"Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım
Mekke'de nazil
olmuştur, yedi âyettir.
1- Rahman ve
rahim olan Allah'ın adıyla.
2-4- Hamd,
âlemlerin râbbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a
mahsustur.
5- Ancak
sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
6-7- Sen,
bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba
uğrayanların ve sapanlarınkinc değil;[1]
Fatiha suresi yedi
âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur. Kur'ân-ı kerimin âyetleri, nazil oldukları
yer ve zamana göre "Mekkî" ve "Medenî" diye ikiye ayrılırlar.
Bu konuda çeşitli görüşler bulunmakla beraber, çoğunluğun görüşüne göre, yer ve
zaman itibariyle nerede ve ne zaman nazil olurlarsa oisunlar, Hicretten önce nazil
olanlara "Mekkî" yani, "Mekke'de nazil olmuştur." Hicretten
sonra nazil olanlara da "Medenî" yani "Medine'de nazil
olmuştur." denir. Görül- . düğü gibi biı ayırımda hicret olayı esas
alınmıştır.
Mekki ve Medeni
âyetler, gerek muhteva gerekse diğer hususlarda bir kısım ayn özellikler
taşırlar. Bu özellikleri bilenler, âyetin Mekki veya Medeni olduğunu anlarlar.
Mekkî âyetler, Allah'a
eş koşmaya ve putperestliğe karşı yoğun bir hücum ifadesi taşırlar. İnsanları,
Allah tarafından gönderilen vahye, Peygamberin davetine ve Allah'ın hidayetine
çağırırlar. İnsanları kötülüklerden sakındırıp hayra yöneltirler. İnkârı,
fâsikhğı, isyanı, cehaleti, huy kabalığını, kalb çirkinliğini, katı sözlülüğü
ve benzeri menfî davranışları çirkin gösterirken, insanlara imanı, itaati,
nizamı, ilmi, sevgiyi ve acımayı telkin ederler. Kalb ve dil temizliğini
sevdirirler.
Mekkî âyetler şekil
bakımından kısa fakat mânâ bakımından çok vecizdirler. Kur'ân-ı kerim,
edebiyatın ve her çeşit söz sanatının ileri olduğu o dönemde bütün şair ve
edipleri âciz bırakmıştır. Kur"an âyetlerinin bir benzerini kimse
yapamamış ve onların anlamına yakın bir mânâyı da kimse bulup ifade
edememiştir. Bunu şu ana kadar kimse yapamadığı gibi bundan sonra da yapamayacaktır.
Medenî âyetlere
gelince: Bu âyetler, teşrii inceliklerden, hükümlerin tafsilatından, Medeni,
cezai, iktisadi, siyasi hükümlerden bahsederler.
Devletler hukukundan,
şahsi haklardan, ibadet ve muamelattan bahisle bu hususların nasıl yerine
getirileceğini beyan ederler.
Medenî âyetler, ehl-i
kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar!, İslama davet eder, onların batıl
inançlarını reddederler. Onların, daha önce gönderilmiş olan ilahi kitaplarda
yapmış oldukları tahrifatı haber verirler.
Medenî âyetlerde
muamelatla ilgili meseleler detaylı olarak anlatılır. Tarihte yaşamış
ümmetlerin durumları beyan edilir. Bunların, Allah tarafından gönderilen
Peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle başlarına gelen ilahi azaplar açıklanır.
Onların başlarına gelen felaketleri ibret olarak ortaya koyar ve bu âyetler,
aynı hataya düşerek aynı korkunç akıbetle karşılaşmamız için bizi uyarırlar... [2]
Fatiha suresinin
bir'den çok ismi vardır. Bunları kısa olarak şöylece Özetlemek mümkündür:
a- Fatiha
veya cl-Fatiha: "Açılacak bir şeyin veya yerin ilk açılan yeri veya okunup
yazılacak bir şeyin evveli" demektir. Kur'an-ı kerimin tertibinde ilk sure
Fatiha olduğu ve Kur'ana bu sure ile başlandığı için bu sureye bu isim
verilmiştir.
b- Eihamd ve
Elhamdülillah: .Surenin birinci kelimesi "Elhamd" olduğu için veya
sure, Allah'a Hamd etmeyi ihtiva ettiği için ona bu isim verilmiştir.
c- Ümmül
Kitap: "Kitabın anası" demektir, fatiha suresine bu ismin verilmesi,
bu surenin, Kur'anın temel prensiplerini kapsamasmdandır. Şöyle ki, surede
Allah teala, layık olduğu sıfatlarla anılmakta, kulların, yalnız ona kulluk
etmeleri ve sadece ondan yardım dilemelerinin gerektiği bildirilmekte ve geçmişteki
sapık ümmetlerin durumuna düşülmemesi öğüilenmektedir. Böylece bu surede genel
prensipler zikredilmektedir. İşte bunun için bu sureye "Ümmül Kitap"
ismi verilmiştir.
d- Ümmül
Kur'an: "Kur'anın anası" demektir. Peygamber efendimiz bir Hadis-i
Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Elhamdülillah,
Ümmül Kur'andır. Ümmül kitaptır ve Seb'ul Mesanidir.[3]
e- El-Esas:
Fatiha suresi Kur'anın temel prensiplerini kapsadığı için ona
"Ümmül
Kitap" dendiği gibi aynı sebepten dolayı "El Esas" da
denilmiştir, f- Elvafiyc: "Mükemmel" demektir, g- El Kâfiye: "Yeterli" demektir, h- Elkcnz:
"Hazine" demektir.
ı- Seb'ul
Mcsani: "Yedi âyet" veya "Devamlı tekrar edilen yedi âyet."
demektir. Bu konuda Hicr suresinin seksen yedinci âyetinde: "Şüphesiz biz
sana, yedi âyet olan, namazlarda tekrar edilen Fatihayı ve yüce Kur'ânı
verdik." bu vurulmaktadır.
i- Essalah:
"Namaz suresi" demektir. Fatiha suresine bu isim de verilmiştir.
Çünkü Fatihasız namaz yoktur. Resulullah (s.a.v;) bir Hadis-i şerifinde:
"Fatiha'yi okumayan
kişinin namazı olmaz. [4] buyurmuştur.
Her farz namazda
Fatihanın en az iki rekatta birer kere okunması vaciptir. Ancak Hanefi mezhebine
göre cenaze namazında Fatiha okunmaz. Çünkü bu namaz, tam anlamıyla bir namaz
değil, ölen için dua mahiyetindedir.
j- Şükür:
"Verilen nimetler karşısında o nimetleri vereni övmektir."
k- Dua
"Kulun rabbinden istekte bulunmasıdır."
1- Şifa:
Fatiha suresi manevi hastalıklara şifa mahiyetinde olduğu için ona bu isim de
verilmiştir.
m-Ta'lim-i
Mes'clc: "Dilek ve duada bulunmayı öğreten." elemektir. Çünkü onda,
dilek ve temennilerin en büyüğü olan "Sen bizi doğru yola ilet.
Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve
sapanla-nnkine değil." temennisi bulunmaktadır.
Taberi, Ebu
Hureyre'nin, Resulullah'tan, Fatiha suresi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Fatiha, Ümmül Kur'an (Kur'anın anası) Dua, Fati-hatül kitap
(Kitabın başlangıcı) Seb'ul Mesani (Tekrar edilen yedi)uir. "Taberi.
fatiha suresine "Fadihatül kitap" denilmesinin sebebinin, Kur'an-ı
kerimin başında yazılması ve namazlarda ilk okunan âyet olması olduğunu
söylemiştir.
Taberi, fatihaya
"Ümmül Kur'an" denmesinin sebebinin de, önün, diğer surelerden önce
zikredilmesi, yazılış ve okunuşta başta bulunması olduğunu söylemiştir. Zira
Araplar, bir kısım şeyleri altında toplayana veya bir kısım şeylerin önünde
gelene, o şeylerin "Anası" derler. Mesela: Beyni altında toplayan
kafa derisine "Ümmü Re's" yani (Başın anası) demişler ve insanların,
altında toplandıkları ordunun sancağına da "Ümm" yani (Ana) adını
vermişlerdir. Taberi, Fatihaya "Yedi" denilmesinin sebebinin, onun,
yedi âyetten meydana gelmiş olduğu meselesi olduğunu söylemişir. Fatiha bazı
sahabi ve tabiin ve Küfe halkının çoğunluğuna göre âyetiyle birlikte yedi
âyettir. Medine halkının çoğunluğu ve diğer âlimler ise fatihanın, besmelenin
dışında yedi âyet olduğunu ve "En'amte aleyhim"den sonrasının, yedinci
âyet olduğunu söylemişlerdir.
Taberi, fatihaya
"Mesani" yani (ikilenen, tekrarlanan) denilmesinin sebebinin, onun,
her nafile ve farz namazlarda tekrarlanması olduğunu, Hasan-i Basri'nin de bu
görüşte olduğunu zikretmiş ve fatihaya "Mesani" denilmesinin,
Kur'an'ın tümüne ve diğer bazı surelerine "Mesani" denilmesine ters
düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, Kur'anın diğer surelerine veya tümüne
"Mesani" denilmesinin, başkaca izahlarının da olduğunu söylemiştir. [5]
Bir ismi de
"Ümmül Kur'an" yani (Kur'anın anası) olan fatiha, çok derin mânâlar
ifade etmektedir. Onun ifade ettiği mânâları tam anlamıyla kavrayabilmek
oldukça güçtür ve onun yüceliğini ancak cenab-ı hak bilir.
Cenab-ı Hak bu sure-i
celilede. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini gösteren
delilleri bir arada zikretmeyi dilemiştir.
Fatiha süresindeki,
Allah'a hamd, onu yüceltme ve onu övme, Allah'ın büyüklüğünü ve hükümranlığını
kullarına hatırlatmak içindir. Böyle bir hatırlatma yapılmıştır ki, Allah'ın
lütuflan karşısında kullan onu ansınlar, nimetlerinden dolayı ona hamdetsinler
de Allah tarafından verilecek olan nimetlerin daha fazlasına layık olup, onun
tarafından verilecek olan sevaplara hak kazansınlar.
Fatiha suresinde
Allah'ın, kendisini tanıma nimeti verdiği ve itaat etmeye muvaffak kılma
lütfunda bulunduğu kullarını zikretmesi ise, kullan üzerinde bulunan dini ve
dünyevi bütün nimetlerin Allah tarafından verildiğini kendilerine belirtmek
içindir.
Onları zikretmiştir
ki, arzu ve isteklerini, tapınılan diğer putlara ve ilahlara değil sadece
Allaha arzetsinler ve ihtiyaçlarını ancak ondan istesinler.
Yine fatiha suresinde,
Allarım, kendisine isyan edenlerin başlarına getirdiği felaketleri, emrine
karşı çıkanlara verdiği cezalan zikretmesi ise kullanın günah işlemekten
sakındırmak, günah işledikleri takdirde cezadan kurtulamayacaklarını ihtar
etmek ve onlan bu hususta korkutmak içindir.
Aksi takdirde Allah,
onların başlarına daha önce helak olan diğer ümmetlerin başlarına gelen
felaketleri getirir, onları da benzer cezalarla cezalandırır.
Sure-i ceiilede,
kendilerine nimet verilenler, gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenlerden
bahsedilmektedir. Bunlardan, kendilerine nimet verilenler, şüphesiz ki Allah'ın
emirlerini tutup yasaklarından kaçınan ve islamin bütün vecibelerini yerine
getiren inanmış müminlerdir.
Gazaba uğramış olanlar
ise, Yahudilerdir. Yahudiler, Allah tealanın kendilerine vermiş olduğu çok
çeşitli nimetlere karşılık nankörlüklerinden vaz geçmemişler ve sonunda
cenab-ı hakkın gazabını hak ederek çok kötü sonuçlarla karşılaşmış, büyük
felaketler yaşamışlardır.
Sapıklığa düşenler ise
Hiristiyanlardır. Cenab-ı Hak onlara kendi tarafından bir Peygamber ve Hak bir
din gönderdiği halde onlar o gerçek dinin esaslarını tahrif etmek suretiyle
Allah'a eş koşmuşlardır. Allah'ın kulu ve Peygamberi olan Hz. İsa'ya
"Allanın oğlu" elemişler annesi Hz. Meryem'e iftiralarda bulunmuşlardır.
İşte âyet-i kerimede ifade edilen "Sapıklar"da bunlardır. [6]
Fatiha suresinin
fazileti hakkında Peygamber efendimizden şu hadisi şerifler rivayet
edilmektedir: Ebu Said b. el-Mualla diyor ki: "Ben, mescitte namaz
kılarken Resulullah beni çağırdı. Namazda olduğum için cevap veremedim. Namazı
bitirdikten sonra dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaz
kılıyordum." Resulullah da dedi ki: "Allah, "Ey İman edenler,
Aliahın Resulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman hemen
Allah'ın ve Resulünün davetine icabet edin.. [7] buyur muyor mu? Resulullah sözlerine devamla şöyle
buyurdu: "Sen, mescitten çıkmadan önce ben sana öyle bir sure öğreteceğim
ki o, Kur'anm en yüce süresidir." Sonra Resulullah elimden tuttu ve
mescitten çıkmak istedi. Ben de "Ey Allah'ın Resulü, sen bana "Sana
öyle bir sure öğreteceğim ki o, Kur'anın en yüce süresidir." demedin
mi?" diye sordum. Resulullah da şu cevabı verdi: "O sure, Elhamdülillahi
Rabbil âlemin'dir. O, bana verilen Scb'ul Mesani ve Kur'an-i Azimdir. [8]
Peygamber efendimiz
diğer bîr hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"İmam dediği /aman
"Âmin" deyin. Kim böyle der de söylediği bu sö/, Melcklcrinkinc rast
gelirse, onun geçmiş bütün günahları bağışlanır. [9]
Diğer bir hadis-i
şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Hayatım, kudret
elinde olan Aliaha yemin olsun ki, Allah, ne Tcv-ratta, ne İncildc jıc Zcburda
ne de Furkan'da (Kur'anda) bu fatihanın bir benzerini indirmiştir. O, bana
verilen "Scb'ul Mesani ve Kur'an-ı azimdir." [10]
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Bir gün
Resulullah, Cebrail ile birlikte otururken yukarıdan bir gıcırtı işitti.
Cebrail başını yukarı doğru kaldırdı ve şöyle dedi: "Bu, bugün gökte
açı-lanbir kapıdır. Bu kapı bu güne kadar hiç açılmamıştı. O kapıdan bir melek
indi. Bu melek yeryüzüne inen bir melektir. Bir güne kadar hiç inmemişti.
Melek selam verdi ve şöyle dedi: "Senden önce hiçbir Peygambere verilmeyen
ve sadece sana verilen şu iki nurdan dolayı sana müjdeler olsun. Bunlar,
Fatihatül Kitap ve Bakara suresinin sonudur. Bunlardan okuduğun her harfin
karşılığı mutlaka sana verilecektir. [11]
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:
"Allah teala
buyurdu ki: "Ben, benimle kulum arasında namazı (Adına namaz denen
fatihayı) ikiye ayırdım. Kulum ne dilerse ona verilir.
Kul deyince, Allah
tcala "Kulum beni övdü" der. Kul: deyince Allah teala "Kulum
beni övdü" der kul, deyince "Kulum beni yüceltti." der. Diğer
bir rivayette ise "Kulum işleri bana teslim etti" der. Kul: "deyince
Allah "Bu, benimle kulum arasında bir meseledir. Ona dilediği
vardır." der. Kul: deyince Allah: "Bu da kuluma ait olan bölümdür.
Kulumun dilediği ona verilir" der. [12]
Ey Allah'ım, dinim
hususunda bana zarar vereceğinden veya rabbime karşı yükümlü olduğum bir
vazifemden beni alıkoyacağından korktuğum şeytanın şerrinden, yaratıklarına değil
sadece sana sığınırım."
Allah teala Kur'an-i
Kerîmin çeşitli âyetlerinde, müminlere, insanlara karşı esnek davranmalarım
emrederken, şeytandan kesinlikle uzak olmalarını ve onun şerrinden, kendisine
sığınmalarını emretmiştir.
Cen'ab-ı Hak,
müminlerin, insanlara karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyanla buyuruyor
ki: "Ey Muhammcd, sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış
etme."*9' "Sen, kötülüğü en güzel şekilde önle. Biz onların ne tür
sıfatlar uydurduklarını çok iyi biliriz. [14]"İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman aranızda
düşmanlık olan kimse, sana sanki samimi bir dost gibi oluverir. [15]
"Kötülükleri iyilikle önleme hasleti ancak sabredenlere verilir. Bu,
ancak hayırdan büyük payı olanlara verilir." [16]
Yine Cenab-ı Hak,
şeytanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini beyan ederek te buyuruyor ki:
"Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın. Şüphesiz
ki Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. [17]
"Ey Muhammcd, de ki: "Rabbim, şeytanların vesvesesinden sana sığınırım."Rabbim,
yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. [18]Eğer
şeytandan, seni dürtecek bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Şüphesiz ki
o, herşeyi işiten ve bilendir," [19]
Şeytanın şerrinden
kesinlikle kaçınılmasının emredilmesinin hikmeti, onun, iyilikten anlamaz
olması ve insanoğlunun helakinden başka bir şeye razı olmamasıdır. Halbuki
insanlar, aynı cins yaratıklar olmaları sebebiyle birbirlerine yakın ve
birbirlerine karşı hoşgörülüdürler.
İşte bu sebepledir ki
Allah teala, Kur'anı okumaya başlarken, şeytanın şerrinden kendisine
sığınılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur. "Ey Peygamber, Kur'anı
okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan Allah'a
sığın.n[20]
Bu hususta Peygamber
Efendimiz (s.a.v.)'den de çeşitli hadisi şerifler rivayet edilmektedir.
Peygamberimiz, banlardan birinde şöyle buyuruyor:
Allahın huzurundan
kovulmuş olan şeytanın dürtmesinden, gurur-landırılmasından ve üflemesinden
(vesvesesinden) her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım. [21]
Muaz b. Cebel diyor
ki:
"İki kişi,
Rcsulullahın yanında birbirlerine hakaret ettiler. Onlardan biri o derece kızdı
ki, ben, öfkesinden burnunun patlayacağını zannettim. Bu durumu gören
Rcsulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ben, bir kelime biliyorum ki o, bunu
söyleyecek olsa öfkesi gidecektir." Ben, "O kelime nedir ya
RcsulaHah?" diye sordum o da Ey Allahım, kovulmuş şeytanın şerrinden sana
sığınırım." demendir" buyurdu. [22]
Taberi diyor ki:
"Arapçada şeytan, "İsyankâr ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve
diğer her şeye denir. Nitekim yüce mevla bir âyet-i kerimesinde insanların da
şeytanları bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur. "Sana yaptığımız
gibi her Peygamber için de insan ve cin şeytanlaından düşmanlar yaratmıştık.. [23]
Hz. Ömer (r.a.) bir
katanaya (At'a) binmiş, at çalımlı bir şekilde yürümüştür. Bundan dolayı Hz.
Ömer onu dövmüş, at ise daha da çalımlı yürümeye başlamıştır. Bunun üzerine
üstünden inmiş ve "Beni bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz
hale gelmeden ondan inmedim. (Yani onun üzerinde iken kendimi başka bir şekilde
hissettim.) demiştir.
Taberi diyor ki:
"Her şeyin isyankârına "Şeytan" denmesinin sebebi, onun ahlak ve
davranışlarının, benzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır. Zira
"Şeytan" kelimesinin asıl anlamı "Uzak olan" demektir.
"er-Raciym"
kelimesinin asıl mânâsı "Atmak" demektir. Bu, "Laf atma veya taş
atma" şeklinde olabilir. Şu âyet-i kerime, Hz. İbrahim'in babasının,
İbrahim'i sözle taşlamasına bir misaldir. Babası "Ey İbrahim, ilahlarıma
karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vaz geçmezsen yemin olsun ki seni
taşlarım..." dedi[24]
Şeytana "Taşlanmış" sıfatının atfedilmesi, onun. Allah'ın
göklerinden, delip geçen ateşlerle kovulmasından olabilir.
Abdullah b. Abbas'ın
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cebrail, Muham-mede ilk geldiğinde ona dedi
ki: "Ey Muhammed de ki, Ben, kovulmuş şeytanın şerrinden, işiten ve bilen
Allah'a sığınırım."
Yine de ki:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım."
Cebrail daha sonra
şöyle dedi: "Ey Muhammed, yaratan rabbinin adıyla oku." Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Allah'ın, Cebrail'in lisanıyla Muhammed'e indirdiği ilk
sure budur (Alak süresidir) Allah, Peygamberine, yaratıklarına değil kendisine
sığınılmasını emretmiştir.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Surelerin başında
bulunan besmelenin, Kur'an-ı Kerimden bir âyet olduğu hususunda bütün âlimler
ittifak etmişlerdir. Zira besmele. Nemi suresinin otuzuncu âyetinde açıkça
zikredilmiştir. Bu âyetle şöyle buyurulmuştur. (Mektup Süleymandan geliyor ve
orada "Rahman ve Rahim olan) Allah'ın adıyla" diye yazıyor.
Fakat besmelenin,
başında bulunduğu suredeki âyet sayısına dahil bir âyet mi yoksa sureden ayrı
müstakil bir âyet mi olduğu veya sadece Fatiha suresinin bir âyeti olup, bu
âyetin her surenin başında tekrar mı edildiği, yahut da Nemi suresinin bir
âyeti olup diğer surelerin başında, sureleri birbirinden ayırmak için mi
yazıldığı hususları ihtilaflıdır.
İmam Şafii'ye göre
besmele, başında bulunduğu her sureden bir âyettir ve bunların tamamı Kur'anda yüz
on üç âyettir. Buna göre fatihanın yedi âyetinden birincisi besmeledir. Bunun
için Şafiiler namazda besmeleyi açıktan okurlar.
İmam Mâlik'e göre
besmele, sadece Nemi suresinde geçen bir âyettir. Bunun dışında fatihanın ve
diğer surelerin başında Teberrüken ve sureleri birbirinden ayırmak için
yazılmıştır, O surelerden bir âyet değildir. Bu sebeple besmele namazda açık
olarak ta gizli olarak ta okunmaz.
Hanefilere gelince:
Onlara göre besmele, müstakil bir âyettir. Surelerin başına, o surelerden bir
âyet değil, teberrüken ve sureleri birbirinden ayırmak için konmuştur.
Besmelenin fatiha gibi her rekatta okunması vacip değildir. Fakat gerek
namazda gerek namaz dışında, her mühim işin başında okunması sünnettir. Onun
için namazın her rekâtında, kıraatin başında besmele okunur. Fakat ortasında
okunmaz. Ancak besmelenin, o sureden bir âyet olduğu anlaşılmasın diye namazda
kıraatin başında açıktan değil gizli olarak okunur.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) besmelenin fazileti hakkında şöyle buyuruyor:
"Herhangi bir
söze veya önemli bir işe Allah'ın adı anılmadan başlanırsa o iş, neticesizdir,
güdüktür. [25]
Taberi, besmelenin
izahında şöyle diyor: "Zikri yüce ve isimleri mukaddes olan Allah teala.
Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e bütün işlerinin başında esma-i hüsna'sını, yani
güzel isimlerini zikrederek başlamayı Öğretiyor. Bütün önemli işlerini ifa
etmeden önce Allah'ın güzel isimlerini anmasını bildiriyor ve onu bu şekilde
yetiştiriyor. Böylece, Peygamberini yetiştirdiği bu şekli, bütün yaratıklarına
bir sünnet kılıyor, onların da konuşmalarının, mektuplarının ve bütün
işlerinin başında bu yolu takibetmelerini Öğretiyor.
Taberi diyor ki:
"Bismillah"m başındaki cer edatı "Bi" kendisinden önce bir
fiilin bulunmasını gerektirdiğinden ve "Bismillah" da da bu fiil zikre-dilmeyip
söyleyenin kendisine bırakıldığından "Bismillah" diyen kişinin neyi
kastettiği, giriştiği işten ortaya çıkar. Şayet "Bismillah" der de
okumaya başlarsa, "Allahın adım anarak okumaya başlıyorum." demek
istediği anlaşılır. Şayet kalkarken veya otururken yahut başka bir iş yaparken
"Bismillah" diyecek olursa "Allahın ismini anarak ayağa
kalkıyorum." Veya "Allahın ismini anarak şu işi yapıyorum."
demek istediği anlaşılır.
Taberi diyor ki:
"Abdullah b. Abbas da besmeleyi bu şekilde izah etmiş ve şöyle demiştir:
"Cebrail Muhammed'e ilk geldiğinde o, "Ey Muhammed, de ki: "Ben,
kovulmuş şeytanın şerrinden, işiten ve bilen Allaha sığınırım." Sonra
Cebrail yine demiştir ki: "Yine deki: "Bismillahirrahmanirrahim"
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla." Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Cebrail "Ey Muhammed, "Bismillah" de, derken ona şunu
demek istemiştir. "Rabbin olan Allah'ı anarak oku. Onu anarak ayağa kalk
ve onu anarak otur."
Taberi diyor ki:
"Bismillah"m mânâsı "Allah'ı güzelisimlerle isimlendirerek ve onu
anarak şöyle şöyle yapıyorum." demektir. Bu âyetin mânâsı: "Allahın
ismiyle yardımlaşarak veya Allahın isminden yardım dileyerek şu işe girişiyorum."
demek değildir.
Taberi,
"Allah" lafzının "Elehe, Ye'lehu, ilaheten" kökünden
olduğunu, mânâsının da "Kulluk yapmak, ibadet etmek" olduğunu,
"Allah" lafzının ise "Kendisine kulluk edilen ve kendisine
ibadet edilen" demek olduğunu söylemiştir. Taberi, Abdullah b. Abbas'ın
"Allah" lafzını "Bütün yaratıkların ilahı ve kendisine kulluk
edilen" şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir.
(er-Rahman, er-Rahim) Taberi, bu iki sıfatın
kökünden türetildiğini, aynı kökten türetil mel eri ne rağmen, her bir sıfatın
diğerinden farklı bir mânâ taşıdığını söylemiş ve bunu şöyle izah etmiştir:
Arap dili yönünden "Rahman" kelimesi, türetildiği köke
"Rahim" kelimesinden daha uzaktır. Bir şeyi, türetildiği köke daha
uzak olan bir kelimeyle sıfatlandır mak onu, daha fazla övmek veya yermek olur.
"Rahman" kelimesi, övme için kullanıldığından, Allah tealayı bu
sıfatla vasıflandırmak, "Rahim" sıfatıyla vasıflandırmaktan daha
kuvvetlidir. Bu itibarla "Rahman"in mânâsı, "RahinTden daha
geniştir.
"Rahman" ile
"Rahim" kelimelerinin mânâlarının farklı olduğunu beyan eden
rivayetler yönünden de şunlar nakledilmektedir:
Azremî,
"Rahman"ın mânâsının "Bütün yaratıklara rahmet eden"
"Rahimdin mânâsının ise, "Sadece müminlere merhamet eden" demek
olduğunu söylemiştir.
Ebu Said el-Hudrî,
Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Meryemoğlu İsa
şöyle demiştir: "Rahman, âhirette ve dünyada merhamet edendir."
"Rahim" ise "Yalnız âhirette merhamet edendir."
Taberi bu iki
rivayetin şu şekilde birleştirilebileceğini söylemiştir. "Rahman"
kelimesi, Allah'ın merhametinin umuma ait olduğunu "Rahim" kelimesi
ise, Allah'ın rahmetinin hususi bir mânâ da olduğunu ifade eder. Bu kelimeler
böyle izah edilirse bu iki rivayet te bağdaşiaştınlmış olur."
Allah teaianın, özel
bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahim" kelimesini, sadece
dünya veya sadece âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi, her ikisi için de
yorumlamak mümkündür.
Allah teaianın,
yalnızca dünyada mümin kullarına merhameti, onları iman etmeye, kendi
emirlerine ve Peygamberlerine itaat etmeye ve yasakladığı şeylerden kaçınmaya
muvaffak kılmasıdır. Kâfirlere böyle bir lütufta bulunmamıştır.
Allah teaianın, sadece
âhirelte, mümin kullarına merhameti ise nimetlerle dolu cennetleri ve ebedi
kurtuluşu bahşetmesidir. Kâfirlere, ve müşriklere böyle bir lütufta bulunmamıştır.
Allah teaianın, hem
dünya hem de âhirette sadece müminlere lütfettiği şeylere misal olarak yukarıda
zikredilen nimetler gösterilebilir.
Allah teaianın, umumi
bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahman" kelimesini de hem
dünya için hem de âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi sadece dünya veya
sadece âhiret için yorumlamak ta mümkündür.
Allah teaianın,
dünyada, hem mümin hem de kâfirlere olan umumi rahmetine misaller de pek
çoktur. İnanan, inanmayan bütün insanlara çeşitli rızıklar vermesi, onlara akıl
nimetini bahşetmesi, vücut sağlığını bahşetmesi, bulutlan yürüterek onlardan
yağmur yağdırıp yeryüzünde çeşitli bitki ve gıdaları bitirmesi, bu gibi lütuf
ve merhametlerindendir. Bu hususta Allah teala "Allahin nimetlerini
saymaya kalksanız sayamazsınız.. [26]
buyurmuştur.
Allah teaianın
merhametinin âhirette umuma ait olacağına misal ise. Allah teaianın, adalet ve
yargılamasını bütün yaratıkları arasında eşit bir şekilde tatbik etmesidir.
Allah teala bu hususta "Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar
zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır. Ve yapana,
katından büyük bir mükâfat verir." [27]buyurmaktadır.
Diğer bir âyette de "... Herkese kazandığı tamamen ödenecektir. Ve onlar,
zulme uğratılmayacaklardır." [28]buyumı
aktadır.
Dehhak, Abdullah b.
Abbas'in, "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarını şu şekilde izah
ettiğini rivayet etmiştir. "Rahman ve rahim demek, merhamet etmeyi dilediğine,
nazik davranan ve yumuşak muamele eden" demektir. Görüldüğü gibi Abdullah
b. Abbas, "Rahman"ı, nazik davranmak istediğine nazik davranan,
"Rahim'i de, yumuşak muamelede bulunmak istediğine yumuşak muamele eden
şeklinde izah etmiş ve bunların birbirlerinden farklı şeyler olduklarını açıklamıştır.
Ata el-Horasani ise,
"Rahman" ve "RahinV'i izah ederken şöyle demiştir: "Allah
teaianın özel isimlerinden biri olan "Rahman" kendisinden koparılıp
insanlara da söylenince, Allah teala kendisini, rahman ve Rahim sıfatıyla
sıfatlan-dırmışUr." Ata bu sözüyle şunları söylemek istemiştir:
"Rahman, sadece Allah tealaya mahsus olan bir sıfattı. Müseylimetül
Kezzab, Allah teaianın bu sıfatını kendisine de takınca bu defa Allah teala,
kendisini diğer yaratıklardan uyıret-mek için kendisinin "er-Rahman"
ve "er-Rahim" olduğunu beyan etmiştir. Zira yaratıklar, bu
sıfatlardan sadece birini kendilerine takarlar. İkisini birden takmazlar. İşte
Allah teala bu sıfatlarla diğer yaratıklardan ayırdedilmiş oldu.
Taberi diyor ki:
"Anlayışı kıt olan bazı insanlar, Arapların, İslamdan Önce
"Rahman" kelimesinin ne demek olduğunu bilmediklerini söylemişler ve
buna delil olarak ta müşriklerin, Resulullah'a: "... Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?".. "Derler. [29]şeklinde
söyledikleri sözü göstermişlerdir. Aslında müşrikler inatlaşarak, bildikleri
şeyi duymadıklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Allah teala, bîr âyet-i kerimede
şöyle buyurmuştur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Peygamberi,
kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.. [30]
Evet, müşrikler, Uz. Muhammedİn hak Peygamber olduğunu, daha önceki
kitaplardan bildikleri halde onu inkâr etmişler ve reddetmişlerdir. İşte Allah
teaianın, "Rahman" sıfatı da böyledir. Nitekim bazı cahiliye şiirlerinde
de "Rahman" kelimesi zikredilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Yine müfessirlerin tefsirlerini iyi bilmeyen, Selef-i Sali-hin'den
nakledilen rivayetleri az bilen bazı kimseler "Rahman" kelimesinin
mânâsının, "Merhamet sahibi" dernek olduğunu, "Rahim"
kelimesinin mânâsının, "Merhamet edici" demek olduğunu
söylemişlerdir. Böylece, "Rahman" ile "RahinV'in farklı şeyler
olduğunu izah etmeye çalışmışlardır. Fakat bu sözlerin ardından, bir kelimeden
iki kelimenin türetildiğini ve kelimelerin lafızlarının farklı olmalarının
buna müsait olduğunu söylemişlerdir. Böylece, daha önce, birbirlerinden farklı
şeyler olduklarım izah etmeye çalıştıkları "Rahman" ve
"Rahim"in aynı şeyler gibi olduklarını ifade eder olmuşlardır.
Halbuki, "Rah-man"ın, "Merhamet sahibi" şeklinde
"Rahim"in de "Merhamet eden" şeklinde izah edilmeleri,
bunların farklılığını göstermektedir. Zira merhamet sahibi demek, kendisinde
merhamet bulunan ve merhamet kendisinde bir sıfat olan kimse demektir."
"Merhamet eden" demek ise "Gelecekte merhamet edecek olan"
veya "Geçmişte merhamet etmiş olan" demektir ki bu, merhamet
sıfatının devamlılığını ve her zaman var olduğunu ifade etmez. Bu itibarla bu
iki kelime, lafızları başka, mânâları aynı olan kelimeler değildir.
Kendilerinin izahları da bunu göstermektedir.
Taberi diyor ki:
" Rahman ve Rahim olan Allanın adıyla" ifadesinde önce
"Allah" kelimesinin zikredilip daha sonra da sırasıyla,
"Rahman" ve "Rahim" kelimelerinin zikredilmelerinin sebebi
şudur: Araplar, bir şeyden haber vermek istediklerinde, önce onun ismini
zikrederler ki dinleyen kişi, kimden bahsedildiğini bilsin. Daha sonra da o
bildirilen şeyin sıfatlarını zikrederler ve o sıfatlan da, zikredilen şeye
özgü olma derecesine göre sıralarlar. Durum, besmelede de böyle olmuştur.
Allah teala, sadece
kendisine özgü olan "Allah" ismini diğer sıfatlarından önce
zikretmiştir ki, dinleyici Hamd etmeyi ve yüceltmeyi kime yapacağını bilsin.
İşte bu sebeple Allah teala, önce "Allah" ismiyle başladı. Zira,
ilahhk, ne isim takma yönünden ne de mânâsı yönünden Allah'tan başka hiçbir
varlığa izafe edilemez. Çünkü uluhiyetin mânâsı, "Kendisine kulluk
edilen" demektir. Allah'tan başka kimseye kulluk edilemez. Ayrıca, Allah
teala, herhangi bir varlığa "Allah" denilmesini yasaklamıştır.
"Allah" isminden sonra ise "Rahman" sıfatı zikredilmiştir.
Allah teala, yaratıklarının, kendilerine bu ismi vermelerini de yasaklamıştır.
Fakat, yaratıklarından bazılarına "Merhamet sahibi" demek mümkün
olduğundan, "Rahman" kelimesi "Allah" kelimesi kadar
Allah'a özgü değildir. Bu itibarla besmelede ikinci olarak zikredilmiştir.
"Rahim" kelimesi ise hem Allah tealaya hem de yaratıklara
atfedilebileceğinden, üçnücü sıfat olarak zikredilmiştir. Hasari-ı Basri de
"Rahman" sıfatının, Allah'ın dışındaki varlıklara affedilmesinin caiz
olmadığını zikretmiştir. [31]
1- Rahman ve
Rahim olan Allah'ın adıyla. [32]
2-4- Hamd, âlemlerin rabbi, merhamet eden,
bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.
Hamd ve şükür, sadece,
şanı yüce olan Allah'a mahsustur, Allah'tan başka tapınılan herhangi bir şey
buna layık değildir. Zira Allah, kullarına sayılamayacak kadar çok nimet
vermiştir. Onun nimetlerinin sayısını hiç bir kimse yeterince bilemez.
HAMD: Allah'ı güzel
isim ve sıfatlarıyla (ivmektir.
ŞÜKÜR: Allah'ı,
verdiği nimetlerden dolayı övmektir. Taberi
burada zikredilen
"Hamd" kelimesinin, "Şükür" kelimesiyle eş anlamda olduklarını
söyleyerek el-Hamdüiillah'a şu şekilde mânâ vemıiştir: "Kendisine itaat
edilmesi için bütün vasıtaları sağlaması, emirlerinin yerine getirilmesi için
mükellef olanların vücut organlarını müsait bir şekilde yaratması, layık
olmadıkları halde onlan dünyada çeşitli nimetlerle nzıklandırmasi ve onlara,
içi nimetlerle dolu olan ebedi cennete götürecek yolu göstermesi gibi sayısız
nimetleri karşılığında, şükredilmek, sadece Allah'a mahsustur. Onun dışında
herhangi bir yaratığa ait değildir.
Taberi, Abdullah b.
Âbbas ve Hakem b. Umeyr'den de "Hamd" kelimesinin,
"Şükretmek" mânâsına yorumlandığının nakledildiğini rivayet etmiştir.
Dehhak, Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Elhamdülillah"
demek, Allaha şükretmek, ona boyun eğmek, onun nimetlerini, hidayetini, bizi
yoktan var etmesini kabul ve ikrar etmektir."
Hakem b. Umeyr,
Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sen, Elhamdülillah!
Rabbilâlcmin" dediğinde Allah'a şükretmiş olursun. O da sana olan
nimetlerini artırır."
Ka'bul Ahbar ise
"Elhamdülillah"ın, Allah'ı övmek olduğunu rivayet etmiştir. Bunun,
bir nimet karşılığında olup olmadığına dair herhangi bir şey zik-retmemiştir.
Taberi,
"Elhamdü" kelimesinin ;el takısının, umum ifade etmesi için geldiğini
bu itibarla "ElhamdülillarTın, bütün övgü ve şükürler Allah'a
mahsustur." demek olduğunu zikretmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer sorulacak olursa ki: "Bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a
hamdolsun" ifadesini ve bundan sonra gelen ifadeleri bizzat Allah teala
söyleyerek kendini övüyor ve bizlerin de böyle yapmamızı öğretiyor, eğer böyle
ise "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz."
ifadeleri nasıl izah edilecektir? Zira Allah, yardım isteyen değil, yardım
eden, ibadet eden değil.kendisine ibadet edilendir. Yoksa bunlar, Cebraile veya
Muhammed'e, söylemeleri emredilen ifadeler midir? Cevaben denilir ki:
"Bütün bunlar Allah'ın kelamıdır. Allah bunlarla kendisini övmüş,
kullarına da bu şekilde kendisini övmelerini öğretmiştir. Ve onlara demiştir
ki: "Deyin ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz..." Burada takdir edilen "Deyin ki" ifadelerinin,
âyetlerin başında açıkça zikredilmemesi, Arapçanin, kısaltmaya ve veciz ifadeye
önem verme özelliklerindendir. Zira Arapçada bir mânâ, cümlenin bir kısım
kelimelerini düşürmek suretiyle de ifade edilebilirse, düşürülmesi mümkün olan
kelimeler düşürülür ve kısa bir şekilde ifade edilir. Burada da durum böyle olmuştur.
Nitekim, Abdullah b. Abbas, "ElhamdüliIlalV'i şöyle izah etmiştir..
"Cebrail Muhammed'e dedi ki: "Ey Muhammed, de ki; "Hamel,
âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur."
Âlemlerin Rabbi: İnsanların, cinlerin, meleklerin, göklerin ve yerin rabbi demektir.
Arap dilinde "Rab" kelimesi, "Kendisine itaat edilen efendi, bir
şeyi düzeltip ıslah a\en, bir şeyin sahibi" mânâlarına gelmektedir. Şanı
yüce olan rabbimiz, benzeri olmayan, dengi bulunmayan bir rabdır. Yaratıklarına
bol nimetler vererek onların durumlarım düzeltip ıslah edendir. O, her şeyi
yaratan ve bütün işleri elinde bulunduran bir hükümdardır. Bu itibarla
"Rab" kelimesinin üç mânâsının da Allah teala için kullanılması
yerindedir.
Âlem: Tüm
ümmetleri ve yaratılmışların toplumlarını ifade eder. Böylece insanlar bir
âlem, cinler bir âlem, diğer yaratıklar da kendi başlarına birer âlemdirler.
Bu kelime, tekili bulunmayan cins isimdir. Her yaratık sınıfına
"Âlem" denildiği gibi o sınıfın belli bir çağda yaşayanlarına da
"Âlem" denir.
Abdullah b. Abbas,
Said b. Cübcyr ve Mücahid, "Âlemlerin rabbi" ifadesini. "Cin ve
insan âlemlerinin rabbi." şeklinde izah etmişler. Katadc "Her sınıf
kendi başına bir âlemdir." demiş, IZbul Âliye ise "İnsanlar bir âlem,
cinler de bir âlemdir. Bunların dışında olan varlıklar ise on sekiz bin veya on
dört bir âlemdir." demiştir.
Rahman: "Rahmeti,
esirgemesi bütün yaratıklarını kaplayan" demektir.
Rahim: "rahmeti
ve bağışlaması, özellikle müminleri kapsayan" elemektir. Allah tealanın bu
iki sıfatının mânâları, besmele izah edilirken açıklanmıştır. Bu sıfatların,
besmelede zikredildikten sonra, Fatihada da tekrar edilmeleri, besmelenin,
fatihadan bir âyet olmayıp kendi başına müstakil bir âyet olduğunu
göstermektedir. Zira, Allah tealanın kitabında, aralarında fasıla
bulunmaksızın, aynı lafızlarla tekrar'eden iki âyet mevcut değildir.
Ceza Gününün Sahibi: "Sahip" diye tercüme edilen "Mâlik" kelimesi üç
şekilde okunmuştur:
Birinci okunuş şekli:Melik'tir.
Anlamı ise "Hükümdar, mülk sahibi" demektir. Bu okunuş şekline göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Varlıkların, he-"saba çekilip ceza veya
mükâfat!andınlacaklan kıyamet gününün hükümdarı, ve tek sahibi yalnızca
Allah'tır. Dünyadaki gibi bir kısım zorbalar, orada hükümdarlık, mülk sahibi
olma iddiasında bulunamayacaklar, böbürlenemeyecekler ve herhangi bir zulüm ve
tasallutta bulunamayacaklardır. Dünyadaki zorba hükümdarlar, âhirette, gerçek
hükümdar olan Allah'ı görünce, kendilerinin, küçük ve zelil kimseler
olduklarını, büyüklük ve azametin, mülk ve hükümranlığın ise yalnız Allah'a ait
olduğunu kesin olarak anlayacaklardır. Allah teaîa bu hususu başka bir âyette
şöyle beyan etmiştir. "O gün insanlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi
Allah'a gizli değildir. "Bugün hakimiyet ve mülk kimindir?" diye sorulur. [33]
Bu kelimenin ikinci
okunuş şekli Mâlik'tir. Mânâsı ise "Hüküm verme hakkına sahip veya ktyamet
gününü getirmeye gücü yeten" demektir. Abdullah b. Abbas, bu okunuş
şeklini şöyle izah etmiştir. "İnsanların cezalandırılacakları veya mükâfatlandıracakları
kıyamet gününde hüküm verme yetkisi, sadece Allah'a aittir. Dünyada olduğu gibi
o gün, Allah'ın dışında hiç bir kimse . hüküm veremeyecektir."
Abdullah b. Abbas, bu
şekildeki izahından sonra şu âyetleri okumuştur. "Cebrail ve meleklerin
saf saf dizildikleri gün Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan
hariç, onun huzurunda kimse konuşamaz. [34]"O
gün kendilerini Allah'ın huzuruna davet edene uyacaklar, kimse yan
çizemeyecektir. Rahman olan Allah'ın azameti karşısında sesler kısılacak,
fısıltıdan başka hiçbir şey işitmeyeceksin.'[35]
(Melekler) ancak Allah'ın razı olduğu kimseye şefaat ede-bilirler..." [36]
Taberi, birinci okunuş
şeklinin şu sebeplerden dolayı tercihe şayan olduğunu söylemiştir: Hükümran ve
mülk sahibi olmak aynı zamanda karar yetkisine sahib olmayı ve hüküm verme gücünde
olmayı da kapsar. Halbuki Maük kelimesi, "Hüküm verme yetkisini
haiz." şeklinde izah edildiği takdirde, hükümranlığı ve mülk sahipliğini
ifade etmez. Âyetleri daha kapsamlı mânâda almak elbetîeki daha uygundur. Diğer
yandan, bu âyetten önceki âyetlerde, Allah teaîa bütün âlemlerin rabbi, yani
kendisine itaat edilen efendisi, düzeltip ıslah edeni ve sahibi olduğunu beyan
etmiştir. Hemen o âyetin sonunda da aynı anlamı değişik bir kelime ile ifade
etmesi elbetteki ilahi kelama uygun değildir. Bu itibarla "Melik"
şeklindeki okunuş biçimini esas alıp kıyamet gününde bütün mülkün ve
hükümranlığın ona ait olduğunu söylemek "Mâlik" şeklindeki kıraati
esas alarak "Kıyamet gününde hüküm vermeye sadece o yetkilidir."
demekten daha evladır.
Bu kelimenin üçüncü
okunuş şekli ise Mâlike'dir. Mânâsı ise
"Ey kıyamet gününün sahibi" demektir. Âyeti bu şekilde okuyanlar,
bundan sonra gelen âyetle bu âyet arasında bağlantıyı kuvvetlendirmek için
böyle okumuşlardır. Zira bunlara göre bu ve bundan sonra gelen âyetlerin
mânâsı şöyledir: "Ey, kıyamet gününün sahibi, ancak sana kulluk eder ve
ancak senden yardım dileriz..."
Taberi, bu okunuş
şeklinin de tercihe şayan olmadığını beyan etmiş, daha sonra gelen âyetlerle
irtibatı kuvvetlendinne gerekçesinin doğru olmadığını zikretmiştir. Zira
Abdullah b. Abbas, Cebrailin, Allah tealanın, Resulullaha "Ey Muhammed, de
ki: âlemlerin rabbi olan, rahman ve rahim olan ve kıyamet gününün sahibi olan
Allah'a hamdolsun. Ey Muhammed, yine de ki: "Ancak sana kulluk eder ve
ancak senden yardım dileriz." şeklinde emrettiğini söylediğini rivayet
etmiştir. Böylece bu okunuş şekline ihtiyaç kalmamıştır.
Ceza Günü: "Ceza
günü" diye tercüme edilen "Yevmiddin" ifadesindeki
"Din" kelimesinin mânâsı "Cezalandırma ve amellerin karşılığını
verme" demektir. Şu âyet-i kerimelerde geçen "Din" kelimesi de
bu anlamdadır." Hayır, hayır doğrusu siz, dini yalanlıyorsunuz."
Yani, cezalandırılmayı yalanlıyorsunuz. [37]"Eğer
cezalandınlmayacaksanız ve şayet sözünüzde sadıksaniz, o çıkmak üzere olan
canı geri çevirsenize[38]
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Katade ve İbn-i Ciireyc de buradaki "Din"
kelimesinden maksadın, "Cezalandırma ve hesaba çekme" olduğunu
söylemişlerdir. Abdullah b. Abbas'm şöyle dediği rivayet edilmiştir.
"Yevmiddin" demek, "Yaratıkların hesaba çekildiği gün"
demektir ki o da "Kıyamet günüdür." Allah, o gün yaratıklara,
yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Hayıra hayır, şerre de şer
karşılığını verecektir. Ancak, affettikleri müstesnadır. Çünkü emir
onundur." Zira Allah teala şöyle buyurmuştur: "... İyi biliniz ki,
yaratmak ve emretmek ona mahsustur... [39]
5- Ancak
sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
Ey Allahım, başkasına
değil ancak sana boyun eğeriz, sana kulluk etleriz. Sana ibadet ederiz. Ey
Allahım, yaptığımız ibadetlerde, itaatlerde ve bütün işlerimizde ancak senden
yardım dileriz. Senden başka hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Seni inkâr
eden kâfirler ise işlerinde senin dışındaki taptıkları putlardanyardım dilerler.
Biz bunlardan beriyiz.
Abdullah b. Abbas, bu
âyetin izahında şöyle demiştir: "Cebrail Muhammed (s.a.v.)'e Allah
tealanın şöyle buyurduğunu söylemiştir. "Ey Muhammet!, de ki: "Ey
rabbimiz, ancak seni birler, senden korkar ve sana ümit bağlarız."
Taberi, âyetin
"Senden korkar ve sana ümit bağlarız." şeklindeki izahı yerine
"Sana boyun eğer ve sana teslim oluruz." şeklinde izah etmenin daha
uygun olacağını söylemiştir. Zira âyette zikredilen "Ancak sana kulluk
ederiz." ifadesi her şeyden Önce, boyun eğmeyi ve teslim olmayı ifade
eder. Korku ve rica da "Boyun eğme" ifadesi içinde mevcuttur."
demiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Allah teala hem kullarına, kentlisine
itaat etmelerini emrediyor hem de itaat etmelerinde kendisinden yardım
dilemelerini emrediyor. Allah'ın, kullarına, kendisine itaat etmelerini emrettikten
sonra, itaat etmelerinde kendilerine yardım etmemesi mümkün müdür? O halde
kulun, rabbinden, itaatte kendisine yardımcı olmasını dilemesinin mânâsı nedir?
Buna cevaben denilir ki: "Kul, rabbinden, geçmişteki itaatlerine dair
yardım istememekte, gelecekteki itaatlanna dair yardım istemektedir. Bunda
şaşılacak bir şey yoktur. Zira, Allah tealanın. kullarına verdiği emirleri yerine
getirecekleri güç ve imkânları bahşettikten sonra yine de o emirleri yerine
getirirken onlara yardım etmesi, Allah'ın, kullarına olan bir Hitfudur.
Allah'ın, günah işlemeye dalan ve Allah sevgisinden uzak olan kullarına,
itaatte yardım etmeyip bu lütfunu kesmesi, buna mukabil Allah'a kullukta bütün
gayretini harcayan ve ona itaate koşan kuluna, itaat etmesi için yardım etme
lütfunda bulunması Allah için ne bir kötü idaredir ne de hükümlerinde
zulmetmektir. O halde kulun, itaatte rabbinden yardım dilemesi isabetli bir
davranıştır.
Allah tealanın, kullarına,
kendisine itaat ederken yine kendisinden yardım istemelerini emretmesi, işleri
Allah'a bırakan "Kaderci"lcrin iddialarını boşa çıkaran en güzel
delillerd' ndir. Kaderciler Allah tealanın, kuluna bir şeyi emredip veya kulunu
bir işle y'.kümlü kılıp sonra da ona yardım etmemesini imkânsız görmüşlerdir.
Bıınlam ifadelerine göre, Allah'ın, bir şeyi emretmesi halinde o hususta kuluna
yardım etmesi gereklidir. Kulun, o emri yerine getirirken Al-lah'dan yardım
istemesi lüzumsuzdur. Bunların görüşüne göre "Ey Allahım, ancak sana
ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." diyen kimse "Ey Allahım,
ancak sana ibadet eder ve senin bize zulmetmemeni isteriz." demiş olur.
Halbuki bütün Müslümanlar: "Ey Allahım, ancak senden yardım
dileriz." diyenin sözünün doğru: "Ey Allahım, sen bize
zulmetme." diyen kimsenin sözünün ise yanlış olduğu hakkında
birleşmişlerdir. Bu da "Kaderiyyeci"lerin, âyeti: "Ey Allahım,
sen bizden yardımını kesme, senin bizden yardımım kesmen bir zulümdür."
şeklinde yorumlamalarının yanlış olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilirse ki "Âyette niçin önce "Ancak sana ibadet ederiz."
denildi? Daha sonra da "Ancak senden yardım dileriz." denildi? Halbuki
önce, ibadet etmede yardım edilmesi istenilmen daha sonra da ibadet edildiği
bildirilmeliydi." Cevaben denir ki "Allanın yardımı olmadan ibadet
edilemeyeceğinden, ibadet etmekle yardım istemek birbirinden ayrı olmayan
şeylerdir. Kul isterse önce yardım dileyip ibadet ettiğini beyan etsin, isterse
ibadet ettiğini bildirip yardım dilesin farketmez. Kişinin, ihtiyacını
karşılayan insana "İhtiyacımı giderdin. Bana büyük bir iyilik
ettin." demesiyle "Bana büyük bir iyilik ellin. İhtiyacımı
giderdin." demesi, aynı şeylerdir. İşte âyetteki ifade de bu mânâdadır. Bu
sebeple, âyetteki "Ancak sana ibadet ederiz." ifadesi "Ancak
senden yardım dileriz." ifadesinden önce gelmesine rağmen, manen daha
sonra gelmiş gibidir." diyenlerin sözleri isabetli değildir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilirse ki "Âyette "ancak sana" diye tercüme edilen
"İyyake" zamirleri niçin iki kere zikredilmiştir de bir kere
zikredilmemiştir? Cevaben denilir ki: "Bu zamirler, fiillerden önce
gelmeyip sonra gelecek olsalardı Arapçanın üslûbu gereği, tekrar edilmeleri
gerekirdi ve Nabüdü-ke ve Nestainüke denilirdi. Bu zamirlerin, fiillerden önce
gelmeleri halinde de tekrar edilmeleri Arapçadaki ifade şekillerine uygundur.
Ve daha fasih bir ifadedir. [40]
6-7 Sen bizi
doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba
uğrayanların ve sapanlarınkinc değil.
Ey Allah'ım,
kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın o doğru yolda, bizleri
de kararlı olmaya muvaffak kıl. Biz»eri, kendilerine itaatta bulunma ve ibadet
etme nimetini verdiğin, meleklerin, Peygamberlerin, imanında sadık insanların,
şehitlerin ve salih kullarının yoluna ilel."Sen bizi doğru yola
ilet." âyet-i kelimesindeki "Bizi ilet" diye tercüme edilen "İhdina"
kelimesi "Hidayettin" kökünden türemiştir. Mânâsı "Açıklamak,
göstermek, götürmek, başarılı kıl-mak"tır.
Taberi buradaki
ifadenin, "Sen bizi doğru yolda kararlı olmaya muvaffak kıl. O yolda
yürümekte bize başarı ihsan et." mânâsına geldiğini söylemiş ve Abdullah
b. Abbas'ın da âyeti bu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir. Deh-hak'tan,
Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cebrail,
Muham-med'e dedi ki: "Ey Muhammed, de ki: "Sen bize doğruya götüren
yolu ilham et." Allah tealamn, Muhammede doğru yolu ilham etmesi, onu
muvaffak kılması demektir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyetin ifade ettiği mânâ, bundan önceki âyetin ifade ettiği mânâ
gibidir. Yani bu âyette de kul'a. rabbine itaat etmekte kararlı olmaya muvaffak
kılınmasını istemesi emredilmektedir. Buna göre bu ve bundan önceki âyetlerin
mânâsı şöyledir: "Ey Allahım, sadece sana ibadet ederiz. Senin hiç bir
ortağın yoktur. İbadeti senin dışındaki ilah ve putlara değil, yalnızca sana
tahsis ederiz. Sen bize, sana ibadet etmemizde yardım et. Sen bizleri,
kendilerine nimet verdiğin Peygamberlerini ve itaatkâr kullanın muvaffak
kıldığın yola ve u-sule muvaffak kıl."
Taberi diyor ki:
"Hidayetin, başarıya ulaştırma mânâsına geldiği Arap dilinde yaygın olan
bir husustur. Nitekim şu âyetteki hidayetten türetilen Layehdî kelimesi de bu
anlamdadır... Allah zalim kavmi hidayete erdirmez. [41] Yani
Allah, zalim bir kavmi hakka muvaffak kılmaz. Gönüllerini imana açmaz. Bir
kısım âlimler, "Sen bizi hidayete erdir." ifadesini "Sen bizim
hidayetimizi artır." şeklinde izah etmişlerdir.
Taberi, bu izah
şekliyle şu üç mânâdan birinin kastedileceğini söylemiştir.
Birincisi: Burada
ifade edilen "Hidayetin artırılmasından" maksat,
"Açıklamak" demektir. Yani, Allah teala Resulullaha, farz kılman
emirlerin açıklanmasını istemesini emretmiştir ve Resulullah "Ey Allahım,
sen bana farz kıldığın emirleri açıkla." demekle memurdur. Taberi diyor
ki: "Bu izah şekli doğru değildir. Zira, Allah, kuluna farz kıldığı her
ibadeti açıklayarak ve delillerini zikre derek farz kılar. Artık emir ve
yasakların açıklanmasını istemeye gerek yoktur.
İkincisi: Buradaki
hidayetin artırılmasından maksat, "Yeni emirlerin farz kılınmasıdır."
Buna göre Resulullahın, Allah tealadan, yeni ibadetler farz kılmasını talep
etmesi istenmektedir. Kul'un böyle bir şeyi istemesi söz konusu olmayacağından
bu izah tarzı da isabetli değildir.
Üçüncüsü; Buradaki
hidayetin artırılmasından maksat, kul'un, rabbinden yardım ve tevfikini
artırmasını istemesidir. Bunu, kul'un geçirdiği ömründe yap-nıış olduğu ameller
için istemesi beklenemez. Çünkü o ameller geçmiştir, onlar için yardım
istenemez. Fakat kul'un, bu yardımı gelecekte yapacağı ameller için istemesi
doğrudur. Bu da bizim izah ettiğimiz şekle uygundur. Ve kadercilere bir
cevaptır. Zira onlar, Allah tealanın mükellef kıldığı her görevde kul'una yardım
etme mecburiyetinde olduğuna inanırlar. Halbuki âyette kul'un yükümlü oiduğu
ibadetleri yerine getirmek için rabbinden yardım ve tevfik istemesi emredil
mektedir.
Taberi diyor ki:
"Diğer bir kısım âlimlerde "Sen bizi doğru yola ilet" ifadesini,
"Sen bizi, âhirette cennetin yoluna ilet." şeklinde izah etmişlerdir.
Bunun bir benzeri olarak ta şu âyeti zikretmişlerdir." ... Onlara cehennemin
yolunu gösterin. [42] Allah tealanın.
"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." kelamı, bu
âyetin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca, sahabi ve
tabiinden olan bütün müfessirler bu âyetie zikredilen "Sırat"
kelimesinin, âhiretteki sırattan başka bir sırat okluğu hususunda iltifak
etmişlerdir. Bu sebeple "Sen bizi doğru yola ilet." ifadesini
"'Sen bize cennetin yolunu göster." şeklinde izah etmek doğru
değildir. Doğru olan: "Sen bizi. ömrümüzün geri kalan bölümünde
hidayetten ayınna. Onda kararlı kıl." şeklindeki izahtır.
"Doğru yol"
diye tercüme edilen "Sıratelmüstakim" ifadesi çeşitli şekillerde izah
edilmiştir. Taberi, diyor ki: "Müfessirler aslında "Kendisinde
eğrilik bulunmayan açık bir yol. "mânâsına geldiği hakkında ittifak
etmişlerdir. Fakat Araplar Sıratı müstakim"! mecazi olarak, her doğru söz
ve amel için kullanmışlardır. Bu âyetteki "Sıratel MüstakinV'in mecazi
mânâda anlaşılması daha evladır.
Taberi diyor ki:
"Âyeti şu şekilde izah etmek daha uygundur. "Ey Alları im, sen bizi,
razı olduğun şeylerde ve kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak
kıldığın doğru söz ve amellerde karalı olmaya muvaffak kıl." Evet işte
"Sıratel müstakim"in mânâsı budur. Zira, Allanın, kendilerine nimet
verdiği Peygamberlerin, sıddiklann ve şehitlerin muvaffak kılındıkları şeylere
muvaffak kılınan bir kul İslâmı kabule. Peygamberleri tasdike, Allah'ın
'.itabına sımsıkı sarılmaya, Allah'ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya,
Peygamberin usulüne uymaya, Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve bütün salih
kulların izini takibeîmeye muvaffak kılınmış olur. İşte bütün bunlar "Sıratel
müstakim"dir.
Taberi diyor ki:
"Kur'an-i kerimin tercümanları" diye adlandırılan sahabi ve tabiin,
sıratel müstakim'in mânâsı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Ancak bu
görüşlerin hepsinin anlamı, bizim tercih ettiğimiz görüşün anlamına
varmaktadır.
Hz. Ali ve Abdullah b.
Mes'ud, "Sıratel müslakim"den maksadın, Allah tealanın kitabı
olduğunu rivayet etmişlerdir. Cabir b. Abdullah,
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Zeyd, İbn-i Sem'an el-Ensari "Sıratel
müstakim"den maksadın "İslam" olduğunu söylemişlerdir. Muhammed
b. el-Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas'taıı nakledilen diğer bir görüşe göre
"Sıratel müstakinV'den maksat. Allanın dinidir. Ebul Aliye ve Hasan-ı
Basriden nakledilen başka bir göre,sıratel müstakim'den maksat, Resulullah
(s.a.v.) ve kendisinden sonra Halife olan iki sahabisi Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömerdir.
Hz. Ali'den.
Resulullah'ın '"Sıratel müstakim"!
"Kur'an"
olarak, Nüvvaz b. Sem'andan da Resulullah'ın, "Sıratel Müstakim"i
"İslam" olarak izah ettiği Taberi tarafından rivayet edilmiştir.
"Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yoluna" Taberi diyor ki: "Re-sulullaha
şöyle emredildi: "Ey Muhammed, de ki: "Rabbimiz, sen bize, kendilerine
itaat ve ibadet etme nimetini verdiğin meleklerin. Peygamberlerin,
sıddıkla-rın, şehitlerin ve salih kulların doğru yoluna ilet." Bu âyeti
kerime, Allah tealanın şu âyetlerine benzemektedir. "... Eğer onlar
kendilerine öğüt edileni yapmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı ve
daha sağlam olurdu." "O zaman elbet-teki onlara, katımızdan büyük bir
mükâfat verirdik." Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik."
"Kim, Allaha ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Alla-htn, kendilerine
nimet verdiği Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle
beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. [43]
Abdullah b. Abbas,
"Kentlilerine nimet verilenler"clen maksadın, "Allah'ın,
kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini bahşettiği melekler, Peygamberler,
sıddıklar, şehitler ve salih kullar." okluğunu söylemiştir. Rebi1 b. Enes,
onlardan maksadın, "Peygamberler." Veki', onlardan maksadın,
Müslümanlar, Abdurrahman b. Zeyd:" Muhammed (s.a.v.) ve onunla birlikte
bulunanlar olduklarını söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-î kerime, itaatkârların itaatlerinin, ancak Allah'ın onlara
lutfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Zira Allah tea-la, "Kendilerine
nimet verilenlerin yoluna" ifadesini zikrederek kullara verilen bütün
nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, Allah tarafından onlara
bahşedilen bir lütuf okluğunu belirtmektedir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Niçin burada kendilerine nimet
verilenlerin kimler oldukları ve o nimetlerin neler oldukları zikredilmem iştir?"
cevaben denilir ki: "Araplar konuşmalarının bir kısmıyla ifade etmek
istedikleri şeyleri ifade edebilirlerse, sözü kısa keserler, her şeyi zikretmeye
lüzum görmezler. "Kendilerine nimet verdiğin kimseler" ifadesi de bu
kabildendir. Zira Allah teala, bundan önceki âyetlerde kullarına, kendisinden
yardım istemelerini ve doğru yolda devam etmeye muvaffak kılınmalarını
dilemelerini emretmiştir. Böylece, buradaki "nimef'ten maksadın,
"Seçkin kulların tuttukları sağlam yol ve sırat-ı müstakim" olduğu
anlaşılmıştır. Böylece bunları açıkça zikretmeye ihtiyaç kalmamıştır.
"Gazaba uğrayanlarınki-nc değil." Taberi diyor ki: "Gazaba
uğrayanlardan maksat, Allah tealanm şu âyette beyan ettiği Yahudilerdir.
"De ki: Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha
kötüsünü size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet
etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar
yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık [44]
Taberi yine diyor ki:
"Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğu, Adiy b. Hatim ve
Abdullah b. Şakiyk'in Resulullahtan rivayet ettikleri bir hadiste de zikredilmiştir.
Aynca, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Zeyd
ve babası Zeyd de "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu
söylemişlerdir.
Adiy b. Hatim diyor
ki:
"Resulullah
mescitte oturur iken onun yanma vardım, orada bulunanlar benim için "Bu,
Adiy b. Hâtim"dir. Dediler. Ben emansız (herhangi bir kişinin himayesine
sığınmadan) ve yazısız olarak (Bir müsaade yazısı olmadan) Medine'ye gelmiştim.
Resulullah'a doğru yönelince elimden tuttu. Resulullah daha önce şöyle buyurmuştu:
"Umarım ki Allah, onun elini benim elime verir." Resulullah ayağa
kalktı. O sırada huzuruna, yanında bir çocuk bulunan bir kadın geldi. O ikisi,
"Senden bir isteğimiz var." dediler. Resulullah vanp onların
ihtiyaçlarını karşıladı. Sonra benim elimden tutup evine kadar götürdü. Hizmetçi,
altına minder koydu. Resulullah üzerine oturdu. Ben de önüne oturdum. Resulullah,
Allah'a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: "Lailahe İllallah"
(Allah'dan başka ilah yoktur.) Demekten seni kaçıran nedir? Sen, Allah'tan
başka bir ilah olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Hayır." Sonra
biraz konuştu, daha sonra şöyle buyurdu: "Sen, herhangi bir şeyin
Allah'tan daha büyük olduğunu biliyor da mı "Allahu Ekber" (Allah en
büyüktür.) Demekten kaçınıyorsun?" dedim ki: "Hayır." Buyurdu
ki: "Şüphesiz ki Yahudiler kendilerine gazap edilenlerdir. H iristi yani
arsa sapanlardır. "Dedim ki: "Ben Müslüman olarak geldim." Bu
sırada baktım ki, Resulullahın yüzü sevinçten parlıyor,. [45]
Abdullah b. Şakiyk
diyor ki:
"Bir adam Resulullahın,
vadi et-Kurâda atının üzerindeyken: "Belkiyn" kabilesinden birisinin
ona şu soruyu sorduğunu işittiğini söyledi. "Ey AH ahin Resulü, şunlar
kimlerdir?" Resulullah: (Yahudileri göstererek) "Bunlar, gazaba
uğrayanlardır." buyurdu. Adam: "Şunlar kimlerdir?" diye sordu.
Resulullah: (Hıristiyanlan kastederek) "Onlar da sapanlardır."
buyurdu[46]
Ayette zikri geçen
"Allanın gazabı" çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Ba-zılanna göre
bundan maksat, Allah'ın, gazabettiği kimseleri fiilen cezalandırması demektir.
Bu cezalandırma dünyada da olabilir, âhirette de. Bu konuda âyet-i kerimelerde
şöyle Duyurulmaktadır: "Bizi gazaplandtr.nca, onlara, layık oldukları
cezayı verdik. Hepsini suda boğduk[47]
Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o
kimselerden, maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar yapmıştır.. [48]
Diğer bir kısım
âlimlere göre, "Allah'ın gazap etmesinden maksat, gazaba uğrattığı
kimseleri sözle kınamasıdir." Başka bir kısım âlimlere göre ise, âyette
zikredilen "Gazap"tan maksat, Allanın onlara kızması ve
öfkelerimesidir. Ancak Allah tealanın kızması ve Öfkelenmesi, kulların kızması
ve öfkelenmesine benzememektedir.
Âyet-i kerimede geçen "Sapaniarınkinc
değil" ifadesi hakkında Taberi diyor ki: Âyette zikredilen
"Sapanlardan maksat, Allah teala-mn şu âyeti kerimesinde beyan ettiği
Hiristiyanlardır. "De ki: Ey kitap ehli, hakkın dışına çıkarak, dininizde
aşın gitmeyin, daha önce sapmış, birçoklarım da saptırmış ve böylece doğru yolu
kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın. [49]
Taberi diyor ki:
"Arap dilinde, her doğru yoldan ayrılan ve sağlam yolu tutmayan kimseye
"sapık" denir. Allah tealanın, HIristiyanları "Sapık"
olarak vasıflandırması, onların, hak dini bırakıp başka yolu tutmalanndandır.
Eğer: "Yahudiler de böyle değil midir?" diye sorulacak olursa cevaben
denir ki: "Evet, onlar da öyledir." Yine eğer "Allah teala niçin
sapıklık sıfatım Hıristi-yanlara, "gazaba uğrama" sıfatını da
Yahudilere tahsis etmiştir?" denilecek olursa cevaben denir ki: "Her
iki fırka da hem gazaba uğramıştır, hem de sapıktır." Fakat Allah teala,
bu fırkalardan herbirini, kulianna iyice tanımak için, her birine ayn sıfatlar
tahsis etmiştir. Bu sıfatlar onlarda gerçekten var olan sıfatlardır.
Taberi diyor ki:
"Kadercilerden (Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasından) bazı kıt
anlayışlılar, Allah tealanın, HIristiyanİan "Sapıkhk'la
vasıflandır-masıyla, sapma işini onlara isnad ettiğini, onlan kendisinin
saptırdığını zikretmediğini, bu itibarla kul'un yaptığı işlerde Allahın bir
katkısının bulunmadığını, kul'un kendi işini kendisinin yarattığım
söylemişlerdir. Bunlar Arap dilinin genişliğini ve kullanış şeklini
bilmemektedirler. Eğer durum, bu kıt anlayışlıların iddia ettikleri gibi
olsaydı, herhangi bir sıfatla sıfatiananın veya kendisine herhangi bir iş
isnad edilenin, sıfat ve işine herhangi bir şeyin sebep olduğunu söylemek
mümkün olmazdı. Ve her iş ve sıfatı, asıl sebebine isnad etmek mecbu-r.yti
hasıl olurdu. Mesela, rüzgâr ağacı sallayınca "Ağaç sallandı" demek
doğru olmazdı. Yine, deprem sarstığında "Yer sarsıldı" demek doğru
olmazdı. "Rüzgâr ağacı sallandı." 'Deprem yeri sarstı." demek
gerekirdi. Allah teala şu âyet-i kerimede "Götürme" işini gemiye
isnad etmiştir. Halbuki asıl götüren gemi değil, diğer sebeplerdir. Âyette
şöyle büyürulmaktadır: "Sizi karada ve.de nizde yürüten Allah'tır. Gemi,
içindekileri tatlı bir rüzgarla muntazam götürürken.. [50]Bu
âyet-i kerime, kadercilerin, Allah tealanın, Hıristiyanları "Sapanlar"
diye vasıflandırmasından hareket ederek belli kanaatlara varmalarını reddetmektedir.
Diğer yandan, Allah teala, birçok âyet-i kerimesinde, saptıranın da hidayete
erdirenin de kendisi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Şu âyet-i kerime de buna
işaret etmektedir: "Ey Muhammed, heva ve hevesini kendine ilah edinen,
Allah'ın da (Adaleti hak ettiğini) bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan
başka kim hidayete erdirebilir? "Düşünmez misiniz? [51]
Görüldüğü gibi, Ailah teala bu âyette, saptıranın da doğru yola götürenin de
sadece kendisi olduğunu beyan etmiştir, ancak Kur'an-ı Kerim Arap diliyle
indiğinden, Arapça'da da meydana gelen herhangi bir iş, asıl sebebine isnad
edildiği gibi asıl sebebin dışındaki şeylere de isnad edilebildiğinden,
rüzgarın salladığı ağaca "Ağaç sallandı" demek mümkündür. Bu
itibarla, Allah tealanın yarattığı bir ameli, kul'un kazanmış olması halinde
"Bu ameli kul yaptı" demek caizdir. Zira kul o işi kendi iradesiyle
tercih etmiş ve yapmaya girişmiştir. Allah ta onu var etmiş ve icadetmiştir.
Taberi diyor ki:
"Kur'an-i kerime dil uzatan inkarcılardan bazıları şu soruyu sorarlar:
"Sen, kitabının başlangıcında açıklama ve ifade etme metodunu izah ederken
diyorsun ki "Açıklamanın en üstün derecesi ve mükemmel olanı, bir şeyi
açıklamak isteyen kişinin düşüncelerini en güzel şekilde ortaya koyan sözü
söyleyenin, maksadını en güzel şekilde beyan eden ve sözü dinleyenin anlamasına
en yakın olanıdır." Yine diyorsun ki: "Açıklamaların ve ifade etmelerin
en üstünü Allahın kelamıdır. Zira o, diğer bütün sözlerden daha üstündür ve
bütün şekillerinin en üst mertebesindedir. Madem ki durum böyledir o halde
"Ümmül Kur'an" olan fatihanın yedi âyet şeklinde uzatılmasının sebebi
nedir? Halbuki bu surenin kapsadığı mânâların hepsini şu iki âyet ifade etmektedir.
"O, ceza gününün sahibidir." "Ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım dileriz." Evet, Allah'ın, ceza gününün sahibi olduğunu
idrak eden kimse, onun güzel isimlerini de yüce sıfatlarını da idrak etmiş
olur. Yani, âlemlerin rabbi olduğunu, rahman ve Rahim olduğunu da bilir. Yine,
Allah'a itaat eden, dininde Allah'ın, kendilerine nimet verdiği kimselere uyar
ve Allah'ın saptırdığı kimselerden de uzak durur. Yani, "Sen bizi doğru
yola ilet." "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba
uğrayanların ve sapanlarınkine değil." şeklinde niyazda bulunmaya ihtiyaç
kalmazdı." Bu soruyu soran kimseye denir ki: "Allah teala, Resulullah
(s.a.v.)'e indirmiş olduğu kitapta, Resuluüah ve ümmeti için daha önceki
Peygamberlere ve ümmetlere göndermediği hüküm ve mânâları zikretti. Zira Allah
Allah tealanın, Kur'andan Önce herhangi bir Peygamberine indirmiş olduğu
kitap, Kufan-ı Kerimin kapsadığı mânâ ve hükümlerin sadece bir bölümünü
kapsamıştır. Mesela Tevrat, bir kısım öğütler ve açıklamalardan ibarettir.
Zebur, Allah'ı övme ve onu yüceltmeden ibarettir. İncil, öğütler ve ibretlerden
ibarettir. Bu kitaplardan herhangi birinde, kendisine indirileni tasdik eden
bir mucize bulunmamaktadır.
Resulullah'a indirilen
Kur'an-ı Kerim ise bütün bu mânâları ve bunlara ilaveten bunlarda bulunmayan
mânâları da kuşatmaktadır. Kur'an-ı Kerimin diğer kitaplardan üstünlüğünü
gösteren en belirgin özelliklerinden bazıları şunlardır; Kur'anın kelime ve
cümlelerinin diziliş şekli çok mükemmeldir. Bir şeyi va-saflandırması
görülmedik bir şekildedir. Kelime ve cümlelerin birbirleriyle oîan uyumu harika
bir biçimdedir. Öyle ki hatipler onun en küçük surelerinden birini dahi
düzenlemekten, edipler onun nitelemelerinden bir kısmını dahi yapmaktan âciz
kalmışlar, şairler, onun kelime ve cümlelerinin birbirleriyle olan uyumu
karşısında şaşırıp kalmışlardır, Dâhilerin akıllan, onun bir benzerini yapma
imkânını bulamamışlardır. Ona teslim olmaktan, onun, bir ve kahredici Allah
tarafından gönderildiğini itiraf etmekten başka bir çare bulamamışlardır.
Kur'an-ı Kerim, diğer
yandan, gökten yeryüzüne İndirilen herhangi bir kitapta bulunmayan bir kısım
teşbihler, sakındı rinalar, emirler, yasaklar, kıssalar, tartışmalar ve
hikmetler ihtiva etmektedir.
İşte bu sebepledir ki
"Ümmül Kur'an" olan fatihada görüldüğü gibi Kur'anın herhangi bir
süresindeki tafsilat, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hak Peygamber
olduğunu göstermesi içindir. Daha önce de anlatıldığı gibi, Allah tealanın,
önceden görülmeyen bir takım nitelendirmeleri ve kelime ve cümlelerinin harika
bir şekilde dizilmelerini Kur'anda toplaması, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
Peygamberliğinin hak okluğunu göstermesi içindir. Kur'an-ı kerimdeki
vasıflandırmalar o kadar mükemmel ve kelimelerinin diziliş şekli o kadar
harikadır ki, bunlar ne şiirlerin vezinlerine ve kâhinlerin vezinli konuşmalarına,
ne hatiplerin hutbelerine ne de edip insanların risalelerine benzer. Bütün
yaratıklar bir araya gelse, herhangi bir şeyi onun vasıflandırdığı gibi
vasıflandırılmaz ve bütün insanlar bir araya gelse onun benzeri bir kitap
meydana getiremezler. Mesela, fatiha suresinde zikredilen Allah'a hamdetme,
onu yüceltme ve onu övme gibi hususlar kulları. Allah'ın büyüklüğü,
hükümranlığı.kudrett ve mülkünün azameti hususunda uyaımak içindir ki kullar,
nimetleri karşısında rablerini hatırlasınlar, ona hamdetsinler ve böylece onun
daha fazla nimetlerine layık olsun, bolca mükâfatlarını hak etsinler. Allah
tealanın, fatiha suresinde kendisini tanıma nimetini lütfettiği kimseleri ve
kendisine itaat etmeye muvaffak kıldığı kişileri zikretmesi, kullarının,
dinleri ve dünyaları hususunda ellerinde bulunan nimetlerin hepsinin Allah
tarafından olduğunu onlara bildirmesi içindir. Böylece bütün isteklerini
Allah'a yöneltsinler, ihtiyaçlarını sadece ondan istesinler. Onun dışındaki put
ve benzeri şeylerden istemesinler.
Allah tealanın, fatiha
suresinde, kendisine isyan edenlerden intikam alındığım ve emirlerine karşı
gelenlerin cezalandırıldığını zikretmesi, kullarını kendisine karsı gelmekten
sakındırması ve kendilerini Allah'ın gazabına sürükleyecek şeylere düşmekten
uzaklaştırması içindir. Aksi halde Allah da onlan, diğer ümmetlerin uğradıkları
cezalara çarptırır ve onlan da helak eder.
İşte "Ümmül
Kur'an11 olan fatiha süresindeki beyan ve ifadelerin uzun olusu bu hikmetlere
binaendir. Kur'an-ı Kerimin buna benzeyen dtğer surelerinde de durum böyledir.
Bunun en büyük bir hikmet ve en mükemmel bir hüccet olduğu muhakkaktır. [52]
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/63.
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/65-66.
[3] Timizi, K. Tefsir el-Kur'Sn, sure 15, hah: 3, Hadis
No: 3124
[4] Tirmizi, K. es-Salah, bab: 69, Hadis No: 247, bab:
116. Hadis No: 311
[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/66-68.
[6] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/68-69.
[7] Hnfal suresi, S/24
[8] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 1, bab: 1
[9] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure: 1, hah: 2
[10] Tirmizi, K. Fadailel-Kııı\Ti bab: 1 Ihıli.s No:
2875/Ahnuılh. Ifcınhe], Miisnal t2,s. 357, 412
[11] Müslim, K. el-Müsafirm, bab: 254, Hndis No: 806/Ncsai
K. el-tftilah. bab: 25
[12] Müslim, K. cs-Salnh bab: 38 Hadis No: 395/1-bu Davud
k. es-Salah bab: 136, I İndis No:
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/68-69.
[13] A'raf suresi, 7/199
[14] Mti'mtnûn suresi, 23/96
[15] Fussilct suresi, 41/34
[16] Fussilct suresi, 41/35
[17] A'raf suresi, 7/200
[18] Mü'minûn suresi, 23/97-98
[19] Fussilet suresi, 41/36
[20] Nahl suresi, 16/98
[21] Ebu DavucJ K. es-Salalı hah: 120 Hadis No:
775^I'irmİ7.i, K. Mevakit-es-Snlah, h;lh: 65. Hadis No: 242/İhn-i Miıcc, K.
İkametüssalah hah: 2 UN 808
[22] Ehu Davut! K. el-Edeh, hah: 4 Hatlis No: 4780/thn-i
Mace, K. cd-Davaf, hah: 52 HadisNo: 3452
[23] En’am suresi, 6/112
[24] Meryem suresi, 19/46
[25] Ahmed b. Ilnnbcl, Müsncd, c. 2, s. 359
[26] Nahl suresi, 16/18
[27] Nisa suresi, 4/40
[28] Bakara suresi, 2/281
[29] Furkan suresi, 25-60
[30] Bakam suresi, 2/146
[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/69-80.
[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/81.
[33] Mü'minûn suresi, 40/16
[34] Nebe" suresi, 78/38
[35] Tâhâ suresi, 20/108
[36] Enbiya suresi, 21/28
[37] İnfitar suresi, 82/9
[38] Vakıa sıırcsi, 56/86-87
[39] A'raf suresi, 7/54
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/81-84.
[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/84-86.
[41] Al-i İmran suresi, 3/86
[42] Saffal suresi, 37/23
[43] Nisa suresi, 4/66-68
[44] Maidc suresi, 5/60
[45] Tirmizi, K. Tefsir e'.-Kur'an, sure 1 bab: 2, Hadis
No: 2953
[46] Ahned b. Hanibel, Müsned, c. 5, s. 77
[47] Zuhruf suresi, 43/55
[48] Maide suresi, 5/60
[49] Maide suresi, 5/77
[50] Yunus suresi, 10/22
[51] Câsiye suresi, 45/23
[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/86-95.