-2-
Mushaf’taki sıralamaya göre ikinci,
nüzûl sırasına göre 87, uzun sûreler bölümünün de ilk sûresidir. Âyetlerinin sayısı
286 olup Medine’de nâzil olmuştur.
Rasulullah Efendimizin
Medine’ye hicretinden sonra ilk inmeye başlayan sûre Bakara sûresidir. Bununla
beraber en son tamamlanan sûre de yine Bakara sûresidir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi
Medine’de inmeye başlayan Bakara sûresi Mekke’de gelen Fâtiha sûresinin hemen
arkasına yerleştirilmiştir. Fâtiha sûresi:
"Ya Rabbi bizi doğru yola, sırat-ı müstakime ulaştır!"
Diye bitiyordu. Bakara
sûresi de:
"Bu bir kitaptır ve hidâyettir"
Diyerek söze başlıyor. Bizim
Fâtiha’daki talebimizin cevabı olan bir ifadeyle başladığı için sûre buraya
yerleştirilmiştir diyoruz Al-lahu âlem.
Sûreyle alâkalı meleğin
Rasulullah’a şöyle dediği rivâyet edilir:
"Ey Muhammed müjdeler olsun! Sana iki nûr verildi
ki onlar senden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlardan biri
Fâtihat’ül kitap diğeri de Bakara sûresinin
son âyetleridir.
(Müslim: M
Bundan ötürüdür ki bu sûrenin bir
başka adı da "Âyet’el Kürsî" sûresidir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmin
sûreleri genellikle ya belli bir kıssanın, ya özel bir ismin, ya da sûrede
kendisine dikkat çekilmek istenen özel bir konunun adıdır. Meselâ Âl-i İmrân
sûresi, Nisâ sûresi, Kehf sûresi, İsrâ sûresi gibi sûreler başlıklarının
sembolize ettiği konuları kapsamaktadır.
Bakara sûresinin adı da sûrenin
67,73 âyetlerinde geçen Hz. Mûsâ ile kavmi arasında cereyan eden bir diyaloga
yer veren Bakara kıssasından alınmıştır. Fakat bu isim sûrenin konusunu, muhtevasını
bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir.
Ve bu isim, Bakara ismi nasıl ki
Ali, Veli gibi isimler başka dillere tercüme edilemediği gibi inek veya buzağı
şeklinde de tercüme edilemez. Belki de İsrâil oğullarının bu inek hadîsesi
sadece bu sûrede anlatılmış olduğundan sûreye bu isim verilmiştir, diyoruz.
Sûrenin “Senâm ve Zehra” diye iki
adı daha vardır. Allah’ın Rasûlü:
"Her şeyin bir senâmı (zirvesi) vardır. Kur’an’ın
zirvesi de Bakaradır”
Buyurur. Yine başka bir
hadislerinde de:
"İki
zehrayı çok çok okuyun! Bunlardan biri Bakara, diğeri de Âl-i İmrân’dır."
Buyurur.
Demek ki eğer Kur’an’ı canlı bir
cisme benzetirsek Fâtiha sûresi bunun başını, Bakara sûresi gövdesini, diğer
sûreler de öteki uzuvlarını teşkil edecektir.
Sûrenin muhtevasına, şöyle genel
olarak bir göz atacak olursak: Sûrenin ilk girişi Kur’an’ı bir kulluk ve
hidâyet kitabı olarak ilan eder. Sanki Fâtiha sûresindeki bizim:
"Ya Rabbi, ne olur bize sırat-ı müstakimini
göster! Bizi hidâyet yoluna iletiver ya Rabbi!"
(Fâtiha 6)
Şeklindeki duamızın, talebimizin
cevabı olarak Rabbimiz, karşımıza kitabını serip: “Kullarım! Gerçekten
hidâyet, gerçekten doğru yol istiyorsanız, işte kitabım! İşte hidâyet! Haydi
buyurun onunla beraber olun!” Buyurarak kitabını hidâyet ve kulluk kitabı
olarak ilan eder. Ve ardından da hemen imanın temellerini ortaya koyar.
Allah’a, peygambere, peygamberliğe, âhirete, öldükten sonra tekrar dirilmeye
olan inancı belirler.
Ve bu inançla alâkalı olarak,
insanları kabul etme ve reddetme hususunda üç gruba ayırır: Müminler, kâfirler
ve münâfıklar. Sonra Hz. Adem’in yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak tayin
edilmesi, Hz. Adem’in cennetteki hayatı, şeytanın saptırmalarına kapılması, buna
bağlı olarak cennetten çıkarılması, sonra tevbe edip Allah’a iltica etmesi,
tevbesinin kabul ediliş olayı anlatılarak Adem soyunun hidâyette olabilme ve
kalabilme yolları gösterilmiştir.
Daha sonra hidâyete dâvet,
özellikle İsrâil oğullarına yöneltilir. Ve uzunca İsrâil oğulları kıssası söz
konusu edilir.
Kur’an, Mekke’de genellikle
İslâm’ı bilmeyen cahil Kureyş müşriklerine hitap ediyordu. Fakat Medine’de Allah’ın
birliği, peygamberlik, âhiret, melekler gibi inançlara âşina olan yahudilerle
de ilgilenmeye başladı. Bunlar Allah’ın Peygamberi Hz. Mûsâ’ya ve ona indirilen
vahye inandıklarını söylüyorlardı. Ve ilke olarak onların yolu da Hz. Muhammed
Aleyhisselâm’ın öğrettiği yolun, İslâm’ın aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri
yollarını kaybetmişler, kitaplarını tahrif edip, dini birtakım âdetler
manzumesi haline getirmişler, sapmışlar, sapıtmışlar ama, hayatlarından da
memnun görünen insanlardı. Nitekim yıllar yılı kendilerini düzeltmek için
gelen elçilerin hiç birisini kabule yanaşmamışlar ve üstelik onların baş
düşmanı kesilmişlerdi. Bir de “Müslüman” adını bırakıp kendilerine “yahudi”
adını takmışlar ve dini İsrâil oğullarının tekeline almışlardı.
İşte bakıyoruz ki; sûrenin üçte
birine yakın bir bölümünün, İsrâil oğullarına hitap ettiğini görüyoruz. Sûrede
onların ahlâken bozulmaları, dinden sapmaları ve sapıklık noktaları
vurgulanır. Yahudilerin Rasûl-i Ekrem’e ve onun getirdiği hidâyete tabi
olmalarının kendileri hakkında çok hayırlı olacağını anlatmak üzere, tarihte
yaşanmış pek çok hadîseye değinilmiş, yahudilerin Kuran’ı kabul edenlerin ilki
olmaları istenmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e indirilen kitabın Hz. Mû-sâ’ya
indirilenin aynısı olduğu ısrarla beyan edilmiştir.
Yine Mekke’de genellikle İslâm’ın
ana ilkelerini tebliğ etmek ve müminleri iman ve ahlâk yönünden eğitmeyi hedefleyen
Kur’an’ın, Medine’de tüm Arabistan’dan toplanıp İslâm devletini kuran insanların
kurdukları bu devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukukî
problemlerine de değinmeye başladığını görüyoruz.
Bir de Medine’de, bu yeni
dönemde, Mekke’de pek rastlanılmayan yeni bir insan tipi ortaya çıktı.
Münâfikûn grubu zuhur etti. Münâfık, Medine toplumunda görülür. Mekke’de
münâfık yoktur. İslâm’ın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda
münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir,
böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda,
yâni İslâm’ın ve müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan,
ya da menfaatlerini kaybetmemek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.
Evet, Medine’de münâfıklar vardı.
Bunlar:
a- Ya İslâm’ı içerden yıkmak için
İslâm’a girmiş görünen kişilerdi.
b- Ya da çevreleri müslümanlar
tarafından sarıldığı için ve dünyevî menfaatlerini kaybetmeme endişesiyle
müslüman görünen insanlardı. Bunlar aslında düşmanlarla da münâsebetlerini
sürdürüyorlardı. Gerek Medine’de için için İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık
besleyen yahudilerle, gerek Mekke müşrikleriyle, gerekse dış dünyada başka din
ve inanç mensuplarıyla diyalog halinde idiler.
c- Bazıları da İslâm’ın
gerçekliğine tam kani olamamış, tam tatmin olamamış, ama kabileleriyle
birlikte mecburen müslüman olmuş kimselerdi. İşte Bakara’nın nazil olduğu
dönemde her türden münâfıklar da türemeye başlamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Hak bu
sûrenin içinde münâfıkların özelliklerine dikkat çekmekte ve onlarla ilgili
tâlimatlar beyan etmektedir.
Daha sonra yahudiler ataları
olarak çok değer verdikleri ve Peygamber
olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim’e verilen hidâyetin aynısını getiren ve onun torunu ve izleyicisi
olan Hz. Muhammed Aley-hisselâm’a tabi olmaları konusunda tekrar tekrar
uyarılır. Hz. İbrahim ve onun Kâbe’yi inşa edişi ve İslâm toplumunun kıblesi
olarak Kâbe ve İbrahim ilişkisi anlatılır.
Daha sonra tüm bu uyarılara
rağmen hakkı kabule yanaşmayan İsrâil oğullarından liderliğin alınıp
müslümanlara verildiğini beyan edercesine kıblenin, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan
alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a
çevrildiği ilan edilir. Daha sonra liderliği üzerine alan bu ümmetin, bu ağır
sorumluluğu kaldırabilmesi için onlara pratik çözümler sunulur. İslâm ümmetini
ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac
ve cihad gibi emirler farz kılınıyor.
Müminler Ulü’l emre itaat etme, âdil
olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalarına sâdık kalma, mallarını Allah
yolunda harcama konularında teşvik ediliyor. Diğer taraftan ümmeti bozulup
dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, fâiz gibi pisliklerin de yasaklandığını
görüyoruz.
Daha sonra sûrenin başında olduğu
gibi son bölümlerinde de imanın temel ilkeleri bir daha tekrarlanıyor ve en son
müslümanların İslâm’ı tebliğde çektikleri güçlükler sebebiyle, o sıralarda çok
muhtaç oldukları bir dua ile sûre tamamlanıyor.
Bu kısa mukaddimeden sonra
inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışacağız.
³v³7!
1: “Elif lâm mim”
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar.
Huruf-ı mukatta kesik kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı
Kerîmde altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer âyettirler.
Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve
müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle, okuyucu
tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen ve bizden imanla birlikte amel
isteyen âyetlerdir.
Meselâ; namazı kılın, zekâtı
verin âyetleri muhkem âyetlerdir ve bizden hem iman, hem de amel isteyen âyetlerdir.
Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Müteşabih âyetler ise ilk
okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, duyularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ve
muhkemlerle çerçeve-sini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel istemez,
sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin şeytan
vahiy, arş, kürsî, semavat, yedullah gibi konuları anlatan âyetler, elif lam
mim, Yâsîn, Tâhâ gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını tam
olarak bilemeyiz, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece
inanırız, bu âyetler bizden amel istemez.
Peki, madem ki bu âyetlerin
mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Demenin de anlamı yoktur.
Çünkü biz, kimi âyetlerin künhünü, aslını biliriz, kimilerinin de sadece
rolünü ve fonksiyonunu biliriz.
Meselâ, arabada akü diye bir
aygıt vardır. Bunun ne olduğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkesin
bilmesi gerekmez. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü biliriz sadece. Biliriz ki,
akü arabada elektrik donanımını sağlayan bir aygıttır. İşte aynen bunun gibi
biz, bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek de bunların rolünü ve fonksiyonlarını
biliriz.
Meselâ; cennetin ne olduğunu,
nasıl olduğunu, enini, boyunu, genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki
neye yarar bu? Yâni rolü nedir bu âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder,
anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötülüklerden
koruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni cenneti anlatan âyetlerin rolü,
bize hedef göstermektir. Bakın, eğer benim istediğim şekilde yaşarsanız size
bunu vereceğim, diye Rabbimiz bize hedef gösteriyor. Meselâ cennette
ırmaklardan bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal ırmakları, şarap ırmakları,
su ırmakları. Bunların niceliğini bilmeyiz.
Peki, ne anlatır bunlar bize?
Gelin ey Mü'minler, dünyanın bozuk sütlerine, bozulacak ziynetlerine
meyletmeyin de bunlara meyledin, diye bize hedef gösteriyor. Veya cennetteki
hûriler. Bilmem ki ben bunların ne olduğunu, nasıl olduğunu. Ama bakın
dünyanın pespayelerine meyletmeyin, harama meyletmeyin ki, bunları elde
edesiniz, diye hedeftir bu âyetler.
İşte, Kur’an-ı Kerîmde sûre
başlarında gördüğümüz bu âyetler de müteşabih âyetlerdir. Aynen bunların da
Allah’tan geldiğine inanırız ve biliriz ki, bunlar âyettir. Peki bu tür
âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef gösteriyor?
Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş, bu konuda herhangi bir açıklama göremiyoruz.
Kur’an’ın başka herhangi bir yerinde de bu konuda açıklayıcı bir bilgi
bilmiyoruz. Bu konuda şunları söyleyelim inşallah : Selef bu konuda şunları
söylemiştir:
1- Sûrelerin başında gelen bu
âyetler, Kur’an’a dikkat çekme-dir, demişler. Rabbimiz, o güne kadar insanların,
Kur’an’ın muhatap-larının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak,
onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah buyuruyor ki, sanki bu âyetleriyle:
“Kullarım! Dinleyin, şu anda Allah konuşuyor! Şu anda ben konuşuyorum! Bunu
kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda
Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin
bunu benim sözüm olarak dinleyin!” diyor sanki Rabbimiz.
Gelin şu anda Allah konuşuyor! İnsan
sözüne benzemez bu! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof sözü, psikolog sözü,
sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın
ha benim sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü
dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü
de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah
sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin! diyor
sanki, daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte insanlar bu söze daha bir ciddi
kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye, böyle bir dikkat çekmedir,
denmiş.
2- İkinci olarak şunu diyelim.
Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde
genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Meselâ bakın A’râf sûresinin başında:
“Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Ey
Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt
vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”
(A’râf 1-2)
“Elif
Lâm Mîm Sâd” mukatta âyetinden hemen sonra “Kitabun ünzile ileyke” buyrularak
kitaba dikkat çekilmektedir. Yine Tâhâ sûresinin başında:
“Tâ Hâ. Ey Muhammed!
Kur’an'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir
öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik.”
(Tâhâ 1-4) Yine meselâ
Yâsîn sûresinin başında:
“Ya, Sin. Ey Muhammed! Kur’an'ı Hakîm’e andolsun ki,
sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberler-densin.”
(Yâsîn
1-4)
Yâsîn huruf-ı mukatta âyetinden sonra yine
Kur’-an’a dikkat çekilmektedir. Yunus sûresinde de:
“Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli Kitabın âyet-leridir.”
(Yunus 1)
Burada da mukatta
âyetinden sonra Kur’an’a dikkat çekilmek-tedir.
Bu ve benzeri bölümlerde olduğu
gibi bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz, Kuran’a dikkat çekiyor. Öyleyse sûre
başlarındaki bu âyetler Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor demektir.
Buyurur ki Rabbimiz: “Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Yâ Sîn, Hâ Mîm. Ey insanlar!
İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyorsunuz.
Okuyorsunuz, yazıyorsunuz. Bu harfler ellerinde olan sizler, bu harfleri
okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi gücünüz yetiyorsa bu
kitabın bir benzerini meydana getirin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun
bakalım!” diye, tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor denilmiş.
3- Bir üçüncüsü de bu harflerle
Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor, denmiş. Yâni bu kitap herhangi bir
insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir
kitaptır, mesajını ulaştırma adına Rabbimiz, sûrelerin başında böyle bir
hitabı uygun bulmuştur deniyor Allahu âlem. Ama en güzeli mânâsını bilmesek
de bunlar, aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir, diyoruz ve
öylece iman ediyoruz.
Mânâlarını Peygamber Efendimizin
bile bilmediği, bu konuda bize herhangi bir bilgi ulaştırmadığı bu âyetlerle
ilgili olarak iki bâtıl iddia var. Bunları da şöyle kısaca söyleyeyim ki,
ilerde bunlarla karşılaşınca bocalamayasınız inşallah. Bu huruf-ı mukatta
âyetleriyle alâkalı iki sapık yorum var. Bunlardan birisi münâfıkça bir yorum,
ötekisi de kâfirce bir düşüncedir.
Önce münâfıkların yorumunu
söyleyelim: Diyorlar ki efendim bu âyetler Peygamberin Aleyhisselâm dahi bilmediği
ancak her yüz yılda bir gelen Müceddid-i A’zam denen büyük zatların bilebildiği
âyetlerdir. Bunların mânâlarını ancak bu büyük zatlar bilebilir demişler ve
kendilerince bu âyetlere anlamlar vermeye çalışmışlar. Efendim işte elif bizim
Rabbimizi, lâm bizim peygamberimizi, mim de bizim efendimizi veya bizim
kitabımızı anlatır veya bizim cemaatimizi anlatır de-meye çalışmışlardır.
Yâni Peygamberin bile bilmediği,
bilemediği bilgiyi bilebilecek, Peygamberi bu konuda sollayacak kimselerin
varlığını iddia ederek, kendi heva ve heveslerine göre Allah’ın âyetlerine
mânâlar yükleme-ye çalışan bu insanları da, bunların bu saçma sapan
yorumlarını da reddediyoruz.
İkincisi kâfirlerin yorumudur.
Müsteşrikler de bu konuda şu yorumda bulunmuşlardır. Efendim sûre başlarındaki
bu harflerin varlık sebebi şudur: Kur’an-ı Kerîm Sahabe döneminde toplanıp
kitap haline getirilirken Zeyd bin Sabit başkanlığında bir hafızlar heyeti teşekkül
ettirilmiş ve tüm sahabeye ilan edilmişti. Herkes yanında Rasulullah zamanında
yazdığı, ezberlediği Kur’an nüshâlârını, sûre nüshâlârını getirsin diye.
Sahâbe-i Kirâm yanlarındaki sûre nüshâlârını getiriyor-du. Heyet bu sûreyi kim
getirmişse o sûrenin başına onu getiren sahabenin ismini yazalım da bunu kimin
getirdiği belli olsun diye sûre başlarına sahabenin ismini yazmışlar. Meselâ
Tâhâ sûresini ilk önce Talha bin Ubeydullah getirmiş ve onun isminin baş
harfini yazmışlar. "Ta" diye. Daha sonra aynı sûreyi Ebu
Hureyre getirmiş ve onun da isminin baş harfini yazmışlar. "Ha" diye, sonra da bunu silmeyi unutmuşlar ve o sûrenin başında
"Taha" kalıvermiş diyorlar.
Yâni Kur’an’da insan sözü de
vardır, demeye getiriyor alçaklar. Kur’an sadece Allah sözünü değil, insan
sözlerini de ihtiva etmektedir. Ona sahabenin sözleri de karışmıştır diyerek
müslümanların zihinlerini idlâl etmeye, insanların Kur’an’dan şüpheye
düşmelerini sağlamaya çalışan kâfirlerin bu
kâfirce ve haince yaklaşımlarını da reddediyoruz.
Öyleyse Elif Lâm Mîm. Dinleyin!
Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah
sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin!
diyoruz.
2:
“İşte bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır."
İşte o harfler, o sesler ve o
seslere verdiğimiz güzel bir dü-zenle
sana indirdiğimiz kitaptır bu. İşte kitap budur. İşte kitap diye buna denir.
İşte kitap dediğin budur. Yâni her yönüyle tam ve mükem-mel kitap, kıyamete
kadar tüm insanlığa yol gösterecek özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur,
demektir bunun mânâsı. Kitap deyince sadece bu Kur’an anlaşılacaktır.
Diğerlerine kitap denmeyecektir. Bunun içindir ki, bugüne kadar kitap deyince
sadece Kur’an anlaşılmıştır. Ehadis-i Nebeviyye'ye bile kitap denmez, sünnet
denir.
Bu isim, Kur’an’ın hem ba'zına
hem de mecmuuna ıtlak olunur. Yâni bu kitabın bir tek sûresine, bir tek
âyetine de kitap denir, tü-müne de kitap denir. Bir de kitap deyince metin ve
mânâ birlikte kastedilir. Kur’an iki şeyden ibarettir: Bir metin, bir de mânâ.
Kur’an’ı yalnız metinden ibaret saymak, mânâyı örtmeye çalışmak ne kadar büyük
bir suçsa; onu sadece meâlden ibaret zannedip, metni diskalifiye de o kadar
suçtur. Kimilerinin yaptığı gibi şu anda ben metni okuyup ve sadakallahü’lazim
desem bu işin yarısını yapmış olurum, bir diğer yarısı da mânânın, muhtevanın
ortaya konmasıdır.
Şüphesiz bu, Allah’tan gelen bir
kitaptır ve Allah’tan gelişi ko-nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bir de bu
kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap, her türlü şekten,
şüpheden ârî ve her töhmetten müberradır. Bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun
kadar sırat-ı müstakimi, doğru yolu gösteren başka bir kitap yoktur. Yâni bu
kitabın inişinde, vahiy oluşunda herhangi bir şüphe olmadığı gibi, tebliğinde
de herhangi bir töhmet yoktur. Münzili hak, muhbiri sâdık ve gâyesi mahza hayır
olan, insanlığı saâdet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu kitapta şüpheye
imkân verecek bir cehalet, bir gaflet veya bir sû-i niyet düşünmek mümkün
değildir.
Böyle bir kitaptan ancak cehli
mürekkebe boyanmış, kalpleri kilitlenmiş olan muannit kâfirler ve her şeyden
şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış, basîretleri sönmüş olanlar
şüphe edebilirler.
Kitabın kendisine indirilişi
karşısında Rasûl-i Ekremin: "Ya Rab! Reyb içinde, şüphe ve tereddüt içinde
yüzen şu insanlar yarın benim karşıma çıkıp: Ey Muhammed! Bu kitabın Allah
tarafından geldiği ne malum? Belki de bu senin sözündür, senin uydurmandır!
Kendin söylüyor, kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunu Allah’a isnat ve
iftira ediyorsun! derlerse ben ne yaparım?” demeden önce Ce-nab-ı Hak hiçbir
şeye meydan bırakmayacak biçimde bu konuda teminat veriyor. Onda herhangi bir
reyb, herhangi bir şüphe yoktur. Allah’tan gelişi konusunda da, içindeki
âyetler, yasalar, haberler konu-sunda da zerre kadar bir şüphe yoktur.
Bu, aynı zamanda onu insanlara
duyuran Muhammedü’l Eminin de, yâni mübelliğin de “lâ raybe fîh” olduğunun,
nübüvvetinde, r
"Kendisinde şüphe olmayan bu kitap müttakıler için
hidâyet kaynağıdır."
Muttakilere doğru yolu gösterecek
apaçık bir belgedir bu. O bir hidâyet kitabıdır, kulluk kitabıdır. Bu kitabın
asıl görevi ve fonksiyonu budur. İnsanlığı doğru yola, sırat-ı müstakime
iletmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm sadece bilimsel keşiflere değinen, kimya
ve fizik gibi, biyoloji ve botanik gibi bilimleri derleyen bilimsel bir kitap
değildir. Kur’an-ı Kerîm, bir hidâyet ve kulluk kitabıdır. Fâtiha’daki bizim talebimizin
cevabı olarak, Allah karşımıza işte bu kitabını çıkarıyor. “Kullarım! Benden
hidâyet istiyordunuz ya! Benden dosdoğru yolu göstermemi talep ediyordunuz ya!
İşte istediğiniz hidâyet! İşte sorduğunuz dosdoğru yol!” Buyuruyor.
“Bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Buyuruyor. “Kullarım siz
gerçekten hidâyet mi istiyorsunuz? Gerçekten doğru yolu bulmak mı istiyorsunuz?
İşte size hidâyet! Haydi, buyurun hidâyet kaynağı kitabıma! Onunla beraber
olun! Onunla yol bulun! Yolunuzu ona sorun! Onun rehberliğinde bir hayat
yaşayın ki hidâyeti bulasınız!” diye hidâyet rehberi kitabını bizim önümüze seriveriyor.
Ama bakın, bu kitap Arab’a hidâyettir, Acem'e hidâyettir, Türk'e, Kürde
hidâyettir denmiyor da:
Deniyor. Bütün nevi beşere, bütün
insanlığa hidâyettir. Bütün insanlığı
hidâyete ulaştırmak için gelmiştir bu kitap. Fakat bu hidâyetten istifade
edebilmenin bir şartı var; o da muttaki olmaktır. Kur’-an’dan istifade
edebilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Peki, nedir takva? Kimdir muttaki?
Bunu Allah söyleyecek, ama burada bir
kaç söz söyleyelim.
Takva, Allah’ın koruması altına
girmek demektir. Takva, Allah-la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’la bulmak,
Allah’a sorarak, Al-lah’a danışarak yol bulmak demektir. Allah’ın kitabı
rehberliğinde yü-rümek, kitap kaynaklı bir hayat yaşamak demektir takva. Takva,
Pey-gamber modeliyle hareket etmektir. Bakıyoruz, Kur’an-ı Kerîm’de tak-vayı
böyle anlatan pek çok âyet görüyoruz.
"Muhakkak ki ben sizin için gönderilmiş emin bir
elçiyim, öyleyse muttaki olun ve bana tabi olun."
(Şuarâ 107, 108)
Tüm peygamberlerin aynı şeyi
söylediklerine şahit oluyoruz. Madem ki ben sizin için güvenli, emin bir
elçiyim, o halde bana güvenmeniz lâzım. Bana güvenin ve hemen akabinde
"Fe" takvalı davranın! Muttaki olun! Ama takvayı da benden öğrenin!
Yâni bana itaat ederek, beni izleyerek takvalı olun! Gelin ben size takvayı,
itaati öğreteyim. Takvanın modelini benden öğrenin.
Evet, takva peygamberden
öğrenilecektir. Takvanın belirlenmesinde pratik örnek peygamberlerdir. Bu
konuda farklı takva modelleri geliştirebilmek için kimileri ısrarla peygamberleri
diskalifiye etme çabası içine giriyorlar.
Meselâ; âlimin biri dağdan böyle
yuvarlana yuvarlana inip ge-liyormuş. Hz. Mûsâ, bu adamı görmüş ve kendisine
sormuş. “Hayrola be çoban kardeş, ne yapıyorsun, böyle yatıp yuvarlanıyorsun?
Nedir bu yaptığın?” diye sorar. Allame çoban der ki: “Ey Mûsâ, namazımı ben
böyle kılarım. Rabbime ben böyle dua ederim işte.” Hz. Mûsâ; “Olur mu be adam?
Böyle namaz mı kılınır?” der. Sorar çoban: “Ya nasıl kılacaktım?” Hz. Mûsâ
anlatır ona: “İşte şöyle elini kaldırıp tekbir alacaksın, ellerini şöyle
bağlayacaksın, şunları okuyacaksın, belini şöyle bükeceksin, yüzün şöyle olacak”
diyerek uzunca izahlarda bulunur. Tabi zorlanır ona bunu anlatabilmek için.
“Tamam mı? Anladın mı?” der, “Anladım der” adam. Hz. Mûsâ yürümüş, bir noktayı
kaçıran adam Hz. Mûsâ’nın arkasından bağırmış onu sorabilmek için, Hz. Mû-sâ
dönüp arkasına bir bakmış ki; adam denizin üzerinde yürüyüp geliyor. Demiş ki,
Hz. Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ! Namaz dedin de şurayı unuttum! Bana onu bir daha
anlatabilir misin?” Onu bu vaziyette gören Hz. Mûsâ: “Git bildiğin gibi kıl
sen namazını!” Demiş ve ona bunu öğretmekten vazgeçmiş, filan.
Ee niye öğretmeyecekti de
Allah’ın peygamberi? Öğretmeye-cekti de işi neydi orada peygamberin? Nedir
böyle bir durumda peygamberin fonksiyonu? Bunlar toplumsal âyetler. Bunlar
şeytanların vahiyleri. İslâm’ı, dini, takvayı peygamber ve Kur’an dışı
kaynaklardan öğrenme ve belirleme, yâni keyiflerince bir din belirleme
gayretlerinin ürünü, sapıklıklardan başka bir şey değildir bunlar. Hani:
"Muhakkak ki şeytanlar da dostlarına vahyeder..."
(En’âm 121)
Deniyordu ya âyet-i kerîmede.
İşte bunlar o tür vahiylerdendir. Bir rivâyeti daha var bunun. Hz. Mûsâ bu
adama namaz kılmasını öğretmeye kalkışınca Rabbimiz hemen Cebrâil’i gönderir
ve: “Ey Mûsâ, niye karıştın o kuluma? Ben razıydım onun namaz kılışından!”
diyerek Mûsâ’yı azarladığı anlatılır.
Peki ne çıkar bütün bu şeytan
rivâyetlerinden? Ne yatar bunların altında? Bunların altında takva belirleme
hakkının, din belirleme hakkının Allah’tan ve peygamberlerden alınıp
başkalarına da verilmesi yatar bunların altında. Din belirlemek sadece
Allah’ın ve O’nun peygamberlerinin hakkı iken, “Tut, beş bin tevhid çekeceksin,
bunu on bine çıkarmazsan yazıklar olsun sana!” diyerek birileri din belirlemeye
kalkışıyorsa hâşâ ve kella o zaman buna din uydurmak denecektir. Öyle değil,
takva; yolunu kitapla bulmak demektir. Takva, kitabın dediği ve peygamberin
örneklediğidir. Bunun dışında din de yoktur, takva da.
Yaptıklarını Allah yap dedi diye yapan, konuştuklarını
Allah konuş dedi diye konuşan kişi
muttakidir."
Buradaki mânâsıyla söyleyelim;
kitaba teslim olan, kitapla uyarılan, kitabın uyarısıyla hareket eden, tüm
yaptıklarını; “kitap dedi” diye yapan, tüm yapmadıklarını da yine kitaptan
aldığı delillerle yapmayan kişi muttakidir. Yâni kitabın hidâyetini temel alan
kişi; muttakidir. Çünkü, âyet son derece açık ve net ortaya koyuyor ki
muttakilerin yol göstericisi; bu kitaptır. Muttakiler, bu kitapla yol bulan, bu
kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan kimselerdir. Onlar, amellerini bu kitaba
dayandırmaya çalışan insanlardır:
"Muttakilerin kılavuzu, mihmandârı, yol göstericisidir
bu kitaptır".
Gerçi başka bir yerde, Kur’an
kendini bize anlatırken:
"Bu kitap insanların tamamı için
hidâyettir."
(En’âm 91)
buyurur. Evet, aslında Kur’an,
herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes, bu kitabın
hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır.
Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz
“Hâdî” kelimesi, “Hüden” kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mânâ-da kullanılmıştır.
Allah hüdendir, Tevrat hüdendir,
Kur’an hüdendir, Kâbe hü-dendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de
vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de
Kur’an’ın bizzat kendisi, birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine
vardıramaz meseleyi.
Yâni, gerek Kur’an ve gerekse
Peygamberimiz, bizzat insan-ların kalplerine imanı sokmakla değil, bu imanı
insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse, kimse Kur’an’a yanaşmadı mı
Kur’an kimseye hidâyet edemez. Peygamberin hüden oluşu da böyledir. Kur’an’a yaklaşan
kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü "Hüden
linnâs" dır Kur’an. Ama "Hüden lil müttakîn" dir
de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yâni
herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o
sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler
için, hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını
artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır."
(İsrâ 82)
O müttakıler ki:
3:"Onlar
gayba inanırlar."
Onlar
gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman ederler onlar. gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden
ve duyulardan gizli olan, görülüp bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla
algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, cehennem,
melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadılıp koklanamayan,
ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba
imandır. Veya gıyaben imandır.
Gayb, bilginin konusu değil
imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi üstündür.
Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer gaybı
bilme, gayptan haberdar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda
hepimizin buna sa’yi gerekecekti.
“Onlar
gayba iman ederler."
Değil
de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle
demiyor Allah. Yâni bizim, şu anda gaybı bilmek türünde bir kulluğumuz veya
bu tür bir sorumluluğumuz yoktur. O muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye
çalışırlar denmiyor da:
deniyor. İman bilginin konusu
değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya
inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın denir.
Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle, gaypdan
haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi? Filan zat kalpten geçenleri biliyormuş.
Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı bilmeleriyle
methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur. Gayb
bilinmez, ona iman edilir. Gay-bı bilen kişi değil, ona iman eden kişi
muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne gariptir ki
bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin farkında bile
değildir adamlar.
Gaybın bir kaç çeşidi vardır:
1- Hiçbir delili olmayan
gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin,
ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir
varlığın bilmediği gayb.
"Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan
başkası asla onu bilemez!"
(En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu
konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın
mahiyetini açıklamadığı, sadece varlığını ve ismini bildirdiği bazı gaybî
gerçekler vardır.
"Kıyametin saatini bilmek
ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç
kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez.
Şüphesiz ki bütün bunları bilen Allah’tır, Allah her şeyden haberdardır."
( Lokman: 34 )
Bunlar hiç kimsenin bilmediği
gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:
"De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka
ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı
bilseydim kendim için hayrı çoğaltır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı."
(A’râf: 188)
Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına
gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep
sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın
Ra-sûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları
yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi
bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş,
çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hakkında bu konuda dedikodu
çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; "Ya
Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu
mu?" buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair
âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın
Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde
gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Sizin gizlediklerinizi de
açıkladıklarınızı da bilirim."
Buna göre insanların kalplerinden
geçirdikleri düşünce ve niyetler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî
bilgilerdir. Hiçbir kimsenin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir
beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini
iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:
a- Yalnız Allah’a ait olan bu
gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,
b- Kendisine vahiy geldiğini
iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği
haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz önce de söylediğim
gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye
çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki!
Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan
önce bildiğim için, ondan daha üstünüm demektir. Sonra ne olacak benim kalbimden
geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü
açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rab-bim örtüvermiş onları. Değilse
aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri
bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü
insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların
tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi
sorumlu tutmamaktadır.
2- İkincisi; delili olan ve
Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır
ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla
peygamberine bildirdiği gay-ba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim
olurlar.
ifadesindeki "lâm" ahd
içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır.
Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar,
bunlar delili olan gayb-lardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla
bildirdiği gaybî bilgi-lerdir.
Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz,
önceden Yakup oğullarının Mısır’a gidiş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri
tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana
atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve
kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah
kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin"
(Yusuf: 102)
İşte Peygamberimizin bildiği
gaybî haberler de bu vahyedilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber
verdiği gaybî bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden
önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.
Allah’ın Rasûlü daha önce namaz
nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap,
haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûl-i
Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın
Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim
Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı,
yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı
bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kimseye
onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygamberler müstesnadır. Çünkü onun
önünden ve arkasından gözcüler koyar”
(Cin: 25,26,27)
Bakın, bu âyet-i kerîmede son
derece açık bir şekilde Rabbi-miz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine
ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber
veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de
melek va-sıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber veriyor.
Diyor ki âyet-i kerîme; Unutmayın
ki, bu gaybını peygamber-lerine bildirirken, yâni bu gaybî bilgileri melek
vasıtasıyla peygamberlerine gönderirken, o meleğin etrafını da böyle çepeçevre
gözetleyicilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni cinlerin, şeytanların, hainlerin,
zâlimlerin yolda o meleğin önünü kesip, elindeki Allah vahyini alıp, hafızasından
onu söküp, onun yerine başka sözleri ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy
diye peygambere götür!” demeleri asla
mümkün değildir. Bunu hiç kimse yapamaz.
“Biz peygamberlere vahiyle
gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız”
diyor Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında
haber verme gereği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle
açıklıyor:
“Görülmeyeni bilen Allah,
görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği,
bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için
her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle
kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
(Cin: 26,27,28)
“Peygamberlerin, Rablerinden
aldıkları r
Birincisi; Peygamber bu konuda
herhangi bir şüpheye düşme-sin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan
mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri,
bir tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan geldiğini
bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; bir de peygamberlere ve
onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü'minler de, acaba bunlar
gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir
şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı
bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy getiren
meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını saymışız diyor
Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların
bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin
de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime
kelime, harf harf saymışız, bilmişiz diyor.
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki;
Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir.
Demek ki, peygam-berimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona
bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi?
Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın
burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini
bilir, diyeceğiz.
"Onlar
gayba inanırlar."
Bilmekle iman, ayrı ayrı
şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil imanın konusudur. İman; kalbin, l
“Kendilerine kitap verilenler, hakkı avuçlarının içini bildikleri
gibi bilirler."
(Bakara: 146)
Eğer sadece dil ile ikrar iman
olsaydı, o zaman tüm münâ-fıklar da mü'min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle
inandıklarını söyleyerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Buradaki iman icmalî bir imandır,
daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu da tafsilî imandır.
Yâni, Rabbimiz burada; mü'minler kitapta kendilerine bildirilen tüm gaybî
bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar mü'minlerin kitaba
imanlarından söz eden âyet de toptan inandıkları bu kitabın âyetlerini birim
birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler buyuracaktır.
Evet, mü'min gayba inanan
kişidir. Allah’a, meleklerine, kitap-larına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine,
ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman,
gayba iman demektir. Bu iman, mü'minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur
verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü'min öleceğine, sonra
tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya
cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine inanan ve bu dünyadaki hayat
programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmamanın
neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.
Gayba inanan kişinin hayat
programı farklı, inanmayan kişininki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın
mânâsı burada ortaya çıkacaktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya
problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm
dünya problemlerini değiştirecektir. Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik,
siyasal, ahlâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları,
kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam
gibi tüm dünya programlarını değiştirecektir. Bütün bu konularda gayba inanan
kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına
dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine
benim ihtiyacım yoktur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine
taban tabana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır karşımıza.
Evet o mü'minler gayba inanırlar,
hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:
"Namazı
ikâme ederler."
Kur’an’dan istifade edebilmenin
üçüncü şartı da kişinin ondan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır
olmasıdır. Namaz, Kur’-an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri
olduğu için imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz
Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni
namazlarını kılarlar ifadesi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli
ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir.
Onun içindir ki:
"Namaz dinin direğidir"
buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse
namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor bu âyet-i kerîmede. Yâni öyle
bir namaz kılacağız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz
olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı
düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği
bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik
etmediği halde, yetimi itip, kakıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet
etmeyip sözünü yerine getirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve
iffetine sahip çıkma-dığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı
halde, haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etmediği
halde sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz değildir. Yâni namaz
dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor bizden.
Bir de namaz, ancak cemaatle
ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni namazın sosyal
hayatı düzenleme fonk-siyonu vardır. Toplumda namaz ayağa kaldırıldığı zaman
dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede oturan insanların her
biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum
olarak ikâme edilmesi gereken bir ibâdettir.
1- Ta'dil-i erkânına göre huşû ve
huzû ile doğru dürüst namaz kılarlar onlar.
2- Namaz için mesai sarf ederler.
Namaz ortamı hazırlarlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmak, mü'minlerle
namaz arasına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş verirler.
3- Namazla ilgili emr-i
bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz
kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini verir-ler.
Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4- Namazı ayağa kaldırırlar,
namaz ortamı hazırlarlar. Namazı hayat programının odak noktası haline
getirirler. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da
namaza yer bırakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir
hayat programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5- Namazla Allah’tan mesaj alarak
namaz sonrası hayatı bu mesajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne
okuduğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil, Allah’-tan
vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6- Namazlarını; namaz öncesi
hayatlarının Allah’a tekmilini verme
makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sun-mak ve namaz
sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma
makamı bilirler.
"Kendilerine
verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar."
Muttaki olmanın ve bunun tabii
sonucu olarak Kur’an’dan istifade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin
Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır
olmasıdır. Allah’ın kendisine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler,
harcamada bulunurlar. Allah onlara ne tahsis buyurmuşsa ondan infak ederler.
Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sahip olduklarından infak
ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden diyor.
Demek ki bu mallar, mülkler,
servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değildir. Biz kazanmadık bunları, Allah
verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin sahibi O’dur.
Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka yerde:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamıyorsunuz! Göklerin
ve yerin mîrası zaten Allah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak
mıdır?"
(Hadîd: 10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda
semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu kasalarınızdakiler,
şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz ki hepiniz
gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl erdirici bir
ifade değil mi? Yâni sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız, vermediniz. Peki
sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye vermiyorsunuz?
Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
Biraz ilerideki âyette de şöyle
buyurulur:
"Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi halef
kıldığı mallardan Allah yolunda
harcayın!"
(Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması;
birinin arkasından bir başkasının gelip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki
para, dün bir başkasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün
bir başkası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına
aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut
dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına
hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk
Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra
Emevi’nin, sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin
babasının, sonra ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmayasın
ki; sende de kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak
et! Çünkü sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek
de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz
onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar
bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki
seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan
insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bil-meyen, kendilerini mülke sahip zanneden
insanlar zırnık bile vere-mezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin
vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri.
Ama mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir,
bunlar Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına
veriyorum! diyebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna
iman eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn sûresinde anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin
dendiği zaman kâfirler mü'minlere derler ki, dilediği zaman Allah’ın
doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak açık bir şaşkınlık
içindesiniz!
(Yâsîn: 47)
Allah bizden infak
istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği halde
doyurmadıklarını biz mi doyuracağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını doyurmaktan
âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir, biz
zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni Allah’ın
öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz mi yenecek?
demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen hayvanlar
yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle diyor-lardı. Bu ne
biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim öldürdük-lerimiz yeniyor.
Kâfir mantığı, burada da öyle. Sanki kendi öldürdükle-rini kendileri öldürdü
de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki onların öldürdükleri, kestikleri de
Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki
rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin! Sanki Allah’ınkilerle
kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler kendilerinin de Allah’ın
ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın
değil. Halbuki onların ellerindekiler de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ındır.
Tüm mallar-mülkler Allah’ındır. İşte bunu anlayamayanlar, kendilerini mülkün
sahibi bilenler zırnık bile veremezler.
Allah korusun da bugün
müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden habersiz bir hayat programı
yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir
hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak ayarlamamızı
ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye edercesine
kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme
esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler.
Gerçekten hangi vahiy biriminin,
hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat
felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün, hemen
hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak üzere geceli gündüzlü
daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik güce erişmenin
hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de
müslümanlar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman
zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz,
daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman
olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek
daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek
Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu
münâsip gördük, iyi bir müslü-manlık için, herhalde sen de bundan başka bir
şey demezsin! demeye çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği
âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne
yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı,
bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal
mülk toplamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim kitabımı,
onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla diyalog
kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya bakın!
Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi Allah.
Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Yok ki
böyle bir emir. O zaman Müslümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir
hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün değildir.
İşin bir başka garip yönü de
bugün müslümanlar, “Allah için kazanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını
Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha
lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini
değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zenginleştirmek
için harcıyorlar.
Ey müslümanlar! Şunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle
bilgilenmeye, Peygamberinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak
bir biçimde, güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak kazandığınız
mallar, topladığınız mülkler, bilelim ki; bizi Allah yolundan uzaklaştırmadan
başka bir şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başımıza almak zorundayız.
Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülâlemize
yetecek kadar çoktur. Rızık peşinde değil köşe dönme peşindeyiz. Başımızı
döndüren bu uğraş içinde Allah’ın kitabını tanımaya, Resûlünün sünnetiyle
beraber olmaya zamanımız da kalmıyor.
Gelin öyleyse buna bir sınır
getirip, biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Bakara neden söz ediyor?
Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl
bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor?
Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman imkânımız
olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka,
ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşünmeyen ekonomik insan olup çıktık.
Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için yaratmadı.
Evet, infaka dayalı bir hayat
mü'minin hedefi olacak. Efendim ben Kur’an’ı bilmiyorum; binaenaleyh gayba
inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam! diyemeyeceğimiz gibi, benim fazla
malım yok, ben infak edemem de diyemeyiz.
Zira infakta belli bir ölçü
yoktur. Şu kadar olacaktı, bu kadar olmayacaktı diye bir ölçü yoktur infakta.
Hattâ bakın Rasulullah Efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki:
“İnfak edecek hiçbir şeyi olmayıp da malını Allah yolunda infak eden kişiye imrenip:
"Benim de olsaydı; ben de onun yaptığını yapardım!" diyen kişi
sevapta diğerine müsavidir."
Bir müslümanın malı var
ve onu kendisine veren Allah hatırına ihtiyaç içinde kıvranan kardeşlerine
infak ediyor. Bir başka müslüman da elinde, avucunda verebilecek bir şeyi
olmadığı için üzülüyor ve şöyle diyor: “Eğer Rabbim, o kardeşime verdiği gibi
bana da vermiş olsaydı, elbette ben de aynen o kardeşimin yaptığı gibi bol bol
infak ederdim” İşte bu iki kişi sevapta birbirine eşittir, diyor Allah’ın
Rasûlü.
Kimi müfessirler âyetin
tefsiriyle alâkalı olarak diyorlar ki:
"Verdiğimiz
ilimden onlar da başkalarına öğretirler, infak ederler"
Şeklinde anlamaya çalışmışlardır.
Öyleyse infak etmek için sadece mal mülk sahibi olmak gerekmeyecektir. Birine
bir âyet anlatmanız infaktır. Yâni şu anda ben infak ediyorum demektir.
Birinin hayvanına yükünü kaldırmasına yardım etmeniz, birine yol
gösterivermeniz, emr-i bil’maruf yapmanız, gördüğünüz bir kötülüğü men etmeniz
bu anlamda infaktır. Hasta ziyaretine gitmeniz infaktır. Bir müslüman
kardeşinizin yüzüne gülüvermeniz infaktır.
“Verdiğimiz rızıklardan infak
ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak
edeceğiz. İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi?
Basîret, zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları
infak edeceğiz. Meselâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar,
para kazanmaya verdiğimiz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulunmak
zorunda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âl-i İmrân’a
vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde
kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte.
Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir
infak. Tüm hayatı Allah için yaşamaktır.
Ama, genel mânâsıyla bizzat malın
verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra Allah’ın bize verdiklerinden
mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak, imkân olarak, zaman olarak infak
e-delim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten yaptınız. Çünkü saha-be namaz
kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi. Veya iman e-diyorlardı da Allah,
bir daha iman edin! dedi. Bu emirler karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz
ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman ediyorken bu iman emri de nereden çıktı?
filan demediler. Bugünden öncenizi bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın
size verdiklerinden mutlaka infak edin!
İnfakta ölçü, ileride Bakara
sûresinin bir başka âyetinde ge-lecek:
"Derler ki neyi harcayalım?
Neyi infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını."
(Bakara 219)
Şunu çok iyi bilmek
zorundayız ki; malı imtihan olarak bize veren Allah, onun ikt
"Yarım
hurmayla da olsa kendini cehennemden korumaya çalış "
Yarım hurma, ne kadar da az değil
mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar
çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara.
Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne
kadar zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, çoğalsın da öyle verelim,
zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sakın, çünkü çoğaldıkça
zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek göremiyoruz ama, iki tane olup da
birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek
göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok görüyoruz.
Bir de her zaman söylediğimiz
gibi İslâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira infak eden bin
liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık sevap kazanır diye
bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir çuval hurması var,
bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması olan adam yüz
hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp onun yarısını
bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üstündür bunların? Yarım hurma veren
değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı, bunlardan yüz tanesini
infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama berikisinin bir tek
hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı varken, kendisine
ancak yetebilecekken yarısını veren bu ikinci kişi ötekisinden daha üstündür.
Evet, unutmayalım ki infakta
azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası olup da onun beş yüz
binini infak eden bir müslüma-nın ulaştığı sevaba ulaşabilmesi için, bir
trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi gerekmektedir. Bakın buna
delilim şu hadistir:
Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu
hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup
geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi.
Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim
benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun
üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü
her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
Öyleyse evinize
götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın! Giydiğinizden
başkalarının da giymesini, yediğinizden başkalarının da yemesini sağlayın!
Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun! Yâni
yaşama standardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin yaşam
standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken, kendinizinkini
de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak
olanlara, yollarını kitapla bulmak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka
ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor Rabbi-miz:
4:”Onlar
sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de inanırlar."
Evet, o muttaki mü’minler
Allah’ın Peygambere indirdiklerine inanırlar. Bir de öncekilere indirilenlere
inanırlar. Allah Peygamberimize ne indirmiş? Kur’an’ı indirmiş. Ondan öncekilere
ne indirilmiş? -Biraz sonra söyleyeceğim inşallah- öteki kitaplar indirilmiş.
Dikkat ederseniz burada Kur’an’a
imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla
öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki
kitaplara imanımız ayrı olacaktır. Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla
amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi,
onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerektiğine inandım
demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir. Önceki kitaplara
imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir.
Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı
kesinlikle vahiysiz bırakmamış olduğuna imandır.
Bu imanla biz şunu ortaya
koyuyoruz ki; ilk insan ve ilk pey-gamber Hz. Adem Aleyhisselâm ile son
peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm arasındaki tüm peygamberlere Allah vahiy
göndermiştir. Allah, yeryüzü insanlığını vahiysiz bırakmamıştır. Tarihin her
devrinde o günkü insanların ihtiyacı kadar bilgiyi Allah mutlaka peygamberleri
vasıtasıyla toplumlarına ulaştırmıştır. İşte önceki kitaplara iman demek, buna
iman demektir. Yâni kitaplara iman demek vahye iman de-mektir. Bir başka
deyişle Allah’ın insan hayatına karıştığına iman demektir. Biz inanıyoruz ki,
Rabbimiz bütün peygamberlere vahiy indir-miş, peygamberlerini ve toplumlarını
kendi bilgisiyle bilgilendirmiş, kitaplar göndermiştir. Kullarını vahiysiz,
programsız, yolsuz, yordamsız bırakmamıştır.
Burada indirilenlerin ayrı ayrı
zikredildiğine bakılırsa, Kur’an’a ve diğer kitaplara ayrı ayrı iki iman modeli
çıkacaktır karşımıza. Yâni müslümanın Kur’an’a imanı ile diğer kitaplara imanı
farklı olacaktır.
Meselâ şöyle bir iman caizdir:
Allah Hz. Mûsâ'ya Tevrat diye bir kitap
göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler
haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman
modelidir.
Veya Allah Hz. İsa’ya İncil diye
bir kitap göndermiştir, gönderil-diği şekliyle içindekiler haktır ama bilmiyorum,
haberim yoktur, çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır demek de
doğru bir iman modelidir. Bir Mü'minin imanıdır bu, Allah’ın kabul ettiği bir iman-dır,
doğru bir imandır.
Ama şöyle bir iman doğru bir iman
değildir: Allah Muhamme-d’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir kitap göndermiştir,
içindekiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü bozulmamış şekliyle
bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer yanlıştır bu iman. Böyle
bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın şimdi müslü-manların
imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir iman mı? Allah korusun da Kur’an’a iman ederlerken
Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi değil mi?
Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri, tanımadıkları,
hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir kitaba iman ediyorlar.
Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanıyorlar ki, bu iman Allah’ın
kabul edeceği bir iman değildir.
Eğer bugün müslümanlar Tevrat’a
veya İncil’e inanır gibi Kur’-an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a inananlar gibi,
İncil’e inananlar gibi: “Demişlerdi, diyorlardı, galiba öyle diyorlardı
önderlerimiz” şeklinde Hahamlar ve Papazlar aracılığıyla kitaplarıyla diyalog
kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen bir diyalog
kurmuşlarsa bu baştan bâtıl olacaktır elbette.
Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir
iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde
Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.
“Şüphesiz
ki Allah gıyl u gali haram
kılmıştır."
Gıyle; “denildi,” gale
de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle
demiş, filan da böyle demiş şeklinde dedi ve denildilere dini havale etmek
haramdır, caiz değildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben
de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştürdüm
demek gerekir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, peygamberin sünnetinde
buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem de
amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayandırmak zorundayız.
İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil, kitap ve
sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan devşirme
bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve sünnettir.
İşte Kur’an’ın istediği iman
budur bizden. Yâni Kur’an’a iman budur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat
Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt
aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde
anlayarak tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür
bir emirde bulunmuşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Peygamberimin
yaptığı gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği
biçimde Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olunduğumuzdan dolayı amele
dönüştürme çabası içine gireceğiz inşallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte
o zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın
izniyle.
Evet demek ki muttaki olanlar
Allah’ın Resûlüne indirilen Kur’-an’a inanırlar bir, bir de önceki
peygamberlere indirilen kitaplara inanırlar. Ayrıca önceki peygamberlere
farklı olarak bir de sahifeler indirmiştir Rabbimiz. Vahyin farklı bir biçimde
insanlara sunulması da böylece gerçekleştirilmiştir.
Yâni gayba inanmayıp kendilerini
biyolojik bir hayvan zanneden zavallıların iddia ettikleri gibi insanlık
tarihi öyle karanlık değil, vahiyle başlayan bir tarihtir. Önce Adem’e
Aleyhisselâm, sonra onun çocuklarından İdris’e Aleyhisselâm ve onun oğlu Şit’e
Aleyhisselâm ve İbrahim’e Aleyhisselâm sahifeler verildi. Bir de Mûsâ’ya
Aleyhis-selâm Tevrat verilmeden önce sahifeler verildi. Böylece bizler
Pey-gamberlere sahifeler verilerek kendilerine vahiy ulaştırıldığına da
ina-nıyoruz. İnsanlık tarihinin birinci çağı diyebileceğimiz sahifeler döne-minin
sona ermesiyle ikinci çağı diye bilinen kitaplar dönemi başlıyor. Hz. Mûsâ’ya
Aleyhisselâm Tevrat, Dâvûd’a Aleyhisselâm Zebur, İsa’-ya Aleyhisselâm İncil ve
Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an indiril-miştir. Biz, bu kitapların hepsine iman
ediyoruz.
Burada dikkatimi çeken bir hususu
arzedeyim inşallah: Bakara sûresinin üçüncü âyetinde Rabbimiz:
Buyurarak mü'minlerin gayba
inandıklarını, gayb haberlerini ihtiva eden Allah’ın kitaplarına
inandıklarını söylemişti. Peki acaba burada bir daha bundan söz etmesini nasıl
anlayacağız? Orada kısaca söylemiştim. O birinci âyet kitap konusunda icmalî
imanı anlatır, yâni toptan bir imanı anlatır, bu ikinci âyet ise tafsilî imanı
anlatır.
Yâni kişi müslüman olduğu dönem
ben bu kitaba inanıyorum dedi. Ben bu kitabın içinde ne var ne yok hepsine
inanıyorum dedi ve böylece icmalî bir imanla müslüman oldu. Zaten buna
inanmayan kişiye müslüman denmez. Sonra da bu ikinci âyetin anlattığına göre
icmalen inandığı bu kitabın içindekileri tek tek tanıyarak tafsîlî bir imanla
buna iman ediyor. İşte bu ikisinin ayrı ayrı gelişini böyle anlamaya
çalışıyoruz. Allah bizden böyle kitabın içindekileri tek tek tanıyarak tafsîlî
bir iman da istiyor yâni.
Bu konuyu Kur’an’da başka bir
âyet-i kerîmede daha açık görüyoruz: Kasas sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"Onlara Kur’an okunduğu zaman: "Ona iman ettik!
Çünkü o Rabbimizden gelmiş haktır. Esasen biz daha önce de müslüman idik
derler."
(Kasas: 53)
Gerçi bu âyet daha önce kendi
kitaplarına inanırken son kitap Kur’an gelince ona da inandıklarını söyleyen
ehl-i kitabı anlatır, ama bu mânâda bizler de ehl-i kitabız. Bizler de kitap
ehliyiz. Meselâ soralım bir
müslümânâ: “Sen kitap ehli misin? Kitaplı mısın?” diye: “Evet” der müslüman.
Kitapsız filan desen kesinlikle kabul etmez bunu. Ama dönüp bu sefer de; “Peki kardeş
ne var kitabında? Tanıyor musun kitabını? Bakara neden bahseder? Âl-i İmrân ne
anlatır? Nisâ ne ister? En’âm nereye götürür?” diye sorsanız, hattâ
hıristiyanınki kadar kitabından da habersiz gariban. Bakın âyet-i kerîmede:
Yâni bu kitabı elime almadan
önce, bu kitabımla tanışmadan önce, Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden
önce de:
Yâni, daha önce de onlar buna
inanıyordular. Ben tekfirci gruptan değilim. O yüzden de bu insanları kâfir
kabul etmiyorum. Yâni bu insanlar gariban müslümanlar. Ve de müslümanlıklarının
İslâm’la da ilgisi yok. Pek çokları öyledir. Aslında nice uyduruk, kitabî
olmayan şeyler var dinlerinde. Ama ne yapsın saf ve samimi kendisine resmi
ideolojinin veya dinden habersiz dindarların din diye yutturdukları şeylere
inanmış, kanmış adam. Ama mâzeretsiz değil, suçsuz da değil. Lâkin adamı kâfir
yapmanın da anlamı yoktur yâni.
Pekiyi ne zaman kâfir diyelim
ona? Yatmayalım, uyumayalım, gerçek dini ulaştıralım ona, dinini başkalarından
değil de kitap ve sünnetten, Allah ve Resûlünden öğrenmesi gerektiğini
anlatalım ona. Anlatmakla da kalmayalım bunu nasıl becereceğini de, buna nasıl
ulaşabileceğini de öğretelim ona. Sonra da bu adam buna rağmen: Yok arkadaş,
benim böyle şeylerle ilgim alâkam yoktur derse, o zaman da kâfir olacaksa
olsun, ne yapalım. Ben demem bunu ona. Zira benim öyle bir derdim yok. Çünkü eğer
Allah, bana böyle bir nüfus sayımcılığı görevi verseydi, o zaman düşünürdüm
bunu. Benim şöyle bir derdim var: Bunlar benim müşterilerimdir. Ben bunu
bilirim ötekisini bilmiyorum şimdi.
Ama şurası bir gerçek ki;
Türkiye’de böyle yeni bir müslüman tip oluştu. Başı kapalı, ama baldırı açık.
Meselâ namaza karışan; ama hukuka karışmayan bir Allah inancı. Ya da kıyafete karışmayan; ama oruca
karışan bir Allah inancı. Abdestte söz
sahibi; ama mîrasta söz sahibi olmayan bir Allah inancı. Resmî ideolojinin insanlara sunduğu
din programı böyle bir inancı empoze ediyor.
O zaman şöyle diyelim: Din
dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse, yâni Allah’ın kitabına
dayanan bir dinse; o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin ilave
yapması ya da çıkarmada bulunması, o dini bozmayacaktır. O, gerçek dine
mutabakatı kadar bu yeni dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günahkâr
bir dindir. Yâni bu yeni türetilen dinlerin bu gerçek dinle mukayesesini
ölçtüğümüz zaman eğer kişiyi dinden çıkaracak bozuklukları varsa tamam onu
dinsiz sayıyoruz, ama kişiyi günahkâr seviyede tutabilecek kadar bozukluklar
varsa o zaman onlar gariban müslümanlardır diyoruz. Onlar da benim müşterilerimdir
diyorum. Âyete bir daha dönüyorum. Ne diyorlardı?
Kendilerine Kur’an okununca,
Kur’an duyurulunca:
Diyorlar ki, inandık, biz buna
daha önceden de inanıyorduk. Biz buna önceden de teslimdik. O Rabbimizden bir
haktır, hakikattir diyorlar.
Biz buna daha önceden de teslimdik.
Önceden de biz bunun müslümanıydık derler.
Az evvel dediğim gibi iki mânâsı
var tabii bunun.
1- Ya adam önceden Tevrat’a,
İncil’e inanıyorken Muham-med’in Aleyhisselâm geleceğine, Kur’an’ın geleceğine
de inanıyordu. Yâni o zaman da müslümandı bu adam. Muhammed’e müslüman değil
ama. Ya neye? Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a
inanıyordu. Öyleyse şöyle diyebiliriz: "Biz zaten Allah’ın hayata karışmasına
inanıyorduk" diyorlar. Zaten kitaba imanın mânâsı da budur. Kitaba
iman demek, Allah’ın insan hayatına karışmasına iman demektir. Kitaba iman,
Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye iman demektir. Kitaba iman
demek; kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir. İşte bakın diyorlar ki;
biz, bize Allah’ın kitap göndermesine ve bu kitapla hayatımızı düzenlediğine
inanıyorduk, şimdi de aynı Allah’tan gönderilen bu son kitaba da inanıyoruz
demektedirler.
2- Ya da bunun mânâsını biz
kendimiz açısından anlamaya çalışırsak, o zaman şöyle diyeceğiz: Biz zaten
Allah’ın kitabına icma-len, toptan inanmıştık, inanıyorduk, ama kendi
hayatımızı yaşarken hayatımızın Allah’ın âyetleriyle çatışması halinde, Allah’ın
dediklerinin doğruluğunu baştan zaten kabul ediyorduk demek olacaktır mânâ. Biraz
bozuk mu oldu cümle? Bir daha söyleyeyim düzgünce inşallah. Yâni biz Allah’ın
kitap göndererek hayatımıza karıştığına inanıyorduk. Ve yine şuna da
inanıyorduk ki, kitaptan habersiz yaşadığımız hayatla kitabın gösterdiği hayat
çatıştığı zaman, kitabın dedikleri kesin doğru, öteki yaptıklarımız da kesin
yanlıştır. Biz baştan buna iman ediyorduk.
Meselâ şu anda yaşadığımız bir
hayatımız var. Yaşanan bu hayatın adına din denir. Ve biz din diye, müslümanlık
budur diye, bu hayatı yaşarken bu arada Allah’ın kitabını, bizim din kitabımızı,
hayat kitabımızı da öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı öğrenmeye devam ederken
de peşinen şunu kabul ediyoruz, şunu diyoruz: Eğer kitabımızdan yarın
öğreneceğimiz bir âyet bizim bugünkü dinimize, yâni bugünkü yaşadığımız
hayatımıza ters gelecek olursa biz, bugünden o âyetin dediğinin doğruluğunu
kabul ediyoruz. Yeni öğrendiğimiz bir din eğer dünkü dinimizle çatışırsa biz,
bugünden yeni dinin doğruluğunu kabul ediyoruz diyoruz.
Meselâ şu anda Bakara
öğreniyoruz. Bundan sonra inşallah Âl-i
İmrân okuyacağız. Ama farz edin ki, Âl-i İmrân bizim hayatımızın filan
bölümünün düzenlemesini şöyle anlatacaktır da, ama biz henüz Âl-i İmrân’ı
bilmediğimiz için hayatımızın o bölümünü
kendimize göre atadan, babadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam ediyoruz.
Lâkin Âl-i İmrân’ı öğrenince, eğer bu sûre bugünkü yaptıklarımızın yanlış
olduğunu söylerse, biz, bugünden sûrenin dediklerinin doğru, yaptıklarımızın
ise yanlış olduğunu kabul ediyoruz diyoruz. Meselâ namazlarımızı bazen böyle
öğrendikçe düzelttik değil mi? Önceden öyle öğrenmiştik, meğer yanılışmışız
dediğimiz çok olmuştur değil mi? İşte bu âyet bana böyle bir iman modeli
anlattı.
Yâni ben, Kur’an’da ne var ne
yok, baştan inanıyordum, ic-malen inanıyordum, ama şimdi toptan inandığım
kitabımın âyetlerini tek tek, birim birim tanıdıkça zaten inandığım âyetlere
bu defa tafsîlen inanıyorum.
Bir de kitaba ve kitaplara
imanın, bizim hayatımıza yansımasını şöylece özetleyerek bir daha ifade edelim
inşallah:
1- Kitaba iman; evvela bize şunu
hatırlatacaktır, ya da kitaba iman sayesinde biz şunu kazanmış olacağız:
İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır.
Peygambersiz, va-hiysiz ve kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir
başka deyişle insanlık sürekli Cenab-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak bir
nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz, insanların bu vahye lâyık mı, değil mi
olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, de-ğil mi olduklarını hiç hesaba katmadan,
her dönem insan toplulukla-rına mutlaka peygamber göndermiştir. Ve onlara, bu
peygamberleri vasıtasıyla kitabını, mesajını, vahyini, muhtaç oldukları hak
bilgisini ulaştırmıştır.
Ama bu insanlar, kendilerine
gönderilen bu peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı kabullenmişler veya reddetmişler,
bu ayrı problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böyle-ce
gerçekleşmiştir.
Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba
Rabbimiz bize böyle bir lütufta bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan
böyle bir kitap göndermemiş ve de ne yapın yapın beni bulun! Beni bilin! Ve
beni ra-zı edecek kulluklar yapın! buyurmuş olsaydı, ne yapardık? Ne ederdik?
sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize ulaştırdığı bu
mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.
2- Kitaplara imanın bize yansıyan
ikinci bir yönü de şudur:
Kitaplara iman sayesinde şunu da
anlıyoruz ki; bizler yeryü-zünün son peygamberiyle birlikte, onun zuhuruyla
ortaya çıkmış yeni, türedi bir ümmet değiliz. Müslümanlar olarak, son ümmet
olarak bizler insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk başlangıcından itibaren tarih
sahnesinde boy göstermiş, kıyamete kadar da varlığı devam edecek olan şerefli
bir toplumuz. Kıyamete kadar hiçbir güç ve kuvvetin ortadan kaldırmaya muktedir
olamayacağı bir millet, bir ümmet olarak varlığımız devam edecektir.
İşte biz, kitaplara iman
sayesinde böyle köklü bir millet olma şuurunu elde ediyoruz. Ama yanı başımızda
İblisle başlayan ve onun yolunu takip eden bir kâfir grubu da olacaktır. İblis
yolunun yolcusu olan bu kâfir grup bu ümmetin bozulmaya başladığı andan
itibaren tarih sahnesinde boy göstermiş bir gruptur. İlk dönem biliyoruz ki
insanlar hep müslümandı. Hz Nuh Aleyhisselâm dönemine kadar yeryüzünde tevhid
egemendi. Küfür ve şirkten eser yoktu. Ama yeryüzünde sapma başladığı andan
itibaren yeryüzünde küfür ve şirk açığa çıktı. İşte sapmayla birlikte ortaya
çıkan bu kâfir grup müslümanlarla at başı olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Öyleyse ilk peygamber, ilk
insandır. Ya da ilk insan, ilk peygamberdir. Bu böyle olunca bizler sonradan
ortaya çıkmış bir dinin müntesipleri değiliz. Aksine tarih sahnesinde
insanlığın boy gösterdiği ilk günden itibaren var olan köklü bir dinin, köklü
bir sistemin müntesipleriyiz biz.
Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki;
dinimizin varlığı kıyamete kadar devam edecek, ondan sonra mahşerde de yine bu
dinin yasaları geçerli olacak, yâni orada da insanlık bu kitapla, bu dinle
yargılanacak, hesapta da, mîzanda da bu din, bu kitap söz sahibi olacak ve nihâyet
cennete de cehenneme de gidişte kıstas yine bu dinin yasaları olacaktır.
İşte kitaplara iman, bize bu
yüceliği sağlamaktadır. Aslında Hz. Adem’e indirilen vahiyle son peygambere
indirilen vahiy aynıdır. Ama önceki kitapların pratikte uygulanırlılığı şu
anda elimizde orijinal nüshâlârı olmadığı için mümkün değildir diyoruz. Başka
bir deyişle zaten onların uygulanmasını elimizdeki son kitap bize bildirdiği
için onlara ihtiyacımız da yoktur diyeceğiz. Onların içinde Allah’tan gelişi
şekliyle var olan tüm evrensel doğruları bu Kur’an beraberinde getirdiği için
onlara ihtiyacımız kalmamıştır diyoruz.
Bir de o muttakiler, o Kur’an’la
yol bulmaya hak kazananlar:
"Âhirete
de yakînen inanırlar."
Âhiret konusunda yakîn sahibidir
onlar. Gözleriyle görüyormuşçasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle
göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir
zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin solumasının
bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başlayan yeni bir hayatın
adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme iman
istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeyeceği biçimde her gün gözlerinin
önünde cereyan edip durmaktadır. İnsanlar isterlerse onu inkâr etsinler. İsterlerse
yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına insinler, bağırıp
çağırıp isyan etsinler, netice değişmeyecektir. Sonunda herkes ölecektir.
Üstelik attığımız her bir adım bizi ölüme doğru götürmektedir. Analarımızdan
doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız. Yâni bugün kâfir de, müslüman
da ölümü kabullenmektedir.
Yalnız bu konuda kâfirle
müslümanın ayrıştığı nokta, ölümden sonraki hayattır. Mü'min inanıyor ki
ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece dünya
hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu şekilde
inanan bir kâfirin hayatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl erdirmek
mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sadece dünya hayatıdır,
madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu olmayacaksın,
o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda küreğe tabi
olmadan hayatını dilediğin gibi yaşasana!
Öyle değil mi? Sana göre nasıl
olsa bir dirilme olmayacak, hesaba çekilme olmayacak. Zavallı mantığı da işlemiyor
kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın Mülk sûresinde
anlatıldığına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle diyecekler:
"Eyvah! Eğer işitsek ve akıllarımızı kullansaydık;
bizler cehennem ashabından olmayacaktık."
(Mülk: 10)
Demek ki kâfir, Allah’ın
kendisine verdiği akıl ve duyu nîmetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir
akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzünün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en
akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi
zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları
kâfirler.
" Onlar yakînen âhirete iman ederler."
Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de
öte kesin bilgi demektir. Kur’an-ı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır.
Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir diyoruz.
Bakın Ankebût sûresi kişinin
Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi kendisine bildiği
bilgiden her zaman üstün olduğunu haber veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği
bilgi kendi kendine öğrendiği, duyularıyla ulaştığı, tecrübeleriyle bildiği,
ya da vahiy dışında başka kaynaklardan
öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi, ötekisine de yakîn bilgi
diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin
doğrudur.
Meselâ, şu anda ben yüzde yüz
inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve duyularımla
algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekliğine yüzde yüz inanıyorsam,
Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü ben ken-di
varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın varlığını
Allah’la öğrendim, Allah sayesinde öğrendim.
Veya meselâ kendi tecrübelerim ve
bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyorsam,
âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını
duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim. Yâni
kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden
her zaman üstün ve kesindir.
Meselâ bal şerbeti ishale iyi
gelir mi dedi Allah? Sen de tecrübe ettin, denedin, ama sana iyi gelmedi mi?
Yâni bal içtikçe, Allah’-ın dediğini uyguladıkça karnının ağrısı hep arttı mı?
Ağrını artırdı mı bu? Yine de Allah doğru söylüyor, yine de Allah’ın dediği
senin için iyi çıkacaktır, devam et! Sahabeden karnı ağrıyan birine öyle demişti
Rasulullah. “Eğer bal şerbeti içersen karnının ağrısına iyi gelir” buyur-muştu.
O sahâbe bizzat Rasûlullah’ın tavsiyesini uygulamış, tecrübe etmiş ve gelip
Allah’ın Rasûlüne şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben sizin tavsiye ettiğiniz
gibi bal şerbeti içtim, ama karnımın ağrısı iyileşmeyip arttı” Bunun üzerine
Rasûlullah Efendimiz ona şöyle bu-yurdu: “Sen Allah’ın dediğini yap! Vallahi
Allah doğru söylüyor, senin karnın yalan söylüyor” Evet Allah’ın dediği mutlak
doğrudur, tecrü-belerimiz aksini söylese de.
Veya Hz. Ali Efendimizin bir sözü
gerçekten bu konuya çok güzel bir örnek teşkil eder. Hani Rasûlullah
Efendimiz: “Ey Ali, Medine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın, benim
Mekke’nin fethine dair gizlediğim bir sırrımı ifşa edecek bir mektup
taşımaktadır. Git, filan vadide onu yakala ve yanındaki mektubu bana getir”
buyurmuştu. O vadide kadını yakalayan Ali Efendimiz: “Ey kadın, sende bir mektup
var, onu bana ver!” demiş, kadın da yeminler ederek kendisinde böyle bir
mektubun olmadığını söylemişti. Hz Ali Efendimiz kadının üzerini aramış ve
gerçekten bir mektup bulamayınca, kılıcını çekip: “Ya mektup, ya canın!” deyince,
mektubu saç örgüsünün içine iyice gizlemiş olan kadın, hayretler içinde ona
şöyle sormuştu: “Ey Ali aradın, taradın bende mektubun olmadığını gördün. Peki
ne bildin böyle bir mektubun bende olduğunu? Bu kadar kesin nasıl konuştun?”
Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz buyurur ki; “Vallahi benim tecrübelerim yalan
söyler, ama peygamberim doğru söyler. Tecrübelerim sende mek-tup yok diyor, ama
peygamberim var dedi. Ben peygamberimin dedik-lerine tecrübelerimden daha kesin
inanırım”
Biraz zor mu anlaşıldı? Bir daha
düzgünce demeye çalışayım inşallah. Kişinin Allah’la bildiği bilgi, yâni vahiyle,
Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi tecrübeleriyle bildiği
bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse, ötekisine yakîn bilgi denir.
Meselâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım. Yüzde yüz inanıyorum ki
ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum ki ben varım. Kendi
varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde milyar inanıyorum.
Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi duyularımla anladım,
ama Allah’ın varlığını Allah’la, Allah bilgisiyle, Allah kitabıyla, yâni
vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu dünya vardır.
Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor, duyularımla hissediyorum.
Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını
kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim.
İşte kişinin kendi kendine
öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği bilgi yüzde
yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi denir. Ve
işte o muttakiler âhi-retin varlığına yakînen inanırlar, gözle gördüklerinden
daha kesin iman ederler buyuruluyor.
Ama burada bilimi, deneyi
putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi insan
hayatından dışlamaya çalışan pozitif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle bir
şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:
Meselâ laboratuarda yaptığımız ve
kesin doğruluğuna inan-dığımız deneylere aykırı bir âyet, bir hadis karşımıza
çıkarsa ne yapacağız diyorlar. Laboratuarın deneyini mi kabul edeceğiz, yoksa onun
aksini söyleyen o âyetin, o hadisin dediğini mi kabul edeceğiz? Ben diyorum ki;
bu konuda kesinlikle âyet ve hadisten şüphe etmeyeceğiz. Kesinlikle âyet ve
hadisin dediğini mutlak doğru kabul edeceğiz. Allah bilgisini mutlak doğru
kabul edecek ve onun aksini söyleyen laboratuarın deneyini reddedeceğiz.
Böylece müslüman oluşumuz, Allah ve Rasûlüne teslim oluşumuz açığa çıkacak.
Müslümanlık budur işte.
Bunu yaparken de şöyle diyeceğiz:
Ne biliyoruz? Belki de o deneyi yapanların deney yapım modelleri bozuktur
diyeceğiz. Belki de yanlış yaptılar. Belki de kasıtlı yaptılar. Belki de ortam
değişiktir. O ortamla bu ortam farklı olduğu için deneyler farklı sonuçlar
vermiştir. Belki de o deneyi yapan alçakların anlayışları ve niyetleri
değişiktir. Belki de bu hadisi reddetmek için kasıtla bu sonuca varmışlardır
diyeceğiz. Eğer hadis yine de sahih bir hadisse onun doğruluğuna inanacağız.
Benim imanım budur bu konuda. Bundan başkasını da kabule elvermiyor imanım.
Kişi eğer Peygamber bile olsa kesinlikle kendi bilgisiyle Allah’ın bilgisini
denk tutamaz. Bu iki bilgi farklı olacaktır onun için. İşte o muttaki müminler:
Sanki âhireti yüzde yüzden de öte
kesin bilirler ve iman ederler. Yâni insan kendi kendisini bilir ya, âhireti
kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu anlama gelecektir.
İnsan kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti insana Allah bildirmiştir.
Çünkü âhiret inancı Allah’la
beraber olmayı, Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni
âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken, severken,
küserken, yatarken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır. Ben
bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda yarın benim
karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına
almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı
gerçekleştirebilmek için sürekli vahiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek
zorundayız. Bundan başka çaremiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu
kaynaktan öğrenme imkânımız vardır. Bu konularda bilgilenebileceğimiz başka
bir kaynak da yoktur.
İşte böyle yapanlar, böyle
inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti
ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle yapanlara yol
gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:
5:"İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır."
Onlar Allah’la yol bulan,
yollarını Allah’ın buldurduğu insanlardır. Veya kendileri, kendi kendilerine,
kendi başlarına yol bulmuşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur.
Halbuki kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep
Allah’a izâfe edilir İslâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın
kendilerine gösterdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu
anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalışmışlar, kitaba baş vurmuşlar,
Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlardır.
Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş
insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat
yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.
"Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir de”
Felâha ermenin ne demek olduğunu
ileride Kur’an değişik yerlerde anlatacak. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin
sonunda:
"Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı
geçin! (Allah yolunda cihad için hazır) rabıtalı olun! Bir
de Allah’la yol bulun ki; felâh bulasınız."
(Âl-i İmrân: 200)
Evet, diyor ki Rabbimiz: "Ey
iman edeler!" Peki neye iman edenler? Fâtiha’dan buraya kadar
anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da başlayan ve Âl-i İmrân’ın sonuna
kadar anlatılanlara iman edenler!
"Sabredin! Sabırda yarışın!"
Yâni bu imanınızı gündemde tutma
yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma
konusunda sabırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi
hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konusunda
direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının engellemelerine karşı sabır yarışına
girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları geçin! Hidâyeti
dalâletin önüne geçirin!
"Rabıtalı bulunun!"
Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu
mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıtanızı kesmeyin! Sürekli kitap ve
peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece
yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep
vahiyle belirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah
tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh
bulursunuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış olursunuz.
"Umulur ki o zaman felâha eresiniz."
Demek ki bundan sonra
anlatılanlar hep bizim felâhımız içinmiş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız
böyle olsun. Fâizden kaçarsanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi
böyle yaparsanız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar,
işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya felâhımızdır,
kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz demektir.
Özetleyelim şimdi bu bölümü:
Vahiy insanlar için "Hüden" dir. Vahiy insanlar için yol
göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması kesinlikle mümkün değildir. İşte
bu hidâyet rehberi olan kitabın karşısında, Kur’an’ın karşısında insanlar
ikiye ayrılır.
1- Takvalılar (Muttakiler). Yâni
kitapla yol bulanlar, yâni yollarını Allah’a sorarak bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın
kitabına ve peygamberin sünnetine sorarak yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini
de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar. Yâni pozitif ve negatif tüm eylemlerini
vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte bunlar kitabın kendileri için yol
gösterici olduğu muttakilerdir.
2- İkinci grup insan ise,
kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen Kur’an
karşısında ikinci grup insan tavrı ise:
6:"Kitap kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış (fark etmez)
müsavi olanlardır."
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha
ulaşmamış, Kur’an diye bir kitap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir
kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davrananlar, ilgisiz ve kayıtsız
yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini
uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.
Bu konuya münâsip kitabımızdan
bir örnek verelim: Şuarâ sûresinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu
elçilerinin kendilerine sunduğu mesaj karşısında şöyle söylüyorlardı:
"Onlar dediler ki sen öğüt versen de vaaz edenlerden
olmasan da bizce müsavidir."
(Şuarâ: 136)
Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et,
ister vaaz etme! İster anlat, ister anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim
için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız”
diyorlardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu
müsavi ka-bul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için.
Kitabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark
etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha
bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.
Buna göre kitap karşısında
insanların ikinci bir grubunun var-lığını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden
önce burada bir yanlışımızı söyleyelim:
Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan
mü'min, muttaki, muvahhid, sabırlı, müca-hid, cihad edici, namaz kılıcı
insanlar sanki biziz. Garanti biziz. Bun-lardan söz ederken Kur’an garanti
bizi anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların,
istenmeyen özelliklerin de hep baş-kalarına ait olduğunu düşünmüşüz.
Halbuki yıllar yılı şunu da
öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar: Cennetlik olmayı
kim garanti görürse din-den çıkar. Kimse kendisinin kesin cennetlik olduğunu
iddia edemez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden bildin onun sen
olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu? Dememiz gerektiğini
biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da anlatılan her güzel
sıfatın sahibinin kendimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da
nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep
başkaları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep başkalarının üzerine
atılmış. Oysa, acaba bu anlatı-lanlar ben miyim ki? Bu sıfatlar bende mi ki
acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki?
Demek zorundaydık. Bunu da biliyorduk.
Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de
Aşere-i Mübeşşere’den olduğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben
miyim?” diyor ve uykularını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği münâfıkların
içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu. Elbette bir
insan olarak, bir mü'min olarak öyle düşünecekti ve zorlanacaktı, zorlayacaktı
kendini.
Şimdi bu mânâda kendimize bir
bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı
karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup
insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı varmış:
1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la
uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı karşısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına
müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol
bulanlar, yollarını Kur’-an’la bulanlar.
2- İkinci grup insan ise,
kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı
duydukları zaman, Kur’an karşısında ikinci grup insan da:
"Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere) gelince uyarsan
da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman etmezler."
Bu ikinci grup insan, Kur’an ha
var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar.
Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma,
onun rehberliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu duymayan,
Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan insanlar.
Şimdi kendimize bir bakalım: Eğer
Kur’an bizi uyarınca, yâni biz Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kuran’ın mesajı
bize ulaşınca, ya kendimiz bizzat okuyarak, ya da şu anda benim yaptığım gibi
bir başkası okuyarak Kur’an’ın inzarı, uyarısı bize ulaştığı zaman, eğer
Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyarmamış, böyle bir sûre Kur’an’da ha var-mış, ha
yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, iman boyutunda denk ise, amel boyutunda
denkse, o zaman Allah korusun biz de ikinci grubun içindeyiz demektir.
Yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş, ha gelmemiş, Kur’an diye bir kitap
Konya’da ha var, ha yok, Kur’an diye bir kitap bizim evde ha mevcut, ha değil
fark etmez yaşıyorsak o zaman Allah korusun burada anlatılan biziz demektir.
Bu hayatı Allah’ın kitabını tanıyarak yaşamakla, tanımadan yaşamak bizim için
fark etmez diyor ve kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olmuşsak kesinlikle
bilelim ki burada anlatılan biziz. Veya bu kitabı tanıdıktan sonra, bu kitabın
uyarılarına muttali olduktan sonra sanki bu kitabı hiç duymamış, tanımamış
insanlar gibi bir hayat yaşamaya devam ediyorsak, kesinlikle bilelim ki burada
anlatılan biziz demektir.
Eğer iman boyutunda denk değil de
amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi imdadımıza yetişiyor ve diyor
ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la aldatır bazen! Allah sanki sizi
müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü Allah
buyurur ki:
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki sadece iman ettik
demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecek-ler?"
(Ankebût: 2)
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi
umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! deyiverecekler, inandık
deyiverecekler de salınıverecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi
gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi
zannediyorlar? diyordu.
Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir
konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de
imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı
yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o
âyetinden haberi yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan
olacaktır, Allah korusun.
Peki o zaman, küfrü ikiye mi
ayırdık?
1- Hani şu Ebu Cehil gibi
cehennemi boylayacak olan kâfirin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz ki adam
bazen müslüman gibi söz ediyor, mü'min gibi söz söylüyor. Ben de inanmışım, ben
de müslü-manım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve şeytana bakıyoruz.
Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu veya âhi-rete iman
ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözlerini görüyoruz şeytanın. Ama
sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Allah asla iman demiyor.
Öyleyse Kur’an bizden sadece söz
istemiyor. Sadece söz planında bir iman istemiyor. Kur’an bizden inandım denilen
konunun amelini istiyor. Allah’ın bizden istediği iman inandığımız konunun bizim
hayatımızda görüntülenmesine imandır. Meselâ ben namaza inanıyorum! diyor
adam. Peki ne demektir bu? Bu cümleyi şöyle ayrıştıralım: Ben namaza
inanıyorum demek; şu iki maksatlardan birisiyle söylenmiştir:
1- Ben müslümanların namaz
kılmaları gerektiğine inanıyorum! Ben mutlaka namazın kılınmasından yanayım!
Namaz kılınmalı efendim! Namaz dinin direğidir efendim! Namazsız dinin ayakta
durması mümkün değildir! Müslümanlar mutlaka kılmalıdırlar namazı! Ben
namazın mutlaka kılınmasından yanayım! E hadi ne duruyorsun? Niye kılmıyorsun?
denince de, eh birileri kılsın canım! Boş kalmasın! Birileri yapsın! Benden
söylemesi, başkalarından da yapması diyor. Söyleyici başka, yaşayıcı başkadır
diyor. Böyle bir iman.
2- İkincisi: Ben namaza
inanıyorum. Ben namazın benim ha-yatımda görüntülenmesine inanıyorum! Ben
inandığım namazın kendi hayatımda pratize edilmesi gerektiğine inanıyorum! İşte
iki tür iman modeli. Hangisi imandır bunların? Hangisi İslâm’ın imanıdır? Ya da
hangisi Allah’ın bizden istediği imandır? İkincisi değil mi? Birincisine iman
demiyor Allah. Sadece sözden, sadece iddiadan ibaret olan, amele dönüşmeyen bir
iman Allah’ın istediği bir iman değildir.
Meselâ diyor ki adam: Ben
Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine inanıyorum! Peki
kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş kalmasın. Böyle bir iman,
iman değildir.
Ben müslümanların cihad etmesine
inanıyorum. Ben müs-lümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın
anlatılma-sı gerektiğine inanıyorum. Peki kim yapacak bunları? Birileri yapsın
efendim! Bizden söylemesi, biz bunun edebiyatına görevliyiz, birileri de
yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir imandır.
Dönelim, hicri ikinci asra kadar
yaşayan mü'minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul ettiler, aynen
iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında bırakmadılar, hemen bu
imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire değişiverdi. Peki ya
şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem öğreniyorlar, hem
iman ediyorlar, hem imanları artıyor da neden bu toplum değişmiyor? Galiba
inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği için.
Biraz sivri bir iş, güç bir durum
çıktı karşımıza. Ama ne yapayım öyle olmasa da bu insanlar hepten müslümanlar
işte. Herkes müslüman bu toplumda. Herkes kendini böyle iyi müslüman kabul
ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne kazandıracağız biz bu insanlara?
Yâni bu toplum şu anda çok
iyiyse, arzu edilen noktadaysa, Kur’an’ın getirdiği hayat bu toplumda bir şeyler
değiştirmeyecekse bu insanlara ne diyeceğiz yâni? Adam inandım diyor. Ben de
müslüma-nım diyor tamam, bir şey kalmıyor geriye. Eğer Kur’an bu toplumda bir
şeyler değiştirmeyecekse o zaman bu
toplumda Kur’an’ın fonksi-yonu ne oldu? demek zorunda kalacağız. Kur’an’ın
tarihteki fonksiyo-nu neydi, şimdi ne hale geldi? Eğer böyle düşünmeye ve sorgulama-ya
devam edecek olursak, cesaretim yok söylemeye, ama bir kere o yanlışı yaptım
daha önce, inşallah bir daha yapmamaya niyetliyim Allah yardımcımız olsun.
Bir keresinde şirki ve küfrü
anlatmıştım birine. Adam bocaladı, sendeledi, evine gitmiş. Arkadaşı namaz
kılmak istemiş ve haydi namaza diyerek onu da namaza davet edince: Yok! Demiş
ben namaz kılmıyorum! Niye kılmıyorsun? Kılmıyorum çünkü biz müşrikmişiz! diyor.
Halbuki ben ona bunu anlatmadan yana değildim! Böyle bir niyetim de yoktu
Allah bilir. Sadece ona şunu anlatmak istemiştim: Biz şu anda bir müslümanlık
yaşıyorduk ama meğer ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat değilmiş.
Öyleyse Allah için biraz daha gayret emek zorundayız ı anlatmak istemiştim. Ama
adam bunu çok farklı anlamış.
Meselâ bakın, Kur’an’da “dikkat
edin! Bu iş sizi cehenneme götürüyor! Bu işin sonu cehennem! Soluğu cehennemde
alacaksınız! Aklınızı başınıza alın!” diyen âyetler vardır. Ama bu âyetler:
Tamam işiniz bitti! Piliniz bitti! Ümidiniz bitti! Canınıza okudum! demiyor
yâni. Peki ne diyor? Ey kullarım, gelin yanlışlarınızı anlayın! Eksiklerinizi
anlayın! Haddinizi bilip hatalarınızdan dönün! diyor. Yapmayın bir daha böyle!
demek için geliyor ya. Öyleyse ben de diyorum ki, ey Müslümanlar kitap
karşısındaki tavrımızı bir daha gözden geçirelim! Kitap karşısındaki tavrımızı
bir daha sağlamaya alalım! Bu konuda kendi kendilerimizi bir daha yargılayalım,
bir daha sorgulayalım! Acaba Rabbimizin bu dediği bizde var mı, yok mu? diye
bir silkinelim, bir kendimize gelelim, bir gayret edelim içindir bu.
Veya en azından bizde, bizi
rahatlatacak bir ümit ışığı da var mı? Tabi onu da söyleyeceğiz. Bazen bu
yanlışa düşerken, bunun kabul edilmemesi gereken bir ortam olduğuna dair bir
sa'yimiz var mı? Bir üzüntümüz var mı? İşte biz, en azından bunda müslümanız
demektir. Bakın, bu halimizle kâfiriz demedim yâni, diyemem de zaten. Ama
Allah korusun Kur’an uyarsa da uyarmasa da bizim için fark etmiyorsa,
dünyamızda Kuran ha var ha yoksa, meselâ Kur’an okumaya başlamadan, Kur’an’la
eğitim ortamına girmeden önceki bizle Kur’an okumaya, Kur’an eğitimine
başlayan biz pek fazla fark etmiyorsa, yâni okuduklarımızla hayatımız
değişmiyorsa, o zaman denktir gibi görünüyor ve korkuyorum bundan. Okuyoruz
ama okuduklarımız bizi uyarmıyor demektir. Okuduğumuz Kur’an bizi ha uyarmış
ha uyarmamış fark etmez demektir Allah
korusun.
Ama bütün bu olumsuz tabloya
rağmen şöyle bir iman kıvıl-cımı, şöyle bir amel hareketi var bizde. Şöyle
minnacık ta olsa bir devinim var bizde. Peki nedir o? O şudur bakın: Kur’an
okuyuşumuzun, Kur’an’la beraberliğimizin bizde oluşturması gereken o
hareketliliği, o değişikliği, o uyarılmışlılığı fark ettiğimiz anda üzülüyoruz.
Pişmanlık duyuyoruz, silkiniyoruz ve hemen biraz biraz gayrete geliyoruz. Bir
çabalamanın içine giriyoruz. Bu durum biraz biraz bizi serinletirken, biraz
sevinmeye başlarken, ama o zaman da karşı sayfadaki âyet karşımıza çıkıyor ve
şu soru aklıma geliyor: Yoksa şimşek çakınca onun aydınlığında biraz yürüyoruz
da sonra zifiri karanlıkta kalıverenler gibi mi oluyoruz? Yâni münâfıklar
gibi mi oluyoruz? diye ürkmeye başlıyorum.
İşte bunlar, bu düşünceler, bu
kendi kendimizi yargılama ce-sareti bizi ürkütecek, korkutacak, ya da daha bir
gayrete getirecektir. Ya bu halimle cenneti kaybedersem! Ya Allah’ı memnun
edemez-sem! Ya cehennemi boylarsam! Derdine düşürecektir bizi ve daha dikkatli
olma hassasiyeti kazandıracaktır..
Kalplerini düşünüp değerlendirmek
için, muhakeme ve münakaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan
insanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne anlatıyor
Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip onunla
pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu?
Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar
bunlardır.
Sanki gözlerini yeryüzündeki
milyonlarca Allah’ın meşhût âyetlerine kapamış, kulaklarının şu elimdeki
metluv âyetleri duymasına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme
ve münâ-kaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada anlatılanlar.
Bir bakıma bu ve benzeri âyetler,
toplum karşısında Peygamberin konumunu belirleyen âyetlerdir.
1- Birincisi; Kur’an’a karşı,
Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir tavır takınan insanlar karşısında
Peygamber üzülmemeli, ümitlerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla
uyaran, kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle
vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da olabilecektir.
2- İkincisi; Peygamber bu tür
çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını
bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin
uyarısında bulunan âyetlerdir bu âyetler. Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu
uyarılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle
bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da
fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsaviymiş. Madem ki bu insanlar iman
etmeyeceklermiş. Madem ki uyar-ma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız.
Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıverelim bu işi
diyeme-yiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısından
böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:
“Peygamberim, senin için
müsavidir” denmemiş. Peygamberim, sen onları uyarsan da uyarmasan da senin için
fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir! denseydi o
zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda serbest
olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda serbest olacaktık. Yâni gerek
Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler dilediklerimizi
uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçece-bilecektir. Bu iş bizim
arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor da:
“Onlar için müsâvidir” denmiş.
Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark etmez denmemiş de,
onlar için fark etmez denmiş. O halde sen uyaracaksın Peygamberim! Sen onları
uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik veçhesidir. Ama bu işin bir de
uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen uyarsan da, uyarmasan da fark etmeyecek
insanlar da olabilecektir.
Öyleyse biz uyaracağız insanları,
uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veçhesi. Bir de bu uyarı işinin uyarılanlara
yönelik veçhesi vardır ki kimileri bu uyarıya müspet cevap vermeyecektir. Ama
bu bizim problemimiz değildir. Biz her hal ü kârda insanları uyarmak,
insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak zorundayız. Çünkü kim
uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır takınacak, kim vurdumduymaz
davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu bilmiyoruz. Bu konuda şunlar
şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak,
uyarıyı kabul edecek, ama bunlar bunlar etmeyecek, diye elimizde bir liste
yoktur. Onun için bunu kendimize problem edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.
Peki niçin iman etmezmiş bunlar?
Niçin uyarıya karşı nötr davranırmış bunlar? Uyarının varlığıyla yokluğu niçin
müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş sebebini Rabbimiz bundan sonraki
âyetinde şöyle anlatıyor:
7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap
vardır."
Allah onların kalplerini
mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş
gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.
Allah onların kalplerini
mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özelliklerini de alıverir.
Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz,
anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
" Gözleri üzerinde de perde vardır."
" Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor."
Yâni kalpleri
mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler
ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyarlar ama sanki işitmezler. Kalpleri
vardır, ama sanki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.
"Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri
vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmezler. İşte bunlar
hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan daha da şaşkındırlar."
(A'raf: 179)
Gaybî konulara tüm kapıları,
pencereleri kapanmıştır onların. Mü'minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler
bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la
ilgilenmemiş-lerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlardır.
Karanlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamışlardır.
Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın Rasûlü:
"Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar
ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir."
Buyurur. İşte kalbin
mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle
anlatır:
"Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar
kalplerinin üzerine pas bağlamıştır."
(Mutaffifin: 14)
İşte böyle kalp günahlarla,
işledikleri nanelerle örtülünce, Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir
kabın üzerine mühür vurulmuşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o
damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman girebilir. Peki
acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız. Yâni eğer bu kâfirlerin
kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne
bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir yâni burada? gibi bir soru
hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûresinde Rabbimiz bakın şöyle buyurur:
" Ben kullarıma zulmedici değilim”
(Gâf: 29)
Yine A'râf sûresinde bir başka
âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurmaktadır Rabbimiz:
"De ki Allah
kötülükleri emretmez "
(A'râf: 28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl
telif edeceğiz? Âyetlerden ve hadislerden anladığıma göre Allah herkese bir
kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici,
mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün
Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri,
hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da
kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu.
Yâni kul bizzat kendi özgür
iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a şöyle der: Ya Rabbi,
ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi kullanmak istemiyorum.
Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne de senin âyetlerini
duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kalbimdeki kilidin kapanmasını
istiyorum, diyerek kapattırır onu. Kalplerin kilidinin açıcısı ve kapatıcısı
olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Allah da onun bu tercihini onaylayarak
kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir Ömer gelir, kırk yıllık
bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya Rabbi! Ben ne kötü bir
tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu kalbimin açılmasını
istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu yeni tercihini onaylayan
Rabbimiz de onun için kalbini açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan
ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki bu açma ve kapatma
işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni tekrar müracaat hakkınız
vardır de-miştir Rabbimiz.
Yâni insan kâfirken kalbi
mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir kalbini ve
müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet olabilir.
Bu durumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne yapılır?
Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür zaten. Ama yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş
veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman
oyuncak oynar gibi aç kapat, aç
kapat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu, kâfir oldu, müslüman oldu, artık
bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbi-mizin şu âyeti gündeme gelecektir:
"Onlar ki iman ettiler. Sonra küfrettiler. Sonra
iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfiret edecek
değildir."
(Nisâ: 137)
Yâni adam önce inandı, sonra
inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra
kapattırdı. Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu
dinle alay, Allah’la alay anlamına geliyor ki, Allah sonunda onun tevbesini
kabul etmiyor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün
temel felsefesi neymiş? Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız
kalmakmış. Yâni Allah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla
ilgi kur-madan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı demekti.
Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karışmasının
habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazısının
değişmez kitâbesiydi kitap. İşte bu kitap karşısında, bu kitabın uyarısı
karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama.
Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha
düzgün bir şekilde söyleyelim inşallah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi
reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali
Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın
Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu
uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandırsaydınız olmaz
mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine
Ra-sûlullah buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tut-saydı dinden
çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çık-maz!” Yâni bir
peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutuyor demektir buyurmuştur.
Böyle olunca biz birilerine din
anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara kâfir damgası vurmayalım.
Bizim anlayışımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi ben dinimi Kur’an’a
dayandırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı Kur’an’dan almam! Ben
Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine giriyorsa, yâni dinin aslını
ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin kâfirdir. Ama benim bu âyetten
anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu reddediyorsa, ona da hemen kâfir
damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı, Kur’an’ı değil de, benim ondan
anladığımı reddetmiştir.
Demek ki Kur’an karşısında insanları
ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol
bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü'minler. Sürekli kitapla beraber
olup hayatlarını onunla düzen-leyen muttakiler. Yâni yaptıklarını ve yapmadıklarını
kitaptan delillen-direrek kitap rehberliğinde yürüyenler. Eylemlerini, düşüncelerini,
ba-kışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler. Ben bunu kitabın şu âyetine
göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre terk ettim diyebilenler. Vahyi
tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını yaşayan-lar.
Olanlar. Kitabın uyarısının
varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış,
ha uyarmamış fark etmez yaşa-yanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu?
Bundan habersiz yaşa-yanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide
yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap
karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu
bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın
Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:
8:"İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Allah’a
ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama
muhataplarım! Beni dinleyenler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki,
şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin
çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız,
birine takvalı damgası vuracaksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir
damgası vuracaksınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt
edemezsiniz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler
vardır. Onun tevilini Allah’tan başkaları bilemez"
(Âl-i İmrân: 7)
Yâni Kur’an’ın topluma
indirgenmesini gerçek olarak herkes bilemez. Ama Allah kesin bilir.
"İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık."
(Âl-i İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak
istediğini anlayabiliriz belki, ama o âyetin anlattığı ile toplumsal
problemlerin çözümünü birleştirmek herkes için mümkün olmayabilir. Âyetin
anlattıklarını toplumsal problemlerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin
işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi
böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu
şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi
sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer Efendilerimiz bazen yanılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat
haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söylerse
ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efendimiz
Âl-i İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka
bir şey değildir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o
ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi
döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi döneceksiniz) Her kim gerisin geriye
dönerse bilsin ki Allah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âl-i İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya
âyetin o hadîseye intibakını öğrenen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu
âyeti yeni duymuş gibiyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli namazlarında
da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda kuramamıştır.
Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle
hareket ediyorlardı. Bakın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki."
E kim bunlar? Münâfıklar mı?
Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimileri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net
iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi
Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a
karşı ilgisiz kalanların tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli
tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlattığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü
tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider
gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlardır.
Ne onlardandır ne bunlardandır..."
(Nisâ: 143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir
sarkaç gibi imanla küfür arasında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca
ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasında
olacaklardır."
(Nisâ: 145)
Ulemâ demişler ki bunlar
münâfıklardır. Aslında münâfık demeye de biraz cesaret ister yâni. Çünkü bazen
kâfirdir bunlar. Bakıyoruz sûrenin 17. âyetinde:
Diye örneklenerek anlatılan bu
insanlar için âyetin devamında:
Denivermiş. Yâni bu insanların
kâfirlikleri beyan edilivermiş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi?
Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sayılacak
işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın,
selef ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine
geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi
önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendilerine iş edinmiş,
dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve
edepli davranmış. Bunlara kâfir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın
gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir
demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde
taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri
olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir
biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz var-maz, cesaretimiz olmaz.
Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam
müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz
kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: "Ey Ebu Zer!
Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!”
demiştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama
sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek
ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir
özelliğin var oluvermesi, şirk özelliği veya nifak özelliğinin var oluvermesi
onun müşrik veya münâfık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk
olduğunu, münâ-fıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimsemişse,
varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu kabullenmişse,
işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır elbette.
Bu özellikler, demek ki bizim çok
titiz ve dikkatli davranacağımız, böyle kılı kırk yararcasına üzerimizde bulundurmamaya
çalışacağımız, gayret edeceğimiz, karşımızdakinde varlığını sezince de kulak
kabartıp: “Aman ha! Ne olur ne olmaz! Bu adam yolunu kitaba sorarak
bulmuyormuş! Hayatını kitaba danışarak yaşamıyormuş! Öyleyse ben de bu adama
danışmamalıyım! Evimi, mutfağımı, ticaret hayatımı, okumamı, yazmamı bu adama
sormamalıyım! Bununla bu konuları istişare etmemeliyim! Beni de saptırabilir!
Ben de şirke düşebilirim!” diye, böyle bir teyakkuz halinde, böyle bir
hassasiyet içinde olalım diyoruz.
Peki neymiş bunlar? Neymiş bu
özellikler? Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri,
muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da
uzunca münâfıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların durumunu,
bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin
kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur:
Küfür meselesi de, iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net
bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve
hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda
her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler.
Hareketlerinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak kolaydır.
Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan
münâfıklar çifte standart uygula-dıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak
kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min
ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki
Allahu âlem Rab-bimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz
ede-cek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize
tanı-tacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve
müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır
diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın
yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve
tehlikesinin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu sebeplerden dolayı birkaç
âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlatmaya
başlayacak. Bakın derler ki bunlar:
"Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama
onlar inanmamışlardır."
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben
bilemem ki inanıp inanmadı-ğını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelime-i
şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl
öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?”
şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Ra-sûlü, o aslında
müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için
kelime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan
Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın mı?"
Öyleyse inandım! Dediği halde,
şu aşağıda sayılacak işleri yapan
insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üzerinde taşıyan kişiye
inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız.
Çünkü:
9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar."
İnandım sözlerinin altında bu
aldatmaca yatmaktadır. Demek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız.
Ya da inandım diyen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkesten
önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafazanallah eğer ben,
benden önce karşımdakini anlamaya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya
çalışırsam, Allah korusun da o zaman
ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle
çevresini aydınlatan, ama sonra kendisi karanlıklar içinde kalan insan gibi
olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek is-temiyorsam, önce
ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyorum: Allah’a inanıyorum diyorum.
Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam!
Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam!
Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri
aldatmaya çalışırlar."
Allah’ı ve mü'minleri aldatırlarmış
onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi
öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür
Allah ve mü’-minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah korusun da ya bizim
duru-mumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle
yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçenler-sensek: Tamam
Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne
yapayım anam ya Rabbi! Ne yapayım ba-bam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi!
Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi,
kılacağım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüneceğim de
okul bitmedi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerektiğini anladım da ya
Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin vermiyor!
Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır basıyor! Modaya karşı gelemiyorum!
Toplum yadırgıyor! Çevrem müsaade etmiyor! diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek.
Ya da kitap ve sünnete
çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan
müslüman olamayacağımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah
bekler yahu! Allah kusura bakmaz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek
o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.
Onlar Allah’ı ve mü'minleri
aldatmak isterler. Allah ve mü'min-lerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları
halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak
kullandıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları aldatmak isterler. Daha önceki
âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten ibaret
değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni
inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile
ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm münâfıkların da müslüman
sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyip duruyorlar!"
(Âl-i
İmrân: 167)
Buyurur âyet-i kerîme.
Bakın bu tip insanlara diyor ki
Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da farkında
değillerdir."
Allah buyurur ki: Sizler ey
inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla
ancak kendinizi kandırabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları
kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de
kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını
alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla
öldürürsünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama
ona can cennette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde
iman gösterisinde bulunarak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler.
Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı
tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en
büyük bir şeref, hem de onlardan korkmamaları konusunda en büyük bir
destektir. Aynı zamanda münâfıklar için de en büyük bir tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla
başkalarını değil, ancak kendi kendilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1-Bu zavallılar, tavırlarıyla
gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
Dünyada inanmış göründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İslâm’ın
hükümleri uygulanır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar." (Nisâ: 145)
2- Bunlar niyetlerini gizlemeye
çalışırken Allah’ın kalplerden geçen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla
kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
3- Bir de Allah’ın onlarla ilgili
âyetler göndererek durumlarını açığa çıkaracağını bilmediklerinden
durumlarının perde arkasında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar
ama:
"Şuurları da yoktur bu konuda."
Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını
artırmıştır."
Demek ki bunların kalbi
hastaymış. Kalplerinde hastalık varmış. Ama bunlar tedaviden yana da
olmayınca, Allah onların hastalıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin
hastalığını nasıl anlayacağız? Kalbi
hasta olmak ne demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu
sefer üç çeşit kalp sunuyor Allah bize:
1- Birincisi kâfirin kalbi:
Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da
kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı kesil-di!"
(Bakara: 74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi
taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır.
Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır."
(Bakara: 74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır.
Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş,
oksijen, rüzgar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkırırken,
kimileri yerinden kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın
âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmaktadır. Allah’ın âyetleri taşların
içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip
onlarla türlü şekiller alırken, kâfirin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın
yağmur, kar, güneş, rüzgar, oksijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden,
ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden
etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz ede-memektedir. Âyetler
bunların kalplerinde tesir icra edememektedir. İşte kâfirin kalbi böyledir.
Taşlardan bile kaskatıdır.
2- Bir kalp türü daha vardır ki,
o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın
iki tür âyeti vardır. Birisi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel
dediğimiz şu elimdeki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze
hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, insanlar, bitkiler,
hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşahede edilen göze yönelik
âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen
kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain
olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer."
(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyet-i
kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur.
Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü
kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup
doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında
Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rablerine
tevekkül ederler."
(Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri
okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar,
sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin
bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimizdeki
şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da Bakara
:260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm:
“Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini gör-mek istiyorum!”
demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” bu-yurunca: “İnanıyorum ya
Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun için"
(Bakara 260)
İstiyorum bunu!” Demişti. İşte
kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede
edilen, görülen âyetlerini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.
3- Bir de bu ikisinin
arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin
hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki, kişinin ruh ve
bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun
adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun
morardığını kimse görme-miştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin
hastalığını anlaya-bilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma
imkânımız olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat
ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması
gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı
zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı,
tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir.
Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü
böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki
şeyden kaynaklanır:
1- Madde noksanlığındandır. Uzun
bir süre hiçbir şey yenmemişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya mecburdur.
2- Madde fazlalığındandır. Beden
çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak
zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulmasına
sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de kişide irade ve tasavvurun
bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan kişide:
1- Tasavvur bozulur. Yâni
hakikati göremeyecek, yahut da olduğundan farklı görecek şekilde birtakım
şüphe ve tereddütlere maruz kalır.
2- İrade bozulur. Yâni insan o
zaman, doğru olandan hoşlanmayıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale
gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret
edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale gelecektir.
Nasıl ki beden hastalığı ya gıda
eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının
kaynağı da böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda
fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayıdır
ki:
"Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır."
Âyetindeki maraz
kelimesi pek çok müfessirlerce
bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey
hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve
tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum
kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe
bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasû-lü:
"Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şifası
sormaktır."
Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru
olan Allah; yukarıdaki âyetlerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan
bahsetmişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri,
ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş görsel âyetler
olduğunu haber vermişti. Bu münâfıklar bu âyetlere yönelmediklerinden,
tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıdasını almadık-larından dolayı
kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye, Allah bilgisine, vahiy
bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri has-tadır. Allah’tan gelen mutlak
doğru bilgiler onların kalplerine girmedi-ğinden kalpleri şüphe, tereddüt ve
cehalet bulutları tarafından istila edilmiştir.
Bir de beden nasıl ki, ondan
zararlı şeyleri atıp faydalı şeyleri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp
de ancak onun sıhhatini bozacak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik,
şüphe ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine
kavuşacaktır. Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam
felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki,
bunlar atılmalıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma gitmediklerinden,
uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir olamıyorlar, ama
mü'min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kaldıklarından dolayı hastalıkları
arttıkça artıyor.
Burada aslında Cenab-ı Hak,
nifakın sebebini anlatıyor. Münâfıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor.
Nifakın sebepleri tespit ediliyor. Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini,
içini kemiren psikolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır
ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır. Kişi iman ya
da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, hayatında
iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun hayatına birtakım
programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.
Ama bir adam düşünün ki ne iman
adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü'min değilken mü'min gibi
ameller işlemeye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey değildir. Böyle inanmadığı
bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan kaynaklanmayan kişi, kalben hasta
demektir.
Maraz aslında bir şeyin
aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illettir. Fıtrat-ı aslîyesi gereği her
kalp sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı,
yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi
sükûnete ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir.
Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler.
Allah’tan şüphe ederler, mü'-minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler.
Hattâ kendilerinden bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu
konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni
kıyas-ı nefs ederler. Allah, peygamber, kitap, mü'minler, dağlar, taşlar,
denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatıyor zannederler. Ama zevk-lerine,
keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlardan şüphe etmezler.
Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidi-şimin sonu nereye
varacaktır? Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü'min
zannederler. Mü'min yanında mü'min, kâfir yanında da kendilerini kâfir
zannederler. Bütün bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü
şuurları da yoktur bunların diyor Rabbimiz.
"Allah da
onların hastalıklarını artırmaktadır."
Bunun bir kaç mânâsı vardır:
1- İkiyüzlülüklerinin bir müddet
için başarılı sonuçlar verdiğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar
ve emin bir şekilde yollarına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını
artırmaktadır.
2- Ya da onların nefislerine ağır
gelecek, yeni yeni âyetler göndererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler
göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir
bunun mânâsı.
3- Bir de hastalık, hastalığı
doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet,
zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı çağıracaktır.
Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir. Bir yalan
söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina edecek,
arkasından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ileride nihâyet bedenle
bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından ikinci bir
kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonunda sarhoş olup hanımını boşamaya kadar
götürecektir işi. Bir video alacaktır evine, sonra çirkin bantlara
uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın
kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diyecek, sonra da politize olmak
isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye
çalışacaktır. Bir hastalık daha baş-ka hastalıkları doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi
münâfıkların kalpleri hastadır ve Allah bunların hastalıklarını artırmaktadır.
Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız? Yâni nifakı ve
münâfıklığı lânetleyen Allah, acaba niçin onların nifakını artırıyor?
Allah’ın, onların nifakını artırması, aslında Cenab-ı Hakkın yeryüzünde
eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır. Yâni ister iman
olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gereken şartları ve
imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi bizzat kendi hür iradesiyle
gerçekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda kullanmışlar,
Allah da istedikleri şeyi yaratmıştır, diyoruz.
Zira bu adamlar böyle bir duruma
gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan
vazgeçme imkânlarını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân
dönebilirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları
anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
"Yalan söyleye geldikleri için onlara acıklı bir
azap vardır."
Yalan saymalarından ötürü onlar
için elim bir azap, elem verici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan
sayıyorlardı onlar.
Yalan sayıyordu onlar. Yalan
saymak. İnkâr ediyorlardı değil bakın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş
yalan saymak? Yalan say-mak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek
olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerektiğini bugüne
kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorlanırdım. Ama
Buhârî’yi okuyordum elhamdülillah, Buhârî’de Allah karşıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur
ki:
"Çarşı pazarda insanlar
dükkan ve tezgahlarıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: "Savulun!
Dağılın! Kaçın! Başınızın çaresine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi
kılıçtan geçirecek” Bu haberi tasdik edenler, saddaka yapanlar hemen
hazırlanıp kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam
yalan söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var,
benim kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp pazarıma konmak istiyor
da ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan
böyle oyalanıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler” diyor.
Rasûlullah Efendimizin bu
beyanına göre kezzebe; inkâr etmek değildir aslında. Adam sözü anlıyor, söz
olarak kabulleniyor. Tamam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor, kılıçtan geçmek,
geçirilmek nedir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile göstermiyor. Gereğini
yapmıyor. İşte yalan saymak budur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş
dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor!
Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk nedir? Bunu
biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine de giymeden
çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması
gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir sûresinin
son bölümünde anlatılıyordu:
"Bizler din gününü yalan sayanlardandık."
(Müddessir: 46)
Deniyordu. Dünyada mü'min görünen
suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin
kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle
soruyorlardı:
"Hayrola ya! niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık filan
mı oldu?"
(Müddessir 42 )
Siz mü'min değil miydiniz? Ne
işiniz var sizin burada? Buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan
birisi de:
"Biz din gününü yalan sayardık."
(Müddessir 46 )
Bakın din gününü inkâr ederdik
değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor
ki, evet. Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem
var mı? Evet. Peki Allah kâdir mi? Yapar
mı bunu? Evet, evet, evet. Hepsine
inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış
etmeden yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek
mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç
etkisi yok.
Yâni imanının, inandım dediği
şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi
gerektiğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslü-manlık
olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur.
Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah.
İnancımızı sadece söz planında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı
hayatımızla, eylemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.
11:"Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Denildiği
zaman."
Böyle yaşayanlara, bu
tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın!
Yâni yaşadığınız bölgede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de
kişinin yaşadığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle denmişti:
"Muhakkak ki Firavun yeryüzünde bozgunculuk yapıyordu."
(Kasas: 4)
Yeryüzünün her yeri değil tabii.
Sadece Mısır’da yapıyordu Firavun bunu. Ama âyet-i kerîmede yeryüzünde
denmiştir.
Onlara: Bölgenizde bozgunculuk
yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır? Selçuklu mudur? Karatay mıdır?
Türkiye midir? Afganistan, Pakistan mıdır? Herkes kendi bölgesinde veya kendi
evinde, kendi dükkanında bozgunculuk yapmasın! Denildiğinde derler ki:
"Bizler ancak ıslah edicileriz! Derler."
Hayır, biz bunları, bu
yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Düzenlemek için yapıyoruz derler.
Allah diyor ki bakın:
12:"Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında
gerçek bozguncular da farkında değiller!"
Ey mü'minler! Ey Kur’an’ın
muhatapları! Ey Kur’an’la çevreyi tanıması gerekenler! Ey hadîselere
Kur’an’ın gözlüğüyle bakması gerekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de
çevrelerini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli
dinleyin ki:
"Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!"
Sakın ha! Bu insanların kendi
kendilerine düzenci kesilmelerine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen
bozucudurlar.
Peki düzen bozmak ne demektir?
Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği
şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik,
fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü'minin tavrı, diğeri
de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın sonu-cu,
diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel amel-i salihtir.
İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan
şeydir. Yâni fesat bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve
ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği
arzda bir vakte ka-dar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından
bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk
değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil
intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene
koydu, Adem’i ve soyunu gönderdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği
zamanlar düzen devam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular,
ifsadı gerçekleştirdiler.
Meselâ bir eve yeni bir gelin
gelir. Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu
sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte
gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin
denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenab-ı Hak da Hz. Ademe
Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti:
Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin!
Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini
bildirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken,
denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.
İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın
koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi.
Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu
bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından
yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasından yine
bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i,
Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’-dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık
başka peygamber gelmeyecektir.
Evet bozmak demek; Yeryüzünde
Allah’ın koyduğu düzenini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına
çıkmak, Allah’ın istediklerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların
işidir.
Meselâ bir zamanlar Afganistan’a
gidenler düzen için gidiyor-lardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi.
Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir
bozukluk gördüklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar.
Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için
yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen
değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.
Ali Şeriatî’nin ifadesine göre
Fransız Renault fabrikasının sahibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin
altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu
arabayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak
zorunda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda
kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabrikanın müdürü patronuna sorar:
Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini bozduk? Neden bu insanları
da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz
at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım,
pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine
kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra
da onları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleştirirler.
Bu değişim, ya da toplumların
düzenlerini bozma her zaman böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri
bu münâfıkların ken-dilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak
diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silahlar konuşmaya
başlar ve toplu imhâlâr devreye girer. Meselâ bu münâfıkların değişimini
kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz binlerce Brezilyalı
yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkların kendilerine empoze
ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye
yanaşmamak. Tüm dünyada düzenleme adına düzensizliği ikâmeye soyunan bu
münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz
milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir.
Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir.
Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak
yaptıklarını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzensiz,
barbardı.
1942 yılında kendini dünyanın en
medeni milleti kabul eden İngiltere, Çin'i top ateşine tuttu. Sebep neydi
dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu
afyonu da Çin’e Japonya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.
Japon halkı ayak diretmiş, bizim
törelerimizde afyon içmek yoktur, biz bunu kullanmayacağız diyordu.
İngilizlerin silahlarına hedef olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.
Ama işin acısı bu defa batılılar
afyondan daha zehirleyici, eroinden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal
ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar.
Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip
diretenler oldu mu silahları konuşmaya başladı. Sadece Cezayir ve Tunus'ta
iki milyon insan Fransızlar tarafından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin
Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler.
İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da
bu bozukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.
Eğer bir ülke insanı kendi
değerlerine sahip çıkıp bunların empoze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye
kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu
barış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini
yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın
kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri demokrasi hâkim olsun.
Bunlar düzen bozucudurlar, bunlar halis münâfıktırlar.
Dönüyoruz şimdi kendimize:
Elektrik kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm
eşyaları sokağa dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim.
Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm
onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da
bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız
için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi
kafamıza yerleştirdikleri-miz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa,
biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı
şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım
kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bilir bilmez
bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan
yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın
dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek,
acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği
kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza
yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların
okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir
şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğrenirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.
Soralım Rasulullah’a: Ya
Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları
yeniden bir yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz
ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğreniyor doçent
olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk düzen olacaktır elbette.
Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüştürmek ve hayatı onunla düzenlemek
üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.
Bunun dışında, meselâ şehri
yeniden düzenlemek için başa geçirelim birini, veya adam işte okulda düzen
için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen
için. Eğer Allah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğumuz kurallara
düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozuculardanız demektir, Allah korusun.
Meselâ hanımın şöyle davranması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen
demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna.
Perdenin şeklini şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna
izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer
şöyle diyorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni?
Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir.
Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan
kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bozukluktan bahsediliyor
burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor
âyet-i kerîmede. Bakın:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın."
denmiştir. Sonra da iman konusu
gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin
hayatında görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev
yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta görüntüsüydü,
ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planının kurallarını
koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu tabii.
Demek ki biz, bulunduğumuz
bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine
kadar hayatın düzenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Meselâ kazanma ve harca-ma
düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de
bozguncuyuz demektir Allah korusun.
Meselâ insanın eğitiminde düzen,
kesinlikle Allah’a sorulma-dan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya
ve demişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde
şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan
yapılıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya almak şöyle dursun, adına
bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a
sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalışanların yaptıklarının tümü
ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalışanların yaptıklarının tamamı ifsattır.
Allah’ın düzeninden habersiz kılık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların
tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.
13:"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin!
Denilince."
Kendilerine: “Şu mü'minlerin, şu
insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!”
Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı
kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü'min gibi
İslâm dairesine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görüntülenmesi
onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer namaza inanıyorsanız
haydi kılın! Tesettüre inanıyorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni
mü'minler gibi imanınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da
iman diyor Bakara’da. Öyle değil mi? Hani mü'minlerin kıblesi Kudüs’teki
Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilince liderlik İsrâil oğullarından
alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu hazmedemeyen
yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble
doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz
doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyorlardı da Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü'minler:
"Allah asla
sizin imanlarınızı zayi edecek değildir. Allah kullarına karşı Raûf ve
Rahîmdir"
(Bakara 143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz
zayi oldu dedikleri namazdı. Halbuki Allah "Sizin imanlarınızı zayi
edecek değildir." buyuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi.
Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bütündür.
İşte onlara siz de Mü'minler gibi iman edin! Siz de mü'minler gibi imanlarınızı
görün-tüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’-minler
gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışardan bakıldığı zaman sizin
hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler
ki:
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?
derler."
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu
bayağı insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler.
Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı,
konuşucuları ayrı. Bizler edebiyatını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın,
biz onlardan değiliz derler.
"Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler
kendileridir. Fakat farkında değiller."
Gerçi beyinsizler,
beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapıklar, sapıklıklarını ne zaman
anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih
diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih
dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı alçaklar. Bu sefihler gibi mi
iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanların aynı şeyleri söylediklerine
şahid oluyoruz. Adama diyorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de
böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat
şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzının tadı yokmuş yâni!
Zevkleri yok-muş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına
davet edildiklerinde onu akılsızlıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar.
Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini
bilmeyenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağzının
tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konusunda, ev tefrişi
konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi
konusunda, hademesine davranışları konusunda Allah’ın istedikleri
hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşıyoruz?
diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir diyebiliyorlar
alçaklar.
Meselâ bir arkadaş bilirim,
bugüne kadar tanıdığım sanayiciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine
en iyi davranan, en güzel muamelede bulunan birisi. Paralarını bol bol
veriyor; izinlerde, düğünlerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor.
İşçilerinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca yakından
ilgileniyor, evlerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elinden gelen her
şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini artırdı,
parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun
dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her
şeyi değişirken berikiler neden yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu
arkadaş? Kazandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil
mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir
değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne
yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık
laflarını bırakalım da çalıştırdığımız insanları, ya da sırtından
kazandığımız insanları kendi hayat standartlarımıza yakın bir hayata
çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışalım.
Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğrenelim inşallah. Hep
asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne
sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az
önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozmadır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim?
Bakın onu, sefihin kim olduğunu Rabbimiz anlatıyor:
"Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur"
( Bakara: 130 )
Sefihler İbrahim’in dininden,
İbrahim’in yolundan yüz çevirenlerdir. Öyleyse adamlar kendilerini tam
karşıda görüyorlar. Mü'min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini
görüyorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz
çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince
de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere
mahsus kabul ediyorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman
etmelerini düşüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını
bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.
14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde derler ki: İnandık!"
"Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile
baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler."
Evet,
müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de
inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeylerin biz de mü’miniyiz derler.
Ama müslümanlardan uzak akıl hocalarıyla özel mahfillerde buluştukları zaman
da onlara derler ki: Biz sizinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin
yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze!
Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o
müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu
yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde
Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar
ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında
bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi
yaşıyoruz! Sadece bu tür lâkırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz!
Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek
zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl
hocalarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağlamaya
çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.
Amerika’daki,
İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel
mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf
müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman biz de
müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık
dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün
inşallah bu müs-lümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu
uyarına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basiretine
ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen
müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetlerini insanlara
ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle
diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların
alçaklıkları, Allah tarafından bu kadar
açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü'minlerin gayızları kaynar,
sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hakkın hemen
bunları kahretmesini veya kendilerine: "Bu hainlerin hemen kökünü kesin!
İşlerini bitirin bu alçakların!" gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini
beklerler Allah’ın. Mü'minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle,
nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü'minlerin hamiyet-i diniy-yelerinden
ötürü bu dereceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heyecanları
yatıştırmak, mü'minleri teskin etmek için bakın şöyle buyuruyor:
15:"Hakikatte Allah
onlarla alay eder ve kendileri-ni taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde
bocalar bir halde bırakır."
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz
müslümanlara şöyle buyuruyor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza
ediyorum! Ben onları maskaraya
çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz azgınlıklarına meydan
veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlayacağız acaba? Yâni nasıl
bir istihza ediyor Allah onlarla?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman
muamelesi yapılıyor. Gerek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı
müslü-manlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar
her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır.
Müslüman olmadıkları halde biz de müslüma-nız diyen insanlardır. Kalpleri
kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun
içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bunun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben
inanmadıkları İslâm ahkâmının tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı
içinde bırakmak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte istihza-i
İlâhîden kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inanmadıkları
bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu
tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile
müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın.
Ama işte mertçe seçimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu
insanlar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar.
Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle
anlamaya çalışıyoruz.
B- Bir ikincisi de bunlar
kendileri vapuru kaçırdılar ama bunların çocuklarından ciddi müslümanlar
çıkmasına imkân hazırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına
İslâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre
etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin
veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermiyor
ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri
boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle
anlıyoruz.
C: Bir de hadislerde
anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı
kıyamet günü gerçekleştirecek. Nasıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehennemin
kapılarını açıp: “Haydi ey kâfirler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyurarak
onlarla istihza edecekmiş. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten
çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak
üzere kapıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek ve
bunlarla bu şekilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on
binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan
âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.
Ve kurtulmak üzere tam kapıların
ağzına geldiklerinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği
andaki tükenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle
istihza ediyor Rabbi-miz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı
müslüman-lara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hürriyeti var,
isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir
diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi
müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapıları kapatıp tek tek müslümanları
topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel”
Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir
anlıyoruz.
16:"İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almışlardır.
Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bulamamışlardır."
Hidâyet tam ellerine geçmişken
onu bırakıp da dalâleti, sapıklığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti
satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih
ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri
kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma imkânları da kalmadı. Ticarette
iki maksat vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr
etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun
sermayeyi bile koruyamadılar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir
adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile
kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı,
sermaye hidâyetti. Hidâyeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr
etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her
amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren
insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı
için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.
17:"Onların örneği şu m
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir
ifade mantığı vardır. Allah soru sorar
Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından bakıyoruz:
"İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bunları
vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz."
(Hud:
49)
Deniliyor. Bunlar gayb
haberleridir ki biz onu sana vahyediyoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi
bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir
şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle
ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir.
Amenna. Meselâ bakın Cenab-ı Hak yine soruyor:
"Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek olduğunu?
Ama sen nerden bileceksin bunu?"
(Kaaria 1,2,3)
Diye bir soru soruyor. Ama aynı
Allah yine kitabının başka bir yerinde
kendisine soru sorulan bu insan için:
"Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir."
(Ahzâb: 72)
Buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul
guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de
bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz
bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah?
Sorulan kim?
diye tarif buyurduğu insana
soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan
insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir
soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için
bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz caiz değildir. Ve
işte Kur’-an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.
Cenab-ı Hakkın bu anlatım
modellerinden biri de burada olduğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut
konularla sanki zor durum-da bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa,
yâni o konuyu hayata indirgemesi problem olacaksa, o zaman Cenab-ı Hak
örnekleme yapıyor. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz. Meselâ
diyor ki Allah bakın:
"Allah
göklerin ve yerin nûrudur.
"(Nûr 35)
Karmaşa bir konu. Nasıl
anlayacağız? Allah ve nûr. Ne demek nûr? Derken insanı bu karmaşadan kurtarmak
için hemen arkasından bir m
Buyurarak bu nûrun m
Diye buraya kadar
anlatılan insan toplumlarının bir örneğini sunmaya başlıyor Rabbimiz. Buraya
kadar hatırlayın üç grup insan anlatılmıştı:
1- Muttaki olanlar,
2- Kâfirler,
3- Bir de,
Denen üçüncü grupta olanlar.
Peki acaba buradaki örnekleme bu
anlatılan insan gruplarının hepsi için mi? Yoksa sadece en son anlatılan grup
için mi? Tabi insan Arapça kurallarından yararlanarak bu, en son anlatılan
gruba aittir diyebilecektir. Çünkü biliyoruz ki; Arapça’da zamirler en yakına
aittir kaidesi vardır.
Yâni buradaki: zamiri
(Onlar) kim onlar? Kendilerinden en son söz edilenler olacaktır elbette. Buna
göre anlıyoruz ki, burada bu m
Peki neydi o? Tekrar dönelim o
bölüme: Kendi kendilerine kalınca: "Biz müslümanlarla dalga
geçiyoruz" diyenler. Ama müslü-anlarla beraber olunca da: "Ya biz de
müslümanız! Biz de inanıyoruz! Biz de sizinle beraberiz!" diyenler.
İşte Allah bu gruba bir örnek
sunacak. Tanınmaları çok zor olan ve lâkin tanınmalarında müslümanlar açısından
mutlak zaruret olan, İslâm’ın ve müslümanların baş düşmanlarıyla ilgili bir örnek
sunacak. Şimdi eğer biz örnekle anlatılan konuyu anlayabilirsek, yâni örneği
anlayabilirsek, örneklendirileni de anlayabileceğiz demektir. Örnek anlaşılınca
konu da anlaşılmış demektir.
Meselâ ben içinizden birine: Bana
bir halı yapabilir misin? Desem. O da: Nasıl? Ne model? Hangi model bir halı
istersin? Deyince, ben de ona istediğim halının modelini çizmeye çalışsam. Eğer
o benim çizmeye çalıştığım modeli anlayamamışsa, o zaman benim istediğim
halıyı hiç anlayamamış demektir. Örneğin anlaşılması, konunun anlaşılması
mânâsına gelecektir. Bakalım burada da bir örnek sunulacak inşallah, örneği
anladığımız kadar da âyetin anlattığını anlamış olacağız.
Kimi müslümanlar yukarıdaki
âyetin anlattığını anladık da burada anlatılanı anlayamadık filan diyorlar.
Örneklenmek istenen konuyu anladık da örneği anlayamadık diyorlar. Bu benim
anlayabildiğim kadarıyla şundan kaynaklanıyor: Tefsirler bu bölümün anlaşılmasının
zor olduğunu, müşkül olduğunu, içinden çıkılmaz karışık ve karmaşa olduğunu
söylüyorlar ısrarla. Okuyanlar da şartlanıyorlar ve bir şey olmalı herhalde!
Diyorlar. Acaba ne anlayacağız? Nasıl anlayacağız? Diyorlar, zorlanıyorlar,
bir şey de bulamıyorlar tabii.
Bu sefer de: Galiba anlamadık!
demeye başlıyorlar. Böyle değil, Kur’an aslında anlaşılmamak için gelmemiştir.
Bu bölümü de anlarız, ama bizim seviyemiz kadar anlarız. Bize lâzım olacak kadarını
anlarız. Burası çok önemlidir. Bizim Kur’an’dan anlamamız gereken nokta, bizim
hayatımızı düzenlemek içindir. Meselâ ben cihan imparatoru bir adam olsam; o
zaman benim bu âyetten anlayacağım seviye farklı olacaktır. Ben kadı
olsaydım, görevime göre farklı bir şeyler anlayacaktım. Peki bizim seviyedeki
insanlar için ne varmış? Bizim seviyedeki insanların hayatlarını düzenlemek
için ne var Kur’an’da?
Önce hiç âyetin başıyla ve
sonuyla bağlantısı olmadan söylüyorum:
"Onların örneği şu m
Dedi ve bir tablonun önüne çekti
bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu
örneği önce bir anlayın dedi bize. Yâni formüle edilen bir problem vardı
ortada, onu bir kenara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo
çiziyorum dedi Allah. Peki neymiş bu?
"Bunların durumu
şol şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam."
Olunca, hem ateş yakıyor adam,
hem yakmaya çalışıyor, hem de yakma işini sürdürüyor olacaktır mânâ. Bir adam
düşünün ki arazide ateş yakıyor. Tabii sobada değil, fırında da değil. Dünün
ateşi gibi düşünmek zorundayız. Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam
ateş yakıyor:
"Ateş çevresini aydınlatınca da:"
"Allah
onların nûrunu gideriverdi."
İşte karıştırılan durum burası.
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan bir kişi olduğu halde ardından da Allah
onların nûrunu giderdi deniyor. Peki kimlerin nûrudur bu giderilen nûr? Allah
o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan
insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Yâni orada birileri var.
Yâni kendi sosyal hayatınızdan düşünün, tabii çevre ile birlikte düşünün.
Birisi ateş yak-mış obanın kenarında, köyün kenarında veya bir kampın kenarında.
O ateş çevreyi aydınlatmış, birileri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar.
Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin
nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam
ediyor ama; adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da:
"Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık
bırakıvermiş."
Ondan sonra da:
18:"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve
kördürler."
Şimdi bu adamlar, artık dünyaları
karardığı için, eşya ile irtibatları kesildiği için, ne yapacaklarını
şaşırmış haldedirler. Az evvel görüyorlardı ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş,
sağır, kör ve topal hale gelmişler. Bu bir, bir de:
19:"Ya da (bunların durumu) semadan bardaktan boşanırcasına
inen bir yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir ki, onda karanlıklar, gök
gürültüsü ve şimşek var; yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlar. Ve Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Evet,
onlar gökyüzünden bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura tutulmuşlardır.
Şiddetli bir yağmurun altında kalmışlardır. Böyle bir ortamda bulunan insanlar
düşünün.
O yağmurda, o ortamda:
"Karanlıklar, gök gürültüsü
ve şimşek var."
Karanlık üstüne karanlıklar var.
Yâni yağmurun karanlığı, kalbe çöken kasvet karanlığı, gecenin karanlığı,
çevrede ışıkların sönmesinin, aydınlığının bitmesinin karanlığı, böyle biteviye
karanlık var. Sonra yıldırım ve şimşek var. Gök gürültüsü ve şimşek var, yıldırımlar
var. Sonra oradaki bu insanlar, bu korkunç ortamda bulunan bu in-sanlar:
Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlar."
Bu ortamda ölüm korkusu nedeniyle
parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Ama bilmeliler ki:
"Allah,
kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
Hiçbiri kaçacak bir delik bile
bulamayacaktır. Hemen böyle bir parantez cümleyle işin Allah’a ait olduğunu
anlatıveriyor. Yâni İslâm-da sosyal olaylar, tabii olaylar, Allah’sız
anlatılamaz. Aslında karanlık, yıldırım ve şimşek de Allah’ın âyetleridir. Gök
gürültüsü, yağmur, kar hepsi Allah’ın âyetleridir. Meşhûd âyetlerdir bunlar.
Müşahede edilen, görülen, göze hitap eden görsel âyetlerdir bunlar.
20:"Şimşek neredeyse onların
gözlerini alıverecek; Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdi, onun ışığında yürüyorlar,
ama her ne zaman
karanlık üzerlerine çöktü, dikilip kalıyorlar.
Yâni şimşek gözlerini
kamaştıracak biçimde parlak bir ışık saçıyordu.
"Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdiğinde."
"Onun ışığında yürüyordular."
Onun aydınlığında yol bulma
imkânı elde ediyorlardı. Ama:
"Ama onlara karartı verdi mi kalıveriyordular."
Bu manzara da anlaşıldı mı?
Anlaşıldı.
Şimdi neymiş? Işık var; acaba bu
vahiy mi? Ateş yakan biri var; acaba bu Peygamber mi? Yoksa bu ateşi yakan
adamın kendisi mi? Şu oldu; acaba melek mi? Öteki oldu; arz mı? diye burada
anlatılanları teşbih-i temsili olarak hepsini başka bir şeye benzetmeye çalışmak
yerine, bu olayı bizim anlayacağımız âyetleri anlatan âyetler olarak anlasak
belki biraz daha hoş olacak.
Meselâ baştaki örneğe dönüyorum
şimdi: Bir adam var ateş yakıyor, çevresini aydınlatıyor, ama kendisi ateşle
ilgisini kesmiş adam. Neden kesmiş?
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap
vardır."
(Bakara 7)
Âyetinde anlatılanlardan olmuş da
onun için ilgisini kesmiş. Yâni Allah onun gözünün işini, kulağının işini,
kalbinin işini bitirmiş, anlama özelliğini bitirmiş de ondan. Artık o insan
hem ateş yakıyor, hem çevresindekileri aydınlatıyor, ama kendisi ondan mahrum
kalıyor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan, ya da nifakını ortaya koyan güzel bir örnektir.
İşte meselâ şu anda ben ateş
yakıyorum ve çevremi aydın-latıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler
aydınlanıyorsunuz. Gönlünüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor.
Bir şeyler anlı-yorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin aydınlanmanıza
sebep olan bu ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama yaktığım bu
ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim sebebiyle veya
kendim konusunda negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten kendim istifade
etmek istemezsem, bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve kalbim mühürlenirse;
ben de aynen o adam gibi olurum Allah korusun.
Ateş yakıp, yaktığı bu ateşle
çevresini aydınlatan, ama kendisi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık
dağıtıp kendisi karanlıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği
on binlerce ekmekle çevresini doyuran ama; akşam evdeki çoluk çocuğuna koltuğunun
altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibidir. Veya başkalarına dağıttığı
ekmekten kendi ağzına götürmeyen adam gibidir.
Meselâ birilerine aman
namuslarınıza, iffetlerinize sahip çıkın! Derken kendi ehlinin namusuna,
iffetine dikkat etmeyen kimse gibi. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği
biçimde müslümanca eğitin! Dediği halde kendi çocuklarının eğitimine dikkat
etmeyen kimse gibi. Birileri onun bu beyanları ve irşatlarıyla aydınlanırken,
kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını eğitmeye
çalışırken kendi çocuklarını eğitmeyen, kendi ailesinin namus ve iffetine sahip
çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir, diyor Rabbimiz.
Demek ki kimi insanların
görüntülenen örneği buymuş. Kimi insanlar vardı hani vahiyle ilgisiz. Kâfirle
müslüman arasında, küfürle iman arasında gelgit yapan insanın örneğiydi bu.
İşte kâfir ile mü'min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir
gibi davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine
karşı kör ve sağır kesilirmiş.
“Artık bunlar görmezler;
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler”
(Bakara
18)
Olurmuş yâni. Bakıyoruz adama hem
Kur’an anlatıyor, hem sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe
yetiştiriyor, ama kendine karşı o kadar kör ve sağır ki. Başkalarına duyurduklarını
kendine karşı uygulama noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdum duymaz ki
adam. Karısına karşı o kadar kör ve sağır ki, çocuklarına karşı o kadar kör ve
sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki adam. Allah korusun, sanki
başkalarına duyurduğu dinle kendine uyguladığı din tamamen farklı. Bunu
anladık inşallah.
İkinci örneğe geçiyorum: Her
tarafta yağmur, her tarafta karanlık, kasvet ya da güneşsizlik, aysızlık söz
konusu. Yâni böyle bir ortamda bir adam vardır. Şimşek çakıp da etrafı
aydınlanınca şöyle biraz biraz adım atma imkânı buluyor; ama ondan sonrasını
da onunla görebilse, onunla bulabilse ya! Hayır ondan sonra bocalayıp kalıyor.
Nasıl yürüsün de yâni! Bir kere şimşek çaktı, onunla bir adım attı! Ve bitti o
kadar.
Şöyle değil mi ama bakın; Yâni bu
adam kısa bir zaman Kur’-an’la beraber oluyor, sünnetle beraber oluyor. Ayda
bir defa veya haftada bir gün geliyor müslümanların sohbetlerine katılıyor,
onların ağzından Kur’an sünnet dinliyor, duyduğu bu kırıntılarla biraz biraz
içleri aydınlanıyor, onunla birkaç adım atıyorlar, birkaç saat idare ediyorlar;
ama daha sonra oradan ayrılınca yine eski vahiysiz hayatlarına dönüverince de
yine karanlıklar içinde kalıveriyorlar. Yâni âyetin ifadesinden anlıyoruz ki,
şimşek kendisinin dışında olan bir hadîse. Yâni kendisi istediği zaman o
şimşeği çaktıramıyor. Şimşeği Allah çaktırıyor.
Bunlar da kendileri bizzat
Kur’an’la diyalog kurmuyorlar da, yâni istedikleri zaman bu şimşeği çaktıracak,
kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurabilecek konuma gelmiyorlar da
birilerinin bu ışığı yakmasını bekliyorlar. Birileri bu kitabı okusun! Biz
dinleyelim. Birileri anlasın! Birileri bize anlatsın biz onu dinleyelim
demeden yanalar. Birileri kitapla meşgul olsun biz işimize bakalım demeden
yanalar adamlar. Çünkü bu kitaptan daha öncelikli işleri var adamların.
Müslümanlıktan öncelikli işleri var. Para kazanacaklar, arabalarının modelini
değiştirecekler, evlerini, sofralarını zenginleştirecekler, millet vekili
olacaklar, bakan olacaklar, dekan olacaklar adamlar. Şimdi bunlar dururken kitapla,
sünnetle ilgilenmeye zaman ayırmaya ne gerek var. Birileri öğrensinler onu,
birileri yaksınlar ışığı biz de onlardan istifade ederiz diyorlar.
Yâni bu adamlar bazen bazen iman
ediyorlar, gayret ediyorlar, mü'min olmaya çalışıyorlar, anlatanların yanına giderek
biraz bir yol buluyorlar; ama daha sonra kendilerinin kitapla diyalogları
olmadığı için yine o karanlıklar âlemine dönüveriyorlar.
Buradaki karanlık; küfür, nifak
ve şüphe karanlığıdır. Vahiyle beraber olunca bir an bunlar kaybolup yerini
iman aydınlığı alıyor. Onun aydınlığında birkaç adım atıyorlar, birkaç gün
idare ediyorlar ama daha sonra vahiyle ilgileri kesilince, kendi dünyalarına,
kendi âlemlerine döndüklerinde kalâkalırlar. Yine orada da bir şeyler yapmaktadırlar,
ama boştur bunların hepsi.
Ya da burada anlatılan; bu çakan
şimşekten kasıt, bu adamların dünyada söyledikleri La İlâhe illallah sözüdür
denmiş. Yâni bu adamlar bu sözü söyleyerek bir ışık yakmışlar, müslüman
olmuşlar; ama müslümanlığı sadece bununla bırakmışlar. Daha sonra Allah’ın
kendilerinden istediği amelleri yaşayarak bu ışığı koruma altına almamışlar,
bu imanlarını güçlendirmemişler de yaktıkları bu ışık sönüvermiştir.
Müslümanlığı sadece kelime-i şehâdetten ibaret zannettikleri için nûrları
sönüvermiştir.
Bir de bu âyet münâfıkların dünya
hayatında İslâm nîmetinden faydalanmalarını anlatır denmiş. Yâni yakılan bu
ışıktan kasıt dünya-da geçici olarak İslâm nîmetlerinden istifade etmeleridir.
Dünyada bu adamlar müslüman göründükleri için müslüman kadınlarla evlenirler,
müslümanlara varis olurlar, ganîmetten faydalanırlar, kanlarını ve canlarını emin
kılarlar. Dünyada bu kadarcık bir istifadeleri olur ama bütün bunlar sadece
dünya ile sınırlıdır. Öldükleri zaman her şey bitecektir. Yâni ölünce bu ışık
onlar için sönecektir artık anlamına gelecektir bunun mânâsı.
Veya bu âyet Hadîd sûresinde
anlatıldığı gibi bu münâfıkların kıyamet günü nûrlarının söndürüleceğini
anlatır. Hani kıyamet günü mü'minlerle münâfıklar bir arada dururlarken Allah
mü'minlere buyuracak ki: "Ey mü'minler! Haydi sizler cennete gidin!"
Mü'minler de önlerini ve çevrelerini aydınlatan nûrlarıyla, ışıkları ile
oradan ayrılıverince münâfıklar karanlıkta kalıverecekler. Etrafları
kapkaranlık oluverecek, üzerlerine bir kaos çökecek, kahrolacaklar, perişan
olacaklar ve hemen bağıracaklar müslümanlara:
O gün münâfık erkek ve kadınlar mü’minlere şöyle seslenirler:
Ey mü’minler! Birazcık bize dönün de nûrunuzdan biz de istifade edelim."
(Hadîd 12)
Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz!
Arkadaşlarımız! Hemşehrilerimiz! Dönün bize, biraz da biz de bakalım. Şu nûrunuzdan
biraz da biz istifade edelim. Ya da bizden tarafa dönseniz de biz de ne yapacağımızı
bir bilsek, filan diyecekler. Dünyada da böyleydi zaten bunların vaziyeti. Dünyada
da müslümanların yanına geliyorlar onların okuduğu, anlattığı âyetlerden biraz
biraz kırıntı alıyorlar, bu kırıntı bilgilerle biraz yol alıyorlar, birkaç gün
idare ediyorlar ama sonra kendi dünyalarına dönüverince de karanlıkta kalıveriyorlardı.
İşte burada da aynen böyle. Dönün bizden tarafa da biraz nûrunuzdan istifade
edelim diyecekler. Denilecek ki onlara:
"Dönün arkanıza ve nûrunuzu arkanızda arayın."
(Hadîd aynı âyetin devamı)
Yâni hayrola beyler! Ne oluyor?
Hayrola bir durum mu var? Dönün geriye de nûrunuzu arkanızda arayın bakalım.
Dünyada nûr bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Burada nûr mu aranır? Burada
nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bunu dünyadan getirdik. Bu
nûr Kur’andı! Bu nûr vahiydi! Vahiyden ne kadar haberdarsa kişi, onun o kadar
nûru var demektir. Hayatını düzenleyecek kadar, kendisine yol gösterecek kadar
bir âyetten haberdar olan kişinin bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik
nûru, yirmi sûre bilenin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar
da nûrsuzlardır. İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de belki dünyada yanan bu
nûrlarının âhirette söneceği anlatılmaktadır diyoruz. Gelelim ikinci m
Bu m
M
Veya buradaki karanlık, yıldırım
ve şimşek, adamların ön yargılarına ve beklentilerine ters düşen âyetlerdir.
Adamlar ön yargılarına ters düşen emirlerle karşı karşıya geldikleri zaman
şaşkınlık içinde kalâkalırlar. Meselâ cihada çağrıldıkları zaman, Allah yolunda
mal ve canı fedâya çağrıldıkları zaman dona kalırlar. Veya namaz, tamam kılalım
da bu tesettür de ne olacak yâni? Derler. Bu şartlarda yâni çok zor bu iş! Bu
devirde olmaz bunlar derler. İşlerine gelen konularda yürürler; ama işerine
gelmeyen konularda kalakalırlar.
Kur’an’da yıldırım gibi bazı
tehditler, bazı vaadler vardır. Yine Kur’an’da şimşek gibi parlak hüccetler,
deliller vardır. İşte bu adamlar Kur’an’ı dinlerken sanki yıldırımlara, şimşeklere
tutulmuş insanlar gibi bunları duymamak için, meselâ âhireti duymamak için ölüm
korkusundan elleriyle kulaklarını tıkarlar. Bir yerde on dakika kadar cehennemi
anlattım. Oradakilerden birisi o kadar sıkıldı ki çatladı, patladı sanki: Yeter
yahu be! Dedi, başka konu bilmez misin sen! Gideceği yerin anlatılmasına
tahammül edemedi adam.
Tevbe sûresinde bu tür insanlar
için:
"Eğer korunmak için bir yer, yahut mağaralar, ya da
sokulacak bir delik bulabilselerdi hemen oraya doğru yönelip koşarlardı."
(Tevbe
57)
Buyurulur.
Veya İslâm’ın izzetinden onlara
bir pay, bir nasip, bir paye düşünce mîras gibi, ganîmet gibi, müslüman
kadınlarla evlenme gibi. Buna güvenip yürürler. Ama istemedikleri, hoşlanmadıkları
bir şeyle karşılaşınca da donakalırlar.
Bu âyet onların kıyamet günkü
durumlarını anlatır da denmiş. Kimilerinin nûru fersahlarca mesafeyi
aydınlatır. Medine’den Aden’e kadar. Kimilerininki ancak ayaklarının önünü
aydınlatır. Kimilerinin ışığı hepten sönmüştür. Kimilerinin ki bazen yanar
bazen söner. Burada anlatılan münâfıklarınki gibi. Yâni bu adamlar aslında
karanlık içindeler de, kendi kendilerine kendi karanlık dünyalarının ışığıyla
yürüdüklerini zannediyorlar.
Böylece anlıyoruz ki; münâfıklar
iki kısımdır. Birincisi; önceki âyette anlatılan kalben kâfir olup çıkarları
sebebiyle müslüman gö-rünmeye çalışan insanlar. İkincisi; bu sonraki âyette
anlatılan kalpleri tamamen kâfir olmasa da İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye
sokmayacak boyutta uygulayan ve herhangi bir tehlike anında veya hoşlarına
gitmeyen, nefislerine ağır gelen emir ve tekliflerle karşı karşıya kaldıklarında
da donakalan insanlar.
Nitekim Allah’ın Rasûlü
Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle anlatır:
"Üç şey vardır ki; bunlar her kimde bulunursa o halis
münâfıktır. Ama kimde de bunlardan bir tanesi bulunursa onu terk edene kadar o
kişide nifak alâmeti var demektir. Bunlar şunlardır: Konuştuğu zaman yalan söyler,
vaâdettiği zaman vaadinden döner, kendisine emanet edildiği zaman emanete
ihanet eder."
21:"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan
Rabbinize kulluk edin ki, korunup, muttakilerden olasınız.”
Ey bunu kavrayan, ey bunu anlayan
insan! Ey bütün bu modelleri şahsında toplayan insan cinsi! Ey insanoğlu!
Rabbinize kulluk edin! Zaten Kur’an’ın geliş gâyesi buydu. Ne müttakiyi anlatmak,
ne kâfiri ve ne de münafığı anlatmak değildi mesele. Mesele, bana beni
anlatmaktı. Bir müslüman olarak benim Rabbime kulluğumu anlatmaktı. Rabbime
kul olmam gerektiğini anlatmaktı. Ama bu konuda önce kitabın kriter olduğunu
ortaya koydu. Kulluk konusunda, iman konusunda kitabın elek olduğunu ortaya
koydu. Bu kitap eleğinden geçen insanların kimilerinin bozuk düzen olduğunu
anlattı. Bu kriterle kimilerinin beş para etmediği açığa çıktı.
Sanki sarrafın elindeki mihenk
taşından geçenlerden kimilerinin bozuk ve boşluğu ortaya çıkıyordu ya, sanki
kitap da böyle. Sanki kitap, insanların Allah’a giderken böyle uğramak zorunda
oldukları mihenk taşıydı. Ondan geçerken insanların kimilerinin kulluklarının
sahte olduğu açığa çıkıyor, kimilerinin de gerçek olduğu ortaya çıkıyordu.
Burada da Cenab-ı Hak önce muttakileri anlattı, sonra kâfirleri anlattı, sonra
da bu ikisi arasında gel git halinde olanları anlattıktan sonra diyor ki:
"Ey insanlar!"
Çoğul bir kelime. Nâs; insanın çoğuludur.
Hiç kimseyi ayırmadan Rabbimiz burada bir davette bulunuyor. Adem ve Havva’dan
meydana gelen tüm insanlığa bir davetiye. İnsan çoğul bir kelime ama beni
anlatıyor. Seni anlatıyor. Öyleyse bu kitabın muhatabı sensin. Ey insan, sen
Rabbine kul ol! Rabbinize kul olun! Yâni boynunuzda taşıdığınız ipin ucunu
yalnız bana verin! diyor Allah. Garip bir şey, aklımızın ermesi de gerekmiyor.
Acaba Allah niye hem böyle bizi
kul olmaya müsait olarak boynumuzda bir
iple yaratmış, hem de; “Ey kullarım! Verin o ipin ucunu bana!” demiş? Acaba
böyle yapmasaydı da doğuştan kendisi alıverseydi olmaz mıydı o iplerimizin
ucunu! Ya da melek gibi boynun-daki ipin ucunu başkalarına veremeyecek biçimde
yaratsaydı olmaz mıydı yâni bizi? Yoo! Öyle istememiş Rabbimiz. Murad-ı İlâhî
öyle de-ğil. Allah herkesi müslüman
olmaya müsait yaratmış. Herkesi boynunda bir iple getirmiş dünyaya. İnsan boynundaki
ipin ucunu Allah’a vermeyip kendi elinde de tutsa yine Allah’ın kuludur. İnsan
boynunda doğuştan getirdiği kulluk ipinin ucunu kendi elinde de tutsa veya
toplumuna, çevresine, ailesine, ya da ateşe, yıldıza, veya şeytana, putlara,
idarecilere de verse, yâni bunlara da tapınsa,
tarih bize gösteriyor ki; insan mutlaka tapınmaya hazır yaratılmıştır.
Tapacaktır mecburen bir şeylere.
Evet aklımızın ermediği bir
hikmeti sebebiyle bizi böyle iradeyle yaratıyor, ondan sonra diyor ki bakın
Rabbimiz: Kulum! Seni ben yarattım! Seni kulluğa müsait yarattım! Boynunda bir
iple dünyaya getirdim! Öyleyse boynundaki o ipin ucunu bana ver! E ya Rab-bi,
sen bunu baştan tutuverseydin ya! Bizi bu konuda serbest bırakmasaydın! Boynumuzdaki
ipin ucunu melek gibi, sema gibi, arz gibi, taş, toprak gibi, hayvanlar gibi
doğuştan eline alıp da bizi bu konuda serbest bırakmasaydın! Bizim bu irademiz
ne olaydı ki ya Rabbi! Şeytan ne olaydı ki yâni! Niye yarattın şeytanı? Şeytan
ve dostları ne olacaktı? Niye yarattın bunları? Niye izin verdin? diyemiyoruz.
Çünkü Mevlâ o bölümü dememiş. Sadece diyor ki: “Sizi ben yarattım, boynu-nuzdaki
ipin ucunu bana verin!”
Şöyle bir örnek veriyoruz:
Ömründe hiç araba görmemiş bir adamı herhangi bir araba fabrikasının kabinine
yerleştirsek; meselâ Audi fabrikasının kabinine yerleştirsek. Adama desek ki:
Bak buradan çıkmak yok! Şuradan yemeğin gelecek, buradan suyun gelecek, şurada
işini, burada çişini yapacaksın! Adam dese ki: İyi anladık ta ben ne yapacağım
burada? Desek ki kendisine: Önüne bantla bir parça gelecek ve şuraya iki vida
takacaksın, buraya da üç somun tutturacaksın! diye ona iki görev versek.
Şimdi bir ömür boyu işi gücü bu iki vidayı ve üç somunu tutturmak olan bu adam
bu yaptığı işin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını bilebilir mi? Yaptığı
bu işin ne anlama geldiğini bilebilir mi bu adam? Nereden bilecek? Bilemez
değil mi? En fazla, ya dışarıdan birileri yaptığı bu iş konusunda adama kopya
verecek, fitleyecektir. Veya adama bir audi arabasının fotoğrafını filan göstereceksiniz,
diyeceksiniz ki, bak senin taktığın vidalar burada, işte bu işe yarıyor, bak
sonunda böyle bir araba çıktı diyeceksiniz. Ya da adamı oradan çıkaracaksınız,
bir audi arabasının yanına götürüp bindireceksiniz ve diyeceksiniz ki: İşte
senin aşağıda taktığın vidalar bak burada! İşte bu işe yarıyor! Bak bu araba!
diyeceksiniz. Ya da dışarıdan birisi ona fitleyecek. Fotoğraf gösterecek,
ekran gösterecek ve: Bak diyecek işte bu arabadır! Senin yaptığın iş buna yarıyor!
diyecek. Değilse bu adam kesinlikle yaptığı bu işin neye yaradığını, ne anlama
geldiğini bilemez. Çünkü adam o kabinden hiç dışarı çıkmamıştır, hiç araba
görmemiştir.
Rize’de bir dönem öğretmenlik
yapan bir arkadaşım anlatmış-tı: Çocuklar hiç araba görmemişler, fotoğraf
getiriyorlar ve diyorlarmış ki; “öğretmenim! İnsanlar buna mı biniyorlarmış?
Olacak şey mi bu?” Ne yapsın yavrular? Ömürlerinde hiç araba görmemişler. Bir
zamanlar çocukluğumuzda biz de görmemiştik. Bizim köye ilk kamyon geldiğinde
ben merakla onun tekerlekleri arasında gecelediğimizi hatırlarım.
Şimdi böyle bir adama dışarıdan
herhangi bir bilgi verilmezse, anlamaz değil mi bu adam bu yaptığı işin neye
yaradığını? Üç tane vida takacakmış, takmasa ne olur? On beşlik vida takacaksın
demişlerdi, on beşlik vida yerine yirmilik taksa ne olur? Ne zararı olduğunu
bilir mi adam? Nereden bilecek değil mi? Anlamaz ki ne olduğunu. Bakın aynen
bu adam gibi Allah bizi dünya denen başlangıcını ve sonunu bilmediğimiz bir
kabine getirip yerleştirmiş. Biz yaratılmadan önce, yâni henüz bu dünyada
yokken, yâni önceden de önce, ay da yok iken, güneş de yok iken, arz da, sema
da, zaman da, mekân da yok iken ne olup bitti bilmiyoruz.
Düşünün arz yok, sema yok, dünya
yok, zaman yok, mekân yok, hiç bir şey yok. Ya ne var? Allah var, başkası yok.
Sonra dünya yaratıldı, sonra madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlar, sonra
Adem yaratıldı, sonra ben yaratıldım, sonra kıyamet kopacak, sonra yeniden
diriliş olacak, sonra hesap kitap, sonra cennet ve cehennem. Yâni en sonunda
zaman bitecek, mekân da bitecek. Çünkü dünyadaki zaman ayrı, öbür taraftaki
ebediyet ayrıdır. Dünyadaki mekân ayrı, öbür taraftaki cennet ve cehennem mekânları
ayrıdır.
İşte biz dünyadan öncesini ve
sonrasını bilmiyoruz. Cenab-ı Hak da bizi böyle önünü ve sonunu bilmediğimiz
dünya denen bir kabine yerleştirmiş ve aynen m
Şimdi bizler yaptığımız bu
işlerin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını, sonunda karşımıza nasıl bir
şeyin çıkacağını bilebilir miyiz? Bize de Allah tarafından: Yapın! veya yapmayın denenlerin
aksi-ni yapsak. Meselâ dört rekat yerine beş kılsak, otuz yerine yirmi Ramazan
tutsak veya hiç kılmasak, hiç tutmasak, ne zararının olduğunu bilebilir miyiz?
Şöyle giyinin dediği halde böyle giyinsek, mîrasınız şöyle olsun dediği halde böyle
yapsak ne zararının olduğunu bilebilir miyiz?
Onun içindir ki Allah’ın
bildirmediği hikmetler konusunda hik-met arayıcılığına çıkmak lüzumsuzluktur.
Çünkü Allah hangi konuda ne hikmet bildirdiyse onu ancak bilebiliriz. Ama Allah
bildirmemişse onu kesinlikle bilemeyiz. Meselâ orucun hikmeti ne? Allah diyor ki:
"Muttaki olmanız için!"
Demek ki; orucun hikmeti buymuş.
Ama bakıyoruz müslüman-lar oruca ne hikmetler sıralamış. Efendim açsın,
kendini anlayacaksın, açları düşüneceksin, filan..
Tekrar dönüyoruz örneğe; biz
dünyadan öncesini ve dünyadan sonrasını bilmiyoruz. Sadece dışarıdan bir
haberci (bir peygamber) bize bir şeyler haber veriyor, bize bir kısım bilgiler
veriyor. Bakın yaptığınız işler şu işe yarıyor! diyor. Şöyle olacak! diyor,
böyle olacak! diyor. Lâkin anlattığımız misâlimizden farklı olarak yaptığımız
bu işlerin sonucunda karşımıza çıkacak cennet, ya da cehennem maketini bize
gösterme imkânı yoktur o peygamberin. Ya da bizi dünyadan alıp cennete
götürmesi ve işte bakın yaptığınız kulluklar işte bu işe yarıyor, sonunda
karşınıza böyle bir montaj hayat çıkacak diyebilmesi de mümkün değil. Sadece
gösteremeden anlatıyor bize.
İşte kul olmanın mantığı da budur
bence. Yâni Allah öyle de-mişse öyledir tamam! Başka düşüncenin anlamı yoktur.
Allah boyunlarınızdaki ipin ucunu bana verin demişse tamam. Bunun dışında işte
efendim şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı, demenin anlamı yoktur. Gör-meye,
bilmeye de gerek yoktur. Demiştir ki Allah: Kullarım, boynunuz-daki kulluk
ipinin ucu yalnız benim elimde olsun! Yâni dünyadan öncesine, cennet ve
cehennemden sonrası ve öncesine ait gaybî haberleri bilen Allah Peygamberi vasıtasıyla bize bu bilgileri
verdiği için biliyoruz.
Araba örneğinde belki şekil
olarak bir arabanın fotoğrafı gösterilebilir ona. Ama şu sosyal hayattaki
arabanın fonksiyonunu bile-mez o adam. Biz de bilemiyoruz da ancak iman
ediyoruz. Allah bizi kulluk için yaratmış. Kulluk yaptığım takdirde cennet verecek
bana! Peki ne o? Onu da bilmiyoruz! Ama sadece iman ediyoruz...
Ey insanlar! Mü'min, kâfir,
münâfık hangi sınıfa dahil olursanız olun. Veya erkek kadın, fakir zengin,
âlim cahil hangi durumda olursanız olun, hepiniz her ân Rabbinizin şu emriyle
karşı karşıyasınız:
"Rabbinize kulluk edin! Kul olun Rabbinize!"
Sizler ey Müslümanlar! Ey
Rablerine teslimiyet iddiasında bulunanlar! Ey bundan önceki sûrenin istediği
gibi:
"Ancak sana kulluk yapacağız!"
(Fâtiha: 5)
Diyenler bu ahitlerini
ifa etsinler, demeyenler de Allah’a bu ahdi vermeye çalışsınlar. Hepiniz
Rabbinize kul olun! Rabbinize ibâdet edin! Peki nedir kulluk? Nedir Rab? İbâdet
genelde insan hayatını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde bir insanın
hayatının en küçük birimi olan, bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman
dilimi içinde kişinin, Allah’ın istediği biçimde hayat sürmesinin adına ibâdet
denir. Hayat sahibi olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi yaşayacaktır. Ama
bu yaşayış biçimini Allah belirleyecek, yâni yaratıcıyı memnun etmek adına
yaşayacak ve bu bir gece ve gündüz ibâdet olacaktır. Yaratıcı tarafından
belirlenmemiş ve yaratıcıyı değil de başkalarını memnun etme adına geçirilen
zaman da boşa geçirilen zaman demektir.
Demek ki ibâdet; tüm
hayatın Allah için yaşanmasının adıdır. Kişi o zamanı kimin adına ve kimi
memnun etmek için yaşamışsa ona ibâdet etmiş demektir. Çok uzun kaçacağı için
ibâdeti böyle kısaca özetledikten sonra şimdi Rab'le ilgili de bir kaç şey
söyleyelim. Yeri geldikçe inşallah
bunları uzun uzun ifade etme imkânı bulacağız.
Rab; terbiye eden, efendi,
mürebbi, mâlik gibi anlamlara geldiği gibi, yaratıcılık özelliği de söz
konusudur. Rab; topyekün varlıklar âleminin var edicisi ve var ettiklerinin
hayat programını da tanzim edicisidir. Rab; kula nasıl bir hayat yaşayacağını
belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlünün: “Onlar
Allah’ı bırakıp da, din adamlarını Rab’ler edindiler” hadisi bunu anlatır.
Evet hıristiyan ve yahudiler
Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl haram yasalarını bir kenara
bırakıp da, din adamlarının, idarecilerinin, dini ve siyasal liderlerinin
helâl haram yasalarını kabul ederek onlara kul köle oldular.
Demek ki Rab; varlıklar
dünyasının, melekler, cinler ve insanlar âleminin yaratıcısı ve yaratma
yasasının koyucusudur.
Burada Allah’ınıza kul olun!
demek yerine, "Rabbinize kul olun!" denildiğine göre şöyle bir
espriyi de söyleyelim inşallah: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olun ki, o
sizin Rabbinizdir. Yâni kendisine nasıl bir kulluk yapacağınız konusunda fikir
sahibidir. Çünkü Rab demek, hayata program çizen varlık demektir. Rab demek,
günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek, “yap!” ve “yapma!” deme
yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı
bir özelliği de var Allah’ın:
"Sizi o yarattı, sizden öncekileri de."
Öyle bir Rab ki; sizi de, sizden
öncekileri de yaratan O’dur. Öyleyse herhangi bir varlığın Rab olabilmesi için
yaratıcı olması gerekmektedir. Yaratma özelliği olmayan varlıkların rubûbiyet
iddiaları, sahte bir iddiadan başka bir şey değildir. Yarattıklarının
kanunlarını koyma hakkına sadece yaratıcı sahiptir. Yâni ibâdete lâyık olan sade-ce
Allah’tır. O’ndan başka kimin kanunlarına itaat edilebilir ki? Kimin programını
alabiliriz ki?
Var mı başka böyle bizi yarattığı
için kendisine minnet duyacağımız, kulluk yapacağımız bir yaratıcı? Yâni
varlığınıza sebep O’dur! O dilemeseydi siz kesinlikle olmayacaktınız! Sizi var
eden ne analarınız, ne babalarınız, ne de toplumdur. Toplum toplum diyenler,
“toplum güçlüdür”, “topluma karşı gelinmez”, “toplum şöyle”, “toplum böyle”, toplumdan
geldik tekrar ona döneceğiz” diyenler sanki bilmeden Allah’ı tarif ediyorlar.
Toplum, toplum, kim o? Yok öyle bir şey aslında! Toplum dedikleri işte sen,
ben, bizim oğlan..
Peki nedenmiş o? Niye yaratmış
Allah bizi? Ya da neden O’-na kul
olacakmışız?
"Tâ ki muttaki olasınız."
Belki böylece takvalı olursunuz!
Böylece belki yolunuzu Allah’la bulursunuz! Yolunuzu Allah’a sorarak bulmanın
usulünü öğrenirsiniz, hayat programınızı Allah’ın kitabına göre yaparsınız
diye yarattık sizi.
Dikkat ederseniz Allah’a kulluk
yaptığınız takdirde kesinlikle korunursunuz, kesinlikle kurtulursunuz
denmiyor da, belki korunursunuz deniliyor. Çünkü hiç bir şey İlâhî iradeyi
şarta bağlayamaz. Yâni bizim ibâdetlerimiz hiçbir zaman Allah’ı minnet altında
bırakamaz. Çünkü hiçbir zaman O’na lâyık, O’na yakışır ibâdet yapamayacağımız
gibi, aynı zamanda bizi O yarattığı için mecburen O’na ibâdet etmek zorundayız.
Başka bir seçeneğimiz yoktur..
Bakacağız; bu sûrede yoğun bir
biçimde takva anlatılmış. Ya da yoğun bir şekilde takvaya gönderi bulacağız.
Sanki sûreyi kendi kafamızdan isimlendirmemiz söz konusu olsaydı, yâni böyle
bir hakkımız olsaydı, ben derdim ki; bu sûre takva sûresidir. Âl-i İmrân
sûresi de sanki şehâdet sûresidir. Orada da yoğun bir biçimde şehâdet anlatılmış.
Karşımıza ısrarla şehâdet birimleri sunulur Âl-i İmrân sûresinde. Allah’ın
şehâdeti, Peygamberin şehâdeti, mü'minlerin şehâdeti, şehitlerin şehâdeti,
şahit olanların şehâdeti gibi ısrarla şehâdet anlatılıyor.
Burada da sanki ısrarla takva
anlatılıyor. 177. âyete kadar tak-va devam edecek ve nihâyet orada yine
takvayla alâkalı bir özet sunulacak, sonra da işte takvalı olmak budur! diye
takva birimleri anlatılacak. Kısas böyledir! Oruç böyledir! Hac böyledir! Süt
emzirme böyledir! Nikâh, talâk böyledir! Gibi konular, sonra infak konusu, fâiz
konusu, borç konusu anlatılacak, en sonunda da amenerrasûlü ile iman birimi
tanıtılacak. Yâni böyle bir takva sûresiyle karşı karşıyayız.
Sizin takvalı olmanızı, yolunuzu
benimle bulmanızı istememden dolayı sizi yarattım! Öyleyse Haydi bakalım ne
yapacağınızı bana sorun! Hadi öyleyse hayat programlarınızı benden alın! Yâni
kitabıma bakıp öyle yaşayın! Kitabımın dışında yol tarif edenlerin yollarına uymayın!
Kitabıma sormadan kendi kendinize hayat programı yapmayın! Benden başkalarını
Rab kabul edip onlara kulluk etmeyin! diyor Allah.
22:"O Allah ki; yeryüzünü sizin için döşek yapmıştır.
Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır. Gökten su indirerek onunla size rızık
olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir. O halde, bile bile Allah’a nidler
bulmayın."
Sizin Rabbiniz, sizin
kendisine kul olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken
Rabbiniz O Allah ki, O öyle lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri
sizin için bir döşek yapmış. Size bir yatak yapıp rahatınıza sunmuştur onu.
Orada yatıp kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz.
Altınızdan çekiliverseydi bu döşek, nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı
nerede yatıp, nerede otururdunuz?
Demek ki bizi yaratan; ama yarattığı gibi öyle başı
boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada
yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız. Hayat; ama en az
onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak
hazırlayıvermiş Rabbimiz. Şimdi burada bir soru sorayım size: Eğer bu dünya insanların
elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı bu kadar cömertçe onu insanlara
sunabilir miydi? Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin
zülüflerini aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş,
şu her ân teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular,
eğer bir insanın, ya da insanların elinde olsaydı; onu, ondan bu kadar rahat
alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Kimin ekmeğini
yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade
edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
"Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır."
Üzerinize de sema bina etmiş. Gök
inşa etmiş, ya da gökyüzünü yapılandırmış, arzı sema ile birlikte
yapılandırmıştır. Yâni başınızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten
muhteşem bir tavan yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu döşeğe
kurulmayan var mı? İnsan olup ta bu evde oturmayan? Bu binadan istifade
etmeyen var mı? Allah’ın sizin için yarattığı bu muazzam binanın yanında fakirlerin
imrendiği, zenginlerin gururlandığı şu köşklerin, şu villaların ne önemi
olabilir de? Hepiniz aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir aile
değil misiniz? Öyleyse kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde yattığınızı,
kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul olmanız
gerektiğini iyi anlayın! Sonra da:
“Gökten su indirerek onunla size rızık olmak üzere mahsuller
meydana getirmiştir."
Yâni o semanın bir birimi olan
bulutlardan su indirmiştir Allah. Ve o indirdiğimiz suyla sizin için bitkiler
bitiriyoruz. Siz bunları bilirsiniz, biliyorsunuz. Gözünüzün önünde her gün
yaşıyorsunuz bunları. Ayrıca bunları bilmek için, bildirmek için deliller
getirip felsefeler yapmaya gerek de yoktur. Öyleyse: Bütün bunları anladınız
mı? Öyleyse hemen arkasından bu kadar bunları bilip bilip de:
"O halde, bile bile Allah’a ortaklar bulmayın."
Bütün bunları yaratan, bütün bu
nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh olmayacağını bilip
dururken, Allah’a nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını
kazanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı
kendilerine soracağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz Allah’tan başka
Rabler, Allah berisinde efendiler bulmaya kalkmayın! Veya Allah’ı sadece hayatın
bazı bölümlerine karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza
karışan, ama kılık kıyafetinize karışmayan, Orucunuza karışan, ama hukukunuza
karışmayan, mescidinize karışan, ama kazanmanıza, harcamanıza, çocuklarınızın
eğitimine, sofranıza, ev tefrişlerinize, düğününüze derneğinize, okumanıza yazmanıza,
meslek seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı bölümlerine
karışan, Allah dışında o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler,
amirler bulmayın! Diyor Rabbimiz. Ve yapılan iş de budur Allah korusun bugün.
Yâni Allah’ı sabah namazının
rekatları konusunda söz sahibi, ya da meselâ oruç konusunda yetkili, ya da dua
ederken ellerin nasıl açılacağını belirleme konusunda yetkili, ama geri kalan
konularda sosyal, ekonomik, siyasal, bireysel ve toplumsal konularda Allah’ı
yet-kisiz kabul ederek Allah’tan
başkalarını yetkili kabul edersek veya bütün bu konularda Allah’la
beraber başka yetkililer kabul edersek o zaman Allah korusun şirkin ucu görünmüş
olacaktır hayatımızda.
Önce şu genel kuralı bir
söyleyelim: Herhalde benim anladığıma göre Allah şunu anlatıyor bize: Allah
semadan, arzdan, yâni bizim âlem dediğimiz, tabiat dediğimiz şeylerden söz
ediyorsa, kendisini bize Âlim ve Kadir olarak tanıtıyor demektir. Yâni
Allah’ın hem güçlü olduğunu, hem de bilgili olduğunu anlıyoruz bundan. Bir
bakın semaya! Var mı yapabilecek bir benzerini? Bakın semaya! Var mı bir düzensizlik?
Var mı bir uyumsuzluk? Bir eksik gedik? Peki var mı benden başka bunu
yapabilecek birileri diyor Rabbimiz.
Öyleyse bilesiniz ki bunu
yapabilen, bunu becerebilen Allah elbette sizin hayatınızı da düzenlemesini
bilecektir. Elbette sizin hukukunuzu da bilecektir. Elbette sizin nasıl
giyinmeniz gerektiğini, nasıl kazanıp nerede harcamanız gerektiğini,
çocuklarınızı nasıl eğitmeniz gerektiğini, hayatınızı nasıl düzenlemeniz, nasıl
bir sistem içinde yaşamanız gerektiğini de bilecektir.
Öyleyse gelin inat etmeyin! Gelin
benden başka Rabler aramayın! Gelin hayatınızda benden başka söz sahipleri
olmasın! Gelin benden başkalarının hatırına iş yapmaya kalkmayın! Gelin benden
başkalarının kanunlarına uymayın! Gelin çevreyi dinlemeyin! Gelin modayı
hesaba katmayın! Gelin âdetleri benim önüme geçirmeyin! Gelin benim
dûnumdakileri benim makamıma koymayın! diyor sanki Rabbimiz..
Çünkü Rab olma özelliği, İlâh
olma özelliğidir bunlar, bu an-lattıklarım. Öyle değil mi? Rab olan yaratıcı
olmalı değil mi? Kanun koyan yaratıcı olmalı değil mi? İlâh olan yaratıcı
olmalı değil mi? Sözü dinlenecek, kendisine kulluk yapılacak varlık yaratıcı
olmalı değil mi? Hani şu benim dışımda Rab kabul edip de kanunlarına uymaya
çalıştıklarınız bugüne kadar ne yaratmış bir gösterin bakalım? Rab olan kadir
olmalı değil mi? Âlim olmalı değil mi? Rab olan İlâh olmaya lâyık olan değil
mi? Öyleyse Allah tek Rabtir ve tek İlâh’tır! Diyeceğiz.
Kâdir olmanın iki anlamı vardır:
1- Her şeye güç yetiren, gücü her
şeye etkili olan, mutlak galip, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez
demektir.
2- Her şeyi kadir olan, her şeyi
takdir eden, her konuda ölçü koyan, ölçüt vazeden demektir. İşte böyle bir Allah’a
nidler, eşler, ortaklar bulmayın!
Buhârî ve Müslim, İbni Mes'ud’dan
Rasûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet eder: İbni Mes'ud diyor ki: Ben
sordum Rasûlullah’a: “Ey Allah’ın Resûlü, en büyük günah hangisidir?” Resûl-i
Ekrem buyurdu ki:
"Seni Allah yarattığı halde
başkalarını ona ortak kılmandır!"
Başka bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
"Sakın ha! Sizden biriniz: "Allah ve falan dilerse"! Demeyin!”
Başka bir hadislerinde:
"Sakın ha! "Allah ve Resûlü dilerse!" Demeyin!
Sadece Allah dilerse deyin"
Buyurur. İbni Abbas der
ki: Bir adam Rasulullah’a:
"Allah ve sen
dilerseniz!” demişti de Allah’ın Rasûlü ona şöyle buyurdu:
"Sen Allah’a şirk mi
koşuyorsun? Yalnız Allah dilerse! Deyin"
Buyurdu. Hadisi İbni Mâce rivâyet
eder. Yine âyetin tefsirinde İbni Abbas der ki: "Size hiçbir fayda ve
zarar vermeyecek olan şeyleri Allah’a ortak koşmayın! Çünkü Size Allah’tan başka rızık ve şifa verici yoktur."
Öyleyse kesinlikle hiç bir şeyi
Allah’a ortak koşmayacağız. Eğer şu köpek olmasaydı eve hırsız girerdi. Falanca
olmasaydı bu işi beceremezdim. Evvel Allah sen olmasaydın işim bitikti. Evvel
Allah doktor olmasaydı kurtulamayacaktım. Gibi sözlerden sakınalım, çünkü
bunların hepsi endad kokusunu çağrıştıran sözlerdir. Şirk koku-sunu çağrıştıran
sözlerdir.
Anladınız değil mi? Anlıyorlar,
kavrıyorlar ama yine de Allah’ın hayata karışması konusunda endişeleri var.
Evet anladık Allah, belli ama, bu Allah’ın bize böyle emirler gönderdiği, Peygamberler
ve kitaplar gönderdiği ne malum? Bu Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek
üzere vahiy gönderdiği ne malum? Bu Kur’an’ın gerçekten Allah kelâmı olduğu ne
malum? Bu konuda kuşku içindeyiz! Şüpheleniyoruz diyerek reddediyorlar. Onun
için Cenab-ı Hak hemen bunun ardından bu konuda, peygamber ve kitap konusunda Allah’ın
insan hayatına karışması konusunda şüphede olanlara seslenir.
Zaten kâfirin kâfir olmasında tek
sebep budur. Bakıyoruz tarihte hep böyle olagelmiş: Mülk sûresinde Rabbimiz kâfirlerin
şöyle dediklerini anlatır:
"Allah hiç bir şey indirmemiştir. sizler ey peygamberler!
Olsa, olsa bir şaşkınlık içindesiniz."
(Mülk:9)
Allah bize bir şey indirmemiştir!
Allah hiç bir şey indirmiş değildir! Yâni evet Allah vardır, Allah büyüktür,
Allah yücedir, Allah’ı severim, Allah güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah
bizim hayatımıza karışmaz. Hâşâ şu semayı ve arzı yaratan, yıldızları, ayı,
güneşi yaratan, dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük şu sistemleri, şu
galaksileri yaratan, bu kadar âlî, bu kadar yüce olan Allah, kalkacak minnacık
bir dünyanın içinde, minnacık bir Konya’nın içinde, minnacık bir evin içinde,
minnacık bir varlık olan benim hayatımla ilgilenecek. Bana vahiy gönderecek.
Bana bilgisini aktaracak. Beni muhatap kabul edip hayatıma düzen verecek.
Olacak şey değildir bu.
Ya da bu kadar yüce bir Allah
kalkacak da benim kılık kıya-fetimle, benim hukukumla, benim eğitimimle ilgilenecek
ve bu konuda bana âyet indirecek, vahiy gönderecek, olacak şey değildir bu!
diyorlar. Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama yerinde dursun bu Allah,
bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlar. Kitap göndermesin, peygamber
göndermesin, arzularını bize bildirmesin, çünkü o zaman O’nun arzularıyla bizim
keyiflerimiz çatışacak, Onunkini dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak.
İyisi mi O böyle bir şey yapmaz, bizim hayatımıza karışmaz demeye
çalışıyorlar.
Meselâ öyle bir dükkan açsak ki
beşerî ihtiyaçların tamamı var olsa orada. Bir insana ihtiyaç olan her şey var
bilsek orada. Ama buna rağmen bir adam ihtiyaçlarını temin için yine de oraya
gitmiyorsa bunun sebepleri vardır:
1- Ya adam orada olmayan bir
şeyi, yâni kendisi için ihtiyaç olmayan bir şeyi kendisi için ihtiyaç kabul
etmiştir ve o ihtiyacını oradan karşılayamayacağını bildiği için oraya gitmemekte
ve başka yerlere gitmektedir. Aslında o aradığı ihtiyaç değil; ama o, ihtiyaç
zannetmek-tedir. Meselâ iskambil kağıdı alacak adam, ama orada yoktur o. Yâni
ihtiyaç değildir o. Adam onu kendine ihtiyaç zannettiği için başka yerlerde
aramaktadır onu.
2- Veya dükkan hakkında yanlış
bilgilendirilmiştir adam. Meselâ ihtiyaç denince, bu dükkanda tüm ihtiyaçlar
temin edilir denince adam sadece ekmek ve zeytinyağı satılıyor zannetmiştir ve
aradığı şeyler konusunda: Yok ya! Bu da olur mu orada? diyerek gitmemiştir
oraya. Maalesef müslümanların büyük bir çoğunluğu böyle gafildir. İslâm’a niye
müracaat etmezler? Kur’an’a niye sormazlar? Allah’a niye sormazlar? Dükkana
alış veriş için niye gelmezler? Bu iki sebepten yâni. Yahu bu da Allah’a
sorulur mu yâni? derler ve onun da Allah’a sorulacağının farkında değiller de
ondan sormazlar.
Boşanırlar sormazlar, evlenirler
sormazlar, dükkan açarlar sor-mazlar, meslek seçerler sormazlar, hukuk yaparlar
sormazlar, düzen kurarlar sormazlar. Niye? Sanki yahu bu da Allah’a sorulur mu?
Diyorlar. Oysa en bilen Allah’tı. Mutlak bilen Allah’tı. En sorulacak Allah’tı.
Her şeyden haberdar olan Allah iken, insanlar ona sormuyorlar da hep
başkalarına soruyorlar. Niye? Yanlış bilgilenmişler de ondan.
Bu insanların yaptıklarını,
yapacaklarını, hayatlarını, hayat programlarını Allah’a sormayışlarının bir
başka sebebi de galiba şudur: Herhalde soracakları konuda Allah’ın ne diyeceğini,
nasıl bir yol tarif buyuracağını önceden bildikleri için işlerine gelmeyeceği
korkusuyla sormuyorlar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri için diyor-lar
ki: Yahu şimdi sorarsak dediğini yapsak olmayacak, yapmasak ol-mayacak. En
iyisi mi Ona sormadan yapalım yapacaklarımızı ve rahat edelim diyorlar.
Meselâ şimdi benim
akrabalarımdan, arkadaşlarımdan kimileri kimi konuları bana hiç sormazlar. İş
bittikten sonra duyarım çoğunu. Niye böyle yaparlar. Eh önceden o konuda benim
kendilerine ne diyeceğimi bildikleri için sormuyorlar. Şimdi buna sorarsak
bizi bu işten engellemeye çalışacak. İyisi mi bunun haberi olmadan bu işi
yapalım diyorlar. Galiba bugün hayatlarını Allah’a sormadan, Allah’ın kitabı ve
Rasûlünün onayını almadan yaşayanlar da bunun için böyle yapıyorlar. Allah’ın
o konuda ne diyeceğini bildikleri için huzurları kaçmasın diye sormuyorlar.
Demek ki insanlar Allah’ın insan
hayatına karışma yetkisine karşı çıkıyorlar. Tarihte Aristo ekolüdür bu.
Demokrasinin temeli de buna dayanır. Allah dünyayı yaratmış, sonra yarattığı
dünyaya dönüp şöyle bir bakmış, dünya demiş, denî demiş, değmez demiş ve salıvermiş.
Ne haliniz varsa kendiniz görün! Demiş.
Evet yaratıcı olarak Allah var,
ama yarattıklarına karışıcı olarak Allah yok diye bir felsefe geliştirmiş.
Yaratıcı olarak Allah var ama hayata karışıcı olarak, kitap ve peygamber
gönderici olarak Allah yok diye demokratik bir sistem geliştirmiş. Dünyayı biz
idare ederiz, hukuku biz yaparız, hayatı biz düzenleriz, keyfimize göre
hareket ederiz, Allah hiç bir şeye karışmaz mantığı.
Zaten tüm demokratik ülkelerin Allah’ı,
Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratmış ve arkasından yorulup dinlenmeye
çekilmiş veya onu beğenmeyerek, onunla ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan,
onun idaresiyle alâkalı ne kitap, ne peygamber, ne vahiy gönder-meyen bir
Allah.
İşte Allah bu bölümde buyurur ki:
Eğer bu konuda bir şüpheniz varsa sizin ölçünüz olarak size Allah’ın
karışması, sizin hayatınıza Allah’ın karışması adına Allah tarafından
Peygamberi vasıtasıyla size ulaştırılan bu kitaptan bir şüpheniz, bir tereddüdünüz
varsa:
23:"Eğer Kulumuza indirdiğimiz Kur’an konusunda bir
reyb, bir şüphe içindeyseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getiriverin!
Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer samimi iseniz."
O zaman:
"Hadi siz de onun benzeri bir sûre
getiriverin!"
Haydi bunu yapabilmeye gücünüz
yetiyorsa benzer bir sûre getirin o zaman! Bunu insan yapıyor diyorsunuz. Bunu
Muhammed uyduruyor diyorsunuz. Bu Allah’ın sözü değildir diyorsunuz. Allah hayata
karışmaz diyorsunuz. Allah vahiy göndermez diyorsunuz. Allah neden âyet
göndersin? Neden bizim hayatımıza karışsın! Başka işi yok mu? diyorsunuz. Olmaz
böyle şey! diyorsunuz. Haydi bakalım diyor Allah, benzer bir sûre getirin!
Peygamber ve ona gönderilen kitap konusunda şüphede olanlara bir yarış ilan
ediyor, bir meydan okuyor. Üstelik:
"Allah’tan
başka şahitlerinizi de getirin! Eğer samimi iseniz."
Eğer ciddiyseniz, yâni iddianızı
uygulamaya cesaretiniz varsa. Sâdık neydi? Sıdk; iddianın eyleme geçirilmesi demektir.
Sıdk, iddianın ispatı, imanın uygulamaya geçirilmesi demekti. Sadaka da buradan
gelir. Yâni tasdik kökünden gelir. Bir adamın cebindeki parasının tümünün
Allah’a ait olduğuna inanması bu bir iman iddiasıdır. Buna inandığını iddia
eden adam Allah’a ait olan bu parasını Allah’ın istediği yerlerde infak
etmeye, sadaka vermeye başladı mı işte bu, o imanın, o iddianın tasdiki
anlamına gelecektir. Tasdik imandan da öte bir kavramdır. Ya da imanın ispatıdır.
Onun içindir ki Hz. Ebu Bekir Efendimiz mü'min olmanın da ötesinde aynı zamanda
sıddîktı da. Yâni iddiasını eyleme geçirmiş, imanının ispatını gerçekleştirmiş
bir sahabeydi.
Eğer ciddiyseniz; Allah’ın
berisinde, Allah’tan başka ne kadar şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar
yardımcınız varsa, yâni inandığı davaya canını verecek kadar bağlı ne kadar
şehidiniz varsa, onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne
kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız, ne kadar edipleriniz, şairleriniz, bilginleriniz,
filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size baş olacak,
ayak olabilecek ne kadar yardımcınız, yardakçınız varsa, hepsini çağırın da
hadi örnek bir sûre getirin bakalım.
Bu kitabı peygamber uyduruyor,
diyorsunuz. Bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir şeyi diğer
insanlardan, milyarlarca insanlar içinden herhalde yapabilen bir insan daha
çıkacaktır elbette. Hadi bakalım birilerini çağırın da bunun bir benzerini
getirin! Bir meydan okumaydı bu. Peki bugüne kadar buna teşebbüs edenler olmuş
mu tarihte? Yâni Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmeye teşebbüs edenler
olmuş mu? Evet tarihte pek çok. Hâlâ da yapıyorlar.
Hani Kur’an-ı Kerîm’i sadece
lafızdan ibaret saymayacaktık ya. Kur’an-ı Kerîm’i sadece metinden ibaret
göremeyiz. Kur’an aynı zamanda mânâdır da. Kur’an metin ve mânânın
birlikteliğidir. Kur’an’ı sadece metinden ibaret saymak suçtur, yalnızca
mealden ibaret kabul etmek de cinâyettir. Kur’an deyince metin ve mânâ birlikte
anlaşılacaktır. Bakın bunun böyle olduğuna bir örnek vereyim: Meselâ bir adam:
Yahu:
“De
ki, O Allah tekdir”
(İhlâs
1)
Şimdi bir adam; “Gul hüvallahü ehad”
nedir ki? Ben bunu inkâr ediyorum! Ben buna inanmıyorum! Derse bu adam kâfirdir.
Neden? Çünkü bu adam Kur’an’ın metnini inkâr etmiştir. Kur’an’daki bir âyetin
metnini reddetmiştir. Ama adam sözünü değiştirip: Yok yok! Öyle değil de, ben;
Da inanıyorum da, ben Allah’ın
birliğine inanmıyorum! derse bu adam yine kâfir olur. Neden? Çünkü bu defa da
adam mânâyı, muhtevayı inkâr etmiştir. Yâni Kur’an’dan bir âyetin metnini inkâr
eden kişi de kâfir olu, onun mânâsını, muhtevasını inkâr eden de kâfir olur. Öyleyse
Kur’an hem lafız, hem de mânâdır. Kur’an hem metin hem de mânâdan ibarettir.
Onu yalnız metinden ibaret saymak ta, mealcilerin yaptığı gibi yalnız meâlden
ibaret saymak ta bâtıldır.
Öyleyse hadi bir sûre getirin!
denilince, sadece onun lafzına benzer bir lafız getirin! Lafzına benzer bir
lafız uydurun! Metnine benzer bir metin meydana getirin! Demek değildir
sadece bunun mânâsı. Muhteva yönünden, mânâ yönünden de benzer getirin!
Deniyor anlaşılacaktır. Buna tarihten örnek gösterilir: İşte efendim biri
çıkmış Zâ-riyât sûresine bir örnek getirmiş, a! Ne kadar da ayıp olmuş? Ne
kadar da gülünç duruma düşmüş. Birisi de çıkmış Kaaria sûresine örnek
getirmiş, çok gülünç duruma düşmüş, madara olmuş, becerememiş filan. Öyle
değil ama işin aslı. Kazın ayağı başka ama.
Yâni şeytan bizi buradan bir daha
vurmuş, ama ne acıdır ki, bunun farkına
bile varamamışız. Ne acıdır ki, bunun farkında bile değiliz! Sanki Kur’an
sadece lafızdan ibaretmiş gibi, sanki Kur’an sadece bir edebiyat ürünüymüş
gibi meseleyi sadece lafız bazında düşünmüşüz. Lafız bazında, metin bazında
Kur’an’a benzer getirmişler, getirememişler meselesiyle bizler övünüp dururken,
şeytan bizi bu konuda avutup dururken, ama Kur’an’ın muhtevasına benzer neler
yapmamışlar ki insanlar! Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hep kamufle
etmişler. Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hiç mi hiç düşünememişler, hiç
anlayamamışlar. Birileri hep örttürmüşler bunu. İşin bu yönünü birileri hep ört
bas ettirmişler. Ama ne yazık ki müslü-manlar da Kur’an’ın benzerinin yapılamayacağı
konusunu anlatırken meselenin bu yönüne hiç değinmemişler. Yıllar yılı sadece
lafza muâdil bir şey yapamamışlar diye öğünüp durmuş müslümanlar.
Kur’an’ın lafzıyla alâkalı bir
şey yapamamışlar; ama onun muhtevasıyla ilgili neler yapmamışlar ki! Meselâ
Kur’an’ın bir tarih anlayışı vardır, olsun! Biz de değiştiririz onu! demişler
ve Kur’an’ınkine taban tabana zıt ve ona nazire olsun diye yepyeni bir tarih
felsefesi geliştirmişler. Hattâ maalesef bugün müslümanlar Kur’an’ın tarih anlayışını
öğrenmeden, anlamadan ona nazire olsun diye ortaya konulan ötekisini öğrenmeye
çalışmışlar. Kur’an’ın bir sosyal düzenlemesi, bir hukuk anlayışı vardı.
Birileri bunu kaldırıp, ilga edip onun yerine, ona nazire olsun diye sosyal bir
düzenleme, hukukî bir düzenleme ikâme etmiş ve maalesef yıllardır müslümanlar
Kur’an hukukunu öğrenmeden önce onu gölgede bırakmak iddiasıyla birilerinin
yaptığı bu hukukunun tahsilini yapıyorlar.
Maalesef bugün müslümanlar,
Kur’an’ın sosyal düzenleme-lerinden habersiz olarak birileri tarafından ona
benzer olsun diye ihdas edilen sosyal sistemleri sinelerine basmışlar, ona
sahip çıkmışlardır. İslâm’ın sosyal düzenlemelerini, ekonomik düzenlemelerini
öğrenmeden ötekilerininkini öğrenmeye çalışmışlar, İslâm’ı tanımadan onları tanımadan yana olmuşlar.
Kur’an’ın mîras hukukuna nazire
olsun diye ortaya konan Roma mîras hukuku. Kur’an ekonomisine karşı ona benzer
iddiasıyla ortaya atılan kapitalist ekonomi. Kuran’ın kılık kıyafet âyetlerine
karşı uydurulmuş batı tipi kılık kıyafet anlayışı. Kur’an’ın alfabe anlayışına
nazire olsun diye ortaya atılan yazı modeli. Ve daha neler neler uydurmuşlar.
Ondan sonra da hiç kimse bu konulara dikkat çekmeyince, bilenler de bu
konulara dikkat çekmeyince şeytan ve şeytan dostları da bunu çok güzel kamufle
etmeyi becerince, insanların dikkatleri bile çekilmemiş ve sonunda Allah yerine
birileri kurallar koymuş ve insanlar da onun kulu kölesi olmuşlardır.
Müslümanlar da Kur’an’ın lafzına benzer tüm dünya bir şey yapamamış diye avunup
dursunlar. Hâlâ şu yaşamakta olduğumuz şehir hayatı galiba Allah’tan başkalarının
koyduğu kuralların yaşandığı bir şehir hayatıdır.
E!!! Hani Allah yapamazsınız!
Yapamayacaksınız! demişti. Kıyamete kadar kesinlikle bu kitabın benzerini
getiremeyeceksiniz! Boşuna yorulmayın! Demişti. E ne oldu ya? Hani yapmışlar?
Filan demeyin. Zira Allah yapamazsınız! Ebedîyen yapamayacaksınız! Derken
bunun gibisini yapamazsınız! Kur’an gibisini yapamayacaksınız! buyurmaktadır.
Değilse hiç bir şey yapamazsınız! Hiç bir şey yapama-yacaksınız! Hiç bir şey
beceremeyeceksiniz! demek değildir tabii bunun mânâsı. Bu mantığı
unutmamalıyız. Bunu diyeceğim biraz sonra inşallah.
Meselâ bakın bugün evlenme düzeni
koymuşlar değil mi? Bir kadınla bir erkek beraber yaşar; tamam, işte evlenme
budur. Adam birden fazla kadınla değişik zamanlarda beraber yaşadı mı olabilir.
Ama iki kadınla sürekli beraber aynı anda yaşarsa bu zinadır kanunlarına
göre. Eh şimdi uygulanıyor işte. Neredeyse bir müslüman ikinci evliliğe adımını
attı mı ona en fazla karşı gelenler öteki müslüman-lardır. E şimdi bu Kur’an’a
nazire değil de nedir yâni? Tamam Kur’-an’a nazire olsun diye pek çok şey
yapmışlar.
Ama deminki mantığa dönüyorum
şimdi. Ne demiştik? Allah buna benzer yapamazsınız! derken hiç bir şey yapamazsınız
demiyor da bunun gibisini yapamazsınız diyor demiştik. Yâni bunun sağladığını
sağlayan bir şey yapamazsınız diyor. Toplumu bu Kur’an’ın ulaştırdığı noktaya
ulaştıran bir şey yapamazsınız diyor.
Peki Kur’an’a yapılan bu
nazireler ne sağlar? Kur’an’ın toplum için sağladığını sağlayabilir mi bunlar?
Bu insanların Kur’an’a nazire olsun diye yaptıkları, Allah için söyleyin bu
Kur’an’ın topluma sağladıklarını sağlayabilir mi? Kesinlikle hayır! İşte
görüyoruz bu yapılanların ne sağladıklarını.
Halbuki Kur’an ki, topluma
mutluluk sağlayacaktı. Kur’an ki, huzur ve sükun sağlayacaktı. Kur’an ki,
cennet verecekti. Kur’an ki, insanın ruh ve beden dengesini ortaya koyacaktı.
Bunların yaptıklarıy-sa kan getirdi, gözyaşı getirdi, huzursuzluk getirdi,
mutsuzluk getirdi. İşte bütün bunları gerçekleştirecek nitelikte haydi bir
örnek getirin! Haydi bir sistem geliştirin! diyor Allah. Değilse şaklabanlık
yapın! demek değildi bunun mânâsı.
Kur’an-ı Kerîm’e şiir dediler, sihir
dediler, evvelkilerin masalları dediler, insan sözünden başkası değildir bu
dediler. Dediler ama buna kendileri de inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse o
zaman ondan bu kadar korkmanın anlamı ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip
duran insan vardı. Bunların hangisinin arkasına bu kadar insan düşmüştü? Yok eğer
Kur’an sihirse ve onu size getiren Peygamber bir sihirbazsa, eh piyasada bu
kadar sihirbaz var bunlardan hangisinden bu kadar korkulmuş? Hangisine karşı bu
kadar tedbir alınmış? Eğer böyle diyorsanız bunun da ispatı kolaydır. Bunun
için de öyle derin derin felsefelere girmeye gerek yoktur.
"Bunun benzeri bir sûre getirin!"
Eğer bugün getiremezseniz, yarın
getirin! Öbür gün getirin! Ama bilesiniz ki, kıyamete kadar yapamayacaksınız
bunu! Öyleyse:
24: “Bunu yapamazsanız ki asla yapamayacaksınız.
O Halde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
sakının!"
Yapamadınız mı? Eğer
yapamadıysanız bilin ki, kesinlikle bilin ki, yapamayacaksınız bunu! Asla,
kıyamete kadar Kur’an’a benzer yapamayacaksınız! Toplumda yasaları uygulandığı
zaman onun sağ-layacaklarını sağlayacak bir benzer yapmanız mümkün değildir.
Abdullah İbni Mukaffa diye bir
adam var. Arap edebiyatının dahilerinden kabul edilir. Gerçekten bu işi bilen
bir adam. Kelile ve Dimneyi Arapça’ya kazandıran bir adam. Günün birinde
Kur’an’a ben-zer bir nazire yapmak çıkmış kafasından. Çevresi dürtüklemiş,
şeytan dürtüklemiş, hoplatmışlar, zıplatmışlar adamı. Sen bunu becerirsin, bu
işi ancak içimizden sen kıvırırsın demişler. Tamam! Demiş herhal-de bu işi ben
kıvıracağım. Şöyle hazırlığını yapmış, enine boyuna bakmış, kendini toplamış
ve Kur’an’ı bu gözle bir daha okumuş. Benzerini yapmak adına dikkatlice
Kur’an’ı okurken Hûd sûresine geliyor. Hûd sûresinde Rabbimiz anlatır:
Tufandan önce Allah göğe emretti: “Ey gök su indir!” Buyurdu. Gök de bu emre
imt
"Ey sema artık suyunu tut! Ve ey arz sen de suyunu
yut!"
(Hûd: 40 )
Allah dedi ki göğe: “Ey gök artık
suyunu tut! Ve ey yer sen de suyunu yut!” İki emir veriliyordu: Birisi göğe,
ötekisi yeryüzüne. Birisi “tut!” Diğeri “yut!” Tamam hepsi bu kadar. Birisi
tutmuş, ötekisi de yutmuştu suyunu ve artık yeryüzü kupkuruydu.
Kur’an’ın bu bölümüne gelince
adam kara kara düşünmeye başlıyor. Sanki beynini ellerinin arasına alıyor,
sıktıkça sıkıyor, kafatasını eritiyor, beynini cıvık cıvık alıyor eline ve
sonra diyor ki: Eyvah! Bunu diyebilmek için semaya ve arza söz geçirmek
gücünde olmak gerekiyor. Bunu diyebilmek için, Kur’an gibisini meydana
getirebilmek için ancak Allah olmak gerekiyor. Ben Allah olmadığıma göre ne
mümkün öyleyse? Diyor ve sonunda vazgeçiyor bu delilikten.
Öyleyse Kur’an’a benzer yapmanın
bu mantığını kaybetmememiz gerekiyor. Değilse yapılır yâni. Bir yığın herze
çıkabilir karşımıza. Böyle değil, aya laf edecek adam, güneşe söz geçirecek,
arza emredecek, semaya ferman edecek. Ama bunların hiç birisinin onun fermanından
haberleri bile yoksa, bu herzeden başka bir şey değildir yâni. İşte yapanları
görüyoruz yâni. Ey kamer sen orada yalnızsın, ben de burada yalnızım gibi boş
sözler. Bu, adamın kendi kendine konuşmasından başka bir şey değildir yâni.
Mümkün değil böyle bir şeyi
yapamazsınız! yapamayacaksınız! Öyleyse:
Kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar
olan ateşten sakının!"
Muttaki olun! Korunun!
Allah’la korunun! Allah’ın koruması altına
girin! Şu ateş konusunda ki tutturağı, yakıtı insan ve taşlardır onun.
Dayanılması mümkün olmayan bir ateştir o. Şöyle üç aylık beş aylık
çocuklarınızı yakalayın saçlarından, baş aşağı getirin, benzin dökerek
saçlarından tutuşturup koşa koşa ateşi tutuşturmaya gidin! Yapabilirseniz
yapın bunu. Yüreğiniz dayanırsa yapın! Korkunç bir şey gerçekten değil mi?
Öyleyse yarın onların cehennemin
çırası olmasını istemiyorsa-nız burada Kitapla, sünnetle tanıştırın! Çocuklarınızı
müslümanca eğitin! Onları cennete hazırlayıp, cehennem yollarına barikatlar
koyun! Değilse siz bilirsiniz. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, cehennemi tutturmak
için insan ve taşlar kullanılıyor.
" Kâfirlere hazırlanmıştır ama bu ateş."
İfadelerinden anlaşılıyor ki
Allah insanlara bir zorbanın yaptığını yapmıyor. Hür iradeleriyle baş başa
serbest bırakıyor onları. Hadi elinizden geliyorsa iddianızı ispatlayın! Diyor.
Mümkün değil bunu yapamazsınız, Bu Kur’an gibisini ancak o diyebilir!
Eğer bunu kabulleniyorsanız, yâni
böyle sözleri ancak onun gibi birinin söyleyebileceğine inanıyorsanız, o zaman
o büyük kabul ettiğiniz, o ulu bildiğiniz insan “Bu kitap benden değil,
Allah’tandır” diyor. Bununla gurur duyup size çalım satmıyor! Bu konuda sizden
dünyalık bir şeyler de istemiyor!
"De ki; ben ‘ben bu tebliğimden dolayı sizden yakınlığıma
sevgiden başka bir ücret istemem’.”
(Şûrâ: 23)
Diyor.
"Asla bunu yapamayacaksınız!"
İfadesinin, o günden bugüne kadar
1400 yıllık bir tecrübeyle doğruluğunu gördük. Tarih boyunca bu konuda yarışa
davet edilen kâfirler bu yarıştan vazgeçip pes etmişlerdir. Fakat buna karşılık
olarak silah çekip, kan akıtmışlar ve bu kitabın önünü kesebilmek için her
türlü masraf ve zahmetlere girmişler. Bugün de kâfirlerin aynı yola tevessül
ettiklerini görüyoruz. Kur’an’ın bir benzerini getirmek, veya yapamıyorlarsa
ona teslim olmak dururken, bugünün kâfirleri de: Aman Kur’an duyulmasın! Aman
insanlar onu öğrenmesinler! Aman bu kitap insanların gündemine girmesin! Aman
insanlar bu güçle diyalog kurmasınlar! Yoksa önlerine geçemeyiz! diye her türlü
tedbiri alma-dan yana davranıyorlar. Tüm yerli ve yabancı kâfirlerin derdi budur.
Ama görüyorsunuz ki Kur’an, yine dimdik ayakta duruyor ve bunun karşısında
Yapabilecekleri hiç bir şey yoktur.
25:"Peygamberim,
iman edip de salih ameller işleyenlere zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri
müjdele."
Önceki âyetler bizi sanki sele
kapılıp cehenneme doğru sürüklenip
gidecek bir ortama sokmuştu. Karşımızda duran bir ateş nehri, bir ateş seli ve
onun içinde yuvarlanıp giden taşlar ve insanlar. Sanki kan gölüne, ateş gölüne
gidiyordu insanlar ve biz de onların bir üyesiymişiz gibi korkunç bir manzarayla
karşı karşıyaydık. Mevlâmız bizi bununla korkutuyor ve ürkütüyordu. Hani:
Deniyordu ya âyet-i kerîmede.
Yâni bütün bunları Allah,bizi korkutmak için söylüyor. Bizim aklımızı başımıza
almamız için korkun,yapmayın deniyor.
Ondan sonra da mesani olan
kitabımızın özelliğini görüyoruz. Yâni böyle ikili bir anlatım özelliğini
görüyoruz. Rabbimiz kafirleri anlatırken hemen mü'minlere dönüyor. Ya da cehennemi
anlatırken hemen cennete dönüyor. Bizi o boğuk, o kötü atmosferde bırakmıyor.
Ardından hemen sözü mü'minlerin durumunu anlatmaya getiriyor.
"İnanan ve inancını yaşayan insanlara müjdele ki,
onlara cennet var."
İnanan ve inancını yaşayanlara,
inanan ve salih ameller işle-yenlere müjdele. Onlara haber ver ki onlar için
cennetler vardır. Salih amel demek; imanın gereği olan amel demektir. Buna
delilimiz de Hz. Nuh’un oğlu için Allah’ın dediği şu âyettir:
"Dedi ki ey Nuh o senin ehlin değildir. Çünkü O
gayri salih bir ameldir!"
(Hûd: 46)
Hz. Nuh’un boğulan oğlu için o
küfrün gereği olan bir amel işlemiştir diyor Allah. O zaman amelleri
değerlendirmede İslâm’ın mühürlerini hatırlayalım:
1 : Amel-i salih.
2 : Amel-i gayri salih.
Veya birine isyan, diğerine de
itaat deniyordu.
"İşittik ve itaat ettik! İşittik ve isyan
ettik!"
Deniyordu. Burada da:
İle yetinilmeyip:
Eklenmesi ve hemen hemen
Kur’an’ın her yerinde karşımıza bu
kalıpla çıkması, insanın sadece inandım demekle kesinlikle yetinmemesi
gerektiğini anlatıyor. Ankebût sûresi de bunu anlatıyordu.
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki inandık demeleriyle
bırakılıverilecekler de imtihana çekilmeyecekler?"
(Ankebût: 2)
Hangi konunun imanını gündeme
getirmişsek o konuda mutlaka bir denenme gelecektir karşımıza. Neye inandığımızı
söylemiş-sek o konuda deneneceğiz ki, sağlam mı inanmışız yoksa değil mi? Bu ortaya
çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inandığını mı iddia ediyor?
Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yolunda infak ederdim mi diyor? Böyle
bir iman iddiasında mı bulunuyor? O konuda mutlaka denenme gelecektir. Allah günün
birinde ona bolca bir para verecek, bu imkânı yaratacak ve onun sağlam mı inandığını,
yoksa gevşek mi inandığını ortaya çıkaracaktır.
Veya bir müslüman eğer boş
zamanım olsaydı ben de bu zamanı Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini öğrenmeye
harcardım mı diyor? Bu konuda bir iman mı ortaya koyuyor? Allah günün birinde
onun karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp inanmadığını ortaya
çıkaracaktır. Veya meselâ bir kadın eğer Allah beni iyi bir ortamda yaratsaydı
ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor? Allah mutlaka onun karşısına böyle
bir ortam çıkaracak ve onun bu konudaki samimiyetini deneyecektir. Yâni hangi
konunun imanını günde-me getirmişsek, hangi konuda ne tür bir iddiada bulunmuşsak,
o konuda Allah bize denenme gönderecektir. Fırsat verip sağlam mı, yoksa bozuk
mu inandığımızı ortaya koyma imkânı yaratacaktır. Değilse o konuda imkân
vermese kimin ciddi, kimin yalancı olduğu ortaya çıkmaz.
Ama eğer şu anda inandık
dediğimiz pek çok konuda Allah bizim karşımıza denenme imkânı çıkarmıyorsa, o
zaman şu iki şeyden birisi geçerlidir:
a- Ya ciddi inanmadığımız için
Allah o konuda bizim karşımıza gerçekleştirme imkânı çıkarmıyor.
b- Ya da daha önce aynı konuda
bizi denedi de bizde imanımızın sağlam
olduğunu gösteremediysek, artık yeni imkânlar çıkar-mıyor demektir.
Bakın Kur’an’da amel edenlere,
amel edenler için hazırlanmış cennetten söz eden âyetler var:
"İşte amelleriniz karşılığında size hazırlanmış cennet."
(Zuhruf 72)
"Yiyin, için, işlediğiniz amellere karşılık.."
(Tûr 19)
Amel işleyenlere cennet olduğunu
anlatan âyetler var. Ama bu güne kadar
sadece iman edenlere cennet vardır diye bir âyet görmedim.
İşte inanan ve inancını yaşayan
insanlara müjde olarak sunulan bu cennet, Allah’la aldatılan bizim toplumumuzda
nedense çok değiştirilmiş. "Eğer inanır ve inancımızı yaşarsak" cümlesinden
sonraki bölümü sanki herkes kendine tamamlamış. Çünkü bakın burada:
"İnanan ve inancını yaşanlara müjdele."
Denildikten sonra:
"Onlar için cennet vardır."
Denmesi gerekirken, o bölümü
insanlar kendileri tamamlamışlar. Sen bu kadar dedin sağ ol, yeter ya Rabbi!
gerisini biz tamam-larız! Demişler ve bundan sonrasını kendi bildikleri gibi tamamlamışlar
müslümanlar. Bakın geçenlerde bir yerde bir şeyler anlatıyordum, oradaki
gençlerden biri: biz müslüman değiliz! Hocam! Dedi. İçini çekti ve biz de hayır
yok! Biz müslüman değiliz! Dedi. Gerçek müslüman olsaydık nasıl olacaktık?
Dedim. Eğer biz gerçek müslüman olsaydık şu ayakkabıları kendimiz imal
ederdik! Dedi. Yâni demek ki gerçek müslümanlığımızın karşılığında bunu bulurmuşuz.
Demek ki gerçek Müslümanlığı yaşamanın sonucu buymuş.
Veya bir başkası çok rahat şunu
diyebilmektedir: Eğer bizler gerçek müslümanlar olabilseydik, bu ülkede herhalde
İslâmî yayınlar yapan ciddi televizyonlarımız olacaktı. Eğer bugün bizler ciddi
Müslümanlar olabilseydik, memleketimiz fabrikalardan geçilmeyecekti. Demek ki
gerçek müslümanlığın sonucu bunlara kavuşmakmış. Bütün bunları hep uyduruyoruz
kendi kafamızdan. Allah hiç de böyle demiyor. Eğer inanırsanız ve salih amel
işlerseniz, ne var karşılığında? Allah diyor ki:
" Cennet var onlar için."
İşte bu kadar. Halbuki Allah’ın
Resûlü Akabe’de kendisiyle biatleşen insanlara İslâm’ı anlattı da onlar
dediler ki: “Ya Rasûlallah! Eğer biz bu dediklerini yaparsak, dediğin biçimde
yaparsak karşılığında bize ne var? Ne elde edeceğiz bu işin sonunda?”
Allah’ın Resûlü onlara: “Bu işin karşılığında hurma bahçeleri var!” demedi.
“Yemen’e vali olacaksınız!” demedi. “Bizans sizin olacak!” demedi. Peki ne dedi?
Dedi ki; “cennet var! İman ve salih amelin karşılığında cennet var!” Zaten iyi
bir müslümânâ cennet vaadi vardır. Hükümet vaadi yoktur, devlet vaadi yoktur,
sıhhat vaadi yoktur, bolluk ve zenginlik vaadi yoktur. Müslüman olursak
devlet kurarız değil mesele. Çünkü devlet müslüman olmanın vazgeçilmez şartı
değildir; ama cennet, müslüman olmanın vazgeçilmez şartıdır.
İman eden ve imanlarını amele
dönüştürenler için, ne var onlar için? Atlar, arabalar, fiyatlar, muratlar,
marklar, dolarlar vardır. Öyle değilmiş anlıyoruz âyetten. Hattâ geçimmiş,
dirlikmiş, sıhhatmiş, afiyetmiş, ya da zafermiş, galibiyetmiş hiç birisi yok.
Hattâ belki siz ger-çekten iyi bir müslüman olun çevrenizde hiç kimse kalmayabilir.
Kimi Peygamberler gibi çevrenizde üç beş kişi kalabilir. Kimi Peygamberler gibi
belinizden testereyle biçilebilirsiniz. Kimi peygamberler gibi şehid
olabilirsiniz. Taşlanabilirsiniz kimi Peygamberler gibi. Ve onlar hiç de
başarısız olmadılar yâni. Onların başlarına gelen bu tür durumlar, onların
başarısız olduklarını göstermez. Ve İmanlarının sonucunda bu tür şeyler
başlarına geldi diye hiçbir zaman onlar yollarından, yöntemlerinden şüphe
etmediler. Eğer biz de vahye intibakımızdan şüphe et-miyorsak, o zaman
başımıza ne gelirse gelsin devam edelim yolumuza. Ama şundan her zaman şüphe
edelim: Acaba bu vahiy, bu Kur’an benim anladığımın dışında da anlaşılabilir
mi? Benim bu anlayışımın dışında da anlayışlar var mı acaba? Diye sürekli bunu
araştırmak zorundayız, bu güzeldir işte.
Neymiş mü'minlere verilen müjde?
Cennet. Bir cennet ki, ya da cennetler ki, bahçeler ki, onların zeminlerinden ırmaklar
akmaktadır. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetler. Arapça’da cennet; toprağın
üzerinde yükselen ağaçlık bölümün adıymış. Altından ırmakların akması da bu
cennetin zemininde ırmakların akması demekmiş. O zaman sarayın altından veya
kökün altından ırmakların akması da ya-dırganmayacaktır. Yâni böyle de olabilir
diyoruz. Çünkü biz dünyayı cennetleştirme cinnetinde olduğumuz için sanki bunu
dünyaya taşıma çabasındayız. İşte belki bunun içindir ki odalarımızın altından
ırmaklar akıyor. Ama olsun cennettekiler gibi değil bunlar kanalizasyon ırmakları.
"Orada her ne zaman bir rızıkla rızıklandırıldıkla-rında,
her bir meyveden rızıklandırıldıklarında."
Yâni kendilerine tahsis edilen
her bir rızık kendilerine ulaştırıldığında şöyle derler:
"Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir
derler."
Biz daha önce de bundan
rızıklanmıştık. Bize daha önce de Allahu Teâlâ lütuflarda bulunuyordu. Veya
daha önce de bize bunların benzerleri verilmişti. Yâni daha önce de benzer
şeyler yemiştik biz dünyada. Nar; dünyada da nar yemiştik biz. Muz; dünyada da
yemiştik bundan derler. Peki bu onlara ne sağlayacak? Anlayabildiğimiz ka-darıyla
bu onlara şunu sağlayacaktır: Hayatın köklü oluşunun zevkini tattıracaktır bu
onlara. Bana öyle geliyor. Çünkü bakıyoruz Peygam-berleri tanıtırken de böyle
bir köklülükten söz edilmiş:
"Muhammed başka değil ancak bir elçidir, ondan önce
de peygamberler gelip geçmiştir."
(Âl-i İmrân 144)
Âyeti de bunu anlatır. Yâni Hz.
Muhammed Aleyhisselâm böy-le yeni yeni çıkmış, aslı astarı olmayan türedi bir
şey değildir. Daha önce de benzerleri görülmüş, bilinmiş ve denenmemiştir. Yâni
böyle denenmemiş, sonunun ne olacağı belli olmayan bir şey değildir bu.
Bilâkis daha önce de peygamberler geldi geçti. İşte Muhammed de onlardan
biridir deniyordu ya. İşte burada da tıpkı onun gibi bir kök-lülük
vurgulanıyor. Yâni Mü'minler orada: Ne oluyor ya? Nereden gel-dik buraya?
Neresi burası? Nasıl bir şey bu cennet? Diye şaşırmaya-caklar, acemilik
çekmeyecekler, bilâkis kendilerinin dünyada işledik-leri amellere karşılık
kendilerine sunulan bir cennet olduğunu bilecek-ler bunun. Meselâ
Mançurya’dan hiç bilmediğimiz, tatmadığımız bir meyve getirip verseler, şöyle
bir duraklar insan değil mi? Ne ki bu acaba? Tadı nasıl? Tuzu nasıl filan diye
bir tereddüt geçiririz değil mi? İşte cennette böyle bir acemilik olmayacaktır.
Her bir meyve sunul-dukça a! Biz bunu daha evvel de yemiştik! Bize bunu
Rabbimiz daha önce de ikram etmişti! Diyecekler. Bunun bir ikinci anlamı da,
yarım saat önce kendilerine hizmetçileri bir meyve sunmuşlardı, şimdi aynı
renkte, aynı özellikte bir ikincisi sunulacak ve bakacaklar ki bu defa da çok
farklı bir tat, çok farklı bir lezzette olduğunu görünce mü'min-ler: A! Hayret
daha önce de bundan yemiştik ama bu daha farklıymış diyeceklerdir. Yâni o meyveler
her sunuluşta bir öncekinin aynı gibi ama farklı tatlarda, farklı lezzetlerde
olacaktır. Şekilleri, biçimleri, renkleri birbirine benzer fakat tatları başka
olacaktır anlıyoruz. Ya da işte az evvel dediğimiz gibi biz bunları dünyadayken
de yemiştik diyecekler.
"Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak kendilerine
sunulmuştur."
Dünyadaki yediklerinin aynısı
olarak kendilerine sunulmuştur. Halbuki oradaki süt ayrı, oradaki muz ayrı,
oradaki portakal ayrıdır. Lâkin bu ayrılığa rağmen dünyadakilerle bir benzerlik
kurup böylece onlar dünyayı hatırlayacaklar, biz dün de buna benzer bir şeyler
tatmıştık! Diyecekler. Başka neler varmış bu cennetlikler için?
"Bir de orada onlar için tertemiz eşler vardır."
Tertemiz
eşler vardır orada onlar için. Tertemiz erkeklere ter-temiz kadınlar, tertemiz
kadınlara da tertemiz kocalar vardır o cennet-te. Ezvac kelimesi hem
kadınların kocaları için temizliğini, hem de kocaların kadınları için
temizliğini anlatır. Âyet-i Kerimede kadının temizliğinden söz ediliyor. Ya da eşlerin
temizliğinden bahsediliyor. Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem madde olarak
kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de
mânâ olarak yalan, dolan, cinsinden, aldatma cinsinden, ahlâksızlık, geçimsizlik
cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, küfrü, nifakı
inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir onlara.
Bütün bu anlatılanlar kâfirlerin
kulağına gittiği halde, bunları duydukları halde, hayret ki yine de âhireti
inkâr etmeye sebep bulabiliyorlar yâni. Cennette Allah’ın Mü'minler için
hazırladığı bu nîmetler anlatılınca: Ne yâni! Onları biz de buluruz dünyada!
Biz de elde ederiz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ, bahçe, elma, armut,
karı, kız, içki, şarap istediğimiz kadar buluruz! Alasını buluruz bu dünyada diyorlar.
Ama:
"Onlar orada ebedîyen yaşarlar."
Denilince, işte orada adamların
solukları kesiliyor. İşte orada pilleri bitiyor. Çünkü bunların elde ettiği
şeylerin hiç birisi sonsuz de-ğildir. Hepsi dünya ile, ömürleriyle sınırlı
şeylerdir. Öldükleri anda her şey bitecektir. Yâni tüm dünyaya sahip olsalar
bile ölünce bitecektir. Ama âhirette mü’minler cennette ebediyen bu nimetlere
sahip olacaklar. Ölmeyecek, solmayacak, bitip tükenmeyecek nimetler. İşte
cennet bu. Bundan sonra, eğer bu cenneti hak etmek istiyorsanız. Bunu kazanmak
istiyorsanız diye başka bir âyete geçilecek. Ne kadar güzel, ne kadar hoş
anladınız! İşte bu cennetin sizin olması için, bunu kazanmanız için davanızın
Allah’a teslimiyet olması gerekir kayıtsız şartsız diyor bundan sonraki âyet-i
kerîme. Yâni eğer cennetten yanaysanız, cenneti kazanmak istiyorsanız, Allah’a
kafa tutmayacaksınız! Allah’a akıl vermeye kalkmayacaksınız! diyor.
Peki nasıl akıl vermek? Ne tür
bir kafa tutmak? Şunu anlata-caktın ya Rabbi! Bunu anlatmalıydın ya Rabbi! Şu
sana yakışırdı! Ama bu dinde olmamalıydı! Bu kitapta olmamalıydı!
denmemelidir. Çünkü bu kâfirlerin iddiasıydı. Bakın onlar dediler ki: Ne ya
bu? Allah nelerden bahsediyor böyle? Sivri sinekten, kara sinekten, örümcekten
bahsediyor. Böyle tanrı mı olur? Böyle mukaddes kitap mı olur? Kutsal kitapta
bunlara da mı yer verilir? Diyebiliyorlardı da bakın Rabbi-miz bunun üzerine
şöyle buyurdu:
26:"Şüphesiz
ki Allah sivrisineği ve ondan üstününü m
Allah münâfıklar için bu m
Bir de şunu ifade edelim; kraldan fazla kralcı kesilmenin de anlamı
yoktur. Allah burada utanmaz demişse, efendim utanmaz demeyelim de çekinmez
filan diyelim diye bir edepten söz ediyorlar. İyi ama Allah bizzat bunu kendine
münâsip bulmuşsa o zaman başka bir şey demeye çalışmanın da anlamı yoktur
diyoruz. Peki neymiş bu adamların dertleri? Bütün dert Allah sinekten söz
etmiş.
Yâni bu olacak şey miymiş?
Allah’a yakışır mıymış bu?
"Ey insanlar! Size bir m
(Hac: 73)
"Allah berisinde veliler edinenlerin hali örümcek gibidir
ki o bir ev yapmıştır. Ama bilseler evlerin en zayıfı (çürüğü) hiç şüphesiz
örümcek yuvasıdır."
(Ankebût: 41)
Allah bu iki âyette örümcekten ve
sinekten m
Sivrisinekten de söz eder Allah,
onun üstünde bir şeyden de. Kanadından da meselâ. Onun üstünde bir şey, ondan biraz
daha büyük olan bir şey veya ondan daha küçük olan bir şeyden de söz eder
demektir bunun mânâsı.
“Ey iman edenlere gelince onlar Rablerinden gelen bir hak
olduğunu bilirler"
Allah neden bahsederse etsin, ne
anlatırsa anlatsın, iman edenler bilirler ki Hak Rablerindendir. Rab ne
gönderdiyse, Rableri ne indirdiyse o haktır. İster büyük, ister küçük olsun
hiç fark etmez, Allah’tan ne gelmişse hak odur.
"Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden
olma!"
(Bakara: 147)
Rabbinden gelen, gerçek hak ve
hakikat odur! O halde sakın siz şüphelenenlerden olmayın! Diyordu Allah.
Burada da aynen benzerini söylüyor. Allah dediyse tamam! Demek ki bu konu
ancak böyle anlatılırmış!
Demek ki bu konu en güzel sinekle
veya örümcekle anlatılırmış. Allah böyle anlatmış, başkasını bilmeyiz.
Efendim işte kadın konusunda biraz şöyle düşünsek. Niye? Ben kadını Allah’tan
daha iyi mi düşüneceğim yâni? Allah’ın düşündüğü yetmiyor mu? Erkek konusunda
şöyle yapsak. Hayır Allah elbette en güzelini ortaya koyuyorsa aynen ona teslim
olacağız. Ne dediyse aklımızı, mantığımızı işin içine karıştırmadan aynen kabul
edeceğiz. O zaman bunun adına iman denecektir, teslimiyet denecektir,
müslümanlık denecektir. İman edenler, müslümanlar ne derlermiş bakın:
İman edenler derlermiş ki: Hak
Allah’tan gelendir. Hak babamın
bildiği değil, hak efendimin tasdik ettiği değil, hak toplumun öngördüğü
değil, hak insanların benimsediği değil, hak hocaların yazdıkları değil, hak
bizim mezhebin dediği değil, hak İMF’den gelenler değil, hak AET’nin dedikleri
değil, hak Avrupa’dan, Amerika’dan gelenler değil, hak Allah’tan gelen yâni
vahye mutabık olan gerçektir. Mü’minler böyle inanırlar, böyle derlerken,
bakın kâfirler de şöyle derlermiş:
“Beri taraftaki kâfirler de: A! Ne oluyor? Allah bununla
ne kastediyor acaba? derler."
Acaba ne demek istiyor ki Allah
bununla? Ne yapmak, nereye varmak istiyor ki? Diye güya merak ediyorlar, ama
asla kulluğa yanaşmıyorlardı. İrdeliyorlardı güya ama bu irdelemeleri kulluğa
yönelik değildi. Öğrenmek, anlamak kastıyla değildi. Çünkü Allah bunlar için:
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve teviline
gitmek için Kur’an’ın müteşabih âyetlerinin peşine düşerler...."
(Âl-i İmrân: 7)
Diyordu. Yâni Kur’an’ın amele
yönelik âyetlerini, muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası
olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dışındaki konuları
öyle karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya çalışıyorlar.
E ne varda burada? Ne anlayacağız
da bundan? Bununla nereye kadar gidilebilir de yâni? Bu nereye götürebilir de
bizi? Derler. Meselâ Müddessir sûresinde Cenab-ı Hak cehennemi anlatırken:
"Onun üzerinde on dokuz vardır."
(Müddessir: 30)
Buyurunca:
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler derler
ki: Ne oluyor? Allah bununla ne anlatmaya çalışıyor ki? derler."
(Müddessir: 32)
Ne demek istiyor ki? Neyi darp
etmeye çalışıyor ki Allah bununla? Ya da bu darpla Allah ne yapmak istiyor ki?
Bu ne ya! Allah’a yakışır mı bu? Dediler.
Bakıyoruz bugün de öyle diyor
insanlar. Bugün de kalplerinde nifak hastalığı bulunan insanları görüyoruz.
Kur’an karşısında aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Gelin ey
müslümanlar! Kur’an okuyalım! Kulluk kitabımız ne diyor bir tanıyalım da onun
istediği biçimde müslüman olalım! dediğimiz zaman aynı insanların bugün de
Kur’an’a karşı aynı ifadeleri kullandığına şahit oluyoruz: Ne olacak ya
Kur’an’ı okuyup ta? Bu Kur’an ne anlatıyor ya? Bununla nereye kadar
varılabilir? Bu nereye kadar götürür insanları? Bununla hayat mı düzenlenir
ya? Bununla şehir mi idare edilir? Bununla belediyecilik mi yapılır? Bununla
para mı kazanılır? Bununla makam mı kazanılır? Bununla devlete mi gidilir?
Yâni tamam anladık Kur’an, Kur’an da ne olacak okuyunca? Bununla devlet mi
kurulur? Bununla cemaat mı örgütlenir? Bununla iktidara mı gelinir?
Evet aynen bugünkülerin de
bunları dediklerine şahit oluyoruz. Kur’an okuyalım, Kur’an okuyalım. İyi
arkadaş anladık da ne olacak okuyup da? Oku oku bununla nereye kadar
gidilebilir? Ne işe yarayacak bu okuma? Bize başka şeyler lâzım. Bize örgütsel
çalışmalardan söz et. Bize paradan, bize sanayileşmeden söz et! Diyenleri bugün
de görüyoruz.
Ama Allah diyor ki: Biz bunu iman
edenlerin imanları artsın, küfredenlerin ve fâsıkların da fıskını artıralım
diye böylece yaptık diyor. Peki acaba bu tür ifadelerle, bu tür âyetlerle
mü'minlerin imanları nasıl artar?
1- Allah’ım sen ne büyüksün! Ne
kadar yücesin sen ki, yâni on dokuzla bu işi hallediveriyorsun! Koskoca
cehennem ve on dokuz melek! Koskoca cehennemi on dokuz melekle idare ediyorsun.
Sen ne büyüksün! Biz bunu bilmeyiz, bilemeyiz diyerek mü'minlerin imanları
artıyor.
2- Veya Kur’an’da bir iman konusu
daha gündeme geliyor böylece buna da inansınlar ve bir iman birimleri daha artsın
diye Allah böyle yaptık diyor. Meselâ şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak bugün
bir beş on âyet daha öğrendik ve böylece on birim daha imanımız artmış
demektir. İşte imanın artmasını böyle de anlıyoruz. Kur’an’dan ne kadar âyet öğrenmiş
ve onlara iman etmişse kişi o nispette imanı da artmıştır diyoruz.
O halde Kur’an kimilerinin hidâyetini
artırırken kimilerinin de dalâletini artırmaktadır. Yâni kimileri Kur’an’la
hidâyet bulurken kimileri de Kur’an’la,
Kur’an sayesinde sapıklıklarını, sapıklık noktalarını anlarlar.
"Bu m
Kur’an’la kimileri sapıtırken
kimileri hidâyet bulur. Pek çoğu Kur’an’la sapıtırken pek çoğu Kuran’la yol
bulur. Onlar aslında bu âyet sebebiyle sapmışlar değil de, zaten sapıktı bunlar
ve bu âyetle sapıklıklarını izhâr ediyorlar demektir. Yâni bunlarda küfür ve
nifak zaten vardı da, âyet bunu açığa çıkarmıştır diyoruz. Yâni şimdi bunlar bu
m
1- Kur’an’la beraberlikte iki
türlü yöntem var: Birisi, insanlar önce kendilerini Allah bana önce şunu şunu
anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a
başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu.
Bunu da ikiye ayırabiliriz:
A- Ya kendi dünya görüşünü
desteklemek için Kur’an’a başvururlar.
B- Veya aradıkları sorunun
cevabını o tahditte bulmaya çalı-şırlar. Meselâ adam demokratiktir ama
müslümanlığı da elden bırak-mamak çabasındadır. Veya feministtir veya ırkçıdır,
pragmatisttir, fay-dacıdır veya hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları!
İnsan sevgisi! Filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu
Kur’-an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başka-sını
emredecek değildir elbette diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat
etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu soruya, sadece
sorduğu kadarıyla Allah’ın cevap vermesini ister. Meselâ ya Rab babam öldü,
şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız? Allah’tan sadece o bölümü ister,
sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken ondan sonra bir şeyler
daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır, yüzümü mü
önce yıkayacağım? Yoksa elimi mi? Sadece o bölümü sorar. Şimdi sen başkasını
karıştırma! Başka konulara geçme! dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı
bakalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştırmıyor adam
da sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. İslâm’da hükümet diyor adam, sadece o
bölümü sorar. İslâm’da cemaat der, İslâm’da kadın der, İslâm’da harcama der.
Ne deneceğini kendisi belirliyor, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını
kendisi belirler.
Halbuki İslâm öyle bir mekânizma
ki, hepsi birbiriyle ilgili. Arabanın şaftı da, defransiyeli de, tekerleri de,
direksiyonu da, vitesi de, fireni de nasıl hepsi aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı
da aynı uyum içinde öğrenmek zorundayız. Yâni Kur’an’ı, Kur’an bütünlüğünde öğren-mek
zorundayız. Öğreneceğimiz bölümleri ona önceden empoze ederek kitabı
şartlandırmanın anlamı yoktur.
"Ama onunla fâsıklardan başkası sapmaz, sapıtmaz."
Fâsık; bulunduğu yerden zarar
vermek için ayrılan demektir. Fâsık; lügatte itaatten çıkan demektir. Nitekim
bunun için deliğinden çıkan fareye de fuveysıka denmiştir. Fâsık büyük günahları
işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi demektir. Şer'i yönden fâsıkın üç
derecesi vardır:
1- Birincisi günahı çirkin
görmekle beraber ara sıra günah işlemek.
2- İkincisi üzerine düşerek
devamlı günah işlemek, günahı devamlı yapmaktır.
3- Üçüncüsü de çirkinliğini inkâr
ederek günahı işlemektir. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma
gelmedikçe onun adı kâfir değil müslümandır. Şu halde fâsık lafzı içinde kâfirler bulunabileceği gibi imanlarını kaybetmemiş
insanlar da bulunabilmektedir. Ama şu aşağıda sayılacak olan sıfatların tamamı
bir adamda mevcut ise o zaman bu adam kâfirdir diyeceğiz. Fâsıkın şöyle bir
tarifi var. Veya bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz fasıkın özelliklerini,
sıfatlarını şöylece açıklıyor:
27:"O Fâsıklar ki Allah’a verdikleri sözü sağlama
bağladıktan sonra bozarlar. Ve Allah’ın eklenmesini buyurduğu şeyi keserler.
Ve de yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır."
Fâsıkın sıfatları sayılır burada.
Ama bu sayılacak olanlar hepsi değil, belki bu sıfatlardan bazılarıdır. Üç
vasıf, üç sıfat.
İşte bu üç vasfı taşıyan kişi
fâsıkmış. İşte bunlar Kur’an’la sapıtırlarmış. Bu özellikleri taşıyorsa bir
adam o Kur’an’la sapıtırmış. Neymiş bu üç vasıf?
1- Allah’la yaptıkları anlaşmayı
bozmak. Ama anlaşma metin-lerini imzaladıktan sonra bozmak, bozmaya çalışmak.
Yâni Allah’la anlaşma yapıyorlar: Ya
Rabbi ben senin kulunum, sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım!
Senden başkasının dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim
hayatıma sadece sen program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sâdık kalacağı-ma
ve karşılığında cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! Değilse
cehennem konusunun farkındayım! Diyerek Allah’a söz veriyor adam, ondan sonra
da nakzediyor. Anlaşma konusuna aykırı hareket ediyor. O zaman bu adamın
Kur’an’la beraberliği ancak ona zarar verir. Öyle değil mi yâni? Böyle bir adam
Kur’an okudukça ne yapar da? Hep böyle yamulacak, eğecek, bükecek, kendine
tefsir etmeye çalışacak, başka ne yapacak da? Evet fâsıkın birinci sıfatı demek
ki Allah’la ahdini bozmakmış. Bu ahdi şöyle de anlamaya çalışmışlar:
a- Emirlerine itaat,
nehiylerinden kaçınma hususunda Allah’ın kitaplarında açıkladığı konulara ait
ahitlerini bozmak demektir bu.
b- Bir de Rabbimizin sözünü
ettiği bu ahit daha önce peygam-berleri ve kitapları aracılığıyla ehl-i
kitaptan aldığı ahiddir. Rabbimiz her bir dönem gönderdiği kitapları ve
peygamberleri aracılığıyla önceki toplumlardan ahid almıştı. Mûsâ Aleyhisselâm
kendi döneminde İsrail oğullarından söz almıştı. Benden sonra gelecek peygambere
ve son elçi Muhammed Aleyhisselâma iman edip ona sahip çıkacağınız konusunda
bana söz veriyor musunuz? Buyurmuş ve dönemimdeki İsrail oğulları da söz
vermişler, ahidde bulunmuşlardı. Yine İsa Aley-hisselâm da kendi döneminde toplumundan
kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki son elçiye iman etmeleri konusunda
ahid almıştı. İşte böylece Rabbimiz kitapları ve peygamberleri aracılığıyla
yahu-di ve hıristiyanlardan aldığı bu ahde dikkat çekiyor.
İşte kitapları ve peygamberleri
aracılığıyla son elçiye iman etmeleri konusunda Allah’a ahid veren, söz veren
yahudilerin verdikleri bu ahde rağmen Hz. Muhammedi Aleyhisselâm gerçek olarak
tanıdıktan sonra ona iman etmeyerek bu ahdi bozmaları fâsıklıktır. Bir de
Allah, yahudilerin kendi nefislerinden Hz. Muhammedi Aleyhisselâm insanlardan
saklamamaları hususunda ahid almıştı da onlar bu ahitlerini bozarak fasık olmuşlardır.
c- Veya buradaki ahit; A’râf
sûresinde anlatıldığı veçhile tüm neslini Hz. Adem’in sulbünden çıkardığı zaman
Allah’ın aldığı ahittir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Buyurmuştu Rabbimiz
de, tüm Âdem nesli: “Belâ ya Rabbi!” Demişlerdi. “Evet ya Rabbi! Sen bizim tek
Rabbimizsin! Bizim hayatımıza program yapmaya yetkili tek varlık sensin! Kulu
kölesi olacağımız, tüm hayatımızı kendisi için yaşayacağımız, boynumuzdaki
kulluk ipini eline verip seçimini seçim kabul edeceğimiz tek varlık sensin!
Sadece seni dinleyecek, sadece senin için bir hayat yaşayacağımıza söz
veriyoruz. Söz ya Rabbi senden başkasına kul köle olmayacağız! Söz ya Rabbi
hayatımızı sadece senin beğenine sunacağız! Senin emirlerine riâyet edecek,
yasaklarından uzak duracağız!” diye insanlar Rablerine ahid vermişlerdir. İşte
Rabbimiz kullarının bu ahdine dikkat çekiyor. İnsanlardan kimileri Rableriyle
böylece anlaşma yaptıkları halde, böylece Rablerine söz verdikleri halde
dünyaya geldikten sonra bu ahidlerini unutup kulluktan çıkanların fâsıklar
olduğunu anlatıyor.
(A’râf: 172,173)
d: Ya da burada kastedilen ahid,
toplumda anlaşmalara ve fertler arası sözleşmelere bağlı kalmayarak düzeni
bozmaktır. Bu fâsıklar, bu halleriyle toplumda fertler arası güven duygusunu
sarsmaktadırlar. Akrabalık ve komşuluk bağlarını koparmaktadırlar.
e: Bir de anlaşma Allah sanki
peygamber göndererek, insanlar öldürerek, insanlar dirilterek, kâinatı ölü diri
hale getirerek, Allah sanki benden başkasına kulluk etmeyin! Diye sürekli bize
baskı yapıyor ve bizden ahid alıyor. Veya Rabbimiz fıtratımızla bizden m
Öyleyse bu mânâda şunu diyelim:
Allah tek taraflı anlaşma metni hazırlayandır. Anlaşma metninde değişiklik
hakkı olmayan da bizleriz. Allah Rab, bizler de kullarız. Rubûbiyet yaratıcının
hakkıdır, bize düşen de varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz Rabbimize teslimiyetten
başkası değildir.
2- İkinci bir özellik, fâsıkların
ikinci sıfatları da şuymuş bakın:
"Allah’ın îsalını (yâni bitiştirilmesini) emrettiği
şeyleri keserler."
Yâni Allah bağlayın diyor,
ama bunlar kesiyorlarsa bu fâsık-lıktır.
Allah neyle neyin arasını birleştirin! Onların arasını ayırmayın! demişse
onların arasını kesmek, ayırmak fısktır, fâsıklıktır. Meselâ sıla-i rahim.
Akraba ziyaretleri, akrabayla ilişkilerin kesilmemesi. Allah birleştirin
diyor, ama o kesiyorsa, sıla-i rahim yapmıyorsa işte bu fâ-sıklıkmış. Akrabayla
ilişkilerini kesen kişi fâsıkmış. Hemen hemen din konusunda söz söyleme
yetkisinde olan selef âlimlerimiz bu âyetin bunu anlattığını söylemişler. Ben
de ilk olarak bunu söyledim.
Ama benim anladığım bu âyetin
anlattığı bunun dışında başka şeyler de vardır. Âyet sıla-i rahmin dışında başka
hususları da anlatır. Allah’ın birleştirilmesini istediği başka neler var?
Meselâ malla zekâtı birleştirin!
Diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen zekât da söz konusu olmalıdır
diyor. Kim ki malla zekâtın arasını ayırırsa bu fâsıklıktır. Malı olduğu halde onunla
bağlantılı düşünülmesi ve icra edilmesi gereken zekatını vermeyen kişi
fâsıktır. Başka? İnsanla sevgiyi, insanla emr-i bi’l marufu birleştirin diyor
Rabbimiz. İnsanlara karşı sevgi ve merhameti gündeme getirmemek, onlara karşı
emr-i bil’maruf yapmamak, onların cehenneme gidişine göz yummak fısktır,
fâsıklıktır. Yâni münkerle nehyin,
marufla emrin arasını ayırmak fısktır. Bir münker görülmüşse hemen nehy
edilmesini, marufun da emredilmesini istiyor Rabbimiz. Bunların birleştirilmesini,
birlikte düşünülmesini istiyor. Kim ki bunların arasını ayırırsa fâsıktır. Veya
baş ile örtüyü birlikte düşünün diyor. Kim ki Allah’ın birleştirilmesini,
birlikte düşünülmesini istediği baş ile örtüyü birbirinden ayırırsa işte o
fâsıktır.
Veya meselâ yine Rabbimiz vakitle
namazı birleştirin diyor. Bu ikisi birlikte olmalıdır diyor. Vakit varsa hemen
namaz da gündeme gelmelidir diyor. Kim ki Allah’ın birleştirilmesini istediği
vakitle namazın arasını ayırır, vakte ulaştığı halde namazı kılmazsa o
fâsıktır. Yine meselâ Rabbimiz selâm vermeyle almayı, davetle icâbeti, imanla
ameli, emirle itaati, sakalla suratı, başla örtüyü, evlilikle nikâhı, ilimle
ameli, birleştirin, bunları birlik düşünün buyururken onların arasını ayırmak
fısktır, fâsıklıktır. Yâni Allah neyi neyle birleştirmemizi, neyi neyle beraber
kılmamızı, neyin neyle aralarını açmamamızı istiyorsa onu ayırmamamız
gerekiyor. O ikisini birlik düşünmemiz gerekiyor.
Meselâ müslümanla nasihati,
selâmla selâm almayı, hastayla ziyareti, ziyafetle icâbeti birleştirin! Demişse
Allah yâni Allah’ın emir ve nehiylerinin aksine hareket etmeyin! Demişse buna
riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde fâsıklardan oluruz Allah korusun.
Özellikle de sıla-i rahim
söyleniyor. Yâni rahim karabeti, rahim yakınlığı kan bağıyla beraber olduğumuz
varlıklarla ilgiyi ve alâkayı kesersek fâsık oluruz. Bu evlâdımızdır, ilâ
nihâye evlâdımızın çocuklarıdır. Bu babalarımız, analarımızdır. Halamız, teyzemiz,
dayımız veya amcamızdır. Veya biz ölünce bizim mîrasımız kendilerine kalacak
kimselerdir, yakınlarımızdır. Buna göre hiç değilse amca, dayı, hala, teyze,
nene, anne, baba, oğul, kız, torun ve kardeşler, erkek ve kız kardeşler en
yakınlarımızdır. Gücümüz nispetinde bunlarla ilgiyi, alâkayı kesmeyeceğiz.
Ziyaretlerine gidecek ve onlarla hem hal olacağız.
Hattâ Rasûlullah Efendimiz Mısır
halkı için: "Onlar bizim akrabamızdır" diyordu.
Halamızdır diyordu. Öyle olunca daha daha uzak akrabalarımızla da ilgiyi
kesmemeye çalışacağız. Çünkü Ra-sulullah’ın oğlu İbrahim’in annesi Mariye’den
akrabalarıydı bunlar. Ve-ya Rasulullah’ın dedelerinden Hz. İbrahim’in çocuklarından
İsrâil oğullarının yakın akraba çevresiydi Mısır halkı.
Birkaç yıl önce Yaser Arafat da
yahudiler için: “Bunlar bizim amca oğullarımızdır!” diyordu. İsmail oğullarıyla
İsrâil oğulları amca çocuklarıdır çünkü. Akrabalara biraz dikkat edeceğiz.
Tabii büyük bir dert var şimdi. Acaba hanımların akrabaları da akraba mıdır?
Benim bilebildiğim kadarıyla hanımın akrabaları akraba değil, çünkü mîras söz
konusu değil. Ama kayınpeder ve kayınvalideden hanım ölse de, hanımla boşanılsa
da ebedîyen haramlığın devamıyla sorumlu olduğumuza göre, galiba özel bir yeri
vardır hayatımızda. Hanım ölse de kayınvalide ile beraber oturabilecek, eline
dokunabileceğiz, birlikte yolculuk yapabileceğiz, gibi ayrıca bir sorumluluk
yüklenmiş oluyor.
Geri kalanlara gelince at onları!
demenin anlamı yoktur tabi. Hani kadının kadınlık güllerinin açması için böyle
akrabalardan getirilecek sularla sulanması gerekiyorsa, başka suyu kabul
etmiyorsa o toprak, o zaman öyle bir suyla onun sulanması senin geçimin için güzel
olacaktır diyoruz. Ama dinine, ırzına, aklına, ferasetine, imanına engel
olacak bir akraba pozisyonuysa, baban bile olsa siler geçersin! Allah öyle
buyuruyor:
"O senin ehlinden değildir, zira o amel-i gayr-i
sa-lihtir."
Nuh Aleyhisselâm için oğlu
hakkında bile bu denilmişse tamam. Lâkin
onu dost olma planında çizen bizler, diyalog planında asla çizmeyeceğiz. Bu
ayrı iş tabii. Yâni gideceğiz, göreceğiz, görüşeceğiz. Lâkin onları dost olma
planında defterden sileceğiz. Yâni onlarla istişare etmeyeceğiz, dinimizi
onlara dayandırmayacağız, akıl danışmayacağız, ama gidip görüşeceğiz. Onları
cennete aboneler yapma işini sürdüreceğiz.
Bu akraba ilişkisi konusunda
kimilerinde biraz fazlalık, kimilerinde de biraz azlık yanlışı var. Bu işin
üzerinde biraz ciddi düşüneceğiz inşallah.
"Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar."
3. özellik; biraz fesatçı
davranıyorlarmış. Yeryüzünde ifsatçı, bozguncu davranıyorlarmış. Bunlar önce
geçti. Fesat nedir? Salah nedir? Bunu daha önceki âyetlerde anlatmaya çalışmıştım.
Allah’ın düzeninin dışında düzen arayıcılarıymış bunlar. Adam böyle yaptı da
Kur’an okudu mu, bu Kur’an onu saptırırmış. Kur’an’la şöyle bir beraberliğe gelince:
Adam inanır Kur’an’a, Ya Rabbi ben senin dediklerinin doğruluğuna baştan
inanıyorum! Ama şu anda henüz muttali olamadığım doğrularım var. Ben Bakara’yı
henüz öğrenemedim. Âl-i İm-rân’ı bilmiyorum. Ama şimdi sanki onların
görüntülenmesi gibi ben bir hayat programı yaşıyorum. Müslüman olarak
yaşıyorum ben bu hayatımı. Lâkin sana söz veriyorum ya Rabbi! Yarın öğreneceğim
âyetler, bugün yaşadığım dinimle çatışırsa, şimdiden ben o âyetlerin doğruluğunu
kabul ediyorum! diye gayret ederse, bu kişinin Kur’an’ı ona yol gösterir ve
hidâyet kaynağı olur inşallah.
Bir hayatımız var. Mala
bakışımızda, yemek anlayışımızda, giyinişimizde, ziyaretimizde, ticaretimizde
bir hayat anlayışımız var. Aslında müslüman, hayatın tümünde İslâm’ı uygulayandır.
Ama biz henüz o konularda Allah’ın dediklerini bilmiyorsak, o konunun düzenleyicisi
olarak Allah’ın gönderdiği âyetleri bilmiyorsak ta yine de müs-lümanca yaşıyoruz
zannediyoruz ya, Allah’a şöyle söz veriyoruz her okuyuşumuzda: Ya Rabbi bugünkü
yaşadığım hayatı ben müslüman-lık olarak yaşıyorum, müslümanlık diye yaşıyorum;
ama yarın bu yaşadığımın tersini anlatan bir âyetle kaşı karşıya gelirsem ben
şimdiden onun doğruluğunu kabul ediyorum! diye okumaya devam edersek, o zaman
iyi bir müslüman oluruz. Kur’an bize hidâyet kaynağı olur diyoruz. Tek
umudumuz budur zaten. Okumayı bırakmaz da yarınımız için bu idealde, bu imanda
olursak kurtuluruz. Böyle olmaya gayret edelim inşallah.
"Onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."
Eli kuruyanların, kendilerine
yazık edenlerin ta kendileridir. Said Havva bu âyeti Tebbet sûresiyle anlatır.
Ondan sonra buyurur ki Rabbimiz: