FATİHA
SURESİ'NİN BİRİNCİ KISMI
Mefatihu'l-Gaybi
Gaybın Anahtarları
"Hamd
Alemlerin Rabbı Olan Allah İçindir" (Fatiha, 1)
Lafza-i
Celâl'in İştikakı/Kökeni
İsmin
Mânâlarının Zahir Ve Bâtın Uyumu
Hak'tan
Perdelenenlerin Başarısızlığı
Mizaç,
Gıda Kuvvetine Baskın Gelir
"Allah,
Rahim Ve Rahmandır. " (Fatiha, 2)
Rahmetin
Hazretleri/Mertebeleri
Din
Gününün Sahibidir. (Fatiha, 3)
Uhrevî
Azap ve Nimeti Gerektiren Diğer Emir ve Yasaklar
"Hamd
Alemlerin Rabbı Allah'a Mahsûstur."
Bunlar, Kitab-ı kebire/büyük
kitap, kitab-ı sagire/küçük kitap ve bunları arasındakikitaplara mahsûstur.Bu
bölümün içerdiği konular arasında, şunlar da vardır: Fatiha'nın içermiş
olduğu hakikat ve fasılların
mertebelerine dikkat çekmek; bunların birbirleriyle olan irtibatlarının Özetle
açıklanması:
Bu bölüm, lafız ve mânâ
olarak vârid olduğu tarzda yazılmıştır. Gerçi hepsi de, mânâ açısından
böyledir, yani bunlar, çaba ve fikir ile yazılmamışlardır; fakat bu bölüm, bu
özellikte lafız ve mânâyı birleştirmede yeganedir, ki, bu ve başka eserlerimde
genellikle böyle değildir.
Bilinmelidir ki: İki durum
arasında farz edilen veya kendisine başlangıcın veya bitişin nisbet edildiği
herhangi bir şeyin bir fatihası/başlangıç ve bir de hatimesi/son olmalıdır. Bir
şeyin başlangıcı/fatiha, o şeyin başlangıç mertebesi, hatimesi ise, o şeyin
sona erdiği mertebedir. Bunun yanında, her iki hükmün kendisine raci olduğu ve
bunları birleştirip, onlarla taayyün eden üçüncü bir durum daha vardır.
îşte "Fatiha
sûresi", işaret olunan bu hususlar cümlesinden-dir. Aynı şekilde insan,
alem ve zikrettiğimiz şekilde alemin feri olup, ona tabi olan şeyler de
böyledir.
Bu sabit olunca şu
bilinmelidir ki: Hak subhanehû ve teala, Zâtının ve kendisinden başkasının
bilmediği hüviyetinin gayb hazinesini "el-Cami" ismiyle açmıştır.
"el-Cami" ismi, cem/birleşme ve tefrika /dağılma, ıtlak/mutlaklık ve
takyit/sınırlılık, evvellik/ilklik ve âhirlik/sonluk, zâhirlik ve bâtmlık
sıfatlarını birleştirir. Hak, onu isimleri ve "a'yân/mevcudat" için
bir miftah/anahtar olmaya tahsis etmiştir.
îşte bu miftah, yaratılışın
başlangıcı sırrında dikkat çektiğimiz "hamd"den ibarettir. Bu ismin
"ahadiyeti" ile, ilk açılma ve genişleme/bast ve intişar
mertebesinde, her şeyde zuhur eden çokluğu ve farklılığı açmıştır.
Hak, sıfatlar kapısını
hayât ile, cem'i tafsil ile, tercihi ihtiyar
ile açmıştır; icmali tafsil
ile, taayyünü temyiz ile, tahsisi istidlal ve tezkar/hatırlama ile açmıştır;
rahmetinin ve genişliğinin kapısını, Vücûd-i âmm tecellîsiyle açmıştır; hususu
umum ile, umumu genişlik ile, genişliği ilim ile, yaratmayı kavil ile,
kavli irâde ve iktidar ile açmıştır.
Hak, idrâk ve idrâk
araçları kapısını da, telakki, yansıma ve nurların
bitişmesiyle/iktiranü'I-envâr açmıştır; kemâllerin kapısını, gayelere,
muhabbete, hayrete ve öğrenmeye ilişen/taalluk idrâkler ile açmıştır;
teveccühlerin kapısını, "hubbî/bilinme arzusu" hareket ve gayesine
ilişen yaratıklarına karşı duyduğu şevkinin hükümlerinin ortaya çıkmasıyla
açmıştır; ülfet kapısını, münâsebet bağıyla ve ittihat ve görme hükmüyle
açmıştır. Hak, zuhur ve izhâr mertebelerini kemâle erdirme için, Hz. Adem ile
büyük hilafet/hilafet-i kübra kapısını açmıştır; Adem ve Havva ile beşerî üreme
ve doğum kapısını açmıştır; Adem ve Havva ile kendilerinde kemâle eren
zürriyetin tafsilinin sırrını intişardan/yeryüzüne yayılmak önce izhâr
etmiştir; iftirak kapısını, zıtlığı göstererek ve nefret hükmünü izhâr ederek
açmıştır; kerem kapısını ise, müstağnilik ve perdeleri yok etmekle açmıştır.
Hak, ikram kapısını marifet
ile; fetih kapısını, seçmekle/istifa; seçme/istifa kapısını, inayet ile;
inayet kapısını, muhabbet ile; muhabbet kapısını ilim ile; ilmi ise, müşahede
ve ihbar ile açmıştır. Hak, kendisini bilmekten hayrete düşmek ve aciz
kalmanın kapısını, bir tek hakikatte siniriılık-mutlaklık, tenzih-teşbih,
gösterme ve gizleme gibi zıtlıkları birleştirmeyi düşünmedeki tereddüt ve
acizlik ile açmıştır. Hak, yollarının kapısını, gayeler ile ve her gayeyi ihata
ettiğini bildirmek ile açmıştır. Şöyle buyurmaktadır: "Dikkat edin bütün
işler, Allah'a varır." (Şura, 53); "Bütün emir, ona racidir."
(Ali İmran, 109)
Böylelikle Hakkın, kendi
genişliğiyle bütün mertebeleri, nihayetleri ve bölgeleri irnar/ta'mîr ettiği
bilinmiş olur.
Hak, istikâmet kapısını
maksat ve gayelerin konularıyla açmıştır; bunlar, sülük sahiplerine ve
seferlere nisbetle yolların gayeleridir. Hak, sâliğin sınırlanmasını gözetmek,
maslahat ve mertebesini belirlemeye dikkatini çekmek için, bu yollardan dilediklerini
şeriatlarıyla belirlemiştir; böylece hükmün, ilk seferlerde taayyün eden şey
olduğu bilinmiş olur.
Hak, her şeyi kuşatan
yaratıcı ve genel "rahmanı" rahmeti itibarıyla, ilk külli
paralellik/muhazat kapısını, yaratılmış mümkünlerin kabiliyetlerinin
mutlaklığı ve bu mümkünlerin, Vü-cûd'un zuhuru için ayna mesabesinde
olmalarıyla açmıştır. Ayrıca bu kabiliyetler, ilâhî isimlerin eserlerinin
zuhur ve taayyünlerinin şartı olmaları itibarıyla da, vücûdî tecellînin yerini
almışlar/ivaz ve hükümleri birbirlerine nüfuz etmiştir; bu vücûdî tecellî ile
mümkün kabiliyetlerin harici varlıkları ortaya çıkar. Böylece, bu da
"kaza" ve "kader" sırrının anahtarı olmuştur.
Hak, ilâhî hükümler
kapısını haller ile açmıştır; mizanları ise, eserlere göre mânâ ve suret olarak
itidal ve inhiraf/sapma ile açmıştır; kurbiyetine mazhârhğı, ilme dayanan
hükmünü ve yüce tedbirinin kapısını Kalem-i a'la ile açmıştır. Kalem-i a'la,
varlıkların ve başkalarının yardım unsurundan mukaddestir. Hak, bununla
kendisine yönelmenin hükmünü ve bu hükmün, yakınlığa/kurbiyet olduğu kadar yüz
çevirmeye de neden olan levazımını belirlemiştir.
Hak, vücûdî-tafsil kapısını,
değişmeden, bozulmadan, başkalaşmadan, fikirler tarafından mülahaza edilmekten
korunmuş olan "Levh"i ile açmıştır; zaman kapısını "an" ile
açmıştır; keyfiyet kapısını ise, "şe'n/durum" ile açmıştır. Bunların
hükümlerinin umumiliğine, basîret sahiplerinin dikkatini çekmiştir. Hak, cismanî
mazhârlar kapısını, kuşatıcı dairevi felek ile açmıştır.
Cismani mazhârlar, ihata,
nihayette gaye gerçekleştiğinde tekrar bidayete dönmek gibi, gayba ait ulvî
hakikatlerin misâlleridir.
Hak, "ed-Dehr"
isminin suretinin kapısını, Arş'm ve kendisine tabi olan devirlerin günlük
hareketiyle açmıştır; vakitlerin kapısını, bütün feleklerin ve seyyar
yıldızların/kevkeb geride bıraktığı hareketlerin takdiriyle açmıştır;
hareketlerin kapısını, zuhur ve izhârın kemâline taalluk eden
"hubbî" dürtü/bais ile açmıştır; şahsî tafsîlî ve emre bağlı
temyizin kapısını ise, ulvî Kürsî ile açmıştır. Kürsî, (bilginin)
vürûdun/gelişi ve sudûrun mahalli, Mukarrebin'in menzili, Ebrar'ın mekanıdır.
Hak, emir kapısını
"beka" ile açmıştır; ibkayı itidal ile açmış; terkip kesretinin
hükümlerini, ahadiyet ve cem hükmünün baskınlığı ve bu hükümle ihtilaf hükmüne
riâyet etmekle ortadan kaldırmıştır; bu ihtilaf, miktarı muhafaza etmekle
zıtlar arasında sabittir.
Hak, yüce göklerin
dinçlik/neş' kapısını, güneş feleği ile açmıştır; aynı zamanda onu, gece ve
gündüzün anahtarı yapmıştır. Unsurların kapısını, yüce Arşını taşıyan ismiyle
açmıştır; burası, istikrar makamı değil, istiva makamıdır. Unsurların terkiplerinin
kapısını, "müvelledat" ile açmıştır; müvelledatm kapısını, madenler
ve taşlar ile açmıştır; emrinin kapısını, davet ile; davetin kapısını, vaad,
teşvik ve korkutmanın/inzar güzelliğiyle açmıştır.
Hak, emrine
bağlanma/imtisal kapısını, "sema/işitme" ile açmıştır; sema
kapısını, nida ile; nida kapısını yüz çevirmek ile; hüccet kapısını inkâr ile
açmıştır; unutma kapısını, gaflet ile; gaflet kapısını ihata ve
birleştirmedeki nakışlık ile açmıştır. Zikir kapısını, huzur ve düşünmek ile
açmıştır; rubûbiyet saltanatının kapısını, merbub ile; talep ve ubudiyet
kapısını, muhtaçlığı, acizliği ve düşkünlüğü görmekle açmıştır. İbâdet
kapısını, "el-Kah-har" ve "el-Muktedir" isimlerinin hükmü
altında infiali/edilgenlik müşahede etmekle açmıştır; münacat kapısını ise,
makûl mü-vacehenin/yüz yüzelik şahinliği, edebe uygun doğru telakki, teslim,
iktida ile açmıştır. Övgü kapısını, rubûbiyet makamının merbub hakkında içermiş
olduğu lütuf ve rahmeti bildirmek ileaçmıştır. Bununla beraber Hak, her halde
ve durumda dilediğ her şeyi ve dilediği şekilde yapmaya kadir ve mâliktir.
Hak, şükür kapısını ihsan
ile açmıştır; ihsanını artırmayı, şükür ile açmıştır. Hak, ihsan ve lütfuna
mazhâr olan kimselerde kahrının hükümlerinin nüfuzunu göstermiştir. Böylelikle,
nimetlere hürmetsizlikten sakındırmış ve düşünen kimselere öğüt vermiştir.
Hak, isteme kapısını,
hacet, umut, hüsnü zan ve beklemeyle açmıştır; övgü ve tazim kapısını,
rubûbiyetin izzetinin altında kulluğun zelil oluşunu göstermekle açmıştır;
böylece kul, taşkınlığı, büyüklenmeyi ve böbürlenmeyi terk eder.
Hak, yardım isteme
kapısını, kabul, tevekkül ve destek istemek ile açmıştır. İki kabzanın/tutuş
ayrılmasını, icabet ve "ina-be/yönelme" hükmünü tahsis etmekle
açmıştır; bunların hükmü, saidlerde, şakilerde ve facirlerde ortaya çıkar.
Hak, hidâyet ve beyan
kapısını, af ak/ufuklarda ve en-füs'te/nefislerde izhâr ettiği âyetleriyle
açmıştır. Bunların hükümlerini ve hikmetlerini anlayış/fehm ve nutkun
hakîkatiyle açmıştır; bunları, emrinin mütercimi olan seçilmiş, seçkin zâtlarda
kemâle erdirmiştir.
Anlaşılmazın/mu'cem
kapısını, "irab" ile açmıştır; müphemin kapısını, fesahat ile;
remzin kapısını şerh ile; karmaşığı tahlil ile; sınırlılığı mutlaklık ile;
çiftleri teklerle açmıştır; emel kapısını, imkân ve aldanma/iğtirar ile; iddia
kapısını ise, ihtiyar ile açmıştır; sakınma kapısını, imkân ile; kuşku
kapısını, tahmin/farz ile; itminan kapısını, müşahede ve görmekle; irsiyet
kapısını, nesep ve mensubiyet belgesiyle; kazançlar kapısını, neş'etler,
vakitler ve ömürler ile açmıştır. Sebeplere tevessül kapısını ise, tecrübe,
alışkanlık ve tekrarlama kuşkusuyla açmıştır.
Hak, selâmet kapısını asıl
üzere baki kalmak, ariyet hükmündeki arazlar ile sınırlanmamak, iddiadan
uzaklaşmak ve eserlere tabi olmakla açmıştır. Cüret kapısını ise, hükümle,
mehil vermekle, ihtimalle, cehaletle ve bağışlanma ümidiyle açmıştır.
Hak, kahır ve intikam
kapısını, şirk, çekişme, kavga ve inti-kam/intisar ile açmıştır. Hak,
benzerleri göstermekle süreklilik ve devamlılık kapısını açmıştır; ismet
kapısını, dirayet ile; müsamaha kapısını izan, itiraf ve özür dilemekle
açmıştır.
Hak,
"el-Mütekellim" isminin kuşatıcılığına nisbetle aziz olan kitabını,
"Ummü'l-Kitab" ile ve de ilim ve zikirleri birleştiren fatih ile
açmıştır. Fatiha'yi, ilk aslî isimlerden sonra gelen küllî isimlerin zikri ile
açmıştır; bunlar, derecelerde ve eserlerde zikredilmiştir. Hak, isimlerinin
zikrini, nutk ve ortaya çıkmanın başlangıcında tam harflere karşı önceliği olan
"Ba" harfi ile açmıştır.
Hak, zâtını ve camiliğinin
mertebesini bilmenin, onu göstermenin ve bütün sıfatlarının üzerindeki kemâl
tecellîsinin kapısını, varlıkların sonuncusu olarak izhâr ettiği varlık ile
açmıştır. Hak, onu kendi sureti üzere yaratmış, sırrını ve suretini ona giydirmiş,
bütün hazinelerinin koruyucusu ve bütün anahtarların aslı olan anahtar, lamba
ve nurların kaynağı yapmıştır. Onu ancak, onun anahtarı olan kimse bilebilir.
O ise, zâtının içerdiği, alem ve neşetlerinin kuşattığı, mertebe ve
makamlarının ihata ettiği anahtarlardan, Rabbımn kendisine göstermeyi ve açmayı
dilediklerini bilebilir. [1]
İlah teala, "Gaybın
anahtarları onun katmdadır, O'ndan başkası onları bilemez" (Enam, 59)
buyurmaktadır. Kuşkusuz bu âyette geçen nefiy, bütün bunları Haktan başkasının
bilemeyeceği; "mefatih-i gayb" oluşları yönünden ve Hakkın öğretmesi
ve tarifi olmaksızın bilinemeye-cekleriyle ilgilidir.
Bunların, bizzat
kendilerini, birbirlerini ve kimin anahta-rı/miftah olduklarını bilip
bilemeyecekleri veya herhangi bir çaba ve gayret olmaksızın sırf Hakkın
öğretmesiyle bunlarm bilinip bilinemeyecekleri hususunda ise, herhangi bir nas
yoktur.
Bunların bazı sırlarına
muttali olan kimse, imkânsız olan şeyin şu olduğunu anlar: Mefatihü'1-gayb, ilk
açılışı itibarıyla Gayb-ı Mutlak'm miftahları/anahtarları olmaları yönünden
bilinemezler; yoksa hakikatleri açısından, bilinemeyecekler demek değildir.
Çünkü miftahlık, bunların hakikatleri üzerinde zait bir sıfattır. Bu sıfatın
bilinmesi, bunların açılmalarını ve ilk fethin keyfiyetini müşahede etmekle bilinir.
Bu ilk fetih, her şeyin öncesinde olduğu için, sadece Hak tarafından
bilinebilir. Çünkü "Hak, var idi ve O'minla beraber başka hiç bir şey yok
idi."
Şayet birisi, bu yaratıcı
fethin sırrını ve keyfiyetini görmüş olsa idi, O'nun aynı değil, el-Evvel gibi
olurdu, çünkü birinci fetih, gerçekleşmişti.
Aynı zamanda miftahlığm
mânâsı, kendisiyle nitelenmiş ha-kîkat ile gayb arasındaki bir nispettir. Bu
gayb'm açılmasıyla,miftahlık ile nitelenen hakikat için bu nispet ve sıfat
sabit olur. îki şey arasındaki bir nisbetin tahakkuku, bu iki durumun bilinmesine
bağlıdır. Bu iki şeyden birisi Zât'a ait ilâhî gaybdır. Hakkın zâtının,
herhangi bir isim, hüküm, nisbet veya mertebe itibarı olmaksızın hakikati
açısından, bilinemeyeceğinde hiç bir görüş ayrılığı yoktur.
Binaenaleyh işaret olunan
marifet, bu açıdan imkânsız olmuştur. Bu konuda, tekrara ve yinelemeye gerek
olmayacak derecede açıklamada bulunmuştuk.
Kâmil tahkik/ tahkik-i
etemm şunu ifâde etmiştir ki: Herhangi birisi, bu miftahlarm zâtlarına dair
bir bilginin kokusunu aldığında, bu, o kişinin resminin, hükmünün, nâ'tmm,
isminin Hak-kın nurlarının parıltıları ve Vech-i keriminin dalgaları altında
fânî ve helak olmasından sonradır; nitekim daha önce, en doğru yol üzere kadim
makama sülük eden sâliğin halinin açıklanması bölümünde buna işaret etmiştik.
Bu durumda alim,
mütealim/ilim öğrenen ve ilim vahdaniyet/birlik mertebesinde bulunurlar;
karışıklık ve benzerlikler ortadan kalkmış, "La ilahe illallah/Allah'tan
başka hiç bir ilâh yokur" sözünün anlamı tahakkuk etmiştir. Bununla
beraber Hak, basiret ve basarların/göz idrâkinden, akıl ve fikirler tarafından
ihata edilmekten, cihet, itibar ve çeperlerin sınırlamasından münezzeh olması
açısından Zâtının gaybmda bulunur.
Allah münezzehtir,
kendisinden başka hiç bir ilâh yoktur. O, aziz ve gaffardır. Nitekim bunu,
ifâde etmiş, açıklamıştık ve haber verdiği ve işaret ettiği şeye de dikkat
çekmiştik. [2]
Bu bölüm, dört meseleyi
içermektedir Birincisi, haindin sırrı; ardından "Allah'' isminin sırrı,
sonra "Rab" isminin sırrı, sonra "alemlerin/alemin"
sırrının açıklanması gelmektedir. [3]
Bu konuya girmeden önce,
veciz bir esasın takdimi gerekmektedir ki, bu esas, daha önce ifâde edilen
kaidelerden mevzu-umuzla ilgili olanların bir kısmını hatırlatacak, bundan
sonra zikredilecek şeylerin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
İşte bu ve benzeri
nedenlerden dolayı bu küllî kaideleri takdim ettim ve bu kaidelere ilim ve
hakikatlerin küllilerini yükle-dim. Üstün akıl sahibi/lebîb, bundan sonra
gelecek~tafsil£mese-leleri bilmede bu küllî ilim ve hakîkatlerden yararlanır.
AyrıcaT açıklanması asıllarının bilinmesine bağlı olan kapalı yerlerde, ifâde
edilmiş küllilere dikkat çekmekle yetinmek için bu kaideleri zikrettim. Bu
kapalı konuların bilinmesi, bu aslın ve hükmün sırrını bilmekle gerçekleşir;
bu durumda tekrarlamaya ve yinelemeye gerek duymam.
Geçen ifâdelerden bu
konuyla ilgili olarak hatırlanması gereken şey şudur: Her varlığın -ki, her ne
olursa olsun- bir zâtı ve bir de mertebesi vardır. Varlığın mertebesinin, bir
takım hükümleri vardır, bu hükümler, onun "hakîkat-i sabitesi" ile
taayyün eden varlığında zuhur ederler. Binaenaleyh bu hükümlerin sahibinin
zâtindaki eserleri, "ahval/haller" diye isimlendirilir. Mertebe, her
şeyin hakikatinden ibarettir. Mertebe, o şeyin mücerretliği açısından hakikati
değildir, aksine o şey ile kendisini izhâr eden Varlık/Vücûd ve ona tabi
hakikatleri birleştiren/cami nisbetinin makûliyeti açısından onun hakikatidir.
Nitekim, daha önce açıkladığımız üzere, bazı hakikatler, bazısına tabidir; tabi
hakikatler, metbu hakikatlerin halleri, sıfatları ve lâzımlarıdır.
Aynı zamanda şunu da
açıklamıştık ki: Varlıklar, muhtelif hakikatler üzerine zait bir emir değillerdir.
Bunlar, bir tek varlık ile zuhur edip, kendi mertebelerinde ve o mertebelere
göre taaddüt ve taayyün etmişlerdir; yoksa bu tek Vücûd, bu hakikatlere
bitişmeden mücerret olarak dikkate alındığında, kendiliğinde asla taaddüt
etmez.
Hakkın da, bir zâti ve bir
de mertebesi vardır; Hakkın mertebesi, "ilâh" olması nisbetinin
makûliyetinden ibarettir.
Bu nisbet, mâhiyeti
açısından, "ulûhiyet" diye isimlendirilen şeydir. Hakkın, bir takım
hükümleri vardır -ki bunlar, melûhla-rındaki eserlerinden ibarettir-, ayrıca
ulûhiyetin hükümleri olarak isimlendirilen sıfatları ve levazımı vardır.
Bütün sınırlı itibarlardan
münezzeh olması, O'nun hiçbir şeye ve hiç bir şeyin de kendisine
ilişmeyişi/taalluk açısından Hakkın zâtına dair hiçbir şey söylenemez; nitekim
bu konuyu defalarca belirtmiştik.
Hakkm yaratıklarına ve
onların da Hakka taalluk etmeleri, bunun yanı sıra tecellîgâhları ve mazhârları
oldukları için bu taallukun yaratıkların hallerine göre gerçekleşmesi yönünden
ise, Hakkm zâtına rızâ, gazab, icabet, ferah ve benzeri bir takım haller izafe
edilir. Bu haller, "şuun/şe'nler" diye isimlendirilmiştir. Ayrıca,
Hakkın zâtına, ulûhiyetten ibaret olan mertebesinin /'müesser-fih"teki
eserleri yönünden de bir takım sıfatlar izafe edilir ki, bunlar "mertebe
hükümleri" diye isimlendirilir. Bu sıfatlara örnek olarak, kabz/daraltma,
bast/açma, ihya/diriltme, imate/öldürme, kahır, lütuf vb. verebiliriz.
Artık, bu küllî mukaddimeyi
düşün ve aklında tut ki, bundan -Allah'ın izni ile- yararlanasm.
Bu sabit olunca, tembih lisanıyla
hamdin açıklamasına başlıyoruz. [4]
"Hamd, Allah'a
mahsûstur" âyeti hakkında şunu deriz:[5]
"El-hamdulillah", ahadiyet makamından değil, tafsil ve cem makamından
olan bir hamddir. Hamdin, iki denk arasında olması sahih değildir, bilakis,
hamd esnasında mahmûdun/övü-len, mâhiyeti açısından ve ona nispetle
hamidden/öven üstün olması gerekir.
Hamd -hangi tarzda
yapılırsa yapılsın- sureti açısından kemâlin bir ifadesidir. Buna göre hamd,
başlangıçta övenin nefsin-deki niyetinin ve niyetin ortaya çıkışının kaynağının
kemâline işarettir; hamdin niyetin kaynağına işaret etmesi, övenin/ha-mid, hamd
ile niyetlendiği şeyi ortaya çıkarmaya yönelmiş olmasıdır.
Hamd, ayrıca,
övülenin/mahmûd övülmesine neden olan ve bunu gerektiren hali cihetinden
bilinmesine işarettir.
Hamd, başka bir anlamıyla,
başlanılan şeyin kemâlini ve arzulanan şeyin gerçekleşmesini tarif eder.
Bununla beraber, bu tarife bir talep sirayet eder; bu talebin konusu, sürekli
bu kemâli gerçekleştirmek, kemâlin gerçekleşmesinden sonra da hükmünün en
kâmil tarzda baki kalmasını istemektir. Bu kemâl, kıymetli ve yüce ürünler
meydana getirir:
Bunların ilki, kendisi ile
başlanan gayb'dır, sonuncusu ise, onu gerektiren şehâdettir; bununla birlikte
hamd, gayb'ta sona erer.
Gayb ve şehâdet hamdini
birleştiren sır ise, hamdlerin ve tarafların/etraf nisbetinin kendisinde
eşitlendiği makama racidir ve "hamdin hamdi"ne mahsûstur; bu hamd,
kapsayıcı ve kuşatıcı hamddir ve bunun ifâdelerinden birisi, "Her hal
üzere hamd olsun" deyişidir.
Sonra bilinmelidir ki:
Herhangi bir habercinin, herhangi bir şey hakkındaki ihbarından veya övgü veya
başka bir ifâdeyle tarifinden çıkartılacak ilk sonuç, o kişinin kendi nefsi
hakkında şöyle hüküm sahibi olduğuchır: Bu kişi, kendisinden haber verdiği veya
övdüğü şeyi bilmektedir ve muhbir ve tanımlayıcı olarak o şeyi
tanımlamaktadır.
Bunun ardından, o kişinin
ihbarının, tarifinin ve övgüsünün detaylarından, şu netice ortaya çıkar: Acaba,
o kişinin kendisi ve tanıdığı, kendisinden haber verdiği ve Övdüğü kişi
hakkında iddia edip, verdiği hüküm, gerçekte sahih midir, değil midir? Bu
durum, isabete göre doğru veya yanlışlıkla ortaya çıkar. Binaenaleyh o kişi,
işin başında, kendi hakkmdaki hükmü açısından nefsini, kendisinden haber verip,
Övdüğü ve tarif ettiği kimseyi tanıdığını iddia etmektedir. İkinci durumda ise,
iddiasına delil getirir ve kendisi ve başkası hakkındaki iddiasını geçerli
kılacak şeyi dile getirir.
Bu ortaya çıktığında şunu
deriz ki: Hamd, hüviyeti itibarıyla mutlak ve küllidir, lisanı yoktur ve ondan
meydana gelen veya ona izafe edilen hiçbir hüküm yoktur. Böylece, özellik ve
nispî ortaklık yoluyla Hakka ve halka mensup olan bütün sıfatlar, isimler,
küllî ve mücerret hakikatler, bu özelliktedir; nitekim, J daha önce bu konuyu
açıklayan çeşitli tembihlerimiz olmuştu.
Bilinmelidir ki: Hamd,
belirtildiği üzere, "senâ"dan ibarettir. Her hangi bir Övgü/senâ
sahibinden Övülen kimseye yönelik sena, açıkladığımız gibi, bir çeşit
"tariftir. Sena sahibinin bu tarifi, bazen zâtına, bazen hallerine veya
mertebesine veya hükümlerine veya hepsine birden yöneliktir. Daha önce zâtlar,
haller, mertebeler ve hükümler hakkmda yeterli açıklamalarda bulunmuştuk.
Bununla beraber, burada insan hakkında zikredeceğimiz bir örnekle bu konuyu
daha fazla açıklamış olacağız. Çünkü insan, en kâmil örnek ve birincil
amaçtır. İnsandaki ve ona nispetle durumun/emir keyfiyeti bilindiğinde, bu
emrin insanla ilişkisi açısından diğer varhklardaki tezahürü de bilinmiş olur;
çünkü hiçbir şey, insanın dışında değildir.
ŞÖyle deriz: İnsanın
hakikati, onun "ayn-ı sâbitesi"dir. Ayn-ı sâbite'yi, Hak tarafından
bilinen/malum bir nisbet ve insanın ezelde Hakkın mertebesindeki temeyyüzü
şeklinde tarif etmiştik. İnsanın bu mertebedeki temeyyüzü, kendi mertebesi ve
Hakkın ilmine göre gerçekleşir.
Bu hakikâtin halleri,
insanın içinde değişkenlik gösterdiği, kendisine izafe edildiği, kendisiyle
nitelendiği suretler, neş'etler, gelişmeler/ta tav vur gibi durumlardan
ibarettir. Bunlar, Haktan kazanılmış Vücûd ile zuhur etmişlerdir.
İnsanın mertebesi ise,
ubudiyeti ve me'lûhiyetinden ibarettir.
Bu mertebenin hükümleri,
insana izafe olunan sıfat ve emirlerden ibarettir. Bu sıfat ve emirler, ona
mümkün ve me'lûh bir kul olması, bunun yanı sıra ilâhî ve kevnî mertebelerin
bir "ay-na"sı olması yönünden izafe edilirler. Ayrıca insan, mertebe
ve hilafet suretiyle zahirde bu sıfat ve emirlerin içermiş oldukları şeyleri
kapsayan bir nüshadır.
İnsan ve alem ile ve
ikisinde zuhur edip, alem ve insanın müşterek veya Özel olarak vasıflandıkları
her şey, ahadiyet ve cem özelliğindeki ilâhî tecellînin sırrı ve de bu
tecellînin, insan ve alemde isimlere, sıfatlara göre ve kabilin kabulüyle
çoğalan ilmî nispetlerin hükümleri nedeniyle zuhuru üzerine zait bir durum
değillerdir. Bu nedenle bunların, yani insan ve alemin tekil ve çoğul olarak,
bütün açılardan ve bütün kısım ve zikredilen itibarlardan Hakkı övmeleri, bu
övgünün ve bu emrin aslına, ilâhî kattaki nispetlerine delâleti ve bunun
ifâdesinden ibaret olur. Buna göre bu övgü, bazen tafsil cihetinden, bazen
ahadiyet-i cem açısından, bazen suret ile zuhur ettiği için misâllik yönünden
"benzerlik/muzahat" makamında, bazen ise eksikliklerle
"mukâbele/zıthk" makamında gerçekleşir. Alem ve insan, bu
eksikliklerle Yaratıcı ve Efendilerinden ayrılır; Hak ise bu özelliklerle
kendisinden başka hiç kimsenin müşterek olmadığı zıtlık makamında tek başına
kalır.
Buna göre tafsil cihetinden
yapılan sena şöyledir: insanın ve alemin zâtlarının içermiş oldukları bütün
hakîkatler, arazî ve cevherî her bir fert, zikredilen dört lisan ile ona
yönelmiş/bakan ve kendisi açısından Hak ile irtibatlı olan ilâhî isim ve sıfata
hamd eder. Bu dört lisan, lisan-ı zât, lisan-ı hal, lisan-ı mertebe ve lisan-ı
hükümdür.
Ahadiyet-i cem lisanıyla
bütün olarak hamdin konusu, Zât'a ait mertebedir. Bu mertebe, bütün isimleri,
sıfatları, alemleri, mertebeleri /hazret, nisbetleri ve izafetleri kuşatır ve
cem eder. Bu birleştirici/cami nisbetin hükmü, zât, isim, sıfat ve fiil açısından
ilâhî makamla ve kevnî makamla ilişkisi itibarıyla, zikredilen her bir kısımda
ortaya çıkar. Ahadiyet ve cem özelliğindeki bu hüküm, hamd makamında
"hamdü'1-hamd/hamdin hamdi" diye ifâde edilmiştir; çünkü, her makamda
bu hükmün, o makama göre bir ismi vardır.
Bu hamdin gereği şudur:
Eşyanın varlığının ve bekâsının kendisine bağlı olduğu, hakikatlerin, isimlerin
ve sıfatların eser ve hükümlerinin onunla zuhur ettiği Zât'a ait en büyük ilâhî
nimet, insana ve aleme bazen isimler, sıfatlar ve mertebeler açısından
ulaşır, bazen de bu açılardan değil, bizatihi/biayniha ulaşır. İşte bundan
dolayı, adil hikmet ve kâmil hazretin hükmü, bu nimetin cami/birleştirici ve
vahdaniyet/birlik özelliğindeki bir hamd ve şükür ile karşılanmasını iktizâ
etmiştir; bu hamd ve şükrün özelliği, kâmildir ve bütün hamd çeşitlerini kuşatır.
Bu hamd, kendisiyle rablerine hamd etmeleri, Rablerinin de bir tek halde iki
hamdi birleştiren bir suretle onlarla kendisine hamd etmesi yönünden
kâmillerle zuhur eder. Bu hamd, ilâhî ve kevnî mertebelerin hükümlerini ve
bunlara mahsûs isim, vasıf ve ha-kîkatleri/ayn aşar.
Allah, mürşiddir.
Hamd hakkında şunu
belirtmiştik: "Her hangi bir kimsenin bir şeye dair övgüsü, övülenin
övüldüğü cihetten öven tarafından tanınmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.
Çünkü hakikatte övgü/hamd, bir çeşit tariftir. Tarif ise, tarif edilen şey bilinmeden
gerçekleşemez." Bizim bu ifâdemiz, Zât'a ait tarifin dışındadır.
Binaenaleyh Zât'a ait
tarif, "vicdanî" bir şeydir. Vicdanî bilgiler ve zâta ait durumlar,
ilim mertebelerinin en açığı, ilmin en üstün kısımlarıdır. Binaenaleyh bu
itibarla bir şey, kendisine hamd etmektedir ve iki itibar ve iki vecihten kendi
nefsine delâlet etmektedir; nitekim buna, ilmin sırrı bölümünde işaret
etmiştik.
Ayrıca, bütün varlıklar,
Allah'ın kelimeleri oldukları için, onların Hakka hamd etmeleri, işaret
ettiğim gibi kendisinden elde ettikleri şey ile ve hakîkatlerinin/a'yân
aynasında yansımış te-cellîsiyle gerçekleşir.
Buna göre varlıkların
Haktan elde ettikleri şeyle kendilerine bitişen/iktiran Hakkın nuru ve
sıfatının sırrı, kendilerinde ve onlardan Hakka hamd eden şeydir. Bu durumda
Hak, yaratıklarının/halk mertebeleri açısından ve halkı ile bizzat nefsini
övendir, hamdin sahibi yaratıkları değildir.
Bu durum, hamdin dışındaki
bütün meselelerde de böyledir. Binaenaleyh bütün emir, Hakka racidir ve her
övgünün sonu O'na döner. Böylelikle hamd, O'nun bir sıfatı ve nisbetlerinden
birisi olmaktadır. Bu nispet, sadece "hamd" diye isimlendirilmesi
itibarıyla Haktan farklı olur. Bu açıdan ve bu itibar ile hamd sahibi/hamid,
hamd ve mahmûd/hamd edilen olmaktadır. "Hamdin hamdi" bahsinde dikkat
çektiğim şeyi hatırla ki, bu konu, onun sırımdandır.
Bilinmelidir ki: Hamdin
kısımlarından, geriye sadece hassas bir ek kalmıştır. Bu ek, zikredilen asıl ve
kısımlara dahil olmakla beraber, bu konuda daha fazla izahat verecektir; çünkü
bu ekin özelliği, daha önce zikredilen şeylerden daha anlaşılır olmasıdır.
Bunu öğrendiğinde şunu
deriz ki: Hamd, bir açıdan, övüle-nin/mahmûd kendisini övmesi ve başkasının onu
övmesi diye iki kısma ayrılır. Bunun ardından hamd, bir şeyin kendisini övmesi
veya başkasının onu övmesi itibarıyla üç türe ayrılır. Çünkü başkası, onu ya
mahmûd/övülen ile kaim olan bir fiil veya tenzih veya sübûtî bir sıfat ile
över, hamdi yapan, bu sıfatlan güzel bulur/istihsan ve bundan dolayı da bu
sıfatlar açısından mahmûdu över; veya hamd eden kişi, bu sıfatların hükmünün
mahmûd ile ve onda zuhuru açısından bu sıfatlara dayanarak hamd eder. Bu hamdin
gerçekleşmesi, kendisiyle bunlar arasında sabit bir münâsebete bağlıdır.
Nitekim, daha önce bunu belirtmiştik.
Bu kısım, bir açıdan, fiil
sıfatı kısmına dahildir. Çünkü güzel görmek/istihsan ve benzeri şeyler, bir
çeşit infialden hali değildir.
"Hamdin hamd"i,
bi-zatihi bütün kısımlara sirayet ve zuhur eder, bu zuhur ve sirayet olmasaydı,
hamd sahîh olmazdı; çünkü daha önce belirttiğimiz üzere, her varlık ve
mertebedeki hüküm, "cem" özelliğindeki sırra mahsustur.
Hamd, iki çeşittir:
Bunlardan "ilim"den ibaret olan birincisi, mahmûd'un üzerinde
bulunduğu durumu hamd etmektir. İkincisi ise, bundan daha özeldir, bu da,
ondan meydana gelen şeye hamd etmektir. Bu ikinci kısım, "şükür" diye
isimlendirilir. Kelimelerin, suretlerin, sıfatların, hallerin, zuhur eden ve
makûl keyfiyetlerin belirttiğimiz şeye delâletleri açısından tayini, sonsuzdur.
Hamdin, hamidin/öven ve
mahmûdların/övülenler zikretmiş olduğumuz bu kısımların dışında kalan her
hangi bir kısmı ve mertebeleri yoktur.
Bu konudaki tespitlerimizin
neticesi, şu hususun bilinmesidir: İlâhî mertebeye hamd ve sena lisanıyla
nisbet edilen her şey, ya subutî veya selbî bir emir ifâde eder. Buna göre
selb, teşbihe raci iken, ispat/olumlama, hamde dahildir.
Hamd sahibi, hamd ederken
zikredilen hamd mertebelerinden hangisiyle hazır/huzûr olursa, Hak yönünden
hamd sahibine yönelik netice ve ceza, bu mertebe cihetinden ve ona göre olur.
Kim, "hamdin hamdi" ile ve herhangi bir mertebe veya sıfat veya
belirli bir şart ile sınırla nmaksızm, "cem" sırrıyla hazır
olursa/Hakkı hamd ederse, bu kimsenin hamdinin neticesi, Hak olur. Çünkü bu
hamd sahibinin, kainata taalluk eden herhangi bir himmeti yoktur ve herhangi
bir mertebe veya sıfat veya isim veya başka bir şey ile sınırlanmış değildir.
Neticeler, esaslara bağlıdır.
Bu konuyu anla ve bu
bölümün sırrını düşünüp, dar ve ve-cizliğine dikkat et! Kuşkusuz, Allah'ın
yardımıyla "icmâl"in perdelerini yırtarsan, tafsil bahçelerinde
dolaşırsın.Allah, ihsan ve irşadın velisidir. [6]
Daha önce isimlendirmenin,
isimlerin, bunların konularının ve hükümlerinin külli sırlarına dikkat
çekmiştik. Bunu, sınırlı, hükmü genel, anlaşılması zor asıllar ile yapmıştık.
Hiç bir zevk, tafsîlî-cüzî nispet dışında, bu asılların makamlarına mahsûs zevkin
dışında değildir. Bu cüzî nispet, o zevkin zikredilen zevkin ihatası altına
girdiğine şahitlik eder. Bu isim/Allah hakkında "Besmele"den
bahsederken -Allah'ın takdir ettiği ölçüde- açıklamalarda bulunmuştuk.
Burada ise, Allah'ın takdir
ve meşiyeti ölçüsünde, bu konunun gerektirdiği bilgileri vereceğiz.
Şöyle deriz: Hamdi "Allah"
ismi açısından Hakka izafe etmekten ibaret olan "Hamd Allah içindir"
sözü, bir ihbardır. Bu isim, külli ve cami' bir isimdir; mâhiyeti açısından bu
isim hakkında herhangi bir hamd veya hüküm taayyün etmez ve hiçbir şeyin ona
isnadı sahîh değildir. Nitekim buna, mutlak hamd ve diğer mücerret hakikatler
bölümünde işaret etmiştik.
Bu isme izafe edilen her
istek, teveccüh ve iltica, müteveccihin/teveccüh sahibi, sailin /isteyenin ve
mültecinin/iltica sahibi haline göre, bu cüzî ve sınırlı nisbet ile izafe
olunur. Buna göre bu isim, mutlak olarak zikrediîemez ve tekrarlanamaz. Bu
isim, hakikat açısından değil, sadece lafzı açısından zikredilir ve
tekrarlanır.
Mesela hasta, "Ey
Allah" dediği vakit, safi ve sağlık bahşedi-ci olması açısmdan bu isme
iltica eder; aynı şekilde boğulan kimse de, "Ey Allah" dediği vakit,
bütün isimleri birleştiren bu isme "kurtarıcı" ve
"yardımcı" olması açısmdan iltica eder vb.
Hamdde de durum böyledir.
Hamdin, zikredilen durumlardan birisine göre belirmesi/taayyün gerekir; bu
durum, hamdin nedeni ve onu gerekli kılan sebeptir.
Bu isim/Allah, hakkında çok
söz söylenmiş bir isimdir. Bunun, camid-özel isim mi veya müştak/türetilmiş
olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları olmuştur. Bilginlerin bu konuda pek
çok ifâdeleri vardır ki, onları aktarmak veya tartışmakla ilgilenmeyeceğim.
Ben, sadece kendi zevkim ve marifetime göre, tahkik kaidesinin iktizâ ettiği
şeyleri zikredip, bunlarla dil hükmünün gerektirdiği şeyleri uzlaştıracağım.
Şöyle derim: Hakkm zâtına
tam olarak delâlet eden "alem" bir isminin olması sahîh değildir;
öyle ki, bu isimden, başka bir anlamın anlaşılması mümkün değildir. Bunun
nedenini, zevk ve nazar diliyle, ayrıca Kur'an'ın nazil olduğu dilin
ıstılahı/Arapça açısından açıklayacağım. Bu dil, mânâların, şer'î emir ve haberlerin
zarfıdır.
Hakkın böyle bir isminin
olamayacağının "zevk" diliyle izahı şudur: Hak, zâtı ve diğer
ilgilerden mücerretliği açısından, hiçbir emri iktizâ etmez, hiçbir şey O'na
uygun değildir, hiçbir hüküm ve itibar ile sınırlanmaz, hiçbir bilgi O'na
taalluk etmez, hiçbir şekilde belirlenemez. İsimlendirilen veya bir itibar veya
resim ile ve bunların dışındaki bir şey ile taakkul olunan her şey, bir açıdan
belirlenmiştir, bir itibarla sınırlanmıştır, bir hüküm ile zabt altına
alınmıştır. Hakkm mutlaklığı, mücerretliği ve zâtına mahsûs müstağniliği ile,
zikrettiğimiz şeylerden hiçbiri O'nun hakkında caiz değildir. Hakka dair, selbî
veya icabı veya bunları birleştirmek veya bunlardan münezzeh olmak gibi bir
hükmün verilmesi sahîh değildir; bilakis bu makam, hiçbir şekilde ifâde
edilemez ve hakkında hüküm verilemez.
Nitekim bunu daha önce
belirtmiş ve tekrarlamıştık.
Ayrıca, daha önce de ifâde
ettiğimiz gibi, basitlikleri ve vahdetleri/birlik açısmdan eşyanın
hakikatlerini idrâk edebilmek,imkânsızdır. Çünkü vahid/bir ve basit olan, ancak
biri ve basiti idrâk edebilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bizim, kendi
ahadiyetimiz/birliğimiz açısından herhangi bir şeyi idrâk etmemiz imkânsızdır.
Hakkın ahadiyeti, zâtı açısından mücerretliği ve bütün mücerretlik ve
basitlikleri aşacak şekilde hiçbir şeye taalluk etmediğinde hiç bir görüş
ayrılığı yoktur.
Binaenaleyh, eşya ile
aramızda pek çok açıdan münâsebet bulunduğu ve onların da taalluk ve
kayıtlardan soyutlanmaları söz konusu değil iken, eşyanın hakikatlerini
mücerretlikleri makamında idrâk ermekten aciz isek, Hakkın hakikatini idrâk ve
zabt etmekten aciz olmamız daha tabiîdir. O'nun bilgisiyle tahakkuk etmekten
aciz isek, -O'nu müşahede etsek bile- hakikâtinin künhü üzerine zait bir anlam
gerektirmeksizin kendisine mutabık bir delâlet taşıyan bir isim ile Hakkın
zâtını isimlendirmemiz zorunlu olarak imkânsız olacaktır.
Şöyle bir itiraz ileri
sürülebilir: Hakkın zâtına, zikredildiği gibi, kendisine mutabık özel bir isim
vermemizin imkânsız olduğunu kabul edelim. Fakat, Hakkın kendisini zâtına
mutabık delâleti olan bir isimle isimlendirmesi niçin caiz olmasın ki? Bunun
ardından da Hak, bu ismi bize bildirir, biz de bu ismi ve hükmünü Hakkın
bildirmesiyle öğrenmiş oluruz. Bu durumda Hakka bu ismi veren biz değil, bizzat
kendisi olmuş olmaz mı?
Bu itiraza şöyle karşılık
veririz: Bunun cevabı iki açıdandır. Birincisi, tümevarım yoluyla bu itirazın
cevaplanmasıdır. Şöyle ki: BÖyle bir ismi, Hakkın isimleri içinde
bulamadığımız gibi, Allah'ı en iyi bilen kimseler olan peygamberler, özellikle
de resullerin en kâmili ve en bilgilisi olduğuna imân ettiğimiz Hz. Muhammed
(s.a.v) tarafından bize böyle bir bilgi aktarılmamıştır.
Şayet böyle bir isim
bulunsaydı, kuşkusuz, bize nakledilirdi. Nasıl nakledilmezdi ki? Böyle bir
bilgi, özellikle Allah'a iltica, yakarma ve dua konularında olmak üzere,
peygamberlerin haber verdiği en önemli, en değerli ve en yararlı bilgilerden
birisidir. Bahusus, Hz. Peygamber (s.a.v), bir duasında şöyle buyur-
muştur: "Ya Rabbi!
Ben, kendini isimlendirdiğin veya kitabında indirdiğin veya kullarından
herhangi birisine bildirdiğin veya gaybmm ilminde kendine ayırdığın bütün
isimler hürmetine senden isterim/'
Hz. Peygamberin bu
hadisinden şu sonuç çıkar: Hakkın en yüce ve kendisine en yakın isimleriyle dua
etmek, dua sahibi için daha yararlıdır. Böyle bir isim ile dua etmek, duaya
icabetin ve amaca ulaşmanın sebeplerim pekiştirir. Hakka nispet edilmeye en
müstahak isim, O'na delâleti daha kâmil ve her hangi bir ortaklık olmaksızın o
isimden anlaşılan mânânın yeknesak olduğu isimdir.
İhtiyaç olduğu halde böyle
bir isim bulunmayıp, Hz. Pey-gamber'in duasının mefhûmundan da böyle bir ismin
Haktan zuhur etmediği anlaşıldığına göre, böyle bir isim, ya imkânsız bir
şeydir veya o, Hakkın gayb ilminde kendisine ayırdığı isimlerden birisidir.
Nitekim Hz. Peygamber,
duasında böyle isimlerin varlığından bahsetmiştir.
Şayet, herhangi bir
yaratılmış böyle bir ismi elde etmiş olsaydı, kuşkusuz o, Hz. Peygamber için
gerçekleşirdi; çünkü o, Allah'a göre yaratıkların en keremlisi, onun feyzini
kabul ve telakki etmede istidadı en kâmil olanıdır.
Bundan dolayı, kendisinden
önceki ve sonraki varlıkların ilmi Hz. Peygambere bahş edilmiştir.
Böyle bir ismin,
müştereklik vehmi veren veya çokluk ve taaddüt anlamı ifâde eden başka bir
anlam taşımadan, Zât'a tam olarak delâlet ettiği için, isimlerin en değerlisi,
en şereflisi ve en âmili olduğu ortaya çıkmıştır. Şayet bu isim, Hz. Peygamber
tarafından bilinmiş olsaydı, duasında şöyle demeye ihtiyaç duymazdı:
"Veya kullarından herhangi birisine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine
ayırdığın ismin ile."
Çünkü, Hakka götüren ve ona
sevk eden şeylerin en üstününü elde eden kimse, özellikle icmal ve müphemdik
yoluyla, başka bir şey ile Hakka tevessül etmekten müstağnidir; çünkü bu ısım,
diğer bütün isimlerden üstündür.
Uz. Peygamber, ihtiyat
niyetiyle, duasında zikredilen taksimi kullanıp, daha doğru ve yaraşır olanı
benimseyince, böyle bir ismin kendisi tarafından bilinmemiş olduğu ortaya çıkmıştır.
Şöyle bir itiraz
yöneltilebilir: Allah'ın bazı kullarını gördük ve bazı kimselerden işittik ki:
Onlar, Hakkın bir veya birden fazla isimlerini bilirler ve bu isimlerle pek
çok şeyde tasarruf ederler. Bu insanlar, kendilerini ilgilendiren konularda
Hakka bu isimlerle dua ederler, dua ettikleri şeylere Hakkın karşılık vermesi
de gecikmez. Bu durum, Ehlullah'uı muhakkikleri arasında sahîh ve yaygındır.
Bu kabilden olarak, Bel'ain'ın Hz. Musa ve kavmine bir isim ile beddua etmesini
zikredebiliriz. Böylece onlar, Allah'ın dilediği müddet yaşadıktan sonra çölde
ölmüşlerdir; bu bilgiyi, "Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz
kimsenin haberini oku" (Araf, 175) âyetini yorumlarken bazı müfessirler
zikretmiştir. Gerçi Bel'am, Allah teâlamn da bildirdiği gibi, asilerdendir,
bununla birlikte Hz. Musa ve kavmine yaptığı bedduası, o ismin özelliğinden
dolayı geçerli olmuştur.
Bu itiraza şöyle cevap
verebiliriz: Biz, Hakkın bir veya birden fazla isminin bulunup, Hakkın bunları
kendisine bildirdiği ve tanıttığı kimselerin bu isimlerle varlıkta tasarruf
sahibi olabileceklerini imkânsız görmüyoruz.
Aksine biz de, bunu biliyoruz ve buna inanıyoruz. Biz, ismin hükmünün
nüfuzunun umumi J olabileceğini ve sıfat veya fiil gibi vb. başka herhangi bir
anlam ^ taşımadan sadece Hakkın Zâtma tam mutabakatla delâlet edebileceğini
imkânsız görüyoruz. Sizin iddianız, bizim ifâde ettiğimizi ortadan kaldırmaz,
bu bilinmelidir.
Bizim bu itiraza
verebileceğimiz diğer bir cevap da şudur: Bu isim ile Haktan bize ulaşan bilgilendirmenin
vasıtasız olması kesinlikle mümkün değildir; biz bunu, serî ve zevki dille
açıklayıp, ortaya koyacağız:
Bunun şer'î dille delili,
Allah Teala'nm şu âyetidir: "Hiçbir kul yoktur ki, Allah onunla ya vahiy
veya perde olmaksızın konuşmuş olsun." (Şura, 51).
Allah'ın zâtma tam olarak
delâlet edebilecek her hangi bir ismin olamayacağının "zevk" diliyle
delili ise, şudur: Hitabm kendisine bağlı olduğu şeyin en azı bile, bir
perdedir. Bu perde, hitap eden/muhatıb ve edilen/muhâtab arasında gerçekleşen
"hitap" nisbetidir. Hitap, tecellînin hüküm ve şartlarındandır,
tecellî ise, sadece belirli bir mazhârda olabilir. Tecellînin hükümleri,
mazhârlara ve mazhârlarm hallerine tabidir. Çünkü daha önce de açıkladığımız
gibi, Hakkın tecellîsi ve hitabı bir olsa bile, ulaştığı ve uğradığı
tecellîgâhm hükmüyle boyanır. Muhatap, özel bir istidat, mertebe, rûhânilik,
hal, suret, mevtm gibi çeşitli şeylerle sınırlıdır; binaenaleyh bütün bu
zikrettiğimiz şeylerin Haktan vârid olan tecellîde bir eseri bulunur.
O halde, bize vârid
olan/gelen ve bize ulaşan şey, bulunduğu hal üzere kalmaz ve bizim de onu, o
halde iken idrâk etmemiz sahîh değildir; biz, bize gelen şeyi, kendimize göre
idrâk ederiz.
Ayrıca, bu hitabın
alıcı/kabil ve kabilin nispetleri açısından -sahîh ve sabit olduğu gibi-
herhangi bir değişime uğramadığını farz edebiliriz. Fakat bu durumda bile
hitabm, sadece hitap özelliğiyle bir veya iki muhataba tahsis edilmiş olması,
kendisini üzerinde bulunduğu mutlaklık ve Hakkın kendisi için iktizâ ettiği
tam mücerretlik halinden çıkartırdı.
Emrin, dikkat çekilen kayıt
hükümlerinden ayrılmış olması nasıl mümkün olabilir ki? Durum bu şekilde
olunca, hiçbir mutabakat meydana gelemez; çünkü çeşitli itibar ve kayıtlar ile
mukayyet olan şey, her türlü na't, sıfat, hüküm, kayıt, itibar ve benzeri şeylerden
münezzeh olan Mutlak ve Mücerred'e mutabık olamaz.
Eğer birisi, bu ismin hitap
ve tecellînin birliği açısından müşahede yoluyla bilinebileceğini iddia
ederse, ona şöyle cevap veririz: Kâmil ve sahîh zevk, şunu ifâde etmiştir:
Hakkı müşahede, fenayı gerektirir. Bu fenanın ardından müşahede sahibi, idrâk
ettiği şeyi izah edebileceği bir imkâna/eser sahip değildir.
Kâmil tahkikte şu vardır:
Bir kimse, Hakkı müşahede ettiğinde, o, kendisinden Haktan bulunan şeyi müşahede
etmiştir. Haktan o kimsede bulunan şey ise, o kişinin ilimde taayyün eden ayn-ı
sâbite'sinin birliğiyle kabul ettiği Hakkın "gaybî" tecellîsinden
ibarettir. Bu ayn-ı sabite ile o, herhangi bir vasıta olmaksızın özel bîr
açıdan başkasından farklılaşır; böylelikle o kişi, bundan sonra isim ve
sıfatlara ait mazhârlar vasıtasıyla zahir olan tecellîleri bununla kabule
istidat kazanır.
Böylelikle sûfîlerin
"Allah'ı ancak Allah bilir" ifadeleriyle, bizim "Herhangi bir
şeyin kendisine zıt bir şey ile idrâk edilmesi mümkün değildir" ifâdemiz,
bir de arifin Allah'ı zevk ve müşahede marifetiyle bilmiş olduğuna dair
iddiasını birleştirmek mümkün olur.
Kurb-i feraiz ve kurb-ı
nevafil'in sırrını bilen ve bu noktadaki açıklamalarımızı bilen kimse, işaret
ettiğimiz şeyin farkına varır.
Her halükarda biz,
istidadımız, mertebelerimiz, hallerimiz vb. açısından smırhyızdır. Binaenaleyh
biz, ancak bizim gibi sınırlı şeyleri ve de daha önce zikredildiği gibi ancak
kendimize göre kabul edebiliriz. Bize vârid olan/gelen tecellîler, ister zâta
ait, ister isimlere ve isterse de sıfatlara ait tecellîler olsun, zikredilen
kayıt hükümlerinden hali değillerdir.
Daha önce belirttiğimiz
ifâdelerimizi derleyip, bu eserde dağıtılmış nükteleri aklında canlandırarak
bir araya getirirsen, daha fazla açıklama ve beyana gerek kalmaz; çünkü, bu ve
benzeri önemli sırların çıkartılabileceği ölçüde açıklamalarda bulunduk.
Sonra şöyle deriz: Bu
görüşümüzü aklî delil ile şöyle ortaya koyabiliriz: İsmin vad' edilmesinden
amaç, zikredilmesiyle müsenımây a/isimlendirilen işaret etmektir. Buna göre,
Allah'ın zâtına göre bir ismi olsaydı, bu isimden amaç müsemmâyı belirtmek
için o ismin başkasıyla birlikte zikredilmesi olurdu. Hiç kimsenin, Hakkın
zâtını bilemeyeceğinde ittifak edildiğine göre, bu hakîkat için böyle bir ismin
vad' edilmesinde hiç bir fayda kalmazdı; böylece, bu çeşit bir ismin
bulunmadığı sabit olmuştur.
Ayrıca, vad' edilmiş bir
isme, his ile idrâk olunan, vehimde tasavvur edilen ve akılda zabt edilebilen
bir şey için ihtiyaç duyulur. Böylece bu şey, vad edilmiş bu isim ile, kendi
özel zâtının farkına varır. Hakkın, hislerle idrâki imkânsız olduğu gibi,
vehimlerde tasavvuru ve akıl kuvvetiyle zabt edilmesi de imkânsızdır; binaenaleyh
Hak için, özel bir ismin konulması imkânsızdır.
Mümkün sadece, Hâlık, Bari,
Muhsin vb. gibi Hakkın sıfatlarına delâlet eden lafızları zikredebilir.
Sonra şöyle deriz: Hak için
özel bir ismin vad' edilmesinin amacı, bu "müsemmâ"nm türü veya cinsi
itibarıyla veya herhangi bir özelliği açısından kendisine ortak olan şeyden
ayırt edilmesidir. Hak ise, bir cins veya tür altına girmekten veya birisinin
ona ortak olmasından münezzehtir; bu nedenle Hakka dair özel/alem bir isim vad'
etmek, imkânsızdır.
Alem isim, bilinen bir şey
için vad' edilebilir. Halk ise, Hakkı zâtı açısından bilemez; bu durumda Hak
için alem bir ismin vad edilmesi, imkânsız olur.
Ayrıca, lafızlar,
varlıklardaki/a'yân şeylere değil, zihinlerde somutlaşan şeylere delâlet
ederler. Bunun için, "lafızlar mânâlara delâlet eder" denilmiştir.
Mânâlar ise, ifâde sahibinin kastettiği şeylerden ibarettir, bunlar ise, zihnî
durumlardır. Buna göre lafzın mânâya delâleti şöyledir: Uzaktan bir cisim
görülüp, onun taş olduğu zannedildiğinde "o taştır" denilir. Cisme
yaklaşıp hareket ettiği görüldüğünde ise, "o kuştur" denilir. Daha
fazla yaklaşıldığında ise, "insandır" denilir. Binaenaleyh tasavvurların
farklılığından dolayı isimlerin farklılaşması, lafızların medlulünün haricî
varlıklar değil, zihni suretler olduğuna delâlet eder.
Zikrettiğimiz şeyi teyit
eden bir husus da şudur: Eğer lafız, haricî varlığa delâlet etse idi, bir insan
"alem kadimdir" ve bir başkası ise "alem hadistir" dediği
vakit, alemin aynı anda hem kadim ve hem de hadis olması gerekirdi. Fakat biz,
lafızlar zihni mânâlara delâlet eder dediğimizde, bu iki ifâde, bu iki insanın
zihni tasavvurlarına göre kendilerinden meydana gelmiş iki hükme delâlet eder;
böylece arada bir çelişki kalmaz.
Lafızların medlulünün,
haricî varlıklar değil de, zihinlerde bulunan şeyler olduğu belli olmuştur.
Zihinlerde bulunan şeyler ise, somut, sınırlı ve diğer zihni somut nesnelerden
ayrılmış şeylerdir. Hak ise, zâtı açısından zihnî, aklî ve haricî bütün somutlaşmalardan
ve tasavvurlardan münezzehtir. Hai böyle iken, bu durumda nasıl olur da, cüz'î
terkib ile bir araya gelmiş basit lafızlar, vad'î bir hükmün veya vad'î veya
ıstılahı bir kayıt ile sınırlanmış bir mefhûmun ortaklığı olmadan, tam
mutabakatla Hakkın mutlak Zâtına delâlet edebilsin?
Bunun imkânsız olduğu, son
derece açıktır.
Açıklamak istediğimiz şeyi
"zevkî" ve "aklî" lisan ile ortaya koyduktan sonra, bu
isimle ilgili dil hükmünün gerektirdiği şeyleri zikredip, bu konuyu
tamamlayacağız. Böylece, zevki hüküm ile Arapça'daki dil-ıstilâh bilgisi
arasında kitabın başında şart koştuğum uzlaştırma ve uyum gerçekle sebilsin.
Başarıya erdiren Allah'tır.
Bazı Arapça alimleri,
"Allah" isminin yedi özelliğe sahip olduğunu, bu özelliklerin başka
isimlerde bulunmadığını ileri sürmüşlerdir:
Bunların birincisi şudur:
Hakkın bütün isimleri bu isme nis-bet edilirken, o, bu isimlerden hiçbirisine
nispet edilmez. Bilginler, bu konuda şu âyetten delil getirmişlerdir: "En
güzel isimler Allah içindir, o isimlerle O'na dua ediniz." (Araf, 180)
Böylece bütün isimler, "Allah" ismine nisbet edilmiş, bu ismin
önemine dikkat çekmek için başka bir isme nispet edilmemişlerdir.
Bu özelliklerden birisi de,
diğer isimlerden farklı olarak, yaratıklarından hiçbir kimsenin bu isim ile
isimlendirilmemesidir. Bu konuda da "O'nıın bir benzerini bilir
misiniz" (Meryem, 65) , âyetinden delil getirmişlerdir. Bu âyetin anlamı,
Allah'tan başka "Allah" ismiyle isimlenmiş herhangi bir şey bilir
misiniz, demektir.
Bir diğer özellik ise,
şudur: Dilciler, bu ismin başındaki nida edatını "Ya/Ey"yı hazfedip,
şeddeli mim olarak ismin sonuna ilave etmişler ve "Ailahumme/Ey
Allah'ım" demişlerdir; bu ismin dışındaki hiçbir isimde böyle bir şey
yapılmamıştır.
Bir diğer özellik ise,
şudur: Onlar, hemzenin yerine Elif ve Lam'ı koymuşlardır; bu, başka isimlerde
yapılmamıştır.
Bir diğer özellik de şudur:
Dilciler, "Ya-Allah" deyip, hemzeyi okumazlar. Bu, başka bir isimde
yapılmamıştır. Böylece, nida edatı olan "Ya" ile Elif ve Lam'ı
birleştirmişlerdir. Bunu, aşağıdaki mısrada olduğu gibi şiirin zorunluluğu
olmadıkça, başka bir şeyde yapmamışlardır:
Senden dolayı ey
sevgilim/Ya'ileti, kalbim heyecanlanır Ve sen bana karşı sevgide cimrisin
Ferrâ ise, şöyle bir şiir
okumuştur:
O ve İsimlendirdiği kimse
mübarektir: Senin İsmin üzere: Allahümme Ya-liahl Bir başka şair ise, şöyle
demiştir:
Ey firar etmiş iki
veletjYa-l-ğuleman, Ki siz bana kötülük giydirdiniz
Bu ismin özelliklerinden
birisi de, ona yeminde özel bir harf eklemeleridir. Bu ek, "Tallahi
yapmayacağım" ve "Yemin olsun ki, kesinlikle yapmayacağım"
derken, "Ta" harfini bu ismin başına getirmeleridir.
Bu yedi özellik ile,
"Allah" kelimesinin harflerinden bahs ederken değindiğimiz, yedili
hükmü hatırlayınız! Bundan, ilk ferdiyete ve ona tabi dörtlemeye, sonra
önceliği olan ikiliğe, kendisinden sonra gelen ve ona bitişen beşli hükme
terakki edersin. Hakikatler arasındaki ahenge ve ortaya çıkan/zuhûr cüzîlerin,
bâtın haldeki küllî asıllarına tabi oluşlarını düşün! Bu durumda değerli,
çeşitli bilgi kapıları sana açılır. [7]
Bu yüce ismin köklerinden
birisi, birisi "Elihe" filidir: "elihe er-raculü
ile'r-racüîi-ye'lehu, ilahen", yani adam, adama sığındı.
"Fe-alehehu" Yani, o da, onu güven altına aldı ve emin kıldı.
İkinci kök ise,
"Velihe-yulehu"'dan alınmıştır. Bu kelimenin aslı,
"Vellahu"dur. Burada "Vav" harfi, "hemze" ile
değişmiştir;
nitekim aynı durum,
"vesad-isad", "veşah-işah" kelimelerinde de söz konusudur.
"Veleh", şiddetli muhabbet demektir. Aslında, "me'lûh"
denilmesi gerekirdi, fakat Araplar, alem isim olması için yapışma muhalefet
edip, "ilah" demişlerdir. Nitekim hesap edilen ve yazılan şeye de,
"hesap" ve "kitap" demişlerdir.
Bu ismin başka bir kökü
ise, bir şey perdelendiği vakit söylenen "Lahe-yeluhu"'; veya bir
şey ortadan kalktığında söylenen, "Lahe-yelihû" kelimeleridir.
Bu ismin başka bir kökü
ise, bir yere ikamet edildiğinde kullanılan "elihtü bi'1-mekan/mekana
yerleştim"den gelir.
Bir diğeri ise,
"ilâhîyef'ten türemiş olmasıdır; ilâhîyet, yaratmaya kadir olmak
demektir.
Bu ismin iştikakı
hakkındaki diğer görüşle ilgili olarak Dilciler, şunu ileri sürmüşlerdir:
"Allah" deyişimizdeki asıl, gaipten kinaye olan "He"
harfidir. Şöyle ki: Onlar, akıllarında bir mevcut ispat etmişler ve ona kinaye
harfi olan "He" ile işaret etmişlerdir. Bunun ardından da, o varlığın
eşyanın yaratıcısı ve mâliki olduğunu öğrendikten sonra, bu harfe mülkiyet
"Lam"'ım eklemişlerdir. Böylece "Lehu"ya dönüşmüştür.
Bunun ardından ise, tazim niyetiyle bu kelimeye "Elif" ve
"Lam"'ı ilave etmişler, böylelikle bu anlamı pekiştirmişlerdir.
Böylece kelime, bütün bu tasarruflardan sonra, "Allah" sözümüzdeki
şekline dönüşmüştür.
Bir diğer görüş şudur:
İnsanın, bir şeyde şaşıp kaldığı ve ona ulaşamadığmdaki durumu,
"Ye'lehu" diye ifâde edilir. "Veleh", aklın gitmesidir.
Bu ismin başka bir kökü
ise, deve yavrusunun annesine düşkünlüğünü ifâde etmek için kullanılan
"velihe el-fasîlu"dur. Bunun anlamı, kulların bütün hallerde Allah'a
yalvarırken istekli ve tutkulu olmaları demektir.
Bir diğer görüş ise, bu
lafzın abede-ya'bedu-ibadeeten kelimesinde olduğu gibi, elihe-ye'lehu-ilâhun'dan
türetilmesidir. İbn-i Abbas (r.a) "Seni ve ilâhını terk eder"
âyetindeki "ilâh" kelimesini "ibâdet" diye yorumlamıştır.
Şu da ileri sürülmüştür: Bu
ismin aslı, "ilâh"tır, sonra "Elif"' ve "Lam"
ilave edilmiş, "el-ilâh" haline gelmiştir. Bunun ardından ise,
harekesi kendisinden önce sakin olan "Lam" harfinde bulunması
itibarıyla "Hemze" tahfif edilip, hazf edilmiş, böylece kelime,
"Ellah" haline gelmiştir. Sonra arızî hareke, lâzım harekenin yerini
almış, böylece birinci lam harekesi sakin olduktan sonra ikincisinde idğam
edilmiştir. Bunun ardından kelime "Allah" diye ifâde edilmiştir.
Böylelikle, bu cami' isme
dair izahatımızı, zevk, nazarî araştırma ve dildeki kullanım açısından
açıklamış olduk. [8]
Bu ismin iştikak
vecihlerini ve bunların mânâlarını düşünüp, bir kısmının diğerlerine dahil
olması yönünden bu köklerdeki tekrarları ortadan kaldırırsan, bu ismin mânâları
arasındaki mutabakatın, hem zahirî ve hem de kendisine mensup bâtın sırları
açısından olduğunu öğrenirsin. Bu isme, mensup bâtını sırları daha önce ifâde
etmiştik. Eğer sözü uzatmaya neden olmasıydı, bunları sana belirtirdim, fakat
zikredilen şeyler, akıl ve basîret sahibi için yeterlidir.
Daha önce açıkladığımız
üzere, alemin Hakka zâtı açısından istinadı sahih değildir. Alem, ilâh oluşu
nisbetinin makûliyeti açısından Hakka istinat edebilir. Hakkın ilâh olarak
taakkulu ise, zâtı üzerine zait bir itibardır ve alemin Hakka, Hakkın aleme
taalluku, sadece bu isimle sahîh olabilir. Hal böyle iken, bütün isimlerin,
mertebelerin ve nisbetlerin mercii, zikredilen her şeyi içeren bu tek nisbet
olmuştur. Çünkü bu nispet, Hakka istinat eden ve izafe edilen bütün hükümlerin,
isimlerin, vasıfların, na'tlann ve nisbetlerin aslıdır.
Bunu anla, Allah mürşiddir. [9]
Hamdın sırrını, mertebelerini, kısımlarını ve
bu sûrede hamdın kendisine izafe edildiği "Allah" isminin sırrını
açıkladıktan sonra, şimdi de bu ismin ardından gelen "Rab" isminin
sırrını açıklayacağız:
Bu isim, ancak izâfeli
olarak vârid olur ve düşünülür. Bu ismin, lügat-ıstılâhî açıdan beş hükmü
vardır, bunlar da beş sıfatı gerekli kılarlar.
Bu isinin hükümleri
şunlardır: Sebat, siyâdet/efendilik, salah/iyilik, mülk ve terbiye. Çünkü Rab,
ıslah edici/Muslih, Efendi, Mâlik, Sabit olan ve terbiye edendir/Mürebbi. [10]
Rabbın ıslah edici/muslih
olmasının sırrı şudur: Mümkünlerin mâhiyetleri icabı ve kendiliklerinde
varlığa mensup olmaları, varlığı kabul edip, onun ile zuhur etmeleri, varlığı
kabul etmeyip, zuhur etmeme yönünden "imkân" mertebelerinde kalmalarından
öncelikli değildir. Binaenaleyh Hakkın, onların yaratılış yönünü
"imkân" perdelerinde kalmalarına tercih etmesi; hayır varlıkta, şer
ise yoklukta bulunmakla birlikte, Hakkın sırf yaratma açısından kuluna nimetini
arttırmasının sayısız bir nimet olması; hiç kimsenin, tam sağlık gibi bu
nimetin en küçük bir bölümünün şükrünü eda edememesi, Hakkın kulu hakkında en
yararlı, en uygun ve en iyi olanı gözettiğinin delilidir. [11]
"Siyâdet/efendilik"
hükmü, başkasının varlık kazanmada ona muhtaç olması ve kendisinin ise varlık
kazanmada başkasından müstağni kalışı açısından Hak için sabit bir özelliktir.
Çünkü varlığın kaynağı ve hakikati, kendisidir. Gma/müstağni-lik, gerçekte
izafî-selbî bir hakikattir ve müstağni kimsenin, müstağni olduğu hususta
başkasına muhtaç olmayışına delâlet eder. Bazen bu, bir, bazen ise birden fazla
durum olabilir; bununla birlikte müstağniliğin mutlak olarak hükmünün zuhuru
imkânsızdır. Nitekim hamd ve diğer hakikatlerin sırrını açıklarken buna işaret
etmiştik.
Gma'nm/müstağnilik dört
mertebesi vardır: Zahir mertebe: Bu mertebenin birinci hükmünün mahalli, dünya
alemidir, maddesi de dünya metaldir.
Bâtın mertebe: Bu mertebe
iki kısma ayrılır: Birincisi, faydası dünya alemini aşmayan mertebedir. Bu
mertebe, "baba/etken" ve temkin sahibi nefislerden olgunlar için
gerçekleşen "nefsî" müstağniliktir. Bu kimseler, isimlerin,
harflerin, bâtını teveccühlerin sırlan ile ve kimya/simya, teshir ilimleri
sayesinde varlıklarda tasarruf ederler.
İkinci kısım ise, faydası
herhangi bir mertebe veya sadece bir hal ile sınırlı olmayan kısımdır. Buna
örnek olarak, Allah'a güvenip, O'na tevekkül edenlerin ve tasarrufu terk
etseler bile varlıklarda tasarrufa kadir olanların hallerini verebiliriz. Bu
insanlar, Allah'ın katmdakini tercih edip, O'na karşı olan edeplerinin gereği
kadir oldukları halde tasarrufu terk ederler.
Bir kısım ise, bütün bu
zikredilen kısımları birleştiren müs-tağnilik mertebesidir.
"Fakr/ihtiyaç"in
mertebeleri, zikredilen bu mertebelerin mukabilidir. Binaenaleyh, herhangi bir
müstağnilik mertebesinde taakkul edilen herhangi bir ademî/yokluk
"nisbet", fak-nn mertebelerinden birisidir. Mutlaklık ise, daha önce
belirtildiği üzere, imkânsızdır. Kuşatıcı/cami müstağniliğin mukabili olan
kuşatıcı "fakr" ise, sadece "insân-ı kâmil" için mümkündür. [12]
Sebat hükmü, Rab ismine
mahsûs beş hükümden üçüncüsü-dür. Buna göre sebat, zâtı ve kendisi için sabit
olan durumlar/emirler ile kendi dışındaki şeylerden farklılaşması açısından,
her vecih ve hal üzere, her mertebede ortaksız olarak Hak-km sebatıdır.
Bunları, daha önce temyiz mertebelerinde özetle zikretmiştim, tekrara ihtiyaç
yoktur; onlara vakıf olan kimse, işaret ettiğim şeyin sırrını bilir. [13]
Mâlikîik hükmünün Rab
ismine mahsûs olması ise, Hakkın varlığı/alemi ilim, varlık- ve kudret olarak
ihatası etmesi ve alemin irâdesinin de, ilâhî irâdeye tabi olması açısından
alemde tezahür etmektedir. Nitekim Hak, bunu bildirmiş, izhâr etmiş ve
öğretmiştir.
Binaenaleyh Hak, dilediği
şeyi, dilediği şekilde, dilediği zaman, dilediği şey ile ve dilediği şeyde
ebedî olarak yapmaktadır. [14]
Terbiye hükmü ise,
varlığının devam etmesi ve baki kalması için Haktan bütün mümkün varlıklar için
hasıl olan imdada mahsûstur. Çünkü mümkün için varlık zatî değil de,
müste-fad/kazanılmış olduğu için, bekası bağımlı olduğu şeyin yardımına muhtaç
olmuştur. Aksi halde, imkân özelliğine ait "adem/yokluk" hükmü, var
oluşunun ardından gelen ikinci anda kendisini talep eder ve o da bunu kabul
eder (yok olur.) Şu halde kendisini sürekli kılmakla gerçekleşen varlığını
yokluğuna tercih hükmünün sürekliliği ve şartları, varlığında kendisinden
müstağni kalamayacağı şeylerdendir. [15]
Bu hükümlerin levazımı olan
beş özellik ise şunlardır: Sebâ-tın mukabili "telvin/gevşeklik";
siyâdetin/efendilik mukabili "ubudiyet"; ıslahın, yaratmanın ve baki
kılmanın mukabili "yok etme/i'dam ve helak"; mâlikîik nisbetinin
mukabili "memlük-lük/kölelik"; terbiyenin mukabili ise,
"terbiyeyi ve onun hükmüyle zuhuru kabul etmemek."
Bunların bir kısmı, bir
kısmma dahildir. Bu bağlamda telvin, sebatta mündemiçtir; çünkü telvin,
başkalaşmadan ibarettir. Başkalaşma hükmü, başkalaşma ve başkalaşan şeyin kendisi
için sabittir. Mahv/silinmek, ispatta sabittir; aynı şekilde mah-volan da, bu
özelliğiyle ve bu hüküm dolayısıyla kendisinden farklı şeylerden ayrılması
yönüyle mahveden için sabittir. Şu halde sebat hükmü, her şeyi kuşatır: Çünkü
herhangi bir şeyin li-zatihi iktizâ ettiği bir hüküm, o şey için sabit olduğu
gibi, bu hükmün sadece kendisine ait olması veya başkasının bu özellikte ona
ortak olması da sabittir.
Ubudiyetin siyâdette
mündemiç olması, şudur: Ubudiyet, "fakr/ihtiyaç" ve
"infial/edilgenlik" nispetleri arasındaki birleştirici bir
"nispef'ten ibarettir. Birbirine bağımlı iki şeyden birisinin bilinmesi ve
zuhuru diğerine bağlı olduğu için, bunlardan birisinin diğerinden müstağni
olamayacağı bilinmiş olunur.
İşte bu,
'"ihtiyaç" yönünden bu işin sırrıdır.
Ubudiyetin
efendiliğe/siyâdet dahil olmasının infial/edilgenlik yönünden sırrı ise,
şudur: Sahîh zevk ve kâmil keşif, herhangi bir şey müteessir olmadan müessir
olamayacağını bildirmiştir. Buna göre, infial hükmü, öncelikle failde zuhur
etmiştir; sonra bu hüküm, failden failin eserinin ve fiilinin zuhur mahalli
olan şeye sirayet eder.
Mâlikîik ve memlüklük ise,
fiil ve infial mertebelerinde mündemiçtir. Çünkü mülkiyetin ruhu, herhangi bir
kayıt, zorlama ve hal olmaksızın, herhangi bir hale bağlı olmadan ve herhangi
bir işte bağlı kalmadan kudret ve tasarruf sahibi olmaktır; bunun sırrını ise,
daha önce belirtmiştik. [16]
Terbiye, külli bir
hakikattir. Bu hakikat, vücûdî tedbirin/varlığın idaresi ve rabbanî-kevnî hükme
dair sırların büyük kısmım içerir. Terbiye, bazı açılardan, daha önce
zikredilen şeylerde mündemiç olsa bile, çeşitli açılardan da farklılık
gösterir.
Bunlardan birisi şudur:
İbka/bâki kılmak, bazen bekası istenilen şeye bekaya mâni şeylerin hâkim
olmasını veya varlığını ortadan kaldıracak veya hükmünü gizleyecek veya
zayıflatacak şekilde ona egemen olmasını engellemekle gerçekleşirken, bazen de
yok olmayı/fena gerekli kılan özelliğin zıddıyla yardım etmek suretiyle
gerçekleşir. Her halükarda ben, terbiyenin sırrını açıklayacağım ve bu konuyla
ilgili rabbanî ve kevnî sırları mücmel olarak bu açıklamama dahil edeceğim; bu
sırlar, son derece faydalı ve önemli sırlardır.
Allah, hâdidir.
Şöyle derim: Terbiye, hayât
ve bekânm kendisine bağlı olduğu gıdalara mahsûstur. Gıda, varlık suretinin ve
onunla kaim olan hayâtın ayakta kalmasının bağlı olduğu bir şeydir. Gıda, zahir
ve bâtın kısımlara ayrılır:
Mutlak vücûdî surete has
olan gıda, varlıklar/a'yân ve onların hükümleridir; zahirî açıdan somutlaşan
suretin gıdası ise, zahir suretinin kendisinden meydana geldiği/terkip şeye
benzer.
Bâtın açısından varlığın
gıdası ise, bu hakikatin sadece kendisiyle bilinip, zâtının veya hükmünün de
ancak kendisiyle zuhur edebildiği şeydir. Bu iki aslın dışında kalan gıdalar
ise, bunlara tabi ve bunların ferleridir.
Mutlak vücûdî surete
nispetle herhangi bir kevnî suret, uzuvlar gibidir. Bunlardan her birisinin,
ruhlar mertebesinden herhangi bir rûhânî mertebeyle irtibatı vardır. Her ruh
da, isimlerden herhangi bir ilâhî hakikate istinat eder. Hakikatlerin, farklı
nispetleri vardır: bunlar/ruhlarda farklı kuvvetler meydana getirirler. Bunun
sırrı ve eseri, ulvî ve diğer ruhların mazhâr-larmda hareketler, teşekküller,
manevî-rûhânî ve felekî-kevkebî ve diğer şekiJlerdeki karışımlar vasıtasıyla
zuhur ederler. Bütün bunların arasında ise, bir açıdan bir "tenasüp",
bir açıdan ise "it-me/tenafür" bulunmaktadır.
"Rab" isminin
bütün bunlardaki her vakitte saltanatının ve hükmünün mahalli, o şeylerde
zuhur, münâsebet ve kuvvet açısından en baskın olan özelliktir. Beşerî surette
de durum böyledir; şu anlamda ki: insanın her bir uzvunun bir kuvveti vardır,
her bir kuvvetin de, rûhânî, esmai, suri ve maddi olan kevnî bir hakikat ile
irtibatı vardır. Bütün bunlardan alan kuvvet, diğer uzuvların hepsine verir,
her bir ferd, diğer bir ferde münasiptir. Nispetler, rekaik/sırlar, izafetler,
bunların arasında meydana gelir ve hükümleri ortaya çıkar.
İşte, mutlak vücûdî
suretin, gaybî hakikatler karşısındaki durumu da böyledir. Gaybî hakikatler,
bu genel-zâhirî kevnî suretin kendilerine mutabık olduğu hakikatlerden
ibarettir.
İnsan, bütün varlık
suretlerinden çeşitli açılardan ayrılır. Bunların birisi, insanın dışındaki
bütün varlıkların, belirli bir mertebe açısından ve özel bir tarz üzere özel
bir gıdasının olmasıdır. O varlık, bu gıdayı aşamaz ve bundan başka bir
gıdayla beslenemez. İnsan ise, cemiyeti/her şeyi içermesi ve mutlakh-ğıyla,
bütün gıda türlerini aşabilir; bu Özellik, sureti açısından insana mahsûstur.
Bâtını ve mânâsı açısından insanın gıdası ise, bütün hakikatlerin hükümlerini
ve isim ve nispetlerin eserlerini kabul edip, bunlarla zahir olması, bütün
bunları izhâr etmesi ve hepsiyle vasiflanmasıdır.
Bilinmelidir ki: Gıda,
farklı tür ve çeşitleriyle, beka sıfatının mazhândır. Beka, "el-Kayyum"
isminin koruyucularından birisidir. Herhangi bir şey, kendisine zıt bir şeyle
zıtlık yönünden beslenemez. Gıdalanmadan kasıt, ez-Zâhir isminin ve hükümlerinin
sürekliliğini ve Vücûddan ibaret olan "en-Nur" isminin te-cellîsiyle
ayn-ı cem makamında tafsil sırrını talep etmekten ibarettir; gıdadan
uzaklaşmak ise, tecellîlerin Zât'a ait gayb mertebesinden ibaret olan kendi
asıllarına dönmesine işarettir. Tecellîlerin asıllarına dönmesi, tecellî
ettikleri kimsenin hükümlerinin kisvelerinden soyutlanıp, ondaki hükümlerinin
nihayete ermesinden sonradır. Bu asla, "Ben bilinmez bir hazine
idim", "Allan var idi ve onunla birlikte başka bir şey yoktu"
hâdisleriyle ve Allah, alemlerden
müstağnidir" âyetiyle işaret edilmiştir.
Daha önce bu konuda,
yeterli ölçüde ikâzlarımız olmuştu.
Şu halde ez-Zâhir ismi,
kendisine has itidal makamından el-Bâtın isminin hükmüyle boyanmasını gerekli
kılacak şekilde meyletmeye yöneldiğinde, el-Bâtın ismi kuvvetini ve zatî
müs-tağniliğini izhâr eder. El-Bâtm isminin ez-Zâhir isminin hükmüyle
boyanmasmm/insibağ nedeni, ez-Zâhir isminin vaktin ve gayenin sahibi olmasıdır.
El-Bâtm ismi, müstağnilik
nispetiyle ve münezzehliğiyle, herhangi bir mertebeyi tercih derecesine
ulaştığında ise, ez-Zâhir, el-Bâtm'm bilinmesinin kendisine bağlı oluş sırrını
ve ez-Zâ-hir'in el-Bâtın için matlup olmasını ve ez-Zâhir'in ise müstağni oluş
sırrını izhâr eder; şu halde bu iki mertebe arasında birbirini çekme ve
itişme/mücâzebe ve mukaraa, daima süregelir.
Haddin koruyucusu, yani
insân-ı kâmil, bu iki mertebe arasında bir berzah, bunları cem edendir.
İnsân-ı kâmil, Eryen kubbesinde/ kubbe-i Eryen[17]
olduğu halde elinde mizan, daima mizanın hakikatine bakmaktadır; mizânm
hakikati, itidal makamı ve dairenin orta noktasıdır.
Böylece insân-ı kâmil, bir
bekçi, koruyucu, ahadiyet-i cem özelliğiyle farklılık suretinin hafızı, izhâr
edici, düzenleyici ve ayırt edici olarak görülür. İnsân-ı kâmil, asıl'm
suretiyle teselli bularak ve mücerret bâtmî-gaybî hakikatler ile
zâhirî-mürekkep suri maddeler arasında mütenasip bir uyum sağlama ümidiyle,
Rabbinden, kendisini bir gün doyurup, bir gün aç bırakmasını talep eder. Çünkü
ismet/koruma, manevî, ruhanî, basit ve mürekkep suretlere nispetle de tabiîi
olmak üzere farklı itidal mertebelerine göre itidalin gereklerinden ve
hükümlerinden birisidir. İtidalin zıddı ise, kendisini yokluğa, bozulmaya,
sapmaya, dağılmaya ve şeytanî hükümlerin ortaya çıkmasına neden olur. Artık,
zikredilen şeyleri düşün! Bunları, her mertebede, belirli her surete, zahir ve
bâtın her uzuvda, rûhânî veya tabiî her durumda küllî ve umumi olarak
zikrettim. Bunları düşünürsen, çok önemli, değerli ve yüce sırlara muttali
olursun. [18]
Sonra bilinmelidir ki: Her
surî mizaç, kendisine mahsûs ve münasip bir itidale tahsis kılınmıştır. Bu
itidalin korumasıyla bu mizacın sahîhliği korunmuş olur ve sahibinin bekası
devam eder, bedenî kuvvetlerin hükümleri bu mizaçta zuhur eder. Bedenlerin
hükümleri, bu mizaçta, uygun tarz ve ifrat ve tefrit yönleri arasındaki
karışımla gerçekleşen uygun mizan ile zuhur eder. Böylelikle bedenin bütün
kuvvetleri, kendi fiil türlerinde tasarruf imkânı elde ederler; bunun yanı sıra
idrâk araçları da, kendi mertebelerine göre idrâk ettikleri şeylere taalluk
imkânı elde ederler.
Aynı şekilde, insan ruhunun
da kuvvetleri, sıfatları ve ihtilafları vardır; bunların arasında rûhânî ve
manevî bir karışım, bu karışımdan da "manevî" bir yaratılış/neş'et
meydana gelir. Bu mizacın, kendine has bir itidali vardır. Bu itidalin
korumasıyla, bu yaratılış/neş'et korunmuş olur ve kuvvetleri, tasarrufta bulunmaları
mümkün olan şeylerde, suri tasarrufta zikrettiğimiz şekilde, tasarruf imkânı
elde ederler.
Şu halde bu yaratılışı ve
bunun Özelliklerini, tarzlarını, gıdalarını, hükümlerini idrâk etmek için
basiret gözü açıldığı vakit, görülür ki, bâtını yaratılışın hükmü ve kuvvetleri
zahirî yaratılışa sirayet etmiştir. Bu sirayet, tam benzerlik/muhazat ve idrâke
mâni engellerin ortadan kalkmasıyla, el-Bâtın ve ez-Zâhir isimlerinin
suretlerinin o yaratılışa sirayet etmesidir; çünkü bu yaratılış, iki suretin
birleşimi, iki iyiliğin sahibidir. O, suret üzerine yaratılmış olandır, insana
ait zahirî suret, bunun bir parçasıdır. Çünkü insanın zahir sûreti/beden,
ez-Zâhir isminin nüshâsıdır; beşeri haller ise, kendi ayrt-i sabitesine tabi
olman ve hepsinin sabit olması yönünden, el-Bâtın isminin suretinin bir
nüshâsıdır.
Ez-Zâhir ve el-Bâtın
isimleri arasında zahirî yaratılışa/neş'et mahsûs karışımın/imtizaç ardından
gelen söz konusu karışım ile ilâhî sıfatlardan, ilimlerden ve ahlaklardan
meydana gelmiş ve oluşmuş bu suret, "cem ve vücûd mertebesi" yönünden
Hakkın suretidir; nitekim daha önce bundan bahsetmiştik.
"Cem ve vücûd
mertebesi" yerine, "Allah" ism-i camii açısından da
diyebilirsin. Kast edilen şeyi bilmen ve ibare perdelerini aşman koşuluyla
nasıl istersen öyle söyleyebilirsin.
İşte bu, muhakkiklerin
işaret ettikleri "ikinci doğum"dur. Bu ikinci doğum, sermedi bekanın
ve ulvî makamın sahibidir. Bu doğumda zevk mensupları, çeşitli mertebeler ve
özellikler üzerinde bulunurlar; daha sonra bunlara -Allah'ın izniyle- işaret
edeceğiz.
Bu makamdan,
"Rab" isminin ve onun "Amâ"da bulunmasının sırrı
öğrenilir. Nitekim Hz. Peygamber, kendisine "Yaratıklarını yaratmadan
önce Rabbimiz nerede bulunuyordu" diye sorulduğunda, şöyle cevap
vermiştir: "Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ'da idi." Ayrıca bu
ifâdeden, gök ve ona mahsûs sırlar da Öğrenilir.
İşte yarışanlar bunda
yarışsınlar; bunu Öğrenmek için çalışanlar çalışsın.[19]
Sonra şöyle deriz: Basîret
gözü/kalb gözü, ifâde ettiğimiz gibi açılıp, basîret gözünün nuru, basar/baş
gözü nuruyla birlesince, zikredilen yaratılışın bütün kuvvetleri de bu şekilde
zahir neşetin araçlarıyla birleşip, bazısının hükmü, diğerlerine sirayet
edince, bu halin sahibi, bu durumda sıhhatin güçlendirilmesini ve nefsin
korunmasını öğrenir. Ayrıca bu kişi, her kuvveti yaratıldığı şeyde kullanmayı
öğrenir ve o kuvvet ile o sının aşmaz-sıfatları birbirine karıştırmaz,
mertebeler ve hükümleri birbirine karıştırmaz; kendi nefsinde, özellikle de
idâresinin altında bulunan kimseler arasında adaleti gerçekleştirir; el-Hakem
ve el-Adl vb. isimleriyle tahakkuk eder. Bu kişi, Hz. Peygamber ve kendisinden
önceki peygamberler ve sonraki kâmil vârisleri gibi, sahih keşif ve ruhanî mizaç
sahibi haline gelir.
Bu durumda, kâmil keşfi
misâller mertebesinde idrak edilmek olan şeyi bu insan, "misâl"
olarak keşf eder; keşfinin kemâli, histe idrâk edilmek olan şeyi ise, histe
idrâk eder; keşfinin kemâli, mücerret mânâlar ve rûhânî mertebelerde idrak
edilmek olan şeyi ise, üzerinde bulunduğu hale göre kendi mertebesinde idrâk
eder.
Şeyhim ve imamım, en büyük
İmam/İbnü'1-Arabîbana şunu bildirmiştir: O, bu halle tahakkuk ettiğinde,
kuvvetlerinin her birisini sadece yaratılmış olduğu işlerde kullanmıştır;
kendi kuvvetleri de, kendilerinde adaleti ikame ettiği ve onları yaratılmış
oldukları işlerde kullandığı için, Hak katında ona teşekkür etmişlerdir.
İşte bu, kemâlin mâhiyetini
bilen kimselere göre kemâlin en üst mertebelerinden birisidir.
Artık sen de, Kardeşim,
Allah'ın izniyle kemâlin mâhiyetini bilenlerden ol! [20]
Sonra deriz ki: Bu zevk
sahibinin karşısında, keşf aleminden perdeli olan kimseler bulunmaktadır.
Onlar, nefsanî kuvvetlerin karartması, bazı tabiî sıfatların hükümlerinin diğer
sıfatları ortadan kaldırıp, onların bu galip sıfatın rengiyle kendi
özelliklerini giderecek ve ortadan kaldıracak şekilde boyanmasıyla egemen hale
gelmesiyle rûhânî mizaçları zikredilen itidalden uzak kalmış kimselerdir;
nitekim, tecellîye mazhâr olan tam teveccüh ve istidat sahibine nispetle Zât'a
ait tecellîden bahsederken bu meseleye işaret etmiştik.
Binaenaleyh kara cahile,
düpedüz ahmak, zekadan oldukça nasipsiz kimseye mahsus ruhanî mizaç, zikredilen
kemâlin sahibine ait ruhanî mizacın mukabilinde bulunmaktadır; bu kemâlin
sahibi, Hak ile işitir, Hak ile görür; aynı zamanda Hak da onunla görür, onunla
işitir. Nitekim sahîh bir hadis bunu bildirmiştir.[21]
Mizaçlardaki tabiî itidale
nispetle zikrettiğimiz bu mizacın bir benzeri, tam itidale en yakın mizaç olan
insan mizacına nispetle madenin mizacıdır.
Kâmil insan ve onun hali
ile zikredilen perdeli-cahil ve hali arasında, çeşitli mertebeler ve dereceler
bulunmaktadır.
Buna göre, kimin mertebesi
kemâl mertebesine daha yakın ise, onun keşf, ilâhî suret, Hakkı bilmek gibi
kemâl sıfatlarından olan payı da, bu yakınlık ve ilişki ölçüsüne göre
fazlalaşır.
Bu kemâlin mukabili olan
mertebeye yakın olanın ise, perdeleri daha fazladır; bu kişinin, Hakkın
suretinden, keşiften ve zikrettiğimiz diğer şeylerden olan payı da azdır.
Bütün zamanlardaki ilâhî
mizan, o zamanın kâmili, o kâmilin hali ve keşfinden ibarettir; mutlak varlık
suretinde, taayyün etmiş beşerî suretlerde ve manevî itidal veya ruhanî itidal
gibi diğer itidal mertebelerindeki itidal ve bozulma/inhiraf kâmilin mizanından
bilinir.
Beslenilen bütün gıda
suretlerinin, sureti ve cisimlerdeki eseri açısından görülen ve idrâk edilen
kuvvet ve özelliklerinin dışında başka bir takım özellik ve kuvvetleri vardır.
Bu özelliklerin, insan ve diğer varlıklarda zikrettiğimize üzere, değişen hükümleri
vardır. Gıdalar ile kendileriyle beslenen kimseler arasında, suri mizaç,
ruhanî mizaç ve manevî mizaç arasında bir açıdan bir takım münâsebetler, başka
bir açıdan ise çeşitli itme-ler/münaferat bulunmaktadır. Her durumda hüküm, Rab
ismine aittir. Rab ismine ait hüküm, bunlardan hâkim olan özellik ile zahir
olur.
Bunların en gizli olanı,
bilinmesi en zor alanıdır; bu gibi şeylerin bilinmesi, ancak ilâhî
bildirmeyle/tarif-i ilâhî mümkündür.
Binaenaleyh, münâsebet ve
zikredilen ruhanî mizacın sahîh-liği ölçüsünde keşif güçlenir, sahîh olur ve
artar. Bu durumda, keşfin mertebesi de, yükselir, ilimlerden, zevklerden ve
tecellîlerden olan neticeleri değerlenir. Fakat bunun şartı, el-Evvel isminin
hükmünün kendisine bitişmesi ve imkân vermesidir.
Nitekim, daha önce buna
defalarca işaret etmiştik.
Aradaki zıtlık ve
münâsebetin azlığı veya ruhanîlerin karışmasının zayıflığı oranında perdeler
artar; keşif, ilim, zevken idrâk ve bütün bunların neticeleri azalır.
Bu makamın, şimdi
konuştuğumuz bağlamda, başka ekleri vardır; fakat, bunları "Ancak sana
ibâdet ederiz" âyetini açıklarken zikretmek daha uygundur, bu nedenle bu
ekleri tehir ettim.
Allah, kolaylaştırandır.
Sonra bilinmelidir ki:
Tabiatın, mâhiyeti/min-haysü hiye açısından, bir takım hükümleri vardır;
ayrıca, tabiatın hükmünün mizaçta taayyün etmesi yönünden de bir mizacı ve
hükümleri vardır. Ruhların da, sıfat ve hükümleri vardır. Tabiat ve ruhları
birleştiren emrin, bir takım hükümleri vardır; bu ikisinin birleştiği
mertebenin de, mâhiyeti açısından bir takım hükümleri vardır. Bu birleşmeye
bağlı levazımın ve birleştirici emrin de bir takım hükümleri vardır.
Şu halde, tedric/aşama
aşama, riyâzet/nefis terbiyesi, teh-zib/ahlakı güzelleştirme ve siyaset:
bil-kuvve olan şeyin, bilfiil haline çıkmasında bunlardan yararlanır. Ayrıca,
bazı arızî iyi huyların zâtı huylar veya ona benzer hale gelmesi için derinleştirilmesinde
ve bazı sıfatların ortadan kaldırılmasında ve bunla-nn kötü huylarının
silinmesinde bu hükümlerden yararlanılır.
Bunlar ortadan kaldırılma
zsa, bu kötü huylar derinleşip, sonuçta insanın bu sıfatlardan kurtulması
imkânsız hale gelir ve bunların bulunduğu mahalde zararlı sabit bir takım
zararlar geride kalır.
Bütün bunlar, insanın
tedricen gelişip, kendisine münasip manevî, ruhanî, suri-misâli ve misâli
olmayan itidal derecesine ulaşması içindir; bu yükselmenin bilenen-yakm
gelecekteki hükmü, bilinen ve takdir edilmiş sonraki bir vakte kadar sürer.
Şu halde, ifâde ettiğimiz
hususları bilen kimse, suret ve onunla zuhur sırrını; keşf ve perde sırrını; bu
konuda gıdalara ait hükümleri öğrenmiş olur. Ayrıca, yiyeceklerden helal ve haram
olanların sırrı, mücahede ve riyazetin sırrı gibi büyük ve başkalarının mahrum
kaldığı sırlan öğrenmiş olur. [22]
Bilinmelidir ki: Gıda,
herhangi bir keyfiyetin baskın olduğu bir mahalle geldiğinde, o, bu keyfiyete
dönüşür. Mizâc kuvvetli olduğunda, gıda kuvvetini ve hükmünü ona baskın
gelmekle geçersiz kılar; bu durumda, gıdada bulunan özelliklerin eseri, ortaya
çıkmaz; bu özellikler, kendilerine baskın gelen bu yere uğramamış olsalardı,
ortaya çıkacaklardı.
İşte, bütün gıdalardaki
ruhanî kuvvet ve özelliklerin, rûhânî mizaç ve daha önce belirttiğimiz gibi
rûhânî kuvvetlerin, ilmî-amelî nefsanî özelliklerin birleşiminden Özel olarak
beslenen kimseye ait mizaç karşısındaki durumu da böyledir. Çünkü bu mizaç,
rûhânî sıfatların varlıklarını /a' yân yetkin iyi özelliklere çevirebileceği
bir kuvvet derecesine ulaşır. Bu sıfatın hükmü, kendisine işaret ettiğimiz bu
halin ve rûhânî mizacın sahibine hâkim olur; bu sıfatın kuvvet ve özellikleri,
bu şahsın kuvvetinin altında ve ruhunda ortadan kalkar.
Kemâl ehlinin mukabilinde
bulunan kimseye nispetle kötü yönde ve eksiklikler makamında da durum böyledir.
Çünkü ilâhî feyiz ve ulvî kuvvetlerin eserleri ve meleki teveccühler,
birbirlerinden farklılaşmış/temeyyüz bir halde son derece temiz ve mukaddes
bir halde kendilerine ulaşır. Buna göre bu tecellîler ve eserler, bu kimselere
ulaştıklarında, onların hallerine göre boyanırlar, kendilerine hâkim olmuş
kötü sıfat ile vasıflanırlar, bunun neticesinde de isimlere ait eserler ve
rûhânî teveccühler, o insanların tabiatları ve eksik ve bozuk/münharif
mizaçlarının altında ezilirler. Bu kimselerin kötü özellikleri, bu eser ve
teveccühlere hâkim olur, böylelikle, onları perdelerler ve hükümlerini
gizlerler.
Nitekim, daha önce
tecellîlerin sırrı bölümünde buna işaret etmiştik.
Bu sır ve makamın
tafsilinden, daha önce dikkat çektiğimiz üzere, helallik ve haramlığm sırrı da
öğrenilir. Böylelikle bilinir ki, bazı şeyler vardır ki bunlar, bazı kimselere
nispetle yararlı, bazı kimselere nispetle ise yararlı değillerdir. Zahirî
tabiat mertebesinde bunun örneği, bal gibi çeşitli şeylerdir. Bal, mizacı
ateşli ve tutuşmuş kimseye nispetle yararlı, mizacına balgam hâkim olan soğuk
ve rutubetli kimseye ise bal, yararlı değildir.
Bu konudaki prensibin şu
olmalıdır: Tabiî şeylerde bu hükümlerden herhangi birisini müşahede ettiğinde,
bunun benzerini rûhânî mertebelerde ve nefsânî ve manevî sıfatlarda da
düşünmelisin. Beş nikah ve bunların sırlan hakkında daha önce belirttiğim
gibi, tabiî hükümler rûhânî hükümlerden, rûhânî hükümler ise, gaybî
hakikatlerden meydana gelmiş olduklarını aklında tutmalısın. Şayet keşif ve
müşahede ehlinden isen, bu İfâdeyi hatırla ve gerisini bırak! Aksi halde teslim
ol ve talep et! Çünkü Rezzak, kuvvet ve metanet sahibidir, gayb hakkında cimri
değildir.[23]
Tabiî şeylerin rûhânî
şeylere tabi olduğunu dikkate aldıktan sonra, cüzî ruhların tabiî mizaçlardan
meydana geldiğini; bu ruhlar ve bedenler ölçüsünde ve mizaca göre
belirlendikleri için bunlara ait hüküm ve eserlerde mizaçlara ait şeyleri de
düşünmelisin! Bunun ardından da bu bilgiyle, başlangıçta dikkatini çektiğimiz
tarzda, isimler ve bir olan Vücûd-ı mutlak karşısında varlıkların hükmüne
terakki et; bütün bunların toplamından gözüken şeylere bakarsan, acaib sırları
görürsün.
Bütün mertebelerdeki
gıdaların hükmünü düşün! Binaenaleyh isimlerin gıdası, hükmün mahalli olan
mazhârlar şartıyla, onların hükümleridir; bu, mânâlar ve gaybî hakikatler
alemidir. A'yânm gıdası, Vücûddur. Vücûdun gıdası, a'yânın hükümleridir.
Cevherlerin gıdası, arazlardır. Ruhların gıdası, onların ilim- I leri ve
sıfatlarıdır. Ulvî suretlerin gıdası, hareketleri ve hareketleri sürekli kılan
şartlardır; bunlar, esmaî hakikatlerden istimdat eden ruhlarından yardım
taleplerinde şart olan şeylerdir. Unsurların gıdası, suretlerini baki kılan ve
onları zıt ve muhalif şeylere dönüşmekten koruyan şeylerdir.
Tabiî suretlerin gıdası, bu
suretlerin ve mizacın kendilerinden oluştuğu keyfiyetlerdir; binaenaleyh
hararet, ancak hararet ile baki kalır. Burudet ve bu ikisinin dışındaki ruhanî
keyfiyetler de böyledir. Hayâtın mazljân olan aslî rutubet[24],
ancak gıdalardan beslenen/istimdat rutubet ile bakidir. Fakat, hakikat ve hüküm
olarak manevî bir şeyin başka bir mânâ ile kaim olması, onların lâzımı olan
madde ve arazlar ile gerçekleşebilir. Bu araz ve maddeler, işin kendisine bağlı
olduğu şartlardır. Bu şartlar, li-zatihi maksat değillerdir, aksi halde aslî
birincil kasıt ile irâde edilmiş olmaları gerekirdi. Binaenaleyh bunların
vazifesi, maksadı yerine ulaştırıp, ayrılmaktan ibarettir; bunun ardından benzeri
onun yerini alır.
Farklı mertebelerine göre
bütün gıdalarda ve daha önce mertebelerinden bahsettiğimiz gıdalananlarda,
durum böyledir.
Vücûd bir olup, hiç bir
benzeri olmadığı için, Vücûdun birbirinden farklı a'yân ile zahir ve hasıl
olan taayyünleri de, Vücûdun birliğiyle/ahadiyet gerçekleşmiştir.
Burada bazı sırlar vardır
ki, bunların açıklanması mümkün değildir; fakat ima ettiğim şeyi düşünüp, bunun
makam ve aslına muttali olan kimse, bütün alemin suretlerinin zuhur sırrını;
ruhlarının sırrını; dünyevi, uhrevî ve berzahı yaratılışların sırrını öğrenir;
ayrıca hareketli ve hal sahibi bütün kimselerden sâdır olan hareket, fiil ve
hallerden; alemde gerçekleşen bütün kevn ve fesatlardan/oluş ve bozuluş meydana
gelen şeyleri; bütün bunlardan ve bunlarda öncelikli niyet/kast-ı evvel ile
irâde edilen şeylerin ne olduğunu; birinci kasta bağlı olarak ve ikinci derecede
bunlardan irâde edilen şeyin ne olduğunu da öğrenir; sadece bir açıdan şart
olan, bir tek itibarla irâde edilen şeyin ne olduğunu; herhangi bir mertebede
şart veya tabi olan şeyin, başka bir mertebede bizzat irâde edilen ve metbu
olan şey olduğunu; mevtin veya vakit veya başka bir şey ile sınırlanma yönünden
bütün bu zikredilen şeylerde vaktin, halin, mevtinin, mertebenin hükmünün ne
olduğu; bu durumların, nasıl olur da bazen met-buluk ve bazen de meşruiyet
mertebesinde bulunduğunu; başka bir zamanda ise şartlik ve tabilik mertebesinde
bulunduğunu; vaktin ve halin, kendisiyle ve kendilerine göre taayyün eden
kimseye nispetle ve de bunların kendisiyle taayyün ettikleri kimseye nispetle
hükmünün ne olduğunu öğrenmiş olur.
Hiç bir mertebede o
devirdeki ve asırdaki insân-ı kâmiî'in dışındaki hiç bir şey, birincil amaç
ile irâde edilmiş değildir.
Bazı şeyler vardır ki,
onlar, bir tek zaman içinde iki itibarla birinci ve ikincil kasıt ile irâde
edilmişlerdir. Ayrıca bu kimse, insân-ı kâmiî'in zuhurundan önce bu tafsillerin
içermiş oldukları mertebelerin mâhiyetini; bunun sahih olup olmadığını öğrenir.
Devamın, bekanın, ibkanın, sırrını; zevalin, ölümün, fenanın, yok etmeninin ve
bunların dışında tafsillerini ve başlıklarının tafsillerini bile zikretmenin
imkânsız olduğu şeylerin sırrını öğrenmiş olur. Üstelik, bu ilimlerin bir
kısmını isimlendirmek bile, içerdiği sakıncalardan dolayı, imkânsızdır.
Bu ifâdelerimiz, basiret
sahiplerini müstağni kıldığı gibi, bunlarda bu zevke ortak olanlara bir
hatırlatma, düşünenler için ise, ibret vardır.
Allah, hakkı söyler ve
dilediklerini sırât-ı müstakime ulaştırır. [25]
Tefsir:
"Alemm", alem
kelimesinin çoğuludur. Alem, "alâmet" kelimesinden türetilmiştir.
Alem, Allah'ın dışındaki her şeyden ibarettir. Bu sûre, hazret-i cem'den-cem
mertebesi varit olup, bu mertebenin sırrını içerdiği için, bu sûrede Rab ismi,
Allah'ın dışındaki her şeye izafe edilerek zikredilmiştir. Böylece, daha önce
bazı özelliklerinden söz ettiğimiz meseleye dikkat çekilmiştir. Çünkü bu ismin
izafetleri, pek çoktur; bu izafet ise, bunların en umumisidir. Bütün bunların
içindeki en hususî izafet ise, bu ismin kâmil ve birleştirici inşân olan Hz.
Peygamberimize izafe edilmesidir. Buna Örnek olarak "Hayır rabbına yemin
olsun ki, onların hepsini hasredeceğiz" (Meryem, 68); "Gani ve rahmet
sahibi Rabbine yemin olsun ki"; "Şüphesiz ki varış, senin
rab-bınadır." gibi âyetleri verilebilir.
Çünkü Hz. Peygamber, bütün
kâmiller gibi, Allah Teâla'nm kendisini isimlendirdiği üzere kemâli ve
câmiliğinden dolayı "Abdullah/Allah'ın kulu" olduğu için, bunun
ardından Rab ismine izafe edilmesiyle, rubûbiyet hükümlerinin en umumisini, en
kâmilini ve en camisini de taşımış olmaktadır. Bu iki izafenin dışında kalanlar
ise, bunların arasında taayyün eden tafsîlî ve cüzî mertebelerdir. [26]
Bunu öğrendiğinde alem
kelimesinin açıklanması bağlamında "bâtın" lisanıyla şöyle deriz:
Bilinmelidir ki: Hak,
alemin fertlerinden her birisini, kendisi gibi özel bir şeyin delili ve alâmeti
yapmıştır. Binaenaleyh her bir fert, taayyün etmiş varlığı açısından
"isim" diye isimlendirilen ulûhiyet nispetlerinden herhangi birisinin
alâmetidir. Delil olan bu şey, o ismin mazhârıdır. Ayn-ı sabitesi açısından
ise, o fert, kendisi gibi bir ayn-ı sabitenin delilidir; taayyün etmiş bir
varlık ile muttasıf olmuş ayn-ı sabite olması açısından ise, kendisi gibi
varlık ile nitelenmiş a'yândan herhangi birisinin alâmetidir.
Buna göre cüzler,
cüzîlikleri yönünden, kendileri gibi cüzîlerin alâmetleri; toplamları ve her
birisinin içermiş oldukları küllî mânâ yönünden ise, kendilerini birleştiren
küllî bir durumun alâmetidirler. Bu küllî emir, cüzîlerin varlıklarının
kendisinden taayyün ettiği Vücûd-ı Mutlak'tır.
Hak, büyük alemin bütününü
de, zahirî açısından kendi ruhu ve mânâsına delil ve alâmet yapmıştır. Bütün
alemin suretlerini ve ruhlarını, kendi isimleri, nispetleri ve alemin hepsini
kuşatan ulûhiyetinin alâmeti yapmıştır.
Allah, insân-ı kâmil'i
ruhu, sureti ve mertebesi itibarıyla bir bütün olarak, kendisine tam ve kâmil
anlamda delâlet eden eksiksiz bir delil yapmıştır.
Hak ve insân-ı kâmil'in
dışındaki şeylerin delâlet ettikleri varlıklara delâletleri, kendileri olmadan
delâlet edilen şeyin bilinmesinin imkânsız olması anlamında, zorunlu bir şart
ve hükmü sürekli değildir; aksine bunların delil olması, alemdekilerin
çoğunluğuna ve galip hükme nispetle böyledir. Hak ve insân-ı kâmil ise, böyle
değildir; çünkü onların her birisiyle her şey bilinebileceği gibi, her birisi
de, sadece ya kendisiyle veya diğeriyle bilinebilir.
İfade ettiğimiz bu
meselenin sebebi şudur: İnsan, her şeyin bir nüshâsıdır. Binaenaleyh insanın
kuvvet ve mertebesinde, kendisinde o şeyden bulunan özellik ile her şeye
delâlet etme imkânı vardır; buna göre bazen insan, her şeye delâlet etmede her
şeyden müstağni kalabilir.
ilâhî katta da durum
böyledir, çünkü Hak, her şeyi ihata etmektedir. Şu halde kim Hakkı tam olarak
bilirse, bu durumda ta-zammun/içerme ve iltizam yoluyla her şeyin hakikatini
bilebilir.
Hak ve insân-i kâmil'in
dışındaki şeylerde ise durum, açıkladığımız tarzdadır. Çünkü Allah'ın
kullarından bazıları, Hakkın fethinin kaynağı olabilir; böylelikle o kimse,
Hakkı Hak ile bilir. Bu durumda Hakkın bilgisi ve müşâhedesiyle tahakkuk edip,
bu bilginin ve müşahedenin hükmü, o kimsenin varlığının mertebelerine sirayet
eder. Böylelikle o kişi, kendisine en yakın şey olan nefsine varıncaya kadar,
her şeyi Hak ile bilir; nitekim daha önce bu konuya işaret etmiştik.
İlim, şuna hükmetmiş
tir/sebka t; Bazı şeyler, şart hükmündedir ve şart olan bu şey, hiç kuşkusuz
ki herhangi bir şeyin bilinmesinin sebebidir. Bu nedenle Hak, söylediğimiz
durumdaki kimse ve benzerleri için, o şeyde ve onun hakikatinde tecellî eder.
Böylelikle onlar, bu mertebede bu açıdan Hakkı bilirler, bunun ardından da Hak
ile bilinmesi o şarta bağlı olan şeyi bilirler. Fakat bu bilme, işaret4edilen
bu ilâhî nispet, kevnî nispetlerin ortadan kalkıp, "özel vecih/vech-i
has"in sirayet etmesi açısından gerçekleşir. Böylelikle bu kimseler,
yolların sırrından bahsederken belirttiğimiz üzere, onu sadece Hak ile
bilirler.
Bazı tecellîler ise,
kendilerinden daha alt mertebedeki başka tecellîlerin alâmetleridir. Şöyle ki,
muarrif/tanımlayan, tanımlanandan daha açık ve ondan önce olmalıdır.
Muhakkikler arasında,
tecellîlerin kendilerini kabul eden-ler/tecellîgâh yönünden ve tecellînin
kaynağı olan ve kendisinde zuhur ettiği isim ve mertebelerin farklılığına göre
farklılaştıklarında hiç bir görüş ayrılığı yoktur. Bazı tecellî mazhârlan,
mazhârlıkları itibarıyla, başka bir takım mazhârların alâmetleri oldukları
gibi, bazı tecellî ve mazhârlar da, başka bir takım tecellî ve mazhârlar
üzerinde perde olurlar; bununla birlikte, bütün bunlarda tecellî
eden/mütecellî, birdir.
Şu halde farklılık,
mertebelere, mertebeleri tanıma ise, ilme bağlıdır. İlmin gerçekleşmesi için
ise, alâmet/delil, yollar ve benzeri şeyler gibi pek çok sebep vardır; bunların
hepsini ifâde etmek, sözü uzatır.
Sonra şöyle derim: Bazı
vakitlerde bazı nefislerde, ilâhî ikram nefhalan coştuğunda, bir takım haller
hasıl olur. Bu haller, onların Hakkın dışındaki şeylerden yüz çevirip, tam
olarak temizlendikten sonra kalblerinin "vecih"leriyle göz açıp
kapatmadan daha kısa bir zamanda Gayb-ı Zât'a yönelmelerini gerektirir; böylece
bu nefisler, Hakkın dilediği ilâhî ve kevnî sırları idrâk ederler. Bu nefisler,
bazen bu mertebeleri ve tafsillerini öğrenirler, bazen ise öğrenemezler.
Bununla birlikte, konusu Hak veya alem olan bilgiyle tahakkuk ederler. Bu
bilgi, Hakkın dışındaki herhangi bir şeye delil ve alâmet olmaz; aksine Hak,
daha Önce de buna işaret ettiğimiz gibi, alâmetin ta kendisi olur.
Alemler, gerçekten de
çoktur; bunların başlıcaları, daha Önce mâhiyetlerini belirttiğimiz, vücûdî
mertebelerdir/hazret.
Amâ'dan taayyün eden
alemlerin ilki, mutlak-misâl alemidir. Bunun ardından, "teheyyüm"
alemi, daha sonra Kalem ve Levh alemi, sonra Tabiat alemi gelir. Tabiat
aleminin gelmesi, hükmünün cisimlerde Heyula ve Küllî cisim hakîkatleriyle
zuhuru açısındandır. Bunun ardından, Arş gelir. Tertip bu şekilde devam eder,
ta ki iş, dünya aleminde insana ulaşır. Bunun ardından, berzah alemi, daha
sonra "haşr alemi", sonra cehennem alemi, sonra cennetler alemi,
sonra "Kesib" alemi, sonra "ahadiyet-i cem ve'l-vücûd"
alemi gelir; bu alem, bütün alemlerin kaynağıdır.
Allah, hâdidir. [27]
Daha önce "Hamd
alemlerin rabbı Allah'a aittir" âyetinin kelimelerinden bahsedip,
bunlardan her birisine ait küllî sırlan ve bunların lâzımı olan mücmel hükümleri
açıklamıştık. Bu nedenle, bu âyetten bir defa daha mücmel ve veciz bir şekilde
bahsetmeye gerek duydum; böylelikle âyetin tek tek kelimeleri bilindiği gibi,
bütün olarak cümle ve metni de anlaşılmış olur. Allah nasip ederse süredeki
bütün âyetleri tefsir ederken bu şekilde hareket edeceğim. Bunun ardından, bu
konunun gerektirdiği ölçüde, daha önce zikredilen kısa açıklamaya, "Rahman
ve Rahim" isimleri hakkındaki açıklamamı ekleyeceğim. Gerçi daha önceki
ifâdelerde bu konuda yeterli açıklama vardı, fakat, Besmele'de önceden
zikredilmiş olsalar bile, bu iki ismin hükümlerine dikkat çekmemiz gerekmiştir.
Bilinmelidir ki: Hamd
sahiplerinin/hamid, hamd ettikleri kimselere/mahmûd olan hamdi, genellikle bir
nimetten sonra ve ihsanın karşılığında olmaktadır. Ihlas sahibi ariflerin,
herhangi bir nedene bağlı olmadan yaptıkları hamdleri, bu hamdin dışında
tutuyorum; çünkü onların, Hakkın li-zatihi/kendisinden ve sahip olduğu kemâlden
dolayı hamde müstahak olduğuna dair Haktan elde ettikleri bilginin kendisi, en
büyük ve ulvî nimetlerden birisidir.
Hamd genellikle ihsanın
karşılığmda ise ve herkes, şu iki hal, yani rahat ve sıkıntıdan birisinde
bulunduğuna göre, muhakkiklere göre Hak, kullarının maslahatlarını en iyi bilen
ve bu rt\a lahatları kullan adına onlardan daha iyi gözetendir.
Kuşkusuz ki, arif ve muhakkiklerin
efendisi, bir hâdisir, hamdin bütün hükümlerini toplamıştır. Hz. Peygamber,
taki hamdi "Nimet veren ve ihsanda bulunan Allah'a hamd olsun/el-hamdü lillahi'l-mün'imi'I-mütefaddıl" derken;
"sk1ntı"daki hamdi ise "Her halde Allah'a hamd
olsun/elhamdü iahi ala küllî hal" ifâdesinde bir araya getirmiştir.
Böylelikle Peygamber, bizim tabiat ve amaçlarımıza uygun olmayan halin, idrâk
edemediğimiz fakat faydası bize dönen bir veya çja_ ha fazla maslahata sahip
olduğuna dikkat çekmiştir.
Binaenaleyh bu hallerde,
biz onları kerih görsek bile, Allaly., ait gizli bir rahmet ve ulvî bir hikmet
bulunmaktadır; bu hikrrw bizim onlardan dolayı hamd etmemizi gerektirmektedir.
Bigjm onda idrâk ettiğimiz bu ölçüdeki kerahet, pek çok durumda Hak onları süse
bile, bir takım hallerimizin kendi üzerimizdeki kümleridir. Nitekim Allah,
şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız
şeyler racidir; Allah ise pek çoğunu siler." (Şura, 30).
Hz. Peygamber de, Ebu
Zer'in rivayet ettiği kutsi bir hâdiste Allah'ın şöyle buyurduğunu
belirtmektedir: "Şu halde kim la_ yır bulursa, Allah'a hamd etsin; bunun
dışında bir şey buları ise sadece kendi nefsini kınasın."
Buna göre, kerih gördüğü
haller de dahil olmak üzere n içinde bulunduğu bütün haller, içerdikleri
maslahatlardan dolayi Hakka hamd etmeyi icap ettirirler. Bu maslahatları,
herkes hisseder. Buna örnek olarak, Hz. Ömer'in meselesi ve onun râk ettiği
şeyin farkına varan kimseleri verebiliriz.[28] İşte
bu, metin genelliği ve rahmetin umumiliğidir.
Hamd, ihsan sahibinin
ihsanı ile ihsanının mazhârı olan kimse arasında meydana gelir. İşte Hakka
izafe edilen bütün kemâl vasıfları da, bu iki ilâhî ve kevnî mertebe arasında
ortaya çıkar.
Hamdın en önemli nedeni ve
gerekçesi ihsandır ve "Allah'a hamd olsun/El-hamdülilllah" diyen
kimsenin bu ifâdesi, Hak-km hamdın mâliki, hak sahibi/müstahak, daha önce
açıklandığı üzere farklı mertebelerine ve külli hükümlerinin detaylarına rağmen
hamdın sadece kendisine mahsûs olduğunu belirtmekten ibarettir. Hamd ise,
mutlak ve külli bir hakikat olup, aynı zamanda bu mutlak hamdın izafe edildiği
"Allah" isminin de mutlak bir isim olması ve de Mutlak'm, salt
mutlaklığı açısından herhangi bir hükmünün ortaya çıkmayışı nedeniyle, bunun ardından
tarif, Rab ismiyle gelmiştir. Rab isminin, sadece izafe olarak kullanıldığını
belirtmiştik. Bu nedenle Hak, bu ismi "alemler" kelimesine izafe
etmiş, böylelikle de "Allah" müsemmâsmı, bu mertebede ve bu açıdan
tarif etmiştir.
Hak, rubûbiyetinin
saltanatının umumiliğini, uîûhiyetinin hükmünün kapsayıcıhğmı açıklamak; mülk,
terbiye, tasarruf vb. daha önce açıklanmış olan yönlerden emrinin ve kudretinin
alemde nüfuzunu ispat etmek için, Rabbı alemlere izafe etmiştir.
Şu halde
nimetlendırme/in'am belirtilip, nimetten dolayı hamde mazhâr olan nimet
sahibinin mertebesi ortaya çıkınca, bunun ardından hamde neden olan ihsanın
ulaşmasının bilinmesi, hamd edilenin hamd sahiplerinden üstünlüğü, onun
rablı-ğı/rubûbiyet, hükmünün amel sahiplerine şâmil olmasını açıklamaya gerek
duyulmuştur. Onlar, bu hükümlerin mahalleri ve bu nispet ve sıfatların
mazhârlarıdır. Bu ihsan, hangi yolla ulaşır, bu yolların sayısı ne kadardır?
Kısımları nelerdir? Çünkü bunları bilmekle nimete nail olan kimse, nimete ve
nimeti verene dair tam bir bilgi elde eder ve hamildeki huzuru kemâle erer,
ulvîleşir ve genişler.
Şu halde, Hakkın bunun
ardından sadece er-Rahmân ve er-Rahim isimlerini zikretmiş olması, hamd ve
şükre neden olan nimettendirme ve ihsanın, bu iki ismin feri olduklarına işarettir.
Çünkü rahmet ve onun gazabı
geçmesi olmasaydı, alem var olamaz, el-Munim, el-Muhsin ve benzeri isimlerin de
herhangi bir "ayn"ı zuhur edemezdi.
Bunun için er-Rahmân ismi,
ihata, hüküm, taalluk ve kapsa-yıcılıkta Allah ismini takip etmiştir.
Allah, bu iki isim
vasıtasıyla burada nimetine mazhâr olmanın iki yolu, nimetinin de iki kısım
olduğunu belirtmektedir: Bunların ilki, tertip silsilesi ve sebepler, şartlar ve
vasıtalar mertebesidir; diğeri ise, vasıtaların ve zikredilen şeylerin ortadan
kalkması yoludur. Sebeplerin ve varlıkların kendisinde herhangi bir hükmünün
veya ortaklığının bulunmadığı özel yolla gerçekleşen nimetlendirmeye, daha Önce
defalarca dikkat çekmiştik.
İki kısım ise,
umum/genellik ve husustan/özellik ibarettir. Umumilik, Rahmân'a ait
varlığa/vücûd mahsûstur. Çünkü rahmet, daha önce de belirttiğimiz üzere,
varlığın ta kendisidir. Gazap, mümkün çokluğun lâzımı olan
"ademî/yokluk" hüküm ile ortaya çıkar. Bu noktada rahmetin gazaba
önceliği, yaratma tercihidir.
Er-Rahmân, Vücûdun aynısı
olması cihetinden, Hakkın bir ismidir; çünkü Hakkın isimleri, eser ve
kabiliyetlerle taayyün eden itibarlara göre kendisine izafe edilirler. Bunun
için isimler, müsemmâ tek olsa bile, çoğalmışlardır.
Tahsis, "umumun
hükümlerinden birisi ve onun feri olduğu için, er-Rahim ismi er-Rahmân'da
mündemiç olmuştur. Ulûhi-yet, mâhiyeti açısından herhangi bir varlığı olmayan
makûl bir mertebedir ve kendisiyle nitelenmiş ve isimlenmiş Hak'tan farklı
değildir; çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere isim, bir açıdan nuisemmâsmm
aynıdır. Bu nedenle "Allah" ismi, bütün mertebeleri ve varlıkları
kuşatan bir isim, Rahman ismi de sadece varlığa delâlet ettiği için
"Allah" isminden daha hususî olmuştur. Rahim ismi de, Vücûdun
hükmünün tafsiline ve varlıklarda onun taayyünlerini izhâra tahsis edilmiştir.
Şu halde açıklanan şeyi
anlayıp, daha önce bu iki ismin açıklanması ve de istivanın sırrı, Arş ve
Kürsî'nin sırrı hakkındaki açıklamaları hatırlarsan, bu isimlerin bilgisiyle
tahakkuk etmiş olur, bunların pek çok sırrına muttali olursun.
Sonra şöyle deriz: Her
şeyin, çoğul veya fert olarak, mertebe veya varlığı açısından Hakka istinat
etmesi gerekir. İşte bu nedenle bu iki ismi diğer isimlere mertebe ve üstünlük
açısından takdim edip, şöyle buyurmuştur: "De ki: İster Allah deyiniz, ister
Rahman deyiniz. Hangi isimle dua ederseniz edin, en güzel isimler ona
aittir," (İsra, 110)
Sonra bilinmelidir ki:
Rahmet, külli tek hakikattir. Rahmete mensup olan ve Hz. Peygamberin
"Allah'ın yüz adet rahmeti vardır" hâdisiyle işaret edilen çokluk
ise, rahmetin mertebelerine racidir. Rahmetin yüz sayısına tahsisi,
zikredilmesi hadiste teşvik edilen küllî isimlere/99 isim işarettir; Cennet
mertebele-rindeki durum da böyledir.
Binaenaleyh, sayılan
isimlerin her birisinde rahmetin bir hükmü vardır. Çünkü isimler, daha önce
açıkladığımız üzere, bir açıdan müsemmâmn aynıdırlar. Müsemmâ ise, Vücûd-ı
Mut-lak'm sahibi olan er-Rahmân'dır. Daha Önce, isimlerin hükümlerinin sadece
mazhârlarıyla zuhur ettiklerini belirtmiştim; maz-hârlar ise, varlıkları
açısından dikkate alınmadıklarında, ademi nispetlerdir. Nispetlerin itibarı,
ancak Vücûd ile mümkündür. Şu halde isimlerin ve mazhârlarından ibaret olan
"a'yân"ın hükmü, Vücûda tabidir.
İşte bu, daha önce dikkat
çektiğimiz er-Rahmân isminin hükmünün umumi olmasının sırrıdır.
Şu halde dünyaya
gönderilmiş bir tek rahmet, rahmetin nispetlerini birleştiren/cami bir
nispettir. Bu nispet, Hakkın tecellîsinin ve isimlerinin hükümlerinin, her
halde, vakitte ve mertebede kabiliyetlere ve bunların hükümlerine göre taayyün
ettiğini belirttiğimiz üzere, kuşatıcı bir mertebede zuhur etmiştir. Doksan
dokuz rahmet ise, rahmetin mertebeleri ve sayılan isimlerdeki hükümlerinden
ibarettir.
Bu durumda birleştirici
nispet, küllî açıdan rahmetin hükmünü izhâr eder; zikredilen isimler ile de,
rahmetin tafsîlî hükümleri zuhur eder; hepsinin birliğiyle ise, işin sonunda
rahmetin gazabı geçmesinin sırrı zuhur eder.
Daha önce defalarca
belirttik ki, işin sonu, başlangıcın benzeri, hatta ta kendisidir. O,
başlangıç ve son arasında ortaya çıkan nispetlerin hükümlerinin tedahülünden
dolayı iki taraf arasında gizlenmiştir. Sonra, öncelik hükmü, işin sonunda
kemâle erer ve böylelikle sonuçta baskınlığı zuhur eder. Çünkü her işte hüküm,
"cem" sırrıyla olmak şartıyla önce olanlara aittir; nitekim daha önce
defalarca bu meseleye işaret etmiştik.
Kıyamet günü gelip, bu
birleştirici nispet isimlere bölü-nen/teferru' doksan dokuza eklenip,
el-Muntakim, el-Kahhar ve benzeri isimlerin hükmü sona erdiğinde, yaratılışın
başlangıcında rahmetin gazaptan önce gelmiş olmasının sırrı zuhur eder.
Varlıklar/mevcudat,
isimlerin ve hakikatlerin mazhârlan, insan da bu varlıkların en kapsamlısı ve
kâmili olunca, ilâhî emir, kulları arasında bu küllî ve tafsîlî hükmün mazhârı
olan ve rahmete tahsis edilmiş kimselerin bulunmasını iktizâ etmiştir.
Böylelikle bu kul, hadiste kıssası anlatılmış olan "sicillat" sahibi
olur. Bu insanın ahadiyet-i cem sırrını taşıyan bineği de, içinde "La
ilahe illellah/Allah'tan başka ilâh yoktur"un bulunduğu şeyden ibarettir;
bu binek, öncelik, câmilik ve ahadi-yetin sahibidir. Böylelikle bu binek, bütün
isimlere baskın olur.
En kâmil tahkike göre:
Rahmetin hükmü, isim mertebelerinde tafsil nispetiyle ve kesret de çokluk ve
ahadiyetiyle sirayet ettiği için, gâliplik ve mağlupluk rahmete raci iki hüküm
olmuştur. Binaenaleyh rahmet, a ha diyeti/birlik ve tafsîlî nispetleri birleştirmesi
açısından, galiptir; bizzat kendisi, ferleri, her ismin mertebesinde o isme
göre taayyün eden cüzî nispetleri açısından ise, mağluptur. Böylece rahmet,
galip olan mağlup, mahkum olan hâkimdir. Aynı durum, işaret edilen mazhârda da
böyledir. Çünkü "sicil/yazılmış" olarak doksan dokuz, bu kulun
işlemiş olduğu kötü fiillerinin halinin nüshâsıdır; "La ilahe illellah/Allah'tan
başka ilâh yoktur"ı içeren binek ise, işlemiş olduğu iyi davranışlarının
nüshâsıdır. Böylelikle kendisine izafe edilmiş iyi fiil, bu kötü fiillere
baskın olmuştur. Şu halde bu kul, iyi fiili açısından galip, kötü fiili
açısından ise, mağluptur.
Bu makamın üstüne çıkan
kimse, fiilin fail ile birlikte kendi nefsine galip geldiğini görür; çünkü bu
makam sahibinin zevkinin üzerine terakki ederse, aleme nispet edilen bütün
fiil ve sıfatların, Haktan sâdır olduğunu ve mümkünlerle birlikte olmak
şartıyla tekrar ona döneceklerini görür. Mümkünler, kendileriyle beslenmenin
gerçekleştiği mânâları taşıyan gıda maddeleri gibi, sadece şartlardır;
böylelikle bu maddelerle amaçlanan şey, talep sahibine ulaşır ve onunla
birleşir, bununla birlikte arada farklılık bulunmaz, bunun ardından
"ara" da ortadan kalkar.
Artık, "er-Rahmân ve
er-Rahim" isimlerine ait bir ilave kalmıştır, bunu zikredip, bununla
-Allah'ın izniyle- bu isimlere dair açıklamalarımıza son vereceğiz. [29]
Bilinmelidir ki: Rahmete
mahsûs mertebeler, üçtür: Zuhur mertebesi, bâtmlık mertebesi ve ikisini
birleştiren/cem mertebe; daha Önce, temyiz mertebelerinde ve başka bir takım
yerlerde bunlardan bahsetmiştik.
Her varlık, bu mertebelere
sahiptir ve bunların hükmünden hali değildir. Bu üç mertebeye göre rahmetin
hükümleri, sait-lerde, şakilerde, mücerret ruhlar gibi bedenleri olmaksızın sadece
nefisleriyle nimetlenen kimselerde, ya da sadece bedenleriyle nimetlenenlerde
ve bu ikisini birleştirenlerde, ayrıca cennette sûretleriyle değil de
amelleriyle nimetlenen saitlerde çeşitli kısımlara ayrılır; Cennette saitlerin
ilimleriyle nimetlenme-lerinin nedeni, onların "ameller" cennetinde
surî olarak nimet-lenmelerini gerekli kılacak şeyler hazırlamayışlarıdır.
Bununla birlikte başkalarına nispetle nimetleri çoktur. Bunların zıddı ise,
Allah'a dair ilimleri olmayan zahit ve âbidlerdir; çünkü bu kimselerin ruhları,
kendileriyle ilâhî ve ilmi mertebeler arasındaki münâsebetin yoksunluğundan
dolayı, rûhânî nimetten çok az nasiplenirler.
Bu nedenle, yani aradaki
münâsebetin yoksunluğundan dolayı, bu kimselerin himmetleri, amel esnasında
amelin ve neticesinin ardına taalluk etmemiştir; aksine onlar, ameli gaye
zannedip, onun katında/lede'1-amel durmuşlar, kendilerine vaat edilen şeyleri
arzulayıp veya sakmdınldıklan şeylerden korkarak amelle sınırlı kalmışlardır.
İki nimeti tam olarak
birleştirenler ise, ilim ve amelde kâmil payı elde edenlerdir; bunların örneği,
Hz. Peygamber ve veli ve kâmillerden ona varislik kemâline eren kimselerdir.
Rahmet varlığın kendisi;
Vücûd, nûr ve daha Önce de dikkat çektiğimiz gibi ademî/yokluk hüküm,
zulmetin/karanlık sahibi ise, nurun kendisinde daha yetkin ve şâmil zuhur
ettiği kimse, Hakka nispetle kulların en yakını ve en kâmili olmaktadır. Bu nedenle
Hz. Peygamber, Rabbinden zahirini nûrlandırmasmı talep ederek, saç, deri, et ve
benzeri zahirî organlarını zikretmiştir. Bunun ardından ise, kalb, görme ve
işitme gibi bâtını uzuvlarını saymıştır. Hz. Peygamber, tek tek bunların
sayımını bitirdikten sonra, bunların hepsinin birliğinin/ahadiyet-i cem'ihî
lisanıyla konuşup, şöyîe buyurmuştur: "Allah'ım beni nûr kıl, beni nûr
kıl/"
İşte bu, zahir ve bâtm,
mücmel ve mufassal olarak bütün açılardan rahmetin hükmüdür.
Bu makamın sahibinde,
ademe/yokluğa dönük yönü olan imkân verililerinin hükmünden, sadece bir açıdan
bir tek nispet kalır. Bu nispetle, bu kimsenin ubudiyeti sabit olur ve bununla
kendi sureti üzerinde bulunduğu kimseden/Hak ayrılır.
Hakkın, peygamberini
alemlere rahmet olarak gönderilen ve de müminlere karşı rauf ve rahim diye
tarif etmesini hatırlayı-nız! Allah'tan niyaz et ki, seni de bu en büyük
efendiye bu üstün Ve şerefli makamda vâris kılsın! Bu makamın sahibi, insân-ı
kâmil'dir. Zikredilen hal ise, kemâlin haddinin cüzlerinin en büyüklerinden ve
bu makama mahsûs vasıfların en kâmillerinden birisidir.
Bu, böyle bilinmelidir.
Şimdi, tekrar konumuza
dönüp, şöyle diyoruz:
Cehennemde de durum bu
şekildedir; Çünkü, cehennem ateşi müminin bâtınına tesir edemez. Münafık ise,
zahirle ilgili olan en üst katta azap görmez, o, bâtınla ilgili en alt katta
azap görür. Müşrik ise, saadeti tam olan saidin mukabilinde, hem üst ve hem de
en alt katta azap görür.
Burada zikredilmesi mümkün
olmayan bir takım konular vardır ki, akıllı kişi, daha önce yapılan
işaretlerden bunları anlar.
Bu kısımların, bir takım
tafsil ve hükümleri vardır, bunları zikretmek, sözü uzatmaya neden olacaktır.
Bu nedenle, bunları zikretmekten vazgeçip, bu kadarıyla sınırlı kaldnn. Bu
sûredeki "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazap ettiklerinin-kine
değil" âyetinden bahsederken, bu meselenin sırlarından kalanları, âyetin
gerektirdiği ve Hakkın takdir ettiği ölçüde -Allah'ın izniyle- zikredeceğim.
Sonra bilinmelidir ki:
er-Rahim isminin hükmünden ibaret olan tahsis, daha önce belirttiğimiz gibi,
"iki kabza/iki tutuş"ya tabi olan iki türden ibarettir. Bunların
birisi, şüpheli şeyleri ortadan kaldırmak suretiyle nimet sebeplerini, saadet
ehline tahsis etmektir. Nitekim Allah teala şöyle buyurmaktadır: "De ki:
Allah'ın kulları için çıkardığı zinetini ve temiz rızıklan kim haram kılar?
De ki: onlar, dünya hayâtında imân edenlere aittir, kıyamette ise sadece onlara
aittir." (Araf, 32).
Çünkü dünya, çokluk ve
karışım diyarıdır. Binaenaleyh bu nimetler, dünya hayâtında sıkıntı ve mekan
hükümleriyle karışmış olarak müminlere aittirler; âhirette ise, bu nimetler
saf olarak müminlere ait olacaktır.
Şu halde er-Rahim ismi,
nimet sebeplerini ve ihsan kaynaklarını sıkıntı ve kir pisliklerinden
arındıran şeydir.
Tahsisin diğer türü ise,
saitlerin mutlak anlamda şakilerden, temyiz edilmesi ve dünya hayâtında meydana
gelen benzerlik-ten/teşabüh ayıklanmasından/taMis ibarettir. Dünya hayâtında bu
benzerlik, er-Rahmân isminin umumiliğinden kaynaklanmaktadır. Dünya hayâtında
şakilere ait olan rahmet, rahat vb. şeyler, ayrıca bunun zıddı olarak sait
müminlere ait olan sıkıntı ve elemler, rahmetin hükümlerindendir.
Aynı zamanda, zahir
alimlerinin büyüklerinden bir guruba göre "er-Rahmân", mânâsı
açısından umumi, lafzı açısından hususî iken, "er-Rahim", lafız
yönünden umumi, anlamı yönünden ise, hususîdir. Bu görüş, bir açıdan
"tahkik" diliyle işaret ettiğimiz gerçeğe uygundur; gerçi bizim
işaret ettiğimiz gerçek, zahir ehlinin bilgi kaynağından elde edilmemiştir.
Hz. Peygamberin işlere dair
bilgisinin kemâline ve Hz. İbrahim'in babasına söylemiş olduğu söze bak!
Allah, bu ifâdeyi Kur'an'da bize hikaye etmektedir: "Ey babacığım! Sana
Rah-mân'dan bir azap ulaşmasından korkuyorum." (Meryem, 45).
Buna göre Hz. İbrahim, o
gün babasının üzerinde hükmü olan isme riâyet etmiştir ki, o isim, er-Rahmân
ismidir; çünkü babası, rahat ve selâmet içinde bulunmaktaydı. Böylece Hz. İbrahim,
er-Rahmân isminin kuşatıcı bir isim olduğuna ve ihatası altında rahmetin
dışında hükmü bulunan isimlerin de bulunduğuna babasının dikkatini çekmiştir.
Bu hüküm, er-Rahim ismine ait arınma ile âhiret hayâtında zuhur eder, böylece
halis rahmet kısmı, kendisine zıt bütün hükümlerden ayrılır ve her ismin
Özelliği, kendisine göre zuhur eder.
Buna göre Hz. İbrahim
babasına adeta şöyle demiştir: "İçinde bulunduğun rahat ve emniyete
aldanma! Çünkü el-Munta-kim isminden, zikredilen arınma ve ayrışma yoluyla
er-Rahmân isminin hükmü ayrıldığında, şimdi içinde bulunduğun halden farklı
şiddetli ve zor şeylerle yüz yüze gelirsin. İşin ve vaktin uygun olduğu sürece
bunu anlamaya çalış!" Bunun üzerine Allah, Hz. İbrahim'in dikkatini
çektiği konudan babasının idrâkini per-delemiştir; bunun nedeni ise, Allah'ın
takdir ettiği herhangi bir Şeyin gerçekleşecek olmasıdır.
Burada önemli bir sır
vardır ki, buna dikkat çekip, bu âyete dair açıklamalarımıza sona erdireceğiz.
Bu sır şudur: er-Rahim ismine izafe edilen tahsis, irâde hükmüdür; çünkü irâde,
daha önce açıkladığımız gibi, aslî-ilk isimlerden birisidir. Er-Rahim ise,
ihatası altındaki isimlere nispetle külli isimlerden sayılsa bile, zikredilen
ilk-ana isimlerden sonra gelmektedir.
Ardından, irâdeye nispet
edilen tahsis, kâmil tahkikte ilmin hükümlerinden birisidir; çünkü bütün
tahsisler irâdeye dayan-saydı, irâde olması özelliğiyle irâdenin kendi tahsisi,
ya kendisine dayanmış olurdu; bu durumda bir şeyin, kendisine bağımlı ve
kendisi için bir sebep olması gerekirdi ki, bu doğru değildir; ya da, bu irâdeden
önceki başka bir irâdeye dayanmış olması gerekirdi ki, buna dair sözümüz,
önceki irâde hakkındaki sözün aynısıdır. Böylece iş, devir veya teselsüle
ulaşır ki, her ikisi de, bu tarzda imkânsızdır/muhal. Ayrıca, ilkinden başka
bir irâde bulunsaydı, ilim ve hayâtın da irâdeye dayanmış olması gerekirdi,
halbuki irâde, bunlara dayanmaktadır ve irâdenin mertebesi, hayât ve ilmin
mertebesinden daha sonra gelmektedir. Şu halde, ilim ve hayâtın irâdeye
dayanması, geçerli değildir.
O halde irâde, gerçekte,
Zât'a ait özel bir taalluktur, bu taalluk, ilim ile taayyün eder ve ilimde
sabit olan tahsisleri ortaya çıkartır; yoksa irâde, ilimde tahsisi bulunmayan
bir şeyi tahsis etmez. İlim, ilim olması yönünden Zât'm özel bir taallukudur,
bu taallukun hükmü de, bilinen/malum ve irâde edilen şeyde ve onlara göre
belirlenir/taayyün. Şu halde mümkünün yaratılışla ilgili "tercih"
nispetini ve bunun levazımını kabul etmesi, ilmi hükmü belirler/ta'yin; ilmî
hüküm ise, irâde ve ihtiyar nispetlerini ve bunların hükümlerini belirler/ta'yîn.[30]
Bu makamın,
"ümena/eminlerin"nm kendileriyle bezendiği bir takım sırlan vardır.
Ümena/Hakkm Emin Kullan, sıdk/doğ-ruluk ve inayet ayaklarıyla bu makâmm
zirvesine yükselirler. Şayet sen de, ulvî himmet ve kâmil istidat ehli isen, bu
sırların hazinesine ve bu nurların kaynağına seni muttali kılması için Hakka
yönel! Bu talebine cevap verilirse, yüksel, bak, uzaklaş ve artık konuşma!
Allah, kullarına karşı
latiftir, dilediklerini rızıklandırır. Allah, güçlü ve azizdir. [31]
Bu âyet, çeşitli meseleleri
içermektedir.
Bunlardan bazıları
şunlardır: Mülkün sırrı; günün sırrı ve ibâdete, cezaya, boyun eğmeye ve daha
sonra Allan'ın-izniyle- dikkat çekeceğimiz başka şeylere delâleti yönünden
dinin sırrı. Öncelikle -Allah'ın yardımıyla- bunlardan tek tek bahsetmekle
başlayacağız, daha sonra ise, bütünü açısından bunlardan bahsedeceğiz; nitekim
daha önce de böyle hareket etmiştik. Şöyle deriz: [32]
Milk, şiddet ve kuvvet
demektir; aynı zamanda milk, kudret ve tasarruf anlamında da kullanılır.
"Melikü't-tarik", dilde, yolun ortası demektir.
"Melikü'd-dabe", hayvanın sürücüsü ve rehberi demektir. Meleküt,
zahir ve bâtını kapsaması açısından, bu kelimenin mübalağa siygasıdır.
Bu kelimenin içermiş olduğu
bütün bu anlamlar, Hak için sahîh olan anlamlardır. Çünkü Hak, kuvvet ve
metanet sahibidir; rehber ve kayyumdur; her şeye kudreti yetendir; dilediği
her şeyi yapandır; her şeyin melekütü onun elindedir.
Meleküt'te ince bir sır
bulunmaktadır. Şöyle ki, meleküt, mülkteki mübalağadır. Mülk, sadece zahirle
ilgilidir, çünkü yaratıklarda mülk ve mâlik, onları Haktan farklı olarak kalplere
ve bâtınlara mâlik yapamaz; Hak ise, bunların hepsinin mâlikidir. Hakkın
bâtını olarak mâiik olması, Kalbin, Hakkın iki parmağı arasında bulunup,
dilediği gibi onu çekip çevirmesi itibarıyladır. Fiil ve tasarrufa dair her
zahir, bâtına tabidir. Şu halde bâtında melik olmak, zahirde de melik olmayı
gerektirdiği halde, zahirde melik olmak bâtında melik olmayı gerektirmez.
Bundan dolayı bazı
kimseleri görürüz ki, herhangi birisini sevdiklerinde bâtın ve zahiriyle o
kimseden etkilenirler; sevdiği kimse, onun meliki, sultanı ve efendisi olmasa
bile, yerleşik ıstılaha göre onun mâlikidir.
Gerçi keşfe ait tahkik şu
bilgiyi vermiştir: Bütün aşıklar, gerçekte kendi nefislerini severler, fakat,
sevgilinin sureti, kendileri için bir ayna mesabesindedir. Bu aynada seven
kimse, tam münâsebet ve rûhânî paralellik/muhazat açısından, kendisini müşahede
eder. Şu halde "maşuk/sevilen" diye isimlendirilen şey, sevenin
kendisini sevmesinin ve kendisinde tesir etmesinin şartı olur.
Bunun sırlarından birisi
şudur: İnsan, ilâhî ve kevnî mertebeleri kapsayan özet bir nüshadır. Her şey,
insanda bulunur, bununla birlikte herkes, aşın yakınlık ve vahdet/birlik
hükmünün kesrete/çokluk baskm gelmesinden kaynaklanan mündemiçlik nedeniyle,
bunu idrâk edemez. Şu halde herhangi bir şey, kendisinden veya kendisine
münasip başka bir şeyle, adeta bir ayna gibi manevî ve rûhânî bir
paralellik/muhazat makâmmda bulunursa, bu ölçüdeki farklılık ve -benzerliğin
yanı sıra- orta uzaklık, o şeyin kendisiyle o şeyden veya benzerinden
farklılaşan şeyde suretinin zuhur etmesinin nedeni olur. Böylelikle o kimse,
kendisinden ayrılan şeyde kendisini idrâk eder ve yakınlık ve ahadiyet/birlik
perdesi ortadan kalktığı için nefsini müşahede edebilmesi mümkün olur;s bunun
neticesinde ise, tecellîgâhı haline gelmiş olan bu şeyde kendisini sever.
Bu makamın, başka önemli
bir takım sırlan vardır ki, burada onları zikretmek uygun değildir; bu, sadece
bir değinme ve işaretten ibarettir.
Sonra şöyle deriz:
Bilindiği gibi bu âyet "Melik-i yevmi'd-din, Mâlik-i yevmi'd-din"
şeklinde de okunmuştur. Her iki okumanın da dil açısından kendisine özgü ve
başkalarının ortak olmadığı anlamları vardır.
Zahir ehli, bunların
arasında çeşitli farklar zikretmiştir. Bazı alimler, "Melik"
okuyuşunu, bazıları ise, "Mâlik" okuyuşunu üstün saymışlardır. Her
bir gurup, tercih ettiği görüşün doğruluğuna dilin gerektirdiği çeşitli
açılardan delil getirmişlerdir. Ben, burada onların görüşlerinin detaylarını
zikredecek değilim. Şu var ki, bu görüşlerden sadece iki kelime arasındaki
farkın anlaşılmasını temin edecek görüşleri zikredeceğim, böylece dilin hükmü
açığa çıkmış olur. Sonra da, Hakkm bu konuda bahş ettiği ve zevkimin
gerektirdiği şeyleri dile getireceğim. Şayet, zev-kî bilgileri, dilin ıstılahı
anlamından anlaşılan şeylere tatbik etmek amacım olmasıydı, nakil ehlinin
herhangi bir görüşünü ak-tarmazdım. Fakat, kitabın başında zikredilmiş olan
taahhüdümde dikkat çektiğim bu hikmetten dolayı, bu kadar nakilde bulunmayı
istisna etmiştim.
Şöyle derim: Melik ve mâlik
arasında zikredilen farklar arasında şu vardır: Mâlik, kölenin sahibidir;
Melik ise, halkm hükümdarıdır/melik. Köle, halktan daha zelil bir haldedir, bu
nedenle mâliklikteki baskmın/kâhr, melikliktekinden daha fazla olması gerekir.
Şu halde mâlik, hal olarak melikten üstündür. Melik, siyaset ve gücüyle
birlikte bazı açılardan meliktir; mâlik ise, her halükarda mâliktir ve ölümden
sonra da, velayet ona aittir.
Ayrıca şunu ileri
sürmüşlerdir: Hak, "mâlikü'1-mülk/mülkün mâliki" olmakla övülür,
"melikü'1-mülk" olmakla övülmez. Bunun delili şu âyettir: "De
ki: Allah'ım, mâlikü'l-mülksün." Böylece mâlik'in, melik'ten üstün olduğu
sabit olmuştur.
Ayrıca şunu ileri
sürmüşlerdir: Melik, bazen mâlik olur, bazen ise olmaz; aynı şekilde mâlik de
bazen melik olduğu gibi, bazen olmaz. Şu halde meliklik ve mâliklik, zaman
zaman birbirlerinden ayrılabilir. Şu var ki, mâliklik, serbest tasarrufun sebebi
iken, meliklik böyle değildir; buna göre mâlik, bu anlamca melikten daha üstün
olmaktadır.
Bilinmelidir ki: Bu
kelimenin -ister "Melik" ve isterse de "Mâlik" olsun-
içermiş olduğu kemâl özelliklerinin hepsi Hak için sabit olduğu için, âyet iki
rivayetle de varit olmuştur; çünkü birleştirmek/cem, daha üstün ve daha
kâmildir. Hakkın emri bir ve bütün isim ve sıfat mertebelerindeki tercih de,
bir tek nispetten olan tek şeye ait olunca, bu tercih edici emirden dolayı
vahdaniyet özelliğindeki ilâhî emir, tercih edilmiş diğer şeylere bu makam ve
mertebede ulaşır; bu tek emir, Hakkm mazhârı, rubûbiyet ve bu durumda ihatası
altında bulunan şeylere karşı tahakküm sırrının taşıyıcısıdır; nitekim daha
önce bunu belirtmiştik.
Şimdi -Allah'ın izniyle-
her birisiyle okumak caiz olmakla birlikte, iki kıraatten birisini tercih
etmeyle ilgili zevkî emrin gereğini zikredeceğim.
Bu tercihin konusu, tahkik
kaidelerinin gerektirdiği bir takım sırlardan dolayı "Mâlik"
olmaksızın "Melik-i yevmi'd-din" okuyuşudur.
Bu sırların birisi, şudur:
Mâlik, "Rab" isminde mündemiçtir; çünkü Rab isminin dildeki
anlamlarından birisi, "mâlik" demektir. Kur'an, i'caz/aciz bırakma
ve vecizlik özelliğiyle nazil olmuştur. Şayet "Mâlik" okunuşunu
tercih etmiş olsaydı, icazla çelişen bir çeşit tekrarlama olacaktı. Kâmil keşif
ise, varlıkta asla tekrar olmadığını ifâde etmiştir. Şu halde, bundan dolayı
"Mâlik" değil, "Melik" okunuşunu tercih, zorunludur.
Bu meseledeki diğer sır
ise, iki öncüle dikkat çektikten sonra ortaya çıkacaktır: Bunların ilki, son başlangıcın
benzeri, hatta aynısıdır şeklinde ifâde ettiğim kuralı hatırlamaktır; çünkü
sonlar, öndekilerin aynısıdır. Diğer öncül ise, varlıkta meydana gelmiş bütün
işlerin, tesadüfen gerçekleşmeyeceğidir; aksine varlıktaki her şey, vasıtalar
ve mazhârlar bunu bilinmez yapsa bile, Hak tarafından amaçlanmış ilâhî bir
tertip ile gerçekleşir.
Her vakitte Varlık/Vücûd
ile vasıflanan mümkünler, bundan daha kâmil ve şerefli olan şeyi kabul etme
gücünde değillerdir. Şayet akılar, bu tertibin sırrına ve bundaki ilâhî hükmün
sırrına ulaşamazsa bu, kevnî acizlikten ve mümkün varlık olmaktan kaynaklanan
bir eksiklikten doğar.
Bu meseleye, kısmen ve
hatırlatma kabilinden Besmele'nin harflerinden bahsederken değinmiştik.
Bu durum sabit olunca,
deriz ki: Gerçekleşen/vaki ve hükmü sürekli ilâhî tertibe göre Kur'an'm son
süresi, "De ki: Ben insanların rabbına sığmıyorum" âyetiyle başlayan
Felak süresidir; bu durum, sûrelerin tertibi esnasında ister bilinsin, isterse
de bilinmesin böyledir. Bu isim, bu sûrede "Mâlik" değil,
"Melik" olarak yer almış ve Rab isminin ardından zikredilmiştir;
üstelik bu sûrede bu ismin "Mâlik" şeklinde okunması caiz değildir.
Şu halde bu durum, "Melik" şeklinde okumanın daha üstün olduğuna
delildir.
Ayrıca, Hak işin sonunda,
büyük kıyamette ve de seyir ve soyutlanma/insilah halinin sona ermesinin
ardından gerçekleşen vuslat haliyle tahakkuk esnasında kopan küçük kıyametlerde[33]
birlik çokluğa baskın iken şöyle buyurmaktadır: "Bugün mülk kime aittir:
Vahid ve kahhar olan Allah'a aittir." Mülk üzerinde hüküm sahibi olan,
Meliktir. Şu halde bu âyet de, Melik kıraatinin daha uygun olduğuna delildir.
Müstakil isimlerin, izafe
edilen isimlere önceliği vardır. Melik ismi, Mâlik isminin aksine müstakil
olarak yer almıştır. Bunu teyit eden bir delil de, "Fâliku'l-isbah",
"Cailu'l-leyli sükna", "zi'1-mearic" gibi izafe isimlerin
rivayetle sabit olan sayılı isimler arasında zikredilmemiş olmasıdır.
Hz. Peygamberin hadisleri
de, Kur'an'm sırlarını açıklar ve bu sırlara dikkat çeker. Hz. Peygamberin bir
duasında şöyle buyurduğu hadislerde yer almıştır: "Hamd, sadece sana
aittir. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Her şeyin rabbı ve melikisin."
Hz. Peygamber, bu hadisinde
"mâlik" dememiştir. Bu bağlam, fatihanm başlangıcında zikredilmiş
isimler için daha uygundur.
Ayrıca, dil alimleri,
Mâlik'in Melik'ten üstün olduğuna dair bir delil zikretmişlerdi. Buna göre
Mâlik, kölenin sahibidir ve kölesi hakkında sınırsız tasarruf sahibidir, melik
ise, böyle değildir. Çünkü Melik, iktidar ve siyaset gücüyle ve de sadece bazı
açılardan meliktir. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım, geçersiz bir kıyastır, bu
kıyas, Hakta değil, sadece yaratıklarda geçerli olabilir. Çünkü açıktır ki, Hak
mutlak tasarruf sahibidir ve bütün açılardan mülkün sahibidir. Şu halde
başkasının meliMiği Hak ile kıyas edilemez. Vasıflar ve isimler, özellikle
şeriat ve burhan ile açıklanmış olanlar olmak üzere, en kâmil anlamları
cihetinden Hakka izafe edilebilirler, bu böyle bilinmelidir!
Şu halde bu durum,
"Meliki-yevm" diye okumanın daha üstün olduğuna delildir. Mâlik'in
bâtın açısından sırrı ise, Rab ismi hakkındaki açıklamalarımızda mündemiçtir;
artık bunu tekrarlamaya gerek duymuyorum.
Allah, mürşittir. [34]
Bu kelimenin sırlarından
söze başlamadan önce, bir mukaddime takdim etmek gerekmektedir. Bu mukaddime,
zamanın hakikatine, ona ait hususlara ve ilahiyattaki dayanağına dikkat çekecek
ve daha önce ifâde edilmiş asılları hatırlatacaktır. Şöyle derim:
Defalarca belirttik ki:
Mutlak ilâhî gayb hakkında, sonluluk, tayin, takyit ve benzeri şeylerle hüküm
verilemez. Mümkünler ise, gayr-ı mütenahidir. Fakat mümkünlerden varlığa dahil
olan ve her vakitte, mertebede, halde, mevtinde ve her bir isme nispetle Zâtı
gayb'den zahir olan şey, belirli bir emir olabilir; binaenaleyh bu emrin, bir
başlangıcı ve takdir edilmiş bir sonu vardır.
Küllî hakikatler ve
varlıklarda hüküm sahibi olan ilâhî isimler, hükümleri itibarıyla sonludur;
fakat, bir kısmının hükmü, bir defada sona erirken, bazısının hükmü, cüzî ve
tafsîlî açıdan değil, küllî açıdan sona erer. Daha önce de açıkladığım gibi, insan,
çeşitli durum ve özelliklerle taayyün etmiş farklılaşmış ve sınırlanmıştır.
İnsanın, bütün bu özelliklerden ayrılması mümkün değildir, fakat bir kısmından
ayrılabilir. Şu halde Hakkın gaybmdan kendisine ulaşan herhangi bir tecellî
veya hitap veya hüküm, insanın durumuna göre gelir ve halinin ve mertebesinin
hükmüyle boyanır.
İlâhî hükmün kaynağı ve
menşei, taayyün-i evveldir/ilk taayyün. Taayyün-i evvelin, daha önce
açıkladığı tarzda, nüfuzu ve sürekliliği vardır.
Bu açığa çıkınca deriz ki:
Zamanın aslı, ed-Dehr ismidir; bu
da, diğer esmai nispetler
ve küllî hakikatler gibi makûl bir nispettir. Ed-Dehr, ana isimlerden
birisidir ve hükümleri, bütün alemlerde farz edilen takdirlere göre taayyün
eder. Bu takdirler/ölçüler, mümkünlerin varlıklarının ve hükümlerinin hallerine,
isimlerin eserlerine, bunların semavî ve kevkebi/yıldızlara ait mazhârlarma
göre belirlenirler.
Her bir isim, belirli bir
mertebe ile sınırlanması açısından kendisine özgü -gerçi, başka isimlerle başka
şeylerde ortaktır-hükümleriyle farklılaştığmda, ilâhî emir, her bir ismin
hükümlerinin mahallinin ve bu hükümleri tayin ettiren şeylerin mahsûs mümkün
"a'yân"m olmasını gerektirmiştir; bunlar, isimlerin hükümlerinin
mazhârları ve rubûbiyetinin mahallidirler[35]. Şu
halde kendisine mahsûs hükümleri, bu hükümleri kendileri için nihayeti
gerektiren tarzda kabul eden varlıklarda sona ererse, hükümranlık/saltanat,
başka varlıklarda "el-Âhir" ismine ait olur; bu ismin hükümleri de,
geride kalır, bunlar, ya saltanatı olan herhangi bir isme tabilik yoluyla
katılır veya hükümleri ortadan kalkıp, o isim gaybe katılır veya başka bir
ismin altına girer. Bu yeni isim, ihata yönünden ilk isimden daha kapsamlı, hüküm
açısından daha devamlı ve saltanatı açısından ise daha güçlüdür.
İşte, bütün alemlerde,
diyarlarda ve mertebelerde /mevtin durum bu şekildedir. Bundan dolayı
şeriatlar, vahiyler/ilhamlar, ilâhî tecellîler farkMaşırlar; bunların bir
kısmı, diğerlerine egemen olur ve onu hükümsüz kılar/nesh. Bununla birlikte
hepsi de, sahihtir ve hepsinin aslı ve Hakkın emri yönünden hükmü birdir.
Her vakitte bütün
mertebelere, mevtinlere, cinslere, türlere, alemlere nispetle saltanat ve
baskınlık, sadece bir tek isme aittir; diğer isimlerin hükmü ise, bu galip isme
tabidir, nitekim daha önce bu meseleye defalarca işaret etmiştim. Çünkü sultan,
sadece Allah'a aittir, hüküm sahibi ve bütün isimleri birleştiren ulû-hiyet
de, tektir, ulûhiyetin emri de, tektir. Şu halde bu emrin mazhârı, bütün vakit
ve hallerde ancak tek olabilir. Çünkü ilâhî vahdet/birlik ile nizâm meydana
gelir ve bu nizâmın hükmü, bütün varlıklarda devam eder. Allah Teâla'nın
"Şayet orada Allah'tan başka iki ilâh bulunsaydı, fesat
çıkartırlardı" (Enbiya, 22) âyeti buna işaret etmektedir.
Bu durum, muhakkiklere göre
kesin olan gerçeklerden birisidir.
"Mevalit"
hükümlerinde "tavali"i benimseyen kimselerin gö-rüşleri, bu esasa
dayanmaktadır. Buna göre bu insanlar, hükmü doğum esnasında ufuktan zahir olan
ilk şeye nispet ederler; bu, işin başlangıç ve nihayette işin varış noktasıdır.
Bu durumda yetkinin sahibi olan ilkin dışındaki şeyler ise, kendisine tabi ve
onun hükmüyle boyanmıştır.
Daha önce Hakkın el-Evvel
ve ez-Zâhir olduğunu belirtmiştik; bu kitabın pek çok yerinde, evvelliğin
sırlarına dikkat çekmiştik, bu bağlamda, onları hatırlarsan, Allah'ın izniyle
doğru yolu bulursun!
Sonra şöyle deriz: Şu halde
vakitlerin, günlerin, ayların, yılların ve büyük devirlerin
belirlenmesi/tayin, isimlerin hükümlerine ve zikredilen hakikatlere tabidir.
Arş, Kürsî, Felekler, yıldızlar/kevkeb, işaret edilen hüküm sahibi hakikat ve
isimlerin mazhârları ve onların hükümlerini belirleyen şeylerdir.
Buna göre devirler ile,
isimlerin kapsayıcı ve kuşatıcı olan küllî hükümleri zuhur ederler.
"Anlar" ile ise, müsemmâya delâletleri ve ondan farklı olmayışları
açısından zatî hükümleri zuhur eder; nitekim daha önce bunu açıklamıştık. Bu
iki mertebe arasında bulunan, günler, saatler, aylar, seneler ise, bu iki asıl
arasında gerçekleşen girişik hükümler/mütedahil itibarıyla ve bunların arasında
ortaya çıkan nispet ve asırlara göre zuhur ederler. Bunlara örnek olarak,
mutlak varlığın özelliği olan vahdette veya imkânın lâzımı olan
çoklukta/kesret ve bunların arasında meydana gelen ve bunlardan doğan
varlıklardaki emir/durum verilebilir.
Bütün feleki suretlerin ve
başka suretlerin, Arş'a nasıl dere edildiğine bak! Bununla birlikte Arş,
hareket açısından bunların en hızlısıdır. Gör ki, Arş'in hareketiyle günler
nasıl ölçülmektedir? Bundan, Zât'a delâleti ve belirttiğimiz gibi ondan farklı
olmayışı açısından ed-Dehr ismine terakki et. Ferd ve bölünmeyen zamandan
ibaret olan "an"ı düşün! Çünkü o, gerçek varlık-tır/vücûd-ı hakîkî.
Onun dışındaki şeyler ise, ister mazi isterse de gelecek zaman olarak farz
edilsin, madum şeylerdir. Şu halde an Vücûda; kesret ve imkân hükmü ise,
"devir"e aittir; Vücûd-ı Hak ile varlıklar/a'yân arasında gerçekleşen
ilişki ise, hareketin makuliyetine aittir.
Buna göre "an"
ile devirler, vücûd/varlık ile imkân arasında, varlıklar ve renkler zuhur eder.
Devirlerin mazhârı, olgularda/ek-van idrâk edilir; imkân ise, keşif ile idrâk
edilir, zihinlerde ise makûldür/akledilir. Böylece ed-Dehr'in ve zamanın
hükümleri, taf-silleşir. Binaenaleyh devirlerin dayanağı "Kıyamete kadar
yaratıklarıma dair ilmimi yaz"; "An"m dayanağı ve kökeni ise,
"Allah var idi ve onunla birlikte başka bir şey yoktu", ayrıca
"Her nerede olursanız olun, Allah sizinle birliktedir" ifâdeleridir.
Şu halde "an"
ile, dakikalar ölçülür; dakikalar ile, dereceler ölçülür; dereceler ile saatler
ölçülür; saatler ile gün ölçülür. İş, bu dörtlü sır ve bunları birleştiren sır
ile tamamlanır.
Genişletirsen, haftalar,
aylar, mevsimler, seneler olarak isimlendirmiş olursun. Aksi halde, artırmak
bağlamında yıla yapılan bir ilave tekrar olduğu gibi, güne ilave edilen şey de,
tekrardan ibarettir.
Zatî müşahede ile tahakkuk
edip, cem ve ahadiyet makamına ulaşma nimetine mazhâr olan kimse,
"tekrar" hükmü vermez ve "an"m hükmünden devirlerin hükmüne
intikal etmez; çünkü onun rabbi, kendisinin her gün bir "şe'n"de
bulunduğunu bildirmiştir. Buna göre Allah, günü "O/Hüve" zamirine
izafe edince, müşahede ve rivayetle, onun "bölünmeyen an" olduğu
bilinir. Çünkü her mertebenin ve ismin günü, kendisine göredir.
"Hüve/O", isim ve sıfatları birleştiren mertebenin istinat ettiği bir
olan Zât'a işaret eder. Bu makamdan, bu ve benzeri kullar, şu âyetin sırrına
muttali olurlar: "Bizim emrimiz, göz açıp kapatmak ya da, daha da
yakındır," (Kamer, 50)
Böylelikle, âyette
zikredilen "daha yakın" olanı da bilir ve onu müşahede eder; bununla
birlikte bildiği ve gördüğü şey, ona yeterli gelmez.
Allah, öğreten ve doğruya
ulaştırandır. [36]
Bu kelimenin, pek çok sırrı
vardır. Bu sırların, zihinlerde somutlaşması, pek çok idrâkte ve anlayışta
belirmesi, ancak zevki bilgilerle ilgili bir kaç irfanî mukaddimenin
hatırlanmasına bağlıdır; bu mukaddimeler, bu sırlardan bahsetmeden önce
genişçe anlatılmalıdır. Böylelikle, -Allah'ın izniyle- bunların içermiş
oldukları mânâları zikredebileceğiz. Bu mukaddimelerin faydası, din kelimesinin
içermiş olduğu dikkat çekilen sırları anlamayla sınırlı değildir. Aksine
bunlar, genel olarak faydalıdırlar ve daha önce ifâde ettiğimiz düşüncelerin
anlaşılmasında olduğu gibi, bundan sonra gelecek diğer konularda da
kendilerinden yararlanılır.
Bunu belirtince, şöyle
deriz: Sıfatlar, na'tlar ve benzerleri, bunlarla vasıflanan ve nitelen kimseye
tabidirler. Şu anlamda ki, herhangi bir sıfatın mevsufuna izafe edilmesi,
mevsufa ve onun zâtının bu sıfatın kendisine izafe edilmesini kabul etmesine göredir.
Hak, hakikatinin künhü idrâk edilmese bile, kendisinin bildirip, haber verdiği
ve anlattığı kadarıyla şöylece bilinmiştir: Hakka nispeti sahih olan na't ve
sıfatların O'na izafesi, bu sıfatların başkalarına nispet edilmeleri gibi değildir.
Çünkü O'nun dışındaki şeyler, mümkündür ve her mümküne, imkân hükmü, ihtiyaç,
kayıt, eksiklik vb. gibi imkânın levazımı sirayet etmiştir. Hak ise, hakikati
açısından, bütün mümkünlerden farklıdır. O'na benzer olan, hiç bir şey yoktur.
Şu halde na't ve sıfatların Hakka izafe edilmesi, mutlak, küllî, kuşatıcı ve
kâmil anlamda olabilir.
Kuşkusuz ki, ilim, en
önemli nispet ve sıfatlardan birisidir. Şu halde ilmin, Hakka nispet ve izafe
edilmesi, en eksiksiz, kâmil ve üstün tarzda olmalıdır. Binaenaleyh, fıtratlar
imân nuruyla, selîm akıllar burhan nuruyla, kalbler ve ruhlar ise müşahede ve
"iyân" nûrlanyla şahittirler ki: Hiç bir bilgi, Allah'ın ilminin dışında
kalamaz, hiç kimsenin tevili ve anlayışı onun ilminin dışında değildir. Çünkü
Hakkın ilmi, kendisisinin de haber verdiği ve bildirdiği gibi, her şeyi
kuşatmaktadır.
Hakkın kelâmı da, aynı
zamanda, O'nun bir sıfatı veya ilminin bir nispetidir. Bu durum, zevk ehli
olan muhakkiklerde değil, fikir ehli arasında genellikle bilinen durumun
aksinedir.
Kur'an, bu sıfatın sureti
veya ilmi nispetidir, şu halde Kur'an da, ihata edicidir. Nitekim Allah, şu
âyetle buna dikkat çekmiştir: "Kitapta hiç bir şeyi ihmal etmedik."
Bu konudaki başka bir âyet de şudur: "Kuru ve yaş hiç bir şey yoktur ki,
apaçık bir kitapta bulunmasın." (Enam, 59)
Şu halde, Kur'an'da bulunan
herhangi bir kelimenin dilde çeşitli mânâları var ise, bütün bu anlamlar Hak
tarafından kast edilmiştir. Herhangi bir kimse, Hakkın kelâmına dair Kur'an'm
nazil olduğu dilin gerektirdiği bir şey söyleyip, kesin serî kurallar da
bununla çelişmezse, bu yorum haktır ve Allah'ın irâde ettiği şeydir.[37]
Söz konusu bu yorumun
doğruluğu ise, ya onu dile getiren kimseye nispetle veya kendisine ve bu
makamda, zevkte ve anlayışta kendisine ortak olan kimseye nispetle geçerlidir.
Sonra, kelimelerin bazı
anlamları, bazı âyet ve sûrelerdeki bağlamlarında daha uygun ve karinelerden
açığa çıkan çeşitli nedenlerden dolayı daha münasip olabilir; bu karineler
arasında, nüzul sebepleri, âyetin, kıssanın ve hükmün siyak ve sibakı/bağlamı,
veya muhatapların ve onların Öncülerinin daha yaygın ve meşhur olan anlamı
dikkate almasını vb. zikredebiliriz. Binaenaleyh bu durum, Kur'an'm sırrına
dikkat çekerken ifâde ettiğimiz şeyle çelişmez; belirttiğimiz gibi, Kur'an'm bir
"zahr"i vardır, bir "batn"ı vardır, "had"di
vardır, "matla"ı vardır; "batn"mm yediden yetmişe kadar
giden "batn"ı vardır.
Bu sabit olunca,
bilinmelidir ki: Din lafzının, dilde çeşitli anlamları vardır. Bunlardan
bazıları, ceza, adet, itaat ve durumdur. "Danehu" demek, onu zelil
kıldı, köleleştirdi, yönetti ve sahibi oldu demektir. "Deyyan",
mâlik demektir. Din, 'İslam/teslim olmak"tır. Binaenaleyh bütün bu
anlamları din lafzı içerinektedir ve bunlar, Hak tarafından kast edilmiş
anlamlardır. Çünkü Hakkın kelâmı, kâmildir, mutlaktır ve ihata eder; o, herhangi
bir belirli anlam veya mefhûm ile sınırlanmaktan münezzehtir. Nitekim, daha
önce de bunu ifâde etmiştik.
Şimdi de -Allah'ın izniyle-
bu kelimelerin mânâlarından Allah Teâla'nm nasip ettiklerine veciz işaretlerle
değineceğim ki, aynı şeyi daha Önce de yapmıştım. Sonra da, bu âyetin hükümlerinin
anlaşılmazhklarını ve fatihanın birinci kısmının bu âyetin bitişiyle sona
ermesinin sırrını, tertip açısından açıklayacağım; sonra da, -Allah'ın izniyle-
ikinci kısmı içeren diğer âyete geçeceğim.
O halde, Öncelikle bu
konuda bu kelimeye yakın ilk anlam olan birinci kısmın açıklanmasıyla
başlayacağız; bununla birlikte bu açıklamalara, âhiret hallerinin bazı
sırlarına ve başka meselelere dikkat çeken önemli nükteler ilave edeceğim. Şu
halde, ifâdelerimize ilâhî fıtrat nuruyla dikkat eden kimse, önemli ve çok
kıymetli bilgilere muttali olur.
Biliniz ki: Hak, içinde
değerlisi-değersizi, büyüğü-küçüğü olmak üzere, alemleri ve varlıkları
birbirlerine bağlamış, bir kısmının zuhurunu, diğer bir kısmına
dayandırmıştır. Bazı varlıkları, diğer bir kısmını izhâr eden aynalar
yapmıştır. Şu halde süflî alem, içindekilerle birlikte, ulvî alemin aynası ve
onun eserlerinin izhâr edicisidir; ulvî alem de, aynı şekilde, bir aynadır. Bu
aynada, bazen süflî alemin fiil ve ruhları, bazen ise suretleri, bazen de
hepsi birden yansır ve belirlenir /taayyün. Küliî-misâl alemi, bazı
mertebelerde sınırlanması yönünden ve de hüküm ve mutla kliğinin umumiliği
cihetinden bütün fiiller, mevcutlar ve mertebeler için bir aynadır.
Her şeyi, o şeye dair
ilmine göre izhâr etmek, başkasına değil sadece Hakka ait bir iştir. Hak, bu
izhârı hazerat-ı hamse DağU olan beş nikahın hükümlerine tabi kılmıştır, daha
önce bütün bunlara dikkat çekmiştik. Şu halde, türlerinin ve şahıslarının
farklılıklarına göre varlıkların zuhuru, zikredilen mertebelerinin ve daha önce
işaret edilen hükümlerinin farklılığına göre, "nika-hî-cem"[38]
sırrına bağımlıdır.
Bunu öğrendiysen, şöyle
derim: Sırrı açıklanmak istenen ceza[39],
fiil, fail ve mefulun nedeni-vasıtası-zarn/mefulun îieclih-bi şeyin ve fi-şeyin
arasında ortaya çıkan neticeden ibarettir. Fiilin işlenmesinin nedeni, fiile
kalkışan kimsenin ilmine tabi olan iradî ve gaybî bir harekettir. Bu
hareketin, irâde sahibinin ilmine göre, kendisinden sâdır olan fiile sirayet
eden bir hükmü vardır; bu hüküm, ilmin ve irâdenin konusu olan fiilin sonuna
kadar devam eder.
Şu halde, herhangi bir
failden sâdır olan bir fiilin kaynağı, kuşkusuz ki işaret ettiğim şeydir; aynı
zamanda bu fiilin, gayenin kendisiyle belirlendiği ve fiilin suretinin zuhur
ettiği bir "emr"inin olması gerekir. Önceki paragraftaki
"mefulun lieclih-bi şeyin ve fi-şeyin" sözümle buna işaret ettim.
Aynı zamanda fiilin, bir neticesinin ve konusu bu fiilin gaye ve kemâlinden
ibaret olan bir eserinin de olması gerekir.
Bu durumlar/emirler,
faillerin, onların kuvvetlerinin, maksatlarının, huzurlarının, mertebelerinin
ve -şayet failler sınırlı neş'etlerin mensubu iseler- neş'etlerinîn değişmesine
göre fark-lılaşır. Gerçekte her şeyin ve her şeydeki mutlak fail, Haktır.
Herhangi bir failden bir fiilin sâdır olması, fail bu zikredilen nispî
kayıtların hükümlerinden hali olduğu halde tasavvur edilemez. Sınırlı/mukayyet
neş'etler ise, bunun dışındadır; çünkü isimleri ve Özel vecih yönünden Hakkın
fiilleri, küllî hakîkatlerin eserleri ve ruhlar, smırh neş'etlere
bağımlı/tevakkuf değillerdir; fakat bunlar, zorunlu olarak mazhâra
bağımlıdırlar. Şu var ki, sınırlı neş'etler, mazhânn şartı değillerdir.
Bu fiilin izafe edildiği
kimseye en yakın olan, ifâde ettiğimiz şeyi bilen veya onunla birlikte hazır
olan kimsedir. Çünkü bazı fiiller vardır ki, nispet edildikleri kimseye en
yakın olan şeye nispetle dikkate alındığında, "lağv" ve
"abes" diye isimlendirilir; şu anlamda ki, bu fiilin faili, zahir
olarak, bu fiille herhangi bir maslahat kast etmiş değildir ve bu fiilde
belirli bir amacı yoktur. Gerçekte ise durum, böyle değildir. Çünkü fiilin
faili, gerçekte, kendisinden başkasının fili olmayan Haktır. Hak, kendisine abesin
izafe edilmesinden münezzehtir; çünkü Hak, kendisinin de bildirdiği ve haber
verdiği gibi, "Sizi abes olarak yaratmadık" (Müminun, 115);
"Gökleri ve yerleri batıl olarak yaratmadık" (Sâd, 27) buyurmaktadır.
Aksine, her sakinleştirme/teskin ve hareketlendirmede/tahrik Hakka ait acaîb
hikmetler ve garip sırlar vardır. Anlayışların çoğunluğu, bu sırlara ve
hikmetlere ulaşamaz; Hakkın bildirmesi olmaksızın akıllar, bunların mâhiyetlerini
idrâk edemezler, nefisler bunlara muttali olamazlar.
Şu halde, bir ürün,
başlangıç ve gaye olmalıdır; ayrıca, fiile, ilk niyet/kast-ı evvel hükmünün ve
"huzûr"un eşlik etmesi gerekmektedir. Bunlar, daha önce
belirttiğimiz üzere, gayeyle ilgili olan ilme tabidirler. Fakat fiilin ve
fiilin nispet edildiği kimse- , nin, bir takım mertebeleri vardır. Binaenaleyh
bazen fiil, bazı mertebelerde bir takım vasıflarla nitelenir; bu vasıflar,
belirli bir mertebede veya belirli bir haldeki nispet ve izafetten dolayı veya
bazı mertebeler ve hallere göre kendisine arız olmuşlardır. Böylece bunun
sırrını bilmeyen kimseler zannederler ki, fiil iki faile birden istinat
etmektedir veya bu özellik, fiil için zâtı bir özellik ve kendisinden zuhur
ettiği her mertebede fail hakkında zorunlu hüküm sahibidir; halbuki durum böyle
değildir, aksine durum, bizim ifâde ettiğimiz gibidir.
Sonra, bilinmelidir ki:
Fiiller, kısım kısımdır: zâtı fiiller, iradî tabiî fiiller, emrî fiiller. Emrî
fiiller, iki kısımdır. Birisi, meleklerin ve nûrani ruhların fiilleri gibi,
iradî fiillerle birleşip, onlardan farklılaşmayan kısımdır. İkinci kısım ise,
bazı açılardan iradî fiillerden farklı olan kısımdır. Buna örnek olarak,
Güneş'e, Ay'a ve bazı meleklere nispet edilen "teshir/boyun eğdirme"i
verebiliriz. Tabiî fiiller, taksimde "emri" fiiller gibidirler; bunlar,
emri fiillerin iradî fiillerle birleşmesi gibi, bazı suretlerde bazı varlıklara
nispetle iradî fiillerle birleşirler. Bunun ardından, bu üç altı kısmı
birleştiren bir kısım daha gelmektedir.
Bu fiil kısımlarının
varlıklardan sâdır olması da, çeşitli tarzlarda gerçekleşir. Çünkü bazı
varlıklar vardır ki, bu zikredilen kısımlardan sadece birisine mahsûstur;
bazıları ise, tekil veya mürekkep olarak iki veya üç fiil kısmıyla ilgilidir:
Tekil veya mürekkep derken, o varlığın fiillerinin, bu kısımlardan mürekkep
olarak sâdır olduğunu veya o varlığın, her kısma göre bir fiil veya çeşitli
filler meydana getirebilecek güçte olmasını kast etmekteyim. Bazı varlıklar
ise, zikredilen yorumla, diğer fiil türlerini birleştirir.
Bu fiil kısımlarının
mazhârları ise, nûrî ve narî/işik ve ateş kaynaklı ruhlar, ulvî suretler,
unsurlar, başta insan olmak üzere bunlardan meydana gelen şeyler (müvelledat)
ve insandan her neş'et-te, halde, mertebede ve makamda meydana gelen şeylerdir.
Bu asılla ilgili bir tek
şey kalmıştır ki, o da, fiil kısımlarından her bir kısmı, ait olduğu varlığa
tam olarak isnat etmektir. Bu konudan bahsetmek, geniş açıklama ve ifşası caiz
olmayan bir takım sırların açıklanmasını gerektirir. İma ettiğim şeyi anlayan
basiretli kişi, susulan ve zikretmekten sarf-ı nazar edilen bazı şeylerin
farkına varır.
Şimdi de, bu mevzunun
insanla ilgili yönünü tamamlayalım! Çünkü insan, ayn-ı maksude/amaçlanan
varlık, misâl-i etemm/en kâmil örnek ve nüshâ-i camiadır/kuşatıcı nüsha. Şöyle
deriz:
İnsan, fiilin bütün kısımlarını
ve hükümlerini içermektedir. İnsan, dünya hayâtında, suretinin ve ruhunun
birleşimi açısmdan pek çok fiilin sahibidir. İnsanın, rûhânî miraç ile
insilâh/so-yutlanma halinde rûhânîyeti açısından çeşitli fiil ve eserleri vardır;
bu soyutlanmayla birlikte, insanın bedenle ilişkisi ve bazı açılırdan bu alemin
ve bu unsûrî yaratılışın hükmüyle sınırlanması devam eder. Ayrıca insan,
unsûrî yaratılışı bütünüyle terk ettiğinde berzah alemi, haşır, cennetler vb.
alemlerdeki yaratılışında da çeşitli hallere ve fiillere sahiptir; fakat bütün
bunlar, unsûrî yaratılışa tabi ve ondan meydana gelmişlerdir. Unsûrî varatılışm
tavassutuyla insanın filleri dünya hayâtından berzah alemine, daha sonra âhiret
alemine geçer, ulvî mertebelerde so-mutlaşırlar/reşahhus. Bunların hükümleri
insan için nasıl idilerse, bütün mertebelerde, mevtmlerde ve alemlerde o
şekilde devam eder ve sâbitleşirler. Çünkü insan, unsûrî mizacın hükümlerinden,
bunun levazımından ve kendisiyle ve kendisinde nefsinin zuhur ettiği neticelerinden
soyutlanamaz, bunun nedeni insanın, her çeşit mazhârdan müstağni kalmasının
imkânsız olmasıdır; binaenaleyh insanın mazhârları da, hiç bir zaman tabiatın
hükmünden soyutlanamaz. [40]
Bilinmelidir ki: Bütün bu
kısımlardan zikredilmesi ve açıklanması gereken en önemli kısım, mükelleflerin
fiilleridir. Onlar, bu fiillerden dolayı ceza veya mükafat göreceklerdir.
Mükellefler, insanlar ve cinlerdir; hayvanların da, sadece kısas yönünden
olmak üzere, bu noktada onlarla bir ortaklığı vardır. Hayvanlar hakkında,
naslarda varit olduğu kadarıyla, hükmü sürekli başka bir ceza yoktur. Ciniere
gelince: biz onların fiillerinin karşılıklarını göreceklerinden hiç bir kuşku
duymasak bile, onların cennete girip girmeyecekleri kesin değildir. Cinlerden
mümin olanlar, işledikleri hayır amellerinden dolayı âhirette bir karşılık
görürler, fakat bu konuda herhangi bir nas yoktur. Zevk yönünden de, bu konuda
kesinlik verebilecek herhangi bir bilgi yoktur. Binaenaleyh belki de cinler,
hayır amellerinin nitecilerini, cennetten başka Allah'ın dilediği her hangi
bir mekanda göreceklerdir. İnsan ise, işin mihveridir; insan, hükmün tafsilinin
mahallidir.
Şöyle deriz: İnsanın fiili,
bazen belirli bir maslahat taşımaz, bu çeşit fiil, "abes" diye
isimlendirilir, bundan ve abesin gerçekte Hak tarafından irâde edilmemiş
olduğundan daha önce bahsetmiştik; veya bu fiil, kasıtlı olarak işlenmiştir ve
gayesi olan bir şeyle ilgilidir; bu şey ise, ya Haktır veya ondan olan bir
şeydir. Binaenaleyh konusu Hak olan fiile Hakkın vereceği karşılık/cezâ, bu
durumdaki kuluna olan inayetine ve kulun işlediği fiiliyle sadece kendisini
talep ettiği Rabbma dair bilgisine, O'na olan inancına, ilim ve itikat
açısından fiil esnasında Rabbıyla olan huzuruna bağlıdır.
Bu makamın bir takım sırlan
vardır ki, bunların açıklanması haramdır.
Bu şeyin konusu, Hak değil
de, ondan olan bir şey olabilir. Bu ikinci kısmın tafsüî, dört makamla
ilgilidir: Havf/korku, takva, reca/ümit ve hüsnü zan makamı.
Bu makamlar, muhabbet
makamına tabidirler; çünkü fiilin nedeni, muhabbete ait hükümdür.
Haktan olan şey itibarıyla
fiilin konusu, ya talep sahibine uygun bir şeyi talep etmektir, veya kendisine
uygun olmayan bir şeyi def etmek veya uygun olmayan bir şeyin gerçekleşmesinden
sakınmaktır veya fiile veya kendisine uygun olan bir şeyi hüsnü zanla elde etme
ümididir. Bu hüsnü zan, ihsanından istenilen şeyin gerçekleşmesi ümit edilen
kimseye karşıdır, çünkü o, cömert ve ihsan sahibidir. Ya da bu fiilin gayesi,
Hak tarafından gerçeklemesinden sakınılan bir şeyden korunmaktır, çünkü Hak,
kahır sahibi ve şiddetle cezalandırıcıdır. Böylelikle kul, kendisine Haktan
herhangi bir sıkıntı veya zarar ulaşmasından çekinir.
Sonra, bütün bunlar, ya
belirli bir vakit veya özel bir hal veya dünya, âhiret ve bunların arasında
yer alan herhangi bir alem ile sınırlıdır; veya zikredilenlerden herhangi
birisiyle sınırlı değillerdir. Aksine failin amacı iki şeydir: ya, menfaati
celb et-mek/celb-i menafi veya her halde bütün vakit ve mertebelerde kendisine
gelecek yollardan zararı uzaklaştırmaktır; veya hayır fiili işlemeye kendisini
sevk eden şey, kişinin o fiilin iyi olduğunu bilmesi ve kötülükten sakınmasına
neden olan şey ise, kişinin o şeyi kötü ve zararlı olarak bilmesi olabilir.
Fiilin her bir kısmının
neticesi, ilk emrin hükmüne tabidir; bu hüküm, bu fiile yönelmeye neden olur ve
ona sevk eder. Ayrıca, ed-Dehr" isminin hükmü, ilâhî şe'nin hükmü; fiilin
bulunduğu Mertebe ve neşetin hükmü, eksiklik ve itmam /tamamlama da bu hükümle
beraber bulunur. Bunun dışında kalanlara ise, daha önce işaret etmiştik.
Bütün fiillerin, sureti
yönünden cezalandırma/mücazat ve neticelendirme /intaç mertebesindeki zuhuru,
fiile yöneldiği esnada faile galip olan sıfatın hükmüne ve fiilin nihayetine
tabidir. Fiilin nihayeti ise, failin kendisine galip bu sıfatla irtibatlı olduğu
yönden bulunduğu mertebe ve failin himmetine bağlıdır. Fakat evvellikleri
açısından cüzî sıfatlara ait gâliplik, bu cüzîleri kapsayan ilk küllî gâlipliğe
tabidir. Buradaki durum, Kalem'in belirlemiş olduğu cüzî iyiliklere ve bunların
zahirdeki çirkin mahallerine nispetle, başlangıç ve son arasındaki saadet ve
şakilikteki durum gibidir.
Nitekim, daha önce buna
defalarca işaret etmiş, eşyadaki hükmün, ahadiyet-i cem olduğuna ve bunun ilklerle/evveliyat
ile ortaya çıktığını açıklamıştım.
Sonra bilinmelidir ki:
İnsandan sâdır olan her fiilin, her semada bir sureti vardır; bu suret, bu
fiil bu alemde taayyün ettiğinde somutlaşır. Bu suretin ruhu ise, failin ilmi
ve fiil esnasındaki niyetine bağlı olan huzurudur. Bu suretin baki kalması,
fiil esnasında fail üzerinde rab olan/rabb-ı has ismi açısından Hakkın
yardnnma bağlıdır. Hiç bir fiil, failinden çıktığmda kendisinde zahir olan
galip sıfatın mertebesini aşamaz.
İyi fiillerin ve hükümlerinin
dünyadan âhirete geçmeleri-nin/teaddî iki şartı vardır: Bu iki şart,
cezalandırma ve neticeleri açısından fiillerin suretlerinin devamı
noktasındaki iki asıldır:
Bunların birisi, tevhit,
diğeri ise, ceza gününü ve birlenen Rabbm, cezalandıran olduğunu ikrar
etmektir. Şayet fiile sevk eden neden, küllî ve ilâhî bir emir veya bu iki asla
tabi belirli bir durum değilse ve bunlardan meydana gelmemişse, ulvî alemde
somutlaşan ve insanın fiilinden meydana gelmiş suret, Sidre'yi geçemez. Bu
suretin, sadece Sidre'nin altında ve Cennet'in dışında nihayette failinin
yerleştiği makamda sureti zuhur edebilir; bunun gerçekleşmesi ise, fiilin iyi
fiil olması şartına bağlıdır.
Şayet fiil kötü ise,
unsurlar alemini aşıp çıkamayacağı için, geri döner. Böylelikle bu fiilin
neticesi, fail hakkında hemen zuhur edip, ortadan kalkar veya silinir gider;
ya da bu netice, Sid-re'de baki kalır. Kötü filin neticesinin burada baki
kalmasının nedeni ise, insanın yaratılışında gizli halde bulunan "cem sırrı'nm
fiile verdiği özellik ve bütün mertebelerin hükümlerini kuşatan dünya
hayâtının gereğidir.
Haşır günü geldiğinde ise,
Allah çirkini temizden ayırt eder; nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Çirkinin/habis bir kısmını bir kısmı üzerine ekler." Bu, farklı
mertebelerine rağmen hiç bir iyi amelleri yükselmeyen şakilerin fiillerinin
Özelliğidir.
Bu konunun iki sırrı
vardır, bunlardan birisi şudur: Daha önce de açıkladığımız üzere
çokluğun/kesret hükmü, imkândır. Kesretin baki kalması ve var olması,
"ahadiyet" özelliğindeki varlık tecellîsi/vücûdî tecellî ve
"cem/çokluk" özelliğindeki hüküm ile mümkündür. Şu halde ilâhî
mertebenin birliğine istinadı taakkul edilemeyen herhangi bir varlığın
çokluğunun hükümleri ve eserleri silinir, geride bir şey kalmaz. Bunun nedeni
ise, bu varlığın Hakkın korumak istediği şeyleri muhafaza ettiği mertebeye
istinat etmemesidir. "Elest"[41] misâkınm
hükmü ve ilk sırra bağlı olan nüfuzu olmasaydı, o varlık bütünüyle yok olurdu.
Söz konusu meseledeki diğer
sır ise, gizlenmeleri gereken son derece kapalı sırlan içermektedir; bu
nedenle, bu sırları bilinmezlik hazinelerinde bıraktık, Hak, dilediği kimseler
için dilediği şekilde onları izhâr eder.
Muvahhitlere gelince:
Bunlardan, fiili küllî-ilâhî ve belirlen-miş-cüzî emre tabi olan kimsenin
fiilinin sureti, daha önce ifâde ettiğimiz gibi, kendi ilminin sıfatıyla
boyanır. Bu kişinin niyetinin ruhu da, fiillerine sirayet eder ve Hak
rubûbiyet hükmü dolayısıyla rahmeti ve sayma sı /ihsa yönünden, o kimse adına
bunları himaye eder.
Şayet, fiile unsurlar
aleminin hükmü ve unsun yaratılış suretleri hâkim olursa, bu tarz fiiller,
Sidre-i müntehada korunurlar; Sidre-i münteha, fiile neden olan ilâhî emirlerin
kaynağıdır. Çünkü bu mertebe, unsûrî alemin sona erdiği mertebe ve unsûrî
suretlerle zuhuru yönünden Tabiat'm kaynağıdır; böylece Allah, Sidre-i
müntehayı unsurlar alemine ait eserlerin yükseldiği son nokta yapmıştır. Çünkü
mükelleflerin fiilleri, genellikle, unsurlardan meydana gelmiş ve oluşmuş
suretlerin ve mizaçların neticesidir, işte bu nedenle bir şeyin, kendi aslını
aşması mümkün olmamıştır. Binaenaleyh unsurlar aleminden meydana gelen hiç bir
şey, unsurlar alemini aşamaz; şayet aşarsa, fiile baskınlığı ve hükmü bulunan
başka bir hakikate tabî olmasından dolayı aşabilir.
Failin himmeti ve
rûhânîyeti, mertebesi ve hali gerektirdiği için, zikredilen baskınlıkla
unsurlar alemini aşarsa fiil, Kürsî'ye, oradan Arş'a, oradan Levh'e, oradan
Amâ'ya geçer. Bu mertebelere ulaşması, kendisiyle bu alemler arasındaki kuvvet
ve münâsebete bağlıdır, ayrıca bütün bunları bir neticesi olması bunu mümkün
kılmıştır; böylelikle Ümmü'l-kitab'da hesap gününe kadar korunmuş olur.
"Fasıl günü/iyi
amellerin kötülerinden ayrıldığı gün" geldiğinde ise, kulların fiilleri
iki kısma ayrılır: Buna göre bu fillerin bir kısmı, "hebaen-menşura"
haline gelirler; bunun anlamı, daha önce işaret ettiğimiz gibi, fiillerin
silinip gitmesidir. Bazıları ise, inayet iksirinin ve tevhide veya Hakka veya
tövbeye dair ilmin kendilerini dönüştürdüğü fiillerdir. Böylece bu fiillerin
kötüleri, iyiye, iyi olanlar ise daha iyiye dönüşürler. Bunun sonucunda ise,
bunların neticesi, adeta aynı olur; günah işleyen kimse, aynı ölçüde sevap
işleyen kimseninkiyle eşit olarak ödüllendirilir. Binaenaleyh öldürme,
diriltme ile, gasp etmek sadaka ve ihsan ile vb. ödüllendirilir. Bazı amelleri
ise, Hak affedip, eserini ve hükmünü siler; bazı amellere ise, faili onu
işlediğinde, tam ölçüsüyle karşılığını verir. Fiil hayır ise, karşılığı hayır,
kötü ise karşılığı kötülük olur.
Fiilin iyiliğinin gelişmesi
ve bazen üstünlük bazen kötü ameli silici özelliğiyle açık baskınlığı, ilâhî
inayete, huzura, rahmete ve tevhit ve imâna dair şefaat ile birlikte kâmil
müşahede ilmine racidir; söz konusu şefaat, meleklerde, resullerde, nebilerde,
velilerde ve müminlerde ferlerine ayrılır. Aynca filin bu özelliği, nihayette
erhamü'r-rahimin/merhamet edenlerin en merhametlisi olması hasebiyle Hakka
izafe edilen kadim inayete racidir.
Hükümleri ahirette gözüken
bazı fiiller, günahların neticelerinden ve suç fiillerden meydana gelen azabın
hafifletilmesi gibidir. Bazı fiiller ise, kâmillerin hallerine aittir;
bunların hükümleri, bütün bu kısımların dışındadır ve bunları hakkıyla sadece
erbabı bilebilir. Bunların karşılığında Haktan bu fiillerin sahiplerine ulaşan
şeyler, "ceza" ve "bedel" diye isimlendirilmez.
Tahkik sahibi
kimsenin/muhakkik, bu gibi şeyleri "ceza" ve "ecir" diye
isimlendirmesi, meşru amelin belirli bir ecri istilzam etmesi açısındandır;
şöyle ki: ecir, meşru amelden meydana gelmiş ve onunla ortaya çıkmıştır. Bunun
bir benzeri, insanın amelin suretinin varlıkta zuhur etmesinde şart olmasıdır.
Bu durum, bu ve benzeri konularda ilâhî bir sünnettir; yoksa bu tarz bir ceza,
amelin kendisinden ve vasıtasıyla zuhur ettiği kimse tarafından talep edilmez.
Şu var ki: Amel lizâtihî
ecri kabul etmeyi ve ondan faydalanmayı gerektirmediği için - çünkü amel, var
olan bir şey değil, sadece bir nispettir- Hak kendi fazlıyla ameli, bu fiilin
zahirde kendisine izafe edildiği kimseye iade etmiştir; bunun nedeni, fiilin
onunla zuhur etmesi, fiilin varlığının faile dayanması/tevakkuf ve bu açıdan
fiilin Hakka aidiyetinin imkânsızlığıdır. Çünkü Hak, mutlak müstağnidir;
Zâtının, mâhiyeti açısmdan/min hay-sü hiye gerektirmediği halde yaratıklarından
herhangi bir vasfın Kendisine dönmesi halinden münezzeh ve mütealdir.
Bunun sırrı şudur: Varlık
mertebelerinden herhangi birisinden veya birisinde veya birisiyle matlup olan
şey, bu mertebeye ve onun mazhârlarına mahsûs kemâlden başka bir şey değildir;
nitekim daha önce buna işaret etmiştik.
Fiillerin ve amellerin, bir
mertebesi vardır, ayrıca bidayetleri ve kemâlleri vardır. Buna göre fiil ve
amellerin kaynağı, "hub~ bî/bilinmek istemek" harekete ve kemâlin
zuhuruna taalluk eden küllî-irâdî teveccühtür; buna yaratılış sırrı ve başlangıcından
bahsederken işaret etmiştik. Fiillerin ve amellerin kemâli ise, bütün fiil ve
amellerin gayelerinden ibaret olan neticelerinin zuhurudur.
Şu halde amellerin ve
neticelerinin kemâli, bunların Zât'a ait gaybî mertebeden sudur edip, şehâdet
mertebesinde gözükme-leriyle gerçekleşir. Şehâdet mertebesi, el-Bâtm ismi için
bir ayna, onun tecellîgâhı ve hükmünün nüfuz makamı olan ez-Zâhir isminin
saltanatının mahallidir. Bu durumda ameller ve neticeleri, şehâdet
mertebesinde kemâle erince bütün emir/iş, tafsili olarak Hakka döner;
amellerin "neticelerinin şehâdet aleminde kemâle ermesi, bu neticelerin
amellerden farklılaşıp, hükümde de onlara tabi olarak zuhur etmeleriyledir. Bu
dönüş, ezelde Hakkın ilminin mertebesinde "emr"in farklılaşmasına
göredir; bununla birlikte Haktan başka hiç bir fail yoktur, fakat kendileri de
fiil olsalar bile fiillerin zuhuru, kullara bağlı olmuştur. Şu halde fiiller,
bunların faili olmaları anlamında değil, onlarla zuhur etmeleri açısından
gerçekte kuliara nispet edilmişlerdir.
Hükümlerinin ve
mertebelerinin farklılığına rağmen Hak ile yaratıkları arasında ortaklık vehmi
veren sıfatlarda da durum böyledir.
Bunu anla ve gıdanın sırrı,
suretleri, onun ulaştırmada ve tafsilin zuhurunda şart oluşuna dair daha önce
ifâde ettiğimiz şeyleri hatırla! Aynı şekilde, dikkat çektiğim ve bu sırrı
açıklayan nükteleri de hatırla! Bu durumda çok Önemli ve yüce sırları Öğrenmiş
olursun.
Allah, mürşiddir. [42]
Bilinmelidir ki: İnsandan
sâdır olup, kendisiyle Hakkın dışında herhangi bir şeyi amaçladığı iyi ve ya
kötü herhangi bir fiilde fail kul değildir, kul bu fiilde sadece işçi kabul
edilir.
Bu kişiden
"bir/iyilik" veya "salih amel" diye isimlendirilen bir fiil
sâdır olup, bununla bizzat bir şeyi amaçlamayıp, bu fiili daha önce işaret
ettiğimiz gibi sırf "hayır" olduğu veya yapmak zorunda olduğu için
yaptıysa; emri yerine getirme arzusu, onun mutlak anlamda emir olması açısından
değil de, emir ile birlikte fiilde "huzur" ise, bu kimse
"racül/adam"dur.
Şayet bu mertebeden
yükselip, ameliyle Hakkın dışında herhangi bir şeyi amaçlamayacak hale
gelirse, o kişi adamlıkta/ra-cüliyet kemâle erer.
Bu makamı aşıp,
"Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür"
hadisinde belirtildiği gibi yaptığı her şeyi Hak ile yapmak makamına
ulaştığında ise, marifet ve adamlıkta kemâle erer.
Bu zikrettiklerimize
kişinin Hak ile huzuru eklenirse, bu kişi rnuhlis/ihlas sahibi ve muhlas/Hakkm
ihlaslı kıldığı kimsedir. Kişinin Hak ile huzûru/huzûr mea'1-Hak, Hakkın
fiillerinin kuldan ve kul ile sâdır oluşunu görmekle gerçekleşir. Kul, bunu
idrâk eder/tahakkuk; müşahedenin, fiilin ve izafetin kendisine cteğil, Hakka
izafesi yönünden kendisiyle değil Hakkın gözüyle bunu görür.
Şu halde bu kimsede, içinde
bulunduğu "benimle işitir ve benimle görür" ve bunun dışındaki
makamların hükümleri zuhur edip, kul bu makamlarla ve bunların toplamıyla sınırlanmazsa;
bununla birlikte, bizzat bir şey üzerine sebat etmeyip, aksine kendi
genişliğinde/seat sabit olsa da, "ahadi-yet/ahadî" özelliğindeki
müşahedesinin hükmü, işaret edilen tarzda bütün mertebe ve nispetlere sirayet
etse; herhangi bir mertebeyle smırlanmamakla birlikte, bütün vasıf ve hükümleri
kendisiyle vasıflandığı ve -perde ve gaflet olmaksızın- her vakit ve halde
kendisinden soyutlandığı/insilâh sahîh bir ilim ile kabul ederse; işte o kimse,
kullukta, hilafette, ihatada ve mut-laklıkta kemâl sahibidir.
Allah, minnet ve fazlıyla
bizi ve kardeşlerimizi bu mutlak ve gerçek makama ulaştırsın! [43]
Bilinmelidir ki: Aslî-meşru
hükümler, yani vücûb, nedb/mendubluk, tahrim/haramhk, kerahet ve
mubahhk/iba-ha, mükelleflerin bütün fiillerine sirayet etmiştir. Şu halde kuldan
sâdır olan bütün fiillerde veya kulun içinde bulunduğu bütün hallerde,
şeriatın bu beş mertebesinden birisinin hükmü vardır.
Fiilin, şeriat tarafından
belirlenmiş emir ve yasaklarda belirtilen bir sureti olabileceği gibi, fiil,
genel hükümlü külli bir asıl içinde zikredilmiş de olabilir. Birinciye örnek olarak
"Namaz kılınız", "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymayınız" gibi âyetlerle belirtilen ve hal, vakit gibi şartlarla sınırlı
olan fiilleri verebiliriz. İkinciye Örnek olarak ise, "Her kim ki, bir
hayır amel işlerse, onu görür" veya "Kim bir kötülük işlerse, onun
karşılığında ceza görür" âyetleri veya "Her alın terinde bir ecir
vardır" hadisinde olduğu gibi Kitapta ve Hz. Peygamberin hadîslerinde
mücmel zikredilmiş fiiller verilebilir.
İnsanın bütün fiillerinin
kaynağı, unsûrî-tabiî çıkışı açısından, kalbin bâtınıdır. Fakat failin,
herhangi bir şeyi yapmaya girişmesi, kalbinde somutlaşmış bir amaca/daiye
bağlıdır, bu arnaç, faili bir takım fiillere sevk eder ve o fiili başka
fiillere veya fiili yapmamaya tercihe yöneltir.
Bu gayenin kalbde somutlaşması
ve fiillerin faillerinden sâdır olmasına neden olan baıslerin belirmesi,
kalpten çıkar ve bunların hükümleri organlara dağılır ve onlarda etkin hale
gelir. Bunun ardından, daha sonra bahsedeceğimiz kalbin vecihlerine göre ve
başlangıç anında kalbin kendisiyle vasıflanmış olduğu veya Ralv mân'm iki
parmağıyla kendisi üzerine hâkim ve zahir olan gayb zâtından taayyün eden
özelliklere göre diğerlerine geçer.
Baislerin ve farklı
mertebelerine göre -özel vecih müstesna-kalbin vecihlerine ait bütün hükümlerin
gayesi, iki şeyden birisidir: celb-i menafi/menfaati elde etmek veya dünya
veya âhiretteki bir zararı def etmek. Bu zarar, suret veya mânâ açısından
olabileceği gibi, çoğul ve tekil de olabilir; çabayla olabileceği gibi, onsuz
da olabilir. Nitekim daha Önce buna işaret etmiştik. Fakat bu zikrettiğimiz
kısımların altında, sadece büyüklerin bilebildiği hassas kısımlar
bulunmaktadır.
Bunların arasında, bazı
amellerin zikredilen iki asıl üzerinde perde olabilmesi vardır. Bu durum, amel
sahibinin kastıyla olabileceği gibi, kastı olmadan da olabilir. Şu anlamda ki:
herhangi bir insandan herhangi bir amel sâdır olur, bu amel bir takım
kötülüklerin veya bir takım hayırların kendisine ulaşmasına engel teşkil eder;
şayet bu perde olmasaydı, bu hayır veya kötülük, amel sahibi için gerçekleşmiş
olacaktı. Amel sahibi, bazen bu durumu bilebilir, bazen bilmeyebilir, bazen ise
daha sonra öğrenir.
Cezanın/karşılık da,
iki-küllî mertebesi vardır. Bunların birisi, dünya hayâtında süratli bir
şekilde cezalandırmayı ve cezanın hayır veya kötü fiilden ayrılmayışını
gerektirir. İkinci mertebe ise, bazen cezanın fiilden ayrılıp, Allah katında
bilinen belirli bir zamana kadar âhiret hayâtına tehir edilmesini
gerektirebilir; nitekim daha önce buna ve buna ait bazı sır ve hükümlere dikkat
çekmiştim.
Şu halde nebevi haberlerde
dikkat çekilen hayra karşılık cezalardan birisi, sözün doğru çıkması, rızkın
bolluğu ve dünya hayâtında gidişin istikâmet üzere olmasıdır. Bu özelliğe sahip
olan bir kavim, fasık kimseler olsa bile, durum böyledir. Başka bir rivayette,
"sıla-i rahim", başka bir rivayette ise "taharete devam
etmek", başka bir rivayette ise bunların hepsi zikredilmiştir. Bu
bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kuşkusuz ki Allah, dünya
hayâtında nzik olarak sevabını alacağı bir iyilikten dolayı mümine zulmetmez.
Bununla âhirette de karşılığını görür."
Kafir ise, dünyada
iyiliklerinin karşılığında beslenir, âhiret hayâtı geldiğinde ise, kendisiyle
ödüllendirileceği hiç bir hayrı kalmaz. Hz. Peygamber (as.), aynı zamanda,
kötülüklerin kapısını ve bunlara dair cezanın gecikmeyeceğini belirtmiştir; bu
günahlar "sila-i rahmi kesmek /akraba ziyaretini terk, taşkınlık ve gücü
yettiği halde kötülükten sakmdırmayı terk etmektir."
Hayra karşılık hemen
verilen ve hükmü genel ceza, kalbi kuvvetlerde, rûhânî ve tabiî özelliklerde
gerçekleşen hazırlanma ve istikâmettir. Bunları, bazı perdelerin açılıp, insan
ile kendisi için hayrın bulunduğu şeyleri idrâk etmesi arasındaki engelleyici
maniaların ortadan kalkması takip eder; insanın bu şeyleri idrâkinde, kendisi
için hemen veya daha sonra gerçekleşecek bir hayır ve rahat bulunmaktadır, bu
hayır, manevî olabileceği gibi, mahsûs/hissedilebilir de olabilir. Böylelikle
insan, hazırlığı, kabulü ve kendisi için yazıldığı ölçüde, hiç bir gecikme ve
yavaşlık olmadan bunlardan payını alır.
Mekruh fiile verilen hızlı
ve genel ceza ise, mahrumiyettir; bu mahrumiyeti, ya bir perde/hicab veya
mahaldeki bir perdenin kalkmayışı gerektirmiştir. Bu perde, o kimse üzerinde
hüküm sahibidir ve o kötü fiil olmasaydı bunun hükmü sona erecek, insan da
ondan kurtulacaktı. Ya da, insanın kötü fiiliyle celbettiği veya kötü ameliyle
ona arız olan herhangi bir zararı engelleyecek bir koruyucunun bulunmayışı, bu
mahrumiyeti gerektirmiştir.
Şu halde cezanın bu
kısımları, fiilden sonra gerçekleşmez, aksine bunlar, fiilin sâdır olmasının
ardından faile ulaşırlar.
Bu makam, son derece önemli
ilâhî ve kevnî sırları içermektedir; bunları, huzur, müşahede ve kâmil marifet
sahibi büyüklerden başkası müşahede edemez. Bu kimseler, huzurlarının takip
ettiği marifetleri ölçüsünde, bu sırların tafsillerini bilirler.
Bu makamı tam olarak keşf
eden kimse, bu makamdan aha-diyet ve cem özelliğindeki ilâhî, bunun ardından
Rahmanı emri müşahede eder; söz konusu Rahmanı emirden, kalbin sapması ve
sabitliği meselesinde iki parmağın hükmü[44]
çıkar. Ayrıca bu kişi, mâhiyetleri itibarıyla iki parmağın hükmünü; sonra iki
saç lülesinin hükmünü; mubah olan tabiî-nefsânî fiillerin hükmünü öğrenir. Bu
fiiller, kâmiller, fertler/efrad ve Allah'ın dilediği muhakkiklerin dışındaki
mükelleflerden sâdır olduklarında karşılıklarında her hangi bir ceza ve
sorumluluk yoktur. Bu muhakkikler, fiili işlerlerken fiili emreden ile/Hak
beraberdirler; şu anlamda ki, Allah bu fiili mubah kılmamış olsaydı, onu
işlemezlerdi. Bununla birlikte şu âyetlerde bu gibi fiiller mubah sayılmışlardır:
"Sizi rizıklandirdığımiz şeylerin temizlerinden yiyiniz." (Maide,
88) "Allah'ın sizin için helal kıldığı şeyleri haram kılmayınız."
vb. Hz. Peygamber de, şöyle buyurmuştur: "Allah, kuşkusuz, ruhsatlarından
yararlanılmasını sever."
Çünkü, emrin sahibi veya
mâhiyeti açısından emir ile "hazır" olduğu halde mubah fiili işleyen
kimse, her mubahtan dolayı ecir alır ve bu fiili işlediği için, efendisinin emirlerine
bağlanan ve itaat eden kimseler arasına yazılır. Nitekim, Hz. Peygamberin bazı
sahabesinin dikkatini bu sırra çektiği ve mubah işleyen kimseler için ecir
olduğunu belirttiği hadisi, bu ifâdemizi teyit etmektedir.
Hz. Peygamber, mubah
hakkında bu bilgiyi verince, sahabe hayrete düşmüş ve şu anlamda bir söz
söylemiştir:
-"Şimdi, benim
şehvetimin gereğini yapmamda bir ecir mi vardır?"
Bunun üzerine Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur:
-"Evet vardır.
Düşünsene, şayet şehvetini haram yolla gidermiş olsaydın, bundan dolayı günaha
girmiş olmaz miydin?"
Sahabe:
- "Evet olurdum"
deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
-"İşte, aynı şekilde
şehvetini helal yolla karşılayınca ecir el-tfe edersin"; ya da, bu anlamda
bir söz söylemiştir.
Kâmiller ve fertler, zikrettiğimiz
bu konuda kendilerinin dışındaki kimselerden hal, huzur ve daha önce dikkat
çektiğimiz üzere, bu konuda kendilerine özgü fazladan bilgileriyle ayrılırlar.
-Allah'ın izniyle-
muhtemelen, bu meseleye daha sonra kısmen değineceğiz. [45]
Bilinmelidir ki: Haktan,
bütün asırlarda o asrın peygamberi vasıtasıyla yaratıklarına ulaşan diğer serî
emir ve yasaklar, hallerin, sözlerin, zahiri ve duyulardan gizli/bâtın
kalan beşerî sıfat ve
fiillerin, bunlardan meydana gelen ve suret- j| leri gökler, berzah, haşır,
cennet, cehennem ve Allah'ın dilediği bütün tabakalarda taayyün eden ürünlerin
içermiş olduğu hususları tariften ibarettir. Bu tarif, ilâhî rahmet ve gazap
hükmüyle, bunları "ispat" ya da "mahv" ya da
"zarar" veya "menfaat" veya "gâliplik" veya
"mağlupluk" Özeliğiyle belirtir; bu da, his, hayal, ruh ve misâl
olarak sonludur/muvakkat.
Bunu anlamalısın, çünkü bu,
hakkında konuşulan ve açıklanan makamla ilgili en önemli ilâhî sırlardan
birisidir.
Ben bu sırrı öğrendiğimde,
gazap ve rahmeti belirleyen sebepleri, bunların hükümlerinin bu sebepler için
nasıl zuhur ettiğini ve suretlerin aynada yansıması gibi onlarda nasıl
yansıdığını öğrendim. "Onlar bizden ümitsizliğe düştüklerinde, kendilerinden
intikam aldık," (Zuhruf, 55) "Allah, kuşkusuz tövbe edenleri
sever," (Tevbe, 4) "temizlenenleri sever/' (Enfal, 108) "ihsan
sahiplerini sever", (Bakara, 195) "takva sahiplerini sever"
(Ali İmran, 76) vb. âyetlerin sırrını öğrendim. Ayrıca, dünya hayâtında
gerçekleşen uzun süreli veya hemen sona eren nimet ve azabın sırrını;
iyiliklerin kötülükleri dönüştürmesinin sırrını; "Sizin amelleriniz,
kendinize iade edilecektir" âyetinin sırrını; "Hüccet-i baliğa
Allah'a aittir", âyetinin ve "Biz elçi göndermeden kimseye azap
etmeyiz" (İsra, 15) âyetlerinin sırrını öğrendim.
Gördüm ki: Fiillerin
suretleri, insanın bâtınında veya zahirinde ortaya çıktıklarında, Hakkın gazap
veya rahmeti için bir ayna haline gelmektedirler, nitekim daha önce bunu
belirtmiştik; fakat, mukaddeslik mertebesinde herhangi bir değişiklik veya hal
yenilenmesi olmaz.[46]
Bununla birlikte taayyün ve eserin zuhuru, mülaim/uygun ve olmayan şeylerle
gerçekleşir.
Bunun yanı sıra, bütün
asırlarda ve ümmetlerde ve de belirli bir vakitte veya Özel bir halde veya iki
farklı hal ve vakitte her bir şahsa nispetle helal ve haramlığm sırrını gördüm.
Şeriatların, ümmetlerin ve
asırların hallerine göre nasıl ortaya çıktıklarını ve hükümlerinin nasıl
taayyün ettiklerini gördüm.
Hükmü, bu dünya hayâtı ve bu
yaratılışla sınırlı ve bunların külli ve cüzî maslahat ve levâzımıyla ilgili
olan emirleri ve yasakları gördüm.
Hükmü âhirete uzanan
şeylerin, dört kısma ayrıldığını gördüm: Birisi, berzahtaki bekleme süresinde
veya berzahın sona ermesiyle hükmü sona eren kısımdır; ikincisi, haşır
zamanının veya gününün bitmesiyle sona eren kısımdır; üçüncüsü, cehennemin
saltanatının hükmünün cehenneme giren kimseler üzerinde egemen olduğu esnada
veya ebedî olarak cehennemde kalmayan kimselerde cehennemin hükmünün sona
ermesiyle biten kısımdır; dördüncüsü ise, cennet ehline ve kendileri hakkında
"Onlar oradan çıkacak değillerdir" diye buyurulan kimselere ait olan
kısımdır.
Burada, derin denizler ve
muhteşem sırlar bulunmaktadır; şayet bunların örtüsü açılsaydı, akılların
hayrete düştüğü şeyler zuhur eder, son derece acaib şeyler ortaya çıkardı.
Bu makamdan, ayrıca, hükmü
iyi ve kötü şeylere uzanan ebedî ceza ve sınırlı bir zamana kadar sabit olan
ceza; hayır ve şerre verilen cezanın sırrı; şerre verilen misliyle karşılık,
hayırda ise ondan yedi yüz ve Allah'ın dilediği kadarı fazlası; bazı amellere
karşı bazı kimseler hakkında dünya ve âhiret hayâtında karşılık vermek
bazılarında ise sadece dünyada veya sadece âhirette ceza vermenin sırrı
öğrenilir. Ayrıca, "hebaen-mensure"ye çevrilen amellerin sırrı da
bundan öğrenilir; öyle ki, amelin varlığının hayırla mükafatlandırmaya neden
olacak bir sureti kalmaz.
Ayrıca, bu işaret edilen
makamla kâmil anlamda tahakkuk eden kimse, belirlenmiş ceza ve hesap
mertebelerinden hükmü kaldırılan şeyin sırrını Öğrenir. Bunlara, daha önce
dikkat çekilmişti ve bunun açıklaması, "Attığında sen atmadın, fakat
Allah attı" ( Enfal, 17) ve benzeri âyetler ve naslardir. Çünkü bu tür
ameller adına, amelin kendisinden meydana geldiği kimseden başka birisi için
belirli bir karşılık ortaya çıkmaz, çünkü bu kısım, ilâhîdir, aslı üzere
bakidir ve o, Hakkın dışındaki kimselere hiç bir şekilde ilişmez. Bunun, tefsir
değil, işaret babından ifâdesi "Kimin yükünde bulunursa, o onun
cezasıdır" (Yusuf, 75) âyetiyle ifâde edilmiştir.
Bu konunun bir kısmına^
hamd ve cezanın hamd sahiplerine tenezzül edişi bölümünde değinmiştik: Ceza,
hamd edenlere mahmûda/hamd edilen dair ilimleri, itikatları, mertebeleri ve
mahmûdun katındaki nazlarına göre tenezzül eder; çünkü o hazlar, hamd
sahiplerinin himmetlerinin taalluk noktalan, Hakka dair maksatlarının
kıbleleridir. Ayrıca şunu da belirtmiştik ki: Niyetinin, himmetinin ve
kendisine nispet edilen fiillerin ve de onunla ortaya çıkan hamd ve benzeri
şeylerin, Haktan başka hiç bir gayesi ve hedefi olmayan kimseler vardır.
Binaenaleyh, bu hal sahibinin cezası, bilinen kısım ve mertebelerin dışındadır.
Bu konuyu, birazdan, daha
fazla açıklayacağız.
Bu makamdan, şunlar da
öğrenilir: Müslümanların amelleri oldukları halde amellerdeki ve bunların
yükseliş ve ref edilişlerinin sonunda yerleştikleri makamların farklılığının
sebebi nedir? Amellerin yükseldikleri ilk makam hangisidir? Bunların hangisi,
zahir amellere ve aynı zamanda bâtın amellere nispetle hüküm açısından daha
baskındır? Bunların en üstünü ve en sonu hangisidir? Ahadiyet özelliğindeki
küllî ceza hangi makamdan tenezzül eder? Bu küllî ceza, birbirinden farklı
amellerin mertebelerine göre kısımlara ve türlere ayrılır; bu ameller, birbirinden
farklı maksatları, ilimleri, akideleri, teveccühleri, halleri,
mevtmleri/mertebe, makamları, zamanlan ve neşetleri olan amel sahipleriyle
farklı vakitlerde zuhur ederler.
Bazı özellik ve
hükümlerinden bahsedilen bu makam, yaklaşık olarak üç bin ya da daha fazla alt
makam içermektedir. Bu makâmm, bilinmesi mümkün olmayan çok önemli ve ulvî
sırları vardır ki, bunları bileni bulmak, enderdir. Bu sırların başhca-lannm
izahına girişmek, daha fazla açıklamaya gerek duyup, açıklanması haram olan
rubûbiyet sırlarını izaha neden olmasaydı, akıl ve basiretleri dehşete
düşüren, sâdır ve sırları parçalayan şeyler ortaya çıkardı. Fakat Hakkın
gizlemeyi dilediği örtülü sırlarını izhâr edecek veya zuhur etmesini ve bariz
olmasını istediği sırları da gizleyecek hiç bir kimse yoktur. [47]
Tekrar, daha önce
açıklamaya başladığımız konuya dönüyoruz:
Şöyle deriz: Daha önce
işaret edilen kalbin vecihleri, zikredilen aslî mertebelerin/hazerat-ı hams
sayısınca beş tanedir. Herhangi bir kimseden sâdır olan her bir fiil, bu vecihlerden
birisinin veya hepsinin hükmüyle boyanmış olarak sudur edebilir. Binaenaleyh
bu beş vechin birisi, Hakkın gaybmın ve hüviyetinin mukabili olan vecihtir. Bu
vecih, muhakkiklere göre "vech-i has/özel vecih" diye isimlendirilir
ve onda, isim, sıfat ve bunlardan çıkan vasıtaların hiç bir hükmü ve dahli
yoktur. Bu vechi, sadece kâmiller, fertler ve bazı muhakkikler bilebilir ve
onunla tahakkuk edebilirler.
Bunun, mukabili olan insan
kalbi ve diğer şeyler cihetinden zahir varlıkta, mertebeleri, mazhârları ve
alâmetleri vardır. Bunların arasında, ilk hareket gibi ilkler, nazra/bakış,
düşünce/ha-nr ve işitme sayılabilir. Ayrıca, huzur ehline gizli kalmayan ilk
2âhir olan şeyler, şeriat ve tahkik açısından bütün alemde bu şekilde terettüp
etmeyen her şey, bu kabildendir. Hiç bir hüküm, ona ait değildir, o da hiç bir
kayıt altına girmez; çünkü o, ilâhîdir ve aslî mukaddesliği üzerinde bakidir.
Hiç bir kuşku, hata ve yalan ona bulaşamaz.
Bu vecihle tahakkuk eden
kimse, her nefeste "yenilenme" ve "halk-ı cedit" sırrını
arif olduktan sonra, kalbim fetretin giremeyeceği şekilde sürekli murakabe
ettiğinde, aklına gelen her bir hatır ile hüküm verir ve kuşkusuz bir şekilde
hükümlerinde isabet eder. Çünkü, Hakkın katında asla tekrar olmadığı gibi,
onun katında da asla tekrar yoktur. Bu müşahede ve makamın sahibinin bütün
idrâkleri, hatıraları "ilkler" mertebesinde Hak ile gerçekleşir.
Binaenaleyh bütün şuur ve idrâk vasıtaları açısından kendisinden sâdır olan
fiiller, bu ilâhî esasa dayanır ve bağlı olur. Böylelikle o kimseden, sadece
güzel şeyler ve kurbiyette kurbiyeti artıran ve dereceyi yükselten şeyler sâdır
olur; fakat bu da, karşılık değil, ilâhî minnet ve ihsan babmdandır.
Çünkü bu makam sahibinden
bu tarz üzere sâdır olan ameller, daha önce belirttiğimiz "gibi, bazen
ceza mertebelerini aşabilir. Nitekim, buna "Allah'ın halis kullarının
dışında olanlar, sadece işledikleri şeylerle cezalandırılacaklardır" ve
"Ancak inkâr edenleri cezalandırırız" {Yusuf, 75) âyetleriyle işaret
edilmiştir. Bunun yanında Allah, facirlerin ve kafirlerin kitaplarını belirten
âyette de buna işaret etmektedir. Bu kitaplar, onların amel defterleridir.
Bunların birisi, "Siccin"de, diğeri ise, "illiy-yin"dedir.
Halbuki Allah, mukarrebin/yakm kulları için herhangi bir kitap zikretmemiş,
onlara müşahede ve Ebrar'ın içtiği "Ayn"a tahsisten başka bir şey
nispet etmemiştir.
Hz. Peygambere bu makamdan
"Allah senin için bağışlayacaktır" diye hitap edilmiştir. Bu makam
sahibinin zikredilen bu hali, Hakkın işitmesi ve görmesi olduğu kimsenin
hallerinden birisidir/kurb-ı nevafil; ayrıca bu, başka bir itibarla, ender kimselerin
dışındakiler için müşahedesi ve tasavvuru güç olan kurb-ı feraiz sahibinin
alâmetlerinden birisidir.
Kalbin vecihlerinden
ikincisi, ruhlar alemine paraleldir/yu-hazi, sahibi de, bu vechi ruhlardan
alır; kalbde, kendisiyle ruhlar arasındaki münâsebete ve bu vechin temizlik ve
parlaklığına göre ruhlar nakş olunur, vechin parlaklığı ve temizliğiyle, nispetlerin
sahîhliği ortaya çıkar, irtibat sırrı hayât bulur. Bu irtibat, adeta bir boru
ve oluk gibidir. Feyiz, buna temas eder, onda akar ve onun vasıtasıyla
kabildeki mekanına ulaşır. Ruhların kalbe nakşolması, ayrıca, kalbin
tezkiyesine, iyi huylarla bezenmek ve kötü huylardan kaçınmakla kalbin
tasfiyesine, tabiî kuvvetlerin rûhânî kuvvetlere baskın olup, kendi
karanlıklarıyla onları sö'n-düremeyişine ve rûhânî kuvvetlerin nurlarını
karartmayısın a bağlıdır. Tabiî kuvvetler, rûhânî kuvvetlerin nurlarının
parıltılarını söndürürse, onların hüküm ve eserleri kendilerine zıt tabiî
hükümlerin baskmlığıyla ortadan kalkar.
Bu şart, yani bütün vecih
ve hallerin sıhhatini ve kendilerine özgü sıfatları onlara zıt mahzurlu
şeylerin baskınlığından, ayrıca orta-itidâlden ifrat ve tefrit taraflarına
sapmaktan korumak, kalbin vecihlerinin her birisinde geçerlidir.
Şu halde, Hakkın gaybma
mukabil olan ilk vechin temizliği, sahîh benzerliği, kevnî bütün kayıt ve
hükümlerden soyutlanması, kayıtlardan mutlaklığı ve münezzeh ligi, nakışlardan
kurtulmasına bağlıdır. Bu sırrın can daman, mutlak ihtiyacın ve Zât'a ait
teveccühün devamlılığına bağlıdır; bu teveccüh, çaba ve tekellüften
münezzehtir.
Üçüncü vecih -ki sahibi,
bununla ulvî aleme mukabele eder- ve bu vechin Hakkın mâhiyeti açısından
kendisine ilka ettiği şeyleri kabul etmesi, bu insanın bütün semâlarda
kendisine mahsus suretlerine göredir. Nitekim, ravilerin efendisi İbn Abbas
buna işaret etmiş, Allah'ın ehli ve seçkinlerinden olan muhakkikler de kesin
olarak bu konuda îbn Abbas'a muvafakat etmişlerdir.
Bu vechin tezkiyesi ve sırrının
ihyası, ruhların vechinde zikredilen şeylerle gerçekleşir. Ayrıca, zahirî
özelliklerde istikâmeti korumakla, ifrata ve tefrite mâni olan orta yola
riâyet etmekle gerçekleşir. Hiç kimse, bütün alemlerle olan ilişkisini bilmeden
ve bu noktada münâsebet ve itidal hükmüne riâyet etmeden bu bakamla tahakkuk
edemez. Ayrıca bu kişinin, ilâhî-gerçek şeriatın Özetle zikrettiği ve Hz.
Peygamberin kâmil siretinin fiil ve hal ile tam olarak tekeffül ettiği şeyleri
zevken tafsil leş tirmesi gerekir; Hz. Peygamberin fiil ve hal olarak ortaya
koyduğu şey- leri, daha Önce dil ile de açıklamıştır. Bu durumda bu kimse, bir
hüküm verirse, isabet eder ve kesinlik ve doğruluk yolunun nasıl
araştırılacağım bilir.
Allah, mürşiddir.
Diğer vecihle, unsurlar
alemine mukabele edilir; bu vechin tezkiyesi ve sırrının ihyası da, meşru ve
makûl iki rabbani mizanla bilinir.
Bunun umdesi, iki şeydir:
Bunların birincisi, kuvvet ve hisleri, güç ve imkân ölçüsünde ve ehem-mühim
sırasını göz önünde bulundurmakla, maslahat bulunan şeyde kullanmak ve bu
konuda çaba göstermektir.
Diğeri ise, kuvvet ve
hisleri, gereksiz veya uygunsuz işlerde veya sakınılması gereken yerlerde
kullanmak bir tarafa, mühim olmayan her hangi bir işte kullanmaktan
engellemektir.
Kalbin diğer vechi, misâl
alemine mukabildir. Bunun da iki nispeti vardır. Birisi, mukayyet nispettir, ki
bu, insanın hayal kuvvetine mahsûstur. Bu vechin temizlenmesi, his ve şehâdet
alemine ait Önceki vechin temizlenmesine tabidir. Buna, hiss-i müşterekte
tasavvur edilişleri ve oluşmaları esnasında maksatların tashihi, hatıraları
kontrol etmek, bunlardan iyi olmayanları gidermek de eklenmelidir; çünkü
bunlar, hükümleri insandan sâdır olan amellere ve nefeslere vb. sirayet eden
şeylerdir.
Zahirî histe de durum
böyledir; nitekim Hz. Peygamberin "Sizin rüyası en düzgün olanınız, sözü
en doğru olanınızdır"
hâdisiyle buna dikkat
çekmiştik. Çünkü hayale, sadece his aleminden intikal eden şeyler
işlenir/nakş. Şayet hayaldeki şeyler histekinden farkh ise, bunun nedeni,
histeki şeyin terkip ve yenilenmesinin farklılaşmasıdır. Tekil olanlar ise,
kuşkusuz ki, histen elde edilmişlerdir. Şu halde his vechi ve hissî kuvvetleri
sahih olan kimsenin, hayal vechi de sahih olur.
Diğer nispet ise,
mutlak-misâl alemine mahsûstur. Bu nispetin insanın onla ilişkisinin sahîhliği
cihetinden tam anlamıyla istikamet üzere olması, gayba ait vecih ve bunun
şahinliğinden sonra, zikredilen üç vechin istikâmetinden meydana gelir.[48]
Bu bölümde şunlar vardır: Din
lafzının açıklanmamış bazı mânâları; teklif ve bunun hikmeti, teklifin asıl
kaynağı; Teklif ile ilgili küllî emirler ve teklifin mühim neticeleri. Bu
konulardan, "matla"' ve "ahadiyet-i cem" diliyle bahsedeceğiz.
[49]
Bu meseleleri ele almadan
önce bir mukaddime takdim etmemiz gerekmektedir; bu mukaddime, işaret edilmesi
gereken önemli ve faydalı nüktelere dikkat çekecektir:
Bilinmelidir ki: Her hangi
bir şeyin sırrı, o şeyde/şe'n gizli kalan veya onda bâtın olan şeydir. Bu bâtın
şey, bazı veya bütün hislerle idrâk edilmesi mümkün olan vücûdî bir durum
olabileceği gibi, manevî bir durum da olabilir. Birinciye örnek olarak, bedenin
derisinin dışına nispetle insan kalbinin ve ondaki buharın teneffüsü veya
suretlerine nispetle ceviz ve benzeri şeylerin yağı verilebilir; ikinciye
örnek olarak ise, mazhârlara ve cüzî suretlere nispetle Hakkın ruhlara tevdi
ettiği kuvvet ve özellikler verilebilir. Bu özellikler, bu mazhâr ve cüzî
suretlerle ortaya çıkarlar ve Hak -saksonyadaki ishal etme gücü veya
mıknatıstaki demiri çekme gücü gibi- bunlarla bu kuvvetlerin fiillerini kemâle
erdirir.
Bazen, sırrın izafe edildiği
şey, mücerret bir mânâ olabilir; bu mücerret mânânın, haricî varhklarda/a'yân
hiç bir şekilde zuhuru yoktur, aksine bu, sadece zihinlerde taakkul edilir.
Buna Örnek olarak, nübüvvet, risâlet, din, takva, imân ve benzeri şeyler
verilebilir.
Çünkü sırrın, bu gibi şeylere
nispet edilmesi, varlıklarda tahakkuk eden şeylere nispeti gibi değildir.
Binaenaleyh "nübüvvetin sırrı nedir?" "Şeriatın sırrı
nedir", "dinin sırrı nedir?" diye soru sorulduğunda,
muhakkiklere göre burada "sır" ile kast edilen şey, hakkında soru
sorulan şeyin aslı veya onun hakkında bilinmeyen şeydir. Bu şey bilindiğinde,
hakkında sorulan şeyin illeti, özelliği, kaynağının aslı, hükmünün ve
zuhurunun sebebi, gizli ve açık levazımı da öğrenilmiş olur.
Dinin bir sırrı vardır ki,
cezânm ve hükümlerinin hakikatini bilen kimse bu sırrı bilebilir. Cezanın bir
sırrı vardır ki, bunun bilinmesi, cezânm terettüp ettiği fiillerin bilinmesine
bağlıdır. Fiillerin de, nispet ediîdikleri ve onunla zahir oldukları kimse hakkında
cezaya neden olmaları "yönünden bir sırrı vardır ki, bu sırrın bilinmesi,
teklifin bilinmesine bağlıdır. Çünkü ortada bir teklif olmadığı sürece, terke
ve fiile neden olan herhangi bir emrin veya yasağın bulunması söz konusu
değildir. Emir ve yasaklardan kaynaklanan meşru fiiller bulunmadığı sürece
ise, fiillerin karşılığında yaratılmış ceza taakkul edilemez; bu fiiller, emir
ve yasaklarla ilgilidirler.
Şu halde teklif, bütün bu
zikredilen hususların aslıdır.
Cezânm da, bir sırrı ve
hikmeti vardır. Allah nasip ederse buna daha sonra işaret edeceğiz. Nitekim
bundan önce, fiillerin, cezalandırmanın ve bunlara mahsus şeylerin sırrından
Allah'ın takdir ettiği kadarıyla bahsetmiş, bu konuyla ilgili ilâhî fiil ve
sırların büyük bölümüne dikkat çekmiştik. Akıl sahibi bunları düşünüp, aklında
tutuğunda, dinin küllî sırlarından ve hükümlerinden ve de aslî levazımından
hiç bir şey ona meçhul kalmaz.
Allah, dinin diğer temel
sırlarını zikretmekle bu âyetin bu lafzı üzerindeki açıklamalarımızı
bitirmemizi dilemiştir. Ayrıca teklifin asimi, mertebesini, semeresini ve
ehemmiyetini belirten hikmetine, dikkat çekeceğiz. Bunu yaparken de, kitabın
başında taahhüt ettiğim üzere, Fatiha sûresinin içermiş olduğu asıllara da
işaret edeceğim. [50]
İki şey arasında taakkul
edilen her nispetin gerçekleşmesi ve sübûtu, kuşkusuz, bu iki şeye bağlıdır.
Teklif, kadir-kâhir ve alim olan teklif sahibi/mükellif-Hak ile mükellef
arasında taakkul edilen bir nispettir. Mükellef, teklif sahibinin iktidarının
mahalli olma ve onun teklifinin hükmünü kabul salâhîyetindedir.
Allah ile, başka bir ifâdeyle
Allah Teâla'nm akıllarımızı ve basiretlerimizi nûrlandırdığı bilgi ile, mutlak
ve eksiksiz kemâlin Hakka ait olduğunu, hatta Hakkın bütün kemâllerin kaynağı
olduğunu öğrendik. Sonra da Allah, peygamberi vasıtasıyla bize aziz kitabında
"De ki: Herkes, kendi yaratılışına göre amel eder" (İsra, 84)
buyurduğunda bize bunu öğretmiştir. Böylelikle, öncelikle kendi nûrlandırdığı
şey vasıtasıyla, ikinci olarak da haber verdiği bilgiyle şunu öğrendik: Haktan
sâdır olan fiil ve hükümler, kemâl özelliğiyle boyanmış olarak sâdır olurlar.
Şu halde bu fiil ve hükümlerden her birisi, kâmildir, çeşitli faydaları,
hükümleri ve sırlan içerir. Bunları, Hak-km dışında hiç kimsenin ilmi ihata
edemez. Yaratıkların bilebilecekleri ve idrâk edebilecekleri en son şey,
bunların mümkün olanlarını bilmekten ibarettir; bunları da, kesbi bir bilgiyle
veya bütün bunları ihata etmek yoluyla değil, Hakkın öğret-mesiyle/vehb
bilebilirler.
Fakat, bununla birlikte
Hakkın fiillerinin -her ne kadar Haktan sâdır oluşları ve kendisine nispet
edilişleri açısından, ifâde ettiğimiz üzere, mutlak hayır ve mutlak kemâl
özelliğinde olsalar bile-, kendiliklerinde farklı olduklarında hiç bir
kuşkumuz yoktur; fiillerdeki bu farklılık, isimlerin, sıfatların, mevtınlerin
ve hazretlerin mertebelerine göredir.
Binaenaleyh bu fiillerin bir
kısmı, daha önce de belirttiğimiz gibi, diğerlerinden daha önemli, daha
kıymetli, ihata açısından daha kapsamlı, hüküm yönünden daha şâmil olurlar;
bunlar, diğerlerine nispetle daha çok hüküm ve sırları içerirler.
Teklifi hükümler, hüküm ve
fiillerin en önemlilerinden, hüküm yönünden en kapsamlı olanlarından
birisidir; çünkü teklif, "Semâlarda ve yerde olan herkes, Rahmân'a kul
olarak gelirler" (Meryem, 93); "Allah, her şeyin
yaratıcısıdır", ve "Her şey, onun hamdiyle teşbih eder" (İsra,
44) kırbacıyla her şeye hükmünü yayan ubudiyetin unvanıdır.
Kuşkusuz ki, Allah'ı teşbih
eden herkes, ona kulluğunu ikrar etmektedir; hatta kişinin Hakkı teşbih etmesi,
Allah'a kulluğunu ikrar etmesinin ta kendisidir.
Bu ikrar, "Herkes, namaz
ve teşbihini bilmiştir" (Nur, 41) âyetinde Allah teâlanm da bildirdiği
gibi, ilme dayanan bir ikrardır.
Şu halde, kendisine
"şey" ismi verilen her varlık, bu hükmün ve ilâhî ihbarın ihatası
altına girer.
Kuşkusuz, daha önce şunu
belirtmiştik: Mümkünlerin özelliklerinden olan "özellik" yoluyla
veya bir açıdan Hakka ve bir açıdan da yaratıklara izafe.ve nispeti geçerli
olması anlamında "müştereklik" yoluyla varlığa izafe edilen her
hakikat ve sıfatın, ilâhî katta bir aslı bulunmaktadır; bu hakikat veya sıfat,
bu asla racidir ve bu asıl yönünden Hakka istinat eder.
Teklif de, hakikatler
arasındadır ve o da, iki asıl arasında zuhur etmiştir. Bu iki asıl, teklif
için iki mukaddime veya ebeveyn gibidirler. İşte, tafsil mertebelerinde zuhur
eden her şey için de durum böyledir. Çünkü teklif, daha önce zikredilen beş
nikah mertebelerinden birisinde olmak üzere, bu iki asıl arasmda zuhur eder.
Şu halde ilk iki asıl, vücûb
ve imkân hazretleridir/mertebe; başka bir ifâdeyle bu, isimler ve a'yân
hazretidir. Nikahlardan ise, daha önce bahsetmiştik.
Sen de, yaratılışın
başlangıcı ve vahdet sırrı hakkındaki ifâdelerimize baş vurursan, oradaki şu
açıklamamızı hatırlarsın: Aha-diyet, herhangi bir şeyi izhârı ya da onu icadı
gerektirmez. Hak, zâtı ve ahadiyeti açısından, alemlerden müstağnidir: Hiç bir
şeye münasip değildir, hiç bir şey ile irtibatlı değildir, hiç bir şey ona
münasip değildir, hiç bir şey ona taalluk etmez. Çünkü taalluk ve münâsebet,
ilâh-melûh, hâhk-mahluk gibi birbirini ta-mamlayan/müteyazif iki şey ya da bu
özelliğe sahip iki mertebe arasında gerçekleşen "tezayüf/birbirini
tamamlama" hükmüyle mertebeler açısından sabittir.
Daha önce ifâde etmiştik ki:
Eser, irtibat olmadan gerçekleşmez ve ancak münâsebet var olduğunda sahih
olabilir. Bu konudaki ifâdelerimizin detaylarını hatırlayınız, bu açıklamalar,
tekrarı gereksiz kılar.
Allah mürşiddir.
Sonra konumuza dönüp, şöyle
deriz: Binaenaleyh teklifin istinat ettiği tek asıl, bu mertebeye mahsûs olan
"ilâhî icab"tır; bu, başkası için herhangi bir varlık/ayn veya
başkasının mertebesi için herhangi bir hüküm ortaya çıkmadan önce Hakkın
zâtından kaynaklanan bir icabtır.
Bu asim makamı, Kur'an-ı
kerimde şu âyetlerde ifâdesini bulur: "Rabiniz, kendi üzerine rahmeti
yazmıştır." (Enam, 54); "Rabbinin kelimesi gerçekleşmiştir."
(Yunus, 33); "Fakat, benden olan söz gerçekleşti." (Secde, 13);
"Bu, rabbin üzerinde kesin bir hüküm olmuştur." {Meryem, 71);
"Benim katımda söz değişmez:" Hadislerde ise, şöyle ifâde edilmiştir:
"Benim sevgim, benim uğruma birbirini sevenlere vâcib olmuştur.";
"Allah üzerinde bir haktır ki, bu dünyadan kaldırdığı her şeyi vad
eder." Bu ve benzeri örnekler, çoktur.
Teklifin kaynağı ve bazı
açılardan muvafık olmayan cezalandırmanın sırrını izhâr eden diğer asıl ise,
alemin yaratılmasını gerektiren vücûdî tecellîdir. Başka bir ifâdeyle bu,
Hakkın Zâtından mümkünlerin üzerine taşan/faiz vücûddur. Bu asıl, diğer hükmi
kayıtlardan, imkâna mahsus çoğalan aynî özelliklerden gerçek anlamda
münezzehtir. Bu vücûdun, zatî mertebeleri ve istidatlara göre zuhuru açısından
ise, daha önce de açıklandığı gibi, ona, yani zikredilen bu yayılan/münbâsit
vücûda farklı ve Çeşitli vasıflar izafe edilir, kendilerinden ayrılmayacak
şekilde hükümlerle, isimlerle ve özelliklerle sınırlanır. Öyle ki, bütün
bunlardan soyut olarak bu varlığın düşünülmesi, imkânsız hale gelir; hatta
olabilecek nihai şey, bu hüküm ve sıfatların çoğundan soyutlanmaktır.
Hepsinden soyutlanmak ise, -farazi olarak mümkündür- imkânsızdır. İşin son
noktası, izafî tek bir kayıtta sona erer; bu kayıt, mutlaklık mertebelerinin en
üstününde bulunmaktadır.
Şu halde, adil hikmet ve
kâmil-birleştirici/cami' mertebenin hükmü, cezalandırmanın sırrının zuhurunu ve
bunun münâsebet ve kesinleşmiş denklik sırrıyla nitelenmesini gerektirmiştir.
Böylelikle ilâhî teklif, bütün kullar hakkında zuhur etmiştir; Hakkın dışındaki
herkes, kuldur. Böylece, Vücûda arız olan ay-nî-smırlanmalar ve imkâna mahsus
kevnî mertebelerin hükümlerinin mukabilinde, şerî-emrî kayıtlar ve hükümler
ortaya çıkmıştır. Belirli bir tarza kavuşan ibâdetler ise, her mertebeye, aleme,
zamana, yaratılışa ve hale mahsus olan hükme ve bu hükmün gereğine göre ortaya
çıkar; hükme göre olması şu demek-Lir: Vücûdun o şeyde taayyünü ve Hakkın zuhur
ve tasarrufu, ancak o hükme göre olabilir.
Böylelikle ibâdetler,
söylediğimiz gibi, bütün alemlerin, devirlerin, özel vakitlerin, mevtmlenn,
neşetlerin, hallerin, mizaçların ve mertebelerin ehlinde hal ve vaktin ve
zikredilen hususların gerektirdiği tarzda ve de bunların lâzımı olan sıfatlara
göre ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar ise, daha önce zikredilen hükmün sabit
olması gibi, bütün varlıklarda sabit olurlar.
Kuşkusuz ki, bütün
mümkünlerin bir örneği ve hepsinin özellik ve hakikatlerini kendinde
birleştiren insan, emrinde, halinde ve terakkisinde ilim, müşahede, hal,
makam, tecrit ve tevhit açısından en ileri mutlaklık makamlarına ulaşmış olsa
bile, tam hürriyet özelliğiyle vasıflanamaz; tam hürriyet, bütün itibarları,
nispetleri, izafetleri ve kayıtların hükümlerini kesinlikle ortadan kaldırır.
Hatta insan, emri-tekliflerden kurtulup, hallerin, neşetlerin, mevtinlerin ve
makamların sınırlamasından çıkıp, böylelikle hiç bir alemin, mertebenin ve
zikredilen diğer şeylerin onu sınırlaması bir tarafa, imkâna ait siniri
ayıcı/takyidi hükümlerin ve esmai-sıfat hükümlerinin kendisinden düşmesine
neden olacak derecede umulabilecek en yüksek dereceye çıksa bile, bir tek
kaydın onunla kalması şarttır; bu imkâniî kayıt, mutlaklık mertebelerinin en
nihâyetinde Vücûd-ı Mutlak için sabit olan itibarî bir kaydın mukabilinde
bulunur.
İnsan için kalan bu tek
kayıt, onun Zât gaybmdan taayyün etmiş payıdır. Zât gaybı hakkında defalarca,
şunu belirttik ki: O, mâhiyeti açısından kendisi için/linefsihi, sadece bir
"emir" ile taayyün edebilir ve kendisiliğinden hiç bir şey onda
taayyün etmez. Şu halde, onun, yani zikredilen gaybin taayyün etmesi, kendisiyle
müteayyin/taayyün etmiş olarak zuhur ettiği şeye bağlıdır; bu ise, daha sonra
"mümkün" diye isimlendirilen halidir.
Bu taayyün ile, Hakkm insan
ile insanın da Hak ile irtibat sırrı zuhur eder; bu irtibat cihetini insan
bilebilir veya bilmeyebilir. Vücûd-ı Mutlak'm taakkulunun, herhangi bir nispet
veya maz-hâra bağlı olduğunu zikretmiştik. Bu, aynî değil de, gaybî bir
farklılık olsa bile, adeta taakkulde şart olan "ayn/varlık"m zuhurunun
varlığa bağlı olması gibi, bir çeşit farklıhk/temyîz ifâde eder.
Hal müşahedesi sahibi bir
gurubun bu ayrırm/temyîz fark edemeyişleri, bunun kendiliğinde sabit olmayışını
gerektirmez; çünkü, "sekr" vartasından ve mukayyet müşahedelerden
kurtulmuş sahiv ehli muhakkik ve kâmiller, bizim ifâde ettiğimiz hükmü
vermişlerdir. Bunların sekir ve sınırlı müşahede vartasından kurtulmaları, bir
açıdan, ihata edici, birleştirici ve ahadiyet özelliğindeki orta kemâl
makamının merkezine yerleştiklerinde gerçekleşir. Böylelikle onlar, bu
noktadan uzaklaşmış kimselerin göremediği çevrenin kenarlarını ve ehlini
müşahede ederler.
Sonra şöyle deriz: Bu iki
kaydın, yani Vücûd ve insan kaydının, geçerli bir hükmü vardır. Bu hüküm,
büyüklerin bildiği pek Çok neticeler doğurur; büyükler, bunları hem
kendilerinden, hem de başkalarından ve kendi hallerinde müşahede etmişlerdir.
Böylelikle bu kâmiller, insanlar ve hatta bütün eşya hakkında, onların sadece
başkaları hakkında değil, aynı zamanda biz-2at kendileri hakkında da
bilmedikleri şeylere muttali olurlar.
Teklif hükümleri ve bunların
lâzımı olan kayıtlar ise, azlık, çokluk,
devam ve devamsızlıkla yaratıklar
arasında farklı farklıdır. Bu farklılaşma,
yaratıklardan her bir ferdin cihetinden Vücûda izafe edilen kayıtlara göredir.
Şu halde, kimin ayn-ı sabite aynası, Örneğin itidale, devriliğe, hey'et ve
şekil düzgünlüğüne daha yakın ise; kendisine yansıyan ve onunla zahir olan
şeyde o şeyin kendinde/lizâtihî gerektirdiği özelliğine muhalif bir hüküm
zahir olmayacak şekilde halleri, sıfat-
. lan, kuvvetleri ve hükümleri uyumlu ise/mütenasip; o şey, en U az teklife muhatap olan tecellîgâh,
bunların arasında ınutlaklığa en yakın olanı ve imkân hükümlerinden ve
sınırlayıcı özelliklerden en hızla soyutlanandır. Bu tecellîgâh, sadece dikkat
çekilen tek kayıttan soyutlanamaz; bunun örneği, öncelikle Hz. Peygamberimiz,
daha sonra ise, Allah'ın kâmil kullarından nebi ve velilerdir.
Bu ve başka sebeplerden
dolayı Hz. Peygamber'e "Allah, senin gelmiş ve gelecek günahlarını
affedecektir" (Fetih, 2) diye hitap edilmiştir; böylece ona ve Allah'ın
dilediklerine, başkalarına yasaklanan şeyler mubah kılınmıştır.
Söz konusu "kâmil
ayna"nın sahibi, Kadîm'in kıdeminin ve ezelî-zatî faziletin sahibi gerçek
kuldur/abd-ı muhakkak; bu kul, tecellîgâhtaki, bozukluk, eksiklik ve
değişiklikten kaynaklanan "eksik kabul"den müessir olmaz; ya da o,
tecellîgâha yansıyan şeye, o şey için ezelde sabit olmayan yeni bir özellik
yükle-mez; bunun yegane istisnası ise, tecellînin bir tek kayda bağlı olan
taayyünüdür, bu tek kayıttan kurtulmak ise, diğerlerinden farklı olarak, mümkün
değildir.
O kimse, yani bu kul, mutlak
temizliğiyle her şeye para-lel/yuhazî ve mukabildir; böylelikle dileyen herkes
içinde bulunduğu durumu izhâr edebilir. Bu özelliğe sahip olan herkes, Hakkın
zâtında resmedilmiş/irtisam ve ezelde taayyün etmiş halde bulunduğu tarzda her
şeyin zatî ve aslî suretine muttali olur; bu durum, o kişi söz konusu şeye
paralel/yuhazî olduğu sürece devam eder. Binaenaleyh bu kimse,
"sapma/inhiraf" hakikatinin hükmü gerektirdiği için "mutlak
benzerlik/müsamet" noktasından saparsa, bu durumda sadece kendisini
kınamalıdır.
"Kim ki hayır bulur,
Allah'a hamd etsin; kötülük bulan ise, sadece kendisini kınasın."
Hz. Peygamberin Rabbinden
haber verdiği bilgiye bak! Hz. Peygamber, sana hitap etmiş ve Rabbinden
bildirmiştir. Ben de, bir açıdan, insanın Hakkın varlığının aynası olduğunu
belirttim; Hak ise, onun hallerinin aynasıdır. Bunu tekrarladım, hatta bazen
sözü uzattığımı düşündüm, o ifâdelerimi hatırla!
Allah'a yemin olsun ki: Ben,
veciz ve Özet olarak ifâde ettim. Sana zikrettiğim şeyleri anlarsan, kalbin
kanatlanır, akim dehşete düşer. Fakat, Allah'a yemin olsun ki, benim kast
ettiğimi anladığını sanmıyorum, bu konuda da mazursun. Ben de, bu bahse dair
bu kadar işaretle yetinmek mecburiyetindeyim ve bununla memurum.
Bu derece ve makamdan daha
aşağıda bulunan herhangi bir insan ise, bu makama/(mutlak benzerlik makamı)
yakınlığı ölçüsüne göre, sapmadan kurtulur ve değişikliğe uğramaz; çünkü bu,
Allah'ın sünnetidir ve "Allah'ın sünnetinde, hiç bir değişiklik
bulunmaz."
Bunu öğrendiğinde, şunu da
bilmelimin ki: Sınırlayıcı hükümler, herhangi bir mevcudun merteoesinden -söz
gelişi dört veya beş yönden- varlığa/vücûd izafe edilip, bunlardan her birisi
belirli bir hükmü ve kendisi olmadan varlığa izafe edilmeyen özel bir hal veya
özelliğin belirlenmesini gerektirse, teklif hükmü onda zuhur eder ve bu beş
yönden ve onlara göre gerçekleşir. Teklif hükümleri, mümküne ait verililere ve
bunların meydana getirdiği varlığa izafe edilmiş eserlere göre artar veya
eksilirler. Yönlerin/vecih artmasının nedeni, imkân hükümlerinin artmasıdır;
fakat her mümküne nispetle vasıtalar mümkün ile yaracısı arasında artar. Bunun
nedeni ise, insanın kuşatıcılığı ve kapasitesiyle ilgili değil, onun eksik
kabulü ve zâtının istidadının kusurudur; çünkü insan, sureti itibarıyla tertip
silsilesi yönünden Yaratıcısıyla arasında vasıtaları en fazla bulunduğu varlık,
zuhur açısından ise en son zahir olandır. Fakat insanın son zuhur eden varlık
oluşu, onun bütün vasıtaların sırrını içermesi ve varlık dairesinin içermiş
olduğu her şeyin hükmünü ihata etmesi içindir; Varlık dairesi, insan ile sona
erer, çünkü insan, yardım dileyen/istimdat son varlıktır, bununla birlikte
Kalcm-i a'lâ, insanın varlık mertebesinden yardım alır. Kalem-i a'la, Haktan
sonra imdat eden ilk varlıktır.[51]
Burada bir takım sırlar
vardır ki, bunların zikredilmesi meseleyi uzatır.
Mevcutların mertebeleri,
küllî olarak, beş mertebede sınırlı olup, bunlardan her bir mertebe daha önce
de ifâde ettiğimiz gibi, çeşitli hükümleri iktizâ ettiği için tekliflerin
asılları, beş tane olmuştur: Binaenaleyh mükellefe mahsûs bu beş, ezelde Hakkın
ilminde farklılaşması/temeyyüz açısından mükellefin ayn-ı sabitesinin hükmü;
ayn-ı sabitenin rûhânîyeti yönünden hükmü; sureti ve tabiî yaratılışı ve buna
mahsûs özellikler açısından hükmü; zikredilen mertebelere sirayet etmesi
yönünden Ama cihetinden olan hükmüdür; beşincisi ise, zikredilen şeylerin
birleşiminden meydana gelen manevî heyeti itibarıyla bu dört durumu kapsayan
işin/emr makûliyeti yönünden meydana gelen hükümdür, söz konusu hüküm,
"ahadiyet-i cem" makamının hükmüdür.
İfade ettiğimiz bu beş hükmü,
ed-Dehr isminin, şe'nin, mevtinin, makamın ve bütün bunların hükümlerini birleştiren
sırrın hükmü istilzam eder.
Bunlar, ayrıca, başka beş
şeyi daha istilzam ederler. Bunlar, zikredilen beş şeye tabi olan ve onlardan
meydana gelen şartlardır. Bunlar, mükellefin aklının yerinde olması, teklif
yaşı, sıhhat ve benzeri konularda ehliyet, davetin ulaşmasına bağlı olan ilim,
vakte girmek; buna örnek olarak, namaz vakitleri, Ramazan orucu, senesi
dolduğunda zekatı vermek, Hac aymda Hacca gitmek vb. şeyleri verebiliriz.
Böylelikle, ifâde ettiğimiz
nedenlerden dolayı İslam'ın rükünleri beş olmuştur; aynı şekilde imânın
rükünleri ve hükümler de beştir. KarşıhkJarı görülecek küllî ibâdetler de
böyledir; bu ibâdetlerin ağaçlarının çekirdeği ve nehirlerinin kaynağı,
"fatihler" bölümünde zikrettiğimiz şu husustur: Kevnî
varhk-lar/a'yân-ı kevnîyye, isimlerin ve sıfatların ortaya çıkmasında ve
bunların ekmellik/(nihai kemâl) nispetlerinin harici varlıkta zuhur etmesinde
şarttır; söz konusu nispet, bu isim ve sıfatların hükümlerinin
kabiliyetlere/mümkünler nüfuz etmesi ve bu hükümlerin görülen-tafsilî
zuhurlarının ardından tekrar Hakka dönmeleriyle gerçekleşir; bu hükümler,
Hakkın mertebesinde/hazret malum ve makul oluşlarına göre Hakka dönerler. İşte
bütün bu nedenlerden dolayı kuşatıcı ilâhî adalet ve cömertlik, bu hükümlere
"varlık teceliîsi/vücûdî tecellî" ile yardımı gerektirmiştir;
böylelikle, söz konusu tecellîyle bu hükümlerin varlıkları/a'yân kendileri için
zuhur eder ve bir kısmının hükmü diğerlerine Hak vasıtasıyla ulaşır; bu, tam
bir karşılık/ceza, umumi-şamil bir adalet ve ikramdır.
Bu önemli esası anla! Çünkü
bütün özel ve genel ceza türleri, bundan ve teklifin sebebi olduğunu
belirttiğim daha önceki asıldan ortaya çıkmaktadırlar. Daha önce açıkladığımız
gibi, teklif, vücûdun daha önce belirtildiği tarzda a'yân ile sınırlanmasının
gerektirdiği bir karşılıktır. Bunu hatırlarsan, doğruyu bulursun. [52]
Fatiha süresi, ilâhî taksimle
üçe ayrılmıştır, birinci kısımla ilgili Allah Teâla'nm nasip ettiği açıklamalar
sona ermiştir. Daha önce belirtildiği gibi, her âyete dair açıklamanın,
"cem makâmı'Ve "matla"' diliyle yapılacağını vaat etmiştik;
böylelikle, artık ibare gemini, bu bölümü genişçe incelemeye dalmadan Önce
tutmanın tam vaktidir.
Şimdi de, daha önce vaat
ettiğimiz konuya başlayıp, "cem" makamının diliyle, "Besmele"
ile başlıyoruz:
Herhangi bir
isimlendiricinin/müsemrnî, bir şeyi isimlendirmesi, o şeye dair bilgisi
olmayan kimseyi "ikâz" veya o şeyi bildiği halde unutmuş ise, ona
"hatırlatmak" veya belirli bir özellik veya hal veya mertebe veya
zaman veya mevtin veya bütün bunların toplamı açısından isimlendirdiği şeyi o
kimseye "izhâr etmek"ten ibarettir.
Bir şeyin, kendisini bildiği
halde kendisini isimlendirmesinin gayesi ise, başkasının "dikkatini
çekmek" veya korkmak ve çekinmek gereken bir mesabede olduğu için
başkasını "sakındırmak" veya dikkati çekilen kimseyi isim sahibinin
/müsemmâ katında bu tembih veya bunun yerini alacak herhangi bir ikâz olmadan
elde edilmesi imkânsız bir şeye "teşvik"tir.
Şu halde şahıs, ikâz
edildiğinde, farkına varır; böylece hemen arzu duyar, yararlanmak için o şeyi
talep eder ve uğruna çalışır; veya güvende kalmak için çekinir ve sakınır. Bu
durum, belirli
bir vakit veya hal veya başka
bir şartla sınırlı olabileceği gibi, bazen herhangi bir şart ile sınırlı
olmayabilir.
Allah ismine gelince: bu
konuda Hakkın nasip ettiği ölçüde açıklamamız olmuşsa da, bu isim,
derleyici/cem lisanı bir mukaddimenin sunulmasını gerektirmektedir:
Bu ismin iştikakı, ismin
hakikatine değil, tasavvur sahiplerinin zihinlerinde bundan somutlaşan mânâya
racidir; çünkü iştikakın şartlarından birisi, kendisinden iştikak yapılan
anlamın, türetilenden önce olmasıdır. Böyle bir şey ise, hiç bir hakikat için,
özellikle de "Allah" ismi için mümkün değildir; çünkü hakikatlerin
özellikle de bu ismin, diğer mânâlara ve tasavvur edilen kavramlara
Öncelikleri vardır. Bu isim, tasavvur ve mutlak ve mukayyet anlamda ulûhiyet
anlamını tasavvur edenlerin varlığından Önce müsemmâsı hakkında sabit idi; şu
halde bu isim için belirli bir iştikak nasıl geçerli olabilir ki?
"Allah" isminin,
başka bir takım harflere değil de bu harflere tahsis edilmesinin nedeni ise,
sadece harflerin sırlarım ve rûhâ-nîlik mertebelerini bilen kimselerin bildiği
bir sırdır; böylelikle bu kimse, bu ismin harflerinin dairesinin genişliğini ve
basitliklerinin hükmünü, feleklerinin büyüklüğünü, kendisi için vad'
edildikleri şeyle ilişkilerini, bu lafzın vad' edildiği mânâyı en iyi ifâde
edebilecek lafız olduğunu bilir. Ayrıca bilir ki: Bu ismin medlulünü bilip, onu
nihaî idrâk ve en üst tasavvur mertebesinde tasavvur eden kimseye göre, başka
harflerden oluşmuş isimlere nispetle bu lafız, vad' edildiği anlamı en iyi
ifâde edebilen ve buna en uygun isimdir.
Bilinmelidir ki: Nida edilen,
çağrılan, zikredilen ve isimlendirilen herhangi bir şeyi en iyi bilen ve
müşahede eden kimse, o şeyi en sağlıklı şekilde tasavvur eden varlıktır;
tasavvuru en sağlıklı olan kimse, düşüncesi en sağlıklı olan kimsedir;
düşünmesi sağlıklı olan ise, en sağlıklı tasavvurun sahibi, davet edilen ve
çağrılan şeyin, ismi zikredildiğinde veya ona yönelindiğinde veya ondan bir
şey talep edildiğinde veya istenildiğinde, bu talepleri kabulünden en fazla
yararlanan kimsedir.
Bu ismin bazı harflerinin
telaffuz ve yazıda gözükmeyişi ise, Müssemma'dan bâtın kalan ve şehâdet aleminde
ve onun mukabili gayb'te ortaya çıkmayan şeylere işaret etmektedir.
"er-Rahmânü'r-rahim"
ise, söz ettiğimiz bu makamın zevkine göre, mürekkep bir isimdir; dolayısıyla,
bunlardan her birisi, diğerinin içermiş olduğu anlamdan yoksun değildir.
Binaenaleyh "er-Rahmân"m hükmünün umumiliğiyle -ki o,
Vücûddur-"ilmî tahsis" ortaya çıkmış, bunun ardından da, er-Rahîm
ismine mensup "iradî" tahsis ortaya çıkmıştır. Böylelikle
"er-Rah-mân" ile, gaybî özellikler/hısas-ı gaybîyye varlık suretleri
olarak taayyün ederken, aynı şekilde "er-Rahim" ile de bir olan
Vü-cûd, haricî/aynî varlıklar ile çoğalmış olarak zuhur eder. [53]
Bu ifâde,
"senâ/övgü" mertebelerinin en mücerredini, en genişini; mutlak
"Allah" isminin Rab ismine göre ilk taayyününü ve "Rab"
isminin feleklerinin en genişini tariften ibarettir. Rab ismi, alemleri ihata
eder; terbiye, efendilik, mülkiyet, sebat, ıslah, ayrıca alemin mâhiyeti
yönünden Rabbı ile irtibatı sırrını izhâr etmekle alemlerin üzerinde deveran
eder.
Hamdın sırrı ise -ki bu,
hamdın henüz zikretmediğimiz en garip hükümlerinden birisidir- Hakkın
"senâ"yı müşahede edişinin aynısıyla Hakkın ve varlıkların /mevcudat
hamdidir. Çünkü Hakkın, senanın sena olduğunu bilmesi, şehâdeti gerektirir, çünkü
gerçekte şehâdet, ilimden sonra olabilir. Hakkın dışındaki herhangi birisi
adına bir durumun/emr sabit olması veya herhangi bir hükmün geçerli olması,
Hakkın o kişi adına görülen ve ona izafe edilen hükme müstahak olduğunu
görmesinin ardından gerçekleşebilir. Hak, hamdi kemâl özelliğiyle kendisine
izafe ettiğine göre, hamd O'nun adına sabit olmuş ve mertebesi belirlenmiştir.
Hakkın varlıkları hamd etmesi
ise, onların zâtlarıyladır; yani, her şeyin zâtı için iktizâ ettiği iyi
iyi/mahmûd işlerle Hak onların varlıklarını hamd eder. Böylelikle Hak, onların
varlıklarım izhâr eder, birbirlerini tanırlar, bunun neticesinde ise tarif ve
görme umumileşir. Böylece, "senâ"dan ibaret olan hamd, Hak-km her
şeyi "hamd" etmesiyle her şeyi kapsamaktadır. Binaenaleyh alemin
bütünü/mecmu', içermiş olduğu sıfatlar ve haller ile birlikte övülmüştür; bu
haller, çeşitli dillerle hoşnut/marziy-ye sayılmış, irâde, cemâl, fiili ve halı
tevhit, bâtın hikmet diliyle ise, razı olunmayan haller diye görülmüşlerdir.
Alemin bütünün övülmüş/mahmûd
olmasının izahı şudur: Hiç bir şey yoktur ki, kudretin ve diğer sıfatların
kemâlinin zuhurunda şart olmasın; kevnî tafsilin (varlıkların alemde ortaya
çıkması) zuhuruna bağlı/tevakkuf olan ilim ve vücûd mertebesinin kemâli,
varlıklardan her bir ferdin zuhuruna bağlıdır. Şu halde bir şeyin
gerçekleşmesinin kendisine bağlı olduğu her şey, matluptur ve zuhuru açısından
da övgüye değerdir.
Bunu anla ve bununla yetin!
Çünkü buradaki tarzımız, geniş açıklamayı kaldırmaz.
Hak da, yaratıklarına hamd
eder. Bu ise, Hakkın hamdin hakikatini, dilediği alemlerde izhâr etmesi ve bu
alem ehlinden dilediklerinin bir sıfatı yapmakla gerçekleşir. Böylelikle
hamdin hükmü, hamdi yapan kimsede/(hamd ile kaim olan) Hak ile zuhur eder ve
onun bir sıfatı haline gelir. Çünkü mânâlar, kaim oldukları kimselerde
hükümlerini gerekli kılarlar. Hakkın hamdi-nin veya kendisinin varhğı/kevn
övmesi ise, hükmünün övü-Iende ortaya çıkması ve onunla kaim olmasıdır, nitekim
daha önce bundan bahs etmiştik. [54]
Ayetteki bu ifâde,
Besmeledeki "er-Rahmân er-Rahim"i tekrarlamak için değildir; bilakis
birinci isim, genelleştirme/tamîm hükmünü tahsis, diğeri ise, tahsis hükmünü
umumileştirmekten tarettir. Bunlardan birisinin konusu, mutlak ve bâtın olarak,
emrin mânâsının hükmü gerektirdiği için "daimi hüküm"; diğe-rıninkı
ise, zahir ve bâtında şart olan "mukadder hüküm"dür.
Bunun sırrı ve açıklaması
şöyledir: Rahmet, iki tanedir: Birisi, Zât'a ait mutlak "imtinanî"
rahmet; bu, her şeyi kapsayan rahmettir. Bu rahmetin zâtlara sirayet eden
hükmünden, bir şeyin kendisine rahmeti doğar, ayrıca bir şeyin intikam veya
kahır suretiyle kendi nefsine kötülük ve ihsan ile rahmeti, bunda gerçekleşir.
Çünkü, ihsan sahibinin ihsanı veya intikamcının intikamı, sahiplerine
rahmettir.
Bu rahmet yönünden Hak,
kendisini sevgi/hubb ve sevdiklerine karşı duyduğu şiddetli kavuşma arzusuyla
/şevk nitelemiştir. Bu rahmet ile meydana gelen bu sevginin hiçbir sebebi ve
şartı yoktur; bu sevgi, herhangi bir fiilin veya sıfatın veya başka bir şeyin
mukabilinde gerçekleşmez.
Rabia (ra.), şu mısralarıyla
bu karşılıksız sevgiye işaret etmiştir:
Seni iki sevgiyle severim:
Reva sevgisi
Bir de, senin buna ehil olman
nedeniyle olan sevgim
Heva sevgisinden ibaret olana
gelince;
Bu, seni görünceye kadar
"sır"da seni zikretmektir
Senin ehli olduğun sevgi ise,
Senin dışındaki her şeyden
senin zikrinle yüz çevirmemdir
Ne birisinden, ne de
ötekinden dolayı bana bir övgü yoktur
Fakat, bunda da diğerinde de
hamd sana aittir
Binaenaleyh, zâtı bir münâsebetten
kaynaklanan "heva" sevgisinin, zâtın dışında hiçbir sebebi yoktur.
Bir şeye ehil olunduğu için sevilmek ise, ehliyeti bilmek sebebiyle meydana
gelir. Talep ve ihtiyaç ya da ikrama mazhâr olan kimsedeki bir vasıf veya bu
kimsenin genel anlamda sahip olduğu iyi bir halden doğan hak veya istihkaka
bağlı olmaksızın gerçekleşen bütün ihsan ve ikram çeşitleri, bu rahmete
mensuptur.
Ayrıca, bu rahmetin
neticelerinden birisi de, Cumhur'a göre, "inayet" diye isimlendirilen
bir sır ile bir gurubun cennette nail olacakları hayır ve derecelerdir; bu
kimseler, bu derece ve hayırlara, işledikleri bir amel veya hazırlamış
oldukları bir hayrın karşılığında ulaşmazlar.
Bunun için, keşf ile cennetin
üç tane olduğu sabit olmuştur: Ameller cenneti, miras cenneti ve ihtisas
cenneti. Kitap ve Sünnette, bu cennetlerin hepsine işaret edilmiştir. Şu anlama
gelen bir hadis vârid olmuştur: "Cennette bir takım boş yerler kalır.
Allah, hükmünün gereğini yerine getirmek için, o yerleri hiçbir hayır
işlememiş kimseleri yaratarak doldurur. Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Her biriniz, oraya doldurulacaktır."
Diğer rahmet ise, zâtı
rahmetten taşan/faiz ve bir takım kayıtlarla ondan ayrılan rahmettir. Bu
kayıtlardan birisi, "Rabbi-nız nefsi üzerine rahmeti yazmıştır" âyeti
ile işaret edilen yaz-ınadır/kitâbet; binaenaleyh yazmak, bir takım amel ve
haller ile zorunlu olarak sınırlanmıştır.
İblis, herhangi bir şarta ya
da "hükmî" veya "zamanı" bir kayda bağlı olmayan
"imtinanî" rahmete tamah etmiştir, "hükmî" kayıt, kaza ve
kader kaydıdır. Bunların varlıklardan ilk mazhârları, Kalem-i a'la ve Levh-i
mahfûz'dur. "Zamanı" kayıt ise, din gününe ve kıyamet gününe
kadardır; yer ve gökler, devam ettiği sürece, orada kalıcıdırlar.
Şu halde Besmele'deki İki
rahmet de, umumilik ifâde eder. Buna karşın, Fatiha'da zikredilen iki rahmet
de, belirttiğimiz nedenlerden dolayı imtinanî-zâtî rahmet ve şarta bağlı
sınırlı rahmete aittir.
Bu makamdan "Din gününün
sahibi" âyeti ortaya çıkmaktadır; çünkü cezalandırma/mücazat, ya zatîdir
veya zatî değildir. Binaenaleyh vakit, zâtı olmayan cezalandırmaya mahsustur;
mutlaklığı sebebiyle zatî cezalandırmanın, herhangi bir vakti yoktur. Hakkın
iki emri olduğu ve alemde de iki hükmü kabul etmeyi gerektiren bir özellik
bulunduğu için Hak, geceyi ve gündüzü kapsayan "gün/yevm"ü
zikretmiştir. Gece ve gündüz, ayeti silinen[55]
Mutlak Gayb'm ve alâmetleri görülen şehâdet aleminin mazhârlârıdrr. Varlık ile
"a'yân" arasında meydana gelen zatî cezalandırma, ilk kabul ve
ikrâm/ata ile gerçekleşir ki, daha önce bunları belirtmiştik.
Sıfat ve fiillere mahsus
cezalandırma ise, "Bana ibâdet edin, "arta şükrediniz"
âyetlerinde olduğu gibi, Hakkın kullarına ikram ettiği zahirî ve bâtını
nimetlerinin mukabilinde verilen cezadır/'Ben kulumun bana olan zannı
üzereyim." "Allah, bu tavsiflerinin karşılığını onlara
verecektir." (Enam, 139)
Dua, icabet ve benzeri
şeyler, fiiller mertebesine aittir.
Kul, "Din gününün
meliki" âyetini okuduğunda, Hakkın nübüvvet diliyle "Kulum beni
övdü" demesi, genel ubudiyet makamının gerektirdiği şeyle ilgilidir.
Bunun Örneği, raiyenin Melik karşısındaki durumudur. Bu durum, "Din
gününün mâliki" okuyuşunun karşısında Hakkın söylediği "Kulum bana
tevekkül etti" sözünden farklıdır; çünkü bu ifâde, kulluk makamının
"mülk" açısından özel anlamda gerektirdiği kâmil tevekkül, teslimiyet,
boyun eğme, itaat ve kulak verme gibi fiillerle ilgilidir.
Din lafzının mânâlarından
olan ve cezanın ardından gelen hal, itaat, adet ve benzeri hususlar ise, bir
işçi gibi çalışmayan kâmil kul için gerçekleşen ubudiyetin ve temizlenmenin
halleridir; bunlarm bir kısmı, o kul için hasıl olur. Bu halin gerçekleşme
alâmetlerinden birisi, sıfat ve fiillere ait cezalandırmanın ortadan kalkıp,
onun yerini zâtı cezalandırma hükmüne ait emrin gerektirdiği şeyin almasıdır;
bu emir ile kul, daha önce zikredilen farklar yönünden Haktan ayrılır. Fakat
bu noktada kâmil ve kâini] olmayanlar arasında pek çok fark vardır ki, temyiz
mertebelerinden söz ederken bu farklara işaret etmiştik.
Hal, itaat ve zikredilen
diğer mânâların, Rab. ve kul mertebelerinin arasında gerçekleşen bir takım
karışımları ve birleşmeleri vardır; bu birleşmelerin özü, önceki bölümde
amellerin mertebeleri ve neticelerinden bahsederken işaret edilen şeylerdir.
Artık, bu ve bunu takip eden
konuyu, ayrıca kitabın sonunda Şükrün sırrıyîa ilgili zikredilen ifâdeleri
düşün ve tefekkür et ki, garip şeyleri göresin! [56]
Bilinmelidir ki: Bu kitabın
pek çok yerinde, alemin hakikati yönünden "hazerat-ı hams"ın
hükümleri için bir "ayna" olduğunu açıklamıştık; alemin suretleri
de, bu hükümlere göre zuhur ederler. Bütün "aynî" varlıklara ve
gaybî emirlere/iş, defalarca işaret ettiğimiz ve açıkladığımız üzere, bu beş
hazretin hükmü sirayet etmiştir. Aleme izafe edilen bütün vasıflar, özellikler
ve levazım, ahadiyet özelliğindeki "cem" makamının hükmüyle zuhur
eder; bu makama, isimler, sıfatlar, alemler ve mertebeler istinat etmektedir.
Çünkü bunların hepsi, bu makamın tesirinde/münfail ve ondan meydana gelmişler
ve bu makama tabidirler. Bununla birlikte, Zât'a ait bu en mukaddes ve münezzeh
makam, çoğalmaz/taaddüt, bilakis belirlenme ve tafsil, alemlerin mertebelerine,
hallerine, tavırlarına ve idrâklerine göre bu makamdan ve bu makam içinde
zuhur eder.
Bu sabit olunca şöyle deriz:
İlâhî kelâm - ki o, izah ve ifâde mertebelerini kapsayan sıfatların ve
nispetlerin en önemlilerinden birisidir-, Hakkın mertebesinden/hazret sâdır
olmuş ve bize, zikredilen beş aslî mertebenin ve bu mertebelerin içerdikleri
şeylerin hükümleriyle boyanmış/insibağ halde ulaşır.
Bu kelâmın, Hz. Peygamber'in
de belirttiği gibi, bir "zahr"i vardır; ilâhî kelâmın
"zahr"ı, hissedilir/mahsûs suretler gibi, beyan ve zuhur
mertebelerinin nihayetine ulaşan nas ve açıklığıdır.
ilâhî kelâmın, bir de gizli
"batn"ı vardır; bu da, pek çok idrâkten gizli olan, kutsi ruhlara
benzer.
İlâhî kelâmın, zahri ve
bâtninı ayırt eden "had"di vardır; bunun ile, zahirden bâtına
terakki edilir. Had, zâtiyla, ilâhî kelâmın zahirîni ve bâtınını birleştiren
bir berzah, aynı zamanda bâtm ile "matla'"ı ayırt eden bir
ayraçtır/fasıl. Bunun bir benzeri, mutlak gayb ve şehâdet mertebelerini
birleştiren "alem-i misâl"dir.
İlâhî kelâmın, bir de
"matla"'! vardır; ilâhî kelâmın matla'ı, zahirin, bâtının, bunları
birleştiren ve ayırt eden şeyin kendisine dayandığı hakikati bildiren şeydir.
Böylelikle, bütün bunların ötesindeki şeyi insana gösterir. Matla, Hakka ait
Zâtî-gayb mertebelerinin ilki, gayba ait mücerret hakikatlerin ve isimlerin
mertebesinin kapısıdır. Keşif sahibi, bu kapıdan ahadiyet/birlik özelliğindeki
gaybî kelâmın sırrına muttali olur. Böylece keşif sahibi, zuhurun, bâtmlığm,
haddin ve matlain, kelâma ve başka Şeylere ait bu tecellînin menzilleri ve de
müsemmâsından farklı oIıışu cihetinden "el-Mütekellim" isminin
hükümlerinin taayyün ettiği mertebeler olduklarını öğrenir. Kelâm, kelâm
sahibi üzerinde zait bir şey olmayışı yönünden beşinci mertebedir; bu mertebe,
Nefes-i Rahmanı sırrından öğrenilir.
Bu konudan, özellikle bu
açıdan olmak üzere, daha önce bahsetmiştik, hatırla!
Fatiha'nın birinci bölümüyle
ilgili açıklamalarımız, hem bütün anlam ve hem de tek tek kelimelerle ilgili
olarak, sona ermiştir. Allah, taahhüt ettiğim şeyi yerine getirmeyi nasip
etti. Önceki açıklamalarımda, bu kısa anlatımın değerini bilmeyen kimseye
nisbetle, sözü uzatmış olabilirim. Bunun nedeni, kaideler ve temel meselelerle
ilgili görüşleri ortaya koymanın, kendisinden sonra gelecek ve bu temel
meselelere dayanan feri konuları ve asıllarına bağlı tafsili meseleleri
açıklayıcı olmasıdır; özellikle de, iş bu sûrenin, bütün kelâmların aslının
aslı, hikmet sahibi sırları içeren her şeyin anahtarı olması itibarıyla böyle
geniş açıklamalar gerekliydi.
Binaenaleyh böyle bir süreyi
tefsir etmek isteyen kimsenin, bu sûrenin nehirlerinin çıktığı kaynaklara, nûr güneşlerinin
doğduğu yerlere, sırlarının toplandığı noktalara, hazinelerinin anahtarlarına
ve bütün içerdiği sırlara dikkat çekmesi gerekmektedir.
Allah, hakkı söyler ve
dilediklerim sırât-ı müstakime ulaştırır. [57]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 203-208.
[2] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 209-210.
[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 211.
[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 211-213.
[5] Abdullah İlahi, Şeyh Bedreddin'in Varidat'ı üzerine
yazdığı şerhinde hamdi şöyle tanımlamaktadır: "Hamd "mahmûd"un
kemâlim cemâl ve celâl sıfatlan ile ta'zîm niyetiyle izhâr eylemektir. Bu da
cem mertebesinden cem'e, farktan fark'a, cemden fark'a, farktan cem'e doğru
gerçekleşir: Cem mertebesinden cem'e olan hamd, taayyün İ evvel ile, vücûdunun
kemâlinin zâtı için zâtı ile ahadiyyet makamında izhârı, sonra da ilâhî ve
kevnî hakikatlerin menbâ'ı olması yönüyle İzhârıdır. Fark'tan fark'a olan
"hamd" ise, vücûdunun kemâlinin hâlkî mazhâr-larda ve kevnî mecalde
hâlî, fi'lî ve kavlî lisânlar ile izhârıdır. Cem'den fark'a olan hamd ise
vücûdunun nurunu, feyz i akdes ile kâinatın hakâ-ikine (a'yân 1 mevcudata)
kâbiliyyet ve isti'dât ifâzasıdır. Fark'tan cem'e ise, ruhanî, misâli ya da
hissî olsun bütün merâtıb kavlî fi'lî hâlî lisânların hamd etmesi gibi zât,
sıfat ve ef'âlin kemâlinin izhârına hamd ederler."
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 213-219.
[7] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 220-229.
[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 229-231.
[9] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 231.
[10] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 232.
[11] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 232.
[12] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 233.
[13] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 234.
[14] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 234.
[15] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 234.
[16] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 234-235.
[17] Abdülkadir Ata, bu ifâde hakkında şöyle demektedir:
"Bu, İbnü'1-Ara-bî'nin eserlerinde de yer alan bir remizdir. Bunun
herhangi bir anlamını öğrenemedim. Belki de bu, îbnü'l-Arabi'nin
Mevakiu'n-nucûm ve Anka-i Muğrib isimli eserlerinde sıkça kullandığı
remizlerden birrisidir."
İbnü'l-Arabî'nin terimleri
üzerinde en geniş çalışmayı yapmış olan Suad el-Hakim ise, bu terimi şöyle
açıklamaktadır: "Kubbe-i Eryen: îb-nü'1-Arabî'nin metinlerinde Kubbe-i
Eryen veya Erin terimi hakkında görüş ayrılıkları olmuştur. Îbnü'l-Arabî, bu
terim ile iki şeye işaret etmektedir: Bunlardan birincisi, yeryüzündeki bir
noktadır. Burada, iki kutup ortadan kalkar ve gece gündüzden, gündüz geceden
ayırt edilmez. İkincisi ise, gene! anlamda eşyadaki bir özelliktir. Eşyadaki
bu özellik, itidal veya itidal mahallidir. İbnü'l-Arabî, şöyle demiştir:
"Sadî demiştir ki: Alimlerden dört kişi, istiva hattının altında Eryen
kubbesinde buluşmuştur...." El-FütûhâiİÂ'l-mekkiyye, Birinci Sefer, 184.
Îbnü'l-Arabî, Istılaha t1
mda ise, Eryen hakkında şu bilgiyi vermiştir: "Eşyadaki itidal
mahalli." (istıîahat, 296). (bkz, Suad el-Hakim, el-Mu'-cemu's-sufye,
517.)
Aslında her iki tanım da
birbirleriyle uyumludur. Üstelik bu tanımlar, Konevfnin ifadesiyle de uyumlu
görünmektedirler.
[18] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 235-239.
[19] "Yarışanlar bunda yarışsınlar" âyetine
telmih yapılmaktadır.
Sadreddin Konevi, Fâtiha
Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 239-240.
[20] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 240-241.
[21] "Ben kulumun bana olan zannı üzereyim. Kulum bana
nafilelerle yaklaşır, ta ki onu severim" hadisine işaret edilmektedir.
[22] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 241-244.
[23] Burada iki ayrı âyetin birleştirildiğini görmekteyiz.
Bunlardan birisi, "Allah metin ve kuvvet sahibidir" âyetidir. Diğeri
ise, "O gayb hakkında cimri değildir" (Tekvir, 24) âyetidir.
[24] "Biz her şeyi sudan yarattık" âyetine
telmih.
[25] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 244-247.
[26] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 248.
[27] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 248-251.
[28] Konevinin "Ömer'in meselesi" derken neyi
kast ettiği belli değildir. Ancak söylemek istediği şey, insanların şu veya bu
gerekçeyle kerih gör dükleri bir takım meselelerde zaman içinde maslahat ve
hayır bulundu ğunun görülmesidir. "Ey müminler! Sizin için hoş olmasa
bile, savaç size farz kılındı. Olabilir ki, bir şeyi kerih görürsünüz, o şey
sizin adınıza hayırdır, bir şeyi de çok istersiniz, o da sizin için
kötüdür." (Bakara, 216)
[29] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 252-258.
[30] Konevî'nin burada sözünü ettiği mesele, daha önce de
çeşitli vesilelerle temas ettiğimiz, yaratılış meselesiyie ilgili bir konudur.
Bu meselenin bu yönü, ilim-malum ilişkisi diye bilinir ve tasavvuf tarihinde
çeşitli görüşlerin ortaya atıİmasma neden olmuş kadim bir meseledir.
Ibnü'l-Arabî başta olmak üzere vahdet-i vücûdu benimseyen sûfüer, ilmin maluma
tabi olduğunu kabuî etmişlerdir. Bunun anlamı, ilâhî ilimde sabit olan
hakikatlerin yaratılılarmm kendilerinin Tanrı'ya verdikleri bilgiye göre
gerçekleşmiş olmasıdır (Geniş bilgi için bkz. A. Avni Konuk, age., s. 20)
[31] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 258-263.
[32] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 264.
[33] Burada iki ölümden söz edilmektedir. Buniardan birisi,
büyük kıyamet, yani alemin varlığına neden olan ilâhî tecellînin kendi aslına
dönmesiyle zahir alemin batma dönüşmesi diye ifâde edebileceğimiz alemin
kıyametidir (Konevî, bu anlamda alemin sona ereceğini kabul eder.) İkincisi
ise, "sûfî ölüm" diye isimlendirilebiîecek sûfînin beşerî ve maddi
özelliklerinden soyutlanıp fena mertebesine ulaştığı mertebedir. Burada,
insanın maddiliği ve beşerîliğinİ ifâde eden "kesret" ruhanilik ve
ilâhî alemin özelliği olan ahadiyet tarafından ortadan kaldırılır ve kişi kendi
benliği de dahil oîmak üzere her şeyin bilincinden yoksun kalır.
[34] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 264-269.
[35] Başka bir ifâdeyle her bir varlık, belirli bir ismin
mazhârıdir ve o ilâhî ısım o varlığın "rabb-ı has"ıdır. Bu isim,
varlığın bekâsını temin ettiği gibi, Yaratıcısı ile ilişkisi de bu isim
cihetinden gerçekleşir.
[36] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 269-273.
[37] Bu mesele, Konevî'nin tefsir ve tevil anlayışını
belirleyen önemli ifâdelerinden birisidir. Konevî'nin bu meseledeki fikrî,
başka bir takım ifadeleriyle de teyit edilmiştir. Bunlardan birisi, her şeyin
bir zahrı ve bir de batnı vardır diye bilmen meşhur bir hadisten hareket
ederek, Kur'an'da farkh insanlar ve kabiliyetler için farkh anlamlar
derecelerinin bulunduğunu tespit etmesidir. Ancak, burada dile getirdiği tefsir
kuralı, son derece açık ve net bir ifâdeye sahiptir. Bu ifâdenin bir benzerini
ibnü'l Arabî'de de görmekteyiz. Hatta her iki sûfı arasında bu noktada tam bir
uyumdan söz etmek mümkündür. İbnü'l-Arabî de, nasların tevili meselesini izah
ederken sadece dil hükümleriyle sınırlı kalmaktan söz etmektedir. Şöyle
demektedir: "Kelâm iki kısımdır. Birincisi, harfler diye isimlendirilen
maddelerdeki kelâmdır. Bu da, iki kısımdır. Yazılı olan, yani harfler; bu,
"kitabet/yazi" diye isimlendirilir; veya bunların telaffuz edilmesi
ki, bu "kelâm" veya "kavil/söz" olarak isimlendirilir.
Kelâmın ikinci türü ise, maddelerde değildir. Bilinen harflerde bulunmayan ve
anlaşıldığı da söylen ilemeyen bu kelâma kulakla işi emeksizin, işitenin ilmi
taalluk eder. Gerçekten de, bunu vasıta olmaksızın işitir. Maddî olmayan
kelâmda olduğu gibi ki, bu da ancak kendisine münasip olan şeyle işitilir.
Maddî olan, anlaşılır. Bu, özel bir ilmî taalluktur. İşiten, söyleyenden lafzı
öğrendiği veya yazıyı gördüğünde, kelime, söyleyenin kastının dışında ıstıîahî
olarak pek çok anlam içerdiği halde, bu yazıdaki muradını bilse, bu
anlayıştır. Konuşanın bu kelime ile neyi kast ettiğini detaylı olarak
bilmeyebilir. Bu kişinin maksadı, kelimenin farklı vecihlerinin delâlet ettiği
farkh ihtimaller olabilir. Kelâm sahibinin bu kelime ile, bu vecihlerden
hangisini, ya da, hepsini veya birisini mi kast etmiş olduğu bilinemez.
Kelimenin delâlet ettiği şeyin bilinmesiyle beraber, bu kelimenin anlamı
verdiği söylenemez. Istılah bilindiğinde, sadece kelimenin delâlet ettiği
şeyler bilinmiştir. Çünkü bunları söyleyen, işitene göre iki durumda olabilir.
Birincisi, bu kelimenin dilde işaret ettiği şeyleri bilmeyebilir. İkincisi ise,
kelimenin delâlet ettiği şeyleri bilse de, muradının anlaşılmasını temin eden
karinenin gerektirdiği anlam için, bunlardan bir tanesini kullanmış olabilir.
Kelâm sahibi, lafzına böyle bir anlam yüklemiş ve lafzı anlayan kimse bunu
anlamamış olabilir. Adeta kelâm sahibi bu anlayışta, ona hiçbir şey nasip
etmemiştir. Aîlah'm kelâmı ise, bir kavmin lisanıyla nazil olduğu zaman,
delâletlerinin farklı olmasından dolayı, o dilin mensupları Allah'ın bu kelime
veya kelimelerle neyi kast ettiği hususunda ihtilaf etmiş olsalar da, her
birisi, Allah'ın kast ettiği şeyi kendisinden anlamış olurlar. Çünkü Allah,
bütün ihtimalleri bilir. Dilden çıkmadığı sürece bütün ihtimaller, bu muayyen
şahsa nispetle Allah'ın kastıdır. Eğer dil dışma çıkarsa, o zaman ne ilim
vardır ne de Allah'ın muradım anlamak! işaretleri benimseyenlerin durumu da
böyledir. Çünkü onlann Allah'ın kelâmının işaretlerini anlamaları, yine
Allah'ın kelâmı hakkında bir anlayıştır. Bu da, bu kelâmla işaret edilen şey
hakkında Aİlah'm kastıdır. Mahlukun kelâmının bu imkânı yoktur. Bütün
vedhlerden Allah'ın maksadını anlama lütfü nasip edilen kimseye, "hikmet
ve sözü ayırt etme" (Sad, 20) nasip edilmiştir. Bu, bu kelimedeki
ihtimallerin ve amaçların ayırt edilmesidir. Kime de, "hikmet verilirse,
ona çokça hayır verilmiştir." (Bakara, 269) Yani, kelimedeki pek çok
ihtimali anlamak nasip edilmiştir." İbnü'î-Arabî, el-Fütûhâtü'l-mekkiyye,
e IV, 25.
[38] Bu terim, farklı şekillerde daha önce de geçmişti.
Nikah derken Konevî, çeşitli varlık mertebeleri veya isimler ve mümkün
varlıklar arasındaki ontolojik ilişki ve irtibata dikkat çekmektedir. Bunun
nikah diye İsimlendirilmesi, bazı mertebelerin fail ve müessir iken, bazı
mertebelerin münfail ve müteessir olarak, dünya hayatındaki üreme ve çoğalmayı
meydana getiren ilişkiye benzememiş olmasıdır. Cem ise, herhangi bir ürün
meydana getirmede gerekli olan çokluğa işarettir. Bu çokluk, öncelikle,
Zâî-irâde ve şeyin hakikati diye ifâde edile, fakat aynı zamanda birlik
özelliğindeki "ferdiyet-İ selase"dir. (Ibnü'I-Arabî ve vahdet-i vücûdu
benimseyen sûfîîere göre teslisin anlamı hakkında bkz. Ebu'1-Ala Afifi, age.,
Muhammed Fassı.)
[39] Dinin anlamlarından birisi cezadır. Bu anlam,
İbnü'l-Arabî'nin özellikle Yakub fassmda üzerinde durduğu bir anlamdır. Burada
İbnü'î-Arabî
[40] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 273-281.
[41] "Elest", Araf sûresinde geçen bir âyete
telmih yapmaktadır. Burada Allah, yaratılıştan önce Adem'in zürriyetinden
gelecek nesillere kendisini Rab olarak kabul edip etmediklerini sormuş, onlar
da kendisini 'Rab' olarak kabul etmişlerdir: "Rabbm Adem oğullarından
onların sırtlarından zürriyetlerini almış, ve onları kendilerine şahit tutarak,
'ben sizin Rabbıniz değil miyim?" demişti. Onlar da: 'Evet buna
şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü 'bizim bundan haberimiz yoktu' dememenizin
içindi." {Araf, 172). Cüneyd-i Bağdadî, bu âyeti yorumlayıp, marifet ve
tevhit anlayışım bu âyete dayandırmıştır. (Bu konuda bkz. Ebu'I-Ala Afifi,
İslam'da Manevî Hayat, s. 185 vd.)
[42] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 282-288.
[43] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 289-290.
[44] "Kalb, Allah'ın iki parmağı arasındadır, onu
dilediği gibi şekillendirir" hadisine telmih yapılmaktadır.
[45] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 291-295.
[46] Hakikatler ilâhî üimde sabit oldukları halleri üzere
bakidirler, bunlar asla değişme ve farklılaşmaya uğramazlar; varlıkta gözüken
ve farkIılaşan şeyler, bunların eser ve hükümleridir.
[47] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 296-299.
[48] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 299-302.
[49] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 303.
[50] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 303-305.
[51] Burada Konevi'nin varlık ve zuhur ile ilgili temel bir
düşüncesini görmekteyiz. Buna göre, varlıkların surî zuhûrlarıyia, onların ilk
taayyün mertebeleri arasında her zaman bir mutabakat yoktur. Bu bağlamda, insan
ontolojik varlığı açısından ilk taayyün eden varlıktır, bununla birlikte o,
sureti ve şehâdet aleminde zuhuru açısından en son meydana gelen varlık
türüdür.
Konevî'ye göre, insanın
ilk taayyün eden varlık, son zuhur eden suret olması, daha sonra bilgi
görüşünde Özellikle tezahürlerini gördüğümüz bir netice doğurmaktadır. Bu
netice, insanın bu başlangıç ve son arasındaki ortaya çıkan bütün varlıkların
özelliklerini belirli kendinde taşıması ve bu özellikler sayesinde bütün
varlıklarla bir münâsebet kurabilmesidir. Konevî'ye göre, insan ile varlık
dairesi sona ermiştir, çünkü o yaratılıştaki gai illettir.
[52] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 305-313.
[53] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
314-316.
[54] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 316-317.
[55] 'Gecenin âyetini mahv ederiz" âyetine telmih
vardır.
[56] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz
Yayıncılık: 317-320.
[57] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık:
320-322.