş olan
Allah'a hamdolsun." (Kehf, 1) Bu ayetten maksad, ruhları bilgiler
aracılığıyla terbiye etmektir. Çünkü, Allah'ın kuluna indirdiği kitap,
keşiflerin ve müşahedelerin meydana gelmesine sebeptir. Buna göre, bu ayet
sadece ruh terbiyesine işaret etmiş olur. Fatiha Sûresi'nin başında demesi de,
bütün âlemler hakkında umumî bir terbiyeye işarettir. Bu umumî terbiyeye,
meleklerin, insanların, cinlerin ve şeytanların ruhî terbiyeleriyle göklerde ve
yerterde meydana ge\en maddî terbiye de dahil olur. O halde, Kehf Sûresi'nin
evvelinde bahsedilen şeyin, Fatiha Sûresi'nin başında zikredilen şeyler
nev'inden olduğu anlaşılmıştır
Hamd ile başlayan üçüncü sûre, Sebe' Sûresi'dir. Bu sûre şöyle başlamakta kendisine ait olduğu Allah'a hamdoisun." (Sebe. 1) Cenâb-ı Hakk, En'âm Sûresi'nin başında, yer ve göklerin kendisine ait olduğunu; Sebe Sûresi'nin başında ise, göklerde ve yerde bulunan şeylerin kendisine ait olduğunu açıklamıştır. Bu da, O1 nun sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır nun sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır.
Hamd ile başlayan dördüncü sûre, Fâtır Sûresi'dir. Bu
sûre şöyle başlamaktadır: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur."
(Fâtır. i) En'âm Sûresi'nin başında bahsedilen, Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı
olmasıdır. "Yaratmak" ise (halk), takdir etmektir. Bu sûrenin başında
bahsedilen ise O'nun gökleri ve yeri yoktan var ederek, onların zatlarını
yaratan olmasıdır (fatr). Bu ise, birinciden başkadır Ancak Fâtır Sûresi de,
Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kapsamına giren kısımlardan bir kısımdır Sonra Cenâb-ı
Hakk, En'âm Sûresi'nde, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu
zikredince, karanlıkların ve nurun yaratıcısı olduğunu da söyledi: Fâtır
Sûresi'nde ise, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu bildirdiğinde
melekleri de elçiler olarak yarattığını açıkladı. Buna göre, En'âm Sûresi'nde
göklerin ve yerin yaratılmasından sonra, karanlıklar ve nurların
yaratıldığını; Fâtır Sûresi'nde ise, Cenâb-ı Allah'ın göklerin ve yerin
yaratıcısı olduğu zikredildikten sonra, ruhanî varlıkların yaratılmış olduğu
zikredildi. İşte bütün bunlar, hayranlık uyandıran birtakım sırlar ve yüce
birtakım inceliklerdir. Şu kadar var ki, bunlar da hepsi Cenâb-ı Hakk'ın
sözünde zikredilmiş olan, en büyük okyanusun ihtiva ettiği türlerin yerine geçmektedir.
Bu da, sözünün, kadîm bir ilâhın varlığına delil olmak üzere zikredildiğine
dikkat çekmektedir.
İkinci husus:
sözü, bir ilâhın varlığına delâlet ettiği gibi, bunun yanında da, O ilâhın
zatının bir mekândan, o mekânda yer tutmaktan ve bir cihette bulunmaktan
münezzeh olduğuna delâlet eden delilleri de, içine almaktadır. Zira,
"âlemin" lâfzının, Cenâb-ı Hakk'tan başka her varlığı kapsadığını
izah etmiştik. Zaman ve mekân kavramları da, Allah'ın dışındaki varlıklara
dahildir. Buna göre mekân, boşluktan, âlândan re sürüp giden boşluktan; zaman
ise, kendisi sebebiyle önceliğin ve sonralığm meydana geldiği müddetten
ibarettir. O halde,
sözü. Cenâb-ı Hakk'ın zamanın ve mekânın da Rabbi, onların yaratıcısı've onların yoktan var edicisi olduğuna delâlet eder. Sonra Hâlık'ın varlığının yaratılmışların varlığından kesinlikle önce olduğu bilinen bir gerçektir. İş böyle olunca O'nun zatı da, fezanın, boşluğun ve alanın meydana gelmesinden önce olup, cihet ile mekândan münezzehtir. Şayet O'nun zatı, fezanın meydana gelmesinden sonra, fezanın cüzlerinden birinde meydana gelmiş olsaydı, o zaman O'nun zatının hakikati değişmiş olurdu ki, bu imkânsızdır O halde, sözü, bu manada olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın zatının mekân ve cihetten münezzeh olduğuna delâlet eder.
Üçüncü husus:
sözü, Allah'ın zatının hıristiyanlar ve Panteistlerin dediği gibi, bir mahalle
hululden ve hulule nisbet edilmekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Çünkü O,
âlemlerin Rabbi olunca, kendinden başka her şeyin yaratıcısı olur. Yaratıcı,
yaratılmışlardan öncedir. O halde, O'nun zatı, her mahalden önce olur. Bu
sebeple, O'nun zatı bütün mahallerden müstağnidir. Mahallin var olmasından
sonra, O'nun bir mahalle muhtaç olması doğru olmaktan uzaktır.
Dördüncü husus:
Bu ayet, âlemin ilâhının mûcib-i bi'z-zât (zatı icabı yapan) olmadığına, tam
aksine, O'nun fâıl-i muhtar (yani dilediği şekilde iradesiyle iş yapan)
olduğuna delâlet eder. Bunun delili ise şudur: Mûcib-i bi'z-zât olan, fiillerinden
herhangi birine karşılık hamde, senaya ve yüceltmeye hak kazanmaz. Görmüyor
musun? İnsan ateşin sıcaklığından veya buzun soğukluğundan faydalandığında,ateşi
de buzu da medhü sena etmez. Çünkü, ısıtma konusunda ateşin, soğutma
hususundaysa buzun tesiri, kendi gücü ve ihtiyarıyla değildir. Tam aksine, tabiatlarının
gereğidir. Cenâb-ı Hakk'ın, övülmeyi ve senayı hak ettiğine hükmedilince,
O'nun kendi ihtiyariyle fail olan bir varlık olduğu anlaşılır. Allah'ın,
"Fâil-i Muhtar" olduğunu anladık; çünkü, Fâil-i muhtar zatı gereği
mûcib olsaydı, bütün eserler ve malûmatlar bu Müessir ve Mûcıb'in devamıyla
devam etmiş olur ve bu eser ve malûmatlarda bir değişikliğin meydana gelmesi
imkânsız olurdu. Halbuki, değişikliğin meydana geldiğini müşahede ettiğimizde,
bu değişikliği yapan müessirin ihtiyariyle bir kadir olup. mûcib-ı bı'z-zat
olmadığını anlamış oluruz. Durum böyle olunca da, şüphesiz olarak Allah'ın
hamde müstehak olduğu ortaya çıkar
Beşinci husus:
Cenâb-ı Hakk, âlemi kulların maslahatlarına ve menfaatlerine uygun olarak
yaratınca, gökler ve yerler âleminde bu muhkem ve tam yerli yerinde yapmak
işi, apaçık görülür oldu. Bu muhkem ve sağlam işi yapan zatın, âlim olması
gerekir. Bu söylediklerimizle sözü, bir ilâhın varlığına; O'nun mekândan ve
mekânda yer tutmaktan münezzeh; bir mahalle hulul etmekten berî; kudretinin
nihayetsiz; ilminin sonsuz ve hikmetinin de doruk noktasında olduğuna delâlet
ettiği ortaya çıkmış olur.
İkinci sual şudur: Farzet ki, Kadir bir ilâhın var olduğuna dair kesin hüküm verdik. Ne diye O'nun, hamde ve senaya müstehak olduğunu söylüyorsunuz?
Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bu cevabın,
izahı da şöyledir: Kulun dünyadaki durumu, iki halden uzak değildir. Ya o, selâmet
ve saadet içinde olur veya kederler, sıkıntılar ve fakru zaruret içinde
bulunur. Eğer esenlik ve mutluluk içinde olursa, bu mutluluk ve saadetin
sebepleri, ancak O'nun yaratması, meydana getirmesi ve icad etmesiyle olur
Böylece Cenâb-ı Allah, Rahman ve Rahîm olur. Eğer belâ ve sıkıntılar içinde
olursa, bu durumda belâlar ve bu kötülükler ya kullardan veya Allah'tan olmuş
olur. Eğer kullardan ise, Allah Teâlâ din gününde zalimlerden, mazlumların
hakkını ve intikamını alacağını vadetmiştir. Eğer bunlar Allah'tan ise, Allah
Teâlâ dünyada kullarına indirdiği her sıkıntı ve kötülüğe karşılık bol
mükâfaat ve lütufta bulunacağını vadetmiştir. Durum böyle olunca, Allah'ın
sınırsız hamd-ü senaya müstehak olduğu kesinkes anlaşılır Zikrettiğimiz bu
açıklamayla Cenâb-ı Allah'ın sözünün, aklen, kendisinden daha üstün ve mükemmel
bir sözün bulunması mümkün olmayacak şekilde, dizilmiş olduğu anlaşılmış olur.
Cenâb-ı Hakk, Rubûbiyet konusunda muteber sıfatları
saymayı bitirince, bunun peşinden ubûdiyyet (kulluk) konusunda muteber olan
açıklamayı getirdi. İnsan ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Bedenin gayesi,
ruh için faydalı olan şeyleri elde etme hususunda, ruhun bir âleti olmaktır.
Bedenin durumlarının en üstünü, devamlı ruhanî saadetleri kazanmaya dair ruha
yardım edecek amelleri yapmış olmasıdır. Bu ameller de, bedenin Ma'bûdu tazime
ve O'na hizmete götürecek işleri yapmasıdır. Bu ameller ibadetlerdir. O halde
kulun bu dünyada en güzel hâli, bu ibadetlere devam etmesidir, işte bu insanın
mutluluk derecelerinin ilkidir, JiSâfl sozu ile kastedilen de budur. Kul bu
mertebede bir süre devam ederse o'vakit" ona, gayb âleminin nurlarından
bırşeyler tecelli eder. Halbuki o, yalnız başına bu ibadet ve taatlan yerine
getiremez. Bilâkis Allah Teâlâ, onu muvaffak kılmadığı, yardım etmediği ve
korumadığı sürece, bu ibadet ve taatlerden her hangi birini yapması mümkün
değildir, Bu makam, kemâlatta orta dereceyi işgal eder, sözünden kastedilen de
budur. Kul bu makamı geçince, hidayetin ancak Allah Teâlâ tarafından meydana
geldiğini ve mukâşefe ile tecellî nurlarının da sadece Allah'ın hidayet
etmesiyle hasıl olduğunu anlar sözünden murad ise budur. Burada da birçok
nükteler vardır:
Birinci nükte;
İnanç ve amellerde izlenecek gerçek yol sırât-ı müstakimdir
İnançlar hususunda sırât-ı müstakîmın gerçek yol
olmasına gelince bunu birkaç yönden açıklayabiliriz:
Birincisi: Tenzih akidesine iyice dalan kimse, ta'tîle
ve sıfatları nefyetmeye kadar gitmişlerdir. İsbat cihetinde ileri gidip Allah
Teâlâ'ya her sıfatı vermeye kalkışanlar, teşbihe ve Hakk Teâlâya cisimlik ve
mekân isbat etme çıkmazına düşmüşlerdir, îsbat ve nefy. doğruya götürmeyen iki
aşırı uçtur. Sırât-ı müstakîm ise teşbih ve ta'tilden uzak olan bir iman
yoludur.
ikincisi: Kulun bütün fiillerinin kulun kendisinden
olduğunu söyleyen kimse kaderciliğe (i'tizâle): kulun, fiilinde her hangi bir
rolü ve tesiri yoktur diyen kimse de cebre düşmüştür ki, bunlar doğruya
götürmeyen iki yanlış yoldur. Sırât-ı müstakîm ise her şeyin Allah'ın hükmü
ile olduğuna inanarak fiilin kula ait olduğunu kabul etmektir. Ameller konusuna
gelince biz deriz ki: Kim şehevî işler hususunda aşırılığa düşerse
ahlâksızlığa düşer. Şehevî işleri tamamen terkeden kimse ise donuklaşır (hiç
bir şeye arzu duymaz.) Sırât-ı müstakîm ise, her ikisinin ortası-dır ki, bu da
iffettir. Yine kızgınlıkta (gazabta) çok aşırı giden, hiddete düşer. Kızgınlık
göstermemekte aşırı giden ise korkuya düşer. Sırât-ı müstakîm ise bu iki
aşırılığın ortasıdır ki, o da şecaattir
İkinci nükte:
Cenâb-ı Hakk, sırât-ı müstakimi, iki sıfatla nitelendirmiştir. Bunlardan biri
müsbet. diğeri selbî (olumsuz)dur. Müsbet olana gelince, bu yolun, Allah'ın
kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerin sıddîklarm, şehîdlerin ve
salih kulların yolu olmasıdır. Selbî cihete gelince, bu yolun, Allah'ın
gazabını hakedecek kadar şehevî fiilleri işleyerek davranış güçlen bozulan
kimseler ile; gerçek inançlardan ve kesin bilgilerden sapacak kadar tefekkür
kaabiliyetleri fesada uğrayan kimselerin yolu olmamasıdır.
Üçüncü nükte:
Bazıları dediği zaman, sırf bununla yetinmeyip, de söylemiş olduğunu; bunun ise
mürîdin, hidayet ve mukâşefe makamlarına, ancak kendisini dosdoğru yola
iletecek ve sapıklıklar ile hataların dolu olduğu yerlerden uzaklaştıracak bir
şeyhe intisab etmesiyle ulaşabileceğine delâlet ettiğini ileri sürmüşlerdir.
Çünkü demişlerdir man-lükatın pek çoğu noksandır. Akılları hakkı dosdoğru idrak
edip de doğruyu yanlıştan ayıramaz. O halde noksan olan varlığın, kâmil
varlığa uyması gerekir. Böylece bu noksan olan kimsenin aklı. kâmil olanın
aklının nuruyla güçlensin de, neticede saadet derecelerine ve kemâlat
basamaklarına ulaşsın.
Anlattığımız şeylerden, bu sûrenin, "Bana
verdiğiniz ahdi yerine getirin ki. Ben de size karşı olan ahdimde
durayım." (Bakara, 40) ayetinde zikredilen ubudiyet ve rubûbiyet ahdine
dair bilinmesi gereken her şeyin izahını eksiksiz ihtiva ettiği ortaya çıkar.
[24]
Bu sûrenin ihtiva ettiği nüktelerin diğer bir kısmının
anlatılmasına dairdir
Bu âlemin durumu, hayır ile serden, sevilen ve
sevilmeyen şeylerden meydana gelmiş bir karışımdır. Bu manalar şüphesiz bu
âlemde görülmektedir Ancak biz denz şer her ne jse de hay|r daha çok; hasta|jk
çok ise de sıhhat ondan daha fazla; aç||k çok ise de, tokluk ondan daha çoktur.
Durum böyle olunca, kendi nefsinin hallerini gözden geçiren her akıllı insan,
nefsinin daima değişiklikler ve hâlden hâle geçişler içinde olduğunu müşahede
eder. Sonra bu değişikliklerde baskın çıkanın, esenlik, huzur, güzellik ve
rahatlık olduğunu görür Bunu bildiğinde deriz ki. yokluğundan sonra bir şeyin
meydana gelmesini netice veren bu değişiklikler, kadir bir ilâhın varlığına
delâlet ederler. Bu değişikliklerde galib gelenin rahatlık ve hayır olması, bu
ilâhın rahîm, ihsan sahibi ve kerîm olduğuna delâlet eder.
Bu değişikliklerin ilâhın varlığına delâlet etmesini
şöyle açıklayabiliriz: Fıtrat-ı selîme, yokken var olan her şeyin bir sebebi
olması gerektiğine şehâdet etmektedir. Bunun için biz, yok iken bir evin
yapıldığını duyduğumuzda, akl-ı selîmin, bu binanın yapılmasını üstlenmiş bir
ustanın olması gerektiğine şehadette bulunduğunu görürüz. Bir insan bu konuda
bizi şüpheye düşürmeye çalışsa bile, şüpheye düşmeyiz. Binâenaleyh bu değişen
hallerin yaratıcısının da kadir olması gerekir. Çünkü bu ilâh, mûcib-i
bi'z-zât olsaydı bu eserin bu ilâhla hep devam etmesi gerekirdi. Eserin, yokken
meydana gelmiş olması, Müessir ve Kadir bir varlığa delâlet eder. Bu
değişikliklerin, Müessir olan zatın merhametli, ihsan sahibi olduğuna delâlet
etmesine gelince, bu değişikliklerde baskın olanın rahatlık, iyilik, güzellik
ve esenlik olduğunu açıklamıştık. İşlerinin çoğu rahatlık, iyilik, huzur ve
esenlik olan kimseye. Cenâb-ı Hakk merhamet etmiş ve lütufta bulunmuş olur.
Böyle olan zat ise, övülmeye müstehak olur. Bu durumlar, herkesin malûmu ve
her akıllının aklında olunca. Allah'ı övmenin gerekçesi de her akıllı kimsenin
aklında olur. İşte bu sebeple, kullarına nasıl hamdedeceklerini öğretti
de,"riamd, ancak Allah'a mahsustur" dedi.
Cenâb-ı Ailah, bu makama dikkat çekince, birinciden
daha yüce ve daha üstün diğer bir makama da dikkatlerimizi çekmiş ve sanki
şöyle buyurmuştur: Kendisine hamdetmekle meşgul olduğun o ilâhın, sadece senin
ilâhın olduğuna iti-kad etmen doğru olmaz. Aksine o. bütün âlemlerin ilâhıdır.
Çünkü, sende fakirlik, başkasına muhtaç olma. sonradan mümkün bir varlık olman
hasebiyle, nefsinin bir ilâha muhtaç olduğuna hükmedersin. Bu manalar bütün
âlemde vardır Çünkü bu âlem hareket ve sükûnların ve her türlü değişikliklerin
yeridir O halde işleri düzene koyan bir ilâha muhtaç olmanın sebebi bu âlemde
de vardır Se-bebde ortaklık meydana gelince, müsebbebte (neticede) de
ortaklığın meydana gelmesi vacip olur. İşte bu husus, Allah'ın, bütün
mahlûkâtın işlerini düzene koyan, yerlerin ve göklerin ilâhı, âlemlerin de
Rabbı olmasını gerektirir. Böyle bir mana ortaya çıkıp yerleşince, büyüklüğüne
rağmen bu âlemi, Arşı, Kürsî'yi. gökleri ve yıldızları yaratmaya güç yetiren
varlığın, bu sayılan şeyleri yok etmeye de Kadir olduğu ve onlara muhtaç olmadığı
ortaya çıkar. Bu güç yetiren, helak eden ve başkasına muhtaç olmayan varlığa,
son derece saygı ve tazim gösterilmesi gerekir. Bu durumda kul şöyle düşünür:
"Son derece zelil ve kıymetsiz olduğuma göre, bu yüce varlığa yaklaşmam
ve her hangi bir yolla O'na ulaşmam nasıl mümkün olur?" İşte bu durumda,
bu derde uygun ilâcın yerini tutacak şeyi Allah Teâlâ, ona hatırlatarak, sanki
şöyle der: Ey zayıf kulum, her ne kadar Ben, kudreti, heybeti, ve ulûhiyeti
büyük olan bir zat isem de, aynı zamanda rahmeti büyük Rahman ve Rahîm; din
gününün yegane sahibi Allahım. Bu dünyada yaşadığın müddetçe seni, rahmetimin
kısımlarından ve nimetlerimin her çeşidinden mahrum bırakmam. Öldüğünde de din
gününün sahibi benim, hiç bir amelini karşılıksız bırakmam. Eğer hayır
yapmışsan, tek bir hayrına sonsuz hayırlarla karşılık veririm. Eğer günah
işlemiş isen, günahını bağışlamak, lütufta bulunmak ve onu örtmekte karşılık
veririm.
Bu yolla, Cenâb-ı Allah, rubûbiyyetın durumunu ortaya
koyduktan sonra kuluna üç şeyi emretmiştir.
Birincisi, şeriat makamıdır ki bu, kulun zahirî
amellere devam etmesinden ibarettir. Bu, Allah Teâlâ'nın ayetinde ifade ettiği husustur.
İkincisi, tarikat makamıdır ki bu da, kulun görülen
âlemden gayb âlemine yolculuğudur. Bu durumda olan kul. görülen âlemin, âdeta
görülmeyen (gayb) âleminin emrine verilmiş olduğunu görür ve bu zahirî
amellerden herhangi bir şeyin, görülmeyen âleme götürecek bir yardım olmadan,
kendisi için kolay olmayacağını anlar Bu, Allah Teâlâ'nır ayetinde ifade
ettiği husustur.
Üçüncüsü: Kul, görülen bu âlemin, tamamen terkedilmiş
olduğunu, bütün işlerin sadece Cenâb-ı Hakka âit olduğunu müşahede eder. İşte
bu esnada da .'der. Hem sonra burada bir incelik daha vardır. O da şudur Tek
bir ruh, "bir gayeyi elde etmek için bir araya gelmiş bir ruhlar
topluluğundan kuvvetçe daha zayıftır. Bu durumda kul, sadece kendi ruhunun bu
maksadı elde etmeye yetmeyeceğini anlar da, ruhunu, ilâhî nurları ve ruhanî
mükâşefeleri elde etmeye yönelmiş olan tertemiz pak ruhlar zümresine dahil eder.
Ruhu, bu zümreye katılıp onların safında yer alınca, arzusu daha güçlü,
istidadı daha mükemmel olur. İşte o zaman, yalnız başına elde
edemeyeceğşeyleri, bu manevî zümre içerisinde elde eder. Bu sebeble O, der.
Cenâb-ı Allah, tertemiz ve pak olan bu ruhlarla bir
araya gelmenin, kuvvet ve ısti'dâdı artırdığını açıkladıktan sonra, kötü ruhlu
kimselerle bir araya gelmenin de pişmanlığa, zarara, terkedilmişliğe ve
umduğunu elde edememeye yol açtığını beyan etmiştir. Bundan dolayı O,
fastkları kastederek İ kâfirleri kastederek de demiştir.
sözünün delâlet ettiği şeriat, sözünün delâlet ettiği
tarikat ve sözünün delâlet ettiği hakikat dereceleri tamamlanarak, bu üç
makam kâmil olup; daha sonra kötülük ve bedbahtlık erbabından uzaklaşması ve
ruhî saflığa ermiş kimselerle birleşmesi sebebiyle mutluluk meydana gelince
beşerî yükselmeler, insanî kemâller tam olur.
[25]
Bu sûrenin ihtiva eniği nüktelerin bir diğer kısmının
anlatılmasına dairdir.
İnsan, iyi ve hoş şeyleri elde etme, istenmeyen ve
korkulan şeyleri giderme arzusu içinde yaratılmıştır. Hem
sonra bu âlem, sebebler âlemidir. İyi ve hoş şeyleri
insan|n e|de edebl|mesi ancak be|jr|j
gebeblere bağlıû|arak mümküp Q|ur Yjne be|âJan ye kQrku|an şey|er|ı ancak
belirli sebeblere yapışarak savması mümkün olur. Faydalı olan şeyi elde etmek,
zararlı olan şeyi defetmek, bizzat istenen; bu âlemin durumlarının
araştırılmasının, hayırlı şeylerin elde edilmesinin ve kötü olan şeylerin de
def edilmesinin, ancak bu âlemin belli sebeblerine sarılmak suretiyle mümkün
olduğuna, sonra aklen sevilen şeye ulaşmanın, ancak güzel bir vasıta ile mümkün
olduğuna delâlet edince, bu mana bu görülen sebeplere karşı aşırı bir sevginin
meydana gelmesine yol açar İnsan, bu iyi ve hoş şeylere ulaşmasının ancak
sultana, vezirine, yardımcılarına hizmet ettiğinde mümkün olacağını anladığı
zaman, kalbi şiddetli bir sevgi ve büyük bir iştiyakla bu şeylere bağlanır.
Sonra hikmet ilimlerinde, fiillerin çok olması, kökleşen meleke ve meziyetlerin
meydana gelmesine sebep olduğu, ayrıca başkasına benzeme duygusunun insan
tabiatında ağır bastığı hususu yer almaktadır.
Birinci hususu, şöyle izah edebiliriz: Uzun müddet bir
zenaata ve sanat dalına devam eden kimsede, bu sanat ve zenaat kök salarak
güçlü bir meleke hâlini alır. Bu sanata ve zenaata devam etmesine göre, bu
meleke de güçlenir ve kök salar. İkincisinin izahı ise şudur: İnsan, kötü
kimselerle oturup kalktığında, tabiatı kötülüğe yönelir, çünkü ruhlar,
başkalarını taklit etme sevgisiyle yaratılmışlardır. Bunu iyice kavradığında
biz deriz ki, dünya hallerini araştırmanın, faydaları temin ve zararları da
defetmeyi mümkün kılan bu zahirî sebeplere kalbin bağlanmasına sebeb olduğunu
açıklamıştık. Ve, insan bu sebeplere ne kadar çok sarılırsa, kalbinde de
bunlara meyi ve istek o derece kökleşir ve güç kazanır. Yine, dünyaya
bağlananların çoğu, bu vasıfla nitelenmişler ve bu duruma devam etmişlerdir.
Nefislerin başkalarını taklitten hoşlanacak şekilde yaratılmış olduğunu da,
beyan etmiştik. Bu da, bu durumun insan ruhunda kökleşmiş olmasını gerektirir.
Anlattığımız delillerle, dünya sevgisini icap ettiren sebeplerin ve bu sebeplere
bağlanmadaki tutkunun, gerçekten çok yoğun ve çok güçlü olduğu ortaya
çıkmıştır.
Sonra biz deriz ki, insana kendisini dosdoğru yola
iletecek ilâhî bir hidayet ulaştığında, onun kalbine bu sebepler hakkında şifa
verici, tam bir tefekkür duygusu düşer de, o zaman şöyle der: Bu âleme hükümran
olan şu sultan, kendi üstün kudreti ve mükemmel hikmeti ile mi, dünyaya
Hükümran oldu, yoksa böyle olmadı mı? Birincisi geçersizdir, çünkü bu sultan,
bazen insanların en acizi ve en akılsızı olur. Bu durumda, ona, bu emirliğin
ve liderliğin, kendi kuvvetiyle meydana gelmediği ve kendi hikmetinden ötürü,
onun için hazırlanmadığı, emirlik ve riyasetin, ancak bir taksimatçının
taksimi ve hükmü gen çevrilemeyen, kazası reddo-lunamayan Hakîm ve Alîm olan
birinin hükmetmesıyle meydana geldiği anlaşılır.
Sonra, bu kıyas türüne birinci kıyası kuvvetlendiren
diğer birçok kıyas nevileri de eklenir. Böylece, bu mukâşefe meydana
geldiğinde, onun kalbi zahirî sebeplerden kopar, her türlü iş ve arzusunda,
sebepleri yaratan Müsebbibe, bütün kapıları açan bir Fettâh'a başvurmaya
yönelir. Sonra, bu kıyaslar birbirini izleyip de bu mukâşefeler peşpeşe
gelince, insan öyle bir noktaya gelir ki, kendisine her ne zaman bir iyilik ve
fayda ulaşırsa, "şu faydalı"; kendisine her hangi bir şer ve kötülük
gelince, "bu da zararlıdır" der. Böylece, her hangi bir şeyden ötürü,
Allah'tan başka hiç kimseye hamdetmez, herhangi bir şeyi isteme hususunda da
kalbi sadece Allah'a teveccüh eder, Bu sebeple hamd ve senanın hepsi Allah'a
yapılma olur da, kul der.
Adı geçen istidlal, kula bu âlemin bütün hallerinin,
sadece Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyle intizam içine girdiğini kula gösterir. Sonra
kul, bu küçük âlemden büyük âleme yükselir de, bu büyük âlemin hallerinin de,
ancak Allah'ın takoıriyle düzene girdiğini anlar. İşte bu husus, O'nun S^ÜlŞu
"Alemlerin Rabbi" sözünün ifade ettiği durumdur. Sonra kul, bu yüce
âlemin halleri hususunda tefekkür eder de, böylece âlemlerin durumlarının en
muhkem niteliğe, en doğru tertibe, en yüce kemâle ve en güzel metoda göre
tanzim edilmiş olduğunu müşahede eder; böylece her zerrenin Cenâb-ı Hakk'ın
rahmetinin, lütfunun ve ihsanının tamlığını dile getirdiğini görür. İşte bu
esnada der. Buna göre de kula, bu dünyada faydasına olan bütün şeylerin, sadece
Allah'ın merhameti, fazlı ve insanıyla hazırlanmış olduğu görülür. Sonra,
kulun kalbi, öldükten sonra hâlinin nasıl olacağı sorusuna takılır da.
kendisine sanki şöyle denilmiş olur: "Din gününün sahibi, kendisini
"Rahman" ve "Rahîm" diye tanıdığın zattan başka, kimse değildir"
Böylece, kulun göğsü genişler ve kalbi huzur duyar da, dünya ve ahiret işlerini
iyileştirmeyi tekeffül edenin, sadece Allah olduğunu bilir. Bu durumda, kişi
Allah'tan başkasına olan iltifatlarını sona erdirerek, kalbi O'ndan başkasıyla
olan ilgilerini keser. Sonra kulun kalbi bu emîr ve vezirine bağlandığında,
kalbi her ikisinin hizmetiyle iştigal eder. Bu hizmeti bitirdikten sonra,
işleri başarma hususunda, bu ikisinden yardım talebinde bulunarak, onlardan
iyilik ister. Bu emîr ve vezir ile ilgisi kesildiğinde emîr ve vezirinin
hizmetiyle meşgul olmaktansa, Ma'bûdunun hizmetiyle meşgul olmasının daha evlâ
olduğunu anlar İşte o zaman, 'Ancak sana ibadet ederiz" der. Buna göre
mâna şudur: Ben bundan önce, Sen'den başkasına ibadet ediyordum, ama şimdiyse,
Sen'den başkasına ibadet etmiyorum. İşlerini başarma hususunda emîr ve
vezirinden yardım iste-mesindense, gayelerini gerçekleştirme hususunda Hakk
olan Allah'dan yardım talep etmesinin daha isabetli olduğunu anlayarak,
böylece, "Ancak senden yardım isteriz" der Bunun manası şudur:
Bundan önce, Sen'den başkasından yardım talebinde bulunuyordum. Ama şu anda,
Sen'in dışında hiç kimseden yardım istemiyorum. Sona erme ve son bulma
çukurunun kenarında olan o mal ve makamı emîr ve vezirinden istemektense, göğün
ve yerin Rabbinden hidayet ve ma'rifeti istemenin daha evlâ olduğunu anlar da,
böylece efe "Bizi Sırât-ı Müstakîme
hidayet et" der
Sonra, insanlar iki gurupturlar: Birincisi, Allah'tan
başka hiç kimseye ibadet etmeyen, sadece Ondan yardım isteyen, bütün maksat ve
gayelerinin gerçekleştirilmesini, sadece O'ndan isteyenlerdir. İkinci gurup,
insanlara hizmet edip, onlardan yardım isteyen ve hayrı onlardan umanlardır.
Bu durumda şüphesiz kul, şöyle der: Ey Allah'ım! Beni birinci guruba koy ki,
onlar kendilerine Rabbanî nurların ve NuranîCelâlınla nimetler verdiğin
kimselerdir. Beni, ikinci gurubun içinde bulundurma. Bu guruptakiler,
kendilerine gazab olunmuş ve sapıtmış kimselerdir. Çünkü bu guruba tâbi olmak,
ancak ziyan ve yokluğu ifade eder, Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. İbrâhîm'den
naklederek, şöyle der:
"{Ey babacığım), işitmeyen, görmeyen ve sana
hiçbir fayda vermeyen şeylere niçin tapıyorsun." (Meryem, 42).
Allah, en iyi bilendir.
[26]
Ulemanın çoğu, namazda kıraatin farz olduğunda ittifak
etmişlerdir. el-Asamm ve el-Hasen b. Salih'den ise,
kıraatin farz olmadığı nakledilmiştir
Fatiha Sûresi'nın okunmasının farz olduğuna dair
zikrettiğimiz bütün delillerimiz, mutlak kıraatte bulunmanın farz olduğuna
delâlet eder. Biz burada, birçok hususu da ilâve edeceğiz.
Birinci husus:
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
"Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar
namaz kıl Sabah namazını da eda et." (isrâ. 78)
Buradaki dan maksat, kıraattir. Buna göre ayetteki takdir şöyledir: Burdaki emrin zahirî, vücûb (farz) ifade eder.
İkinci husus:
Ebu'd-Derdâdan rivayet edildiğ-ne göre, bir adam Hz, Peygamber (s.a.s.)'e
sordu da, şöyle dedi:
"Namazda Kur'ân okunur mu° Bunun üzerine Hz.
Peygamber (sa.s.): "Evet", dedi. Bunun üzerine, soru soran kimse:
"Farz oldu", dedi. Hz. Peygamber (sj.v.) de, o adamın, "farz
oldu" sözünü onayladı."
Üçüncü husus:
Abdullah b. Mesüd'dan, Hz. Peygamber'e şöyle sorulduğu rivayet edilmiştir:
"Namazda Kuran okunur mu?" Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sa.v.):
"Namaz, kıraatsiz olur mu?" buyurdu Bu iki haberi, Şeyh Ebû Hamid
el-lsferayinî'nin Ta-lîk'ından naklettim.
El-Esam'ın delili, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu
hadisidir: "Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, o şekilde namaz
kıhnız.[27] Hz.
Peygamber (s.a.s.) namazı bu hadîste "görülen" şeylerden saymıştır.
Halbuki kıraat (okuyuş) görülmez. 0 halde kıraatin namazdan hariç olması
gerekir. Buna cevabımız şudur: (Gördü) fiili iki mefûl alınca,
"bilmek" manasına gelir.
[28]
Merhum İmam Şâfıî(ra), "Namazda F-âtihaSûresi'ni
okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha1
dan bir harf bile terkederse namazı sahih olmaz."
demiştir. Ekserî âlimlerin görüşü de böyledir İmam Ebû Hanîfe ise, namazda
Fatiha Sûresi'ni okumanın farz olmadığını söylemiştir.[29]
Bizim, Fatihayı namazda okumanın farz olduğu hususunda
birçok delilimiz var
Birinci delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.) ömrü boyunca namazda Fatiha Sûresi'ni hep okumuştur.
Buna göre, okumanın bize farz olması gerekir. Zira Cenâb-ı Hakk. "O (Peygambere)
uyunuz." (Araf, 185} ve (Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler
çekinsinler." (Nûr 63)ve Bana uyun ki Allah sizi sevsin." (Ai-i
imrân. 31) buyurmuştur. Ebu Hanfte'ye şaşarım, abdestte başa meshetmenin farz
olduğuna haber-ı vâhıd ile delil getirmiş. Bu delili de Muğıre b. Şube
(ra.)'nin Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, bir topluluğun çöplüğüne gelip
bevlettığini ve daha sonra abdest aldığını, başını ve mestlerim mes-hediğini
rivayet etmesidir. İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber (sas.)'in, başına mes-hetmış
olması hususunda bu haber-i vâhıdı delil getirdi de sonra meshin bu miktarını
namazın sahih olması için şart kıldı. Halbuki burada âlimler, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'ın. ömrü boyunca Fatiha Sûresi'ni namazda hep okumuş olması hususunu
tevatür yoluyla nakletmışlerdir. Hem sonra Ebû Hanîfe, "Namazın sıhhati,
Fatiha Sûresı'nı okumaya bağlı değildir" dedi. Bu, şaşılacak bir hükümdür.
İkinci delil:
Cenâb-ı Allah'ın "Namazı hakkıyla k'lmız." (Bakara, 43 vb)ayetıdır.
'"Salât" (Namaz) lâfzı, müfred vema'rıfe(elif-lâmlı)dir. Bunun manası
ise, önceden bir şey olmasıdır. Halbuki müslümanlarca, "saiât" lâfzından, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in yapmış olduğu amellerden başka, önceden bilinen bir tarafı yoktur.
Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın ayeti, "Hz. Peygamberin kıldığı
namazı kılın" manasına gelir Hz. Peygamber (s.a.s.'in kıldığı namaz ise,
Fâtiha'yı ihtiva eden namazdır. Buna göre, Cenâb-ı Allah'ın ayeti, namazda
Fatiha Sûresi'nin okunmasına da bir emir olur. Emrin zahiri ise vucûbtur (Farz
oluşu gösterir). Sonra bu "Salât" lâfzı, Kur'ân'da yüzden fazla yerde
geçmiştir. O halde, Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olduğuna, bu,
kesin delil olmuş olur.
Üçüncü delil:
Hulefâ-i Râşidîn, hayatları boyunca bu süreyi namazlarında hep okumuşlardır
Yine buna, Buhârî ve Müslim'de, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Hz. Ebû Bekr'in ve
Hz. Ömer (r.a.)'in, Kur'ân okumaya, ile başlamış olduklarının rivayet edilmesi
delildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, namazda Fâtiha'yı okumanın bize farz
olması gerekir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Benim ve benden sonra Hulefâ-i Râşidin in sünnetine yapışın[30]. ve "Benden sonra Ebû Bekr ve Ömer'e tabî olun[31]. buyurmuştur. -Yine Allah ondan razı olsun-
Ebû Hanîfe'ye şaşıyorum, O, firarda olan birisinin boş
sayılması meselesinde, Ab-durrahman ve Abdullah b. Zubeyr (r.a.)'den aksine
rivayet nakdelimiş olmasına rağmen. Sadece Osman (r.a.)'dan gelen haberi delil
kabul etmiştir. Halbuki Kur-ân'ın ayeti de böyle birisinin vâris olamayacağını
gösteriyor. O halde, Ebû Hanîfe niçin o meselede yaptığına uygun olarak, bütün
sahabenin ameline ve Fatiha1 nın namazda okunmasının farz olduğu hususundaki
ittifaka tâbi olmamıştır. Halbuki bu hüküm, Kur'ân'a, haberlere (hadislere) ve
akla uygun olandır.
Dördüncü delil:
Ümmet. Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olup olmadığı hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Fakat, bununla amel etmek, yani namazda okunması hususunda
müttefiktirler. Çünkü, dünyanın doğusundan batısına kadar, bütün müslümanlann,
namazda Fatiha Sûresini okuduklarını biliyorsun. Böyle olduğu için biz deriz
ki, namaz kılıp da Fâtiha'yı okumayan kimse, müminlerin yolunu bırakıp, şu
ayetin kapsamına girmiş olur: müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, Biz
onu döndüğü o yola döndürür, kendisini cehenneme yaslarız. Orası, ne kötü bir
varış yeridir." (Nisa, 115). Eğer onlar; "Fâîiha'nın namazda
okunmasının farz olmadığına inanan kimselerin, onu, farz olduğuna inanarak
değil de, mendûb olduğuna inanarak okurlar; bu sebeple Fâtiha'nın namazda
okunmasının farz olduğuna dair bir icmâ yoktur" derlerse biz de deriz ki,
uzuvların amelleri kalbin amellerinden farklıdır. Halbuki biz. herkesin
Fâtiha'yı okuduğunu açıklamıştık. Kim Fatiha Sûresi okumazsa, namazın kılınması
hususunda müminlerin yolunu ter-ketmiş olarak, bu ayetin tehdidine muhatap
olur. Bu kadar delil bize yeter. Farz olduğuna inanma hususunda ittifak
olduğuna dair her hangi bir delil getirmemize gerek yoktur
Beşinci delil:
Meşhur bir hadistir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın şu kudsî hadisidir:
"Namazı benimle kulum arasında iki parçaya
ayırdım. Kut, dediği zaman, AUahu Teâiâ da "Kulum bana hamdetti
der.Ilh...[32] Bu hadisten şu şekilde
delil çıkarabiliriz: Allah, her namazın, Kendisiyle kulun arasında iki parçaya
ayrıldığına hükmetmiş, sonca bu taksimin, ancak bu sûrenin ayetleri sebebiyle
olduğunu açıklamıştır. Biz de deriz ki, namaz bu ikiye bölünmüş şekilden hiç
hâli kalmaz. Bu ikili taksim de, ancak bu sûre sebebiyle husule gelmiştir. Lâzımın
lâzımı gereklidir. O halde, bu sûrenin namazın lâzımlarından olması gerekir.
Bu lüzum da, ancak, namazda Fatihayı okumak namazın sahih olmasının şartıdır,
dediğimizde meydana gelmiş olur.
Altıncı delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: Tâ-tiha'sız namaz olmaz.[33]
Hanefîler, bu hadisin izahında şunları söylemişlerdir:
"Bu hadiste, olumsuzluk ifade eden edat, namaz kelimesinin başına
gelmiştir (yani, namaz asla yoktur, asla olmaz.) Halbuki böyle anlamak
imkânsızdır. O halde bu hadisi, namazın hükümlerinden birisine hamletmek
gerekir. Bunu, namazın sahih olmasına hamletmek, kemâline hamletmekten daha
evlâ değildir (yani, namaz tam olmamış olur; yoksa namaz sahih olmuştur)"
Buna birçok yönden cevap veririz. Birincisi: Bazı rivayetlerde de, "Fatiha Sûresi'ni okumayan kimsenin namazı olmamtştır[34] şeklinde varid olmuştur. Bu rivayete göre olumsuzluk edatı (mana bakımından) "namaz" lâfzına dahil olmamış, ancak namaz kılanın namazının olmayacağını ifade etmiştir. Adamın namazının olması, onun namazdan istifade etmiş ve namazdan sorumlu tutulmaktan kurtulmuş olmasından ibarettir. Bu açıklamaya göre de nefyin zahirini, sözün zahirine hamletmek mümkün olur.
İkincisi: Bir kimse, Fâtiha'yı okumanın namazın
mahiyyetinin cüzlerinden bir cüz olduğuna inanırsa, Fâtiha'yı okumadığı zaman
namazın mahiyyeti tahakkuk etmemiş olur. Çünkü, mahiyyetin, cüzlerinden bir
cüzünün bulunmaması halinde, onun meydana gelmesi imkânsız olur. Bunun böyle
olduğu sabit olunca, onların nefy edatını, namazın müsemmasının, başına
getirmeleri, ancak Fâtiha'nın namazın bir cüzü olmadığı kesinlik kazanınca
doğru olur. Bu, meselenin başlangıcıdır. Bizim sözümüze göre, bu nefy ifade
eden lâfzı, zahirine hamletmenin mümkün olduğu sabit olur.
Üçüncüsü: Farzet ki, bu lâfzı zahirine hamletmek
mümkün değildir. Ancak onlar, hakikatle amel etmek imkânsız olduğunda ve hakîkatin
, birisi daha yakın diğeri de daha uzak olan, iki mecazı olduğunda, lâfzı en
yakın mecaza hamletmenin şart olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle
olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Yok olanla sahih olmayan var arasındaki
benzerlik, yok olanla, sahih olup da ancak kâmil olmayan var arasındaki
benzerlikten daha tamdır. O halde, lâfzı sıhhatin yokluğuna, yani namazın
olmadığına hamletmek evlâ olur.
Dördüncüsü: Lâfzı sıhhatin yokluğuna hamletmek, bir kaç bakımdan daha uygundur. Birinci vecih: Aslolan, bir şeyi olduğu üzere bırakmaktır İkinci vecih: Ha-ramlık tarafı, daha ağır basar. Üçüncüsü: İhtiyatlı olan, namazın olmadığıdır.
Yedinci delil:
Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), şöyle
buyurmuştur: "İçinde Fatiha Sûresi'nin okunmadığı her namaz, noksandır,
tam değildir.'[35] Hanefîler, noksan
demektir; bu ise, namazın caiz olmadığını göstermez, dediler biz de deriz ki, tam
aksine bu, namazın caiz olmadığına delâlet eder. Zira, namazla mükellef
tutulmak bunda vardır. Var olanda aslolan, onun devam etmesidir Biz bu
kaideye, namazı tam bir şekilde yapma hususunda muhalefet ettik. Ama, namazı
noksan olarak kıldığımızda ise, bu husustaki mükellefiyetimizden kurtulmuş
olmamamız gerekir. Bizim bu görüşümüzü, şu husus da güçlendirmektedir: Ebû
Hanîfe'ye göre, bayram günü oruç tutmak sahihtir. Ne var ki, bir kimse bayram
günü Ramazan ayından kalan orucun kazasını tutsa, sahih olmaz. Çünkü, ona farz
olan tam bir oruçtur. Halbuki, bayram gününde tutulan oruçsa, noksandır. Bu
sebeple, bu kaza orucunun, bu kimsenin farz olan borcunu düşürmemesi gerekir.
Bunun böyle olduğu anlaşılınca biz deriz ki, Ebû Hanîfe bu sözünü, burada niye söylemiyor?
Sekizinci delil: Şeyh Ebû Hâmid el-lsferayinî Talik'inde İbn Münzır'den, O'nun da
senediyle Ebû Hureyre (ra.)'de rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İçinde Fatiha Sûresi okunmayan namaz,
yetersizdir."[36]
Dokuzuncu delil: Rifâe b. Mâlikin rivayet ettiğine göre, bir adam mescide g-rip namaz
kılmıştı. Namazını bitirerek namazla ilgili haberi Rifâe adama anlatınca, adam
şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Bana namazı öğret!" Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "Kıbleye döndüğünde tekbir al ve Fâtiha'yı oku" der.
Bu hadisten elde edilen delil şudur: Bu bir emirdir. Emir ise, vücûb (farz)
ifade eder. Ve yine adam, bana namazı öğret, demiştir. O halde, Hz.
Peygamber'ın ona anlattığı her şeyin, namazın bir parçası olması gerekir.
Fâtiha'yı okumasını da ona anlattığına göre, Fâtiha'yı namazda okumanın,
namazın cüzlerinden bir cüz olması gerekir.
Onuncu delil:
Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Dikkat! Size, benzerinin ne Tevrat'ta, ne incil'de ve ne de Zebur'da olmadığı bir sûreyi haber vereyim mi?" Onlar, evet, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Namazınızda neyi okuyorsunuz?" dedi. Onlar da, deyince, Hz. Peygamber, "İpte o sûre, odur ftan/, Fâf/ha Süresidir)" buyurdu.[37] Bu hadisten elde edilen delil şudur: Hz. Peygamber/'Namazlannızda neyi okuyorsunuz?" dediğinde onlar demişlerdir. Onların deyişleri, bu süresiz hiç bir kimsenin namaz'kılmadığının sahabe arasında meşhur olduğunu gösterir. İşte bu husus, sahabece bilinen bir icmâ teşkil ediyordu.
Onbirinci delil: Cenâb-ı Hakkın "Kur'ân'dan kolayınıza geleni, okuyunuz."
(Müzzemmıi. 20) sözünü delil getirmektir Delilin izahı şöyledir: Cenâb-ı
Hakk'ın sözü emirdir. Emir, vücûb (farz) ifade eder. O halde bu, Kur'ân'dan
kolay olanı okumanın farz olmasını gerektirir. Biz deriz ki, "Kur'ân'dan
kolay olan"la Cenâb-ı Allah'ın maksadı, ya Fatiha Sûresi'dir, ya başkaları
veyahut-ta Fatiha ile başkaları arasında muhayyerliktir. Birincisi, bizzat
Fâtiha'nın farz olmasını gerektirir ki, zaten elde edilmek istenen netice de
budur. İkincisi, Fatiha Sûresi'nden başka sûrenin okunmasının bize farz
olmasını gerektirir ki, bu icmâ ile batıldır Üçüncüsü, mükellefin Fatihayla,
onun dışındaki sûreler arasında muhayyer olmasını gerektirir ki, bu da icmâ
ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtıha'nın okunmasının, onun dışındakîlerinin
okunmasından evlâ olduğunda ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.) de, Fatiha
okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu kabul etmişti. Noksan ile tam
arasında muhayyerlik ise, caiz değildir.
Cenâb-ı Hakk, Fâtiha'yı okumayı, Kur'ân'dan kolay
olanı okumak olarak adlandırdı. Çünkü bu sûre, mükellef bütün mü si uman I arın
ezberindedir. O halde, herkes için kolaydır Diğer sûrelere gelince, bazen
ezberlenmiş olur, bazen ezberlenmemiş. Böyle olunca da, herkes için kolay
olmuş olmaz.
Onikinci delil:
Namazla ilgili emir, sabittir, Sabit olanda aslolan ise devamlılıktır. Zaten,
Fâtiha'nın okunmasını ihtiva eden namazı Fatiha ile okuduğumuzda, bu kaideye
muhalefet etmiş oluruz, {Çünkü, namaz denince akla Fatiha, Fatiha denince de
akla namaz gelir) Zira, haberler Fatiha Sûresinin diğer sûrelerden üstün
olduğuna delâlet eder. Bir de müslümanlar, bu sûreyle kılınan namazın, bu sûre
okunmadan kılınan namazdan daha mükemmel olduğu hususunda mutabıktırlar. O
halde bu sûre okunmadığı zaman da. aslı üzere kalması vacip olur. (Yine, namaz
namazdır)
Onüçüncü delil:
Fâtıha'yı okumak, kesinlikle sorumluluktan kurtulmayı gösterir. O halde, Fâîıha'yı
okumak, en ihtiyatlı yol olur. Öyleyse, hem aklî hem de naklî bakımdan
Fatihanın okunmasının farz olduğuna hükmetmek gerekir. Naklî delil, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: "Şüpheli olandan, şüpheli olmayana geç'[38] Aklî
delile gelince, o da şudur: Bu, nefsten korkunun zararını gidermeyi ifade
eder. Nefsten zararı gıdermekse. şarttır. Eğer onlar. "Biz Fâtıha'yı
okumanın farz olduğuna inanırsak, bu hususta hata etmemiz ihtimali ortaya çıkar
Böylece, korku var demektir" derlerse, biz deriz ki, farz olduğuna
inanmak muhtemel olan korkuyu doğurur. Farz olduğuna inanmamak da, inanmak
gibi, muhtemel korkuyu doğurur. O halde, her ıkı zarar da birbirine tekabül
etmiş olur. Amel hususunda Fâtiha'yı okumak, korkuyu gerektirmez. Ama,
okumamaksa korkuyu ifade eder. O halde, ihtiyatlı olanın onu okumak olduğu
ortaya çıkar
Ondördüncü delil: Şayet Fâtıha'sız veya Fatihayla namaz kılmak caiz olsaydı, Fatihayla
namaz kılmak evlâ olmazdı. Çünkü Fatiha okumaya devam, diğer sûreleri
terketmeyı gerektirir Bu ise caiz değildir Ne var ki ulema, bu sûreyle namaz
kılmanın evlâ olduğu hususunda ıcmâ etmişlerdir. O halde bu süresiz namaz
kılmanın caiz olmadığı ortaya çıkar
Onbeşinci delil: Bizler rükûya varma ve secde etmeyi başkalarıyla değiştirmenin caiz
olmadığında ittifak ettik. O halde. Fatihayı okumanın da, Fâtiha'dan başkasını
okumakla değişmenin caiz olmaması gerekir. Burada ortak illet, ihtiyat olana
nayet etmektir
Onaltıncı delili: Aslolan teklifin devamıdır. Buna göre, Fatiha okunmaksızın namaz
kılmaya hükmetmek, sorumluluktan çıkmayı gerektirir. Bu husus, ya nas ile, ya
da kıyas ile bilinir. Birincisi batıldır, çünkü tutundukları delilin -ki bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Kar'an'dan kolayınıza geleni okuyun." (Müzzemmıi,
20) sözüdür- bizim delilimiz olduğunu açıklamıştık.
Kıyasa gelince, bu da geçersizdir. Çünkü namazlarda,
"taabbudî hususlar" (sebebi bilinemeyen) ağır basar. Bu gibi
konularda kıyası bırakmak farz olur.
Onyedinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ömür boyu Fâtiha'yı okumaya devam ettiği
sabit olunca, bu durumda Fatiha Sûresi'nden başkasını okumak bidat ve Hz.
Peygambereıttibâyı terketmek olur ki, bu haramdır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s.): "Tâbi olun, bidat çıkarmayın.[39]"ve
yine "Yolların en güzeli Hz. Muhammed'in yoludur. İşlerin en şerlisi ise,
sonradan bidat olarak ihdas edilenlerdir.[40]"
buyurmuştur.
Onsekizinci delil: Fâtiha'yla ve Fâtiha'sız namaz kılmak, ya fazilette eşit veya
Fâtıha'yla namaz kılmak efdaldir. Birincisi, icmâ ile batıldır. Zira, Hz.
Peygamber (s.a.s.), namazlarında Fâtiha'yı okumaya devam etmişlerdir. Geriye
ikinci husus kalır. Bu durumda biz deriz ki, Fâtiha'sız namaz kılmak, her hangi
bir zorlayıcı sebep olmaksızın, ilâve olan fazileti elden kaçırmayı gerektirir
O halde, bu cihete gitmemek gerekir, Çünkü bu, örfte hoş karşılanmayan bir
şeydir. Öyleyse bu, şe-riatte de çirkin olur.
Ebû Hantfe, Kur'ân ve haberle ıhticac etmiştir
Kur'ân'dan delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni
okuyun." (Müzzemmıi, 20) ayetidir, Habere gelince Ebû Osman en-Nehdi'nin
Ebû Hureyre (r.a.)'den nakletmiş olduğu haberdir ki, Ebû Hureyre şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, velev ki Fâtiha'yla
olsun Kur'ân okumaksızın namazın olmayacağını duyurmamı emretti."
Birincisine cevabımız şudur: Biz, bu ayetin bizim
görüşümüze delâlet eden delillerin en güçlülerinden olduğunu açıklamıştık.
Çünkü, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz" ayeti bir emirdir.
Emirse, vücub ifade eder. Bu ise Kur andan kolay olanı okumanın farz olmasını
gerektirir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur: ân'dan kolay
olandan" maksadı, onun ya Fatiha, ya Fâtıha'dan başkası veya Fatiha ile
Fâtiha'dan başkası arasında muhayyer bırakmasıdır. Birincisi, bizzat
Fâtı-ha'nın kendisinin farz olmasını gerektirir ki, bizim zaten elde etmek
istediğimiz de budur. İkincisi, Fâtıha'dan başka bir sûrenin okunmasının vâcib
olmasını gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Üçüncüsü, mükellefin
Fâtiha'yla Fâtiha'dan başkasını okuma arasında muhayyer bırakılmış olmasını
gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtiha'nm okunmasının
Fâtiha'dan başka sûrelerin okunmasından evtâ olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Ebû Hanîfe de Fatiha okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu
kabul etmiştir. Noksanla tam olan arasında muhayyer bırakmak caiz olmaz.
Cenâb-ı Hakk bu sûreyi okumayı, "Kur'ân'dan kolay
olanı okumak" olarak beyan etti. Çünkü bu sûre, bütün müslümanların
ezbere bildiği bir sûredir O halde herkes için kolaydır. Diğer sûrelerin ise
bazıları ezberlenmiş bazıları ezberlenme-miştir. O halde herkes için okumak
kolay değildir.
İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Bu hadis Ebû
Hureyre (ra)'den rivayet edilen diğer bir hadisle çatışır Çünkü o, şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, Fatiha Sûresi
okumadan namazın olmayacağını duyurmamı emretmiştir." Ve yine şöyle demek
niçin caiz olmasın: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "ve-levki Fâtiha'y'a olsun
Kur'ân okumaksızın namaz olmaz" sözünden maksad, kişinin sadece Fâtiha'yı
okuması halinde namazının sahih olacağıdır. Tearuz sabit olunca, tercih bize
kalır. Çünkü tercih en ihtiyatlı ve efdal olanıdır. Allah en iyi bilendir.
[41]
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının hükmü, Fâtiha'nın
okunmasının farz olmadığı şeklinde olunca, şüphesiz onlar namazda ne kadar
Kur'ân okunacağı meselesinde ihtilâf etmişlerdir Ebû Hanîfe, ayetleri gibi tek
bir ayet okuduğunda, bunun yeteceğini; Ebû Yusuf ile Muhammed ise, üç kısa ayet
veya "Deyn âyeti" (Bakara, 282) gibi bir uzun ayet okuması gerektiğini
söylemişlerdir.
[42]
İmam Şafii (r.a.), besmelenin. Fatiha Sûresi'nın
başından bir ayet olduğunu ve Fatiha ile birlikte okunmasının farz olduğunu
söylemiştir. İmam Mâlik ve el-Evzâi (r.a.) ise, Nemi Sûresi'ndeki hariç,
sûrelerin başındaki besmelelerin Kur'ân'dan olmadığını, Ramazan ayında (Teravih
namazı) dışında, besmelenin namazda ne gizliden ne de açıktan okunamayacağını
söylemişlerdir. Çünkü onlar besmeleyi teravih namazında okurlar. Ebû Ha niteye
gelince, o bu hususu açıkça izah etmemiştir, ancak besmelenin gizli
okunacağını söylemiş, fakat onun, Fatiha Sûre-sı'nin ilk ayeti olup olmadığım
belirtmemiştir Ya'lâ, Muhammed İbn Hasan'a besmeleyi sordum. O:
"Kur'ân'ın iki kapağı arasında olan herşey Kur'ân'dır" dedi. Ben de:
"O halde niye besmeleyi gizli okuyorsun?" dedim, ama bana cevap
vermedi" dedi. Kerhî de. "İlk mezhep âlimlerimizin bu konuda tam
tamına ne dediklerini bilemiyorum. Ancak, onların, besmeleyi gizli okumayı
emretmiş olmaları, besmelenin, Fâtiha'dan bir ayet olmadığını gösterir"
demiştir Hanefî fakîhle-rinden bazısı: "Ebû Hanîfe ile talebeleri bu
meseleye girmekten kaçınmışlardır.
Çünkü, onlar, besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığını
isbata kalkışma, önemli bir iştir. Bu sebeple, bu konuda evlâ olan
susmaktır" demişlerdir.
Bu konu üç meseleyi ihtiva etmektedir.
Birincisi:
Bu mesele ictihadî bir mesele midir ki, bu konuda delillerin zahiri ve âhâd
haberlerle istidlalde bulunmak caiz olsun? Yoksa bu, ictihadî meselelerden
olmayıp katı olarak belirtilmiş meselelerden midir?
İkincisi:
Bunun ictihadî meselelerden olduğunu farzedersek, bu konudaki gerçek nedir?
Üçüncüsü:
Besmelenin açıktan ya da gizliden okunması hususudur. Biz bu üç meseleyi ele
alacağız.
[43]
Besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı kat'î olarak belirtilmiş
meselelerden olmadığını anlatmak hususunda Kâdî Ebû Bekr, bunun kesin olarak
belirtilmiş me- selelerden olduğunu; bu meselede hata etmenin, küfre nisbet
edilme derecesine götürmese de, en azından
fasıklığa nisbet edilme derecesine götürdüğünü söylemiştir
Bu görüşüne O, şöyle delil getirmiştir:"Şayetbesmele Kur'ândan olsaydı,
bunu ya tevatür yoluyla ya âhâd haberler yoluyla bilirdik Tevatür yoluyla
bilinmesi geçersizdir. Çünkü besmelenin Kur'ân'dan olduğu tevatür yoluyla
sabit olsaydı, bu hususta zarurî bilgi hasıl olurdu. Eğer böyle olsaydı, bunda
ümmet içinde ihtilaf meydana gelmesi imkânsız olurdu. İkinci ihtimal de
geçersizdir. Çünkü haber-i vâhid zan ifade eder. Eğer biz, haber-i vahidi, bir
şeyin Kur'ân'dan olduğunu ısbatta, yol olarak benimsemiş olsaydık Kur'ân kesin
bir hüccet olmaktan çıkar, o da zannî olurdu. Eğer bu caiz olsaydı.
Râfı-zîlerin Kur'ân hakkındaki, ilâveler yapılıp bazı yerlerinin eksiltıidığı,
onda tahrif ve tağ-yîrlenn bulunduğu şeklindeki iddiaları da geçerli olurdu,
ki, bu da Islâmı kökten yok-eder"
Gazali, Kâdî Ebû Bekr'e muhalefet ederek şöyle
demiştir: "Besmelenin Kurandan olmadığı eğer tevatürle sabit olursa,
ihtilaf olmaması lâzım. Bu, âhâd haberlerle sabit olursa, o zaman Kur'ân zannî
olur." Sonra Gazâlî, kendi görüşüne karşı bir soru sorarak, "Eğer bir
kimse; "Bu Kur andan değildir" ifadesi ademdir. Bu ademi isbat için
de nakle ihtiyaç yoktur. Zira asıl olan ademdir (yani Kur'ân dan olmamasıdır.)
Fakat, "Bu Kur an'dır" sözümüz müsbet bir ifadedir. Dolayısıyla bu hususu
isbât etmek için nakle ihtiyaç vardır" derse ona şöyle cevab veririz."
der. Bu, her ne kadar adem ise de, besmelenin Kur'ân yazısı ile yazılmış olması
onun Kur'ân'dan olduğu zannını uyandırmaktadır. Binâenaleyh burada besmelenin
Kurandan olmadığına, ancak ayrı bir delil ile hükmetmemiz mümkün olur. Bu
durumda, biraz önce zikredilen, besmelenin "Kur'ân'dan olup olmadığını
bilmenin yolu ya tevatür veya âhâd haberlerledir" şeklindeki taksime
tekrar dönmüş oluruz ki, böylece Kâdî ebû Bekrin söylediği sözün, aynı derecede
kendi aleyhine de olduğu sabit olur İşte bu konuda söylenecek en son söz budur.
Bu konuda benim görüşüm şudur: Mütevâtir nakil,
besmelenin, Allah Teâlâ1 nın indirmiş olduğu bir söz olarak ve mushafta onun
Kur'ân yazısı ile mevcut bulunması ile sabittir. Buna göre, bizim,
"Besmele Kur'ân'dandtr veya Kur'ân'dan değildir." sözlerimizin hiç
bir faydası yoktur. Ancak ne var ki besmele ile ilgili bazı Şer'î hükümler
ortaya çıkmıştır. Bu hükümler de Kur'ân'ın özelliklerindendir. Meselâ; besmeleyi
namazda okumak farz mıdır değil midir; cünübün besmeleyi okuması caiz midir
değil midir; abdesti olmayanın ona dokunması caiz midir değil midir? gibi. Bu
hükümlerin ıctihadî birer hüküm olduğu bilinmektedir.
"Besmele Kur'ân'dan mıdır?" sözümüzün neticesi
bu hükümlerin varlığına veya yokluğuna dayanınca ve bu hükümlerin varlığının
veya yokluğunun sabit olması birer içtihadı husus olunca, bu konunun ictihadî
olup kesin olarak belirtilmemiş bir mesele olduğu ortaya çıkar. Kâdî ebû
Bekrin işi bu kadar büyütmesi
kendiliğinden düşer.
[44]
Medîne ve Basra kıraat âlimleri ile Küfe fâkîhlerı
besmelenin Fâtiha'dan olmadığını; Mekke ve Küfe kıraat âlimleri ile Hicaz
fakîhlerinin ekserisi, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu söylemişlerdir.
Bu ikinci göruS lbnu '"Mübarek ve
Sutyân Sevrı n.n de görüşüdür.
Birçok delil de bu görüşün doğruluğuna delâlet etmektedir:
Birinci delil:
imâm-ı Şafiî (r.a), Müslim'den, O'nun da İbnü Cüreye'den, O'nun da İbnu Ebî
Müleyke'den, bunun da Ümmü Seleme (r.a.)den
rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (as), Fatiha Sûresi'ni okudu,
besmeleyi bir ayet, bir ayet, bir ayet, 'i bir ayet, i bir ayet, ıbirayetve yi
bir ayet saydı. Bu açık bir nastiF.
İkinci delil:
Sa'îd el-Makberî'nın, babasından, O'nun da Ebû Hureyre(r.a.)'den rivayet ettiği
hadise göre. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Fatiha sûresi yedi
ayettir. Bunların ilki besmeledir."
Üçüncü delil:
Sa'lebi'nin tefsirinde, senediyle, Ebû Bureyde'den, Onun da babasından rivayet ettiği hadise
göre. Hz, Peygamber
(s.as.) şöyle demiştir:
"Sana, Süleyman b. Davud(a.s.)dan sonra benden
başka hiç kimseye inmemiş olan bir ayeti haber vereyim mî? Ben de
"Evet"dedim. Oda bunun üzerine: "Namaza başladığında, Kur'ân
okumaya ne ile başlıyorsun?" dedi. Ben de: "Besmele ile" dedim O
da: "İşte O odur" buyurdu. Bu hadis, besmelenin Kur: ândan olduğuna
delâlet ediyor.
Dördüncü delil:
Sa'lebî'nin. senediyle Ca'fer b. Muhammed'den, O'nun da babasından, babasının
da Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamber
(s.a.s.), Câbir'e:
"Namazı kıldığında ne diyorsun? dedi.
diyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): de." dedi.
Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ümmü Seleme (r.ah)'dan
rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtiha'yı diyerek okurdu.
Yine O, senediyle, Ali b. EbîTalib (k.v.)'den rivayet ettiği hadise göre, Hz. Ali, namazda Fatiha Sûresi'ne başladığında besmeleyi okurdu. Daha sonra da "Kim besmeleyi okumayı terkederse namazı eksik kılmış olur" derdi.
Yine Sa'lebî'nin, senedi ile, Sa'îd b. Cübeyr'den, O'nun da İbn Abbas (r.a.)'dan, Andolsun ki sana es-Seb'ul-Mesânî'yi verdik " {Hicr, 87} ayeti hakkında rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (r.a.), es-Seb'ul-Mesânî'nin Fatiha Sûresi olduğunu söylemiştir. İbn Abbas'a, "Yedinci ayeti nerededir?" diye sorulduğunda, O, demiştir.
Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ebu Hureyre (r.a.)'den,
O'nun da Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayetine göre, Resûtullah {s.a.s.) şöyle
buyurmuştur.
"Ümmü'l-Kur'ân (Fâtiha'yı) okuduğunuz zaman
besmeleyi terketmeyiniz. Çünkü o da, Fâtiha'nın ayetlerinden biridir."
Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ebû Hureyre (r.a.)'den
rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ şöyle buyurur: Namazı kulum ile
Benim aramda ikiye taksim ettim. Kul,
dediğinde, Allah Teâlâ, "Kulum Beni yüceltti" der Kul, dediğinde, Allah (c.c),
"Kulum Bana hamdetti"
der. Kul, dediğinde, Allah Teâlâ,
"kulum Beni övdü" der. Kul, diğinde Cenâb-ı Hakk, "Kulum
işlerini Bana havale etti" der. Kul, dediğinde, Cenab-ı Allah, "Bu benimle kulum arasında
(ortaktır)" der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Hakk, "Bu kulumundur ve
kuluma istediği verilecektir " buyurur."
Yine Sa'lebî'nin. Ebû Hureyre (r.a.)'den,senedi ile
rivayet ettiği haberde O şöyle der:
Mescid'de Hz. Peygamber (sas.) ile beraberdim. Hz.
Peygamber (s.a.s.) ashabı ile sohbet ediyordu. Tam o sırada namaz kılmak
isteyen birisi girdi, namaza başladı ve eûzüyü okudu. Sonra da (besmele
okumadan)" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu duydu da. adama:
"Ey Adam! Namazım kestin. Besmelenin Fâtiha'dan
olduğunu bilmiyor musun? Besmeleyi terkeden, Fâtiha'dan bir ayet terketmiş,
Fâtiha'dan bir ayet terkeden ise namazını kesmiş olur. Zira Fâtiha'sız namaz
sahih olmaz. O halde kim, Fatiha? dan bir ayet terkederse namazı batı!
olur" demiştir.
Sa'lebî'nin Talha b. Ubeydultah (r.a.)dan, senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Kim besmeleyi terkederse, Allah'ın kitabından bir ayet bırakmış olur."
Bu hadislerin tamamını Merhum Allâme Ebû İshâk
es-Sa'lebi'nin tefsîrinden aktardım.
Beşinci delil:
Fâtiha'nın başında besmeleyi okumak farzdır. Durum böyle olunca besmelenin
Fâtiha'dan bir ayet olması gerekir Fâtiha'dan önce besmeleyi okumanın farz
olmasının delili, ayetidir. Bu ayetteki nin başındaki harfinin zâıd olduğunu
söylemek caiz değildir. Çünkü Cenâb-t Hakk m kelâmında aslolan, herbir harfin
mutlaka bir faydası (manası) olmasıdır. Bu harf de bir mana ifade edince,
ayetin takdiri: (Rabbinin ismi ile başlayarak oku ) şeklinde olur. Buradaki
"oku" emri vücûb (farziyyeti) ifade eder. Bu vucûb. namazdaki
kıraatin dışında her hangi bir yerde yoktur. Öyle ise, nassı muattal olmaktan
(amel edilmemekten) korumak için besmelenin namazdaki kıraatle okunmasının
farz olduğunu söylemek gerekmiştir.
Altıncı delil:
Besmele, Kuran hattı ile yazılmıştır. Kur'ân'dan olmayan her şey ise Kur'ân
hattı ile yazılmamıştır Görmüyor musun ki Sahabe, sûre isimlerinin Mus-hafa
yazılmasına engel olmuş, her on ve beş ayetten sonra işaretler konulmasını
menetmişlerdir Bütün bunlardan maksatları, Kur'ân'dan olmayanın Kur'ân'a karışmasına
engel olmaktır. Şayet besmele Kur'ân'dan olmasaydı, Sahabe onu Kur'ân hattı ile
yazmazlardı. Besmelenin Kur'ân hattıyla yazılması hususunda ittifak ettiklerine
göre. Besmelenin Kur'ân'dan olduğunu anlarız.
Yedinci delil:
Müslümanlar, Kur'ân'tn ıkı kapağı arasında olan her şeyin Allah m kelâmı olduğu
hususunda icmâ etmişlerdir. Besmele de Kur'ân'ın iki kapağı arasında vardır O
halde besmelenin de Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu
sebebten ötürü, Ya'lâ'nın, bu sözü Muhammed İbn Hasan'a söylediğinde. Onun,
her hangi bir şey söylemediğini yukarıda anlatmıştık.
Ebû Bekr er-Râzî'nin görüşü, besmelenin Kur'ân'dan
olduğu ancak Fatiha Sû-resi'nden bir ayet olmadığı, besmelenin ındınlışmden
maksadın sûrelerin arasını ayırmak olduğu şeklindedir. Son iki delil Ebû Bekr
er-Râzî'nin sözünün aksini ifade etmez.
Sekizinci delil
edi ayet olduğunda mutac -tırlar. Ancak Şafiî (r.a.) şöyle demiştir: sözü bir
ayet, " sözü de bir ayettir." Ama, Ebû Hanî-fe (rahmetullahi aleyh)
şöyte demiştir: "Besmele, Fâtiha'dan bir ayet değildir. Fakat, bir ayet,
de diğer bir ayettir" Ebû Hanîfe'nın bu sözünün zayıf olduğunu ve tercihe
şayan olmadığını müstakil bir başlık altında izah edeceğiz. O zaman geriye
kalan tek ihtimal, besmeleyi Fâtiha'dan tam bir ayet saymaktır. Çünkü böyle
kabul etmedikçe, ayet sayısı, yedi olmaz.
Dokuzuncu delil: Besmeleyi Fâtiha'nın başında okumanın vâcib olduğunu söy-lememizdir.
Buna göre, besmele'nin Fâtiha'dan bir ayet sayılması gerekir. Şu birinci sözün
iza'hı sudur: Ebû Hanîfe, besmeleyi okumanın, (terkinden) daha faziletli
olduğunu kabul ediyor. Böyle olunca ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in besmeleyi
Fâtiha'nın başında okuduğu belli olunca, üenâb-ı Hakk'ın "(O Peygambere)
uyunuz." (Araf. 158) ayetinden dolayı, besmeleyi okumanın bize de farz olması
gerekir. Besmeleyi burada okumanın farz olduğu sabit olunca, besmelenin
Fâtiha'dan olması da kesinlik kazanmış olur Zira bu iki hükmü birbirinden
ayıran yoktur.
Onuncu delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın şu sözüdür;""Besmele ile başlanılmayan her
önemli iş güdüktür (veya) kesiktir.[45]
İmandan sonra amellerin en büyüğü namazdır. Buna göre, namazda
besmeleyi okumadan Fâtiha'yı okumak, namazın güdük olmasını gerektirir. Hadisteki a'jŞn lâfzı, son derece noksanlık ve kusuru ifâde eder. ZiraCenâb-ı Hakk, bu kelimeyi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e düşman olan kâfiri kınamak için söylemiş ve "Sana buğzeden (yok mu? İşte asıl) zürriyetsiz olan O'dur." (Kevser. 3) buyurmuştur Buna göre, besmele okunmadan kılınan namazın son derece nöKsan ve Vusulü eden herkes namazın fasıd olacağına hüküm verir Bu da besmelenin Fâtiha'dan olduğuna ve okunmasının farzıyyetıne delildir.
Onbirinci delil: nz. Peygamber (s.a.s.) Ubeyy b. Ka'b'e (r.a.) "Allah'ın
kitabındaki ayetlerin en büyüğü hangisidir?" dediğinde, O, doğrulamıştır.
Bu hadisten şu şekilde delil çıkarabiliriz: Bu söz, besmelenin ayet olduğunu
gösterir Besmelenin "ayetinde tam bir ayet olmayıp, bir ayetin parçası
olduğu bilinen bir husustur. O halde besmelenin, bu ayetin haricinde tam bir
ayet olması gerekir. Bu şekilde hüküm veren herkes, besmelenin Fatiha
Sûresi'nin evvelinde bir tam ayet olduğunu söylemiştir.
Onikinci delil:
Muâviye (r.a.), Medîne'ye gelip halka, açıktan okunması gereken bir namaz
kıldırmış ve bu namazda Fâtiha'yı besmelesiz okumuştu. Namazını bitirince,
Muhacir ve Ensâr her taraftan, "Unuttun mu yoksa. Kur'âna başlarken
besmele hani?" diye seslendiler. Bunun üzerine o, namazı yeniden kıldırdı
ve besmeleyi deokudu.Bu haber Sahabe (r.a.)'nin,besmelenin Kur'ânve Fatiha dan olup
açıktan okunmasının evlâ olduğunda icmâ ettiklerini gösterir.
Onüçüncü delil:
Diğer Peygamberler (s.a.s.) hayırlı bir işe başladıklarında, besmele ile
başlarlardı. O halde bunun Peygamberimiz Hz. Muhamrrted (s.a.s.)'e de farz
olması gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında bu farziyyet söz konusu olunca
bizim hakkımızda da söz konusu olur. Besmelenin hakkımızda farz olduğu sabit
olunca, Fatiha Sûresi'nden bir ayet olduğu hususu ortaya çıkar. Bu söz dizisindeki
birinci mukaddimenin delili şudur: Hz. Nûh (a.s.), gemiye binerken
"Binin (gemiye). Onun akıp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladir" (Hûd. 41) demiş; Hz. Süleyman (a.s.), Belkîs'e mektup yazdığı zaman, mektubun başına besmeleyi yazmıştır. Eğer Onlar (Hanefîler) ayeti, Hz. Süleyman (a.s.)'ın, Allah'ın isminden önce kendi ismini söylediğine delâlet ediyor" derlerse, biz de deriz ki: Böyle olduğunu düşünmekten Allah'a sığınırız. Çünkü o kuş (Hüdhüd), Hz, Süleyman (a.s.)'ın mektubunu getirip, Belkîs'in önüne koymuştur. Belkis, hiç kimsenin giremeyeceği bir evde idi. Çünkü o evi birçok muhafız ve asker koruyordu. Bu sebebten Belkis, bu mektubu getirenin o kuş olduğunu anladı. Daha önce de Süleyman (a.s.)'ın ismini duymuştu. Mektubu alınca, o kendi kendine "Bu Süleyman'dan (geliyor)" dedi. Mektubu açınca, başında besmeleyi gördü de "Ve bu mektub besmeleyle başlıyor' dedi. İşte bu sebeple, peygamberlerin (s.a.s.) her hangi bir hayırlı işe başladıklarında besmeleyi anarak başladıkları ortaya çıkmıştır.
Sözdeki ikinci mukaddime, bu husus diğer peygamberler
hakkında sabit olunca, bizim Peygamberimiz (a.s.)'a da bunun farz olması
gerekir şeklinde idi. Bunun delili şudur: "Bunlar, Allah'ın kendilerine
hidayet ettiği kimselerdir. Öyleyse, onların hidayetlerine uy." (Enam,
90) ayetidir.
Bu, Peygamber (s.a.s.) hakkında sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Ona tâbi olun" ayetinden ötürü de, bunun bize de farz olması gerekir. Besmeleyi okumanın bize farz olduğu sabit olunca, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğu da sabit olur. Bu iki hükmü birbirinden ayıran yoktur.
Ondördüncü delil: Cenab-ı Hakk'ın varlığı diğer varlıklardan öncedir. Çünkü Allah, Kadîm
ve Hâlık'dır. O'ndan başkası ise, sonradan otma ve mahlûktur. Yaratıcı olan
Kadîm'ın, yaratılmıştan önce olması gerekir. Allah Teâlâ'nın, kendisirde"
başkalarından önce olduğu sabit olunca, uygun aklî bir hükümle, O'nun ziknnr
başkalarının zikrinden önce olması gerekir. Zikirdeki bu öncelik, ancak
"be le"nm okunmasının diğer zikir ve okuyuşlardan önce olmasıyla elde
edilir. EL çeliğin farz olduğuna hükmetmek aklen güzel olunca, bunun dinen de
muteber olması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanların güzel gördüğü ve uygun bulduğu herşey Allah katında da
güzeldir'[46] Besmeleyi okumanın farz
olduğu sabit olunca onun Fatiha'dan bir ayet olması da sabit olur. Çünkü, bu
iki hükmün birbirinden ayrıldığını hiç kimse söylememiştir.
Onbeşinci delil: Nemi Sûresi'nde geçen besmele, şüphesiz Kur'ân'dandır. Sonra bu
besmeleyi Kur'ân hattıyla tekrar edilmiş olarak görüyoruz. O halde, onun Kurandan
olması gerekir Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayabilirsiniz?" (Rahman, 13) ve "Yazıklar olsun, o vakit,
yalanlayanlara" (Mürseiât, 15) ayetlerini Kur'ân'da aynf Kat ve aynı şekilde
tekrar etmiş olarak gördüğümüzde, diyoruz ki, bütün bunlar Kur'ân'dandır.
Onaltıncı delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, İslâm'ın ilk yıllarında, besmeleyi Kureyş
hattı ile, şeklinde yazdığı rivayet edilmiştir. Ne zaman ki, "(Hûd. 41)
ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber besmeleyi diye yazdı. Daha sonra Cenâb-t
Hakk'ın, ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber, şeklinde yazdı.
Neml Sûresı'ndeki (Neml 30) aveti inince de tıpkı bu
ayetteki gibi yazdı. Buradaki delâlet ciheti şöyledir: Besmelenin cüzlerinin
hepsi Kur'ân'dandır. Keza tamamı da Kur'ân'dandır. Ayrıca, o, Kur'ân'da yer
almıştır (yazılmıştır), Binâenaleyh onun Kur'ân'dan olduğuna kesinkes
hükmetmek gerekir. Çünkü, şu kadar çok gerekçenin bulunması ve çok bılınmesiyle
beraber, onu Kur: ân'dan çıkarmak caiz olsaydı, Kur'âmn diğer ayetlerini de Kur'ân'dan
saymamak aynı şekilde caiz olurdu ki, bu da Kurana dil uzatmaya sebep olurdu.
Onyedinci delil: Cenâb-ı Hakk'ın, besmeleyi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirdiği ve O'na
besmeleyi Kur'ân hattıyla yazmayı
emrettiğinin tevatürle sabit olduğunu izah etmiştik. Ve yine, ihtilâfın
neticesinin besmelenin Kur'ân'dan olup olmaması hususunda olduğunu, bunun da,
meselâ besmeleyi okumak vâcib midir'? Cünup kimse onu okuyabilir mi ve
abdestsız kimse ona dokunabilir mı? gibi, hususî hükümlere yönelik olduğunu açıklamıştık.
Biz deriz ki, bu hükümlerin varlığı, en ihtiyatiı yoldur. O halde, ihtiyata
yönelmek gerekir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sana şüphe vereni bırak
da, şüphe vermeyene geç."[47]
buyurmuştur.
Besmelenin Fatihadan bir ayet olmadığına dair
Hanelilerin delilleri: Besmelenin,
Fatihadan bir ayet olduğu görüşünü kabul etmeyenler de çeşitli deliller ileri
sürmüşlerdir. Şöyle ki:
Birinci delil:
Muhalifler Ebû Hureyre'nin rivayetine tutunmuşlardır ki, buna göre Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Allahu Teâlâ^öyle der: "Namazı,
kulumla benim aramda ikiye taksim ettim Kul, dediğinde, Allah kulum beni övdü,
der. Kul, dediğinde, Allah, kulum beni med-hetti der. Kül, dediğinde, Allah,
kulum beni uiuladı, der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Hakk, bu benimle kulum
arasındadır", der.[48] Bu
haberlelki yönlü istidlalde bulunulmuştur. Birinci istidlal şekli şudur: Hz.
Peygamber (s.a.s.), bu hadiste besmeleyi zikretmemiştir. Şayet besmele,
Fâ-tiha'dan bir ayet olsaydı, Hz. Peygamber bunu dile getirirdi. İkinci
istidlal şekli ise şudur: Cenâb-ı Hakk, hadiste geçen salâtı, kendisiyle kulu
arasında ikiye taksim ettiğini buyurmuştur. Burdaki "salât" lâfzından
murad. Fatiha Sûresi'dir. Bu yarıya bölme işi, "besmele, Fâtiha'dan bir
ayet değildir" dediğimizde, ancak elde edilmiş olur. Çünkü Fatiha, yedi
ayettir Buna göre, Fatiha Sûresi'nde üç buçuk ayetin-ki bu da başlavıp de sona
erer-Allah'a; üç buçuğunun da -ki bunlar den başlayıp sûrenin sonuna kadar
olan ayetlerdir-kula ait olması gerekir'Besmeleyi Fâtiha'dan bir ayet
saydığımızda, Allah'a ait olanın dört buçuk; kula ait olanın ise, iki buçuk
olması gerekir, Halbuki bu, mezkûr iki eşit parçayı ortadan kaldırır.
İkinci delil:
Hz. Aişe (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, namaza başlarken tekbir ve ayetini
okuyarak başladığını rivayet etr ııştır. Ki bu da, besmelenin Fatiha
Sûresinden bir ayet olmadığına bir delildir.
Üçüncü delil: Şayet Cenâb-ı Hakk'ın, sözü bu sûreden bir ayet olsaydı, yine Cenâb-ı Hakk'ın sözünde, tekrarın olması gerekirdi ki, bu da delile aykırıdır
Muhaliflerin birinci delillerine birçok yönden cevap
veririz:
Birinci husus:
İmam Ebû İshak es-Sa'lebî'nin,
senediyle Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği haberde, Hz. Peygamberin
besmeleyi, Fatiha Sûresi'n-den tam bir ayet olarak addettiğini nakletmiştik.
İki rivayet çatışınca, tercih yapmak bize aittir. Çünkü, isbat eden rivayeti,
nefyeden rivayete tercih etmek gerekir[49]
ikinci husus: Ebu
Davûd es-Sahtıyanî'nin en-Nahaî'den, O'nun da Mâlik'den, onun da el-Alâ b.
Abdirrahman'dan, onun da babasından, babasının da Ebû Hu-reyre (r.a.)'den
rivayet ettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: dediğinde,
Cenâb-ı Hakk, kulum beni uluiadı; bu benimle kulum arasında olan bir
şeydir." Sen bunu iyice kavradığında biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın sözü,
taksim hususundadır. Bu ise. Ancak ayetinden önce ve sonra üçer ayet olduğunda
mümkündür. Şayet, besmelenin Fatiha Sûresi'nden olduğunu kabul edersek, bundan
önce üç ayet bulunmuş olur ki, bu durumda bu haber, bu bakımdan bizim lehimize
delil olur.
Üçüncü husus:
Nısf yanı "yarı" lâfzı, ayetlerin sayısındaki yarıya muhtemil olduğu
gibi, mana bakımından da yarıya ihtimali vardır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s.), "Ferâiz ilmi, ilimlerin yansıdır" buyurmuş, ferâiz ilmini,
ölülerin durumundan bahsetmesi bakımından, "yan" diye adlandırmıştır
Çünkü ölümle hayat, birbirini tamamlayan iki yarımdır Şureyh de:
"İnsanların yansı kızgınken, ben sabahladım" demiş, onların bir
kısmının hoşnut, bir kısmının da öfkeli olması bakımından, bunu
"yarı" olarak isimlendirmiştir.
Dördüncü husus:
Bizim, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olması hususundaki delillerimiz açıktır
Halbuki onların, tutundukları haberden maksat, besmelenin Fâtiha'dan olup
olmadığı hususunu izah değildir. Bu haberin maksadı, başka bir şeyi beyandır O
halde, bizim delilimiz daha açık ve daha güçlüdür
Beşinci husus:
Bizim görüşümüzün, ihtiyata en yakın olduğunu da açıklamıştık.
Muhaliflerin ikinci delillerine de, İmâm Şafiî'nin söylemiş olduöu şu sözle cevap veririz: Şafiî şöyle buyurmuştur; Belki de, Hz. Âişe Fâtiha'nın ismi olarak kullanmıştır Nitekim "Falanca, "Hamd, gökleri yaratan Allah'a mahsustur." {Enam. 1) sûresini okuduğunda, 'yi okudu." denilir İşte burada da durum aynıdır. Bunun cevabının tamamı, daha sonra Enes'in haberi olarak gelecektir
Üçüncü delillerine cevabımız da şudur: Te'kit etmek
için, Kur'ân'da tekrarlar çoktur Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm olmasını
te'kit etmek, yapılacak şeyin en önemlısidir Allah en iyi bilendir.
[50]
Bazı şazz rivayetlerde, Hasan-ı Basrî'nin, bu sûrenin
ayetlerinin sekiz tane olduğunu söylediğine şahid ol-
durn. Ancak, âlimlerin çoğunun müttefik olduğu meşhur
rjvayette ise bu sûrenin ayet sayısı yedidir İşte bu-
na kjnaen ,je, Allah Teâlâ'nın "Andolsun ki biz sana
es-Sebu'l-Mesânî'yi (yedi tekrar edilen ayeti) verdik." (Mfcr, 87) ayetini
de "Fatiha Sûresi" diye tefsir etmişlerdir Bunun böyle olduğu sabit
olunca, biz deriz ki, "Besmele Fatihamdan bir ayettir" diyenler,
Cenâb-ı Hakk'ın sözünü tek bir ayet kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe'ye gelince,
o, besmeleyi Fatiha Sûresi'nden bir ayet saymayınca. sözünü bir ayet, sözünü
de ikinci bir ayet kabul etmiştir. Bu hususu iyice kavradığında biz deriz ki
İmâm-ı Şafiî'nin söylediği daha evlâdır. Birçok şey buna delâlet eder.
Birincisi: ayetinin
sonu, daha önce geçen ayetlerin sonuna benzemiyor. Halbuki âyet sonlarında
benzerliği gözetmek lâzım Ztra biz Kur'ân ayetlerinin sonunun, birbirine yakın
veya birbirine benzef öimak üzere, iki türlü olduğunu görüyoruz. Birbirine
yakın olan Kaf Sûresi'ndeki gibidir, birbirine benzer olan da Kamer
Sûresi'ndekı gibidir. Cenâb-ı Allah'ın
zü, ayet sonu olarak, bu iki kısımdan değildir O haide, buradaki ayetin
sonu kabul etmek mümkün değildir.
İkincisi: sözünü,
ayetin başlangıcı kabul ettiğimizde, ayetin evvelini £ lâfzı kabul etmiş
oluruz. Bu j-t lâfzı da ya kendinden önceki kısmın sıfatı, veya kendinden
öncekinden istisna edilen bir kelimedir. Mevsûfuyla beraber zikredilen sıfat,
tek bir şey gibidir. Tıpkı, müstesna minh ile beraber müstesna da, bunun gibi,
tek bir cümieymiş gibi kabul edilirler. Aralarına bir fasıla sokmak, delilin
aksine bir-hareket tarzı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın sûrenin sonuna kadar, tek
bir ayet olarak kabul ettiğimizde, sıfatla birlikte mevsûfu; "müstesna
minh" ile birlikte "müstesnâ"yı tek bir söz ve tek bir ayet
kılmış oluruz. Bu ise, delil olmaya en yakın olandır.
Üçüncüsü:
"Mübdelun mjnh (kendisinden bedel tutulan kelime) mahzuf hükmündedir.
Buna göre ayetinin takdiri, olur. Ancak, kendilerine Cenâb-ı Hakk'tn in'âm
ettiği kimselerin yoluna iletilmeyi taleb etmek, sadece ıkı şartın
tahakkukuyla caiz olur. Bu şartlardan birincisi, kendisine in'âm edilmiş olanın,
gazab edilmiş olmaması, ikincisi ise, kendisine in'âm edilmiş olanın sapıtmış
olmamasıdır. Biz bu şartı kabu! etmediğimizde, "ayetiyle ıhtıdâ talebi
caiz olmaz. Bunun de-lıli şu ayettir: "Allah'ın nimetini, küfür ile
değiştirenleri görmedin m;?"(ibrâhîm. 28jBu, Cenab-ı Allah'ın, onlara
nimet verdiğine fakat onlar neticede gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar haline
geldiklerinden, onlara tâbi olmanın caiz olmadığına delâlet eder. Böylece de,
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesini, yine Allah'ın ifadesinden ayırmanın uygun
olmadığı, tam aksine bu ıkı ifadenin toplamının tek bir kelâm olduğu ortaya
çıkmış olur. Bu sebeble de, bu iki ifadenin tek bir ayet olduğuna hükmetmek gerekir.
Eğer muhalifler; "Cenâb-ı Hakk'ın sözü tek bir ayet; sözü, mana cihetiyle
kendinden öncekine bağlı olup, müstakil bir ayet olma'makla birlikte, ikinci
bir ayet değil midir?" derlerse, biz deriz ki, bu iki husus arasındaki
fark şudur:
sözü, sözü
olmadan da tam bir sözdür. O hal-de, yalnız" sözünün tam bir ayet olması
imkânsız değildir. Halbuki, öbürü JDunun gibi değildir. Zira, beyan ettiğimiz
gibi, yalnız başına " afizû
tam bir kelam
olmayıp, aksine buna sözü ilâve
edilmediği sürece, O'nun Atsözü doğru olmaz. Böylece, ikisi arasındaki fark
ortaya çıkmış olur.[51]
Mezheb âlimlerimizden bir kısmı, besmelenin diğer sû
relerin evvelinden bir ayet olup olmadığı hususunda, Şâfıî (r.a.)'a ait iki görüş
rivayet etmişlerdir. Şafiî ulemasına gelince, diğer sûrelerin başındaki
besmelenin de Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişler ve bu husustaki sözü
ikiye ayırarak, her sûrenin başındaki besmele yalnız başına olarak mı tam bir
ayettir yoksa besmele, kendisinden sonra gelen kısımla beraber olarak mı bir
ayet teşkil etmektedir? demişlerdir.
Bir kısım hanefîler de. bu meselede Şafiî'nin icmâya
muhalefet ettiğini söylemişlerdir. Zira, Şafiî'den önce hiç kimse diğer
sûrelerin başındaki besmelenin ayet olduğunu söylememiştir. Bizim delilimiz
şudur: Besmele, her sûrenin başında Kur! ân hattıyla yazılmıştır. O halde,
besmelenin Kur'ân olması gerekir. Muhalifler, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği
hadisle ihticâc etmişlerdir. Bu hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s.). Mülk
Sûresi'nin otuz ayet, Kevser Sûresı'nin ise üç ayet olduğunu söylemiştir.
Sonra Ashab.Du ayetlerin besmelesiz tamamlandığında ittifak etmişlerdir. O
halde, besmelenin bu sûrelerden bir ayet olmaması gerekir,
Bu hususa cevap olarak biz. besmele kendisinden
sonraki ayetle birlikte bir ayettir, dediğimizde bu müşkül ortadan kalkmış
olur.
Eğer muhalifler: Besmelenin. Fâtiha'nın evvelinden tam
bir ayet olduğunu itiraf ettiniz. O halde, diğer sûrelerden ayetin bir kısmı
olduğuna hükmetmeniz nasıl mümkün olyr derlerse biz deriz ki: Bu tuhaf
değildir, olabilir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün tam bir ayet, sonra Dualarının
sonu ise. hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir."
(Yûnus, 10) sözünün toplamının bir ayet olduğunu görmez misin? Burada da durum
aynıdtr. Bunun gibi, Kevser Sûresi de üç ayettir. Yani bu sûrenin hususiyyeti,
üç ayet olmaktır. Besmele ise. bütün sûreler arasında, müşterek olan bir şey
gibidir Böylece, bu sual de sakıt olur.
[52]
Ahmed b. Hanbel'den rivayet edildiğine göre o,
besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu söylemiş, ancak besmeleyi her rekâtte
gizli okumuştur. Şafiî'ye gelince, O da besmelenin Fatiha Sûresi'nden bir ayet
olduğunu söylemiş ve onu açıkça okumuştur. Ebû Hanîfe de, besmelenin
Fâtiha'dan bir ayet olmadığını söylemiş, ancak her rekâtte besmeleyi açıktan
okumayarak, gizli okumuştur. Biz deriz ki, besmeleyi açıktan okumak sünnettir.
Sunun bir çok delili bulunmaktadır.
Birinci delil:
Besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu delilleriyle göstermiştik. Bunun böyle
olduğu sabit olunca, biz deriz ki, "istikra" {etraflı araştırma) tek
bir sûrenin ya tamamıyla gizli okunmasına veya tamamıyla açık okunmasına
delâlet eder. Bir sûrenin, bir kısmının gizli, bir kısmının da açık okunmasına
gelince bu, hiç bir sûrede yoktur. Bu sabit olunca, cehrî kıraatlerde,
besmeleyi açıktan okumak meşru olur.
İkinci delil:
Hiç şüphe yok ki, sözü, Cenâb-ı Allah'ı övmek ve O'nu tazimle zikretmektir.
Bundan dolayı, bunu açıkça söylemenin meşru olması gerekir.ZiraCenâb-ıHakk,
Allah'ı, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir tarzda
anınız." (Bakara, 200) buyurmuştur. Malûmdur ki insan babasıyla övünüp,
bundan kaçınmazsa babasının ismini açıkça anar, ve bu işte çok ileri gider.
Fakat, babasının adını gizler veya sessizce söylerse, bu, babasının ismini
açıkça söylemekten çekindiğini gösterir. Babasıyla iftihar eden kimse onun ismini
açıkça söylemek konusunda mübalâğa edince, Allahı açıkça zikretmenin, amel
cihetinden daha evlâ olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah, Cahiliye devrinde)
atalarınızı (böbürlenerek) andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla
Allah'ı anın. (Bakara, 200) buyurmuştur.
Üçüncü delil:
Allah'ı açıktan zikretmek, inkâr edenin, inkârına bakılmaksızın, bu zikrin
iftihar edilecek bir şey olduğunu gösterir. Aklen bunun güzel göründüğünde
şüphe yoktur. Ser'an da bu böyledir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) "
"Müslümanların güzel gördüğü her şey Allah katında da güzeldir.[53] Şu
husus da görüşümüzü güçlendirir: Gizlemek ve saklamak, ancak ayıplı ve noksan
şeye mahsustur. İşte bu ayıbın ortaya çıkmaması için insan onu gizler ve
saklar. Övünmenin, üstünlüğün ve iftiharın çeşitlerinin en büyüğünü ifade eden
şeyi, gizlemek aklen nasıl uygun olur? Kulun, tazim maksadıyla Allah'ı
zikretmesinden daha üstün ve mükemmel bir iftihar vesilesi olamıya-cağı
malûmdur Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Müjdeler olsun o kimseye ki dili Allah'ın zikri ile ıslanmış olarak ölmüştür[54]. Hz. Ali (k.v.) de şöyle derdi: "Ey kendisinin zikri zikredenler için bir şeref olan varlık." Bu gibi şeyleri gizlemeye gayret göstermek akıllı olan insana nasıl yakışır? Bu sebeble, Hz, Ali (r.a.)'ın mezhebinin, bütün namazlarda besmeleyi açıktan okumak olduğu nakledilmiştir. Ben de derim ki bu delil, muhaliflerin sözleriyle silinip gitmeyecek kadar, bence, güçlü ve sağlamdır
Dördüncü delil:
Senedi ile Şafiî (r.a.) şunu rivayet etmiştir: Muâviye (ra.) Medî-ne'ye geldi
ve halka namaz kıldırdı, besmeleyi okumadı. Rükû ve secdeye giderken de tekbir
almadı. Selâm verince Muhacir ve Ensar ona şöyle seslendiler: "Ey Muâviye,
namazımızı çaldın, besmele nerede? Rükû ve secdeye giderken tekbir
nerede?" Sonra, Muâviye {r.a.), besmele ve tekbirlerle birlikte namazı
yeniden kıldırdı. İmâm-ı Şafiî (r.a.) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Muâviye güçlü
ve saltanatlı bir hükümdardı. Şayet besmeleyi açıktan okumak, Muhacir ve
Ensar'a göre, yerleşmiş bir iş olmasaydı, Muâviye'nin besmeleyi terketmesi
sebebiyle, onlar bu hâli yadırgadıklarını ortaya koyamazlardı.
Beşinci delil:
Beyhakî es-Sünenü'l-Kebir'inde, Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivayet ettiği hadiste o
şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarında besmeleyi açıktan
okurdu." Sonra Beyhakî, Ömer b. Hattab, Ibn Abbas, Ibn Ömer ve İbn Zübeyr
(r.anh)'den de besmeleyi açıktan okuduklarını rivayet etmiştir.
Ali b. Ebî Talib (r.a.)'a gelince, onun besmeleyi açıktan okuduğu tevatürle sabit olmuştur. Kim dinî hususunda Hz. Ali'ye uyarsa o kimse doğruyu bulmuş olur. Bunun delili ise Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür,"Ey AUahım, AH nerede dönüp dolaşırsa, hakkı da onunla birlikte dönderip dolaştir.[55]
Altıncı delil:
sözü, takdir edilmesi gereken bir fiile taalluk eder. Buna göre takdir şöyle
olabilir: " her hangi birşey
takdir edilebilir. Şüphe yok ki bu besmeleyi duymak, Allah'ın korumasının
haricinde, O'na isyan etmekten alıkoyacak bir güç ve Allah'ın yardımı olmaksızın,
Allah'a itaata güç-kuvvet bulmanın imkânı olmadığına dair aklı uyarır. Yine
Allah'ın zikri ile başlamadıkça hiç bir hayır ve bereketin tam olamayacağına
aklın dikkatini çeker. Bütün ibadet vetaatlardan maksadın, akılda bu tür
manaların meydana gelmesi olduğu malûmdur. Bu kelimeyi (besmeleyi) dinlemek,
bu yüce hayırları ve üstün bereketleri ifade edince, besmeleyi söyleyen kimse
Cenâb-ı Allah'ın " insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmehiniz.
İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız," (Ai ı imrân. 110)
ayetinin şümulüne girmiş olur. Çünkü besmeleyi açıktan okuması sebebiyle,
okuyan kimse emri bi'l-ma'rûf kısımlarından en güzel olanını yapmıştır ki, bu
da kişinin bütün benliği ile Allah'a yönelip, bütün hayır işlerde Allah'ın
yardımını istemesidir. Hâl böyle olunca akıllı olan kimsenin, "Besmeleyi
açıktan okumak bidattir" demesi nasıl yakışık alır.
Muhalif olan, birçok husus ve delil ilen sürmüştür.
Şöyle ki:
Birinci delil:
Buhârî'nin senedi ile birlikte, Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet ettiği hadise
göre O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.lEbû Bekr.Örnerve Osman'ın
arkalarında namaz kıldım. Hepsi ile okumaya başlıyorlardı" Müslim de bu
haberi Sahîh'inde rivayet etmiştir. Ancak Müslim'in rivayetinde: "...
onlar besmeleyi söylemiyorlardı" ibaresi de vardır Başka bir rivayette
ise "... onlardan her hangi birinin besmeleyi (namazda, Fâtiha'nın başında)
okuyanını duymadım" ilâvesi; dördüncü bir rivayette ise".... onlardan
hiç biri besmeleyi açıktan okumamıştır" ifadesi yer almıştır.
İkinci delil:
Abdullah b. Mugaffel'in rivayet etmiş olduğu hadistir. O şöyle demiştir:
Babam, benim (namazda) besmeleyi okuduğumu duydu da şöyle dedi; "Evlâdım!
İslâm'da bidatlardan sakın. Hz. Peygamber (a.s.)'m, Ebû Bekr'in. Ömer'in ve
Osman'ın arkalarında namaz kıldım, bunların hepsi" diye okumaya
başlarlardı. O halde namaz kıldığında başla." Ben de derim ki, Enes ile
İbn Mugaffei, besmelenin zikredilmemesini üç halifeye tahsis etmişler, Hz. Alı
(r.a.)'yi anmamışlardır Bu da herkesin, Hz. Ali (r.a.)'ın besmeleyi açıktan
okuduğuna mutabık olduğuna delâlet eder.
Üçüncü delil:
Cenâb-ı Allah'ın" "Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua edin."
(Araf, 55), "Rabbini içinden yalvara-rak ve korkarak an" (Araf, 205)
ayetleridir. Besmele Allah'ı zikretmektir, öyle ise bunun da gizli okunması
gerekir. Bu fakîhlerin, ilk iki söze dayanarak çıkardıkları bir delildir.
Enes (ra.)'dan gelen habere birçok yönden cevab
veririz:
Birincisi; İmam Ebû Hâmid el-lsferâyınî bu konuda Enes
(ra.)'dan altı rivayette bulunmuştur. Hanefîler ise Enes (r.a.)'dan üç rivayet
nakletmişlerdir.
Birinci rivayet O'nun "Resûlullah(s.a.s.)'ın, Ebû Bekr'in, Ömer'in ve Osman'ın arkalarında namaz kıldım. Onlar namaza"ile başlıyorlardı." sözüdür.
İkinci rivayet, O'nun "Onlar besmeleyi
okumuyorlardı" sözüdür.
Üçüncü rivayet ise, Enes (r.a.)'ın ".. Onlardan
hiç birinin besmeleyi okuduklarını duymadım" sözüdür Bu üç rivayet
Hanefîlerin görüşünü desteklemekte, Enes (r.a.)'dan rivayet edilen diğer üç
haber ise onların görüşüne ters düşmektedir,
Bunlardan birinci rivayet, daha önce zikrettiğimiz şu
haberdir: Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Muâviye namazda besmeleyi
terkedince, Muhacir ve Ensâr bunu yadırgadılar." Bu rivayetin, besmeleyi
namazda açıktan okumanın, sahabe arasında tevatür derecesine varmış bir iş
olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık.
İkinci rivayet: Ebu Kılâbe'nin, Enes(r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer (r.a.) besmeleyi açıktan okurlardı. Üçüncü rivayet, Enes (r.a.)'a, besmeleyi açıktan veya gizli okumak hususunda sorulduğunda O, "Ben bu meseleyi bilmiyorum" demesidir Böylece bu mesele hususunda, Enes (r.a.)'dan gelen rivayetlerde belirsizliğin çoğalmış ve hadislerin birbiri ile çatışmış olduğu ortaya çıkar. Bundan dolayı diğer delillere başvurmak gerekir. Yine bu rivayetlerde başka bir töhmet vardır. O da şudur: Hz. Alı, besmeleyi açıktan okuma hususunda çok hassas idi. İdare Emevîlere geçince onlar, Hz. Ali'nin izlerini silme hususunda ileri giderek besmeleyi açıkça okumayı menetme hususunda aşırı davranmışlardır İşte bu sebeble, belki de Enes (r.a.) onlardan çekinmiş ve bu husustaki sözleri tutarsız olmuştur. Biz her hangi bir şeyde şüphe etsek de, Enes (r.a.) ve İbn Mugaffel ile, ömür boyu açıktan okumaya devam eden Hz. Ali'nin sözü arasında bir tearuz meydana geldiğinde, Hz. Ali (ra.)'ın sözüne yapışmanın evlâ olduğunda asla şüphe etmeyiz. Bu meselede kesin cevap işte budur.
Sonra biz deriz ki: Farzet ki, sizin delilleriniz ile
bizimkiler arasında bir tearuz meydana geldi. Bu durumda tercih bizden yanadır,
Bunun birçok yönden izahı vardır.
Birincisi:
Sizin haberlerinizin râvîlen Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'dir. Bizim görüşümüzün
râvilen ise Ali b. EbîTâlib, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm) dir.
Bunlar ise hem ilim bakımından, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'a yakınlık
bakımından, Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'dan daha üstündürler.
İkincisi:
Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre, haber-i vâhid, kıyasın aksine ise kabul
olunmaz. İşte bu sebeble Ebû Hanîfe, Peygamber (a.s.)'ın lâfzı olmasına rağmen
musarrât hadisini[56],
"kıyasa muhaliftir" diyerek kabul etmemiştir. Bunun böyle olduğu
sabit olunca, deriz ki: Apaçık aklın, besmelenin açıktan okunmasının gizli
okunmasından evlâ olduğunu ıtade ettiğini açıklamıştık. Daha hangi sebeble Enes
ve (İbn Mugaffel'in sözü bu bedihî ve açık olan izaha tercih edilir.
Üçüncüsü: Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, (namazda) büyükleri küçüklere; âlim olanları olmayanlara; asîl olanları bedevilere takdim ettiği zarurî olarak bilinen bir husustur. O halde, Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Ömer (r.ahm)'ün, ilim, şeref ve mertebelerinin Enes ve İbn Mugaffel'den daha üstün olduklarında şüphe edilmez. Hz Ali. İbn Abbas ve İbn Ömer'in, Hz. Peygamber (s.a.s.)'a namazda yakınlıkları; Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'ün ise ondan uzaklıkları zann-ı gâlib ile bilinen bir husustur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Allah'ın İ^SfciZ&İİ!^* "Namazında açıktan okuma, çok gizli de okuma" (isrâ, 110) ayetine uyarak açıktan okuma hususunda mübalağa etmezdi. Bunun gibi, insan da Kur'ân okumaya başladığında, hafif bir sesle başlar, sonra sesini tedrîcen artırır, işte bu husus, Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm)ün, Hz. Peygamber (s.a.s.)dan besmeleyi açıkça okuduğunu duymuş olmaları; Enes ve İbn Mugaffel'in ise bunu duyamamış olmalarında apaçık bir sebebtir.
Dördüncüsü:
Şafiî şöyle demiştir: Belki de Enes b. Mâlik'in "Hz. Peygamber (s.a.s.)
namaza ile başlıyordu." sözünden maksadı, Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın,
kVaat hususunda bu süreyi diğer sûrelerden önce okuduğudur. Buna göre den
maksad, Fatiha Sûresi'nin tamamıdır. Böylece Enes (r.a.) sözünü, bu sûrenin
ismi olarak zikretmiştir.
Beşincisi:
İbn Mugaffel'in hadîsindeki "besmeleyi açıktan okumama"dan maksad,
sesi yükseltmede mübalağa etmemektir. Nitekim Cenâb-ı Allah "Namazda
açıktan okuma, çok gizli de okuma " (isrâ. 110) buyurmuştur.
Altıncısı:
Açıktan okumak sübût, gizli okumak ise adem ifade eden bir durumdur İsbat eden
rivayet ise nefyedene tercih edilir (Yani bir şeyin varlığına ait rivayet,
olmadığını gösterene tercih edilir.
Yedincisi:
Aklî deliller de bizim görüşümüze uygundur. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'ın ameli
bizimle beraberdir. Kim Hz. Ali'yi dininde iman edinirse, dini ve nefsi hususunda
sapasağlam bir kulpa yapışmış olur.
Cenâb-ı Allah'ın "Rabbini, içinden, yalvararak ve
korkarak an " (Araf, 205) sözüne tutunmaya gelince, bizim buna cevabımız
şudur: Biz bunun mücerred zikir için olduğunu kabul ediyoruz. Besmeleye
gelince, bundan maksad, ibadet ve tevazu niyetiyle Allah'ın kelâmını okumaktır.
Dolayısıyla onu açıktan söylemek evlâdır.
[57]
Besmeleyle ilgili ikinci derecedeki konular
hakkındadır. Bunlar çoktur.
Birincisi:
Şi'â şöyle demiştir: İster açıktan okunan ister g|Zn Okunan namazlarda olsun,
sünnet olan, besmeleyi açıktan okumaktır. Fakîhlerin çoğu bu hususta, Şi'a'ya
muhaliftirler.
İkincisi:
Besmelenin, sûrelerin başından bir ayet olmadığını
söyleyenler, onun mushafta her sûrenin başında yazılmış olmasının sebebi
konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu konuda iki görüş vardır:
Birinci görüş: Sûrelerin başındaki besmeleler
Kur'ân'dan değildir. Bu görüş sahibleri de iki guruptur. Bir kısmı, besmelenin,
sûre aralarını ayırmak için yazıldığını söyler. Bu sûreleri ayırma işi şu anda
bilindiğinden, besmeleyi koymaya ihtiyaç yoktur. Buna göre, şayet besmele
yazılmamış olsaydı da olurdu. Diğer kısmı ise, besmeleyi Mushaf'ta sûre
aralarında yazmanın vâcıtTolup terketmenın caiz olamayacağını söylemişlerdir.
İkinci görüş: Bu besmeleler Kur'ân'dandır. Cenâb-ı Allah onları inzal etmiştir Fakat besmele müstakil bir ayet olup, peşinden gelen sûrenin bir ayeti değildir. Bu görüşü savunanlar da iki guruba ayrılırlar. Bir kısmı, Cenâb-ı Allah'ın besmeleyi, her sûrenin başında aynı şekilde indirdiğini söylerken; diğer bir kısmı, aksine, Cenab-ı Allah'ın besmeleyi bir defa indirdiğini ve her sûrenin başına konulmasını emrettiğini söylemiştir. Cenâb-ı Allah'ın besmeleyi indirdiğine ve onun Kur-ân'dan olduğuna delâlet eden Ümmü Seleme (rah) rivayet edilen haberdir ki, buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) besmeleyi bir fasıla ayeti saymıştır, ibrahim b. Yezîd'den rivayet edildiğine göre, O, "Amr b. Dînar'a, el-Fadİü'r-Rahkâşî'nin, besmelenin Kur'ân'dan olmadığını iddia ettiğim" söylediğini, Amr b. Dinar: "Sübhâ-nallah, bu adam ne kadar cüretkâr. Sa'îd b. Cübeyr'ın şöyle dediğini duydum: -İbn-i Abbasi şöyle derken duydum- Hz. Peygamber (s.a.s.). kendisine besmele indirildiği zaman, vahyedilen o sûrenin sona erdiğini ve başka bir sûrenin başladığını anlıyordu" dedi. Abdullah b. Mübarek'ten rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Kim besmeleyi terkederse, yüzonüç ayet terketmiş olur." Buna benzer haberler İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm)'den de rivayet edilmiştir
Üçüncüsü:
Besmelenin Fâtıha'dan bir ayet olduğunu. Fâtiha'nın ise namazda okunmasının
vâcıb olduğunu kabul edenlerdir ki bunlar, besmelenin okunmasının gerekli
olduğunu söyleyenlerdir. Besmelenin okunmasının gerekli olmadığını söyleyenlere
gelince, bunlar da ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe, ona tâbi olanlar, el-Hasen
b. Salih b. Cinnî, Süfyân es-Sevrî, İbn Ebî Leylâ besmeleyi gizlice okurlardı.
İmâm Mâlik ise şöyle demiştir: Farz namazlarda, ne açıktan ne de gizlice
besmeleyi okumak doğru olmaz. Nafilelerde ise. kişi besmeleyi isterse okur, isterse
terkeder.
Dördüncüsü:
Şafiî'nin mezhebi, besmelenin butun rekâtlarda okunmasının farz olduğunu
gerektirir Ebû Hanîfe'ye gelince, bu hususta Ondan iki rivayet vardır
Ya'lâ'nın Ebû Yûsuf'tan, Onun da Ebû Hanıfeden rivayet ettiğine göre. Ebü Hanîfe besmeleyi her rekâtta Fâtıha'dan önce okurdu şeklindedir. Ebû Yûsuf. İmam Muhammed. el-Hasen b. Zıyâd. bu üçünün Ebû Hanîleden rivayet ettiklerine göre. Ebû Hanîfe. şöyle derdi Bir kimse besmeleyi, okuya başlarken ilk rekâtta okuduğu zaman, o kimseye namazını bitirinceye kadar, aynı namazda besmeleyi okuması gerekmez. Ama her sûreyle birlikte okursa, güzel olur.
Beşincisi:
Ebû Hanîfe'nin sözünün zahirine göre, besmeleyi Fâtiha'nın evvelinde okuyan,
diğer sûrelerin evvellerinde tekrarlamaz. Şafiî'ye göre ise, besmeleyi her
sûrenin evvelinde tekrar etmek evlâdır; çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.),
"Besmele ile başlanılmayan her önemli is, neticesizdir
(verimsizdir)".[58]
Altıncısı:
Ulema, hayızlının ve cünübün besmeleyi okumasının caiz olup olmadığı hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Bize göre sahih olan, caiz olmadığıdır.
Yedincisi: Ulema,
abdest alırken besmele çekmenin "mendûb" (yapılmasıyla mükâfat
alınan, yapılmaması herhangi bir cezayı gerektirmeyen) olduğunda ic-mâ
etmişlerdir. Ulemanın umumu ise, bunun farz olmadığında ittifak etmişlerdir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın sana emrettiği gibi, abdest
al!" buyurmuştur. Besmele çekmek ise, abdest ayetinde zikredilme-miştir.
Zahirîler (dinî nasların zahirine göre hareket edenler) ise, besmele çekmenin
vâcib olduğunu, besmeleyi kasten veya unutarak terkeden kimsenin namazının
sahih olmadığını söylemişlerdir. İshâk da, besmeleyi kasten terkeden kimsenin
namazının caiz olmayacağını, unutarak terkeden kimsenin ise, namazının caiz
olacağını söylemiştir.
Sekizincisi:
Besmelesiz kesilen etten yemenin hükmü:
Kesilirken besmele çekilmemiş hayvanın yenilmesinin helâl olup olmadığı hususudur Mesele, gayet açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk O halde onlar ayakta durarak boğazlanırlarken, üzerlerine Allah'ın ismini anın." (Hacc. 36) ve "Özerlerine Allah'ın ismi anılmayan şeylerden yemeyiniz" (Erfâm, 121) buyurmuştur.
Dokuzuncusu:
Ulema, kişinin, "bismillah" demeden her hangi bir işe başlamamasının
müstehab olduğunda ittifak etmişlerdir Meselâ uyuduğunda bismillah;
kalktığında bismillah; ibâdete niyetlendiğinde bismillah; eve girdiğinde bismillah;
evden çıktığında bismillah; yiyip içerken, alıp verirken bismililâh.. der. Ebenin
çocuğu annesinden alırken besmele çekmesi müstehabtır. İşte bu, çocuğun dünya
hallerinden ilkidir. Öldüğünde, kabre sokulduğunda bismillah denilir ki, bu da
onun dünya hallerinin sonuncusudur. Kabirden kalktığında bismillah der, mahşer
meydanında toplandığında bismillah der; böylece de cehennem, bismillah
demesinin bereketiyle, o kimseden
uzaklaşır.
[59]
Şafiî, Kur'ân'ı okuyabilen veya okuyamıyan kimseler
için, Kur'ân'ın tercümesinin, namazının sahih olabilmesi için kâfi
gelmiyeceğinı söylemiştir. Ebû Hanîfe ise, önçeleri Kur'ân'ın tercümesinin,
Kur'ân okumaya gücü ye-
ten ve yetmeyenler için kâfî gelebileceğini söylemiştir.
İmâmeyn ise, okuyamayan için yeterli; okuyabilen
içinse, yeterli olamıyacağını söylemişlerdir. Bu meselede Ebû Hanîfe'nin bu
ilk kavli, cidden tuhaftır. Bu sebeble, el-Fakîh Ebû'l-Leys es-Semarkandî ile,
Ebû Zeyd ed-Debûsî, Ebû Hanîfe'nin bu görüşünden vazgeçtiğini söylemişlerdir.
Bizim, bu hususta birçok delil ve hüccetlerimiz vardır
Birinci hüccet:
Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah tarafından Arabça bir lâfızla indirilen
J<ur'ân ile namazlarını kıldı ve ömür boyu buna devam etti. Cenâb-ı Hakk'ın
"Ona tâbi olunuz" (A'râf, 152) ayetinden ötürü, Peygamber (s.a.s.)'e
farz olanın bize de farz olması gerekir. Şaşıyorum, Ebû Hanîfe Hz. Peygamber'in
bir kere nâsıyesıne meshetmiş olmasıyla, alın miktarı meshin, abdestin sıhhati
hususunda şart olduğuna delil getiriyor da, ömür boyu Arabça ile Kur'ân
okumaya devam etmiş olmasına iltifat etmiyor!
İkinci hüccet:
Hulefâyı Râşidîn (r.a.), Arabça Kur'ân'la namaz kıldılar. Bunun bize de farz
olması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), "Benden sonrakilere, yani Ebû
Bekir ve Ömer'e uyunuz."[60]"Benim
ve benden sonraki râşid halîfelerimin sünnetine sarılın. Sünnetimi, azı
dişlerinizle sımsıkı ısı-nn[61]
buyurmuştur
Üçüncü hüccet:
Hz. Peygamber ve bütün sahabe, namazlarında şu Arabça Kur'ân'dan başkasını
okumamışlardır O halde, bunun bize de farz olması gerekir Zira Hz. Peygamber
(s.a.s.): "Ümmetim, yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır Birisi hariç,
bunların hepsi cehennemdedir. Ey Allah'ın Resulü, kimdir onlar? denildiğinde
de, benim ve Ashabımın üzerinde olduğu (yolda hareket edenlerdir)[62]
buyurmuştur. Bu hadisten elde edilen delil şudur: Hz. Peygamber ve bütün
Ashabı, namazda şu Arabça Kur'ân'la okunması hususunda ittifak etmişlerdi. Buna
göre Farsça ile okuyan kimsenin cehennemlerden olması gerekir.
Dördüncü hüccet: Bütün İslâm memleketlerinin halkı, namazda Kur'ân'ın, Allah'ın
indirdiği gibi okunması hususunda tamamiyie mutabıktırlar Kim bu yoldan
dönerse, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ve her kim) müminlerin yolundan başkasına
tâbi olursa onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız..." (Nisa, 115) ayetinin
hükmüne girmiş olur.
Beşinci hüccet:
Mükellef, namazında Kur'ân'ı okumakla emredilmiştir. Farsça ile Kur'ân okuyan
kimse, Kur'ân okumuş olmaz. Böylece de, emrin gereğini yerine getirmiş oimaz.
İnsan* Qkumakla emrolunmuştur deyişimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'dan
kolayınıza geleni okuyunuz." (Müzzem-mii. 20) kavliyle, Hz. Peygamberin
bir bedevîye, "Sonra Kur'ân'dan kolayına geleni oku.[63]
demiş olmasından ötürüdür. Biz, Farsça olarak tertip edilmiş bir kelâmın
Kur'ân olmadığını söyledik. Bunun bir çok sebebi vardır
Birincisi:
Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki O Kur'ân, Âlemlerin Rabbi'nin indirmesidir.
O'nu kalbine, korkutuculardan olasın diye, apaçık Arapça bir dil ile Cibril
indirmiştir" (Şuârâ, 192-195) buyurmuştur.
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, gönderdiğimiz her peygamberi kendi kavminin diliyle
gönderdik" (ibrahim, 4} ayetidir.
Üçüncüsü:
"Eğer biz onu yabana dilden bir Kur'ân yapsaydık...."(Fussiiet, 44)
ayetidir, kelimesi, "başkası bulunmadığı için, bir şeyin yokluğunu ifade
eder." Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı, yabancı dilden bir Kur: ân
yapmadığını gösterir Buna göre şöyle demek gerekir; Yabancı olan hiç bir şey,
Kur'ân değildir.
Dördüncüsü: "De
kî: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir
araya gelseler, birbirlerine yardımcı bile olsalar, onun bir benzerini
getiremezler"
(isra. 88) ayetidir Buna göre Farsça düzenlenmiş bu
kelâm, ya Arabça kelâmın aynı veya misli veyahutta ne onun aynıdır, ne de onun
mislidir denilebilir. Birincisinin geçersiz olduğu zarurî olarak bilinir
İkincisi de, batıldır. Zira, meselâ Farsça tanzim edilen bu kelâm, bu Arabça
kelâmın misli olsaydı, Farsça kelâmı tertip eden kimse Kur'ân'ın mislini
getirmiş olurdu ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ı "O'nun mislini getiremezler"
(İsra, 88) sözünde yalanlamayı gerektirirdi. Farsça düzenlenen bu kelâmın,
Kur'ân'ın ne aynı ve ne de misli olmadığı ortaya çıkınca, bu Farsça kelâmı okuyan
kimsenin Kur'âm okumamış olduğu ortaya çıkar Elde edilmek istenen netice de,
zaten budur. Buna göre de, mükellefin Kur'ân okumakla emrolunduğu, takat bunu
yerine getirmediği, böylece de sorumluluğun ondan sakıt olmadığı anlaşılmış
olur
Altıncı hüccet:
İbnuİ-Münzir'in Ebû Hureyre'den rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu hadise göre
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kendisinde Fatiha Sûresi
okunmayan namaz, kifayet efmez.[64] Biz
deriz ki, Farsça tertip edilmiş bu kelimelerin, Ebû Hanîfe ya, Kur'ân olduğunu
veya olmadığını söyleyecektir. Birincisi, büyük bir cehalet ve icmâı
terketmek-tir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz.
Birincisi: Hiç bir akıllı kimsenin, ne aklen ne de
dînen"Dostlar cennettedir" sözünün Kur'ân olduğunu söylemesi caiz
değildir.
İkincisi: Kur'ân'ın tercümesine güç vetirenin,
Kur'ân'ın ilk şekline benzer olan bir Kur'ân getirmiş olması gerekir ki, bu da
batıldır.
Yedinci delil:
Abdullah b. Ebî Evfâ'nın rivayet ettiğine göre bir adam: Ey Alla-hın elçisi,
ben Kur'ân'ı, namazda okumaya uygun olacak kadar, ezberleyem i yorum, dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) o adama, "Subhânellâhi ve'I-hamdu
lillâhi... ilh, de" dedi. Bu hadisten elde ettiğimiz delil şudur: Arapça
Kur1 ân okumaktan aciz olduğu zaman, namazda yetecek miktarı sorunca, Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in ona tesbîhi emretmiş olmasıdır Bu da, mükellefe demesinin, ona
yetebileceğini söyleyen kimsenin görüşünü çürütür.
Sekizinci delil: İncil'in başının olduğu söylenir ki, buda
"Bismillâhirrahmânirrahîrrfin tercümesinin aynıdır. Şayet Kur'ân'ın
tercümesi, bizzat Kur'ân'ın kendisi olsaydı, o zaman hıristiyanlar "Bu
Kur'ân'ı sen.bizzat İncil'in kendisinden aldın." derlerdi. Halbuki, bunu
hiç kimse söylemediğine göre, Kur'ân1 in tercümesinin Kur'ân olmadığını anlamış
oluruz.
Dokuzuncu delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi içinizden birisini bu gümüş para ile
şehre gönderin de baksın'onun hangi yiyeceği temiz ise, ondan size bir rızık
getirsin" (Kehf, 19) ayetini, Farsça'ya tercüme ettiğimizde, bu tercüme
şöyle olur: Bu kelâmın hem lâfzan, hem manen insanların sö2ü cinsinden olduğu
malûmdur. O halde, bununla namazın caiz olmaması gerekir. Zira Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şu bizim namazlarımızda, insan kelâmından
herhangi bir şeyi konuşmak uygun değildir[65]). Bu
ayetin tercümesiyle namaz geçerli olmayınca, diğer ayetlerin tercümesiyle de
geçerli olmaz. Zira, bu iki durum araanda bir fark olduğunu söyleyen hiç kimse
yoktur. Ve yine "Daima ayı bu
delil, Cenâb-ı Hakk'ın ayıplayan, devamlı lâf taşıyan, hiç durmadan hayırdan
men eden, aşın zalim ve çok günahkâr, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra da
kulağı kesik!" (Kalem, 10-13) ayetlerinin tercümesinde de geçerlidir.
Zira, bu tercüme hem lâfız, hem de mana bakımından insanların sözü cinsinden
bir sövme (kınama) olmaz.
Yine böylece, Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim için Rabbine dua et de, yeryüzünün bitirdiği şeylerden, sebze ve salatalık çıkarsın..." (Bakara, 6i) ayetinin tercümesi hem lâfız hem de mana bakımından, insanların sözleri cinsinden olur. Bu da, bu ayeti şu lâfızlarla okuduğumuzdan başka olur. Çünkü bu ayet, mu'ciz terkibiyle, bedî nazmıyla insanların sözlerinden ayrılır Muarızlarımıza şaşıyorum; onlar, bir kimse teşehhüdün sonunda insanların sözleri cinsinden olan bir duâ okusa, namazı fasit olur, diyorlar, sonra da kalkıp, tercümesi hem lâfız, hem de mana bakımından insanların sözlerinin aynı olmasına rağmen, şu ayetlerin tercümesiyle namaz sahih olur diyorlar!
Onuncu delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Kur'ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Bunlar
hepsi şifa ve yeterlidir.[66]
hadisidir. Şayet her dile göre Kur'ân'ın tercümesi Kur'ân olsaydı, Kur'ân'ın
yedi harften daha fazla harf üzerine indirilmiş olması gerekirdi. Çünkü,
onların mezhebince, her dilde başlı başına bir Kur'ân meydana gelmiş olur. Bu
durumda da Kur'ân'ın harflerini yediye hasretmek doğru olmaz.
Onbirinci delil: Ebû Hanîfe'ye göre, namaz ayetlerin tümüyle sahîh olur. Tev-rat'da,
Allah'a senayı, ahiret işlerini yücelten, dünya işlerini çirkin gösteren, Kur:
ân'daki ayetlere mutabık birçok ayet vardır. Muarızın bu görüşüne göre, namaz
İncil ve Tevrat'ı okumayla; Zeyd ve insan kelimeleri okumak suretiyle sahih
olur. Buna göre, bir kimse dünyaya gelse, yüz sene yaşasa, Kur'ân'dan her hangi
bir şey okumayıp, aksine Zeyd ve insan diye okumaya devam etse, o kimse Allah'a
itaatkâr olarak mulâkî olur. Böyle bir sözün müslümanların dinine yakışmayacağı
zarurî olarak bilinmektedir.
Onikinci delil:
Fâtiha'nın tercümesi ancak şu şekilde söylememizle olur: "Sena, âlemlerin
Rabbî, muhtaçların Rahmân'ı, din gününe kadir Allah'a aittir. Sen ma'budsun,
sen yardım istenensin. Bizi eht-i irfanın yoluna hidayet et, hızlan ehlinin
(rüsvay olanların) yoluna değil." Fâtiha'nın tercümesinin ancak bu kadar
veya ouna yakın bir şekilde yapılabildiği sabit olunca, ancak bu kadar miktarın
kendisinde meydana geldiği şeyin hitabe olacağı malûmdur, O halde bu kadar
hita-oetnin tamamım okumakla, namazın sahih olduğunu söylemekle gerekir. Bu
geersız olunca, böyle bir hükmün fasit olacağını anlamış oluruz.
Onüçüncü delil:
Şayet bu caiz olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.) Selmânul-Farisî'ye Kur'ân ı
Farsça okumasına ve onunla namaz kılmasına; Suheyb'e Rumca okumasına, Bilâl'e
de Habeşçe okumasına müsaade ederdi. Şayet bu iş uygun görülmüş olsaydı,
insanlar arasında caiz olduğu hususu yayılırdı, böylece de bu yol, bilhassa
dilciler arasında, revaç bulurdu. Zira bu onlardan, Arapça öğrenme hususundaki
yorgunluklarına son verir ve her kavmin kendi hususî lisanıyla bir Kur'ân'ın
meydana gelmesinden ötürü, bunlar için büyük bir iftihar vesilesi ortaya çıkmış
olurdu. Böyle bir şeye cevaz vermenin ise, Kur'ân'ın tamamıyla ortadan
kalkmasına götüreceği malûmdur ki, buna da hiç bir müslüman taraftar olamaz.
Ondördüncü delil: Farsça kıraat ile namaz caiz olsaydı, Arapça okumayla caiz olmazdı.
Halbuki, bu caiz, öteki caiz değildir Aralarındaki mülâzemetin izahını şöyle
yaparız: Arapça her hangi bir şey anlamayan Farslı, kesinlikle Kur'ân'dan hiç
bir şey anlamaz. Ama, Kur'ân'ı Farsça okuduğunda, manayı anlar, okudu-ğundaki
maksadı kavrar ve Ondaki Allah'a övgüyü, ahirete teşviki ve dünyaya fazla
rağbet etmemeyi öğrenir. Namaz kılmaktaki en yüce maksadın da., bu tür manaları
elde etmek olduğu malûmdur. Zira Cenâb-ı Hakk "Beni anmak için, namaz
kıl." (Taha. 14) ve "Kur'ân'ı tefekkür etmiyorlar mı, yoksa
kaiblerine kilit mi vurulmuş" (Muhammed. 24) buyurmuştur. Böylece,
tercümeyi okumanın bu büyük faydaları ifade ettiğini, halbuki Arapça
lâfızlarla Kur'ân okumanın ise, bu tür faydaların ortaya çıkmasına mâni olduğu
sabit olur. Şayet sıhhat bakımından Farsça Kur'ân okumak, Arapça Kur'ân
okumanın yerini tutsaydı; sonra Farsça Kur'ân okumak bu büyük faydaları ifade
ediyor, Arapça Kur'ân okumaksa bu faydalan temin etmiyor olsaydı o zaman
Arapça Kur'ân okumanın haram kılınmış olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına
göre, Farsça Kur'ân okumanın caiz olmadığını anlamış oluruz.
Onbeşinci delil: Namazla ilgili emrin devamını gerektiren şey (muktezî), bulunur.
Farıksa, zahirdir. Muktezî'ye gelince, bu teklif sabit olduğu içindir Sabit
olanda aslolan da, onun bekasıdır Farika gelince; Arapça Kur'ân manası arzu
edildiği için okunduğu gibi, lâfzından ötürü okunması da talep edilir Bu iki
bakımdan
böyledir.
Birincisi:
Kur'ân'ın ı'câzı. fesahatındedır. Fesahati ise, lâfzındadır
İkincisi: Namazın sahih olmasının, Kur'ân'ın lâfzını okumaya bağlı olması, bu lâfızların ezberlenmesini gerektirir. İnsanların büyük çoğunluğu tarafından ezberlenmiş olması, her zaman, Kur'ân'ın tahrif edilmekten korunmuş olarak kalmasını gerektirir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın " "Muhakkak ki, Kuram Biz indirdik. O'nun koruyucusu da Biziz," (Hıcr. 9) ayetiyle va'dettiğı şeyin gerçekleşmesini gerektirir. Ama namazın sıhhati, şu Arapça nazmı okumaya dayanmtyor dediğimizde, bu maksada halel gelir. O halde, "muktezî" nin var o Idu-ğu, "fârık"ın ise açtk, zahir olduğu sabit olur.
Muhalifimiz, kendi mezhebinin doğruluğuna, kendisinin
Kur'ân okumakla em-rolunduğunu, Kur'ân'ın tercümesini okumanınsa, Kur'ân okumak
olduğunu söyleyerek, delil getirdi. Buna birçok husus delâlet etmektedir:
Birincisi:
Abdullah b. Mes'ûd'un, bir adama Kur'ân öğrettiği ve ''Muhakkak ki, Zakkum
ağacı, çok günahkâr olamn yemeğidir" (Duhân, 43-44) ayetim okuduğu; adam
yabancı olduğu için, " yerine " (yetimin yiyeceği) deyip durduğu,
bunun üzerine Abdullah b. Mesûd ona, hayır böyle değil, hiç olmazsa"de!
dediği rivayet edilir. Sonra Abdullah b. Mesûd dedi ki: "Kur'ân'da "
aUp " yerine " koymak hata değildir. Rahmet ayetini, azab ayeti
yerine koymak hatadır."
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın " ""Şüphesiz o Kur'ân, daha evvelkilerin
kitaplarında vardır" (Şuarâ, 196) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hakk,
Kur'ân'ın, evvelkilerin kitabında olduğunu bildirmiştir. Yine Allah Teâlâ
" Şüphesiz bunlar evvelki sahifelerde, İbrahim il'e Musa'nın sabitelerinde
de vardır." {A'tâ, 18-19) buyurmuştur. Sonra Kur'ân'ın evvelkilerin
kitabla-rında Arapça lâfızla olmadığına; İbranice ve Süryanice olduğuna ittifak
ettik.
Üçüncüsü:
" "Sizi uyarmam için bu Kur'ân bana vahyolundu" (Enam. 19)
ayetidir. Sonra yabancılar Arapça lâfzı anlamazlar. Ancak bu manalar onlara
kendi lisanlarıyla anlatıldığında anlarlar. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk,
ayette ona Kur'ân ismini vermiştir. Böylece, Farsça tertip edilen nazmın Kur:
ân olduğu ortaya çıkar
Birinciye şöyle cevap veririz: Bu kimselerin
durumları, cidden şaşırtıcıdır. 7'ira İbn Mesûd'dan, inşaallah "(Eğer
Allah dilerse), ben müminim" dediği rivayet f3dil-miştir. İbn Mesûd'dan
nakledildiği kadar, Hanefî mezhebine yardım hususunda, hiç bir şarabîden haber
nakledilmemıştir. Sonra Hanefîler, buna hiç iltifat, etmemişler, tam aksine,
"Ben inşaallah (Allah dilerse) müminim" diyen kimsenin, dininde
şüphe ettiğim, şüphe edenınse mümin olamıyacağım" söylemişlerdir. Eğer İbn
Mesûd'un sözü hüccetse, O'nun sözünü bu meselede niye kabul etmemişlerdir?
Eğer O hüccet değilse, bu meselede niye O'na güvenildi? Yemin ederim ki, bu
çelişkiler çok şaşırtıcıdır. Yine İbn Mesûd'dan, Muavvizeteyn ve Fatiha
Sû-resı'ni kendi mushafma yazmadığı nakledilmiştir. İbn Mesûd hakkında iyi
şeyler düşünerek, şöyle demek vâcıb olur: O, bu görüşlerinden dönmüştür Cenâb-ı
Hakk'ın ayetini delil olarak ileri sürmelerine gelince, bunun manası, "Şu
kıssalar, evvelkilerin kıtablarında da mevcuttu1"" demektir. Yine,
ayetini deli! olarak öne sürmelerine gelince, bunun manası, "sizi
Kur'ân'ın manasıyla sakındırmam için" olur. Zikrettiğimiz susturucu
deliller sebebiyle, birazcık mecaza başvurmak caizdir.
[67]
Şafii kavl-i cedidinde (en son görüşünde), "İmam
Kur’ân'ı ister açıktan ister gizli okusun, imama uyan kim-
seye kıraat farz olur" demiştir. O, kavl-i
kadîminde (eski mezhebinde) ise, "imam gizli okuduğunda, uyana
kıraat farz olur, açıktan okuduğunda farz olmaz."
demiştir ki bu İmâm Mâlik, İbn Mübarek ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû
Hanîfe de, "İmamın arkasında Kur'ân okumak her durumda mekruhtur"
demiş. Bizim birçok delillerimiz vardır:
Birinci delil:
Cenâb-ı Allah'ın "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz."
(Müzzemmiı, 20) ayetidir. Ayetteki bu emir, tek başına namaz kılana olduğu
gibi, İmama uyana da şamildir.
İkinci delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarından Kur'ân okurdu. Cenâb-ı Allah'ın "O
(Peygambere) uyunuz" (A'raf. 158) ayetinden dolayı, namazda aynı şekilde
Kur'ân okumak bize de farzdır. Ancak şöyle denilebilir: "Kişinin imama uymuş
olması Kur'ân okumasına mânidir Fakat bu bir çelişkidir."
Üçüncü delil:
Cenâb-ı Hakk'ın " "Namazı dosdoğru kılınız." (Bakara. 43)
ayetinin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın namazda yaptığı fiillerin hepsini ifade
eden bir emir olduğunu izah etmiştik. Fâtiha'yı namazda okumak da bu fiillerden
biridir. O halde, Allah Teâlâ'nın ayetine, Fâtiha'yı okumak da girer.
Dördüncü delil:
Hz. Peygamber (a.s.)"Fâtihâsız, namaz sahih olmaz "[68]
hadisidir. Bundan nasıl delil çıkarıldığı hususu daha önce
geçmişti. Eğer muhalifler, "Bu hadis, yalnız
başına namaz kılan kimseyle alâkalıdır. Zira, Câbir (r.a.), Hz. Peygamber
(s.a.s.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim bir namaz kılar da o namazda Fatihayı
okumazsa, imama uymuş olma hâli müstesna, namaz kılmış olmaz[69]
derlerse, biz deriz ki, bu hadisin zayıf olduğu söylenmiştir.
Beşinci delil:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, namazla ilgili işleri kendisine öğrettiği bedevî'ye
şöyle demiştir: "Sonra Kur'ân'dan bildiğin kolayına gelen şeyleri oku
"[70]. Bu
hadis, tek başına namaz kılana da jmama da şamildir.
Altıncı delil:
Ebu İsâ et-Tirmizî, Sahîh'inde, senedi ile birlikte Mahmud b. Re-bı'den, O'nun
da Ubâde b. Sâmit (r.a.)'dan rivayet ettiği hadise göre: Hz. Peygamber
(s.a.s.), sabah namazında Kur'ân okudu ama güçlükle okudu. Namazı bitirince
" "Bana ne oluyor ki, sizi uyduğunuz imamın arkasında Kur'ân
okuduğunuzu görüyorum." Sahabe de "Evet Vallahi" dedi. Bunun
üzerine O: "Fatiha hariç, böyle yapmayınız. Çünkü Fâtiha'yı okumayan
kimsenin namazı olmaz" dedi. Tirmizi, "Bu hasen bir hadistir"
dedi.
Yedinci defil:
İmam Malik, Muvatta'ında, 'Alâ b. Abdurrahman'dan rivayet ettiği hadise göre,
'Alâ, Hişam'ın mevlası Ebu's-Sâib'in şöyl6 dediğini duymuştur: Ebû Hureyre
(r.a.)'ın şöyle dediğini duydum: Hz. Peygamber (sas.) buyurdu ki: "
"Kim bir namaz kılar da namazında Fâtiha'yı okumazsa o namaz noksandır,
tam değildir." Bunun üzerine Ebu's-Sâib, 'Ey Ebû Hureyre, ben bazan imama
uyuyorum " dediğinde, O şöyle dedi: "Ey Fârisî, Fâtiha'yı içinden
oku." Bu haberden iki delil çıkartılır. Birincisi, Kur'ân okumadan imama
uyan kimsenin namazı, muanzlarımızca noksan görülmemektedir. Halbuki bu,
hadisin aksinedir, İkincisi, burada. Ebu's-Sâib, Ebû Hureyre (r.a.)'a,
"İmama uyan kimseye Kur'ân okuması farz mıdır?" manasında soru sormuştur.
O da vacib olduğunu söylemiştir. Bu da bizim görüşümüzü kuvvetlendirir.
Sekizinci delil: Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Allah Teâlâ, "Namazı Benimle kulum arasında ikiye
böldüm" der."[71]
Cenâb-ı Allah, bu bölmenin, namazın gereklerinden olduğunu ve bu ikiye bölmenin
de ancak kıraatle meydana geleceğim beyân etti. O halde Fâtiha'yı okumadan,
namazın levazımından olması farz oldu. Bu ikiye bölme, hem tek başına namaz
kılanın, hem de imama uyanın namazı için geçerlidir.
Dokuzuncu delil: Dârekutnî, senedi ile, Ubâde b. Sâmit (r.a.)'dan, O'nun şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Hz. Peygamber
(s.a.s.), kıraatin cehren
okunduğu bir namazlkıldırdı. Namazını bitirince, mübarek yüzünü bize çevirdi ve
şöyle dedi: Ben açıktan okuduğumda siz de okuyor musunuz?" Bir kısmımız:
"Biz bunu yapıyoruz" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.):
"Ben de diyorum ki, bana ne oluyor da Kur'ân'la
çekişip duruyorum (güçlükle okuyorum). Fatiha müstesna, ben cehren Kur'ân
okuduğumda siz birşey okuma-yıp (beni dinleyiniz). Çünkü Fâtiha'yı okumayan
kimsenin namazı sahih olmaz "
buyurmuştur.
Onuncu delil:
Kur'ân okumanın büyük sevabı olduğunu gösteren birçok hadis vardır. Bu da, tek
başına namaz kılanı da, imama uyanı da içine alır. O halde, namazda imama uyan
kimsenin, Fâtiha'yı okumasının büyük sevabı icâb ettirdiğı ortaya çıkar Bu
görüşte olan herkes, Fatihayı namazda okumanın farz olduğunu söylemiştir.
Onbirinci delil: Ebû Hanîfes -Allah ondan razı olsun- "İmama uyan kimsenin. Kür'ân okumasının namazını bozmadığına kail olmuştur.
Bize göre ise, kişinin imam arkasında Kur'ân okumaması
namazını bozar. Böylece, Kur'ân okumanın daha ihtiyatlı olduğu ortaya çıkar. O
halde, Kur'ân okumak namazın farzlarından olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye[72]
buyurmuştur.
Onikinci delil:
İmama, uyan kimsenin, imamın kıraatini duymadığı zaman Kuran okumaması, muatte
I kalmasını gerektirir O halde Kur'ân okuma hâlinin, okumama hâlinden dahf ı
üstün olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.). "Amellerin en üstünü
Kur'ân okumaktır" buyurmuştur. Kur'ân okumanın, susmaktan daha üstün
olduğu ortaya çıkınca, namazda Kur'ân okumanın far olduğuna hükmetmek gerekir.
Zira bu ikisinin birbirinden ayrıldığını söyleyen c jlmamıştır.
Onüçüncü delil:
İr nama uymak, Kur'ân okumaya mâni olsaydı, imama uymak haram olurdu.
Zira, Kur'ân okumak büyük bir
ibadettir. Şerefli bir ibadete mâni
olmak haramdır Bı ,na göre. imama uymanın haram olması
gerekirdi. Böyle olmadığına göre im? ima uymanın okumaya mâni olmadığını
anlamış oluruz.
Ebû Hanîfe kenr di görüşüne Kur'ân ve hadisten delil
getirmiştir. Kur'ân'dan delili şudur:" "Kur'ân okunduğu zaman ona
kulak verin ve susun." (Araf'2C 4) Bu ayetin tefsirinde, bunun Hanefîlerin
görüşlerine delil olmadığını uzun uz an açıkladık. Bu husus oradan mütalâa
edilsin. Onun hadisten deliline gelince, t u konuda Hanefîler birçok haber
zikretmişlerdir. Ailame Ahmed el-Beyhâki bu h? ıberlerin zayıf olduğunu
açıklamıştır. Sonra biz deriz ki: Farzet ki bu haberler doğrudur Fakat bir
konudaki haberler çok olur ve birbiriyle tenakuz arzederse te ircihte bulunmak
gerekir. Birçok bakımdan tercih bizden yanadır.
Birincisi: Bizi m görüşümüz, Kur'ân okuma ile meşgul
olmayı gerektirir. Kur'ân okumak da ibe .deflerin en büyüklerindendir. Onların
görüşleri ise, boş durmayı ve Allah'ın zikr ini söylememeyi gerektirir. Şüphe
yok ki bizim görüşümüz daha evlâdır
ikincisi: Biz im görüşümüz en ihtiyatlı olandır.
Üçüncüsü: Bizim görüşümüz, namazın bütün cüzlerinin
tâat ve güzel zikirlerle dolu olmas anı gerektirir Hanefîlerin görüşü ise, bu
vaktin, tâat ve zikirden boş olmasını gen ektirir.
[73]
Şafiî (r.a.), her rekatta Fâtiha'yı okumanın farz
olduğunu, tek bir rekatta dahi Fatihayı okumayı terkeden kimsenin namazının
batıl olduğunu söylemiştir. Şeyh Ebû Hâmıd el-İsferayınî, bu görüşün, Sahabe
arasında ittifak edilen ve kendisine Ebû Bekr, Ömer. Ali ve İbn Mesûd'un da
(r.a.) iştirak ettikleri bir görüş olduğunu söylemiştir
Bu mesele hakkındaki görüşlerin altı tane olduğunu
bilesin. Bunlardan birincisi: el-Asamm ve İbn Aliyye'nin görüşüdür ki, buna
göre Kur'ân okumak farz değildir.
İkincisi: el-Hasen el-Basrî ve el-Hasen b. Salih b.
Cinnî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, Kur'ân okumak tek bir rekâtta farzdır.
Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Fâtiha'sız namaz olmaz" buyurmuştur.
Olumsuzdan yapılan istisna olumlu olur. Namazda Fâtiha'yı okumak bir kere
olduğuna göre, istisnanın hükmü ile namazın sahih olduğuna hükmetmek gerekir.
Üçüncüsü: Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Bu görüşe göre,
ilk iki rekâtta Kur'ân okumak farzdır. Son iki rekâtta ise, kişi muhayyerdir.
Dilerse okur. dilerse tesbi-hatta bulunur, dilerse de sükût eder. el-İstihbâb
adlı kitapta, belirlemeksizin, her hangi iki rekâtta Kur'ân okumanın farz
olduğu zikredilmiştir.
Dördüncüsü: İbnu's-Sabbağ, "Kitâbu'ş-Şâmir'de,
Süfyân'ın şöyle dediğini nak-letmiştir: İlk iki rekâtta Kur'ân okumak farz, son
iki rekâtta okumak mekruhtur.
Beşincisi: İmâm Mâlik'in görüşüdür. Bu görüşe göre,
rekâtların çoğunda Kur; ân okumak farzdır, hepsinde okumak farz değildir. Buna
göre, eğer namaz dört rekâtlı ise, üç rekâtında Kur'ân okumak yeter. Eğer akşam
namazı ise, ıkı rekâtında Kur'ân okumak kâfidir. Sabah namazı ise, her
ikisinde de Kur'ân okumak farzdır.
Altıncısı: Bu Şafiî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre,
bütün rekâtlarda Kur'ân okumak farzdır
Şafiî'nin görüşünün doğruluğuna birçok husus delâlet
etmektedir.
Birinci husus: Hz. Peygamber (s.a.s.), bütün
rekâtlarda Kur'ân okurdu. Cenâb-ı Hakk'ın " "Ona tâbi olun "
{Araf, 158) ayetinden dolayı, aynı şeyin bize de farz olması gerekir.
İkinci husus: Kendisine namaz kılmayı öğrettiği
bedevîye Hz. Peygamber, Fâtiha'yı okumasını emretmiştir. Bunu müteakiben de
ona, her rekâtta böyle yap, demiştir. Emir vücûb ifâde eder, eğer muhalifler
Hz. Peygamberin "Her rekâtta böyle yap" sözünün, sözlere değil de
fiillere râci olduğunu söylerlerse, biz deriz ki, söylemek de dilin fitlidir.
Bu da fiiller sınıfına dahildir
Üçüncü husus: Allâme Ebû Nasr b. es-Sabbâğ,
"Kitâbu'ş-Şâmil"de Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediğini nakletmiştir:
Hz. Peygamber (s.a.s.) farz olsun veya nafile olsun, her rekâtta Fâtiha'yı
okumamızı bize emretti.
Dördüncü husus: Bütün rekâtlarda Kur'ân okumak en
ihtiyatlı olan harekettir. O halde Kur'ân okumanın farz olduğuna hükmetmek
gerekir.
Beşinci husus: Mükellef, namaz kılmakla em rolü nm
ustur. Var olan bir şeyde aslolan ise, o şeyin devam etmesidir. Böylece, şu
kılınan namazın mükemmelliğinden ötürü, her rekâtta Ku/ kn okunduğu zaman
mesuliyetten kurtulunabile-ceğine hükmettik. Bütününde kıraat olmazsa,
sorumluluktan kurtulmuş olunmaz.
Muhalifimiz, Hz. Âişe'den rivayet edilen hadisle
ihticâc etmiştir. Bu hadise göre Hz. Aişe şöyle buyurmuştur: Namaz aslında iki
rekât olarak farz kılınmıştı. Bu asıl, sefer halinde olduğu gibi bırakıldı,
mukîmlik durumundaysa buna ilâve yapıldı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz
deriz ki, ilk iki rekât asıl, son iki rekât da ona tâbidir.Tâbi olma konusunda
iş, kolaylığa dayanır. Bu manadan dolayı, ilâve olunan rekâtlarda zamm-ı sûre
okunmaz ve cehren kıraat edilmez. Bu görüşe cevabımız şudur: Bizim
delillerimiz daha çok ve daha güçlü; mezhebimiz de daha ihtiyatlıdır. Onun
için, bizim görüşümüz tercih edilmiştir.
[74]
Fâtiha'yı okumanın namazın şartlarından bir şart
olduğu sabit olunca, bundan bir takım meseleler ortaya çıkmıştır.
Birincisi:
Bir kimsenin kasdî olarak, Fâtiha'nın tamamını veya bir harfini terket-mesi
durumunda namazının batıl olduğunu beyan etmiştik. Ama sehven Fatiha1 yi
okumayı terkeden kimseye gelince Şafiî, eski fetvasında onun namazının fasit
olmadığını söylemiştir. İmâm Şafiî, bu görüşüne Ebû Seleme b. Abdirrahman'ın
rivayet ettiği hadisi delil getirmiştir. Ebû Seleme şöyle demiştir: Ömer b.
el-Hattab (r.a.) bize akşam namazını kıldırdı da, Kur'ân okumadı. Namaz bitince
O'na: "Kuran okumadın!" dendi. O da bunun üzerine, rükûumuz,
sücûdumuz nasıl oldu? diye sorunca, onlar da hep bir ağızdan, "güzel
güzel!" dediler. "O halde ziyanı yok" dedi. Şafiî şöyle
demiştir: Bu olay birçok sahabenin huzurunda cereyan edince, icmâ olur. Şafiî,
kavl-i cedîdinde (yeni fetva) bu görüşünden vaz geçmiş ve namazının fasit
olduğunu söylemiştir. Çünkü zikredilen deliller, Fâtiha'nın hem bilerek hem de
unutarak okunmaması hususuna şâmildir. Sonra Şafiî (r.a.), Hz. Ömer'in bu
hadisesine iki bakımdan cevap vermiştir. Birincisi: eş-Şa'bî, Hz. Ömer
(r.a.)'in bu namazını iade ettiğini söylemiştir. İkincisi: Belki de Hz. Ömer
mutlak kıraati değil de, cehren (açıktan) okumayı terketmiştir. Şafiî, Hz. Ömer
hakkındaki kanaatimiz bu ikinci durumdur.
İkincisi:
Kıraatta tertîbe riâyet etmek farzdır. Bir kimse bir sûrenin son yarısını önce
okusa, sonra da ilk yarısını okusa, sûrenin ilk yarısı hesaplanır da, son yarısı
hesaba katılmaz,
Üçüncüsü:
Fâtiha'nın tamamını okuyamayan kimse, ya ondan bir kısmını ezberler, veya hiç
ezberlemez. Bir kısmını ezberleyen kimse, bu ayetleri okur ve bununla
birlikte, kolayına gelecek şekilde altı ayet okur. Fâtiha'dan hiç bir şey
ez-berlemeyene gelince, durum şöyledir: Eğer Kur'ân'dan herhangi bir şey
ezber-lemişse, Cenâb-ı Hakk'ın "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz."
(Muzzemmii, 20) ayetinden dolayı, bu ezberindeki kısmı okuması gerekir
Kur'ân'dan her hangi bir şey ezberlememişse, bu durumda onun tahmîd, tehlîl ve
tekbîr kabîlinden zikirde buJunması gerekir.
Ebû Hanîfe ise, böyie bir kimseye hiçbir şeyin
gerekmiyeceğini söylemiştir. Şafiî'nin delili, Rifâe b. Mâlikin Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den naklettiği hadistir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Sizden biriniz namaz kumaya kalktığında,
Allah'ın kendisine emrettiği gibi ab-dest alsın. Sonra tekbîr alsın; Kur'ân'dan
bildiği bir şey varsa okusun. Eğer Kur-ândan bir ezberi yoksa, Allah'a
hamdetsin ve O'nu yüceltsin." Burada geriye tek bir kısım kalmıştır ki, o
da şudur: Ne Fatihayı, ne Kur'ân'dan her hangi bir şeyi ve ne de Arapça
zikirlerden birini ezbere bilmeyen kimsenin durumu. Bana göre, böyle birisine
Hz, Peygamber (s.a.s.)'in "Ben size herhangi bir şeyi emrettiğimde,
gücünüzün yettiği kadarını yapın[75]
sözüne sarılarak, gücünün yettiği herhangi bir dille zikretmesi emrolunur.
[76]
Bazı eski kitaplarda İbn Mesûd'un. Fatiha sûresini ve
Muavvizeteyn sûrelerinin Kur'ân'dan olduğunu inkâr ettiği nakledilmiştir. Bu
son derece çetin bir meseledir.
Çünkü biz, şayet "Fatiha Süresi'nın Kur'ân'dan
olduğuna sahabe zamanında mü-tevâtır nakil vardır" dersek, bu durumda İbn
Mes'ûd (r.a.) bunu bilirdi. O halde, O'nun bunu kabul etmemesi, küfrünü veya
aklının eksik olmasını gerektirir. Eğer, "Bu manada olmak üzere, mütevâtir
bir nakil sahabe zamanında yoktur" dersek, bu. Kur'ân'ın naklinin aslında
tevatürle olmadığını söylemiş olmayı ifade eder Bu da Kur'ân'ı yakînî (kesin)
bir delil olmaktan çıkarır. Zann-ı galibime göre, bu görüşü İbn Mesud'dan
nakletmek, yalan ve asılsız bir nakildir. Ancak bunu söyleyerek bu müşkilden
kurtulabiliriz. Fatiha Sûresi'nden çıkan fıkhî meseleler hakkında söylenecek
söz bunlardır. Allah, doğruya iletendir.
[77]
Bu fasıl
ayetinin tefsiri hakkındadır ve bunun birçok yönü vardır:
Birinci fayda:
Burada aynı manaya gelen üç lafız vardır: Hamd, medh ve şükür Biz diyoruz ki:
Hamd ile medh arasında birçok fark vardır.
Birinci fark:
Medh, canlı cansız her şeye yapılır. Görmez misin? Gayet güzel bir inci veya
yakut gören kimse onu metheder. Ama ona hamdetmesi imkânsızdır. Buna göre
medhetmek. hamdetmekten daha umumîdir.
İkinci fark:
Medh, iyilik yapmadan bazan önce, bazan sonra olabilir. Hamd ise, sadece ihsan
(iyilikten) sonra olur.
Üçüncü fark:
Medh, bazan yasaklanmış olur. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Meddahların
(övücülerin) yüzlerine toprak saçın.[78]
Hamde
gelince, bu mutlak
olarak emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)
"İnsanlara hamdetmeyen (teşekkür etmeyen),
Allah'a hamdetmemiş olur[79]
buyurmuştur.
Dördüncü fark:
Medh, fazilet çeşitlerinden birine has olduğuna delâlet eden sözden ibarettir.
Hamde gelince bu da, onun belli bir fazilete has olduğuna delâlet eden sözdür.
Bu belli fazilet de, nimet verme ve iyilikte bulunma faziletidir Söylediklerimizle
medhın hamdden daha umumî olduğu ortaya çıkmıştır.
Hamd ile şükür arasındaki farka gelince; hamd, nimetin sana veya başkasına ulaşmasını içme alır. Şükr ise, sadece sana ulaşan nimetlere mahsustur.
Bu hususu anladığında biz deriz ki medhin, canlı ve
cansız bütün varlıklar için, Allah'a ve Allah'dan başkası için olabileceğini
daha önce söylemiştik. Bir kimse "Medh Allah'a mahsustur." dediğinde,
bu söz, Allah'ın fâil-i muhtar olduğunu göstermez, ama "Hamd Allah'a mahsustur"
dediğinde, bu Cenâb-ı Allah'ın fâil-i muhtar olduğunu gösterir. Buna göre
Cenâb-ı Allah'ın " " ayeti, bu sözü söyleyenin, Âlemin İlâhı'nın
filozofların dediği gibi, zatı gereği mûcıb (mûcib-ı bi'z-zât) olmadığım, tam
aksine O'nun fâil-i muhtar olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Yine Hakk
Teâlâ'nın " " sözü, " sözünden daha üstündür Çünkü " sözü,
O'ndan südûr eden ve başkasına ulaşan her nimet sebebiyle, Allah'ı bir
övmedir. Ama " sözü ise, sadece bu sözü söyleyene ulaşan nimete karşılık
Allah'a yapılan bir övgü olur. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur.
Zira, denilmek istenen şudur: Sanki kul, "Bana ister ver, ister verme,
senin nimetlerin bütün âlemlere ulaşıyor Sen, en büyük hamde lâyıksın"
der. Zayıf bir görüşe göre, hamd Allah (cc.)'ın defettiği belalara karşılık,
şükr ise, verdiği nimetlere karşılık yapılır.
Şayet; "Bir şeyi vermedeki nimet, belâları
giderme nimetinden daha büyüktür. O halde, "Büyük olan niçin terkedilip az
olan ifade edildi?" denirse, biz deriz ki, bunun birkaç izahı vardır.
Birincisi:
Sanki kul, "iki nimetten değersiz olana şükrediyorum. Değerli olana nasıl
şükrederim, sen bir düşün!" demiş olur.
İkincisi:
Gelecek belâları defetmek sonsuzdur. Nimet vermek ise sonludur. Önce, sonsuz
olan belaları gidermeye teşekkür etmek daha evlâ olur.
Üçüncüsü:
Zararı defetmek, menfaat! celbetmekten daha mühimdir. Bu se-beble mühim olanı
takdim etmiştir.
İkinci fayda:
Cenâb-ı Hakk. (Allah'a hamdederım) buyurmayıp, (Hamd Allah'a mahsustur)
buyurmuştur. Bu ikinci ifade, birçok bakımdan daha üstündür
Birincisi:
Eğer Allah Teâlâ, " deseydi, bu, bunu söyleyenin hamdetmeye kadir olduğunu
gösterirdi. Ama deyince, bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, hamdedenlerin O'na hamdetmesinden ve şükredenlerin O'na şükretmesinden
önce de hamde lâyık olduğunu gösterir. Bu sebeble kullar, Hakk Teâlâ'ya ister
hamdetsinler, ister etmesinler, ister şükretsinler, ister şükretmesinler,
Cenâb-ı Hakk, kendi kadîm hamdi ve kelâmı ile ezelden ebede kadar mahmûd
{hamdedilmiş)tur.
İkincisi:
Bizim," sözümüzün manası şudur: Hamd-ü sena Allah Teâ-lâ'nın hakkı ve
mülküdür. Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk, kullarına olan sonsuz nimet ve lütuflan
sebebiyle hamde lâyık ve müstehak olan yegâne varlıktır
Binâenaleyh bizim " " sözümüzün manası, buna
göre şudur, hamd, Allah'ın zatından dolayı müstehak olduğu bir haktır. Şayet
Allah, bunun yerine "demiş olsaydı, bu ifade O'nun zatından dolayı hamde
müstehak olduğuna delâlet etmezdi. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın
hamde müstehak olduğuna delâlet eden lâfız, Cenâb-ı Allah'ı öven tek bir şahıs
gösteren " (Ben övüyorum) lâfzından daha üstündür.
Üçüncüsü:
Şayet Cenâb-ı Allah " ân demiş olsaydı, kendine lâyık olmayan bir hamd
ile kendini övmüş olurdu. " dediği zaman, insan sanki "Ben kimim ki
O'nu öveyim. O, hamdedenlerin hepsinin hamdi ile övülmüştür." demiş olur.
Bu şuna benzer: Şayet sana, "Falancanın senin üzerinde bir hakkı var
mıdır?" denilse, sen de "Evet." desen, onu övmüş olursun. Fakat
zayıf bir şekilde, . Cevap olarak, "Benim değil, bütün insanlar üzerinde
hakkı vardır." der isen, o takdirde onu en mükemmel bir şekilde övmüş
olursun.
Dördüncüsü:
Hamd, kalbin bir sıfatı olmaktan ibarettir. Bu da, övülen varlığın, üstün,
nimet veren, tazım ve ihtirama layık olduğuna inanma sıfatıdır. Bunun için
insan kalbi Allah'ın azametine yakışan ta'zimin anlamından habersiz olduğu halde,
"iîiı Juiİ" derse, yalancı olmuş olur. Çünkü o, hakikatte böyle
olmadığı halde, hamdedici olduğunu söylemiştir Ama kul, bu tazimin manasından
ister haberli ister habersiz olsun, " dediği zaman doğru söylemiş olur.
Çünkü bunun manası, hamdin, Allah Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğudur. Bu ise,
kul, tazim ve ihtiram duygusuyla ister dolu olsun ister olmasın, daima
böyledir. Böylece"sözünün " sözünden daha evvelâ olduğu ortaya
çıkmış olur.
Bunun bir benzeri de " dememizdir. Bu söze,
sözümüzün aksine, yalan girmez. Çünkü kul," (Şehadet ediyorum ki...)
sözünde bazan yalancı olabilir. Bunun için, Cenâb-ı Hakk, münafıkları
yalanlarken,
"Allah Teâlâ şehâdet eder ki, o münafıklar yalancılardır." (Mûnâfikûn, 1) buyurmuştur. Bu incelikten dolayı ezanda, denilmesi emredilmiş ve ezan ile bitirilmiştir.
Üçüncü fayda:
deki, Allah lafzının başındaki (harf-i cer olan) "lâm" bir çok manayı
ihtiva eder.
Birincisi:
" (Çul âta aittir) ifadesinde olduğu gibi, âidiyyet manası taşıyan tahsisi
(has olmayı) gösterir.
İkincisi: Mülk ifade eder.(ev Zeyd'indir) sözündeki gibi...
Üçüncüsü:
"(ülke sultanındır) sözünde olduğu gibi kudret ve hâkimiyet ifade
eder."deki "lâm" harfi bu üç mananın hepsini ihtiva eder. Eğer
sen, "Lâm"t, âidiyyet ifade eden tahsis anlamında alırsan, malûmdur
ki, ihsanının ve lütfunun çokluğu, azametinin yüceliği sebebi ile, hamd sadece
Allah'a aittir ve O'na yakışır; mülk manasına alırsan, yine malûmdur ki, Allah
Teâlâ her şeyin mâlikidir. Bu sebeble de. kendi hamdi ile meşgul oldukları
halde de onların maliki olması gerekmiştir.
Eğer, "lârrfı, kudret ve hâkimiyet manasına
alırsan, Allah Teâlâ zaten böyledir. Çünkü O, zatı gereği vâcıb
(vâcibu'l-vücûd)'tir. O'nun dışındaki varlıklar ise. zâtları gereği mümkün
varlıklardır. Zatı gereği vâcib olan, zatı gereği mümkün olana hükümrandır. O
halde " , Hamd, ancak O'na lâyıktır; Hamd, O'nun mülkü ve milkidir; O,
her şeye hükümran, her şeye hâkimdir" manasına gelir.
Dördüncü fayda:"
sözü sekiz harftir. Cennetin kapıları da sekiz tanedir. Her kim, tam bir kalb
temizliği ile bu sekiz harflik cümleyi söylerse, cennetin sekiz kapısından da
girmeye hak kazanmış olur.
Beşinci fayda:"
" kelimesi, başında harf-i tarif olan müfred bir lâfızdır Bu harf-i tarif
hakkında iki görüş vardır.
Birincisi:
Eğer, kendisinden önce, geçmiş bilinen bir isim var ise, mana ona hamledilir.
Aksi halde, sözü kapalılıktan korumak için, bu lâm'ın "istiğrak" manasına
olduğu söylenilir.
İkincisi:
Buradaki harf-i tarif, umum ifade etmez. Ancak o, sadece mahiyet ve hakikati
gösterir. Bunu anladığın zaman deriz ki, birinci görüşü benimsersek, "
"Hamd-ü senaya sebeb olabilecek her şey Allah'a aittir. O'nun hakkı ve
mülküdür" manasına gelir. O zaman, Allah Teâlâ'dan başka hiç bir şeyin, hamde
ve övgüye müstehak olmadığını söylemek gerekir. Eğer ikinci görüşü benimsersek
bunun manası, "Hamdın mahiyeti, Cenâb-ı Allah'ın hakkı ve mülküdür"
şeklinde olur. Bu da, bu mahiyetin fertlerinden her hangi birinin Allah'tan
başkası için olmasını nefyeder. O halde bu iki görüşe göre de," s°zu.
hamdin, Allah'tan başkası için olmadığını ifade eder.
Eğer, "Nimet veren, kendisine nimet verilenden;
hoca, öğrenciden ve âdil hükümdar da halkından gelecek hamde müstehak değil
midir? Nitekim Hz. Peygamber (sas) "İnsanlarahamdetmeyen (teşekkür etmeyen),
Allah'a da hamdetmemiş olur[80]
buyurmuştur, denilirse deriz ki; nimet vermek suretiyle başkasına in'âm eden
herkes bilmelidir ki, gerçek nimet veren Allah Teâladır. Çünkü, şayet Cenâb-ı
Hakk, başkasına ın'âmda bulunan kimsenin kalbinde bu temayülü yaratmamış
olsaydı, o kişi ikramda bulunmaya yönel-mezdi; şayet Allah Teâlâ, bu nimeti
yaratmasa, nimet veren kimseyi bu nimete mâlik kılmasaydı ve kendisine nimet
verilen kimseye de bu nimetten istifade imkanı vermeseydi, bu nimetten
faydalan itam azdı İşte bu sebeble, gerçek nimet verenin sadece Allah Teâlâ
olduğu ortaya çıkar.
Altıncı fayda:
" sözü, Allah'tan başka, hamde lâyık hiç kimsenin olmadığına delâlet
ettiği gibi, akıl da buna delâlet etmektedir. Bunu birkaç yönden izah ederiz.
Birincisi:
Şayet Allah Teâlâ, nimet veren kimsenin kalbinde, nimet verme duygusunu
yaratmamış olsaydı, o kimse nimet vermezdi. Öyleyse, gerçekte nimet veren, bu
duyguyu yaratan Allah Teâlâ'dır.
İkincisi:
Başkasına nimet veren herkes, buna ister mükâfaat. ister övgü, ister bir hakkı
elde etmek, isterse nefsini cimrilik ahlâkından kurtarmak için olsun, bir
karşılık ister. Yaptığına bir karşılık isteyen kimse ise, ın'amda bulunmamış
olur Binâenaleyh gerçekte hamde müstehak olamaz. Cenâb-ı Hakk ise zatı gereği
kâmildir. Zatı gereği kâmil olan, kemâl istemez. Çünkü elde edilmişi elde
etmek imkânsızdır. Öyleyse O'nun ikram ve bağışları sırf cömertlik ve katıksız
ihsandır. Bu sebeble de O. hamde müstehaktır. Böylece hamde ancak Allah Teâlâ'nın
müstehak olduğu ortaya çıkar
Üçüncüsü:
Her nimet, varlığı mümkün olan mevcudat zümresindendir. Her varlığı mümkün
otan ise, ister doğrudan, ister dolaylı olsun, Hakk Teâlâ'ntn yaratma-sıyla var
olur. Bu da her nimetin Allah'tan olduğu neticesini verir. Cenâb-ı Hakk:
"Sizde olan her nimet Allah'tandır" (Nahi. 53) ayeti de
bu manayı teyid etmektedir. Hamdin manası, ancak
ın'âma karşılık bir övgü ve senadır, in'âm, ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna
göre. AllatYdan başka hamde müstehak olan hiç bir varlığın olmadığını kesin
olarak söylemek gerekir
Dördüncüsü:
Nimet, şu üç husus bir arada bulunduğu zaman tam olur:
a-) Nimetin
bir menfaat olması. Bir şeyden faydalanma, faydalanan varlığın canlı ve idrak
edici {his edici) olmasına bağlıdır. O şeyin canlı ve idrâk edici olması ise.
ancak Allah'ın yaratmasıyla mümkün olur.
b-) Menfaat,
ancak zarar ve keder şaibesinden uzak olduğu zaman tam bir mmet qlur.
Menfaatleri, zarar şaibesinden uzak tutmak ise. ancak Allah Teâlâ tarafından
gerçekleştirilebilir.
c-) Menfaat,
kesintiye uğrama korkusundan emin olunduğu zaman, tam bir nimet olur. Bu da
ancak Allah Teâlâ tarafından temin edilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tam
nimetin ancak Allahdan olacağı; binâenaleyh tam hamde de ancak Allah'ın
müstehak olduğu anlaşılır Bu deliller ile " sözünün doğruluğu kesinlik
kazanır
Yedinci fayda:
Hamdın, nimet verdiği ve lütufkâr olduğu için bir başkasını med-hetmekten
ibaret olduğunu görmüştün. İnsan, kendisine nimetin uzaklaştığını hissetmezse
ve duymazsa, onun, harnd ve şükür ile mükellef tutulması imkânsız olur. Bunu
anladığın zaman deriz ki, insanın Allah Teâlâ'ya hamdetmekten ve şükretmekten,
gerçek manada, aciz olması gerekir. Buna birçok şey delâlet eder.
Birincisi:
Allah Teâlâ'mn insana olan nimetleri, insan aklının vâkıf olamayacağı kadar
çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız
sayamazsınız." (Nahi. 18) buyurmuştur. İnsanın Allah'ın nimetlerine vâkıf
olması imkânsız olunca, bu nimetlere lâyık bir hamde, şükre ve sena'ya muktedir
olamayacağı da ortaya çıkar.
İkincisi:
İnsanın, Allah'a karşı hamd ve şükrü eda edebilmesi, ancak Allah'ın onu buna
muktedir kıldığında mümkün olur Allah Teâlâ, onun kalbinde hamd ve şükre
yönelik bir duygu yarattığında ve önündeki bütün engel ve manialar kalktığında,
bunların hepsi Allah'ın birer irîâmı olur. Buna göre, kulun, Allah'ın şükrünü
edâ edebilmesi, ancak Allah Teâlâ'mn ona vereceği büyük bir mmet sayesinde
mümkün olabilir. Bu nimetler de ayrıca şükrü gerektirir. Bu duruma göre kulun,
şükür ve hamdı edâ edebilmesi, sonsuza kadar tekrarladığı zaman mümkün olur.
Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza dayanan şey de imkânsızdır. Öyleyse insanın,
O'na lâyık olacak şekilde Allah'a hamd ve şükretmesi imkânsızdır
Üçüncüsü:
Hamd ve şükrün manası, kulun sadece diliyle demesi değildir. Tam aksine, bunun
manası, kendisine nimet verilen kimsenin, nimet verenin kemâl, celâl sıfatları
ile mevsûl olduğunu bitmesidir İnsanın aklına gelen hertürlü kemâl ve celâl
sıfatlarından, Allah'ın kemâli ve celâli daha büyük ve daha yücedir. Bu böyle
olunca, insanın Allah'a lâyıkı veçhile hamdetmesi, şükretmesi ve sena etmesi
imkânsız olur.
Dördüncüsü;
Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürle meşgul olmak demek, kendisine nimet verilen
kimsenin, bu nimetin geldiği zata, şükür ve hamd ile karşılık vermesidir. Bu da
birkaç yönden, kolay kolay olacak bir iş değildir.
a-) Allah'ın
nimetleri sınırsız derecede çoktur. Bu nimetlere sadece bu tek inanç ve tek
lâfızla karşılık vermek son derece zordur.
b-) Cenâb-ı
Allah'a hamd ve şükretmesınin Allah'ın nimetlerine karşılık olacağına inanan
kimse şirk koşmuş olur. Buda Vâsıtî'nın "Şükür, şirktir" sözünden kastettiği
manadır,
c-) İnsan,
zatında, sıfatlarında ve bütün durumlarında Allah'ın nimetlerine muhtaçtır
Halbuki Cenâb-ı Hakk, şükredenlerin şükrüne ve hamdedenlerin hamdine muhtaç
değildir. O halde, bu şükür ve hamd ile Allah'ın nimetlerine karşılık vermiş
olmak nasıl mümkün otur? Böylece, şu saydığımız sebebierden ötürü, kulun lâyıkı
veçhile Allah Teâlâ'ya hamd ve şükürden âciz olduğu ortaya çıkar. İşte bu
incelikten dolayı Cenâb-ı Allah, sözünün
yerine, " (Allah'a hamdediniz) dememiştir. Çünkü O "Allaha
hamdedinrz" demiş olsaydı, insanlara güçlerinin yetmeyeceği bir
mükellefiyet vermiş olurdu. Ama," deyince bunun manası, tam hamd, O'nun
hakkı ve mülküdür. İnsanlar, ister yerine ge-tirebilsinler ister
getiremesinler, bu böyledir.
Dâvûd (a.s.)'un şöyle dediği nakledilir: "Yâ
Rabbi, Sana nasıl şükretmiş olurum ki! Benim Sana şükrüm de, ancak Senin nimet
vermenle tamamlanır. Bu nimet de beni bu şükre muvaffak kılmandır." Bunun
üzerine Hakk Teâlâ şöyle nıdâ etti: "Bana şükretmekten âciz olduğunu
anladığına göre, takatin ve gücüne göre şükretmiş oldun."
Sekizinci fayda: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Allah Teâlâ, kuluna bir nimet verdiğinde, kulu " der. de bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kuluma bakınız. Ben, ona kıymetsiz bir şey verdim de o. Bana değer biçilmez bir şey verdi." Bu hadisin izahı şudur: Cenâb-ı Hakk, kuluna nimet verdiğinde, bu, o açken onu doyurması, susuzken ona su nasıp etmesi, çıplakken onu giydirmesi gibi alışıla gelmiş şeylerden bindir. Ama kul " dediğinde bunun manası: Hamdedenlerden birisinin yaptığı her hamd Allah'a mahsustur ve hamdedenlerden birisinin yapmadığı fakat aklen yapılması gereken her hamd de Allah'a mahsustur.
Arş'ın ve Kursî'nın meleklerinin, gök tabakalarında
bulunanların, Hz. Âdem (a.s.)'den Hz. Muhammed (s.a.s.)'a kadar olan bütün
peygamberlerin, velîlerin, âlimlerin, bütün mahlûkatın ve cennet ehlinin,
"Bunların oradaki duaları "Ya Allah. Seni
tesbîh ederiz" sözüdür. Orada (birbirlerine sağlık temennileri ve
iltifatları) "selâm" (demeleridir.) Dualarının sonu da
"elhamdülillahirabbilâlemin'dir." (Yûnus. ıo) diyecekleri bu vakte
kadar yaptıkları bütün hamdler. bu hamde dahildir. Sonra bu hamdler
sınırlıdır. Kulların ebedî olarak ve mütemadiyen yapacakları hamdler ise
sınırsızdır. İşte bu sınırsız övgülerin tamamı, kulun sözünün içinde
bulunmaktadır, işte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Allah hadîs-i kutsisinde:
"Kuluma bakınız. Ben ona kıymetsiz tek bir nimet vçrdim de o, Bana.
sonsuz ve sınırsız şükürde bulundu " demiştir.
Burada diğer bir incelik daha vardır. O da şudur: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk; m kuluna verdiği nimetler sonludur Halbuki kulun, " sözü, sınırsız bir hamdi ifade eder. Sınırsız olandan sınırlı olan çıkarıldığında, geriye kalan yine sınırsız olur. Bu sebeble sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: "Ey kulum, sana verilen nimete karşılık dediğinde, bundan ötürü geriye sonsuz taatlar kalır. Bu nedenle o taatlara sınırsız nimetlerle karşılık vermek gerekir" İşte buna binaen kul. ebedî bir mükâfaata ve sonsuz bir hayra hak kazanmış olur. O halde, kulun " demesinin, sonu olmayan mutlulukları ve sınırsız iyilikleri gerektirdiği ortaya çıkar.
Dokuzuncu fayda: Şüphesiz var olmak, yok olmaktan hayırlıdır. Bunun delili, her canlı
varlığın kendisinin yokluğunu istememesidir. Şayet var olmak yok olmaktan
hayırlı olmasaydı bu böyle olmazdı. Bunun böyie olduğu sabit olunca deriz ki,
Allah Teâlâ'dan başka her şeyin var olması, Allah'ın onu yaratması ve ona lütuf
ile ihsanda bulunmasıyla olur. Daha önce var olmanın bir nimet olduğu sabit
olmuştu. Yine sabit olmuştur ki ruhlar, bedenler, ulvi ve süflî alemlerdeki
bütün mevcudat üzerinde Allah'ın nimeti, rahmeti ve ihsanı vardır Nimet, rahmet
ve ihsan ise. hamd ve şükrü gerektirir. Öyleyse kul, dediği zaman, onun
maksadı, kendisine ulaşan nimetlere hamdetmek olmayıp, aksine, Cenâb-ı
Allah'tan gelen bütün nimetlere karşılık Allah'a hamdetmektır. Çünkü daha önce
Allah'ın nimetinin, Allah'tan başka her şeye ulaştığını açıklamıştık. Kul,
dediği zaman, buna göre. onun manası, "Yarattığı her mahlûka ve nur
zulmet, sükûn, hareket. Arş, Kursî. Cm, İnsan. zat. sıfat, cisim, araz gibi
ebediyete kadar ve sonsuza kadar var edeceği her sonradan olma varlığa vereceği
nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun" demektir. Yine bu sözün manası,
kulun, "Bu nimetlerin hepsinin Senin hakkın ve mülkün olduğuna, bunlarda
hiç kimsenin Sana bir ortaklığı ve hak iddiası olmadığına şehadet ederim"
demesıdır.
Onuncu fayda:
Bir kimse. 'Tesbîh, hamdden ileridir Çünkü
denilir, Burada ise önce hamd gelmiştir. Bunun sebebi nedir?"
derse, şöyle cevap verilir: Allah'a hamdetmek zımnî bir delâletle, tesbîhe de
delâlet eder. Çünkü tesbîh, Allah'ın zatı ve sıfatlarında hertürlü
noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh olduğuna delâlet eder. Hamd ise, bu
sıfatın bulunmasıyla birlikte. O'nun, kullarına ihsan sahibi, nimetler veren,
onlara acıyan biri olduğuna da delâlet eder Bundan dolayı tesbîh. Allah'ın
kâmil olduğunu; hamd ise Onun tam olmanın da üstünde olduğunu gösterir. İşte bu
sebeble başlamak daha evlâdır Bu husus hikmet kanunlarından elde edilmiştir.
Usul kânunlarına uygun olan izahımız ise şöyledir: Allah Teâlâ. ancak
kullarının ihtiyaç çeşitlerini bilebılmesi için bütün malûmattan haberdar
olması halinde; kendisine muhtaç oldukları şeyleri meydana getirebilmesi için,
her şeye kadir olması halinde ve kendisi de hertürlü ihtiyaçtan müstağnî olması
şartıyla kullarına ihsan edebilir. Çünkü böyle olmazsa. kendi ihtiyacını
gidermekle meşgul olması, O'nu kulun ihtiyacını gidermekten alıkor. Öyleyse şu
ortaya çıkıyor ki: Allah'ın ihsan sahibi olması, ancak, O'nun herturlü
noksanlık ve kusurlardan münezzeh olmasıyla tamamlanır. Böylece sözü ile
başlamanın, sözü ile başlamaktan daha üstün olduğu anlaşılmış olur.
Onbirinci fayda: sözü, hem mazî, hem müstakbele (geçmiş ve geleceğe) taalluk eder.
Geçmiş ile ilgisine gelince; hamd, Önceden verilmiş nimetlere bir şükür olarak
yapılır. Gelecek ile ilgisine gelince. Cenâb-ı Hakk'ın;
"Andolsun ki eğer şükrederseniz, Ben de size olan
nimetimi artırırım " (ibrâhîm. 7) sözünün de gösterdiği gibi, hamdin,
gelecekte nimetin devamlı yenilenmesini gerektırmesıdır. Akıl da buna delâlet
eder. Şöyle ki geçmiş nimetler hizmete ve taate koşmaya sevkeder. Kut, şükür
ile meşgul olduğu zaman aklına ve kalbine, Allah m nimetlerinin, muhabbetinin
ve marifetinin kapıları açılır Bu da nimetlerin en büyüğüdür. Bu manadan
dolayı. " sözü. geçmişle ilgisi sebebiyle, sana cehennem kapılarını kapatır;
gelecekle ilgisi sebebiyle de, cennet kapılarını açar Öyleyse sözünün geçmişle
alâkalı tesiri. Allah'a ulaşmaktan bizi engelleyen kapıları kapamak; gelecekle
alâkalı tesiri de, Marifetullah'ın kapılarını açmaktır Allah'ın azametinin
dereceleri sonsuz olduğu için, kul için Allah'ı tanımanın (marıfetullahın)
basamakları da sonsuz olur. Bunun yegâne anahtarı sözümüzdür Bu sebeblede
"Hamd" sûresi "Fatiha" sûresi diye isimlendirilmiştir
Onikinci fayda:
" lafzı çok şerefli ve yüce bir kelimedir. Ancak yerinde kullanmak
gerekir Aksı halde elde edilmek istenene ulaşılmaz.
es-Serıyyü's-Sakatî'ye "Taatı nasıl yapmak
gerekir''" denildi de O; "Bir kere elhamdülillah" dediğim için,
otuz yıldır. Allah'a istiğfar ediyorum" dedi.
Ona; "Bu nasıl iş?" denilince, şu cevabı
verdi: "Bağdad'da bir yangın çıkmıştı. Birçok dükkan ve ev yandı. Bana,
dükkânımın yanmadığt haber verilince demiştim. Bunun manası, bütün dükkânlar
yanarken, dükkânımın yanmamış olmasına sevinmemdı. Halbuki din kardeşliği ve
insaniyet bu hale sevinmememi gerektiriyordu, işte bundan dolayı, bu hamdim
sebebiyle otuz senedir istiğfar ediyorum. Bu sebeble. hamd. her ne kadar
kıymeti yüce bir kelime ise de. onu yerinde söylemek gerekir." Sonra
Allah'ın kuluna nimetleri çoktur. Ancak bu nimetler ilk taksime göre ıkı
kısımda mütalâa edilir: Dünya ve din nimetleri... Dm nimetleri birçok bakımdan
dünya nimetlerinden daha üstündür. Bizim sözümüz, şerefli ve yüce bir
kelimedir. Bu sebeble. insana, bu kelimenin kadrim yüce tutarak dünya
nimetleri mukabilinde zikretmemesi, fakat ancak dinî nimetlere ulaştığı zaman
zikretmesi gerekir. Sonra,dinî nimetlerde, azanın ve kalblerin işleri olmak
üzere, iki kısımdır. İkinci kısım daha şereflidir. Dünyevi nimetler de iki
kısımdır Bazen, nimete nimet olması bakımından itibar edilir, bazen de nimet
verenin bağışı olması bakımından itibar edilir. İkinci kısım daha üstündür.
İşte bütün bunlar gözönünde bulundurulması gereken makamlardır ki, sözümüzü
zikretmek, hamd sebebine tâyık ve yerine de uygun olsun.
Onüçüncü fayda:
Atamız Hz. Âdem'in söylediği ilk söz, sözüdür. Cennetliklerin söylediği son
söz de, sözüdür. Birincisi şöyle olmuştur: Ruh Hz. Ademin göbeğine ulaşınca,
aksırdı da, dedi. İkincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın " "Cennetliklerin en
son duaları, Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir"
(Yûnus. 10) sözüdür. Buna göre, bu âlemin başlangıcı ve sona erişi de, Hamd'e
dayanır. O halde, amellerinin evvelinin ve sonunun bu kelimeyle birlikte
olması için, çalış. Çünkü, insan küçük âlemdir. Bu küçük âlemin hallerinin
büyük âlemin hallerine uygun olması gerekir
Ondördüncü fayda: İnsanlardan bir kısmı, sözünün takdirinin olduğunu söylerler Bu, bana
göre zayıftır. Çünkü mukaddes kelâma, sözün doğru olması için başvurulur. Bu
takdirde, sözün bozuk olmasını icab ettirir. Birçok şey. buna delâlet
etmektedir.
Birincisi: "
sözü hamdın Allah'ın mülkü ve hakkı olduğunu haber vermektir Bu manada sözü
tam bir kelamdır. O halde, bunun başına bir şey takdir etmeye ihtiyaç yoktur
İkincisi:
sözü, insanlar kendisine hamdetsinler etmesinler, Cenabı Hakk'ın zatı ve
fiilleri bakımından hamde müstehak olduğuna delâlet eder Çünkü, zâtı gereği
olan şey, başkası sebebiyle olandan daha üstün ve daha yücedir
Üçüncüsü: Ulema, günlük hayattaki bir meseleden bahsederek şöyle dediler: Babanın, evlâdına şöyle şöyle yap! demesi doğru olmaz. Çünkü, çocuğun babasının sözünü tutmayıp da, böylece günah işlemesi olabilir Tam aksine baba, şöyle şöyle yapılması gerekir, der Eğer çocuk iyi bir evlâd ise, bu sözü tutar ve babasına itaat etmiş olur. Eğer yaramaz ise, çocuk yapmayacağını sözle belirtmemiş olur. Bu sebeble de. günahı az olur. Burada da böyledir. Allahu Teâlâ, dedi. böylece itaatakâr olan Allah'a hamdeder; asî olursa, günahı daha az olur
Onbeşinci fayda: Cebriye ve Kaderiye (Mutezile) de, sözünden delil getirmeye teşebbüs
etmişlerdir. Cebriye mensupları, sözüyle birçok bakımdan ıhtıcâc etmişlerdir
Birincisi:
Fiili, daha şerefli ve mükemmel olan; kendisinden sudur eden nimet de en üstün
ve en kıymetli olan kimse hamde daha mustehaktır. Yaratılmışların en
şereflisinin iman olduğunda şüphe yoktur.
Eğer iman, kulun fiili olsaydı, kulun hamde müstehak
olması, Cenâb-ı Hakkın hamde müstehak olmasından daha üstün ve daha yüce
olurdu. Böyle olmadığına göre, imanın kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın
yaratmasıyla meydana geldiğini anlarız.
İkincisi:
Ümmet," sözlerinin iman nimetine karşılık söylendiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Şayet iman, Allah'ın değil de kulun fiili olsaydı, insanların iman
nimetine karşılık "demeleri batıl olurdu. Çünkü yapmadığı bir işe karşılık
kişiye hamdetmek, Cenâb-ı Hakk'ın "Yapmadıkları şey sebebiyle de,
övülmeyi arzu ediyorlar" (Âl i imrân. 188) ayetinden ötürü, batıl ve
çirkin bir iştir.
Üçüncüsü:
sözünün zahirinin bütün hamdlerin Cenâb-ı Allah'a ait olduğuna ve Allah'tan
başka hiç bir kimseye kesinlikle hamdedılmeyeceğme delâlet ettiğini
delilleriyle göstermiştik. Buna göre, bütün nimetlerin Allah'dan olması
durumunda, bütün hamdler de O'na ait olur. İman, nimetlerin en üstünüdür. O
halde imanın Allah tarafından yaratılmış olması gerekir
Dördüncüsü:
kendi kendini methetmektir. Halbuki kendi kendini methetmek, insanlar arasında
hoş karşılanmaz. Cenâb-ı Hakk, kitabına kendisine methederek başlayınca, bu,
O'nun durumunun, insanların durumuna benzemediğine; insanlar tarafından çirkin
görülen şeyin Allah tarafından güzel görüldüğüne delâlet eder. Bu da, Allah'ın
fiillerinin mahlûkatın fiilleriyle mukayese edilmekten münezzeh olduğuna
delâlet eder. Bazı şeyler kullardan olunca çirkin görülür, ama bu aynı şeyler
Allah'dan olunca çirkin görülmez. Bu da, Mutezile'nın prensiplerini tamamıyle
yıkar.
Beşincisi:
Mutezıle'ye göre Allah'ın fiillerinin güzel (hasen) olması ve bu fiillerin
güzelliğe ilâve olarak başka bir sıfatı daha olması gerekir. Aksi takdirde Allah'ın
fiilleri, anlamsız olur. Bu ise, Allah için düşünülemez. Cenâb-ı Hakk'ın
fiillerindeki hasen vasfına ilâve olan sıfatın, ya "vâcib" olması
veya tafaddul (lütuf) nevinden bir şey olması gerekir. Vâcıb olmasına gelince,
bu mükâfatı ve karşılığı mükelleflere ulaştırmak kabilinden olandır. Tafaddul
nevinden olması durumuna gelince, bu da, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın lütfederek
vermesi gereken miktarın üzerinde vermesidir Buna karşı biz deriz ki, bu
Cenâb-ı Hakk'ın hamde müstehak olması hususunu zedeler ve sözümüzün
doğruluğunu yok eder. Bunu şöyle diyerek izah edebiliriz: Görevleri yerine
getirmek, hamde müstehak olmayı göstermez. Görmez misin? ki, bir başkasına bir
dinar borcu olan kimse onu ödediğinde övülmeye müstehak olmaz
Eğer, Cenâb-ı Allah'ın bir şeyi yapması vâcib oisaydt,
o ful. Allah'ı zemmolun-maktan kurtarır, ancak hamde müstehak olmasını
gerektirmezdi. Tafaddul fiiline gelince, muhalife göre bu, fazla hamdetmeyı
gerektirir. Zira, O'ndan bu fiil sudur etmemiş olsaydı, onun için bu hamd
meydana gelmiş olmazdı. Durum böyle olunca da, Allah zatı gereği noksan ve
başkasıyla tamamlanmış olurdu. Bu da Cenâb-ı Hakkın hamde ve medhe müstehak
olmasına mâni olur.
Altıncısı:
sözü Allah'ın övülmüş olduğuna delâlet eder Buna göre biz deriz ki, Cenâb-ı
Hakk'ın hamde ve medhe müstehak olması ya O'nun zatından dolayı sabit olan bir
iş olmuş olur veya zâtından ötürü sabit olmayan bir iş olur. Eğer birincisi
olursa, onun fiillerinden her hangi bir şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın medhe müstehak
olmasını gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü zatından ötürü var olan bir şeyin,
başkasından ötürü var olması imkânsız olur. Yine Allah'ın fiillerinden
herhangi bir şeyin, O'nun zemme müstehak olmasını ıcab ettirmesi imkânsız
olur. Çünkü zatı gereği var olan bir şeyin, başkası sebebiyle ortadan kalkması
imkânsızdır. Durum böyle olunca, Hakk Teâlâ hakkında, O'na herhangi birşeyin
vâcib (gerekli) olması uygun düşmez. O halde, kullarına karşılık ya da mükâfaat
vermesi, Allah'a vâcib olamaz. Bu da. Mutezile'nin esaslarını altüst eder. İkinci
kısma gelince ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın hamde lâyık olmasının zatı gereği olmamasıdır,
biz deriz ki, bu durumda O'nun, zâtı bakımından noksan olması ve başkasıyla
tamamlanmış olması gerekir ki, Allah hakkında bunu düşünmek imkânsızdır.
Mutezileye gelince, onlar şöyle demişlerdir: Allah'a hamdetmek, ancak şöyle
dediğimizde tamam olmuş olur: Mutlak manada hamde müstehak olan, fiillerinde
çirkinlik, hükümlerinde zulüm ve haksızlık olmayandır. Bize göre, Allah
böyledir. Bu sebeble O, en yüce hamd ve övgülere müstehaktır. Cebriye mezhebinde
ise, hiç bir çirkin fiil yoktur ki, o, Allah'ın fiili olmasın; hiç bir zulüm
yoktur ki, o, Allah'ın hükmü olmasın, hiç bir abes iş yoktur ki, o, Allah'ın
işi olmasın... Zira, Cenâb-ı Hakk kâfirde küfrü yaratır, sonra ona azab eder.
Bir karşılık vermeksizin, hayvanların canını yakar. Bu duruma göre O'nun hamde
müstehak olduğu nasıl düşünülebilir? Ve yine, Allah olması bakımından hak
kazandığı hamde, ya kuidan veya kendisinden ötürü hak kazanır. Eğer.birincisi
olursa, kulun fiiline kadir olması gerekir ki, bu da Cebrîliği ibtaleder. Eğer
ikincisi olursa, bunun manası, Allah'a, kendi kendini medhetmesı vâcibtır
demek olur ki. bu da batıldır. İşte
bunun için Cebriye demek ancak bizim görüşümüze göre
doğrudur
dediler.
Onaltıncı fayda: Ulema şükrün vücûbunun aklî veya naklî delille sabit olduğu hususunda
ihtilâf etmiştir Şükretmenin naklî delille vacib olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı
Hakk'ın şu ayetlerini delil getirmişlerdir:
"Biz, bir peygamber göndermedikçe, azab edici değiliz."(İsrâ 15)
Müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler
gönderdik. Ki böylece, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karsı bir
bahaneleri olmasın!" (Nısâ. 165).
Yine ulemadan, bu şükrün mutlak olarak din gelmezden önce de, geldikten sonra da vacib olduğunu söyleyenler vardır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bunun birçok bakımdan izahı vardır.
Birincisi:
sözü mutlak olarak bu hamdın, Allahu Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğuna delâlet
eder. Bu da, din gelmezden önce bu hakkın var olduğunu gösterir.
İkincisi:
Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Usûl-i fıkıhta, uygun bir vasfa göre tertip edilen
hükmün, bu hükmün o vasıfla muallel olduğuna delâlet ettiği hususu yer
almaktadır. Burada da Allah Teâlâ, hamdı kendi nefsine isbat etmiş ve kendisini
âlemlerin Rabbi, onlara acıyan ve onları bağışlayan; kıyamette onların
işlerinin yegâne sahibi olarak nitelendirmiştir. Bu da hamde müstehak olmanın
ancak, Cenâb-ı Hakk'ın onları terbiye edici olması ve onlara merhamet edip
bağışlamasıyla mümkün olacağını gösterir. Durum böyle olunca, Allah'ın hamde
müstehak olması, ister peygamber gelmezden önce olsun ister sonra olsun, her
zaman yapılabileceğini gösterir
Onyedinci fayda: Hamdin hakikatini ve mahiyetini araştırmamız gerekir. Diyoruz ki,
Allah'a hamdetmek bizim, sözümüzden ibaret değildir. Çünkü dememiz, hamdin
varlığından haber vermedir. Bir şeyden haber vermek ise. kendisinden haber
verilen varlıktan ayrı bir şeydir. Öyleyse, Ailah'a hamdetmenm, bizim
sözümüzden başka olması gerekir. İşte diyoruz ki, nimet verene hamdetmek, nimeî
veren olması sebebiyle ona tazimi ifade eden hertürlü fiilden ibarettir. Bu
fiil ya kalbin fiili olur, ya lisanın fiili, yahut da uzuvların fiili olur.
Kalbin fiiline gelince, bu, kalbin, bu fiilinde Allah'ın kemâl ve celâl sıfatlarıyla
nitelenmiş olduğuna inanmasıdır. Lisanın fiiline gelince bu da, Allah'ın kemâl
sıfatlarıyla mevsûf olduğunu gösteren lâfızları zıkretmesidir. Uzuvların
fiiline gelince, bunlar, uzuvların, nimet veren varlığın kemâl ve celâl
sıfatları ile mevsûf olduğunu gösteren fiilleri yapmasıdır. İşte hamdden murad
bütün bunlardır
İlim ehli, bu konuda iki guruba ayrılmışlardır
Birinci gurup, Allah'ın, kullarına, kendisine
hamdetmelerinı emretmesinin caiz olmadığını söyleyenlerdir. Bunlar, birçok
bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir.
Birincisi:
Bu hamd, ya kullara ulaşan nimete karşılık yapılmıştır, ya böyle bir nimete
karşılık olmaksızın meydana gelmiştir Birinci ihtimal yanlıştır. Çünkü
bu,-Allah Teâlâ'nın, kullardan, inamına mukabil bir karşılık ve mükâfaat
istemiş olması manasına gelir ki, bu mükemmel manada cömert olmaya zarar
verir. Çünkü kerim olan kimse, bir nimet verdiği zaman, buna bir karşılık
istemez. İkinci ihtimale gelince bu. ortada hiç bir şey yokken başkasını
yormaktır ki, bu da zulüm olur.
İkincisi:
"Hamd ile meşgul olmak, hamd edem yorar ve hamd edilene de bir faydası
yoktur Çünkü hamdedılen zatı gereği kâmil bir varlıktır. Zatı gereği kâmil olan
bir varlığın ise, başkası ile kemâle ermesi imkânsızdır. Binâenaleyh bu hamd
işi ile meşgul olmak boşuna ve zarannadır. Bu sebebten ötürü meşru sayılmaması
gerekir" dediler.
Üçüncüsü:
İcâbın manası, "eğer kişi işlemezse cezayı hak eder" demektir Buna
göre, Allah'a hamdetmenin vâcib kılınmasının manası, O'nun, "'eğer sen bu
hamd ile meşgul olmazsan, seni cezalandırırım" demesidir. "Bu hamdın,
Allah'a hiç bir faydası yoktur" sözünün manası ise. "Bu işte I uç
kimsenin elde edeceği bir fayda yoktur, ama sen onu şayet terkedersen, seni
ebediyyen cezalandırırım" demektir ki, bu da hakîm ve kerîm olan bir
varlığa yakışmaz.
İkinci gurub, "Allah'a hamdle meşgul olmak,
birçok bakımdan edebsizliktir" demişlerdir.
Birincisi:
Allah'a hamd etmek, Allah'ın ihsanlarına bu azıcık şükür ile karşılık vermek
demektir.
İkincisi:
Şükür ile meşgul olmak ancak bu nimetler kalbte hatırlanmaya devam edildiği
zaman gerçekleşir. Kalbin nimetleri hatırlamakla meşgul olması ise onu. nimet
vereni takmakla uğraşmaktan alı kor
Üçüncüsü:
Kulun, nimet bulduğu zaman Allah'a övgüde bulunması, onun bu nimeti elde ettiği
için Allah'a hamd-ü senada bulunduğunu gösterir. Bu da onun, ibadet, hamd ve
senadan maksadının bu nimetleri elde etmek olduğunu gösterir. Bu adamın,
hakikatte ma'bûdu ve maksûdu ancak bu nimet ve menfaattir Bu da düşük bir
makamdır. En iyisini Allah bilir.
[81]
Bu fasıl sözünün izahı hakkındadır. Burada birçok
faydalar vardır.
Birinci fayda:
Var olan ya zatı gereği vâcıb olur. veya zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği
vâcib olan ise, sadece Cenâb-ı Hakk'dır Zatı gereği mümkün olan da, Allah'ın
dışındaki her şeydir ki, bu da "âlem" dediğimiz şeydir Çünkü
kelâm-cılar şöyle demişlerdir: Âlem, Allah'dan başka her varlıktır. Bu kısmı
âlem diye isimlendirmenin sebebi, Allah'tan başka her şeyin varlığının Allah'ın
varlığına delâlet etmiş olmasıdır. İşte bu sebebten ötürü Allah'tan başka her
varlık, âlem diye adlandırılmıştır. Bu hususu iyice kavradığında biz deriz ki,
Allah'tan başka her şey ya uzayda yer tutandır, ya uzayda yer tutanın bir
sıfatıdır veya ne uzayda yer tutandır, ne de yer tutmuş olanın bir sıfatıdır.
Bu da üç kısımdır.
Birinci kısım: Uzayda yer kaplayandır. Uzayda yer kaplayan, ya bölünmeyi kabul edici olur veya olmaz. Eğer bölünmeyi kabul edici olursa, bu cisimdir. Eğer böyle olmazsa, bu da atomdur. Cisme gelince, o ya "ulvî" (gök cisimlerinden), ya da "süflî" (yer cisimlerinden) olur. Ulvî cisimlere gelince, bunlar gezegenler ve yıldızlardır Bu iki kısımdan başka, din ile sabit olmuş başka şeyler de vardır: Arş, Kürsî, Sidreti'l-müntehâ, Levh, Kalem ve Cennet gibi...
Yer cisimlerine gelince, bunlar ya basit olur, ya da
mürekkeb... Basit olanları, dört unsurdur (enâsır-ı erbaa).
Birincisi,
çölleri, dağlan ve mamur ülkeleri ile, yer yüzüdür.
İkincisi, su
küresidir ki, bunu da okyanuslarla, yer yüzünün dörtte birini teşkil eden kara
parçalarındaki mevcut denizler ve sayısını ancak Allah'ın bileceği vadiler
(nehir yatakları) teşkil eder.
Üçüncüsü,
hava küresidir.
Dördüncüsü,
ateş küresidir. Mürekkeb cisimlere gelince, bunlar bitkiler, madenler ve
muhtelif kısım ve farklı çeşitleriyle, hayvanlardır.
İkinci kısım:
Uzayda yer kaplayan varlıklara sıfat olan "mümkün" şeylerdir. Bunlar
arazlardır, Kelâmcıiar. arazın kırka yakın nevini zikretmişlerdir.
Üçüncü kısım:
Üçüncü kısma gelince, bu ne uzayda yer kaplayan, ne de uzayda yer kaplamayan
varlığa sıfat olan "mümkün" şeydir. Bunlar da ruhlardır. Ruhlar, ya
süflîdir, ya da ulvîdir.
Süflî ruhlar, ya hayırlı ruhlardır, ki bunlar cinlerin
iyi olanlarıdır, veya kötü ve pis ruhlardır, Bunlar da, inatçı şeytan
îaifesıdir.
Ulvî ruhlarsa, ya cisimlerle beraber bulunur, ki
bunlar gök cisimlerinin ruhlarıdır veya cisimlerle beraber bulunmazlar. Bunlar
ise, temiz ve mukaddes ruhlar olan meleklerdir. İşte bu. âlemdeki varlıkların
taksimatına bir işarettir. Her insan bu kısımları açıklamak için bir milyon
cilt kilap yazsa, bunların en alt seviyesine dahi ulaşamaz Ancak şu kadar var
ki. zatt gereği varlığı zorunlu olanın bir tek olduğu sabit olunca, O'nun
dışındaki bütün varlıkların da, zatları gereği "mümkün" oldukları
kesinlik kazanır. Bunun için de bu varlıklar, var olmak için. zatı gereği vâcıb
olan varlığın yaratmasına muhtaç olurlar. Aynı şekilde, mümkin olan varlığın
da. var olduğu sürece, onu ibkâ edecek bir varlıktan müstağni olamıyacağı da
sajDit olmuş olur Allahu Teâlâ. yokluktan varlığa çıkarmış olması sebebiyle
âlemlerin Rabbıdır. Yine O, âlemlerin var olmaya devam ettiği, ve istikrarını
sürdürdüğü sürece, âlemleri ayakta tutması sebebiyle de âlemlerin Rabbidir.
Bunu anladığın zaman sözünün tefsirine dair çok az bir şeyi keşfetmiş olursun.
Bu üç kısmın hallerini kim daha çok kavrarsa," sözünün tefsirine de daha
çok vâktf olmuş olur.
ikinci fayda:
İki türlü terbiye eden vardır
Birincisi:
Üzerinden kazanç sağlamak için bir şeyi terbiye eden. İkincisi: Terbiye edilen
kazanç sağlasın diye onu yetiştiren.
Bütün mahlûkatın yaptığı terbiye birinci kısma
dahildir. Çünkü insanlar, başkalarını, onların üzerinden, ya mükâfaat ya övgü
cinsinden bir kazanç elde etmek için başkasını yetiştirirler.
İkinci kısım terbiye eden ise sadece Cenâb-ı
Allah'tır. Nitekim Cenâb-ı Allah bir hadis-i kutsî'de şöyle buyurmuştur:
"Ben, Benden kazanç sağlayasmız diye sizi
yarattım, yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlayayım diye değil'' Bu demektir ki
Cenâb-ı Hakk hem terbiye ediyor hem de ihsanda bulunuyor. O'nun terbiye etmesi
ve ihsanı, başka eğiticilerin terbiye ve ihsanına benzemez.
Allah'ın terbiye etmesi, O'nun dışındaki varlıkların
terbiyesinden farklıdır Bunu birçok yönden izah edebiliriz:
Birincisi:
Hak Teâlâ'nın kullarını, kendisi için değil, kullar için terbiye ettiğini;
O'nun dışındakilerin ise hem kendileri için hem başkaları için terbiye etmeye
uğraştıklarını açıklamıştık.
İkincisi:
Allah'ın dışındakiler terbiye ettikleri zaman, bu terbiye nısbetinde hazine ve
mallarından noksanîaşma olur. Halbuki Cenâb-ı Allah noksanlık ve zarara
uğramaktan münezzehtir. Nitekim O "Hiç bir şey hâriç olmamak üzere her
şeyin hazineleri bizim yanımızdadır. Biz onları malum bir miktar dışında
indirmeyiz." (Hicr. 21) buyurmuştur.
Üçüncüsü:
Cenâb-ı Hakk'ın dışında ihsanda bulunan kimselere, fakır ısrar ettiğinde, ona
kızar ve onu mahrum eder, istediğini de vermez. Halbuki Allah Teâlâ böyle değildir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Cenâb-ı Hakk, duasında ısrar edenleri
sever" buyurmuştur.[82]
Dördüncüsü:
Cenâb-ı Allah'ın dışında, ihsanda bulunanlardan, ihsan etmeleri istenmediği
müddetçe kimseye bir şey vermezler. Ama O, istemeden de verir Görmez misin ki
O, annenin rahminde daha bir cenin ve aklı olmayan bir cahil iken seni terbiye
etmiştir. Sen O'ndan istemesini beceremediğin halde de seni korumuş; sen O'ndan
istemediğin, aklının ve hidayetinin olmadığı zamanda da sana ihsanda
bulunmuştur.
Beşincisi:
Cenâb-ı Allah'ın dışında ihsanda bulunanların ihsanları, fakır olmaları, orada
olmamaları veya ölmeleri hallerinde sona erer. O'nun ihsanı ise kesinlikle
sona ermez.
Altıncısı:
Allah'ın dışında, ihsanda bulunanların ihsanları umumî olmaz, belli bir
topluluğa has olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın terbiyesi ve ihsanı herkese ulaşır.
Nitekim Cenâb-ı Allah; "Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır"
(Araf, 156) buyurmuştur. Böylece O: nun âlemlerin Rabbı olduğu ve bütün
mahlûkata ihsanda bulunduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk
kendisi hakkında; "Bütün hamöier Alemlerin Rabbi (sahibi ve terbiye
edicisi, malikî ve İhsan edip geliştiricisi) Allah'a aittir" buyurmuştur.
Üçüncü fayda: Dünyada, övülen, medholunan ve tazim edilen zat, dört se-bebten dolayı övülür, medhedilir ve tazim edilir:
1. Ya, O,
sana lütufta bulunmasa da, zatında kâmil, sıfatlarında da bütün noksanlık ve
kusurlardan münezzeh olduğu için...
2.
Ya, sana ihsanda bulunup nimet verdiği
için...
3.
Ya, sen gelecekte ihsanının sana ulaşacağını
umduğun için...
4.
Veya hükümranlığının tam olmasından,
kudretinden ve kahrından korktuğun için...
İşte bunlar tazimi gerektiren sebeplerdir Sanki Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Zatî kemâlimi tazim edenlerden iseniz Bana hamdediniz. Çünkü Ben âlemlerin ihâhıyım." İşte bu da Cenâb-ı Allah'ın " sözündeki bir maksaddır. "Eğer ihsanda bulunmamı tazım edenlerden iseniz bilin ki, ben âlemlerin Rabbiyim. Eğer istikbalde bir şeyler umduğunuz için tazimde bulunuyorsanız, bilin ki Ben Rahman ve Rahfm'im. Korktuğunuz için tazim ediyorsanız, bilin ki, Ben din gününün yegâne sahibiyim."
Dördüncü fayda:
Cenâb-ı Allah'ın kulunu terbiye şekilleri çoktur ve sınırsızdır.
Buna dair birkaç misal verelim:
Birinci misâl:
Babanın sulbünden nutfe damlası ana rahmine düştüğünde, bir düşün, nasıl o
nutfe ilk önce rahme tutunmuş bir damla kan, sonra bir et parçası olur, daha
sonra bu et parçasından, kemikler, kıkırdaklar, sinirler, kasların kirişleri,
atar ve toplar damarlar gibi çok çeşitli organlar çıkar. Daha sonra da bunlar
birbirlerine bağlanarak bir araya gelirler. Sonra bunların her birinde özel bir
kuvvet hasıl olur: Böylece de gözde görme, kulakta işitme ve dilde de konuşma
kuvveti meydana gelir Kemikle işittiren, yağ ile gördüren, et ile konuşturan
Cenâb-ı Allah'ı teşbih ederiz. İnsan bedenini konu alan anatomi kitapları çok
yaygındır Bütün bunlar, Allah'ın kulunu nasıl terbiye ettiğini gösterir.
İkinci misâl: Bir tek tane yere düşüp de ona toprağın nemi bulaştığı zaman, o şişer, her tarafı şiştiği halde sadece onun en üstü ve en altı yarılır En üstteki yarığa gelince, bitkinin ucu buradan çıkar. Alttaki yarıktan ise bitkinin toprağa dalan kökleri çıkar Bunlar sanki bitkinin damarları gibidir. Bitkinin üst ucuna gelince, yükseldikten sonra bunun bir gövdesi (veya sapı) meydana gelir. Sonra bu gövdeden birçok dallar ayrılır Daha sonra bu dallar üzerinde, nur parçacıkları gibi çiçekler görülür. Bundan sonra meyveler ortaya çıkar. Bu meyvelerin de sertlik ve yumuşaklık bakımından birbirinden farklı kısımları meydana gelir. Bunlar meyvenin kabuğu, içi ve yağlarıdır. Bitkinin toprağa dalan köklerine gelince, bu damarların bir ucu da bitkinin en uç kısımlarına kadar gider. Bu uçlar, yumuşaklık bakımından, dizilmiş su tanecikleri gibidirler. Son derece yumuşak olmalarına rağmen bu uçlar sert ve kayalık yerlere bile nüfuz edebilirler. Cenâb-ı Allah, bu uçlara topraktaki kendisine faydasi olan tün bu işlerdeki hikmet kulun kendisine ihtiyaç duyduğu gıda, katık, meyve, içecek şeyler ve ilâçlar kabilinden olan varlıkları meydana getirmektir Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Hakikaten Biz, o (yağmur) suyunu bol bol döktük,
sonra toprağı iyiden iyi yardık. Bu suretle onda tane(ler) bitirdik, üzümler,
yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ve bol ağaçlı (diğer) bahçeler, meyveler,
mera(lar) bitirdik. (Bütün bunları Biz) hem size. hem davarlarınıza faide
olarak (yarattık.)" (Abese 25-32)
Üçüncü misâl Cenâb-ı Hakk. gezegenleri ve yıldızları,
kulların istifadesine birer vesile olacak şekilde yaratmıştır Meselâ, geceyi
rahatlık ve sükûnete bir vesile olmak üzere, gündüzü de kazanç teminine ve
yeryüzünde gezip dolaşmaya bir vesile olmak üzere yaratmıştır.
"Güneşi ziyalı, ayı nurlu yapan, yılların
sayısını ve hesabı bilmeniz için, o aya muhtelif menziller tayin eden O
Allah'tır. Allah, bunları (boş yere değil) hak ile yarattı." (Yûnus
5)
"O. karanın ve denizin karanlıkları içinde
kendileriyle yollarınızı doğrultmanız (bulmanız) için. sîzin faidenize
yıldızlan yaratandır." (Enam 97)
Cenâb-ı Allah'ın şu ayetini okuyun:
"Biz yeri bir beşik, dağları kazıklar yapmadık
mı?Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme yaptık; geceyi örtü kıldık;
gündüzü maişet vakti yaptık. Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik. Ona
parıl parıl parıldayan bir kandil astık. O sıkıcı mengenelerden (bulutlardan)
de sarıl şarıl su indirdik. Onunla tane, nebat ve sarmaş dolaş bahçeler
çıkaralım diye." (Nebe 616)
Madenlerin, bitkiler hayvanların dikkat çekici
hallerini ve Rahman Allah'ın insanı yaratışındakı hı-;netınin belirtilerini
iyice bir düşündüğün zaman, senin akl-ı selimin Allah'ın terbiye tme
şekillerinin pekçok olduğuna ve O'nun rahmetinin heryerde apaçık izlerinin
görüldüğüne hükmedecektir. İşte o zaman Allah'ın " sözünün sırlar deryasından
bir katre sana tecelli edecektir.
Beşinci fayda:
Cenâb-ı Hakk, hamdi kendi nefsine nisbet ederek, önce dedi, sonra diyerek
kendisini âiemlere nisbet etti. Bu şu demektir: "Ben hamdi seviyorum, bu
sebebie onu. Benim mülküm olduğu için onu kendime nisbet ettim. Sonra Kendimi
zikrettiğim zaman, bunun peşinden Kendimi âlemlerin Rabbi olarak
tanıttım." Bir kimse bir zatı, bir tek sıfat ile tanıtırsa, o, sıfatların
en güzelini ve en mükemmelini söylemeye gayret eder. Bu, Allah1 in, âlemlerin
Rabbi oluşunun, O'nun en mükemmel sıfatı olduğuna delâlet eder. Bu böyledir.
Çünkü derecelerin en mükemmeli, tam ve tamın da üstünde olmaktır. Öyleyse
bizim, dememiz), O'nun zatı gereği, zatında ve zatı ile
"vâcib-ül-vucûd" olduğunu göstermektedir ki, işte bu tam olmadır."
sözünün manası ise, O'nun dışındaki her şeyin varlığının, Allah'ın
terbiyesinden, ihsanından ve cömertliğinden neşet ettiğidir ki, bu da
"tam"ın da üstünde olmak" ibaresiyle kastedilen şeydir
Altıncı fayda:
Cenâb-ı Hakk; Ey İnsan! Senden başka kullara da sâhibdir. Nitekim Rabbinın
ordularını ancak O (Allah) bilir." (Müddessır. 32) buyu rulmuştur
Halbuki senin O'ndan başka Rabbın yoktur. Hem sonra O,
sanki senden başka hiç bir kulu yokmuş gibi seni terbiye eder (bakıp, büyütür,
besler) Sen ise, sanki O'ndan başka bir Rabbin varmış gibi O'na hizmet
ediyorsun. Allah'ın bu terbiyesi, ne güzel bir terbiyedir. Allah Teâlâ seni,
gündüz, bir karşılık beklemeksizin belâlardan; gece, yine bir karşılık
beklemeksizin her türlü korkudan muhafaza etmiyor mu?
Nöbetçiler her gece hükümdarı beklerler. Acaba onu.
zararlı böceklerin sokmalarına karşı, başına birçok belânın gelivermesine
karşı koruyabilir mi? Hak Teâlâ'ya gelince O, onu, o gecenin başında çok
çeşitli haramlara, yasaklara ve çirkin fiillere dalıverip gittikten sonra, her
türlü musibet ve korkuya karşı koruyup bekliyor. Bu ne büyük ve ne güzel bir
terbiye! Yine, Hz. Peygamber {s.a.s.)'in;
"Ademoğlu Allah'ın binasıdır. Allah'ın binasını yıkan mel'ûndur" demesi de, bu terbiyeyi göstermez mi? İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Allah
"De ki: Allah'ın geceleyin, gündüzün (gelebilecek
azabına karşı) Rahman olan Allah'tan sizi kim koruyabilir?" (Enbiya, 42)
buyurmuştur.
Bu, ancak gücü sonsuz olan Melik, hükümran kudreti
olan tek, kalbleri ve gönülleri evirip çeviren ve vicdanlarda saklı gizli
olanlara muttali olan Allah'tır.
Yedinci fayda:
Kaderiye (Mutezile) şöyle söyledi: “Eğer Allah onlara ihsanda bulunuyor ve sıkıntılarını gideriyor
ise ancak o zaman âlemlerin Rabbi ve terbiye edicisi olur Ama kâfirde küfrü
yaratıp, sonra bundan dolayı ona azab ederse; imanı emredip onu imandan
alıkorsa, o zaman, O, Rabb ve mürebbî değil, aksine zarar veren ve eziyet eden
olmuş olurdu."
Cebriye ise şöyle dedi: "Şayet nimet O'ndan südûr
eder ve lütuflar da O'nun rahmetinden feyezan ederse, Allah bir Rabb ve terbiye
edici olur. İman nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisi olduğuna göre, onun
Allah tarafından meydana getirilmesi, O, âlemlerin Rabbi olduğu için ve onlara,
onlarda imanı yaratmak suretiyle ihsanda bulunduğu içindir."
Sekizinci fayda: Allah'ın isimlerinin tefsirinde birçok şekilde açıkladığımız gibi,
"Allah" ismi, "Rabb" isminden daha üstündür. Sonra, dua
eden kimse çoğu işlerinde "Ya Rabb" "Ya Rabb" diyerek dua
eder Bunun sebebi, yine Allah'ın isimlerinin tefsin sırasında zikrettiğimiz
hususlar ve nüktelerdir ki, onları burada tekrarlamayacağız.
[83]
Bu fasılin tefsin hususundadır. Bu konuda birçok
faydalar vardır.
Birinci fayda:
"Rahman", kullardan bir benzerinin çıkması tasavvur olunamayan
nimetler veren demektir.
"Rahim" ise, kullardan da benzerinin çıkması
düşünülebilen şeylerle nimet veren demektir
İbrahim b. Edhem'in şöyle dediği hikaye edilmiştir; "Bir yere misafir oldum. Derken sofra getirildi. Birden bir karga sofraya konup çöreği kapıp kaçtı. Hayretle onun halini izlemeye başladım, O, bir tepeye kondu. Birden iki eli bağlı bir adamı farkettim. Karga çöreği o adamın yüzüne bıraktı.
Zinnûni Mısrî'ntn şöyle dediği rivayet edilmiştir;
"Evde bulunuyordum. Birden kalbimde bir velvele koptu. Öyle ki, kendime
hakim olamaz hale geldim. Bunun üzerine evden çıktım ve Nil kenarına vardım.
Birden koşmakta olan kuvvetli bir akrep gördüm ve hemen onu izlemeye koyuldum.
Sonra akrep nehrin tam kıyısına varınca, orada tam kenarda durmakta olan bir
kurbağa gördüm. Birden akrep kurbağanın üstüne atlayınca kurbağa yüzmeye ve
gitmeye başladı. Bunun üzerine bir kayığa binerek, kurbağayı takıp etmeye
başladım. Kurmağa Nil'in karşı kenarına ulaşmıştı. Kıyıya varınca akrep
kurbağanın sırtından indi ve koşmağa başladı; ben de takıp ettim. Birden,
ağacın altında uyumakta olan bir genç gördüm; bir de, ona doğru gelmekte olan
bir yılan...Yılan bu gence yaklaşınca, ak rep de yılana yetişmişti; birden,
akrep yılanın üstüne atladı ve yılanı soktu. Yılan da akrebi sokmuştu. Bunun
üzerine her ikisi de ölmüş, o adam da onlardan kurtulmuştu."
Anlaşıldığına göre, bir karga yavrusu yumurtasının
kabuğunu kırarak çıktığı zaman, hiç bir tüyü olmadığı için, nerdeyse bir et
parçasına benziyormuş. Bu se-beble ana karga ondan kaçıyor ve terbiyesiyle de
meşgul olmuyormuş. Sonra, bir et parçasına benzediği için, yavrunun başına
sinekler üşüşüyormuş. Sinekler yavrunun yanına vardığı zaman, sinekleri yutar
ve onunla beslenir. Bu durum, güçlenınceye, tüyleri büyüyünceye ve tüyleri
altında eti gizlenınceye kadar devam eder. O zaman annesi ona döner. Bu
sebeble Arapların duasında şu ifade geçmektedir: "Ey, karga yavrusunu
yuvasında besleyen Allah'ım."
Bu misallerle, Allah'ın lütfunun umumî, ihsanının
yaygın ve rahmetinin geniş olduğu ortaya çıkmış olur.
Hadiseler iki kısımdır. Rahmet olmadığı halde rahmet
sanılan, fakat hakikatte bir azap ve belâ olan hadiseler ve, hakikatte bir
lütuf, ihsan ve rahmet olduğu halde, bir azap ve ceza olduğu sanılan hadiseler.
Birinci kısma şu misali verebiliriz: Baba çocuğunu,
ihmal edip, dilediğini yapacak şekilde, onu terbiye etmez, öğrenmeye teşvik
etmezse... İşte bu durum, görünürde bir merhamet, hakikatte ise bir cezadır.
İkinci kısmın misali ise; çocuğunu okula hapsedip, onu
tahsil yapmaya zorlayan baba gibidir. Bu zahirde bir ceza sanılsa da,
hakikatte bir rahmet ve merhamettir.
İnsan da böyledir. Bir insanın elinde kangren
hastalığı olsa... Bu adamın eli kesilse, bu, görünüşte bir azap, gerçekte ise
bir rahmet ve acımadır Bundan dolayı aklı az olanlar, işlerin zahirine
aldanırlar, gerçek akıllılar ise, İşın aslına ve hikmete bakarlar.
Bunu iyice anladığında, âlemde bulunan çile, belâ, elem ve bütün meşakkatler, her ne kadar görünürde böyle olsalar da gerçekte onların bir hikmet ve rahmet olduğunu anlarsın. Bunun özü, hikmet konusunda söylenen şu sözdür: Küçücük bir serden dolayı, çok hayırları terketmek, büyük serdir. Buna göre, tekliflerden maksadın, ruhları bedene ait ilgilerden temizlemek olduğunu anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş
olursunuz" (isrâ, 7) buyurmuştur.
Ateşin yaratılmasından maksat, kötü olanları iyilerin
amellerine çevirmek ve o kötüleri dünyadan, ahıret yurduna çekmektir Nitekim
Cenâb-ı Hakk,
"Allah'a kaçınız." (Zariyat. 50)
buyurmuştur.
Bu konunun en açık misali. Hz. Mûsâ ve Hızır (a.s.)'ın
kıssasıdır. Çünkü Hz. Mûsâ hadiselerin zahirine göre hüküm veriyor, böylece de
Hızır (a.s.)'ın gemiyi delmesini, çocuğu öldürmesini, yıkılmak üzere olan
duvarı onarmasını yadırgıyordu. Hızır (a.s.) ise, hükümleri hakikatlerine ve
iç yüzlerine bina ediyor ve şöyle diyordu:
"Gemiye gelince: Denizde iş yapan yoksullarındı.
Ben onu kusurlu yapmak istedim ki, onların arkasında her sağlam gemiyi, zorla
alan bir hükümdar vardı. Çocuğa gelince, onun anası da babası da iman etmiş
kimselerdi. Bunun için onları bir azgınlık ve kâfirliğin bürümesinden endişe ettik
de, diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve
merhametçe daha yakınını versin. Duvara gelince, bu o şehirdeki iki yetim
çocuğun idi. Altında da, onlara ait bir hazine vardı. Babaları iyi bir adamdı.
Bundan dolayı Rabbin diledi ki, ikisi de buluğ çağlarına ersinler de
definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir merhamettir" (Kehf. 79-82).
Bu kıssayla, olayların hakikatine vâkıf olan Hâkimin,
işini zahire değil de hakikatlere bina ettiği anlaşılmış oluyor. Tabiatının
hoşlanmadığı, aklının nefret ettiği bir şeyi gördüğünde, onun altında nice
gizli sırlar, erişilmez nice yerli yerinde hükümler olduğunu ve O'nun
hikmetinin ve rahmetinin bunu gerektirdiğini iyi bilesin! İşte o zaman, O'nun
" sözünün sır deryasından bir iz, sana
tecelli eder.
İkinci fayda:
"lâfzı, Allah'a has bir isimdir.
ismi ise, hem O'na hem de başka varlıklara
verilebilir. Eğer, "buna göre in ifade ettiği mana daha büyüktür; o halde
büyük olanı zikrettikten sonra, küçük olanı niye zikretmiştir?" denilirse,
buna cevabımız şudur:
Çünkü büyük olandan, önemsiz ve basit şey istenmez.
Anlatıldığına göre, birisi bir büyüğün yanına giderek,
"ufak bir şeyden ötürü sana geldim" demiş. O da bunun üzerine,
"önemsiz şeyler İçin önemsiz bir adam ara!" diye cevap vermiştir.
Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: Şayet
Rahman lâfzını zikretmekle yetinseydım. benden utanır ve benden basit
isteklerde bulunman imkânsız olurdu. Ancak sen benim "Rahman"
olduğumu bildiğin için, benden büyük şeyler istersin; ama ben aynı zamanda
ı'Rahîm"ım1 o halde benden ayakkabının bağım ve tencerenin tuzunu da
iste!". Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa'ya şöyle demiştir: "Ey Mûsâ,
benden tencerenin tuzunu ve koyununun yemini bile iste!"
Üçüncü fayda:
Cenâb-ı Hakk. kendisini Rahman ve Rahîm olarak niteledi. Sonra O, Hz.
Meryem'e, "Bizden bir rahmet
olarak... Ve, iş bitirildi." (Meryem 21) diyerek, tek bir rahmet verdi,
İşte bu tek rahmet de, kâfirlerin ve tacirlerin onu ayıplamalarından kurtulmasına
sebep oldu. Sonra biz Allah'ı her gün otuzdört kerre, Rahman ve Rahîm olarak
vasfediyoruz. Bu böyledir, çünkü namazlar onyedi rekâttır.[84] O
Rahman ve Rahîm lâfzı, besmelede ve Fâtiha'da olmak üzere, her rekâtta ikişer
kere tekrar edilir. Tek bir rahmetin zikri, Hz. Meryem'in kötülüklerden
kurtulmasına sebep olunca, ömür boyu bu kadar çok rahmeti zikretmek,
müslümaniarın cehennemden, rezîl rüsvay olmaktan ve helak olmaktan
kurtuluşlarına sebep olmaz mı?
Dördüncü fayda:
Allah Teâlâ Rahmân'dtr. Çünkü o, kulun takat getiremiyeceği şeyleri yaratır. O,
Rahîm'dir, çünkü O, kulun benzerine güç yetiremiyeceği şeyi yapar. Bu sebeple
sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: Ben, Rahmanım; çünkü sen bana atılmış bir
meni teslim ettin, ben de onu sana güzel bir biçimde teslim ediyorum. Nitekim
O, "Sizi şekillendirdi ve şekillerimizi ne de güzel yaptı" (Ğafır 64)
buyurmuştur. Ben Rahîm'im, çünkü sen bana eksik taât getirdin, Ben de sana
halis bir cennet verdim.
Beşinci fayda:
Anlatıldığına göre bir genç, ölmek üzere iken, kelime-i şehâdet getiremedi.
Bunun üzerine, yanında bulunanlar Hz. Peygamber'e gelerek, durumu O'na haber
verdiler. Resûlullah (s.a.s.) da kalkip, bu gencin yanına gelerek ona, kelıme-i
şehâdeti telkin etmeye başladı. O genç hareket ediyor, sağa-so!a dönüyor, ama
bir türlü dilini kımıldatamıyor Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle sormaya
başladı: "Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz ve zekât vermez miydi?" Orada
bulunanlar, "Hayır Ya Resûlallah, bunların hepsini yapardı" dediler.
Hz. Peygamber "Ebeveynine asî olur muydu?" diye sorunca, "evet,
asî olurdu" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.), "o halde annesini
getirin bakalım" dedi. Bunun üzerine, yaşlı ve gözleri şaşı olan, bir
kadıncağız geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Onu, affetmez misin? Keşke
affetsen" deyince, kadın, "hayır, onu affetmeyeceğim, çünkü o beni
tokatlayarak, gözlerimi bu hale getirdi" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"odun ve ateş getirin." dedi. Kadıncağız, "ateşi ne
yapacaksın?" deyince de, Hz. Peygamber {s.a.s.). "onu, sana
yaptığının karşılığı olarak, gözünün önünde yakacağım" diye cevap verdi.
Bunun üzerine kadın, "affettim, affettim!" dedi. "Ateş için mi
onu dokuz ay taşıdım; ateş için mi onu iki sene emzirdim! Nerede annelik
merhameti?" Bunun üzerine, delikanlının dili çözüldü ve kelime-i şehadet
getirdi. "Şehâdet ederim ki, Al-landan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet
ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisîdir!"
Buradaki incelik şudur: Bu kadın Rahmâne olmadığı halde, sadece Rahîme-dir (bu vasıf onda bulunur).Rahmetin bu kadarcığıyla, kadın oğlunun ateşte yakılmasına müsaade etmedi. O halde, kullarına yardım ettiği haide, kendisine karşı işledikleri suçlardan zarar görmeyen Rahman ve Rahîm olan zât, yaklaşık yetmiş yıl kelime-i şehâdeti söylemeye devam eden kimsenin ateşte yanmasına nasıl müsaade eder?
Altıncı tayda:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, rebâiyyesi (köpek dişi iie öndişler arasındaki diş)
kırıldığı zaman şöyle dediği meşhurdur: "Allah'ım kavmimi hidayete erdir;
çünkü onlar bilmiyorlar" Bundan, Hz. Pey-gamber'in kıyamet günü,
"Benim ümmetim, benim ümmetim!" diyeceği anlaşılmış olur. Bu da, hem
dünya hem de ahiret hususunda O'ndan sudur etmiş büyük bir lütuftur. Bu lütuf
ve ihsan, Hz. Peygamber bir rahmet olduğu için onda meydana gelmiştir. Nitekim
Cenâb-ı Hakk, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olsun diye yolladık."
(Enbiya. 107) buyurmuştur. Tek bir rahmetin tesiri, bu dereceye varırsa,
Rahman ve Rahîm olan zâtın keremi ya nasıl olur? Ve yine Hz. Peygamberin şöyle
dediği rivayet edilir:
"Ey Allah'ım, ümmetimin hesabını benim önümde
gör". Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s.), iki dirhem borçlu olarak öldüğü ve
ilk (iftira) atmak sebebiyle Hz. Aişe'nin evinden çıkmasına sebep olduğu için,
bir ölünün cenaze namazını kılmaktan kaçındı. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak,
sanki ona şöyle demiştir: Senin tek bir merhametin vardır bu da;
"Seni, ancak âlemlere rahmet olarak yolladık
" {Enbiya. 107) sözüdür. Tek bir merhamet, mahlûkat âlemini ıslâh etmeye
kâfi gelmez. Beni, kulumla başbaşa bırak. Beni ümmetinle başbaşa bırak. Çünkü
ben Rahman ve Rahîm'im, benim rahmetimin sonu yoktur. Onların günanları ise,
mahdut ve sayılıdır. Sınırsız olanın yanında, sınırlı ve mahdut olan yok olur.
Bütün mahlûkatın günahlarının benim rahmet deryamda yok olacağında şüphe yoktur.
Zira ben Rahman ve Rahîm'imdir.
Yedinci fayda:
Kaderiye (Mutezile), "Ateşte yakmak ve devamlı azab etmek için mahlûkatı
yaratan kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur; kâfirde küfrü yaratıp ve bundan
dolayı ona azabeden kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur?; İman etmeyi emredip,
sonra ona mâni olan kimse nasıl Rahman ve Rahîm olur? Bu böyle olmaz"
demişlerdir.
Cebrıyye ise. 'Nimet ve rahmet nevilerinin en büyüğü
Allah'a imandır. Eğer iman Allah tarafından değil de kul tarafından yaratılmış
olsaydı, Rahman ve Rahîm isimlerinin kula verilmesi, Allah'a verilmesinden
daha uygun olurdu" demiştir. Allah en iyi bilendir.
[85]
Bunda birçok faydalar vardır.
Birinci fayda:
sözünün anlamı, diriliş ve ceza gününün
sahibi demektir. Bunun izahı şudur: Kötülük yapanla iyilik yapanın, itaatkârla
asînin, uyanla uymayanın birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Bu da, ancak
Cenâb-ı Allah'ın:
"Kötülük yapanları yaptıklarına karşılık
cezalandırmak ve iyilik yapanları da en iyi mükâfatla mükâfatlandırmak
îçın".(Necm. 31).
"Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri,
yer yüzünü bozguna verenler gibi mi tutacağız? Yahut müttakileri, günahkârlar
gibi mi tutacağız?" {Sad. 28) ve
"Kıyamet gelecektir. Nerdeyse Ben, her nefis yaptığının karşılığını görmesi için, onu gizliyorum " (Tâhâ. 15) ayetlerinde ifade ettiği gibi, ancak ceza gününde tahakkuk edecektir. Zâlimi mazluma musallat edip de, sonra mazlumun hakkını zalimden almayan, ya aczinden, ya cehaletinden veya bu zulme razı olmasından dolayı böyle yapmaktadır. Bu üç sıfat da, Cenâb-ı Allah için düşünülemez. Bundan dolayı, Cenâb-t Allah'ın zalimlerden mazlumların intikamını alması gerekir. Bu intikam dünyada alınmazsa, bu dünyadan sonra ahirette alınması gerekir. İşte
"Din gününün yegâne sahibi" (Fatiha. 4) ve:
"Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun
karşılığını görecek; kim de zerre miktarı kötülük işlerse, onun da karşılığını
görecektir" (Zıizâi. 7) ayetleriyle kastedilen budur.
Rivayet edildiğine göre, kıyamet günü bir adam
getirilir. Bu adam kendi durumlarına bakar da, hiç bir iyiliğinin olmadığını
görür. Tam o esnada, "ey falanca, yaptığın amele karşılık, gir
cennete!" diye bir ses gelir. Adam, "Ya Rabbî, ben ne yaptım
ki!" der. Cenâb-ı Allah buyurur ki; "Falanca gece sen uyurken, bir tarafından
bir tarafına döndüğünde, o esnada Allah! demiştin. Sonra, o anda sana uyku
baskın çıktı da, sen bunu unuttun. Bana gelince, beni uyku ve uyuklama tutmaz.
Onun için, ben onu unutmadım."
Yine bir adam getirilir. İyilikleri ile kötülükleri
tartılır Ama, iyilikleri hafif gelir Derken adama bir kart gelir. Kart
teraziye konulunca, terazinin iyilik kefesi ağır basar. Bir de ne görsün, o
kartta kelime-i şehâdet var. Ke!ime-i şehâdet karşısında hiç bir şey ağır
olamaz.
Mükellefiyetler iki kısımdır: Allah'ın haklan ve
kulların hakları.. Allah'ın haklarının esası hoşgörüdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
âlemlerde müstağnidir. Kulların haklarına gelince, işte esas bunlardan
kaçınmak lâzım.
Rivayet edildiğine göre, Ebû Hanîfe (radıyallahu
anh)'in bir mecusîde malı vardı, onu istemek için mecusînın evine gitti. Evin
kapısına gelince, ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını
silkeleyince, pislik mecusînın evinin duvarına bulaştı. Şaşıran Ebû Hanîfe,
şöyle dedi: Eğer bunu böyle bıraksam, me-cusînin evinin duvarının çirkin
görünmesine sebeb olacağım. Yok. oradan pisliği kazısam, duvarın toprağı dökülecek..
Derken kapıyı çaldı; bir cariye çıkınca da, cariyeye şöyle dedi: Efendine
"Ebû Hanîfe kapıda... de" dedi. Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve,
Ebû Hanîfe'nın malını isteyeceğini zannederek, özür dilemeye başladı. Ebû
Hanîfe (r.a.) de. şu anda bu önemli değil dedi ve, duvarın hikâyesini anlattı.
Bu duvarı nasıl tem izleyebilirdi? Bunun üzerine, Mecusî. bu duvarı ben kendim
temizlerim dedi ve o anda müslüman oldu. Buradaki nükte şudur: Ebû Hanîfe, bu
ufacık şeyde mecusîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona
bıraktığı için, mecusî küfürden imana geldi. Zulümden çekinen kimsenin, ya
Allah katındaki durumu nasıl olur?
İkinci fayda:
Kıraat âlimleri, kelimesini farklı okumuşlardır. Kimisi, , kimisi de diye
okudular" kıraatinin hücceti şudur:
Birincisi:
Bu kelimede kelimesine göre) fazla olan bir harf vardır. Bundan dolayı bunu
okumak daha sevaplıdır.
İkincisi:
Kıyamet gününde birçok melik ortaya çıkacaktır. Fakat, din gününde gerçek
mâlik, ancak Allahu Teâlâ'dır.
Üçüncüsü:
Melık'in bazan mâlik olup bazan olmadığı gibi. mâlik de bazen melik olur bazen
de olmaz. Buna göre melik olmak ve mâlik olmaktan herbıri bazen diğerinden
ayrıdır. Ancak mâlikıyyet mutlak tasarrufun sebebidir Melıkıyyet ise böyle
değildir. O halde mâlik, melikten evlâdır.
Dördüncüsü:
Melik, tebaanın melikidir, mâlik ise kulların mâlikidir. Kul nitelik bakımından
tebaadan daha aşağıdır. Bu sebeble mâlikıyette bulunan hakimiyetin,
melikiyyettekinden daha çok olması gerekir. Böylece de mâlikin nitelik bakımından
melikten daha üstün olması gerekir.
Beşincisi:
Tebaanın kendi istekleriyle melikin tebaası olmaktan çıkmaları mümkündür.
Köleye gelince, onun kendi isteği ile bu mâlikin mülkü olmaktan çıkması mümkün
değildir. Böylece mâlıkiyyette olan hâkimiyetin, melikiyyettekinden daha
mükemmel olduğu ortaya çıkar.
Altıncısı:
Melikin, tebaasının durumunu gözetmesi gerekir. Zira, Hz. Peygamber
(a.s.) "Hepiniz çobansınız ve
hepiniz güttüğünüzden (idare ettikleriniz kimselerden) mesulsünnüz.[86]
buyurmuştur. Tebaanın melike hizmet etmeleri şart değildir. Kölenin ise
malikine hizmet etmesi şarttır O, sahibinin izni olmaksızın, müstakil olarak
hareket edemez. Hatta onun hüküm vermesi, imam olması, şahidlık yapması bile
doğru olmaz, efendisi yolculuğa niyet ettiğinde, o da onunla birlikte yolcu
(-seferi) olur. Yine efendisi mukim olmaya nıyeî ettiğinde o da mukim olur.
Böylece memiûkiyyette (kölelikte) bulunan emre itaat edip boyun eğmenin, tebaadaki
itaat ve boyun eğmeden daha ileri derecede ve tam olduğunu anlamış olduk. İşte
bütün bunlar mâlikin melikten daha üstün olduğuna delâlet eden hususlardır.
"Melik"in, "Mâlik"ten daha üstün
olduğunu söyleyenlerin delilleri şunlardır.
Birincisi:
Belde halkından her biri mâlik olabilir. Melike gelince, sadece insanların en
yüce ve en üstünlerinden olur. O halde melik mâlikten daha şereflidir.
İkincisi:
Onlar Cenâb-ı Allah'ın "De ki
insanların rabbine ve melikine sığınırım." (Nas 1) ayetinde melik lâfzının
yer aldığında ittifak etmişlerdir Şayet melikin durumu mâlikten üstün olmasaydı
ayette bu lafız yer almazdı.
Üçüncüsü:
Daha kısa olduğu için melik lâfzı evlâdır. Öyle vakit olur ki insan o durumda
yalnız melik kelimesini söyleyebilir, mâlik (diye uzatmaya) vakit yetmeyebilir.
Demek ki, mâlik kelimesini tamamıyla telaffuza yetecek bir zamanın bulunamaması
ihtimali vardır Ebû Amr'dan da bu şekilde rivayet edilmiştir Kisâi" de Ebû
Amr'e şöyle cevap vermiştir: "Bu kelimeyi söylemeye başlarım. Onu
ye-tıştirememişsem bile. onu tamamıyla söylemeye niyet ettiğim için,
yetiştirmiş gibi olurum. Bunun fıkhı hükümlerdeki benzen şudur: Ramazan ayında,
güneş batmadan yarının orucunu tutmaya niyetlenen kimseye bu niyeti yetmez.
Çünkü o, bu günde henüz bu günün orucunu tutmakla meşguldür. Bundan dolayı,
yarının orucuna niyetlendiğinde bu tûl-u emel olur. Ama güneş battıktan sonra,
ertesi günün orucuna niyet ederse, bu niyet ona kâfidir Çünkü, bu da her ne
kadar tûl-u emel olsa da. bu kimse, güneş battığı için o günün orucunu tamamlamıştır.
Bu kimsenin o gecede ölmesi mümkündür. Eğer ölürse şöyle diyebilir:
"Yarına çıkamazsam da hiç olmazsa oruç tutmaya niyet ettim ya."
Burada da durum aynıdır. Okuyan mâlik lâfzını söylemeye başlar, eğer
tamamlarsa ne âlâ, yok eğer tamamlayamazsa, tamamlamaya niyet etmiş olur ya. Bu
izahtan kastedilen de budur."
Sonra biz deriz ki: âyetteki lâfzın "melik"
okunmasına terettüp eden hükümler vardır.
'Mâlik" okunmasına terettüp eden başka hükümler de vardır.
Melik okunmasına terettüp eden hükümler şunlardır:
Birinci hüküm:
Dört çeşit siyaset (idare) vardır: Halktan olan yöneticilerin idaresi,
padişahların (meliklerin) idaresi, meleklerin idaresi ve Melıkü'l-mülûk (padişahlar
pâ'dişahı) olan Allah'ın siyaseti (idaresi).
Meliklerin idaresi, halktan olan yöneticilerin idaresinden daha güçlüdür. Halkın yöneticilerinden bir topluluk bir araya gelse tek bir padişaha mukavemette bulunamazlar. Görmezmısın ki Ebû Hanîfe'ye göre köle sahibi kölesine hadd cezası uygulayamaz. Halbuki âlimler melikin (hükümdarın) insanlara hadd cezası uygulayabileceğine ittifak etmişlerdir
Meleklerin tdaresıne gelince, bu hükümdarların
idarelerinin üstündedir. Zira büyük hükümdarların teşkil ettiği bir grup. tek
bir meleğin idaresine bile karşı koyamazlar.
Melıkü'l-mülük olan Allah'ın idaresine gelince bu
idare de meleklerin idaresinin üstündedir. Cenâb-ı Allah'ın şu ayetine bakmaz
mısın:
"O gön Rûh ve melekler saf halinde'ayakta duracaktır. Rahman olan Allah'ın kendilerine izin verdiğinden başkaları o gün konuşamazlar. Onlar da ancak ruyu söylerler." (Nebe 38) ve"izni olmadan Cenâb-ı Allah'ın yanında şefaatte bulunacak kimdir." (Bakara 255) Yine Cenâb-ı Allah, meleklerin sıfatları hakkında.
"O melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimse
hakkında şefaat ederler." (Enbiyâ. 28) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı
Allah sanki şöyle demektedir: "Ey hükümdarlar! Malınıza ve mülkünüze
aldanmayınız. Çünkü sizler de Din Günü'nün yegâne sahibinin kudret elinde
esirsiniz. Ey idare edilenler sizler, hükümdarların (meliklerin) idaresinden
korkuyorsunuz da, Dm Günü'nün yegâne Sahibi olan O, Melikler Melikinin
idaresinden korkmaz mısınız?"
İkinci hüküm:
Cenâb-ı Hakkın "melik olmasının hükümlerinden ikincisi şudur; O'nun melik
olması, diğer melıklerinkine benzemez. Çünkü diğer melikler her hangi bir şey
verdiklerinde mülkleri noksanlaşır ve hazineleri eksilir. Ama Cenab-ı Allah'ın
mülkü, vermekle, ihsan etmekle eksilmez, aksine artar. Bunu şöyle izah
edebiliriz: Hakk Teâlâ sana. tek bir çocuk verdiğinde. O'nun hükmü bu tek
çocuğa yönelmiş olur Ama on çocuk verdiğinde, O'nun hükmü ve teklifi bunların
hepsine şamil olur. Böylece Cenâb-ı Allah çok verdikçe, mülkü artar eksilmez.
Üçüncü hüküm:
Rahmetinin tam olmasıdır Bunun delili ise şu ayetlerdir:
Bu ayetlerden birincisi. Fatihada zikredilen.
Allah'ın rabb. rahman, rahîm olduğunu bildiren ayettir.
İkincisi:
"O Öyle Allah'tır ki. kendisinden başka hiç bir
Tanrı yoktur. O gizliyi de bilir aşikârı da. O rahman (çok esirgeyen) ve rahîm
(çok bağışlayandır)." (Haşr 22) ayetidir
Bunun peşinden Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "O
öyle Allah'tır ki kendisinden başka hiç bir Tanrı yoktur. O meliktir."
(Haşc 23) Bundan sonra O. kendisinin zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh
olduğunu, daha sonra, kendisinin "Selâm" (emniyetin taa kendisi)
olduğunu söylemiştir ki, bu da kullarının, kendi zulmünden ve haksızlığından
salim olduklarını ifade eder. Yine kendisinin "mümin" olduğunu ifade
etmiştir ki bu, kulunun, kendisinin zulmünden ve haksızlığından emin olduğunu
gösterir Böylece de O'nun "melik" olması, ancak rahmetinin tanrılığı
ile tamamlanır
Üçüncüsü:
Cenâb-ı Hakkın "O gün gerçek mülk
Allah'a aittir" (Furkân 26) ayetidir Cenâb-t Hakk mülkün kendisine âit
olduğunu bildirmesinin peşinden. "Rahman" olduğunu söylemiştir. Yani,
bu günde mülkün kendisinin olması, O'nun hükümran gücünün kemâline delâlet eder
Buna göre de O'nun rahman olması, bu korkunun giderek rahmetin meydana
gelmesini gösterir.
Dördüncüsü:
"De ki: İnsanların rabbine ve melikine sığınırım " (Nas, 1) ayetidir
Cenâb-ı Allah bu ayette, önce kendisinin insanların rabbı olduğunu zikretmiş,
peşinden de insanların meliki olduğunu eklemiştir İşte bütün bu ayetler
Cenâb-ı Hakk'ın "melik" olmasının ancak ihsanı ve rahmeti ile güze!
ve mükemmel olacağına delâlet ederler. Buna göre Allah, sanki şöyle
demektedir: "Ey hükümdarlar (idareciler) bu ayetleri dinleyin, şu
miskinlere acıyın da mülkünüzde, Allah'ın mülkü karşısında. bir derece
istemeyiniz."
Dördüncü hüküm: Tebaanın hükümdara itaat etmeleri gerekir. Eğer tebaa melike itaat etmez de karşı çıkarlarsa, âlemde karışıklık, anarşi ve kargaşa meydana gelir. Bu da âlemin harap olup halkın yok olmasına sebeb olur. Mecazî manada melik olana muhalefet etmenin neticede âlemin harap edilmesine ve halkın yok olmasına sebep olduğunu gördüğümüze göre, Hükümdarlar Hükümdarı olan Allah'a muhalefet etmenin neticesini bir düşünün. Bu muhalefetin, faydalı şeylerin ortadan kalkması ve bozuklukların ortaya çıkışındaki tesirlerinin nice olacağını bir düşün! Bunu tam olarak şöyle izah edebiliriz: Cenâb-ı Allah, küfrün, âlemin harap olmasına sebeb olacağını beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Onlar O, Rahman olan Allah'a çocuk nisbet
ettiler diye neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp
çökecekti." (Meryem,9C-91).
Yine Cenâb-ı Allah, kendisine itaat etmenin, her türlü
iyiliğin sebebi olduğunu şöyle buyurarak açıklamıştır:
"Ehline (ve ümmetine) namazı emret. Kendin de ona
sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırmz.
Güzel akıbet takva (erbâbi)nm-
dır." (Tâhâ. 132) Öyleyse ey yönetilenler, yöneticilerinize
itaat ediniz. Ve ey siz hükümdarlar (yöneticiler), meliku'l-mulûk olan Bana
itaat ediniz ki, âlemin nizamı bozulmasın."
Beşinci hüküm: Cenabı
Allah, kendisini Dm Günü'nün Meliki olarak tavsif edince, adaletinin tam
olduğunu âlemlere açıklayarak şöyle buyurmuştur:
"Senin Rabbin kullarına asiâ zulmetmez."
(Fussiiet. 46) Sonra Cenâb-ı Allah, adaletinin nasıl olduğunu açıklayarak
şöyle buyurdu:
"Biz kıyamet gününde adalet terazileri koyacağız.
Artık hiç bir kimse, en ufak bir zulme bile uğratmayacaktır." (Enbiyâ. 47)
Böylece anlaşılıyor ki Allah'ın Din Günü'nün yegâne
gerçek Melik'i olması, adaleti ile tahakkuk edecektir Mecazî manada melik olan
(dünya idarecileri) âdil olursa, meşru hükümdar, aksi takdirde batıl melik
olur. Eğer hak ve âdil bir melik olursa, onun adaletinin bereketinden âlemde
hayır ve huzur meydana gelir. Eğer za!im bir hükümdar olursa, âlemden hayır ve
bereket kalkar.
Anlatıldığına göre Enûşirvân bir gün ava çıkmış ve
atını mahmuzlayarak karargâhından iyice uzaklaşmış. Derken bir müddet sonra
iyice susamış. Bir bahçeye varmış. Bahçeye girince nar ağaçlarını görmüş.
Bunun üzerine bahçede bulunan çocuğa: ': Bana bir nar ver." demiş. Çocuk
da ona bir nar vermiş. Narı yarıp tanelerini çıkarmış ve sıkmış. Bundan epey
bir nar suyu çıkmış. Bunu içmiş ve nar çok hoşuna gitmiş de sahibinden bu
bahçeyi satın almak istemiş. Sonra oradaki çocuğa, '- Bana bir nar daha
ver." demiş. Çocuk bir nar daha vermiş. Bu narı da sıkarak suyunu
çıkarmış, ama bu sefer nardan az miktarda su çıkmış. Bu nar suyunu içince, acı
ve buruk olduğunu görmüş. Bunun üzerine. "- Bana bak çocuk! Bu nar niçin
böyle çıktı?" demiş. Çocuk, "Belki de beldenin meliki zulmetmeye
niyetlenmiştir. Onun zulmünün uğursuzluğundan da nar bu hale gelmiştir"
dedi. Enûşirvân, bunun üzerine, gönlünden bu zulümden tevbe etmiş ve çocuğa
"Bana bir tane nar daha ver" demiş. Çocuk ona üçüncü bir nar vermiş.
O da narı sıkınca, ilk nardan daha tatlı olduğunu görmüş. Böylece de çocuğa,
"Narın tadı niçin değişdi" deyince, çocuk: "Belki de beldenin
meliki zulmünden tevbe etti." diye cevap vermiş. Enûşirvân, bunu çocuktan
duyup kalbindekine tam tamına uyduğunu görünce zulümden kesinkes tevbe etmiş.
Hiç şüphesiz onun ismi bu dünyada adaletle şöhret bulmuştur Hatta insanlardan
bazıları, Hz. Peygamberfs.a,s.)'den şöyle dediğini rivayet ederler: "Ben
âdil bir hükümdarın zamanında dünyaya geldim."
Bu lâfzın "mâlik" olmasına terettüb eden
hükümlere gelince bunlar dört tanedir.
Birinci hüküm:
lâfzı "mâlik" okumak, "melik" okumaktan daha ümit verici manadadır.
Çünkü melikten en fazla beklenen şey, âdil ve insaflı olması, insanların kendi
kendilerine onun hükmünden çıkabilmeleridir. Mâlike gelince kul, ondan giyecek,
yiyecek, merhamet ve terbiye ister. Bu manada olmak üzere sanki Cenâb-ı Allah
şöyle demektedir: Ben sızın mâlikinizim. Sizin yemeniz, giyiminiz, mükâfaatınız
ve cennetiniz bana aittir.
İkinci hüküm:
Melik, her ne kadar mâlikten daha zengin ise de, yine senden bir şeyler umar.
Mâlike gelince, sen ondan bir şeyler umarsın. Bizim hiç bir iyiliğimiz ve
ibadetimiz olmadığı halde, Allah, kıyamet gününde bizden her türlü hayrı ve
ibadeti istemeyi düşünmez ama aksine O, kıyamet gününde bizim kendisinden sırf
fazlı ile, bağışlanmamızı ve bize cennet vermesini istememizi murad eder. İşte
bu sebebten ötürü Kisâî" ^V-fertr Şek'inde oku" demiştir. Çünkü bu
şekilde okumak, Cenâb-t Allah'ın çok lütfuna ve geniş rahmetine delâlet eder.
Üçüncü hüküm:
Melik'in huzuruna askerler getirildiğinde, o, onlardan sadece güçlü ve sağlam
karakterli olanları seçer. Hasta olanları ise kabul etmeyip onlara her hangi
bir vazife vermez.-Mâlike gelince, onun kölesi olurda hastalanırsa, o kölesini
tedavi ettirir. Köle zayıf ise ona yardım eder. Bir sıkıntısı olursa,
sıkıntısından kurtarır. O halde "mâlik" lâfzı ile okumak, günahkârların
ve miskinlerin hâline daha uygundur.
Dördüncü hüküm:
Melik'in bir heybet ve idaresi vardır. Mâlikin ise acıması ve şefkati vardır.
Merhamet ve şefkate olan ihtiyacımız, heybet ve idareye olan ihtiyacımızdan
daha fazladır.
Üçüncü fayda:
Mülk kudretten ibarettir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın mâlik ve melik olması, Onun
kadir olmasından ibarettir. Burada bir husus vardır ki, o da şudur: Cenab-ı
Hakk. ya mevcudatın melikidir, veya madûmattn melikidir Birincisi batıldır,
çünkü var olanları yemden icat muhaldir; o halde, Allah'ın mevcudat üzerindeki
kudreti, sadece yok etmek iledir. Bu izaha göre, O ancak yokluğun (adem)
mâlikidir. İkincisi de, geçersizdir Çünkü bu da, Allah'ın kudretinin ve mülkünün
yokluk üzerinde olmasını gerektirir. Buna göre şöyle denilmesi gerekir: Allah'ın
mevcudatta ne mâlikiyyet hakkı, ne de mülkiyyet hakkı yoktur.. Bu ise, haktan
uzak bir görüştür.
Buna şöyle cevap veririz: Aüahu Teâlâ mevcudatın mâliki ve melikidir. Şöyle ki, O bu mevcudatı varlıktan yokluğa çevirmeye veya bu mevcudatı bir sıfattan başka bir sıfata geçirmeye kadirdir. Bu kudret de, sadece Allah için söz konusudur. O halde, gerçek melik yalnız Allahu Teâlâdır. Cenâb-ı Hakk'ın, gerçek melik olduğunu bildıysen biz deriz ki, O "din gününün melikidir" Bu, böyledir; çünkü öldükten sonra varlıkları diriltmeye sadece Cenâb-ı Hakk muktedirdir. İnsanların bedenlerinden ayrılan bu parçaları bilmek (ilm) sadece Ona aittir. Hasrolunma, diriltilme, ba's ve kıyamet ancak malûmatın hepsine taalluk eden bir ilim sayesinde, mumkünattn tamamına taalluk eden bir kudret ile meydana geldiğine göre, Allah'tan başka din gününün mâliki olmadığı ortaya çıkar. Bu konudaki sözün tamamı "haşr" ve "neşr" meselesiyle alâkalıdır.
"Bir şeye mâlik olmak, ancak memlûk (mâlik
olunan) var olduğunda tahakkuk eder; kıyamet şu anda mevcut değildir Buna göre
Allah din gününün mâliki olmaz. Bunun aksine şöyle denilmesi uygundur:
"Din gününde mâliktir" Çünkü insan," (Ben, Zeyd'ın
katiliyim." dediğinde, bu bir ikrardır Ama, tenvinle, (Ben zeyd'i öldüreceğim)
derse, bu tehdit ve korkutma ifade eder" denilirse, deriz ki sizin
söylediğiniz doğrudur Ancak kıyametin kopması, hikmeti ilâhîde aksinin olması
caiz olmayan katî bir iş olunca, kıyametin varlığı şu anda meydana gelen ve var
olan bir şey gibi kabul edilmiştir. Yine bunun gibi, birisi öldüğü zaman, onun
kıyameti kopmuş olur. Buna göre, bu durumda kıyamet var demektir Böylece bu
sual, ortadan kalkar.
Dördüncü fayda:
Cenâb-ı Hakk, bu sûrede kendi isimlerinden, " diye beş ismim zikretmiştir.
Bunun sebebi şudur: "Sanki O şöyle buyuruyor: İlk önce seni yarattım, o
halde Ben ilâhım. Sonra seni çeşitli nimetlerimle büyüterek terbiye ettim, o
halde Ben, Rabbim. Sonra sen isyan ettin, Bense senin isyanlarını örttüm. O
halde Ben Rahmân'ım. Sonra sen tevbe ettin, Ben de bağışladım. O halde Ben,
Rahîm'im Sonraysa, cezayı sana ulaştırmak gerekir Bunun için Ben. din gününün
yegâne sahibiyim."
"Cenâb-ı Hakk, besmelede bir kere Rahman ve Rahîm
kelimelerini söyledi. Fâtıha'da da ikinci kere tekrarladı. O halde, bu iki
isimde bir tekrar vardır. Halbuki, diğer isimlerde bir tekrar söz konusu
değildir. Bunun hikmeti nedir? denilirse, biz deriz ki, sözün takdiri
şöyledir: Ben, ilâh ve Rabb olduğumu bir kere; Rahman ve Rahim olduğumu ise,
iki kere söyledim ki, benim rahmet ile olan yardımımın, başka şeylerle olan
yardımımdan daha çok olduğunu bilesin. Hakk Teâiâ rahmetinin kat kat olduğunu
beyan edince, âdeta şöyle demiştir: "Sakın buna aldanma. Çünkü Ben. din
gününün de Mâlikiyim" Bunun bir benzen de O'nun
"Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin ve fazl sahibi olandır" (Mu-min. 3) ayetidir.
Beşinci fayda:
Mutezile, "eğer kulların amellerinin yaratıcısı Cenâb-ı Hakk olursa,
sevabın. ıkâbın ve cezanın olduğunu söylememiz
imkansızlaşır. Çünkü, insana yapmadığı bir şeye karşılık sevap vermek abes;
yapmadığı bir şeye karşılık onu cezalandırmak ise zulümdür. Bu duruma göre de,
Cenâb-ı Allah'ın din gününün mâliki olması batıl olur" demiştir. Cebriye
de, "eğer kulların amelleri Cenab-ı Allah'ın takdir ve tercihi ile
olmamış olsaydı, O kolların mâliki olamazdı. Müslümanlar Cenab-ı Allah'ın,
kulların ve amellerinin mâliki olduğunda icmâ ettiklerine göre, O'nun onları
yaratan ve takdir eden olduğunu da anlarız" demişlerdir. En iyi bilen,
Allah'tır.
[87]
"Bu fasıl "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız
senden yardım taleb ederiz." (Fatiha, 4) ayetinin tefsiri.
Bu konuda, birçok fayda vardır.
Birinci fayda:
İbadet, başkasına tazım kastıyla yapılan fiilden ibarettir. İbâdet kelimesi,
üzerinden herkesin gelip geçtiği yol anlamına gelen "sözünden alınmıştır.
sözünün manası, "Senden başka hiç kimseye ibadet etmem" demektir Bu
hasr ifadesine, birçok şey delâlet etmektedir.
Birincisi: İbadet, tazım göstermenin zirvesinden ibarettir. Bu da ancak, kendisinden, nimet vermenin en üstün şekli sudur eden kimseye yakışır. Nimet vermenin en büyüğü ise. faydalanmaya imkân veren hayat ile, kendisinden faydalanılan şeyleri yaratmaktır. Birinci mertebeye, ki bu da eşyadan faydalanmayı müm-kın kılan hayattır, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sen bir şey değildin de, ben seni önceden yaratmıştım."
{Meryem, 9) ayeti ile
"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler
ölüler İdiniz de, sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra diriltecek...
Nihayet, yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Bakara. 28) buyruğunda buna
işaret edilmektedir
Kendisinden istifade edilenleri yaratmaktan ibaret
olan ikinci mertebeye gelince, buna da Yüce Allah'ın
"Yer yüzünde olan her şeyi sizin için yaratan
O'dur" (Bakara. 29) ayetiyle işaret olunmuştur. Bu süflî âlemde mevcut
olan faydalar, ilahî kanunların icra olunarak, semavî hareketlerle bir düzene
girdiği için bunun peşinden Allah "Sonra iradesi göğe yönelerek, onu yedi
gök halinde yerli yerinde yaptı. O, her şeyi hakkıyla bilendir" (Bakara.
29) sözünü getirmiştir. Böylece anlattıklarımızla, her nimetin Cenab-ı Allah'ın
yaratmasıyla meydana geldiği sabit olmuştur Bundan dolayı da, ibadetin sadece
Allah'a yapılması uygun olur. Bu manadan ötürü, O "Sadece, sana
taparız" buyurmuştur. Binaenaleyh sözü, hasr ve tahsis ifade eder.
Bu ifadenin hasr ve tahsis ifade ettiğinin ikinci
delili şudur: Cenâb-ı Hakk, burada kendisim Allah. Rabb, Rahman. Rahîm ve
Mâlik-i yevmı'd-dîn diye beş isimle isimlendirdi. Halbuki kulun, geçmiş, an ve
gelecek diye üç hâli vardır Kışının geçmiş hâli. tamamen yokluktur. Nitekim
Cenâb-ı Hakk. "Sen hiç bir şey değilken, daha önce Ben seni
yarattım." (Meryem, 9) buyurmuştur İnsan olu idi, Allah onu diriltti.
Nitekim O, "Al-lah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler idiniz
de, Allah sizi diriltti." (Bakara, 28) buyurmuştur. İnsan cahil idi,
Allah ona öâ retti - Nitekim Cenab-t Allah
"Hjç bir şey bilmiyorken~Allah sizi annelerinizin
karnından çıkardı ve sizlere kulaklar, gözler ve gönüller verdi" (Nahi.
78) buyurmuştur. Kul, yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten kudrete,
cehaletten ilme, Cenâb-ı Hakk'ın kadîm ve ezelî olmasından dolayı,
geçebilmiştir. Cenab-ı Hak ezelî kudreti ve ezelî ilmi ile, onu yaratmış, onu
yokluktan varlık âlemine geçirmiştir. Bu sebebten dolayı O, ilâhtır. Ama
halihazırda kulun ona ihtiyacı daha çoktur. Çünkü kul yokken, Rahman ve Rahîm
olan bir Rabbe muhtaçtı. Ama o, varlık âlemine girince, ona birçok ihtiyaç
kapısı açıldı ve zaruret sebepleri ortaya çıktı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk,
"Seni yokluktan varlığa çıkardığım için, ben ilâhım. Fakat sen var olduktan
sonra, Bana olan ihtiyacın fazlalaştı, onun için Ben, Rahman ve Rahîm olan
Rabb'im!" dedi.
Öldükten sonraki halini ve bu hale taallûk eden
sıfatları demek olan, kulun gelecekteki halını, "Din gününün yegâne
mâliki" sözü ifade eder. Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden bu beş tanesi kulun
şu üç haliyle ilgili olunca, kulun mazi, hal ve istikbaldeki bütün faydalarının
ancak Allah ile, O'nun fazi ve ihsanı ile tam ve mükemmel olabileceği ortaya
çıkar. Durum böyle olunca, kulun Allahu Teâlâ'ya ibadetinin dışında, herhangi
bir şeye ibadet ile meşgul olmaması gerekir. İşte bu sebeble kul,
"hasr" ifadesiyle; "Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım
dileriz" der.
Bu ifadenin "hasr" ifâde ettiğine dair
üçüncü delil şudur: Cenâb-ı Allah'ın Kadir, Âlim, Muhsin, Cömert, Kerîm ve
Halim olmasının vâcib olduğuna kesin deliller vardır. Ondan başkasının böyle
olması ise, şüpheli bir durumdur. Çünkü tabiata, gök cisimlerine, yıldızlara,
akla ve nefse nisbet edilen hiç bir etki yoktur ki, onun Allah'ın kudretine
nısbeti muhtemel olmasın! Bu ihtimalden dolayı, diğer varlıklara bir etki
nisbet etmek şüphelidir Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, varlıkların mabudu olduğunu
bilmenin, yakînî bir iş oiduğu ortaya çıkmış olur. Ama Allah'ın dışındakilerin,
mahlûkatın mabudu olmaları ise, şüpheli bir iştir Yakînî olana yapışmak, şekke
yapışmaktan daha üstündür. Böylece, şüpheliyi bırakıp kesin olarak bilmeni
almak gerekir. Buna göre. Allah'dan başka mabûd olmadığı ortaya çıkar. İşte bu
sebeble Allah:
"Yalnız sana tapar, yalnız senden yardım
isteriz" buyurmuştur.
Dördüncü delılse şudur: Kulluk, zelîl ve hakîr
olmadır. Fakat Mevlâ şerefli ve yüce olursa, ona kulluk daha güzel ve daha hoş
oiur. Cenâb-ı Hakk. var olanların en şereflisi ve en yücesi olduğuna göre. Ona
kulluk başkasına kulluktan üstündür. Aynı şekilde Allahu Teâlâ'nın kudreti,
başkalarının kudretinden daha üstün, ilmi başkalarının ilminden daha mükemmel,
varlığı başkalarının varlığından daha efdal olduğuna göre, kesin olarak, Ona
kulluğun başkasına kulluktan evlâ olması gerekir. Bundan dolayı
kul,"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım talep ederiz" der.
Bu "hasr"ın beşinci delili: Zatından dolayı
vâcib olan varlığın dışındaki her şey, zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği
mümkün olan her şey de, muhtaç ve fakîr olur Muhtaç olan, kendi ihtiyacıyla
meşgul olur. Onun için, başkasının ihtiyacını gidermesi mümkün değildir.
Zatında âlemlerden müstağnî olmayan, başkasının ihtiyacı ıı gidermeye güç
yetıremez. Zatı gereği müstağnî olansa, sadece Cenâb-ı Allah'dır Binaenaleyh, ihtiyaçları
karşılayan da sadece O'dur. Öyleyse, ibadet edilmeye müstehak olan yalnız
Cenâb-ı Allah'dır. Bundan dolayıdır ki kul,
"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım
dileriz" der.
Altıncı delil:
Cenâb-ı Allah'ın ibadete müstehak olması, gök yüzünü bir askı olmadan tutacak,
yer yüzünü desteksiz tutacak, güneş ve ayı yürütecek, kutupları yerinde
tutacak, bulutlardan bazan yıldırım gibi ateş, bazan rüzgâr gibi hava, bazen de
yağmur gibi su çıkaracak; yer yüzünde de, herkesin bildiği gibi, bazen kayadan
su fışkırtacak, bazen de sudan, kaya çıkaracak -ki bu da buzdur- sonra yer
yüzünde dağlar gibi hareket etmeyen sabit cisimler; nehirler gibide, durmaksızın
akan, hareket eden cisimler yaratacak; Karun'u yere batırarak yer yüzünü onun
üstüne çıkaracak: Muhammed (s.a.s.)'ı yücelterek, "Kabe kavseyn'i O'nun
ayakları altına serecek; suyu Firavun'un kavmine ateş yapıp, onları suda boğarak,
böylece ateşe sokacak; İbrahim (a.s.)'i de ateşi serinlik ve bir kurtuluş yeri
yapacak; Mûsâ (a.s.)'ı Tûr'un üstüne çıkartacak ve O'na, "ayakkabılarını
çıkart" diyecek, Tûr'u da, "Sizin üstünüze de Tûr'u yükselttik"
diyerek Mûsâ ve Kavminin üzerine yükseltecek; "ocak coştu!" dediği
gibi, kuru bir ocaktan dünyayı suya boğacak; denizi Hz. Mûsâ için kupkuru hale
getirecek bir kudretinin olmasını gerektirir.
Kudreti böyle olana ibadet ile cansızlardan,
bitkilerden, hayvanlardan, insanlardan, meleklerden ve feleklerden her hangi
bir varlığa yapılacak ibadet nasıl denk olur?! Eksik ile mükemmeli, kıymetli
ile kıymetsizi bir tutmak, cehalet ve bunaklığa, akıl kıtlığına delâlet eder.
İkinci fayda:
Allah'tan ba?ka mâbud olmadığını gösterir İş böyle olunca. Allah'dan başka ilâh
olmadığı da ortaya çıkmış olur. " sözü, buna göre, katıksız tevhide
delâlet eder. Müşrikler sınıf sınıftır Bu şu demektir: Allah'a her ortak koşan
kimsenin koştuğu ortak, ya cisim olur, veya olmaz.
Allah'a cisim olan bir şeyi ortak koşanlara gelince,
koştukları bu ortak ya dünyevî bir cisim veya semavî bir cisim olur.
Dünyevî cisimlerden ortak koşanlara gelince, ortak
koştukları bu cisim ya mü-rekkeb olur veya basit.
Mürekkeb olan, ya madenlerden, ya bitkilerden, ya
hayvanlardan veya insanlardan olur.
Madenî cisimlerden şirk koşanlara gelince, bunlar ya
taşlardan, ya altından, veya gümüşten putlar edinip, onlara ibadet edenlerdir.
Bitkilerden "şerik" koşanlara gelince,
bunlar belli bir bitkiyi kendilerine mâbud, ilâh edinen kimselerdir.
Hayvanlardan Allah'a ortak koşanlar, buzağıyı
kendilerine mâbud edinenlerdir.
İnsanlardan Allah'a ortak koşanlar ise, Uzeyr Allah'ın
oğludur. Mesîh Allah'ın oğludur, diye söyleyenlerdir.
Basit cisimlerden Allah'a ortak koşanlara gelince,
bunlar Mecûsî'ler gibi ateşe tapanlardır.
Semavî cisimleri Allah'a ortak koşanlar ise, bunlar
güneşe, aya ve diğer yıldızlara tapıp, mutluluk ve uğursuzluğu onlara nısbet
edenlerdir Bunlar Sabiî'ler ile, müneccimlerin çoğudur.
Allah'a, cisim olmayan ortaklar edinenlere gelince,
bunlar da gurup guruptur.
Birinci grup. âlemi idare edenin nûr ve zulmet
olduğunu söyleyenlerdir ki. bunlar Manihetstler ile Senevîler (dualistler) dir
İkinci gurup, "melekler felekî (semavî) ruhlardan
ibarettir. Her bölgenin, o bölgeyi idare eden. muayyen bir ruhu vardır Bu
âlemdeki her nevin de, bu âlemi idare eden semavî bir ruhu vardır"
diyenlerdir. Onlar bu ruhlara bir takım şekiller ve kalıplar vererek, bunlara
ibadet ederler. İşte bunlar meleklere tapanlardır
Üçüncü gurup, "âlemin biri hayırlı, biri de şerli
olmak üzere iki ilâhı vardır. Bu âlemi idare eden Allah ve iblistir ki, bunlar
iki kardeştirler. Âlemde meydana gelen her hayır Allah'tan; yine bu âlemde
meydana gelen her şer de iblis'tendir"
diyenlerdir.
Bu ayrıntıları bildiğin zaman biz deriz ki, Allah'a
ortak koşan herkesin, ortak koştuğu bu şeye, birçok bakımdan, ibâdete teşebbüs
etmiş olması lâzımdır. Ya menfaatini elde etmek veya zararından kaçınmak
gibi...
Tevhîd akîdesine devam edip, ortakları ve zıtları
(hayır-şer tanrısı, Tann-iblis v.b.) kabul etmeyen. Allah'dan başkasına ibadet
etmeyip O'ndan başkasına gönül vermeyenler Allah'dan umar. korkulan
Allah'tandır, arzuları Allah'adır, çekinmeleri ve haşyetleri Allah'tandır.
Muhakkak ki onlar. Allah'dan başkasına ibadet etmemiş ve sadece O'ndan yardım
istemişlerdir. Bu sebeble "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden
yardim taleb ederiz" demişlerdir Böylece kulun sözü, sözünün yerine geçmiş
olur. En meşhur zikir, kul olarak senin; "Allah'ı, bütür noksanlıklardan
tenzih ederim"
Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Ondan başka ilâh
yoktur, Allah uludur. Güç ve kudret, ancak yüce ve ulu olan Allah iledir."
demendir." sözümüzün manasına.
sözümüzün manasının girdiğine delil getirmiştik. Çünkü kulun " demesi.
Cenâb-ı Hakk'ın zatında tam ve kâmil olmasını gösterir. Kulun, sözü de, O'nun
mükemmel ve başkasını da tamamlayıcı, bütünleyici olduğuna delâlet eder.
Kendisi tam ve kâmil olmayan bir şeyin, başkasını kemâle erdirici ve
tamamlayıcı olması düşünülemez. Bu sebeble,"sözümüzün manasına, sözümüzün
manası da dahildir. deyip de. hamdin bütün çeşitleriyle Allah'a hamdedince,
bütün hamdlerin Allah'a ait olduğunu gösteren sebebin yerini tutacak şeyi
zikrederek, açıkladığımız gibi, her üç vakitte de, kulun faydalarının
kendisiyle tamamlanmış olduğu beş sıfat ile Allah'ı vasfetmış olur. Bu böyle
açıklanınca, sözümüzün manasının sözünün manasına dahil olduğu anlaşılmış olur.
Bundan sonra kul. Ancak sana ibadet ederiz" der.
Biz. bu sözün Allah'dan başka tanrı yoktur"
sözünün yerini tuttuğunu açıklamıştık.
Sonra kul, ancak senden yardım dileriz" der.
Bunun manası şudur: Allah öylesine büyük, öylesine yüce ve öylesine azamet
sahibidir ki, onun yardımı, tevfikı ve ihsanı olmaksızın hiç bir gaye ve maksad
tamamlanamaz ve kemâle eremez. sözümüzden maksad da, işte bu manadır Böylece
Fatiha Sûresi'nin başından sonuna kadar zikrine uygun olduğu, bu sûrenin
ayetlerinin, bu zikirde geçen beş mertebenin bir izahı ve açıklaması yerine
geçtiği, böylece ortaya çıkmış olur
Üçüncü fayda:
Kul"diyerek, "Yalnız sana.." lâfzını, "ibadet ederiz"
lâfzından önce söylemiş." " nin "Sana taparız" dememiştir.
Bunun birçok sebebi vardır
Birincisi:
İbadet eden kimsenin, mabudunun, Hak olan Allah olduğuna dikkatini çekmek ve
böylece de Ona tazimde gevşeklik etmemesi ve başka şeylere iltifat etmemesi
için. Allah, önce Kendisini zikretti de, dedi. Rivayet edildiğine göre, iki
usta güreşçiden birisi, güreş bilmeyen bir köylüyle güreşir. Ama köylü, bu
ustayı birkaç defa yener. Bu esnada, o köylüye, bu, falanca meşhur güreşçidir
denilince, adam o anda olduğu yere yığılır kalır. Bu ancak, o adamın ustadan
korkmasından ileri gelmiştir. Burada da böyledir: Cenâb-ı Hakk, kuluna ilk önce
zatını tanıttı ki, böylece kulun Cenâb-ı Hakk'a ibadeti saygıyla yapılmış olsun
da, gaflete bulaşmamış bulunsun..
İkincisi:
Şayet sana vaatlar ağır gelir, kıyam, rükû ve sücûd gibi ibadetler zor gelirse,
Beni hatırlaman ve kalbinde Beni tanımayı daima canlı tutman için, önce
"" de... Böylece Benim celâlimi, yüceliğimi ve izzetimi hatırlayıp,
Benim senin Mevlân, seninse Benim kulum olduğunu bilince, bu ibâdetler sana
kolay gelecektir. Bu şuna benzer: Ağır bir cismi taşımak isteyen kimse, bundan
daha önce kendisini güçlendirecek şeyleri yer. Buna göre kul, bu zor
mükellefiyetleri yüklenmek isteyince ilk önce sözünün kabından Rubûbiyyet
bilgisinin macununu alır, böylece de kulluk yüklerini taşımaya güç ve takat
elde eder. Bunun bir başka misâli de şudur: Sevgilisinin huzurunda, sevgilisi
uğruna dayak yiyen kimseye, bu dayak kolay gelir. Burada da böyledir.
Kul."cemâlini müşahede ettiğinde, ona kulluğun ağır yükünü taşımak
kolaylaşır.
Üçüncüsü:
Allah, "Muttaki olanlar yok mu? Onlara şeytandan bir arıza geldiği zaman
iyice düşünürler. Bir de bakarsın ki, hakikati görüp anlamışlardır" (Araf
201) buyurmuştur. Buna göre nefsi, şeytandan taraf bir tembellik, bir gaflet ve
bir başıboşluk tuttuğunda onlar, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün nurundan Allah'ın
celâlinin huzurunda olduklarını anlarlar, böylece de ibadet ve tâatlerı eda
etmeye hazır ve müsait olduğunu görür hale gelirler
Dördüncüsü:
diyerek, evvelâ kendi nefsinin ibadetini zikrederek başlar da. bu ibadetin
kime yapıldığını zikretmezsen, ıblis'in, bu ibadetin putlar veya eşya veya
güneş veyahut da ay için yapıldığını söylemesi muhtemeldir. Ama bu tertibi
değiştirir de, evvela Yalnız sana", sonra da "İbadet ederiz"
dersen, önce söylemiş olduğun sözü,
senin nnâbud ve maksûdunun ancak Allahu Teâlâ olduğunu açıklamış olur. Bu da,
tevhîdde daha beliğ ve şi-k ihtimallerinden de daha uzak olmuş olur.
Beşincisi:
Zatı gereği vâcib ve kadîm olan, zatı gereği mümkün ve sonradan meydana gelmiş
olandan varlık itibariyle öncedir Bundan dolayı O'nun her şeyden önce
zikredilmesi gerekir. Hak Teâlânın zikri insanların zikrinden daha önce olsun
diye, sözü sözünden önce getirilmiştir.
Altıncısı:
Ehl-ı tahkikten birisi şöyle demiştir: Nimet verilirken, nimete değil de,
nimeti verene bakan kimse, belâ vaktinde belâya ve musibete değil de, bunların
verene bakar Ve o zaman, her halinde, Marifetullâh'a dalmış olur. Böyle olan
herkes de. daima, mutluluk mertebelerinin en yücesinde bulunur. Nimet
verildiği vakit nimeti verene değil de, nimete gözlerini diken kimse ise,
belâlar geldiğinde de belâyı verene değil de, belânın kendisine bakar. Böylece
de, her halinde, devamlı Allah'tan başkasıyla meşguliyette boğulmuş olarak,
daima bedbahtlığa batmış olur Çünkü nimeti bulduğu zaman, onun elden
gitmesinden korkar da, böylece bir azap içinde olur; nimet elinden gittiği
zaman da, bir zillet ve ceza içme düşer de. âdeta kendisini zincirler ve
bukağılar içinde hisseder. Bu incelikten dolayı, Cenâb-ı Allah Hz. Musa'nın
ümmetine;
"Nimetlerimi anınız." {Bakara, 40); Muhammed
ümmetine de;
"Beni anınız ki, Ben de sizi anayım"
(Bakara, 152) demiştir. Bunu anladı isen deriz ki, sözünün celâlinin nurunun
müşahedesine gark olmak için, sözü " sözünden önce getirilmiştir İş böyle
olunca, kul ibadetlerin îfası esnasında Cenab-ı Allah'ın, hadîs-i kudsîde
"Kul bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam
eder. Öyle ki Ben onu severim. Onu sevdiğim zamansa, onun kulağı ve gözü
olurum"[88] buyurduğu gibi.
Yedincisi:
Şayet" " (Sana ibadet
ediyorum.) demiş olsaydı, bu ifade, onların Cenab-ı Allah'tan başkasına ibadet
etmediklerini ifade etmiş olmazdı. Çünkü onların, müşriklerde görüldüğü gibi,
hem Allah'a hem Allah'tan başkasına ibadet etmiş olmaları mümkündü. Ama"
dediğinde, bu ifade onların sadece Cenab-ı Hakk'a ibadet ettiklerini ve O'ndan
başkasına ibadet etmediklerini göstermiş olur
Sekizincisi:
lâfzındaki "nün" harfi "azamet nûnu"dur. Sanki kula şöyle
denilmek istenmiştir; Namazın dışında olduğun zaman, milyonlarla kişi ile beraber
de olsan "Biz" deme. Ama namazla meşgul olup Bize kulluğunu gösterdiğinde,
Bize her kim kul olursa onun dünya ve ahiretin hükümdarı olduğunu cümle âleme
ilan etmen için "Juü " (Biz ibadet ederiz) de.
Dokuzuncusu:
Kul, şayet (Sadece sana taparım)
deseydi, bu bir tekebbür ve büyüklenme olurdu ki manası da "ibadet eden
ancak benim." şeklinde olurdu. Ama kul, dediği zaman bunun manası,
"Ben Senin kullarından biriyim." şeklinde olur Buna göre birinci
ifade kibri (büyüklenmeyi), ikincisi ise. tevazuyu ifade eder. Allah ıçm
tevazu göstereni, Cenâb-ı Allah yüceltir, büyüklük taslayanı ise alçaltır.
Bir kimse, "Bu söylediklerinizin hepsi,
"hamd" sözü, "Allah" sözünden önce gelen " sözünde de
mevzu bahistir" derse, Ona şöyle cevap veririz:
Hamd, hem Allah'a, hem de Allah'dan başkasına
olabilir. Sen dediğin zaman, hamdin Allah'a ait olduğunu ifade etmiş
oluyorsun. Ama, şayet" sözü öne alınmış olsaydı, bu ibadetin hem Allah,
hem Allah'tan başkası için olabileceğini gösterirdi. Bu ise küfürdür.
Buradaki incelik şudur: Hamd, Allah için caiz olduğu
gibi, zahiren Allah'tan başkası için de caiz olduğu için " kelimesinin öne
alınması muhakkak ki güzel olmuştur. Ama, de, ibadet Allah'tan başkası için
caiz olmadığına göre sözünün, den önce getirilmesi gerekmiştir. Böylece ibadet
sırf Allah'a tahsis edilmiş, ifadede ibadetin Allah'tan başkası için de olabileceği
ihtimali kalmamıştır.
[89]
Dördüncü fayda:
kelimesindeki "nûn" ya cemi nûnu. ya da azamet nû-nudur Birincisi
yanlıştır. Çünkü tek kimse çoğul olamaz. İkinci ihtimal de yanlıştır. Çünkü
ibadet eda edilirken insana yakışan, kendisinin âciz ve zelil olduğunu, büyük
ve yüce olmadığını ifade etmesidir." diyen kimseye, her biri üstün bir
hikmete delâlet eden birkaç şekilde cevap vermek mümkündür.
Birinci cevap:
Buradaki "nûn" harfinden maksat, onun cemi nûnu olmasıdır. Bu da
insana yakışan halın, namazını cemaatle eda etmesi gerektiğine dikkat
çekmektir. Cemaatle kılınan namazın faydaları yerinde bahsedilmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.s.)'ın;
"Cemaatla kılman namazın ilk (iftitah) tekbiri, dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır" sözü de buna delildir. Sonra biz deriz ki: Soğan ve sarımsak yiyen kimsenin, her hangi bir kimsenin rahatsız olmaması için, cemaatle namaz kılmaya gitmemesi gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Allah şöyle demiştir: Cemaatle kılınan namazdan elde edilen bu büyük sevap, soğan ve sarımsak kokusuyla her hangi bir müslümana eziyet vermenin günahını karşılamaz. Bu sevap, bu günaha karşılık olamadığına göre, bu sevap, müslümanlara eziyet vermenin, koğuculuk yapmanın, gıybetin ve laf götürmenin günahını nasıî karşılayabilir?
İkinci cevap:
Cemaatle namaz kılan, "(ibadet ediyoruz) der. Bu durumda, kelimedeki
"nûn" île kastedilen, bu cemaattir. Eğer, adam tek başına namaz
kılıyorsa, bu nûn ile kastedilen, hem o adam, hem da ibadetinde hazır bulunan
meleklerdir Bu durumda kişinin "sözü ile, hem kendisi hem de Allah'a ibadet
eden bütün melekler kastedilmiştir
Üçüncü cevap:
Mu'mınler kardeştir. Şayet" "denilmiş olsaydı, kişi bununla sadece
kendisinin ibadetini zikretmiş, başkalarınınkini zikretmemış olurdu. Ama "
ju»; iy " dediğinde, O, hem kendi ibadetini hem de, doğudan batıya bütün
müminlerin ibadetini zikretmiş olur. Böylece de sanki o, diğer müminlerin
işienni de düzeltmeye çalışmış olur. Böyle yapan kimsenin işlerini Cenâb-ı
Allah deruhte eder Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) müslümanm ihtiyacını giderine,
Cenâb-ı Allah da onun bütün ihtiyaçlarını giderir[90]
buyurmuştur.
Dördüncü cevap:
Sanki Cenab-ı Allah, kuluna şöyle demiştir:
"Sözünle Bizi övdün, yücelttin, dünya ve ahiret
hamdlerinin hepsini bize ait kıldın. Böylece senin, Bizim yanımızdaki kıymetin
arttı ve huzurumuzda makamının ne olduğu iyiden iyiye karar kıldı. O halde
sadece kendi işlerini düzeltmeye çalışma, bütün müslümanların ihtiyaçlarını
gidermeye çalış da böylece “de”.
Beşinci cevap:
Sanki kul şöyle der: "Ya Rabbî, tek başına benim ibadetim, zikre değer bir
dereceye ulaşamamıştır. Çünkü onun çeşitli kusurları vardır. Fakat ben, bütün
ibadet edenlerin ibadetlerine onu katıyor ve hepsini tek bir ibare ile anarak.
" diyorum.
Burada fıkhı bir mesele vardır. Adam. başkasına on
tane köle sattığında, satın alan kimse, ya bunların hepsini kabul eder veya hiç
birini almaz. Bu pazarlıkta satın alan kimsenin, bunların bir kısmını alıyorum,
bir kısmını almıyorum demesi caiz değildir. Burada da durum böyledir: Kul"
dediğinde, Allah'a ibadet edenlerin hepsinin ibadetini sunmuş olur. Cenâb-ı
Allah'ın keremine de, bu ibadetlerin bir kısmını diğerlerinden ayırarak kabul
etmesi yakışmaz. Bu durumda ya hepsi reddolunur ki bu caiz değildir. Çünkü
sözüne, meleklerin, peygamberlerin ve velilerin ibadetleri de dahildir. Veya
bütün ibadetler kabul olunur ki bu durumda," diyen kimsenin ibadeti,
diğerlerinin ibadetinin kabul olunması bereketıyle makbul olmuş olur. Buna
göre kul, sanki şöyle der: "Allahım, her ne kadar ibadetim makbul değilse
de beni geri çevirme. Çünkü bu ibadette ben yalnız değilim, aksine çoğuz. Her
ne kadar kabul edilmeye lâyık olmadıysam da. diğer ibadet edenlerin
ibadetlerini sana şefaatçi olarak sunuyorum: O halde benim ibadetimi de kabul
buyur."
Beşinci fayda:
İbadetteki lezzet: İbadetlerin faydalarını anlayan kimseye, ibadetle meşgul
olmak güzel, başka şeylerle meşgul olmak ise ağır gelir. Bunun birkaç yönden
izahı mümkündür.
Birincisi: Kemâl, bizzat sevilen şeydir. Mutluluk
vermesi bakımından, insanların en mükemmel ve güçlü halleri, Allah'a ibadetle
meşgul olma halleridir, Çünkü böyle olan insan, kalbinin ilâhî nurla
aydınlanmasını, dilinin en şerefli bir zikirle şereflenmesini, uzuvlarının da
Cenâb-ı Allah'a hizmet etmenin cemâli ile güzelleşmesini istemiş olur. Bu
haller, insanlık mertebelerinin en şereflisi, beşerî dereçelerin en yücesidir.
Bunların meydana gelmesi, o anda insan olmanın en büyük saadeti olunca, bunlar
gelecekte de mutlulukların en mükemmelini icap ettirirler Bu durumlara vâkıf
olan kimseden, ibadetlerin ağırlığı kalkar ve onun kalbinde ibadetlerin tadı
artar.
İkincisi:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve
teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler.
Onu İnsan yüklendi. Çünkü insan çok zulümkâr ve cahildir" jAhzâb 72)
ayetinin delâlet ettiği gibi, ibadet etmek bir
emanettir.
"Cenâb-ı Allah, emanetleri ehline vermenizi
emrediyor" (Nısâ, 58) ayetinin delâlet ettiği gibi, emaneti yerine
getirmek dinen ve aklen gereklidir. Emaneti yerine getirmek, bir kemâl
sıfatıdır ve bizzat sevimlidir İki taraftan birisi tarafından emanetin yerine
getirilmesi, ikincisi tarafından da emanetin yerme getirilmesine sebebtır.
Sahabeden bin şöyle demiştir: "Mescide bir bedevî arabtn geldiğini,
devesinden inip onu saldığını, sonra mescide girip, vakar ve huzurla namaz kıldığını
ve uzunca bir dua ettiğini gördüm de buna taaccüb ettim. O, mescidden çıkınca
devesini bulamadı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ım ben senin emanetini eda
ettim, ya benim emanetim nerede?" Bunun üzerine iyice şaşırdık. Çok geçmeden,
bedevinin devesi üzerine binmiş bir adam geldi, deveyi bırakıp bedeviye teslim
etti. Buradaki nükte şudur: O. Cenâb-ı Allah'ın namaz emanetini eda edince.
Allah da onun emanetim koruyup muhafaza etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in,
Ibn Abbas (r.a.)'a, "Evlâdım! Yalnız başına
olduğun zamanlarda Allah'ın hakkını koru kî, tek başına kaldığında da Allah
seni muhafaza etsin[91]
demesinden maksadı da budur
Üçüncüsü: İbadetle meşgul olmak, aldatıcı dünya
âleminden, surûr âlemine; mahlûkatla uğraşmaktan. Hakk'ın huzuruna geçiştir. Bu
durum da lezzetin ve güzelliğin tam olduğunu gösterir. Ebû Hanîfe'den
nakledildiğine göre, bacadan bir yılan düşmüş, orada bulunan insanlar
kaçışmışlar. Ebu Hanîfe. namazda olduğu için. bunun (arkına varamamıştı. Yine,
Urve b. Zubeyr'in bir azasında ekzama hastalığı olmuş ve bunun kesilmesine
lüzum görmüşler Urve b. Zubeyr namaza durunca bu azayı kesmişler de O. bunun
farkına varmamıştır Yine, Hz. Peygamber (s.a.s.)den nakledildiğine göre. O.
namaza başlayınca, göğsünden sahabe. kaynayan tencerenin çıkardığı ses gibi bir
ses duyarlardı. Bunun olmasına ihtimal vermeyen kimse: Cenab-ı Allah'ın
"Şimdi o kadınlar Yusuf'u görünce, onu gözlerinde
büyüttüler (hayranlıklarından) ellerini kestiler" (Yûsuf. 31) ayetini
okusun. Mısırlı kadınların gönüllerine Hz. Yûsuf'un güzelliği hâkim olunca, bu
durum, farkında olmadan ellerini kesmelerine sebeb olmuştur Bir insan hakkında
böyle olması mümkün olduğuna göre, Allah'ın azameti kalblere hâkim olunca bu
haydi haydi olur Çünkü, heybetli bir hükümdarın huzuruna giren kimseye, orada
ebeveyni ve çocukları rastlasa ve
bu onlara baksa bile hükümdarın heybeti adamı bürüdüğü
için, bu çoğu kez adamın kalbinin onları tanımasına mâni olur. Mecazî manada
melik olan bir mahlûk hakkında bu mümkün olunca, âlemin yaratıcısı hakkında
haydi haydi olur
Sonra tahkîk ehli şöyle demişlerdir: İbadetin üç
derecesi vardır.
Birinci derece:
Sevabı ummak veya cezadan kaçmak için Allah'a ibadet etmektir işte ibadet budur
Bu derece gerçekten düşük bir derecedir Çünkü gerçekte böylesi insanın mabudu,
elde etmek istediği şeydir O, Cenâb-ı Allah'ı, istediğini elde etmeye vesile
kılmıştır. Bizzat matlûb olanı, mahlûkatın durumlarından biri kabul edip,
Allah'ı da ona götüren vesile olarak gören kimse, gerçekten değersiz bir
kimsedir.
İkinci derece:
Allah'a ibadet etmekle, veya O'nun mükellefiyetlerim kabul etmiş olmakla yahut
da O'na intısab etmiş olmakla şereflenmek için ibadet etmektir. Bu derece,
birinciden üstündür. Ne var ki tam değildir Çünkü, bu ibadetle bizzat maksud
olan Cenâb-ı Allah'tan başkasıdır.
Üçüncü derece:
Allah'a, ilâh ve yaratıcı olduğu, kendisinin ise Allah'ın kulu olduğu için
ibadet etmesidir. Ulûhıyyet, heybeti ve izzeti; ubudiyyet ise, zilleti,boyun
eğmeyi gerektirir. İşte bu ibadet derece ve makamlarının, en yücesi ve en
kıymetlisidir İşte bu, ubudiyyet (kulluk) diye adlandırılır ve buna, namaz
kılan namazının başında, 'Allah rızası için namaz kılıyorum" sözü ile
işaret etmiştir. Çünkü 'Allah'tan mükâfat elde etmek" veya 'Allah'ın
cezasından kurtulmak için namaz kılıyorum" demiş olsaydı namazı fasit
olurdu.
[92]
İbadet ve ubudiyyet (kulluk), en yüce ve şerefli bir
makamdır. Birçok ayet buna delâlet eder
Birinci ayet, Hicr Sûresı'nin sonundaki
"Andolsun, biliyoruz ki onların söyleyip
durduklarından göğsün cidden daralıyor (Habîbim). Sen hemen Rabbini. hamd ile,
tesbîh et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbine ibadet
et" (Hicr 97-99).Bu ayetle iki bakımdan delil getiririz.
Birincisi:
Cenâb-ı Hakk, diyerek, Hz. Peygamber (s.a.s.)e. ölüm gelinceye kadar ibadete
devam etmesini emretmiştir. Bunun manası. Hz. Peygamberin, hiç bir vakit,
ibadeti kesintiye uğratmasının caiz olmadığı-dır Bu da ibadet işinin son derece
önemli oluşuna delâlet eder
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk," demiş, sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)'e dört şey
emretmiştir: sözü ile Allah'ı tesbîh
etmeyi, sözüyle O'na hamdetmeyi; sözü
ile Allah'a secde etmesini; sözüyle de O'na ibadet etmesini... Bu, ibadetin, kalb
daralmasını giderdiğine ve göğse bir ferahlık verdiğine delâlet eder. Bu ancak,
ibadet, halktan Hakka dönmeyi gerektirdiği için böyledir. Bu dönme de kalb
darlığının yok olmasına sebeb olur.
Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren ikinci
ayet de
"Kulunu geceleyin yürüten Zatı takdîs ve tenzih
ediniz." (isrâ. i) ayetidir. Şayet kulluk, makamların en şereflisi
olmasaydı, Cenab-ı Hak, Peygamberini en yüce
miraç makamında bu "kul" sıfatı ile
niteiemezdi. Kulluğun, peygamberlikten de şerefli olduğunu söyleyenler vardır
Çünkü kullukla kişi, halktan Hakk'a döner. Peygamberlikle ise Hakktan halka
döner. Yine, kulluk sebebiyle kul, tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çeker;
rısalet sebebiyle ise tasarrufa yönelir. Kula yakışan tasarrufta bulunmaktan
elini ayağını çekmesidir. Yine. Mevlâ kulun işlerini düzeltmeyi üzerine alır.
Peygamber ise, ümmetinin işlerini düzeltmeyi üstlenendir. İkisinin arası ne
kadar uzaktır.
Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren üçüncü
ayet; İsâ (a.s.)'ın konuşmaya başladığında söylediği ilk söz " (Ben, Allah'ın kuluyum) sözüdür (Meryem.
30).Hz. İsâ {a.s.)'ın bunu söylemiş olması, annesinin iffetini ve kendisinin
babasız olarak dünyaya gelmesinin tandan uzak olduğunu bildirmeye vesile olup
bütün hayırların anahtarı ve her türlü belâların savuşturucusu olmasından
ileri gelmiştir. Ve yine Hz. İsa'nın ilk sözü, kulluğu ifade edince, bunun neticesi
de Cenâb-ı Hakkın " sen' Kendime yükselteceğim " (Âli imrân. 55)
buyurduğu gibi. bir yüceliş oldu. Buradaki nükte şudur: Söz ile kul olduğunu
söyleyen kimse, cennete yükseltilir. Yetmiş yıl ameli ile kulluğunu isbata çalışan
kimse, cennetten nasıl mahrum bırakılabilir?
Dördüncü ayet, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya
Şüphe yok ki, Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur.
Öyleyse, bana ibâdet et" (Tâhâ. 14) duyurmasıdır Allah, Hz. Musa'ya
tevhîdden sonra kulluğu emretmiştir. Çünkü tevhîd asıl, kulluk fer'dir Tevhîd
ağaç, kulluk ise meyvedir: biri olmadan diğerinin varlığı düşünülemez- İşte bu
ayetler, kulluğun şerefli olduğuna delâlet etmektedir.
Kulluğun şerefli olduğunu gösteren aklî delile
geiince, bu tartışılmıyacak kadar açıktır. Çünkü kul sonradan yaratılmıştır ve
zatı bakımından varlığı mümkün olandır. Kulda, Cenâb-ı Allah'ın kudretinin
tesiri olmasaydı, o yokluk karanlığında ve yokluk sahasında kalır, var olmanın
kemâlâtı bir yana, varlığı bile tahakkuk etmezdi. Kula, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti
taalluk edip. kulda cömertliğinin ve onu yoktan var etmesinin neticeleri coşup
feyezan edince, kulun var olması ve varlığının kemâlâtı gerçekleşmiş olur.
Kulun. Hakkın kudretinin makdûru (konusu) ve Hakk'ın yaratmasının yeri
olmasının manası, sadece kulluktur. Buna göre, her şeref ve kemâl, her güzellik
ve fazilet ve her sevinç ve iftihar vesilesi, kul için ancak kulluk sebebiyle
gerçekleşir. Böylece kulluğun, iyiliklerin anahtarı, mutlulukların dibacesi,
yücelik derecelerinin doğuş yen ve iyiliklerin kaynağı olduğu ortaya çıkar.
İşte bu sebebten ötürü de kul, " der. Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuştur:
"Senin kulun olmam, iftihar etmem için bana yeter; senin benim Rabbım
olmansa, şeref bakımından bana kâfidir. Ya Rabbî, ben Seni, istediğim gibi bir
ilâh buldum; o halde Sen de beni. senin irade ettiğin gibi bir kul yap!"
Attınct fayda:
Makamlar, rubûbiyyet ve ubûdıyyet bilgisi olmak üzere iki makama
hasredilmiştir. Bu ikisi bir araya geldiğinde, şu ayette adı geçen akid, gerçekleşmiş
olur:
"Ahdime riâyet ediniz ki. Ben de size verdiğim
ahde riayet edeyim " (Bakara 401 Rubûbiyyet bilgisinin en mükemmel işe.
"Hamd, ancak Rahmin ve Rahîm olan, din gününün
yegâne mâliki olan Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" ayetinde
zikredilmektedir. Buna göre kulun geçmiş bir yokluktan varlığa geçişi. Cenâb-ı
Hakk'ın ilâh olduğuna; kulun var olduğu zaman da, bütün hayır ve mutlulukların
meydana gelmesi O'nun Rab, Rahman ve Rahîm olduğuna; kulun ahırette
karşılaşacağı haller de. Cenâb-ı Allah'ın din gününün yegâne sahibi olduğuna
delâlet eder Bütün bu sıfatlan ihata ettiği zaman da. en iten derecede
Rubûbiyyet bilgisi meydana gelmiş olur.
Rubûbiyyet bilgisinden sonra, ubûdiyyet bilgisi gelir
ki, bu ubûdiyyet bilgisinin bir başlangıcı ve bir kemâli: bir önü ve bir sonu
vardır. Kulluk bilgisinin önü ve başlangıcı, kullukla meşgul olmadır ki.
kulun sözünden maksadı da budur.
Kulluk bilgisinin kemâl derecesi ise, kulun Allah'ın
koruması olmaksızın, Allah'a karşı günah işlemekten alıkoyacak hiç bir güç ve
Allah'ın tevfiki olmaksızın da, Allah'a itaat ettirmeye hiç bir gücün
yetmeyeceğini bılmesidir. İşte bu durumda kul. bütün isteklerim elde etmek
hususunda Allah'tan yardım ister ki, sözüyle kastettiği de budur.
Rubûbiyyet ve ubûdiyyet ahdini yerine getirme tam
olunca, bir fayda ve semere elde etme isteği de buna terettüp eder ki. bu da
kulun " "Bizi dosdoğru olan yoluna hidayet et!" demesıdır.
Sûredeki bu tertip, aklen kendisinden daha şerefli bir tertibin bulunması
imkânsız olan yüce. üstün ve şerefli bir tertiptir.
Yedinci fayda:
Birisi şöyle diyebilir:
sözlerinin hepsi gâib {üçüncü şahıs) lafzıyla
zikredilmiştir. sözünde ise, gâib lâfzından muhatab lâfzına geçilmiştir.
Bundaki rayda nedir? Biz deriz ki. bunda birkaç husus vardır.
Birincisi:
Namaz kılan kimse, namaza başlarken bir yabancı gibidir. Bu sebeple de. Cenâb-ı
Allah'ın, Din gününün sahibi" kadar gâib (üçüncü şahıs) lâfızlarla
övmüştür Sonra, sanki Cenâb-ı Allah ona şöyle der: Bana ham-dettın ve benim
Rab, Rahman, Rahim ve din gününün sahibi olan bir ilâh olduğumu kabul ettin,
ikrar ettin. Sen ne güzel bir kulsun! Bir aradaki perdeyi kaldırıp, uzaklığı
yakınlıkla değiştirdik. O halde, muhatap sîgasıyla konuş ve ""Yalnız
sana ibadet ederiz" de!
İkincisi:
İstemenin en güzel şekli, karşılıklı konuşma yoluyla olandır. Görmüyor musun,
peygamberler (a.s), Rabb'lerinden bir şey istedikleri zaman, bizzat ağızlarıyla
isterler de, "Ey Rabbimiz, nefsimize zulmettik..." "Ey Rabbimiz,
bizi bağışla" "Rabbim, bana hibe et, bağışla.." ve "Yâ
Rabbî, bana kendini göster!" demişlerdir.
Bunun sebebi şudur: Kerîm olanın kendisine hitap
edilerek, doğrudan doğruya istenildiğinde, istenilen şeyi vermemesi uzak bir
ihtimaldir. Aynı şekilde, ibadet hizmettir. Hizmetin, hizmet edilenin huzurunda
yapılması daha evlâdır
Üçüncüsü:
Sûrenin başında " ye kadar olan
kısım bir övgüdür. Övgünün, övülenin gıyabında yapılması evlâdır. den sûrenin
sonuna kadar olan kısım ise, bir duadır. Duanın ise, dua yapılanın huzurunda
yapılması evlâdır.
Dördüncüsü: Kul namaza başladığı zaman." "Allah'a yaklaşmak için, namaz kılmaya niyet ettim, ediyorum" der ve böylece, Allah ile kendisi arasında bir yakınlığın meydana gelmesine niyet eder. Bu niyetten sonra kul. Allah'a çeşitli şekillerde senada bulunur. Öyleyse, Cenâb-ı Allah'ın keremi, O'nun bu yakınlığın elde edilmesi hususunda icabet etmesini gerektirir. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah kulu, "gaybet" makamından "huzur" (Allah'ın huzurunda bulunma) makamına geçirir de, kul" "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" der. [93]
"Ve yalnız senden yardım isteriz"
Allah'ın koruması olmaksızın. Allah'a karşı günah
işlemekten gen durmaya guç, yine Allah'ın tevfikı olmaksızın. Allah'a ibadet
etmeye kuvvet olmadığı aklî delillerle sabit olmuştur. Bunun aklî ve naklî
yönden birçok delili vardır.
Aklî yönden olan delillere gelince, bunlar birçok
yöndendir.
Birincisi:
Kadir olan, bir ışı yapmaya da yapmamaya da aynı şekilde gücü yeten kimsedir.
Bir tercih eden olmaksızın, tercih olmaz. Bu tercih eden (müreccih) kuldan
değildir Kuldan olsaydı, bunu devamlı surette tekrar yapardı. Mademki kuldan
değildir, öyleyse müreccih Allah Teâlâ'dandır. Böylece sabit olur ki, kulun bir
işi yapmaya yönelmesi, ancak Cenâb-ı Allah'ın yardımı iledir.
İkincisi:
Bütün insanlar, kudret, akıl, gayret ve taleb bakımından eşit olarak, Hak dini
ve doğru inancı isterler, Fakat onlardan bir kısmı ancak belli bir yardım ile
hakka ulaşmaya muvaffak olurlar. Bu yardımı tayin eden de, ancak Cenâb-ı
Allah'tır, Çünkü eğer bu tayin eden bir insan veya bir melek olsaydı, bunu devamlı
surette tekrar yapardı.
Üçüncüsü:
İnsan uzun müddet bir şeyi ister, fakat o şey meydana gelmez. Sonra bir anda
veya bir durumda, o şey ortaya çıkar ve kul da böylece ona yönelmiş olur. Bu
hâl kula, kalbinde o fiili yapmaya sevkeden katî bir sebep bulunduğu zaman,
tecellî eder. Kulun kalbine bu sebebi düşüren ve bu sebebe karşı olan diğer
sebeplen yok eden, sadece Allah'tır. Yardım etmenin manası işte budur.
Nakle gelince, bu hususa birkaç ayet delâlet
etmektedir.
Birincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve yalnız senden yardım isteriz" (Fâ tıha. 5}
sözüdür.
İkincisi:
O'nun "Allah'tan yardım isteyiniz
" (Bakara. 153) kavli şerîfıdır Cebriye ve Kaderiye (Mutezile), bu ayetin
izahı hususunda harekete geçmişlerdir.
Bunlardan Cebriye şöyle demiştir: Fiili hususunda kul
kendi başına bağımsız olsaydı, o işi yapmak için Cenâb-ı Allah'tan yardım
istemesinin bir manası olmazdı.
Kaderiye de şöyle demiştir: Kul, ancak fiilinin aslını
yapabilmesi halinde o hususta Ailah'dan yardım dilemesi makul olur; aksi halde
başkasından yardım istemesi anlamsızdır. Fiilin palına güç yetıremediğinde de,
Allah'tan yardım istemesinin her hangi bir faydası olmaz.
Bana göre, kuiun kudreti ancak fiilde etkili olacak
bir sebep ile müessir (etkili) olabilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'dan istenilen
yardım, O'nun bu kesin ve etkili sebebi yaratmasından ve, buna zıt olan diğer
sebepleri de ortadan kaldırmasından ibarettir. Yardım talep etme (istiâne)
sözündeki bazı nükte ve faydaları anlatalım.
[94]
Birinci fayda:
Birisi, "iş hususunda Allah'ın yardımını istemek, o işe başlamadan önce
güzel olur, Halbuki burada kul. önce sözünü söylemiş, daha sonra peşine de
demiştir. Biri çıkıp bundaki hikmet nedir?" diyebilir. Buna birkaç
bakımdan cevap verebiliriz.
Birincisi:
Namaz kılan âdeta şöyle demiştir: "ibadet etmeye başladım. O halde onu
tamamlamak hususunda Senden yardım istiyorum. Binaenaleyh, ölüm, hastalık ve
sebeplen altüst etmek veya değiştirmek kabilinden sebeplerle bu ibadetimi
tamamlamama mâni olma!"
İkincisi:
İnsan, sanki şöyle demiştir: "Allahım! Nefsimi getirdim, ancak benden
kaçan bir kalbim var. Bu nedenle onu senin huzurunda tutmak için. Senden yardım
istiyorum. Nasıl böyle olmasın ki, Hz. Peygamber
"Müminin kalbi, Allah'ın parmaklarından iki
parmağı arasındadır.[95]
buyurmuştur. Bu, insanın kalbini, ancak Allah'ın yardımıyla uyanık
bulundurmasının mümkün olacağına delâlet eder.
Üçüncüsü:
Yardım hususunda, Senden başkasını, ne Cibril'i, ne de Mîkâil'i istemiyorum.
Sadece ve sadece seni istiyorum. Bu hususta, Hz. İbrahim'in yoluna uydum,
Nemrûd O'nun iki ayağını ve iki elini bağlayarak ateşe attığı sırada Cibril
yanına gelerek, O'na şöyle dedi: Her hangi bir ihtiyacın var mı? Bunun üzerine
Hz. İbrahim, "Sana ise, hayır! Sana yok ihtiyacım" dedi. Cibrîl,
"o zaman Allah'tan iste!" dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
"O'nun durumumu bilmesi, benim O'ndan birşey istememe gerek
bırakmaz" dedi. Bilâkis bu konuda, Hz. İbrahim'i de geçerim. Çünkü Onun
elleri ve ayaklarının dışında, her hangi bir uzvu bağlanmamıştı. Ama bana
gelince benim her iki ayağım da bağlıdır, yürüyemem; her iki elim de bağlıdır,
kımıldatamam. Her iki gözüm de bağlıdır, onlarla baka-mam. Kulaklarım da
tıkalıdır, işıtemem. Dilim de bağlanmıştır, binaenaleyh konuşamam. İbrahim
(a.s.) Nemrudun ateşiyle yüz yüzeydi; bense Cehennem ateşiyle yüz yüzeyim.
İbrahim (a.s.) Senden başkasının yardımına razı olmadığı gibi, ben de senden
başka yardımcıyı istemiyorum. O halde, "ancak Sana ibadet ediyor ve ancak
Senden yardım istiyorum." Bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk da sanki şöyle der:
"Ey kulum! İbrahim'in yaptığını yaptın, onu geçtin. Biz de senin mükâfatını
arttmyoruz. Sonra biz "Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş
ol" (Enbiyâ 69)'dedik. Sana gelince. Biz seni cehennemden kurtardık,
cennete eriştirdik. Biz sana, kadîm olan Allah'ın sözünü dinlemeyi, kadîm olan
varlığı görmeyi de, fazladan bir mükâfat olarak verdik. Nemrûd'un ateşine;
"Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş ol" (Enbiya. 695
dediğimiz gibi, cehennem ateşi de sana. "Ey mümin, çabuk geç. Senin nurun
benim ateşimi söndürdü" der.
Dördüncüsü:
ifadesi, "Senden başkasından yardım istemem" anlamındadır Çünkü
başkasının bana yardım etmesi de. ancak Senin o kimseye bu yardım hususunda
yardım etmenle mümkün olur. Başkasının yardımı, sadece Senin yardımınla
tamamlanınca, ben bu aradaki vasıtayı kaldırıp, doğrudan Senin yardımına
başvuruyorum.
Beşincisi:
sözü, Allah'a ibadet etmesi sebebiyle, nefsin üstün bir rütbeye ulaşmış
olmasını gerektirir ki, bu da kendini beğenme hissini doğurur. İşte bu sebeble,
kul sözünü, peşi sıra getirmiştir Bu da, ibadet sebebiyle meydana gelen bu
mertebenin, kulun kuvvetiyle olmayıp, tam aksine Allah'ın yardımıyla meydana
geldiğine delâlet eder. O halde, sözünü kulun zikretmesinden maksadı, bu
kendini beğenme duygusunu yok etmek ve. bu büyüklenmeyi ortadan kaldırmaktır.
[96]
"Bizi, dosdoğru olan yoluna ilet!"
Bunda birçok fayda vardır.
Birinci fayda:
Bir kimse şöyle diyebilir: "Namaz kılanın mümin olması gerekir. Her mümin,
hidayete ermiştir. O halde namaz kılan hidayete ermiş demektir. Buna göre ise,
o "Bizi hidayet et!" dediğinde bu sözü, zaten hidayet üzere bulunduğu
halde, yine de hidâyet isteyen kimsenin sözü gibidir, Bu ise. elde edilmişi
yemden elde etme (tahsîl-i hâsıl) olur ki. bu muhal bir şeydir." Ulemâ,
buna birkaç şekilde cevap vermiştir. Şöyle ki:
Birinci vecih: "
sözünden maksad. Allah rızası için büyük meşakkatlen sırtlanan öncülerin
yoludur, Anlatıldığına göre Hz. Nüh (a.s.), her gün bayılıncaya kadar
dövülürdü. O, buna rağmen, yine her vurulduğunda. "Allah1 im. kavmime
hidayet et. çünkü onlar ne yaptıklarım bilmiyorlar' derdi. Şayet, "bizim
peygamberimiz (s.a.s.) bu cümleyi sadece bir kere söylemiştir. Halbuki, Hz. Nûh
bir günde aynı cümleyi defalarca söylemiştir. Bu nedenle. Hz. Nuh'un Peygamberimizden
üstün olduğunu söylemek gerekir?" denilirse, buna bizim cevabımız şu
olur: Cenâb-ı Hakk'm " sözünden maksadı, kendisinden bu üstün ahlâkın
istenmesi olup. Hz. Peygamber (s.a.s.) de. Fâtıha'yı her gün şu kadar defa
okuduğuna göre. Hz. Peygamber (s.a.s.)'tn bu kelimeyi söylemesi Nûh (a.s.)'m
söylemesinden daha çok olur.
İkinci vecih:
Ulemâ, her ahlâkın ifrat ve tefrıdı olmak üzere, iki tarafı bulunduğunu
açıklamıştır ki, bu ıkı taraf da kınanmıştır. Hak olan. orta olandır Bu hususu.
Cenâb-ı Hakk "İşte böylece Biz sizi orta bir Ümmet kıldık " {Bakara.
143) ayetiyle tektd etmektedir Ayette geçen,"sözünden maksad, âdil ve
dosdoğru olandır. Mümin delillerle Allah'ı tanıyınca, hidayete ulaşmış bir
mümin olur. Bu halin meydana gelmesinden sonra, onun şehevî ameller, öfke dolu
fiiller ve malını infak etme hususunda ifrat ve tefritin iki ucu arasındaki
orta bir yol olan adaleti bilmesi gerekir. Böylece mümin kul, Allah'tan her
türlü ahlâk ve her türlü fiil hususunda bu iki aşın ucun arasında kalan ve orta
yoi olan, dosdoğru yola iletilmesini ister. Bu izaha göre. ortaya atılan sual
kendiliğinden zail olur.
Üçüncü vecih:
Mümin Allah'ı tek bir delille tanıyınca, mümkinu'l-vücûd olan bütün
varlıklarda O'nun varlığına, ilmine, kudretine, cömertliğine, rahmetine ve hikmetine
delâlet eden nice deliller olduğunu anlar. Çoğu kez insanın dini, bu insan
diğer delillerden habersiz olduğu halde, tek bir delille sahih olur. Buna göre
kulun. " sözünün manası: "Ey Rabbimiz! Her şeyde, Senin zâtına,
sıfatlarına, kudretine ve ilmine delâiet eden nice deliller bulduk" olur.
Bu takdire göre, söz konusu olan sual kendiliğinden bertaraf edilmiş olur.
Dördüncü vecih:
Cenâb-ı Allah:
"Muhakkak ki sen, doğru bir yola hidayet
ediyorsun: Göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'ın
yoluna..." (Şûra. 52-53) ve Hz. Mu-hammed'e
"Ve bu, benim dosdoğru olan yolumdur, öyleyse ona
uyunuz!" (Enam 153) buyurmuştur.
Ayetlerde geçen "Sırât-ı müstakim" insanın, Allah'dan başka her şeyden yüz çevirmiş; bütün kalbi, fikri ve zikriyle Allah'a yönelmiş olmasıdır. Buna göre sözünden kulun maksadı, onu Allah'ın bahsedilen nitelikteki Sırât-ı müstakime iletmesıdir. Bunun misali şudur: Kul öyle bir hale gelmelidir ki, şayet Cenâb-ı Hakk ona çocuğunu keseceksin dese, Hz. İbrahim'in yaptığı gibi, derhal itaat etmelidir. Kendisini başkasının kesmesini emrettiğinde, Hz. İsmail'in yaptığı gibi. boyun eğmelidir Yine kendisine, kendini denize atmasını emrettiğinde. Yûnus (a.s)'ın yaptığı gibi, Allah'ın emrine uymalıdır. En üst makamlara erişmesinden sonra, kendisinden daha bilgili kimseye talebe olmasını emrettiğinde, Hz. Musa'nın Hızır (a.s.)'la yaptığı gibi. o emre uymalıdır Emr bi'l-ma'rûf ve nehy an'ıl-münker hususunda, ölüme, iki parçaya bölünmeye sabretmesini emrettiğinde. Hz. Yahya ve Zekerıyyâ (a.s.)'ın yaptıkları gibi, itaat etmelidir. Bütün bunlara göre kulun demesinden maksadı, musibetlere sabretme ve belâ geldiğinde de bırakıp kaçmayıp sebat etmek hususunda Peygamberlere (a.s.) uymaktır Şüphesiz bu makam, son derece dehşet verici bir makamdır Çünkü yaratıklarının çoğunun bu makama dirençleri yoktur. Ne var ki, biz yine şöyle diyoruz: Ey insanlar, korkmaymız, üzülmeyiniz, zira Allah'ın dini hususunda hiç bir dar iş yoktur ki, o genişlemesin... Çünkü bu ayette, kolaylığa ve suhulete delâlet eden hususlar bulunmaktadır. Zıra Cenâb-ı Hakk. "dövülenlerin, öldürenlerin yoluna ilet..." dememiş de, tam aksine, "Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna (ilet)" demiştir. O halde, bu ayeti okurken, senin niyetin şöyle demek olsun: "Allah'ım, babamın büyük günahları işlediğini gördüm.. Tıpkı benim işlediğim gibi.. Benim günahlara cüret ettiğim gibi, onun da masiyetlere cüret ettiğim gördüm. Sonra ise. ölümü yaklaştığında tevbe ettiğini ve kötülüklerden döndüğünü, bunun peşinden Senin de. onun cehennemden kurtulmasına ve cennete girmesine hükmettiğini gördüm. Buna göre o, kendisini tevbe etmeye muvaffak kılman ve tevbesını kabul etmiş olman suretiyle, kendilerine nimet vermiş olduğun kimselerden birisidir. Öyleyse ben de diyorum ki, bu tevbe edenlerin derecesini isteyerek, "bizi bunun gibi dosdoğru yola ilet!". Bu mertebeyi elde edince de, peygamberlerin (a.s.) derecelerine uymayı iste.. İşte,sözünün tefsiri budur.
Beşinci vecih:
"Yol" hususunda da, insan âdeta şöyle demiş oluyor "Birçok eşim
ve dostum, beni bir yola; düşmanlarım, ikinci bir yola. şeytan ise, üçüncü bir
yola çekmek istemektedirler. Şehvet, kızgınlık (gazab), km ve hased; ta'tîl,
teşbih, cebr, kader, ırcâ,[97]
vaîd, rafz (rafızîlik) ve hurûc (hancılık).hususlarında da böyledir (onlar da
beni bir yola çekerler). Bütün bunlara karşılık akıl güçsüz, ömür kısa,
yapılacak iş çok, her şeyi denemek tehlikeli, bütün bunlar karşısında hüküm
vermekse zordur. Bütün bunlar arasında şaşırıp kaldım. O halde, beni kendisinden
cennete çıkacağım bir yola hidayet eyle!" "Müstakim" ise,
pürüzsüz ve dosdoğru demektir.
İbrahim b. Edhem'den nakledildiğine göre O, Beytullah'a gidiyormuş. Karşısına, devesine binmiş bir bedevî çıkmış ve, "ey Şeyh nereye?" demiş. Bunun üzerine, İbrahim b. Edhem, "Beytullah'a" diye cevap vermiş. Bedevî, "Sen deli misin? Ne bineğin, ne azığın var, halbuki, yolculuk da alabildiğine uzun" deyince, İbrahim b. Edhem, "benim birçok bineğim var. Ne var ki, sen göremiyorsun" der. Bunun üzerine bedevî, "onlar nedir?" diye sorar. İbrahim b. Edhem şöyle cevap verir: "Bana bir belâ geldiğinde bineğine; bir nimet verildiğinde şükür bineğine; başıma kaza geldiğinde r'iza bineğine binerim. Nefsim beni her hangi bir şeye çağırdığında, kalan ömrümün geçenden daha az olduğunu bilirim." Bunun üzerine bedevî. "Allah'ın izniyle yürü git. Sen binitlısin, bense yayayım" dedi.
Altıncı vecih:
Bazıları sırât-ı müstakîm'in İslâm; bazıları jse Kur'an olduğunu söylemişlerdir
ki, bu doğru değildir. Çünkü, "Kendilerine in’âm ettiğin kimselerin
yola..." (Fatiha. 6) ifadesi sözünden bedeldir. Durum böyle olunca,
takdir şöyle olur: "Bizi, öncekilerden kendilerine in'âm ettiğin
kimselerin yoluna ilet!" Bizden önce geçenlerinse, ne Kur'ân'ları vardı, ne
de müslüman idiler. Bu geçersiz olunca, " ıiaii " sözünden maksadın,
"Bizi, cenneti hak bilmiş ve onu hak etmiş kimselerin yoluna ilet!"
olduğu ortaya çıkar. Cenâb-ı Hakk, lâfzı, cehennemin köprüsünü hatırlatması
için, hepsi aynı manaya olduğu halde lâfzını kullanmış, fakat ve lâfızlarına
yer vermemiştir. Bu nedenle insan, bu kelimeden ötürü kendisini fazla bir korku
ve ürperme içinde hisseder.
" ifadesinin tefsirinde ikinci görüşdeşudur:
"Bizi, bize bağışladığın hidayet üzre kıl!" Bunun bir benzeri de,
Cenâb-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi hidayete ulaştırdıktan sonra,
kalblerimizi sapıtma. (Ali imrân, 8) ayetidir ki, bunun manası da: "Ey
Rabbimiz! Bizi hidayet üzerinde tut!" Nice âlim vardır ki, onun kalbine
küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hakk'dan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru
yoldan, müstakîm dinden dönmüştür.
İkinci fayda:
Birisi, "Niçin " (Bize hidayet et) dedi de " (Bana hidayet et)
demedi?" derse, buna iki şekilde cevap verilir:
Birincisi:
Dua daha umumî olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın cHur. Alimlerden biri
talebesine. "İlk hutbede " (Cenâb-ı Allah senden ve bütün
müslümanlardan razı olsun) diye okuduğunda, " ifadenle beni niyet edersen,
olabilir. Aksi halde bir zorluk yoktur, ancak, saktn hâ, beni dediğinde
unutmayasın Çünkü demen duayı birine has kılmandır. Kabul olunmaması da
caizdir. Ama," dediğinde ise, bu müslümanlar arasında duası kabul olunacak
mutlaka birisi vardır. Cenâb-ı Hakk, birisinin duasını kabul edince, diğerlerinin
duasını geri çevirmez" demiştir. Çünkü O, son derece kerimdir. İşte bu
sebebten dolayı şu, duada örf haline gelmiştir: Dua etmek isteyen kimse, önce
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm getirir, sonra duasını yapar ve duasını
yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm okuyarak bitirir. Çünkü Cenâb-ı Hakk.
Hz. Peygamber (sa.s.)e salat-ü selâm getiren kimsenin duasına icabet eder.
Sonra Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm getiren kimsenin duasının başı ve sonu
kabul olununca ortasının kabul edilmemesi imkânsızdır.
İkincisi:
Hz. Peygamber (s.a.s): "Allah'a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle
dua edin." dedi. Sahabe: "Ya Resûlallah, hangimizin öyle dili
vardır?" deyince de, o,
"Birbirinize dua edersiniz. Çünkü sen onun lisanı
ile, o da senin lisanınla Allah'a isyan etmemiştir" buyurmuştur.
Üçüncüsü:
Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: "Ey kulum, Fatiha Sûresi'nin başında
deyip de (Allah'a hamdederim) şeklinde demeyen sen değil miydin? diyerek, sen
önce, bütün hamdedenlerin hamdini dile getirdin. Aynı şekilde dua ederken de
onları duana kat da " (Bizim hepimize hidayet et) de.
Dördüncüsü:
Kul sanki şöyle der: "Senin Resulünün:" Birlik rahmet, ayrılık ise
azabtır'[98] dediğini duydum. Sana
hamdetmek isteyince de, bütün hamdlerı dile getirerek, dedim. İbadeti dile
getirdiğimde, bütün herkesin ibadetini dile getirerek, dedim. Yardım talebinde
bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek, dedim. Şüphesiz, hidayeti
istediğimde, onu herkes için isteyerek dedim. Salih kimselere uymayı
istediğimde, bunların hepsine uymayı isteyerek, dedim. Huzurundan koğulanlardan
uzaklaşmayı istediğimde, bunların topundan kaçarak, dedim. Dünyada,
peygamberler ve salihlerin yolundan ayrılmadığım için, ahirette de onlardan
ayrılmayacağımı umarım Nitekim Cenâb-ı Allah
"İşte onlar'ÂlIah'm kendilerine nimet verdiği.
Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne
iyi arkadaştır" (Nisa. 69) buyurmuştur.
Üçüncü fayda:
Geometri ile uğraşanlar, doğru çizginin, iki noktayı birbirine birleştiren en
kısa çizgi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre doğru çizgi, bütün eğri
çizgilerden daha kısadır. Binaenaleyh, kul birkaç bakımdan " demiştir:
Birincisi: "Sırât-ı müstakîm, en yakın ve en kısa
yoldur. Ben âcizim. benim acizliğime ancak dosdoğru yol uygun olur"
İkincisi: "'Dosdoğru olan bir tektir. Onun
dışındakiler ise birbirine benzeyen bir sürü eğri-yanlış yollardır. Bu sebeble
yollar birbirine karışır. Ama dosdoğru yola gelince, o başkasına benzemez.
Böylece de bu yol, korkulardan ve belâlardan uzak olarak, en emniyetli yol
olur."
Üçüncüsü: Dosdoğru yol maksada götürür. Eğri'yollar
ise hedefe götürmez. Dördüncüsü: Dosdoğru olan değişmez, eğri olan ise
değişebilir. İşte bu se-beblerden ötürü kul, sırât-ı müstakimi istemiştir En
iyi Allah bilir.
[99]
"Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna
(İlet)"
(Fatiha, 7)
Burada birçok faydalar vardır.
Nimetin tarifinde ihtilaf edilmiştir. Bazıları onu,
"Başkasına, ihsanda bulunarak
yapılmış bir faydadan ibarettir" diyerek tarif etmişlerdir. Bazıları da,
"Başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış güzel bir fayda (menfaat)dan
ibarettir." demişlerdir Bu ikinciler, "Güzel"sözünü ilâve ettik,
çünkü güzel olursa nimet şükre müstehak olur. Nimet çirkin olduğunda ise şükre
müste-hak olmaz" demişlerdir, Gerçek şu ki, tarifi "güzel"
kelimesiyle kayda gerek yoktur Çünkü yaptığı iş mahzurlu da olsa, ihsanda
bulunan kimsenin, ihsanı yüzünden şükrü haketmesı caizdir. Zira şükre müstehak
olma tarafı, günaha ve cezaya müstehak olma tarafından başkadır Bunların bir
arada bulunmaları imkânsız değildir Görmez misin ki fâsık, başkasına iyilikte
bulunmuş olmasıyla şükre; Allah'a isyan etmiş olmasıyla da kınanmaya müstehak
olmuştur. Burada da durumun aynı olması niçin caiz olmasın?
Yukarıda geçen ilk tarifin izahına dönüyor ve şöyle
diyoruz: Tarifte "fayda" dedik, çünkü sırf zarar olan şey nimet
olmaz; "ihsanda bulunarak yapılmış" kaydına gelince, bu böyledir
Çünkü, ihsan gerçek bir fayda olsa ve onu yapan kimse, onunla kendisine ihsan
edilen kimsenin menfaatini değil de kendi menfaatini gözetmiş olsa, bu da bir
nimet olmaz. Bu tıpkı, sırtından daha çok kazanmak için cariyesine ihsanda
bulunan kimsenin haline benzer.
Nimetin tarifini iyice anladığında, buna birçok
hususun dayanmış olduğunu göreceksin:
[100]
İnsanlara ulaşan her fayda ve savuşturulan her zarar,
Cenab-ı Hakk'ın "Size olan her nimet Allah'tandır"
(Nahl 53) buyurduğu gibi, Allah Teâlâ'dandır. Sonra
nimet üç kısma ayrılır.
a-) Yalnız
Allah'ın yarattığı nimet; yaratmak ve rızık vermek gibi.
b-)
Görünürde bize, Allah'tan başkası tarafından gelen, ama aslında Allah
Te-âlâ'dan olan nimet. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu nimeti, nimet vereni
ve bu nimete vesile olanın kalbinde, bu nimeti verme arzusunu yaratandır.
Ancak. Hakk Teâlâ, bu nimeti, şu kulunu vasıta kılarak verdiği için, şu kula
teşekkür edilmiştir Fakat gerçekte teşekküre lâyık olan. Allah Teâlâ'dır. İşte
bu sebeble Cenâb-ı Hakk, Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak Banadır"
(Lakmân, 14) diyerek, mahlûkatın nimet vermesinin, ancak Allah'ın nimet
vermesiyle tamamlanacağına dikkat çekmek için, önce kendisini zikretmiştir.
c-) Bizim
itaatte bulunmamız sebebiyle bize ulaşan nimetler... Bunlar da Allah'tandır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk, bizi taata muvaffak kılıp taatlara karşı bize yardım
etmemiş, bizi onlara iletmemiş ve taatlara mâni olacak sebebleri ortadan kaldırmamış
olsaydı, bunlardan hiç birine ulaşamazdık. Bu izahımıza göre gerçekte, bütün
nimetlerin Allah'tan olduğu ortaya çıkmış olur.
[101]
Cenâb-ı Hakkın kullarına verdiği ilk nimet, onlara hayat
vermesidir. Bunun böyle olduğuna akıl da nakil de delâlet eder
Aklî delil şudur ki: Bir şeyin nimet olması için,
ondan faydalanılması mümkün olmalıdır. Bir şeyden faydalanmak ise, hayatın
bulunmasıyla mümkün olur. Çünkü cansız ve ölü kimsenin her hangi bir şeyden
faydalanması mümkün değildir. Böylece nimetlerin tamamının aslının
"hayat" olduğu ortaya çıkmış olur.
Naklî delile gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın
"Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi
diriltti" (Bakara, 28) deyip, peşisıra, "Yerde ne varsa hepsini sizin
için yaratan O'dur" (Bakara. 29) buyurarak, önce "hayaf'ı, ikinci kez
de kendisinden faydalanılan şeyleri zikretmiştir. Bu da bütün nimetlerin
aslının "hayat nimeti" olduğunu gösterir.
[102]
Alimler, Allah'ın kâfire nimet verip vermediği
hususun- da ihtilaf etmişlerdir Bazı arkadaşlarımız, "Allah'ın kâ-
fire nimeti yoktur" demişlerdir. Mutezile de,
"Allah'ın kâfire hem dJnî hem dünyevî nimetleri vardır" demişler-
dir. Arkadaşlarımız görüşlerinin doğruluğuna aklî ve
naklî bakımdan delil getirmişlerdir. Nakfî delilleri bazı ayetlerdir:
Bunlardan birincisi: Cenâb-ı Allah'ın "Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet)" (Fatiha. 6) ayetidir. Bu böyledir,
zira, Cenab-ı Hakk'ın kâfire nimeti olsaydı, onlar da "kendilerine nimet
verdiğin" sözüne dahil olurlardı. Şayet bu böyle olsaydı, o zaman;
"Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet
verdiğin'kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) sözü kâfirlerin yolunu da
istemek manasına gelirdi ki bu batıldır. Böylece bu ayetle, Cenâb-ı Hakk'ın
kâfirlere her hangi bir nimetinin olmadığı ortaya çıkmış olur. Eğer muhalifler,
"Ayetteki, (harfi tarifi cins ifade eden)" kelimesi bu görüşü
reddeder" derlerse, deriz ki;"
sözü," den bedeldir. Bu sebeble takdir "Kendilerine nimet
verdiğin kimselerin yoluna ilet" şeklinde olur. Böylece de söz konusu oian
mahzur geri dönmüş olur.
İkinci ayet; Cenâb-ı Allah’ın
"İnkâr edenler, onlara, onların iyiliğine olarak
mühlet tanıdığımızı sanmasınlar. Onlara fırsat verişimiz, ancak günahlarım
artırmaları içindir" (Âl-ı imrân. 178) ayetidir.
Aklî delile gelince bu şudur: Dünya nimetleri, devamlı
olacak olan ahiret azabına karşılık, deryadaki bir damla kadardır. Böylesi bir
şey ise nimet olmaz. Bunun delili şudur: Helvaya zehir katan bir kimse,
meydana gelecek büyük zarara karşılık faydası önemsiz kalacağı için, bu
helvadan meydana gelecek faydayı bir nimet kabul etmez. Bunda da durum aynıdır
'Allah'ın kâfire birçok nimeti vardır'" diyenler,
bu görüşlerine, şu ayetleri delil getirdiler:
Birincisi:
Cenâb-ı Allah'ın
"Ey insanlar, sizi ve sizden Öncekileri yaratan
Rabbinize ibadet ediniz. Tâki takva sahibi olasınız. O Rabb ki, yeryüzünü sizin
için bir döşek, gökyüzünü de bir bina yaptı." (Bakara. 21-22) ayetidir.
Böylece Cenâb-ı Allah, bu büyük nimetlerden dolayı, herkesin Allah'a itaat
etmesinin farz olduğuna dikkat çekmiştir.
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler
ölüler idiniz de O sizi diriltti" (Bakara. 28) ayetidir. Cenâb-ı Hakk,
bunu başa kakma ve verdiği nimetleri açıklama sadedinde söylemiştir
Üçüncüsü:
Cenâb-ı Allah'ın
"Ey İsrâiloğullan, size in'âm ettiğim nimetlerimi
hatırlayınız " (Bakara, 40) ayetidir. Dördüncüsü: Allah'ın
"Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır" (Sebe.
13) ayeti ve iblisten (nakledilen)
"Sen, o kulların çoğunu şukredici bulamayacaksın
" (Araf, 17) sözüdür. Şayet kâfirler için nimet olmamış olsaydı,
(ayetlerde geçtiği gibi) onların şükretmeleri gerekmez ve şükretmemeleri de bir
günah olmazdı. Çünkü şükretmek, ancak nimet bulunduğu zaman mümkündür.
[103]
Cenâb-ı
Allah'ın "Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin
yoluna ilet" (Fatiha. 6) ayeti, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın halifeliğine
delildir. Çünkü, daha önce, ayetin takdirinin "Bizi kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna hidâyet et" şeklinde olduğunu zikretmiş idik. Allah
Teâlâ ise, bir başka ayetle, "kendilerine nimet verdikleri
kimselerin" kimler olduklarını açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"İşte onîâr, Allah'ın kendilerine nimet verdiği,
peygamberler, siddıkler, şehid-ler ve sâlih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi
arkadaştır" (Nisa. 69),Şüphe yok ki sıddîklerin başı ve reisi Ebû Bekir
es-Sıddîk (r.a.)'dır: Öyleyse ayetin manası, "Allah, bize Hz. Ebu Bekir
(r.a.) ve diğer sıddîk kulların üzerinde oldukları hidayeti istememizi
emretmiştir" şeklindedir. Şayet, Hz. Ebu Bekir bir zalim olsaydı, ona
uymamız caiz olmazdı. Bu söylediğimiz husus ile, ayetin Hz, Ebû Bekir'in
halifeliğine delil olduğu ortaya çıkar.
[104]
Asıl nimet iman nimetidir.
Allah Teâlâ'nın (Kendilerine in'âm ettiğin
(kimseler)" (Fatiha'efayetı, üzerinde Allah'ın nimeti olan herkesi içine
alır. Bu nimetten murad ya dünya nimetidir ya da dm nimetidir. Bunun dünya
nimeti olması yanlış olunca, bundan muradın din nimeti olduğu anlaşılmış olur
Bu sebeble diyoruz ki: İmanın dışındaki her dinî nimet, imanın bulunmasıyla
kayıtlıdır. İmanı meydana getiren nimete gelince, bu nimetin diğer dinî
nimetler olmaksızın da meyd îna gelmesi mümkündür. Bu, sözünden muradın, iman
nimeti olduğuna delâlet eder. Böylece. Cenâb-ı Hakk'ın "Bizi dosdoğru yola
(sırât-ı müstakime), kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet"
(Fatiha. 6) sözünün özü, bunun iman nimetini istemek olduğudur Bu temel sabit
olunca, deriz ki: Buna bazı hükümler istinad eder:
Birinci hüküm:
Bu ayetteki nimetten muradın iman nimeti olduğu sabit olunca, ayetin lafzı, bu
nimeti verenin Allah Teâlâ olduğunu açıkça gösterir. Böylece sabit olur ki:
İmanı yaratan ve imam veren Allah Teâladır Bu da.mutezilemin görüşünün
yanlışlığını gösterir Çünkü iman, en büyük nimettir. Eğer imanın faili kul
olursa, kulun nimet vermesi, Allah'ın nimet vermesinden daha şerefli ve daha
yüce olur. Eğer bu da böyle olsaydı. Allah'ın, nimet vermeyi tazim mevkiinde
zikretmesi güzel olmazdı.
İkinci hüküm:
Müminin, cehennemde ebedî olarak kalmaması gerekir Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, sözü,
bu nimet vermeyi, yüceltme mevkiinde zikretmiştir. Şayet bu nimetin, ebedî
azabı savuşturmada bir tesiri olmasaydı, bunun faydası az olur, Cenâb-ı
Hakk'ın da bunu tazim makamında zikretmesi güzel olmazdı.
Üçüncü hüküm:
Ayet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk'a, din hususunda "salah" ve
"âslah"[105]
gözetmesinin farz olmadığına delâlet eder. Çünkü, eğer doğruya iletme (irşâd),
Allah'a farz olsaydı, bu bir nimet sayılmazdı. Zira, yapmaya mecbur olunan bir
şeyi yapmak, bir nimet verme değildir. Cenâb-ı Hakk, bunu bir nimet verme
olarak isimlendirdiği için, bunun Allah'a vâcib olmadığını anlıyoruz.
Dördüncü hüküm:
Ayetteki, "nimet verme"den kastedilenin, "Allah Teâlâ'nın mükellefi
imana kadir kılması, ona iletmesi ve onun mazeret ve engellerini
kaldırması" olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü bunların hepsi,
kâfirler için de vardır Cenâb-ı Allah'ın, bu muktedir kılma ve imanın
engellerini kaldırma bütün insanlar için umumî olduğu halde, bu nimet vermeyi
bazı mükelleflere ait kılmasından, ayetteki in'âmdan muradın, imana muktedir
kılmak ve onun önündeki engelleri kaldırmak olmadığını anlamış oluyoruz.
[106]
"Gazaba uğrayan ve sapıkların (yoluna
değil)" (Fatiha 7)
Burada birçok faydalar vardır.
Birinci fayda:
Meşhur olan görüşe göre "gazaba uğrayanlar" yahûdîlerdir. Nitekim
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Allah'ın lanet edip aleyhine şazab ettiği
kimseler" (Mâide 60) Ayetteki "Sapıklar";
"Daha önce muhakkak ki saptılar ve birçok kimseyi de sapıttılar. Onlar dümdüz yoldan sapmışlardır" (Mâde. 77) ayetinin de gösterdiği gibi hıristıyanlardır, "Yaratıcıyı inkâr edenlerle müşrikler din bakımından hırıstıyan ve Yahûdîlerden daha pistirler; bu nedenle, onların dinlerinden sakınmak daha evlâ olur denilerek bu görüşün zayıflığı ileri sürülmüştür. Tam aksine evlâ olan, "kendilerine gazab olunan kimselerin görünen amellerde hata eden kimselere (ki bunlar da fasıklardır), "sapıtanlar" sözünün de, inanç bakımından hata eden kimselere hamle-dilmesidir. Çünkü lâfız, umumîdir; umumî olan lâfzı kayıtlamaksa, aslolanın aksine bir hareket tarzıdır. "Kendilerine gazab edilmişlerin kâfirler; "sapıtanların" ise, münafıklar olduğunu söylemek ihtimal dahilindedir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nin ilk beş ayetinde müminleri zikrederek, onları medhet-miş; sonra, O kâfirler yok mu,,.." (Bakara, 6) diyerek, kâfirlerden bahsetmiş; daha sonra da
"İnsanlardan, iman ettik diyenler vardır" (Bakara. 8) diyerek, münafıklardan bahsetmiştir. Burada da, aynı şekilde " diyerek önce müminlerden başlamış, sonra diyerek kâfirleri zikretmiş, daha sonra da diyerek, münafıklardan söz etmiştir.
İkinci fayda:
Cenâb-ı Hakk, onların sapıtmış olduklarına hükmedince, onların
mümin olmaları imkânsız olmuştur. Aksi halde, Allah'ın
doğru olan haberi, yalana dönüşmüş olur ki; bu imkânsızdır. Muhal olana
götüren şey de, imkânsızdır.
Üçüncü fayda:
Allah Teâlâ'nın sözü, melekler ve peygamberlerden hiçbirinin, Allah'ın
kendilerine nimet verdiği kimselerin amellerine ters olan bir amele;
kendilerine nimet verdiği kimselerin inancına ters olan bir inanca
yönelmediklerine delâlet eder. Çünkü, bunlardan böyle bir şey sadır olmuş
olsaydı, muhakkak ki haktan sapmış olurlardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Hakdan
sonra, ancak sapıklık vardır" (Yûnus. 32) buyurmuştur. Eğer onlar
sapıtmış olsalardı, onlara tâbi olmak caiz olmaz ve onların yoluyla da hidayete
erişilmezdi, Böylece de onlar, Cenâb-t Hakk'ın sözünün kapsamının dışına çıkmış
olurlardı. Bunun böyle olması geçersiz olunca, biz bu ayetle peygamberler ve
meleklerin ismetini anlamış oluruz.
Dördüncü fayda:
İlâhî gazab ne demektir? "Gazab", intikam alma arzusuyla, kalbteki
kanın kabardığı sırada meydana gelen bir değişikliktir. Bil ki, böyle bir şey
Allah hakkında imkânsızdır. Ancak burada umumî bir kaide vardır ki, o da şudur:
Nefsanî hallerin tamamının, {ki bunlardan maksadım acıma, neşe, sevinç, öfke,
utanma, kıskançlık, hile ve tuzak, kibir ve alaydır) bir başlangıç) bir de sonu
vardır. Meselâ öfkenin başlangıcı, kalbdekı kanın kabarması; sonu ise,
kendisine kızdığı kimseye zarar vermek istemesidir. Buna göre "gazab"
lâfzı, Cenâb-ı Allah hakkında, kalbteki kanın kabarması manasında olan
başlangıcına hamledilemez. Belki, "zarar vermeyi istemek" manasına
olan neticesine hamledilebilir. "Haya" da böyledir Bunun bir
başlangıcı vardır. O da insanda meydana gelen bir inkisar halidir.
"Hayâ"nın gayesi de, bir işi terketmektir. Buna göre "haya"
lâfzının Allah hakkında, "işi terketme" manasına hamledılmesi caiz,
fakat "nefsin inkisarı" manasına hamletmek ise caiz değildir. İşte
bu, bu konuda çok kıymetli bir kaidedir.
Beşinci fayda:
Mutezile, "Allah'ın onlara gazab etmesi onların, kendi iradeleriyle,
yasak olan şeyleri yapmış olduklarını gösterir Aksi halde, Allah'ın onlara gazab
etmesi, Allah'tan onlara bir zulüm olurdu" dedi. Ehl-i sünnet ise,
"Cenâb-ı Hakk, onlara kızdığını zikredip peşi sıra da onların sapıtmış
olduklarını ekleyince, bu ifade tarzı, Allah'ın onlara gazab etmesinin,
onların sapıtmış olmalarının illeti olduğunu gösterir. Buna göre de Allah'ın
sıfatı, kulun sıfatında müessir olmuş olur. Ama, onların sapıtmış olmaları,
onlara Allah'ın gazab etmesini gerektirir dersek, bu ifadeye göre, kulun
sıfatı, Allah'ın sıfatında müessir olmuş olur ki, bu da imkânsızdır
Altıncı fayda:
Fatiha Sûresi'nin evveli Allah'a hamdetmeyı, O'na sena etmeyi ve O'nu övmeyi
ihtiva eder Sonu ise O'na iman etmekten
ve O'na itaati kabul etmekten yüz çevirenleri kınamayı ihtiva eder. Bu da bütün
hayırların kaynağının ve mutlulukların dibacesinin Allah'a yönelmek; belâların
kaynağının ve korkuların başının da Allah'tan yüz çevirmek, O'na itaatten
uzaklaşmak ve O'na hizmet etmekten kaçınmak olduğuna delâlet eder
Yedinci fayda:
Bu ayet, mükelleflerin üç kısım olduğunu gösterir: 1-) İtaat edenler, sözü
bunlara işaret eder. 2-) Günah işleyenler, sözü ile bunlara işaret edilmiştir.
3-) Allah'ın dini hususunda cehalet ve küfür içerisinde olanlar," sözüyle
de bunlara işaret edilmiştir. Şayet, Allah'a âsi olanların, niçin kâfirlerden
önce zikredildikleri sorulursa, deriz ki: Bu günah işleyenlerden her biri,
küfürden sakınmakla birlikte, fısktan sakınmaz. Bu sebeble fısktan sakınmama
mühim bir husus olmuş olur. Bundan dolayı da önce o zikredilmiştir.
Sekizinci fayda: Bu son ayet hakkında bir soru vardır. O da şudur: 'Allah'ın gazabı, o
çirkin ve günah işin o kuldan sâdır olacağını Allah'ın bilmesiyle birlikte
ortaya çıkmıştır. Bu bilginin ise ya kadîm ya muhdes (sonradan meydana gelmiş)
olduğu söylenebilir. Eğer bu bilgi kadîm ise, kulun varlık âlemine girmesiyle
devamlı olan bir azabtan başka hiç bir şeyden istifade edemeyeceğini bile
bile, Cenab-ı Allah niçin onu yokluktan var edip onu yarattı? Bir şeye kızan
kimsenin o şeyi yoktan var etmeye ve icat etmeye yönelmesi nasıl düşünülebilir?
Ama bu bilginin hadis (sonradan olma) olduğu söylenirse, o zaman Cenâb-ı Hakk
hadis olan şeylere mahal olmuş olur. Bir de bu ilmi ihdas etmek kendinden önce
geçmiş bir ilme muhtaç olur ki bu teselsüldür. Teselsül ise muhaldir." Bu
sorunun cevabı şudur: Cenab-ı Allah istediğini yapar, dilediğine hükmeder.
Dokuzuncu fayda: Ayet hakkında, diğer bir soru da şudur: "Allah'ın nimet verdiği
kimsenin, gazab olunmuşlardan ve sapılmışlardan olması imkansızdır. Cenâb-ı
Hakk," sözünü zikrettikten sonra,
peşine " ayetini getirmesındeki hikmet nedir?" Buna cevabımız şudur:
İman, ancak havf (korku) ve recâ (ümit) ile mükemmel olur. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Eğer müminin korkusu iie ümidi karşılıklı tartılsa,
ikisi birbirine denk olurlar[107]
buyurmuştur Bu hadise göre, Cenâb-ı Allah'ın sözü tam ümidi; sözü de tam
korkuyu gerektirir Bu durumda da iman her iki rüknü ve her iki tarafı ile
kuvvet bulmuş olur ve kemâl derecesine ulaşır.
Onuncu fayda: Ayette bir başka soru daha vardır ki o da şudur: "Cenâb-ı Allah'ın, makbul kimseleri bir gurup, -ki bunlar Allah'ın nimet verdiği kimselerdir-reddolunan kimseleri de, kendilerine gazab edilmiş olanlar ve sapıtanlar olmak üzere iki gurup kılmasındaki hikmet nedir?" Buna cevabımız şöyledir: Kendilerine Allah'ın nimetleri tam olan kimseler (bizzat Hakk'ın bilgisi ve bununla amel ettikleri için, hayrı birleştiren kimselerdir ki Cenâb-ı Hakk'ın " sözü ile kastedilenler işte bunlardır. Burada amel şartı bozulursa bu kimseler fâsıklardır, " ile kastedilenler bunlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Her kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası
içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş ve
lânetlemiştir" (Nisa, 93) buyurmuştur. Eğer bundan ilim şartı yok olursa,
böyle olan kimseler sapıtanlardır. Çünkü Cenâb-ı Allah:
"Artık Hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan ne
kalır!" (Yunus. 32) buyurmuştur. Bu, Fatiha Sûresi'nin her bir ayetinin
tafsilatlı olarak tefsiri hususundaki son sözümüzdür. En iyi Allah bilir.
[108]
Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir Ahiret âlemi ise,
sefa âlemidir Buna göre dünyaya nısbetle ânı ret, fere nisbetle asıl ve
gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu se-beble dünyada bulunan her şeyin ahirette
bir aslının bulunması gerekir Aksi halde dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir
serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi. Ahirette bulunan
herşeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde ahiretteki o
şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlul gibi olurdu. Buna göre ruhanî
âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir. Ruhanî
varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı olduklarında şüphe yoktur.
Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükemmeli ve en
değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasaklan
altında olması gerekir Nitekim Cenâb-ı Hakk,
'(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir Arşın sahibi
(olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir
emindir" (Tekvtr, 20-21) buyurur. Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli,
en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun
dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna
göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır. İkinci itaat olunan ise,
cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii,
ikincisi de süflî âiemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler
âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat
mercii arasında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir.
Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının
itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir;
tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette,
mutluluklar tamamlanır.
Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün
durumunun kemâli, Allah'a davet etmesinde görülür. Bu davet ise, ancak Cenâb-ı
Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da;
"Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç
birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi
bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285).
Peygamberlerin hükümleri arasında;
"O'nun peygamberlerinden hiç birisini
diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulunur. İşte bu dört husus, rubûbiyyet
bilgisi olan, 'mebde" (başlangıç) bilgisine taalluk etmektedir. Bundan
sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir
ki, bu da iki şeye dayanır Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise
"kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın;
"Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür.
Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol almak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl
ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın
"Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere
ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak,
O'nun bağışlamasını ve affetmesini istemektir. Sonra, zikredilen bu dört aslın
bilgisi ile,Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu
"mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca
geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için
hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz. Bu da, Cenabı Hakk'ın Dönüş Sanadır
sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde",
"vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç olduğu
ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur Bu dört şey,
Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat"
olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan
"Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey
Rabbimiz, bizi bağışlamanı düiyoruz"u arılamakla mükemmel olur. "Meâd"ın
bilgisi ise. tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna
göre, işin başlangıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur
Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, yakarma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.
Birinci mertebe: Hakk Teâlâ'nın "Ey
Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286)
sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler,
Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb,41) "Unuttuğun zaman, Rabbini
an." (Kehf,24) "İyice
düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf,
201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" {insan. 25) buyurmuştur. Bütün bu
zikir ve anmalar, ancak sözü ile elde
edilir.
İkinci mertebe:
"Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük
yükleme" (Bakara. 286) ayetidir Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a
hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " sözüyle elde edilir.
Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme"
(Bakara. 286) ayetidir. Bu da. Cenâbı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir.
sözü de, bunu ifade eder.
Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve
hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun,
sözüdür
Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür "Çünkü dünyada biz sana
ibadet ettik ve
her işimizde senden
yardım istedik." Bu
da sözüdür.
Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. 'Çünkü, bizi dosdoğru olan
yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."
Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, binaenaleyh kâfir kavimlere karşı bize
yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da sözünden kastedilendir.
İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi
mertebeyi, Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde
söylemiştir. Miracdan inince, kaynağın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu
Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu. Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni
okursa, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani
ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan maşdara
doğru yükselirler. İşte bu sebebten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Namaz,
müminin miracıdır" buyurmuştur.
[109]
Şeytanın insana nüfuz edebildiği yollar, aslında
üçtür. Bunlar şehvet, gazap ve nevadır. Buna göre şehvet, hayvanî; gazap,
parçalayıcı ve hevâ da, şeytanîdir. Buna göre, şehvet bir afettir. Ne var ki,
gazap ondan daha büyüktür. Gazap, bir afettir, ne var ki, hevâ ondan daha
büyüktür. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın
"Çünkü namaz edebsizlikten nehyeder"
(Ankebut, 45).Bu ayetteki "fahşâ"dan mu-rad, şehvet eserleridir, Ayetin
devamında gelen "münker"den maksad, gazab eserleridir,
"bağy" dan maksat ise hevâ eserleridir. Buna göre insan, şehvet ile
nefsine, gazap ile başkasına zulmetmiş olur, hevâ ile de zulmü Cenâb-ı
Allah'ın celâline taşmış olur. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Zulüm üç kısımdır: Affolunmayan zulüm, peşi
bırakılmayan zulüm, Cenâb-ı Allah'ın peşini bırakması (affetmesi) umulan zulüm.
Affolunmayan zulüm, Allah'a şirk koşmaktır. Peşi bırakılmayan zulüm kulların
birbirlerine yapmış oldukları zulümdür. Allah'ın, peşini bırakması umulan
zulüm ise, insanın kendine yapmış olduğu zulümdür"[110]
Bu hadîse göre affolunmayan zulmün kaynağı hevâ, peşi
bırakılmayacak olan zulmün menşei gazap ve Cenâb-ı Allah'ın, peşini bırakması
(affetmesi) umulan zulmün kaynağı ise şehvettir. Sonra bunların her birinin bir
neticesi vardır. Buna göre hırs ve cimrilik, şehvetin; kendini beğenme ve
kibir, gazabın; küfür ve bidat da hevânın neticesidir. Bu altı şey insanda
bulunduğu zaman, bir yedinci şey daha meydana gelir ki, o da hasettir. Haset
ise, kötü ahlâkın zirvesidir. Şeytan, kınanmışların en ilerisi olduğu gibi...
İşte bu sebebten dolayı. Cenâb-ı Hakk, insana ait serlerin hepsinin,
"Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden
sığınırım." (Feiâk, 5) diyerek, "ha-sed ile", zirvesini
göstermiştir. Nitekim şeytana ait bütün kötülüklerin zirvesinde Vesvese"
olduğunu;
"Gerek cinden gerek insandan olsun, o şeytan
insanların göğsüne daima vesvese verendir" (Nâs, 5-6) diyerek
göstermiştir. Şeytan da vesveseden daha şerli bir şey olmadığı gibi, insanda da
hasedden daha kötü bir şey yoktur Hatta bundan öteye, "Hased eden,
iblisten daha şerlidir" denilmiştir. Çünkü, anlatıldığına göre iblis
Firavun'un kapısına varmış ve kapıyı çalmış. Firavun: "Kim O?"
deyince de, iblis: "Eğer sen tanrı olsaydın beni bilirdin" demiş.
İblis eve girince de Firavun; "Yer yüzünde seninle benden daha şerli bir
kimse tanıyor musun?" diye sormuş. Buna cevaben iblis: "Evet, bu
hased eden kimsedir. Çünkü hasedimden ötürü ben bu belâya düştüm" demiş.
Bunu iyice kavradığında deriz ki: Kötü huyların temeli
şehvet, gazab ve nevadır. Bu üçünden doğan şeyler ise şu zikredilen yedi
şeydir (Hırs. cimrilik, ucub, kibr, küfür, bidat ve haset). İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Allah yedi ayet olan Fatiha Sûresi'ni indirmiştir. Bu yedi ayet, geçen
yedi belayı defetmek içindir. Fatiha Sûresi'nin kökü besmeledir. Bu besmelede
de üç isim vardır Bu üç isim ise temel üç bozguncu ahlâka karşılıktır (şehvet,
gazab ve hevânın). Buna göre şu temel olan üç isim, kötü ahlâkın üç esasının;
Fatiha Sûresi'nin yedi ayeti de, yedi kötü huyun mukâbilindedir. Sonra
Kur'ân'ın tamamı sanki Fatiha Sûresi'nden çıkmış dallar budaklar gibidir. Aynı
şekilde bütün kötü huylar da, bu yedi kötü huydan çıkan dallar ve budaklar
gibidir.
Üç esas isim karşılığında olan üç temel kötü huyun
izahına gelince, deriz ki Allah'ı tanıyıp, O'ndan başka mâbud bulunmadığını
bilen herkesten, şeytan ve hevânın tesiri uzaklaşır Çünkü hevâ, Allah'ın
dışında ibadet olunan bir ilâhtır Zira Cenâb-ı Hakk,
"Hevâsını ilâh edineni gördün mü?" (Câsıye,
23) buyurmuştur. Ve yine Allah Hz. Musa'ya- "Ey Mûsâ. hevâna muhalefet et.
Çünkü ben nevadan başka benim mülkümde bana karşı koyan bir mahlûk yaratmadım"
demiştir. Allah'ın Rahman olduğunu bilen kimse kızmaz, çünkü kızgınlığın
kaynağı hükümran olma ve yönetme isteğidir. Halbuki "velayet".
Rahmân'a aittir. Zira Cenâb-ı Hakk,
"O gün gerçek mülk, Rahmân'indır." (Furkân,
26) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahîm olduğunu bilen kimsenin. O'nun rahim
olması hususunda O'na benzemeye çalışması gerekir. Rahîm olunca da. nefsine
zulmetmez, böylece de nefsini hayvanlara ait işlere bulaştırmaz.
Fâtiha'nın yedi ayeti mukabilinde olan bu yedi kötü
huya gelince, bu karşılıklı olma durumunu açıklamadan önce, başka bir
incelikten bahsedelim. Bu incelik şudur: Cenâb-ı Hakk, besmelede zikretmiş
olduğu bu üç ismi Fatihada da zikredip, burada bu üç isimle beraber
"Rabb" ve "Mâlik" isimlerini de zikredince deriz ki,
"Rabb" ismi Rahîm'e yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk
"Rahîm olan Rabb'den sözlü bir selâm vardır"
(Yâsm, 58) buyurmuştur. "Mâlik" de Rahmân'a yakındır. Nitekim,
Cenab-ı Hak,
"O gün gerçek mülk, Rahmân'mdır" (Furkân,
26) buyurmuştur Böylece bu üç isim "Rabb", "Melik" ve
"İlâh" olarak ortaya çıkmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk
Kur'an sûrelerinin sonuncusunu bu üç isimle bağladı. Buna göre takdir, sanki
şöyle denilmiş olmasıdır: Şayet sana şeytan şehvet tarafından gelmek isterse,
"İnsanların Rabbine sığınırım'' (Nas. 1) de! Eğer
gazab tarafından yaklaşmak isterse, "İnsanların Melikine" de; hevâ
cihetinden gelmek isterse, "İnsanların ilâhına" de!
Bu yedi şeyin yedi ayete karşılık olmasını izaha
başlıyor ve şöyle diyoruz: Kim " derse, Allah'a şükretmiş ve eldekiyle
yetinmiş olur. Böylece de, şehveti yok olur. Kim O'nun âlemlerin Rabbi olduğunu
bilirse, bulamadığı ve elde edemediği şeyler hususundaki hırsı; elde ettiği
şeyler hususundaki cimriliği zail olmuş olur. Böylece de ondan şehvet ve onun
lezzetlerinin belâsı savuşmuş bulur. Kim Allah'ın Rahman ve Rahîm olduğunu
bildikten sonra, O'nun din gününün sahibi de olduğunu bilirse, gazab ve öfkesi
zail olur.
Kim, " derse, birincisiyle (Yalnız sana ibâdet
ederiz) kibri; ikincisiyle de (Yalnız senden yardım isteriz) kendini beğenmesi
yok olmuş olur. Böylece de ondan, gazab ile ondan meydana gelmiş olan kibir ve
kendini beğenme afeti savuşmuştur.
"Bizi dosdoğru yola ilet!" deyince de ondan
hevâ şeytanı bertaraf olmuş olur,
"Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna.."
deyince ise, kendisinden küfür ve şüphe gitmiş olur.
"Kendilerine gazab olunmuşların ve sapılmışların
yoluna değil" dediği zamansa, ondaki bidatler savuşmuş olur. Böylece,
Fâtiha'nın bu yedi ayetinin bu yedi kötü ahlâkı defetmiş olduğu ortaya çıkar.
[111]
"Bu fasıl. Fatiha Süresi'nin mebde' (başlangıç),
vasat (orta) ve me'âd (sonuç, âhiret) bilgisi hususunda insana lâzım olan her
şeyi ihtiva ettiğini açıklamak hususundadir"
sözü, Hâlik-i muhtar'ın (iradesi hür Yaratıcının)
varlığına işarettir. Bunun izahı şöyledir: Kur'ân'da Yaratıcı'yı isbat
hususunda dayanılan esas, insanın yaratılmasıyla buna istidlal etmektir.
Görmüyor musun İbrahim (a.s.) şöyle demiştir:
"Rabbim dirilten ve öldürendir." (Batara.
258), Bir başka ayette de şöyle der:
"O, beni yaratan ve bana hidayet edendir."
(Şuarâ, 78). Mûsâ {a.s.)
"Bizim Rabbimiz, herşeyi yaratan ve sonra da
onların tutacağı yolu gösterendir" (Tâhâ, 50) buyurmuştur. Bir başka
ayette de
"O sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbidir"
{Duhân, 8) demiştir. Cenâb-ı Allah, Bakara Süresi'nin başında:
"Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de
yaratan Rabbinize kulluk edin. Tâki takva sahibi olasınız" {Bakara. 21)
buyurmuştur ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirdiği ilk ayetlerde şöyle demiştir:
"Yaratan Rabbinin adı ile oku. O, insanı alakadan
yaratmıştır" (Alak. l-2).Bu altı ayet, Allah Teâlâ'nın, insanın
yaratılması ile Yaratıcının varlığına istidlalde bulunduğunu gösterir Kur'ân'ı
iyice düşündüğünde, onda bu çeşit pek çok istidlalin olduğunu görürsün.
Bu delil, haddizatında bir delil olduğu gibi, aynı
zamanda büyük bir nimettir. Bu durum, kula Allah'ın varlığını tanıtması
bakımından bir delil, kula Allah tarafından gelen büyük bir menfaat olması
cihetiyle de bir in'âmdır. Öyleyse o bir cihetten delil, bir başka cihetten de
in'ârn (nimet verme)dır. İn'âm ancak in'âm edenin, nimet ulaştırma gayesini
taşıması durumunda övgüye değer. İnsan bedeninin yaratılması da böyledir.
Çünkü muhtelif karakterli, şekilli ve biçimli uzuvların, cüzleri birbirine
benzeyen bir nutfeden (meni damlasından) meydana gelmesi, ancak Yaratıcı olan
Allah Teâlâ, bu uzuvları o biçim ve karakterlerde var etmeyi dilediği zaman
mümkün olur Öyleyse bu farklı uzuvların meydana gelmesi, her şeyi bilen, her
şeye kadir, rahmetinin ve ihsanının hükmüyle ve her türlü faydamıza uygun ve
elverişli olacak bir biçimde bu uzuvları yaratmayı dilemiş olan bir Yaratıcının
varlığına delâlet eder. İşte durum ne zaman böyle olursa, bunu yapan hamd-ü
senaya hak kazanır. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın sözü, Yaratıcının varlığına,
ilmine, kudretine, rahmetine, hikmetinin kemâline ve hamd-ü sena ile her türlü
tazime müstehak olduğuna delâlet eder Böylece de sözü, bütün bu manalara
delâlet etmiş olur.
sözüne gelince, bu da, bu ilâhın bir olduğuna, bütün
âlemlerin O'nun mülkü ve milki olduğuna, âlemde O'ndan başka hiç bir ilâh
bulunmadığına ve O'ndan başka hiç bir mâbud olmadığına delâlet eder.
sözüne gelince, bu, kendisinden başka hiç bir ilâh
olmayan bu tek ilâhın, kul için, ölümden önce, ölüm esnasında ve ölümden sonra,
rahmetin, keremin, lütuf ve ihsanın kemâli ile nitelenmiş olduğunu gösterir.
sözü de, bu günden başka, içinde iyinin kötüden
ayrılacağı ve mazlumun hakkının zalimden alınacağı bir başka günün (ahiretin)
olmasının, Allah'ın rahmetinin ve hikmetinin gereklerinden olduğuna delâlet
eder. Şayet ölümden sonra diriliş ve haşr olmamış olsaydı, bu, Allah'ın rahman
ve rahîm olmasına zarar verirdi. İşte bunu iyice anladığın zaman sözünün bir
Hâlik-i muh-târ'a;" sözünün, bu Yaratıcı'nın birliğine (vahdaniyetine);
sözünün, O'nun dünyadaki ve âhiretîeki rahmetine; sözünün de, ahiret yurdunu yaratmış
olduğu için, rahmetinin ve hikmetinin ne kadar mükemmel olduğuna delâlet
ettiğini görürsün. İşte buraya kadar anlattıklarımızla, kulun rubûbiyyet
bilgisi konusunda muhtaç olduğu şeyler tamamlanmış oldu.
den itibaren sûrenin sonuna kadar-olan kısma gelince,
bu, kulluğun ifade edilmesi konusunda bilinmesi gereken şeylere işaret
etmektedir ki, bu şeyler de şu iki kısımda toplanmıştır: Kulun yaptığı ameller
ve bu amellere bağlı olan neticeler... Kulun yaptığı amellerin iki esası
vardır:
Birincisi:
Kulun ibadet etmesidir. sözüyle buna işaret edilmiştir.
İkincisi:
Kulun, Allah'ın yardtmı olmaksızın, bu ibadeti yapmasının mümkün olmadığını
bilmesidir. sözüyle de buna işaret edilmiştir. Bu noktada cebr ve kader
konusundaki sonsuz derya karşımıza çıkar. Bu amellere dayanan neticelere
gelince bunlar da hidayet, manevî inkişaf ve tecellînin meydana gelmesidir ki
sözüyle buna işaret edilmiştir.
Sonra, âlemdeki insanlar üç guruptur.
Birinci gurup,
Hakk'a ulaşmış, ihlâs sahibi kâmil insanlar... Bunlar bizzat Hakk'ın bilgisi ve
bu bilgiyle amel etme neticesi elde edilen hayrı kendilerinde cemetmiş olan
kimselerdir. sözü ile bu kimselere işaret edilmektedir
İkinci gurup,
sâlih amelleri ihlâl etmiş olanlardır ki, bunlar da fâsıklardır.
sözü ile bunlara işaret edilmiştir.
Üçüncü gurup,
doğru inancı ihlâl etmiş olanlardır ki bunlar bid'ate ve küfre dalan
kimselerdir. İşte sözü ile de bunlara işaret edilmektedir.
Bunu iyice anladıysan deriz ki: İnsan nefsinin marifet
ve ilim yoluyla kemâle ermesi iki kısımdır a) İnsanın, bu marifet ve ilimleri,
tefekkür, derin düşünce ve istidlal yolu ile elde etmeye gayret etmesidir, b)
İnsanın, bu bilgi ve marifeti, kendinden önceki insanların bilgilerinin
kendisine ulaşarak bunlarla kemâle ermesidir. sözü birinci kısma, sözü de
ikinci kısma işaret etmektedir Sonra bu ikinci kısımda kulun, sahih inanç ile
sâlıh ameli birleştiren hak ehlinin akıllarının nuruna uyması; kendilerine
gazab edilmiş olan, sâlih amelleri ihlâl eden taife ile sahih inancı ihlal eden
sapıtmışlar taifesine uymaması istenir. İşte bu sûrenin sonudur. Bu
özetlediğimiz şeylere vâkıf olununca, Fatiha Sûresi'ninrubûbyyetve ubudiyet
bilgisinden muteber olan makamların hepsini ihtiva ettiği ortaya çıkar.
[112]
Hz. Peygamber
(s.a.s.) Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir:
"Salât Sûresini (Fatiha Sûresi'ni)kulum ile
aramda ikiye bölüştürdüm. Kul. besmeleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: "Kulum
Beni zikretti "der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah, "Kulum bana
hamdetti" der Kul dediğinde. Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana tazim
etti" der. Kul: dediğinde, Allah: -Kulum Beni yüceltti" der. -Diğer
bir rivayette de- "Kulum işlerini Bana havale etti" der. Kul,
dediğinde, Cenâb-ı Allah: -Kulum Bana ibadet etti" der. Kul, dediğinde
İse, Allah: '-Kulum bana tevekkül etti" der. -Diğer bir rivayette- Kul
dediği zaman, Allah: "Bu Benimle kulum arasındadır"der. 'dediğinde de
"Bu kuîumundur. Kuluma dilediği vardır (verilecektir)" der.[113]
Bu hadisten elde edilecek olan faydalar:
Birinci fayda:
Cenâb-ı Allah'ın: "Fatiha Sûresi'ni Benimle kulum arasında ikiye
bölüştürdüm" sözü, şer'î hükümlerin dayanağının, mahlûkatın faydasına olan
şeyleri gözetmek olduğunu gösterir Nitekim O:
"Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış
olursunuz, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz" {isrâ. 7)
buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, kulun en önemli işi, kalbini, önce rubûbiyyet
bilgisiyle, sonra da ubûdiyyet bilgisiyle aydınlatmasıdır. Çünkü o, bu söze
riayet etmek için yaratılmıştır Nitekim, Allah Teâlâ:
"Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler
diye yarattım " (Zânyat, 56),
"Hakikaten Biz, insanı karışık bir damla sudan (meniden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işiten ve gören yaptık." {Dehr. 2) ve
"Ey İsrailoğulları, size in'âm ettiğim nimetleri
hatırlayınız ve ahdimi tutunuz ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim
" (Bakara. 40) buyurmuştur. Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı
Allah, bu Fatiha Sûresi'ni Hz. Muham-med (s.a.s.)'e indirmiş, bu ahdi yerme
getirme hususunda, muhtaç olunan her şeyi ihtiva etsin diye de sûrenin ilk
kısmını rububyyet, ikinci kısmını da ubudiyet bilgisine tahsis etmiştir.
Namazda
Fatiha Sûresini okumak şarttır
İkinci fayda:
Allah Teâlâ. Fatiha Sûresine. "Salât" ismini vermiştir. Bu birçok
hükme delâlet eder:
Birinci hüküm: Fatiha sûresi namazda okunmadığı zaman,
namazın olmaması gerekir. Bu da, namazda Fatihayı okumanın, bizimkilerin
(Şâfiîlerin) dediği gibi, namazın bir rüknü olduğuna delâlet eder. Bu delil,
başka delillerle kuvvet bulur:
1-) Hz.
Peygamber (s.a.s.). namazda her zaman Fatiha Sûresı'ni okumuştur. Cenâb-ı
Allah'ın
O) Peygambere uyunuz" (Araf, 158) ayeti ve Hz.
Peygamber (s.as)in
"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de
aynı şekilde namaz kılınız.”[114]
hadisinden
ötürü, namazda Fatiha okumanın bize de farz olması gerekir
2-) Hulefâ-i
Râşıdîn de bu sûreyi, her zaman namazlarında okumuşlardır. Re-sûllah
(s.a.s.)'ın:
"Benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i
Râşidîn'in sünnetine sarılınız.[115]
hadisinden dolayı, bunun bize farz olması gerekir.
3-) Doğudan
batıya bütün müslümanlar ancak Fatiha Sûresi'yle namaz kılarlar Binaenaleyh,
Cenâb-ı Allah'ın
"Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu
döndüğü yere dönderir ve onu cehenneme yaslarız." {Nisa. 115) ayetinden
dolayı onlara uymamız gerekir.
4-) Hz. Peygamber
(s.a.s.)
"Fâtihâtü'l-Kitab olmadan namaz olmaz."
demiştir.
[116]
5-) Cenâb-ı
Allah
"Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz"
(Müzzemmıi, 20) buyuruyor. Ayetteki
"okuyunuz" ifadesi emirdir. Emrin zahiri ise
vucûb (yapılmasının farz olduğunu) ifade eder. Buna göre, Kur'ân'dan insanın
kolayına geleni okuması farzdır. Fatiha Sûresi'nden başkasını okumak farz
olmadığına göre, emrin zahiri ile amel edilerek, namazda Fatihayı okumanın
farz sayılması gerekir.
6-) Fâtiha'y
(namazda) okumak ihtiyatlı bir yoldur. Dolayısıyla ihtiyatlı olanı yapmalı.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana
geç demiştir.
[117]
7-) Hz.
Peygamber (s.a.s.). Fâtıha'yı her zaman namazlarında okumuştur. Bu sebeble,
onun yolundan dönmenin haram olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah:
"Onun emrinden uzaklaşıp gidenler
çekinsinler..." (Nûr, 63) buyuruyor.
8-) Namazda
Fâtiha' okumanın, onun dışındaki sûreleri okumaktan daha faziletli ve iyi
olduğu hususunda müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki kul namaz kılmakla mükellef tutulmuştur. Var olan bir
şeyde aslolan, onun devam etmesidir. Böylece, namazını ancak Fatiha Sûre-si'ni
okuyarak ifa ettiğinde insanın sorumluluktan çıkacağına hükmederiz. Bu şekilde
kılınan namazın, Fâtiha'dan başka bir sûrenin okunmasıyla kılınan namazdan
daha üstün ve faziletli olacağına işaret etmiştik. Kâmil bir şekilde yapmakla
mükellef olunan bir amelin sorumluluğundan, onu noksan bir şekilde yaparak
kurtulunamaz. Buna göre, Fâtiha'dan başka sûre
okunarak kılınan namazla sorumluluktan kurtulunamaz.
9-) Namazdan
maksat, kalbin zikrinin meydana gelmesidir. Cenâb-ı Hakk: Ve Beni zikretmek
için namaz kıl" (Tâhâ. 14) buyurmuştur
Fatiha Sûresi kısa olmasına rağmen, rubûbiyyet ve
ubûdiyyet makamlarını ihtiva eder. Bütün mükellefiyetlerden maksat, rubûbiyyet
ve ubûdiyyet bilgilerinin elde edilmesidir İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, bu
sûreyi
Biz sana Sebu'l-Mesâniyi (Fatiha Sûresi'ni) ve
Kur'ân-ı Aztm'i verdik {Hicr, 87) diyerek, bütün Kur'ân'a denk kılmıştır Bundan
dolayı, diğer sûrelerin onun yerini tutmaması gerekir.
10-) Rivayet
ettiğimiz haberler, Fatiha Sûresi okunmadan namazın olmayacağını gösterir.[118]
Allah Teâlâ'yı zikretmenin önemi:
Üçüncü fayda:
Cenbâb-! Allah'ın kudsî hadîsinde, "kul, besmeleyi okuduğunda. Allah;
-'Kulum beni zikretti" der." ifadesinde birçok hüküm vardır
Birincisi:
Cenâb-ı Allah.
"Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim"
(Bakara. 152) buyurur. İşte burada kul, Cenâb-ı Allah'ı zikretmeye yöneldiğinde
şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk, onu kendisini andığı bir toplumdan daha hayırlı bir
toplulukta anar.
İkincisi:
Bu, zikir makamının, kullukta çok yüce ve şerefli bir makam olduğunu gösterir
Çünkü geçen ayette, Cenâb-ı Allah, önce kulun zikrini mevzubahis etmiştir. Yine
bu zikir makamının mükemmel bir makam olduğuna Cenâb-ı Allah'ın, zikri
emrederek şöyle buyurması da delâlet eder:
"Beni zikredin ki. Ben de sizi zikredeyim."
Sonra Cenâb-ı Allah
"Ey iman edenler Allah'ı çok çok zikredin."
(Aiîzâb, 41)
"Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde
yatarlarken hep Allah'ı (hatırlayıp) zikrederler" {Âlı İmrân. 191) ve
"Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza iliştiği zaman, İyice
düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir"
{Araf, 201) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, kulluk makamlarından olan, zikir makamı
üzerinde durduğu kadar hiçbir şeyin üzerinde durmamıştır.
Üçüncüsü:
O'nun kudsî hadisteki, "Kulum beni zikretti" sözü "AUah"
lâfzının
Cenâb-ı Hakk'ın kendine mahsus zatı için bir alem
(özel) ismi olduğuna delâlet eder. Eğer "Allah'" lâfzı, türetilmiş
(müştak) bir isim olsaydı, onun mefhumu küllî bir mefhum[119]
olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın hususî ve muayyen zatı bu
lâfızla anılmazdı. "Rahman" ve "Rahîm" lâfızlarının küllî
birer lâfız olduğu zahirdir. Böylece Allah'ın "Kulum beni zikretti"
sözü, "Allah" lâfzının. Cenâb-ı Hakk'ın alem ismi olduğuna delâleti
sabit olur. Hadisteki, "Kul dediğinde, Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana
hamdetti" der" ifadesi, hamd makamının zikir makamından daha üstün
olduğunu gösterir. Âlemin ilk defa yaratılmasında söylenilen sözün olması da
buna delâlet eder. Çünkü, Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce, melekler
"Biz Seni hamdinle teşbih ve seni takdis ederiz
" (Bakara. 30) demişlerdir. Bu âlemin yok olmasından sonra söylenilen en
son söz de "el-Hamdü" lâfzıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, cennetliklerin
vasıfları hakkında:
"Onların dualarının sonu demektir." (Yûnus.
10) Akıl da hamd makamının, zahir makamından üstün olduğunu gösterir, Çünkü
Cenâb-ı Allah'ın zâtı hakkında tefekkür etmek imkansızdır. Zira, Hz. Peygamber
(s.a.s.)
"Mahlûkat hakkında aüşünün fakat Yaratan(ın zâtı)
hakkında tefekkür etmeyiniz[120]
buyurmuştur ve çünkü bir şeyi düşünmeden önce, onu tasavvur etmek lâzım.
Cenâb-ı Hakk'ın hakikatinin künhünü tasavvur etmek.ımkânstzdır. Bu se-beble
Cenâb-ı Allah'ın zatı hakkında tefekkür etmek imkânsızdır. Buna göre O nun,
ancak fiilleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür etmek mümkün olur. Sonra hayır
olan şeyin bizatihi; şer olan şeyin ise geçici sebeblerden ötürü arandığı ve
istendiği delil ile sabittir. Buna göre Cenâb-ı Allah'ın yaptıkları ve
yarattıktan üzerinde tefekkür eden herkes, O'nun rahmet, fazi ve ikramına daha
çok vâkıf olur. Bu sebeble kişinin hamd ve şükürle meşguliyeti daha çok artar.
Böylece
" der. Bunu deyince de Cenâb-ı Allah: "Kulum
Bana hamdet-ti" der, ve bu sebebe Allah Teâlâ, kulunun, aklı ve fikri ile,
gerek ulvî âlemlerin ve gerekse süfli âlemin tertibindeki ihsanına ve keremine
vâkıf olduğuna; onun lisanının, aklına uygun ve ona denk olduğuna şehadet eder.
Eğer Kul, O'na iman etme, kalbiyle, diliyle, aklıyla ve beyanıyla O'nun
keremini tasdik deryasına dalarsa bu ne yüce bir hâl olur!
Hadîs-i Kudsî'deki "Kul dediğinde, Allah Teâlâ:
"Kulum Bana tazim etti." der." ifadesine geîince, bu hususta
birisi şöyle diyebilir: Kul, besmeleyi okuduğunda da "rahman" ve
"rahîm" lâfızlarını söylemişti, ama orada Cenâb-ı Allah "Kulum
Bana tazim etti" dememiştir. Fakat Fatiha Sûresı'nde dediğinde,
"Kulum Bana tazim etti" demiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?
Buna şu şekilde cevap verilir: Kulun sözü, onun, Cenâb-ı Hakk'ın zatında kemâl
sahibi ve başkasını kemâle erdirici olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Sonra,
der. Bu da, zatında kâmil olan ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, tek ve
şeriki olmayan bir ilâh olduğunu gösterir. O, dediği zaman, bu, zatında kâmil
ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, rahmette, kullarına son derece lütuf ve
ikram etmesinde şerikten, ortağı olmaktan, misli ve benzeri olmaktan, zıddı
bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki kemâl ve celâl
manalarını tasavvur etme hususunda, insan aklının, anlayışının ve hayalinin
ulaşabileceği en son nokta ancak bu makamdır. İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hakk
burada: "Kulum bana tazim etti" demiştir
Hadis-i Kudsî'deki: "Kul, dediğinde, Allah:
"Kulum beni yüceltti .", Bana yakışmayan şeylerden tenzih ve takdis
etti" der." ifadesine gelince, bunun izahı şudur: Biz bu dünyada
zalimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini;
muttakî, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini; günahlara dalmış
kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise
merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah'ın
rahmetine uygun düşmez. Cenâb-ı Allah'ın zalimlerden mazlumların hakkını
alması, kendisine itaat edenlere mükafaatlarını, inkar edenlere ise cezalarını
vermesi için kıyamet, ba's ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal {mühlet tanıma),
Allah'ın kullarına bir zulmü olurdu. Ceza günü ve din günü var olunca, Cenâb-ı
Hakk'ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebebten dolayı Cenâb-ı
Allah:
"(Bütün bunlar) kötülük edenleri, yaptıklarına
mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeli ile
mükâfatlandırması için " (Necm, 31) buyurmuştur. Kudsî hadisteki işte
Cenab-ı Allah'ın, "zulüm ve zulüm huyundan Beni tenzih eden" kulum
Beni yüceltti" sözünden kastettiği budur.
"Kul " dediğinde, Allah: Bu Benimle kulum
arasındadır"
der." ifadesine gelince, bu cebr ve kader
meselesinin esrarına işarettir. Çünkü kulun sözünün manası, kulun ibadet ve
taat işine yöneldiğini haber vermektir. Sonra Cebr ve Kader bahsi gelir. Bu da
şu demektir: Kul, bu işi yaparken bağımsız mıdır, değil midir? Gerçek şu ki o,
bağımsız değildir. Çünkü kulun kudreti, ya hem yapmaya hem de yapmamaya
elverişlidir veya değildir. Eğer gerçek olan birincisi ise bu kudretin
yapmamanın değil de yapmanın kaynağı olması ancak bir müreccih (tercih eden)
sebebiyledir. Eğer bu müreccih kul ise, başa dönülmüş olur. Eğer bu müreccih
kul değil de Allah ise, Allah'ın, engellerden kurtulmuş olan bu sebebi yaratmış
olması, O'nun yardım etmesidir. sözü ve, "kalbimizde bizi batıl inançlara
ve bozuk amellere davet eden bir sebeb yaratma ve bize katından bir rahmet
ver!" anlamına gelen (al-ı imrân. 8) ayetinden kastedilen de budur. Bu
rahmet, Allah'ın bizi iyi "âmellere ve doğru inançlara çağıran sebebi
yaratmasıdır. İşte yardım etme ve yardım talebinde bulunmadan maksat budur. Bu
sözü söylemeyen bir kimse, kesin olarak sözünün manasını anlamamıştır. Bu
ortaya çıkınca, HakkTe-âlâ'nın: "Bu benimle kulum arasındadır"
sözünün doğruluğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'tan olan kısma gelince, bu
Allah'ın kesin müessir sebebi yaratmasıdır. Fiilde kuldan olan kısma gelince
bu kuldaki kudret ile Cenâb-ı Allah'ın yarattığı sebebin bir araya gelmesiyle,
bu fiilin meydana çıkmasıdır. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken dakik bir
meseledir.
Hadîsi Kudsîde Cenâb-ı Allah'ın: Kul dediğinde, Allah:
"Bu kuluma aittir ve kuluma istediği vardır" der ifadesine gelince
bunun izahı şöyledir: Biz, ulûhiyetle ilgili bütün meseleleri ısbat ve nefy
hususunda, nübüvvet meşelerinin tamamında ve meâd (ahiret)la ilgili
meselelerin bütününde, insanların ihtilâf ettiklerini görüyoruz. Bu konuda,
şüpheler baskın çıkıyor ve karanlıklarsa her tarafı basmıştır Cenâb-ı Hakk'ın
künhüne ve hakikatine, çoğunluk içindeki pek az insan vasıl olabilir Bütün
insanlar, akıl, fikir, çok araştırma ve iyice düşünme hususunda eşit
olmalarına rağmen, bu hâl pek azına nasip olabilmiş.. Şayet Cenâb-ı Allah'ın
hidayeti ve yardımı olmasaydı, hakkı isteyenin gözünde hakkı süsleyip, batılı
da onun gözünde çirkin göstermemiş olsaydı -nitekim Cenâb-ı Hakk
"Fakat Allah size imam sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, (âşıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi" (Hucurât. 7) buyurmuştur- hiç kimsenin hakka ulaşması mümkün olmazdı. İşte bu sebeble kulun " "Bizi dosdoğru olan yoluna ilet" sözü de. bu duruma işaret etmiş olur Yine, bâtılı bâtıl olarak bilen kimsenin bâtıla razı oimaması, onun ancak gerçek bir inancı, sağlam bir dini ve doğru olan hükmü istemesi de, buna delâlet eder. Eğer iş. sadece kulun ihtiyarıyla olmuş olsaydı, hiç kimsenin hataya düşmemesi gerekirdi. Birçok kimsenin sapıklık denizinde boğulduğunu görünce. Hakka ulaşmanın sadece Allah'ın hidayeti ile olduğunu anlarız. Bütün peygamber ve meleklerin bunda mutabık olmaları da, bu görüşümüzü güçlendirir. Meleklere gelince "Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Senin öğrettiklerinden taşka, bizim ilmimiz yoktur. Muhakkakı Sen, her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz hikmet sahibi olansın " (Bakara, 32) derler. Hz. Âdem, "Rabbimiz, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğramışlardan olacağız" (A'râf. 23); Hz. İbrahim.
"Eğer Rabbim beni hidayete ulaştırmazsa, muhakkak ki ben, sapılmışlardan olacağım!' (En'âm 77); Hz. Yûsuf, " "Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kulların arasına kat" (Yûsuf. 101); Hz. Mûsâ,
"Rabbim, göğsümü genişlet, işimi koîaylaştır,
dilimdeki düğümü çöz, ki sözümü anlayabilenler..." (Tâhâ, 25-28) ve Hz.
Muhammed (s.a.s.) de.
"Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra,
kalblerimizi sapıtma! Ve bize, katından bir rahmet ver! Muhakkak ki, sen çokça
verensin!" (Âl-i İmrân. 8) diye dua etmişlerdir Bu hadîs-i kudsideki
incelikler hususunda söyleyebileceğimiz söz budur Söylemediklerimizse,
söylediklerimizden daha çoktur.
Dördüncü fayda:
Fatihanın ayetleri yedidir.
Namazda gözle görülen ameller de yedidir Bunlar,
kıyam, rükû, rükûdan doğrulma, ilk secde, bundan doğrulma, ikinci secde ve
tahiyyâta oturmadır. Böylece Fâtiha'nın ayet sayısı, namazdaki bu işlerin
sayısına eşit olmuş olur. Bundan dolayı da bu işler sanki bir beden, Fatiha
ise o bedenin ruhu gibidir. Kemâl derecesi, ancak ruh ile bedenin
birleşmesiyle elde edilir. Buna göre, besmele, namazdaki kıyamın karşılığıdır.
Görmez misin ki besmeledeki "be" harfi Allah'ın ismi ile birleşince
ayakta kalır Yine besmele ile işlere başlanır Peygamberimiz (s.a.s.) "Besmele ile başlanılmayan her önemli iş
güdük'i"[121] buyurmuştur. Cenab-ı Allah
da:
"Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını
zikredip de namaz kılan kimse felaha ermiştir" (Aiâ. 14-15) buyurmaktadır
Namazdaki işlerden kıyamın da durumu aynıdır Böylece, şu yukarıda zikredilen
hususlar muvacehesinde besmele ile kıyam arasındaki münasebet görülmüş
olur." sözü, namazdaki rükûun karşılığıdır. Çünkü kul. hamdetme makamında
hem Hakka hem de mahlûkata bakar. Çünkü hamdetmek, Cenâb-ı Hakk'tan gelen
nimetler sebebiyle O'na sena etmekten ibarettir. Bu makamda kul, hem nimet
verene, hem de nimete bakar. Bu bakımdan hamd makamı,arazlarla, istiğrak hali
arasında orta bir haldir. Rükû da kıyamla secde arasında orta bir haldir"
lâfzı nimetlerin çokluğunu gösterir. Çok nimet ise, kişinin sırtına ağır gelen
şeylerdendir. Bu nedenle, insanın sırtı rükû ederek eğilmiştir" sözü
rükûdan doğrulma haline uygundur. Çünkü kul, rükûda, Allah'a tazarru edip
eğilince, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine yakışan, onu yeniden doğrultmasıdır. İşte
bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Kul, (ruküdan kalkıp da) (Cenâb-ı Allah, kendisine
ham-dedeniduyar) dediğinde, Allah o kula rahmet ile bakar" buyurmuştur.
sözü ilk secde haline uygundur Çünkü senin böyle
söylemen, Cenâb-ı Hakkın kahrının, celâlinin ve kibriyasının kemâline delâlet
eder. Bu da çok şiddetli bir korkuyu gerektirir. Bundan dolayı, buna, en
mükemmel bir şekilde huzû ve huşu yakışır ki işte bu secdedir.
sözü iki secde arasındaki oturuşa uygundur. Çünkü sözü
birinci secdeyi sözü ise ikinci secdeyi yapabilmek için Cenâb-ı Allah'tan
yardım istediğini haber vermektedir. sözü, en mühim şeyi istemektir.
Dolayısıyla bu isteğe, huzurun zirvesini gösteren ikinci secde uygun olur.
sözü de, namazdaki tahiyyata oturma haline uygundur.
Çünkü kul, son derece mütevazi olunca, Allah Teâlâ, onun tevazuuna ikram ile
karşılık vermiştir. Bu ikram da, Allah'ın ona huzurunda oturmasını emretmesidir.
Bu ise Allah'ın, kula en büyük inamıdır. Bu, sözü ile bunun arasında son derece
kuvvetli bir münasebet vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, "Kabe
kavseyn"e yükseltmiş olduğu için, ona nimet vermiş olunca, O, bu esnada:
"En mübarek selâmlar ve en hoş salâtlar Cenâb-ı
Allah'a aittir." demiştir. Namaz müminin miracıdır Mü'min, miracında,
Allah'ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in miraçta söylediği kelimeleri söylemesi vâcib olur.
Yine kul, "ettehiyyâf'i okur ve bu, namazda meydana gelen miracın, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in miraç güneşinden bir meşale, ve o miracın denizinden bir
damla olduğuna bir tenbih gibi olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın:
"İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ne
iyi arkadaştır" (Nisa. 69) ayetinin gerçekleşmesidir
Bil ki sayısı yedi olan Fatiha ayetleri, namazdaki bu
yedi iş için, bir ruh; bu yedi fiil de, insanın yaratılmasında mevzubahis olan
yedi mertebenin ruhu mesabesinde olur. İnsanın yaratılışındakı yedi mertebe de
şu ayetlerde bahsedilenlerdir:
"Andolsun ki insanı çamurdan bir hulasadan
yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe yaptık.
Sonra o nutfeyi bir kan damlası haline getirdik, derken o (canlı) kan damlasını
bir çiğnem (lokmalık) et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik ve o
kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik. Suret
yapanların en güzeli olan Allah'ın sanı ne yücedir" (Mü'minûn. 12-14).
Buna göre bedenin ve ruhun birçok derecesi bulunduğu görülür. Ruhların ruhu,
nurların nuru ise Cenâb-ı Hakk'tır. Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Şüphesiz en sonunda gidiş ancak
Rabbinedir." (Necm. 42) buyurmuştur.
[122]
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in iki miracı vardır. Bunlardan
biri, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar olanı; diğeri de Mescid-i
Aksa'dan başlayıp, Allah'ın me-lekûtunun en yücelerine kadar olanıdır
Bu.hadisenin zahire taalluk eden kısmıdır
Miraç hadisesinin, ruhlar âlemine taalluk eden
tarafına gelince, Hz, Peygamber (s.a.s.)'in yine iki miracı vardır Biri,
şehadet aleminden başlayıp gayb âlemine kadar olan; diğeri de, gayb âleminden,
gaybü'l-gayb âlemine kadar olandır Bunlar, birbirine bitişmiş "Kabe
kavseyn" (yayın kirişi) mesabesindedir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) bunları
adımlayıp geçmiştir. Cenab-ı Allah'ın O, Peygambere) iki yay (kirişi) kadar,
yahut daha yakın oidu " (Necm, 9) ayetinde kastedilen de budur. Buradak
sözü. Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, nefsinde yok olduğuna (fena fi nefsihî)
işarettir Şehadet âleminden gayb âlemine geçişe gelince, bil ki cisme ve
cisimden olan şeylerle taalluk eden her husus, şehadet âle-mindendir. Çünkü sen
bu şeyleri gözünle müşahede edersin. Öyleyse ruhun, beden âleminden ruhlar
âlemine geçmesi, şehadet âleminden gayb âlemine yapılan bir yolculuktur.
Ruhlar âlemine gelince, bu nihayeti olmayan bir
âlemdir. Çünkü ruhların en alt mertebesi, beşerî ruhlardır. Sonra bu ruhlar
mükemmelleşme ve mutluluk basamaklarında terakki ederler. Öyle ki dünya
semasındaki ruhlara ulaşmış olurlar. Sonra daha yükselirler. Ki bunlar ikinci
kat semanın ruhlarıdırlar. Kürsi'nın muhtelif derecelerinde meskûn olan
ruhlara varıncaya kadar, ruhların bu yükselişi devam eder Ruhlar, Kürsî'nin
derecelerinde de, yükseklik bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Sonra onlar,
bundan da vüceolurlar ki bunlar,
"Melekleri, Arş'ın etrafını kuşatmış oldukları
halde görürsün " (Zümer. 75) ayetiyle, işaret edilen meleklerdir. Derken
ruhlar, daha yüce ve daha muazzam olurlar. Ki bunlar, Allah Teâlâ'nın "O
günde, Rabbinin Arş'ını onların üstündeki sekiz melek taşır" (Hakka, 17)
ayetiyle, işaret edilen meleklerdir. Bu sekiz sayısında, burada zikredilmesi
doğru olmayan birçok sırlar vardır. Daha sonra ruhlar, terakki ede ede,
cisimlerle her türlü ilişkiden uzak olan ruhlara ulaşırlar. Onlar, yiyecekleri
zikrullah, içecekleri muhabbetullah, ünsiyetleri Allah'a hamd-ü sena
vejezzetleri de Allah'a hizmet olan varlıklardır. Cenâb-ı Hakk'ın
"
"Onun huzurundakiler, O'na ibadetten asla kaçınmazlar" {Enbiyâ, 19)
ve "Onlar gece gündüz, ara vermeden Allah'ı teşbih ederler" (Enbiyâ,
20) ayetleri ile işte bunlara işaret edilmektedir. Sonra onların da birbirinden
farklı dereceleri, birbirinden uzak mertebeleri vardır. İnsan aklı, onların
hallerini tam olarak anlamaktan ve onların niteliklerini açıklayabilmekten
âcizdir. Ruhların bu terakki ve yükselişi, Cenâb-ı Hakk'ın "Her ilim
sahibinin üstünde, ondan daha iyi bilen vardır" (Yûsuf, 76) buyurduğu
gibi, nurlar nuru, sebeblerin yaratıcısı, her şeyin mebde'i, rahmetin kaynağı
ve hayrın başlangıcı olan Allah Teâtâ'ya ulaşıncaya kadar devam eder. Böylece
ruhlar âleminin, gayb âlemi olduğu; ve rububiyyetin celâlinin huzuruna
varmanın da gaybu'l-gayb âlemi olduğu ortaya çıkar. Bunun içindir ki Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Cenâb-ı Allah'ın, nurdan yetmiş perdesi vardır.
Eğer Allah o perdeleri açacak olsa, O'nun zatının celâl ve azameti gözün
gördüğü her şeyi yakardı "[123],
Hadîste perdelerin sayısının "yetmiş" sayısıyla sınırlanması, ancak
nübüvvet nuru ile bilinebilecek olan şeylerdendir.
Anlattıklarımızla miracın iki çeşit olduğu;
birincisinin, şehadet âleminden gayb âlemine, ikincinin ise gayb âleminden
gaybu'l-gayb âlemine olduğu ortaya çıkar İşte bütün bunlar, aklî, yakinî ve
hakikî sözlerdir.
Bunu anladın. O halde maksadımıza dönüp şöyle deriz:
Hz. Muhammed (s.a.s.) miraca varıp geriye dönmek istediğinde: "Ey izzet
sahibi Rabbim! Yolcu, vatanına dönmek istediğinde, eşine, ahbabına ve dostuna
hediye olarak götüreceği bazı şeylere ihtiyaç hisseder" dedi. Bunun
üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e: "Senin ümmetine verilecek hediye
namazdır" denildi. Bu böyledir, çünkü, namaz, cis-manî miraç ile ruhanî
miracı birleştirir, Cismanî miraç, fiillerle; ruhanî miraç ise zikirlerle olur.
Ey kul, bu namaz miracına başlamak istediğinde ilk önce temizlen. Çünkü bu
makam, kudsî bir makamdır.
Binaenaleyh elbisen ve bedenin temiz olsun. Çünkü sen
"Mukaddes Tuvâ vadisi" (Tâhâ, i2)'ndesin. Yanında da hem melek hem
şeytan var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver, Yanında hem din
hem dünya var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver. Yanında hem
akıl hem hevâ var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver: Hayra mı
şerre mi; doğruluğa mı, yalana mı; hakka mı, batıla mı; akla mı, akılsızlığa
mı; kanaate mi hırsa mı... Birbirine zıt huylar ve sıfatlar hususunda da
söylenecek olan aynıdır. O halde bu iki taraftan hangisine arkadaş olacağına
ve hangisine uyacağına karar ver. Çünkü arkadaşlık ileri dereceye vardığında,
ayrılmak imkansızlaşır. Görmüyor musun, Hz. Ebû Bekr Hz. Muhammed (s.a.s.)'i
arkadaş olarak seçti de, dünyada, kabirde, kıyamette ve cennette Ondan
ayrılmadı. Yine bir köpek Ashâb-ı Kehf'le arkadaş oldu da, hem dünyada, hem
ahirette onlardan ayrılmadı. İşte bu sırdan ötürü Cenâb-ı Hakk, "Ey iman
edenler, AUahdan korkun ve sadıklarla beraber olun!" (Tevbe, 119)
buyurmuştur.
Sonra temizlendiğinde, her iki elini kaldır; bu iki
elini kaldırman dünya ve ahiret âlemine veda etmene işarettir. Binaenaleyh, bu
iki âlemden tamamıyla alâkanı kes, kalbini, ruhunu, sırrını, aklını,
anlayışını, zikrini ve fikrini Allah'a yönelt de, sonra "Allahu
Ekber!" de! Bunun, Allah her türlü varlıktan daha büyük, bilinen her
şeyden daha yüce, en büyük ve en aziz, bundan da öteye O, bir şeyin, kendisiyle
mukayese edilmekten veya O, en büyüktür denilmekten de büyüktür. Sonra
"Allah'ım, seni tenzih eder, hamdinle teşbih ederim " de. Bu makamda,
sana Celâlin azametinin nuru tecelli eder, Sonra teşbih makamından tahmîd
makamına yükseldiğinde, "Ve ismin ne yücedir" öe. Bu makamda, sana
ezel ve ebedin nuru açılmış, inkişaf etmiş olur. Çünkü sözü, yok olmaktan ve
sona ermekten münezzeh olan bir sürekliliğe işarettir. Bu da, yoklukta ezel
hakikatini, bekada da ebed hakikatini mütalaa etmekle ilgilidir, (buna taalluk
eder). Sonra, "Ve senin şanın ne yücedir" de! Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın.
Celâl sıfatlarıyla kemâl vasıflarını zikredilen miktarla sınırlanmaktan daha
bilgili ve daha büyük olduğuna işarettir. Sonra "Ve, senden başka ilâh
yoktur" de! Bu da bütün celâl sıfatlarının ve Kemal işaretlerinin Allah'a
ait olduğuna işaret etmektedir. Buna göre Allah, kendisinden başka kâmil bir
varlık olmayan bir Kâmil, kendisinden daha mukaddes olmayan bir mukaddes,
hakikatte var olan ancak kendisi olan ve kendisinden başka hiç bir ilâh
olmayandır. İşte burada akıl, inkıtaya uğrar, di! düğümlenir, anlayış âdeta
keçeleşır, hayal şaşırır ve akıl felce uğrar... Sonra kendine ve haline bir dön
de şöyle de "Muhakkak ki ben özümü, göklere ve yeri yaratan zata
donderdim" (Enam, 79). Buna göre, sözün, mukarreb meleklerin miracıdır. Bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın "Seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis ederiz"
(Bakara. 30) ayetinde bahsedilmiştir. Bu sözün, Hz. Muhammed <s.a.s.)'in de
miracıdır. Çünkü O'nun miracı, bu
sözle başlamıştır Ama, "özümü donderdim"
sözüne gelince, Hz. İbrahim'in miracıdır. Yine senin, "Muhakkak ki, benim
namazım, ibadetim, yaşamam ve ölmem, alemlerin Rabbi olan Allah içindir."
(Enâm. 162) sözü, Allah'ın sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.s.)'in miracıdır Bu iki
zikri okuduğunda, mukarreb meleklerin büyüklerinin miracı ile, nebi ve
resullerin büyüklerinin miracını birleştirmiş olursun. Sonra bu durumu sona
erdirince, nefsinden kendini beğenmişlik belâsını savuşturman için, de!
Cennetin sekiz kapısı vardır. Bu makamda sana cennet
kapılarından bir kapı olan, marifet kapısı açılır, Cennet kapılarından ikincisi
zikir kapısıdır. Bu da, sözüdür Üçüncü kapı, şükür kapısıdır. Bu da demendir.
Dördüncüsü, recâ(ümıt) kapısıdır. Bu da, demendir. Beşinci kapı, havf (korku)
kapısıdır. Bu da, demendir. Altıncı kapı, ubûbiyyet ve rubûbiyyet bilgisinden
meydana gelen ihlâs kapısıdır, Bu da demendir. Yedinci kapı, dua ve niyaz
kapısıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Yoksa bunalmışa, kendisine dua ettiğinde
icabet mi edendir" (Nemi, 62) ve ana dua ediniz, size icabet edeyim"
(Mümin, 60) buyurmuştur. Bu ise, senin demendir. Sekizinci kapı. temiz ve
güzel ruhlara uyma, onların nurlarıyla hidayete erme kapısıdır ki. bu da
demendir. İşte böyle bir yolla Fatiha Sûresı'ni okuyup inceliklerine vâkıf olursan,
sana cennetin sekiz kapısı da açılır. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde
kastedilendir: "Kapılan onlara açılmış durumda Adn cennetleri" (Sad.
50). Buna göre Rabbânî bilgilerin cennetlerinin kapıları, bu ruhanî
anahtarlarla açılır. İşte bu da, namazda meydana gelen ruhanî miraca işarettir.
[124]
Osman? miraca gelince, bunun ilk mertebesi, Ashâb-ı
Kehf'ın kıyamı gibi, Allah'ın huzurunda durmandır Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve
dikilip de. bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, dediler" (Kem, 14)
aye-tiyle bildirdiği makamdır Hatta bundan da öteye, kıyametteki insanların
ayakta durması gibi. dur Bu konuda Cenâb-ı Allah "O gön insanlar
Alemlerin Rabbinİn huzurunda dururlar' (Mutaffıfîn 6) buyurur Sonra
Sübhâneke'yi, daha sonra " sonra Fatihayı, ondan sonra da, Kur: ân'dan
kolayına geleni oku! Allah'ın azameti itibariyle ibadetine bakmaya çalış,
böylece de onu küçümse! Kendi ibâdetine göre Allah'a bakmaktan sakın! Çünkü
böyle yaparsan, helak olanlardan olursun. Cenâb-ı Hakkın" sözünün sırrı da
budur.
Şu anda nefsin, Celâl korkusunun ateşine tutulup da,
yumuşayan bir ağaç gibidir Öyleyse sen onu rükû ile eğ de, "Allah,
Kendisine ham-dedenin hamdini kabul buyurdu" de! Sonra onu, doğrulsun
diye, ikinci kez bırak, salıver. Çünkü bu din, güçlüdür. O'na yumuşaklıkla
yanaş. Nefsini, Allah'a ibadetten nefret ettirme. Zira, kendini çok yoran
kimse, ne bir mesafe alabilir, ne de atın sırtından iner. Nefsin tekrar
doğrulduğu zaman, tevazünün en yücesiyle yerlere kadar eğil ve, yüceliğin
zirvesiyle Rabbini an da, "Yüce Rabbimi tenzih ve teşbih ederim" de.
İkinci secdeyi yaptığında, senin için üç çeşit taat
meydana gelmiş olur: Bir rükû ve iki secde.. Bunlarla, helak edici üç maniadan
kurtulursun.
Rükû ile şehvetler engelinden, birinci secde ile,
eziyet verici şeylerin başı olan gazab engelinden ve ikinci secde ile her türlü
helak ve sapıklığa çağıran hevâ engelinden kurtulursun. Bu engelleri geçip, bu
derekelerden kurtulunca, yüce derecelere vasıl olursun, kalıcı ve bakî olan
salih şeylere sahip olursun ve yer ile göklerin Müdebbiri olan Allah'ın
celâlinin eşiğine varırsın. İşte o zaman, "En mübarek selâmlar ve en güzel
dualar Allah'adır" de. dil ile, azalarla da kalbler ve iman kuvveti ile
yapılan ibadetlerdir. Sonra bu makamda, senin ruhunun nuru yükselir, Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in ruhunun nuru da iner, böylece iki nûr karşılaşarak,
burada genişlik, rahatlık ve cennetin kokusu meydana gelir. Hz. Muhammed'in
ruhunu övmek ve selâmlamak lâzımdır. Öyleyse," Ey Peygamber, Allah'ın
selâmı, rahmeti ve bereketleri sana olsun" de. İşte o zaman, Hz.
Muhammed(s.a.s.) "Selam bize ve Allah m salih kullarına olsun" der.
Sanki sana: "Bu hayır ve bereketleri hangi vesileyle buldun ve hangi yol
ile onlara ulaştın?" denilir. Sen buna cevaben:
sözünü söyleyerek ulaştım, de. Sana, "Seni buna
ulaştıran Muhammed (s.a.s.)'dir. Peki, seni Muhammed (s.a.s.)e götüren nedir?"
denilir. Sen,
"Allah'ım, Muhammed ve Muhammed'in âl ü ashabına
rahmet et" de. Sana, "Rabbimiz, onların içinden onlara bir peygamber
gönder!" (Bakara. 129) diyerek, Cenâb-ı Allah'tan böyle bir peygamberin
sana gönderilmesini isteyen İbrahîm (a.s.)'dır. Öyleyse, ona vereceğin hediyen
nedir?" denilir Buna karşılık sen, "İbrahim (a.s.) ve O'nun âl-ü
ashabina rahmet ettiğin gibi" de! Sana, şöyle denilir: "Bütün bu
hayırlar, Muhammed (s.a.s.)'den, veya İbrahim (a.s.)'dan ya da Cenâb-ı
AUah'dandir. Öyle mi, ne dersin?" Buna karşı, sen: "Hayır, doğrusu
bunların hepsi hamde yegâne lâyık ve yüce (Ha-mîd ve Mecîd) olan Cenâb-ı
Aliah'dandır Ya Rabbî. Sen Hamîd ve Mecîdsin" de.
Sonra kul, Cenâb-ı Allah'ı bu övgü ve medıhlerle
zikredince, Cenâb-ı Allah da onu, Resûlullah'ın (s.a.s.) Cenâb-ı Allah'dan
naklettiği
"Kulum beni bir toplulukta anarsa, ben de onu,
onun içinde beni andığı cemaattan daha hayırlı bir topluluk içinde
anarım" sözünün delaletiyle, meleklerin cemaatları içinde zikreder.
Melekler bunu işitince, bu kula karşı bir muhabbet duyarlar da, Cenâb-ı Allah
kula: "Göklerin melekleri seni ziyaret etmeyi arzuluyorlar ve sana yakın
olmayı istiyorlar. Sana geldiklerinde, senden öncekilerin mertebesine nail
olman için, onlara selâm vererek söze başla" der. Bunun üzerine kul,
sağına soluna "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerinize
olsun" der. Hiç şüphesiz, kul cennete girdiği zaman, melekler de, her
kapıdan onun yanına girerek, "
"Sabretmenize mukabil sizlere selâm olsun!
Dünyanın ne güzel neticesidir bu!" (Ra'd. 24) derler.
[125]
"Bu fasıl Cenâb-ı Allah'ın "kibriya"sı
ve "azamet"! hakkındadır."
Celâl ve heybet bakımından yaratıkların en büyüğü
mekân ve zamandır. Mekan, sonu olmayan bir feza ve nihayeti olmayan bir
boşluktur. Zamana gelince o, ezel âleminin karanlıklarının dibinden, ebed
âleminin karanlıklarına çıktığı düşünülen uzun bir hattır. Sanki o, ezel
dağının dibinden çıkmış, ebed dağının dibine girinceye kadar uzanmıştır.
Nereden çıktığı ve nerede duracağı bilinmemektedir. İlk ve son. zamanın
sıfatlarıdır. Açık ve gizli (Zahir ve Bâtın) ise mekânın sıfatlarıdır. Bu dört
şeyin kemâli ise dir. Cenâb-ı Hakk, zahir ve bâtın olarak mekânı, ilk ve son
olarak da zamanı doldurmuştur. Zamanın ve mekânın yöneticisi Hakk Teâlâ olunca,
O, zamandan ve mekândan münezzeh olur.
Bunu iyice anladığına göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın
bir Arş'ı, bir de Kur-sî'si vardır. Böylece mekânı Kürsî've haölamış ve Cenâb-ı
Allah:
"O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri
kucaklamıştır" (Bakara, 255} buyurmuş; zamanı da Arş'a bağlayarak
"O'nun Arş'ı suyun üzerindedir" (Hûd, 7) buyurmuştur. Çünkü zamanın
akışı, suyun akışına benzer. Kürsî'den öteye bir mekân; Arş'tan öteye de bir
zaman yoktur. Buna göre yücelik Kürsî'nin sıfatıdır. Bu daCenâb-ı Hakk'ın
"ayeti ile ifade edilendir Azamet ise Arş'ın sıfatıdır. Bu Cenâb-ı
Allah'ın;
"De ki: Bana Allah yeter. Ondan başka hiç bir
tanrı yoktur. Ben ancak O'na tevekkül eder güvenir dayanırım.) O, büyük Arş'm
sahibidir" (Tevbe, 129) ayeti ile ifade edilendir. Yücelik ve büyüklüğün
(azametin) kemâli Allah'a aittir Nitekim Cenâb-ı Allah: "Göklerin ve yerin
muhafazası Ona ağır da gelmez. 0, çok yüce, çok büyüktür" (Bakara, 255)
buyurmuştur.
Yücelik ve büyüklük kemâl derecelerinden iki derecedir
Ancak büyüklük (azamet) derecesi, yücelik (ulüvv) derecesinden daha mükemmel
ve daha güçlüdür. Bunların üstünde kibrıya derecesi vardır. Nitekim Allah
Teâlâ, hadîs-i kudsîde, "Kibriya Benim ridâm (cübbem), azamet ise izânm
(alt elbisem)dir[126]
buyurmuştur. Şüphesiz ki ridâ, izârdan daha büyüktür Celâl sıfatı, derece ve
şerefçe bütün bu sıfatların üstündedir Bu da Cenâb-ı Hakk'ı, kendine mahsus
hakikati ve belirli kimliği hususunda, mümkinattan herhangi bir şeye
benzemekten tenzih etmektir.
İşte Allah Teâlâ bu hususî celâl hüviyetinden ötürü,
ulûhiyyet sıfatına müstehak olmuştur. İşte bu manadan dolayı da Hz. Peygamber
(a.s.) "Ya zel-Celâl-i ve'l-ikrâm zikrine devam ediniz[127]
buyurmuştur. Cenâb-ı Allah da "Ancak, Celâl ve ikram sahibi olan Rabbmın
zâtı bakî kalacaktır." (Rahman, 27) ve " "Azamet, saltanat ve
ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!" (Rahman. 78) buyurmuştur.
[128]
Bu kaideyi iyice kavradığında, bil ki, namaz kılacak
kimse, namaza niyet ettiğinde, Cenâb-ı Allah'ın vasıfları hakkında "Onlar
Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini dilerler" (Kehf, 28) dediği kimselerden olur. En
büyük Sultanın huzuruna girmek isteyen kimseye, kirlerden ve pisliklerden
temizlenmesi gerekir. Bu temizliğin birkaç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Tevbe etmek suretiyle, nefsi günah kirlerinden temizlemek. Nitekim
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Ey iman edenler, Cenâb-ı Hakk'a nasûh (halis
niyetli ve doğru olarak yapılmış) tevbe ile tevbe ediniz " (Tahrim,8).
Zühd makamında olan kimsenin, temizliği, dünyanın helâl ve haramından te mizlenmesi şeklinde olur İhlâs makamında olan kimsenin temizliği ise, yaptığı amellerine değer vermeme ile olur. Muhsinler makamında olan kimsenin temizliği ise, yaptığı iyiliklere değer vermeme ile olur. Sıddîklar makamında olan kimsenin temizliği de, Allah'tan başka her şeyden temizlenme ile olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Makamlar çok, dereceler ise son derece birbirinden farklıdır. Nitekim Hak Teâlâ:
"O halde sen yüzünü bir muvahhîd olarak dine,
Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın
yaratışına (hiç bir şey) bedel olmaz " (Rûm, 30) buyurmuştur.
Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında "Onlar
Allah'ın cemâlini dilerler" buyurduğu kimselerden olmak istiyorsan, ayağa
kalk ve nefsinde, cisim ile ruh âleminden olan bütün mahlûkatı hazır tut.
Bunu şöyle yapabilirsin: Önce nefsinden başlar, sonra
da sana ait basit ve mü-rekkeb uzuvlarının tamamını, bütün tabiî, hayvanî ve
insanî kuvvetlerini aklında tutarsın. Daha sonra da madenler, bitkiler, insan
ve insanın dışındaki bütün canlılar âlemini aklında toplamaya çalış. Sonra
denizleri, dağlan, tepeleri, sahraları ve bunlarda bulunan enteresan bitkileri,
canlıları ve toz zerreciklerini öncekilere kat. Sonra buradan, alabildiğine
büyük ve geniş dünya semasına yüksel, sonra Sidre-i Müntehâ'ya, Refref'e,
Levh'a, Kalem'e, Cennete, Cehenneme, Kürsî'ye ve Büyük Arş'a ulaşıncaya kadar,
bir semadan, diğer semaya yükselmeye devam et. Sonra cisimler âleminden, ruhlar
âlemine geç ve aklında, süflî, beşerî ve arzî ruhların tamamını ve bunun
yanında beşerî olmayan ruhları topla (hatırında tut).
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in de "dağların ve
denizlerin melekleri" diye bahsettiği, dağlara ve denizlere ait ruhların
tamamını, dünya semasının ve yedi kat semanın meleklerini aklında tut. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Göklerde bir karış yer bile yoktur ki, orada
ayakta veya oturan bir melek olma-sın.[129]
Sonra Arş'ı kuşatan bütün melekleri, Arşı ve Kürsî'yi taşıyan bütün melekler
zihninde tut ve bunlardan, Cenâb-ı Allah'ın "Rabbinin ordularım, Ancak
Rabbin bilir" (Müddessir, 31) buyurduğu gibi bu âlemin dışında olan
şeylere geç.
[130]
Cismanî ve ruhanî âleme ait bütün bu kısımları
zihninde toplayıp hazır edince, de." sözünle, icadı ile eşyanın var
olduğu, ve eşyada sıfat ile fiillerinin kemâli tecelli eden zatı
kastedersin." sözünle de Cenâb-ı Allah'ın, eşyaya benzemekten ve onun
gibi olmaktan münezzeh olduğunu kastedersin. Bundan da öteye, O, aklın,
kendisini eşya ile kıyas etmenin ve ona benzetmenin caiz olduğuna
hükmetmesinden münezzehtir. İşte bu, namaza başlarken söylenen sözünden
kastedilen manadır
Bu tekbirin izahında ikinci şekil şudur: Hz. Peygamber
(s.a.s.);
"İhsan, Cenâb-ı Allah'a, sanki Onu
görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O, seni
görüyor''[131] buyurmuştur. İşte bu
se-bebledir ki sen, "Allah, beni görmemekten ve benim sözümü duymamaktan
yücedir" (Yani beni görür, duyar)" demiş olursun.
Tekbirin üçüncü şekilde izahı şudur: Allah, akılların,
vehimlerin ve anlayışların kendisine ulaşmasından yücedir.
Hz. Ali (k.v.) de: "Tevhid, senin Cenab-i
Allah'ın zatı hakkında "şöyledir" diye bir zanda bulunmamandır"
demiştir.
Tekbirin izahında dördüncü şekil şudur: Allah,
mahlûkatın, O'na gerçek manada kulluk yapmaya gücünün yetmesinden büyüktür.
Buna göre mahlûkatın ta-atları, Cenâb-ı Allah'a hizmet etmekten acizdir.
Onların hamd-ü senaları, Cenâb-ı Hakk'ın kibriyasını ifade etmekten acizdir.
Onların ilimleri, O'nun samediyyetinin künhüne ulaşmaktan âcizdir.
Ey kul sen. aklınla cisimler ve ruhlar âleminin bütün
dikkate şayan hâllerini ihata etme derecesine ulaşsan bile, en nihayete ve en
dibe ulaşman bir yana Allah'ın celâl meydanlarının başlangıcına ulaştığını,
nefsinin sana fısıldamasından sakın. Şair ne güzel söylemiş:
"Bu isimler Allah hakkındaki bilgimizi arttırmaz;
Bunlar, ancak dile getirdiğimiz bir lezzettir."
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Allah'a yapmış olduğu dua
ve senalardan birisi de şudur.
"Fikrin derinlikleri sana ulaşamaz, hiç bir
mütefekkirin fikri sana varamaz! Kudretinin sıfatlan, mahlûkatın sıfatından
yücedir! Azametinin kibriyâsı (yücelik, ululuk), mahlûkatın vasıflarından yüksektir."
Allâhu Ekber, dediğinde, aklının gözünü Allah'ın celâlinin ufuklarına çevir de
"AHahım Seni tennü Allah'ın celâlinin ufuklarına çevir de, "
"Allahım, Seni tenzih eder, hamdinle teşbih ederiz", daha sonra
" "Varlığımı sana
yönelttim" de! Sonra da, buradan emir ve teklifler âlemine geç ve Fatiha
Sûresi1 ni, içinde dünya ve ahiret âleminin hayranlık uyandıran şeylerini
müşahede edip Allah'ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının nurlarını, geçmiş
dinleri ve mezheb-leri, ilâhî kitapların sırlarını ve nübüvvetin kanunlarını
göreceğin bir ayna kıl! Böylece şeriata, oradan tarikata, oradan da hakikata
ulaşır; nebî ve resullerin derecelerini, kendilerine lanet edilmiş, kovulmuş
ve sapıtmış kimselerin derekelerini mütalâa edersin. dediğinde, bununla dünyaya
bak, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle gökler ve yerler ayakta durur. " dediğinde
bununla ahireti görürsün. Çünkü, hamd kelimesiyle ahiret ayakta durur. Nitekim
Cenâb-ı Hakk, "O (cennetliklerin)
dualarının sonu, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur,
demeleridir" (Yûnus 10) buyurmuştur.
dediğinde ise, bununla rahmet, lütuf ve ihsanda bulunmadan ibaret olan
cemâl âlemine bak! " dediğin zaman, bu sözle celâl alemiyle bu âlemde
meydana gelen halleri ve aklı ürküten durumları gör!" dediğinde, bununla
şeriatı; " dediğinde, bununla tarikatı; dediğinde, bununla da hakikati
gör!" dediğin zaman, bununla, peygamberlerden, sıddîklerden, şehitlerden
ve sâlih kullardan olan saadete ermiş olanlarla yüce ikramlara nail olmuş
kimselerin derecelerini gör!" dediğin zaman, bununla, âfak ehlinin
fâsıklan-nın mertebelerini gör." dediğin zaman da, küfür, ayrılık, horluk
ve nifak ehlinin, çok olan derekelerini, birinden farklı olan taraf ve
yanlarını gör.
Sonra sana, bu yüce haller ve yüksek mertebeler
açılınca, gayeye ve nihayete ulaştığını sanma. Aksine Cenâb-ı Allah'ın
kibriyasını (büyüklüğünü) ikrara, kendinin zillet ve meskenetini itirafa dön,
ve de. Sonra Kibriya sıfatından, Azamet sıfatına m ve "Azamet sahibi
Rabbimi teşbih ederim" de. Azamet sıfatından bir zerre bilmek istersen,
beyan ettiğimiz gibi. Azametin Arş'ın sıfatı olduğunu, insanın aklı ile, âlemin
songününe kadar kalsa bile, Arş'ın azametinin künhüne ulaşamıyacağını bil.
Sonra, yine şunu da bil: Arş'ın azameti. Cenâb-ı Allah'ın azameti yanında,
denizdeki bir damla kadar kalır Öyleyse senin, Cenâb-ı Allah'ın azametinin
künhüne ulaşman nasıl mümkün olur? Sonra bu noktada enteresan bir sır vardır O
da şudur: "En büyük Rabbimi teşbih ederim" denilmedi de"
"Büyük rabbimi teşbih ederim" denildi."Yüce Rabbimi teşbih
ederim" denilmedi de"En yüce Rabbimi teşbih ederim" denildi. Bu
farklılığın, anlatılması caiz olmayan acîb sırları vardır. Rükûya
vardığında" deyip tekrar doğrul ve karşında durana, senin hamdtrte
karşılık verene dua ederek "Allah, hamdedene icabet etti" de. Sen bu
duayı başkası için yaptığın zaman kendin için de bulursun. Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in müslüman kardeşine yardım
ettiği müddetçe, Cenâthi Allah da ona yardım eder!' sözünden kastedilen de budur.
"Bu makamda tekbir olmamasının sebebi
nedir?" denilirse deriz ki: Tekbir, kibriya (ululuk ve azametten)
alınmıştır ki bu, heybet ve korku makamıdır. Buradaki makam ise, şefaat
makamıdır. Bu iki makam birbirinden farklıdır
Şefaat makamını geçtiğin zaman, tekbire geç, ve onunla
yücelik sıfatına ine rek, "En yüce Rabbimi teşbih ederim" de. Bu
böyledir, çünkü, secde, rükûdan daha çok tevazu ifade eder. Bu sebeble de
secdede zikredilen dua, mübalâğa sığası ile şeklindedir; rükûda zikredilen dua
ise, mübalâğa sığası ile olmayıp, şeklindedir
Rivayet olunduğuna göre Cenab-ı Allah'ın, Arş'mın
altında adı Hazkîl olan bir meleği vardır Cenâb-ı Allah, ona: "Ey melek!
uç!" diye vahyeder O da otuzbin sene, sonra bir otuzbin bin sene daha,
sonra bir otuzbin sene daha uçar. Fakat o, Arş'ın bir tarafından diğer tarafına
ulaşamaz. Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona şöyle vahyeder: Eğer sen, sûrun
üflenmesine kadar uçsaydın bile Arş'ın diğer tarafına varamazdın. Melek de:
"En yüce Rabbimi teşbih ederim." der.
[132]
Eğer, "Her rekatta iki secde olmasındaki hikmet
nedir?" denilirse, deriz ki: Bunda birçok husus vardır:
Birincisi:
İlk secde ezel içindir, ikinci secde ise ebed içindir. Bu iki secde arasında
kalkmak ise, dünyanın ezel ile ebed arasında var olduğuna işarettir Bu böyledir,
çünkü, Allah'ın ezelî oluşu ile O'nun "evvel" olduğunu, kendisinden
önce başka bir evvelin olmadığını anlıyor ve bunun üzerine O'na secde
ediyorsun. Allah'ın ebedî oluşu ile de O'nun "âhır" olduğunu, ondan
sonra başka bir âhirin olmadığını öğreniyor ve bunun üzerine O'na ikinci kez
secde ediyorsun
İkincisi:
Denildiki, birinci secde ile dünyanın ahiret karşısında fânî olduğu; ikinci
secde ile de ahiret âleminin, Allah'ın celâlinin nurunun zuhuru karşısında fanî
olduğu bildirilmiştir
Üçüncüsü:
Birinci secde her şeyin haddizatında fânî olduğu; ikinci secde de, her şeyin
ancak Allah'ın bakî kılması ile beka bulabileceğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk: "Allah'ın zatı hariç herşey helak olacaktır" {Kasas, 88)
buyurmuştur
Dördüncüsü:
Birinci secde şehadet âleminin Allah'ın kudretine boyun eğdiğine, ikinci secde
de ruhlar âleminin bizzat Allah'a boyun eğmiş olduğuna delâlet eder Nitekim
Cenâb-ı Hakk: "Haberin olsun ki yaratmak da emretmek de O'na
mahsustur" (Araf, 54) buyurmuştur.
Beşincisi:
Birinci secde, Allah'ın zatına ve sıfatlarına dair bize verdiği bilgiler
mikdarına şükür; ikinci secde O'nûn celâl ve kibriyasının haklarını eda etmeye
ulaşamamanın korkusu ve acizliği için yapılan secdedir
İnsanlar "azamet"ten beden büyüklüğünü, yükseklikten (ulüvv) cihet yüksekliğini, büyüklükten (kiber), yaşlılığı anlarlar. Cenâb-ı Hakk, bu tür vehimlerden yücedir. O, azamet sahibidir, fakat cüsse bakımından değil. O, yücedir ama cihet bakımından değil. O büyüktür, fakat yaş bakımından {zaman bakımından) değil. O, tek ve bir iken, O'nun hakkında bunlar nasıl söylenebilir? O. bir hacme sahıb olmaktan münezzeh iken, nasıl cüsse bakımından azametli olabilir? O, bir cihette bulunmaktan münezzeh iken, nasıl cihet bakımından yüksek olabilir? Süre (zaman) bir saatten diğer saate değiştiği ve muhdes (sonradan olma) olduğu için ve onu yaratan da kendisinden mevcut olduğu için, Allah, nasıl zaman itibarı ile büyük (yaşlı) olabilir? O, mekana bağlı olmadan mekandan münezzeh ve zamana bağlı olmadan zamandan önce olduğu halde, nasıl zaman bakımından büyük (yaşlı) olabilir? Öyleyse O'nun kibriyası, azametinin kibriyası; azameti, yücelik azameti ve yüceliği de celâlinin yüceliğidir. O, hissolunan şeylere benzemekten ve hayal edilen şeyler gibi olmaktan yücedir. O, vehmedenlerin vehminden daha büyük, niteleyenlerin nitelemelerinden daha yüce ve kendisini ululayanla-nn ululamalarından daha yüksektir. Hissin sana Cenâb-ı Allah'a ait bir misal getirdiğinde, de. Hayalin bir şekil ortaya atıp, onu Cenâb-ı Allah'a vermek istediğinde, de Allah'ı sıfatlarından_tecrid etme uçurumunda ayağın kaydığı zaman, "Varlığımı, gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim" (Enam, 79) de. Ruhun izzet ve celâl meydanlarında cevelân edip, sonra yüce sıfatlar ile esmâ-i hüsnâ'ya yükseldiğinde ve Kalem'in Levh-i Mahfuz üzerine yazmış olduğu şeylerin nakışlarını gözden geçirip mukar-reb meleklerin teşbihlerini, ruhanî meleklerin tenzihlerini duyup da bir müddet orada beklediğinde, bütün bu haller esnasında şu ayeti oku:
"İzzet (galebe) sahibi Rabbin, onların isnad
etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün
peygamberlere selâm, ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun " (Saffât,
180-182).
[133]
Bu fasıl"
sözünün incelikleri ve Fatiha Sûresi'nde yer alan beş ismin faydalan
hakkındadır.
sözünün inceliklerine gelince bu dört nüktedir
Birinci nükte:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Cenâb-ı
Hakk'a, şunu sormuştur: "Ya Rabbî sana deyip hamdedenin mükâfaatı
nedir?" Cenâb-ı Allah: şükrün hem başı hem sonudur" diye cevab
vermiştir. Hakikat ehli şöyle demişlerdir:" ifadesi şükrün başı olduğu
için, Cenâb-ı Allah onu Kur'ân'ın başlangıcı yapmış, yine bu şükrün sonu
olduğu için, Cenâb-ı Hakk onu cennetliklerin de son sözü kılmış ve
"Onların dualarının sonu, "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun"
(demeleridir)" (Yûnus. 10) buyurmuştur.
Hz. Ali (r.a.)'den rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir: "Allah, aklı, ezelî ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış;
ilmi onun canı; anlayışı onun ruhu; zühdü onun başı; hayayı onun gözü; hikmeti
onun dili; hayrı onun kulağı; acımayı onun kalbi; merhameti onun düşüncesi ve
sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra akla, "konuş" denildi. Bunun
üzerine o da: "Eşi; zıddı, misli ve dengi olmayan; izzetinden ötürü her
şeyin zelil olduğu Allah'a hamdolsun" dedi. Bunun peşi sıra da Cenâb-ı
Allah: "İzzetim ve celâlime yemin ederim ki Benim katımda senden daha değerli
olan bir mahlûk yaratmadım" demiştir."
Yine nakledildiğine göre, Hz. Adem (as.) aksmnca, dedi. Böylece onun ilk sözü de bu oldu. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, mahlûkatın en üst derecesi akıl, en alt derecesi ise Adem {a.s.)'dır. Aklın ilk sözünün " Âdem (a.s.)'ın da ilk sözünün yine olduğunu nakletmiştik. Böylece, sonradan yaratılmışların ilki olan varlıkların ilk sözünün ve sonradan yaratılmışların sonuncusunun ilk sözünün bu kelime olduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk bu kelimeyi kitabının başlangıcı kılmış, buyurmuştur. Yine, Allah'ın kelimelerinin ilkinin sözü, peygamberlerinin sonuncusu Hz. Muham-med (s.a.s.) olduğu ve bu ikisi {ilk ile son) arasında bir münasebet bulunduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk, sözünü, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiği kitabın ilk ayeti kılmıştır Durum böyle olunca, Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'e "hamd" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş) iki isim vermiştir. Biri, "Ahmed" diğeri ise "Muhammed'dir. işte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ben gökte Ahmed. yerde ise Muhammed'im (Bu isimlerle bilinirim.)" buyurmuştur. Çünkü gök ehli Allah'ı övmekle meşguldür. Allah'ın Resulü ise onların Allah'ı en çok hamdedenı (Ahmed)dir. Allahu Teâlâ da, " "İşte bunların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isrâ. 19) buyurduğu gibi, yeryüzü ehlini övmektedir Resûiullah (s.a.s.) ise insanlar içinde, Allah'ın en çok övdüğü {Muhammed)dir
İkinci nükte:
Hamd, ancak nimet ve rahmete ulaşıldığı zaman olur. Hamd, kelimelerin ilki
olunca, nimet ve rahmetin de fiil ve hükümlerin ilki olması gerekir. İşte bu
sebebten ötürü; Cenâb-ı Allah, hadîs-i kudsîde.
"Rahmetim gazabımı geçti.[134]
demiştir.
Üçüncü nükte:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir ismi de "Ahmed"dır. Bunun manası ise.
hamdedenlerin en çok hamd-u sena edenidir. Bu sebeble. Allah'ın Hz. Mu-hammed
(s.a.s.)'e verdiği nimetlerin daha çok olması gerekir. Çünkü hamdın çok
olmasının nimet ve rahmetinin çok olmasından dolayı olduğunu açıklamıştık. Durum
böyle olunca, Allah'ın rahmetinin Hz. Ahmed (s.a.s.) hakkında, bütün âlemlere
verilenden daha çok olması gerekir, İşte bu sebeble, "Biz seni, ancak
âlemlere rahmet olasın diye gönderdik." (Enbiyâ. 107) buyuruImustur.
Dördüncü nükte:
Hz. Muhamrned (s.a.s.)'t peygamber olarak gönderen Allah'ın da, "rahmet"
kökünden iştikak etmiş iki ismi vardır Bunlar: "rahman" ve
"rahîmdır. Bu iki isim mübalâğa ifade ederler. Resûlullah'ın da
"rahmet" manasından türemiş iki ismi vardır: Bunlar.
"Muhammed" ve "Ahmed"tir. Çünkü, hamdin meydana
gelmesinin, rahmetin meydana gelmesine bağlı olduğunu açıklamıştık. Buna göre.
Muhammed ve Ahmed isimlen, "rahmet edilen" ve "merhametli"
yerine geçer. Bir kısım rivayetlerde. 'Hamd". "Hâmıd" ve
"Mahmûd" kelimelerinin de Hz. Peygamber'in isimlerinden olduğu
bildırılmıştır.Oyieyse Hz. Peygamber (s.a.s.)e ait bu beş isim "rahmet'e
delâlet eder Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki Cenâb-ı Hakk,
"Kullanma haber ver ki: Hakikaten Ben, (evet) Ben çok bağışlayıcı ve
merhametliyim " (Hicr 49) buyurmuştur. Ayetteki "haber ver"
kelimesi. Hz. Muhammed (a.s.)'a işarettir. Burada Hz. Peygamber (a.s), diğer
kullardan önce zikredilmiştir (Kullarım) kelimesindeki "ye" zamiri,
Allah'a aittir. deki "ye" zamiri de O'na aittir. Yine (Ben) zamiri de
Cenâb-ı Allah'ı gösterir Ayetteki "gafur" ve "rahîm"
vasıfları da Allah'ın iki sıfatıdır, Böylece, bu beş lâfız, kerîm ve rahîm olan
Allah'a delâlet eder. Kıyamet günü kullar, öncüleri de rahmete delâlet eden beş
ismi ile Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğu halde, arkalarında da, Allah'ın rahmete
delâlet eden beş ismi olduğu halde yürürler Peygamber (s.a.s.)'in rahmeti
çoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ise
sınırsızdır Nitekim O, Rahmetim, her şeyi kaplar"(A'râf, 156) buyurur. Günahkârın,
rahmetle dopdolu bu on denizin yanında, kaybedeceği nasıl düşünülebilir?
Bu sûrede geçen beş ismin faydaları birçoktur.
Bunlardan:
Birinci nükte:
Fatihada on şey vardır Beşi, rubûbiyyet sıfatlanndandır. Bunlar, Allah, Rab,
Rahman, Rahîm ve Mâlik isimleridir Beşi de ubûdiyyet (kulluk) sıfatlanndandır
Bunlar, ubûdiyyet, istiâne (yardım talebetme), hidayet isteme, istikamet
isteme ve nimet istemedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna ilet" buyurmuştur İşte bu beş isim, o beş hale
mukabil olur Sanki şöyle deniliyor. "Ya Rabbî! Sadece Sana ibadet ediyoruz.
Çünkü sen Allansın. Sadece Senden yardım taleb ediyoruz. Çünkü Sen Rabb'sın.
Bizi dosdoğru yola hidayet et, çünkü Sen Rahmân'sın. Bize istikâmeti rızık
olarak ver, çünkü Sen Rahîm'sin. Bize nimet ve kerem yağmurlarını indir, çünkü
Sen din gününün mâlikisin."
İkinci nükte:
İnsan, beş şeyden meydana gelmiştir. Bedenî, şeytanî nefsî, şehvanî nefsi,
gadabî nefsi ve melekî.aklî özü.. Cenâb-ı Hakk, buna göre, bu beş ismiyle şu
beş mertebeye tecellî etmiştir. Allah ismi, melekî, aklî, felekî ve kudsî ruha
tecellî etti de, böylece ruh Allah'a boyun eğip, itaatta bulundu. Nitekim O,
"Dikkat ediniz, kalbler Allah'ın zikriyle sükûnete erer" (Ra'd. 28)
buyurmuştur.
Şeytanî nefse de, Rabb isminin göstermiş olduğu,
iyilik (birr) ve ihsanla tecellî etmiştir. Böylece nefs. Allah'a isyan etmeyi
bırakmış, Deyyân olan Allah'ın taatine boyun eğmiştir
Gadabî nefse de, kahr ve lütuftan meydana gelmiş Rahman ismiyle tecellî etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: " "Gerçek mülk, o vakit Rahman olan Allah'ındır" (Furkân 26) buyurmuştur. Böylece nefis, düşmanlığı terket-mıştir. Şehvanî ve behîmî (hayvanî) nefse de, Rahîm ismiyle tecellî etmiş de, nefse mubah ve güzel olan şeyleri helâl kılmıştır. Nitekim, "Temiz şeyler size helâl kılındı'1 (Mâıde 4) buyurmuştur Böylece, o nefis yumuşamış ve Allah'a isyan etmeyi terketmıştir Cesed ve bedenlere, sözünün kahrı ile tecellî etmiştir Çünkü beden katı ve yoğundur. Dolayısıyla çok güçlü bir kahr gerekir. Bu da kıyamet gününün korkusundan meydana gelen kahrdır.
Hakk Subhânehû, bu mertebelere beş ismiyle tecellî
edince, cehennem kapıları kapanır, cennet kapılan açılır Sonra bu mertebeler,
geri dönmeye başlarlar da, böylece bedenler itaat eder ve derler.
Şehvanî nefisler, itaat eder ve lezzetlen terketme ve şehvetlerden yüz çevirmek hususunda derler.
Gadabî nefisler itaat eder, "bize hidayet
et" füjurt) , bize doğru olan yolu göster ve dininde bizi sebatkâr kıl,
der Şeytanî nefis, itaat eder, Allah'tan doğruluk ve hak yoldan sapmadan onu
korumasını ister de, der.
Kudsî melekî ruhlar baş eğer ve Cenâb-ı Allah'tan kendilerini kudsî, yüce, tertemiz ve muazzam ruhlara ulaştırılmalarını talep ederler de,
Üçüncü nükte:
Hz. Peygamber (s.a.s.):
İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: A,'lah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namazı dosdoğru kılmak; zekât vermek; Ramazan orucunu tutmak ve Kabe'yi haccetmek[135] buyurmuştur
Buna göre, Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet
etmek, Allah isminin nurunun tecellîsinden; namaz kılmak Rabb isminin
tecellîsinden meydana gelmiştir. Çünkü Rabb "terbiye" kökünden
türemiştir. Kul da, imanını namazın yardımıyla terbiye eder. geliştirir. Zekât
vermek Rahman isminin tecellîsinden meydana gelir Çünkü Rahman merhamet etmede
mübalâğayı ifade eder. Zekât verme işi de, fakirlere acımaktan ötürü tahakkuk
eder. Ramazan orucunun farz olması. Ra-hîm isminin tecellîsindendir. Çünkü
oruçlu kimse acıktığı zaman, fakirlerin açlıklarını hatırlar da, onlara muhtaç
oldukları şeyi verir. Yine oruç tutan kimse, acıktığı zaman hissî bazı
lezzetlerden kesilir. Ölürken de, bu kimseye, lezzetlerden ayrılmak kolaylaşır.
Haccın farz olması isminin tecellîsindendir. Çünkü kişi hac yaptığında,
vatanından ayrılması ve çoluk çocuğunu terketmesi gerekir. Bu da, kıyamet
gününün yolculuğuna benzer. Yine hac yapan kimse, yalınayak, başı açık ve
çıplak olur. Bu da, kıyametteki insanların haline benzer. Hülâsa, diyebiliriz
ki, hac ile kıyametin durumları arasında gerçekten pek çok benzerlikler vardır.
Dördüncü nükte;
Beş çeşit kıble vardır; Beyt-i Makdis, Kabe, Beyt-i Ma'mûr, Arş ve Allah'ın
celâlinin dergâhı. Allah'ın Fâtiha'daki beş ismi, bu beş kıbleye bölüştürülmüştür.
Beşinci nükte:
Duyular beştir:
1-) Görme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah "Ey basiret sa-hibleri siz bundan ibret
alın " {Haşr, 2} buyurmuştur
2-) İşitme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar söze kulak verir ve onun en
güzeline uyarlar" (Zûmer, 18) buyurur.
3-) Tatma duyusu. Cenab-ı Hakk, "Eypeygamberler, temiz ve helâl olan şeylerden
yeyin, sâlih ameller işleyin " (Mü’minûn, 51) buyurur.
4-) Koklama duyusu. Cenâb-ı Allah " Bana bunak demezseniz, inanın ki (şimdi) Yûsufun
kokusunu duyuyorum " {Yûsuf, 94) buyurur.
5-) Dokunma duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar ırzlarını koruyanlardır"
(Mü'minûn. 5) buyurur. O halde ey insan, Allah'ın bu beş isminin nuru ile, şu
beş düşmanın zararlarını defetme hususunda yardım talep et.
Altıncı nükte:
Fatiha Sûresi'nin birinci yarısı beş ismi ihtiva etmekte olup, buradan sırlara
nurlar saçılır.
İkinci yarısı ise kulun beş sıfatını ihtiva etmektedir ki, buradan da bu nurların basamaklarına sırtar yükselir. Bu iki durum sebebiyle kulun namazdaki miracı gerçekleşir. Birinci durum iniş, ikinci durum ise bir yükseliştir. Bu Fâtiha'nın iki kısmı arasındaki ortak çizgi ile arasını ayıran çizgidir. Bunu şöyle izah edebiliriz: Kulun ihtiyacı ya dünyayı isteme hususundadır, ki bu da zararı defetmek ve menfaati elde etmek diye iki kısma ayrılır, yahut da ahireti istemek hususundadır, ki bu da cehennemden kaçmak olan zararı defetmek ve cenneti istemekten ibaret olan hayrı talebetmek diye iki kısma ayrılır. Böylece bunların toplamı dört eder. En şereflisi olan beşinci kısım ise, bir şey istemek için veya bir şeyden korktuğundan dolayı değil de, sadece Allah, Allah olduğu için, O'na hizmet etmeyi, itaati ve ibadeti istemektir. Eğer "Allah" isminin nurunu müşahede edersen, Allah'tan. Allah'tan başka bir şey istemezsin. Eğer "Rabb" isminin nurunu müşahade edersen, O'ndan cennetin hayırlarını talebedersin. Eğer Allah'ın "Rahman" isminin nurunu müşahede edersen, O'ndan bu dünyanın hayırlarını istersin. Eğer, O'nun "Rahîm" isminin nurunu müşahede edersen, Allah1 tan, ahiret zararlarından seni korumasını istersin. Ve eğer "Mâliki-i yevmid-dîn" isminin nurunu müşahede edersen, Ondan ahiret azabına uğramaman için seni bu dünyanın afetlerinden ve çirkin fiillerinden muhafaza etmesini istersin.
Yedinci nükte:
Bu beş ismi, şu meşhur zikirde adı geçen beş mertebeye yerleştirmek de mümkündür:
"Allah'ı tenzih ve teşbih ederiz, Hamd Allah'a
mahsustur, Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Güç ve Kuvvet,
ancak Yüce ve büyük olan Allah'tandır."
Bu zikirdeki, sözümüz, İsrâ Sûresi'nin ilk ayeti olan
"Kulu (Muhammed'i) geceleyin yürüten (Allah) ne münezzehtir" (isra.
1) ayetidir. sözümüz ise beş ayrı surenin başlangıcıdır (Fatiha, En'âm, Kehf,
Sebe, Fâtır sûreleri). sözümüz bir sûrenin (Âl-i İmrân Sûresi'nin)
başlangıcıdır. Bu da "Elif, lâm, mim, Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır"
(Âi-j imrân. 1) ayetidir. sözümüz, Kur'ân-ı Kerîm'de, açıkça olmaksızın, bir
yerde kelimesine, bir yerde de kelimesine muzâf olmak üzere, iki yerde:
Muhakkak ki Allah'ı zikrederek namaz kılmak) en büyüktür" {Ankebût. 45). "Allah'tan olan bir rızâ ise en
büyüktür" (Tevbe. 72) sözümüze gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça
zikredilmemektedir. Çünkü bu, cennet hazinelerindendir. Hazine ise saklı olur,
açıkta olmaz. Fatiha Sûresi'nde zikredilen beş isme gelince, bunlar şu beş
zikrin başlangıçlarıdır: sözümüz, sözümüzün; sözümüz, sözümüzün; sözümüz,
sözümüzün karşılığıdır Çünkü bizim, sözümüz, ancak, kendisinin kâmil bir
kudreti ve mükemmel bir rahmeti olan zata yakışır. Böyle olan da Rahman olan
Allah'tır. Yine bizim sözümüz. "
sözümüze tekabül eder Bunun manası ise, zayıf kullarına merhamet
etmemekten yüce olduğudur. " sözümüz ise, " sözümüze karşılık
olmaktadır Çünkü melik ve mâlik olan bir kimse, iradesi hilâfına kullarının
hiçbir şey yapamayacakları zattır. Allah en iyi bilir.
[136]
Bu fasıl, besmelenin üç ismi ihtiva etmesini
gerektiren sebeb hakkındadır. Burada birçok husus vardır. Şöyle ki:
Allah Teâlâ, kullarının akıllarına tecellî eder Bu
tecellînin üç mertebesi vardır Çünkü Cenab-ı Hakk, ilk önce fiilleri ve ona
delâlet eden alâmetleri ile tecellî eder. İkinci mertebede, sıfatları ıJe
tecellî eder. En sonunda da zatı ile tecellî eder. De-midi ki: Allah Teâlâ,
bütün kullarına fiil ve alâmetleri ile tecellî eder. Nitekim şöyle buyurmuştur
"Denizlerde dağlar gibi akıp giden gemiler de
Onun mvtlerindendir." (Şûra, 32) ve
"Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde ayetler (deliller) vardır" (Âi-i imrân. 190) Sonra
Allah, dostlarına (evliyaya) sıfatlarıyla tecellî eder. Nitekim Allah şöyle
buyurmuştur:
"Allah'ın gökleri ve yeri yaratması nususunda
düşünürler ae "ty Kabbimiz bunu boşa yaratmadın." (Âli imrân, 190)
Sonra Cenâb-t Hakk, büyük peygamberlere ve meleklerin reislerine zatı ile
tecellî eder. O şöyle buyurur:
"Sen, "Allah" de (geç) ve sonra onları
daldıkları batakta oynasmlar diye bırak" (En'âm. 91), Bunu iyice bildiğin
zaman biz deriz ki, "Allah" (c.c.) ismi, Zât-ı ılâhî'si-nin en
kuvvetli tecellî eden ismidir. Çünkü O, lafız bakımından isimlerin en açığı,
mana bakımından da akılların anlayamayacağı kadar uzak olanıdır. Buna göre o,
inkarı güç ve sırlan idrak edilemeyen zahir (açık) ve bâtın (kapalı) olandır.
Hüseyin b. Mansûr el-Hallac şöyle demiştir;
"Bu (Allah ismi) insanların yanında olan bir
isimdir ki, onun vasıtası ile "Allah" kelimesinin manalarından bir
manayı bilebilmek için, bu isimde ve bu isim sebebi ile insanlar şaşırdı.
Allah'a yemin olsun ki insanlar, onu ortaya koyan ortaya koymadıkça (yani
Allah vermedikçe) ondan bir ipucu elde edemezler"
Ve yine bu zat şöyle demiştir:
'Ey her canlının vehmine gizli kalacak kadar dakik
olan sırlar sırrı! Hem zahir olarak hem bâtın olarak her şey ile her şeye
tecellî ettin."
"Rahman" ismine gelince, bu da Cenâb-ı
Hakk'm yüce sıfatları ile tecellîsini ifade eder. Bundan dolayı da Allah,
"De ki: Gerek "Allah" diye, gerek
"Rahman" diye dua ediniz. Hangisi ile dua ederseniz edin, nihayet en
güzel isimler O'nundur" (isrâ. 110) buyurmuştur. "Rahîm" ismi
de, Allah Teâlâ'nın ful ve alâmetleriyle tecellîsini gösterir. Cenâb-ı Allah,
bundan dolayı, "Ey Rabbİmiz, senin rahmetin ve İlmin her şeyi
kuşatmıştır" (Mermin 7) buyurur.
[137]
"Bu fasıl, Fatiha Sûrest'nin bu beş ismi İhtiva
etmesinin sebebi hakkındadır."
Bunun sebebi şudur: İnsanın durumlarının beş mertebesi
vardır. Birincisi, yaratılma. İkincisi, dünya menfaatları hususunda eğitilme.
Üçüncüsü, mebde'i tanıtma hususunda yetiştirilme. Dördüncüsü, me'âdı tanıtma
hususunda yetiştirilme. Beşincisi, ruhların bedenler âleminden ahiret âlemine
nakledilmesidir. İmdi "Allah" İsmi, yaratmanın, yoktan var etmenin,
tekvinin ve ibda'ın (bir örneği olmaksızın yaratmanın) kaynağıdır.
"Rabb" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, çeşitli lütuf ve ihsanları ile
kullarını terbiye ettiğine delâlet eder. "Rahman" ismi, mebde'i (dünyayı)
tanımadaki terbiye-i ilâhiyeye delâlet eder. "Rahim" ismi, kulların
neyi yapacaklarını ve neden sakınacaklarını göstermek için, me'âdi (ahireti)
tanıma hususundaki ilâhî terbiyeyi gösterir. "Melik" ismi, Cenâb-ı
Hakk'ın, insanları dünya yurdundan ceza (ahiret) yurduna nakledeceğine delâlet
eder. Sonra kul, bu makamlara erişince sözünü, gayb (sîgasın)dan muhâtab
(sığasına) çevirerek "Sadece Sana ibadet ederiz " der Bu ifadesi ile,
sanki Cenâb-ı Allah, kuluna şöyle demiştir: Bu beş mertebede, bu beş isimden
istifade edip âdeta Ceza Yurduna geçmiş gibi olunca, sanki Allah'ı görecek bir
duruma geldin. İşte bu sebeble, O'nunla karşı karşıya imiş gibi konuş,
gıyabında imiş gibi konuşmayı bırak da " de. Böylece kul: "Ancak Sana
ibadet ederiz; çünkü Sen, yaratan Allah'sın Ancak Senden yardım isteriz; çünkü
Sen rızık veren Rabbi-sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen Rahmân'sın.
Ancak Senden yardım dileriz, çünkü Sen Rahîm'sin. Ancak Sana ibadet ederiz;
çünkü Meliksin. Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen Mâliksin" demiş
olur.
Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kulunun dünya yurdundan ahiret
yurduna; kötülükler yurduna, sürûrlar yurduna geçeceğine delâlet eder. İşte
bunun için O, "Bugün için bir azık ve hazırlık gerek. Bu da
ibadettir" der. Bu sebeble kul: der Sonra kul: "Kendi gücüm ve
kudretimle kazandığım şey azdır. Bu uzun günde (yolculukta), bana yetmez"
der de, Rabb'inden yardım talebinde bulunarak: "Yanımda bulunan azdır. O
halde rahmet hazinelerinden, bu uzun günde bana yetecek kadar ver"
manasında der. Ahiret günü için azığı elde edince, "Bu uzun ve zor bir
yolculuktur. Yollar çok ve çeşitlidir. İnsanlar bu çölde şaşırmıştır.
Sâlikleri (yola gidenleri) irşada lâyık olan zattan isteyeceğim yoldan başka
çıkar yol yoktur" diyerek "Beni doğru yola hidayet et (ilet)
talebinde bulunur. Sonra, bu yola sülük edenlere (girenlere) bir arkadaş, bir
muhafız ve bir rehber gerektiği için " "Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna (ilet)" der. Cenâb-ı hakkın kendilerine nimet
verdiği kimseler de peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlih kimselerdir.
Buna göre, peygamberler delil; sıddîkler muhafız; şehitler ve sâlihler ise arkadaştırlar
Sonra kul; "Kendilerine gazab olunanların ve sapıtanların yoluna
değil." der. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk'a varmaya engel olan
perdeler iki kısımdır. Biri ateşten olan perdelerdir ki bu, dünya âlemidir
Diğeri ise nurdan olan perdelerdir ki bu da ruhlar âlemidir. Her iki engelden
de Allah Teâlâ'ya sığın ki gönlün, ne ateşten perdelerle ne nurdan perdelerle
meşgul olmasın.
[138]
Bu sûrede, "Allah'ın ismine nisbet edilen iki
kelime; 'Allah'tan başkasına nisbet edilen iki isim vardır. "Allah"
ismine izafe edilen iki kelimeden birisi." sözünde "ism"
kelimesi, diğeri" sözündeki, "hamd" kelimesidir. Buna göre,
besmele işlerin başlangıcı için," da işlerin sonu içindir. Besmele zikir,
elhamdülillah şükürdür. Kul, "Bismillah" deyince rahmete müstehak
olur. "Elhamdülillah" deyince bir başka rahmete müstehak olur. Bundan
dolayı, "bismillah" ile, Cenâb-ı Hakk'ın "Rahman" isimden
olan rahmete; "elhamdülillah" ile de, O'nun "Rahîm"
isminden olan rahmete hak kazanır. Bu manadan dolayı: "Ey dünyanın
Rahmanı, Âhıretin Rahîmi" denilir." sözüne gelince, " Ben sizin
Râbbiniz değil miyim." "Evet Rabbimizsin" (Araf. 172) ayetinin
delaletiyle, buradaki rubûbiyyet insanların başlangıç dönemleri, Rahman sıfatı
ise, hayatlarının orta dönemi, Melik sıfatı ise
"Bugün mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allah'ındır."
(Mu'min, 16) ayetinin'delaletiyle insanların son dönemleri içindir Doğruyu en
iyi Allah bilir. O, doğruya iletendir.
Allah'ın yardımı ve yardımı ile Fâtıha'nın tefsiri
tamamlandı.
[139]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/245.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/245.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/245.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/245-247.
[5] Tırmizı, Tefsır-ı Sûre 15, (5/297); Musned, 5/114.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/248-249.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/249.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/249.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/249.
[10] Bu hadisi Beyhakî ve Deylemî rivayet etmiştir (Keşfu't-Hafâ, 2/82).
[11] Benzeri bir hadis için bkz Buhârî. FedâJİü'l-Kur'an. 9 (6/103).
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/249-250.
[13] Müshm, Salât, 38 (1/296); Tirmizî, tefsir. 2 (5/201).
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/250.
[15] Tırmizi, Fedâilü'l-Kur'an, 25 (5/184). Dârımî, Fedâiiü'l-Kur'an. 6 (2/441).
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/250.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/250.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/251.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/252-253.
[20] Bu hadîs daha önce geçti.
[21] Mufassal sûreler Kur'ânın son kısmındaki kısa sûrelerdir. Bunların ilki olarak, bazıları Kâf Sû-resini, bazıları Hucûrat Sûresini bazıları da bunlara yakın diğer sûreleri söylemişlerdir. (Suyû-tî. İlkân. 1/62).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/253-254.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/254-255.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/256-262.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/262-264.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/264-266.
[27] Buhârî, E2ân, 18 (1/155), Müsned. 5/53.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/267-268.
[29] Hanefi mezhebine göre namazda Fatiha Sûrest'nı okumak vâobtır. Bu tesirin mueflifı Fahreddm Razı merhum Şâfıî mezhebindendır.
[30] Uzunca bir hadisten. Ebu Dâvud, sünnet, 6 (4/201); Tirmizi. ilm, 16 (5/44). Ibn Mâce. mukaddime, 6 (1/16): Dârimî, mukaddime 16 (1/45); Müsned. 4/126.
[31] Tirmizî. menâkıb. 16, 37 (5/609, 672); İbn Mâce. mukaddime. 11 (1/37): Müsned, 5/383
[32] Müslim. Salât. 38. 40 (1/296, 297); Ebû Dâvud. Salât, 132 (1/217); Tirmizi, Tefsir; 2 (5/201); Ne-sâı, İttitah, 23 (2/136).
[33] Tirmizi, Salât, 232(2/122).
[34] Müslim, Salât, 34,36 (1/295); Nesâi. İftitah, 24 (2/137); Dârimi, Salât, 37 (1/283); Tırmizı, Salât, 183 (2/25); Jbn Mâce, İkâme. 11 (1/273).
[35] MusJım. Salât, 38. 41 {1/296. 297); Tırmızî. Salât. 183 {2/26) ve {2/121) ıbn Mâce. İkâme 11 (1/2731.
[36] Tırmızı, Saat. 183 (1/26).
[37] Benzeri bir hadis için bkz Nesâi, ıftıtah, 25 (2/138).
[38] Tirmizi, Kıyamet. 60 (4/666). Nesâî. Kuzât, 11 (8/231): Dârımî. Büyü. 2 (2/245).
[39] İbn Abbas'ın sözü olarak bkz Datimî, Mukaddime. 22, 23 (1/53).
[40] Müslim. Cumu'a. 43 (2/592).
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/268-275.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/275.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/275-276.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/276-277.
[45] Musned 2/359
[46] Mûsned. 1/379.
[47] Daha önce geçti.
[48] Bu hadis biraz önce geçmiştir.
[49] Bu kaideye göre herhangi bir hususta, bir rivayet
varlığına, diğer bir rivayet de var olmadığına delâlet
ediyorsa, mevcudiyeti gösteren birinci kısım tercih edilir.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/277-284.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/284-286.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/286.
[53] Daha önce geçti.
[54] Benzen bir hadis için bkz Tırmızî. Duâ. 4 (5/458).
[55] Tırmizî, Menâkıb, 20(5/633).
[56] Musarrât: sütü sağıimayıp memelerinde bırakılan
hayvanlar demektir Peygamberimiz (s.a.s.) m şu nadısı "Musarrât
Haaısi" olarak meşhur olmuştur:
'Deve ve koyunlarını sütlerini (daha besili ve iyi görünsünler diye) sağmadan memesinde bırakmayın. Kim böyle bir hayvan satm alırsa, iki hususta muhayyerdir İsterse onu sağar ve alıkor. isterse ot sâ' miktarı hurma ile birlikte sahibine iade eder." {Buhâri. buyu: 63. cilt III, sh.25)
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/287-291.
[58] Musned, 2/359.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/291-293.
[60] Daha önce geçmiştir.
[61] Daha önce geçmiştir
[62] Tirmizî. îman, 18 (5/26).
[63] Müslim Salât 45 (1/298). uzunca bir hadisten.
[64] Daha önce geçmişti
[65] Nesâı, Sehv, 20 (3/17), Müsned, 5/447, (uzunca bir hadisten...).
[66] Nesai, İftitâh, 37(2/153-154); Müsned, 5/41, 51.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/294-299.
[68] Yukarıda geçti.
[69] Tirmızî, Salât, 233 (2/123).
[70] Daha önce geçti
[71] Daha önce geçti
[72] Daha önce geçti.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/300-302.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/303-304.
[75] Müslim, fedâil. 130 (4/1830).
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/304-305.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/305.
[78] Müslim. Zühd, 69 {4/2297).
[79] Benzen bir hadis için bkz, Ebu Dâvud. edeb. 11 (4/255).
[80] Daha önce geçti.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/306-319.
[82] Benzer bir hadis ıçm bkz Müslim, zikir. 7 (4/2063).
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/319-325.
[84] Bu açıklamalar Şafiî mezhebine göredir.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/325-329.
[86] Buhâri. Cuma. 11 (1/215): Müslim. İmaret. 20 (3/1459).
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/329-337.
[88] Buhârî, rikak 38 (7/190).
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/338-345.
[90] Benzen bir hadis için bkz Buharı, mezâlim. 3 (3/98).
[91] Az bir farkla hadis-i şerif Tirmizî tarafından rivayet edilmektedir.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/345-348.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/348-351.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/351-352.
[95] Müsned. 2/173.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/352-354.
[97] İrca' fikrinde olanlara yanı Mürcie'ye göre dmın esası îmandır, amel değildir. Günahla imana zarar gelmeyeceği gibi yapılan taattn da inanmayana faydası yoktur.
[98] Müsned, 4/278. 375.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/354-358.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/359.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/359-360.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/360.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/360-362.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/362.
[105] Mu tezıle'ye göre Allah'ın hikmeti, kulları için âslah, yanı en iyi olan ne ise onu yapmayı gerektirir. Kullar ıçm aslah olanı yapması farzdır. İlahî iradeyi sınırlandıran bu baM iddia Ehl-i cennetçe reddedilir. Eş'art'nın meşhur üç kardeş meselesi bunu çürütür.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/362-363.
[107] Bunun Hz. Peygamber'den değil seleften bir söz olarak nakledildiği söylenmiştir. Bu hususta bkz. Keştu'l-Hafâ, 2/166.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/363-366.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/369-371.
[110] Benzeri bir hadis için bkz Müsned, 6/240: Aynı metinle, el-Camiu's-sağîr Suyûtî, (2157).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/372-374.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/375-377.
[113] Bu hadis daha önce geçti.
[114] Daha önce geçti.
[115] Daha önce geçti.
[116] Daha önce geçti.
[117] Daha önce geçti.
[118] Namazların her rekâtinde Fatiha Sûresi'nin okunmasının farz oluşu, Şafiî Mezhebine göredir. Ha-nefılere göre, namazda Fatiha Sûresi'ni okumak vaciptir.
[119] Mefhûm-u küllî: Manasında birçok varlığın ortak olduğu bir kelimedir "İnsan" kelimesi gibi. Bu kelime insan olan her varlığı ifade eder.
[120] Bu hadisi Ebu Nu'aym. Htlye'sınde; Tabarânî, Evsafında; Beyhakî, Şu'ab'mda zikretmiştir (Keşfu'l-Hafâ. 1/311)
[121] Daha önce geçti.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386.
[123] Müslim, imân, 293 (1/162): Müsned. 4/401. 405.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/386-389.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/389-391.
[126] Ebu Davud, libâs, 27 (4/59); Müsned. 2/248.
[127] Tirmizî, Daavât, 92 (5/539).
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/391-392.
[129] Benzen bir hadis için bkz: Tirmizî, zühd. 9 (4/556): İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402).
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/392-394.
[131] Buhârî. Tefsir (6/20).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/394-396.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/396-398.
[134] Müslim. Tevbe 14-16 (4/2107-2108).
[135] Buhârî. iman, 1 (1/8); Müslim, iman, 21 (1/45).
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/398-403.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/403-404.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/405-406.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/406.