BOLÜM III 1

FATİHA SURESİ'NİN İKİNCİ KISMI 1

"Ancak Sana İbâdet Eder Ve Ancak Senden Yardım Dileriz." (Fatiha, 4) 1

Akılların, Nefislerin ve İnsanın Kıblesi 7

Zatî Ve Sıfati İbâdet 8

Amel ve İbâdet 9

"Ve İyyake Nestein / Ancak Senden Yardım Talep Ederiz". 9

"Cem" ve "Matla" Lisanıyla Açıklama. 11

Tamamlayıcı Açıklama. 15

 

BOLÜM III

 

FATİHA SURESİ'NİN İKİNCİ KISMI

 

"Ancak Sana İbâdet Eder Ve Ancak Senden Yardım Dileriz." (Fatiha, 4)

 

Öncelikle -Allah'ın yardımı ve dilemesiyle- dilin zahirî­nin ve mertebesinin gerektirdiği hususları zikretmekle başlayalım; bunun ardından ise, zahirden ve zahirde, tedricen bâtına doğru terakki edeceğiz. Daha sonra "had"de, sonra da "matla"a ve bütün bunların üzerinde hâkim olan ve hepsini ihata eden hakîkate/emr ulaşacağız. Nitekim, daha ön­ceki konularda da Allah, aynı şeyi nasip etmişti.

Şöyle deriz: "İyya" mansup ve ona ilave edilen eklerle birlik­te "munfasıl" zamirdir. Bunlar, "iyyake", "iyyahu" ve "iyya-yer/âe oiduğu gibi, birinci, ikinci ve üçüncü şahsın hükmünü açıklamak için "iyya" kelimesine eklenen "Kaf", "Ha" ve "Ya" harfleridir (birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahıs zamiri).

Dil bilimi uzmanlarına göre, "eraeytü-ke/seni gördüm" keli­mesinde "Kaf/Ke-seni" harfinin iraptan mahalli olmadığı gibi, bunun da iraptan mahalli yoktur; bunlar, kast edilmiş gizli isim­ler değillerdir. Nahivci Halil'in, bazı kimselerden rivayet ettiği "Kişi, altmış yaşma ulaştığında (fe-iyyahu ve iyya es-sebe/artık elbiseyi neylesin" deyişi ise, istisnadır, buna dayanarak hüküm verilmez.

Sözlükte "ibâdet", boyun eğmek ve zelilliğin nihayetidir. Bu anlamca, son derece sıkışık ve yoğun dokunmuş elbiseye "sev-bun zu-abde" denilir; adeta bununla, elbisenin, güçlü tesir ve et­kiye konu olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca "arz-ı mu'bede" de, bundan türetilmiştir; bunun anlamı, zelil olmuş arz demektir.

"İyyake na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetinin zâhirin-deki bâtm sırrı ise, şudur: Hak, hamd ile zikredilip, celâl ve aza­met sıfatlan kendisine izafe edildiğinde ve kemâl sıfatlarıyla ni­telendiğinde, ilim veya zihin, tasavvur edilen bir şeye ilişir/taal­luk; bu şey, şanı yüce, övgüye, boyun eğmeye ve önemli konu­larda kendisinden yardım dilemeye layık bir varlıktır. Böylelik­le, dua sahibinin zihninde bu varlığın mertebesi ve azametinin sureti taayyün ettiğinde, bu özelliklerle farkhlaşan bilinen veya tasavvur edilen varlığa hitap edilir; bu hitap, dua sahibinin ona dair sahip olduğu ve bu sıfatları kendisine isnat etmesini müm­kün kılan itikadına göredir.

Dua edenin, o esnada, rubûbiyet makamının mukabili olan ve bunun ardından "Ancak sana ibâdet ederiz" ile "Ey bu sıfat­ların sahibi" demeyi hatırlatan ubudiyet makamındaki duruşu, ibâdeti ve yardım dilemeyi sadece O'na tahsis etmeye işaret et­mektedir. Bunun anlamı, ibâdet ve yardım talebini sadece Hak­ka münhasır kılarak, senden başkasına ibâdet etmeyiz ve senden başkasından yardım istemeyiz, demektir; ayrıca bu hitap, ibâdetin bu farklı varlık için yapıldığına en iyi delildir ki, o, ibâ­detin sadece vasıtasıyla gerçekleştiği varlıktır.

Bunun yanında bu hitap, ibâdetin yardım talebiyle birlikte ol­duğunu göstermektedir; böylelikle, kulların Rablarma yaklaştık­ları şeyler ile muhtaç oldukları ve talep ettikleri şeyleri birleştir­miştir. İbâdetin yardım dilemeden önce zikredilmesi ise, icabet ümidiyle, vesileyi hacete takdim etmek gibidir. Nitekim Allah teala, şöyle buyurmaktadır: "Peygamberden bir şey rica ettiği­nizde bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlıdır."

Ayette yardım talebinin mutlak olarak zikredilmesinin nede­ni, yardım dileyen herkesi içermesi içindir.

Bu âyette, âyetin zahirînin çağrıştırdığı ve kısmen bâtına işa­ret eden hususları zikrettikten sonra, şimdi de bunun üzerinde­ki meselelere geçiyoruz.

Ey düşünen/müteemmil kişi! Öncelikle, zikrin ve huzû hakikati bölümünde daha önce zikrettiklerimiz meseleleri hatır­latacağız. Bunları, "Rahim ve rahman olan Allah'ın adıyla baş­larım" dediğinde Hakkın namaz kılan kuluna cevap sadedinde söylediği "Kulum beni zikretti" ifâdesinin sırrını açıklarken be­lirtmiştik; çünkü, burada o ifâdeleri tekrarlamak gerekmektedir.

Sonra şöyle deriz: Allah, akıl sahiplerinin dikkatini, şimdi açıkladığımız konunun bazı sırlarına "Her birisinin bir yönü vardır, ona döner. Siz hayırlı olanlarda yansınız" âyetiyle gizli bir şekilde çekmiştir. Herhangi bir şeye ibâdet eden kimse, kuşku­suz ki, ibâdet ettiği şeye/mabûd yönelmektedir/teveccüh. Her­hangi bir şeyin mabuduna teveccühü, bu teveccühe kendisini sevk eden nedenden sonra geli; söz konusu neden, kişinin yönel­diği varlık hakkında kendisinde sabit olan şeye göre ortaya çıkar; kişide sabit olan şey ise, bir takım delil ve öncü İlerden/mukaddi­me meydana gelen ilmî bir suretten ibarettir. Bunlar, o kimsenin inancına göre, yakinîbir kesinlik ifâde ederler. Ya da bu sabit şey, işitilmiş sözlerden veya görülen eser ve âyetlerden meydana ge­len zihnî bir surettir; bu âyet ve eserler, kemâl oldukları zannedi­len bir takım durumlara/umur delâlet ederler ve bu eserlerin iza­fe edildiği ve bu kemâllerin istinat ettiği kimse adına meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh bu sıfatlar, başka birisinin ortaklığı ol­maksızın herhangi bir mevsufa ait/kaim olarak tasavvur edildi­ğinde, o kimsenin ibâdete müstahak olduğu hükmü verilir. Böy­lece, o kimseye yönelmek, korku veya arzu veya beğenmek-ten/istihsan dolayı ona ibâdet etmek teşvik edilir.

Bununla beraber, bazen bu sıfatların nisbet edildiği, işitilen ve idrâk olunan eser ve delillerin delâlet ettiği kimse hakkında verilen hüküm, onun hakkında sahîh ve sabit iken, bazen bu hü­küm, onun hakkında sahîh ve sabit olmaz. Bu durumda hüküm, gerçekte/nefsü'1-emr değil, sadece böyle olduğuna inanan kim­senin iddiasmca geçerli ve sabittir. Ya da, bu sıfatlar ve eserler, ızâfe edildikleri kimseden başka birisi hakkında sabit olabilirler.

Bu görüşler, sadece kendi görüş, sezgi/hads ve tasavvurları­na göre bunları iddia edenlerin zihinlerinde belirlenmiş somut §eylere delâlet ederler. Binaenaleyh bunlar, yani itikada ait zih- sûretler, onları ilk düşünen sezgi sahibi/hâdis yönünden,onun tasavvurunun ortaya koymuş olduğu ve ondan etkilen-miş/münfail şeylerdir; başkalarının görüşleri olarak onları işiten ve tasavvur edişine göre nefsini kulluğa sevk eden ilk kimse yö­nünden de hu zihni suretler, bir defa daha etkiye maruz/mün-fail kamışlardır ki, bu böyle devam eder.

Şu halde, şahıs, zihninde ürettiği şeye nefsini köle yapmıştır. Şahsın zihninde ürettiği şey, aynı zamanda, kökeni itibarıyla edilgen bir tasavvur ile başka bir tasavvur sahibinden etkilen­miş, başka bir suretten meydana gelmiştir. İşte, ilk edilgen faile kadar böylece devam eder.

"Gerçek", tasavvur edildiği gibi olabilir: Çünkü, ibâdetle yönelinen varlığın mâhiyeti açısından "fail"; akıl, zihin, zan ve ve­himlerin tasavvurlarmdaki belirlenişi/taayyünü açısından ise "münfail" olması mümkün iken, bunun tersi de mümkündür; bu konuda, görüş ayrılığı vardır.

Bu noktada, aklın tavrının geçersiz ve hükümsüz olduğunda hiç bir kuşku yoktur. Çünkü bu durum, bazı imkânsızlıkları istilzam eder ki, şimdi bunların detaylarını ele almamız gerek­miyor. Bunlara örnek olarak, Hakkın kendiliğinde bulunduğu hal üzere, herhangi bir şahsın tasavvurunda taayyün etmesini ve sığabileceğini mümkün görmeyi verebiliriz; halbuki böyle bir şey, gerçekte imkânsızdır.

Sonra şöyle deriz: Bazen, mabuda yönelen âbidin nefsinde ha­sıl olan şey, aklî maddelerden/mevadakliyye, hisle idrâk edilen, işitilen ve zannedilen şeylerden meydana gelmiş olabilir. Bu du­rumda, manevî ve hissî farklı türlerine göre idrâk, idrâk sahibine tabidir. Binaenaleyh, zikredilen durumdaki kimseler, zihinlerde meydana gelmiş suretlere yönelirler; teveccüh sahiplerinin nefisle­ri, bu suretleri kendi zanlarmın ve düşüncelerinin unsurlarından ya da onlara bunları anlatanların zihinlerindeki suretlerden intikal eden unsurlardan somutlaştırmışlardır. Ya da bunlar, bir takım özellik, eser ve delillerden çıkartılmışlardır; bunları çıkartan kim­se, bunlarla nitelenen ve bütün bu özelliklerin nispet edildiği kim­se hakkında bu vasıfların sabit olduğunu ve bunların ona izafe edildiğini kabul etmiştir. Bu durum, o şahsa göre, bir kemâldir; şu anlamda ki, bu mesabede olan herhangi bir varlık, ibâdete layıktır.

Bununla birlikte, bu durumdaki bütün insaf sahipleri, bu hü­küm ve tasavvurun benzeri bir hükmün gerçekte eksik bir hü­küm olduğunu kabul ederler. Ayrıca, bu şahsın tasavvuru ve di­ğer özellikleri, kendisine tabidir; çünkü sıfat, idrâkle ilgili olarak işaret ettiğimiz gibi, mevsufa tabidir.

Şu halde, o kişinin zihninde meydana gelen ve mabûd için ol­ması gereken kemâl sureti, nakıs bir surettir ve belirttiğimiz ne­denden dolayı eksikliği sabit bu kemâlin nispet edildiği kimse, bu nispeti yapan tarafından bilinmemektedir. Binaenaleyh, tas­dik hükmünün tabi olduğu tasavvurun doğruluğunu gösteren mutabakat nerede kalmıştır?

Artık, bütün bu işaret ettiğimiz meselelerden çıkan sonuç, söz konusu tasavvurun, kemâldeki eksik bir suret olarak üretildiği­dir; bu suret, vehmî ve hayalî cüzlerden veya zayıf nazarî çaba­lardan meydana gelmiştir ve tasavvur edilen şeye mutabık değil­lerdir. Sonra bu şahıs, bu eksik sureti kendi kıblesi yapmış, ondan saadet, mağfiret ve ihtiyaçlarının karşılamasını ümit etmiştir.

Nitekim, Allah, şöyle buyurmuyor mu? "Allah'ın dışında ibâdet ettikleriniz, sizin gibi kullardır. Şayet doğru sözlü ise­niz, artık onlara dua ediniz ki, onlar da size icabet etsinler." (Araf, 194)

Bilmiyor musun ki, kendi zihninde inşa ettiğin şey, senin gi­bi bir edilgendir/mü nfail; hatta o -onu sen inşa ettiğin için- sen­den daha aşağı bir derecededir.

Ey bu durumdaki şahıs! Yemin olsun ki, kendine dönmen ge­rekir! Gör: Bu şekildeki bir hal veya itikadın herhangi bir netice­si olabilir mi? Ya da, itikadında, ibâdetlerinde ve namaz veya herhangi bir ibâdetinde ulvî himmet sahibi bir kimse, bundan razı olabilir mi? "Artık, hayırlara koşunuz" âyetiyle kast edilen §ey, nerededir? "Koşuşturma" nerededir? Sahîh ve doğru tevec­cüh nerededir?

Hakka kendi zannmca teveccüh eden kimsenin "Ancak sana adet ederiz" sözü, tam bir yalandır. Çünkü bu kişi bu ifâdesiyle, ancak ve ancak sınırlı aklıyla veya vehmiyle veya hayaliyle ve zayıf düşüncesiyle yaratmış olduğu zihni surete hitap etmekte­dir. Esası bu olan bir ibâdetin veya namazın herhangi bir netice­si olabileceği nasıl ümit edilebilir ki? "Namazı kendim ile ku­lum arasında taksim ettim", Hakkın fatihayı ve kısımlarını zik­redip, "Kulum beni övmüştür", "Bana tevekkül etmiştir", "Bu, benim ile kulum arasındadır", "Bunlar kuluma aittir, kuluma her istediği verilecektir" diye buyurması nerede kalmıştır?

Zihninde meydana gelmiş bu suretin, herhangi bir şey söyle­mesi veya herhangi bir şeye kadir olması gerekmez mi? Heyhat! Bu suretleri inşa edenler, kendilerine ne bir fayda ve ne de bir zarar verebilirler. O halde, bu insanların zikredilen şekilde mey­dana getirdikleri ürünler için ne söylenebilir ki?

Bilinmelidir ki: Hz. Peygamber'in Fatiha ve namazla ilgili olarak "Namazın dörtte bjri ve yansı kabul edilir" buyurup, dokuza gelinceye kadar kısımları sayması, bunun ardından da "O kimsenin namazı bir paçavra gibi alınıp, yüzüne fırlatılır"

buyurması, ibâdet sahiplerinin paylarının farklılığına, pek çoğu­nun nasiplerinin azlığına, bir kısmının ise bütünüyle mahrum kalışına işarettir. Bunun nedeni ise, ibâdetlerini sahih olmayan bir asla dayandırmış olmalarıdır.

Bu ve benzeri durumlardan Allah'a sığınırız.

Şimdi de, "viche"yi açıklayacağız:

"Viche", teveccüh sahiplerinin kalplerinin, ruhlarının, akılla­rının, nefislerinin ve tabiatlarının kendilerine hâkim olan sıfat ve hallerin hükümleri cihetinden kıblesidir; bu hallerin onlara galip gelmesi, söz konusu şeylerin hükmüne bağlıdır. Binaenaleyh, her teveccüh sahibinin yönü/vichesi, teveccüh haline işaret eden bir hedeftir.

"İyyake na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetini açıklama sadedinde şöyle deriz: ilâhî hazret ağacının aslının, bir takım ferleri vardır. Bu ferlerden her birisine -mukaddes Zâf tan gelen zâtı bir sirayetle- ulûhiyet sırrından bir miktar sirayet eder; bu miktar, bu fer'in kendi aslından taşıyabileceği orandadır.

Dikkat ediniz! Bu ferler, ilâhî isimlerdir. Dikkat ediniz! Bu za­tî ve aslî sirayet, her bir ismin mertebesinin gerektirdiği şekilde Zâtı tecellînin isimlerin mertebelerine sirayet etmesinden ibaret­tir, îşte bu nedenle, defalarca şunu söyledik: Her isim, bir açıdan rnüsemmânm aynı, bir açıdan ise ondan farklıdır.

Bu konuda o kadar açıklama yaptık ki, artık bunu tekrarla­maya ve sözü uzatmaya gerek duymuyoruz.

Hakkın isimlerinden her birisi, alemdeki herhangi bir sınıfın zuhur etmesinin sebebi ve o sınıfın kıblesidir. Bu bağlamda, me­sela bir isimden, ruhlar zuhur ermiştir; başka bir isimden, nispe­ten basit suretler zuhur etmiş; başka bir isimden ise, tabiatlar ve mürekkep cisimler zuhur etmiştir. Müvelledattan/cemadat-ne-batat-hayvanat her birisi de, kendisi ile zuhur ettiği mertebenin tayin ettiği özel bir isim ile zuhur etmiştir; hatta, bunu mazhârın hali ve gayr-i mec'ul/yaratılmamış zâtı istidadı belirlemiştir.

Bunun ardından bu isim, o varlığın teveccüh ve ibâdetindeki kıblesi olmuştur. Bu varlık, Hakkı ancak bu isim açısından bilebi­lir ve bu mertebeden Hakka istinat edebilir. Bu varlığın, mutlak anlamda mertebeden olan payı ise, bu ismin bütün sıfat ve isim­lerin mertebesini birleştiren hakikatle olan ilişkisi ölçüsündedir.

insana gelince: İnsanın suretinin zuhuru, yaratılışı esnasında Hakkın kendisine külli olarak ve iki eliyle -ki bunlardan birisi, "gayb", diğeri ise "şehâdef'in sahibidir- teveccüh etmesine bağlı­dır. Bu ellerin birisinden, mukaddes ruhlar zuhur etmiş, diğerin­den de, tabiat, cisimler ve suretler zuhur etmiştir. İşte bu nedenle insan, bütün isimlerin ilmini kuşatmış, sadece suretlere ve zuhur ile nitelenen şeylere mahsûs olanlarıyla değil, bunların mertebele­rinin hükümleriyle; "gayb" ve "gizlilik" ile nitelenen ve rûh vb. batın olan şeylerin hükmüyle boyanmış bir halde zuhur etmiştir. °oylelikle insan, melekler gibi veya tabiî cisimler gibi, herhangi bir

makam ile sınırlanmamıştır. Nitekim melekler, şöyle söylemişler­dir: "Bizden her birimizin belli bir makamı vardır." (Saffat, 164)

İlâhî haberler, şeriat ve başka bilgi kaynaklarının diliyle, bu durumu bildirmişlerdir.

Şu halde, hakikî insanın teveccühü -şayet makamların bo­yunduruğundan çıkıp, kâmil-vasatî/orta itidal sayesinde iki ke-narm/ifrat-tefrit çekimlerinin hükümlerinden ve sapmalardan kurtulmuş ise- hüviyet mertebesine yönelmiştir; bu mertebe, "ahadiyet-i cemü'i-cem" mertebesidir. Bu mertebe, zuhûr-bâtın-lık, evvellik-âhirlik ve cem-tafsil ile nitelenmiştir.

Bu konuda yaptığımız açıklamaları hatırlayan kimse için ye­terli izahlarımız olmuştu. -Allah'ın izni ile- bu konuda daha faz­la açıklama da yapacağız.

Şayet insan, kendisine baskın gelen herhangi bir cezbedici münâsebetten dolayı, işaret edilen orta itidalden herhangi bir ta­rafa meylederse ve bazı isim ve mertebelerin hükümlerinin ken­disine hâkim olmasıyla saparsa, bu galip ismin dairesine yerle­şir, bu isimle irtibatlı hale gelir, ona intisap eder, Hakka da bu isim mertebesi açısından kulluk eder ve dayanır; bu isim, o insa­nın nihai hedefi, arzusunun zirvesi , kendisini aşmeaya kadar makam ve hali yönünden kıblesi haline gelir.

İsimlerin mertebeleri, birbirleriyle irtibatlı, bunların hükümleri de "ibram/kesinlik" ve "eksiklik" hükümlerini açıklayan "teva­fuk/uyum" ve "tebayün/zıtlık" ile birbirlerine bağlı ve iç içe ol­duğu için, bu mertebelerin hükmü altında bulunuşları ve eserleri­nin mahalli oluşları açısından yaratıkların halleri, farklı ve çeşitli olmuştur. Çünkü isimlere ait bu hükümlerin birleşimleri, varlık mertebelerinde çeşitli şekillerde gerçekleşmektedir. Böylelikle bunların arasında, "ruhî" değişmelere bağlı manevî keyfiyetler meydana gelir. Bunun neticesinde ise, arada "mizâc"a benzer bir şey meydana gelir; bunun mizaca benzemesi, farklı tabiat ve bun­ların kuvvetleri arasındaki karışımdan/imtizaç oluşan keyfiyetle­rin etkileşiminden/tefaul meydana gelmesi itibarıyladır.

Bu noktada bunun benzeri, isimler arasındaki "tebayün" ve "tekabüliyer/'tir; böylelikle bazı varlık ve isim mertebeleri, baskın olarak ortaya çıkarlar ki, bu baskınlık, bazı tabiatların diğerlerine olan baskınlığı gibidir. Bazı tabiatların diğerlerine olan baskınlı­ğının sonucunda, mesela bir şey hakkında "bu safravî mizaçtır", "bu demevi mizaçtır" vb. diyebiliriz. İsim ve varlık mertebeleri­nin herhangi birisinin baskınlığında ise, "Zeyd, Abdu'l-Azizdir", bir başkası için -ki bunlardan birisi gayb eli, diğeri ise şehâdet eli­dir- "Abdu'z-Zâhir" veya "Abdu'1-Bâtm" veya "Abdu'1-Camî" diyebiliriz; veya Adem birinci semadadır, İsa ikincisindedir, İb­rahim yedincisindedir vb. şeyleri söyleyebiliriz.

Sonra, bu manevî ve ruhanî mizaçlar ile bu tabiî mizaçlar arasında başka bir içtima/birleşme meydana gelir; bu birleşik yapı için üç kısımla sınırlanabilecek çeşitli hükümler zuhur eder. Bu üç kısımdan birisi, rûhânîyetinin hükümlerinin tabiatı­nın hükümlerine galip geldiği kimseye mahsûstur; böylelikle o kişinin tabiî kuvvetleri, ruhanî kuvvetlerine tabi ve adeta onlar­da yok olmuşlardır.

İkinci kısım ise, yaratılmışların geneline/cumhur-ı halk aittir ki, bu, zikrettiğimiz birinci kısmın zıddıdır. Çünkü onların, -hânî kuvvet ve sıfatları, tabiatlarının kuvvetlerinin hükmü altın­da yok olmuşlardır.

Üçüncü kısım ise, kâmillere ve Allah'ın seçkin kulların-dan/Efrad dilediklerine mahsûstur; onların âyeti, "Her şeye ya­ratılışını vermiş, sonra yol göstermiştir" âyetidir.

Bunu anla, bu konu, daha geniş açıklamaya imkân vermez.

Sonra şöyle deriz: Bütün bu nedenlerden dolayı, zikredilen baskınlığa göre bir hüküm ortaya çıkar; bu hükmü, isimler, mer­tebeler ve tabiatlardan baskın olan şeyin/emr vasfı gerektirir. Gerçi mahal, bütün bunların hükümlerinden hali değildir, fakat bu mahal, kendisine kim baskın olursa ona intisap eder; böyle­likle o kişi, tenzih eder, teşbih eder, tenzih ve teşbihi birleştirir, Şirk koşar ve birler/muvahhit.

Bu nedenle, zıt görüşler, muhtelif haller, çeşitli makamlar, Maksatlar ve teveccühler ortaya çıkmıştır. Şu halde varlığın mertebelerini ve isimlerin hakikatlerini bilen kimse, farklı tarz ve terkiplerine göre, inançların, şeriatların, dinlerin ve görüşlerin sırrım bilir.

Bu konuyla ilgili bir takım açıklamalarda bulunacağız; bunu bir örnek ve "miftah/anahtar" kabul edersen, Allah'ın izniyle işaret ettiğimiz hususları öğrenmiş olursun. [1]

 

Akılların, Nefislerin ve İnsanın Kıblesi

 

Bilinmelidir ki: Mutlak anlamda akılların kıblesi/ emrin mânâsının birliğidir; bu birliğin akılların kıblesi olması, mâhiyeti açısından değil, akılların ona istinat etmesi açı­sındandır.[2]

Nefislerin kıblesi ise, "Kesibî"[3] tecellîdir; zuhur dereceleri­nin sonuncusu ve zahirin ilk "bâtm"ı bu tecellîye mensuptur.

Teşbih yapan kişi, bu derecenin iki yönünden birisiyle ve bu de­receyle birleşen "berzâhî" tecellî ile ilişkilidir; işaret edilen söz konusu berzah tecellîsi, yaratılış işinin ruhu olan insanın hakika­tine mahsustur.

Ehl-i sünnet ve ve'3-cemaat'm ve önceki şeriat mensupların­dan Allah'ın dilediklerinin kıblesi, hem emrin ruhu ve hem de mertebesidir; bu kıble, "Onun benzeri gibisi yoktur" âyetinde ifâde edilen tenzihin ve "Allah'ı görürmüşçesine ona ibâdet et" hadisinde işaret edilen teşbihin sahibidir.

Bunun en üstün mertebesi, Amâ'nm zahiridir.

Ariflerin kıblesi, mutlak-Rabbanî suretin varhğı ve Hakkın zahiridir.

Muhakkiklerin kıblesi, Hakkın varlığı ve de hiç bir tefrika ve çoğalma olmadan vücûd ve mertebeyi birleştiren Hakkm merte­besidir.

"Rüsuh/derinlik" sahiplerinin kıblesi, kendisinden farklı ol­mayışı ve Adem'in benzeri olduğu Hakkm suretinin izafe edili­şi açısından Hakkın mertebesidir; ahadiyet-i cem makamı, bu mertebeye mahsustur.

En kâmil ve halis anlamda kul olan gerçek insanın kıblesi ise, daha önce "viche" ve "teveccüh"ten bahsederken açıklanmıştı; fakat, betimlenmesi zor ve açıklanması haram olan bu meseley­le ilgili bazı sırları zikretmemiştim. Bununla birlikte, halis kulun karşılığının/ceza verilmesi hakkındaki açıklamalarımın sonun­da buna kısmen değinmiştim; daha önce ise, kâmil anlamda Hak ile huzurun sırrını açıklarken değinmiştim.

Bu meseleyle ilgili önemli sırları bu eserin çeşitli bölümlerin­de açıkladım, akıllı kişi, Allah'ın izniyle bunların farkına varır. [4]

 

Zatî Ve Sıfati İbâdet

 

Geçen ifâdeler düşünüldüğünde, insanın iki ibâdeti olduğu anlaşılır: Mutlak "zatî ibâdet", mukayyet "sıfatı ibâdet".

Zatî ibâdet, insanın Hakkın ilminde ezelde farklılaşan/temey-yüz "şey-i sâbite"sinin, ilk varlığı yaratıcısından kabul etmesi,

onun nidasına icabet etmesi, "Kün/OI" emriyle taayyün eden "tekvini emr"e boyun eğmesidir. Bu ibâdetin hükmü, birinci ka­bul hali, icabet ve işaret edilen nidadan itibaren, sonsuza kadar devam eder; çünkü insan, varlığı ve hallerinin her birisi açısından daima yaratıcısına muhtaçtır. Bunun nedeni, kabul edilen varlı­ğın süresinin, zuhuru ve taayyünün ardından gelen ikinci nefeste sona ermesidir. Hak, Vücûd-ı Mutlak ile daima insana imdat eder; bu vücûd-ı mutlak, insanın isim vb. gibi kendisine imdat edilen şeyleri kabul etmesiyle taayyün eder ve sınırlanır. Hareket­ler, insanın hiç bir katkısının bulunmadığı fiiller ve nefesler, bu kabulün levazımı ve bu ibâdetin suretleri arasında bulunurlar.

Sıfatlara istinat eden "mukayyet ibâdet" ise, kulun zâtından sıfatları, özellikleri ve başlangıcı ve sonu olan belirli hal ve za­man gibi levazımı yönünden zuhur eden her şeye mahsûstur.

Kevnî sebeplere kulluk ve bu kullukta yaratıkların farklılığı da, bu ibâdetle ilgilidir. Yaratıklar, sıfat hükümlerinin, zât hükmüne ve kendilerine, yani sıfatlara münasip olan şeylere galip gelmesi­ne göre bu noktada farklılaşırlar. Bunlar, insanda müessir olan du­rumlardır; insan, onlardan etkilenir ve "zorla/kâhir" onlara cezbe-dilir. Gerçekte bu, onlara kulluk etmektir, çünkü insan, tesiri altın­da kaldığı ve üzerinde egemen olan şeyin kuludur. Bunun için Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Dinar kullarının, dir­hem kullarının, mide kullarının yüzü yere sürtünsün!"

Bu mânâdaki kaide şudur: Mutlak anlamda tesir, rubûbiyet sırrına, infial/edilgenlik de kulluğun mânâsına mahsûstur. Da­ha önce, "KârrüT'in asla müteessir olmadığını zikretmiştik; kâ­mil, yapısı/heyet düzgün, eksiksiz bir aynadır. Bu aynaya yan­sıyan her şey, kendisine göre zuhur eder.

Bunu hatırlarsan, işaret ettiğimiz meselenin sırrını anlarsın!

Bu iki ibâdet, daha önce zikrettiğimiz "vücûb" ve "imtinan" rahmetlerinin mukâbilindedir. Vücûb rahmetinde "teklif" koku­su bulunduğunu, "imtinan" rahmetinin ise mutlak olup, hiçbir zorunluluk ve icap ifâde etmediğini belirtmiştik. Aynı şekilde, hiç bir teklifin bulunmadığı ve emrin neticelerinden birisi olmayan "zatî ibâdet" de böyledir; binaenaleyh emir ve teklifin konusu, işaret edilen "sıfatı" mukayyet ibâdettir. Teklifin konusunun söz konusu ibâdet olması, Allah'ın bir rahmeti, şefkati ve insanın her­hangi bir sıfatının kendisini cezb etmesiyle sapmasını /meyil en­gellemek ve bundan sakmdırmaktır. Şayet böyle bir meyil gerçek­leşirse, söz konusu zâtı meyil ile galip sıfat, diğer sıfatlara karşı üstünlük elde eder; bu durumda, saltanatlarının zuhur etmesiyle "kemâl"in gerçekleşeceği diğer sıfatların hükümleri ortadan kal­kar. Bu kemâlin gerçekleşmesi ise, mizaca mahsus ruhanî ve ma­nevî itidal ve sıhhatin korunmasına bağlıdır; bu iki mizaç, ruhlar ve bâtını kuvvetleriyle, sıfat ve benzeri mücerret mânâlar arasın­da geçekleşen birleşmelerden/içtima' meydana gelir.

Nitekim, bu meseleye daha önce, "Rab" isminin tefsirinde işaret etmiştik, hatırla! [5]

 

Amel ve İbâdet

 

Bilinmelidir ki: Amel cesettir, ruhu da ibâdettir. Amel, cennet ve benzeri bir karşılık ister; fakat amel bu gibi şeyleri, mutlak an­lamda değil, aksine mertebesi vahdet ve hükmü şâmil bir asla is­tinadı açısından talep eder. İbâdet ise, "mabûd" talep eder.

İbâdetler, ruhun haller indendir; ameller ise, bedene aittir ve­ya bazen ruha izafe edilirler. Ameller, ruhun bedenle ilişkisi, onun tabiî hükümleriyle bezenmesi ve renklerinin hükümleriy­le zuhuru itibarıyla ruha izafe edilirler.

Kulun, itaat ve benzeri fiillerinde kendisini gözeten Rabbinin özelliğiyle "huzûr"u, ariflerin halleri arasındadır; onlar, kendile­rinden amellerin "üstün bir hayât/hayât-ı refîa" ile sâdır olan kimselerdir. Bu üstün hayâtı, ariflerin ilimleri ve müşahede et­tiklerinin karşısındaki huzurları icap etmiştir. Böylelikle amel, ariflerin marifet, müşahede ve teveccühlerinin istinat ettiği en son mertebeye kadar yükselir. Nitekim, "Mâliki yevmi'd-din/Din gününü sahibi" âyetinin tefsirinde ameller ve amellerin karşılıklarının derecelerinden bahsederken buna işaret etmiştik.

Artık, oradaki açıklamalarımızla yetin ve basiret gözünü aç! [6]

 

"Ve İyyake Nestein / Ancak Senden Yardım Talep Ederiz"

 

Bilinmelidir ki:

"İyyake" lafzıyla ilgili olarak dil bilgisinin gerektirdiği ve ar­tık tekrarı gerektirmeyen açıklamalar yapmıştık; aynı şekilde, sûrenin kalan kısmının sırlarıyla ilgili küllî meseleleri zikretme­ye de gerek yoktur. Çünkü, akıl sahibi/lebib, müracaat ettiğinde bunlarla yetinsin diye bu kitaba küllî asıllar, temel hükümler, ilimler ve ulvî sırlardan bahsederek başladık; çünkü maksadı­mız, uzatmak ve açıklamak değil, özetlemek ve değinmektir. Bi­naenaleyh bunlar, esaslar ve küîlî anahtarlardır; bunları anlayıp, hükümlerinin bu asılların ferlerine ve tabilerine nasıl sirayet et­tiğini bilen kimse, Kur'an'm, hatta diğer kitapların sırlarının bü­yük bölümünü öğrenir.

Artık, benden daha fazla açıklama bekleme! Kuşkusuz ben de, -Allah'ın izniyle- senin fazla anlayış ve düşüncene güven­mekteyim.

Bundan sonra ise, âyetin zahirîyle ilgili açıklamalara dair vazi­feyi bitirip, sûrenin içermiş olduğu ve sûredeki her bir âyete ait bâtını sırları ve hükümleri açıklayacağım. Bunun ardından da, daha önce de taahhüt ettiğim gibi, -Allah'ın izniyle- bâtının öte­sindeki sırları zikredeceğim. Bu tespitin ve de ikinci "iyyake"nin zahir anlamında birinci "iyyake"de zikredilen açıklamalarla ye­tindikten sonra, bâtın lisanıyla açıklamalarımıza başlıyoruz:

Bilinmelidir ki: "Sadece senden yardım isteriz" âyeti, "An­cak sana ibâdet ederiz" âyetiyle aynı anlama işaret etmez. Birin­cisi, kul katında ibâdete layık olduğu sabit bir "emr"e işaret et­mektedir; bu emir, kulun ilmine, müşahedesine, veya itikadına göre, maksat ve kıblesinin son noktası haline gelmiştir. Bu itikat, kulun zanlarının ve hayallerinin unsurlarından meydana gel­miştir. Nitekim daha önce buna işaret etmiştik.

"Ancak senden yardım isteriz" âyeti ise, sadece "mabûd" ol­ması açısından mutlak "Mabûd"a taalluk etmez; aksine, âbidin/kul tek başına yapamayacağı bir işte kendisinden yar­dım talep ettiğinde ona yardım etme salâhiyetine sahip olması yönünden Mabûd'a taalluk eder. O halde, kulun yardım dileme­sinde bir çeşit kudret iddiası bulunmaktadır; bu iddia ise, kulun ibâdetteki halini tarif, mabudun mertebesini ve ona karşı davra­nışını bildiğini belirtir bir surettedir. Bunun yanı sıra kul, bu ta­lebiyle bağımsız bir varlık olmadığım da gizlice itiraf eder.

Bu kul, adeta şöyle der: "Kendimde, ihtiyaçlarımı karşılamak için bir kuvvet görüyorum, fakat, bunun amacımın gerçekleş­mesinde yeterli olduğuna kesin ve kararlı olarak inanamıyorum. Binaenaleyh Rabbim! Bende, sana ait olarak bulunan şeye ve be­nim gücüme yardım etmen kaçınılmazdır; çünkü senin yardı­mın, bendeki kuvvet ile birleştiğinde, amaca ulaşmayı ve ibâde­ti hakkıyla yerine getirmeyi umarım. Ayrıca, bana bahşetmiş ol­duğun kuvvetten dolayı da sana şükrederim. Ben bu kuvveti, herhangi bir talebim olmaksızın başlangıçta buldum ve bu kuv­vet ile, senden yardım dileme gücü elde ettim; böylece, seni bir­leyip, hakkında tereddüt etmeyerek ve başkasına yönelmeden senin hakkını yerine getirmeyi ümit ettim." İşte bu, kul mertebesinin lisanıdır.

Hakkın bu âyeti kullarına inzal edip, onlara bu tarz ibâdet et­melerini emretmiş olması itibarıyla bu talepte gizli halde bulu­nan "rubûbiyet" lisanı ise şudur: Hak -kalpler onu bilmek, ken­disine ibâdet ve iltica etmek üzerine yaratılmış olsalar da-, bu alemin özelliklerinden olan meşguliyet ve gafletlerin bazen insa­na hatırlanması ve akılda tutulması gereken şeyleri unutturdu­ğunu bilir. Bu nedenle insan, kendisi için daha önemli olarv. şey­lerin hatırla turnasına ve belirtilmesine muhtaçtır; çünkü belirli olmayan şey, herhangi bir netice vermez ve müessir olamam.

Kuşkusuz ki, hamdi takdimden sonra Hakkın kuluna ""An­cak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" demeyi ernret-mesi, kula şunu hatırlatmak içindir: Kul, kendisinde gördüğü ilim ve kuvvete, asla ve asla kendi basma sahip olduğunu ya da herhangi bir kemâlde önceliği bulunduğunu zannetmeme İldir, bilakis bütün bunlar, Haktandır ve Hakka aittir. Nitekim, insan­ların en kâmili ve mükemmeli olan Hz. Peygamber, şöyle buyur­muştur: "Biz ommlayiz ve ona aidiz."

Binaenaleyh rabbani mertebe, her iki tarafta[7] da müstaküli-ğin imkânsızlığını kula bildirir; şüphesiz ki, bu durum, adaletin zirvesidir. Şöyle ki: Cömertlik, ihsan, ikram ve sayısız nimetin sahibi olan Hak, kulun O'nun ihsanının suretinin kemâle erdirilmesindeki/tekmil katkısına dikkat çekerek, bu katkıyı zikreder, dikkate ahr ve ihmal etmez. Nitekim Allah, bildirme ve dikkat çekme amacıyla şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah, zer­re miktarı bile zulüm yapmaz. Bir tek hayır bile olsa onu kat kat artırır." Bu, iyiliklerin artırılmasıyla ilgilidir. Bunun ardın­dan ise, şöyle buyurmuştur: "Kendi katından büyük ecir verir."

Bunu anla ki -Allah'ın izniyle- doğruyu bul! [8]

 

"Cem" ve "Matla" Lisanıyla Açıklama

 

Bu ikinci kısımla ilgili açıklamalar, Allah'ın izniyle, bununla sona erecektir:

Bilinmelidir ki: Allah, yaratıklarını, kendisine ibâdet etme­leri için yaratmış, onlara varlığından ve sıfatlarından ka­bul etmeleri takdir edildiği ölçüde vermiştir; böylelikle onlar, bu varlık ile O'na ibâdet etmişlerdir. Çünkü yaratıkların, müstakil olarak kendilikleriyle Hakka ibâdet etmeleri sahih de­ğildir. Bunun nedeni, onların mâhiyetleri açısından hiçbir varlı­ğa sahip olmayışları ve kendilerinden hiçbir ibâdetin meydana gelmeyişidir. İşte, yaratılmışlar müstakil olmadıkları için kendi­lerine, "Ancak senden ibâdet ederiz" ifâdesinin ardından "An­cak senden yardım dileriz" demeleri emredilmiştir. Böylece on­lar da, bu tembihin ardından Haktan kendisine kulluk etmek için yardım talep etmişlerdir.

Aynı şekilde, yaratılış esnasında onların Hakkın varlığını ka­bul etmeleri de, Hakkm iktidarına yardım etmekten ibarettir. Bi­naenaleyh, ilâhî kurbiyete mazhâr olmuş kâmil kulların müşa­hede ettikleri ezelî ve "gaybî münâsebet" olmasaydı, Rab üe merbub arasında bir irtibat geçerli/sahih, bunu meydana getir­mek de mümkün olmazdı.

Şu halde yaratmak, ihsan suretiyle bir hizmet ve ibâdettir. İbâdet, amellerin a'yânmm suretlerini yaratmak, onları tesviye etmekten ibarettir. Ayrıca ibâdet, ibâdetin neş'etlerini de ihya etmektir; böylece ibâdeti inşa edene, kendisiyle zuhur eden ve onunla meydana gelen şeyden, adeta inşadan sonra zuhur etme­si gibi, daha önce gözükmeyen bir şey döner; işte, diğer tarafta da, hal böyledir.

Çünkü, şayet isimlerin eserlerinin zuhuru olmasaydı, onların kemâlleri bilinmezdi. Kuşatıcı/cami' aynada beliren görüntüler olmasa idi, isimlerin "a'yân"ı da zahir olmazdı. Ayna, Zât'm gaybından ayrılan şeylerin tecellîgâhıdır ve Zât gaybmda gömü­lü olan çokluklar zuhur eder.

Binaenaleyh biz, kullarız, O ise, "mabûd"dur; O, yaratandır, biz yaratılanlarız. "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet et­sinler dîye yarattım" âyetinde hükmüne işaret edilen "illet Lam/sebeplilik bildiren Lam harfi"ı, iki tarafta da bizzat bulun­maktadır. Buna göre bu sırrın iki hükmünden birisi, "Bana ibâdet etmeleri için" âyetinde zikredilen bu "Lam" harfi ile bir hikmet meydana getirmiş; diğer hükmü ise, "Ancak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" âyetinde bâtın bir hikmet gizlemiştir.

Çünkü Hakkm, her şeyde, özellikle de şeriatlarında, emirle­rinde ve haberlerinde olmak üzere, zahirî ve bâtını bir hükmü vardır; bunları, kâmil ve ehl-i keşfve'l-vücûd olan "temekkün" sa­hipleri bilir ve müşahede ederler. "Resmi" ilimlerin mensupları ise, bazı teklifi suretlerde jiletlendirme yoluyla, bu hükümlerin zahirinin pek azının farkına varırlar.

"Ancak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" âyetin­de zamirin çoğul olarak getirilmesinde, iki önemli külli sır var­dır ki, bunlardan birisine daha önce işaret etmiştik: Haricî alem­de ibâdetin ve amellerin varlığı, mutlak anlamda, rubûbiyet hü­kümlerini kuşatan mertebe ile merbubiyet hükümlerini şâmil olan zikredilen bu tecellîgâh arasında meydana gelir. Binaena­leyh, Hakkın ve alemin diliyle "Biz", "muhakkak ki biz", "ibâ­det ederiz", "yardım isteriz" gibi âyetlerde geçen çoğul zamiri, zikredilen iki mertebeden her birisinin kapsamış olduğu bütün hususlara taalluk etmektedir.

Açıklamaya ve özetlemeye çalıştığımız konunun diğer sırn ise şudur: İşaret edilen bu iki rabbani ve kevnî mertebelerden her birisinin, gaybî-manevî bir "neş'ef'i vardır; bu neşetin, bir takım halleri, birbirine zıt ve uyumlu hakikatleri vardır vardır; bunlarm hükümlerinin de, kendi aralarında uyum ve farklılıkla gerçekleşen, karışım ve tedahülleri vardır.

Bu manevî neşet, Hak yönünden Adem'in suretinin üzerin­de yaratıldığı "sûref'ten ibarettir. Bu suretin Hakkın zâtına mahsus gaybından taayyünü, insanî-kemâl mertebesi yönün­den gerçekleşir. Bu mertebe burada "ahadiyet-i cem" hazreti diye isimlendirilir. Ahadiyet-i cem, eşyanın varlıklarını, isimle­rin, sıfatların, ilâhî şe'nlerin hükümlerini izhâr eder. Bunlar, eser yönünden mütekabil, ihata ve hükümde de farklıdırlar; bunlara örnek olarak, el-Kabız, el-Bâsit, el-Muğni, el-Mu'ti, el-Mumît, el-Muhyi, el-AIim, el-Kebir, el-Mürîd isimleri ve gazap, rızâ, ferah, haya, öfke, şefkat, rahmet, kahir, lütuf ve benzeri şeyleri verebiliriz.

Çünkü bütün bunlar, ahadiyet-i cem makamında "ilmî" ve "gaybî" biı* heyet ile taayyün ederler ve intizama kavuşurlar. Ahadiyet-i cem, Zât'a ait mutlak gayb ile bir açıdan gayb'dan farklı olan mertebe arasında bir "berzah" gibidir; bir açıdan gayb'dan ayrılan bu mertebe, ilâhî iktidarın nüfuz mahalli, gay­bî teveccühlerin ve eserlerin okîarmm hedefi olmuştur. Bu heye­te, tabiî kuvvetleri, ruhanî huyları, manevî, ve gaybî özellikle­riyle insanın yaratılışı ve intizamı benzemektedir. Zikredilen su­retin izafe edildiği hakîkat-i ilâhîyye'nin mukabilinde ise, insa­na ait "ayn-ı sabite" bulunur. Ayn-i sabite, Rabbının kendi nef­sinde ezeii ve ebedî olarak insana dair bilgisinin suretinden iba­rettir. Aynı şekilde Rabbının sureti de, O'nun zâtına ve şe'nleri-ne dair bilgisinin suretidir.

Kulun suretleri, kendi ilminin nisbetlerinin suretlerinden iba­rettir. Bahsedilen bu makamın zevkine göre kulun ilminin nis-betleri ise, varlığının taayyünlerinden ibarettir; bu taayyünler hakkında, 'taaddütleri yönünden onun "ayn"ı ve halleridir', de­miştik. Bunlar, ahadiyet-i cem makamı diye isimlendirilen bu berzahta taayyün ederler ve kevnî mertebede çoğalmış/müteaddit olarak zuhur ederler; bu mertebe, kesret suretlerini kapsa­yan ahadiyet-i cem makamının iki vechinden birisidir.

Çünkü bu makam, hükmü insân-ı kâmil ile zuhur eden ke­mâl makamı; Zâtın gaybı ve zikredilen gayb'dan ve kendisinde ve bu ayna ile zuhur eden şeyler için bir aynadır.

Bu berzah da, Hakkın kendisi için kendi zuhurunun mebde-idir. Hak, bu mertebede zâhirlik ve mazhârlık sıfatı ile ve de in­sân-ı kâmil cihetinden zikredilen berzâhlığıyla iki tarafı birleştir­mekle zuhur eder.

İşte, berzah mertebesine ait bu orta-vasatî taayyün, ister Hak­ka nispet edilsin, ister aleme nispet edilsin bütün taayyünlerin aslı ve "şey" diye isimlendirilen her varlığın kaynağıdır; taayyü­nün Hakka nispet edilmesi, O'nun bir ismi veya sıfatı veya mer­tebesi olması anlamında, aleme nispeti ise, isim veya sıfat veya mertebe veya itibarıyla olabilir. Ya da bu taayyün, Hakka ve ae-me nispetin dışında üçüncü bir şey kabul edilebilir; bu, Hakkın hakikati/ayn yönünden ikinci defa diğer taayyünleri için tecel-lîgâh olan şeye nispetle, ikinci, üçüncü, dördüncü kez zuhur et­mesidir ki, bu sayı sonsuza kadar gider. Bu zuhur, Haktan ve Hak ile taayyün eden şeyde, Hakkın o şeyde gayb ve şehâdet olarak taayyün etmemiş olmakla zuhur etmesidir; bunlar, "ayn" ve "gayr" diye isimlendirilirler.

Bu sabit olunca şu da bilinmelidir ki: İbareler, "ahadiyet-i cem" makamım tarif etmede farklı farklıdır; bütün tarifler de, sahihtir. Şu halde ahadiyet-i cem, "hakîkat-i insaniyye-i ilâhîy-ye-i kemâliyye/insana ve Hakka ait kâmil hakîkat"dir desen doğru söylemiş olursun.

Bütün insân-ı kâmiller, zahiri sureti açısından bu ilâhî haki­katin ve levazımının mazhârlândır.

Eğer onu, ilâhî ve kevnî mertebelerden ibaret olan iki merte­benin "berzâh"ı diye ısimlendirirsen, doğru söylemiş olursun; Çünkü o, imkâna ait bütün hükümleri içermektedir. Bununla birlikte bu hükümler, diğer berzahlar gibi, ahadiyet-i cem'in ma-kûliyeti üzerine zaid bir şey değillerdir.

Eğer onu "iki mertebenin aynası" veya "Hakkın ve insân-ı kâmilin suretinin mertebesi" veya Haktan taayyün eden şeyi ayıran/fasıl "hadd-i fasıl" diye isimlendirirsen, yine doğru söy­lemiş olursun; Haktan taayyün eden bu şey, O'ndan taayyün ve taaddüt etmeyen şeyler için bir ayna olmuştur.

Bütün bunlar, onun için ezelî ve ebedî olarak zatîdir. Bu mer­tebeye mensup olan kâmillerin, zaman ile kendisiyle zuhur et­tikleri bir takım neşetler açısından sınırlı kalmaları, bu tespitimi­ze zarar vermez ve zikrettiğimiz hususa aykırı değillerdir.

Sonra şöyle deriz: Her asırdaki insân-ı kâmil, bu mertebenin iki vechinin birisi açısından "biz", "bizim katımızda", "kuşkusuz biz" gibi ifâdelerle Zât'm gaybımn ve isimlerin hakikatlerinden ibaret olan şe'nlerinin/şuûnât mütercimidir; söz konusu mertebe, Hakkın zâtının gaybmı takip eden ve ondan farklılaşmayan ve ay­rılmayan mertebedir. İnsân-ı kâmil, varlıkların/a'yân ve bunların hallerinin yansıdığı/intiba' bu mertebenin diğer yönünden ise, bu a'yân ve onların halleri açısından ve onların diliyle, "ibâdet ederiz", "yardım isteriz", "bizi ulaştır" ifadeleriyle dile getirir. İnsan, bütün bunları her şeyi kapsaması sayesinde ve zâtının içer­miş olduğu cüzler, Özellikler, sıfatlar,ruhanî-cismânî-tabiî kuv­vetlerin lisanıyla dile getirir; çünkü insân-ı kâmil'in söz konusu kâmil mertebesi, iki tarafı/vücûb-imkân ve bunların gayb-şehâdet, ruh-cisim, umum-husus, fiil-infial ve icmal-tafsil olarak içermiş oldukları her şeyi ihata etmektedir.

Artık, bunu anla ve dikkatlice düşün, Rabbına niyaz ve yaka­rışla müracaat et!

Eğer, bu ifâdeleri anlarsan/sözün mührü çözülürse, her şey­de rubûbiyet ve ubudiyet sırrını; ibâdet,, teveccüh, talep, başar­mak ve mahrum kalmanın sırrını anlarsın. Bütün âbidlerin, fer' ve yaratılmış olmak yönünden ilâhî aslına teveccüh ettiklerini idrâk edersin; her kul, bu asıl vasıtasıyla Zât'm mutlak gayb mertebesinden hükmî bir yansımayla zikredilen ilâhî-insanî kâ­mil aynada taayyün etmiştir; bu taayüıv iki hükmün yansıması

ile taayyün etmiştir; bu yansıma, imkân alanından zikredilen ay­naya döner.

Binaenaleyh, sadece ona ibâdet edilir, sadece ona yönelinir, her şey ondan başlamıştır ve ona dönecektir.

Bununla beraber hiçbir kimse, Allah'tan başkasına İbâdet et­memiştir; O'ndan başkasına da, teveccüh edilemez. Çünkü bu ilâhî ve kâmil ayna, olmuş ve olacak bütün varlıkların kıblesidir. Ayrıca her şey, bu ayna ile karşı karşıyadır/muvacehe ve her şe­yin Zâtın gaybmdan taayyün etmiş aslı bunda bulunmaktadır. Binaenaleyh, Haktan payı olan herkes, onu burada "ayna" diye isimledirilen bu "kâmil" mertebenin mişkatinden alır; bu pay, Hakkın herhangi bir şe'ni cihetinden taayyün etmesinden iba­rettir. Söz konusu bu pay, bu şe'nin suretidir.

Aliah'a yemin olsun ki! Maksadımı anladığını zannetmiyo­rum, şu var ki Allah sana yardımcı olursa ne demek istediğimi anlarsın. Hakka ancak kâmil olan ulaşır, çünkü o, zâtı olarak, işaret edilen iki vecihten birisiyle Zât'm gaybma paraleldir/mu­vacehe: Burada teveccüh eden, teveccüh olunandan ancak iki mertebenin hükümlerini içeren iki vechi birleştirmekle ayrılır: Böylece insân-ı kâmil, mutlak-mukayyet, bâsit-mürekkep, bir­çok, hâdis-ezelidir. Alem, sadece onun için var olmuştur, her şey onunla zuhur etmiş ve açıklanmıştır.

Artık, dikkatli ol ve burada açıkladığımız gerçek ile Allah te-ala'nm şu âyetindeki hükmünün doğruluğuna bak: "Rabbin an­cak kendisine ibâdet olunmasına kaza etmiştir." (İsra, 23); "Hüküm ancak Allah'ındır. Sadece kendisine ibâdet olunma­sını emretmiştir." (Yusuf, 40).

Hakkın kazası, O'nun hükmüdür, hakikî emri de, hiç kuşku­suz yerine gelir. Nitekim Allah, şöyle buyurmuştur: "Onun em­rini engelleyecek yoktur."

Şu halde ibâdetin sırrı, zikrettiğimiz gibi olmasaydı, Al-îah'tan başkasına ibâdet ve O'ndan başkasına teveccüh sahîh olur, Hakkın hükmünün değiştirilmesi ve emrinin engellenmesi

söz konusu olurdu. Allah, bundan ve celâline yakışmayan her şeyden uluvv-ı kebir ile münezzehtir.

Suçlama ve cezalandırma, sınırlama, belirleme/tayın ve iza­fe etmekten kaynaklanmaktadır; çünkü, herhangi bir şeye ibâde­te liyakat vasfını izafe edip, içindeki şeylerle birlikte hükmü ge­nel ulûhiyetin ve mutlak tasarruf sahibi Rab olduğuna inanmak, tam bir cehalet ve gerçeğe aykırı durumdur. îşte bu nedenle, ilk hüküm, yani her şeyin gerçekte Hakka ibâdet ettiği ve ondan başkasına ibâdetin mümkün olmadığı hükmü geçerli ve gerçek­leşmiş olmakla birlikte, cezalandırma da sahih olmuştur. [9]

 

Tamamlayıcı Açıklama

 

Ahadiyet-i cem mertebesinin kendileri için bir ayna olduğu ve onları birleştirdiği/cami'   söz konusu iki mertebeden her birisi, bir açıdan asıl, diğer açıdan da ferdirler; bu ne­denle, bu kitabın pek çok yerinde buna işaret edilmiştir.

Bu ifâdelerimizden bir tanesi şu sözümüzdür: Hak bâtını açı­sından alemlerin halleri için bir "mazhâr" ve ahadiyet-i cem ma­kamı açısından da onların a'yânı için aynadır; bu aynada a'yân, birbirlerini görürler, hükümleri birbirlerine ulaşır. Mertebesi, var­lığı ve zamanıyla daha üstün olan metbunun eseri, kendisine tabi olan ve sonra gelende zuhur veya bunun tersi olur; geç gelen tabi-nin metbuya tesiri, onun bir açıdan önce ve metbu olması, ayrıca daha önce de belirtildiği gibi Hakkın varlığı yönünden evvelliğin-de ve sıfatları yönünden ise ahirliğinde şart olması itibarıyladır.

Nitekim, Allah bunu şu şekilde açıklamış ve bildirmiştir: "Allah her şeyi yaratandır" ve yine "O evvel, âhir, zahir ve bâ­tındır."

Allah, sıfatları yönünden âhir oluşunu ise, şu âyetle açıkla­mıştır: "Eğer Allah'a yardım eder iseniz, O da size yardım eder"; Ayrıca, Hz. Peygamber'in "Kendini bilen Rabbim bilir" ve "Siz usanıncaya kadar Allah usanmaz" ve yine "Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmek istedim" hadisleri bu ahirliğe işaret etmektedir.

Şöyle ki: Hak, ez-Zâhir ile isimlendirildiğinde, hakikatleri yö­nünden alem, O'nun varlığının mazhârları ve şe'nlerinin iliştiği tecellîgâhlar olmuştur. Her mazhâr görülmez, bununla birlikte onun eseri ve mazhâra yansıyan şey ise, zuhur eder. Bu neden­le, mazhâra eser bu özelliğiyle nispet edilmez.

Bu ve benzer sebepler dolayısıyla şunu belirttik: Her fer aslı­na teveccüh eder ve ona ibâdet eder; bu ve başka nedenlerden dolayı ubudiyet/kulluk ve rubûbiyet/rabkk hükümleri, kendi­sine layık bir şekilde her şeye sirayet etmiştir. Böylelikle, her şeyde varlık, ilim ve hüküm yönünden kuşatmakla, iîâhî-zâtî beraberliğin/maiyyet-i iîâhîyye sırrı zuhur etmiştir.

Binaenaleyh, hüküm sahibi her şey, rubûbiyet sıfatı sayesin­de hüküm sahibidir; icabet eden ve tabi olan her şey ise, ubudi­yet sıfatıyla tabidir.

Eşyada bunlarm zuhur mertebelerini açıkladım: Bunlar, nasıl olur? Ne zaman sahihtirler? Ne zaman engellenirler? Ayrıca, tek bir şeyde de o şeyin farklı şe'nlerine, hallerine, mertebelerine, uyumlu ve zıt özelliklerine göre, bütün bu durumları açıklamış­tık. Artık o açıklamalarımızı hatırla ve onlarla yetin!

Allah, hidâyete ulaştırandır. [10]

 



[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 325-334.

[2] Burada Konevî, insanın akü ve nefsini iki farklı kutup olarak görüp, bun­ların bilgideki yönelişlerini açıklamaktadır. Buna göre, akıl birliğe ulaş­mak ister. Bu birlik, Tann'nın her türlü benzerlikten ve hadislerle ilişkiden mücerret ve münezzeh olduğu mertebedir. Başka bir ifâdeyle akıllar, bil­gide tenzihi esas alırlar. Buna karşın nefisler ise, görünür alemlerle ilişkili bir hedefe yönelmişlerdir. Bu da, onların tenzihin karşısında teşbihi esas almalarıyla ifâde edilmiştir. İbnü'l-Arabî, bu ikiliği akıl ve vehim güçleri arasında kurmaktadır. Buna göre, sürekli olarak tenzihi ve aslanlığı esas alan akı! ile sürekli olarak teşbihi ve somutlaştırmayı esas alan vehim güç­leri arasında bir çatışma vardır. Peygamberlerin davetinde bunlar arasın­da bir denge kurma çabaları görülebilir. Bu çatışmanın en iyi bir örneği, Hz. Nuh ile kavmi arasında ortaya çıkmıştır. Nuh'un kavmi putperest idil­er ve Tanrı'yı somut tasavvur etmekteydiler. Onların Tanrı hakkında ver­dikleri hüküm tbnü'l-Arabî tarafından "vehim kuvvetinin Tann hakkın­daki hükmü olan teşbih" diye yorumlanır. Buna karşın, suretlere ibâdet et­meye karşı çıkan ve Tann'nın mutlak ve münezzeh Rab olduğunu söy­leyen Nuh peygamber ise, bu noktada "akıl" gücünü temsil etmektedir. Hz. Peygamber'in daveti ise, "O'nun benzerinin misli gibi yoktur" âyetiy-e teşbih ve tenzihi, başka bir ifâdeyle vehim ve akıl güçlerinin Tanrı hak­kındaki hükümlerini birleştiren itidal noktasını temsil eder {Bu konu, özel-iıkle Fusûsu'l-Hikem'de Nuh fassında incelenmiştir).

[3] Kesib, Cenette bir mertebenin adıdır.

[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 335-336.

[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 336-338.

[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 338.

[7] "İki taraf" ile kast edilen, Konevf nin başka vesilelerle de dile getirdiği gibi, vücûb ve imkân taraflarıdır. Bunlar, VücûdMutiak'ırı iki itibarıdır ve her birisi birbirine bağlıdır.

[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 339-341.

[9] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 342-348.

[10] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 349-350.