FATİHA
SURESİ'NİN İKİNCİ KISMI
"Ancak
Sana İbâdet Eder Ve Ancak Senden Yardım Dileriz." (Fatiha, 4)
Akılların,
Nefislerin ve İnsanın Kıblesi
"Ve
İyyake Nestein / Ancak Senden Yardım Talep Ederiz"
"Cem"
ve "Matla" Lisanıyla Açıklama
Öncelikle -Allah'ın yardımı
ve dilemesiyle- dilin zahirînin ve mertebesinin gerektirdiği hususları
zikretmekle başlayalım; bunun ardından ise, zahirden ve zahirde, tedricen
bâtına doğru terakki edeceğiz. Daha sonra "had"de, sonra da
"matla"a ve bütün bunların üzerinde hâkim olan ve hepsini ihata eden
hakîkate/emr ulaşacağız. Nitekim, daha önceki
konularda da Allah, aynı şeyi nasip etmişti.
Şöyle deriz: "İyya" mansup ve ona ilave
edilen eklerle birlikte "munfasıl" zamirdir. Bunlar, "iyyake", "iyyahu"
ve "iyya-yer/âe oiduğu gibi, birinci, ikinci ve üçüncü şahsın hükmünü
açıklamak için "iyya" kelimesine eklenen
"Kaf", "Ha" ve "Ya" harfleridir (birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahıs
zamiri).
Dil bilimi uzmanlarına göre,
"eraeytü-ke/seni
gördüm" kelimesinde "Kaf/Ke-seni" harfinin iraptan mahalli olmadığı gibi, bunun
da iraptan mahalli yoktur; bunlar, kast edilmiş gizli isimler değillerdir.
Nahivci Halil'in, bazı kimselerden rivayet ettiği "Kişi, altmış yaşma
ulaştığında (fe-iyyahu ve iyya es-sebe/artık elbiseyi
neylesin" deyişi ise, istisnadır, buna dayanarak hüküm verilmez.
Sözlükte "ibâdet",
boyun eğmek ve zelilliğin nihayetidir. Bu anlamca, son derece sıkışık ve yoğun
dokunmuş elbiseye "sev-bun zu-abde" denilir; adeta bununla, elbisenin, güçlü tesir
ve etkiye konu olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca "arz-ı mu'bede" de, bundan türetilmiştir; bunun anlamı, zelil
olmuş arz demektir.
"İyyake
na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetinin
zâhirin-deki bâtm sırrı ise, şudur: Hak, hamd ile zikredilip, celâl ve azamet sıfatlan kendisine
izafe edildiğinde ve kemâl sıfatlarıyla nitelendiğinde, ilim veya zihin,
tasavvur edilen bir şeye ilişir/taalluk; bu şey, şanı yüce, övgüye, boyun
eğmeye ve önemli konularda kendisinden yardım dilemeye layık bir varlıktır.
Böylelikle, dua sahibinin zihninde bu varlığın mertebesi ve azametinin sureti
taayyün ettiğinde, bu özelliklerle farkhlaşan bilinen
veya tasavvur edilen varlığa hitap edilir; bu hitap, dua sahibinin ona dair
sahip olduğu ve bu sıfatları kendisine isnat etmesini mümkün kılan itikadına
göredir.
Dua edenin, o esnada, rubûbiyet makamının mukabili olan ve bunun ardından
"Ancak sana ibâdet ederiz" ile "Ey bu sıfatların sahibi"
demeyi hatırlatan ubudiyet makamındaki duruşu, ibâdeti ve yardım dilemeyi
sadece O'na tahsis etmeye işaret etmektedir. Bunun anlamı, ibâdet ve yardım
talebini sadece Hakka münhasır kılarak, senden başkasına ibâdet etmeyiz ve
senden başkasından yardım istemeyiz, demektir; ayrıca bu hitap, ibâdetin bu
farklı varlık için yapıldığına en iyi delildir ki, o, ibâdetin sadece vasıtasıyla
gerçekleştiği varlıktır.
Bunun yanında bu hitap,
ibâdetin yardım talebiyle birlikte olduğunu göstermektedir; böylelikle,
kulların Rablarma yaklaştıkları şeyler ile muhtaç
oldukları ve talep ettikleri şeyleri birleştirmiştir. İbâdetin yardım dilemeden
önce zikredilmesi ise, icabet ümidiyle, vesileyi hacete takdim etmek gibidir.
Nitekim Allah teala, şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberden bir şey rica ettiğinizde bir sadaka veriniz. Bu sizin için
daha hayırlıdır."
Ayette yardım talebinin
mutlak olarak zikredilmesinin nedeni, yardım dileyen herkesi içermesi içindir.
Bu âyette, âyetin zahirînin
çağrıştırdığı ve kısmen bâtına işaret eden hususları zikrettikten sonra, şimdi
de bunun üzerindeki meselelere geçiyoruz.
Ey düşünen/müteemmil kişi! Öncelikle, zikrin ve huzû
hakikati bölümünde daha önce zikrettiklerimiz meseleleri hatırlatacağız.
Bunları, "Rahim ve rahman olan Allah'ın adıyla başlarım" dediğinde
Hakkın namaz kılan kuluna cevap sadedinde söylediği "Kulum beni
zikretti" ifâdesinin sırrını açıklarken belirtmiştik; çünkü, burada o
ifâdeleri tekrarlamak gerekmektedir.
Sonra şöyle deriz: Allah,
akıl sahiplerinin dikkatini, şimdi açıkladığımız konunun bazı sırlarına
"Her birisinin bir yönü vardır, ona döner. Siz hayırlı olanlarda
yansınız" âyetiyle gizli bir şekilde çekmiştir. Herhangi bir şeye ibâdet
eden kimse, kuşkusuz ki, ibâdet ettiği şeye/mabûd
yönelmektedir/teveccüh. Herhangi bir şeyin mabuduna teveccühü, bu teveccühe
kendisini sevk eden nedenden sonra geli; söz konusu
neden, kişinin yöneldiği varlık hakkında kendisinde sabit olan şeye göre
ortaya çıkar; kişide sabit olan şey ise, bir takım delil ve öncü
İlerden/mukaddime meydana gelen ilmî bir suretten ibarettir. Bunlar, o
kimsenin inancına göre, yakinîbir kesinlik ifâde
ederler. Ya da bu sabit şey, işitilmiş sözlerden veya
görülen eser ve âyetlerden meydana gelen zihnî bir surettir; bu âyet ve
eserler, kemâl oldukları zannedilen bir takım durumlara/umur delâlet ederler
ve bu eserlerin izafe edildiği ve bu kemâllerin istinat ettiği kimse adına
meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh bu sıfatlar, başka birisinin ortaklığı olmaksızın
herhangi bir mevsufa ait/kaim olarak tasavvur edildiğinde,
o kimsenin ibâdete müstahak olduğu hükmü verilir. Böylece, o kimseye yönelmek,
korku veya arzu veya beğenmek-ten/istihsan dolayı ona
ibâdet etmek teşvik edilir.
Bununla beraber, bazen bu
sıfatların nisbet edildiği, işitilen ve idrâk olunan
eser ve delillerin delâlet ettiği kimse hakkında verilen hüküm, onun hakkında
sahîh ve sabit iken, bazen bu hüküm, onun hakkında sahîh ve sabit olmaz. Bu
durumda hüküm, gerçekte/nefsü'1-emr değil, sadece
böyle olduğuna inanan kimsenin iddiasmca geçerli ve
sabittir. Ya da, bu sıfatlar ve eserler, ızâfe edildikleri kimseden başka birisi hakkında sabit
olabilirler.
Bu görüşler, sadece kendi
görüş, sezgi/hads ve tasavvurlarına göre bunları
iddia edenlerin zihinlerinde belirlenmiş somut §eylere delâlet ederler.
Binaenaleyh bunlar, yani itikada ait zih-nı sûretler, onları ilk düşünen sezgi sahibi/hâdis
yönünden,onun tasavvurunun ortaya koymuş olduğu ve ondan etkilen-miş/münfail şeylerdir; başkalarının görüşleri olarak onları
işiten ve tasavvur edişine göre nefsini kulluğa sevk eden ilk kimse yönünden
de hu zihni suretler, bir defa daha etkiye maruz/mün-fail
kamışlardır ki, bu böyle devam eder.
Şu halde, şahıs, zihninde
ürettiği şeye nefsini köle yapmıştır. Şahsın zihninde ürettiği şey, aynı
zamanda, kökeni itibarıyla edilgen bir tasavvur ile başka bir tasavvur
sahibinden etkilenmiş, başka bir suretten meydana gelmiştir. İşte, ilk edilgen
faile kadar böylece devam eder.
"Gerçek", tasavvur
edildiği gibi olabilir: Çünkü, ibâdetle yönelinen
varlığın mâhiyeti açısından "fail"; akıl, zihin, zan ve vehimlerin tasavvurlarmdaki belirlenişi/taayyünü açısından ise
"münfail" olması mümkün iken, bunun tersi de mümkündür; bu konuda,
görüş ayrılığı vardır.
Bu noktada, aklın tavrının
geçersiz ve hükümsüz olduğunda hiç bir kuşku yoktur. Çünkü bu durum, bazı
imkânsızlıkları istilzam eder ki, şimdi bunların detaylarını ele almamız gerekmiyor.
Bunlara örnek olarak, Hakkın kendiliğinde bulunduğu hal üzere, herhangi bir
şahsın tasavvurunda taayyün etmesini ve sığabileceğini mümkün görmeyi
verebiliriz; halbuki böyle bir şey, gerçekte imkânsızdır.
Sonra şöyle deriz: Bazen,
mabuda yönelen âbidin nefsinde hasıl olan şey, aklî
maddelerden/mevad-ı akliyye,
hisle idrâk edilen, işitilen ve zannedilen şeylerden meydana gelmiş olabilir.
Bu durumda, manevî ve hissî farklı türlerine göre idrâk, idrâk sahibine
tabidir. Binaenaleyh, zikredilen durumdaki kimseler, zihinlerde meydana gelmiş
suretlere yönelirler; teveccüh sahiplerinin nefisleri, bu suretleri kendi zanlarmın ve düşüncelerinin unsurlarından ya da onlara bunları anlatanların zihinlerindeki
suretlerden intikal eden unsurlardan somutlaştırmışlardır. Ya
da bunlar, bir takım özellik, eser ve delillerden çıkartılmışlardır; bunları
çıkartan kimse, bunlarla nitelenen ve bütün bu özelliklerin nispet edildiği
kimse hakkında bu vasıfların sabit olduğunu ve bunların ona izafe edildiğini
kabul etmiştir. Bu durum, o şahsa göre, bir kemâldir; şu anlamda ki, bu
mesabede olan herhangi bir varlık, ibâdete layıktır.
Bununla birlikte, bu
durumdaki bütün insaf sahipleri, bu hüküm ve tasavvurun benzeri bir hükmün
gerçekte eksik bir hüküm olduğunu kabul ederler. Ayrıca, bu şahsın tasavvuru
ve diğer özellikleri, kendisine tabidir; çünkü sıfat, idrâkle ilgili olarak
işaret ettiğimiz gibi, mevsufa tabidir.
Şu halde, o kişinin zihninde
meydana gelen ve mabûd için olması gereken kemâl
sureti, nakıs bir surettir ve belirttiğimiz nedenden dolayı eksikliği sabit bu
kemâlin nispet edildiği kimse, bu nispeti yapan tarafından bilinmemektedir.
Binaenaleyh, tasdik hükmünün tabi olduğu tasavvurun doğruluğunu gösteren
mutabakat nerede kalmıştır?
Artık, bütün bu işaret
ettiğimiz meselelerden çıkan sonuç, söz konusu tasavvurun, kemâldeki eksik bir
suret olarak üretildiğidir; bu suret, vehmî ve hayalî cüzlerden veya zayıf
nazarî çabalardan meydana gelmiştir ve tasavvur edilen şeye mutabık değillerdir.
Sonra bu şahıs, bu eksik sureti kendi kıblesi yapmış, ondan saadet, mağfiret ve
ihtiyaçlarının karşılamasını ümit etmiştir.
Nitekim, Allah, şöyle
buyurmuyor mu? "Allah'ın dışında ibâdet ettikleriniz, sizin gibi
kullardır. Şayet doğru sözlü iseniz, artık onlara dua ediniz ki, onlar da size
icabet etsinler." (Araf, 194)
Bilmiyor musun ki, kendi
zihninde inşa ettiğin şey, senin gibi bir edilgendir/mü nfail;
hatta o -onu sen inşa ettiğin için- senden daha aşağı bir derecededir.
Ey bu durumdaki şahıs! Yemin
olsun ki, kendine dönmen gerekir! Gör: Bu şekildeki bir hal veya itikadın
herhangi bir neticesi olabilir mi? Ya da,
itikadında, ibâdetlerinde ve namaz veya herhangi bir ibâdetinde ulvî himmet
sahibi bir kimse, bundan razı olabilir mi? "Artık, hayırlara koşunuz"
âyetiyle kast edilen §ey, nerededir? "Koşuşturma" nerededir? Sahîh ve
doğru teveccüh nerededir?
Hakka kendi zannmca teveccüh eden kimsenin "Ancak sana adet
ederiz" sözü, tam bir yalandır. Çünkü bu kişi bu ifâdesiyle, ancak ve
ancak sınırlı aklıyla veya vehmiyle veya hayaliyle ve zayıf düşüncesiyle
yaratmış olduğu zihni surete hitap etmektedir. Esası bu olan bir ibâdetin veya
namazın herhangi bir neticesi olabileceği nasıl ümit edilebilir ki?
"Namazı kendim ile kulum arasında taksim ettim", Hakkın fatihayı ve
kısımlarını zikredip, "Kulum beni övmüştür", "Bana tevekkül
etmiştir", "Bu, benim ile kulum arasındadır", "Bunlar
kuluma aittir, kuluma her istediği verilecektir" diye buyurması nerede
kalmıştır?
Zihninde meydana gelmiş bu
suretin, herhangi bir şey söylemesi veya herhangi bir şeye kadir olması
gerekmez mi? Heyhat! Bu suretleri inşa edenler, kendilerine ne bir fayda ve ne
de bir zarar verebilirler. O halde, bu insanların zikredilen şekilde meydana
getirdikleri ürünler için ne söylenebilir ki?
Bilinmelidir ki: Hz. Peygamber'in Fatiha ve namazla ilgili olarak
"Namazın dörtte bjri ve yansı kabul edilir"
buyurup, dokuza gelinceye kadar kısımları sayması, bunun ardından da "O
kimsenin namazı bir paçavra gibi alınıp, yüzüne fırlatılır"
buyurması, ibâdet
sahiplerinin paylarının farklılığına, pek çoğunun nasiplerinin azlığına, bir
kısmının ise bütünüyle mahrum kalışına işarettir. Bunun nedeni ise,
ibâdetlerini sahih olmayan bir asla dayandırmış olmalarıdır.
Bu ve benzeri durumlardan
Allah'a sığınırız.
Şimdi de, "viche"yi açıklayacağız:
"Viche",
teveccüh sahiplerinin kalplerinin, ruhlarının, akıllarının, nefislerinin ve
tabiatlarının kendilerine hâkim olan sıfat ve hallerin hükümleri cihetinden
kıblesidir; bu hallerin onlara galip gelmesi, söz konusu şeylerin hükmüne
bağlıdır. Binaenaleyh, her teveccüh sahibinin yönü/vichesi,
teveccüh haline işaret eden bir hedeftir.
"İyyake
na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetini
açıklama sadedinde şöyle deriz: ilâhî hazret ağacının aslının, bir takım ferleri
vardır. Bu ferlerden her birisine -mukaddes Zâf tan
gelen zâtı bir sirayetle- ulûhiyet sırrından bir
miktar sirayet eder; bu miktar, bu fer'in kendi aslından taşıyabileceği
orandadır.
Dikkat ediniz! Bu ferler,
ilâhî isimlerdir. Dikkat ediniz! Bu zatî ve aslî sirayet, her bir ismin
mertebesinin gerektirdiği şekilde Zâtı tecellînin isimlerin mertebelerine
sirayet etmesinden ibarettir, îşte bu nedenle, defalarca şunu söyledik: Her
isim, bir açıdan rnüsemmânm aynı, bir açıdan ise
ondan farklıdır.
Bu konuda o kadar açıklama
yaptık ki, artık bunu tekrarlamaya ve sözü uzatmaya gerek duymuyoruz.
Hakkın isimlerinden her
birisi, alemdeki herhangi bir sınıfın zuhur etmesinin sebebi ve o sınıfın
kıblesidir. Bu bağlamda, mesela bir isimden, ruhlar zuhur ermiştir; başka bir
isimden, nispeten basit suretler zuhur etmiş; başka bir isimden ise, tabiatlar
ve mürekkep cisimler zuhur etmiştir. Müvelledattan/cemadat-ne-batat-hayvanat her
birisi de, kendisi ile zuhur ettiği mertebenin tayin ettiği özel bir isim ile
zuhur etmiştir; hatta, bunu mazhârın hali ve gayr-i mec'ul/yaratılmamış zâtı istidadı belirlemiştir.
Bunun ardından bu isim, o
varlığın teveccüh ve ibâdetindeki kıblesi olmuştur. Bu varlık, Hakkı ancak bu
isim açısından bilebilir ve bu mertebeden Hakka istinat edebilir. Bu varlığın,
mutlak anlamda mertebeden olan payı ise, bu ismin bütün sıfat ve isimlerin
mertebesini birleştiren hakikatle olan ilişkisi ölçüsündedir.
insana gelince: İnsanın
suretinin zuhuru, yaratılışı esnasında Hakkın kendisine külli olarak ve iki
eliyle -ki bunlardan birisi, "gayb", diğeri
ise "şehâdef'in sahibidir- teveccüh etmesine
bağlıdır. Bu ellerin birisinden, mukaddes ruhlar zuhur etmiş, diğerinden de,
tabiat, cisimler ve suretler zuhur etmiştir. İşte bu nedenle insan, bütün
isimlerin ilmini kuşatmış, sadece suretlere ve zuhur ile nitelenen şeylere
mahsûs olanlarıyla değil, bunların mertebelerinin hükümleriyle; "gayb" ve "gizlilik" ile nitelenen ve rûh vb.
batın olan şeylerin hükmüyle boyanmış bir halde zuhur etmiştir. °oylelikle insan, melekler gibi veya tabiî cisimler gibi, herhangi
bir
makam ile sınırlanmamıştır.
Nitekim melekler, şöyle söylemişlerdir: "Bizden her birimizin belli bir
makamı vardır." (Saffat, 164)
İlâhî haberler, şeriat ve
başka bilgi kaynaklarının diliyle, bu durumu bildirmişlerdir.
Şu halde, hakikî insanın teveccühü
-şayet makamların boyunduruğundan çıkıp, kâmil-vasatî/orta itidal sayesinde
iki ke-narm/ifrat-tefrit
çekimlerinin hükümlerinden ve sapmalardan kurtulmuş ise- hüviyet mertebesine
yönelmiştir; bu mertebe, "ahadiyet-i cemü'i-cem" mertebesidir. Bu mertebe, zuhûr-bâtın-lık, evvellik-âhirlik ve cem-tafsil ile nitelenmiştir.
Bu konuda yaptığımız
açıklamaları hatırlayan kimse için yeterli izahlarımız olmuştu. -Allah'ın izni
ile- bu konuda daha fazla açıklama da yapacağız.
Şayet insan, kendisine baskın
gelen herhangi bir cezbedici münâsebetten dolayı,
işaret edilen orta itidalden herhangi bir tarafa meylederse ve bazı isim ve
mertebelerin hükümlerinin kendisine hâkim olmasıyla saparsa, bu galip ismin
dairesine yerleşir, bu isimle irtibatlı hale gelir, ona intisap eder, Hakka da
bu isim mertebesi açısından kulluk eder ve dayanır; bu isim, o insanın nihai
hedefi, arzusunun zirvesi , kendisini aşmeaya kadar
makam ve hali yönünden kıblesi haline gelir.
İsimlerin mertebeleri,
birbirleriyle irtibatlı, bunların hükümleri de "ibram/kesinlik" ve
"eksiklik" hükümlerini açıklayan "tevafuk/uyum" ve "tebayün/zıtlık" ile birbirlerine bağlı ve iç içe olduğu
için, bu mertebelerin hükmü altında bulunuşları ve eserlerinin mahalli
oluşları açısından yaratıkların halleri, farklı ve çeşitli olmuştur. Çünkü
isimlere ait bu hükümlerin birleşimleri, varlık mertebelerinde çeşitli
şekillerde gerçekleşmektedir. Böylelikle bunların arasında, "ruhî"
değişmelere bağlı manevî keyfiyetler meydana gelir. Bunun neticesinde ise,
arada "mizâc"a benzer bir şey meydana
gelir; bunun mizaca benzemesi, farklı tabiat ve bunların kuvvetleri arasındaki
karışımdan/imtizaç oluşan keyfiyetlerin etkileşiminden/tefaul
meydana gelmesi itibarıyladır.
Bu noktada bunun benzeri,
isimler arasındaki "tebayün" ve "tekabüliyer/'tir; böylelikle bazı varlık ve isim
mertebeleri, baskın olarak ortaya çıkarlar ki, bu baskınlık, bazı tabiatların
diğerlerine olan baskınlığı gibidir. Bazı tabiatların diğerlerine olan baskınlığının
sonucunda, mesela bir şey hakkında "bu safravî
mizaçtır", "bu demevi mizaçtır" vb. diyebiliriz. İsim ve varlık
mertebelerinin herhangi birisinin baskınlığında ise, "Zeyd,
Abdu'l-Azizdir", bir başkası için -ki bunlardan
birisi gayb eli, diğeri ise şehâdet
elidir- "Abdu'z-Zâhir" veya "Abdu'1-Bâtm" veya "Abdu'1-Camî" diyebiliriz; veya
Adem birinci semadadır, İsa ikincisindedir, İbrahim yedincisindedir vb.
şeyleri söyleyebiliriz.
Sonra, bu manevî ve ruhanî
mizaçlar ile bu tabiî mizaçlar arasında başka bir içtima/birleşme meydana
gelir; bu birleşik yapı için üç kısımla sınırlanabilecek çeşitli hükümler zuhur
eder. Bu üç kısımdan birisi, rûhânîyetinin
hükümlerinin tabiatının hükümlerine galip geldiği kimseye mahsûstur;
böylelikle o kişinin tabiî kuvvetleri, ruhanî kuvvetlerine tabi ve adeta onlarda
yok olmuşlardır.
İkinci kısım ise,
yaratılmışların geneline/cumhur-ı halk aittir ki, bu, zikrettiğimiz birinci
kısmın zıddıdır. Çünkü onların, rû-hânî kuvvet ve
sıfatları, tabiatlarının kuvvetlerinin hükmü altında yok olmuşlardır.
Üçüncü kısım ise, kâmillere
ve Allah'ın seçkin kulların-dan/Efrad dilediklerine
mahsûstur; onların âyeti, "Her şeye yaratılışını vermiş, sonra yol
göstermiştir" âyetidir.
Bunu anla, bu konu, daha
geniş açıklamaya imkân vermez.
Sonra şöyle deriz: Bütün bu
nedenlerden dolayı, zikredilen baskınlığa göre bir hüküm ortaya çıkar; bu
hükmü, isimler, mertebeler ve tabiatlardan baskın olan şeyin/emr vasfı gerektirir. Gerçi mahal, bütün bunların
hükümlerinden hali değildir, fakat bu mahal, kendisine kim baskın olursa ona
intisap eder; böylelikle o kişi, tenzih eder, teşbih eder, tenzih ve teşbihi
birleştirir, Şirk koşar ve birler/muvahhit.
Bu nedenle, zıt görüşler,
muhtelif haller, çeşitli makamlar, Maksatlar ve teveccühler ortaya çıkmıştır.
Şu halde varlığın mertebelerini ve isimlerin hakikatlerini bilen kimse, farklı
tarz ve terkiplerine göre, inançların, şeriatların, dinlerin ve görüşlerin
sırrım bilir.
Bu konuyla ilgili bir takım
açıklamalarda bulunacağız; bunu bir örnek ve "miftah/anahtar"
kabul edersen, Allah'ın izniyle işaret ettiğimiz hususları öğrenmiş olursun. [1]
Bilinmelidir ki: Mutlak
anlamda akılların kıblesi/ emrin mânâsının birliğidir; bu birliğin akılların
kıblesi olması, mâhiyeti açısından değil, akılların ona istinat etmesi açısındandır.[2]
Nefislerin kıblesi ise,
"Kesibî"[3]
tecellîdir; zuhur derecelerinin sonuncusu ve zahirin ilk "bâtm"ı bu tecellîye mensuptur.
Teşbih yapan kişi, bu
derecenin iki yönünden birisiyle ve bu dereceyle birleşen "berzâhî" tecellî ile ilişkilidir; işaret edilen söz
konusu berzah tecellîsi, yaratılış işinin ruhu olan insanın hakikatine
mahsustur.
Ehl-i sünnet ve ve'3-cemaat'm
ve önceki şeriat mensuplarından Allah'ın dilediklerinin kıblesi, hem emrin
ruhu ve hem de mertebesidir; bu kıble, "Onun benzeri gibisi yoktur"
âyetinde ifâde edilen tenzihin ve "Allah'ı görürmüşçesine ona ibâdet
et" hadisinde işaret edilen teşbihin sahibidir.
Bunun en üstün mertebesi, Amâ'nm zahiridir.
Ariflerin kıblesi,
mutlak-Rabbanî suretin varhğı ve Hakkın zahiridir.
Muhakkiklerin kıblesi, Hakkın
varlığı ve de hiç bir tefrika ve çoğalma olmadan vücûd
ve mertebeyi birleştiren Hakkm mertebesidir.
"Rüsuh/derinlik"
sahiplerinin kıblesi, kendisinden farklı olmayışı ve Adem'in benzeri olduğu Hakkm suretinin izafe edilişi açısından Hakkın
mertebesidir; ahadiyet-i cem makamı, bu mertebeye
mahsustur.
En kâmil ve halis anlamda kul
olan gerçek insanın kıblesi ise, daha önce "viche"
ve "teveccüh"ten bahsederken açıklanmıştı; fakat, betimlenmesi zor ve
açıklanması haram olan bu meseleyle ilgili bazı sırları zikretmemiştim.
Bununla birlikte, halis kulun karşılığının/ceza verilmesi hakkındaki
açıklamalarımın sonunda buna kısmen değinmiştim; daha önce ise, kâmil anlamda
Hak ile huzurun sırrını açıklarken değinmiştim.
Bu meseleyle ilgili önemli
sırları bu eserin çeşitli bölümlerinde açıkladım, akıllı kişi, Allah'ın
izniyle bunların farkına varır. [4]
Geçen ifâdeler
düşünüldüğünde, insanın iki ibâdeti olduğu anlaşılır: Mutlak "zatî
ibâdet", mukayyet "sıfatı ibâdet".
Zatî ibâdet, insanın Hakkın
ilminde ezelde farklılaşan/temey-yüz "şey-i
sâbite"sinin, ilk varlığı yaratıcısından kabul etmesi,
onun nidasına icabet etmesi,
"Kün/OI" emriyle taayyün eden "tekvini
emr"e boyun eğmesidir. Bu ibâdetin hükmü,
birinci kabul hali, icabet ve işaret edilen nidadan itibaren, sonsuza kadar
devam eder; çünkü insan, varlığı ve hallerinin her birisi açısından daima
yaratıcısına muhtaçtır. Bunun nedeni, kabul edilen varlığın süresinin, zuhuru
ve taayyünün ardından gelen ikinci nefeste sona ermesidir. Hak, Vücûd-ı Mutlak ile daima insana imdat eder; bu vücûd-ı mutlak, insanın isim vb. gibi kendisine imdat
edilen şeyleri kabul etmesiyle taayyün eder ve sınırlanır. Hareketler, insanın
hiç bir katkısının bulunmadığı fiiller ve nefesler, bu kabulün levazımı ve bu
ibâdetin suretleri arasında bulunurlar.
Sıfatlara istinat eden
"mukayyet ibâdet" ise, kulun zâtından sıfatları, özellikleri ve
başlangıcı ve sonu olan belirli hal ve zaman gibi levazımı yönünden zuhur eden
her şeye mahsûstur.
Kevnî sebeplere kulluk ve bu kullukta yaratıkların
farklılığı da, bu ibâdetle ilgilidir. Yaratıklar, sıfat hükümlerinin, zât
hükmüne ve kendilerine, yani sıfatlara münasip olan şeylere galip gelmesine
göre bu noktada farklılaşırlar. Bunlar, insanda müessir olan durumlardır;
insan, onlardan etkilenir ve "zorla/kâhir" onlara cezbe-dilir. Gerçekte bu, onlara kulluk etmektir, çünkü insan,
tesiri altında kaldığı ve üzerinde egemen olan şeyin kuludur. Bunun için Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Dinar
kullarının, dirhem kullarının, mide kullarının yüzü yere sürtünsün!"
Bu mânâdaki kaide şudur:
Mutlak anlamda tesir, rubûbiyet sırrına,
infial/edilgenlik de kulluğun mânâsına mahsûstur. Daha önce, "KârrüT'in asla müteessir olmadığını zikretmiştik; kâmil,
yapısı/heyet düzgün, eksiksiz bir aynadır. Bu aynaya yansıyan her şey,
kendisine göre zuhur eder.
Bunu hatırlarsan, işaret
ettiğimiz meselenin sırrını anlarsın!
Bu iki ibâdet, daha önce
zikrettiğimiz "vücûb" ve "imtinan" rahmetlerinin mukâbilindedir. Vücûb rahmetinde "teklif" kokusu bulunduğunu,
"imtinan" rahmetinin ise mutlak olup,
hiçbir zorunluluk ve icap ifâde etmediğini belirtmiştik. Aynı şekilde, hiç bir
teklifin bulunmadığı ve emrin neticelerinden birisi olmayan "zatî
ibâdet" de böyledir; binaenaleyh emir ve teklifin konusu, işaret edilen
"sıfatı" mukayyet ibâdettir. Teklifin konusunun söz konusu ibâdet
olması, Allah'ın bir rahmeti, şefkati ve insanın herhangi bir sıfatının
kendisini cezb etmesiyle sapmasını /meyil engellemek
ve bundan sakmdırmaktır. Şayet böyle bir meyil gerçekleşirse,
söz konusu zâtı meyil ile galip sıfat, diğer sıfatlara karşı üstünlük elde
eder; bu durumda, saltanatlarının zuhur etmesiyle "kemâl"in
gerçekleşeceği diğer sıfatların hükümleri ortadan kalkar. Bu kemâlin
gerçekleşmesi ise, mizaca mahsus ruhanî ve manevî itidal ve sıhhatin
korunmasına bağlıdır; bu iki mizaç, ruhlar ve bâtını kuvvetleriyle, sıfat ve
benzeri mücerret mânâlar arasında geçekleşen birleşmelerden/içtima' meydana
gelir.
Nitekim, bu meseleye daha
önce, "Rab" isminin tefsirinde işaret etmiştik, hatırla! [5]
Bilinmelidir ki: Amel
cesettir, ruhu da ibâdettir. Amel, cennet ve benzeri bir karşılık ister; fakat
amel bu gibi şeyleri, mutlak anlamda değil, aksine mertebesi vahdet ve hükmü
şâmil bir asla istinadı açısından talep eder. İbâdet ise, "mabûd" talep eder.
İbâdetler, ruhun haller
indendir; ameller ise, bedene aittir veya bazen ruha izafe edilirler. Ameller,
ruhun bedenle ilişkisi, onun tabiî hükümleriyle bezenmesi ve renklerinin
hükümleriyle zuhuru itibarıyla ruha izafe edilirler.
Kulun, itaat ve benzeri
fiillerinde kendisini gözeten Rabbinin özelliğiyle "huzûr"u,
ariflerin halleri arasındadır; onlar, kendilerinden amellerin "üstün bir
hayât/hayât-ı refîa" ile sâdır olan kimselerdir.
Bu üstün hayâtı, ariflerin ilimleri ve müşahede ettiklerinin karşısındaki
huzurları icap etmiştir. Böylelikle amel, ariflerin marifet, müşahede ve
teveccühlerinin istinat ettiği en son mertebeye kadar yükselir. Nitekim,
"Mâliki yevmi'd-din/Din gününü sahibi" âyetinin
tefsirinde ameller ve amellerin karşılıklarının derecelerinden bahsederken buna
işaret etmiştik.
Artık, oradaki
açıklamalarımızla yetin ve basiret gözünü aç! [6]
Bilinmelidir ki:
"İyyake"
lafzıyla ilgili olarak dil bilgisinin gerektirdiği ve artık tekrarı
gerektirmeyen açıklamalar yapmıştık; aynı şekilde, sûrenin kalan kısmının
sırlarıyla ilgili küllî meseleleri zikretmeye de gerek yoktur. Çünkü, akıl
sahibi/lebib, müracaat ettiğinde bunlarla yetinsin
diye bu kitaba küllî asıllar, temel hükümler, ilimler ve ulvî sırlardan
bahsederek başladık; çünkü maksadımız, uzatmak ve açıklamak değil, özetlemek
ve değinmektir. Binaenaleyh bunlar, esaslar ve küîlî
anahtarlardır; bunları anlayıp, hükümlerinin bu asılların ferlerine ve
tabilerine nasıl sirayet ettiğini bilen kimse, Kur'an'm,
hatta diğer kitapların sırlarının büyük bölümünü öğrenir.
Artık, benden daha fazla
açıklama bekleme! Kuşkusuz ben de, -Allah'ın izniyle- senin fazla anlayış ve
düşüncene güvenmekteyim.
Bundan sonra ise, âyetin
zahirîyle ilgili açıklamalara dair vazifeyi bitirip, sûrenin içermiş olduğu ve
sûredeki her bir âyete ait bâtını sırları ve hükümleri açıklayacağım. Bunun
ardından da, daha önce de taahhüt ettiğim gibi, -Allah'ın izniyle- bâtının ötesindeki
sırları zikredeceğim. Bu tespitin ve de ikinci "iyyake"nin
zahir anlamında birinci "iyyake"de
zikredilen açıklamalarla yetindikten sonra, bâtın lisanıyla açıklamalarımıza
başlıyoruz:
Bilinmelidir ki: "Sadece
senden yardım isteriz" âyeti, "Ancak sana ibâdet ederiz"
âyetiyle aynı anlama işaret etmez. Birincisi, kul katında ibâdete layık olduğu
sabit bir "emr"e işaret etmektedir; bu
emir, kulun ilmine, müşahedesine, veya itikadına göre, maksat ve kıblesinin son
noktası haline gelmiştir. Bu itikat, kulun zanlarının ve hayallerinin
unsurlarından meydana gelmiştir. Nitekim daha önce buna işaret etmiştik.
"Ancak senden yardım
isteriz" âyeti ise, sadece "mabûd" olması
açısından mutlak "Mabûd"a taalluk etmez;
aksine, âbidin/kul tek başına yapamayacağı bir işte
kendisinden yardım talep ettiğinde ona yardım etme salâhiyetine sahip olması
yönünden Mabûd'a taalluk eder. O halde, kulun yardım
dilemesinde bir çeşit kudret iddiası bulunmaktadır; bu iddia ise, kulun
ibâdetteki halini tarif, mabudun mertebesini ve ona karşı davranışını
bildiğini belirtir bir surettedir. Bunun yanı sıra kul, bu talebiyle bağımsız
bir varlık olmadığım da gizlice itiraf eder.
Bu kul, adeta şöyle der:
"Kendimde, ihtiyaçlarımı karşılamak için bir kuvvet görüyorum, fakat,
bunun amacımın gerçekleşmesinde yeterli olduğuna kesin ve kararlı olarak
inanamıyorum. Binaenaleyh Rabbim! Bende, sana ait olarak bulunan şeye ve benim
gücüme yardım etmen kaçınılmazdır; çünkü senin yardımın, bendeki kuvvet ile
birleştiğinde, amaca ulaşmayı ve ibâdeti hakkıyla yerine getirmeyi umarım.
Ayrıca, bana bahşetmiş olduğun kuvvetten dolayı da sana şükrederim. Ben bu
kuvveti, herhangi bir talebim olmaksızın başlangıçta buldum ve bu kuvvet ile,
senden yardım dileme gücü elde ettim; böylece, seni birleyip, hakkında
tereddüt etmeyerek ve başkasına yönelmeden senin hakkını yerine getirmeyi ümit
ettim." İşte bu, kul mertebesinin lisanıdır.
Hakkın bu âyeti kullarına
inzal edip, onlara bu tarz ibâdet etmelerini emretmiş olması itibarıyla bu
talepte gizli halde bulunan "rubûbiyet"
lisanı ise şudur: Hak -kalpler onu bilmek, kendisine ibâdet ve iltica etmek
üzerine yaratılmış olsalar da-, bu alemin özelliklerinden olan meşguliyet ve
gafletlerin bazen insana hatırlanması ve akılda tutulması gereken şeyleri
unutturduğunu bilir. Bu nedenle insan, kendisi için daha önemli olarv. şeylerin hatırla turnasına ve belirtilmesine
muhtaçtır; çünkü belirli olmayan şey, herhangi bir netice vermez ve müessir
olamam.
Kuşkusuz ki, hamdi takdimden sonra Hakkın kuluna ""Ancak sana
ibâdet eder ve senden yardım dileriz" demeyi ernret-mesi, kula şunu hatırlatmak içindir: Kul, kendisinde
gördüğü ilim ve kuvvete, asla ve asla kendi basma sahip olduğunu ya da herhangi bir kemâlde önceliği bulunduğunu zannetmeme
İldir, bilakis bütün bunlar, Haktandır ve Hakka aittir. Nitekim, insanların en
kâmili ve mükemmeli olan Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur:
"Biz ommlayiz ve ona aidiz."
Binaenaleyh rabbani mertebe,
her iki tarafta[7] da müstaküli-ğin imkânsızlığını kula bildirir; şüphesiz ki, bu durum,
adaletin zirvesidir. Şöyle ki: Cömertlik, ihsan, ikram ve sayısız nimetin
sahibi olan Hak, kulun O'nun ihsanının suretinin kemâle erdirilmesindeki/tekmil
katkısına dikkat çekerek, bu katkıyı zikreder, dikkate ahr
ve ihmal etmez. Nitekim Allah, bildirme ve dikkat çekme amacıyla şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah, zerre miktarı bile zulüm yapmaz. Bir
tek hayır bile olsa onu kat kat artırır." Bu,
iyiliklerin artırılmasıyla ilgilidir. Bunun ardından ise, şöyle buyurmuştur:
"Kendi katından büyük ecir verir."
Bunu anla ki -Allah'ın
izniyle- doğruyu bul! [8]
Bu ikinci kısımla ilgili
açıklamalar, Allah'ın izniyle, bununla sona erecektir:
Bilinmelidir ki: Allah,
yaratıklarını, kendisine ibâdet etmeleri için yaratmış, onlara varlığından ve
sıfatlarından kabul etmeleri takdir edildiği ölçüde vermiştir; böylelikle
onlar, bu varlık ile O'na ibâdet etmişlerdir. Çünkü yaratıkların, müstakil
olarak kendilikleriyle Hakka ibâdet etmeleri sahih değildir. Bunun nedeni,
onların mâhiyetleri açısından hiçbir varlığa sahip olmayışları ve
kendilerinden hiçbir ibâdetin meydana gelmeyişidir. İşte, yaratılmışlar
müstakil olmadıkları için kendilerine, "Ancak senden ibâdet ederiz"
ifâdesinin ardından "Ancak senden yardım dileriz" demeleri
emredilmiştir. Böylece onlar da, bu tembihin ardından Haktan kendisine kulluk
etmek için yardım talep etmişlerdir.
Aynı şekilde, yaratılış
esnasında onların Hakkın varlığını kabul etmeleri de, Hakkm
iktidarına yardım etmekten ibarettir. Binaenaleyh, ilâhî kurbiyete
mazhâr olmuş kâmil kulların müşahede ettikleri ezelî
ve "gaybî münâsebet" olmasaydı, Rab üe merbub arasında bir irtibat
geçerli/sahih, bunu meydana getirmek de mümkün olmazdı.
Şu halde yaratmak, ihsan
suretiyle bir hizmet ve ibâdettir. İbâdet, amellerin a'yânmm
suretlerini yaratmak, onları tesviye etmekten ibarettir. Ayrıca ibâdet,
ibâdetin neş'etlerini de ihya etmektir; böylece
ibâdeti inşa edene, kendisiyle zuhur eden ve onunla meydana gelen şeyden, adeta
inşadan sonra zuhur etmesi gibi, daha önce gözükmeyen bir şey döner; işte,
diğer tarafta da, hal böyledir.
Çünkü, şayet isimlerin
eserlerinin zuhuru olmasaydı, onların kemâlleri bilinmezdi. Kuşatıcı/cami'
aynada beliren görüntüler olmasa idi, isimlerin "a'yân"ı
da zahir olmazdı. Ayna, Zât'm gaybından
ayrılan şeylerin tecellîgâhıdır ve Zât gaybmda gömülü olan çokluklar zuhur eder.
Binaenaleyh biz, kullarız, O
ise, "mabûd"dur; O, yaratandır, biz
yaratılanlarız. "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler dîye
yarattım" âyetinde hükmüne işaret edilen "illet Lam/sebeplilik
bildiren Lam harfi"ı, iki tarafta da bizzat
bulunmaktadır. Buna göre bu sırrın iki hükmünden birisi, "Bana ibâdet
etmeleri için" âyetinde zikredilen bu "Lam" harfi ile bir hikmet
meydana getirmiş; diğer hükmü ise, "Ancak sana ibâdet eder ve senden
yardım dileriz" âyetinde bâtın bir hikmet gizlemiştir.
Çünkü Hakkm,
her şeyde, özellikle de şeriatlarında, emirlerinde ve haberlerinde olmak
üzere, zahirî ve bâtını bir hükmü vardır; bunları, kâmil ve ehl-i
keşfve'l-vücûd olan "temekkün" sahipleri bilir ve müşahede ederler.
"Resmi" ilimlerin mensupları ise, bazı teklifi suretlerde
jiletlendirme yoluyla, bu hükümlerin zahirinin pek azının farkına varırlar.
"Ancak sana ibâdet eder
ve senden yardım dileriz" âyetinde zamirin çoğul olarak getirilmesinde,
iki önemli külli sır vardır ki, bunlardan birisine daha önce işaret etmiştik:
Haricî alemde ibâdetin ve amellerin varlığı, mutlak anlamda, rubûbiyet hükümlerini kuşatan mertebe ile merbubiyet hükümlerini şâmil olan zikredilen bu tecellîgâh arasında meydana gelir. Binaenaleyh, Hakkın ve
alemin diliyle "Biz", "muhakkak ki biz", "ibâdet
ederiz", "yardım isteriz" gibi âyetlerde geçen çoğul zamiri,
zikredilen iki mertebeden her birisinin kapsamış olduğu bütün hususlara taalluk
etmektedir.
Açıklamaya ve özetlemeye
çalıştığımız konunun diğer sırn ise şudur: İşaret
edilen bu iki rabbani ve kevnî mertebelerden her
birisinin, gaybî-manevî bir "neş'ef'i
vardır; bu neşetin, bir takım halleri, birbirine zıt ve uyumlu hakikatleri
vardır vardır; bunlarm
hükümlerinin de, kendi aralarında uyum ve farklılıkla gerçekleşen, karışım ve
tedahülleri vardır.
Bu manevî neşet, Hak yönünden
Adem'in suretinin üzerinde yaratıldığı "sûref'ten
ibarettir. Bu suretin Hakkın zâtına mahsus gaybından
taayyünü, insanî-kemâl mertebesi yönünden gerçekleşir. Bu mertebe burada
"ahadiyet-i cem" hazreti diye
isimlendirilir. Ahadiyet-i cem, eşyanın varlıklarını,
isimlerin, sıfatların, ilâhî şe'nlerin hükümlerini
izhâr eder. Bunlar, eser yönünden mütekabil, ihata ve hükümde de farklıdırlar;
bunlara örnek olarak, el-Kabız, el-Bâsit, el-Muğni,
el-Mu'ti, el-Mumît, el-Muhyi, el-AIim, el-Kebir, el-Mürîd isimleri ve gazap, rızâ, ferah, haya, öfke, şefkat,
rahmet, kahir, lütuf ve benzeri şeyleri verebiliriz.
Çünkü bütün bunlar, ahadiyet-i cem makamında "ilmî" ve "gaybî" biı* heyet ile
taayyün ederler ve intizama kavuşurlar. Ahadiyet-i
cem, Zât'a ait mutlak gayb ile bir açıdan gayb'dan farklı olan mertebe arasında bir
"berzah" gibidir; bir açıdan gayb'dan
ayrılan bu mertebe, ilâhî iktidarın nüfuz mahalli, gaybî
teveccühlerin ve eserlerin okîarmm hedefi olmuştur.
Bu heyete, tabiî kuvvetleri, ruhanî huyları, manevî, ve gaybî
özellikleriyle insanın yaratılışı ve intizamı benzemektedir. Zikredilen suretin
izafe edildiği hakîkat-i ilâhîyye'nin mukabilinde
ise, insana ait "ayn-ı sabite" bulunur. Ayn-i sabite, Rabbının kendi nefsinde
ezeii ve ebedî olarak insana dair bilgisinin
suretinden ibarettir. Aynı şekilde Rabbının sureti
de, O'nun zâtına ve şe'nleri-ne dair bilgisinin
suretidir.
Kulun suretleri, kendi
ilminin nisbetlerinin suretlerinden ibarettir.
Bahsedilen bu makamın zevkine göre kulun ilminin nis-betleri
ise, varlığının taayyünlerinden ibarettir; bu taayyünler hakkında, 'taaddütleri
yönünden onun "ayn"ı ve halleridir', demiştik.
Bunlar, ahadiyet-i cem makamı diye isimlendirilen bu
berzahta taayyün ederler ve kevnî mertebede
çoğalmış/müteaddit olarak zuhur ederler; bu mertebe, kesret suretlerini kapsayan
ahadiyet-i cem makamının iki vechinden
birisidir.
Çünkü bu makam, hükmü insân-ı
kâmil ile zuhur eden kemâl makamı; Zâtın gaybı ve
zikredilen gayb'dan ve kendisinde ve bu ayna ile
zuhur eden şeyler için bir aynadır.
Bu berzah da, Hakkın kendisi
için kendi zuhurunun mebde-idir. Hak, bu mertebede zâhirlik
ve mazhârlık sıfatı ile ve de insân-ı kâmil
cihetinden zikredilen berzâhlığıyla iki tarafı birleştirmekle zuhur eder.
İşte, berzah mertebesine ait
bu orta-vasatî taayyün, ister Hakka nispet edilsin, ister aleme nispet edilsin
bütün taayyünlerin aslı ve "şey" diye isimlendirilen her varlığın
kaynağıdır; taayyünün Hakka nispet edilmesi, O'nun bir ismi veya sıfatı veya
mertebesi olması anlamında, aleme nispeti ise, isim veya sıfat veya mertebe
veya itibarıyla olabilir. Ya da bu taayyün, Hakka ve ae-me nispetin dışında üçüncü bir
şey kabul edilebilir; bu, Hakkın hakikati/ayn
yönünden ikinci defa diğer taayyünleri için tecel-lîgâh olan şeye nispetle, ikinci, üçüncü, dördüncü kez
zuhur etmesidir ki, bu sayı sonsuza kadar gider. Bu zuhur, Haktan ve Hak ile
taayyün eden şeyde, Hakkın o şeyde gayb ve şehâdet olarak taayyün etmemiş olmakla zuhur etmesidir;
bunlar, "ayn" ve "gayr" diye
isimlendirilirler.
Bu sabit olunca şu da
bilinmelidir ki: İbareler, "ahadiyet-i cem"
makamım tarif etmede farklı farklıdır; bütün tarifler de, sahihtir. Şu halde ahadiyet-i cem, "hakîkat-i insaniyye-i
ilâhîy-ye-i kemâliyye/insana
ve Hakka ait kâmil hakîkat"dir desen doğru
söylemiş olursun.
Bütün insân-ı kâmiller,
zahiri sureti açısından bu ilâhî hakikatin ve levazımının mazhârlândır.
Eğer onu, ilâhî ve kevnî mertebelerden ibaret olan iki mertebenin
"berzâh"ı diye ısimlendirirsen, doğru
söylemiş olursun; Çünkü o, imkâna ait bütün hükümleri içermektedir. Bununla
birlikte bu hükümler, diğer berzahlar gibi, ahadiyet-i
cem'in ma-kûliyeti üzerine zaid bir şey değillerdir.
Eğer onu "iki mertebenin
aynası" veya "Hakkın ve insân-ı kâmilin suretinin mertebesi"
veya Haktan taayyün eden şeyi ayıran/fasıl "hadd-i fasıl" diye isimlendirirsen, yine doğru söylemiş
olursun; Haktan taayyün eden bu şey, O'ndan taayyün ve taaddüt etmeyen şeyler
için bir ayna olmuştur.
Bütün bunlar, onun için ezelî
ve ebedî olarak zatîdir. Bu mertebeye mensup olan kâmillerin, zaman ile
kendisiyle zuhur ettikleri bir takım neşetler açısından sınırlı kalmaları, bu
tespitimize zarar vermez ve zikrettiğimiz hususa aykırı değillerdir.
Sonra şöyle deriz: Her
asırdaki insân-ı kâmil, bu mertebenin iki vechinin
birisi açısından "biz", "bizim katımızda", "kuşkusuz
biz" gibi ifâdelerle Zât'm gaybımn
ve isimlerin hakikatlerinden ibaret olan şe'nlerinin/şuûnât mütercimidir; söz konusu mertebe, Hakkın zâtının gaybmı takip eden ve ondan farklılaşmayan ve ayrılmayan
mertebedir. İnsân-ı kâmil, varlıkların/a'yân ve
bunların hallerinin yansıdığı/intiba' bu mertebenin diğer yönünden ise, bu a'yân ve onların halleri açısından ve onların diliyle,
"ibâdet ederiz", "yardım isteriz", "bizi ulaştır"
ifadeleriyle dile getirir. İnsan, bütün bunları her şeyi kapsaması sayesinde ve
zâtının içermiş olduğu cüzler, Özellikler, sıfatlar,ruhanî-cismânî-tabiî kuvvetlerin
lisanıyla dile getirir; çünkü insân-ı kâmil'in söz konusu kâmil mertebesi, iki
tarafı/vücûb-imkân ve bunların gayb-şehâdet, ruh-cisim, umum-husus, fiil-infial ve icmal-tafsil
olarak içermiş oldukları her şeyi ihata etmektedir.
Artık, bunu anla ve
dikkatlice düşün, Rabbına niyaz ve yakarışla
müracaat et!
Eğer, bu ifâdeleri
anlarsan/sözün mührü çözülürse, her şeyde rubûbiyet
ve ubudiyet sırrını; ibâdet,, teveccüh, talep, başarmak ve mahrum kalmanın
sırrını anlarsın. Bütün âbidlerin, fer' ve yaratılmış
olmak yönünden ilâhî aslına teveccüh ettiklerini idrâk edersin; her kul, bu
asıl vasıtasıyla Zât'm mutlak gayb
mertebesinden hükmî bir yansımayla zikredilen ilâhî-insanî kâmil aynada
taayyün etmiştir; bu taayüıv iki hükmün yansıması
ile taayyün etmiştir; bu
yansıma, imkân alanından zikredilen aynaya döner.
Binaenaleyh, sadece ona
ibâdet edilir, sadece ona yönelinir, her şey ondan
başlamıştır ve ona dönecektir.
Bununla beraber hiçbir kimse,
Allah'tan başkasına İbâdet etmemiştir; O'ndan başkasına da, teveccüh edilemez.
Çünkü bu ilâhî ve kâmil ayna, olmuş ve olacak bütün varlıkların kıblesidir.
Ayrıca her şey, bu ayna ile karşı karşıyadır/muvacehe ve her şeyin Zâtın gaybmdan taayyün etmiş aslı bunda bulunmaktadır.
Binaenaleyh, Haktan payı olan herkes, onu burada "ayna" diye isimledirilen bu "kâmil" mertebenin mişkatinden alır; bu pay, Hakkın herhangi bir şe'ni cihetinden taayyün etmesinden ibarettir. Söz konusu
bu pay, bu şe'nin suretidir.
Aliah'a yemin olsun ki! Maksadımı anladığını zannetmiyorum,
şu var ki Allah sana yardımcı olursa ne demek istediğimi anlarsın. Hakka ancak
kâmil olan ulaşır, çünkü o, zâtı olarak, işaret edilen iki vecihten birisiyle Zât'm gaybma paraleldir/muvacehe:
Burada teveccüh eden, teveccüh olunandan ancak iki mertebenin hükümlerini
içeren iki vechi birleştirmekle ayrılır: Böylece
insân-ı kâmil, mutlak-mukayyet, bâsit-mürekkep, birçok, hâdis-ezelidir. Alem,
sadece onun için var olmuştur, her şey onunla zuhur etmiş ve açıklanmıştır.
Artık, dikkatli ol ve burada
açıkladığımız gerçek ile Allah te-ala'nm
şu âyetindeki hükmünün doğruluğuna bak: "Rabbin ancak kendisine ibâdet
olunmasına kaza etmiştir." (İsra, 23);
"Hüküm ancak Allah'ındır. Sadece kendisine ibâdet olunmasını
emretmiştir." (Yusuf, 40).
Hakkın kazası, O'nun
hükmüdür, hakikî emri de, hiç kuşkusuz yerine gelir. Nitekim Allah, şöyle
buyurmuştur: "Onun emrini engelleyecek yoktur."
Şu halde ibâdetin sırrı,
zikrettiğimiz gibi olmasaydı, Al-îah'tan başkasına
ibâdet ve O'ndan başkasına teveccüh sahîh olur, Hakkın hükmünün değiştirilmesi
ve emrinin engellenmesi
söz konusu olurdu. Allah,
bundan ve celâline yakışmayan her şeyden uluvv-ı
kebir ile münezzehtir.
Suçlama ve cezalandırma,
sınırlama, belirleme/tayın ve izafe etmekten kaynaklanmaktadır; çünkü, herhangi
bir şeye ibâdete liyakat vasfını izafe edip, içindeki şeylerle birlikte hükmü
genel ulûhiyetin ve mutlak tasarruf sahibi Rab
olduğuna inanmak, tam bir cehalet ve gerçeğe aykırı durumdur. îşte bu nedenle,
ilk hüküm, yani her şeyin gerçekte Hakka ibâdet ettiği ve ondan başkasına
ibâdetin mümkün olmadığı hükmü geçerli ve gerçekleşmiş olmakla birlikte,
cezalandırma da sahih olmuştur. [9]
Ahadiyet-i cem mertebesinin kendileri için bir ayna olduğu ve
onları birleştirdiği/cami' söz konusu
iki mertebeden her birisi, bir açıdan asıl, diğer açıdan da ferdirler; bu nedenle,
bu kitabın pek çok yerinde buna işaret edilmiştir.
Bu ifâdelerimizden bir tanesi
şu sözümüzdür: Hak bâtını açısından alemlerin halleri için bir "mazhâr" ve ahadiyet-i cem makamı
açısından da onların a'yânı için aynadır; bu aynada a'yân, birbirlerini görürler, hükümleri birbirlerine
ulaşır. Mertebesi, varlığı ve zamanıyla daha üstün olan metbunun
eseri, kendisine tabi olan ve sonra gelende zuhur veya bunun tersi olur; geç
gelen tabi-nin metbuya
tesiri, onun bir açıdan önce ve metbu olması, ayrıca
daha önce de belirtildiği gibi Hakkın varlığı yönünden evvelliğin-de ve
sıfatları yönünden ise ahirliğinde şart olması itibarıyladır.
Nitekim, Allah bunu şu
şekilde açıklamış ve bildirmiştir: "Allah her şeyi yaratandır" ve
yine "O evvel, âhir, zahir ve bâtındır."
Allah, sıfatları yönünden
âhir oluşunu ise, şu âyetle açıklamıştır: "Eğer Allah'a yardım eder
iseniz, O da size yardım eder"; Ayrıca, Hz.
Peygamber'in "Kendini bilen Rabbim bilir" ve "Siz usanıncaya
kadar Allah usanmaz" ve yine "Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmek
istedim" hadisleri bu ahirliğe işaret etmektedir.
Şöyle ki: Hak, ez-Zâhir ile
isimlendirildiğinde, hakikatleri yönünden alem, O'nun varlığının mazhârları ve şe'nlerinin
iliştiği tecellîgâhlar olmuştur. Her mazhâr görülmez, bununla birlikte onun eseri ve mazhâra yansıyan şey ise, zuhur eder. Bu nedenle, mazhâra eser bu özelliğiyle nispet edilmez.
Bu ve benzer sebepler
dolayısıyla şunu belirttik: Her fer aslına teveccüh eder ve ona ibâdet eder;
bu ve başka nedenlerden dolayı ubudiyet/kulluk ve rubûbiyet/rabkk hükümleri, kendisine layık bir şekilde her şeye
sirayet etmiştir. Böylelikle, her şeyde varlık, ilim ve hüküm yönünden
kuşatmakla, iîâhî-zâtî beraberliğin/maiyyet-i iîâhîyye sırrı zuhur
etmiştir.
Binaenaleyh, hüküm sahibi her
şey, rubûbiyet sıfatı sayesinde hüküm sahibidir;
icabet eden ve tabi olan her şey ise, ubudiyet sıfatıyla tabidir.
Eşyada bunlarm
zuhur mertebelerini açıkladım: Bunlar, nasıl olur? Ne zaman sahihtirler? Ne
zaman engellenirler? Ayrıca, tek bir şeyde de o şeyin farklı şe'nlerine, hallerine, mertebelerine, uyumlu ve zıt
özelliklerine göre, bütün bu durumları açıklamıştık. Artık o açıklamalarımızı
hatırla ve onlarla yetin!
Allah, hidâyete ulaştırandır. [10]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 325-334.
[2] Burada Konevî, insanın akü
ve nefsini iki farklı kutup olarak görüp, bunların bilgideki yönelişlerini
açıklamaktadır. Buna göre, akıl birliğe ulaşmak ister. Bu birlik, Tann'nın her türlü benzerlikten ve hadislerle ilişkiden
mücerret ve münezzeh olduğu mertebedir. Başka bir ifâdeyle akıllar, bilgide
tenzihi esas alırlar. Buna karşın nefisler ise, görünür alemlerle ilişkili bir
hedefe yönelmişlerdir. Bu da, onların tenzihin karşısında teşbihi esas
almalarıyla ifâde edilmiştir. İbnü'l-Arabî, bu
ikiliği akıl ve vehim güçleri arasında kurmaktadır. Buna göre, sürekli olarak
tenzihi ve aslanlığı esas alan akı! ile sürekli olarak teşbihi ve
somutlaştırmayı esas alan vehim güçleri arasında bir çatışma vardır.
Peygamberlerin davetinde bunlar arasında bir denge kurma çabaları görülebilir.
Bu çatışmanın en iyi bir örneği, Hz. Nuh ile kavmi
arasında ortaya çıkmıştır. Nuh'un kavmi putperest idiler ve Tanrı'yı somut
tasavvur etmekteydiler. Onların Tanrı hakkında verdikleri hüküm tbnü'l-Arabî tarafından "vehim kuvvetinin Tann hakkındaki hükmü olan teşbih" diye yorumlanır.
Buna karşın, suretlere ibâdet etmeye karşı çıkan ve Tann'nın
mutlak ve münezzeh Rab olduğunu söyleyen Nuh peygamber ise, bu noktada
"akıl" gücünü temsil etmektedir. Hz.
Peygamber'in daveti ise, "O'nun benzerinin misli gibi yoktur" âyetiy-e teşbih ve tenzihi, başka bir ifâdeyle vehim ve
akıl güçlerinin Tanrı hakkındaki hükümlerini birleştiren itidal noktasını
temsil eder {Bu konu, özel-iıkle Fusûsu'l-Hikem'de Nuh fassında
incelenmiştir).
[3] Kesib, Cenette
bir mertebenin adıdır.
[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 335-336.
[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 336-338.
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 338.
[7] "İki taraf" ile kast edilen, Konevf nin başka vesilelerle de
dile getirdiği gibi, vücûb ve imkân taraflarıdır.
Bunlar, Vücûd-ı Mutiak'ırı
iki itibarıdır ve her birisi birbirine bağlıdır.
[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 339-341.
[9] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 342-348.
[10] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 349-350.