-1-
FÂTİHA SÛRESİ
Mushaf’taki
sıralamaya göre bi-rinci,
nüzûl sırasına göre beşinci sûre-dir. Âyetlerinin
sayısı yedidir. Mekke’de nâzil olmuştur.
1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
2: “Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur.”
3: “O, Rahmân ve Rahîmdir.”
5: “Ancak sana kulluk eder ve
ancak yardımı senden dileriz.”
6: “Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”
7: “O kendilerine nîmet verdiğin
mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Tertip sırasına
göre kulluk kitabımızın birinci sırasında yer almış, Mekke’de nazil olmuş
Fâtiha sûresi diye maruf bir sûreyle karşı karşıyayız. İnşallah iki üç haftalık
bir ders süresi içinde Rabbimizin bu sûrede bize intikal ettirmeyi murad buyurduğu mesajlarını, bize ulaştırmayı dilediği kulluk
maddelerini tanımaya çalışacağız. Rabbim, anlatana anlatılanın güzelliğine
uygun bir vüs’at, bir anlatım güzelliği versin. Hem
anlatana, hem de dinleyenlere iman etmek ve amel etmek üzere, Allah kelâmını
dinleme şuuru nasip buyursun inşallah.
Şunu itiraf edeyim ki; Fâtiha sûresini anlamak ve
anlatmak gerçekten çok zordur. Çünkü “Ümmü’l Kitap” Kitabın
anası ve “Fâtihatu’l kitap” Kitabın açıcısı,
kitabın anahtarı sayılan bu sûre, hemen hemen Kur’an’ın tümüne bir bakıştır. Onun içindir ki bu sûreyi
anlayabilmek ve anlatabilmek için Kur’an’ın tümünü
anlamayı, Kur’an’ın tümüne vukûfiyeti
gerektirecektir.
“Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı da besmelede
toplanmıştır”.
Buyuran Hz Ali (r.a) hazretleri de herhalde bunu
kasteder. Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın
tamamı da besmelede özetlenmiştir. Onun içindir ki Fâtiha’yı anlayabilmek Kur’an’ı anlamaya bağlıdır. Kur’an’dan
on sûre bilen birisinin Fâtiha’yı anlaması ve anlatmasıyla, yirmi sûre bilenin
anlaması ve anlatması farklı olacaktır. Kur’an’ın
tümüne vakıf olan birisinin anlatması elbette farklı olacaktır. Keşke şurada,
içimizde böyle birisi olsaydı da Fâtiha’yı ondan dinleseydik.
Ama inşallah ben anlayabildiğim kadarıyla size anlatayım, duyabildiğim
kadarıyla size duyurmaya çalışayım, ben de, sizler de Fâtiha’yla kuşanalım.
Ben de, sizler de yarına Fâtiha bilen birileri olarak çıkalım. Ben de, sizler
de Fâtiha’yla dirilip çevremizdekileri Fâtiha’yla diriltelim inşallah.
Kur’an’ın daha bir güzel anlaşılabilmesi için âlimlerimiz onu ikiye ayırırlar; Mekkî ve Medenî diye.
Yine meselâ Mevlânâ Ebul Kelâm ve Elmalı merhum gibi
bazıları da Fâtiha ve diğerleri diye Kuranı ikiye ayırır.
Bunların delilleri de Kur’an-ı kerim’deki şu âyet-i
kerimedir:
“Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi âyetli (Fâtiha’yı)
ve Kur’an-ı Azîm'i verdik.
(Hicr 87)
Rabbimiz kitabını
işte böyle tekrar edilen yedi ve Kur’an diye ikiye ayırırken, kimilerinin de günümüzde farklı ayırımlar yaptıklarına
şâhit oluyoruz. Meselâ kimilerinin iman ve diğerleri diye kitabı ikiye ayırdıklarını ve sadece kitabın iman âyetlerini gündeme
getirip öteki âyetleri görmezden geldiklerini, kimilerinin zikir âyetleri ve
diğerleri diye onu ikiye ayırıp sadece zikre konu
olan âyetleri bayraklaştırıp ötekileri örttüklerini, kimilerinin cihad ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp
sadece cihad âyetlerini terennüm edip diğerlerini
diskalifiye ettiklerini, kimilerinin kıssa ve diğerleri diye, kimilerinin
ahlâk âyetleri ve diğerleri diye, kimilerinin tevhit âyetleri ve diğerleri
diye onu ikiye ayırıp bir bölümünü sürekli gündeme
getirip öteki bölümü görmezden geldiklerini görüyoruz. Tabii böyle işine gelen
tarafı gündeme getirip öbür tarafı örtmek adına değil de Kur’an
daha güzel anlaşılsın diye âlimlerimiz Fâtiha ve diğerleri diye onu ikiye ayırmışlardır.
Fâtiha’nın genel
muhtevasına baktığımız zaman üç bölümden müteşekkil olduğunu görürüz:
1, Övme (hamd),
2, Talep (isteme),
3, Talebe cevap.
Sûrenin bu üç bölümü ihtiva ettiğini görüyoruz. Bunu şöyle anlayabiliriz:
Farz edin ki resmi bir daireden, bir makamdan bitecek bir işimiz var. Bir
daire müdürüne sunacağımız bir maruzatımız, yahut ondan bitecek bir işimiz
var. Ne yaparız? Önce bu müdürün yanına kadar gidilir ve övülür müdür. İşte
sen bu makamın sahibisin, sen bu işin ehlisin diyerek methedilir. Sonra da
halimizi, maruzatımızı ona arz ederiz.
Benim durumum şudur, şöyle bir müşkilim var ve hu
işin halli sendedir, bunu sen halledersin. Ne olur bu işime bir el atıp tavas-sut ediversen, şuraya bir telefon ediversen, bir emir veriversen deriz.
İşte Fâtiha’nın
muhtevası da aynen böyledir. Fâtiha’da da önce överiz Rabbimizi, hamd ederiz O’na. Hamdimiz, övgümüz
sanadır ya Rabbi! Sen buna lâyıksın! Sen bunun ehlisin!
Senden başka ham-de lâyık birini bilmiyoruz! Bu işin sahibi sensin! deriz.
Sonra da kulluğumuz sanadır Allah’ım! Köleliğimiz sanadır! Senden başkasına kulluk
yapmayız! Senden başkasına minnet etmeyiz! Senden başkasının önünde el açıp
dilencilik yapmayız! Senden başkasına halimizi arz et-meyiz! Senden
başkasından bir şey beklemeyiz! dedikten sonra hemen müşkilimizi,
maruzatımızı, talebimizi söyleriz. Allahım! Sen bu işin
ehlisin, ne olur bize sırat-ı müstakimi gösteriver. Bize doğru yolu gösteriver! Bizi doğru yola iletiver! Bizi doğru
yoldan ayırma! deriz.
Fâtiha’daki bizim
bu ısrarlı talebimize karşılık Rabbimiz de bundan sonraki sûrenin, yâni Bakara
sûresinin ikinci âyetinde cevaben buyurur ki: Kullarım! Gerçekten siz bu talebinizde
ciddi misiniz? Gerçekten benden ne istediğinizin farkında mısınız? Eğer sarhoş
filan değilseniz, eğer aklınız başınızdaysa, eğer gerçekten benden ne istediğinizin
farkındaysanız, yâni sırat-ı müstakim talebinizde ciddi iseniz, öyleyse işte
istediğiniz sırat-ı müstakim. İşte istediğiniz hidâyet buyurarak kitabını
karşımıza çıkarıveriyor:
“Elif
lâm mîm. İşte kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için hidâyet kaynağıdır."
(Bakara 1,2)
İşte Kur’an! İşte hidâyet! İşte doğru yol! İşte kendisinde asla
şüphe olmayan ve kendisiyle yol bulmak isteyenlere yol gösterici olan Kur’an! buyurarak bize kitabını gösteriveriyor, önümüze
kitabını açıveriyor. İşte bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı budur.
Bir insan düşünün
ki günde en az kırk defa namazlarında Allah’tan sırat-ı müstakim istiyor. “Ya Rabbi ne olur bana dosdoğru yolu göster, ne olur beni
sırat-ı müstakime hidâyet et” diyor. Allah da; “Ey kulum, işte sırat-ı
müstakim! İşte istediğin dosdoğru yol!” buyurarak kitabını kendisine arz
ettiği halde, yine de Kur’an’la beraber olmuyor-sa, Kur’an’la yol bulmaya
çalışmıyorsa, Kur’an’ı anlamaya çalışmıyor-sa, ona müracaata yanaşmıyorsa, esasen bu adam ne
istediğinin farkında olmayan bir sarhoştan başkası değildir. Namazlarında ne
dediğinin, ne okuduğunun, ne istediğinin farkında olmayan sarhoştur bu insanlar.
Öyle değil mi? Meselâ birine yol sorup da o yola koyulmayan insan, ya küstahtır, ya da ne dediğinin,
ne istediğinin, ne sorduğunun farkında olmayan bir sarhoştur. Madem ki
gitmeyecektin niye sordun? Sordun niye gitmiyorsun? Ama adam sarhoş. Aklı başında
değil. Ne dediğinin, ne istediğinin farkında değil. Günde an az kırk defa namazlarında:
“(Ya Rabbi) Bizi doğru yola
hidâyet eyle!.”
(Fâtiha 6)
Diyor. Ya
Rabbi! Ne olur bizi hidâyete ulaştır! Bize sırat-ı müstakimini göster!
diyerek Allah’tan böyle bir talepte bulunurken, söylediği bu cümlenin, okuduğu
bu âyetin ne anlama geldiğini bilmediği için, o anda ne dediğinin, ne istediğinin
farkında olmadığı için, tıpkı bir sarhoş gibi bu âyeti okuduğu için bu talebin
cevabı olan Kur’an’la beraber olma gereği, Kur’an’la yol bulma gereği de duymamaktadır.
Ve işte Fâtiha’daki bu talebine
karşılık Rabbimizin gösterdiği hidâyet rehberi olan Kur’an’ı
gece gündüz anlamaya çalışmayan herkes sarhoştur. Kitaptan habersiz yaşayan
herkes Allah’a karşı büyük bir küstahlık içindedir. Elinde kendisi
rehberliğinde bir hayat yaşaması gereken Kur’an
olduğu halde o kitaptan habersiz yaşayanlar, kitaptan habersiz hayatına program
yapanlar kesinlikle yolsuz yordamsızdırlar.
Daha önce ifade
ettiğimiz gibi Fâtiha sûresi için Rabbimiz “Seb'ül Mesânî” buyurur. Tekrar edilen yedi mânâsına. Çünkü
Fâtiha sûresi tüm namazların tüm rekatlarında tekrar edilir. Aslında namazın
bir önceki rekatında okunan bir sûrenin bir sonraki rekatın-da okunması mekruhtur. Ama Fâtiha
böyle değildir. Her rekatta okumaktayız bu sureyi.
Fâtiha sûresinin
yedi âyeti vardır. Yedi, İslâm’da sonsuzluk ifade eder. Kâbe’nin etrafındaki
tavafın sayısı yedidir. Safa ve Merve arasındaki say’in sayısı yedidir. Yedi kat sema vardır. Allah’ın günlerinin
sayısı yedidir. Bunlar hiç durmadan nasıl sürekli devam edip dururlarsa Fâtiha
da hiç durmadan sürekli okunur durur.
Sûrenin ismi sadece
“Seb’ül Mesâni ve Fâtiha” değildir. Bunların dışında onun başka
isimleri de vardır. “Ümmü’l kitap, Fâtihatu’l
kitap, Sûre’tül hamd, Esas,
El Vâfiyye, El kâ-fiyye, Kenz, Es Salât, Sûre-i Şükür, Sûre-i Dua, Sûre-i Şifa, Ta’lim-i Mesele” gibi isimleri de vardır.
Allah’ın Resûlü
Fâtiha’nın faziletiyle alâkalı bir hadislerinde buyurur ki:
“Şu dört âyet Rabbimin arşının altında asılı idi de Rabbim onları çok
sevdiği kullarına hediye olarak indir-di.”
Bunlardan birisi de Fâtiha’dır. Hattâ melekler: “Ya
Rabbi sen onları, onların kıymetini bilmeyen insanlara mı indiriyorsun?” Demişlerdi
de Cenâb-ı Hak: “Siz bilmezsiniz, ben bilirim!”
İnsanlar onun kıy-metini bilecekler buyurmuştu. Gerçekten de tarih boyunca
onun kıymetini bilenler bildiler. Kitabın kıymetini, Fâtiha’nın kıymetini bilenler
hiç bir zaman eksik olmamıştır. Onun anlaşılması, tebliği ve muhafa-zası adına niceleri kendilerini
feda ettiler. Kur’an adına bu ümmetten nice başlar
verildi. Nice canlar feda edildi. Onun anlaşılması ve mu-hafazası
adına niceleri başlarını verdi de başlarının gittiğinin farkına bile varmadılar.
Hiç bir kitaba nasip olmayan hıfz ancak bu kitaba nasip oldu. Yeryüzünde
baştan sona ezbere bilinen hiç bir kitap yoktur, ama yoklayın Müslümanlardan
en az onda biri bu kitabın hafızıdır. Yeryüzü bu kitabın hafizlarıyla
doludur.
Bir gün Ayşe
annemizin yanında Hz Yusuf (as) ve Mısır’daki hayatından
söz açılır. Mısır’daki saray sosyetesi kadınların Hz
Yusuf’-un güzelliği karşısında dayanamayarak elma yerine ellerini doğradıklarından
söz edilir. Kadınlık duyguları galeyana gelen annemiz der ki: “Ne yâni! Mısır’da
üç beş kadın Yusuf’u görünce onun güzelliği karşısında hayrete kapılıp
parmaklarını doğramışlar. Bu da büyük bir şey mi sanki? Halbuki benim sevgilim
öyle güzel ki onu bir kere gören, benim sevgilimin cemalini bir kere seyreden
nice binler vardır ki, onun yolunda başlarını vermişlerdir” Hattâ onun yüzünü
bile görmedikleri halde ona inanmış
nice binler vardır ki onun uğrunda boyunlarını verdiler de o başı verenlerin
haberleri bile olmadı. Onun uğrunda nice canlar verildi de o canların sahipleri
can verdiklerinin farkına bile varmadılar.
Hattâ işte şu anda ondan asırlarca sonra geldikleri halde, onun cemâlini
bile görmedikleri halde, bir kere adını duyup ona gönül vermiş, onun dâvâsına
iman etmiş niceleri onun uğruna kellerini vermeye devam etmektedirler. İşte Çeçenistan, Filistin, Bosna ve doğusuyla batısıyla tüm İslâm
dünyası.
Tarih boyunca ve
bugün bu kitabın, bu peygamberin kıymetini bilenler hiç bir zaman eksik
olmamıştır. Bu kitabın ezberlenmesi adı-na, bu
kitabın okunup anlaşılması adına, bu kitabın muhafazası, ha-yata hâkimiyeti
adına nice kelleler, nice canlar, nice ömürler, nice me-sailer fedâ edilmiştir.
“Ben isteseydim
Fâtiha’dan yüz deve yükü kitap telif ederdim” buyuran Hz.
Ali Efendimizden tutun da, Fâtiha’dan bin mesele çıkaran Fahreddin
Râzî’ye kadar, Fâtiha’yı anlayabilmek için on, on beş
yılını veren seleften pek çoklarına kadar onun kıymetini bilenler bildiler. Allah
bizleri de Fâtiha’nın kadr u kıymetini bilenlerden,
onu anlayıp onun istediği gibi inanan ve yaşayan kullarından eylesin inşallah.
Bu kısa mukaddimeyle
genel bir bakış yaptığımız sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya çalışalım inşallah.
1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Fâtiha sûresinin
birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseriyetinin görüşü budur. Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan 113
tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml sûresinde,
sûre ortasındadır.
“Süleyman’dan bana
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.”
(Neml 30)
Âlimlerimizin
ekseriyetine göre Neml sûresinin ortalarında geçen
bu besmele sûreye ait bir âyettir. Diğer sûre başlarında geçen besmeleler de o
sûrelere ait birer âyettirler.
Besmele çok çeşitli
fonksiyonlara sahip bir muammadır. Besmele bizim dilimizde koruyucu bir
melektir âdeta. Bir türlü dilimizden düşürmeyiz onu. Çin’den gelmiş çok kıymetli
bir vazo. Bir yere koyarken besmele, silerken kırılmasın diye besmele. Yemek
yerken şeytanı yediğimize ortak etmemek için besmele, az yemek için besmele,
doymak için besmele. Ticaretle uğraşıyorsak müşteri bol olsun, kazancımız iyi
olsun diye dükkanın kapısını açarken besmele, aman hırsız girmesin diye
kapatırken besmele. Para sayarken aman yanlışlık yapmayalım diye besmele.
Tehlikeli bir iş yaparken besmele, ampulü takarken, sökerken aman elektrik çarpmasın
diye besmele, bes-mele, besmele. Âdeta koruyucu bir
melek gibi onu dilimizden hiç düşürmeyiz. Hattâ bazılarına göre iyi bir
besmele çekersen suda yürür, gökte uçarsın. Besmele sadece bu işler için
kullanılıyor bugün. Onun bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte bu kadar basitleştirilmiş.
Halbuki besmelenin
bizim hayatımızdaki mânâsı ve rolü bu kadar basite indirilmemeliydi. Çünkü
besmelenin bizim hayatımızda taşıdığı çok daha büyük fonksiyonları vardı.
Besmeleyi biraz
tanımaya çalışalım inşallah. Hani demin söylemiştim; Hz.
Ali Efendimiz der ki:
"Kur’ân’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı
besmelede, besmelenin tamamı da (B) harfin de toplanmıştır.”
Her gün, her
namazımızda defalarca okuduğumuz ve âlimlerimizin beyanıyla Kur’an’ın tamamını içine alan bu besmelenin “B” harfi
nedir acaba? “B” harfi Türkçe’de “ile” mânâsına gelen bir bağlaçtır.
Arapça’da bunun adına “ilsak” denir.
Bir konuşmada, bir yazışmada “ile” kelimesini gördüğümüz veya
duyduğumuz zaman he-men anlarız ki, iki taraf var ve
bu iki taraf arasında bir ilgi, bir bağ, bir münâsebet kuruluyor. Meselâ “Hasan
ile Tahir” ifadesinde, bu “ile”
bağlacını görünce hemen iki
taraf arasında, yâni Hasan ile Tahir arasında bir
alâkanın, bir münâsebetin kurulduğunu anlarız. Bu cümle nasıl tamamlanırsa tamamlansın
fark etmez. Hasan ile Tahir Afganistan'a gittiler,
veya beyaz giyinmişler gibi. İşte bu “İle” kelimesiyle ikisi arasında
bir münâsebetin kurulduğunu anlarız.
Biz Besmelenin
daha “B” harfine
başlarken, “Bi” ”İle” derken hemen iki taraf
olduğunu ve bu iki taraf arasında bir münâsebetin kurulduğunu görürüz. Peki
kimle kim arasında bir münâsebettir bu? Allah ile kul, âbid
ile Mâbûd, Rab ile âbid
arasında bir münâsebet. Allah ile kul arasında bir ilişki kuruluyor. Peki nedir
bu münâsebet? Kulluk münâsebeti, ubûdiyet ve rubûbiyet
münâsebeti. Demek ki Besmele Allah’la kulun irtibatının beyanı, Rab ile âbid arasındaki kulluk mukavelesidir. Başka bir ifadeyle
Allah’la kul arasındaki program maddelerinin tespitidir. Yâni bir mü'min besmelenin daha “B” harfine başlarken
şunu demektedir: Ya Rabbi! Şu anda senin adına, senin
namına, senin için, sen istediğin için, senin benim hayatıma aldığın kulluk
maddelerinden birini söyleyeceğim veya yapacağım demektedir.
İnsan ya konuşmaya başlarken, ya da bir
iş yapmaya başlar-ken besmele çeker. Meselâ ben
burada konuşmaya başlarken besmele ile başladım. Bu şu demektir: Ben Allah
adına, Allah hesabına, Allah namına bu işi yapmaya başlıyorum. Ya Rabbi! Ben şu anda senin namına, senin hesabına, senin
adına konuşuyorum. Yâni yapacağım bu konuşmayı yapmamı sen benden istediğin
için, bunları konuşmamı kulluk maddesi olarak benim hayatıma sen aldığın için
konuşmaya başlıyorum. Çünkü Allah’la kul arasındaki bu kulluk maddelerini
tespit eden kimdir? Bunu da hemen Besmelenin ikinci kelimesinden anlıyoruz ki
“Bismillah”
Allah adına.
Öyleyse kul için, kulu adına kulluk maddelerini tespit eden Allah’tır. O
halde besmeleye başlarken biz demek istiyoruz ki: Ya
Rab-bi! Şu anda ben senin benim için, benim adıma
tespit ettiğin, hayatıma koyduğun, yapmamı istediğin kulluk vazifelerinden,
kulluk maddelerinden birini yapacağım, yapmaya başlıyorum. Yâni bir konuş-maya
veya bir iş yapmaya başlarken besmele çekerek ya
Rabbi bunu yapmamı sen istediğin için senin adına yapmaya başlıyorum diyoruz, ya da bunu ortaya koyma adına besmele çekiyoruz.
O halde meselâ içki
içerken, içki içmeye başlarken çekebilir-seniz besmele çekin. Veya zinaya
başlarken, faizli muamelelere girer-ken, tesettüre
uymayan bir elbiseyi üzerinize giyerken, sakalınıza usturayı vururken,
vurdururken, yabancı bir kadının elini sıkarken, haramla, israfla kurulmuş bir
sofraya otururken, parmağınıza altın bir yüksük takarken, meşru olmayan bir
paraya el uzatırken, kanalizasyonları seyretmeye başlarken, eliniz onun
düğmesine giderken, mâlâ-yâni işlerken çekebilirseniz besmele çekin. Allah
adına, Allah namına, Allah istediği için ben bunu yapmaya başlıyorum deyin diyebilirseniz.
Eğer Allah içki
içmenizi istiyorsa, veya üzerinize tesettüre uygun olmayan bir elbise giymenizi
istiyorsa besmele çekin. Ya Rabbi, ben bunları senin
adına, senin namına, sen istediğin için yapmaya başlıyorum deyin. Ama yok
Allah bütün bunları yapmanızı istemiyor-sa, o zaman
bunların başında “bismillah” demeye hakkınız yoktur. Ya
Rabbi ben bunları senin adına, senin namına yapıyorum, sen istediğin için yapıyorum
diyemezsiniz.
Hattâ haramın başında besmele çekmek insanı dinden bile çıkarır. Çünkü
haramın başında besmele çekmek onu helâl kabul etmektir ki bu küfürdür Allah
korusun. Haramın başında besmele çekmek Allah’a akıl vermeye kalkışmak ve
Allah’a en büyük iftira etmektir. Allah’ın istemediklerini O istiyormuş pozisyonunda,
O’nun adına yapmaya çalışmak zulümlerin en büyüğüdür.
İşte besmelenin
bizim hayatımızdaki rolü budur. Öyleyse
ha-yatımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalıdır. Yâ-ni bismillah diyerek, Allah
adına diyerek yapacağımız her işimiz, ko-nuşacağımız her sözümüz İslâmî
olmalıdır. Esasen besmele İslâmî bir hayatın
ifadesidir. Besmele mahza İslâm’dır. Onun içindir ki
Kur’-an’ın tamamı onda toplanmıştır. Mü’min besmele
çekemeyeceği bir hayatın adamı değildir. Onun yaptıklarının tamamı kulluk
akdine uy-gun olmalıdır. Yaptığı her şeyin
yaptırıcısı Allah olmalıdır. İşte o za-man mü’min her işinin başında
besmele çekebilecektir.
İşte bu mânâda
insanların kimilerinin besmelesi farklıdır. Hayatlarının programlayıcısı
Allah olmayan, amellerinin yaptırıcısı Allah olmayan, hayatlarının kulluk
maddelerini Allah’tan başkalarının aldığı kimselerin besmeleleri farklıdır.
Meselâ hayatlarını Firavunlar adına yaşayan, yaptıklarını Firavunlar adına,
onları razı etme, onları yücelt-me adına yapanlar “Bi izzeti Firavun” Firavun adına, Firavun namına, Firavun
şerefine derler. Kimileri “Bi ismi para” Kimileri “Bi ismi kadın” Kimileri
“Bi ismi menfaat”Kimileri “Bi
ismi Tâğut” Kimileri “Bi
ismi dünya” Kimileri “Bi ismi moda” “Bi ismi çevre” “Bi ismi âdet”diyorlar.
Çünkü onların hareket noktaları bu varlıklardır. Onların hayat programlarını
belirleyenler bu varlıklardır.
Yâni onların kulluk maddeleri bu varlıkların istediği biçimde gerçekleşmektedir.
Yâni onların yaptıklarının tümünün yaptırıcısı bun-lardır.
Hayatlarını Allah’tan başkaları adına yaşayan insanların elbette besmeleleri
de farklı olacaktır.
O halde önemine
binaen şu gerçeği bir daha söyleyelim: Müslüman olarak bizim hayatımızda
başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalı. Veya besmele çektiğimiz her
işimiz, Allah adına diye başladığımız her şeyimiz Allah’ın rızasına uygun
olmalıdır. Allah’ın istediği cinsten olmalıdır. Çünkü bizim hayatımıza kulluk
maddesi alan sadece Allah’tır. Bizim program yapıcımız, yaşam belirleyicimiz
sadece Allah’tır, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız.
Bizim hayatımızın
kulluk maddelerini alan Allah’tır. Burada kul olarak bizim hatırımıza şöyle
bir sual gelebilir. Tamam, benim hayatımda yaptıklarımın, yapacaklarımın
tümünün kararını alan Allah’tır. Ben O’nun benim adıma tek taraflı seçtiklerini
yapacağım. O benim adıma neleri yapmamı istemişse ben sadece onları yapacak,
neleri yapmamamı istemişse onlardan uzak durarak irademi O’na teslim edeceğim.
Tamam bunu anladım ve kabullendim de, acaba Rabbimin tek taraflı, bana
sormadan, benim fikrimi almadan benim hayatıma tespit ettiği bu programın, bu yaşam
biçiminin, bu kulluk prensiplerinin tamamı benim menfaatim icabı mıdır? Acaba
Rabbimin benim adıma aldığı kararların tamamı benim hayrıma mıdır? Acaba
Rabbimin kararlarının tamamını yapayım mı? Yapmayayım mı? Yaparsam ne kazanır,
ne kaybederim? Kul olarak aklımıza böyle bir soru gelebilir.
Meselâ ben
insanlardan birisiyle, içinizden birisiyle bir ticaret ortaklığı yapmaya karar
versem, ortaklık anlaşmasının şartlarını tek taraflı olarak karşımdaki şahsın
hazırlamasına razı olmam, olamam. Çünkü karşımdaki bir insandır. Zaafları
vardır, menfaat duygusu vardır. Kendi lehine hareket ederek beni kandırabilir.
Onun içindir ki bu konuda ondan kuşkulanabilirim ve gözü kapalı ona teslim
olmayabilirim. Zira karşımdaki bir insandır ve her ân beni kandırabilir.
Meselâ karşıma şöyle bir anlaşma metniyle gelebilir: Sermayenin 10/9 unu bana,
10/1 ni kendisine, kârın da 10/1 ni
bana, 10/9 nu kendine ayırabilir.
Böyle bir anlaşma şartnamesiyle, metniyle karşıma çıkıp baştan beni kandırabilir.
İnsan olduğu için kuşku duyabilir, onunla böyle bir ilişkiye girmeyebilirim.
Ama Allah için
böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildir. Çünkü bakın bizim hayatımıza bize danışmadan
tek taraflı kulluk maddesi alan Rabbimiz bu konuda herhangi bir endişemiz olmasın
diye besmelenin üçüncü kelimesinde bizi serinletmek ve rahatlatmak üzere şöyle
buyurmaktadır.
“(O) Rahmân ve Rahîmdir”
Er Rahmân, Er Rahîm. O Allah
Rahmân ve Rahîmdir. Sanki bununla bize diyor ki Rabbimiz: “Kullarım! Benim
sizin adınıza tek taraflı alacağım kulluk maddeleri, yapacağım hayat programı
konusun-da sakın aklınıza bir şüphe, bir tereddüt gelmesin. Acaba Rabbimizin
bizden istedikleri, isteyecekleri bizim hayrımıza mı, şerrimize mi? Bizim
adımıza yapacağı hayat programı acaba bizim menfaatimize mi, zararımıza mı?
diye sakın bir endişeniz olmasın. Çünkü bilesiniz ki ben Rahmân ve Rahîmim. Ben
sizin için Rahmân ve Rahîmim. Sizi sizden daha çok bilen, sizin hayrınızı,
sizin menfaatinizi sizden daha çok düşünen benim. Sizin bilmediklerinizi bilen
benim. Benim size karşı ilişkim rahmet ve merhamete dayanmaktadır. Zaten sizi
yoktan var ederken benim bu rahmetim açığa çıkmıştır” buyurarak, Rahmân ve
Rahîm sıfatlarının gündemiyle bizleri
serinletiyor Rabbimiz. O halde Rabbimizle böyle bir kulluk ilişkisine girerken
zerre kadar bir tereddüt ve korku duymuyoruz. Çünkü adına iş yaptığımız,
hatırına hareket ettiğimiz, hayat programımızı kendisinden aldığımız, bizim
adımıza tek taraflı kulluk maddeleri belirleyen Rabbimiz bize karşı Rahmân ve
Rahîmdir. Bizi bizden çok bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi bizden çok
düşünendir O. Onun için gözü kapalı O’nun programına teslim oluyoruz.
Rabbimiz bu bölümde
bizim tüm tereddütlerimizi izâle ederek kendini bize böylece Rahmân ve Rahîm
olarak tanıtıyor. “Kulum, sakın sen bu konuda merak etme! Seni senden daha
çok düşünen, senin adına aldığım kararlarla bildiğin bilmediğin bütün zararlardan
seni koruyan, sana bildiğin bilmediğin bütün menfaatlerini celbeden Rahmân ve
Rahîm’im ben” diyor ve böyle bir kuşkuyu ta işin başında izâle ediyor, bizi
serinletiyor Rabbimiz.
“Rahmân ve Rahîm” Cenâb-ı Hakkın besmele ile zikredilen iki ismidir.
Biliyoruz ki O’na ait olan 99 isminden sadece bu ikisi besmele ile zikredilir.
Rabbimizin bu iki ismiyle alâkalı kısaca şunları söyleyelim: Rahmân;
düşünebileceğimiz, hayal edebileceğimiz merhametin, şefkatin tümünü içine
alır. O’nun Rahmetinin, merhametinin hududunu insan aklının ihata etmesine
imkân ve ihtimal yoktur. Bir hadisten öğreniyoruz ki Rabbimizin Rahmeti 99
parçaya bölündü ve bu parçalardan sadece bir tanesi dünyaya indirildi. Onun içindir
ki, anne yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki, hayvan yavrusuna
merhamet etmektedir. Onun içindir ki insan eşine merhamet etmektedir. Onun
içindir ki, mü'min mü'mine
merhamet etmektedir. Dünyada O’nun rahmetinin sadece 100/1’ inin tecellisi
böyle ise, varın cennette 100/ 100 ünün tecellisini siz düşünün.
Ama Rabbimizin
dünyaya indirdiği bu rahmetinin bu dünyada bazen ters tecelli ettiğini
görüyoruz. Meselâ bir Janjark çıkar ve toplumu adına
kendini yakıverir, rahmet ters tecelli eder. Veya meselâ bir anne sabahleyin
yatağında mışıl mışıl uyuyan yavrusunun başucuna
gelir, merhametinden dolayı onun uykusunu bölmeyeyim diye çocuğunu sabah
namazına uyandırmaz, rahmet ters tecelli eder. Veya bir Müslüman darıltmayayım
diye arkadaşının namazsız hayatına göz yumar, rahmet ters tecelli eder. Veya
karısının, kocasının İslâm dışı tavırlarını ona olan sevgisinden ötürü sîneye
çeker, onu uyarmaz, rahmet ters tecelli eder. Böyle bizim toplumda ters tecelli
etmiş rahmet m
Rabbimizin bu
Rahmân ve Rahîm isimlerini bazıları şöyle an-lamaya çalışmışlar: Rahmân sıfatı
dünyadakilere umûmîdir. Cenâb-ı Hak mü’min demez, kâfir demez, dinsiz demez, ateist demez,
komünist demez, şinktoist demez herkese nîmetlerinden
bol bol ihsan eder. Hattâ Allah’ın günü kendisine
küfredenlere bile merhametiyle, rahmetiyle muamele eder. Havalarını,
sularını, güneşlerini, nimetlerini kesivermez insanların. İşte bu Rahmân
sıfatının gereğidir. Ama tabi burada mü’minin
hatırına bir sual gelebilir. Ya Rabbi! Ben dünyada
seni Rab ve İlâh bildim. Ben hayat programımı senden aldım. Bir ömür boyu
senin benim adıma aldığın kulluk maddelerine riâyet ede-rek
yaşadım. Ama sen beni bir kâfirle denk tutuyorsun. Beni ondan niye ayırmıyorsun ya Rabbi? diye eğer mü’minin hatırına bir soru gelirse, o zaman da Cenâb-ı Hak buyurur ki: Kulum! Sen üzülme, ben senin için
Rahîmim de aynı zamanda. Benim Rahîm sıfatım da var. Bu sıfatımın gereği ve
tecellisi olarak öbür tarafta sadece mü’minlere merhamet
edeceğim diyor besmelenin bu bölümünde. Kulum, sen hiç endişe etme, öbür
tarafta seni cennetime koyacak ve yalnız mü’min-lere cemâlimi göstereceğim buyurur. Rabbimizin Rahmân sıfatının
tecellisini burada görüyoruz, ama belki de Rahîm sıfatının tecellisini öbür
tarafta göreceğiz. Cennette cemalini bize göstermek sûretiyle Rabbimiz bize
Rahîm sıfatıyla tecelli edecektir.
Rahmân ismi tek
başına çocuklara isim olarak konmaz, eğer konursa o şeytan olur diyor Allah’ın
Resûlü. “Abdurrahmân” şeklinde konulabilir.
Rabbimizin “Rahmân”
ismi öyle bir isimdir ki, tüm isim ve sı-fatları buna
bağımlıdır. Meselâ Allah “Hâdî” dir,
kullarını hidâyet edicidir, ama bu ismi Rahmân ismine bağlıdır. Yâni eğer
Rabbimiz Rahmân olmasaydı, sonsuz merhamet sahibi olmasaydı kullarını hidâyete
ulaştırmazdı. Veya meselâ Rabbimiz “Rezzâk” dır, tüm yaratıklarını
doyurup besleyendir, ama eğer Rahmân olmasaydı hiç kimseye rızk vermezdi.
Öyleyse Rabbimizin tüm isim ve sıfatlarının başı bu “Rahmân” sıfatıdır.
Besmelenin bizim
hayatımızdaki fonksiyonu işte böyle çok büyüktür. Rabbimizin tüm isimlerini,
tüm sıfatlarını ihtiva eden bir cümledir besmele. Bize yansıyan yönüyle de besmele
mahza kulluğun izhârıdır. Besmele ubûdiyetin, kulluğun
izhârıdır. O halde kendisinden sonra gelecek bütün söz ve işlerin İslâmî olması şarttır. Yoksa her ân Allah’a iftira etmiş
olmaktan kurtulamayız. Burası çok önemlidir. Yâni hiç bir zaman unutmayalım ki,
besmeleden sonra gelecek bütün amellerimiz, bütün eylemlerimiz kulluk maddesidir
ve besmeleden sonra yapacağımız her şey İslâmî olmalıdır.
Bakıyoruz Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele var. Bunlardan 113
tanesi sûre başlarında, sadece bir tanesi sûre içindedir. O da demin ifade
ettiğim gibi Neml sûresindedir ve kesinlikle Neml sûresindeki bu besmele o sûreye ait bir âyettir.
Diğerleri ise, yâni sûre başlarındaki besmeleler ise ulemânın ekseriyetine
göre o sûreye ait birer âyettir. Kur’an-ı Kerim’de
sadece Tevbe sûresinin başında besmele yoktur ve bu
sûreye başlanırken besmele okunmaz. İslâm âlimleri bunun sebebini şöyle açıklarlar:
a- Bu sûre müstakil
bir sûre olmayıp, Enfâl sûresinin devamıdır, onun
içindir ki, müstakil bir sûre olmayan bu sûrenin başında besmele yoktur derler.
Ama biz biliyoruz ki bir sûrenin başından değil de ortasından Kur’an okumaya başlarken de besmele ile başlanır.
b- Âlimlerimizden
kimilerine göre de bu sûre müşrikler hakkında bir ültimatom ve ölüm
fermanıdır. Binaenaleyh kâfirlerle bir savaşın, kıtalın gündeme getirildiği
bir ortamda besmele çekilerek yâni Rahmân ve Rahîmle irtibat kurularak bu
sûreye başlanmaz demişlerdir. Onun içindir ki böyle bir ortamda inen bu
sûrenin başında besmele yoktur. Nitekim kurban keserken de biz besmele çekerek
Rahmân ve Rahîmle irtibat kuramıyoruz. “Bismillahirrahmanirrahîm”
diyemiyoruz, ancak “bismillah Allahu Ekber” diyebiliyoruz.
c- Yine
âlimlerimizden kimine göre burada da besmele vardır. Zira madem ki Kur’an-ı Kerim’in tümü Fâtiha’dadır, Fâtiha’nın tümü
besmelededir, besmelenin tümü de (B) harfindedir. O halde bu sûre de zaten (B)
harfiyle başlıyor ve bu sûrede de besmele vardır.
Fâtiha’nın ilk
âyeti olan besmele ile alâkalı bu kadar söz yeter. Sûrenin ikinci âyeti:
2: “Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur.”
Hamd kelimesinin bir kaç mânâsı
vardır, inşallah şöyle kısaca özetlemeye çalışalım:
1- Hamd;
hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek de-mektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul etmek demektir. Bu mânâda
hamd yalnız Allah’a aittir. Zira tam ve mükemmel olan,
eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah dışında herkes ve her şey
eksiktir, nâkıstır, kusurludur, mükemmel değildir. “Hasan çok iyi ama ah şöyle
olmasaydı” “Şu yazı çok güzel ama ah şurası şöyle olmasaydı” “Şu halı çok
güzel ama ah şu renk uyumu şöyle olsaydı” deriz değil mi? Neden? Çünkü Allah
dışında her şey eksik ve nâkıstır. Hiç bir şey tam ve mükemmel değildir. Ama Allah
için böyle bir şey düşünemeyiz. Allah mükemmeldir, tamdır, eksiksiz ve kusursuzdur.
O halde hamd sadece Allah’a aittir.
2- Hamd
övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâ-da da övgü sadece Allah’a
aittir. Bizler günde en az kırk defa namaz-larımızda
Rabbimize bu ahitte bulunuyoruz. Diyoruz ki; “Ya
Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır.
Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” Tabi Allah’ı
övmek demek O’nun zatını öv-mekle beraber, aynı
zaman O’nun övdüklerini de övmek demektir. Öyleyse biz namazlarımızda
okuduğumuz bu âyetle günde en az kırk defa “Ya Rabbi,
biz sadece seni överiz, sadece senin övdüklerini överiz. Senin övüp beğenmediklerini
asla övüp beğenmeyiz. Senin övüp beğenmediklerini asla sahiplenmeyiz” diyoruz.
O halde, Rabbimize böyle bir
ahitte bulunduğumuz namaz sonrası hayatımıza bir bakalım. Eğer günde kırk defa
namazlarımızda; “Ya Rabbi, biz sadece seni ve senin
övdüklerini överiz” dediğimiz halde, namaz sonrası hayatımızda Allah’ın
övmediklerini övmeye, Allah’ın övdüklerini de övmemeye kalkışırsak, bilelim ki
bu halimizle Allah’a verdiğimiz bu sözü nakzederek O’nunla
dalga geçmiş, O’na iftira etmiş oluruz Allah korusun. Meselâ Allah’ın övmediği
bir evi, ev tefrişini, Allah’ın övmediği bir sofrayı, Allah’ın övmediği bir
kazanma harcama düzenini, Allah’ın övmediği bir meslek seçimini, Allah’ın övmediği
bir alfabeyi, Allah’ın övmediği bir hukuk sistemini, Allah’ın övmediği bir
ekonomik anlayışı, Allah’ın övmediği bir eğitim sistemini, Allah’ın övmediği
bir kılık kıyafet modelini, Allah’ın övmediği bir düğün modelini, hâsılı Allah’ın
övmediği bir yaşam biçimini, bir hayat tarzını hamd
etmeye, övmeye ve sahiplenmeye kalkışırsak Allah korusun günde kırk defa
Rabbimize verdiğimiz sözümüzü bozuyor ve başkalarını hamd
ederek, başkalarının yasalarını, başkalarının ürünlerini överek, kabullenerek
şirk içine düşmüş oluyoruz.
Demek ki bir şey
övülecek, bir şey methedilecek, kabullenilecek, sahiplenilecek ve hamd edilecekse unutmamalıyız ki o şey ancak Allah’la
ilgisi kadarıyla övülecek ve hamd edilecektir. Yâni Allah’ın
övdüğü övülecek, övmediği de asla övülmeyecektir. Namazlarımızda bu sözü
veriyoruz Rabbimize. Öyleyse şimdi bir bakın hayatınıza. Bir bakalım
hayatımıza. Acaba namazlarımızda söz verdiğimiz gibi sadece Allah’ı ve O’nun
övdüklerini mi övüyoruz? Yoksa Allah’ın övmediklerini övmeye, hamd etmeye, sahiplenmeye mi çalışıyoruz? Yâni ya bizim namazlarımızda dediğimiz doğrudur, ya da namaz dışı hayatımızda yaptığımız doğrudur.
Namazdaki söylediğimiz Rabbimizden olduğuna göre kesinlikle doğru olan o dur.
Çünkü Rabbimizin bizden istediği o dur.
Şimdi Allah için bir düşünelim.
Namazlarımızda Allah’a ne söz veriyoruz ve kimleri ve neleri övüyoruz namaz
sonrası hayatımızda? Meselâ bir adam ki, namaz kılmıyorsa, müslümanca
bir hayat yaşamıyorsa bu adamın durumu, konumu, makamı ne olursa olsun asla
övülmesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın övmediğini bir mü’minin
övmesi düşünülemez. Namazsız bir adam Allah’ın övmediği bir adam-dır. Bir
eğitim sistemi ki, temeli materyalizme dayanıyor, Allah âyetlerinin kokusuna
bile müsaade etmiyorsa, Allah’ın övmediği böyle bir eğitim sistemini bir Müslümanın övmesi, hamd etmesi,
yâni ona sahip çıkması, gerek kendisini, gerek çocuklarını böyle bir eğitimin
kucağına teslim etmesi mümkün değildir. Bir kılık-kıyafet anlayışı ki, Allah
onu övmüyor, bir Müslümanın bunu sahiplenmesi, bunu hamd etmesi kesinlikle mümkün değildir. Allah’ın övmediği
bir gelinlik ki Sirilanka’-dan getirtilmiş, dünyada
eşi ve benzeri yok. Bir Müslümanın böyle bir gelinliği
övmesi, sahiplenmesi, giymesi mümkün değildir. Bir düğün ki onda din adına
sadece mevlit okunmuş, bir Müslümanın bunu hamd etmesi, övmesi mümkün değildir. Bir sofra ki israflı,
ya da haramlarla hazırlanmış ve onu Allah ve Resûlü
övmemiş. Böyle bir sofrayı bir Müslümanın övmesi asla
mümkün değildir.
Tamam, sadece Allah’ın
övdüklerini övecek, Allah’ın beğendiklerini sahipleneceğiz, bunu anladık da
acaba Allah’ın neleri ve kim-leri övdüğünü nereden
bileceğiz? Bizler Allah’ın övdüklerini Allah’ın kitabından ve Rasulullah Efendimizin hayatından öğreniyoruz. Çünkü kesinlikle
biliyoruz ki Allah’ın Resûlü Allah’ın övdüklerini övmüş ve mahza
Allah’ın övdüğü bir hayatı yaşamıştır. Rabbimizin kitabı bunu tescil
etmektedir. Öyleyse bir sofra ki Allah’ın Resûlü hayatı boyunca onun başına
oturmamış, benimsememiş, hamd etmemiş. Şimdi böyle
bir sofrayı mü’minin övmesi mümkün değildir. Meselâ
karşınızda iki sofra var. Birisinde etlisinden, sütlüsünden, tatlısından,
Panama muzundan, anzer balına, geyik sütünden ceylan
pastırmasına kadar aklınıza ne geliyorsa her şey var. İkinci bir sofra daha
var ki sadece çor-ba, yahut tuz biber var. Hangisini
översiniz bunların? Eğer birinci sofrayı över, ikincisini reddederseniz
Fâtiha’da Allah’a verdiğiniz sözü bozuyorsunuz demektir. Hamdi
Allah’a mahsus kılmıyorsunuz, Allah’ı ve O’nun övdüklerini övmüyorsunuz demektir.
Allah korusun da bugün insanlar, namazlarında
Allah’a verdik-leri ahitlerini bozuyorlar. Allah ve
Resûlünün övmediklerini övmeye, hamd etmeye
çalışıyorlar. Allah’ın övmediği bir hukuku, Allah’ın övmediği bir siyasal
yapıyı, Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini, Allah’ın övmediği bir eğitim
yapılanmasını, Allah’ın övmediği bir kılık kıyafet anlayışını, Allah’ın
övmediği bir kazanma harcama usulünü övmeye ve sahiplenmeye çalışıyorlar. İmanı
olan değil parası olan övülüyor. Namazı olan değil villası olan övülüyor. Takvası
güzel olan değil sesi güzel olan övülüyor. Ahlâkı olan değil mesleği ve şöhreti
olanlar övülüyor. İlmi yüce olan değil arabası pahalı olanlar övülüyor.
Halbuki kesinlikle bilelim ki Allah’ın övdüklerini övmedikçe, Allah’ın övdüklerini
sahiplenmedikçe hamdi Allah’a ait kılmış olamayız. Allah’ın
övdüğü bir yaşam biçimini, Allah’ın övdüğü bir hayat tarzını övmedikçe, bilelim
ki Fâtiha’da Allah’a verdiğimiz bu ahdi nakzediyoruz, yok sayıyoruz demektir.
Unutmayalım ki; Allah’ın övdüğü
hayat tümüyle, Allah’ın söz sahibi olduğu bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat,
her saniyesinde Allah’ın egemen olduğu bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat,
Allah için ya-şanan bir
hayattır. Allah’ın övdüğü hayat, yaptırıcısı, belirleyicisi Allah olan bir
hayattır. Allah’ın övdüğü hayatta, dünyanın âhirete
tercih edil-mesi yoktur. Allah’ın övdüğü hayatta,
dünya adına âhiretin ikinci plana atılması yoktur.
Allah’ın övdüğü hayatta, dünya zevklerine gömülüp kulluğu terk etmek yoktur.
Allah’ın övdüğü hayatta, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat programından habersiz
bir şekilde heva ve hevesler istikâmetinde yuvarlanıp
gitmek yoktur. Allah’ın övdüğü hayat-ta, ilim öğrenmek vardır, Kur’an ve sünneti tanımak ve hayatı onlarla düzenlemek
vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, Allah’ın arzularını her şe-ye
tercih etmek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, az yemek, az uyumak, çok
yorulmak, vahyi tanımak, hakkı insanlara tebliğ etmek ve bu uğurda çile çekmek
vardır. Allah’ın övdüğü hayatta sürgün vardır, sorgulanma vardır, hapis
vardır, işkence vardır, maldan ve candan, eşten dosttan geçme
vardır, kan vardır, şahâdet vardır.
İşte böyle bir hayatı benimseyen,
kabullenen, hamd eden kişi “Elhamdülillah” demeye hak
kazanmış, hamdi Allah’a ait kılmış demektir. Allah’ı
övmüş, Allah’ın övdüklerini övmüş demektir. Değilse bir kişi namazlarında
dilini kaybedecek kadar “Elhamdülillah” dese de, onun bu ifadesi boştur,
yalandır, Allah’la dalga geçmedir.
3- Öyleyse buradan hamdin bir üçüncü mânâsını söyleyelim: Demek ki bu mânâda hamd, hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hayatı İslâmlaşan bir
Müslüman, İslâmlaşan hayatına “Elhamdülillah” deme-ye hak kazanıyor demektir.
Çünkü hamd Müslümanca bir
hayatın so-nucudur. Bakın
Rabbimiz bu gerçeği anlatırken, Kur’an’ın başka bir
yerinde şöyle buyurmaktadır:
10: “Oradaki duaları: "Münezzehsin ey Allah'ım"
dirlik temennileri: "Selâm size" ve dualarının sonu da: "Âlemlerin
Rabbi Allah'a hamd olsun" dur.”
(Yunus 10)
Bir hayat ki, neticesinde
“Elhamdülillah” gerçekleşecek. Bir hayat ki, sonunda o hayatı yaşayanlar
“Elhamdülillah” demeyi hak edeceklerdir. İşte bu hayat, Allah ve Resûlünün
bizden istediği hayattır. Allah’ın kitabıyla ortaya koyduğu, Rasûlullah Efendimizin de bizzat pratik hayatıyla örnekleyip
açıkladığı bir hayattır bu. Yâni Allah’ın Resûlü bu hayatı bizzat yaşamıştır.
Çünkü bir gün, Ayşe annemizden onun hayatı sorulunca mü’minlerin
annesi: “Sizler Kur’an okumuyor musunuz? Onun hayatı
mahza Kur’andı” buyurur. Eğer onun yolunun yolcusu olan ve her
yönden onu taklit etmek zorunda olan bizler de onun yaşadığı gibi bir hayat
yaşarsak o zaman bu hayata “Elhamdülillah” demeye yüzümüz ve hakkımız olacak
demektir. Peki ne yapmıştı Allah’ın Resûlü? Nasıl bir hayat yaşamıştı?
Mekke’de peygamberlik görevine
başladığı günlerde Rabbi-miz: “Ey örtülerine bürünen
peygamber! Kalk ve uyar! Kalk ve çevreni uyandır! Gece kalkıp Kur’an oku! Gündüz onu yaşa ve çevrendekilere ilan et!
Gece Rabbinle istişare et! Gündüz de Rabbinin büyüklüğünü ilan et!” buyurmuştu.
Rabbinden aldığı bu emirle, Rabbinden aldığı bu hayat programıyla öyle bir
kalkmıştı ki Allah’ın Resulü, ömrünün so-nuna kadar bir daha yatma nedir, uyku durak nedir bilmemişti.
Öm-rünün sonuna kadar bir
tek geceyi bile ihmâl etmeden kalkıyor, Kur’-an okuyor, gündüz de tak tak kapıları çalarak gece ilgi kurduğu Allah âyetlerini,
Rabbinden aldığı mesajı insanlara ilan etme, duyurma ve onunla insanları
diriltme savaşı veriyordu. Gittiği kapıdan hüsnü kabul görmese de, eli boş
dönse de yine “Elhamdülillah” diyordu. Neden? Çünkü Allah’ın istediğini
yapıyor, Allah’ın istediği hayatı yaşıyor, Allah’ın övdüğüne talip oluyordu.
Eğer şu anda bizim de böyle bir
derdimiz varsa, biz de her gece kalkıp Kur’anla
ilişki içine giriyor, iliklerimize kadar Allah vahyini özümlemek ve insanlara
duyurmak derdiyle dertlenebiliyorsak, o zaman biz de hayatımıza “Elhamdülillah”
diyelim. Yaşadığımız hayatımıza hamd edelim.
Yine Allah’ın Resûlü vefatı
esnasında, bir yahudi çocuğunun baş ucuna gidiyor,
acaba onu son deminde cehenneme kaçırır mıyım endişesiyle heyecandan kalbi ve
kafası kaynıyor ve son derece titrek bir sesle o çocuğu imana davet ediyordu.
Müslüman olması için âdeta yalvarıyordu ona. “Evlâdım, gel Müslüman ol ve
kurtul diyordu.” O çocuğun bu mübarek nefese kulak verip son anında kelime-i
şahâdet getirmesi karşısında Allah’ın Resûlünün etekleri sanki mücevherlerle
doluyor, yüzü gülüyor ve “Elhamdülillah” diyerek sevinçle oradan ayrılıyordu.
“Elhamdülillah” ki cennete bir kişi daha kazandırmıştı. “Elhamdülillah” ki
cehennem bir üyesini daha kaybetmişti. “Elhamdülillah” ki Allah’ın kendisinden
istediğini yapabilmişti.
İşte böyle bir amele “Elhamdülillah”
denebilir. Eğer şu anda sizin de böyle bir heyecanınız varsa, hiç durmayın siz
de “Elhamdülillah” deyin. Sizler de eğer insanları cennete kazandırma,
cehennem yollarına barikatlar koyma derdiyle çırpınabiliyorsanız, bu işi kendinize
iş edinmişseniz, dert edinmişseniz “Elhamdülillah” deyin.
Mekke’de, Medine’de üst üste üç
gün karnı doymuyor, günlerce ocağı yanmıyor, bacası tütmüyor. Çoğu zaman
kepeği alınmamış arpa ekmeği bulabiliyor ve sonunda böyle bir hayata “Elhamdülillah”
diyordu Allah’ın Resûlü. “Elhamdülillah” ki Allah’ın istediği, Allah’ın övdüğü
bir hayatı yaşıyordu. “Elhamdülillah” ki dünyaya meyledip, dünya nîmetlerinin
içine gömülüp âhireti, hesabı, kitabı ve kulluğu
ihmâl etmiyordu. “Elhamdülillah” ki dünya onu kendisine kul köle edinememişti.
Eğer sizler de böyleyseniz, “Elhamdülillah” deyin.
Tebliğ için gittiği, insanları
cennete kazandırmak için gittiği Ta-if’ten kan revan
içinde dönüyor, ama o yine “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki,
insanlara Allah’ı duyurmuştu. Elhamdülillah ki, Allah için gitmişti ve görevini
başarmıştı. Elhamdülillah ki dönüşünde Allah ona Ninova’lı
Addas’ı nasip etmişti. Eğer sizler de Allah için
akrabalarınıza, komşularınıza gidebilmişseniz, başka şeylere üzüldüğünüz kadar
Allah için de üzülebilmişseniz elhamdülillah deyin.
Mekke’de müşrikler tarafından
boykota maruz kalıyor, Ebu Talip mahallesinde üç yıl
boyunca muhasara altında kalıyor, yarı aç yarı tok çile çekiyor, göz yaşı
döküyor, ama sonunda “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın
istediği hayat buydu. Elhamdülillah ki, Allah adına katlandığı sıkıntılar ve
gösterdiği sabır karşısında Allah’ın nusreti gelmiş
ve müşriklerin Kâbe’nin duvarına astıkları boykot anlaşmasını güveler yemiş
bitirmişti. Elhamdülillah ki onun sabrını gören kâfir çocuklarından pek çoğunun
kalbi erimiş, ve onun kervanına katılmıştı.
Mekke’de, doğup büyüdüğü şehirde
tüm kapılar yüzüne kapanıyor, evini barkını terk edip hicrete mecbur kalıyor,
sonunda “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın istediğini yapıyordu.
Elhamdülillah ki, Allah ona yepyeni bir vatan nasip ediyordu. Elhamdülillah
ki, Allah ona Akabe’de biat edecek, onu kendi şehirlerine davet edecek yiğitler
gönderiyordu. Elhamdülillah ki, davası Medine’de çığ gibi hüsnü kabul
görüyordu.
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz.
Demek ki; “elhamdülillah” hayatın İslâmlaşması demektir. Elhamdülillah, İslâmlaşan
bir hayatın sonucudur. Aslında elhamdülillah’ı
anlamak Kur’an’ı anlamak demektir. Elhamdülillah, Kur’an da Allah’ın istediği hayatı yaşamak demektir. Şimdi
bir adam düşünün ki, Kur’an’dan ve sünnetten haberi
yok, Allah’ın kendisinden istediği hayattan haberi yok. Müslümanım
diyor, ama henüz Müslümanlığın farkında değil.
Hayatında her türlü İslâm dışı şeyler mevcuttur. Sofrasında içki eksik
olmuyor. Kazanmasında ve harcamasında Allah söz sahibi değil. Zevkini tatmin
edecek kadın, müzik, televizyon gibi her türlü İslâm dışı eğlencelere düşkün.
Hayatında sınır tanımadan, haram helâl dinlemeden, dilediği gibi bir hayat
yaşıyor. Şimdi bu adam İslâm’la, Kitap ve Sünnetle tanışınca, Allah’ın istediği
gibi bir Müslüman olmaya karar verince, hayatındaki İslâm dışı her şeyi atacak
ve sonunda “elhamdülillah” diyecektir. İşte, bunu yapabilen bir kişinin
“elhamdülillah” demeye hakkı vardır. Çünkü elhamdülillah, hayatın
İslâmlaşmasının adıdır.
Çünkü Uhut’ta
yiğit sahabe Amr ibni Cemuh kendisini şaha-detten,
Allah ve Resûlünün cihad çağrısından engellemeye çalışan,
kendisini meşgul eden ağzındaki hurmaları tükürdüğü anda “Elham-dülillah” demişti. Elhamdülillah ki, Allah’la arasına
giren o engeli aşa-bilmiş, nefsinin arzularına teslimden kurtulup Allah’ın
istediğine koşa-bilmişti.
Bir başka yiğit, Abdullah bin Revaha da nefsinin cimriliğini yenip en kıymetli bahçesini
Allah yolunda infak edebildiği gün,” el-hamdülillah”
demişti. Bir başka yiğit Hz Ömer Efendimiz, yaşama
ar-zusundan vazgeçip Allah adına sırtına zehirli bir
hançer saplanıp şa-hâdetin
kokusunu aldığı anda “elhamdülillah” demişti.
Hayat İslâmlaşmalı ki, kişi o
hayata “elhamdülillah” diyebilsin.
Böyle değilse İslâm dışı bir hayata “elhamdülillah” demek, Allah’a en
büyük iftiradır. Bir Müslüman düşünün ki;
Allah’ın kendisi için hayat programı olarak indirdiği kitabından ve
kulluk örneği peygamberinin hayatından habersiz. Âhiretten,
hesaptan ve kitaptan habersiz, tıpkı bir kâfir gibi keyfine göre aklına ne
geliyorsa yapıyor. Kendisinin hızla cehenneme gidişi, hanımının, çocuklarının
hızla cehenneme gidişi, onu hiç düşündürmüyor. Şimdi bu adam yaşadığı bu hayata
nasıl “elhamdülillah” diyebilir?
Dünyada yaşadığı hayatı
Müslümanlaştıkça Müslümanlaşan hayatına, Müslüman hamd
edecek, “elhamdülillah” diyecektir. Ama Kur’an’ın
başka âyetlerinden de anlıyoruz ki, Müslümanlar sadece bu sözü dünyada değil,
aynı zamanda Cennette de Rablerinin kendilerine lütfettiği, o güzel hayatı gördükleri
zaman da elhamdülillah diyecekler ve kendilerine bu hayatı sağladığı için
Rablerine hamd edeceklerdir. Yunus sûresindeki âyeti
az evvel okudum:
…Ve dualarının (davalarının) sonu
da: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun”
dur.”
(Yunus 10)
“Allah Odur; Ondan başka İlâh yoktur. Hamd,
dünyada da âhirette de O’nun içindir; hüküm de O’-nundur. Yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
(Kasas
70)
Hamd âlemlerin Rabbine aittir. Rab; terbiye eden, hüküm koyan,
kanun vaz eden, yeryüzünde yarattığı her canlının
hayat programını çizen, her varlığın kulluk programını belirleyen demektir.
Rab; kişiye yaptığını yaptıran, yapmayıp terk ettiğini terk ettiren varlık demektir.
Yaptıklarımızın tümünü bize yaptıran, bizim hayatımızda egemen olan güç,
sebep, saik, otorite neyse bizim Rabbimiz odur.
Şu anda bizi
hareket ettiren güç neyse bizim Rabbimiz odur. Meselâ eğer ben bu kardeşlerime Fâtiha
sûresini anlatırsam bana para verirler, bana değer verirler, beni alkışlarlar
niyetiyle gelmiş anlatıyorsam benim Rabbim bu istediğim şeylerdir. Veya, farz
edin ki yarın adaylığımı koyacağım, bu kardeşlerin oylarına ihtiyacım olacak,
beni bir tanısınlar niyetiyle gelmiş konuşuyorsam, Rabbim odur ve Allah’-tan
bir şey istemeye hakkım yoktur. Ama, benim burada bu konuşma-yı yapmamı Allah istiyor, Allah istediği için ben bunu
yapmak zorundayım niyetiyle gelmiş konuşuyorsam, beni şu anda konuşturan güç,
sebep, saik, otorite Allah’sa,o zaman benim bu konuda Rabbim Allah’tır ve
mükâfatını O’ndan isteyeceğim demektir.
Sizler de şu anda ne için buradaysanız, sizi burada toplayan sebep ne ise,
Rabbiniz O’dur. Eğer sizler de, ben de rıza şartıyla Allah’tan başka güçler,
Allah’tan başka sebepler adına buradaysak sizlerin de, benim de Rabbimiz Allah
değildir. Konuşan ne için konuşuyorsa Rabbi O’dur, dinleyen ne için dinliyorsa
Rabbi O’dur. Biraz önce namaz kılındı. İmam ne için imamlık yapıyorsa Rabbi
odur, cemaat ne için gelip cemaat olmuşsa Rabbi odur. Öğretmen ne için öğretmenlik
yapıyor, talebe ne için öğreniyorsa Rabbi odur. Yaptığımız amellerimiz de
şunlar şunlar da olabilir; ama ben bunu Allah
istediği için yapıyorum demek, Allah’ı
Rab bilmek anlamınadır.
Demek ki Rabb;
kişinin hayat programını belirleyen varlık demektir. İnsanın hayat programını
belirleyen kim ise onun Rabbi odur. İnsan, kimin arzularını gerçekleştiriyorsa,
kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa, onun Rabbi odur. Daha öncede
söylediğimiz gibi Rabb; insanın yaptıklarını yaptıran
yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye
çalışıyoruz. Peki Kim söyledi bunu? Kimi razı etmek için böyle yapıyoruz?
Yâni böyle giyinirken bunun yaptırıcısı
kim ise, bilelim ki o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi?
Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Amir mi? Yönetmelikler mi? Yasalar mı? Yoksa
Allah mı? Kim dedi böyle giyinin diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kim ise işte, kişinin Rabbi odur.
Birine küsüyoruz, yaptırıcısı
kim? Allah mı? Yoksa bir başka sebep mi? Allah mı? Yoksa menfaat mı? Birini
seviyoruz. Kim dedi di-ye? Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun
etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri seçiyoruz, kim dedi? Evet yaptıklarımızın
yaptırıcısı kim ise bizim Rabbimiz odur. Öyleyse geçen ay neler yaptınız ve
kim yaptırdı bunları size? Allah için bunları bir düşünün. Veya geçen haftayı
unuttunuz, dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları
size? Bunu düşünmek zorun-dayız. Yaptıklarımızı yaptıran, yapmadıklarımızı
terk ettiren kim? Meselâ namaz kılıyoruz, kıldıran kim? Diz kireçlenmelerini önlemek
için ise O zaman Rabbimiz odur. Oruç tutuyoruz, tutturan kim? On bir ay
yorulan midelerimizi dinlendirmek, perhiz yapmak, vücut güzelleştir-mek için ise o zaman Rabbiniz odur.
Yaptıklarımız konusunda bu böyle
olduğu gibi yapmayıp terk ettiklerimiz konusunda da böyledir. Negatif davranışlarımız
konusunda da etkili varlık kimse bizim Rabbimiz odur. Meselâ içki içmiyoruz,
sebep nedir? Siroza yakalanırız, karaciğeri kaybederiz diye mi? O zaman bilesiniz
ki Rabbiniz sağlığınızdır. Allah yasakladı diye ise O zaman Rabbiniz Allah’tır.
Zina yapmıyorsunuz, sebep nedir? Eids hastalığına yakalanma
korkusu ise Rabbiniz odur. Allah haram kıldı diye ise Rabbiniz Allah’tır.
İşte mü’min,
bunu düşünen ve yaptıklarını Allah istedi diye , kitabında böyle söylüyor diye
yapan, ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapan kimselerdir.
Çünkü Bizi yaratan, büyütüp
besleyen, koruyup doyuran, bizim için
yeryüzünde yasa belirleyen Rabbimiz Allah’tır. O’nun tarafından
getirildiğimiz şu dünya hayatında neler yapıp, neler yapmayacağımızı, O’na ait
olan bu hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim boynumuzdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olan ve çektiği yere gitmemiz gereken Rabbimiz
O’dur. Gündüz hayatımızın, gece
hayatımızın, aile hayatımızın nasıl olacağını, hukukumuzun, eğitimimizin,
sosyal ve siyasal yapılanmalarımızın nasıl olacağını, soframızda nelerin
bulunup, nelerin asla bulunmayacağını, neleri yiyip, neleri yemeyeceğimizi,
nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi,
hanımlarımızla nasıl bir münâsebet kuracağımızı, kılık kıyafetimizin nasıl
olacağını, hâsılı tüm hayat programımızın nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır.
Müslüman, Allah’ın seçimini
kendisi için seçim kabul eden, ya da bir başka
deyişle seçimini Allah’tan yana kullanan kişidir. Müslüman iradesini Allah’a
teslim eden kişidir. Müslümanım diyen birisinin gerek
kendisi hakkında, gerek evi ve ev halkı hakkında, gerek malı ve işi hakkında
söz söyleme ve hüküm beyan etme hakkı yoktur. Bir müslüman
asla, bu benim zevkimi okşamıyor, bu bana yakışmıyor, bu benim mantığıma ters
geliyor, diyemez. Bunu ancak Allah’a inanmayan bir kâfir diyebilir. Çünkü o Allah’a
inanmamıştır. Ben Allah filan ta-nımam. Ben kendi
hayatımı kendim belirlerim demiştir ve dilediğini yapabileceğine inanmıştır.
Ama bizler Allah’a iman etmiş insanlarız. Öyleyse kâfirler gibi bizim
muhayyerlik hakkımız, seçme hakkımız yoktur. Allah’ın bizim adımıza seçtikleri
ve beğendikleri güzeldir, gerisi boştur ve batıldır.
Demek ki Rabb, günlük hayat programını çizendir. Günlük hayatımızın
tümünde Rabbimiz Allah olmalı. Hayatımızın bazı bölümlerinde Rabbimiz Allah,
bazı bölümlerinde de başka Rab’lere, başka efendilere hizmet etmemeliyiz. 24 saatin
tümünde Rabbimiz Allah olmalı. Hayatımızın tümünde boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucu Allah’ın elinde olmalı. Eğer günlük hayatımızın herhangi bir biriminde
arzuları Rabbimizin arzularıyla çatışan bir varlığın arzularını gerçekleştirmeye
yönelirsek, o zaman -Allah korusun- hayatımızda başka rab’ler edin-mişiz demektir. Emirleri ve arzuları istikâmetinde hareket
ettiğimiz bu varlık babamız, annemiz, karımız, kocamız, çocuklarımız, patronumuz, devletimiz, nefsimiz, şeytanımız
olabilir. Allah'ın arzularıyla bun-ların arzusu
çatıştığı zaman Allah’ın arzuları tercih edilecek ki sonun-da Allah’tan başka
Rabbimiz yok diyebilelim.
Ama -Allah korusun-
hal-i pür melalimize baktığımız zaman korkunç bir manzara görüyoruz.
Camide sözünü dinlediğimiz bir Rabbimiz
var, sosyal hayatımızda da hayatımıza hâkim başka Rab’le-rimiz
var. Camide bir Rabbin şuurundayız ki; fazla yanan elektrik varsa söndürüyoruz.
Çünkü O Rab savurganlığı yasaklamıştır. Ama evimizde, yahut dükkânımızda,
işyerimizde öyle yanıp giden elektrikler var ki bizi hiç enterese
etmiyor. Bu halimizle demek istiyoruz ki; sanki ev hayatımıza, iş hayatımıza
Allah karışmaz. O konuda söz sahibi başka Rablerimiz var. O sadece ibâdet
hayatımıza karışır, ama ev tefrişimize, düğünümüze, ticaretimize, meslek
hayatımıza, cebimiz-deki paramıza, kazanmamıza, harcamamıza, hukukumuza,
eğitimimi-ze, siyasal yapılanmamıza, evimize
aldığımız avizemize, serdiğimiz halımıza karışmaz. Sanki O’nun hükmü ve otoritesi
sadece camiye ve ibâdete mahsustur.
Halbuki bizim, kul
olarak hayatımızın tümü ibâdettir. İbâdetin
dışında tutabileceğimiz bir tek saniyemiz bile yoktur . Binaenaleyh
ha-yatımızın her saniyesinde Rabbimiz Allah olmalıdır. Yerken, içerken,
yatarken, kalkarken, konuşurken, yürürken, ticaret yaparken, tırnak keserken,
çocuklarımızla konuşurken, birine bir şey anlatırken, bir ko-nuda karar verirken, düşünürken, gülerken ağlarken, severken,
kü-serken, her ân, her saniye bizim için kulluk ve
ibâdettir. Her ânımızda Rabbimiz Allah
olmalıdır. İbâdet sadece namaz, oruç, abdest, hac ve zekattan
ibaret değildir. Hayatımızın tamamı ibâdettir. Hayatımızın tümünde
Allah’ı dinlemeliyiz.
Sabahleyin erken
kalkıp namaz kılmalıyım, neden? Çünkü bu konuda benim kulu olduğum Rabbim öyle
istiyor. Yemeğimde soframda içki olmayacak, Rabbim öyle istiyor. Yerken, içerken,
giyerken, harcarken israf etmeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Konuşurken hep
hayır konuşacağım, yalan söylemeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Gece Kur’an okuyacak, anlayacak ve gündüz onu yaşayacağım, başka-larına anlatacak ve ilan edeceğim, Rabbim öyle istiyor. Harama
el sürmeyeceğim, başkalarının namusuna el uzatmayacağım, kendi na-musuma sahip çıkacağım, Rabbim
öyle istiyor. Çocuklarıma, hanımı-ma, komşuma,
arkadaşlarıma, talebelerime her fırsatta Allah’ı anlata-cağım, Rabbim öyle
istiyor. En çok O’nu öveceğim, en çok O’nu gündeme alıp O’ndan bahsedeceğim,
O’nu ölçü alacağım, Rabbim öyle istiyor. Hukuk olarak O’nun hukukunu hamd edeceğim, kılık kıyafet olarak O’nun seçtiğini hamd edeceğim, Rabbim öyle istiyor. Hayatı-mın tümünde sadece O’nun çektiği yere gideceğim. Ondan başkası-nın önünde eğilmeyeceğim, O’ndan başkalarının yasalarını
benimsemeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Hâsılı tüm hayatımda sadece O’nu
dinleyecek ve yüzümü sadece O’na döneceğim, Rabbim öyle istiyor. O Allah benim
Rabbimdir. Benim ondan başka arzusunu yerine getireceğim, emir ve yasaklarını
hayatımda uygulayacağım, daraldığım zaman kendisine dua edip imdadıma çağıracağım,
sığınıp korunaca-ğım
Rabbim, efendim yoktur.
Evet önemine binaen
bunu bir kere daha söyleyip âyetin öteki bölümüne intikal edeyim inşallah.
Arkadaşlar, unutmayalım ki yaptıklarımızın yaptırıcısı, yapmayıp terk ettiklerimizin
de terk ettiricisi kimse bizim Rabbimiz odur. Yâni pozitif ve negatif tüm
amellerimizde hayatımızda etkili varlık kimse, neyse Rabbimiz odur. Dikkat
ederseniz kabirde bize sorulacak ilk soru da bu olacaktır. “Men Rabbuke” “Rab-bin kim?” Düşünebiliyor
musunuz? Bir adam 50-60 sene bu dünyada bir hayat yaşayacak. Yaşadığı bu süre içinde
özgür iradesiyle pozitif ve negatif pek çok şeyler yapacak. Sonra da ölüp
kabre konulunca kendisine çok basit bir soru gelecek. Rabbin kim? Bu basit
soruya herkes cevap verebilir gibi geliyor. Ama iş öyle değildir. Bunun mânâ-sı
şudur: Orada pozitif ve negatif her bir amelimiz gündeme getirilip bu konuda
Rabbin kimdi? Buyurulacak. Hayatında iken şöyle bir
kıya-fetten yana olmuştun, bu konuda Rabbin kimdi?
Kimi memnun etmek için böyle giyinmiştin? Kim istemişti bunu? diye sorulacak.
Bu dün-yada âkıl ve bâliğ olduğumuz andan son nefesimizi vereceğimiz ana kadar
tüm yaptıklarımız ve yapmadıklarımız tek tek ortaya
dökülecek ve her biri konusunda Rabbimizin, yâni onun yaptırıcısının kim
olduğu sorulacak. O zaman basit bir soru değil bu soru değil mi? İşte Rabb budur ve Rabbimiz hesap gününde bu konuda bizim
yardımcımız olsun inşallah.
Ama O Rabbim sadece
benim değil, bütün âlemlerin Rabbidir. Güneş, Ay, Yıldızlar, galaksiler,
yürüyenler, sürünenler, canlılar, cansızlar, akıllılar, akılsızlar,
bilinenler ve bilinmeyenler olarak, görülenler görünmeyenler olarak göklerde
ve yerlerde ne varsa, O bütün âlemlerin sahibidir, mâlikidir, otoritesidir,
Rabbidir.
Bütün varlıkları
yaratan, öldüren, büyüten, küçülten, besleyen, doyuran, sevk ve idare eden,
hayat programlarını çizen, haklarında kanun koyan O’dur. Evet O bütün âlemlerin
Rabbidir.
İslâm âlimleri
âlemi şöyle tasnif etmişlerdir: Âlem “Ma si-vallah”
demektir. Yâni âlem, Allah dışında her
şey demektir. Âlimlerimiz önce âlemi iki kısma ayırmışlardır:
1: Gayb âlemi,
2: Şehâdet âlemi.
Gayb
âlemi bilginin konusu değildir. Bu âlem bilinemez, görülemez. Bu âlem ancak
imanın konusudur. Kur’an’ın bize haber verip
inanmamızı istediği, cennet, cehennem, cin, melek bunların hepsi gayb âlemidir.
Şehâdet
âlemi de görülen ve bilinebilen âlemdir. Bilginin konusu olan âlemdir. Bu
âlemi de İslâm âlimleri yine ikiye ayırmışlardır:
A- Bilinenler
(varlar),
B- Bilinmeyenler
(yoklar)
Bilinmeyenler,
meselâ dün çiçek aşısı bilinmiyordu, ama bugün bilinmektedir. Veya şu anda
benim cebimde ne olduğunu herkes bilemez ama ben bilebilirim. Yâni sizin için
bilinmeyen benim için bilinendir. Veya meselâ doktorun bildiğini, mühendisin
bildiğini herkes bilemez. Bunun gibi aslında şahâdet âleminin konusu
olanlardır.
Bilinen (varlar) lere gelince bunları da âlimlerimiz dört kısma ayırmışlardır.
A- Üç boyutlular,
B- İki boyutlular,
C- Tek boyutlular,
Ç- Boyutsuzlar.
Üç boyutlular
madde, iki boyutlular resim ve gölge, tek boyut-lular
zaman, renk ve sayı, boyutsuzlar da nokta, namus, hareket, akıl gibi
şeylerdir.
Üç boyutlular dediğimiz maddeyi de ikiye ayırmışlardır:
A- İradeli olanlar,
İnsanlar,
B- İradesiz
olanlar, diğer varlıklar, hayvanlar bitkiler gibi.
İradeli olanları da
ikiye ayırmışlar.
A- Kadın.
B- Erkek.
İradesiz olanları
da ikiye ayırmışlar.
A- Ruhlular.
B- Ruhsuzlar.
Ruhsuz olanlar,
toprak, hava, su ve ateş gibi şeylerdir. Ruhlu olanları da ikiye ayırmışlar.
A- Bitkiler,
B- Hayvanlar diye.
İşte âlimlerimizin
bu şekilde tasnif ettikleri veya insanların bildikleri, bilemedikleri
sayılabilecek ne kadar âlemler varsa bunların hepsinin Rabbi Allah’tır.
Bunların tümünü yaratan, yoktan var eden, hayat programlarını tespit eden, hepsini
doyuran, koruyan, yaşatan, ayakta tutan ve hepsinin boyunlarındaki kulluk
ipinin ucu elinde olan, hepsinin kendisine boyun büküp yasalarına teslim oldukları
Rabb, Allah’tır.
İşte bizler Fâtiha
sûresinin bu bölümünde tüm âlemlerin ve bizim Rabbimiz olan böyle bir Allah’a hamd ediyoruz. Böyle bir Allah’ı övüyor, böyle bir Allah’ın
övdüklerini övüyor, böyle bir Allah’ın bizim adımıza seçip, beğenip gönderdiği
hayat programını övüp başımıza taç yapıyoruz. Ve O’nun övmediklerini, beğenmediklerini
de övmeyeceğimize, sevmeyeceğimize, onlara sahip çıkıp benimsemeyeceğimize,
hayatımızda onlara yer vermeyeceğimize dair ahitte bulunuyoruz. Bu konuda
Rabbimize söz veriyoruz. Hamdımızı sadece O’na ait kılacağımıza, O’ndan
başkalarını asla hamd edip emirlerini dinlemeyeceğimize,
O’ndan başkalarının arzularını gerçekleştirip, yasalarını uygulamayacağımıza,
O’ndan başkalarının gösterdikleri, çektikleri yerlere gitmeyeceğimize söz
veriyor, ahitte bulunuyoruz. Ve her gün en az kırk defa da bu ahitlerimizi
yeniliyoruz.
O halde günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu ahitlerimizi bozmamalıyız.
Ahitlerimize sâdık kalmalıyız. Namazlarımızda Rabbi-mize
verdiğimiz bu sözlerimizi unutup, namaz sonrası hayatımızda o hayata karışacak
söz sahibi başka Rabler, başka efendiler bularak Allah’la dalga geçmeye çalışmamalıyız. Hayatı parçalayıp bir bölümünü
Allah kaynaklı, öteki bölümünü başka Rabler, başka İlâhlar kaynaklı düzenleyerek
şirkin içine düşmemeliyiz.
3: “O, Rahmân ve Rahîmdir.”
O Allah, kendisini Rab
bileceğimiz, günlük hayat programımızı kendisine soracağımız ve
boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğimiz, sadece kendisini ve
sistemini hamd edeceğimiz Allah, Rahmân ve Rahîmdir. Allah’ın tüm yaratıklarıyla
ilişkisi rahmet esasına dayanmaktır. Kur’an’ın başka
yerlerinde Rabbimiz bunu anlatır.
"O Allah, rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
(En’âm
12)
Allah, kullarına karşı rahmeti
nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi O’dur. Bu konuda O’nu kimse zorlayamaz.
Kimse O’nu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle,
dilemiş, dünya ve âhirette
mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir.
Bu-hâri ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i kutside:
"Benim rahmetim gazabımı geçmiştir."
Buyurulur. Allah, kulları için rahmeti bol
olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte olduğu
halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı veriyor.
Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzuruna bir kısım esirler
getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş
çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
"Şu kadını görüyor musunuz? Onun aradığı çocuğuna
duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size merhamet
etmektedir. Çocuğunun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok daha
fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Allah sevinmektedir."
Rahmet İslâm’ın ana umdesidir.
Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki; bizler Rabbimizin rahmeti altında
olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi
bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli
eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken
kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife
yapılması, tövbe ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına
misliyle ceza verilirken sevaplarına on misliyle, bazen daha fazlasıyla mukâbele
edilmesi, günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması,
evet bunların hepsi rahmet eseridir. Besmelede bu Rahmân ve Rahîm sıfatları
konusunda epey bir şeyler demiştik, burada da bununla iktifa edelim.
4: “O din gününün mâlikidir.”
işte bu Rahmân ve Rahîm olarak
tanıdığımız, inandığımız Allah, din gününün sahibi ve mâlikidir. Mâlik, sahip
demektir, otorite de-mektir, söz sahibi demektir.
Din günü de hakla batılın, iyiyle
kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müslümanla müşrikin, mü’minle münafığın
birbirinden ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak cennete uçacakları,
kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akıp dolacakları gün demektir.
Din günü kıyamet günü demektir.
Din günü, Allah katında bir gündür ki, bizim dünyadaki günlerimize benzemez.
Bir gündür o, ama farklı bir gündür. Bugün dünya, yarın âhiret
sözüyle de ifade edildiği gibi dünyanın tüm ömrü bir gün, âhiret
hayatı da bir gün olarak ifade edilmiştir. Yevmü’d
dünya ve yevmü’l âhireti. İnfitâr sûresinde Rabbi-miz bu
din gününü şöyle anlatır:
“Din gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin? Evet ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin?
O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk
yalnız Allah'ındır.
(İnfitar
17,18,19)
Evet o gün insanlar ne
kendilerine, ne de başkalarına bir şey sağlayacak değildirler. Yâni o gün
insanlar hiç bir şeye mâlik değildirler. O gün söz sahibi sadece Allah’tır. O
gün hâkimiyet sadece O’nundur. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret
ileri sürme hakkı olmayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün
mâlik Allah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır.
Burada insanın hatırına bir soru
geliyor. Peki acaba sadece bu dünyadaki hayat son bulup insanlar ölünce mi
Allah söz sahibidir? Yâni sadece dünya hayatı son bulup âhiret
hayatı başlayınca mı Allah hâkimiyet ve otorite sahibidir? Bundan önce Allah
söz sahibi değil midir? Yâni şimdi, şu anda Rabbimiz otorite ve hâkimiyet sahibi
değil midir? Bu dünyada sözü geçmiyor mu Allah’ın?
Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu dünyada yok da öbür tarafta mı
başlayacaktır? Acaba Aristo’nun dediği gibi, dünyayı yarattı da işi bitti mi
hâşâ Allah’ın? Acaba Allah dünya işlerini bilmiyor da dünyada bizim hayatımızı
düzenleyecek başka Rablerimiz mi var? Veya dünyayı yarattıktan sonra
beğenmeyerek, onun idaresiyle ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan,
nasıl bilirseniz öylece yaşayın, nasıl isterseniz öylece hukuk yapın, canınız
nasıl isterse öylece giyinip soyunun, diyen dünyada hiç ses çıkarmayıp
hâkimiyetini öbür tarafta gündeme getirecek olan bir Allah mı bu Allah? Hayır hayır, bugün de, yarın da yegâne Mâlik, dün-yada da, âhirette de yegâne söz sahibi, yegâne otorite ve hâkimiyet
sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki, mülkünde ortağa asla rızası
yoktur O’nun. Kullarını başkalarına itaat konusunda, başkalarını dinleme,
başkalarına kulluk etme, kendi yasalarını bırakıp başkalarının yasalarını
uygulamaları konusunda, soğanın dişisinden bile kıskanan bir Allah.
Ama şu anda dünyanın konumu
gereği, dünyadaki imtihan gereği istediği gibi yaşamayan kullarına, kulluktan
çıkıp kendisine isyan bayrağı çeken kullarına anında cezalarını verip dokunmadığı
için insanların çoğu bunu anlayamıyorlar. Vahiyden habersiz olanlar bunu
yanlış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın yasaları kendilerini aldattığı
için din gününü unutarak bir hayat yaşıyorlar. Hayatlarını dünyada
yaptıklarından ötürü hesap ödeyecekleri bir makamın, bir mahkemenin yokluğu
inancına bina ediyorlar. Halbuki bakın Rabbimiz Mü’min
sûresinde şöyle buyurur:
"O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiç bir şeyi
Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr
olan tek Allah’ındır."
(Mü’min
16)
O gün onlar açığa çıkarlar, her
şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp
atılırlar. Halbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu,
bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini, sümenaltı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini,
tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş, hiç de
öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm
suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir.
O gün onlar, her şeyleriyle açığa
çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları,
yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Faili
meçhul hiç bir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa çıktıkları o gün
Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Göktekiler,
yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler
kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün?
Hâkimiyet kimin? Egemenlik kimin bugün? Söz hakkı kimin bugün? Cevap verecek
kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan
bir tek canlı kalmamış. Cevap verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek
ve buyuracak ki: “Bugün mülk, bugün hâkimiyet, bugün egemenlik, bugün söz
hakkı Kah-hâr olan, tek olan Allah’ındır.”
Peki sadece o gün mü diyecek
Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da
sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi O değil mi? Bugün
söz sahibi Allah değil mi? Evet bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de söz
sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan
gereği, dünyanın konumu gereği bugün kimseye dokunmuyor Allah. O’nu mülkün
sahibi bilenlere de, O’nu mülkün sahibi kabul etmeyerek kendilerini mâlik
konumunda görenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rab bilenlere de, O’ndan başka
Rabler kabul edenlere de dokunmuyor. Namaz kılanlara da, kılmayanlara da,
hayatını Rab Allah kaynaklı yaşayanlara da, O’nu diskalifiye edip başka Rabler
kaynaklı yaşayanlara da dokunmuyor. Tıpkı lokantada yemek masasıyla hesap
masasının ayrıldığı gibi. Yemek masasında yemek yenir, hesap masasında da
hesap ödenir. Yemek masasında hesap ödemeye, hesap masasında da ye-mek yemeye kalkışanlara gülerler. Aynen bunun gibi Rabbimiz
dünya için burası yemek masası, burası amel masası, burada kimseden hesap
sormayacağım, dileyen dilediği gibi bir hayat yaşasın, ben hesap masasını öbür
tarafta kuracağım buyuruyor. Onun için sorgulama orada başlıyor. Onun için din
gününün, kıyamet gününün, hesap gününün mâliki deniyor. Değilse din gününün de,
dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka
sahip, O’ndan başka egemen ve söz sahibi yoktur.
Diyor ki Rabbimiz: Bugün mülk,
bugün hâkimiyet tek olan, Kahhâr olan Allah’ındır.
Bugün egemenlik, heybet ve korkusundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün söz hakkı kendisinden başka
her şeyi mağlup ederek üstün gelen Azîz olan
Al-lah’ındır. Hükmü O verecek, kararı O
verecektir. Artık herkes susmuş, suspus olmuş, kimsenin ağzını bıçak açmıyor
ve herkes Allah’ın hükmünü beklemektedir. Yine aynı sûrenin bir altındaki âyetinde
Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
“Bugün herkese kazandığının
karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir."
(Mü’min
17)
O gün hüküm günüdür. O gün ceza
günüdür. O gün adâlet günüdür. O gün adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür.
O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en
küçük bir adâletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını kitabını
bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan
birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi gibi bir
adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir
kısım haklarının zayi olması gibi bir adâletsizlik, ne de kişinin hak
etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçi-minde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir
haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.
Yâni ne yapmadıklarından ötürü
birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere
cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni ne bir kişinin
cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması, ne cehenneme
gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, ne de cennete gitmesi
gerekirken yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme
gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç
kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla
birinin günahının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının
cehenneme gitmesi gibi hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede
böyle bir adâletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam
verilecektir. Herkes yaptığının tam karşılığını görecektir.
Fâtiha sûresinde günde en az kırk
defa kendisini din gününün mâliki, otoritesi, söz sahibi olarak zikretmemizi,
bunu sürekli hafızamızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu
günün bizim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız gerektiğini,
hayatımızı bu inanca bina ederek yaşamamız gerektiğini anlatıyor. Öyleyse din
gününü hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmadan yaşayacağız. Bugünün imanını hep
taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın arasında tutacak ve hayatımızı
buna göre yaşayacağız. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
5: “Ancak sana kulluk eder ve ancak yardımı senden dileriz.”
Fâtiha’nın bu
bölümünde Rabbimiz bizim yalnız olmadığımızı, bizim gibi inanan, bizim gibi
düşünen bir İslâm ümmetinin üyesi olduğumuz şuurunu veriyor bize. “Ancak sana
ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz.” Dikkat ederseniz fiiller tekil
değil, çoğuldur. Yâni “yalnız sana ibâdet ederim ve yalnız senden yardım
beklerim” şeklinde tekil değil, “yalnız sana kulluk yaparız ve yalnız senden
yardım bekleriz.” Biz tek başına namaz kılarken de böyle demek zorundayız. Ben
yok, biz var. Bunun mânâsı şudur:
“Ya Rabbi, tüm varlıklar, göklerde ve yerde ne varsa hepsi sana
kulluk yapmaktadır. O varlıklardan birisi olarak ben de onların arasına
katılıp sana kulluk yapıyorum. Ama sadece ben değil, biz sana kulluk yapıyoruz”
demektir bunun mânâsı. Yâni ben yalnız kendim O’na, O’nun istediği kulluğu,
O’na lâyık kulluğu yapamayacağım için kendimi diğer mü’min
kardeşlerimin ve tüm varlıkların içine katarak ancak sana kulluk yaparız
diyorum. Duanın kabulü, ibâdetin kabulü için böyle demek daha güzeldir. “Ya Rabbi! Biliyorum ki şu benim ibâdetlerim sana lâyık
değildir. Sana lâyık olarak yapılan ibâdetler ve dualar arasında benimkini de
kabul buyur Allah’ım” demek daha uygundur. Bunu bize tarif buyuran
Rabbimizdir. Eğer O böyle bir sûre indirerek bizi bilgilendirmemiş olsaydı
bizim bunu kendi kendimize bilmemiz mümkün olmayacaktı.
Bir de yine buradan
anlıyoruz ki Rabbimiz; bizim cemaat ol-mamızı istemektedir.
“Ben” değil “biz” olmamızı istiyor. Fâtiha’da bizden bu konuda ahit alıyor ve
bu ahitlerimize sâdık kalmamızı, bu ahitlerimizi sosyal hayatımızda gerçekleştirmemizi
istiyor. Sûrenin bu bölümünde bir taraftan bize bu konuda yol gösterirken,
diğer taraftan da kendisine kendisinin istediği gibi kul olamayanları,
Rablerini tanıma-yanları, Rablerini Rab kabul etmeyenleri uyarırken, bir diğer
taraftan da onların da Rablerini Rab bilecekleri ve sadece O’na kulluk edecekleri
âna kadar bizim tebliğ için onlara gitmemiz gerektiğini, bu uğurda her şeyimizi
feda edecek biçimde çırpınmamız gerektiğini anlatmak-tadır.
“Yalnız sana ibâdet
eder ve yalnız senden yardım bekleriz.” Yalnız sana kul köle oluruz ve yardımı
da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin yere gideriz
ve sadece senden yardım umarız. Evet burada bizden kendisine bu sözü vermemizi
istiyor Rabbimiz. Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize verdiren,
sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir? Israrla tüm
namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen
Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da
hayatımızda başkalarını da dinleyeceğimiz, başkalarının da çektiği yere
gideceğimiz konusunda bilgi sahibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak
mı istiyor? Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki
kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki,
bizi uyarmak istiyor? Acaba kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz
konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu
ahdimizi yenilememizi istiyor? Bu mânâ etrafında düşünelim şimdi.
Acaba biz günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız? Acaba
şu anda bizler gerçekten sadece Allah’a mı kulluk ediyoruz? Acaba bizim
hayatımızda başka Rablerimiz, başka efendilerimiz, başka mâbudlarımız
yok mu? Acaba şu anda tüm hayatımız-da sadece Allah’ı mı dinliyoruz? Acaba
hayatımızın tümünde söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde
Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Bu konuda sıhhatli bir
karar verebilmek için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat
demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu
göstermek ve itiraz etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun
Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:
“Başıma kaktığın bu
nîmet, İsrail oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür" dedi.”
(Şuarâ 22)
Evet âyet-i kerimeden
anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek,
onları kendisine kul köle edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat,
ona kulluk mânâsına gelmek-tedir. Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:
"Allah katında
bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de,
Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte
onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)
Dikkat ediyor
musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzün-de en kötü, en şerli varlıkların
özelliklerini sayarken “Ve Abedet tâ-ğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara
kulluk yapanlar, tâğutların, şeytan-ların kulu olanlar. Allah’tan başkalarının emirlerine
itaat ederek, Al-lah’tan başkalarının yasalarını
uygulayarak onlara kulluk yapanlar buyuruyor. İmam Taberî
tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a isyan
edip, Allah’a baş kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan,
şeytan, put ve her türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü
hâkimiyet ve başkanlıktır.
"Milletleri
bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız? " deyip onları
yalancı saydılar.
(Mü’minûn 47)
Mü’minûn
sûresinin bu âyet-i kerimesinde de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri
ve apaçık delilleriyle göndermişti de onlar Allah’ın elçilerine karşı büyüklük
tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve Harun’un milleti zaten şu anda bize
kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi konumundayken kalkıp da bizim gibi
iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul iken, onlar bizim egemenliğimiz altındayken,
o toplumun, o köle toplumun iki üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?”
diyorlardı.
Bu konuda son
olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuyalım inşallah:
Ey insanoğulları!
Ben size, şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana
kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn 60,61)
Yâsîn sûresinin bu
âyetinde de şeytana ibâdetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki; “Ey kullarım!
Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana nasıl ibâdet
edilir? Biz biliyoruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün
insanlar tab’an, fıtraten
ondan nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibâdet, tapınma çok
açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü
dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek, onun arzuları peşi sıra
gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve gösterdiği yolda yürümek demektir.
Öyleyse şu okuduğum
âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu varlıklara
namaz kılmak demek değil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek, bu varlıkların
emirlerini dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı
düzenlemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demektir.
Demek ki; Allah’ın
dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka rabler, başka
efendiler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir. İşte bizim bu
duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini dinlememizi,
hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı isteyen Rabbimiz, Fâtiha
sûresinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek hatırımızda canlı
tutmamızı istemektedir. Namazlarında sürekli bu ahitlerini yenileyen ve
hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm
hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler. Müşrikler ise hayatlarına
karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka İlâhların varlığını da kabul
ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah karışsın, ama haya-tımızın öteki bölümlerinde söz sahibi bizim başka
Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da dinlemek, onlara da
kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır.
Bunların sözleri de dinlenmelidir. Bunların yasaları da uygulanmalıdır. Bunların
da emretme, nehyetme hakları vardır. Bunlar da itaat
edilme makamındadırlar. Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler.
Kulluk bunların da hakkıdır diyorlar.
İşte bu şekilde
yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek demek;
onlara da kulluk etmek demektir. Adiy Bin Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir şekilde
böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine getirip
yasakladıklarına da itaatin mahza onlara kulluk olduğunu,
onlara ibâdet olduğunu anlatır.
Demek ki Fâtiha’nın
bu bölümünde herhalde bizim kendisini bırakıp başkalarına kulluk yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına da kulluk
yaparak, başkalarını da dinleyerek, başkalarının önünde de eğilerek belimizin
kamburlaşacağından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz isteniyor?
Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir ve şu
anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryüzünde binlerce tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, kanun
koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amirler, ağalar,
babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de
dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde.
Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu
sözü unutup, hayatını parçalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendilere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun,
artık şirke düşmüş demektir.
Acaba şu anda öyle
olmamış mı? Diyesim geliyor. Acaba böyle değil miyiz
bugün? Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın. Acaba şu anda
Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün? Acaba
Müslümanlar Allah’tan başkalarına itaat etmiyorlar mı bugün? Allah’tan başkalarından
korkmuyorlar mı? Allah’tan başkalarına güven bağlamıyorlar mı? Allah’tan
başkalarını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmüyorlar mı? Allah’tan başkalarını
hayata egemen bilmiyorlar mı? Allah’tan başkalarını rezzâk
bilmiyorlar mı? İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının
gazabından emin olmak için Allah’ın arzularını terk etmiyorlar mı? Acaba
Allah’tan başkalarının kapısında adâlet arayanlar Allah’ın adâletini
beğenmediklerinden, Allah’ın emirlerini dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz
sadece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun dışında da dinleyeceğimiz ilâhlarımız var
demiyorlar mı bu halleriyle?
Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
(Nahl 51)
“İki İlâh
edinmeyin” diyor Allah. Sizin kendisine kulluk edeceğiniz, boyunlarınızdaki
ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gideceğiniz, hayat programını kendisinden
alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor. Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü
dinleyeceğiniz, hayatınıza karışacak iki İlâhınız olmasın. Camide ayrı bir
ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz
ayrı bir ilâhınız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Oruç konusunda
ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir ilâhınız, dünya yasaları
konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olmasın. Evet camide ayrı bir ilâhınız,
caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın diyor Rabbimiz. Çünkü bizim
camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da hepsi ibâdettir. Hayatımızda
ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile yoktur.
Allah’ın saptırdığı
kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar.
Kilisenin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat diye. Veya kilisenin içinde Allah’a
ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı hayat ve dışarıda, sosyal hayatta
başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar kaynaklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar. Camide ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret
hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç konusunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette
ayrı bir ilâh. Hukukta ayrı bir ilâh, ekonomide ayrı bir ilâh. Düğünde ayrı bir
ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı bir ilâh kabul edersek, yâni hayatı
parçalar ve hayatın her bir biriminde ayrı bir ilâhın sözünü dinlersek Allah korusun
aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz.
Çünkü bakın Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da koyarak
şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir
olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaktır.
(Mâide 73)
Evet eğer bir
Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir parçasında ayrı Rablere, ayrı
İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır. Çünkü hayatı parçalamak
şirktir.
Selef âlimlerimiz
iyi anlaşılabilmesi için dinin hükümlerini, emirlerini ikiye ayırmışlar. İbâdet ve muamelât diye. Kur’an’ın
inişinden asırlar sonra bu ayırım yapılmış. İnsanın Allah’la arasındaki ilişkilerini
düzenleyen dinin emirlerine ibâdet, insanın diğer insanlarla ilişkilerini
düzenleyen bölümüne de muamelât denmiş. Ama bidâyette bunu yapanların niyetleri
samimi idi. Yâni herhangi bir art niyetleri yoktu. Ve gerek bu ayırımın
yapıldığı dönemlerde, gerekse ondan sonra asırlarca ibâdet dediğimiz dinin
Allah’la insan arasındaki ilişkilerini düzenleyen prensipleri de, muamelât
dediğimiz insanın çevresiyle münâsebetlerini düzenleyen prensipler de Kur’an’dan alınıyordu. İbâdetin prensipleri de, muamelâtın
prensipleri de Allah kaynaklı idi. Her iki alanda da söz sahibi dindi. Ama öyle
bir zaman geldi ki ibâdet dediğimiz Allah’la kul arasındaki ilişkilerin
prensipleri Allah’tan, muamelât dediğimiz insanın çevresiyle ilişkilerini
düzenleyen prensipler de Parlamentodan alınmaya başlanınca işte Müslümanların
hayatında şirk açığa çıkmış oldu. Müslümanlar Allah ve başkaları kaynaklı
ikilem içinde bir hayatın mahkûmu oldular. Hayatlarının bir bölümünde Allah’ın
kulu olurlarken, öteki bölümünde başkalarının kulu durumuna düştüler.
İşte bu, dini parçalamaydı, hayatı parçalamaydı. Hayatın
bazı bölümlerinde Allah’ı dinleme, ama öteki bölümlerinde başka rablere, başka
ilâhlara kulluk yapmaydı. Çünkü insan kafasına göre mü’min
olamaz. Kimse kafasına göre bir iman ve İslâm belirleyemez. Bu dinin
belirleyicisi Allah’tır. Öyleyse iman da, İslâm da Allah’ın istediği biçim-de
olmalıdır. Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın istediği imanda, Allah’ın
ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç bir beşerî faaliyet yoktur.
Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur. Ve İslâm bidâyetinden
nihâyetine kadar insan hayatında bu ibâdet mefhumunu gerçekleştirmeyi en
büyük gâye edinmiştir. İnsanın birey-sel hayatında, insanın Allah’la
ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde, insanın çevresiyle ilişkilerinde,
ekonomisinde, ikt
Hayatı
parçalayanlar, hayatın bir bölümünde Allah yasalarını, öteki bölümlerinde de
birtakım Allah tanımaz tâğutların, otoritelerin
yasalarını uygulamaya çalışanlar, bu halleriyle de müslüman
olabileceklerini zannedenler, kesinlikle bilmelidirler ki bu dinden uzaklaşıp
büyük bir sapıklığın içine düşmektedirler. Öyle değil mi? Bir itikadı tanımayan
bir insan nasıl olur da o itikadın sahibi olabilir? Bir dinin özünü, mahiyetini
tanımayan bir insan nasıl olur da o dinin mensubu olabilir?
Eğer ibâdetten
maksat sadece hayatın bir bölümünü Allah’a ayırmak
olsaydı, eğer ibâdet sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi belli şekiller ve
hareketlerden ibaret olsaydı bunca peygamberler kafilesinin bu kadar
eziyetler çekmesinin mânâsı kalmazdı. O zaman asla Allah elçileriyle Allah düşmanları
arasındaki bunca kavgalar olmazdı. Halbuki çekilen bunca eziyetler, dökülen
bunca kanlar beşeri kullara kulluktan kurtarıp tek bir Allah’a kul yapabilmek
içindi. Hayatın her bir alanında sadece Allah’a kul olmaları için, Allah berisinde
tüm sahte Rableri, tüm yapay tanrı ve tanrıçaları reddetmek için bu kadar mücadeleler
olmuştur. Hayatın bazı bölümlerinde hak iddia eden, egemenlik iddia eden sahte
rablerin, sahte tanrıların otoritelerini kırmak, ulû-hiyet
ve rubûbiyetlerini yok edip, ellerini Allah
kullarının üzerinden çekip, hayatın tümünde yalnız Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek
içindi. Hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştirmek içindi.
Eğer peygamberler böyle bir taksime razı olsalardı; tamam, hayatın bazı
bölümlerinde insanlar Allah’ı dinlesinler, öteki bölümlerin-de de sizi
dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a kulluk yapsınlar deselerdi vallahi hiç
birisinin burnu bile kanamazdı. Sahte rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına
da gerek kalmazdı. Çünkü ne Ebu Cehiller, ne
Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı bölümlerinin Allah’a verilmesine
karşı değillerdi. Meselâ insanların hayatlarının ibâdet bölümünde Allah’ı
dinlemelerine karşı değillerdi onlar. Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde
Allah’ı da dinleyebilirsiniz. İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir
tanrı olarak Allah yasalarını da uygulayabilirsiniz. Ama hayatın tümüne karışıcı
tek İlâh olarak Allah’a hayır diyorlardı. Çünkü bizler de varız diyorlardı.
Bizim yasalarımız, bizim emirlerimiz, bizim arzularımız da dinlenmeli. Biz de
egemen olmalıyız hukukta. Biz de egemen olmalıyız ekonomide. Biz de egemen
olmalıyız kılık kıyafette ve sosyal yasalarda diyorlardı.
Ayrıca dün de, bugün de bu yapay
tanrılar tıpkı Allah’ın kullarına yaptığı gibi kendi kullarına cennetler ve
cehennemler de vaad ediyorlar. Kendi vahiylerini
kabul edip uygulayanlara cennetler, reddedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar. Kendilerini Allah makamında görüyorlar. Biz
tanrıyız! Biz İlâhız! Mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik bizimdir!
Bilgiyi biz dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz veriyoruz!
Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz diyerek insanları
kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa çağırmaktadırlar.
Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet
bizdedir! Eğer bizim kanunları-mıza itaat etmezseniz
sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim dediklerimizi
yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi çıkarır, sizi
sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk etmezseniz, size
türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız
sizi cahil bırakırız! Size diploma vermeyiz, sizi doktor yapmayız, size
doçentlik payesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir, güç kuvvet bizdedir! Eğer bize
kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul
etmezseniz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ederiz! Hayatı size zindan
ederiz! Diyorlar.
Tıpkı bugün böyle diyerek Allah
kullarını kendilerine, kendi yasalarına kulluğa çağıran sahte tanrılar ve
tanrıçalar gibi dünün üçkâğıtçılarının karşısında da eğer Allah elçileri böyle
bir hayata, böyle bir kulluğa, böyle bir taksime razı olup susuverselerdi,
inanın değil sürgüne maruz kalmak, değil ölümle kucaklaşmak, burunları bile
kanamazdı.
işte Fâtiha
sûresinin bu bölümünde Rabbimize böyle bir ahitte bulunuyoruz.
Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir
bölümünde değil, her bölümünde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni
dinleriz, sadece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız. Daraldığımız,
bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yardım isteriz. Çünkü bir
kişinin Allah’tan başka birini, şu sebepler nizamı üzerinde müessir
zannederek, etkili ve yetkili görerek ona dua etmesi, felâketler karşısında ondan
medet beklemesi, ona sığınıp, onu kurtarıcı bilmesi o kişiye ibâdet anlamına
gelmektedir.
Evet, insanlardan kimileri böyle
kendilerinde bir nane görüp dua ettiklerinin, sığındıklarının kuludur. Allah’a
yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak ibâdet etmektedirler. Kimileri
yasalarını uygulamaya çalıştıkları tâğutların kuludur,
kimileri fısıltılarına, vesveselerine kulak verdikleri, gösterdiği yoldan
gittikleri şeytanın kuludur, kimileri aşırı derecede sevip saydıkları
dehaların, liderlerin kuludur. Kimileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları
nefislerinin, heva ve heveslerinin kulu, kimileri Allah
yasaları yerine ikame ettikleri modanın kulu, kimileri Allah’ı darıltma
pahasına da olsa uymaya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı
gelinmez zannettikleri toplumun, çevrenin kulu, kimileri yönetmeliklerin
kuludur. Gerek itikâdî anlamdaki kulluk olsun, gerek
teşrî anlamındaki, kanun koyma konusundaki kulluk olsun, gerekse bilinen
mânâdaki ibâdet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı kulluktur ve tamamı sadece Allah’a yapılmalıdır.
İşte onun için burada diyoruz ki:
“Allah’ım! Ben bunlardan hiç
birisine kulluk yapmam! Bunlardan hiç birisine itaat edip irademi, hürriyetimi
teslim etmem! Ben bunlardan hiç birisine boynumdaki ipi teslim etmem! Ben ancak
sana ibâdet ederim! Ben ancak seni dinler, sana itaat eder ve senin çektiğin
yere giderim!” diyoruz.
İşte İslâm’ın esası ve özü budur.
İnsanın kul olması demek, kulluk yapması demektir. Her kulun bir efendisi
vardır. Biz, bu sözümüzle kendimizi Efendimize satıyoruz. Satılan şeyin
ikinci defa bir başkasına satılması, hem de bizi satın almak isteyen nefis,
şeytan ve tâğutlar eğer bizi efendimizin aleyhinde
kullanmak isteyenlerse, bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Bu suçu dünyada,
herhangi bir dünyalık adına işleyen kişi için bile mahkeme açılır. Yâni
sattığı bir malı ikinci defa bir başkasına satmaya kalkışan kimseye ceza
verilir. Öy-leyse kelime-i şahâdet söyleyerek, ya da günde kırk defa namazlarımızda bu âyeti okuyarak
kendimizi Allah’a satmışken, artık bir başkasına satılamayız.
Allah-kul, Rab-âbid, efendi-köle ve kulluk. Esasen demin de ifade ettiğim
gibi Kur’an’ın tamamı işte bu konuyu anlatır. Kur’an baştan sona bu üç konuyu anlatır. Kur’an efendiden bahseder, efendinin sıfatlarını anlatır.
Sonra kuldan, köleden ve bu iki varlık arasındaki ilişkiden, yâni kulluktan
söz eder. O halde ta baştaki sözü bir daha tekrar ediyorum, demek ki Kur’an’ın tamamı Fâtiha sûresinde toplan-mıştır.
Fâtiha’da ifade ettiğimize göre
bizim tek bir efendimiz vardır. Biz köleyiz ve tek efendimize kulluk ediyoruz
diyoruz. Burada kendi kendimize bir soru soralım: Acaba gerçekten biz bunun farkında
mıyız? Acaba gerçekten Fâtiha’nın bu bölümünde ne dediğimizin farkında
mıyız? Acaba gerçekten biz böyle miyiz? Acaba şu anda bizim efendimiz bir tane
midir? Acaba bugün tüm hayatımızda yalnız O’nu mu dinliyoruz? Acaba
hayatımızda dinleyip itaat ettiğimiz, teslim olup hizmet ettiğimiz başka
rablerimiz, başka ilâhlarımız yok mu?
Burada bunu anlayabilmek için
müsaadenizle bir tespitte bulunalım: Bizim şu andaki kulluğumuz şuna benzer. Bir
hizmetçi, bir köle düşünün ki, aklının erdiği kadarıyla, babasından anasından
gördüğü kadarıyla, çevresinden aldığı görgü kuralları çerçevesinde efendisine
hizmet ediyor. Meselâ sabahleyin bir düşünüyor, herhalde efendim benden bir
sabah kahvaltısı ister diyor ve efendisine becerebildiği bir kahvaltı
hazırlayıp ikram ediyor. Bundan sonra, “Eh artık efendi öğle-ye kadar benden
bir şey istemez” diyor ve sabahtan öğleye kadar ki zamanı efendiden uzakta,
nefsinin arzuları istikâmetinde, Ayşe’nin, Fatma’nın hizmetinde, para
kazanmanın peşinde, dedikodu peşinde ya da başka efendilerin
hizmetinde koşturuyor. Öğle vakti olunca hemen efendiyi hatırlıyor ve onun
yanına gidiyor. “Galiba efendim bu vakitte benden bir öğle yemeği bekler”
diyerek bir yemek ikram ediyor. Kısa bir süre onunla meşgul olduktan, onun
hizmetinde bulunduktan sonra “artık işim bitti” diyor ve yine başka
efendilerin hizmetine dönüyor. Akşam olunca da “her halde efendim benden bir
yatak sermemi bekler” diyerek efendisine bir de yatak serince hepten onunla
işi bitiyor. Ne dersiniz? Acaba bu köle sizce iyi bir köle midir?
İkinci bir hizmetçi daha düşünün
ki; bu biraz daha ötekisinden gayretli, görgülü. Ötekisinden fazla olarak
efendisinin hayvanına bakıyor, sabahla öğle arasında bir saat kadar onunla
meşgul olduktan sonra, “her halde efendi benden biraz fıkra anlatmamı ister”
diyerek yirmi dakika kadar efendiye fıkra anlatıyor. Veya “efendi her halde
yatmadan önce benden kendisine biraz kaval çalmamı bekler” diyerek on beş dakika
kadar kaval çalıveriyor tamam. Bu hizmetçi nasıl sizce?
Bizim şu anda efendimize
yaptığımız aynen bunun gibi değil mi? Sabahleyin efendi bizden bir sabah namazı
bekler herhalde diyerek sarhoşça, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, hangi
taahhütlerde bulunduğumuzu bilmeden bir sabah namazı kılıyoruz. Diyoruz ki tamam
artık bundan sonra öğleye kadar efendinin beklediği başka bir şey yoktur. Sanki
bu anlayışla, bu edeple efendinin huzurundan ayrılıp Ayşe’nin, Fatma’nın,
nefsin, şeytanın, şehvetin, tâğutların, paranın,
pulun, şöhretin, dünyanın, dükkanın, tezgahın peşine takılıyoruz. Öğle vakti
yaklaştığı zaman efendiyi hatırlıyoruz, herhalde efendi benden bir öğle namazı
bekler diyoruz, yine sarhoşça bir namaz kıldıktan sonra yine efendiyi
unutup başka efendilerin, başka Rablerin
peşine takılıyoruz. Bizim hizmet anlayışımız, kulluk anlayışımız işte budur.
Halbuki İslâm’ın kulluğu bu
değildir. Allah’ın istediği kulluk bu değildir. İslâm’ın kölelik anlayışı bu
değildir. Şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki İslâm’daki kulluğun
şartı zamanın tümünü efendiyle birlikte geçirmektir. Sabah O’nunla
beraber, öğleye kadar O’nunla beraber, öğle O’nunla beraber, namaz kılarken O’nunla
beraber, ticaret yaparken O’nunla beraber, yemek
yerken O’nun kulu, giyinirken soyunurken O’nun kulu, severken küserken O’nun
kulu, yatarken O’nun kulu, hanımıyla beraberken O’nun kulu, tırnak keserken
O’nun kulu, hâsılı hayatın tümünde O’nun kulu ve O’nunla
beraber olmaktır. Efendiden ayrı bir tek saniye bile düşünülemez. İşte Allah’ın
istediği kulluk budur. Çünkü Allah kulunun hayatında boşluk bırak-maz.
Ve işte biz, Fâtiha sûresinin bu
bölümünde hayatın tümünü kulluk olarak Allah’a takdim edeceğimize dair
Allah’a söz veriyoruz. Ya Rabbi söz veriyorum, ben
hayatımın tümünde sadece sana kulluk edecek, sadece seni dinleyeceğim diyoruz.
Ama bu gerçekten zordur. Hayatın tümünde Allah’ın kulu olup, sadece O’nu
dinlemek gerçekten zordur. Çünkü piyasada bizi Allah’a kulluktan koparıp kendilerine
kulluğa çağıran yığınlarla varlık var. Nefis, şeytanlar, tâğutlar,
çevre, baba, ana, toplum, yasalar, yönetmelikler, müdür amir vs vs. Bizi sade-ce Allah’a
kulluktan, sadece Allah’ı dinleyip O’nun istediği gibi yaşa-maktan koparıp
kendilerine de kulluğa çağıran yığınlarla varlık var. İşte tüm bu aleyhteki
unsurlardan kurtulup sadece Allah’a kulluk yapabilmek için, bu zoru
başarabilmek için de burada Rabbimizden yardım istiyoruz. Yâni kendisine
yapacağımız kulluk konusunda da kendisinden yardım istiyoruz. “Ancak sana
ibâdet eder, ancak senden yardım bekleriz” diyoruz. Onun içindir ki namaz
Allah’tan yardım isteme konusuymuş. Ebu Davut’un
rivâyetinde şöyle buyurulur:
“Allah’ın Resûlü ne zaman bir şeye üzülürse hemen namaza
dururdu."
Bir başka rivâyette de hadîseler
onu üzüp, bitkin hale getirin-ce:
"Bizi serinlet ey Bilal!"
Yâni; “Bir ezan oku ey Bilal! Bir namaza duralım da rahatlayalım” buyururdu.
İbni Cerir rivâyet eder:
“Allah’ın Resûlü karnı ağrıyan bir adam gördü de ona şöyle buyurdu: "Kalk
namaz kıl! Çünkü onun şifası namazdır" Buyurdu.” Yine rivâyet
edilir ki; “İbni Ab-bas’a kardeşinin vefat haberi
verilince önce istirca etti, sonra da hemen bir
kenara çekilip iki rekat namaz kıldı. Böyle bir durumda Allah’tan yadım
dilemeyi ihmâl etmedi.” Namazla Allah’tan yardım dilemek.
Öyleyse biz de öyle bir namaz
kılalım ki; Allah bize yardım etsin, anlamına gelecektir bu. Yâni Allah’ın
yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız. Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani bana beş bin lira verecektin! Olmayacağına
göre namazın bizzat kendisi yardımın gereğidir. Yardımın anahtarıdır yâni. Bir
de peygamberimiz diyor ki “Namazla Allah’tan şifa isteyin”
Demek ki şifa konusunda da yardım namazla olabilecek, namazla istenebilecektir.
Artık ne tür bir şifadır bu? Sosyal dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî
dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz bilir diyoruz.
Herhalde Allah’ın istediği
biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır. Meselâ şu
anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler, eminim
bizden daha rahatlar. Bazen kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı
ölüyor gözünün önünde, ama adam hiç tınmıyor bile. Niye? Belki de o ortamı
daha bir yakın görüyor ve yaşıyor da ondan. Eh şimdi namaz demek; kişinin
Allah’la beraberliği demek olunca, elbette Allah’tan yardım dilemesi de, şifa
dilemesi de mümkün olacaktır.
Namaz Allah’tan yardım isteme
sebebidir. Namaz "talim-i mesele"dir. Yâni Allah’tan istemeyi
öğretendir. Allah’tan nasıl isteneceğini öğretendir. Veya Allah’tan istenmesi
gerekeni isteme makamıdır namaz. Ve, işte Fâtiha sûresinin bu âyetiyle
Allah’tan yardım dileme makamında oluyoruz. Evet, günde kırk defa biz namazla
Allah’tan yardım istiyoruz.
Ya Rabbi tüm hayatımda sadece senin
kulun olacağım! Sadece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere gideceğim!
Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim! Ama bu gerçekten çok zor
bir şeydir. Beni senden koparıp kendilerine kulluğa çağıran binlerce sahte
rabler var. Bu konuda da yardımı senden bekliyorum! Bana yardım et Allah’ım!
diye Allah’tan yardım isteme makamıdır namaz. Namaz kılmayan bir adam, yâni bu
duayla günde kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm hayatı bozuk demektir.
Namaz kılmayan bir kişi oruç ta tutamaz. Namaz kılmayan bir kişinin, Allah’ın
istediği biçimde giyinmesi de mümkün değildir. Namaz kılmayan bir kimse zekatı
da veremez. Namaz kılmayan bir kişinin çocuklarını Müslümanca
eğitmesi de mümkün değildir. Namaz kılmayan bir kişinin Allah’ın istediği
biçimde müslümanca bir hayat yaşaması da mümkün
değildir. Namaz kılmayan bir kişinin tüm hayatı bozuktur. Neden? Çünkü Allah,
ona yardım etmeyecek demektir. Namaz kılarak ve namazında ya
Rabbi tüm hayatımı Müslümanlaştıracağım, tüm hayatımda senin istediğin biçimde
sana kulluk yapacağım, ancak bu konuların tümünde yardımı senden bekliyorum,
diye günde kırk defa dua etmeyen bir adam Allah’ın yardımından mahrumdur. Ve
elbette Allah’ın yardımından mahrum olan bir kişinin hayatının düzgün olması da
mümkün değildir.
Derken, bunu ortaya koyuyoruz. Ya Rabbi! Tüm kulluğumuz sanadır. Tüm hayatımızı kulluk
olarak sana sunuyoruz. Hayatın tümünde senin kulun olduğumuzun farkındayız.
Ama üzülerek ifade edeyim ki şu anda pek çoğumuz ne dediğimizin farkında
değiliz. Biz sanki böyle değil de şöyle diyoruz: “İyyake
Na’budu”sanki:
“İy-yake nüsalli
ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ancak sana kul-luk yaparız ve ancak yardımı
senden bekleriz yerine. Ancak sana namaz kılarız ve ancak senden yardım bekleriz
diyoruz. Veya: “İy-yake nesumu ve iyyake nestaiyn” diyoruz. Yâni ya
Rabbi ancak sana oruç tutarız ve ancak senden yardım bekleriz diyoruz. Veya: “İyyake nehuccu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ya Rabbi ancak senin için hacceder ve ancak
senden yardım bekleriz diyoruz. Niye böyle diyoruz? Çünkü bizim ibâdetten
anladığımız sadece bunlardır da ondan. Hayatın tümünün kulluk olduğunun
farkında değiliz, farkında olanlarımız da hayatın tümünde Allah’a kulluğu
gerçekleştiremiyor da ondan böyle diyoruz. Evet bu âyetle de alâkalı bu kadar
söz yeter. Bundan sonra bizim Efendimizden, Rabbimizden talebimiz geliyor.
Ancak bakın burada bir nefes
alıyoruz. Çünkü sûrenin bu bölümünde, bu altıncı âyetin sonunda bir “Tı” durağı geliyor. Bu da burada duruşun vacip olduğunu
anlatıyor. Yâni şöyle durup bir nefes alıp Rabbimizden ne isteyeceğimizi bir
düşüneceğiz. Durup düşünüyoruz. Acaba ne istesek Rabbimizden? Dururken bunu
düşüneceğiz, ama esasen kendisinden ne isteyeceğimizi de bize bırakmayarak
Rabbimiz söyleyecek.
Hani bir hadis-i kutside
Rabbimiz; “Ben Fâtiha’yı kulumla kendi aramda taksim ettim” buyurarak bundan önceki
bölümün kendisine ait olduğunu, bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu
anlatıyordu. Kulum Fâtiha sûresinin buraya kadar ki bölümünde beni över, bana
senâ eder, kulluğunun, köleliğinin sadece bana olduğunu, benden başkasının
önünde eğilmediğini, eğilmeyeceğini, benden başkalarının arzularını yerine
getirmeyeceğini, benden başkalarının yasalarını hamd
etmeyeceğini ortaya koyar. Bundan sonraki bölümün de kuluna ait olduğunu
anlatır Rabbimiz. “Kulum beni övdükten sonra, bana karşı kulluğunu, köleliğini
ihraz ettikten sonra, benim rızamı kazandıktan sonra, bundan sonraki bölümde
kulum benden ister ve ben de onun istediğini kuluma veririm” buyurmaktadır.
Peki acaba biz, Rabbimizden ne
isteyeceğiz? Yâni buraya kadar söylediklerimizle, ortaya koyduklarımızla tam
Rabbimizin rızasını kazanmışken, Rabbimiz bizim böylece kendisine takdim
ettiğimiz ahitlerimizin sonunda bizden razı olup şöyle buyurmuşken: “İste artık
ey kulum! Benden ne istersen vereceğim!” buyurarak tüm rahmet kapı-larını açmışken acaba böyle bir durumda biz O’ndan ne
isteyelim? Ama üzülmeyin, bizim kendisinden neler isteyeceğimizi, bizim neye
muhtaç olduğumuzu bizden çok daha iyi bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi
bizden çok daha iyi bilen Rabbimiz, ne isteyeceğimizi de burada beyan
ediveriyor. Bakın kendisinden ne isteyecekmişiz? Ne diyecekmişiz burada?
6: “Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”
“Ya
Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet et. Bizi doğru yola ilet ya Rabbi. Bize hak yolu, doğru yolu göster ya Rabbi.” İşte Rab rehberliğinde, efendi mihmandarlığında
kulun talebi buymuş. Rabbimiz bizden, bunu dememizi, bunu istememizi
istemektedir. Eğer Rabbimiz Fâtiha’nın bu bölümünde kendisinden ne
isteyeceğimiz konusunda bize bilgi ulaştırmasaydı, bunu bize bıraksaydı neler neler istemezdik değil mi? Ya
Rabbi bize para ver, mark ver, dolar ver, at ver, avrat ver, fiyat ver, murat
ver, sap ver, saman ver, ver, ver, ver. Çok şükür ki Rabbimiz, bunu bize
bırakmamış. Bu konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen, bilgisi mutlak
olan Rabbimiz, bu bilgisiyle bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen
Rabbimiz hemen bize yol göstermiş ve burada ne isteyeceğimizi kendisi ortaya
koyuvermiştir.
Ya Rabbi bizi doğru yola ilet. Bizi
sırat-ı müstakime ulaştır. Ta-bi zaten kendisi
sırat-ı müstakimde olan birisi için sırat-ı müstakimde daim kıl, sırat-ı
müstakimden ayırma anlamınadır bu. Çünkü şu anda
sırat-ı müstakimde olsak bile yarın ne olacağımızı, nasıl bir çizgi takip
edeceğimizi bilmiyoruz. Eğer şu anda sırat-ı müstakimde değilsek bizi ona
hidâyet et, sırat-ı müstakimdeysek, onda bizi daim eyle ya
Rabbi, diyoruz.
“İhdi” Hidâyet mastarından emirdir. Hidâyet et demek;
yol göster demektir. Bu sığa ile yukarıdan aşağıya, yâni büyükten küçüğe vuku
bulan fiile emir, aşağıdan yukarıya, yâni küçükten büyüğe karşı
gerçekleştirilen talebe de dua denir. Müsaviden müsaviye yapılana da iltimas
denir.
Hidâyet irşattan, mihmandarlıktan
farklıdır. Yolu sadece gösterivermeye irşat denir. Ama yolu göstermekle, tarif
etmekle birlikte yol soranın elinden tutup, önüne düşüp yolun sonuna kadar
götürüvermek, yolda sebat vermek, yolda tutmak ise hidâyettir. Bir de hidâyet
hayır talebine mahsustur. Hırsıza, soysuza yol göstermek hidâyet değildir. Bu
mânâda Hâdî sadece Allah’tır. Allah’tan başka Hâdî yoktur. Rabbimizin
isimlerinden birisi de Hâdîdir
Rabbimiz, rahmeti gereği insanı
hidâyeti isteyebilecek, onu talep edebilecek, hidâyeti kabullenebilecek, bir
fıtratta yaratmıştır. İşte biz, fıtratımız gereği Rabbimizden sırat-ı müstakime
hidâyet istiyoruz.
Sırat, yol demektir. Müstakim
sırat da dosdoğru yol demektir. Hiç bir eğriliği, yamukluğu, inişi, yokuşu
olmayan dosdoğru yol demektir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle ortaya
konulmuş din demektir, Şeriat demektir, Kur’an demektir,
sünnet demektir.
Rabbimiz, kitabının başka
yerlerinde buyurur ki: “İşte bu be-nim dosdoğru
yolumdur. Sizi dünyada huzura, âhirette de cennete
götürecek yol budur. Ama bu, benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o
yollara uymayın. Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur. tâli yollarsa şeytanların
yollarıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar
sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.”
Allah kendi yolunu, dosdoğru
yolunu kitabında ortaya koymuş-tur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına
uymak ve kitaba göre yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve
sünnete sorarak bul-maktır. Takva da budur işte.
Takva, Rabbimizin yukarıda tarif buyur-duğu esaslara
göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin, kitabında anlattığı bu emir ve yasaklara
riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece bir hayat
yaşayarak cennete ulaşmamız için, yollarını göstermiştir. Kitabın ve sünnetin
dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka
şeylerin, başka yolların peşine takılırsa, o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır.
Allah’ın Resûlü bu konuyu
anlatırken elindeki bir çöple, yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte bu,
Rabbimin dosdoğru yoludur.” Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek;
“İşte bunlar da şeytanların yollarıdır. Sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü
o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakimden
uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır” buyurdu.
Evet, her bir yolun üzerinde
oturan şeytanlar, insanları o yollara çağırmaktadırlar. İnsanları tâli yollara
çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakim olduğunu söylüyorlar. Tabi bu
şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakime girmiş mü’minleri
bu yoldan çıkıp kendi yollarına girmeye çağırdıkları gibi henüz bu yola
girmemiş, ama girmeye hazırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu
sırata girmemeye çağırıyorlar.
Allah’ın Rasûlü
bu hususu anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kul Müslüman olmak ve
atalarının yolunu terk ederek sırat-ı müstakime girmek ister. Şeytan, böyle
bir kulun yolunun üzerine oturur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona
telkinlerde bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk
ediyorsun? Diyerek, onu bu işten engellemeye gayret ederken, bu konuda kararlı
olan kul, şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar. Ama kulun yeni
girdiği, henüz yeni yeni öğrenmeye çalıştığı bu İslâm
yolunda, bu defa da şeytan onun karşısına hicret yolunda dikilir.” Çünkü o Müslüman
bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Allah’ın istediği biçimde icra edemeyince
mutlaka buna imkân verecek bir ortama gitmeyi deneyecektir.
İşte kulun, hicret yoluna dikilen
şeytan, ona şöyle demeye başlar: “Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir korkaklığın
ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk edip nereye
gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin
yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? Seni çok büyük sıkıntılar beklemektedir
diyerek” onu bu yoldan engellemeye çalışır. Fakat bu konuda kararlı olan kul,
şeytanı iterek biraz daha yola girer. Elbette bu bir kaçış değil, bir korkaklık
alâmeti değil, tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir engeli
atlayabilmek için biraz geri çekilme hareketidir bu.
Şeytan bu konuda da muvaffak
olamayınca, bu defa Allah yolunda cihada çıkan kulun karşısına, cihad yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar: “İyi
kardeşim, tamam anladık, îlâ-i kelimetullah da pe-ki hanımını, çocuklarını kime emanet ettin sen? Dükkanını-tezgâhını,
işini aşını, markını dolarını, vatanını toprağını kime bırakıp gidiyorsun?
Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imdadına yetişeceğim diye
evdekileri, malını mülkünü tehlikeye atmanın anlamı var mı yâni? Sen gittiğin
o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna hedef olup ölüp gideceksin de
yıllarca emek sarf ederek kazandığın, uykularını terk ederek, rahatına
kıyarak elde ettiğin bu paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin
sahibi sen misin? Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni?” diyerek o mü’mini girdiği cihad yolundan da
alıkoymak ister. Adam şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.
Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur
ki; “Artık bu mümin nasıl ölürse ölsün, nerede ölürse ölsün Allah ona bakmaksızın
kesinlikle onu cennetine koyacaktır. Bu kul, ister yatağında ölsün, ister
düşman karşısında muharebe meydanlarında ölsün, ister suda boğularak ölsün
değil mi ki, en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ve artık Cenâb-ı Hak üzerine, bu kulu cennetine koymak vacip olur”
buyuruyor. Çünkü artık bu kul, kesin sırat-ı müstakimdedir ve artık lânet şeytanın
ona yapabileceği bir şey yoktur.
Evet, sürekli sırat-ı müstakimde
olmaya, bu yolda kalmaya çalışacağız. Dilimizle bunu istediğimiz gibi,
hayatımızla, amellerimizle de bu yolda olmaya çalışacağız. Bu konuda sürekli
Rabbimize dua edeceğiz. Bu öyle bir sırat ki:
7: “O kendilerine nîmet verdiğin mutlu kimselerin yoluna.
O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”
Evet ya
Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nîmetlerine ulaştırdığın
peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet.
Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur.
Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:
a- Uhrevî nîmetler,
b- Dünyevî nîmetler diye.
Uhrevî olanlar Rabbimizin
imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.
Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:
a- Vehbî olanlar.
b- Kesbî
olanlar.
Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi
pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi nîmetlerdir.
Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:
a- Maddî olanlar.
b- Manevî olanlar.
Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi nîmetlerdir.
Manevî olanları ise, insana ruh
üfürülmesi, akıl verilmesi, yaratılması gibi nîmetlerdir.
Burada dikkat edilecek bir husus
da şudur ki; Rabbimiz, peygamberler ve salih
kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden vermiştir. Ama başı nîmet gibi
görülüp de sonu hüsranla biten nîmetlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet
değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile
biten nîmet, nîmettir. Onun içindir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin
peygamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette
bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.
Evet, Rabbimizden sırat-ı
müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır.
En büyük nîmettir. Nîmetlerin en büyü-ğüdür. En önde
istenmesi gereken nîmettir. Çünkü unutmayalım ki, herhangi bir nîmetin yoluna,
usulüne, kanununa nail olmak, o nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail
olmak demektir. Meselâ birisinden on bin lira istemek yerine ondan on bin
liraya ulaşabilecek bir yolu, bir usulü istemek çok daha evlâdır. Çünkü
karşıdaki belki bir kere verecektir, iki kere, üç kere verecektir on bin
lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın yolunu öğrenmek demek, her
zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak demektir.
Veya meselâ bir problemin çözümü
konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi çözüvermenizle o
problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı olacaktır. Problemi
çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman çözebileceği bir
yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm için size gelmeyecek,
her zaman kendisi çözebilecektir.
İşte eğer biz burada, Rabbimizden
bir kısım nîmetler isteseydik, ya Rabbi bana şu
nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep
olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver deseydik, yine küçük
bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua kabul olduğu za-man belki bir kaç defa o nîmeti verirdi Rabbimiz, ama nîmetin
devamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi, ya
Rabbi bize nîmetlerin yolunu, usulünü göster diye dua edince, bir kere değil sürekli
o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş olacağız demektir. Bunun en kısa, en öz
ifadesi de sırat-ı müstakimdir. Çünkü bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu
yola giren kişi her ân tüm nimetlerle beraber olma imkânına sahip olacaktır.
Peki biz bunu nereden bildik?
Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz
bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz
öğretti bize. O-nun içindir ki, bu sûreye talim-i
mesele denir. Yâni istemenin usulünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir
nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına gelecektir.
Rabbimizden sırat-ı müstakim
istiyoruz, ama burada bir istis-na
yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı müstakimden sa-pıp gitmiş, bu yüzden de
gazaba uğramış ve dalâlette kalmış insan-ların
yoluna bizi iletme ya Rabbi!”
Kendilerine gazap
ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil. Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı
müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin
sapması, öbürüsü de hıristiyanın sapması. Biri madde
lehine, mânâ aleyhine bir sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek
materyalistçe bir sapma, diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır.
Yâni maddeyi inkâr ederek, maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu
kesilerek bir sapmadır. Bunlardan birincisi yahudi’nin
sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının
sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu reddederek, insanı sadece maddeden ibaret
zannederek materyalistçe bir anlayışı yasallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın maddesini, bedenini, bedeninin
ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden kesilmiş, ruhçu bir anlayışın
savunucusu kesilerek sapmıştır.
Bunların
birisi ifrat, diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de reddeder. İslâm
ikisi arasında dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı
yaratan, onu herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bedenini de, ruhunu da,
bedeninin ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın
dünyadan oluşan çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı
etmeyen bir dindir. Ve İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki
sapmanın ikisini de reddeden bir yoldur.
Bir de bu sapmayı şöyle de anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel yok, hıristiyanın
sapmasında da amel var ilim yok. Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta
amel işlemeyenler ya-hudi’ye,
ilimsiz eğri büğrü amel işleyenler de hıristiyanlara
benzemek-tedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle
günde en azından kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a
sığınmaktayız. İlimsiz amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan
da Allah’a sığınıyoruz.
Evet böylece Rabbimizin bir sûresini daha tanıma imkânı
bulduk. Bundan sonra kılacağımız namazlarımızda inşallah Fâtiha bilen birileri
olarak bunun şuuru içinde namazlarımızı kılalım. Namazda Rabbimize verdiğimiz
sözlerimizi, namaz sonrası hayatımızda muhafaza ederek, Fâtiha’nın muhtevasına
uygun bir hayat yaşamaya çalışalım. Namazda verdiğimiz bu sözlerimizi, namaz
sonrası hayatımız-da unutmayalım inşallah. Velhamdü lillahi Rabbil Âlemin.