Besmele"
İfadesinin Açıklaması
Devrf
Nazariye Ve Ulvf Harfler/Huruf-İ Âlryât
(Besmeledeki)
Er-Rahmânu'r-Rahîm
Bu şerh, neticeleriyle
birlikte Besmele'nin mâhiyetini açıklamaktadır: [1]
Bilinmelidir ki:
Daha önce işaret ettiğimiz
ahadiyet özelliğindeki ve isme ait/ismî "taayyün-i evvel",
ilâhî-Gayb-ı Mutlak'tan aynlan ilk şeydir. Bu taayyün-i evvel, isimler
mertebesinin anahtarı ve zikredilen "sınır/had" dir.
Taayyün-i evvelin insan
nefesinde harfler alemindeki benzeri, "Hemze"dir. Elif ise,
vahdaniyet özelliğindeki Nefes-i Rah-mânî'den ibaret olan Amâ'nni suretinin
mazhârıdır. İlâhî harfler, kelimeler ve isimlerin isimlerinden ibaret olan
bütün varlıkların suretleri, bu nefes-i Rahmanı ile ve onda meydana gelmiş ve
taayyün etmiş oldukları gibi, beşerî harfler ve kelimeler de, insanın nefesi
ile taayyün etmişlerdir.
Binaenaleyh hiçbir harfin
haricî varlığı/ayıt, daha önce berttiğimiz gibi, "Bir"n mazhârı olan
Elif olmaksızın meydana gelemez. Elifin varlığı da, kelâm mertebesinde, mutlak
bağım-sız şekilde zuhur etmez; çünkü Elifin makamı, vahdettir; vahi-vbır ise,
hiçbir şeyin varlığının zuhur etmediği vahdet mer-esrncle kendisinden başkası
idrâk edemez. Çünkü başka bi-°nu idrâk etmiş olsaydı, onun
"vahid/bir" olması sahîh ol-
Şöyle ki: Başkasının onu
idrâk etmiş olması, onun hakikatinin üzerinde zait bir durumdur. Hariçten bir
durumun/şey onunla birleşmesi de mümkün değildir; çünkü kendisinin haricinde
hiç bir şey yoktur. Şu halde o, ancak kendisini, kendisinden zuhur eden ve
ayrılan şeyi idrâk edebilir. Çünkü kendisinden ayrılan şey, pek çok açıdan
ondan farklı değildir.
Harflerin suretlerinin
kendisinde ortaya çıktiğı/inbias beşerî nefesin kaynağı, kalbin bâtınıdır,
bunun için kalb, izafî gayb'm sahibidir. Kalbin bâtını, Nefes-i Rahmânî'nin
kendisine ait olduğu Gayb-ı Mutlak'm benzeridir. Gayb-ı Mutlak, ahadiyetin ve
işaret olunan ilk taayyünün dayanağı dır/müs-tened.
İki dudak da, beşerî
nefesin ve kelâmın son mertebesi olmuştur. İki dudak, vahdetten /birlik ve
onun ile taayyün eden ilk ikiliğin mukabilinde, şehâdet ve zahirî ikiliğin
sahibidir. İşte bundan dolayı vahid/bir, kendisiyle/binefsihi hiçbir mertebede
taayyün etmemek özelliğinde olmuştur, bilakis o, tayin eder, fakat taayyün
etmez; Elif de, daha Önce de açıklamış olduğumuz üzere, onun mazhândır.
Binaenaleyh, vahdete en
yakın mertebe, zikredilen birinci ikilik olduğu gibi, Elife en yakın harf de,
"Ba" harfi olmuştur. Vahdete en yakm mertebenin bu ilk ikilik
olmasının nedeni, dairenin son noktasının başlangıcıyla komşu/mücavir olması
ve kesret/çokluk hakkındaki bilgimizdir.
Kesret, sonuçta kendisinden
doğduğu vahdete ulaşır.[2]
Varlığın, hakikatlerin,
mertebelerin ve mevcutların bütün hükümleri, "devrî"dir. Küllî
şeylere/emir ve onlara tabi olan şeylerin makûl ve mahsûs hareketleri de,
"devrf'dir. Bu durum, basiret sahibi akıllı kimselerce bilinen bir
husustur. Böylelikle, belirttiğimiz bu nedenden dolayı, "Ba" harfi
Elif'e nispetle ikinci mertebede zuhur etmiştir.
Taayyün eden her zahir
şeyin kendisinden ortaya çıktığı ve onunla zuhur ettiği asla delâlet eden bir
isim olduğunu zikretmiştik. Buna göre harfler, lafzı ve rakamsal kelimeler de,
isimlerin isimlerinden ibarettir; çünkü onlar, gaybî isimlerin hakikatlerine
delâlet ederler.
İlk taayyünü açısından
Hakka delâlet eden şey, "cem" ve "ahadiyet" özeliğindeki
isimdir. Bu isim, isimlerin ve isimlendirilen şeylerin anahtarıdır; harfler
aleminde ise, bir açıdan "Hemze" ve "Elif"tir; buna göre,
onun taayyünü, "Hemze", bunun ile taayyün eden şey de, "Eliftir.
Şu halde Hemze, taayyün
eden harfler ile hüviyeti ve mut-laklığı açısından nefes arasında bir
berzahtır. Nefes de, taayyünün kendisi olan Elif mertebesinde
"Hemze" ile taayyünü açısından, "Ba" vb. gibi taayyün eden
harfler ile mutlakhğı ve ta-ayyünsüzlüğü açısından kendisi arasında bir
berzahtır.
Ayrıca o, Zât gaybmdan
farklılaşan/temeyyüz ve isimlerin anahtarı olan isim ile gaybî mutlakhğı ve bu
birinci esmaî mertebede taayyünsüzlüğü açısından Zât arasında bir berzahtır;
nitekim, "had/sınır" 1 izah ederken bunun sırrına değinmiştik. [3]
Sonra şöyle deriz: Şu halde
Hemze ve Elifin her birisi, diğer berzahlar gibi, bir açıdan zahir, bir açıdan
gizlidir/ ha fi. Vahdet/birlik ile nitelenen ve ilk taayyünün sahibi olan isim
de bu şekildedir ki, daha Önce bunu defalarca belirtmiştik.
Buna göre Hemze'nin gizliliği,
kendi aslı gibi, rakamsal harflerde zuhur etmeyişidir; Hemze'nin aslı,
taayyünün kendisi ve zikredilen sınırdır/had: çünkü o, sadece taayyün eden bir
şeyde veya şey ile zuhur edebilir. Hemze'nin zuhûruyla ise, kendisiyle
konuşmak /kelâm ve eserini görmek mümkün olur.
Elifin hükmü ise, bunun
aksinedir; onun sureti, rakamda zuhur eder, nefesin lafzında taayyün etmez.
Çünkü o, özel bir boğumda belirlenmeksizin nefesin uzatılmasından/imtidad ibarettir.
Buna göre Hemze ve Elif,
beraberce bir harftir. Bu makamda taayyün, taayyün eden şeyin bir cüzü olur.
İşte, "vahdet" in ve isimlerin anahtarı olan isme tabi
"temeyyüz"ün durumu da böyledir.
Gayb-ı Mutlak'tan
"tedvin ve tastir" alemim yaratmak için taayyün etmiş tecellîyle
Haktan ilk sâdır olan şey "Kalem" olduğu gibi, aynı şekilde, mazhân
"Elif" olan ahadiyetinin mertebesinde "Hemze" ile taayyünü
açısından beşerî nefesten meydana gelen harflerin ilki de, "Ba"
harfidir.
Hemze, bâtmdaki nefese ait
mutlaklığa en yakını ve ilk mertebedir. "Ba" ise, bu mutlakkğa
nisbetle varlıkların en yakınıdır.
Ba harfi, gayb
mertebelerinin sonuncusu, şehâdet mertebelerinin ilkidir. [4]
"Ba" harfinden
sonra "Sin" harfi, zikredilen ilk "teslis" hükmüyle
boyanmış iken zahir ve bâtın arasındaki ortada, fakat çokluk/kesret
mertebesinde zuhur eder. Çünkü basit sayıların ait olduğu tecrid mertebeleri,
önceki mertebelerle tamamlanmıştır.
Nitekim daha önceki
ifâdelerimiz üzerinde düşünmüşsen, bunu öğrenmişsindir.
"Sin harfinin sayısal
değeri, altmıştır; altmış, onlar mertebesindeki tamlık derecesidir. Çünkü
zahir çokluk ile emir tamamlanmıştır. "Bir" in mazhân olan Elif,
beraberlik ve cem hükmünün ahadiyet ile sirayeti sırtını bildirmek için,
"Ba" ile "Sin" arasında gizlenmiştir. Elif, aynı şekilde,
diğer isimlerin asılları olan "Allah" ve "er-Rahmân"
isimlerinin "orta"smda da gizlenmiştir. Daha önce
"vasât/orta"nm sırrını açıklamıştım.
Aynı şekilde o, başka bir
açıdan zikredilen bu üç mertebenin mukabili olan üç mertebede gizli kalmıştır.
Bunlar, kâmil rubû-biyetin mukabili olan kâmil ubudiyete aittir; bu,
"Sin" ve "Cim" harfindeki sakin "Ya" harfidir.
Böylece Hakkın, bütün
hakikatlerde tecellîsi ve sayıları ortaya çıkartan/izhâr birin sayısal
mertebelerdeki sirayeti bilinmiş olur; bununla birlikte bir sayısı, hüviyeti ve
mâhiyeti itibarıyla zuhur etmez, nitekim daha önce bu da ifâde edilmişti.
Ayrıca, böylelikle zikredilen iki sirayet ile nisbetler, taalluklar ve hükümlerle
sınırlanmaktan münezzehlik ve mutlaklığı birleştirmek/cem mümkün olabilir.
îma ettiğim şeyi, sadece
Hakkın hüküm sahibi olduğunu ve O'na icabet etmenin sırrını bilen kimse
anlayabilir.
Sonra şöyle deriz:
Bilindiği gibi Elif, Zât'a ait "sirâyef'e mahsûstur. "Ba",
taaddüt ve ahadiyet özelliğindeki cem makamından meydana gelmiş kevnî zuhur
mertebelerinin ilkidir. Yaratılış kapısını açmak, taayyün ettiği şeye izafe
edilmeksizin taayyünün benzeri olan Hemze'ye mahsustur. Çünkü Hak, Zâtı açısından
yaratma vb. gibi herhangi bir şeyi gerekli kılmaz. Şu halde taalluk/ilişme,
iktizâ vb. gibi şeyler, melûh ile irtibatlı olan ve melûhun da kendisine bağlı
olduğu ulûhiyet nisbeti itibarına bağlıdır. Ulûhiyet cihetinden, nisbetler,
isimler ve itibarlar Hakka izafe edilir.
Yaratılış/icat, bir olan
Vücûd'un -mâhiyeti yönünden ve kendinde taaddüt ve taayyün etmediği halde-
taayyünü ve mümkünlerin hakikatleri mertebelerinde ve onlara göre taaddüd etmesi
üzerine zait bir şey değildir. İşte bu sebeple şöyle dedik: Hemze, yaratılış
sırrının mazhândır. Binaenaleyh o, bâtını nis-bet ve sıfatların sonuncusu olan
kudrete aittir. Bu nispet ve sıfatlar, meşiyetin izhânna hükmettiği şeylere
ilişirler.
Zikredilen
dörtlemenin/terbi' sahibi olan "Mim" harfi ise, mülk" makamıdır.
Ferdiyet hükmü, bu mertebede de tamamlanmıştır, çünkü ferdiyetin, her
mertebede o mertebeye göre bir mazhârı ve hükmü vardır. İşte, her mertebedeki
hükmünün mâhiyetinin bilinmesi için bunu tekrarlıyoruz. Ayrıca, böylelikle
mertebelerin ve kendilerine uğrayan ve zuhur eden şeylerdeki tesirlerinin hükmü
bilinir.
"Ba" harfinden
sonra Besmele'nin bütün kelimelerine sirayet eden gizli "Elif"'in
sırrı ile "Sin" harfi zuhur edip, onunla da çokluğun sureti zuhur
ettiği için, tecellî ve emir, aslına dönmek ister. Tecellînin aslına dönmeyi
istemesi, kesret/çokluk mertebesinde hükmünün gerçekleşip zuhur etmesi ve
nisbetlerinin varlıklarını/a'yan ibraz etmesinden sonradır. Tecellînin dönmek
istediği aslı, daha önce dikkat çektiğimiz gibi, "ahadiyet
makamı"dır. Böylece "Sin" harfi için istenilen ittisal
gerçekleşmemiştir, çünkü o, zuhur eden her şeyin zuhurunun kendisiyle devam
ettiği ilâhî ismin elbisesinin/sevb bir parçasıdır; ahadiyete dönmek ise, bunu
ortadan kaldırır ve halin hükmü bunu gerektirmez/iktizâ.
Aynı şekilde, Bir'in
mazhârı olan Elif de, bütün isimleri bir-leştiren/camî "Allah"
isminin mazhârını ta'yin etmek için ev-vellik makamında zuhur eder. Eliften
önce, herhangi bir varlığın/kevn kendisiyle birleşebileceği/ittisal hiç bir
şey yoktur, çünkü o, İfâde ettiğimiz üzere, "Gayb"a komşudur
/mücavir.
"Sin"'in, sakin
olması mümkün değildir. Çünkü kendisi ile "Ba" arasında makûl olan
vahdaniyet özelliğindeki yayılan tecellî ile aslî irâde, onun hakkında
"hareke" hükmünü vermiştir, böylelikle "emir" gerçekleşir.
Böylece zikredilen tecellînin sır-rıyla kendinde tam bir daire döner, bunun
sonucunda ise, "Mim"in haricî varlığı/ayn zuhur eder.
"Mim" harfi,
kendi feleği olan gaybî dairenin, sayısal makamda basit mertebelerden içermiş
olduğu şeyleri kapsamış olduğu halde, fakat "kesret"ten ibaret olan
kendi mertebesine göre zuhur eder; böylece, daha önce zikredilen aslı gibi iki
vecih ve iki hükümlü olur. [5]
Şu halde, irâde hükmünün
sirayeti ve dairenin tamamlanması açısından Mim harfi, bütün basit sayılar ile
zuhur eder ki,bunlar dokuz tanedir. Çünkü "Mim" harfi, zahirî
suretinde iki "Mim"den ibarettir. Her "Mim"'in sayısal
değeri kırktır; ortadaki "Ya" harfinin sayısal değeri ise, ondur.
Böylece hepsinin toplam değeri doksan olmuş olur. Doksan, onlar mertebesindek
dokuzun aynısıdır. îşte "Mim"'in "Sin" ile ve
"Sin"'in "Ba" ile olan ilişkisi de, öncelik ve ikilik
itibarıyla, böyledir. Bu ikiliği, "Kalem" ve "Levh"'in
hükmünü belirtirken zikretmiştim.
Tekrar, "Mim"
harfine dönüp, şöyle deriz:
Böylelikle sayısal değeri
on olan "Ya" harfi, Mim harfinin iki sureti arasında ortaya
çıkmıştır, çünkü orta, bütün hükümlerin kendisinden meydana geldiği
"cem" makamıdır. "Ya" harfinin sakin olması, tesirde şart
olan gizliliğe işarettir; çünkü eser, zuhur ettiği şeylerde, "gaybî"
mertebelere racidir. Şu halde zahir olan her şeyden görülen eserler, o şeyde veya
ondan bâtın olan bir emre bağlıdır. Böylece irâdenin hükmü de, kendisinden Önce
gelen mertebelerde gizli kalmış, daha sonra konusunun ortaya çıkmasıyla
birlikte kendisi de zuhur etmiştir; irâdenin konu-su/müteallak, irâde edilen
şeydir/murad, nitekim daha Önce buna işaret etmiştik.
İşte, Şeyhimiz ve
Efendimizin/Seyyidüna (r.a.) de belirttiği gibi, bu "cem" ve
"âhirlik" özelliğinden dolayı "Mim" harfi, insana tahsis
edilmiştir; binaenaleyh "Mim" harfinin bir açıdan dokuzu, başka bir
açıdan da doksanı ihata etmesi, sayılan isimlerin hükümlerini kuşatmasına ve
bu ihata ve zikredilen devirdeki hükmüne İşarettir.
"Mim" harfinin
sureti açısından varlıkların sonuncusu olarak zuhur eden insana tahsis
edilmesi, ilk "hubbî/bilinmek istemek" tecellînin benzeridir. Bu
tecellî, gayb mertebesinde zikredilen gaybî dönmeyle kendi üzerine döner/devr;
böylece, mümkünlerin hakikatlerinde gizli olan hubbî ba islerin/dürtü ve
"aş-kî"-devrî hareketlerin anahtarı olur.
Bu meseleye, yaratılışın
başlangıcının sırrından bahs ederken değinmiştim.
"Ba'"nın
hükümlerinden birisi, ilk ikiliğe delâlettir. Bu ilk iki-uk, "cem"
makamına, ilâhî ahadiyetten sonra gelen kevnî mertebenin önceliğine ve kendisi
ile "Sin" harfi arasında makûl "Elife işaret eder; bu gaybî "Elif",
ahadîyete mahsûstur.
"Sin" harfinin
hükümlerinden birisi, "Ba" harfinin delâlet ettiği şeylere ve
"Ba'"dan önce "müheymen" ruhlarının dayandığı nisbetlere
işaret etmektir. Bunlara örnek olarak, aslî-bâtınî isimler gibi, Yaratılışın
başlangıcı ve gaybî şatrın/kısım ayrılışından bahs ederken işaret ettiğimiz
şeyler verilebilir.
Beşerî nefeste bunun
benzeri, ilk taayyünün sahibi Hemze ile gaybm sonuncusu ve şehâdetin başlangıcı
olan "Ba" arasında bulunan harflerin mahreçleridir.
"Mim" harfinin
hükümlerinden birisi, medlulün delilden sonra zuhur etmesi gibi, sureti
sonradan zuhur eden "cem" haz-retinin/makam sırrına delâlet etmektir;
bu sır, "Allah" ismidir. "Mim" harfinin ona delâlet
etmesinin nedeni, bu harfin, Hakka en kâmil ve güçlü delil olan insana mahsûs
olmasıdır. Böylelikle Allah ismi, iki "Elif", iki "Lam" ve
bir "He" harfi ile zuhur etmiştir. Buna göre bir
"Elif",/'el-Bâtın" isminin nisbetine aittir; bu elif,
"el-Bâtm" isminin varlığıyla değil de, eseriyle zuhur etmesi gibi,
yazıda gözükmez, telaffuzda ortaya çıkar. Diğer gözüken Elif ise, ilk ez-Zâhir
ismine aittir. "Lam"lardan birisi, bazı kısımlarının diğer bir kısmı
için Hakkın gaybmda zuhur etmesi yönünden alemin Hak ile irtibatı nisbetine
aittir. Hak, daha Önce ilim bahsinde işaret ettiğim gibi, mazhâr ve aynadır.
Vüak^ ifâdede temyiz mertebelerinden önce ve sonra gelir. "He" harfi
ise, el-Ahir-el-Evvel, el-Bâtın-ez-Zâhir isimlerini birleştiren/cami'
"gaybî hüviyef'e mahsustur.
Bu beş sırrı düşün, hazeraM
hams'ı/beş mertebeyi, dört aslî ismi ve bunları birleştiren sırrı iyice aklına
getir!. Aynı şekilde, beş nikahı; harflerde, noktalarda ve irabta zuhur eden
hümasilik/beş-li hükmünü düşün! "Allah" isminin diğerlerini nasıl
birleştirdiğine bak! Sonra, emir ve mertebe açısından "cem'ul-cem"in
sahibi olan "He" harfinin sırrına bak! Bu harfin sayısal değerinin
niçin beş olduğunu düşün! Aynı şekilde, zikredilen teslis ve ter-bi'i/dÖrtleme
ve bunların hükümlerinin yayılmasını düşün! Bes-mele'deki her bir kelimenin,
nasıl olur da, bir açıdan bunları içerirken, bir açıdan da bunlann mahalli
olabildiğini düşün!
"Allah" ismi,
şeyhimizin görüşüne göre, görünen ve görünmeyen harfleri toplandığında, altı
harften ibarettir: Elif, iki Lam, telaffuzda gözüküp, yazıda gözükmeyen Elif,
He ve zammenin "işba"'ıyla gözüken Vav. Bu altı harfe, bu ismin
delâlet ettiği ha-kîkat, yani Ulûhiyet ilave edildiğinde, bunlar yedi olur;
Ulûhi-yet, Zâtı açısından Hakkın aleme/kevn ilişen isimlerine taalluk etmesi
nisbetidir.
Ayrıca, daha önce sırlarına
dikkat çektiğim hakikatlerin hükümlerinin yayılmasına bak! Bu birleştirici
isimden/Allah sonra gelip, birleştirmede, hükümde ve kapsayıcıhkta kendisine
ortak olan "er-Rahmân" küllî isminde de durum böyledir. Nitekim Hak,
bize böyle haber vermiştir. Ben de, gerek bu eserimde ve gerekse "Miftahu'l-gaybi'l-cem"'
isimli eserimde buna dikkat çekmiştim. Çünkü "er-Rahmân" isminin
harfleri de, altı tanedir. Yedincisi ise, "Mim" ile "Nun"
arasında düşünülen/makûl gizli "Eliftir. Bu Elif, ahadiyet-i cem'in
mazhârıdır, bunu düşün!
"Besmele", zahirî
açısından, teslîs/üçleme ve dörtlemeden/terbi' ibaret olan yedili sırrı bir
araya getirmeyince, bu, "ız-mar/gizleme" ile tamamlanmıştır; bununla
"Besmele" kelime olmuştur. Buna göre gizlenen kelimenin takdiri,
"bede'tu/başla-dım" veya "ebdeu/ başlarım"dır. Bununla
birlikte, "Besmele" lafzı, daha önce dikkat çekilen teslisi ve
dörtlemeyi birleştirir.
Aynı şekilde, Zât'a ait
"gayb" sırrını da, itibarların dördüncüsü olan mutlaklık ve bir tek
itibar ile sınırlanma yönünden düşünmen/istihdar gerekir; sonra, bu sırrın,
gaybm iki kısma/şatr bölünmesini gerekli kılan iki öncüle sirayet edişini;
sonra da, dikkat çektiğim rahmet ve gazab nisbetlerini; vahdetliği itibarıyla
mutlak birliği; O'na istinadı yönünden kesret nispetini; bu ikiliğe dayanan Ba
harfinin hükmünü; bunun ardından gelen/talî kesrete işaret eden "Sin"
harfinin hükmünü düşün. Bu tâli çokluğa örnek olarak, Kalem-Levh; vahdaniyet
özelliğindeki Arş'a nisbetle suretler aleminde zuhur eden taksimin mahalli olan
Kürsî'yi verebiliriz. Arş'm, işi, kelimesi, ihata ve umumiliği birdir; bunun
nedeni, Er-Rahmân isminin onda istiva etmesidir. Ayrıca, Kalem'e ait
el-Müdebbir isminin sırrını ve yine Levh'e aıt el-Mufassıl isminin sırrını ve
bunun kerim Kürsı'de er-Ra-
him ismi ile tahsis ve
temeyyüzünün gerçekleşmesini düşün.
Bunun ardından,, zâtı ve
küllî isimleri yönünden Hakkın hükmünün, ihatasının ve birleştiriciliğinin
umumiliğine bak! Sonra hepsinin, mücmel olarak "Allah" isminde,
tafsili olarak da "er-Rahmân" ve "er-Rahim" isimlerinde
mündemiç oluşlarına bak! Bunun ardından da, bütün bunların, "Allah"
isminin Zât'a ait gaybm mazhârı "He" harfinde mündemiç oluşlarına
bak! Ayrıca, dikkat çekilen ilk iki nisbetle beraber hazerat-ı hams'm/beş
varlık mertebesi hükmüne bak! Yedili sır, bu iki nispet ile zuhur eder ve
tamamlanır.
İlk mertebenin hükmüne bak!
Bu hüküm, bozulmadan ve dağılmadan altındaki mertebelere nasıl sirayet
etmektedir! Böylelikle, onun bir faraziye veya tahmin olduğunu düşünmemen
için, doğruluğuna güven duyacağın bir takım mazhârları öğrenmiş olursun.
Bu, kapalı ilâhî sırlara
dair bir ikâz ve önemli bir tertiptir; bunu, latif, alim ve habir olan Rab
tertip etmiştir.
Ben, bu sûrenin tefsirinde
bu metodu benimsemiş değilim. Sadece, Hakkın kitabına ve Özellikle de Kur'an-i
Kerim'in ve diğer ilâhî kitapların bir nüshası ve örneği olan bu sûreye tevdi
ettiği önemli sırları ve ilginç bilgileri belirtmek için bu kadarını
zikrettim. Böylelikle, Hakkm, harflerini ve kelimelerini,
"el-Mü-debbir" ve "el-Habîr" olarak düzenlemiş olduğu
bilinmiş olur. Binaenaleyh, ilâhî kitapta bir harf iki harfin arasında veya bunların
önünde veya ardında bulunuyorsa, bu harf oraya belirli bir amaç, kâmil bir ilim
ve tam bir hikmet ile konulmuştur.
Akıllar, bunun sırrına
ulaşamaz.
Bu Özelliği/tavır keşf
edemeyen kimse, Kur'an'm bâtınlarının sırrını bilemez. Hz. Peygamber, bu
bâtınları şu hâdisiyle belirtmiştir: "Kur'an'm zahn vardır, yediye
varıncaya kadar da batni vardır." Başka bir rivayette ise, "yetmiş
batnı vardır" buyurmuştur.
Bu keşfe ulaşmamış kimse,
"Hak, her şeye yaratılışını vermiştir" (Taha, 51); "Emri tedbir
eder" (Ra'd, 2) vb. âyetlerin sırrını da anlayamaz. Hz. Peygamber'in
"Bana, altı şey tahsis olunmuştur" buyurup, zevk ve
kuşatıcılığmm/câmilik kemâline delâlet etmek için bunların arasında Fatiha ve
Bakara sûresinin son
âyetlerinin bulunduğunu
belirttiği hadisin sırrını da anlayamaz. Ayrıca, Allah Teala'nın "Hamid ve
hâkim olanın katından tenzil olunmuştur" âyetinin sırrını; Hz. Ali'nin
"Eğer bana izin verilse idi, Fatiha'nın tefsirinde söyleyeceklerimi yetmiş
deve taşırdı"; Hz. Hasan (r.a)'m "Allah yüz dört kitap indirmiştir,
yüzünü dört kitaba -ki bunlar, Tevrat, incil, Zebur ve Kur'an'dır- tevdi etmiş,
bu kitapların hepsini Kur'an'a, Kur'an'da bulunan şeylerin hepsini de
"Mufassal"a koymuş, mufassaldakilerin hepsini de Fatiha'ya
koymuştur" sözünün sırrını anlayamaz.
Şimdi, her şeyin bu üç
isimde mündemiç olmasına; ardından iki ismin ve bunların altında bulunan
şeylerin, "Allah" isminin ihatasına; bunun ardından da her şeyin,
Allah isminin "He" harfine mündemiç olmasına dikkatini çektim.
Şayet yaratıkların himmet
ve akılları, bu zevkin zirvesine yükselmekten, perdelerini yırtıp, ürünlerinin
ve kemâllerinin bahçelerinde dolaşmaktan aciz ve nakıs; tabiatlan ise, aralarındaki
münâsebetin uzaklığından dolayı engel olmasıydı, -aciz ve nakıs değilsem de-
akılların, zihinlerin, basiretlerin ve fikirlerin nasipleneceği sırlan
açıklardım. Fakat: "Allah, insanlar için bir hayır açarsa, onu
engelleyecek yoktur; bir hayn engellerse artık onu gönderecek yoktur. O aziz
ve hâkim olandır." (Fatir, 2)
Şüphesiz ki -Allah'a hamd
olsun- bu kadarı, bütün zeka sahipleri için bir ikâz olmuştur ve şeyhimiz
Ekmel-İmam'a/İbnü'î-Ara-bî muvafakat etmişizdir. Öyle ki, bidayetin sırrı
hakkındaki söz, "Bismillahirrahmanirrahîm/ Rahim ve Rahman olan Allah'ın
adı ile"'nin sırrı bölümüyle birleşmiştir. Bu dille, onu açıklıyorum, bunun
ardından ise, Allah'ın nasip ettiği şeyleri açıklayacağım.
Allah'a yemin olsun ki, ben
böyle bir şeyi amaçlamamıştım. Bu kelâm, şeyhe muvafakat ve şerhin tertibi,
kasıtsız gerçekleşmiştir. Bundan sonra ise, bunu dikkate aldım, bundan dolayı
da Allah'a bu konuda şükrediyorum.
Bunun sebebi şudur: Ben bu
kitapta, kasıt ve çaba olmaksızın Hakkm akla getirdiği basit bir kaç sözün
dışında, ne şeyhin vene de bir başkasının sözünü nakletme niyetinde değilim.
Hak, bunları kendi cömertliğinin nefhalan olarak akla getirir. Nitekim bu
durum, şeyhimiz ve zevk mensuplarının çoğunluğunda zaman zaman olagelirdi. Bu
durumun hakikatini bilmeyen kimse ise, bu tarz bilginin, kasıtlı ve çabaya
dayanan mütalaa, araştırma ve derlemeyle meydana gelen bir nakil olduğunu
zanneder, halbuki durum böyle değildir. Nebevi zevklerde bu gibi şeyler
çoktur. İşte bu kuşkudan dolayı kafirler, "Öncekilerin hikayeleri"
(Enam, 25), "Onları yazar, sabah-akşam bunlar ona yazdırılıyor"
(Furkan, 5) demişlerdir.
Allah fazıl, İhsan ve
irşadın velisidir.
"Besmele" ve
"Allah" isminin ve harflerinin şerhine dair, Hakkın zikretmeyi takdir
ettiği Ölçüde bilgi verdim. Bununla birlikte, "erRahmân" ve
"er-Rahim" isimleriyle ilgili mücmel işaretlerim de oldu. Şimdi ise,
bu iki ismin tefsirinde, kendilerine hususiyet kazandıran özelliğe dair Hakkın
kalbe imla ettirip, kalemin yazdığı şeyleri zikrediyoruz. [6]
Öncelikli mertebelere, yani
teslise/üçleme tabi olan dörtlemeye/terbi' "Allah" isminin zahirinin
içerdiği beş esrar eklendiğinde, On iki mertebe tamamlanmış oldu. Bunlar,
küllî isim mertebelerini ve hüküm ve mertebe açısından kendilerine tabi olan
mertebeleri içermektedir.
Daha önce irab ve noktanın
sırrından söz ederken bu mertebelerin bazı hükümlerine işaret etmiştim. Bu on
iki mertebeyle, sayı mertebeleri tamamlanır. Sayı mertebeleri, dokuzda sona
eren birler, sonra onlar, sonra yüzler, sonra ise binler basamaklarından
oluşur.
İsimlerin mertebeleri,
hükümleriyle birlikte kendilerini kuşatan mertebede/hazret taayyün edip,
mazhârlarım ve kemâllerinin tamamlanıp, daimi olmasını temin edecek şeyi
izhâra teveccüh ettiklerinde, bunu, Vücûd-ı Rahmân'm suretinin zuhuru takip
etmiştir; bu surete, şâmil Vücûd-î âmm izafe olur ki, nitekim daha önce buna
dikkat çekmiştik.
Er-Rahmân ismi, diğer
isimlerin aksine, şümulünün ilmî veya amelî bir eyleme bağlı olmayışından
dolayı, "mübalağa" siy-gasıyla gelmiştir. Bu ismin misâli, mazhârı ve
kuşatıcı Arş ve zuhur eden ilk suretten ibaret olan istiva-gahi da, şümul,
ihata ve mekansızlık açısından kendisine yerleşen şeye/er-Rahman uygun olarak
zuhur etmiştir. Böylece, er-Rahmân isminin rmızhârı cevher ve arazdan -ya da başka
bir görüşe göre heyula ve suretten- mürekkep cesetlenmiş bir suret olsa bile,
onun hiç bir mekanı olmadığına işaret edilir. Bu durumda, kendisini ihata etmekle
onu istiva-gah yapan şey/müstevî, mekandan müstağni ve özellikle bir mekanın
onu sınırlamasından münezzeh olduğu için, vücûdî makam üzerine istiva
"Varlık"tan ibaret olan rahmet ile; Arş'tan ibaret olan mazhârı
üzerine istiva ise, "erRah-mân" ismiyle gerçekleşmiştir; bunun
sonucunda ise, bu mazhâr-da/Arş hiçbir taksim, tahsis ve farklılık meydana
gelmiştir.
Bunun ardından iki kabza,
"rahmet" ve "gazab" diye ifâde edilen ve daha önce dikkat
çektiğimiz iki nisbetin hükmüyle, üzerine rahmet hükmünün sirayet ettiği
şeyleri, kendisine ilgi gösterilen "said" ve hangi mertebede gayesi
bulunursa bulunsun kendisine ilgi gösterilmeyen "şaki" diye temyîz
eder. Bu temyiz, bazı kevnî hakikatlerin tekvini emri taşıyan ilâhî nidaya
icabetlerinin süratine ve bu tecellîyi -nezihliğine zarar verecek bir şey
eklemeden- kabulüne; bazı hakikatlerin ise, zikredilen bur tarz üzere bu
icabeti yapamayışları ve bu tecellîye nezihliği-nin razı olmayacağı kötü
hükümler ve özellikler giydirmelerine göre değişir.
Bununla birlikte tecellî,
bu özeliklerden hoşnut olmasa da, kemâli bunları kuşatır.
Bu durumda, zikredilen gaybî
ve ilmi tafsîlîn sırrı, er-Rahim ismine mahsus "Kürsî" makamında
zuhur eder.
Böylece hüküm, iki kısma
ayrılır: Bunlardan birisi, kendisine bağlanıp, onunla amel edeni, bizzat bu
makamda ebedî nimet ve halis rahatın ehli olan saitler arasına katılmaya götürür,
çünkü orası, ehl-i yemin makamı ve "er-Rahim" isminin mazhârıdır.
Bu hükmün diğer kısmı ise,
sevilmeyen kimselerden ibaret olan şakiler arasına katılmayı yasaklamak ve nehy
etmekten ibarettir. Bu şakilerde, diğer kabza/gazap hükmünün baskm olmasından
dolayı, haldeki tahsisin dışmda, "er-Rahim" isminin hiç bir eseri
zuhur etmez. Böylece birinci ferdiyete tabi mertebelerde "teslîs"
mertebeleri tamamlanmış olur.
Buna göre "Allah"
ismi, evvelliği açısından melûhun istinat ettiği ulûhiyet mertebesine aittir;
Fatiha'nın birinci kısmı, bu mertebeye mahsûstur.
"er-Rahim" ise,
zikredilen tahsisin sahibidir; "Fatiha" süresinin sonu, ilâhî icabet
ve bu kısımda "Bu kulum içindir ve kulum için dilediği şey vardır"
kutsi hâdisiyle ifâde edilen tahsisin sahibidir.
Buna göre, er-Rahim, daha
önce de belirttiğimiz gibi, ehl-i yemin ve ilâhî cemâlin mensupları içindir.
Lütuf ve kahrı birleştiren
er-Rahmân ise, diğer kabza ve celâl ehli içindir.
Câmiliği yönünden
"Allah" isminin mensupları, iki kabzayı birleştiren berzahın
sahipleridir; bunlar, aynı zamanda, kurbi-yet, genişlik, vecih ve kemâl
makamının da sahipleridir.
Artık, kulağına giren
şeyleri düşün ve onu idrâkinde berraklaştır.
Bunlar, kendilerinden
değerli sırların çıkartılacağı ilâhî tembihlerdir. Bu sırlardan birisi, küllî
mertebelerin hükümlerinin, ihata ettikleri mertebe ve mazhârlara sirayetini
bilmektir. Böylelikle bu mertebe ve mazhârlar arasındaki irtibat gerçekleşip,
bu irtibat, ulvî himmet, nûranî ve alışkanlıkları yırtan/harika idrâk sahibi
akıllı kimselerin, Allah'ın tevfik ve inayeti ile daha yukarıya terakkileri
için bir merdiven olur.
Allah, irşad ve hidâyetin
velisidir. [7]
Besmele üzerindeki
ifâdelerimizi, bu makama dayanan nebe-vî bir işaret ile bitiriyoruz. Bu işaret,
Hakkın kulunun "Besmele" ile münacâtını açışına cevap olarak
buyurduğu şu ifadesidir: "Kulum beni zikretti."
Şöyle deriz: Zikir, zikre
ve mezküre/zikredilen veya sadece birisine dair bir ilmin bulunmasıyla
yapıldığı gibi, bazen de böyle bir bilgi olmadan yapılır. Şayet zikirle
birlikte böyle bir ilim bulunursa, o zikir, "huzur"un mazhârı ve
sebebidir. Huzur, bilinen şeyi ortaya çıkartmakla ilgili bir hakikattir ve
huzurun, beş mertebesi vardır:
Birincisi, sadece
hakîkati/ayn açısından bir şey ile "hazır ol-k"
İkincisi, sadece varlığı
açısından bir şey üe "hazır olmak" tır. Üçüncüsü, sadece rûhânîyeti
açısından bir şey ile "hazır olmak" tır.
Dördüncüsü, sadece sureti
açısından bir şey ile "hazır olmak" tır.
Beşincisi ise, zikredilen
dört hükmü birleştiren mertebesi açısından bir şey ile "hazır olmak"
tır.
Hak ile huzur ise, ya
Hakkın zâtı açısından veya isimleri açısından gerçekleşir.
İsimleri açısından Hak ile
huzurun konusu, ya fiil isimlerinden birisi veya sıfat isimlerinden birisidir.
Binaenaleyh, fiillere ait
olan isim, fiille taayyün eder ve türlerine göre ayrılır.
Sıfatlar yönünden
gerçekleşen huzurun konusu ise, ya selbî veya sübûtî bir durumdur/emir.
Konusu Zât olan huzur ise,
ya zihinde "sem'î itikat" veya "nazarî burhan" veya
"nebevi imân"m bildirmesi veya zevkî müşahededen veya hepsi veya bir
kısmından meydana gelmesi yönünden oluşmuş bir emre racidir; bütün bunların,
"huzur" sahibine nisbet-le beş hükmün birisine veya hepsine göre
olması gerekir.
Binaenaleyh huzur
mertebelerinin en kâmili, özel bir ilişki açısından muayyen bir itibara bağlı
olmaksızın Hak ile ha-zır/huzûr mea'1-Hak olmaktır. Bu huzurun sahibi, vücûdî
veya nispî veya "cem" ve "fark" suretiyle birlikte selb ve
ispata bağlı olan isimlerle ilgili bir hükmün itibarı olmaksızın veya bunlardan
birisiyle sınırlanma veya "sınırlanma/takyit" sırrıyla hep- ,; siyle
sınırlanmadan Hak ile birliktedir/huzûr. |
Böyle olmayan huzur ise,
sahibinin sırât-ı müstakim ehli ol- 1 ması şartıyla, ya özel bir mertebe açısından
veya muayyen bir . isim açısından nispî
bir huzurdur. Huzurun sahibi sırât-ı müstakim mensubu değilse, o huzur, her
durumda "siva/başka" ile huzurdur.
Tekrar başlamış olduğumuz
konuya dönüp, şöyle deriz:
Zikirle birlikte olan ilim,
ya zikri aşıp, mezkure/zikredilen taalluk eder. Bu ilmi, sırrına işaret edilen
huzur takip eder. İlmin zikredilene taalluk etmesi, bundan sonra zikirlerin
neticelerinde zikredilen ve daha önce dikkat çektiğimiz şeylere göre tabi olur.
Bazen de bu zikirlikte
beraber olan ilim, zikri aşmayıp, ilmin konusu, sadece zikrin kendisi olur; bu
durumda huzur, sadece zikirle veya zikir ve zikirden anlaşılan anlamla
birlikte olur. Bu ikin-cî durumun gerçekleşebilmesi, zikir, kendisine ve
mezküre/zikredilen delâletinin ötesinde bir anlama işaret ettiğinde mümkündür.
Şayet bununla beraber hayal
hükmü zikre bitişirse, zikrin sureti, onun zihinde somutlaşmasının sebebi
olarak düşünülür/istih-dar; bu suret, ister fiil, ister hareket, ister keyfiyet
veya varlık sureti olsun, ister lafız veya başka bir şey veya bunların
hepsinden veya bir kısmından teşekkül eden bir emir olsun, durum aynıdır.
Eğer, zikre hâkim bir
tahayyül bitişmezse o, yani "zikir" diye isimlendirilen şey, özel
olarak tanzim edilmiş harflerin tekrarlanmasından ibaret olur; bu harfler,
kendileri için herhangi bir medlulün anlaşılması veya düşünülmesine
uygundurlar.
Zikrin neticelerine
gelince: bunlar, zikredenin/zakir inanç ve ilmine göre; zikrin delâlet ettiği
mânâların içeriklerine göre; za-kirin telaffuz ettiği veya hayalinde
canlandirdığı/istihdar veya taakkul ettiği ismin harflerinin toplamından
meydana gelen bir-leşik/terkibî heyetin zorunlu özelliklerine göre; zikir
esnasında zakire hâkim sıfata ve zikredilen beş hükmün hâkimiyetine göre; veya
bizzat zakire istinat eden durumların toplamının /cemiyet hükmüne göre ve
bunlardan birisinin veya hepsinin egemen olmasına göre zuhur ederler.
Zikir sahibine istinat eden
hususların hükümlerinin birinin veya hepsinin baskın olması, mevtine, neş'ete,
vakte, teveccühe sebep olan emrin önceliğine, mahallin rûhânîyetine ve şu veya
bu şekilde saltanatı olan ilâhî isme göre ortaya çıkar.
Sana açıkladığım konuları
düşün ve anlamaya çalış! Çünkü bunlar, ulvî-nazarî aklınla müşahede edip,
bilgisini merak ve talep ettiğin şeylerin muammasını açar.
Allah, ihsanın velisidir ve
gerçeğe hidâyet eden ve sırât-ı müstakime götürendir. [8]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 183.
[2] "Mukaddimede nihayetin bidayette mündemiç olması
nazariyesine işaret etmiştik. Müellif, burada bu nazariyeye işaret etmektedir.
Çünkü beşerî aklı aciz bırakan gayb, kesretin mazhârlarında gizlenebildiği gibi,
vahdette de gizlenebilir. Bunun örneği, zerredir. Kuşkusuz ki, akıl onun
karşısında durur, nitekim ulvî felekler karşısında akıl aciz kalır."
(Abdülkadir Ata) Sadreddin Konevf nin varlık ve zuhur sisteminin ana
fikirlerinden birisi, bu sistemin "devrî" bir sistem olmasıdır. Bunun
tabii bir neticesi ise, başlangıçların nihayetlerde ortaya çıkması, başın sona
benzemesi meselesidir. Konevî, bu meseleyi pek çok ifâdesinde açıklar ve pek
çok hükmü bu ilkeye dayandırır.
Sadreddin Konevi, Fâtiha
Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 183-184.
[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 185.
[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 185-186.
[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 186-188.
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 188-194.
[7] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 195-197.
[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 197-199.