Bakara Süresiyle İlgili Bir Kısım Hadîsler
Kur'ân-1 Kerîm İle Hadîs-İ Şerîf Arasındaki Farkları Şöyle Özetüyebiliriz
İlmî Yönü {Kana susamış bir
yaratık: sivrisinek).
Ahlâkî, İçtimaî Ve Tasavvufi Yönü
Halen Yaşamakta Olan Sâbiîler Ve Bazı Özellikleri
İlmî Yönü (Ruhları Çağırmak - İspritizma)
Tasavvufî Yönü ; (Nefs-İ Emmâre)
Birden Fazla Mânaya Delâlet Eden Kelimeler
Bu sûrenin hepsi
Medîne'de inmiştir. Basra âlimlerine göre 287; Hicaz âlimlerine göre, 285; Şam
âlimlerine göre, 284 âyettir. Müfessirler-den çoğunun hesabına göre, 6120
kelime, 25600 harftir. Sûrenin 278 ile 281. âyetleri, Kur'ân-ı Kerîm'in en son
nazil olan âyetleridir. Ayrıca bu sûre -müfessîrlerden bir kısmına göre- bine
yakın haber, sekizyüzden fazla emir, dokuzyüze yakın yasak kapsamaktadır.
İslâm'ın ilk
yıllarında, yani henüz Mekke ve çevresinde birçok Arap kabilelerinin İsfâmiyete
girmediği senelerde, tefsirini yaptığımız bu sûreye, müşrik ve inkarcılar alay
eder endişesiyle «Bakara» denilmemişti. Sonra İslâmiyet izzet bulup, hidâyet
nuru etrafı aydınlatınca artık bu ismi kullanmakta bir sakınca görülmemiştir. [1]
Asbab-ı kiramdan Hâlid
bin Ma'dan (R.A.) bu sûreye «Fustatü'l-Ah-kâm = Kur'ân'ın ahkâm çadırı» adını
vermiştir. [2]
Ashab-ı kirâm'ın
büyüklerinden İbn Ömer (R.A.) gibi devrin yetişkin ilim adamı ve hukukçusu, tam
sekiz yıl Bakara sûresinin geniş manası ve taşıdığı çeşitli hükümleri üzerinde
durup meşgul olmuş; bunu hazmetmeye çalışmıştır. [3] Hz.
Ömer'in de (R.A.) bu sûrenin manasıyla 12 sene meşgul olduğunu Kurtubî
kaydeder.
Hazret-i Peygamber
(A.S.) bu sûreyi, «Senâmü'I-Kur'ân = Kur'ân'ın doruğu» diye adlandırmıştır.
Rivayete göre:
Hazret-i Peygamber (A.S.) bir gün ashabına soruyor: — Kur'ân'ın hangi sûre ve
âyeti daha üstündür? Ashab :
Allah ve Resulü daha
iyi bilir, diye cevap veriyor.
Resûlüllah (A.S.):
— Bakara sûresi, buyurduktan sonra tekrar
soruyor:
— Bakara sûresinde hangi âyet daha üstündür?
Ashab yine:
— Allah ve Resulü daha iyi bilir, diyor.
Hazret-i Peygamber (A.S.):
— Âyetü'l-Kürsî, buyuruyor. [4]
— «Bakara (sûresi) Kur'ân'ın doruğudur. Onun
her bir âyetiyle seksen melek inmiştir.» [5]
— «Her şeyin bir zirvesi vardır; Kur'ân'ın
zirvesi ise, Bakara süresidir. Onda bir âyet var ki, Kur'ân'ın bütün
âyetlerinin başı sayılır; o, Âye-tü'l-Kürsî'dir.» [6]
— «Evinizi kabirler (gibi ilâhî kelâmdan
mahrum) olarak bırakmayın. Şüphe yok ki, içinde Bakara sûresi okunan eve şeytan
girmez.» [7]
— «İçinde
Bakara sûresi okunan
ve duyulan evden
şeytan kaçar.» [8]
— «Bakara sûresini okuyup öğrenin. Çünkü onu (hafızaya nakşedip) almak
berekettir; terki ise hasrettir. Avare olan tembeller onu (hıfzedip almaya)
güç getiremezler!» [9]
— «Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrenin!
Çünkü ikisi de ışık saçan parlak (iki yıldız gibidirler). Kıyamet günü iki
parça bulut gibi veya iki şemsiye gibi ya da saf saf olmuş iki bölük kuş gibi
(gelerek) kendi yaranlarını gölgelerler.» [10]
— «Kim bîr gecede Bakara sûresinden şu on âyeti
okursa, o gece sabah oluncaya kadar şeytan o eve girmez; dört âyet evvelinden,
Âyetü'l-kürsî ile onu takip eden iki âyeti ve üç âyet de sonundan...» [11]
Câhrliye devrinin en
meşhur şâirlerinden Lebîd, İslâmiyetle şereflendikten sonra kendisini tamamen
Kur'ân'a verdi ve artık şiir söylemeyi ter-ketti. Hazret-i Ömer (R.A.) halîfe
bulunduğu günlerde Lebîd ile karşılaştı, hal-hatır sorduktan sonra bir şiir
okumasını rica etti. Lebîd hiçbir şey söylemedi, sadece Bakara sûresini okudu.
Hz. Ömer (R.A.) ona: «Ben sizden bir şiir okumanızı istedim!.» dedi. Lebîd,
cevap verdi: «Ey Mü'minlerin Emîri! Allah Teâlâ bana Bakara ile Âl-i İmrân
sûrelerinin öğrenilmesini nasîb kıldıktan sonra bir kere olsun şiir okumadım ve
okumak da istemiyorum.» [12]
1 — Elif - Lâm - Mîm.
2 — İşte bu kitap ki onda, (Allah tarafından
indirildiğinde) hiç şüphe yoktur. Muttaki (İlâhî buyruklara uyup kötülüklerden
ve yasaklardan kaçınıp korunanları doğru yola irşâd eder.
3 — o korunanlar kî gayb (fizik ötesinden verilen ilâhî
haberlerje inanırlar; namazı vakitlerinde
kılmaya devam ederler;
kendilerine rızık olarak
verdiğimiz nîmetlerden (Allah'ın
hoşnutluğuna erişmek için) harcarlar.
4 — Ve onlar ki, Sana indirilene de, Senden önce
indirilene de imân ederler. Âhirete de ancak onlar kesin bir bilgiyle
inanırlar.
5 — İşte bunlar,
Rabları tarafından doğru yol
üzeredirler ve korktuklarından kurtulup umduklarına kavuşanlar da bunlardır.
İbn Cerîr Taberî'nin
Hazret-i Mücâhid'den yaptığı rivayete göre, Bakara sûresinin ilk dört âyeti,
Kur'ân-ı Kerîm'e şüpheden uzak bir imânla bağlanan ve onu kendilerine hayat ve
memat düsturu edinen müttakî mü'minlerin felah buldukların* müjdelemek üzere
inmiştir.
Nitekim Huneyn
savaşında İslâm saflarının sarsılıp gerilediğini gören Hazret-i Peygamber
(A.S.), onlara Bakara sûresinin iniş sebebini hatırlatarak: «Ey Bakara
sûresinin yaranları!» diye seslenmişti. Meşhur Yemâ-me savaşında da İslâm
ordusunun hafif bir sarsıntı geçirmesi üzerine başkumandan tarafından aynı
cümle mücâhidlere hatırlatılmıştı. [13]
Elif-Lâm- Mim..
«İşte bu kitap ki
onda, (Allah tarafından İndirildiğinde) hiç şüphe yoktur. Muttaki (İlâhî
buyruklara uyup kötülüklerden ve yasaklardan kaçınıp korunanjları doğru yola
irşad eder.»
Kur'ân-i Kerîm'in
Allah tarafından indirildiğinde hiç şüphe yoktur. Bu-
nu yine Kur'ân'daki
mevcut İki kuvvetli delille isbat etmek ve her türlü şüphelerin yersiz olduğunu
meydana koymak mümkündür. Birincisi, Kur'-ân'ın ilâhî nazm (söz dizisi) ve
üslûbu; ikincisi, bu nazmın delâlet ettiği ulvî hakikatler..
Kur'ân'ın nazm ve
üslûbu, Arap dilinin üslûbuna ve nazm yollarına uymaz; biri tamamen ilâhî,
diğeri beşerî hüviyettedir.
Dr. Tâhâ Hüseyin,
Kur'ân'm müstesna üslûbuna temasla diyor ki:
__ «Doğrusu Kur'ân-ı
Kerîm nesir (= manzum olmayan söz) olmadığı gibi şiir de değildir. O ancak Kur'ân'dır,
sadece Kur'ân'dır. Onu bundan başka bir isimle adlandırmak mümkün olmasa
gerek. Şiir olmadığı aşikârdır. Çünkü şiir kalıplarıyla ve kayıtlarıyla bağlı
değildir. Nesir de değildir. Çünkü o kendisine has ölçü ve kayıtlarla diğer
sözlerden ayrılır. Evet, Kur'ân'ın bu özelliğini başka söz ve kitaplarda bulmak
mümkün değildir. Bu ölçü ve kayıtların bir kısmı âyetlerin son kelimelerine,
bir kısmı da onun emsalsiz nağmesine bağlıdır.»
Bakıllânî (Muhammed
bin Tayyib / Hicrî: ? - 403/M : ? - 1012) diyor ki:
— «Şüphesiz ki Kur'ân'ın nazm (söz terkib)i
Arap kelâmının bilinen düzen ve kuralının dışındadır. Aynı zamanda Arapların
alışılagelmiş hitap sanat ve tertibinden ayrıdır. Kur'ân'ın kendine has bir üslûbu vardır ki
mu'tad söz üslûbundan kesinlikle ayrılır.
İlâve edelim ki,
Arabın, bu tarz fesahat, garabet (= manası gayr-i zahir olup isti'mafi me'nus
olmayan söz), örneksiz ve benzersiz kelime istifi, ince fakat geniş manaları,
sayısız faydaları, çokça hikmetleri, kapsayan; belâgatteki uygunluğu, sözün
başlangıcındaki maksat ve murada münasip kelime konulusu, benzeşmedeki zerafet
ve inçeiiği bu kudret ve bu ölçüde içine alan bir söz tertibi yoktur.
Arap hikmet erbabına
nisbet edilen bazı kelime ve elfazda; şâirlerine nısbet edilen kasidelerde her
zaman düzensizlik, başlangıçla maksat arasındaki uyuşmazlık ve ahenksizlik;
özenti, tekellüf, mecaz yollu isti'mal ve gerçeği aşmak gibi bir nice kusurlara
rastlamak mümkün.. Fakat Kur'ân cok yönüyle, altıbin küsur âyetiyle, uzun
süreleriyle beraber -Allah'ın beyan buyurduğu niteliklerde- fesahat (anlatışta
düzgünlük ve açıklıkla beraber maksada uygunlukta hal ve makama her bakımdan
uygun olarak gelmiştir.»
Cenâb-ı Hak (C.C.)
buyuruyor ki:
— «Allah, sözün en güzelini indirdi; birbirine
benzer uyumlu ahenkli
ikişer ikişer (tekrar
ede ede) bir kitap. Rabbından saygı ile korkanların Ondan derileri ürperir,
sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar.» [14]
«Evet, bunda hiç şüphe
yoktur. Çünkü Kur'ân'm insanı hayrette bırakan nazmı, örneksiz ve benzersiz
tertibi, toplanıp yazılması, bir mushaf haline sokulması, -kıssalarına,
mev'izelerine, delil ve hikmetlerine, hükümlerine, sebepleri gösterip
uymayanlara sonlarının fena olacağını en müessir sözlerle haber verip
çekindirmesine, va'd ve vaîdine, kemâl mertebesinde olan vasıflarına, güzel
ahlâkı işleyip öğretmesine, yüksek anlatış kudretine, daha önce gelip gecen
milletlerin yaşayış, inanış ve ahlâkından haber vermesine ve bunlardan başka
belirttiklerimiz bir nice veçheleri de içine almasına rağmen- ne tezat teşkil
edecek anlamda birbirinden farklı, ne de birbiriyle tutmazlık ve uyumsuzluk
halindedir.
Halbuki çok düzgün
konuşan olgun bir insanın, fesahatle hatasız şiir söyliyen bir şâirin; pürüzsüz
hitabette bulunan bir hatibin söz tertibinin, bu saydıklarımız hususlarda nasıl
uyuşmazlık, uyumsuzluk ve tutarsızlık içinde olduğunu görüyoruz..
Şâirlerden bir kısmı
medhiyeyi (övgü) tertiplemeyi güzel becerdiği halde hicv (nazım veya nasr
yoluyla birini yermey)i beceremez. Bir kısmı hicvi becerip söyliyebilir de
övgüyü değil.. Bazısı takriz (eser övme)de öne geçer, mersiye (ağıt söyleme)yi
beceremez. Diğer bazısı aksine, mersiye söylemekte öne geçer, takrîzde değil..
Bazısı da deve-at-gece yolculuğu - savaş - çayır ve çimenlik-içki - iplik
eğirmek ve daha şiirin kapsadığı, sözün ulaşıp dolaşabildiği şeylerde garip ve
o nisbette uzak, alışılmamış vasıflarda bulunurlar.
Bunun içindir ki
darb-ı mesel olarak: İmrü'l-Kays için «Ata bindiği zaman». Nâbiğa için
«Korktuğu zaman», Züheyr için «Bir şeye istek ve rağbeti arttığı zaman» güze!
şiir söyleyebilirdi, denilmiştir. Halbuki bu saydığımız şâirlerin şiir
tekniğinde ne kadar ileri* gittiklerinde görüş ayrılığı; nazım san'atında üstat
olarak meydana çıktıklarında şüphe yoktur.»
Bakıllânî devamla
diyor ki: «Kur'ân'm yukarıda belirtilen hususiyetlerinden başka bir
mazhariyeti daha var: Bilinen bir gerçektir ki, sözün üstünlüğü, fesahatteki
yüksekliği, kelime yığını içinde ondan bir cümle anmakla, ya da şiir misra'lan
arasına ondan bir cümle serpiştirmekle kulağın süratle onu alması ve
dikkatlerin bir anda ona çevrilmesiyle meydana çıkmış olur. Tıpkı ipe dizili
boncuklar arasındaki inci gibi, gerdanlık ortasındaki yakut gibi.. Ve sen,
birçok kelime yığınları arasında misal olarak Kur'ân'dan getirilen bir cümleye
baktığında onun hepsinin parlağı olduğunu ve gerdanlığın orta büyük taşı gibi
arz-ı endam ettiğini, diğer cümlelerden açık ve seçik olarak ayrıldığını,
çağırırcasına ilân ettiğini, müstesna parlaklık ve güzelliğiyle apayrı bir
hususiyet taşıdığını görürsün!.
Bütün bu izahattan
sonra sen, Allah'ın kitabındaki hikmeti, hakla bâtılı birbirinden ayıran kafi
hitabı, şen ve güzel bir manzara görüntüsünde, çok uygun bir endamda, zarif
nazımda ve kulaklara asla nahoş gelmez, anlayışa dolaşık düşmez ve tiksinti,
bıkkınlık vermez bir halde bulursun.. Ok geçer gibi delip geçer, fecir ziyası
gibi ziya verir, deniz kabarır gibi ka-barır, taşkın sel gibi yükselir. Bedende
rûh gibi, ufukta yanan nûr gibi, etrafı kapsayan yağmur gibidir, Göz alıcı bir
ışığa benzer. «Ne önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelmez. O,
bütün kâinatın hamdettiği O yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah'dan
indirilmedir.»
Bakıllânî'nin bu nefis
sözlerinden şu özeti çıkarabiliriz:
Kur'ân-ı Kerîm kendine
has üslubuyla diğer bütün sözlerden ayrılmıştır. Çünkü O, insan tarafından
tertiplenmemiş ve yazılıp meydana konmamıştır. Eğer bir insan tarafından
yazılıp meydana konulmuş olsaydı, elbette Arap üslûbundan birine veya günümüze
kadar söylenegelen herhangi bir ifâde tarzına benzerdi. Hiçbir âlim ve edip
yoktur ki bunu böyle bilmesin ve Kur'ân'm Arap üslûbunun dışında müstesna bir
hususiyet arzettiğini, onun i'câzma (mu'cize sayılacak kuvvetine, başkasını bir
eşini yapmakta acze düşürmesine), insan sözü olmadığına ve Hazret-i Mu-hammed'in
{A.S.) fikrî kuvvetinden çıkmadığına delil saymasın,.
Eğer Kur'ân-ı Kerîm'in
böyle müstesna bir üslûbu olmamış olsaydı, Arapları susturabilir miydi? Kur'ân
Arapların bütün -edip ve şâirlerini, hatip ve bilginlerini, kendi sûrelerinden
bir sûrenin benzerini getirmeğe davet ediyor. Bakara sûresi 23. âyette bu
husus açık bir ifadeyle şöyle belirtiliyor: «Eğer kulumuz (Muhammed'e) parça
parça indirdiğimiz (Kur1-ânj'dan şüphede iseniz onun benzeri bir sûre
(tertipleyip meydana) getirin ve Allah'tan başka (size yardımcı olacak,
rehberlik edecek) şâhidleri-nizi de çağırın, (eğer iddianızda) doğru iseniz.
Eğer (Onun bir benzerini) yapamazsanız -ki yapamıyacaksınız da- o takdirde
kâfirler için hazırlanan -yakıtı insanlarla taştan olan- ateşten korkup
sakının.»
Kur'ân'a karşı muarız
olarak ortaya çıkan Yalancı Peygamber Mü-seyleme ve emsali maceraperestler bile
Kur'ân'm üslûbunu takdît etmekten başka çare bulamamışlar ve bunu da iyice
beceremedikleri için ken-Qi kabilelerine has lehçe ve fesahati her yönüyle
zedeliyerek bîr nice hatalara düşmüşlerdir.
Müseyleme'nin Kur'ân'ı taklit ederek
söylediği ve
Allah Kelâmı diye
yurtturmağa çalıştığı şu sözleri ne kadar gülünçtür: [15]
Müseyleme'nin âyet (!)
dediği derme-çatma sözlerini Türkoeye çevirdiğimizde, ilâhî olması şöyle
dursun, edebî ölçüden uzak eiddi bir düşünce ürünü olmadığı da kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır:
«Fil.. Fil nedir?
Filin ne olduğunu bilir misin? Onun ince püsküllü bir kuyruğu, kalınca bir
dudağı ve uzunca bir hortumu var. Doğrusu böytesi Rabbimizin yaratıkları
arasında pek az..»
«Şüphesiz sana
cevherler verdik; artık Rabbin için namaz kıl ve hicret et. Herhalde sana
buğzeden, fâcirin ta kendisidir.»
«Doğrusu sana bir nice
cumhur (halk topluluğu) verdik. Kendin için ol da sür'at göster ve bakın..
İster hırslı ol veya çoğunluk sağla..»
«Ziraatçılara, harman
yapanlara, tahılını savuran rüzgârlara, (ekmek) pişirenlere, çukur
hazırlayanlara ve ilk yerine tekrar dönenlere and olsun..»
Görülüyor ki Yalancı
Peygamber Müseyleme birinci sözle KARİÂ sûresini, ikinci sözle Kevser sûresini
ve üçüncü sözlerle ZARİYÂT ile NÂZİÂT sûrelerini taklîde çalışmıştır. Ünlü şâir
Lebîd'in dediği gibi, «Bu sözler edebî parçaların paçavrasıdir.»
Burada derinden derine
düşünmeye değer bir husus var ki, Kur'ân-ı Kerîm ilâhî vahyin tâ kendisidir.
Biz onun tertip ve üslûbunun yalnız Arap edip ve şâirlerinin üslûbundan
ayrıldığını değil, aynı zamanda Hazret-i Peygamber (A.S.)in üslûbundan da kesin
olarak ayrıldığını görüyoruz. Peygamber (A.S.)ın mübarek sözlerini toplayan
hadîs kitaplarına başımızı çevirdiğimiz ve Kur'ân ile karşılaştırdığımız zaman,
her bakımdan (tâbirlerde, ifâde tarzında, kelime dizisinde, konularda,
konuların yerleştirilmesinde, ilgi çekicilikte ve nihayet söz diziminde)
apaçık bir fark müşahede etmekteyiz. Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın hadîslerinde,
bütün usfûp ve şekilleriyle Arapçada alışılagelmiş ve Araplarca benimsenmiş
hitabet tarzı kendini göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın tertip ve üslûbu asla
böyie değildir. O, her kelime ve cümlesiyle ilâhîdir.
«Eğer Kur'ân, Hazret-i
Muhammed (A.S.)ın sözü olmuş olsaydı, Onun sözleriyle Kur'ân âyetlerinin lafız
yönüyle aynı köke ve aynı üslûp ve kaideye bağlı, birbirinden farksız bir
ağacın iki dalı gibi olması gerekirdi. Ama hiçbir zaman öyle değildir.
Edebiyatçılar da, bir şahsın farklı iki ayrı üslûbu olmadığında
müttefiktirler.» [16]
1. Kur'ân-ı Kerim ne tam vezinli ve kafiyeli bir
söz, ne de bütünüyle böyle olmayan bir sözdür. Bu ikisi arasında müstesna bir
üslûp ve yapış tarzındadır. Hadîs-i şerifler ise, doğrudan doğruya vezinli,
kafiyeli olmayan sözlerdir. Bununla beraber bazı hadîslerde, Kur'ân'ın
üslûbuna az da olsa bir yakınlık göze çarpar.
2. Kur'ân'ın Arapçası, Araplarca alışılagelmiş üslûp ve tertibin dışındadır.
Hadîs ise bu üslûp ve tertibin içindedir.
3. Kur'ân'ın kelime tertibi ve cümle kuruluşu,
birkaç mana ve hüküm ifâde edecek ve bir nice veçhelere delâleti
sağlanacak ölçüdedir. Hadîs ise, bu ölçünün altında bir
kuruluştadır.
4. Kur'ân'daki ilmî ve felsefî anafikirler ve
onlardaki elastikiyet, Ha-dîs'i şerîflerdekinden bariz bir şekilde ayrılır.
Birincisi daha vecîz ve daha şümullüdür. Meselâ : «Güneş ve Ay hesap iledir.» [17]
mealindeki âyet-ile, «Hakikat, güneş ile ay ne bir kimsenin ölümü için, ne de
dirimi için tutulur; fakat ikisi de Allah'ın (varlık ve birliğine, kudret ve
ilmine delâlet eden) belgelerinden iki belgedir. Allah (C.C.) onlarla kullarını
(ilminin derinliğini ve genişliğini, varlık âlemini ve bu âlemden bir sistem
olan güneş ailesini çok ince hesaplarla düzenlediğini hatırlatma yollu)
korkutur. O halde siz, güneş ve ay'ın
tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılın; size te'sir eden tutulma olayı geçinceye
kadar duâ edin!» [18]
mealindeki hadîs arasındaki farkı gösterebiliriz.
5. Kur'ân-ı Kerîm okunurken, hafız olmayan ve
fakat Kur'ân'a alışık bulunan bir kimse,
yanında bir kelime yer değiştirecek veya onun yerine
başka bir kelime getirilecek olursa, ses ahenginin bozulduğunu, devam edegelen
akıcılık ve çekiciliğinin zedelendiğini derhal farkeder. Hadîs ise bu akıcılık
ve çekicilik seviyesinde değildir.
6. Kur'ân-ı Kerîm Arap dilindeki fesahatin
doruğunu aşmıştır. Hadîsler ise ancak bu doruğa yükselmiştir. Halbuki Hazret-i
Peygamber (A.S.): «Ben Arabın en fasihiyim!» buyurmuştur.
7. Kur'ân'ın her sûre ve âyeti öyle bir tertip
ve düzende inmiştir ki, ıer sınıf insan okuduğu zaman kendi bilgi ve kültürüne
göre ondan nasîbini alır. Diğer bir tabirle: Kur'ân her sınıf insana hitap etme
kudret ve ölçüsünde inmiştir. Hadîs-i şerifler de aynı metodla söylenmiştir;
fakat bu ölçünün biraz altındadır.
Diyebiliriz ki, Kur'ân
üslûbu ile hadîs üslûbu arasındaki açık farkı, Arap diline vâkıf olan herkes
gayet rahat anlayabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'in Arap
diline karşı üstünlüğünü Bakara sûresi 23 ve 24. âyetlerin tefsirinde daha
geniş şekilde belirtmiş bulunuyoruz.
Diğer taraftan,
Kur'ân-ı Kerîm'in ondört asır önce, yirminci asrın son yarısında ancak tesbit
edilebilen ilmî hakikatlere, fennî buluşlara ışık tutan âyetleri, Onun ilâhî
olduğunu şüphelere yer bırakrmyacak anlam ve kavramda insan idrâkine
aksettirmektedir. Meselâ; Dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü, kutup
taraflarından basık bulunduğu, yerle göklerin önceleri tek parça halinde
bitişik olduğu, ay ve dünyanın güneşten ışık aldıkları, her gezegen ve yıldızın
kendine has yörüngesinde hareket halinde bulunduğu bu cümledendir. İleride
sırası geldikçe bu konuya geniş yer verilecek ve ilmî izahları yapılacaktır. [19]
İmân, ibâdet, infak
(Allah rızası için harcamak), birbirine zincirleme bağlı üç temel prensip.
Birincisi küfür ve nifaktan kurtarıcı, saadet kapısına ulaştırıci; ikincisi
Hakk'a yaklaştırıcı ve insanı şükreden bahtiyarlar mertebesine yükselticidir.
Üçüncüsü, geniş rahmete kapı açıcı, kemâle iletici ve ilâhî sevgiye yol
açıcıdır. Çünkü
Allah'ın varlığına,
birliğine ve Allah'ın varlık alemindeki eşyanın en hurda teferruatına varıncaya
kadar her şeyi gereği gibi bildiğine, O'ndan gelen her habere ve beyân ettiği
âhiretin vukuuna inanmak, Allah ile kul arasındaki münasebetin ilk ve son bağı
ve bağlantısıdır.
Bu bağı ibâdetle,
özellikle namazla kuvvetlendirmek suretiyle hayata lüzumlu olan düzeni vermek,
buna paralel olarak nefsi bu vadide terbiye edip ahlâkan yükseltmek, insanı
nankörlükten kurtarıp dünya ve âhiret mutluluğuna namzet kılar.
Allah'ın Rahman
sıfatından kaynayan, coşkun bir nehir halinde canlı varlıklar iklimini sulayan
nzık nimetinden bilerek kazanıp yararlanmak, israfa kaçmamak, lüks yaşamaktan
sakınmak, cimriliğe düşmemek kaydiyle dîn ve insanlık uğrunda harcamak, insanı
insanlık şeref düzeyinde tutar ve ilâhî rahmetin gönüllere bolca inmesine
vesîle olur.
İşte Hazret-i
Muhammed'e (A.S.) uyan bahtiyar ashabı bu üç temel
prensibin manzumesi
içinde sağlam bir düşünce hâlesi kurarak birkaç sene zarfında Kur'ân'ın
çizdiği doğrultu üzerinde Allah'a yürekten inanan, aönül sevgisiyle ibâdet eden
bir ehl-i takva ve erbab-ı nizam oldular. Böylece bütün bir insanlık için en
güzel örnek insanlar olarak tarihe geçtiler.
İmân, ibâdet ve
infak'ın Allah ile kul arasındaki manevî irtibatı sağ-iamlaştırıp
geliştirmesinden başka bir de insanın kendi nefsinde, günlük yaşayışında ve
halk ile olan münasebetlerinde sayılmıyacak kadar olumlu te'sirleri vardır.
Bundan dolayıdır ki, İslâm'ın naşiri Hazret-i Peygamber (A.S.), imândan sonra
ibâdet ve ihsana büyük önem.,vermiştir. Cibrîl-i Emîn sorularına verdiği
cevaplar bunu en açık şekilde ifade etmektedir.
İşte Bakara sûresinin
ilk dört âyeti üç temel prensiple bütün bu gerçekleri gözümüzün önüne sermekte
ve bize en güzel ahlâkî yolu göstermektedir. [20]
İmân; birliğin,
birleşip anlaşmanın, anlaşıp cemaatleşmenin şaşmaz mihrakıdır. Rûh sükûnunu,
gönül açıklığını sağlayan ibâdet ve ibâdetin yerine getirildiği mâbed, cemiyetin
en fakirinden en zenginine, odacısından kralına kadar inanmış her insanı içine
alıp cemaatleşme şuurunu vererek asıl şeref ve mevkiin Allah'ı bilip O'na
bağlılıkta olduğunu gönüllere nakşeder. Tabiatıyla böyle bir eemaat disiplinli
bir hayat yaşar. Herkes nasıl davranacağını, nereye gideceğini, nasıl hizmet
edeceğini, idealinin neden ibaret bulunduğunu, tek hedefe doğru hangi yoldan
gidileceğini, hayat ve mematın gerçek manasını bilir. Yaşamanın, bir takım
nefsanî arzuların körükörüne yerine getirilmesinden ibaret olmadığını idrâk
eder. Böylece Allah yolunda, insanlığın kurtulması uğrunda harcamak, hakşinas
olmak, hayırhahhğı şiar edinmek gibi ulvî hasletler kalb ve vicdanlarda
filizlenir; imân ve ibâdetin sağladığı bu tarz disiplinli, programlı bir
hayatta, diğer bir tâbirle bir dünyada, cemiyet ve milletlerin arzulayıp da
bulamadığı huzur, sükûn, barış ve dayanışma bütün ihtişamıyla vücut bulur.
Demek, «Elîf-Lâm-Mîm»
in delâlet ettiği kapalı manayı ancak üç temel prensipten anlamak mümkündür.
Tek harfin mahreci ve o mahreçten yükselen bir sesi vardır. Fakat tek başına
kaldığı müddetçe bir mana ifâ-! etmez. Düzenli bir sıraya girer, girdiği sının
aşmaz, kelime dizisinde kendisine ayrılan yerde karar kılarsa, yararlı olur;
murad olan manayı ifâde edebilir.
İşte cemiyet
yapısındaki fertler de böyledir. Cemiyet düzenine uymadığı, cemaat saffında
yer almadığı, bu nedenle hayat çerçevesinin dışına çıktığı takdirde gerçek bir
insan hüviyetine bürünemez, faydalı da olamaz.
O halde millet ve
memleketin huzuru, dünya nizamı için perakende yaşayıştan düzenli bir hayata,
keyfî bir hayattan disiplinli bir yaşayışa, sınırsız hürriyet havasından
sınırlı hürriyet atmosferine, ferdî gayretten kol-lektif çalışmaya, infiraddan
İçtimaa, ayrılıktan cemaate geçmek lâzımdır.
Ayette: «Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz nimetlerden (Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için)
harcarlar.» mealindeki cümle, içtimaî adaleti, fakirle zengin arasındaki
dengeyi, iktisadî muvazeneyi sağlamaya matuftur. Ama ne yazık ki, günümüzün
medeniyeti, fert ve cemiyet münasebet-leriyle ilgili olarak ortaya koyduğu
nazariyeler ve bu nazariyelerin tatbik sahasındaki göstergeleri, dünyayı
muvazenesizliğe itip, toplumu içinden çıkılmaz bir bataklığa düşürmüştür. Tek
cümleyle ifâde edecek olursak, materyalizmi hâkim kılmıştır. Halbuki İslâmiyet:
Zekât, sadaka, fitre ve bunlar derecesinde bir takım hayırlarla materyalizme
kapıyı kapamış, fertle cemiyet arasındaki münasebet ve dayanışmayı en sağlam
esaslara bağlamış ve böylece sosyal adaleti kurmuştur.
İleride bu konuya
geniş yer verilecektir. [21]
İmân; Dil ile ikrar,
kalb ile tasdikten ibarettir. İslâmî hükümlerin yerine getirilmesi için ikrar
şarttır.
Bu tarîf, İmâm A'zam
Ebû Hanife, Şeyh Ebû Mansûr Mâtüridî, Ebû Hasen el-Eş'arî, Kaadı Ebûbekir
Bakıllânî ve Ebû İshâk el-lsferânî'ye göredir. İkrarın tasdîk üzerine -imlâ
bakımından- takdimi, ikrar her ne kadar bir cüz' mahiyetindeyse de zorlama ve
benzeri bir özürle düşebilir; kalbî tasdîk ise, böyle bir ihtimalden uzaktır,
gerçeğini yansıtmaya yöneliktir.
Tasdîksiz ikrar, imân
sayılmaz. Yoksa bütün münafıkların mü'min sayılması gerekirdi. Halbuki,
münafıklar mü'min değildirler. Yalnız bu hususta «marifet» de kâfi değildir.
Yoksa Kitap ehli olan (Yahudî ve Hıristiyanların hepsinin mü'min sayılması
icab ederdi.
Cenâb-ı Hak münafıklar
hakkında: «Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehâdet eder.» [22]
Kitap ehli hakkında da: «Kendilerine
kitap verdiklerimiz (Yahudiler ile Hıristiyanlar) O'nu (son peygamberi) öz
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar» [23]
buyuruyor.
İmâm A'zam Ebû Hanîfe
ile Şeyh Ebû Mansûr Matüridîy'e göre, imân ne artar, ne de eksilir. .Çünkü
eksilmesi ancak küfrün artmasıyla, artması da küfrün eksilmesiyle olabilir. O
takdirde bir şahsın aynı ânda hem mü'min, hem de kâfir olması gerekir ki, bu
mümkün değildir.
İmâm Şafiî ile Şeyh
Ebû Hasen ei-Eş'ariy'e göre, imân hem artar, hem eksilir. Delilleri ise:
«İmânlarıyla birlikte kat kat imân arttırsinlar diye mü'minlerin kalblerine
güven ve sükûnet indirdi.» [24]
«Gerçek mü'min-ler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir;
karşılarında âyetleri okununca bu onların imânını artırır ve onlar Rablarına
güvenip dayanırlar.» [25]
Mealindeki âyetler ve
Hazret-i Peygamber (A.S.)ın: «İmân altmış şu kadar şubedir. Haya (edep,
terbiye, utanma) da imândan bir şubedir.» [26]
Diğer bir hadîs-i
şerifte: «İmân yetmiş küsur şubedir; en üstünü -Lâ ilahe illâ'flah- sözüdür. En
aşağısı ise, yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir. Haya da imândan bir
şubedir.» [27]
Meallerinde olan
hadîsleridir.
Birincilere göre ise,
âyette belirtilen ziyâdelikten maksat, mevcut imânın bir emsalinin
yenilenmesidir. Çünkü imân ancak emsalinin yenilenmesiyle gönüllerde baki
kalabilir. Ya da bu ziyâdelik iyi ameller sebebiyle kalblerde husule gelen nûr
ve ışıklar olarak düşünülebilir. Zira imânın nûr ve ziyası inkâr olunamaz.
Cenâb-ı Allah buna işaretle buyuruyor ki: «Allah, kimin göğsünü İslâm'a
açmışsa, elbette ki o, bir nûr (aydınlık) üzeredir, değil mi?» [28]
O halde Matüridîlere
göre, mü'min olan kimse hakikaten mü'mindir; kâfir olan kimse de hakikaten
kâfirdir. İmân ve küfürde şüphe olmaz ve bu ikisinin arası düşünülemez.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
«İşte bunlar, gerçekten
mü'minler bunlardır.» [29]
«İşte onlar gerçek kâfirlerdir.» [30]
Mealindeki âyetler bu
hususu açık bir şekilde ifâde ediyor.
Bu akideye göre,
ümmet-i Muhammed'in âsî ve günahkâr olanları da mü'min sayılırlar. [31]
Gaybe imân, dindarla
dinsizi, münafıkla mü'mini birbirinden ayıran mehenk ve alâmet-i farikadır. Bu
bakımdan İslâm itikadının temel ilkelerinden biri de «gaybe imân» olmuş
oluyor. İlâhî olan bütün dinler, imân doğrultusunda bunu esas olarak
göstermişlerdir. Çünkü gaybe inanmayan bir kimse, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine ve âhi-ret gününe de inanmaz. İnanmayınca da şöyle
bir iddiada bulunur: «Bizim ancak dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak zaman (aşındırıp) yok eder. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur; onlar
sadece öyle sanırlar.» [32]
G a y b, duyumuzun ve
bilgimizin ötesindedir. Fizikî sınırlan aşar; teknolojinin kapsamı dışında
kalır. Meselâ: Melekleri görmek ve fizikî kanunlarla onların varlığını ve
varlıklarının yapısını tesbit etmek mümkün değildir. Hele Allah'ın varlığını,
bilgi, duyum ve düşünce hudutları içine alıp sığdırmak hiç, ama hiç mümkün
olmaz. Biz O'na, gaybe imân doğrultusunda inanır; varlık alemindeki âyet ve
belgeleriyle onu bilip anlarız. İlim ve kudretiyle, rahmet ve azametiyle her şeye
hâkim olduğunu bulup meydana çıkarmakta zorluk çekmeyiz.
Bunun için Hazret-i
Peygamber (A.S.); «İhsan; Allah'ı görüyormuş-sun gibi ibâdet etmendir. Eğer sen
O'nu görmüyorsan, muhakkak ki O seni görüyor.» buyurmuştur. [33]
Peygamber Efendimiz
(A.S.)ın tabiriyle: Takva, bütün hayırları kendinde toplar. Takva, bütün
hayırların giriş kapısıdır. Takva, bütün iyilik-
lerin temelidir.
Takva, Peygamber'e dost olmanın yoludur. Nitekim Hazret-i Peygamber'e (A.S.)
soruldu:
__ Ey Allah'ın
Peygamberi! Kimler sizin yârânlarınızdir?
Buyurdular ki:
— Takva üzere olan
herkes...
Takvâ'nın hakikati:
Allah'a olan itaatle kötü akıbetten korunmaktır. Takvâ'nın asıl hedefi, önce
şirk (Allah'a eş-ortak koşmakjten, sonra günah ve isyanlardan ve daha sonra
şüpheli şeylerden sakınmak ve bundan sonra da lüzumsuz şeyleri terketmektir.
Ebû Ali ed-Dakkak'a
(k.s.) göre, takva: İtaat edip isyan etmemektir: Hakk'i hatırda tutup hiçbir
zaman unutmamaktır; şükredip küfretmemek-tir.
Sehl bin Abdullah'a
(k.s.) göre, takva: Allah'tan başka yardımcı olmadığını bilmek, Resûlüllah
(A.S.)dan başka delîl aramamaktır. Takvâ'dan daha azîz ve şerefli azık yoktur.
Çünkü azığın hayırlısı takvadır.
Kinânî diyor ki:
«Dünya belâ ve mihnet üzerine; âhiret ise, takva üzerine kurulmuştur. Belâ ve
mihnetin birer imtihan olduğunu bilip sabreden ve sonra da bütün bir ömrünü
takva üzere değerlendiren kimse, Allah'a tertemiz olarak kavuşmaya yol
bulmuştur.»
Cerîrî diyor ki:
«Kendisiyle Allah arasında takva ve murakabenin hükmetmediği kimse keşîf ve
müşahadeye erişemez.»
Ebû Hasen el-Fârisî
diyor ki: «Takvâ'nm zahiri (dışı) ve bâtını (içi) vardır: Zahiri, ilâhî hududu
koruyup ihlâl etmemektir. Bâtını ise, niyet ve ihlâstır.»
Tasavvuf ehline göre,
kişinin takvasını isbatlıyan delîl üçtür:
1. Nail olmadığı şeylere karşı tam bir tevekkül
üzere bulunmak; başkasının elinde bulunan nimete göz dikmemek.
2. Nail olduğu şeye hüsnü rızâ göstermek,
azimsamamak, hatırladıkça şükrünü edâ etmek.
3- Yitirip
kaçırdığı şeylere karşı güzel sabır göstermek.
Hazret-i Ömer
(R.A.), devrin büyük
ilim adamlarından Kâ'b
oğlu y'e soruyor:
Takva nedir?
Ubeyy cevap veriyor:
— Üstün bir öicüde hassasiyet göstermektir..
Bunun üzerine Hazret-i Ömer {R.A.) tekrar soruyor;
— Üstün hassasiyeti açıklar mısın?
Ubeyy (R.A.) cevap
vermek için şunu soruyor:
— Ey Mü'minlerin Emîri! Dikenli bir yerde hiç
dolaştığınız oldu mu? Hazret-i Ömer (R.A.):
— Evet, hem sayılmıyacak kadar çok,. Ubeyy
(R.A,):
— Peki o yerlerde dolaşırken ne yapardınız ve
nasıl hareket ederdiniz?
Hz. Ömer (R.A.):
— Dokunup yırtmasın diye eteklerimi toplar,
ayaklarımı kanatmasın diye çok itinayla yürürdüm.
Ubeyy (R.A.):
— İşte bu takvadır..
Takvâ'nın delâlet
ettiği bu ince manadan ilham alan şâir diyor ki: «Bırak, küçüğünü de büyüğünü
de günahın; budur takva! Dikenlikte gördüğünden sakınan yaya gibi ol da yaşa!» [34]
Gayb âlemi, bu âleme
nisbetle asıldır. Dünyanın gayb âlemine nis-beti, fer'in asla olan nisbeti
gibidir. Dünyada mevcut olan her şeyin mutlaka gayb âleminde (âhirette) bir
aslı vardır. Aksi halde dünya meyvasız bir ağaç, delilsiz bir medlul gibi
olurdu.
Ashabı kirâm'dan Abdullah bin Mes'ud (R.A.), «Gaybe
inananlar»
mealindeki cümleyi
ikinci bir manayla talebesine,
aralarında geçen bir söyleşide şöyle tefsîr etmiştir:
Hazret-i Abdullah
(R.A.)ın talebesinden Haris bin Kays, bir sohbet espasında Ashab-ı kirâm'ın
yüksek mertebesinden bahsederek onlara fazlasıyla gıpta ettiğini şöyle ifâde
etmeğe çalışıyor:
— «Hocam!
Siz Peygamber Efendimizi baş gözünüzle görme şeref ve bahtiyarlığına
nâii olduğunuz için Allah katında bize tekaddüm ettiniz. Ne mutlu size!»
Bunun üzerine Hazret-i
Abdullah (R.A.) ona:
— «Siz de Resûfüllah (A.S.)ın giyabında
sağlam imânınız sebebiyle bizim önümüze geçtiniz. Çünkü
Hazret-i Peygamber (A.S.)ın nübüvveti,
Kendisini görebilme mevkiinde olanlar için apaçık meydanda idi. Onu görüp de
imân etmemek, inat yollu küfürden başka bir şey değildi. Allah'ın hidâyet nasıp
ettiği akıllı kulları Hazret-i Peygamber'i görünce O'na inanmaktan başka bir
şey düşünmediler. Bu bakımdan asıl fazilet O'nu görmeden imân etmektir ki o da
sana ve emsaline nasıp olmuştur. Allah'a andolsun ki, Resûl-i Kibriya'nın
gıyabında gönül açıklığıyla imân eden bir kimsenin imânından daha üstün bir
imân yoktur!»
Cevabında bulundu ve
devamla Bakara sûresinin ilk beş âyetini okudu. [35]
Gaybe dosdoğru imân
edenlerin basîret adesesinden bunu nasıl gördüklerini tasvir eden İmâm Kuşeyrî
diyor ki:
— Rabi1 bin Haysem bir
gün Abdullah bin Mes'ûd (R.A.) Hazretlerini ziyarete giderken yolda bir demirei
dükkânına rastladı. Potada alev alev ısınıp korlaşan bir demire gözü ilişti..
Dayanamadı, sendeleyip yere düştü. Rabi' bayılmıştık Ertesi güne kadar
ayılmadı. Kendine gelince, bunun sebebi soruldu. O şu oevabi verdi: «Kızgın
demiri gördüğümde Cehennemdeki yananların halini düşündüm de ondan!..»
Ali bin Hüseyn de
namaz kılarken evi yanmaya başlamış, fakat o, namazını bozmadan tamamlamıştı.
Bunun sebep ve hikmeti sorulunca, «Büyük ateş beni bu küçük ateşi düşünmekten
alıkoydu!» diye cevap vermişti. [36]
Dördüncü âyetin son
kısmında, «Âhiret'e de ancak onlar kesin bir bilgiyle inanırlar.» cümlesinde
geçen «yukinûn» fiilini -ki yakîn kökünden türetilmiştir- «kesin bir bilgiyle
inanırlar» şeklinde manalandırırdık. Buna
işaretle Hazret-i
Peygamber (A.S.) buyurdular ki: «Hakikat, Allahu Teâlâ rahat ve feraha noksan
tartmıyan adalet terazisiyle «rıza» ve «yakînse; üzüntü ve kederi de şüphe ve
gazaba yerleştirmiştir.» [37]
Demek, Allah'tan gelen
her şeye razı olmak ve gönderilen her şeye kesin bir bilgiyle inanmak
«yakîn»dir.
Cüneyd el-Bağdadî
diyor ki:
«Yakın, değişmiyen,
dönmeyen bir ilmin kalbde karar kılmasıdır.»
Zünnûn Mısrîy'e göre:
«Yakîn'in üç alâmeti
vardır: 1. Halk ile fazlaca îhtilat halinde olmamak. 2. Şunu, bunu -verdiği
için- övmemek. 3. Vermediği için de yermemek, Yakîn'in yakîninin alâmeti de
üçtür: 1. Her hususta Allah'a yönelmek, 2. Her hâl-ü kârda Allah'a dönmek. 3.
Her işte Allah'tan yardım istemek.» [38]
Seh! bin Abdullah
Tüsteriy'e göre: Yakîn kokusunu alan bir kalbin Allah'tan başkasıyla sükûnet
bulması haramdır.
Ariflerden bâzısına
göre: Makamların ilki marifettir. Sonra da sırasıyla yakîn, tasdik, ihlâs,
şehâdet ve tâat gelir.
Abdullah Antakî diyor
ki:
«Yakîn nurundan az bir
şey kalbe ulaşınca, orayı aydınlatır ve bütün şüpheleri dışarı çıkarır.
Böylece kalb şükür ve korkuyla dolup taşmaya başiar.» [39]
Demek: Takva mü'minier
için hazırlanmış mutluluk bahçesinin yolu ve kapısıdır. Yakîn, o bahçenin tâ
kendisidir. İhlâs, onun en güzel mey-vasıdır. [40]
Abdullah bin
Dürestveyh diyor ki:
«Yazı kıyasına
girmiyen iki hatt var: Hatt-ı Mushaf ve
hatt-ı aruz..»
Mushafta kıyas dışı
bir takım yazı şekilleri vardır. Onlara uymak ve aynen muhafaza etmek
sünnettir. Nitekim Hazret-î İkrime (R.Â.) yazdığı mushafı Haiîfe Osman'a (RA)
arzettiğinde, Hazret-i Osman onda hat kı-
yasına uymayan bazı
kelimeler görünce şu emri verdi: «Bunları hiçbir sû retle değiştirmeyin, sonra
Araplar kalkar da kendi iehçe ve hat şekilleri ~ uydurmaya yellenirler, bu sebeple Allah'ın Kelâmın, değiştirmiş
olur"
ne lar.»
«Eğer Resûlüllah
(A.S.)m kâtipleri Sakîf ve Hüzeyl kabilelerinden olmuş olsaydı, gibi tehecci
harflerine Kur'ân'da rastlanmazdı.»
Yapılan araştırmalarda
Sakîflilerin harfleri okunduğu gibi yazdıkları, yani yerine şeklinde tahrirde bulundukları;
Hüzeyl kabilesinin de hemzeyi izhâr ettikleri,
ve yerine ve yazdıkları görülmüştür. [41]
O halde şeklinde yazılmakla beraber huruf-l mukattaa elif-
ba - ta gibi okunur. Bu sebeple biri açık, diğeri kapalı olmak üzere iki türlü
mana taşıdığı düşünülebilir. Müfessirlerin de in manası üzerindeki görüş
farkları bundan ileri gelmektedir.
Bu harfler esasında
mu'rebdirler. Fakat i'rabi gerektiren bir âmil olmadığı için sükûn üzere
kalmışlardır. [42]
Sûrelerin evvelinde
gelen harfler bir takım ilâhî sır ve hikmetleri taşımaktadır. Buna işaretle
Hz. Ebûbekir Sıddîk (R.A.) diyor ki: «Her kitabın bîr sırrı vardır. Kur'ân'ın
sırrı ise, sûrelerinin başında gelen harf ve işaretlerdir.» [43]
Hazret-i Ali (R.A.)
diyor ki: «Her kitabın kendine has bir safveti var; Kur'ân'ın safveti ise,
teheccî harfleridir.» [44]
Ibn Abbas'a (R.A.)
göre : Bunları anlamaya, ya da çözmeğe bilgimiz yetmez; tasavvuru bile güç
gelir.
Şa'bî (Rahmetü'llahi
aleyh) diyor ki:
«Bu harf ve işaretler
Allah'ın bir takım sırlarıdır; araştırıp üzerinde
durmayın! Çünkü ancak
Allah'ın dostluğuna mazhar olan âlimler bunları bilebilir.»
Müfessir Âlûsîy'e
göre, bunları araştırıp incelemek murad olan neticeye bizi götürmez. Çünkü bu
kapalı-gizli bir ilimdir; örtülü bir sırdır. İlim adamları bunu idrâktan
âcizdir. [45]
Bâzı âlimlere göre: Bu
harfler Allah'ın isimleridir; her harf O'nun bir ismine veya sıfatına
işarettir.
Müfessirlerden bir
kısmına göre, bunlar fiilî sıfatlardır. Meselâ: Elif, Allah'ın nîmetine; Lâm,
O'nun lûtfuna; Mî m, O'nun mecdine ve mülküne işarettir. Ve buna benzer bir
takım buluş ve görüşler. Fakat eksere göre, bunlar, başında bulunduğu sûrelerin
isimleridir. [46]
Ariflerden bâzısı
diyor ki:
«fimi bir denize
benzetecek olursak; bu denizden bir baraj akıtılmış, o barajdan bir ırmak; ırmaktan
da bir akar; akardan da bir vasıtayla bir musluk akıtılmıştır. Eğer bu ölçü ve
tertibin dışına çıkılıp, baraj akara akıtılmış olsaydı akarın mecrasını bozar
da zararlı hale getirirdi. Eğer deniz doğrudan doğruya baraja boşaltılmış
olsaydı, onu tamamen bozar, belirsiz hale sokardı. Allah'ın Kur'ân'da: «Gökten
su indirdi de dereler kendi ölçüşünce dolup taştı.» [47]
buyurması buna işarettir.
O halde ilim denizi
Allah katındadır. Bu denizden peygamberlere bir vadi (baraj) verilmiştir.
Peygamberler de kendi vadilerinden ilim adamlarına bir ırmak akıtıp
vermişlerdir. Âlimler de bu ırmaktan küçük küçük akarlar akıtıp kabiliyeti
olanlara vermişlerdir. Bunlar da kendi ehline -anlayışları seviyesine göre-
musluklar akıtmışlardır.
Bundaki sır şudur:
Akıllar farklıdır; her biri kendi derecesine göre, bir üsttekine nisbetle zayıf
sayılır; kuvvetli sırları kaldırmaya güc getiremez. [48]
Fahruddîn Râzî, bu
harfler hakkında âlim ve ariflerin görüşlerini naklettikten sonra diyor ki:
. «Mütekellimler bu
görüşlerin hepsini de inkâr ve red ederek demişler ki: «Allah'ın Kitabında
mânasını halkın anlıyamıyacağı bir âyet, kelime ve harfin bulunması asla doğru
değildir ve olamaz da..»
Mütekellimler bu görüş
ve iddialarına delil olarak ondört âyet, iki hadîs ve üc de aklî buluş getirmişlerdir.
[49]
Kur'ân-ı Kerîm'in
yirmi dokuz sûresinin başında gelen huruf-i mu-kattaadan, Küfe bilginlerine
göre âyet sayılan ve sayılmıyanlar arasında şöyle bir sınıflandırma yapılır.
bunlar ayettir. Geri kalanlar ise âyet
değildir. Basra bilginlerine göre: Bunlardan hiç biri âyet değildir.[50]
dan alınma masdardır. İnsanı gaye ve maksada
ulaştıran şeye lütuf yollu irşad etmek manasınadır. [51]
a) Günahlardan tam bir hassasiyetle korunmak.
b) Âhirette insana zarar verecek şeylerden sakınmak.
c) Allah'ın haram kıldığı şeyleri terkedip, farz
kıldığı şeyleri yerine getirmek.
d) Şüpheli görülen ve bilinen.her şeyi
terketmek.
e) İnsanı Allah'tan uzaklaştıracak her şeyden
kaçınmak.
f) İnsanın kendi güç ve kuvvetinden yüzcevirmek
suretiyle güç ve kuvveti Allah'a irca' etmek gibi manalara gelir. [52]
Reyb, aslında nefse
ızdırap ve kuşku vermek manasına masdardır. Sonra «ş e k»
ve «ş ü p h e» manasında kullanılmıştır.
cümlesinin delâlet
ettiği mana:
|bn Abbas'a (R.A.)
göre: Nûmazı, farzlarına uygun olarak
dosdoğru alıp rükü ve secde(erini' kıraat ve kıyamını, yürek kor- boyun eğme
samimiyetini tamamhyarak kılarlar.
Katade'ye göre:
Namazı, vakitlerini gözeterek, abdesti de dosdoğru
alıp rükû' ve
secdelerini yerine getirerek kılarlar.
Mukatil bin Hayyân'a
göre: Namaz vakitlerini iyice muhafaza etmek suretiyle tastamam abdest alırlar,
namazın rükû' ve secdelerini kıraat ve teşehhüdünü, Hazret-i Peygamber'e (A.S.)
salât ve selâm vermeyi yerine getirirler. [53]
Kıyam, bu âyette, açık,
devam ve sübut manalarına gelir. Ayakta durmak manasına değil... Buna göre
âyetin manası: «Namaza devam ederler» demektir. [54]
cümlesinin delâlet
ettiği mana:
a) İbn Ab bas'a (R.A.) göre: Mallarının zekâtını
tastamam verirler.
b) İbn
Mes'ud'e (R.A.) göre: Çoluk-çocuklarının
nafakasını eksiksiz verirler.
c) îbn Cerîr Taberî'ye göre; Âyet-i kerîme, hem
zekâta, hem de sair nafakalara şâmildir. [55]
Ehl-i sünnete göre: r
ı z ı k, ister helâl olsun, ister haram olsun, in-tifa'ı mümkün olan şeyler demektir.
Mu'tezîle'ye göre:
Haram rızık değildir; çünkü onu kendine mal edip sahip çıkılması doğru
değildir. Allah ise, haram rızık vermez, ancak helâl rızık verir. O halde
rızık, ancak m i I k manasına gelir. [56]
Ayrıca rızık,
pay manasına da delâlet eder. [57]
İnfak, malı elden
çıkarmak demektir. Bu manayla Araplar, malın satıcının elinden çıkıp alıcının
eline ulaşmasına «nafaka'l-bey'u» derler. Ayrıca, ruhu (canı) çıkan hayvana
da: «nefakati'd-dâbbetu» tâbirini kulla-
nırlar. Kalbinden imân
çıkan kimseye de «münafık» denilir. [58]
İnfak, vâcib ve mendup diye iki kısma ayrılır.
Vâcib olan infakın da birkaç kısmı vardır:
a) Zekât.
b) Kendi nefsine ve nafakası üzerine gerekli
olanlara harcamak.
c) Allah yolunda harcamak ki bundan bilhassa
cihâd = savaş kas-dedilir.
Mendûp olan infak ise:
Ölüm gelip çatmadan önce Allah rızası için sadaka vermektir. [59]
Felah, matlûp olan
şeye zafer bulmak manasına gelirse de kök mana olarak, yarıp açmak anlamında
kullanılır. Bu bakımdan ziraatçıya -toprağı yarıp açtığı için- fellâh denilir.
Alt dudağı yarık olana da eflah tesmiye olunur. «İnne'i-hadîde bi'l-hadîdi
yuflehu» mısraında geçen yufle-h u,
«yuşakku» manasınadır. [60]
Daha çok «fevz =
kurtuluş ve basan, baka' — bulunduğu halde kalma» manasına gelir. Cennet ile
kurtuluşa erişip orada ebediyen kalanlar hakkında, «Ulâîke hümü'l-muflihûn»
buyrulmuştur, [61]
İlk beş âyetle
Kur'ân-i Kerîm'in ilâhî ve semavî olduğu, ledün âleminden indirildiği,
sakınanları doğru yola irşat edici bulunduğu; ayrıca bu sakınıp korunanların
altı mümeyyiz vasfı ve bu sayede onların başarıya eriştikleri beyân edildikten;
insan için dünya hayatında imân ve takva şeref ve mertebesinden daha üstün bir
şeref ve mertebenin olmadığına dikkatler çekildikten sonra bu vasıflardan
kendini körükörüne mahrum bırakan inkâroı bedbahtların, ikiyüzlü müşriklerin
nasıl bir basiretsizlik içinde bulundukları, illiyet prensipleri, diğer bir
tabirle sünnetullah dışına çıktıkları için kulaklarının nasıl gerçeği
duymadıkları, gözlerinin üzerine kalın bir perdenin nasıl gerildiği özlü ve
kapsamlı cümlelerle ifâde ediliyor; birbirinin karşıtı olan imân
ile küfür bir tez ve antitez
ölçüsü içinde akıl sahiplerinin önüne seriliyor; mukayese imkânları veriliyor.
Allah, hakkı söyler ve
O, doğru yolu gösterir. [62]
6 —Şüphesiz ki (ey sânı yüce peygamber!) o küfre saplanıp
kalanları (inkâr ve inatiları yüzünden tuttukları yanlış yolun tehlikeli
sonucundan) korkutsan da, korkütmasan da onlara göre birdir; inanmazlar.
7 _ Allah (değişmiyen sünneti gereği) onların kalblerini,
kulaklarını mühürlemiştîr. Gözleri üzerinde de bir perde ve onlar için büyük
bir azap vardır.
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) İslâm'ın tertemiz, ruhlara inşirah veren havasına daveti kabul eîmiyenlerin
ve bildikleri halde inat ve inkârlarında ısrar eden putperest müşriklerin,
gazaba uğramış Yahudilerin ve teslisin girift çıkmazında bocalayan
Hıristiyanların bu hallerine için için üzülüyordu, Çünkü o büyük Peygamberin
(A.S.) tek düşüncesi, bütün insanların hidâyete erişmesi, Allah'ın tayîn ettiği
doğru yolu bulmasıydı. Bunca iyi niyet, temiz düşünce, azim ve gayretlere
rağmen müşrikler inatla şöyle diyorlardı:
«Bizi davet
edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler İçindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık
ve bizimle senin aranda bir perde vardır!»
Bunun üzerine Allah
Teâlâ onların artık imân etmiyeceğini, çünkü kalblerinin tamamen kapandığını,
dünya ve âhiret hayatını saadete çevirecek hayat kanunlarına şuursuzca isyan
ettiklerini ve yine en ağır cezayı bu kanundan göreceklerini ebedî ve ezelî
ilmiyle bildiği için Peygamber
(A.S.)ın onlar
hakkında beslediği ümidin bir netice vermiyeceğini ve bu hususta elde olmıyarak
üzülmesinin meseleyi halletmiyeceğini beyânla bu İKİ âyeti indirdi.
Ancak bu kaibleri
örtüler ardında kalan, hakkı idrâkten kaçınan şuursuz müşriklerin o gün için
kimler olduğunda bir takım farklı rivayet ve görüşler var:
İbn Abbas'a (R.A.)
göre: Medîne ve civarındaki Yahudî ileri gelenleridir ki, Allah onları,
«Bildikleri halde Hakk'ı inkâr edenler, gerçeği örtenler» diye vasıflandırıyor.
[63]
Diğer bâzı Ashab-ı
kirâm'a göre: Ebû Leheb, Ebû Cehl, Velîd bin Muğîre ve emsali müşriklerdir ki
onlar apaçık beyyinelerden sonra, bile bile inkâra saptılar; o günkü bilgi ve
kültürlerine rağmen inatlarında ısrar ettiler. Beyinleri iyice putperestliğin
bulanık suyuyla yıkanıp şartlandıkları için mi kendilerine şeref bahşedecek
İslâm davetini red ettiler? Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiği üzere: Onların
kaibleri, dimağları Hakk'a karşı örtüler içinde bulunuyordu,.Âyet bu karakterde
olan her kâfir ve inatçıya şâmildir. Onlar inat ve inkârlarıyla hak ve hakikati
örttükleri, gece de ka-ranlığıyla ortalığı örtüp belirsiz hale' getirdiği için
hem gece hakkında, hem onlar hakkında «kâfir» sıfatı kullanılmıştır. [64]
Ashab-ı Kirâm'dan
Abdullah bin Amr (R.A.) anlatıyor: Peygamber (A.S.)dan soruldu:
— «Ey Allah'ın Resulü! Biz Kur'ân'dan bâzı yerler okuyoruz, ümitleniyoruz.
Bâzı yerler de okuyoruz, neredeyse ümitsizliğe düşüyoruz!.»
Bunun üzerine Hazret-i
Peygamber (A.S.) onlara:
«Size Cennet ehliyle,
Cehennem ehlinden haber vereyim mi?» diye sordu.
— «Evet, Ya Resülellah! Haber veriniz.»
dediler.
Hazret-i Peygamber
(A.S.) Bakara sûresinin ifk beş âyetini okudu ve:
— «İşte bunlar Cennet ehlidir!» buyurdu,
Ashab-ı Kiram (Allah hepsinden razı olsun):
«Onlardan olmayı ümit
ederiz» dediler.
Sonra Hazret-i
Peygamber (A.S.) Bakara sûresinin altıncı ve yedinci âyetlerini okudu ve:
— «Bunlar da Cehennem
ehlidir,» buyurdu.
Ashab-. Kiram:
— «Biz onlardan değiliz, Ya Resûlellah!»
dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (A.S.):
— «Evet, öyledir»
buyurdu. [65]
Kalblerin
mühürlenmemesi için Hazret-i Peygamber (A.S.) sık sık Allah'a iltica ederek:
«Ey Kalbleri çeviren (istediği tarafa döndüren Al-fahım!) Kalblerimizi kendi
dinin üzerine tesbit et,» şeklinde duâ ederlerdi. [66]
Buna yakın ikinci bir
hadîste de şöyle duâ ettikleri bildiriliyor:
«Ey kalbleri (hak ve
hakikat, imân ve irfan üzere) tesbit eden Al-lahım! Kalbierimizi kendi taat(u
ibâdet)in üzerine tesbît et.» [67]
Allah'ın Resulü (A.S.)
Efendimiz kalblerin günah ve fitnelerle, küfür ve tuğyanlarla yavaş yavaş nasıl
kararıp mühürlenmeye yüztuttuğunu beyânla buyuruyor ki:
— «Fitneler kalbler üzerine -hasır dokunur gibi- tel tel arzolunur. Hangi kalbe (su) içirilir
(gibi girer)se, orada siyah bir nokta belirir. Hangi kaib de ondan hoşlanmazsa,
onda beyaz bir nokta belirir. Böylece
ikj çeşit kalb olmuş oluyor: Biri parlak beyaz taş gibi, ki gökler ve yer durdukça
fitne ona zarar vermiyecek. Diğeri ise koyu kurşunî renktedir, devrik küpe
benzer (ki içinde su durmaz); o, ne bir mâruf tanır, ne de münker her şeyi
reddeder.» [68]
— «Mü'min
kimse bir günah işlediğinde,
kalbinde siyah bir
nokta belirir. Eğer tevbe eder, o siyahlığı koparıp atar ve kendini bu
konuda kınayıp azarlarsa, o takdirde kalbi cilalanır. Yok eğer günahı
artınrsa, siyahlık da gitgide fazlalaşır, o kadar ki kalbinin üstüne
yükselerek (her tarafını istilâ eder). İşte bu, Kur'ân'da beyân edilen «r â n»dır.
Yani onların irtikâp edegeldikleri günahlar kalblerini yenmiş de (iyice
paslandır-mışdır).» [69]
Bu hadîslerin
manalarını kuvvetlendirir mahiyette diğer bir hadîste de buyuruluyor ki:
— «Günahlar ardarda
kalbler üzerine gelmeğe başlayınca (kalbin irfan kapılarını) kapar. Kapanınca
da Allah tarafından o zaman mühür gelir (de kalbe basılır). Artık o kalblere
bir yol yoktur ve küfürden de bir kurtuluş yolu bulunmaz. İşte bu, Allah'ın
Kur'ân'da bildirdiği «mühür bas-ma»dır.» [70]
__ «Haberiniz
olsun, bedende bîr et parçası
vardır; o düzeldiğinde
bedenin her tarafı
düzelir; o bozulduğu zaman bedenin her tarafı bozulur. Dikkat edin o et parçası
kalb'dir.» [71]
İnsan çoğu zaman işine
gelmiyen; nefsine uymayan, geçici zevklerini kısmen de olsa frenliyen şeyleri
çarçabuk benimsemez; bunun ruh iklimine getireceği müsbet havayı geç ve güç
idrâk eder. O sebeple kendisini bir takım şeyleri terketmeye zorlayan emir ve
yasaklara karşı tepki gösterir ve dinlememek için idrâk ve sezgisinin
kapılarını sımsıkı kapamak ister. Şunu hemen ilâve edelim ki, hayat
yolculuğunda yalnız hoşumuza giden, zevkimizi gıcıklayan, nefsimizi kabartan
nesneleri aramak ve bütün bir ömrü bu yolda harcamak, ruhî bozuklukların en
kötüsüdür.
Muhit ve medeniyetin,
çevre ve geleneklerin meydana getirdiği sun'î ihtiyaçları öz varlığımızın ebedî
ihtiyaçlarıyla karıştırmak; uzak fakat hakikî menfaat peşinde koşacak yerde
yakın ve hayalî menfaatiar peşinde koşmak şüphesiz ki kalbin tasdîk süzgecinden
geçmiyen ve geçmediği için de bozuk ve tortulu kalan yanlış bir itikadın tabii
neticesidir.
İnsan kendini serbest
görmek istiyor. Herhangi bir disiplin altına girmek istemiyor. Allah'a karşı
isyan ve tuğyanın başlıca sebebi işte budur. Din ve ahlâk ebedî hayatın
lüzumunu gönüllere nakşederken bütün bir ömrü disiplin altına alır. İşte
Allah'a dosdoğru imân bunun mahsulüdür.
İdrâk ve basiretin
hakikate kapalı oluşundan doğan kararsızlık ve itikatsızlık, gönüllerdeki
ihtirası kamçılar ve bu sebeple ruhî yapıda karar-madik yer kalmaz. Bu kararma
neticesidir ki tarih boyunca bir kısım peygamberler öldürülmüş ve bir çoğu da
en ağır hakaret ve işkencelere mâruz bırakılmıştır, Bakara sûresinin altıncı
ve yedinci âyetleri, ilâhî disiplin reddeden gönlü kara muhteris inkarcıların
bu aşırılığına karşılık Allah'ın kendi kanunları icabı olarak onların gözlerine
nasıl perde çektiğini, kalblerine nasıl mühür vurduğunu ve artık imân
etmelerine nasıl yol kalmadığını en özlü bir ifâdeyle beyân ederken, insanların
bu tarz bir inkâr ve tuğyan fırtınasına tutulmamaları tenbîh buyuruluyor.
«Gaybe imân getir ey
mülhid-î fâcir ki sana, Âhiretten hatt-ı talik ile hüccet gelmez.»
Sonuç olarak
diyebiliriz ki: Gönüllerde katmerleşen küfrü temizlemek, güzel ahlâkı, mukaddes
duyguları yerleştirmek için güçlü ve yeterli bir dine ihtiyaç vardır. İslâm
bunun en mükemmelidir. [72]
Cemiyet bünyesinde
ruhun bariz kuvvetlerinden olan güzel ahlâk, kutsal duygu, ilâhî marifet, bir
Allah'a imân gibi manevî değerlerin ihmâl edildiği ya da bunlara hiç yer
verilmediği takdirde, küfür, tuğyan, kötü ahlâk, başıboş hayat moda olur. Bu
moda cemiyet ve milletlerin yıkılmasını sağlıyan başlıca sebeplerdir,
diyebiliriz. İlâhî kanunlara karşı gelen her fert yalnız günahkâr plmakla
kalmaz, aynı zamanda aile ve milletinin çökmesine veya mahvolmasına yardımcı
olur. Bu kanunlara biz «hayat kanunu» da deriz. Şöyle ki: İnsan vücudu kâinatın
bir parçasıdır; içinde bulunduğu fizikî muhitle aynı elemanlardan meydana
gelmiştir. Fakat özel bir şekilde organize edilmiş ve kendisine bir çok yetiler
(meleke) verilmiştir. Ama başıboş bırakılmamış, varlık âleminde câri olan
sün-netullaha ve hayat kanunlarına uygunluk içinde yaşaması emredilmiştir. Bu
kanunları bize tanıtan semavî dinler ve bu dinlerin mübeliiğ ve mür-şidleri
peygamberlerdir. İnen kitaplara inananlar dünya ve âhiret mutluluğuna erişir,
inanmıyanlar bu iki huzuru kaybeder.
Evet, bilgisizlik,
küfür, tuğyan ve sapıklık insanların akıllarına ve vicdanlarına hâkim olunca,
cemiyetler artık itikadlarındaki bozukluğu ve gö-nülierindeki küfrü idrâk
edemez olurlar; o kadar ki Hakk'ın sesini duymaz, çağrısına kulak vermez, ilâhî
düzeni göremez hale gelirler. Böyle olunoa da maddî kuvvetlerin çoğu fitne ve
fesat, zulüm ve işkence âleti hâline getirilir; şer unsurları kuvvetlenir ve
bir gün cemiyetin sarsıntı geçirmesine, anarşizme boğulmasına, büyük bir
felâkete uğramasına yol açar.
Bugüne kadar yıkılan,
haritadan silinen milletler hep bu hastalığın kurbanı olmuştur. Cihan savaşları
bu yüzden çıkmıştır. Çünkü küfrün ve ihtirasın sarhoşfuğuyla kalbleri
mühürlenen, gözleri üzerinde kalınca bir perde bulunan idareciler ve kadrolar
maddî ve manevî felâketleri duymoz ve göremez olmuşlardı. Koca Roma
İmparatorluğunun yıkılması buna ne
güzel misaldir! 64
yılında Roma'da çıkan büyük yangında şehir bir baştan bir başa yıkıntı haline
gelirken, Allah'a karşı tuğyan eden Zâlim Neron sarayının önünde durup lir
çalmıştır.
Cihan mürşidi Hazret-i
Muhammed (A.S.) diyor ki:
«Ben sadece bir
uyarıcıyım; yerin ve göklerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin mutlak
sahibi bir tek Allah'tan başka ilâh yoktur.» [73]
Kelâmcılara göre,
küfrün haddini belirtmek (tarifini yapıp, sınırını çizmek) oldukça zordur.
Küfrü gerektiren şeyler nelerdir? Hazret-i Muhammed (A.S.)dan naklolunan her
şeye inanmak lâzım mıdır? Bir kısmına ina-nılmazsa küfre girilir mi?
Bâzılarına göre:
Hazret-i Muhammed
(A.S.)dan naklolunan her şeye istisnasız inanmak lâzımdır. Fakat bize kalırsa,
bu hüküm izaha muhtaçtır. Çünkü Ce-nâb-ı Peygamber (A.S.)dan nakledilen
şeylerin sıhhat derecesi ya bi-zza-rûre, ya bi'l-istidlâl, ya da haber-i
vahidie bilinir.
Birinci yolla
bilinenlerin hepsini tasdîk eden mü'min, tümünü veya bir kısmını inkâr eden
kâfir sayılır. Meselâ: Yaradan'ın varlığını veya O'nun ilim, kudret, vahdaniyet
gibi sıfatlarından birini, ya da O'nun noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğunu
veyahut Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini, Kur'ân'ın sıhhatini veya
kaçınılmaz bir, bilgiyle bildiğimiz şer'î hükümleri inkâr etmek bu cümledendir.
İkinci yolla bilineni
inkâr etmek küfrü gerektirmez. Meselâ: Allah görülür mü, görülmez mi? Kulların
amellerinin yaratanı; Allah mıdır, değil midir? vb. İstidlal yoluyla bilinen
hususlar gibi. Bunlar tevatür tarikiyle bize kadar gelmemiştir. İki görüşten
birinin sıhhati veya butlanı ancak bi'l-istidlâl bilinebilir. Bu itibarla,
ikinci yolla bilinenlerin inkâr ve ikrarı imânın mahiyetine dahil değildir. O
halde inkârı küfrü gerektirmez.
Üçüncü yol (haber-i
vâhid)le bilinen hususlardır ki, imândan sayılmaz. Bu bakımdan küfrü de
gerektirmez. İşte bu kaideye göre biz, ümmetten hiç kimseyi, istidlal veya
haber-i vâhidle inanmadığı bir meseleden dolayı küfürle suçlamayız.
«Muhakkak o küfre
sapanlar...» cümlesinde geçmiş zamana
delâlet eden bir fiille, müşriklerin küfründen haber veriliyor.
Mu'tezile'ye göre: Allah'ın geçmişe ait fiille haber vermesi, Allah Kelâmı'nın
muhdes (sonradan olma) olduğunu gösterir. Zira bu yolla verilen bir haberin doğru
olabilmesi için muhberu anh (haberi verilen şey)le mesbuk olması yani ondan
sonra vücut bulması gerekir. Kadîm (öncesiz) olan bir şeyin başkasıyla mesbuk
olması ise muhaldir. O halde bu kabil haberlerin de kadîm olması muhaldir. Bu
takdirde muhdes (sonradan) olması vâcibdir.
Ehi-i Sünnet âlimleri
Mu'tezile'ye cevap vererek diyorlar ki:
Cenâb-ı Allah bu âlemi
sonradan varkılacağını biliyordu. Ondan haber vermesi, O'nun ilim ve kelâm
sıfatının sonradan olma olduğuna delâlet etmez. Haber verilen şey gelecekte
vücud buluyor. Vücud bulunca da haberde bir değişiklik olmuyor. Yani ezelî olan
kelâm, yine ezelîdir; muhdes olan, o kelâmın taallûk ettiği şeylerdir. [74]
Dâvet-i Muhammediyye
her türlü ivaz ve garazdan uzaktır. Bu davet sadece ve sadece ilâhî merhametin
ziyası altında beşerî en doğru ve en selîrn yola irşâddır. Allah'ın Rahman ve
Rahîm sıfatlarının sırrına mazhar olan Resûlüllah (A.S.) bu mazhariyetin
verdiği irfanla bütün insanların küfr-u tuğyan, madde ve ihtiras bataklığından
kurtulup imân ve fazilet tahtına yükselmesini gönülden ister ve bunun için
ruhunda derîn bir hasret hissederdi. Mekke'de olduğu gibi Medine'de de bir
hayli âsî müşrikler, azgın hilebaz ve o nisbette sinsi Yahudiler bulunuyordu.
Allah (C.C.) ezelî ilmiyle bir kısım insanların bütün delillere, açık
burhanlara, afakî ve enfüsî belgelere rağmen imân etmeyeceklerini, nûr-i
Muhammedi'den hisse alrmyacaklarını kesin olarak bildiği için -ki burada ilim
malûmata tâbi' olmuş oluyor- bir teselli mahiyetinde Peygamber'e (A.S.) durumu
haber verdi ve böylece ilâhî ilminin şaşmiyacağını meydana koydu.
O halde kalblerin
mühürlenmesi, cüz'i iradeyi kötüye kullanmayı rem-zeder; kulakların tıkanması,
işitme yolunun akıl ve irfanın kumandasından çıkıp, nefs-i emmâre'nin emrine
girdiğini sembolize eder. Gözlerin perdelenmesi, basîretln tıkanıp işlemez
hale geldiğini ifâde eder. A'raf sûresinin 179. âyetinde buna işaretle
buyuruluyor ki: «Şanıma and olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem
için yarattık; kalbleri vardır, onunla (hakkı) anlamazlar, gözleri vardır,
onunla (hakikati) görmezler, kulakları vardır, onunla (doğruyu) işitmezler. İşte
bunlar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir, belki daha da sapık ve şaşkındırlar.
İşte gafiller ancak bunlardır!» [75]
Küfür: Lügat olarak
«bir şeyi örtme, kapama ve gizleme»'manasına gelir. Terim olarak, «Hakk'ı
inkâr edip örtmek ve gizlemek» anlamında kullanılır. Sözlük manasıyla, tohumu
toprağa atıp gizlediği için çiftçiye; eşyayı karanlığıyla örtüp gizlediği için
geceye «kâfir» denilmiştir.[76]
Küfür, dört kısma
ayrılın
1. İnkâr yollu küfür: Allah'ı hiç bilmemek,
tanımamak. Fir'avn'ın küfrü gibi. O, kavmine: «Kendimden başka sizin için hiç
bir tanrı tanımıyorum!» demişti. «İşte ben sizin en yüce Rabbinızim!» diyen de
yine o olmuştur,
2. Bile bile inkâr yollu küfür: Kalbiyle Allah'ı
bildiği halde diliyle ikrar etmemek. Şeytan'in küfrü gibi. «Yalnız İblis
dayattı, (bunu) kibrine ye-diremedi de kâfirlerden oldu.» [77]
3. İnat yollu küfür: Kalb ile Allah'ı bilmek,
dil ile ikrar etmek ve fakat onunla dindar olmamak, aksi bir istikamet tutup
dinî birçok şeyleri kabul etmemek, ilâhî buyrukların tümünü ya da bir kısmını
küçümsemek. Mekke müşriklerinden Umeyye bin Ebî Sait'in küfrü gibi. [78]
4. Nifak yollu küfür: Dil ile Allah'ı ikrar
etmek, fakat kalb ile tasdîk etmemek. Münafıkların reisi Abdullah bin Ubey bin
Selûl'ün küfrü gibi. Hazret-i Âîşe validemize iftira atan
da bu münafıktır.
gibi bu da sıfat
manasında kullanılır.
Cümlede istifham
harfi olarak getirilen
«h e m z e» ile «e m»
istifham manasından soyunmuştur.
E-enzerte altı kıraat
üzere okunmuştur:
1. İki hemze ve aralarında bir elif.
2. Yalnız iki hemze, aralarında elif yok.
3. Birinci hemze kaviy, ikincisi ona az yakın ve
aralarında elif.
4. Üçüncü kıraatin aynı, yalnız aralarında elif
yok.
5. İstifham harfinin hazfı (alinması)yla.
6. İstifham harfinin hazfı (alınması) ve
harekesinin mâ-kablindeki sakin harfe verilmesi.
İ n z â r: Lügatte
korkutmak manasınadır. Burada ise, kötü bir yolun, yanlış bir tutumun, sakat
bir itikadın encamından haber vermek suretiyle korkutup uyarmak manasınadır;
mutlaka korkutmak manasına değildir. Bu itibarla in zar,
tebşîr'in karşıtı olmuş oluyor.
Âyette sadece i n z ö
r'ın fayda vermiyeceği üzerinde duruldu, fakat tebşîr'in te'sir edip
etmiyeceğinden bahsedilmedi. Çünkü «Def'-i mazarrat celb-i menfaatten daha
mühimdir.» Te'siri büyük olan i n z â r kâr etmeyince, artık tebşire pek lüzum
kalmıyor.
Yedinci âyet-i kerîme,
inatçı kâfirlerin imân etmiyeceğine dair vâki ilâhî hükme ta'lîl
mahiyetindedir.
Küfre saplananların
imân etmiyeceklerine dair ilâhî beyân, bir şeyin vukuundan evvel verilen bir
haber gibi anlaşılsa da bu bize göre böyledir. Allah'ın ilmi zaman
anlayışından ve kaydından tamamen münezzehtir. Şimdiki zaman, geçmiş ve
gelecek zaman diye bir şey düşünülemez. İlm-i Subhanî bütün zaman ve mekânları
içine almıştır.
Huccetü'l-İslâm İmâm
Gâzâlî diyor ki:
«Her şeyi Cenab-ı Hak
irâde edip yarattığına göre, bunları en küçük teferruatına kadar bilmesi
gerekmez mi? Allah'ın ezelî irâdesi, cüz'î mevcudatın hepsinin illetidir ve
ilmi de bunların tümünü içine alır. Bu husus Allah'ın zatî birliğine zıt
(karşıt) değildir. Sonuç olarak: Allah bütün cü-J ziyatı bilir. Bir şeyin
vukuundan önceki bilgisi ile sonraki bilgisi birbirin-, den farklı değildir.
O'nun ilmi her türlü zaman ve mekân kavramlarından
münezzehtir.»
Hatıra şöyle bir sofu
gelebilir:
İmân etmiyeceklerini
bildikten sonra i n z â r'ın faydası ne olabilir? Bu hususta birçok tefsîr ve
te'vîller vardır. Bize göre: Resul tebligat görevini yapmak zorundadır.
Kıyamet günü, «Ben, peygamber tebliğini duymadım» ya da «Bana yol gösterici
kimse olmadı!» şeklinde bir itiraza meydan verilmemesi, inzârın lüzumunu
gösterir.
Hem bu bapta İlim
malûmata tâbi'dir. O bakımdan, «Küfre saplananları inzâr etsen de etmesen de
onlara göre bir, inanmazlar!» buyurulmuş da, «Sana göre bir» denilmemiştir. [79]
H a t m: Bir şeyi
kapayıp gizlemek, sonuna götürüp bağlamak manalarına gelir. Bir belgenin
sonunu bağlamak, konulduğu zarfı kapayıp mühürlemek de bu anlamdadır.
Kâfirlerin kalblerini
mühürlemenin Allah tarafından olduğunun beyân edilmesi, onların imân
etmiyeceğine, kalblerinin ilâhî buyrukları almıya-cağına, hakkı kabul
etmiyeceklerine, Kur'ân-ı Kerîm'e kulak tıkayacaklarına dair bir şehâdettir.
Yoksa onların imân etmesine bir engel koymak değildir.
İkinci bir tefsîrle:
Gişâve'nin hakikati:
Görmeğe engel perde demektir. O halde bu tâbir mecaz yollu kullanılmıştır.
İnatçı kâfirlerin basiretinin kapanması, eşyayı göremiyen âmânın haline
benzetilmiştir.
Gişâve'nin gündüz
görüp, gece görmeme manasına geldiğini söyli-yenler de var. Bu manayla:
İnkarcılar gaflet içinde görebiliyor, ibretle göremiyorlar. Allah'ın açık
belgelerini, varlığına, birliğine delâlet eden âyetlerini, kendi küfürlerinin
kesîf karanlığı içinde müşahede edemiyorlar. Küfür karanlığı kalkacak olursa,
herhalde göreceklerdir.
Müfredat-i Ragib'da,
Gışâ'nm göze arız olan katarakt olduğu ifâde ediliyor. [80]
Cenâb-ı Hak (C.C.),
Asr-ı saadette türeyen inatçı kâfirlerin ve Yahu-dî meşrepli münafıkların
İslâm'a karşı hazırladıkları sû-i kasdın ve içlerinde besledikleri menfî ve o
nisbette korkunç plânların özetini verdikten sonra her devirde bu tip
sapıkların bulunacağına ve hepsinin de aynı me-todla olmasa bile değişik
metodlarla aynı hedefe doğru gideceklerine işaret buyuruyor ve sonra da
onların hakiki veçhelerini meydana koyarak portrelerini çiziyor; menfur
tutumlarını, kötü karakterlerini -inanmışların hafızalarında iyice yer etsin
diye- darb-i mesellerle tasvir etmek suretiyle mâkulü mahsusla izah ediyor.
Darb-ı meselin dimağ
ve zihinler üzerindeki te'siri inkâr olunmdya-cak kadar meydandadır. Kur'ân-ı
Kerîm'in müstesna üslubundan biri de budur.
Özet olarak:
Sûrenin başında geçen
dört âyetle mü'minlerin vasfından bahsedildi. Takvayla imân arasındaki
münasebet belirtildikten sonra kâfirlerin, inatçı müşriklerin durumuna temas
edildi. İnkarcıların iki kısım olduğu, biri hem kalbiyle, hem diliyle inkâreı
vasfını meydana koyduğu, diğeri ise kalben inkarcı olduğu halde diliyle bunun
aksini iddia ettiği beyân edilerek, bu ikinci sınıfın münafıklar olduğuna
dikkatler çekildi. Tehlikeli olmakta, inatçı kâfirlerden daha ileri
bulundukları nedeniyle münafıklardan
daha geniş bir şekilde bahsedildi. [81]
Nitekim İbn Cüreyc'in
Mücâhid'den yaptığı rivayete göre:
Bakara sûresinin
başında dört âyet mü'minler hakkında, iki âyet kâfirler hakkında ve onüç âyet
de münafıklar hakkında inmiştir. Müfessir Suddî de «Ve mine'n-nâs»dan murad,
münafıklar olduğunu söyler. [82]
8— İnsanlardan öyleler de var ki, inanmadıkları
halde Allah'a ve âhi-ret gününe inandık derler.
9— (Zanlarınca) Allah'ı ve imân edenleri
aldatırlar. Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da farkında
bile olmazlar.
10—Kalblerinde
hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylemelerine
karşılık onlara elem verici bir azap vardır.
11— Hem onlara:
«Yeryüzünde fesat çıkarmayın» denildiğinde, «Biz ancak ıslâh edicileriz»
derler.
12— Haberiniz olsun ki, onlar, onlardır ancak
fesatçılar, ama farkında değillerdir.
13— Onlara «Olgun insanların inandığı gibi
inanın!» denildiği zaman, «O beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?» derler.
Dikkat edin ki, onlar, onlardır asıl beyinsizler; fakat bilmezler.
14— Onlar imân edenlere rasladıkları zaman «inandık»
derler. Şey-tanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman: «Doğrusu biz sizinle
beraberiz. Biz ancak (o mü'minlerle) alay edicileriz,» derler.
15— Allah onlarla alay eder de kendilerini
taşkınlıklar içinde bocalar şekilde bırakır.
16— İşte onlar öyle kimselerdir ki, doğru yola
karşılık sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştık
doğru yolu da bulmuş değillerdir.
Kelbî (Sâib bin
Bişr-Ölümü: H: 146/M: 763)den yapılan rivayete göre; İbn Abbas (R.A.) şöyle
demiştir:
— «Bakara sûresinin
sekizden on dokuza kadar olan âyetleri, münafıkların reisi Abdullah bin Ubey
bin Selûl ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.»
Yahudi olan Abdullah
bin Ubey, Medîne'de bir başbuğ olma, Evs ile Hazreç kabilelerini kendi riyaseti
altında tutma sevdası içindeyken Hazret-i Peygamber (A.S.)ın hicret-i
seniyyeleri vuku1 buldu. Medî-neli'ler Peygamber Efendimizin etrafında
toplanınca Abdullah'ın yıllardan
beri kurmuş olduğu
hayalî başbuğfuk tahtı ve hazırlamış olduğu plânlar alt-üst oldu. Açıktan açığa
bir şey yapamıyacağını, yapsa bile hedefine ulaştıramıyacağıni anlamakta
gecikmedi; sırf zevahiri kurtarmak, fakat jslâmiyeti içinden kemirmek için
Hazret-i Peygamber'e (A.S.) gelip bey'at etti ve sözde İslâmiyeti kabul eder
göründü.
İşte bu münafık bir
gün hempaları ile Medine sokaklarında dolaşırken birkaç Ashab-ı Kirâm'a
rastladılar. Abdullah yanındakilere dönerek: «Bakın şimdi ben bu
beyinsizieri(!) nasıl aldatır ve pohpohlarım da sizden uzaklaştırıp defederim»
dedi ve hemen koşarak Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)ın elini sıktı ve : «Merhaba Ey
Sıddîk-i Ekber! Beni-Teym kabilesinin efendisi ve reisi, İslâmın şeyhi,
mağarada Resûlüllah'ın yegâne arkadaşı, malını ve nefsini Allah'ın Resulü için
harcayan ulu sahabi!» Sonra Hazret-i Ömer'e (R.A.) döndü, onun da elini
sıkarak: «Merhaba Benî-Adîy kabilesinin
reisi! Allah'ın dininde kuvvetli ve hakla bâtılı ayırt eden Faruk, malını ve
canını Allah ve Peygamberi uğrunda harcamaktan
çekinmiyen ulu kişi!» diye yaltaklandı ve sonra Hazret-i Ali'ye (R.A.) yaklaşıp
onun da elini tutarak: «Merhaba
ey Cenâb-ı Peygamber'in amcasının oğlu, Resûlüllah'ın damadı, Hazret-i
Muhammed'den sonra Hâşim Oğullarının en büyüğü, Allah'ın aslanı!» diyerek
tabasbüse çalıştı; yapmacık saygılar göstererek bu mübarek zatlardan
ayrılıp arkadaşlarının yanına döndü ve onlara: «Gördünüz mü, nasıl aldattım? Hakkımdaki
şüpheleri nasıl gidermeye çalıştım?! Siz de aynı metodla hareket edin. Ola ki,
bu sinsi yollardan gaye ve maksadımıza erişiriz.»
Müfessir ve
tarihçilerimizden bir kısmı, Abdullah bin Ubey ile Hazret-i Ali (R.A.)
arasında şöyle bir konuşma cereyan ettiğini kaydederler:
Abdullah bin Ubey,
Hazret-i Ali'ye yaltaklanıp iltifatkâr sözler sarfe-dip saygılarını
belirttikte, onun münafık olduğunu bilen Hz. Ali (R.A.) bu tarz yapmacık
iltifatlara Ve tabasbuslara hiddetlenerek:
— Abdullah! Allah'dan kork, münafıklık etme..
İyi bil ki Allah'ın yeryüzünde en habîs kulu, münafıklık yapan kimsedir!,
diyerek uyardı.
Abdullah üzüntüsünü
belirterek:
— Ya Ali! Bana karşı nasıl böyle
söyleyebiliyorsun? Şanı Yüce* Alana
yemin ederim ki bizim imân ve itikadımız sizinkinden farksızdır (!) dedi.
det hUnUn üzerine
Hazret-' Ali (R.A.) bir şey söylemedi, fakat aynı hid-lah (A qQSI 'Çİnde
Abdullan'ın Yüzüne dikkatle bakarak ayrıldı.
Resûlüllah huzuruna varınca
Abdullah'la aralarında geçen sözleri anlattı, üzerine:
«Onlar imân edenlere
rastladıkları zaman -inandık- derler. Şeytanla-rıyla başbaşa kaldıkları zaman;
-Doğrusu biz sizinle beraberiz. Biz ancak (O mü'minlerle) alay edicileriz -
derler.» . .
Mealindeki âyet-i
kerîme indi,
İbn Kesîr Hafız
İmâdüddin Ebûtfida İsmail {Vefatı: 774)in kendi tefsirinde kaydettiğine göre:
Cenâb-ı Resûlüllah
(A.S.) Medine'ye hicret ettiklerinde, orada puta tapan Evs ve Hazreç
kabileleri, Yahudilerden de Beni Kaynuka kabilesi bulunuyordu. Ayrıca Beni Kurayza
Fedek'de, Nadir Oğulları da Medîne yakınlarında eyleşik idiler. Evs ve
Hazreç'ten Müslümanlığı kabul edenler oldu (ki bunlara Ensar deniliyor).
Yahudilerden de pek az kimse İslâmiyet dairesine girdi. Müslüman olanlar
arasında Abdullah bin Selâm (R.A.) da bulunuyordu ki bu zat önceleri büyük bir
Yahudi âlimi olarak şöhret bulmuştu. Hazret-i Peygamber (A.S.) geri kalan
Yahudilerle ve bir de Medîne etrafındaki bâzı kabilelerle bir anlaşma yaparak
Medîne vadisini önce bir site - devleti haline getirip, sonraları Müslüman
İmparatorluğunun başşehri yapmak için ilk yazılı anayasayı İslâm tarihine
nakşetti.
Medîne ve çevresindeki
azılı münafıkların başkanı Abdullah bin Ubey bilhassa Büyük Bedir savaşından
sonra bütün mefsedet ve mel'anetini kusmaya başladı. Hele Medîne'nin bir İslâm
İmparatorluğunun başşehri olmasına hiç ama hiç tahammülleri yoktu. Bu yüzden de
bir an önce İs-lâmiyeti içinden yıkmak gerekiyordu. Faaliyetlerinin kesif
tarafı bu noktada -toplanıyor ve her fırsattan yararlanmaya çalışılıyordu.
Cenâb-ı Hak (C.C.) bu âyetlerle onun ve arkadaşlarının tutumunu içyüzüyle
meydana koydu ve bu suretle Müslümanları uyardı. [83]
— «Munâfıkın alâmeti üçtür:
1. Konuştuğu zaman yalan söyler.
2. Va'dettiğinde sözünde durmaz.
3. Kendisine bir şey (sır veya eşya) emânet
edildiğinde hıyanet eder (sır ise onu etrafa yayar, mal ise onu zimmetine
geçirir).» [84]
— «Kimde dört huy bulunursa, o, hâlis
bir münafıktır... Kimde de
bunlardan bir parça
bulunursa, -onu terkedinceye kadar- kendisinde mu nâfıkiıktan bir huy var
demektir:
mu"
1. Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman ona
hryânet etme*.
2. Konuşurken yalan söylemek.
3. Andlaştığında (andını) yerine getirmemek.
4. Dâvaiaştığ. (biriyle murafaada bulunduğu ya
da muhakemeleştiği) zaman haktan ayrılmak.» [85]
Sözü edilen
münafıkların öldürülmesi için çok
.srar eden Hazret-i Ömer'e,
Cenab-ı Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi:
- «Arapların -Muhammed kendi arkadaşların,
öldürüyor- demesini hoş görmem, böyle
bir sözden tiksinirim!»[86]
a) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu
prensipleriyle onların kalbini kazanmaya çalışıyor; nefret uyandırmamaya
çok dikkat ediyordu.
b) «Muhammed (A.S.) kendi arkadaşlarını öldürüyor!»
denilmesinin İslâmiyetih yayılma hızını zedeliyeceğinden endişe
duyuyordu.
Kurtubî devamla diyor
ki: Bu nedenlerle Hazret-i Ömer'in (R.A.) ısrarına Allah'ın Resulü şu cevabı
vermiştir:
— «Benim kendi
arkadaşlarımı öldürdüğümün söz edilmesinden Allah'a sığınırım!.» [87]
Münafık: Zekâ ve belki ilim bakımından gelişen fakat
sezgi ve basiret, vicdan ve ilâhî marifet bakımlarından çok geri kalan; din ve
ahlâk gibi iki manevî dayanağı derinliğine kavrayamayan, bu yüzden zekâsını
" da ilmiyle zekâsını hak ve hakikata karşı gelmek için çok sinsi bir
me-la kullanan veya aşağılık duygusu sonucu ister istemez bu yolu seçen
sıfattır. Aynı zamanda psikolojik bir elemdir; tedavi edilmezse çok tehlikeli
olur.
O halde eğitimde
yanlış bir anlayış sonucu aklı ve zekâyı, sezgi ve basiretten yani ruhun en
yararlı kuvvetlerinden üstün tutmak ya da sadece akla ve zekâya değer verip
rûh ve vicdanı ihmâl etmek materyalizme yol acar. Bu sebeple de hem ferdin iç
âleminde, hem de sosyal alanda madde ile mana arasındaki denge bozulur. Kutsal
sayılan şeyler hakarete uğrar; mâbed ve ibâdet bir takım manasız şeyler
sayılarak küçüm-senir.
Bunun gibi ilim ve
felsefeyi tek kurtarıcı vasıta olarak almak, din ve ahlâkı, sezgi ve basîreti
ihmal etmek de ferdin fenalaşmasına, ahlâkan çökmesine, medeniyetin yıkılmasına
sebep olur. M. Ebû Zehra'nın dediği gibi: Felsefecilerin sözlerinden ve
parlayan ahlâk kanunlarından yardım istemek beyhudedir. Çünkü ahlâk ilimle
düzeltilmez. İlim; idrâk ve fikri geliştirir. İdrâk ise hem hayırda, hem de
şer'de olur. Bugün insanı bağlayan bu düğümü çözmek için güçlü ve otoriter bir
dinden başka yol yoktur.
Dr. Alexis Carrel
diyor ki:
«Biz garplılar aklı,
sezgi (intultion)dan çok üstün sayıyoruz. Zekâyı duygudan üstün tutuyoruz. Ve
ilk önce zekâyı inkişaf ettirmeğe uğraşıyoruz. Ruhun zekâdan başka
kuvvetlerini -ahlâk, fazilet, mukaddes duygular gibi- büsbütün ihmal ediyoruz.
Bu temel faaliyetlerin dumura uğraması modern insanı ruhen kör yapmaktadır.»
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
tip insanların, yani ruhen körleşen münafıkların kendilerine kâr sağlamiyan
nasıl bir aiış-verişte bulundukları tasvîr edilerek buyuruluyor ki: «İşte onlar
öyle kimselerdir ki, doğru yola karşılık sapıklığı satın almışlardır. Bu
alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır; doğru yolu da bulmuş
değillerdir»[88]
Mealini yazdığımız
âyet-i kerîmelerin münafıklar hakkında olduğunda hiç şüphe yoktur. Allah
Teâlâ, Bakara sûresinin on altıncı âyetine kadar (mü'min-kâfir-munâfık) diye
üç sınıf insandan bahsediyor. Önce kâmil mü'minierin güzel halini, takva üzere
bulunduklarını, mümeyyiz vasıflarını; sonra kâfirlerin inat ve inkârlarını,
kalblerinin nasıl mühürlendiğini beyân ediyor. Daha sonra da asıl tehlikeli
olan, akrepten daha zehirli, yılan gibi sürünen, çakal gibi gizlice parçalayan
ve üzerinde dikkatle durulması gereken iki gö r ü n ü ş I ü I e r'in, içi
dışına, dışı içine uymayan münafıkların hileli ve dolambaçlı yol ve
düzenlerinden ve nihayet ha-let-i rûhiyelerinden örnekler veriyor. Can yakıcı
olduklarına işarette bu-
lunuyor.
Şâirin haklı olarak
dediği gibi:
«Yaktı nice canlar o
nezaketle tebessüm, Şir'in dahi kasdetmesi cana gülerektir.»
Nifakın hakiki veçhesini
belirtebilmemiz için önce kalb'in i'tikadî mana ve kavram düzeyinde dört
halini bilip incelememiz gerekir:
1. Delile dayanan ve gerçeğe (nefsü'l-emre)
uygun düşen i'tikad..
Bu, taklîdden uzaktır;
ilimle ve gelişmiş bir vicdanla meydana gelir; tahkikidir.
2. Bir delile ve isbata dayanmaksızın gerçeğe
uygun olan i'tikad.. Bu, taklît yollu meydana gelir; tahkikî değildir.
3. Gerçeğe uygun düşmeyen i'tikad..
Bu, cehil
(bilgisizlik) ve inada dayanır. îlmî olmadığı gibi, nefsü'l-emre uygun bir
taklîdden de uzaktır.
4. Kalbin bu üçünden de bomboş olma hali..
Buna paralel olarak
dilin de (ikrar, inkâr, sükût) diye üç hali vardır ki, gönül halleriyle
birleşmesinden bir takım meseleler çıkar:
a) Kalbde irfan, dilde ikrar hâsıl olması. Bu,
ihtiyarî olarak gerçekleşirse, sahibi gerçek anlamda mü'mindir,
b) Kalbde irfan hâsıl olması, dilin ikrar
etmeyip inkâra sapması. Bu inkâr ıztırarî ise, sahibi mü'min sayılır. Kur'ân-ı
Kerîm'de buna işaret edilerek buyuruluyor ki:
«Kalbi imân ile yatışmış
olduğu halde, zorlanan kimse dışında, inandıktan sonra
Allah'ı inkâr edip göğsünü küfre açanlar
üzerine Allah'tan bir gazap
vardır ve büyük bir azap da
onlar içindir.» [89]
c) Kalbde irfan hâsıl olması, fakat dilin ne
ikrar, ne de inkâra sapmaması.. Bu tarz susma ya zor altında bulunmaktandır,
ya da isteğine Dagh bir düşüncedendir. Zor altında olmaktan ise, sahibi gerçek
anlamda mu mmdır, mûslümandır. İsteğine bağlı bir düşünoedense, İmâm Gazâlî'-Ve
göre: Sahibi mü'mindir; çünkü:
tır * !?a'Wnde 2erre
miktarı imân bulunan kimse Cehennemden çıkacak-«r-» [90]
buyurulmuştur, :
d) Kalpde inkâr hâsıl olması, dille -sırf
zevahiri kurtarmak için- gayr-i ihtiyarî ikrarda bulunulması. Bunun sahibi
gerçek manada münafıktır..
e) Hem kalbde, hem de dilde inkâr hâsıl olması..
Bunun sahibi hakiki anlamda kâfirdir. [91]
Bu âyetler Medîne-i
Münevvere'de inmiştir. Fakat biz zaman ve mekân kaydını kaldıracak olursak,
beşer tarihinin her devresinde -Kur'ân-i Kerîm'in belirttiği münafıkların-
emsal ve örneklerine rastlamaktayız. Ke-lâmullah'ın tasvir ettiği bu tip
münafıkların perde arkasında sırıttığına her gün şâhid olmamak mümkün mü?
Bunlar ya açıktan açığa Hakk'a karşı gelmekte kendilerinde eür'et bulamıyan,
ancak sinsi yollardan iblisane hareketlerle ilâhî nuru söndürmeğe çalışan bir
takım satılmış habîs ruhlu uşaklardır; ya da bu cür'eti kendilerinde bulup
açıktan açığa Hakk'ı İnkâr etmek için ilim ve medeniyeti kalkan olarak
kullanan, aslında ilim ve ahlâk fukarası olan brr takım yobazlardır.
Bu iki grup da
hakikatten uzak fikir ve davranışlarını bir zekâ ve dehâ işi sayarlar ve halk
için halktan yana, Hak için halktan yana olduklarını her vesileyle iddia
ederler. Böylece halkı aldatmaya çalışırlar. Kur'ân-ı Kerîm bunlar hakkında
ilâhî hükmü şöyle beyân eder: «(Zanlannca) Allah'ı ve imân edenleri
aldatırlar. Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar.» [92]
Peki bunlar niçin
Hakk'a ve hakikate karşıdırlar? İlâhî nuru neden söndürmek isterler?
Müslümanları niçin aldatmaya kalkışıp, dîn, ahlâk, ilim ve medeniyet namına
cinayet işlerler?
Bütün bu soruların
cevabını bulup vermek kolay: Onların tabiatında âfet, kalblerinde iilet,
vicdanlarında maddenin her türlü kir ve pası vardır. Her şeyden evvel ruhî bir
hastalığa tutulmuşlardır. Tedavi edilmezse, hastalık hastalığı, illet de illeti
artırır; mevcut mikroplar bir takım daha mikroplar doğurur. Bu sebeple Allah da
-varlık alemindeki mevcut ve câri kanunları icâbı- onların marazını artırır.
Hak'tan yüzçevirmek,
-dosdoğru yoldan, nebî ve velilerin yolundan, nîmete ermişlerin caddesinden
sapmak önce az olur. İhmal edilirse her an açı genişler, dönülmezse sonu
felâkettir. İlim, ahlâk, dîn ve medeniyet namına yalan söyledikleri için
dünyada huzursuzdurlar; âhirette de onlar için elem verici bir azap
hazırlanmıştır.
Münafıkların,
özellikle ileri gelenlerinin diğer bir karakteri de, gurur, haset ve inattır;
hak ve hakikat yolcularını küçümsemek, onların ibâdet ve taâtlyle alay
etmektir. Onlara: «Bu düşünce ve hareketleriniz fesada sebep olmakta, cemaatleşme
ruhunu sarsmaktadır. Doğru yolda değilsiniz! Akl-i selîm sahipleri olgun
insanlar nasıl inanıyorsa siz de öyle inanın» denilince, «hayır!» derler. «Biz
ancak ıslâh edicileriz. Gayemiz halkı en doğru yola irşad etmektir. Biz şu
beyinsiz aptal halk tabakası gibi mi inanırız? Bizim din ve tanrı anlayışımız
mevcut dinlerin-Vasfedegeldikle-rinin de üstündedir. Kaiblerimiz son derece
temizdir,» derler.
Kur'ân-ı Kerîm'de
bunların gerçek ilim ve ahlâktan, fazilet ve medeniyetten yoksun oldukları,
fikir pazarında iflas ettikleri, kendilerine has bir bilgi ve düşünce
sisteminin bulunmadığı en özlü cümlelerle beyân ediliyor: «Onlardır asıl
beyinsizler; fakat bilmezler.»
Beyinsizdirler; çünkü
hakikata müstenid (dayalı) bir dâvaları yok.. Ir-fansızdırlar, çünkü dosdoğru
inançları ve idealleri yok.. Şuursuzdurlar, çünkü yeryüzünde fesat
çıkardıklarının farkında değildirler.. Gururlarına yedirip mabede girmezler;
cemaat arasına sokulmazlar. Halk iîe birlikte Yaradan'ın huzurunda durup el
bağlamayı, secde etmeyi zillet sayarlar.
Cenâb-ı Allah onlar
hakkındaki nihaî hükmünü beyânla: «Şüphesiz ki münafıklar Cehennem'in en aşağı
tabakasındadırlar, onlara herhalde bir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edip
durumlarını (düşünce ve davranışlarını) düzeltip Allah'a sarılanlar ve
dinlerini gösterişten uzak, Allah için katıksız ve saf tutanlar müstesna...
İşte bunlar mü'minlerle beraberdirler, mü'minlere ise Allah büyük mükâfat
verecektir.»[93] buyuruyor.
Dünyada Hakk'a kulluk
eden samimi bir cemaatten ayrılan; inanmışlar arasındaki cemaatleşme şuurunu
yıkmak isteyen münafıkların -tevbe edip Allah'a sımsıkı sarılmadıkları
takdirde- âhiretteki durumları bu.. Yani orada da ayrı bir grup olarak ebedî
bedbahtlık yurdunda ayrı bir yerde nifak ve gururun, alay ve bencilliğin acısını
yudum yudum tadacaklardır. Onlar dünyada küfürle imân arasında bocaladıkları
gibi, âhirette de sıcakla soğuk arasında kararsızlığa düşeceklerdir. Allah
kimi -kanunu İcabı- şaşırtırsa artık ona bir yol bulunmaz. Kime hidâyet
bahşederse onu sapıttıran olmaz.
,Evet' on!ar dunyada
ayrı bir grup olmanın
cezasını çekeceklerd Gerî
toP|u'uk aynı zamanda hem canlılardan, hem ölülerden, heme henüz doğmamış
olanlardan meydana gelir. Her ferdin bu toplulukta
r yerı 0lrTiûlıdır.
Fert bir mukavele İle bağlı olduğu için değil, ilâhî takdir gereği dünyaya
geldiği için topluluğun bir parçasını teşkil eder. Fakat asıl mesele: Ferdin,
bağlı bulunduğu cemiyet arasında -onlardan biri olmak şuuru içinde- yerini
tayin edip bulabilmesidir. İşte münafıklar bu muhit ve bu şuurdan mahrumdurlar.
Şunu da ilâve edelim
ki: Her fertte bir takım ihtiyaçları aşın derecede tatmin etme temayülü
doğuştan mevcuttur. Meselâ: Cinsî arzu, gıda, emniyet, istirahat ve hürriyet
gibi ihtiyaçlarını kayıtsız denecek derecede yerine getirmek İster. İlâhî
nizam ise, bu ihtiyaçları insana faydalı olacak şekilde sınırlar ve kayıtlar.
Buna karşı insan ruhunda, diğer bir tabirle «insan nefsinde» bir isyan başlar.
Bu yoldaki isyan din ve ahlâkın sihirli (yani rahmet) elleriyle bastırılmazsa,
ya küfre, ya da münafıklığa sebep olur. İşte Kitab ve Peygamberlerin
gönderilmesi, insan ruhundan veya nefsinden yükselen bu isyanı durdurmak ve
ferdi cemiyetin kopmaz bir parçası, bütünleyici bir cüz'ü haline sokmak, ilâhî
sünnete uygun bir hayat düzeni kurmak ve nihayet insanı ebedî saadet yurduna
salimen ulaştırmak içindir.
Fakat bu hayatı en
mükemmel şekilde organize edip düzene sokan İslâm dinine, maddî menfaatleri,
mevki ve şöhretleri, nefsî temayülleri haleldar olanlar, dün olduğu gibi bugün
de şiddetle karşı çıkmışlardır. Mekke müşriklerinden, Medine Yahudîlerinden,
istilacı Haçlı Seferlerinden tutun da günümüzün komünistlerine, Siyonistlerine
ve bunların kuklaları olan bir sürü beyinsiz, ilimsiz ve irfansız münafıklara
kadar kimler ve kimler.. Ama bunların en tehlikelisi, Müslümanlar arasında
müslüman geçinen satılmış münafıklardır. [94]
İnsan yaratılışı
itibariyle Allah fikrine mütemayildir. Din ve ahlâk bu fikri ve fıtrî temayülü
geliştirir. Nitekim insan ruhunun özelliklerini en iyi bilen Hazret-i Peygamber
(A.S.) bu hususu belirterek buyuruyor ki:
«Doğan her çocuk,
(Allah fikri ve İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra (eğitici) durumundaki
ana-babasi onu ya Yahudî, ya Nasranî (Hıristiyan) ya da Mecûsî (ateşperest)
yapar. Nasıl ki, dört ayaklı hayvan, organları tam ve yerinde bir yavru doğurur
da onda bir organ eksikliği veya noksanlığı hissetmezseniz..» (Onun gibi doğan
bir çocuğun fıtratındaki Allah fikrinde ve Hakk'a teslimiyet kaabiliyetinde bîr
noksanlık bulamazsınız.) [95]
Kâfir ve münafıklar
görünüşte hakkı kabullenmeye, Hazret-i Muham-med'in (A.S.) peygamberliğini
tasdike müsaiddirler. Yaradılışlarında da böyle bir tasdik, ya da kabul fikri
mevcuttur. O halde onları Hak ve hakikatten uzaklaştıran gizli, ya da manevî
sebepler nelerdir?
Önce şunu belirtelim
ki, ezelî ilimde geçen bir şey mukadderatın hilâfına aâri olmaz. Kalb,
Allah'ın nazar ettiği hâne-i irfandır; Cenâb-ı Kibriya'nın kudret eliyle
işlenmiş, O'nun nuruyla oilalanmıştır. İlme hazine, marifete mihrak, meleklerin
inişine konak olmak üzere hazırlanmıştır. İlâhî nurların huzme huzme girdiği,
nefahat-i Subhâniyye'nin estiği yerdir. Mükâşefelerin tecelli kapısı, Rab
sıfatından lemaân eden terbiye kanalı orasıdır.
Bu kadar tecelliyata
mazhar olan insan kalbi, marifeti tahsile en mü-said vasıtadır. İçinde köpek ya
da heykel bulunan eve nasıl melek girmezse, kötü ahlâktan, nifak ve şikaktan,
küfür ve inaddan bir şey kalbe girecek olursa, feyiz ve hayır yolları kapanır,
melekler oraya inmez olur, ilhamları inkitaâ uğrar. İlâhî nefhanın esintisi
kesilir. Şeytanın girmesine elverişli menfezler açılır ve artık «Nefs-i
emmâre»nin esintisi başlar. Bu hal devam edecek olursa, kalb tamamen kararır ve
bir gün gelir de ilâhî fuyuzattan ışık alamaz olur. Ve işte o zaman ezelî ilmin
malûmatı tesbîti, sıdkiyle tecelli eder; kalbde müthiş bir maraz peyda olur,
yavaş yavaş artış kaydeder, o kadar ki elem verici bir azaba doğru adım adım,
nefes nefes yaklaşmaya yüztutar. Bu arada dönüş yapılmazsa, mukadder günün
adaletle gerçekleşecek olan azabından hiç kimse onu kurtarmaz. [96]
N â s'rn aslı u n â
s'dır. Hemze tahfif edilerek başına «elif-lâm» konularak «en-nâs» olmuştur. İ
n s'in çoğul şeklidir. Kelime olarak insan ve cinlere şamildir. Bilahare melek
ve cinden başka olan beşer hakkında kullanılmış ve böyle meşhur olmuştur.
Rahman sûresinde: «Ya ma'şere'l-cinni ve'I-insi» de olduğu gibi. [97]
M u h a d a â:(hadi')
kökünden masdardır. Muhadaâ, iki kişinin birbirini aldatmağa çalışması
anlamına gelen ef'âl-i müşarekedendir.
Kök !^a"asl..ise: Biri d'9eri aleyhinde iyice niyetlenip yapmaya
karar verdiği otuluğu gizlemek ve güya iyilik yapacağını ifâde eder gibi
yapmacık söz ve hareketlerde bulunmaktır.
M u h a d a â, burada
zahiri üzere değildir. Münafıklar, her şeyden haberdar olan Allah'dan hiçbir
şey gizliyemezler. O halde onların aldatma oyunları esasında Hazret-i
Peygamber'e (A.S.) ve O'nun etrafında imândan bir hâle teşkil eden mü'minlere
karşıdır. [98]
Maraz: Bedenin normal
seyrini bozan, fiil ve davranışını aksatan arızî hastalık demektir. Burada
mecaz yollu, insanın kemâlini düşüren, ruhî cilasını gideren kötü inanç, haset,
cehalet, nifak ve fesat anlamlarında kullanılır.
Elîm: Mu'im
manasınadır. Acı ve ıstırap veren azap demektir. Se-mî'in «müsni'» manasına
geldiği gibi. [99]
Y e k z i b û n:
Kezebe - yekzibu'dan çoğuldur. K i z b , k e z i b~, kezbe, kizbe, kizab ve
kizzab ölçülerinde gelen masdarı: Bir şeyi olduğundan başka şekilde haber
vermek manasına gelir. Yalanın.hepsi kötüdür. Yalnız üç yerde caiz olduğu
zayıf bir rivayetle bilinmektedir:
1. Savaşta..
2. Arası açık iki kişinin arasını bulmaya
çalışılırken..
3. Kendisiyle karısı arasındaki.bir takım
kırgınlıkları, ya da karısının bir takım aşırı isteklerini gidermeğe
çalışırken..
Hazret-i İbrahim
(A.S.)ın üç defa yalan söylediği (!) rivayetine gelince: Hakikati gizlemek
mâhiyetinde olmadığı için yalan sayılmıyacağı ekseri âlimler tarafından beyân
edilmiştir. Hem peygamberler (salât ve selâm hepsine olsun!) asla yalan
söylemezler. Çünkü her peygamber beş esas sıfat üzere yaratılıp görevlendirilmiştir:
1. Sıdk (özü, sözü doğru olmak)..
2. Emânet (her hususta güvenilir olmak)..
3. Emredildiğini noksansız tebliğ etmek..
4. Fetânet (üstün zekâ, kuvvetli sezgi-sahibi
olmak)..
5. İsmet (günahlardan korunmuş olmak)..
O halde peygamberlerden
sâdir olan günahlar (!) diğer insanların işlediği günahlar gibi değildir. Âyet
ve hadîslerde, peygamberlere izafe edilen günah ve hatâlar, onların yüce
makamına, ruhlarındaki saflık ve berraklığa nisbetle günah ya da hatâ
sayılıyor. Çünkü peygamberler (salât selâm hepsine olsun!) diğer insanlardan
derece ve mertebe bakımın çok üstündürler. O kadar ki onlardan sâdir olan
ufacık bir süreme,
anılma ya da hatâ,
başkasından çıkacak olursa güzel bir fiil, yerinde bir davranış sayılabilir.
Nitekim mutasavvıflar arasında meşhur olan şu söz buna ne güzel bir misal
teşkil eder:
«Avam için mubah
sayılan şeyler, ebrar (sıdk-u selâmete ermiş dindarlar) için mekruh
sayılabilir.»
«Ebrar (sıdk-u
selâmete ermiş dindarların güzel ve iyi amelleri, mu-karrebîn (Allah'a yakınlık
peyda etmiş büyük zatlar) için seyyiat (suç ve hatâ) sayılabilir.»
Bu hususu biraz daha
açıklıyacak olursak, şöyle bir misal vermemiz uygun olur: Bir vezir herkesten
ziyâde hükümdara yakındır; aynı zamanda hükümdarın emir ve irâdesini harfiyyen
tatbik etmekle yükümlüdür. Kendisinden sâdır olan en ufak bir ihmal ya da hatâ
çarçabuk göze batar ve padişahın dikkatini çeker. Halbuki aynı ihmal ve hatâ
rastgele bir vazifeliden veya sıradan bir insandan sâdır olsa, göze batmamakla
beraber hatâ da sayılmaz.
Hazret-i İbrahim
(A.S.) zâlimlerin yurduna (Şam'a) girdiğinde, beraberinde götürdüğü karısı
Sârre'ye .dedi ki: «Burada güzel kadınları zorla kocalarının elinden alırlar.
Size sordukları zaman deyin ki, ben İbrahim'in kız kardeşiyim, sakın karışıyım
deme! Çünkü sen dinde benim kardeşim sayılırsın.» [100]
Kavmi bayram yerine
gidip eğlenceler tertip etmek için Hazret-i İbrahim'e (A.S.) dediler ki:
— Ya İbrahim, bayram
yerine hep birlikte çıkalım.
Hazret-i İbrahim
(A.S.), günah işlenen bir yere gitmemek ve onları da aleyhine çevirmemek içîn:
- Innî sakîmun =
Hakikat ben rahatsızım, çıkamıyacağım.
Diye cevap verdi.
Halbuki Hz. İbrahim (A.S.) bedenen hasta ya da ra-atsız değildi. Fakat bu
cevabıyla kavminin küfr-u tuğyanından dolayı cok uzgun ve kalben muzdarip
bulunduğunu kasdediyordu.
Kavmi de onun hasta
olduğunu sanarak ısrara gerek görmeden ay
gittikten sonra, Hazret-i İbrahim (A.S.) fırsattan istifade ederek eline
sonud ne kadar püt varsa nePsini kır|P Parçaladı
ye en 3 baltay büyük putun boynuna asarak oradan uzaklaştı.
Kavmi
bayram yerinden
döndüğünde putların hurdahaş olduğunu gördüler ve hayretler içinde: «Hangi
zâlim (!) tanrılarımıza bu kötü fiili işledi?» diyerek bağrıştılar. Onlardan
biri, «İbrahim adındaki genç bizim putları hiç sevmezdi. îhtimaf ki o bunları
kırıp parçalamıştır!» diyerek haber verdi. Bunun üzerine onlar hep birlikte
kalktılar, Hazret-i İbrahim'i (A.S.) bulup sordular:
— «Sen mi bizim tanrılarımıza bu kötülüğü
yaptın ey İbrahim!?» diye sordular. Hazret-i İbrahim (A.S.) gayet sakin bir
edayla:
— «Evet, o yaptı!» dedi. Ve sonra büyük puta
işaret ederek «belki büyükleri yaptı!»
diyerek sözünü te'vîl etmeye çalıştı.
Şüphesiz ki Hazret-i
İbrahim (A.S.) böyle yapmak ve demekle, ne kendine, ne de diğer putlara gelen
zararı savacak kudrette olmayan bir puta nasıl tapılır ve o puta «tanrı» diye
nasıl itibar edilir? sorusunu kafalarda doğurmak ve şu büyük putta bir kudret
olmuş olsaydı ne diğer putların parçalanmasına müsaade eder, ne de baltayı
kendi boynuna astırır-dı, gerçeğini anlatmak istemişti. [101]
«Innemâ nahniı
muslihûn» cümlesinde kasru'Imevsûf alâ's-sıfat vardır. Yani
münafıklar üzerlerindeki şaibeyi kaldırmak için mahza ıslâh ediciler
olduklarını iddia ettiler. Bu davranışlarında ifsat ve fesadın bulunmadığına
karşı tarafı inandırmak istediler. [102]
Süfehâ: Sefîh'in çoğul
şeklidir. Sefîh, zararlı ve faydalı konularda görüşü zayıf, marifet ve isabeti
pek az olan câhil ve kültürsüz kimseye denilir.[103]
Görüşleri çoğu zaman zayıf ve bazen de isabetsiz oldukları için kadın ve
çocuklara da «süfehâ» denilmiştir. Tefsîr bilginlerinin bu hususta görüş
birliği vardır. [104]
Şeyâtîn: Şeytan'ın
çoğul şeklidir. Şeytan, ya uzakta kaldı, uzaklaştı manasına gelen «sata ne»
fiilinden; ya da bâtıl oldu, hükümsüz ve manasız kaldı anlamına gelen «ş â t
a» fiilinden türetilmiştir. Çünkü Şeytan'ın bir ismi de «el-Bâtıl»dır. [105]
Burada ise şeytan, en
sinsi yollardan hareket edip fitne uyandıran, kötülüğün öncülüğünü yapan, her
türlü hayır ve rahmetten uzak kalan, sön derece inatçı ve azgın kimse demektir.
Mekke müşrikleri inat ve inkârlarında şeytanlara benzetilmiştir. O halde
şeytan cinlerden olduğu aibi insanlardan da olabilir. Meselâ: Mensub olduğu
sınıfın âdet ve yaşayışının, inanç ve ibâdetinin dışına çıkıp haddini aşan,
fitneye sebebiyet veren ve şunun bunun şeref ve haysiyetini kı/maya
çalışanlara da şeytan denilebilir. Yalnız ne var ki bu isim, insanlar hakkında
mecaz yollu kullanılır. [106]
«AHahu yestehziu
binim»
Allah'ın münafıklarla
istihza etmesi, onların mü'minlerle alay etmelerine karşılık -ilâhî adaleti
gereği- ceza vermesi, inanmış tertemiz insanlarla alay etmenin ne demek
olduğunu elem verici bir azapla göstermesidir.. Bu da daha çok kıyamet günü
gerçekleşecektir.
Âyette bir şeyin
cezası o şeyin misliyle belirtilmesi kaidesi vardır. Meselâ: «O halde kim size
saldırırsa siz de ona -size saldırdığının misliyle-saldırın.» [107]
«Bir kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür.» [108]
İkinci bir tefsirle:
Münafıkların
mü'minlerle alay etmesi, mü'minlere bir zarar vermek şöyle dursun, bilâkis
onların Hakk'a olan imân ve teslimiyetlerini artırmıştır. O halde bu sonuçla
Allah (C.C.) münafıklarla alay etmiş oluyor; yani onları bu durumdan tedirgin
ederek dünyada huzursuz, âhirette mutsuz bırakıyor. Diğer bir tabirle: Allah
münafıklara dünyada da âhirette de alaycı muamelesi yapacaktır. Mutaffifîn
sûresinde bu hususa temas edilerek buyuruluyor ki:
«Gerçekten suçlu
günahkârlar (Dünyada iken) imân edenlere gülerlerdi. Onlara uğradıkları zaman
birbirlerine gözle kaşla işarette bulunurlardı.» [109]«Bugün
ise imân edenler kâfirlere (onların perişan hâline) gü-lerfer.» [110]
«Vemâ kânû muhtedîn»
Giriştikleri ticaretin
(alış-verişin) yollarını şaşırdılar da sermayeyi kay-»etmeye yüztuttular. Evet
onlar iki büyük ilâhî mevhibe (vergi ve bahşisinden meydana gelecek tükenmez
sermayejyi birden yitirdiler ki bu hal dünyada da, âhirette de rüsvay
olmalarına sebep oldu:
1. Allah'ın kesin olarak yasakladığı insan şeref
ve haysiyetine- uymayan sapıklıklara inandıkları için yaradılışlarındaki mevcut
imân nüvesini ve Allah'a olan
teslimiyet şuurunu küfür ve nifak bataklığına atıp iptal ettiler de işlemez
hale soktular.
2. Ebedî saadete namzet olarak yaratıldıkları
halde, bu yanlış inanç ve tutumlarıyla hem namzetlikten düştüler, hem de ebedî
saadet yurdundan uzaklaştılar.
Böylece inkarcılarla
münafıktan hak ve hakikate ulaştıracak fıtrat-larındaki sermayeyle bu sermayeyi
imkân sahasına çıkaracak feyizden eser kalmadı. Bunun sonucu olarak ümitsizlik
vadisinde kemâl yollarını kaybettiler, sapıtarak kör, sağır ve dilsiz bir halde
sabahladılar. Ne fena yol ve ne acı perişanlık?! [111]
Münafıklar, Cenâb'ı
Hakk'ın sünneti icabı her insana bahşetmiş olduğu fıtrî isti'dadı ve Yaradan'a
teslimiyet mayasını nifak bataklığında yitirince, hidâyetten çıkıp dalâlete
düştüler. Cemaatleşme şuurunu kaybedip ayrılık ateşine atıldılar. Güvenden
korkuya, ümitten ye'se, sünnetten bid'ate doğru yol aldılar.
Erişemedikleri şerefli
mertebenin Hakk'a gönül bağlamış adamlarını alaya aldılar; bu yüzden aiaya konu
oldular; taşkınlıkları içinde bocalayıp durdular. Cenâb-ı Hak (C.C.) onların bu
perişan halini, çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimsenin haline
benzetiyor ki Allah ışıklarını söndürüp yok edince, onlar karanlıklar içinde
gözleri görmez olmuş da şaşırıp kalmışlar.
Böylece Allah (C.C.)
münafıkların içyüzünü bütün ayrıntılarıyla meydana koyduktan sonra bunun
görüntüsünü müşahhas hale getirerek misal veriyor; benzetme yoluyla daha iyi
tanınmalarını sağlıyor. Çünkü misal ve benzetme dikkati daha çok çeker, manayı
anlaşılır duruma getirir, perdeyi aralar, meselenin gaye ve maksadına ışık
tutar.
Hazret-i Muhammed
(A.S.)ın açmış olduğu geniş caddeyi ve bu caddeyi aydınlatan nurunu göremiyen
veya gördükten sonra sapıtanlar hakkında en uygun hükmü veren Allah, buyuruyor
ki:
«Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. Artık (doğru yola) dönmezler,» [112]
17— Onların
durumu o kimselere benzer ki, bir ateş yakmak İsteyip (yakılan) ateş
çevrelerini aydınlatınca Allah ışıklarını tutup almış da onları zifiri
karanlıklar içinde bırakmıştır. (Böylece onlar) göremez olmuşlardır.
18— Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık
(doğru yola) dönmezler.
19— Veya
gökten (sağnak halinde) boşanan, içinde karanlıklar, bir gurleme, bir şimşek
bulunan şiddetli yağmura (tutulmuş şaşkın kimselerin perişan haline) benzerler
ki yıldırımın (dehşetinden) ölüm korkusuyla
parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Allah(ın kudreti,
ilmi ve hükümranlığı)Kafirleri (her tarafından) kuşatmıştır.
avdınr^T Cakan ?im?ek
neredeyse onların gözlerini kapıp alır.
Önlerini atınca da onun ışığında yürürler, Üzerlerine karanlık çöktüğü
zaman ise (oldukları yerde) dikilip kalırlar, Allah dileseydi onların işitmelerini
de, gözlerini de alıverirdi. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter.
Bu âyetlerin iniş
sebebinde iki rivayet vardır:
1. Tâbiîn-i kirâm'dan Saîd bin Cübeyr (Hicrî:
95) diyor ki: Peygamber (A.S.) henüz peygamber olarak gönderilmeden önce
Yahudiler son peygamberi, ateş üzerinde durur gibi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat Hazret-i Peygamber (A.S.) risâlet
göreviyle davete başlayınca Yahudiler onun kendilerinden olmadığını görünce
birdenbire küfre döndüler; sapıklığı tercih ettiler. Bu bakımdan onların ilk
durum ve tutumları nura, son durum ve tutumları ise karanlığa benzetilmiştir.
İşte Allah (C.C.) bu
âyet-i kerîmelerle Yahudilerin ölçüsüzlüklerini, şaşkın hallerini tasvîr
ediyor. [113]
2. İbn Cerîr Ebû Cafer Muhammed (224-310)in
Suddî-yi Kebîr (Hicrî: 121) tarikıyla İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve bâzı sahabîden
yaptığı rivayete göre: Asr-ı Saadette Medîneli münafıklardan iki kişi Hazret-i
Peygamber'-den (A.S.) kaçıp müşriklere katılmak istediler. Yolda şiddetli bir
yağmura tutuldular. Gök gürültüsü ve yıldırımların arka arkaya düşmesi onları
bir hayli sarstı, ölüm korkusu içinde
parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar.
Şimşek çakınca önlerini görüp yürüyebiliyorlardı; çakmayınca yerlerinde çivilenip
kalıyorlardı. O kadar perişan oldular ki, yaptıkları işe pişman olup nedamet
duydular ve bu korku ve endişe içinde, «Ah! Bir sabahlasak da şu tehlikeden
kurtulup Hazret-i Muhammed'e (A.S.) dönsek ve O'nun nurlu ellerini tutup
sadakatle öpsek..» dediler. Netice öyle
oldu. Yani sabaha kavuştular. Niyetlerini değiştirmeden Hazret-i Peygamber'e
(A.S.) gelerek dosdoğru Müslüman oldular. Allah Teâlâ bu iki munâfıkın durumunu
diğer münafıklara müessir bir misal, yol gösterici bir örnek olarak bildirmek
üzere bu âyetleri indirdi.
Çünkü o sıralarda
Hazret-i Peygamber (A,S.)m meclisinde bulunan münafıklar, inen âyetlere kulak
tıkıyorlar, ruhen gelişmek için ona gönül bağlamıyorlardı. Maksatları sırf
İslâmiyetin akan nimetinden faydalanmak ve böylece bir müddet zevahiri
kurtarıp Müslüman görünmekti. Nitekim mal ve servet sahibi olunca hem
Peygamber (A.S.)den, hem İslâ-miyetten yüzçevirdiler. [114]
_ «Tevhîd ehlinden her
birine kıyamet günü bir nûr verilir. Munâfı-"a gelince, onun nuru
söndürülür. Mü'min(ler), münafıkların nurunun söndürüldüğünü görünce korkarlar
ve: «Ey Rabbimiz! Nurumuzu bize tamamla..» derler.» [115]
— «Dünyada iken imânını açığa vuran herkese
kıyamet günü bir nûr verilir. Sırat'a (Cehennem ile Cennet arasındaki geçit
köprüsü) ulaştıklarında münafıkların nuru söner. Mü'mînier onların bu halini
görünce korku ve endîşeden titrerler ve: -Ey Rabbimiz! Nurumuzu bize artır da
tamamla- derler.» [116]
Hazret-i Peygamber
(A.S.) nûr ve nifaka, inkâr ve imâna hazne olabilen insan kalbinin dört kısma
ayrıldığını beyânla buyuruyor ki:
— «Dört çeşit kalb vardır:
1. Pürüzsüz tertemiz olan kalb.. İçinde çıra benzeri ışık veren bir nûr
vardır.
2. Üzeri sımsıkı bağlı olan kılıflı kalb..
3. Başaşağı dönük olan kalb..
4. Dönek olan kalb..»
«Bunlardan pürüzsüz
olanı, gönülden imân etmişlerin kalbidir. Onun çırası, içindeki imân nurudur.
Kılıflı olanı, kâfirin kalbidir. Başaşağı dönük olanı, katıksız munâfıkın
kalbidir. Önce tanıyıp inanır gibi olmuş, sonra inkâra sapmıştır. Dönek olan
kalb ise, içinde hem imân, hem de nifak bulunan kalbdir. İmânın bu kalbdeki
misali, tertemiz suyun büyüttüğü baklaya benzer. Nifakın misali, irin ve kanın
büyüttüğü çıbana benzer.. Bu
iki maddeden hangisi
diğerine gâlib gelirse, kalb üzerine o üstünlük sağlar.» [117]
— «Mü'minlerden öylesi var ki, onların nuru
Medine'den Aden'e ka-iar (mesafeyi) aydınlatır; Sana'dan görülüp belli olur ve
daha az mesafeyi aydınlatanı da vardır. Öylesi de var ki, nuru ancak
ayaklarının bulunduğu yeri aydınlatır.» [118]
«Ev Keseyylb»
Birinci manayla, Nibüs
bulutlarına işarettir. N i b ü s bütün bulutlardan daha karanlık bir
görünüştedir. Sürekli yağmur getirir. Rüzgârlı havalarda daha az yükseklikteki
fraktostratüs bulutlarla birlikte görünürler.
İkinci manayla
«seyyib», şiddetli, iri damlalı yağmur demektir ki, şimşek çakmasına, yıldırım
inmesine en müsait bir havadır. S ey yi b'in, şiddetle dökülen iri taneli
yağmura ve bir de şiddetli kesîf buluta delâlet eden «s a vb» masdarından
alınma bir müşebbeh sıfat olduğu muteber tefsirlerde ve lügat kitaplarında
belirtilmiştir. Bu mana açısından:
Şimşek ve yıldırımın
hâsıl olması için yerden yukarıya doğru yükselen sıcak bulutlarla, yukarıdan
aşağıya doğru alçalan soğuk bulutların çarpışması gerekir. İri damiali yağmur
ise siyah bulutlardan iner ki bu da ancak bulutların belirtilen şekilde
çarpışmasıyla olur.
Âyette, karanlıklar,
gürültü ve şimşekten ve sonra yıldırımdan bahsediliyor. Bu, önce havanın
kararacağını, sonra bulutlar arasında sürtüşme vuku' bulacağını ve daha sonra
şimşek, gürültü ve yıldırımın meydana geleceğini belli kanunlara irca' eder.
Artı ( + ) elektrik
yüklü bir bulut, eksi (—) elektrik yüklü başka bir bulutun yakınından geçerken
ikisi arasında bir çarpışma ve şiddetli bir kıvılcım çıkar, hemen büyük bir
gürültü çıkar. Bulutların taşıdıkları elektrik yükü birinden diğerine doğru
boşalır. İşte buna Kur'ân tabiriyle «b a r k»
denir.
Âyet-i kerîme'de
dikkati çeken diğer bir husus:
Işık saniyede 300.000
km, hızla yol aldığı için şimşeğin parıldamasıni hemen görebiliyoruz. Süratli
gelip geçtiği için gözümüzü -zarar verecek kadar- almamaktadır. Ses böyle
değildir. O, saniyede 340 m. yol alır. Bu bakımdan epey bir zaman geçtikten
sonra titreşerek ilk kuvvetini kayb ede ede bize ulaşır. Bu sayede gelen ses ve
gürültüye kulak zarlarımız tahammül edebilmektedir. Eğer ses de ışık hızıyla
gelmiş olsaydı, durum çok tehlikeli olurdu. Bu da Allah'ın, canlıların takatına
göre merhamet yollu ayarladığı ilâhî sünnetlerinden biridir. Yukarıda mealini
verdiğimiz âyette buna temasla buyuruluyor ki: «Allah dileseydi onların
işitmelerini de, gözlerini de alıverirdi.»
O halde bulutları
belli kanunlara göre meydana getiren Allah; onları ne bir takım illiyet
prensiplerine uygun sevk etmekte,
buna «ra'd» tâbirini
vermektedir. Ruhun bedeni sevk ve idare ettiği gibi ra'd da. koulmuş kanunları
belli ölçü ve düzende hareket ettirmekte ve böylece ilâhî buyruk yerine gelmektedir.
Bu manayla:
pa'd'ın melek olduğu
söylenmiştir. Her varlık ve her olayda bir hareket ve her harekette bir kanun
ve her kanunda Allah'ı tesbîh eden bir mana mevcuttur. Atom çekirdeği etrafında
dönen elektronlar buna en güzel örnektir.
O nedenle:
«Ra'd = gök gürlemesi
hamd ile, melekler ise (İlâhî kudretin, azamet ve yüceliğinin) korkusundan
teşbih ederler.» [119]buyuruluyor.
Şunu da ilâve edelim
ki:
Işık ve ses hızı
hakkında Kur'ân-ı Kerîm 1400 sene önce ilk ana fikri koymuş ve böylece insan
aklına ve düşüncesine ışık tutarak en müsait yolu hazırlamıştır. Bu beyandan
ilham alan İbn Sina Ebû Ali Hüseyin (M: 980-1037/H: 370-429) onuncu asırda
«eş-Şifâ» adlı eserinde ışık ile sesin aynı zamanda -bulutların sürtüşmesinden-
meydana geldiğini, ancak sesin zamanla ilgili olduğundan biraz geç
işitildiğini, ışığın ise zamanla ilgili bulunmadığı için çok âni görüldüğünü
söylemiştir. O halde İbn Sina ışık ve ses hızı hakkındaki ilmî tesbitlere
öncülük etmiştir, diyebiliriz.
Kur'ân-ı Kerîm'in
inişinden on asır, İbn Sina'dan ise altı asır sonra Batılı ilim adamları ışık
ve ses hızı üzerinde çalışmaya başlamış, 1676'da Roemer tarafından ilk defa
teorik bir görüş ileri sürülmüştür. Kesin sonuç ise ancak 1848 yılında Arman d
Fizeaü tarafından ölçülerek alınmıştır.
Büyük İslâm
bilginlerinden İbn Haysem (M: 965-1039/H: 355-431) ise, >lk defa ışık
ışınlarının düz çizgi yönünde yayıldıklarını isbat etti. Hava 'e su gibi başka
başka yoğunluktaki ortamların bîrinden ötekine geçer-en ışık ışınlarının
kırılışları hakkında açıklamalarda bulundu; bu arada çok isabetli buluşlar
yaptı. Eriştiği bilgileri optik araçlarda uyguladı. İbn naysern den asırlarca
sonra Batıda İngiliz Roğer Bacon'dan Alman Vftel-luclur (af0' °Ptİk'e
uğra?anların hePsi bu başarılarını İslâm âlimine borçludur.[120]
İnsan hayatında bazı
gizli imtihanlar, kalb ve ruhun temayülünü değiştirme ya da onlara yön verme
gibi bir takım baskı ve te'sirler vardır. Şüphesiz ki bunlar iç varlığımızın
gelişmesinde, her türlü manevî kirlerden temiz kalmasında önemli roller
oynarlar. Ayrıca bu imtihan ve manevî baskılar bize, gerçeği ne dereceye kadar
görebildiğimizi, içimizdeki uyandırılmayan, desteklenmiyen, faydalanılmıyan
kuvvetleri uyandırmayı öğretir; daha doğrusu bize yeniden ruhî bir canlılık
getirir.
İnsan, içindeki
düzensiz hamleleri önlemek, ona asıl düzenini vermek için imân ve irfanla
meczedilmîş bir enerjiyi kullanmak zorundadır. İnsan enerjisi bu iki ana
iksirden mahrum oiarak yalnız dışarıya -karşı kullanılacak olursa, tek taraflı
bir azim olmuş olur ki, bu onu hayatın asıl gayesine, insan için tayin edilen
hedefe ulaştıramaz. Aynı zamanda çift kanat mesabesinde oian madde ile mana
arasındaki dengeyi bozar; maddecilik tek kurtarıcı ilâh olarak arz-ı endam
eder.
Kur'ân-ı Kerîm, inkarcıların
ve münafıkların iç kararsızlıklarına, ruhî düzensizliklerine temas
ederken'disiplinsiz ve te'sirsiz kalan düşüncelerinin mevcut enerjilerini tek
taraflı harcamada nasıl yanlış bir yol tuttuklarını ve bu nedenle dengenin
nasıl bozulduğunu, maddeperestliğin gönülleri nasıl büyülediğini gayet açık
bir ifâdeyle beyân ediyor.
Mutlak saadet kaynağı
olan ilâhî buyruklar, varlık alemindeki câri olan hayat kanunlarına boyun
eğmeği sağlar; eksik kalan bütün hayat olaylarını belli bir gayeye, dünya
huzuruna, âhiret mutluluğuna çevirir.
Bu gaye ve hedefle
bağdaşamıyan ya da ters düşen maddî ve manevî engellere karşı koyan tek
kuvvet: Temeline oturtulmuş, nifak ve ikiyüzlülükten kurtulmuş pürüzsüz bir
imândır. Bu imânın doğuracağı azim, dünya ölçüsünde (üniversel) bir azim olur;
sadece bu ölçüde de kalmaz, dünya ile âhiretı, madde ile manayı birden
kucaklar. Asıl denge o zaman kurulmuş olur. Bu olmadıkça iç yapı ve karakter
tam olarak gelişmez, kararsızlık başlar, ruhta bozukluk günden güne artar;
yaşanılan ânın akıntısına kapılarak her türlü kötülük işlenebilir.
İşte münafıkların
ahlâkî ve sosyal durumu bu! Önce Hazret-i Muham-med'in (A.S.) neşrettiği nurdan
bir şeyler aldılar. O nûr onların çevresini aydınlattı. Fakat bîr türlü
kendilerine gelip de «Allah bununla bizi imtihan ediyor ve bu imtihanla ruhî
bozukluğumuzu gidermek, iç varlığımızın tam olarak gelişmesini ve nihayet ilâhî
buyruklara uygun disiplinli yaşamamızı sağlamak istiyor,» gerçeğini
anlayamadılar. Bu sebeple imânh ve düzenli bir cemaatin hayat kanunlarına
uygun düzenini bozmak için çok hileli metodlara başvurdular. O kadar ki hakkı
duyacak kulakları, görecek aözleri, konuşacak dilleri sanki yok olmuş, hepsi
duygusuz kesilmişti. Kendileri için çok önemli olan imtihanı kaybettiklerinden
Allah da o nuru tutup aldı ve onları korkunç bir karanlık içinde bırakıverdi.
Evet, Allah'ın
olagelen câri hayat kanunları nankör insanlara ancak böylesine bir kapı açar ve
onlara ancak bu tarz muamelede bulunur. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler bu yüzden doğru yola dönmezler.
İlâhî uyarı:
İnsan bu dünyaya fesat
çıkarmak, münafıklık yapmak, kargaşalık ihdas etmek, Allah'ın nimetlerinden
yararlanıp O'na isyan etmek için değil de, Allah'ın kudret ve azametinin ve
yarattığı eserlerinin iman ve akıl gücüyle seyircisi, onun tefsircisi ve
övücüsü olmak için yokluk karanlığından çıkarılıp gönderilmiştir. Dünya için
değil, âhirette ebedî olmak için dünyaya uğratılmıştır. Münafık ise nifak ve
inkâr, şüphe ve kararsızlık vadisinde, daha aşağı varlıkların başladığı yerde
başlıyor ve bir kademe bile yükselmeden olduğu yerde bitiyor. Duymadan sadece
görüyor.
Allah, insana
kendisini anlıyacak kabiliyette zeki bir rûh, açık bir vicdan vermekle
kudretini izhar etmiştir. Gerekli bütün malzemeyi vermek suretiyle nimetini
tamamlamış ve sonra onu başlangıç noktasıyla bitim noktası arasında serbest
bırakmıştır. Öyle ise insan bu malzemeyi en iyi şekilde kullanmalı ve
kullanmasını bilmelidir. Dünya bütün güzelliği ve çekiciliğiyle âhiretin bir
görüntüsünden başka bir şey değildir. Bütün mesele bu görüntüde Allah'ın
sayısız belgelerini idrâk ederek kesin sonuçlar elde etmektir.
Görmek, tanımak,
bilmek, anlamak, övmek ve kutlamak en akıllıca bir yaşayış yoludur.
Büyük düşünürlerimiz
ne güzel söylemişler:
«Bizden sonra
gelenlere taklit edilmeğe değer asil bir örnek, bir model bırakmalıyız. İyi
yapılmış, iyi yapılmakta ve yapılacak olan şeyler ebediyetin her çağında
te'sirini gösteren ve değerinden kaybetmiyen şeylerdir.»
[Cok az kimseler
dünyada faydasız ya da zararlı olduğunu müdriktir. Halbuki onların var olma
keyfiyeti var olma lüzumuna delâlet eder.» [121]
«Allah her şeye
Kadir'dir.»
Âyette geçen «K a d i
r» sıfatı: Dilerse işleyen, dilerse İşlemeyen ezelî güç sahibi hakkında
kullanılmıştır. Kudret, bu tarîf ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet tek
yönlüdür. Kudret ise birçok yönlüdür, Öyleki her cihete hâkimdir. 0 halde
kudret, ihtiyarîdir; kuvvet ise bir bakıma ıztırarîdir.
İlgili âyette geçen «ş
e y»den maksat nedir? Bu hususta kelâmcıla-nn çeşitli görüş ve delilleri
vardır. Biz Ehl-i Sünnet'in görüşünü yansıtmakla yetineceğiz.
«Şey» : Mümkün olan,
haber verilmesi sahîh sayılan, belirtilmesi ve tarifinin yapılması doğru olan
......... anlamına gelir. Bu tarifle, yokluk karanlığından imkân sahasına
çıkması mümkün olana da «şey» denilir.
Allah'ın irâde ve
meşiyetinin taallûk ettiği her şeye, kudreti de taallûk eder; irâdesinin
taallûk etmediğine kudreti de taallûk etmez.
O halde her
mükellefin, Allah'ın «Kadir» olduğunu bilmesi, kendisine has kudretiyle
dilediğini -ilim ve ihtiyarına uygunluk içinde- yaptığına ve yine dileyeceğini
yapacağına inanması vâcibdir.
Aynı zamanda: Kula ait
bir kudret vardır ki, kul onunla Allah'ın tak-dîr ettiği şeyleri -yani belli
kanunlara irca edip bağladığı hususları- kes-beder. Teklîf çağına girmiş
bulunan her müslümanın bunu da bilmesi gereklidir. [122]
Mü'minîn kalbi
diridir. Munâfıkın kalbi ölüdür, Diri kalb hak ve hakî-katr; insan ruhuna uygun
olan ve onunla uyum sağlayan şeyleri kabul eder, onu içten sever ve bu sevgiyle
de başkası üzerinde müessir olur. Kalb, inat ve nifak illetine mübtelâ olunca,
onda ne bir ihsas, ne temyiz kudreti ve ne de hakla bâtılı birbirinden ayırd
edecek bir meleke kalır.
Diğer bir tabirle:
İlâhî vahyin ve
ilhamın nurunu alan kalb, hakikî hayata, sermedî nî-met ve devlete kavuşur.
Artık o, hayat üstüne hayat, nûr üstüne nûr alır
artırır. Bu nuru
kaybeden kimse, çevresini aydınlatmak için ateş yakan Ve az sonra da ateşin
sönmesiyle karanlıklar içinde bocalayıp kalan ya da şiddetli yağmura tutulan,
şimşek, gök gürültüsü ve ardarda inen yıldırımın te'siri altında ölüm
korkusuyla kulaklarını tıkayan şaşkına benzer.
Evet, ilâhî nûr imân
ve irfan erbabının kalbinde ışıl ışıl parıldar, dilleri üzerine akıp iner,
yüzlerinde ve alınlarında zuhur eder, dış organlarında da kendini hissettirir.
Munâfıkın kalbine ise, inkâr, şüphe, kararsızlık ve nifak karanlıkları çöker,
oradan taştp diline iner, katarakt halinde gözünü perdeler, kulaklarını tıkar,
hakkı kabule engel olur. Artık münafığın emeli serap, gönül yurdu haraptır.
Ruhu perişan, vicdan iklimi virandır.
Unutmayalım ki:
İnsan, kalbinin nuru,
vicdanın cilâsı, ruhunun berraklığı nisbetinde hakikat âlemini görebilir;
gerçeği anlayabilir. Yüksek duygularımız bu cisim kesafeti içinde sıkışıp
kaldığında nazarlarımız çok basitleşir; kalbimiz alabildiğine katılaşır.
Netice olarak, varlığımız büyük bir âlemdir ve bir çok şeyler bizde gizlidir.
Gönül yurdundan,.vicdan ikliminden benlik damarını, nifak tohumunu, inat ve
inkâr teressübatını söküp atmadıkça bu kesafeti yıkıp orada gizlenen hazineyi
elde edemeyiz.
Gönül ne kadar
hırslardan, beşerî zaaflardan, nefsânî aşırılıklardan uzaklaşır, dünyevî
kirlerden -yani materyalizmin boğucu havasından- ne kadar temizlenir ve ilâhî
nurla cilâlanırsa, basîretimiz o kadar açılır ve manevî füyuzata o nisbette
mazhar olabiliriz.
Duâsız, ibâdetsiz,
merhametsiz ve faydasız bir hayat sürmek, bir iç koma halinde yaşamak demektir,
bu tam bir çöküntüdür. Diyebiliriz ki insan yalnız çalışmakla değil, kalbini,
vicdanını temizlemek, ruhen gelişip maddeyle mana arasında sağlam bir denge
kurmakla asil ve vekarlı bir hayat sürebilir.
İşte İslâm tasavvufu
bu havayı ve bu aşkı gönüllere doldurur. Kur'-an-r Kerîm'în her sûre ve
âyetinde bu havayı teneffüs etmek mümkün.
Biz, âyet-j kerîmede
geçen «n û r»dan, ilâhî vahiy ve ilhamdan sâ->r olan, imân
edenlerin kalbini aydınlatıp rûh ve vicdanlarını geliştiren, şer idrâkine yön
veren manevî ışık anlamını kasdediyoruz. Aynı zaman-1 Nur A"ah'm isimlerinden biri olarak
bilinir. Sofiyye'ye göre:
İle tecellive denir ve suver-i ekvanda (dünya
sû- ya da varlık âlemi suretlerinde) zahir
olan vücuttur. Mestur
olan bir şeyin Ledün
ilmi ile münkeşif olmasına denildiği gibi kalbden kev-nî yani mâsivayı çıkarıp
atan ilâhî varidata da denir. Yine Sofiyye'ye göre evvelâ bâsire onu idrâk
eder, sonra da onun vasıtasiyie sair mubessarati (görünen şeyleri) görür. [123]
«Misi», «mesel»,
«mesîl»: Benzer, eş ve denk manalarına gelir. Ayrıca delil ve hüccet anlamında
da kullanıldığı olur. Kıssa, haber, destan karşılığı olarak da geldiği yerler
vardır.
Nâr: Ateş manasına
gelen bu kelime, (nâre-yenûru) fiilinden mas-dardır. Kök manası ise, dağılmak,
etrafa saçılmaktır, O halde ateşte bir harekete getirme enerjisi mevcuttur ve
bu özelliğini dâima taşır.
Nar ile N û r, aynı
kökten gelmektedir. Nûr, zulmetin karşıtıdır. Türkçemizde «aydınlık» ve «ışık»
ile ifâde edilir. Bazılarına göre: Nûr, ışık ve onun ışınlarına denir ki
«karanlığı gideren ışın» ile manalandırılır. Çoğulu «envar» gelir.
Kamus'un beyânına
göre:
Ziya, nûr'dan
ehasstır. Zemahşeriy'e göre: Ziya, nûr'dan daha kuvvetlidir. Kur'ân-ı Kerîm'de
buna işaretle buyuruluyor ki: «Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nûr
(aydınlık) yapan O'dur.» [124]
Nûr, iki türlüdür: Biri dünyevî, diğeri uhrevî.. Dünyevî
olanı da .iki kısma ayrılır:
Biri basîret gözüyle akledilir ki, envâr-i ilâhiyeden İntişar eden nûr'dur.
Nûr-i akıl, nûr-i Kur'ân gibi.. Diğeri baş gözüyle hisse dilir ki, ışık yayan
cisimler gibi..
Uhrevî olanı, «O gün
mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında
koşarcasına seyrederken görürsün. Bugün size müjde; altlarından ırmaklar akan,
içinde devamlı kalıcıları olacağınız Cennetler vardır.» [125]
«O günde ki, Allah, Peygamberi
ve O'nunla beraber bulunup îmân edenleri rüsvay etmez. Nurları önlerinde ve
sağlarında yürür.» [126]
Mealindeki âyetlerde
beyân edilen nurdur.
Müfessirlerden* bir
kısmı «nûr»un kısımlarını şu mısra'larla izaha çalışmışlardır:
«Üç nûr gökten ışık verip
etrafa saçılır;
Kalbimin sırrında
benzer resimler çizilir.
İlki dolunaydır,
ikincisi de yıldızlar;
Üçüncüsüdür hem nûr
saçan Şems-i müdevver.
İlimleri kalb,
yıldızları akıl ona bedir;
Mârifet-i Rahman
değişmiyen Şems-i münîr.
İmamım Kİtabullah'dır,
kıblemdir Beytullah
Dinîm diğer dinlerden
yücedir, maşaaflah!.
Hem şefîimdir
Resûlüllah, yarlığar Allah
AHah'dan başka Rab
yoktur, ne büyüktür Allah.» [127]
Münafıkların hal ve
tutumunun, ateş yakan bir kimsenin hal ve durumuna benzetilmesi geniş tefsîr
ister:
Teşbîh (benzetme)den
ilk hatıra gelen husus, münafıklara önce bir nûr verildiği ve sonra -onların
bilgisizliği ve nankörlükleri yüzünden-o nurun kendilerinden alındığı
keyfiyetidir. Halbuki münafıklar için bir nûr olabilir mî? Ayrıca ateş yakıp da
etrafı aydınlatan kimse az da olsa o ateşten ve aydınlığından yararlanmış
sayılır. Bu, onun hakkında bir hayır olarak düşünülmez mi? Münafıkların böyle
bir hayır elde etmesi mümkün mü?
Müfessir Suddî'ye
göre: Cenâb-ı Peygamber (A.S.) Medîne'yi teşriflerinde halkın bir kısmı İslâm
dinine girmiş vaziyetteydi. Sonra kiminin kalbinde bir şüphe ve akabinde inkâr
başladı da bir kısmı münafık oldu. Bu duruma göre, önce nûr'a kavuştular, sonra
da ondan uzaklaşıp büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar; gönüllerinde daimî bir
kararsızlık baş-gosterdi.
Tabiîn'i kirâm'dan
Hasan el-Basrî'ye (H: 22-110/M: 642-728) göre: Medîne'deki münafıklar hiç bir
zaman nûr'a kavuşmamışlardır; onlar
haddi buluğa gerginlik Çağına) girdi-gîreli münafık olarak bulunuyor-rak'
t onlar kendi canlarını ve mallarını
korumak için harplere iştirak etmışler ve bâzı ganimetlere bu sayede nail
olmuşlardır.»
İşte bu azıcık ve o
nisbette ehemmiyetsiz dünyalık onların haline uygun bir nûr olarak
vasıfiandınlabilir.
O halde münafıkların
biraz dünyalık elde etmeleri -yani İslâm siyâ-neti altına sığınıp Resûlüllah
(A.S.)dan güleryüz görmeleri ve bu arada ganimetten kendilerine verilmesi-
nûr'a, içlerindeki nifakın doğurduğu zararın büyüklüğü ise zulmete
benzetilmiştir.
Diğer bir tefsire
göre:
Münafıkların
mü'minlere rastladıklarında «inandık» demeleri, etrafı aydınlatan bir ışığa,
şeytanfarıyla başbaşa kaldıklarında «biz sizinle beraberiz» demeleri o ateşin
ve aydınlığının kararıp sönmesine benzetilmiştir.
Zulmet kelimesi, (Ma
zalemeke en tef'ale keza - Şu işi yapmaktan seni men'eden, gözünü perdeliyen
nedir?) sözünden alınmadır. Çünkü zulmet (karanlık) da gözü perdeler,
görmesine engel olur.
Münafıkların zulmeti
(karanlığı) ise, küfür, nifak ve nihayet kıyamet gününde önlerine çıkacak olan
karanlıklardır.
«Zehebe'llahu
bi-nûrihim» Zehabın Allah'a isnadı, ya her şeyin O'nun fiiliyle olduğuna, ya da
nûr'un söndürülmesi gizli bir sebebe veyahut semavî bir emre dayandığına
işarettir. Bunun için (z e-hebe) «ba» harfi ile müteaddi (geçişli) olmuş da
hemzeyle değil. «Ba» ile ta'diyesinden «istishab» ve «istimsak» manaları çıkar.
(Zehebe's-sultanu bi'malihl = Sultan malını alıp beraberinde götürdü), buna
misal teşkil eder. O bakımdan âyette (bi-nûrihim) denilmiş de (bi-dav'ihim) denilmemiştir.
Çünkü birinci tâbirle yaktıkları ateşin bütün nurunun alındığı, onlara sadece
bir kömür ve simsiyah duman kaldığı; ikinci tâbir ile ışığın fazlalığının
alındığı ve azıcık nurun kaldığının ihtimal dahilinde bulunduğu ifâde
ediliyor. [128]
Kadir: Dilerse
işleyen, dilemezse işlemiyen zat demektir.
K a d î r ise,
dilediğini behemahal dilediği şekilde işleyen, yapan zat demektir. Müfredat-i
Râgıb'da k a d î r sıfatı şöyle tarif edilmiştir: «Dilediği şeyi, hikmeti
iktizasınca artık ve eksik bırakmaksızın yapan zat demektir.» [129]
Âyette imân nûr'a,
küfür karanlığa benzetilmiştir. Çünkü
nûr maddî eşyayı, imân ise gönül ve vicdanı aydınlatır, ruhu geliştirir.
Karanlık, eşyaya perde olur; küfür de gönül ve vicdanı karartır. [130]
Mü'min, kâfir ve
münafıklardan üçüncü şahısla iigili fiillerle bahsedildikten ve Allah'ın bu üç
sınıf hakkındaki hükümleri beyân edildikten sonra, akıl sahibi bütün insanlara
nida ediliyor: «Ey insanlar!» buyuruluyor.
Bu ilâhî iltifatta iki
Önemli hakikate işaret vardır:
1. Allah âlemlerin (varlık âleminin) yegâne
terbiyecisidir. Bunun için bütün insanlara hitab eder ve hepsini de kayıtsız
şartsız tevhîd (Allah'ı birlemeğe ve bir bilmeğ)e davet
eder. Demek, İsfâmiyet umum beşerin müşterek en son ve en mükemmel
dînidir.. Hazret-i Muhammed
(A.S.) da bütün milletlere -hidâyet ve saadet yolunu göstermek üzere- son
peygamber olarak gönderilmiştir.
2. İnsan ile Yaradan'ı arasında ilgi ve
münâsebetler bir aracıya hacet kalmadan doğrudan doğruya ve şahsîdir.
Diyebiliriz ki, insanların en büyüğü ve en üstünü olan peygamberler bile yalnız
rehber ve habercidirler. Düşünüp de beğendiğini yapmak ve Allah'a karşı
doğrudan doğruya mes'ul olmak insanın kendi re'yine terk edilmiştir. Bunun
içindir ki Kur'ân-ı Kerîm'in onbir yerinde:
«Peygambere düşen sadece apaçık tebliğdir.» buyuruluyor, [131]
İşte «Ya eyyühennasu'budû Rabbeküm» seslenişi,
insan ile Yaradan'ı arasındaki münasebetin en açık ifadesidir. Ve bununla her
üç sınıf da tevhîd ve ibâdete davet edilmektedir. Şu farkla ki, mü'minleri
davet, ibâdete devam etmelerini hatırlatmaktır. Münafıkları davet, gönülden
inanarak ibâdet etmelerini isteyip ikazda bulunmaktır Kâfirleri davet, daire-i
İslâm'a girip selâmete kavuşmalarına imkân vermektir. [132]
21— Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de
yaratan Rabbinize ibâdet ediniz ki, korunup sakınanlar olabilesiniz.
22— Öyle (bir Rab) ki, yeryüzünü size bir döşek,
göğü bir kubbe kıldı. Gökten su indirdi ve onunla size (çeşitli) meyvelerden
(türlü türlü ürünlerden) rızık çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde
(nankörlük ederek) Allah'a (gizli ve aşikâr) denk ve benzerler koşmayın.
23— Eğer kulumuz (Muhammed)'a parça parça indirdiğimiz (Kur1-ânj'den şüphede iseniz onun benzeri bir
sûre (tertipleyip meydana) getirin ve Allah'tan başka (size yardımcı olup,
rehberlik edecek) şâhidlerinizi de çağırın, (eğer iddianızda) doğru iseniz.
24— Eğer (Onun bir benzerini) yapamazsanız -ki
yapamıyacaksınız da- o takdirde kâfirler için hazırlanan -yakıtı
insanlarla taştan olan- ateşten korkup sakının.
İlâhî teklifle yükümlü
tutulacak olan üç sınıf (mü'min, kâfir, munâ-fık)dan bahsedilip her birinin
inanç ve tutumu, manevî yapısı ve hakka karşı anlayışı ayrıntılarıyla beyân
edildikten sonra, bunlardan İkinci sınıfın Hakk'ı inkâr edip putlara kulluğu;
üçüncü sınıfın inkârla imân, hakla bâtıl arasındaki bocalayışı ve bunun
neticesi olarak maddeyi Allah'tan üstün tutuşları; birinci sınıftan da
bâzısının bilmeden Allah'a gizli şirk koşusu, bu âyetlerin inmesine sebep
olarak gösterilir.
Şöylekî:
Cenâb-ı Hak (C.C.) bu
âyetlerle bütün insanlara şâmil olan rahmeti icabı, hitaba geçip Rabbani
iltifatıyla her üç sınıfın da dikkatini çekiyor:
Mü'minlere: «İbâdet ve
kullukta devam gösterin; itikadınızı her türlü şüphe ve şaibeden uzak
bulundurun!» diye tenbihte bulunuyor.
Kâfirlere: «Yeri bir
döşek, göğü bir kubbe kılan...... Yüce
Rabbinizi,
bunca açık belgeler
karşısında hâlâ inkâr mı ediyorsunuz? Artık aklınızı, zekânızı ve vicdanınızı
doğru yönde harekete geçirip kullanmaz mısınız?» diye kınıyor.
Münafıklara: «Siz
Hakk'a biraz meylettikten sonra neden rotayı değiştirdiniz? Hakla bâtıl,
maddeyle mana, Kur'ân'la başka sözler arasında neden bocalayıp durdunuz? Haydi
şüpheyle ya da inkârla karşıladığınız Kur'ân'ın bir sûresinin olsun benzerini
hazırlayıp dizin veya bulup getirin, göreyim sizi? Elbette getiremezsiniz! O
halde aklınızı, idrâkinizi kullanarak hidâyet caddesine yeniden dönün!» diye ikazda
bulunuyor.
Demek, Cenâb-ı Hak
(C.C.) kullarını kahretmek istemiyor. İnat ve inkârlarına, şüphe ve
tereddütlerine, saadet yolundan ayrılıp sapmalarına rağmen onlara iltifatta
bulunuyor, «Ey insanlar!» diye sesleniyor; belgelerini, açık âyetlerini gösterip
düşünmeye davet ediyor. Bu sebeple de yukarıdaki âyetler iniyor. [133]
Ashab-ı kirâm'dan İbn
Mes'ud (R.A.) anlatıyor:
- Ey Allah'ın Resulü!
Allah katında en büyük günah hangisidir? Diye sordum. Buyurdular ki:
— Allah'a eş-ortak koşmandır!. [134]
Muaz bin Cebel
(R.A.)den yapılan rivayete göre, Hazret-i Peygamber (A.S.) buyurdular ki:
— «Allah'ın kulları üzerinde olan hakkı nedir,
bilir misiniz? O'na dosdoğru ibâdet etmeleri ve hiç bir şeyi O'na eş-ortak
koşmamalaridir.» [135]
— «Sizden biriniz -Allah diledi ve filân da
diledi de o şey (öylece oldu)- demesin. Fakat: -Allah diledi (o şeyi), sonra da
falan diledi- desin.»
Çünkü birinci tâbirde
gizli şirk (Allah'a ortak koşmak)
manası vardır. [136]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Bir adam Peygamber'e {A.S.) dedi ki:
— Allah ve siz dilediniz de o şey (oldu veya
olacak)! Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (A.S.):
— Sen beni Allah'a ortak mı koşuyorsun?! (Böyle
söylemen şirktir). Yalnız Allah diledi o şeyi, de! buyurdu. [137]
İnkarcılardan birkaç
kişi toplanıp İmâm A'zam Ebû Hanîfe'ye geldiler, ondan Allah'ın varlığını
delillerle İsbat etmesini istediler. Bunun üzerine İmâm A'zam onları susturur
mahiyette şu cevabı verdi:
— «Bırakın beni kendi halime!. Çünkü bana mühim
bir şey nakledildi de hayretler içinde kaldım. Şimdi hep onu
düşünüyor, düşündükçe de hayretim bir kat daha artıyor..»
İnkarcılar bu
sözlerden bir şey anlıyamadılar da sordular:
— «Efendim, neymiş o çok mühim,
aynı zamanda hayret
artıran şey?»
Bunun üzerine İmâm
anlatmaya başladı:
— «Bana nakledenler dediler ki: İçinde
tüccar taifesinden birçok yolcusu bulunan bir gemi kaptansız ve
pusulasız olduğu halde denizde normal seyrine devam ediyor; yolcu ve yük
taşıyor; en ufak bir şaşma ya
anılma olmuyor! İşte
bu haberdir ki beni devamlı düşündürüyor ve sebebini aramaya beni zorluyor.»
İnkarcılar bu sözleri
fırsat sayarak alaylı bir şekilde güldüler ve:
__ Bu öyle bir yalan
ve uydurma bir masal ki aklı başında, melekesi
yerinde olan hiçbir
kimse ne söyler, ne de inanır!.» dediler.
İmâm artık taşı
gediğine koyma zamanı geldiğini düşünerek şu cevabı verdi:
— «Yazıklar, hem çok yazıklar olsun size! Bir
gemi kendiliğinden denizde tam rotasında seyredemiyor, sahil-l selâmete
çıkamıyorsa, şu muazzam kâinat ki her parçası ince bir hesap dahilinde
düzenlenip yerliye-rince konulmuştur; ulvî ve süflî âlemleriyle, sağlam
yapısıyla, şaşmayan düzeniyle nasıl olur da kendiliğinden var olup da varlığını
böylesine mükemmel bir şekilde devam ettirebiliyor? Allah'ın varlığına,
birliğine, kudret ve azametine delil olarak bu size yetmiyor mu?»
İnkarcılar bu kestirme
yoldan verHen cevap karşısında susup oradan uzaklaştılar. [138]
Dut ağacının altında
dinlenmekte olan İmâm Şafiî'ye, Yaradan'ın varlığından, birliğinden soruldu.
İmâm dut yaprağından bir tane kopararak onlara şu cevabı verdi:
— «Şu gördüğünüz yaprağı İpek böceği yiyecek
olursa, ondan ipek kozası çıkar. Arı yiyecek olursa, bal çıkar. Koyun keçi
yiyecek olursa, süt ve yoğurt olur. Ceylan yiyecek olursa, misk olur. Yenilen
şey aynı olmakla beraber çıkan şeyler ayrı ayrıdır,
«Bu hikmet dolu
sonuçları hangi kanunlarla kimin meydana getirdiğini hiç düşünmediniz mi?» [139]
Aynı soru İmâm Ahmed
bin Hanbel'e sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:
«Şu gördüğünüz yumurta
pürüzsüz, sağlam bir kaledir; kapısı penceresi yoktur. Dış görünüşü gümüş gibi
beyaz, içi altın gibi sarıdır. IHıyet ve gaiyet prensiplerine göre bu kale bir
gün geliyor çatlıyor, ipin-Jen bütün organları tastamam bir civciv çıkıyor. Bu
yavru cins ve nev'i-nın özelliğine göre hareket ediyor: Ördek veya kaz
yumurtasından çıkmışsa, hemen suya koşuyor. Tavuk yumurtasından çıkmışsa,
karada rız-ı aramaya koyuluyor. Anne tavuk veya ördek bütün güç ve
hassasiyetiyle yavrularını korumaya çalışıyor.
Bütün bunlar Allah'ın
varlığına, birliğine, ilim ve hikmet sahibi olduğuna, her şeyi yarattığına ve
yarattığı her varlığı bir takım kanunlara bağladığına delâlet etmez mi?» [140]
Varlık âlemini
yaradan, yoktan var eden Allah'tır. Hiçbir şey kencji kendini yaratamaz. Bir
şeyin mevcudiyetini kabul ettiğimiz takdirde bir icad edicinin varlığının
zarureti kendiliğinden meydana çıkar. Bunun için Allah (C.C.): «Ey İnsanlar!
Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbi-nize ibâdet ediniz.» buyuruyor.
Düne kadar ilim bu hususta
şüpheciydi. Bazen de inkarcı rolüne giriyordu. Asrımızın son yarısında dev
adımlarla mesafe kat'edilirken ilimdeki kesin sonuca varma prensibi kökünden
yıkılmaya yüztutmuştur. Feza araştırmaları yeni yeni buluşlarla bir çok
tezleri çürütüp attı; astronomi ve biyoloji üzerindeki ciddi çalışmalar bizi
daha fazla Allah'a yaklaş-tırıcı oldu. Diyebiliriz ki: Atom fiziğinin meydana
çıkması, fezayla ilgili araştırma ve buluşlar, hücre üzerindeki sistemli
çalışmalar ve bunlardan elde edilen sonuçlar, maddeye dayalı olan fiziğin
saltanatını kökünden yıkmış, Allah'ı inkâr eden şımarık materyalistleri
susturmuş ve nihayet maddî diyalektikçiler içinden çıkılmaz birbirini
tutmazlıkiara düşmüşlerdir.
Bugün artık onyedi ve
onsekizinoi yüzyıldaki ilmî buluş ve görüşlerin çoğu değerini kaybetmiştir.
Dekart'in (Rene Descartes: 1596-1650} bu konudaki ilmî ve felsefî görüşü, bizce
önemli olmamakla beraber o asrın havasını ve Batılı ilim ve felsefe adamlarının
bizdeki hayranlarını karşılaştırmak için anılmaya değer:
«Şüphe etmiyeceğim bir
şey dünyada var mıdır? Evet, şüpheye düşmem keyfiyetinde şüphe edemem değil
mi? O halde mademki şüphe ediyorum, demek düşünüyorum. Düşünüyorsam,
yeryüzünde mevcudum demektir. Mevcudiyetim yakın (kesinlik ifâde eden) bir
hakikattir. Diğer mev-çudlara da inanabilmek için önce Allah'ın varlığına
inanmak lâzımdır. O takdirde insan kendi mevcudiyeti dışında bâzı eşyanın
vücuduna inanabilir.
Çünkü Allah ne kendini
ve ne de beni aldatmak istemiyeceği için, mademki dış âlemi görmeme imkân
veriyor, o halde o âlem de mevcuttur. İşte bu esası kabul ile üç şeyin
vücuduna inanıyorum, demektir.
1. Kendi mevcudiyetim,
2. Allah'ın mevcudiyeti,
3. Kâinatın mevcudiyeti..
Peki bu üç i'tikaddan
hangisi esas olarak alınabilir? İstidlal suretiyle mevcudiyeti anlaşılan şey
esas olarak alınamaz. Birçok şeylerin mevcudiyetini kendisine dayamakla isbat
olunan «Mebde-i evvel == ilk başlangıç» bu önermeden tabii ki istisna edilir.»
Şimdi Dekart'ın
inandığı üç esastan birincisi, kendisinin mevcudiyetidir ki bu, düşünmek ve
hissetmek esas tutularak istidlal suretiyle anlaşıldığı için bunu esas
saymıyor. Düşünmek, hissetmek ise Allah'ın varlığından istidlal edilerek
anlaşılıyor. Bu da esas olamaz. Allah'ın varlığı bir şeyden istidlal edilerek
anlaşılmıyor. O'na yalnız İnanılıyor. O halde esas budur.
Dekart bu neticeye
vararak diyor ki:
«Çünkü bu i'tikad
benim mevcudiyetimden çıkma bir şey değildir. O, benden önce mevcud İdi.»
Dekart'ın bu konudaki
ikinoi delili biraz daha doyurucudur:
«Ben varım değil mi?
Beni kim meydana getirdi. Şüphesiz ki «ben» değil. Eğer ben kendimi yaratmış
olsaydım böyle noksanlarla dolu olarak yaratmazdım. Mükemmel olarak vücuda
getirirdim. Bu kendi noksanımızı görebilmek ve mükemmeliyet (perfection)
fikrine sahip olabilmek nereden geliyor? Muhakkak beni yaratan başka biridir.
Anam babam mı? 'Evet», fakat onları, onların ana babasını kim yarattı? Bu
şekilde sonsuzluğa kadar gidemez. Bir başlangıç (mebde1 -çement-beginning)
lâzım de-3 da Aliah'dır. Kâinatta devam eden bir icad ameliyesiyle vücuda
gelmekte bulunan bir eser ibda' (örneksiz ve benzersiz bir şey meydana getirme
yaratmajdır. Bu ise bir Yaratan'ın varlığını doğrulamaktan başka hiç bir
şekilde halledilemez.»
""1
Ker'm' <<Ev însanIar! Siz» de. sizden öncekileri de yaratan tıâı h!
edİn<)> emriyle' Ailah'm ve9âne varatıcı ocuğunu, yarat-
kilde tPrheVl °inS Ve
türünun özelliğine göre sistemli ve kademeli bir şe-nu telkîn mâ'e 9otüraüğunü; o halde ibâdete lâyık
bulunduğu ve bu h"susta derinden derine düşünmemizi ilham ediyor.
«a beraber
felsefecilerin- âlemin kadîm (öncesiz) olduğunu, bunun-
k'r ve nazar yapıcısınin bulunduğunu isbat sadedinde öne
sürdükleri finer şeyin konri J' Vererek' âlemin sonradan olduğunu ve sonradan
olan enaı kendine var olamıyacağını ve kendi yaratıcısı vasfını
taşı-yamıyacağmı, bu takdirde bir yaratana muhtaç olduğunu ve o yaratanın da
öncesiz ve sonsuz olması gerektiğini ilmî ve felsefî delillerle isbat eder.
Netice olarak
Gazâlî'nin filozoflara karşı olan görüşünü şöyle özetli-yebiliriz: Filozoflara
göre âlem (canlı cansız ne varsa hepsi) uzunluk ve genişlik bakımından sonlu
(mütenahi), zaman bakımından sonsuz (ka-dîm)dir. İlletin malûl ile aynı zamanda
var olması gibi, âlem de Allah'dan ezelde sâdır olmuştur. İmâm Gazâlî
filozofların zaman ve mekân arasında yaptıkları bu ayırmayı reddeder. Ona göre,
Allah, âlemin varlığının yegâne sebebidir demek. O, âlemi, iradesiyle ve
kudretiyle yoktan yaratmıştır, demektir. [141]
Âyette «R a b b e k û
m» sıfatının ikinci şahıs zamirine izafe edilmesi şu ilmî hakikati terennüm
eder: «Canlı varlıkları fiziko-şimik kanunlarla izaha çalışan âlimlerden bir
çoğu sonunda bunun imkânsızlığını farketmişîer ve bu alanda yeni bir olaylar
âlemi, yeni bir izah karşısında bulunduğumuzu anlamışlardır.»
«O halde canlı varlıklarda
gaye ve sebep araştırılmasının zarureti kendiliğinden meydana çıkmış oluyor.
Burada önce hücre ilmi (Ceytolo-gie)ni ele almak lâzım. Âlimler protoplazmayı
meydana getiren şimik unsurları (kimya yoluyla elde edilen maddeleri)
saydılar, fakat bu unsurları bir araya getirmekle hücreyi teşkil
edebileceklerini, {ona canlılık vasfı verebileceklerini) iddia etmediler.
Oünkü onlardaki canlılık ve canlılıktaki cinsî ve nev'î özellik fiziko-şimik
kanunlarıyla izah edilemez.» [142]
«R a b b e k ü m»
Rab sıfatı, Fâtiha-i
şerîfede «âlemîn» kelimesine izafe ettiği halde burada ikinci şahıs zamiri
«küm»e izafe etmiştir. Birinci şekil izafeyi, Fâ-tiha'nın tefsirinde
belirtildiği gibi, varlık alemindeki var olan her şeyi kendi cins ve türünün
temel yapısı özelliğine göre terbiye edip kemâle erdirmek manasına
yorumlamıştık. Çünkü «ruhsun mevcud olmadığı hiç bir varlık düşünülemez. İşıklı
zerreciklerin taşıdığı enerjiyi bile «foton» adı verilen özyapının meydana
getirdiğini günümüzde gelişen ilim isbat-lamıştır. Ancak bu «ruh=özyapı»la
insan ruhu arasında büyük fark mevcuttur. Rab sıfatı, her birisine ayrı bir
tecelli ve kanunla taallûk etmekte ve her birini ayrı bir kanuna göre, diğer
bir tabirle «e m r»e göre terbiye edip gayesine uygun olarak varlığını devam
ettirmektedir.
İkinci şekil izafe
ise, insan ruhundaki üstünlüğe işaret eder. Bir çok
yeteneklere sahip
bulunan bu rûh, insan bedenindeki tedrici tekâmülü izler; perisperi (rûh-i
hayvanî)nin gelişmesiyle yeteneklerini daha bariz hissettirir. «Rdbbeküm»
terkibi, insan ruhunun bu tedrici tekâmülünü ve hayvanı ruhun gelişmesiyle
kemâle doğru basamak basamak yükseldiğini, bir ana fikir (veri) halinde ifâde
eder.
Ayrıca, insanı diğer
varlıklardan, diğer bir ifâdeyle başka canlılardan ayıran «insanî rûh»un ve bu
açıdan insan mahiyetinin fiziko-şimik kanunlarla izah edilemiyeceğine işaret
vardır.
«Ellezî ceâle
lekûmü'l-arda firaşen = Öyle (bir Rab)ki, yeryüzünü size bir döşek kıldı.»
Yeryüzünün diğer bir
tabirle yerkürenin bir döşeğe benzetilmesi, ilmî gerçeklere ışık tutar
mahiyette bir ana fikirdir. Bunu incelediğimiz zaman şu işaretlerin yapıldığını
görmekteyiz:
a) Yerküre başlıbaşına bir yıldız, bir
gezegendir.
b) İnsanların başka bir tabirle canlıların
yaşamasına elverişli şartlarla yaratılmıştır.
«C e a I e» fiili bu hususu
ifâde eder.
c) Dünya hareket halinde olmakla beraber bizi
sarsmıyacak, rahatsız etmîyecek ölçüde bir takım kanunlara bağlı olarak
yaratılmıştır.
Bunun izahına gelince:
Uzay içinde baş
döndürücü bir hızla hareket hâlinde olan arzın bize bir döşek kılınışı, ilâhî
kudret ve hikmetin parlak bir örneğidir. Buna en açık misâl, sakin bir denizde
hareket hâlinde olan gemiyi gösterebiliriz.
Denizde sakin bir gün,
bir denizci, gemi limanda dururken rahatça tıraş olur ve çorbasını içer. Gemi
15 ya da 25 mil sür'atle gitsin, el yıkama legenındeki suda, tabağındaki
çorbada hiç bir çırpıntı görülmez. Denizci dışarı denize bakmadan
gemisinin ne hızla gittiğini veya
hareket ıp etmediğini bile anlamaz. Tabiî deniz bozarsa ya da gemi
birden bire asını değ.ştırirse, denizci
hareket hâlinde olduğunu
hisseder. Fakat " QrŞaf 9'bİ °İU?U' gemide de n'Cbir ses
olmayışı şartları kabul vf' Qmbarda ne olursa olsun -yQni geminin içinde ne
kadar mü- ? mekanik tecrübe yapılırsa yapılsın- geminin hızı hiçbir su-saâiamnktT0
çıkmıyacaktır- ° halde umumî cazibe kanunu bu dengeyi maktadır yerküreyi bir dö?ek aibi bize dinlenme yeri
olarak hazırlan-ı Kerîm, bundan ondört asır önce bu konuda bir.takım ana fikirler
verirken, İmâm Gazâlî onbirinci asırda. Şeyh Muhyiddin Arabî on-üçüncii asırda
bu meselenin az-çok izahını yapmışlardır. Bu izah ve görüşlerin yol açtığı
fizik prensibini Newton ancak 1687'de bulup ifâde edebilmiştir. Nevvton bu
vadide umumî câzîbe (genel çekim) kanunundan bahsederken bunun delâlet ettiği
«âlem sistembne mekânı, zamanı ve maddeyi yaratan Allah'la başlar.
«Ve's-semâe binâen =
Göğü bir kubbe kıldı.»
Varlık âleminde câri
olan ve tamamen ilâhî kudrete dayanan çekim kuvvetiyle her cisim bir diğerini
kendisine doğru çekmeğe zorlamaktadır. Bununla beraber her gezegen kendine has
yörüngesinde hareket etmekte ve başka bir cisimle çarpışmamakta, diğer bir
gezegenin yörüngesine koymamaktadır. Sonsuz olmayan bu kâinat devamlı
genişlemekte, fakat asıl kuruluşundaki düzeni bozulmamaktadır. Bu sayede gök
bir kubbe gibi dünyamızı çevirmekte ve gizli - aşikâr birçok nîmetleri
üzerimize indirmektedir.
Şeyh Muhyiddin Arâbî,
Füsûsü'l-Hikem adlı eserinde İdris bahsinde «M e k â n» ve «M e k â n e t»
yüceliğinden bahsederken genel çekim kanununa işaret eder ve güneşin merkez
olduğunu söyler.
Muhyiddîn Arabi'den
477 yıl sonra dünyaya gelen Nevvton (1642-1727) bu kanunu şöyle tarif eder:
«İki maddesel noktanın birbirine uyguladıkları çekim kuvveti, kütleJeriyle
doğru orantılı, uzaklıklarının karesiyle ters orantılıdır.» [143]
Âyette geçen «ceâle»
fiilinin «e v c e d e = icâd etti» manasına geldiğini, «bina» ise «mebniy»
te'viliyle, evin tavan ve duvarları, kubbe, çadır ve deriden mamul örtü gibi
anlamlar taşıdığını dikkate aldığımızda: «Binâ»dan, dünyayı her tarafından
kuşatan ve tam bir kubbe görüntüsünde olan atmosferin kasdedildiği anlaşılır.
Bu tefsîre göre:
Âyetle hem dünyanın yuvarlak olduğuna, hem de etrafında çepçevre belli ölçü ve
kalınlıkta bir hava tabakası bulunduğuna işaret ediliyor ve bunun insanlar için
büyük bir nîmet olarak hazırlandığı belirtiliyor.
Kubbe, altındaki yeri
ve eşyayı dış te'sirlerden korumaya yaradığı gibi, dünya etrafındaki hava
tabakası da dünyayı ve üzerinde yaşıyan bütün canlıları, bitkileri güneşle
diğer gezegenlerin te'sirinden koruyor. Öyle ki, ne donacağımız kadar kalındır,
ne de yanıp kavrulacağimiz kadar incedir.
İşte yeryüzünün bir
döşek, göğün bir kubbe kılınışı, hem bir takım ilmî hakikatlere ışık tutmakta,
hem de Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini ve ibâdete lâyık bulunduğunu en
açık bir kesinlikle meydana koymakta ve insanları O yüce kudretin önünde
eğilmeğe davet etmektedir. Düşünüp de anlayanlara ne mutlu!
<Ve enzele
mine's-semâi mâen = Gökten su indirdi.»
Fiilin Cenâb-ı Hakk'a
isnadından yağmurun ancak O'nun emir ve iradesiyle vücud bulduğu, kâinattaki
câri kanunlarıyla atmosferde teşekkül ettiği anlaşılıyor. Dikkat edecek olursak
inen yağmur ve kar tanelerinin havada çarpışmadan rahatça yere indiğini
görürüz. Şüphesiz ki bu da ilâhî kudretin ve bu kudrete dayalı olan kanunun
varlık âleminde mutlak hükümran olduğunu, her şeyin -en ufak parçasına
varıncaya kadar- bu kudret ve irâdeyle hedefine ve yaratıldığı gayesine doğru
yönelip ayak bastığını ifâde eder.
Bu husustaki
sünnetüllah (ilâhî kanun) şöyledir:
Yeryüzünden yükselen
su buharları atmosferde toplanıp bulutları meydana getirir. Bulutlar bir
milimetrenin yüzde birinden daha küçük su taneciklerinin bir araya toplanmış
biçiminden başka bir şey değildir. Yoğunlaşarak yeryüzüne inen suların
topraktaki yolculuğu birkaç dakika ile birkaç yıl arasında değişir. Bitkiler
kökleriyle bu suları emerek beslenirler. Geri kalan su da yerkabuğunun
derinliklerine iner.
Cümlede geçen «semâ»
ve «inzal» kelimeleri kök mana olarak belirtilen kanuna delâlet etmekte,
bulutlardan yağmurun teşekkül edip inmesini ifâde etmektedir. Çünkü «semâ»
yükselip gölge yapacak özellikte olan şeye denir. «İnzal» ise, kendiliğinden
değil de bir kuvvet, bir irâde ya da kanunla yukarıdan belli ölçüde indirmek
manasına gelir.
I ioylece yeryüzündeki
suların sürekli olarak buharlaşması ve bulut-mu'rT 9etirmesî sonucu yeniden filitreden
geçmek suretiyle yağ-
nus'İar01'^? d°'U
°larak dökQlmesiy|e' Yani yere inmesiyle denizler, okya-lah'm 'in |f bÜtÜn bÜtÜn kuruY"P vok olmaktan
kurtulur. Bu olay Aldevam ^tZ° bÜyÜk
b'r nîmetidir ki dunva kuruldu kurulalı hep böyle
-2. âyet bu hususu
beyânla asıl maksadı şöyle ifâde ediyor:
«Artık siz de
bildiğiniz halde (nankörlük ederek) Allah'a (gizli ve aşikâr) denk ve benzerler
koşmayın.»
Şükretmesini bilen,
ilâhî kudret ve kanunu idrâk eden kullara bu belgeler yeter de artar, [144]
Âyet-i kerîme ile
bütün insanlar tevhîde ve tevhîdin hedefi olan ibâdete çağrılıyor. Çünkü
«Tevhîd Akidesi»ni en uygun faziletler, hayırhahlık-lar, âlicenaplıklar takip
eder. Allah'ın varlığını ve birliğini tasdîk eden mü'-miri doğrudan doğruya
hesabının Allah ile olacağını, yani Onun huzuruna çıkarılıp hesap vereceğini
bilir de bütün hal ve davranışlarını ancak O'na arzeder. Mevcut nimetlerin
nereden ve nasıl geldiğinin, hangi irâde ve kanunlarla tecelli ettiğinin
idraki içinde kulluk resmiyetini yerine getirir. Küçük olsun, büyük olsun hiç
bir günah işlememeye gayret eder.
İşte bu idrâk ve
gayret insanı olgunlaştırır, kemâl mertebesine yükseltir. İyilik, hakşinaslık,
yalnız Hakk'a kulluk, merhamet gibi ulvî hasletlerin gönüllerde kökleşmesine;
ruhun ilâhî nurla cilâlanmasına yol acar. Bu seviyeye yükselen kimse, artık
yalnız kendisi için değil, din kardeşleri için de yaşar. Diğer bir tâbirle «Lâ
ilahe illâ'llah» akidesi dünyanın dört bucağına ulaşsın diye ömür sermayesini
harcar.
Beşer ruhunu bu derece
şer ve fesattan, kötülük ve nifaktan temizleyen «Tevhîd = Allah'ı bir bilip
birliğine inanmak» ve bu inanç havası içinde O'na gerektiği gibi ibâdet etmek,
sadece insanı nankörlükten kurtarmaz, aynı zamanda akla ışık tutar, zekâyı
geliştirir, insanı sağduyu sahibi yapar. O kadar ki, yerlere ve göklere ve
bunları tam bir düzende tutan Sünnetüllah'a bakınca bütün mevcudiyetiyle Hakk'ın
ibâdete lâyık olduğunu idrâk ederek secdeye kapanır.
İşte cemiyetler ve
milletler böyle fertlerle yükselebilir, varlığını ve düzenini bu gibi kâmil
insanlarla devam ettirebilir. Bu nedenle Allah: «Ey insanlar! Sizi de sizden
Öncekileri de yaratan Rabbinize ibâdet ediniz kî korunup sakınanlar
olabilesiniz.» buyuruyor. [145]
Eşi, dengi, benzeri
olmayan Allah'a dosdoğru imân ve gerektiği gibi ibâdet; dünya ve âhiret
saadetine davetin en yüksek hedefidir. Bunun hikmeti ise açıktır: İnsanların güven,
salâh ve dayanışma içinde yaşaması, aynı zamanda hayatın hakikî huzurunu her
yönüyle teneffüs etmesi, ancak «Tevhîd Akidesi»yle gerçekleşir. Öyle ki, dinîn
dağınık kısımları, içtimaî hayatın kopuk bağları, millî ruhun ihmâle uğramış
perişanlığı bununla bir araya gelip tamamlanır. Dinde ve sosyal düzende
«Tevhîd»in yeri, bedende olan rûh gibidir. Ruhun ayrılmasıyla nasıl beden
hareketini kaybedip yıkılmaya ve çürümeye yüztutarsa, «Tevhîd»in unutulması ile
de dîn ve cemiyet asıl hüviyetinden uzaklaşır ve bütün bütün ölçüsünü kaybetme
noktasına gelir.
İşte bunun içindir ki,
eşi, dengi ve benzeri olmayan bir Allah'a imân insanlar arasında bir hadd-i
fâsıl'dır. Bunun harcı ise ibâdettir. Fâsıl'ın kalkması, zulüm ve tecâvüze,
adaletsizliğe imkân verir. Çünkü zulüm, tuğyan, tahakküm ve imtiyaz şirkten
ayrılmadığı gibi; adalet, eşitlik, ha-yırhahlık, merhamet ve fazilet de
«Tevhîd» ve «İbâdet»den ayrılmaz. Öyle ise, ey insanlar Rabbinize ibâdet
ediniz! Bilin ki saadet ve kurtuluş huzur ve esenlik bundadır. [146]
İbâdet, Allah'a karşı
saygıyı en olgun mertebede İfâde eder. Allah (C.C.) vardır, birdir. Yaratan ve
merhamet eden O'dur. Rızık veren ve bağışlayan yine O'dur. O halde en üstün
sevgi ve ta'zîme lâyıktır. Her şeyin Yaratanı O olduğuna göre, her şeyin -ya
lisan-i hal, ya da lisan-i kal ile-O'na saygı göstermesi, O'nc kullukta
bulunması kadar tabii bir şey düşünülemez.
Bütün bunların insan
aklının alacağı, insan zekâsının kavrayabileceği ölçüde tertiplenmesi de
Allah'ın kullarına olan rahmeti icâbıdır. O halde aklını kullanabilen,
zekâsını işletebilen her insan Allah'ın varlığını, birliğini, ibâdete lâyık
olduğunu anlayabilir. Bu bakımdan Kur'ân insanlara seslenerek hepsini ibâdete
davet ediyor.
3 nedenle aklını bu
yolda kullanmayan insanlar mes'ul tutulacaktır. Bâzı âlimlere göre:
ında kalır Cünkü önce imânla emrolunurlar,
âum. J»,. caârılırtar- imân etmeden ibâdete
davetin lüzumsuz oldu-me'mur d "T^ ekSerİyetİ teşkil eder" °
bakl™dan inkarcılar ibâdetle
den tan.rln^
? ernro'unmak Allah'ı bilmeğe, tammaya bağlıdır. Bilmesonucu ŞeVe inanmakta ne faVda vardır?
B" mantıkî yolun mjn. kâfir ibâdetle me'mur değildir. Halbuki âyette
mü'munafık ayrımı yapılmadan tüm insanlara hitap edilmiştir. O halde bir şey
ile emretmek, o şeyin kaçınılmaz olan cihetleriyle (levazi-miyle) de emretmek
demektir. İbâdet ancak marifet (Allah'ı bilmek) ile hâsıl olur. Yani marifet,
ibâdetin zaruriyetindendir. İbâdetle emretmek, marifetle de emretmek demektir.
«Felâ tec'âlü lillahi
endaden = Allah'a (gizli ve aşikâr) denk ve benzerler
koşmayın!»
Ashab-ı kirâm'dan İbn
Abbas (R.A.) diyor ki:
Endad, «en gizli
şirkler» demektir. Bazen insan bilmeden Allah'a eş-ortak koşar. Cenâb-ı
Peygamber (A.S.) buna işaretle buyurdular ki: «Ümmetim hakkında en çok korktuğum
şey, gizli şirktir.» [147]
Meselâ: «Evdeki köpek
engel olmasaymış hırsız evimize girecekmiş!» «Allah'la sizin dilediğiniz
olur.» gibi sözlerde bir nev'i gizli şirk vardır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir kavme hitaben:
«Ne iy! kavimsiniz
siz, ama eğer Allah'ın dilediğiyle falanın dilediği olur, demek suretiyle
Allah'a eş-ortak koşmamış olsaydınız,.» [148]
Yukarıda hadîs
bölümünde mealini yazdığımız dört hadîs-i şerîf de konumuzun i'tikadî kısmına
ışık tutmaktadır. [149]
Cenâb-ı Kibriya (C.C.)
bütün insanları «tevhîd»e davet ediyor. Tev-hîdin ilk mertebesi «tevhîd-i
ef'al»dır. Bunun içindir ki âyette ubudiyyet Rububiyyete bağlanmıştır. Tâki
insanlar nîmeti görmekle tevhide karşı ünsiyet peyda etsinler de Allah'ı sevip
saygı duymaya koyulsunlar. Çünkü Allah (C.C.) halkı yaratmış ve nîmetini
onlara çeşitli yollardan, ve kanallardan ulaştırmakla sevgisini izhar etmiştir
Kullara düşen ödev, bu nîmet ve sevginin şükrünü ibâdetle edâ etmektir. Zira
ibâdet şükürden ibarettir. Ve ancak nîmet karşılığında olur. O halde ibâdetsiz
şükür, kuru laftan ibaret kalır.
Şeyh Muhyiddin
Arabî'ye göre;
«Allah «R a b»
sıfatının tecelliyatım kullarına tevcih edip has kılmıştır; tâki kulları da
ibâdet-u taati O'na has kılsınlar.. Hem Allah (C.C.)
kendisinden başkasına ibâdet
edilmesin diye yerleri, gökleri ve bu ikisinin taşıdığı bîr nice eşyayı
insanların hizmetine sevketmiştir.»
Bâzı mutasavvıflara
göre:
Bu makamda ayrıca ince
bir temsîl var: Beden yeryüzüne, nefs gök-kubbeye, akıl suya benzetilmiştir.
Feyezan eden amelî fazîletler ve akıl ile hâsıl olan nazarî üstünlükler hislere
teşbih edilmiştir. Nefsanî ve bedenî kuvvetlerin izdivacından da -Fâil-i
Muhtar'ın iradesiyle- nice nice semereler vücut bulur.
İmâm Kuşeyrî'ye göre:
«Tevhîd, Allah'ın bir
olduğuna hükmetmektir; eşyanın da (Hakk'ın halk-u İcadı ve O'nun san'atı olması
cihetiyle) bir olduğunu bilmektir.»
Tahkîk ehlinden
bazısına göre, Tevhîd, üç kısma ayrılır:
1. «Cenâb-ı Hakk'ın kendisini tevhidi.» Bu,
Hakk'ın kendisinin Bir olduğunu bilmesidir.
2. «Cenâb-ı Hakk'ın, halkı tevhidi.» Bu, kulunun
(kulluk mertebesi ve bu mertebenin imkân âlemine çıkarılması cihetiyle) bir
olduğuna hükmet-mesidir. Çünkü Allah kullarının hepsini, «Tevhîd-i Bârî»den
tecelli eden merhametiyle yaratmıştır.
3. «Halkın Hakk'ı tevhîdi.» Bu, kulun, Allah'ın Bir olduğunu bilmesi ve
O'nun Bir olduğunu yine O'ndan haber alıp haber vermesi ve tevhîdle
hükmetmesidir. [150]
«Yâ eyyühe'n-nâs!»:
«Yâ» harfiyle yapılan nida,
insanlardan hazır,
gâib, âlim, câhil, gafil, meşgul, dost ve düşman gibi ;ok gruplara şâmildir.
Hazır olana dikkatli olmayı; gaibe hazır olmayı; 3 bilgisini derinleştirmeyi;
câhile tarifi; gafile tenbîhi, dosta teşvîkî, auşmana tevbîhi ifade eder.
Ayrıca cümlede, uzakta
olana seslenilen «yâ» harfinin getirilmesinde ç önemli nükteye işaret vardır:
desi.
a) Teklîf edilen ibâdetin büyük bir emânet
olduğuna dikkati çekmek,
b) Kulluk derecesinin ulûhiyet derecesinden
pek uzak bulunduğunu hatırlatmak,
c) Çok uzaklardan (lâhuttan) mühim bir haberin
verileceğine bakışları çevirmek, bu cümledendir.
«U'büdû = İbâdet
edin!» İbn Abbas (RA), İbn Kesîr ve Kur-tubî'ye göre, bütün insanları «tevhîd»e
davet eöen bir emirdir.
Leâlleküm tettekun) :
İmam Sibveyh'e göre, «Leâlle» ile «Asâ», İnsanlar tarafından ise, terecci (ümit)
içindir. Allah tarafından ise, vücub içindir.
Endad, nidd'in cem'idir. Bu kelime mana
cihetiyle «Gecenin karanlığında kaygan siyah taş üzerinde karıncanın hareket
etmesinden» alınmadır. Bu manayla «nidd» en gizli şirk demektir. Meselâ :
«Falan adamın hizmetçisi olmasaydı evimizi sel basacaktı» demekte gizli şirk
vardır. (Bak; İ'tikadî yönüne)
«Leküm» İkinci şahıs
zamirinin başında gelen «lam» ihtisas İçin
değil de fiilde sebebiyet içindir. Öyle ki, yeryüzünün şu uçsuz kâinatta bir
döşek kılınışına sebep, insan nev'idir. Bu uğrağın yokluk karanlı-ğıyla
ebediyet yurdu arasında kurulmasına sebep İnsan olunca, mes'ull-yet de ona
râci'dir. [151]
Nezzele fi'ilinin «inzâbdan değil de
«tenzîl»den getirilişi, Kur'ân'ın parça parça indirildiğini ifâde etmek içindir.
Çünkü «inzal» bir şeyi bir defada indirmek, «tenzil» parça parça indirmek
manasını taşır. [152]
Abd kelimesi, Hazret-i Muhammed (A.S.)ın
Allah'ın kulu olduğunu, kendisine ulûhiyet sıfatı atfetmenin doğru
olmıyacağını hatırlatmak içindir.
Sûre, şehir etrafını kuşatan hisar
ve duvara denilir. Bu manayla birkaç âyeti içine alan kısma isim
olmuştur. Ayrıca mertebe ve şeref manasına da gelmektedir, şu iki mısra'da
kullanıldığı gibi..
«Harrâb ile Kadd
kabilesinin şerefte öyle bir sûresi (mertebesi) var ki, onun çevresinde en
yüksek uçan karga bile dolaşamaz.» [153] deki
üçüncü şahıs zamirinin Kur'ân'a mı,
Hazret-i Muhammed'e mi râci' olduğunda görüş farkı vardır. Tabiînden
Mücâhid, Ka-tade, müfessirlerden İbn Cerîr et-Taberî, Zamahşerî, Râzî ve İbn
Ke-sîr'e göre Kur'ân'a râci'dir. Sahabeden İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Tabiînden
Hasan el-Basrî ve bir çok muhakkiklerden de böyle rivayet olunmuştur. Diğer
bâzılarına göre, zamirin mercii Hazret-i Muhammed'dir.' Fakat birincilerin
görüş ve tefsîri maksat ve matlûba daha uygun kabul edilmiştir.
Abbas'a 9ore<
«şühedâ» a'van (yardımcılar) demektir. Suddî'ye göre «şürekâ» yani puta
tapınmakta putperestlere kolaylık göstermek suretiyle fi'le iştirak edenler,
demektir. Mücâhid'e göre, dâvalarını isbat için kendilerinden olan edip ve
füsahâyı çağırmaları kas-dediliyor.
Elbette yaparmyacaksınız. Zira «Len» harfi,
te'kid-i nefyi istikbal içindir ki, bu da Kur'ân-ı Kerîm'in ebediyyen bir
benzerinin getirilemiyeceğine dair ayrı bir mu'cizedir.
Yakıtı insanlar ve taş
olan ateşten bahsediliyor. Âyette cehennem yakıtı olarak sözedilen taş, hangi
taştır? Belle taşlaşmış karbon kütlesi kömürler olabilir. Ancak kömürler,
gerek şum ağları, gerek bileşimlerindeki karbon miktarı yönünden
birbirin-betiayr"'r!ar- Olu?'an e" eski olan taş kömürlerin ısıtma
değeri de o nisne yüksektir. Ve belki nisbeti en yüksek olan taşlar
kasdediliyor. Putperestlerin
tapındıkları taştan mamul
putlar da olabilir.
Geniş bilgi ayrıca Tahnm Sûresi
6. âyetin tefsîrine bakılması tavsiye olunur. Kur'ân'ın Tarifi kritiâinTvnn
K®rîm'in Allah ^rafından indirilen bir kitap olduğunun ilmî yapmadan önce onun
tarifini vermek konuyu daha iyi aydınlatır.
3 n: Allah tarafından
Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla Hazret-i Muhammed'e (A.S.) parça parça indirilen, mushaflarda
yazılı olan ve Peygamber (A.S.)dan şüphe götürmiyen bir tevatürle naklolunan
Kitab'ın adıdır.
Bu tarîf efradını
cami', ağyarını mâni' olduğu için diğer semavî kitaplar ve bilumum hadîsler
buna girmemektedir. Ayrıca tilâveti nesholunan,
ahkâmi baki kalanı
âyeti ile mütevatir derecesinde olmayan Ubey bin Kâ'b'ın kıraati ve şöhret derecesinde sabit olan İbn Mes'ûd'un kıraati bu tarifin dışında
kalır.
Usûlculara göre,
Kur'ân, nazım (söz dizimi) ve mananın tümünün ismidir. Ne yalnız nazım, ne de
yalnız mana Kur'ân sayılır. Öyle ki biz ancak manaya delâlet eden nazme Kur'ân
diyebiliriz.
Sadece mananın Kur'ân
olduğunu veya sayılacağını iddia edenler eksik değildir. İmam A'zam Ebû
Hanîfe'nin mezhebinin de böyle olduğunu söylerler. Bu zayıf görüş ve rivayete
dayanılarak, «Namazda, hiç bir özür yokken farsça kıraat caizdir» diye fetva
verenler de olmuştur. Çünkü onlara göre İmam A'zam nazm-ı Kur'ân'ı namazda bir
rükün saymamış, sadece mana üzerinde durmuş ve farsça ibarenin nazım yerine geçeceğini
söylemiştir. İmam Muhammed ile İmam Ebû Yûsuf'un da aciz hâlinde namazda başka
dile terceme edilmiş kıraatin cevazına fetva verdikleri rivayet edilir.
Fakat rivayetler
üzerinde yapılan ciddi tetkik ve araştırmalar neticesinde. İmam A'zam'ın bu
sözünden rücû1 ettiği kesin olarak anlaşılmıştır. Zira herhangi bir müctehidin
hatâ yapmaması imkânsızdır. İmam A'zam'ın hatâ yaptığı ve birkaç meselede kendi
görüşünden rücû1 ettiği rivayet yoluyla sabittir. Hem bu kadar kuvvetli
deliller dururken zayıf ve aynı zamanda rücû' edilmiş bir kavi ile amel etmek
doğru değildir. Biz bu zayıf rivayet ve görüşleri düşünmeden kabul edecek
olursak üç büyük mahzurla karşı karşıya kalırız:
1— Ya
Kur'ân'ın bütün usûlcularca kabul edilen tarifini ibtal etmek, 2— Ya da namazın kur'ân okumaksizm
caiz olduğunu söylemek, 3— Her iki
takdirde de Kur'ân'daki: «Onun benzeri bir sûre getirin,» âyetiyle hasımları
acze düşürmeye yönelik emri me'lûf mananın hilâfına te'vîl etmek gerekir. O
halde her üç takdir de mahzurludur. Çünkü Kelâmullah'ı tahrife yol açmakta ve
buna âdeta cevaz vermektedir.
Merhum Muallim Naci
(M. 1850-1893) bu hususa temasla en uygun cevabı nazmen vermiştir:
Elfdz maanî için
âyine-i sândır. Elfaza bakılmaz mı diyorlar, hezeyandır. Bir sönihanın olması
hakkiyle mübeccel, Olmağla olur sebku müeddası mükemmel.
Kur'ân-ı Kerîm'in
vahy-i ilâhî olduğuna hem lafzı, hem manası şahadet etmektedir. Başka delil
aramaya ne hacet? Arapların belagat, edebiyat, şiir ve hitabete karşı aşırı
sevgisini kim inkâr edebilir? Her yi! muayyen mevsimlerde «Ukaz» denilen yerde
toplanırlar; şâirler ve edibler şiir ve hitabet yarışına katılırlardı. Orada,
şiirin zirvesine çıkmış üstadlar hakemlik yapardı. Edebiyat Araplar arasında en
meşhur ve sevilen bir meslek hâlini almıştı. Şüphesiz ki onlan edebiyat
vadisine sürükleyen iki sebep vardı:
1— önce, Arapların çoğu çölde bulunurlardı. Cöl
yaşaytşı insanı düşünceye, bir sürü hayaller peşinde koşmaya, câhiliyet
atıfetlerini dizi hâlinde hatırlamaya çağırır ki bütün bu saydıklarımız
şairliği, güzel söz söylemeyi ilham eder.
2— Arapların
kabile hayatı övünmeye, düşmanlaşmaya, öcalmaya, aralıksız
savaşlara pek uygun düşüyordu. Bunun için de kendi kabilesinin mevkiini
yükseltecek, sânını, şerefini artıracak, hasım sayılan kabilenin kıymetini
sıfıra düşürecek yetenekli şâirlere çok ihtiyaç hissediliyordu. O sebeple
Araplar edebiyat ve şiire çok ihtimam gösterir, dâhi şâirlerin, belîğ
hatiplerin kıymetini bilir ve kadrini yüceltirlerdi.
Arabistan bu hava
içindeyken Kur'ân-ı Kerîm halkın son derece karışık ve ıztıraplarla dolu olan
kalblerine yol bulmak için en fasîh bir söz ve en belîğ bir üslûp ve manayla
indirildi. Arapları manen istilâ edebilmek için bu sahada onlardan daha
kuvvetli olmak ve ediplerin, hatiplerin âciz ve zayıf olduklarını ilân etmek
gerekiyordu. İşte Kur'ân bu evsaf ve bu özellikte gönderilmiştir.
İnsan yaratılışı icabı
en büyük iftihar vesilesi saydığı, en iyi bir iş o arak kabul ettiği ve üstün
bir himmetin eseri olarak gördüğü konuda yenilerek yardımsız ve zayıf kalacak
olursa, derhal manevî yıprantılara
grar ve bu halet-i
ruhiye içinde ümitsizlenmeye başlar.
Artık bundan sonra pek az şey
onu takviye edebilir.
de
K^'an'mnUa«einddüs,iMe"bU?Ük ÖVSÜ kaynakları °'an ^at vadtolıım°™Ştı.
Onların füMh«>OÜK^™?kln MUP kC"dlran başka bir âmil kal" tusaha ve
bulegâsı. Kur'ân'ın fesahat ve belâğatini görünce yerlere kapanıp secde
etmekten başka yol bulamamışlardı. O kadar ki, şâirlerin nefesi daralmış,
dilieri tutulmuş, ilhamları kesilmiş ve be-lâğatlerinin tamamı kendi dalgaları
arasında kaybolup gitmişti.
Kelâmüllah'ın benzeri
bir sûre getiremiyeceklerini kesin bir hükme bağlayan şüphesiz ki Kur'ân'm
kendisidir, beşer tarafından verilmiş bir hüküm değildir ve olamaz da. Çünkü
akl-i selîm sahibi böyle şartlı bir iddiada bulunamaz. Öyle ki, az çok
düşünebilen herkes, yeryüzünde kendisi kadar kuvvetli, dirayetli kimselerin
bulunduğuna inanır. O halde böyle bir hüküm ancak Kelâm sıfatıyla muttasıf,
ilmiyle her şeyi kapsayan ve her şeyden gereği gibi haberdar bulunan Allah'a
yaraşır. O, bunu Haz-ret-i Muhammed'în (A.S.) diliyle ilân etmiş ve bir benzen
daha getiri-lemiyecek özellikte olan Kur'ân'ı merhameten bütün insanlara göndermiştir.
Ebû'l-Alâ el-Maarrî
(M: 973-1057/H: 363-449) gibi müstehzi ve şaşkın bir Arap hakîm ve şâirinin
«el-Fusûl ve'l-Gayat» adlı eseri Kur'ân'a nazire olarak gösterilmiş ve
Kur'ân'm asırlardır mâbedlerde cilalandıktan sonra bu parlaklığı kazandığı
ileri sürülerek Ebû'l-AIâ'nın da eseri asırlar sonra bu değer ve parlaklığa
kavuşabilir, diye iddia edilmiştir. Fakat bu eser üzerinden dokuz asır gibi
uzun bir zaman geçtiği halde, ilerlemek, parıldamak şöyle dursun büsbütün
tazeliğini kaybetmiş ve okunmaz bir hâle gelmiştir. Allah'ın Resulünün
buyurduğu gibi, «Kur'ân-ı Kerîm çok tekrarlanmakla eskimez ve onun acayipleri
bitmez, tükenmez.» [154]
Zira onun bu yüksek cazibesi Allah'tan gelmedir. Demir işledikçe ışıldar,
Kur'ân tekrarlandıkça parıldar, ziya saçar. Te'siri her gün biraz daha artmakta
ve her asra yeni yeni kapılar açmaktadır. Başka eserleri onunla kıyaslamak
büyük bir hata ve safdillik olur. [155]
Allah dillerin
sımrıyla bağlı değildir; O her çeşit dilin, sözün ve kelimenin üstündedir.
İnsanoğluna, anlaşıp hayatlarını düzenli ölçü ve biçimde sürdürebilmeleri için
konuşma, uyum, anlaşma ve bağdaşma yeteneğini veren, ilk yarattığı insana
eşyanın ismini öğreten O'dur.
Kur'ân'dan önceki
kutsal sahifeler ve üç büyük kitap, hangi kabile veya millete gönderilmişse,
onların dili üzerine indirilmiştir. Çünkü İlâhî Kelâm'dan maksat, insanların
anlayıp amel etmesidir. Tevrat ve İncil'in ilk inen asıl nüshalarının İbranice
olduğu bilinmekte, Âdem ile Şit Peygambere indirilen sahifelerin Süryanice
olduğu sanılmaktadır. [156]
Allah'ın insanlara
fizik ötesinden, diğer bir deyimle mekânsızhktan seslendiğini ve onlara o yüce
âlemlerden haber gönderdiğini düşünürsek, son kitabın bütün milletler
tarafından her çağda iyice anlaşılabilmesi, üzerinde geniş etüdler
yapılabilmesi, ilmî araştırmalarla çağa ve çağın insanına hitap edebilmesi için
çok zengin kabul edilen ve insan ruhunun, düşüncesinin bütün inceliklerini
kelime kalıbına dökme özelliğine sahip bulunan Arapçayı niçin seçtiği
rahatlıkla anlaşılır. Bir ilim adamının da dediği gibi, inen vahy-i ilâhîyi,
cereyana -mecaz yollu- benzetirsek, Peygamber onun ampulü, dil d ampulün rengi
sayılır. İnen cereyan ampulün rengine göre ışık verir. Arapçanın akıcılığına
bir de ilâhî ahenk ve üslûp karışınca onun ne kadar çekici, okşayıcı, yürekleri
yufkalaştırıcı, ruhları heyecandan heyecana sevkedici olduğu kendiliğinden
ortaya çıkar. Böylece ilâhî olma vasfına yakışır bir ihtişam arzeder. Öyle ki
manasını anla-mıyanlar bile bu lâhutî ahenk ve kudret karşısında kendilerinden
geçerler. Ruhlar birer mıknatıs misâli o ahengi büyük bir iştiyakla kendine
doğru çeker, çektikçe zevk ve gıda alır.
Kur'ân'daki ilâhî
düzen ve dizi ner türlü ölçünün üstünde bir mükemmellik taşır. Arapçanın en
fasihini konuşan Bedevîlerden biri Kur'ân âyetlerini bilmediği halde hafızın
AZİZÜN HAKÎM yerine AZİZÜN GÂFÛR okumasında bir ahenksizliğin meydana
geldiğini farketmiş ve hafızı uyarma ihtiyacını duymuş olması, Kur'ân'm ilâhî
ahenk ve üslûbunun kesinlikle
diğerlerinden
ayrıldığına ve benzerlik kabul etmediğine bir delil sayılmaz mı?
O nedenle Kur'ân ancak
Kur'ân'dır, başka bir sözle kıyas edilemiye-cek kadar müstesna bir özellik
taşımaktadır. [157]
Şanı yüce Allah tevhîd
ve nübüvvetin öneminden ve bu ikisiyle ilgili mı ve mant.kî delîllerden
bahsettikten sonra dönülecek günde kâfirlerin baâîı r-9'-rZC!bin Şİddetine
dikkatleri çekti. 25. âyetle de tevhîd akidesine nanları h h' Muhammed'yye'ye,
Kur'ân'm lâhutî olduğuna dosdoğru ina-nu nnLT SQadet yurduvla müideliyerek
mutlak adalet sahibi olduğunu anlayabilen kalblere rahmet havas, estiriyor.
bahsettîkten sonra jy'ler Mn va'dettiği, hazırladığı
ıaı- kulakların duymadığı, gönüllerin idrâk edemediği- nî-metleri
sıralamak âdet-i nahiyedendir.
İlk nazarda birkaç yıl
küfr-ü tuğyanda bulunup kâfir olarak ölen bir insanın ebediyyen azap görmemesi
hâtıra gelirse de, hakikat hiç de öyle değildir. Çünkü öncesi ve sonu oimıyan
Allah'a karşı tuğyan etmek veya O'nun indirdiği esasları red ve inkâr etmek en
büyük bir cinayettir ki bunun cezası ancak ebedî bir azap olabilir.
Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah İslâm'a Giriş adlı eserinde bu konuya temas ederek aynen şöyle
diyor: «Acaba cehennem kâfirler (inanmı-yanlar) için ebedî midir? İslâm din
âlimlerinin bu husustaki reyleri birbirinden farklıdır. Onlardan büyük bir
çoğunluk, bir Kur'ân âyetine istinaden Allah'ın, Allah'a inanmamak hâriç her
suçu, her günahı afvedeceğini, fakat inanmiyanların cezasının Allah'ın lûtfu
ile bir gün sona ereceği mütalâasında bulunurlar. Bu âlimler bu mütalâalarını
da Kur'ân'ın bâzı âyetlerinden çıkarırlar.» (Nebe' Sûresi: 23. ayet tefsirine
bak)
Böyle bir yorumda daha
çok tasavvuf erbabı bulunmuştur. Nitekim Muhyiddin Arabî Fütuhat-i Mekkiyye
adlı kitabının üçüncü cildinde bu anlamda fakat değişik bir ifadeyle konuya
geniş yer vermiştir. [158]
25— Dosdoğru
imân edip iyi-yararli amellerde bulunanlara müjde ver ki, onlara altlarından
ırmaklar akan Cennetler vardır. (Oraya girdikleri zaman) kendilerine oradaki
meyvadan ne kadar bir rızık verildiğinde, «bu daha önce de rızıklandığımız
şeylerdendir» diyecekler. (Evet) onlara
/renk ve çeşit bakımından
az da olsa dünyadaki veya kendilerine az önce sunulan meyvalara) benzer (fakat
lezzet ve nefaset bakımından çok farklı ve üstün meyvalar) verilecek. Hem onlar
için orada (dünyada kadınlara arız olan her türlü kusurlardan arınmış) tertemiz
eşler vardır ve onlar orada ebedî kalıcılardır.
«Cennet ırmakları misk
tepelerinin veya misk dağlarının aitından kaynayıp çıkar.» [159]
«(Cennettekilerden)
birine (içinde yiyecek bulunan) tabak getirilir. Ondan bir miktar yedikten
sonra başka bir tabak getirilir. O, bu, biraz önce bize verilen (değil mi)dir?
der. Melekler: Sen ye de (bak). Renkleri birdir, fakat tat(ları) ayrıdır
derler.» [160]
«Cennet ehli (cennet
nimetlerinden) yerler, içerler (fakat) idrar ve dışkı yapmazlar. Sümkürmez ve
tükürmezler. Nefes ile ilham olundukları gibi hamd ve teşbihle de ilham
olunurlar. Yediklerinin tortusu (posa) geğirmektir ve misk kokulu terdir.» [161]
Ebû Hüreyre (R.A.)den
Resûlüllah (A.S.)ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
Allah Teâlâ: «Sâlîh
kullarım için Cennet'de hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşerin gönlünden geçirmediği bir takım nimetler hazırladım»
buyurmuştur. [162]
İmân ve amel,
elektriğin ( + ) ve (—) yüklü iki teli gibidir. Biri diğersiz akım sağlayamaz
ve ışık vermez. Her birinin elektrik yükü ve ışığı ken-iinde gizlidir. İmân
amelle birleşince asıl semeresini verir. Amel de îmân-)irleşince asıl değerini
kazanır. İmânı pozitif elektrik yüklü bir cisme, ıeli de negatif elektrik yüklü
başka bir cisme benzetecek olursak, cimler birbirine dokundurulunca, elektrik
akışkanı iki cismin, çok yüklü undan az
yüklü alanına akar ve arzulanan netice elde edilir, ışık ve-
rir. Yalnız «inandım»
diyen ve fakat bir türlü amele yaklaşmayan kimsenin kalbinde dış varlığıyla
etrafını aydınlatmıyan bir nûr vardır. Amelle birleşmezse hep öyle kalır. Bunun
içindir ki Eş'arîler «amel îmândan bir cüz'dür» demişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de
îmândan bahsedilince akabinde amelden söz edilir. İkisi birbirinden ayrılmayan
ikizlerdir. Hem kâinatta her şey çift yaratılmıştır. İmânla amel bu ilâhî
kanunun dışında düşünülemez. [163]
Cennet ve cehennem
ebediyete doğru uzanan hilkat ağacının mey-valı iki dalı, kâinat silsilesinin
sonsuzluğa doğru akıp giden ırmaklarının döküldüğü iki büyük havuzdur. Cenâb-i
Allah ibtilâ ve imtihan için bir çok hikmetlerle dolu şu âlemi yaratmak istedi.
Haytr ve şerri birbirine karıştırarak, beşer aklı bunları birbirinden ayırsın
diye imkân sahasına yerleştirdi. Âlemin bir gün yaratıldığı gibi, bir gün de
değişmesini, tahavvüle uğramasını irâde etti. Sonsuz gayeler için hayır ve
şerri, iyilik ve kötülüğü karışık bir şekilde -cennet ve cehenneme tohum olmak
üzere- kâinat tarlasına serpti. Sonra da peygamber ve kitabı akla rehber
olarak gönderdi.
O halde bu âlem insan
için bir imtihan meydanı ve müsabaka stadyumudur. Burada iyilikle kötülüğün
birbirine karıştırılması, insanların tef-rîk kabiliyetini ölçmek, nâm ervahla,
olgun ervahı tâyin etmek içindir. İmtihan müddeti bitince kâfirler şer
ırmağının akıntısında cehennemi, mü'minler de hayır ırmağının akıntısında
cenneti boylarlar.
Bunun içindir ki Allah
kâfirlerin ebedî yurdundan bahsederken oranın yakıtının insanlarla taş
olduğunu beyân ediyor ve mü'minleri de sonu gelmeyen ebedî saadet yurdu eennet
ile müjdeliyor.
Ebedî saadet, imtihan
alanında iyilikle kötülüğü birbirinden ayırmakta ve ruhu sonu gelmiyecek bir
hayat için hazırlayıp olgunluk mertebesine yükseltmektedir. Bunun için de
göklere ve yere bakıp Allah'ın mutlak terazisinin ^adaletten başka bir şey
tartmadığma akıl erdirmek ve hayatı bu adalet ölçülerine göre programa almak
gerekir. [164]
Ası1 saadet zâtullah
ve sıfatullah'ı bilmektedir. İnsan Allah'ı bildiği ve O'nun kudretini sezdiği
nisbette mes'-uttur. Bu bilgi ve sezgiye sahip olan mü'min kulun ruhu âlem-i
kudse çevrilmiş bir ayna gibidir. O âlemden aldığı ışığı iç varlığından dış
varlığına yansıtmasıyla mârifet-i Nahiyenin lezzetini bütün heyecanıyla tadar.
Fakat bununla beraber
lezzet ve sürürün kemâlini bu dünyada ekte edemez. Çünkü bedenî ve nefsânî
ilgiler buna engeldir. İlgi ve bağlar kopun-ca beden ara yerden kalkınca büyük
saadet ve üstün gıpta hâsıl olmaya başlar.
Hulâsa: Bütün ruhanî
saadetlere insan öldükten sonra kavuşabilir. Ve o âlemde kendisine bir nîmet takdim
edilince, bu, dünyada da bize rı-zık olarak verilmişti, der. Bu, âhirette hâsıl
olacak nefsânî kemâlâtın dünyada da mevcut olduğunu, ancak lezzet bakımından
aralarında büyük farklar bulunduğunu ifâde eder. [165]
Beşşîr, emri, ya
doğrudan doğruya Resûlüllah'a (A.S.), ya da Kur'ân'ı okuyan her rnüslümanadır.
İkincisi daha uygun görülmüştür. [166]
(Vav) harfi ile,
Kur'ân'a dosdoğru inanan kalbi ve yüzü pâk zümrenin güzel hâli, küfür
bataklığında kalan bedbaht güruhun kötü hâli üzerine atıf yapılmıştır.
«Amel-i salih», Muaz
bin Cebel'e.göre: Bilgisi, iyi niyete, sabır ve ih-iâsa dayanan her iş
demektir.
«Cennât», cennetin cem'idir. Cennetin İûgat
mânâsı, içinde sık ve koyu gölge yapan ağaçlar ve gönül açıcı bitkîler bulunan
bahçe demektir, İsim olarak, ebedî saadet yurduna delâlet eder. İbn Ab-bas
(R.A.), yedi cennet olduğunu söyler ve isimlerini şöyle sıralar: Firdevs, Adn,
Naîm, Dârü'l-hüld, Me'vâ, Dârü's-seiâm, İlliyyîn. Her cennette de nice makam
ve mertebeler vardır. [167]
İbn
Abbas, İbn Mes'ûd
ve diger bâzı sahabeye göre :
Cennet ehline meyva getirilince, onlar ona bakarlar da «Biz daha önce dünyada
iken bununla rızıklanmıştık» derler. İbn Cerır et-Taberî de bu âyeti böyle
tefsir etmiştir.
Ikrıme'ye göre: «Biz
daha dün bunun benzeriyle rızıklandık,» derler.
vzâı ve İbn Ebî
Kesîr'e göre : Cennette mü'minlere sunulan mey-arın renkleri bir, tatları
ayrıdır. Bu sebeple cennet ehline meyvalar su-unca, «Biz daha biraz önce
bununla rızıklandık!» derler. Melekler: «Hayır, bunların renkleri birdir, ama
tat ve lezzetleri değişiktir,» derler.
Süfyan es-Sevrî'ye
göre : Cennet meyvaiarı renk ve şekil itibariyle dünya meyvalarına benzerler.
İ'bn Abbas'a (R.A.)
göre: Kir ve
cefâdan temizdirler. Mücâhid'e
göre : Hayız, dışkı, bevil, sümük ve tükürükten, meni ve çocuk doğurmaktan
temizdirler. Katade'ye göre : Ezâ ve günahlardan temizdirler. İbn Cerîr'e göre
: Hayızdan temizdirler.
«Hulûd» aslında
uzun süreli devamlılıktır.
Bu mânâ ile ocak
taşlarına «Havâlid» denilmiştir. «Te'bîd» ile kayıtlandığı zaman, sonsuzluk
ifâde eder. [168]
Geçen âyetlerde
temsilin bir kaç nev'ine yer verilerek inkarcı sapıkların ve karıştırıcı
münafıkların hâlinden ve hakka karşı menfî tutumlarından bahsedilmişti. Bundan
sonraki iki âyetle de temsilin hisse hitap ettiği ve bu bakımdan halk üzerinde
geniş te'sirler yapacağı ve esasında bunun bir imtihan olduğu akıl sahiplerine
hatırlatılıyor.
Hem önemsiz şeylere
küçük fakat kavranması kolay misaller, önemli şeylere düşündürücü büyük misaller
getirmek semavî kitapların uslû-bundandır. Hükemâ ve büleğânın sözlerinde de
buna sık sık rastlanır.
Kur'ân-ı Kerîm'de de
-halkın daha iyi anlayabilmesi için- bu üslûp tâkib edilmiştir. Câhillere göre
ehemmiyetsiz sayılan bir misalin, erbab-ı kemâli derinden derine düşünmeye
sevkettiği için büyük bir değer taşıdığını unutmamak lâzımdır. [169]
26— Allah
şüphesiz ki bir sivrisineği ve ondan (hilkat ve san'at inceliği bakımından)
daha büyüğünü, (yapı itibariyle daha küçüğünü) misâl getirmekten çekinmez.
İmân edenlere gelince, onlar bunun Rabları tarafından hak olduğunu elbette
bilirler. Küfre saplananlar ise, «Allah bununla misâl olarak neyi murad
etmiştir?» derler. (Allah) bununla (insanları imtihan ederek) bir çoğunu
(bilgisizlikleri ve nankörlükleri yüzünden) şaşırtır. Bir çoğunu da (bilgili
oldukları ve akıllarını hayra kullandıkları için) doğru yola iletir. (Fakat)
bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.
27__ O fasıklar
ki, Allah'ın (Elestu bi-Rabbiküm = Ben sizin Rabbıniz degıl miyim? hitabındaki
veya semavî kitaplarda geleceği haber ve en son peygambere inanmaları
hususundaki) ahdini tevsik ettikten son-
lâkî °2°rlar; Allah'm (biraraya getirilip) bitiştirilmesin i emrettiği
(dinî, ah- keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte zararda ilanlar ancak
onlardır.
İbn Abbas (R.A.), İbn
Mes'ûd (R.A.) ve diğer bâzı sahabîlere göre: Cenâb-ı Allah
münafıklar hakkında ve 17,
18. âyetlerle misal verdiğinde Medine'deki münafıklar, Peygamber'e ve Kur'ân'a
iftirada bulunarak: «Allah bu gibi basit misalleri vermekten çok yücedir»
dediler. Yahudiler: «Allah bu gibi değersiz, âdi şeyleri anmaktan neyi murad
ediyor?» diyerek Kelâmüilah'ı küçümsediler. Bâzı müşrikler de: «Bu gibi
değersiz şeylerden bahseden bir tanrıya biz tapmayız» diye inatlarını bir kat
daha artırdılar. Bunun üzerine 26, 27. âyetler indirildi.
Abdurrezzak Kemalüddîn
bin Abdülganâim (H. 727/M. 1326) in İmam Katade'den yaptığı rivayete göre:
Allah müşriklerin hâlini örümcek ve sineği misal vererek belirttiğinde,
inkarcılar dediler ki: «Örümcek ve sinek... İki değersiz şey, bunlar da ne
oluyormuş ki Muhammed'în Tanrısı bunlardan bahsediyor!»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler inmiştir.
Rebî' bin Enes'den
yapılan rivayete ve İbn Cerîr et-Taberî'nin beyânına göre: Allah Teâlâ bu iki
âyeti dünyaya misal olarak vermiş. Sivrisinek aç kaldığı zaman daha iyi uçar,
doyunca zor hareket eder. Hallerine uygun getirilen misalden de anlaşılacağı
gibi inkarcılar da dünyalığa iyice dalıp tuğyanları artınca Allah
hareketlerini keser de yeryüzünde onları perişan kılar.
İbn Cerîr et-Taberî
böyle bir tefsirde bulunmakla beraber İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'dan yapılan
rivayeti ihtiyar ettiğini söyler. [170]
Küfrün sarhoşluğuyJa
gözleri dönen ve bu yüzden Allah'a dosdoğru inananların kanına susayan kâfirler
bu konuda sivrisineğe benzetilmiştir. Ne uygun bir benzetme!
İnsanlığın en korkunç
düşmanı, komünizm ile ateizmdir. Bu doktrinin kurtarıcı olduğuna inananlar
amansız bir inkâr hastalığı mikrobunu etrafa saçmakta ve girdikleri her
topluluğu zehirlemeğe çalışmaktadırlar. Asr-ı saadette olduğu gibi bugün de
yirminci asrın icap ve metodiarıyla beşeriyetin, bilhassa mü'minlerin huzurunu
kaçıran bunlar icrâ-yi faaliyet etmektedirler.
Kur'ân-ı Kerim bunları
sıtma sivrisineğine benzetmektedir. Şöyle ki: Sıtma sivrisineği (Anopheles
maculipennis) yeryüzünde yaşayan en tehlikeli böcekler arasında geniş bir saha
kaplamaktadır. Malarya adı verilen ve insanlığın en korkunç düşmanlarından
biri olan amansız hastalığın te'sirlerini taşırlar. Bu hastalığı meydana
getiren asalak tipten hayvancıkların ömrü ikiye bölünmüş gibidir. Ömürlerinin
bir bölümünü bu sivrisineğin vücudunda, geri kalan bölümünü de insan vücudunda
geçirirler.
İşte komünistlerle
ateistler de böyledir. Ömürlerinin bir bölümünü komünizm eğitim merkezlerinde,
diğer bölümünü de mukaddes mefhumları, dinî akideleri altüst etmek,
gönüllerdeki îmân ışığını söndürüp yerine maddeyi yerleştirmek için insanların
arasında geçirirler. Bunların az veya görünüşte zayıf olduğuna hiç bir zaman
aldanmamak lâzım. Sivrisinek de küçücük bir böcektir; fakat taşıdığı zehir ve
soktuğu iğne hayvan derisini delecek kudrettedir.
Sivrisinek konduğu
yüzeyde eğik olarak durur. Komünistle ateist de bulunduğu cemiyetin bünyesinde
eğik durur.
Şurada bir hususa daha
işaret etmek yerinde olur: İnsanları ısıran ve zehirliyen dişi
sivrisineklerdir. Dinsizler de böyledir; kadını bir ifsat meta'i olarak
hazırlar ve şehvete hitap eden, aklı perdeleyen bu varlığı her türlü neşir ve
eğitim vasıtalarıyla insanlar arasına sevkederler.
Allah ne güzel misal
veriyor! [171]
Kur'ân'a ve onu tebliğ
eden Hazret-i Muhammed'e (A.S.) bir türlü inanmıyan ve inanmak istemiyen kalbi
kara bir sürü müşrik ve münafıklar, Allah'ın Kur'ân'da büyük hikmetler, ilmî
ve ahlâkî gerçekler taşıyan misallere yer vermesini, özellikle kâfirlerin tutum
ve hallerine uygun ola-ak örümcek ve sinekten bahsetmesini yererek İslâm
dininin kadrini düşürmeğe, Kelâmüllah'a nakîse getirmeğe bir delîl ve şahit
saydılar ve durmadan bu konuda şüphe havasını estirmeğe başladılar. «Bu gibi basit
\eo kadar âdi misaller Allah'dan nasıl sâdır olabilir? Biz bunu O'nun
yüceliğine yakıştıramayız», dediler.
Bu münâflklarm îmân
kafasına karşı giriştikleri hamlenin bir tara-imân '. !lâhî hikmetleri üstün
bir misalle açıklıyarak mü'minlerin mini
artırdl ve aynı zamanda onların hamlesini de zararsız hâ-ıe yetirdi.
Allah bir sivrisineği
ve onun üstünde daha küçük, fakat ilâhî san'atın inceliğini belirtmekte daha
büyük bir böceği misal getirmekten çekinmez. Çünkü O, küçücük varlıkların da,
büyük varlıkların da Rabbisidir. Sineği de fili de yaratan O'dur. Sineğin
yaratılışındaki ilâhî mu'cize ne ise, filin de, yaratılmasındaki mu'cize odur.
Bu mu'cize fiziko-şimik kanunlarla bir türlü izah edilemiyen hayat mucizesidir
ki onun muğlak sırrını Allah'dan başka kimse bilmez.
Demek ki, misalde olan
ibret, hacim ve şekilde değildir. Misaller ten-vîr ve tebsîr edevatıdır.
Akledip düşünebilen bir topluluk için ilâhî misallerde ne büyük hikmetler
vardır. Her şeyden önce lüzumlu bir imtihandır. Aklını kullanan hakikî
mü'minler bu misallerin Allah'tan olduğunu bilirler. [172]
Dinden idlâl etmenin
lügatçe mânâsı: Dini terketmeye çağırmak ve dini her vesîleyle gözden düşürmeye
çalışmaktır. Allah'ın Kur'ân'da şeytana ve Rr'avn'a izafe ettiği «Fir'avn,
kavmini (doğru yoldan) saptırdı ve
onlara (bir türlü) doğru yolu
göstermedi.»«şüphesiz ki o, apaçık saptırıcı bir düşmandır.» idlâl bunu
ifâde eder.
İdlâl'ı bu mânâyla
Allah'a izafe etmek caiz değildir. Çünkü Allah ne insanları küfre ve sapıklığa
çağırır, ne de onları bu yola tahrik eder. Bilâkis bundan men'eder ve
dinlemeyerek inat edenler için acıklı bir azabı va'deder.
Bu bakımdan icmâa göre
de: Kur'ân'da Allah'a izafe olunan idlâl'ı zahiri üzerine hamledip
mânâlandırmak asla doğru olmaz. Te'vîl etmek lâzımdır. Cebriyye ve Kaderiyye bu
nisbeti, «Allah küfrü ve dalâleti on^ larda yaratmış ve böylece onları îmândan
men'ederek onlarla îmân arasına bir perde germiştir» şeklinde te'vîl
etmişlerdir. Mu'tezileye göre: Bu te'vîl ne lügatin aslıyla, ne de aklî
delâletle bağdaşabilir. Zira bir kimseyi bir yoldan cebren men'etmeğe
(adallehu) denilmez de (menaâhu) denilir. Sonra Allah iblis ile Fir'âvnJı
«idlâi edicilikle» vasıflandırıyor ki ne iblis, ne de Fir'âvn dalâletin
yaratıcılarıdır.
Aklî yönden
bağdaşamadığına gelince, Allah'ın hem dalâleti insanlarda yaratması, sonra da
onu îmân ile mükellef kılması iki zıddı cem'edip teklifte bulunması demektir
ki, bu, zulüm ve adaletsizliğin tâ kendisi olmuş olur.
O halde «idlâl»
Allah'a nisbet edildiği yerlerde «ibtHâ» ve «imtihan», «tenkil» ve «ukubat» ile
te'vîl olunur. Diğer bir görüşe göre «idlâl», dalâletle adlandırma, demektir
veya «dalâl» ile «idlâl» azap ve ta'zîb, demektir. Ayrıca «ibtâi» ve «ihlâk»
mânâlarında da kullanılmıştır. [173]
Hakk'ı inkâr eden bir
kâfir ve sapık, Allah katında bir sivrisinekten daha değersiz ve daha aşağıdır.
Çünkü sivrisinek ne için yaratılmışsa, onu aksatmadan yapmakta ve ölünceye
kadar bunu terketmemektedir. Kâfir ve münafık ise, yaratıldığı gayenin hilâfına
hareket eder, bulunduğu mertebe-i insaniyenin mihveri dışına çıkar.
Allah'ın verdiği
misalleri küçümseyen câhillere «fâsikîn» deniliyor. Çünkü onlar kalb makamından
nefs makamına inmişler; Rahmân'a itaati bırakıp şeytana uymuşlardır. O kadar ki
Allah'ın «Elestü bi-Rabblküm» hitabına verdikleri müsbet cevabı ve bu cevabın
taşıdığı ahdi bozmuşlardır.
Bu sebeple beşeriyetin
hayat muvazenesini altüst etmeğe âlet olmuşlar, ebediyete uzanan nûrânî
cevherleri, fâni zulmetler içinde yitirme bedbahtlığına düşmüşlerdir. [174]
fiili, İbn Kesîr'e göre, «lâ-yestenkifu =
çekinmez» mâ-"înâsına; Medârik'e göre, «terketmez» manasınadır. Çünkü terk,
hayanın levazımındandır. Hayanın asıl mânâsı, kötü bir şeyi -yerilir korkusuyla-
yapmaktan vazgeçmektir. Diğer bir tarifle: Nefsin sıkılmasıyla yüzde beliren
kızartı demektir. O halde haya, kötülüğe cür'et ile hacalet arasında ortalama
bir haslet-i hasenedir.
Bu mânâyla hayanın
Allah'a nisbeti asla doğru değildir. Bununla beraber nisbet edilmiştir. Çünkü, temsili terketmeye başlıca
sebep haya )labıhr. Haya ise
Allah hakkında muhaldir. O halde temsili terke bir se-ep yoktur. Bunun için
«Lâ-yetrükü» değiİ de «lâ-yestahyi» buyurulmuş-
inkârı caiz olmayan
zihin hâricinde sübût bulmuş şey demektir.
Cehlin sapıklığa,
ilmin doğruya ve iyiye yo'
açacağın! beyân eder.
Fösîk, îmân sınırından
dışarı çıkan kimsenin sıfatıdır. Şeriâtîe ise, büyük günah işlemekle ilâhî
emirden dışarı çıkan kimse demektir. Bunun üç derecesi var: 1— Büyük günahları hoş görmediği halde
bâzan onu işler... 2— Günahın
büyüklüğüne aldırış etmeden işlenmesini i'tiyad edinir... 3— Tasvîb ederek onu işler...
Üçüncü derecede bulunan
kimse imândan sıyrılır, küfür kaftanına bürünür. Asıl tehlikeli olanı da
budur. [175]
Darb, bir şeyi diğer
bir şeye vurmak manasınadır. Burada «Darb-ı mesel» terkibi, mesel (misal}
getirmek, mânâsında kullanılır. [176]
Sânı yüce Allah
varlığıyla, birliğiyle ilgili delilleri, Hazret-i Muhammed'-in (A.S.)
risâletine, dönülecek günün hak ve gerçek olduğuna dair hüccetleri vecîz bir
üslûpla bir bir beyân ettikten sonra, bütün mükellefleri (ergenlik çağına
girmiş insanları) kapsayan büyük nimetlerinden bahsediyor ve bunca delâil ve
belgeler karşısında küfre sapıp, saplanmanın hayret uyandırıcı bir hal
olduğunu, hele aki-i selîmle asiâ bağdaşamıyacağını hatırlatarak buyuruyor. [177]
28— Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?! Halbuki siz
ölüler (gibi) idiniz de O sizi diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, sonra
tekrar diriltecek. Sonra da (âhirette) yalnız O'na döndürüleceksiniz.
29— Yeryüzündeki bütün şeyleri sizin yararınıza
yaratan, sonra gökyüzüne iradesiyle, saltanatıyla yönelip onları yedi gök
hâlinde sağlam bir (sistem ve) düzene koyan O'dur. O her şeyi hakkıyla
bilendir.
Allah Teâlâ buyurdu
ki. «Âdemoğlu beni yalanlamak istedi. Halbuki bu hakkı değildir, ona asla
yaraşmaz. Âdemoğlu bana küfrediyor, noksan fâmlf nâdA,!dİyor' Bu da hakkl
deÖtoHr» ona yakışmaz. Onun beni yalan-amasi: «Allah İlk defa beni yarattığı
gibi, öldükten sonra da tekrar di-"trnege kadir değildir» demesidir.
Halbuki, ilk yaratılış tekrar diriltmekten daha kolay değildir.
Bana küfretmesî ("oksan
sıfatlarla beni vasıflandırması): «Allah evlat edindi demesidi
Halbuki ben her türlü
kendisine m"htaç
olduğu tek bir mabudum ki, doğurmadım, adım, hiç bir şey bana denk ve benzer
olmadı ve olamaz da.» [178]
Diğer bir hadiste
yerin ve göklerin tam bîr düzen içinde yaratıldığı belirtilerek buyuruyorki.
«Cenâb-ı Allah toprağı
(yerküreyi) cumartesi günü yarattı., Ondaki dağları pazar günü yarattı.
Ağaçları pazartesi günü yarattı. Mekruh şeyleri salı günü yarattı. Nuru,
çarşamba günü yarattı ve perşembe günü de yeryüzünde yürüyen ve hareket eden
hayvanları yarattı. Âdem'i de cuma günü İkindiden sonra cuma saatlarından en
son saatte yani ikindiyle akşam arasında yarattı.» [179]
Açıklama : Hadîste
belirtilen her gün, süresi çok uzun olan bir döneme eşittir. Çünkü Kur'ân'da
«yevm» tâbirinden çoğu yerde bu mâna kasdedilmiştir. [180]
Ölü iken dirilmek,
sonra yine ölmek ve sonra yine dirilmek ve hakikî bir hayata kavuşmak, bize
neleri ilham ediyor?
Âyet, insanların henüz
belirgin bir hayata ulaşmadan önce ölü olduklarını söyler. Ölüm bir hayatın
sona ermesiyle vuku bulacağına göre ilk hayat diye bir Kaaeme var mıdır? Varsa
bunun keyfiyeti tesbit edilebilmiş midir?
Ceninin oluştuğu
nutfenin, alınan gıdalardan, meydana geldiğinde, bu gıdaların da menşeinin
topraktan çıkan ürünler olduğunda din ile ilim müttefiktir. İnsanın bu ilk hâli
ölü bir devredir. Demek ki ölmek, tamamerf yok olmak demek değildir. İnsan için
ebedileşme doğrultusunda tekâmü-ie doğru atılan adımlardan biridir.
Ölü bir vaziyette olan
insanın ilk devresi, eşsiz bir kudretin varlığına kuvvetli delillerden biridir.
İnsanî ve hayvanı ruhun bu canlı madde (sperma, pıhtılaşmış kan ve nihayet et
parçası) içine girmesiyle yarı bir hayat başlar. Buna «Ölümden dirime gerçek
intikal» denir. Rûh bu canlı maddenin içinde bulunmakla beraber -diyebiliriz
ki- zaman ve mekânın dışındadır. O kadar ki ilmî salahiyetin ulaşamiyacağı ve
tesbit edemiyeceği bir mertebe ve niteliktedir. Elimizde onun varlığını ve
keyfiyetini tesbit edecek hiçbir âlet ve vasıtamız da yoktur. Sadece dinin
verdiği ipuçları ve ruhun kendi tezahürleri vardır.
Ve yine ruhun canlı
maddeden ayrılmasıyla ikinci, fakat daha başka bir ölüm başlar. Ancak din
burada ölümü ilimden daha ayrı ve daha doyurucu bir şekilde tefsîr eder. Ölüm
-az yukarıda da belirttiğimiz gibi- bir
son değil, ölümsüz bir
hayata başlangıçtır; insan için zarurî bir tekâmüldür. Rûh bedenle beraber
dağılacak yerde; yükselmeğe devam eder ve şahsiyetini kaybetmeden Allah'a
ulaşır. Allah'a ulaşılan sahanın eşiğini geçmeğe muvaffak olan mutasavvıflar
daha bu dünyada iken Allah'ın cemâl sıfatına nail olmuşlar ve Allah'a lâyık
kul olanlara ölümden sonra bahşedeceği -tarif edilmesi imkânsız- sevinci
duymuşlardır.
Bedenle kaynaştırılan
rûh, ondan nasıl ayrılabilir ve ebediyen ondan uzak kalabilir mî? Buna cevap
verebilmek için önce ruhun ebediliğine inanmak lâzımdır. Din bu konuda
mü'minleri tatmin edecek kadar etraflı bilgi vermiştir. Bunun yanısıra ilmin
de bize verdiği bir ipucu vardır: Elektrik ampulünün içindeki tungsten telinin
etrafa yaydığı ışığı tekmil eden fotonlar lambanın dışına fırlayarak boşlukta
bitmiyecek bir seyaha-ta girişirler. Lamba söndüğü vakit etrafa yaydığı
fotonlar yok olmaz. Astronomlar bundan belki 400 milyon ışık senesi evvel
sönmüş olan yıldızlardan gelen fotonların negatiflerini tesbit etmişlerdir.
Böylece maddeden ayrılan ruhun sonsuzlukta ilerlemeğe devam ettiğine inanmak
daha mâkul olmaz mı?
Tekrar dirilme, canlı
maddeyle kaynaşan ve asıl onunla zevkli bir hayat sürebilen ruhun ilâhî emirle
tekrar maddeye dönmesiyle mümkündür. Canlı maddenin çürüyüp şekil
değiştirmesinden sonra tekrar ilk yaratılış gibi ilâhî irâdeyle eski şekline
-son derece mukavim olarak- bürün-mesi, ilk yaratılışından daha zor olmasa
gerek. O halde inkâr etmek büyük bir şaşkınlıktır.
«Yeryüzündeki bütün
şeyleri sîzin yararınıza yaratan, sonra gökyüzüne iradesiyle, saltanatıyla
yönelip onları yedi gök halinde sağlam bir (sistem ve) düzene koyan O'dur.»
Bahsedilen bu yedi semâdan murat nedir? Eski ve yeni müfessirler çeşitli
ihtimaller yürütmüşler. Bâzıları güneş sistemi olduğunu söyler. Muhyiddîn
Arabî de aynı kanaattedir. Bugün astronomların keşfettiğine göre güneş sistemi,
güneş ve dokuz gezegenden meydana gelmiştir. Biz bunların her birini Kur'ân-ı
Kerîm'in tabiriyle bir semâ (gök) kabul edecek olursak, yedi gök değil de dokuz
< olması gerekir. Ancak dünya (üzerinde yaşadığımız için) ve bir de
lerkür'ü (güneşe çok
yakın ve en küçük gezegen olduğu için) çıkaracak olursak, ne derece isabetli
bir tefsîr yapmış oluruz?... Zira kâinat o kadar
uyüktür ki, güneş
sistemi gibi nice sistemler vardır. O halde ikinci bir h-|im!fe\vedi 9°kten
maksat, sayılmıyacak kadar çok yıldızın, kümeler
alinde bir araya
getirilerek « g a I e k s i » adı verilen yedi grup mudur?
stronomide bu yedi
grup yıldız şu isimlerle belirtilmiştir: 1—
Büyük ma-1 Nebula'sı, 2— Duman
halkası {Saka takım yıldızı), 3—
Spiral Galeksi (Başak takım yıldızı), 4—
Andromeda Nebula'sı, 5— Güneş
sistemi, 6— Samanyolu, 7— Herkül yıldızlar kümesi.
Kimbilir, ilim ileride
daha ne mesafeler kat'edecek ve Kur'ân-ı Ke-rîm'i daha iyi tefsir etmek için ne
kapılar açacaktır? Mülk sûresi 5. âyette : «And olsun ki biz, Dünya semâsını
(veya en yakın semâyı) kandillerle süsledik.» buyuruluyor. Bu, üzerinde
durulmaya değer bir ipucudur. Âyetin açık delâletine bakılınca görülebilen
yıldızların ve sistemlerin dünya semâsı veya en yakın semâ olduğu, Onun
ötesinde altı semâ daha bulunduğu anlaşılıyor.
«Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.»
İmam Gazali bu konuda
kelâmcıların görüşünü şöyle belirtmiştir; Var olan şeyler ya kadîm veya
hadistir {sonradan olmadır). Allah ve sıfatları kadîm (öncesiz), geri kalan
şeyler hadîs (sonradan olma)dir. Hadis olan şeyler Allah'ın iradesiyle hadis
olmuşlardır, murîd muradı, (irâde ettiği şeyi) bilir.
İbn Sina'nın : «Allah
maddeden münezzehtir, sırf akıldır, o halde mâkuller ona acıktır» demesi uygun
değildir. Zira aklın mânâsının kendi kendini idrâk etmek olduğu kabul edilse
bile, maddeden münezzeh olmanın akla delâlet ettiği kıyasın öncülerinden
çıkmamaktadır. Filozofların iddiaları şartlı önermeye çevrilebilir: Eğer bir
şey maddede ise eşyayı idrâk etmez; maddede değildir, o halde eşyayı idrâk
eder. Bu istisna, öncülün karşıtının istisnasıdır. Halbuki onun karşıtının
istisnası ittifakla elde edilen bir sonuç değildir.» [181]
Allah'ın sonsuz kudret
ve rahmetinin tecellisiyle hayat lutfuna erişen şuurlu bir varlık nasıl O'nu
inkâr edebilir? İlk yaratılışını inkâr edemiyen insan, ikinci yaratılışını
neden inkâra kalkışır? Hayret edilecek şey!
İşte kısa bir âyetle
hayat deften açılıyor ve duruluyor. Ruha konak olan beden Rahmânî kudretin
kabzesinde can verip ilk geldiği yere intikal ediyor. Sonra tekrar dirilip Rûh
ile birlikte Allah'a bir dönüş yapıyor.
Bu tarz bir itikat, ferdi
ısiâh etmekle beraber, cemiyeti hak ve adalet ölçülerine uygun bir temel
üzerine oturtur.
Doğumdan huzurullaha
varıncaya kadar birkaç merhaleden geçen insan, aslında kâinatın sırrı ve
merkezidir. Yeryüzünde olan, göklerden inan her şey insan için yaratılmış ve
onun emrine sevkedilmiştir. Çünkü o "bütün varlıklar arasında en muhtar olanı, yâni irâdesini kullanabilendir Onun bitki ve hayvana
üstünlüğü buradan gelir. Bundan dolayı insan şahsî tecrübe ve bilgisi
yardımıyla- kendisine ve çevresine te'sir edebilir. İlâhî nîmetin bolluğu ve
sonu gelmiyen azameti karşısında kendine gelerek mutlak bir düzen içinde
bulunduğunu idrâk edebilir.
Cenâb-ı Hak, insanın bu idrâk
melekesine bir kapı açmak ve ilâhî nurundan ona bir ışık tutmak için onun
hissine ve aklına seslenerek en büyük nîmetlerin-den bahsediyor ve her
birisinin -anlayabilenler için- başhbaşına bir delîl olduğunu bilhassa
hatırlatıyor. Yeryüzündeki her şeyin insanın faydalanması için yaratıldığını
belirterek hiss-i selîmi harekete getiriyor. Ölü iken dirilttiğini, sonra tekrar
öldüreceğini, sonra tekrar
dirilteceğini beyân edip, aklın îmândan
ışık alarak Halik (Yaratan)a yol bulmasını parlak bir ifâdeyle telkîn ediyor.
Göğe yönelerek yedi gök hâlinde onları düzenlediğini bildiriyor; aklın ilimle
elele verip kâinatın hakikî sahibini tanımasını ve O'nu inkâra kalkışıp
küfrân-i nimette bulunmamasını tenbîh ediyor.
Aksi halde nîmetin
büyüklüğü, nimete erişenin günahının büyüklüğünü icap ettirir.
O halde nîmetin
verdiği geçici zevkle ebedî zevki unutmamak, İki dünya mutluluğuna yol açar.
Zira geçici zevke dalıp nereden geldiğini,, niçin gönderildiğini unutmak hissi
köreltir, aklı perdeler; imânla akıl, ilimle akıl arasındaki manevî bağları
koparır. Bu takdirde de insana üstünlük vasfını veren irâde kötüye kullanılmış
olur ki bu hal insanı, insanlık mertebesinden düşürür ve bayağılaştırır.
Bunun içindir kî,
ilgili âyette insanların aklına ve idrakine seslenilerek şöyle bir
hatırlatmada bulunuluyor: «Bunca nîmetler ve açık belgeler karşısında
Yaradan'ı nasıl inkâr edebilirsiniz? Çünkü size irâde, hiss-i selim, ve akl-i
selîm verilmiştir.» [182]
Allah’ı nasıl inkar
edip ara yere kesif perdeler girmesini istersiniz? Halbuki siz babalarınızın sulbunda
ölüler idiniz. Ni-;ın halk ile Hâlik'in varlığına istidlal etmiyorsunuz?
Aklınız bu kadar kö-reimış midir? Sonra O sizi tabii bir ölümle öldürecek,
sonra tekrar diriltip, adâIet-i nahiyesini gösterecek. Sonra siz mücâzat için
O'na döndürüleceksiniz.
O öyle bir yaratandır
ki’süfli" cihette unsurlar iminin hepsini sizin Y°rat.hş,nErn mebdei
de o âlemdendir. Sonra
Allah mutlak bir düzenleyici olarak ulvî cihete yöneldi. Onu, bilindiği
ve müşahede edildiği gibi yedi gök yaptı. Sekiz ve dokuzuncusu, Arş ile
Kürsü'-dür. [183]
Hakikatte ise sufiî
cihet, cismânybedenler ve uzuvlar) âlemidir. Süf-lî oluşu, ruhanî âleme
nîsbetledir. (:j ) «sümme», yaratmak ile emir arasındaki farklılığı beyân
içindir. Yedi gök olarak düzenlemesinin ikinci bir mânâsı, rûhânî âlemin
mertebelerine işarettir. Birincisi; Arızî olan me-lekût âlemidir ki nefsanî
kuvvet ve cinler bu âleme dâhildir, ikincisi: Nefis âlemi, üçüncüsü : Kalb
âlemi, dördüncüsü : Akıl âlemi, beşincisi: Sır âlemi, altıncısı: Rûh âlemi,
yedincisi: Hıfâ âlemidir (ki bu, ruhî sırdır, kal-bî sır değildir). [184]
«Keyfe» kelimesi
burada, içinde inkâr ve taaccüb mânâsını taşıyan istihbarı ifâde eder. [185]
«Leküm» sizin için, menfaatiniz için,
demektir. İradesiyle, saltanatıyla göğe yöneldi. İstivâ'nın
aslı, düzeltmeyi taleb
etmek, kısım ve parçaları düzeltip doğrultmaktır. Fahreddin Râzî'ye göre: Arap
kelâmında «İstiva», İntisab veya İstivlâ mânâsına gelir. İstiva bu mânâyla
cisimlere sıfat olur. O halde Allah hakkında bu mânâyla kullanılması caiz
değildir; te'vîle muhtaçtır. «Kasd» ve «irâde»yle yorumlanıp mânâ verilebilir.
«Sümme» ulvî âlemle
süflî âlem arasındaki büyük farkı belirtmek içindir. İki yönelme arasındaki
zaman ölçüsünü bildirmek için değildir. Bu itibarla yer göklerden önce
yaratılmıştır, denilemez. Ama «süm-me»yi bu iki kasd arasındaki zaman farkına
işaretle tefsir edenler de vardır.
Cümlesindeki (b)
harfi, ilsâk içindir. Bu, ilmin malûmattan ayrılmadığına işarettir. [186]
Cenâb-ı Hak, 28 ve 29.
âyetlerle iki büyük nimetinden bahsederek, beşer aklına ışık tutacak mahiyette
belgeler getirdi ve o belgeler karşısında Allah'ı inkâr etmenin hayreti mucîp
bir basîretsizlik olduğuna dikkati çekti. Şimdi otuzuncu âyetle de üçüncü
büyük nîmetini kaydederek, Âdem'in yaratılışını, ilâhî ikrama mazhar kılındığını
ve bu mazhariyet içinde meleklerden üstün tutulduğunu, o kadar ki meleklerin
ona secde etmekle emrolunduklarını ve bu büyük nimetin sâdece Âdem'e değil,
onun zürriyetinden sâlih olanlara da şâmil olduğunu hatırlatıyor.
Âyette diğer mühim bir
noktaya işaret edilerek, Âdem'in, yaratılmadan önce -şerefine uygun- Mele-i
a'lâ'da, Melekût âlemi'nde anıldığı ve yeryüzüne halîfe olarak gönderileceği
meleklere müjdelendiği «iz» kelimesiyle ifâde ediliyor.
Ayrıca bu âyetle geçen
âyetler arasında iki bağlantı daha var:
1— Geçen âyetlerle canlı varlıkların karargâhı
olan yeryüzünden ve göklerden bahsedilmişti. Bu âyetle, o karargâhın sahipleri
olan insan ve meleklerin mevkiine ve mertebesine işaret ediliyor.
2— Geçen âyetlerde hılkattan maksat beşer olduğu
ve Halik (Yara-tan)ın katında insanın kayda değer bir mevkii buiunduğu
belirtilmiştir. Bu âyette ise, insanın bütün varlık alemindeki mahlûkata faik
olduğu izah ediliyor ve anoak insanın bir baş olma ihtirası onu bozgunculuk
yapmağa ve haksız yere kan dökmeğe sevk ettiğine ve edeceğine temas edilerek
onlardan bir kısmının nefis karanlığında kalacağına işaret buyurulu-yor. [187]
30__Rabbin
(ezelî irâdesi Âdem'i var kılmayı mürad ettiğinde) meleklere: «Ben yeryüzünde
mutlaka (emirlerimi yerine getirecek, Benim adıma konuşacak) bir halîfe var
kılacağım» demişti. (Melekler de) «Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse
mi yaratacaksın?! Oysa biz Seni hamdinle tesbîh ve Seni takdîs ediyoruz»
demişlerdi. (Allah), «Şüphesiz ki Benîm bildiğimi siz bilmezsiniz» demişti.
(Allah) Âdem'i
yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç (toprak)tan yarattı. Bu bakımdan
âdemoğulları yeryüzünün (rengine ve bâzı özelliklerine) göre (renk ve huy
alıp) geldiler. Kimi kızıl, beyaz ve siyah, kimi bu renkler arasında (bir renk)
ve üzüntüsüz (hoş tabiatlı), üzüntülü (sert tabiatlı), kimi iyi, kimi kötü
(huylarla mücehhez). [188]
«Allah Teâlâ Âdem
Peygamberi -boyu altmış zira' uzunluğunda- yarattı. Sonra ona: «Git de
meleklerden şu bir gruba selâm ver ve sana nasıl saygı İle mukabelede
bulunacaklarını iyice dinle! Çünkü o saygı ve selâm hem senin, hem de
zürriyetinin selâm ve saygısıdır» buyurdu. Bunun üzerine Âdem (A.S.) o
meleklere : «es-Selâmu aleyküm!» dedi. Onlar da: «Ve aleyke's-selâm ve
rahmetü'llahi» dediler. «Rahmetü'llahi»yî ilâve ettiler. Cennete girecek olan
herkes Âdem'in sureti üzere (yani altmış zira' uzunluğunda) girecek. Ve halk
Âdem'den bu yana hep küçülmektedir, (kısalmaktadır).» [189]
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) meleklerin tesbîh ve takdisine temasla buyuruyor ki:
«Benim gördüğümü siz
görmüyorsunuz, işittiğimi işitmiyorsunuz! Gök (yükünün ağırlığından) ıhlayarak
seslendi ve hakkıdır onun ıhlamak. Onda dört parmak kadar bir yer yok ki bir
melek orada alnını koyup Allah'a secde etmiş olmasın.» [190]
Ayrıca meleklerin
teşbihine işaretle buyuruluyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)dan
:
— Hangi söz daha üstündür? diye soruldu.
Buyurdu ki:
— «Allah'ın kendi melekleri ve kulları için
seçip beğendiği «Sübhâ-nellehi ve bi-hamdihi»sözü...» [191]
Âdem (A.S.), yeryüzünde
üstün bir varlık olarak inanan, değerlendiren, uzvî hayatını aşan ve kendi
arzularına mukavemet eden, etrafına değerler, kaideler, gaye ve vasıtalardan
ibaret bir âlem meydana getiren, kendi kendini -aldığı vahiy ve ilhamla- kemâle
erdiren insanların ilkidir,. Bu kadar manevî değerlere sahip olan insanı
hayvana bağlamak, en hafif tabiriyle hayvanlaşmak demektir. Âdem (A.S.),
hayvanın tekâmül etmiş şekli değildir. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi,
materyalistlerin bunun aksine olan iddiaları artık bütün bütün değerini
kaybetmiştir. Marx'ın ze-, hirli görüşleri, Charles Darvvin'in varsayımları
çürütülmüş, Allah'ın buyurduğu gibi Âdem yeryüzünde bir halîfe olarak var
kılınmış ve ona her şeyin ismi, sıfatı, özellikleri öğretilmiştir.
O halde yeryüzünde
ilâhî kemâlata mazhar olmuş ve Ebü'l-beşer (beşerin ilk babası) unvanını almış
ilk insan mükemmel olarak yaratılmış ve ilahı tâlimle bir çok bilgilerle teçhiz
edilmiştir. Tarihî Maddeciliğe Reddiyede de işaret edildiği gibi «insan,
değerler yaratan ve keşfeden ve bu maliyetini ilkel içgüdülerine karşı
mukavemetle, kendi kendini
kurban ederek gerçekleştiren üstün bir varlıktır. Bu üstünlük Âdem'le
(A.S.) baş-ı kıyamete kadar devam eder.»
İnsan hayvandan yalnız
manevî varlığı olduğu için değil, bedeni ve 9' eşya ile- birlikte tamamen
farklı ve yeni bir bütün olduğu için ayrılıyor. İnsan âlet yapan
hayvan değil, değerler vücuda getiren ve bu yüzden maddî ve manevî bütünlüğü
ile varlık âleminde yeni bir varlık derecesi teşkil eden mevcuttur.»
Demek ki, Ulvî meşîet
(ilâhî irâde) henüz kirlenmemiş bu yepyeni kâinatı bütün tezyinatıyla,
yeryüzünün dizginini taşıdığı bütün hazineie-riyle ilk yarattığı Âdem'e (A.S.)
ve onun nesline teslîm etmiş ve ilâhî kanunlarının sırrını çözme ve bu
kanunların taallûk ettiği her şeyden faydalanma imkânlarını bu üstün hılkatta
olan mahlûkun akıl ve irâdesine terketm iştir.
[192]
«Ben yeryüzünde
mutlaka (emirlerimi yerine getirecek,
Benim adıma konuşacak) bir halîfe var kılacağım.» Mealini verdiğimiz bu âyetten
çıkarılan neticeler:
a) İnsan yeryüzündeki bütün canlıların üstünde
bir azizliğe sahiptir.
b) Bu üstünlüğüyle beraber Allah'ın naibi, O'nun
adına konuşan tek yetkili olarak bulunuyor.
c) Allah'ın naibi olduğuna göre, yalnız Allah namına
hükmetmekle ve ancak O'nun buyruklarını ve irâdesini tatbik etmekle yükümlüdür.
O halde insan varlık
âleminde diğer mahlûklara nisbetle hilkat şerefine yakışır bir mevki almalı ve
kendisinden aşağı olan yaratıklar seviyesine düşmemelidir. İmam Gazâlî bu
hususa temas ederek diyor ki: «Ey insaniyet mertebesinde bulunan ve diğer
mahlûkata faik olan âdemoğlu! Senin iç âleminde ehlî ve yabanî hayvanların
sıfatlarıyla meleklerin bir nice sıfatları toplanmıştır. Fakat senin hakikî
varlığın (cevherin) ruhtur; ondan başkası senden gariptir ve emânet olarak sana
verilmiştir.
İmdi sana vâcib olan,
bunu iyice bilmen ve bunlardan her birinin ayrı bir gıdası ve ayrı bîr saadeti
olduğunu anlamandır. Hayvanların saadeti; yemek, içmek, uyku ve çiftleşmektir.
Eğer sen kendini onlardan sayıyorsan, mide ve şehvetin için durmadan çalış ki
onlara ulaşabilesin. Yırtıcı hayvanların saadeti; vurup parçalamaktadır.
Şeytanların saadeti, hile, şer ve aldatmaktadır. Eğer sen kendini onlardan
biri kabul ediyorsan, onların meşgul oldukları şeylerle meşgul ol! Meleklerin
saadeti de, Haz-ret-i Rububiyetin cemâlini seyretmektedir. Gazap ve şehvetin
meleklere doğru yolu yoktur.
Yok eğer sen
meleklerin cevherinden isen, aslını anlamaya çalış ki Hazret-i İlâhiye'ye giden
yolu bilip O'nun celâl ve cemâlini müşahedeye erişerek nefsini şehvet ve gazap
kaydından kurtarasın!»
d) Halîfe'yi
«nâib» ile tefsîr etmiştik. Nâib, «vekîl» mânâsına gelir. Vekîl, müvekkilden
tasarruf yetkisi alan ve malûm olan hususlarüa müvekkili namına tasarrufta bulunan
kimse demektir. Ayrıca vekîl olacak kimselerin akdin yollarını bilmesi, hür ve
reşîd olması şarttır.
O halde yeryüzünde
Allah'ın has vekili sayılan insanın bu şerefli vazifeyi gerektiği gibi yerine
getirebilmesi için, tasarrufuna yetkili kılındığı şeylerin ve onlarla ilgili
ilâhî buyrukların hepsini bilmesi ve yerli yerince kullanmasına akıl erdirmesi
lâzımdır Saniyen, ilimde üstün bir payeye yükselmesi ve nefsle şehvet
esaretinden kurtulup imân ve irfan hürriyetine kavuşması şarttır. Aksi
takdirde bu göreve ehil olamaz.
Nâib oluşun en hassas
ciheti ise, Allah namına Allah'ın buyruklany-la hükmetmek ve adâlet-i ilâhiyeyi
noksansız, ivazsız ve garezsiz onun mahlûkatına tevzi etmektedir. Âdem'den
(A.S.) bugüne kadar gelip geçen bütün peygamberler bu yolda hareket
etmişlerdir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan sonra da bunun en güzel misalini
Ebûbekir Sıddîk (R.A.), Ömer Faruk (R.A.) ve diğer halîfeler, Emevîler devrinde
bilhassa Ömer bin Ab-dülazîz vermiştir. Selçukîler ve Osmanlılar devrinden de
örnekler vermek mümkündür. [193]
Meleklerin: «Orada
fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın!? Oysa biz Seni hamdinle
tesbîh ve Seni takdis ediyoruz!»
demeleri, ilâhî
irâdeye karşı bir isyan veyahut itiraz olarak tefsîr edilmemelidir. Çünkü melekler
isyandan ve günah işlemekten korunmuşlardır. [194]
Meleklerin daha evvel
yeryüzünde fesat çıkaran, kanlar döken Cân kavmiyie alâkalı bir takım tecrübe
ve bilgileri de vardı. Ayrıca melekler, basiretlerini açan ilhâmat-i ilâhiyeye
mazhar bulunduklarriçin insanlardan bir kısmının yeryüzünde fesat
çıkaracaklarını keşfedebiliyorlardı; ay-ı zamanda, Allah onlara «Yeryüzünde...»
buyurarak, Âdem'in (A.S.) mad-e aleminde ruhla bedenin bir araya gelmesiyle
vücut bulacağına işâret-e bulunarak bilgi vermiştir. O bakımdan yaratılışları
icabı mutlak hayır-3n, taat-ü ibâdetten başka bir şey tasavvur etmiyen
melekler, Allah'ı hamdıyla tesbîh ve O'nu takdisin tek gaye olduğunu ve
hilkatten maksat bundan başka olmadığını ve bunun dâ bizzat kendilerinin var
kılınmasıyla gerçekleştiğini düşünerek demişler ve ayrıca Adem'in (A.S.)
yaratılmasının sirr-u
hikmetini öğrenmek istemişlerdi. Diğer bir yorumla diyebiliriz ki:
Melekler ruhanî,
nûranî mahlûklar olarak ilâhî ikrama mazhar olmuşlardır. Allah'a asla karşı
gelmez ve hiç bir kelimeyle O'nun önüne geçip saygısızlık göstermezler. Ancak
O'nun emr-u fermânyıla hareket ederler.
O halde meleklerin :
«Yeryüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz
Seni hamdinle tesbîh ve Seni takdis ediyoruz» demeleri, az yukarıda
belirttiğimiz gibi, Allah'a karşı bir i'tiraz ve kendi bilgileriyle böbürlenme
değil midir? Veyahut henüz şuhud âleminde vücut bulmamış âdemoğlu hakkında
delilsiz bir gıybet sayılmaz mı?
Bizce bu iki ihtimal
de vârid olamaz. Zira melekler yeryüzünde halîfe kılınacak kimsenin şehvet,
gazap ve akıl kuvvetleri üzere bulunduğunu, ilk iki sıfat (kuvvet)ın fesat
çıkarmaya, kanlar dökmeye yol açacağını, üçüncü sıfatın ise, ilâhî marifeti,
taat ve ibâdeti, iyilik ve hakşinaslığı iktiza edeceğini bildikleri için bunun
hikmet ve sırrını öğrenmeye çalıştılar ve yukarıda belirtilen şekilde
açıklanması isteğinde bulundular. Allah da: «Şüphesiz ki Benim bildiğimi siz
bilmezsiniz», hayrı şerrine galip gelecek şeyin icat ve yaratılmasında büyük
bir hikmet var, buyurdu.
Çünkü az serden dolayı
çok hayır terkedilmez. Terketmek bizatihi serdir,
İbn Cerîr Taberî'nin
(H: 224-310-M: 838-922) İbn Abbas iie İbn Mes'ud (R.A.)dan yaptığı rivayete
göre: Allah daha önce âdemoğlunun karakter yapısını ve bir kısmının yeryüzünde
fesat çıkaracağını, kanlar dökeceğini meleklerine bildirmişti. Melekler bu
bilgiye dayanarak «Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi
yaratacaksın?» demişlerdi.
Ayrıca büyük müfessir
İmam Kurtubî (Şemsüddîn Muhammed - H : 671/M: 1272) bu âyetle, insanlar
arasındaki ihtilâfı halletmek, kamu düzenini sağlamak için ekseriyetin
tasvibiyle bir başkanın, bir liderin seçilmesinin vücubunu istidlal etmiştir.
ibn Kesîr İsmail bin
Ömer {H: 701 - 774/M: 1301 - 1372), Müslümanların kendilerine bir önder seçme
konusunu inceliyerek diyor ki: Başkan seçimi, ehl-i sünnetten kuvvetli bir
grubun Ebûbekir Sıddîk'i (R.A.) halîfe seçerken takip ettikleri usûle uygun
olmalıdır. Veyahut başkan ehl-i hall-
ü akdın (söz sahibi,
umur bilen ve meseleleri çözebilenler) icmâiyle i'ş başına gelmelidir.
Âyetle yapılan
istidlal: Resülgllah (A.S.) Efendimizin kendi yerine bir halîfe tâyin etmeyip
durumu Müslümanların kendi aralarından en çok güvenebildikleri birini
seçmelerine bırakması ve dört büyük halîfenin de seçimle iş başına getirilmesi
konuyu daha iyi aydınlatmaktadır. [195]
cümlesi, ilâhî
irâdenin melekût alemindeki kudsî ve ceberûtî zatlar olan mukarrıb melekler ve
mücerred ruhlar arasında Âdem'i icat etmeye taalluk ettiğini ifade eder. Zira
âlem-i kevn'de var olacak her şeyin önce ruhlar âleminde sonra âlemü'l-kalb (=
Levh-i mahfuz)da, sonra âlem-i nefsde (ki buna âlemü levhi'l-mahvi ve'l-isbat
ve âlem-i se-mâ-i dünya da denir) birer sureti vücut bulur. Demek ki, Âdem
Peygamber âlem-i kevn (var olma âlemi)nde henüz vücut bulmadan önce melekût
âleminde temsili bir şekilde sureti belirmiştir.
Yeryüzünde halifelik
şerefini ihraz eden insanın organlarında zahir olan söz ve fiil onun âlem-i
kevn ve şehadetidir ve onun bir vücudu da gaybü'l-gayb ötesinde olan ruhunda,
sonra gaybü'l-gaybında, sonra se-mâ-i dünyası sayılan nefsinde mevcuddur ve
sonra da uzuvları üzerinde zahir olur.
Yeryüzüne tek bir Âdem
mi gönderilmiş, bir çok âdemler mi gönderilmiştir?
Alemin sonradan var
kılınmasıyla beraber tarihi de meçhuldür. O takdirde Ebû'l-beser (beşerin ilk
babası) sayılan Âdem Peygamber'den evvel başka âdemler gelip geçmiş midir? Bu
hususta sahîh bir rivayet
var mıdır? Büyük ilim
adamlarının bununla ilgili görüş ve düşünceleri nelerdir?
Şeyh Muhyiddîn bin
Arabi (H: 560-635/M; 1164-1237) Fütuhat-i Mekkıyye adlı eserinin 390. babında
Âdem bahsinde diyor ki: «Ben, Kâbe-i Muazzamayı tavaf ederken bir grubun
Beytü'Ilah'î tavaf ettiklerine ve ta-
vat esnasında şöyle
söylediklerine şahit oldum: «Sizin tavaf ettiğiniz gibi ize nice yıllar bu
Beyt'i böylece tavaf ettik!» Onların bu sözlerini duyunca saı aleminden
olduklarını hatırlıyarak yanlarına yaklaştım. Onlardan bî-
senin h * ı
hQtirlavı?ima uygun bir bakışla baha teveccüh etti ve: «Bennm a, selerınden
biriyim!» dedi. Ben, ona ölümünün üzerinden kaç yıl sordum. «Kırk bin seneden
fazla!» diye cevap verdi. Hayretler içinde kaldım ve : «Nasıl olur? Âdem
babamızdan Peygamberimiz'© (A.S.) kadar yedi bin yıl bile olmadı» dedim. O,
«Hangi Âdemden bahsediyorsun? Senin bahsettiğin âdem son yedi bin yılın
başında gelen âdemdir!» dedi. Bunun üzerine hatırıma Cenab-ı Peygamber (A.S.)ın
şu hadîsleri geldi: «Allah Teâlâ şüphesiz ki Âdem'den önce yüzbin âdem
yaratmıştır.»
Şeyh Muhyiddin (K.S.)
büyük bir ilim adamıdır. Gok değerli eserler vermiştir. İlmine, fazlına hiç
diyeceğimiz yok. Yalnız bütün araştırmalarımıza rağmen onun naklettiği hadîsin
senedini tesbit etmek mümkün olmadı. Eski ve yeni birçok tefsîrlerin hiç
birinde böyle bir hadîse rastlıya-madık.
Muhyiddîn bin Arabî
(K.S.)nın bu mükâşefesi İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî (İkinci bin yılın
müceddidi) Hazretlerinden sorulduğunda şu cevabı vermiş : «Allah'ın inâyetiyle
bu meselede ben fakire zahir olan şudur ki: Hz. Âdem'den önce gelip geçen
âdemler Misal Âleminde vücut bulmuşlar, şehadet âleminde değil... Şahadet
âleminde var olan ve yeryüzünde halîfe kılınan, meleklerin secdesine nail
olan, beşerin ilk babası Hazret-i Âdem'dir. Başka âdem yoktur.
Bunun tahliline
gelince: Âdem (A.S.) cami' bir sıfat üzere yaratılmıştı. Onun birçok latâif ve
vasıfları vardır. Şahsıyla vücut bulmadan önce onun bu latâif {= cisimle ilgili
olmayıp ruhla ilgili olan vasıflar) veya niteliklerinden biri her vakit mevcut
olma isti'dadındaydı. Yeryüzünde şahsen mevcut olmadan önce Misal Âleminde onun
yüzbin defa temsili verilmiştir. İbn Arabî (K.S.) bu temsillerden bahsetmiş
olsa gerek. Yoksa ben Misal Âlemi'ne dikkatle baktım, aradım taradım Hazret-i
Âdem'den başka âdem göremedim. Hem Âdem hakkındaki bütün âyet ve hadîsler tek
bir âdemden bahseder ve ona «Ebû'l-beşer» der.»
Abdulazîz Debbâğ
(K.S,) ve belli başlı birçok ilim adamları da aynı kanaattedirler. [196]
Melekler, lâtif ve
nûrânî varlıklardır. Muhtelif şekillere girme özelliğinde yaratılmışlardır.
Genel olarak iki kısma ayrılırlar: 1—
Mârifet-i Hak'-da istiğrak hâlinde#olan melekler. Bunlar mâ-sivayle meşgul olmazlar.
«Gece gündüz durmadan,
dinlenmeden tesbîh ederler.» [197]
Bunlara «İlliyyûn-Mukarribûn» adı verilir. 2—
Allah'ın ezelî ilmiyle sabit olan, kalemle son ifâdesini bulan ilâhî buyrukları
gökten yere indiren melekler. Bunlara «Müdebbirûn» deniiir. Emrolundukları
şeylerde Allah'a asla isyan etmezler. Ayrıca cümlede zarfiyet ifade eden
ardarda iki «fiha» kullanılmasının sebebi; birincisi âdem-oğlunun yeryüzüne
nüfuz edip orayı bayındır hâle getireceğine, ikincisi, kanlar dökerek orayı
ifsat edeceğine işarettir.
Tesbîh ile takdîs
arasındaki mânâ farkı: Tesbîh; şirk, acz ve noksanlıktan tenzîhe delâlet eder.
İkincisi yani takdîs, infial duyup boyun eğmekten, fiili kabullenmekten beri
almaya ve zatında, sıfatında birkaçlıktan tenzîhe delâlet eder. [198]
Cenâb-ı Hak
meleklerine yeryüzünde kendi buyruklarını uygulayacak bir halîfe yaratacağını
bildirdikten ve onların bu husustaki açıklamada bulunma isteğiyle ilgili
sorularını cevaplandırdıktan sonra, halîfe olacak zâtın özelliğini, sair
mahlûkata olan üstünlüğünü isbat etmeyi ve bu isbatı meleklere takrir etmeyi,
meleklerin tereddüdüne mahal bulunmadığını, daha doğrusu Âdem'in birçok ilâhî
esrar ve lûtuflara lâyık bir evsafta yaratıldığını ve nihayet ona verilen ilim
rütbesinin bütün rütbelerden yüksek olduğunu beyânla ( V^t£^\^\^j;
) âyetini indirdi. [199]
31— Allah, Âdem'e (gerekli olan) bütün (eşyanın)
isimlerini öğretti. Sonra o eşyayı meleklere göstererek, «(iddianızda) doğrular
iseniz, bunların isimlerini Bana haber verin» buyurdu.
32— (Melekler de): «Seni tenzih ederiz. Senin bize
öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki Sen her şeyi
bilensin, yegâne hikmet sahibi de Sensin!» dediler.
33— (AHah): «Ey Âdem! Bunlara onların isimlerini haber ver» buyurdu.
Âdem onlara sözü edilen eşyanın isimlerini haber verince (Allah meleklere):
«Size demedim mi, Ben göklerin ve yerin gaybını (görünmeyen, sizlerce
bilinmeyen şeylerini de) elbette bilirim ve sizin açıkladığınızı da, gizli
tuttuğunuzu da bilirim.» buyurdu.
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) Âdem'e her şeyin isminin öğretildiğini beyânla buyuruyor ki:
«Mü'minler kıyamet
günü toplanıp: «Rabbimîz katında şefaat dileyecek bir yol arasak ya» derler ve
Âdem'e gelerek: «Sen insanların baba-
sısın. Allah seni
kendi eliyle yaratmış, meleklerini sana secde ettirmiş ve her şeyin ismini sana
öğretmiştir. Ne olur bizim için Rabbin katında şefaatçi ol, tâ ki O bizi şu
bulunduğumuz yerde rahata kavuştursun» derler. Âdem: «Ben size bu makamda
faydalı olamam!» der ve günahını hatırlayarak utanır.» [200]
İnsana -kesbî olsun
vehbî olsun- verilen ilmin hayır olduğuna temas edilerek buyuruluyor ki:
«Allah Teâlâ kimin
hakkında hayır ve iyilik murat ederse, onu dinde bilgili ve anlayışlı kılar.» [201]
«İki haslet gıpta
edilmeğe değer: Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu malı hak uğrunda sarf ve
infaka muvaffak kıldığı kimse ile Allah'ın kendisine vermiş olduğu ilim ve
hikmetle hükmeden ve onu halka öğreten kimse.» [202]
Düşünce ve
duygularımızı birbirimize anlatabilmemizi dil sağlar. Diğer bir tarifle dil:
İnsanların düşüncelerini, duygularını, isteklerini anlatmak için kullandıkları
seslerden meydana gelmiş konuşma düzenidir.
Bu tarif Kur'ân'ın
beyânına tamamen uymamakla beraber bize şu sonucu veriyor: Dil, insanla
başlamış ve onunla son bulacaktır.
Günümüzde filoloji ve
bu ilmin konusunu oluşturan fonetik (dildeki seslerin değişikliklerini,
bunların tarihini inceleyen kısmı), morfoloji (kelime şekillerinin değişmeleri
bilgisi), sintaks (gramerin, kelime düzenini konu yapan bölümü, sözdizimi) ve
sözlükle uğraşan ilim adamları, insanların ne zaman konuşmaya başladıklarını,
ilk dillerin veya dilin nasıl olduğunu ve oluştuğunu kesin şekilde meydana
koyamamış ve bir takım varsayımlardan hareketle yeryüzünde hâlen konuşulan
dillerin bir tek kökten çıkıp çıkmadığında net bir sonuca varamamışlardır.
Ünlü filozof Herder'e
göre, insanlar hayvanların seslerini taklît edip onlardan öğrendiklerini
geliştirerek kendilerine göre bir dil bulmuşlardır.
ıger bazı Mim
adamlarının ortaya attıkları varsayıma göre, insanlar önce an karşılaştıkları
canlı yaratıklara ad takmışlar, özellikle vahşî hayvanlara ad bulmak dilin
temelini oluşturmuştur.
Ne var ki, bu görüş ve
iddiaların hiçbiri kesin bir sonuç elde edememiştir. İsâ Peygamber'in (A.S.)
doğumundan önceki asırda yaşayan Romalı Lucrece'in meşhur De natura rerum
manzumesinin beşinci kitabında, kâinatın oluşumundan söz edilirken, dilin
menşei hakkında şu sözlere rastlanır: «Tabiat, insanı dilin çıkardığı farklı
sesleri denemeye sevk eder ve bu suretle eşyanın isimleri icat edilmiş olur. Bu
deneme ve çırpınıp uğraşmalar, tıpkı küçük çocukların söz söylemeğe muktedir
olamayışlarının onları birtakım davranış ve tavırlara sevk etmesine benzer.»
Bu da bir varsayım
olmaktan öteye geçememiştir.
Eski İbranîlerin dile
ait ufak-tefek meseleler ile uğraştıkları ve meselâ bazı özel iiimler doğrudan
doğruya bir mâna delâlet etmiyorsa onu etimoloji açısından açıklamaya
kalkıştıkları bilinmektedir. Daha sonraları Yunanlılarla Romalıların da bununla
meşgul oldukları tesbit edilmiştir. Eflatun'un eserlerinde bunun izlerine
rastlanır.
Dilin ilâhî bir lütuf
ve bağış olduğunu kabul etmiyenierden filozof Leibniz diyor ki: «İbraniceyi
insanların ilk dili kabul etmek için ortaya koyulan sebepler kadar, Felemenk
dilinin cennet sakinlerinin dili olduğuna dair 1580 yılında Garopius adında
birinin ileri sürdüğü sebepler de bir bakıma uygundur. Ancak şunu söyleyelim
ki, İbranice Musa Peygamber zamanında mevcut idiyse Mısır dili nereden
çıkmıştır?!»
Diğer taraftan
Almanya'da 18. yy'Iın sonlarına doğru Gottfried Her-der yazmış olduğu bir tezde
dilin ilâhî bir bağış olduğuna dair ilâhiyatçıların görüş ve iddialarına
açıktan itiraz ediyor ve: «Eğer dil Allah'ın ihsanı bir meleke ise, bu onun
olduğundan çok mükemmel ve mantıkî, aynı zamanda akla uygun olmasını
gerektirir. Oysa mevcut dillerin bir çoğu o kadar karmaşık ve düzensizdir ki,
insanın bu dillerin Allah'ın eseri olduğuna inanması mümkün değildir.»
Herder burada zamanla
her şeyin eskidiğini, asliyetini ya kaybettiğini, ya da birçok değişikliklere
uğradığını unutmuş gibi görünüyor.
Hıristiyan dininde
Origene'den tutunuz da en büyük kilise pederlerinin hemen hepsi, ilk insanın
dilinin, Tevrat'ın dili olan İbraniee olduğunu ve Allah tarafından Âdem
Peygamber'e öğretildiğini; Allah'ın bu dil ile Musa'ya seslendiğini ve sonradan
insanların küstahlığına karşı ceza olmak üzere dillerin Allah tarafından
çoğaltıldığını kabul ediyorlar.
İbranîlere göre ise,
dil Yehova tarafından ihsan olunmuş özel bir bağıştır. Kitab-ı Mukaddes'in
birinci babında şu cümlelere rastlamaktayız :
«Yehova, Âdem ile Havva'ya seslenip konuşuyor. Âdem, Yehöva'-
nın getirip önüne
koyduğu bütün hayvanlara birer ad koyuyor..» Ve dil onlara göre bu suretle oluşup meydana
çıkıyor. .
Kur'ân-ı Kerîm Bakara
sûresi 31. âyet -bütün bu varsayım, iddia ve görüşlerin önüne bir set çekerek
dil konusunda bize en doğru bilgiyi veriyor. İlgili âyetle bizler üç ayrı
şekilde aydınlatılıyoruz ve ilim adamlarına da sağlam bir ipucu veriliyor:
1— Dil, İlk insan Âdem ile başlamıştır.
2— İlk dil ve ona dayalı konuşmayı Allah bir
lütuf olarak ilk insan Âdem'e öğretmiş, eşyanın ismini belletmiştir.
3— Yeryüzünde konuşulan diller tek kökten
gelmedir. Çünkü Allah, Âdem'e mevcut eşyanın isimlerini öğretmiştir.
Büyük müfessir
Fahrettin Râzî'ye göre, Allah kâinatta var kıldığı her cins eşyanın isim ve
sıfatlarını Âdem'e çeşitli lügat üzerine öğretmişti. Âdem'in (A.S.) çocukları
da o lûgatlan bilir ve konuşurlardı, Âdem (A.S.) ölünoe çocukları yeryüzüne
yayılıp her biri ayrı bir lügate göre konuşmaya başlamıştır. Yeni nesiller
ortaya çıkıp eski neslin devri kapanınca diğer lûgatfar kabile ve milletler
arasında unutulmaya mahkûm olmuştur. [203]
Yeryüzünde Allah'ın
naibi olacak, O'nun buyruklarını yerine getirecek insanın, bu şerefli mevkide
icrâ-yi faaliyet edebilmesi, insanlığını yaşatabilmesi ve, insanlığın şeref ve
haysiyetini onun yaratılış gayesine uygun bir şekilde koruyabilmesi için 31.
âyetin işaret ettiği şu evsaf üzere bulunması gerektir:
a) Derin bir bilgiye, ihatalı bir kültüre sâhib
olmak.
b) İlmiyle yaşamak, onu kötüye kullanmamak,
şerre âlet etmemek.
c) Allah'ın var kıldığı, isim ve evsafını Âdem'e
öğrettiği eşya üzerinde araştırma yapmak ve yaptırmak.
d) Bildiğini kıskanmadan, usanç duymadan
isteklilere öğretmek.
O halde Âdem'in
meleklerden üstün oluşu, geniş bilgisiyledir. O bil-nîn 6|H Ademi hem de
Cevresini asırlarca aydınlatmıştır. Demek ki, insa-kat ce9' bilgi, onu ve çevresini Allah'a
yaklaştıran, hak ve haki-a.^cıdâlet ve hayra kapı açan sönmez bir meş'ale
olmalıdır. Faydasız OfTU boşuna naroamaktan başka neye yarar? Bunun için
Cenâb-ı er (A.S.) ellerini göğe doğru kaldırınca : «Allahım! Korku hissetmiyen
kalbden, duyulmayan duadan, doymak bilmiyen nefisten, faydasız ilimden sana
sığınırım» diye duâ ederlerdi.
Allah'ın Âdem'e
lüzumlu her şeyin veyahut bütün eşyanın ismini öğretmesi, ilk insanların vahşî
değil de medenî olduğunu ve insanca yaşama yollarını bildiğini gösteriyor. [204]
Ayrıca insanın ilmî sahada durmadan çalışmasına, kâinatın esrarını çözmesi için
kafa, göz ve kulak yormasına, fakat sabırla bu yolları takibetmesine, öğrendiği
faydalı bilgilerle cemiyete ışık tutmasına, tıpkı Âdem gibi yararlı bir baba
olmasına heveslendirme ve teşvik vardır.
İlmin haysiyeti, onu
şerre âiet etmemek ve onunla böbürlenmemek-tir. Melekler kendi bilgi ve
mevkilerini düşünerek Âdem'in yaratılmasına ilâhî irâdenin neden taallûk
ettiğini anlıyamadılar. Bu sebeple ilmî sahada Âdem'le boy ölçüşemediler,
mahcup duruma düştüler ve bu mahcubiyet içinde kusurlarını anlayarak : «Ya
Rab! Seni tenzih ederiz. Bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur»
dediler ve böylece ilmi gerçek sahibine nisbet ettiler.
Özet olarak
diyebiliriz ki; Âdem (A.S.) cins itibariyle mâsûm olmamakla beraber eşyayı
isimleriyle, özellikleriyle bilmesi, onun meleklerden üstün tutulmasına sebep
teşkil etmiştir. Eğer ilimden daha üstün bir sıfat olmuş olsaydı Âdem'in
meleklerden üstün sayılmasına o sıfat sebep olarak gösterilirdi. Bunun için
Cenâb-ı Peygamber (A.S.) : «İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir.»
buyuruyor. [205]
1— Cümlesi,
güç getirilmiyeçek bir teklif
sayılabilir mi? Çünkü Cenâb-ı Hak meleklere öğretmediğini Âdem'e öğrettikten
sonra meleklere bunların isimlerinden bana haber verin, buyurmuştur.
Başta Fahrüddîn Râzî
ve diğer bâzı müfessirlere göre, bu makamdaki teklif, güç getirilmiyen bir
tekiîf değildir; meleklerin aczine işaretle açık bir delîl ve şâhidle onları
susturmaya ve hikmeti sezdirmeye matuf bir teklîftir ve kimin halifeliğe lâyık
olduğunu belirtmektir.
O halde Âdem, Cenâb-ı
Hakk'ın hem ilim, hem de kelâm sıfatlarına mazhar olmuş üstün bir mahlûktur.
2— Müslüman
cemaatine önderlik edecek kimsenin herhalde bilgili olması ve bilgisiyle âmel
edip etrafını aydınlatan bir şahsiyet hüviyetini taşıması gerektir.
3_— ilâhî
vahye mazhar olan insan resuller, melek olan resullerden; melek olan resuller,
adaleti gözeten bütün mü'minierden; adaleti gözeten bütün mü'minler, (resuller
müstesna) bütün meleklerden daha üstündürler.
[206]
Allah, Âdem Peygambere
ilim ve maarif payesini lûtfetmeyi irâde ettiğinde, onun kalbine varlık
alemindeki bütün eşyanın isim ve özelliklerini, faydalı ve zararlı taraflarını
ilka etti ve sonra insaniyet mertebesinde olan Âdem'in bu üstünlüğüne melekût
âlemini şahit tuttu. Melekler de fisan-i hâl ile kemâlât-i insaniye seviyesinde
olmadıklarını itirafla Hakk'ı tenzîh ettiler. Allah da : «Ey Âdem! Eşyanın isim
ve sıfatlarını, özelliklerini meleklere haber ver (böylece ilmen üstün
olduğunu onlara göster)» buyurdu. Fakat burada «öğret» demedi. Çünkü tâlim
insan cemiyetine has kılınmıştır. Meleklerin îse.ilmi, kesbî değildir,
vehbîdir. Sonra Allah göklerin ve yerin gaybını gereği gibi bildiğini, açık
gizli her şeyden haberdar olduğunu beyânla, insan tabiatına zerkettiği marifet
ve muhabbetin ayrı bir hususiyet taşıdığını meleklerine hem bildirdi, hem de
ikrar ettirdi. [207]
Yukarıdaki üç âyetle
Âdem'e ve dolayısıyla zürriyetine bahşedilen (yeryüzündeki halifelik, ilim ve
meleklere olan üstünlük) gibi fıtrî üç büyük nimetten bahsediliyor. Aşağıdaki âyetlerle de Allah'ın Âdem'e olan büyük kerameti ve bunun neticesi
olarak çetin bir imtihana tâbi tutulması, fakat yaratılışı icabı nefsânî
arzusuna meylederek halifelik sınırını biraz aşma-ancak bu meylin arızî olduğu,
kendisini peygamberlik mertebesinden ?ağı düşürecek bir isyan ve tuğyan
mâhiyetinde olmadığı anlatılır. Asıl dikkati çeken taraf, açılan imtihanda
meleklerin teslimiyet göstererek boan sağladığı, Âdem (A.S.)ın
bir sarsıntı geçirdiği, şeytanın da
gurura kapılarak imtihanı ebediyen kaybettiği ve bu yüzden ilâhî
rahmetten uzak-aştırıldığı ve Âdem'in telakki ettiği lâhutî kelimelerle tövbesinin
kabul unduğu, artık bundan böyle Âdem'den sonra gelecek nesillerin de
ilâhî vanl^10' °nU 'nkâr arasmda Q9|r imtihanlar geçirecekleri, başarı sağların
korku ve endişe olmıyacağı, teslimiyet göstermeyip imti-taybedenler için ebedî
bir azabın hazırlandığı hususlarına yer verilir.
Dünya durdukça Âdem
(A.S.)ın sıfatları kendi evlâdına, şeytanın sıfatlan da kendi zürriyetine
nesil nesil intikal edecek ve bu iki ayrı cinsten olan mahlûklar arasındaki
-haset ve kibirden neş'et eden- düşmanlık ateşi kıyamete kadar sönmiyecektir.
İdrâk edenlere ne mutlu!.. [208]
34__ ve Biz
meleklere: «Âdem'e (saygı yollu) secde edin» dediğimizde, onlar hemen secde
ettiler. Yalnız İblîs dayattı, (bunu) kibrine yedire-medi de kâfirlerden oldu.
35__ Ey
Âdem! dedik, (artık) sen ve eşin cennette sakin orun. Dilediğiniz yerde ondan
(ondaki nimetlerden) refah ve huzur içinde yeyin. (Ancak) şu ağaca
yaklaşmayın, sonra (Hakk'a karşı gelip kendine) zulmedenlerden olursunuz.
36— (Ne var ki) Şeytan onları oradan kaydırdı;
ikisini de içinde bulundukları şeyden (sonsuz nimetlerden) çıkardı. (Bunun
üzerine) Biz de (bundan böyle) kiminiz kiminize düşman olarak (oradan
yeryüzüne) inin. Sizin için yeryüzünde (belli) bir süreye kadar bir karargâh ve
yararlanacağınız şey(ler) vardır, dedik.
37— (Bu kayma ve kendine zulmetme üzerine büyük
bir pişmanlık duyup tevbe eden) Âdem,
Rabbinden (gelen ve
kalbine ilka olunan) kelimeleri karşılayıp aldı. Allah da
onun tevbesini kabul etti. Çünkü tev-beyi çokça kabul eden ve çokça merhamette
bulunan ancak O'dur.
38— (Evet) İnin oradan hepiniz, dedik. Benden
size bir hidâyet (doğru yolu gösteren kitap, ya da peygamber) gelecek olursa,
artık kim hidâyetime uyarsa, onlara ne bir korku vardır ne de onlar mahzun
olurlar.
39- (Bizi)
inkâr edip âyetlerimizi (varlığımıza ve birliğimize delâlet eden belgelerimizi)
yalanlayanlara gelince, işte onlar ateşin yakın dostu ve arkadaşlarıdır, onlar
orada ebediyen kalıcılardır.
«Selmân el-Fârisî
Cenâb-ı Peygamber'e (A.S.) secde etmek istediğinle, aleyhi salât ve selâm
Efendimiz buyurdular ki: «Allah'dan başkasına ecde etmek hiç bir mahlûka lâyık
ve caiz değildir.» [209]
Ğüneşin içinde doğduğu
en hayırlı gün' cuma günüdür. O gün Âdem yaratırmıştır.[210]
Âdemoğlu secdeyle
emrolundu, (emre uyarak) secde ettiği için ona cennet vardır. Ben de secdeyle
em rol undu m, fakat isyan ettim; benim için de ateş (cehennem) vardır.» [211]
İnsanın manevî,
varlığını iki zıt kuvvet teşkil ediyor. Biri ölümle yok olup gidiyor, diğeri
ölümle ebedî bir hayata intikal edip ebedîleşiyor. Bunlar: Rûh ile nefis
(hayvanı nefsjtir. Birinci kuvvet nûrânî ve ulvî olduğu için akıl, irâde, şuur
gibi üstün değerleri; ikinci kuvvet ise zulmânî ve süf-lî bulunduğu için şehvet,
gazap, gurur ve bunların kapsamına giren hay-vanî sıfatları temsîl eder. Rûh
melekût âleminden olduğu için meleklerle alâkası vardır. Nefis süflî âlemden
olduğu için maddeyle ve şeytanlarla alâkası mevcuttur.
O halde melekle hayvan
arasına sıkıştırılmış olan insanın asıl değerinin, diğer bir tâbirle liyakat
ve meziyetinin ölçülebilmesi ve bu iki varlık arasında denge sağlayıp
sağlayamadığının tesbiti, karşılıklı hareket âmili veya nedeni olan melek ve
şeytandan her biriyle münasebet nis-betiyle mümkündür. Şeytan olmamış olsaydı,
yani insan değerinin ölçülmesine mihenk olan mukabil siklet mevcut olmasaydı,
faziletin zirvesine yükselmiş acık kalbli bir insanla, rezîletin bataklığına
gömülmüş vicdanı silik diğer bir insan birbirinden nasıl ayırt edilebilirdi? [212]
Kibir ve gururdan
neş'et eden nankörlük de Allah'ı inkâr etmek kadar tehlikelidir. Şeytan'ın
küfr-ü tuğyanı inkârdan değil, ruhunu istilâ eden kibir ve hasedin doğurduğu
nankörlüktendir. Çünkü o, Allah'ı bilir ve bir zamanlar itaatli bir mahlûk
olarak O'na ibâdet ederdi. Fakat Allah'ın ilim ve irfanla süslediği ve
yeryüzüne halîfe olarak gönderdiği Âdem'e saygı göstermeyi, onun önünde
eğilmeyi bir türlü gururuna yediremiyerek isyan etmesi var ya, onu ilâhî
rahmetten ebediyen mahrum bıraktı. Şeytan'ın secde ve dolayısıyla saygı
göstermekle emrolunması, Âdem'in fâni varlığına karşı değil de onda tecelli
eden ilâhî inayetin feyiz ve nuruna idi. Ne yazık ki, ondaki kibir ve bencil
rûh bu gerçeği anlamasına imkân vermemişti.
Cenâb-ı Allah bu olayı
bize nakletmekle, içimizdeki akıl, şehvet, gazap ve bu üçünün kapsadığı birçok
iyi ve kötü sıfatlar ve kuvvetler arasında en azından bir denge sağlamamızı
talîm ediyor. Zıt kuvvetler ara-
sındaki denge bozulur
da şehvet ve gazap gibi süflî kuvvetler ağır basacak olursa, akıl, idrâk ve
şuur perdelenir ve işte o zaman iç varlığımızda isyan ve tuğyan bayrağı
dalgalanmaya başlar. Tabiatıyla bu hal mânevi gelişmemizi engeller; bizi
cok'nankör-bir mahlûk seviyesine düşürebilir.
Allah'ın ezelî ve
ebedî inayetine mazhar olmak istiyorsak, organik hayatımızın gelişmesine mâni
olan şeyleri gidermeye çalıştığımız gibi, ruhî hayatımızın da gelişmesine
engel olacak iç ve dış faktörleri bertaraf etmemiz, hiç olmazsa zararsız hâle
sokmamız lâzımdır. Aksi takdirde iç âlemimizde denge bozulur. Âdem (A.S.)
kaydırıldıktan sonra sarsılan dengeyi düzeltmek için Allah'a iltica edip tevbe
etmişti. Allah da onun bu samimi tevbesini kabul buyurmuştu. Şeytan İse
kökünden bozulan dengesini düzeltmek için en ufak bir çare aramamıştı. Bu
yüzden ebedî lanete çarpıldı.
İşte hayatımız için en
güzel ölçü, misal ve düstur! Anlayanlara ne mutlu!.. [213]
İnsan ruhunu
geliştiren, olgunlaştıran manevî değerler hep ilâhî inayetin eseri ve
tezahürüdür. Bu değerler, değer olarak bilindiği ve bütün bir hayat
manzumesinde yer aldığı müddetçe faydalı olur. Cemiyet hayatına da ancak bu
değerler gerçek istikameti verir.
Unutmıyalım ki manevî
değerlerimiz, ancak organik, entellektüel ve manevî faaliyetlerin tam ve
düzenli olmasıyla içimizi ve çevremizi aydınlatan bir meş'ale olabilir. Bu
faaliyetlerden biri diğerinden ayrı olarak tek ■ başına ele alınırsa,
meş'alenin yanması pek zor hattâ imkânsız olur. Baharın te'siriyle ağacın
dallarına doğru yükselen hayat gibi, iç âlemimiz-deki manevî değerleri temsîl
eden rûh da irâdenin te'siriyle içimizde yükseldiği vakit hem akıl, hem zekâ,
hem ahlâk güzelliği, hem de nefse hâkimiyet şeklinde tezahür eder,
İşte fert ve cemiyetin
kurtuluşu için en uygun yol! Şeytan bu yoldan saptığı için ebedî hüsrana, Âdem
sapmadığı için sonu gelmiyen cinâne 'ayık görüldü.
Bunun aksine cemiyeti
her ân kanser gibi sorabilme isti'dadında olan maddi ve şehevî değerler (!) tek
başına hükümrân olur da mânevi değerce Paydos derse, artık o cemiyet veya
milletin kıyameti kopmuş demek-suzl '-0 rYiadd' Ve ?ehevî de9erler (!) her
türlü ahlaksızlığın başı ve huzur- kaynaâldlr Bütün kufr u tuğyanlar, gayri
ahlâkî hâdiseler bu e neşv ü nema bulduktan sonra etrafa yayılır.
Nitekim Şeytan ve ona
tâbi olanların kıyameti her gün bu mezbelede kopmakta ve zamanla yeryüzünden
silinip tarihin derinliklerine gömülüp gitmektedir. Fir'avn'ın rububiyet
iddiası, Nemrud'un küfr u tuğyanı, Câ-lut'un serkeşliği, Ebûcehl'in
putperestliği ve nihayet şeytanın kibr ü gururu konumuza birer misal teşkil
edebilir. [214]
«Meleklere: Âdem'e
(saygı yollu) secde edin,
dediğimizde.»
Meleklerin ilâhî
buyruğa imtisalen, Âdem'e secde etmesi, alnı yere koymak suretiyle olmayıp
biraz eğilmek suretiyle olduğu ve böyle yapmanın da bir saygı ve tazim ifâde
ettiği, ekserin kabul ettiği bir te'vil ve tefsîrdir. Kardeşlerinin Hz. Yûsuf'a
yaptıkları, secde gibi. İslâm dini saygı yollu bu tarz eğilmeyi ibtâl
ediplerine selâm adabını koymuştur.
Diğer bir tefsirle,
meleklerin Âdem'e saygı göstermesi, esasında Allah'a itaattir. Diğer bir
tâbirle Âdem, Allah'a yapılan secdeye kıble olmuştur.[215]
Müfessîr Keşşafa göre
secde, Allah'a olursa, ibâdet sayılır. Başkasına olursa -kelime olarak- saygı
ifâde eder. Meleklerin Âdem'e, kardeşleriyle babasının Hz. Yusuf'a yaptığı
secde gibi. Bu tarz secde alnı yere koymaktan ziyade eğilerek saygı göstermek
mânâsına gelir.
Büyük müfessîr
Fahrüddîn Râzî'ye göre : Âyetin zahirinden anlaşılan: Âdem henüz cismanî bir
varlık olarak vücud bulmadan önce Allah meleklere : «Âdem vücud bulunca ona
secde edeceksiniz» diye emretmişti. Bu mânâyı Hicir sûresi 27-31. âyetleri
te'yid etmektedir.
O halde Âdem'e bütün
isimlerin öğretilmesi ve onun meleklerle olan imtihanı, meleklerin ona secde
etmesinden sonra olmuştur.
Meleklerin Âdem'e
yaptıkları secde, ibâdet secdesi midir? Öyle olsaydı, Allah'tan başkasına
yapılması küfrü gerektirmez miydi? Bâzılarına göre, az yukarıda belirttiğimiz
gibi, secde Allah'a edilmiş, Âdem buna kıble olmuştur. Fakat bu görüşe iki
yönden itiraz edilmiştir: 1—
«Sallaytü li'l-kıbleti» denilmez
de, «Sallaytu ile'l-kıbleti» denilir. Âyette ise «lâm» ile mef'ül getirilmiş buyurulmuştur. Bu kaideye göre Âdem, meleklerin
secdesine kıble değil de doğrudan doğruya mescûd (secde olunan) olmuştur. 2— Âdem'in bu secdeye kıble olduğu
kabul edilecek olursa, meleklerden üstün olduğu neticesi çıkar mı? Çıkmaz..
Nitekim Hz. Muhammed (A.S.)in Kabe'ye müteveccihen namaz kılması, Kabe'nin ondan
üstün olduğunu gerektirmez.
İtiraz yollu bu iki
ihtimal vârid olmakla beraber, sıhhatli değildir. Zira Arap edebiyatında
(salla) fiili (ilâ) ile müteaddi olduğu gibi (lâm) ile de olmuştur. Büyük İslâm
Şâiri Hz. Hasan, İmam Ali (R.A.)yi medhederek diyor ki:
Türkçesi: «Hazret-i
Ali (R.A.) kıblenize namaz kılanların evveli; Kur'ân ve sünnetleri (vukufta)
insanların en çok bileni değil miydi?» Şiirde (salla ji-kıbletiküm), denilmiş,
yani «lâm» ile müteaddi olmuştur.
Bütün bunlarla beraber
âyetin zahirinden ve alâkalı hadislerden, secdenin doğrudan doğruya Âdem'e
yapıldığı anlaşılıyor. Keyfiyetine gelince, ekseri müfessirlere göre, eğilerek
saygı göstermek şeklinde olduğudur.
«Yalnız iblis
dayattı, (bunu) kibirine yediremedi de kâfirlerden oldu.»
Bu ve yukarıdaki
âyetlerin siyak ve sibakından İblis'in melek cinsinden olmadığı, ancak cüz'i
bir maarifle ve mânâ âleminin derinliğine azıcık bir vukufla melekler
kafilesine girdiği anlaşılıyor. Meleklerden olmuş olsaydı -yaratılışı icabı-
Allah'a isyan etmemesi gerekirdi. Çünkü meleklerin başta gelen sıfatlarından
biri:âyetinin beyân ettiğidir. [216] İblis'in
meleklerden istisna edilmesi,
onlardan biri olduğuna delâlet etmez. Zira, istisna munkati' de
olabilir. [217]
Kur'ân'ın kesin
beyânına göre, İblis cinlerdendir.[218]
Cennet, ebedî saadet
ve sevap yurdudur. Âyette geçen el-cennet ke-esinin başındaki (elif-lâm) ahd
içindir, belli bir cenneti ifâde eder.
Âdem yaratıldığı zaman
ne cennet, ne de cehennem vardı, diyenler, Âdem ile Havva'nın bir müddet
eyleştikleri cennetin Filistin bahçeleri veya İran ile Kirman arasındaki
meşhur bağ ve bahçelerin olduğunu söylerler, Fırat ile Dicle arasındaki münbit
ve yemyeşil topraklar olduğunu iddia edenlerde eksik değil. Ayrıca Âdem ile
Havva'nın bu yerlerden hübu-tunu, yani iniş ve geçişini de Hindistan'a inmekle
tefsir ederler. Bunların
ikinci delili, Âdem'in
yeryüzünde yaratıldığı rivayetidir.
Âyeti de bu
rivayeti te'yid etmektedir.
Böyle olmakla beraber Âdem'in yeryüzünde yaratılması
cennete girip çıkmasına mâni' değildir.
Bak, A'raf Sûresi
11-24. âyetlere. [219] Genişlik
ve refah içinde. [220]
Bu ağacın mahiyeti
hakkında çeşitli görüş ve yorumlar mevcuttur. (Elif-lâm) ile kullanılması,
bilinen bir ağaç olduğunu ifâde eder. Belki de hilâfetin sınırı veyahut günah
ve isyan hakkında çizilen ilâhî hudut olabilir. «İyilikler ve kötülükler,
helâl ve haram hakkındaki memnu' bilgi», diyenler de olmuştur. Fakat bütün
bunlar birer ihtimal olmaktan öte tarafa geçmez. Hakikati Allah daha iyi bilir.
Hıristiyanlar bu
memnu' ağacı Âdem'le Havva'nın karı-koca hayatı yaşamalarını men'eden bir emir
olarak te'vîl ederler ve buna dayanarak rahib ve rahibeler evlenmekten kaçınıp
Âdem'in cennetteki ilk hayatını yaşamaya çalışırlar. Hem İsâ Peygamber'in de
bekâr yaşadığı, daha doğrusu evlenmeye vakit bulamadığı da onlar için başka
bir delildir.
Allah'a isyan
etmekle nefsine zulmedenlerden, olur-sunuz. [221]
Şeytan ikisini de o
memnu' ağaç yüzünden kaydırdı veya cennetten çıkarılmalarını sağladı. Bak :
A'raf sûresi 11-24. âyetlere.
Ölüme veya kıyamete
kadar. [222]
Adem ilâhî kelimatı
alıp kabul etmek ve mefhumunca amel etmek üzere karşıladı. [223] Bu
kelimeler: yetidir.
Allah, rahmetiyle ve tevbeyi kabulle Âdem'e
teveecüh-de bulundu. [224]
Hübut emri te'kid
yollu tekrar olunmuştur veyahut maksût olan cihetin değişikliğini ifâde eder.
Şöyle ki, birinci hübut imtihan ve mihnet yurduna inişi ve orada birbirine
düşman kesileceklerini, fakat ebedî kalmıyacaklarıni; ikinci hübut emri, ilâhî
teklifle yükümlü kılınmak için cennetten çıkarıldıklarını, bundan sonra
doğruyu bulanların kurtulacağını, sapıtan ve sapıttıranlann helak olacağını
tenbîh eder. [225]
Kâinatı yaratan, bütün
varlık âlemini terbiye eden Allah, tevhîd'i (Hakk'ı bir bilme), nübüvvet
(peygamberlik)i ve maâd (dönülecek ikinci hayat)ı dosdoğru inananların
gönüllerine zerkedip doyurucu mâhiyette deliller sergiledikten sonra bütün
insanları kapsayan nîmetlerini, onlara bahşettiği üstün kerametleri bir inci
dizisi halinde sıraladı. Bunu müteakip tavsiye, nisyân, pişmanlık, tevbe,
hidâyet ve mağfiret tâbirlerini içine alan geçmiş hâdiselerden bahsederek
örnekler verdi. Daha sonra dünya denilen imtihan alanına âdemoğluyla şeytanı
sevketmek suretiyle, fesat yıkıcılık ve bozgunculuk çıkaran şer kuvvetiyle;
iyilik, salâh ve yapıcılığı temsîl eden hayır kuvvetinin uzun bir tartışma ve çatışmaya
girişecekleri s bu hâlin nesil nesil kıyamete kadar devam edeceği ve insanın
beşeri kemal ve şerefinin, ancak bu çatışmayla meydana çıkacağı beyân ediliyor.
Kırkıncı âyetle de
öneeki Yahudîlere lütfettiği has nimetlerinden haber veriyor; önee Medine
Yahudilerinin sonra yeryüzüne yayılıp insan kanı emen İsrâîloğulları'nın inadını
kırmayı, daldıkları gafleti
dağıtmayı
Amaçlayıp yüzlerini
biraz daha olsun maddeden mânâya çevirmelerini hatırlatıyor kendılerıne- ileceğinden
bahsedilen son peygambere
uyup Müslümanlar camiasına katılmalannın
ve rükû'a varanlarla rükû1 etmelerinin
ilahi kanun icabı oldugunu engüzel ve bedi bir uslupla ifade buyuruyor. [226]
40— Ey İsrâiloğulları! Size ihsan ettiğim
nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan sözümü yerine
getireyim ve (ahde vefa etmemekte) ancak Benden korkun,
41— Beraberinizdeki kitap (Tevrat)ı, tasdik edici
olarak indirdiğime (Kur'ân'a) imân edin. Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın
ve (sakın) âyetlerimi az (kıymetsiz) bir paha (bayağı bir menfaat)
karşılığında değiştirmeyin. Ancak Benden korkup (bu gibi ölçüsüzlüklerden)
sakının.
42— Bildiğiniz halde hakkı bâtıla karıştırıp
gerçeği gizlemeyin.
43__ Namazı
kılın, zekâtı verin, rükû' edenlerle beraber rükû' edin.
44— Kendi
nefislerinizi unutursunuz da insanlara iyilikle mi emredersiniz?! Halbuki siz,
Kitap (Tevrat)ı okuyup durursunuz. Artık aklınızı kullanmaz mrsınız?
45-46— Sabır
ve namaz ile (Allah'tan) yardım isteyin. Gerçi bu, Allah'a kavuşacaklarına ve
ancak O'na döneceklerine kesin bilgi (ve inanç) edinen saygılı kimselerden
başkasına ağır ve sıkıcıdır.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, Medine'deki Yahudi bilginleri kendi milletlerine Hazret-i Muhammed'e
(A.S.) uymaları için veya Tevrat'taki son peygamberle ilgili belgelere inanıp
ona göre amel etmeleri için tavsiyede bulunur, Tevrat'ın getirdiği prensipler
hâricine çıkmamalarını hatırlatır; fakat kendileri ne buna inanır, ne de o
belgelerle amel ederlerdi. Cenâb-ı Allah bu hususa işaretle : «Halbuki siz
Kitap (Tevrat)ı okuyup durursunuz. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?»
mealindeki âyeti indirdi. [227]
«Yahudilerden bir
grup, Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın huzuruna geldiler. Peygamber (A.S.) onlara :
— İsrail'in Yâkub olduğunu bilir misiniz? Diye
sordu. Onlar:
— Huda bilir öyledir, dediler. Resûlüllah
(A.S.) :
— Ya Rab! Sen şahit ol, dedi.» [228]
«Hz. Mûsâ sağ olmuş
olsaydı, bana uymaktan başka yol bulamazdı.» [229]
«İnsanlara hayrı tâlim
edip onunla amei etmîyen âlimin misali, halkı aydınlatıp kendini yakan çıraya
benzer.» [230]
«Kim, Allah rızasının
arzuladığı bir hususta Allah için değil de sade-endıne biraz dünyalık dokunsun
diye ilim öğrenirse, kıyamet günü cennet kokusunu alamaz.» [231]
«Kıyamet günü bir
adamı -bağırsakları yerde sürünür bir vaziyette-getirip cehenneme atarlar.
Değirmen etrafında dönen (dolaştırılan) eşek gibi ateş üzerinde bağırsaklarıyla
döner (dolaştırılır). Cehennem ehli onun etrafına toplanıp:
— Ne oldu sana, halka iyilikle emreder, onları
kötülükten men etmez miydin? diye sorarlar.
— Evet ama,
iyilikle emrederdim, fakat
kendim iyilik yapmazdım. Kötülükten men'ederdim, fakat
kendim onu işlerdim, diyerek (tahassür içinde) cevap verir.»
İşte zaman-ı Saadette
Medine'deki Yahudi ileri gelenlerinin ve bilginlerinin tutumu böyle idi. [232]
Önceleri, medeniyetin
beşiği olan Mezopotamya ile Suriye arasında çobanlıkla geçinen İsrâiloğullan
ibtidaî bir cemaat hâlinde idiler. Sonradan Filistin'e yerleştiler.
Kur'ân-ı Kerîm'de
İsrâiloğulları'na verilen birçok nimetler arasında bilhassa yedi tanesi kayda
değer özelliktedir. İleride bunlardan kısaca bahsedilecektir. Geniş bir nimete
kavuşmak istiyen İsrâîloğulları, Yûsuf Peygamber zamanında Mısır'a göçettiler.
İkiyüz sene Mısır'da kaldılar, [233]
Fakat Mısır'ın asıl yerlisi olan Kıpt kavmi, İsrâiloğulları'na hor bakarlardı.
Onları köle gibi, ağır işlerde kullanmaya, çeşitli eziyetler etmeye başlamışlardı.
İsrâiloğulları çoğaldıkça da fena halde tasalanıyorlardı. Buna rağmen
dedelerinin ülkesi olan Ken'ân iline gitmek istiyen bu insanların yakasını
bırakmıyorlar, her gün yeni vergiler, yeni eziyetlerle onları eziyorlardı.
İsrâîloğulları oniki
soydu. Her soy, Yâkub Peygamber'in oğullarının birinden geliyordu. Birleşseler
büyük bir kuvvet meydana getireceklerdi ama, kendilerini bir araya getirecek
bir başları yoktu. Tam bu sırada Hz. Mûsâ (A.S.) Yâkub'un üçüncü oğlu olan Levi
soyundan dünyaya geldi. Hz. Mûsâ (A,S.) büyüdü, peygamberliğini ilân etti ve
İsrâîloğullarını Arz-ı mev'ûd'e (va'dolunmuş ülke) denen Filistin'e götürüp
biraraya toplamayı düşündü. Esasen Mûsâ Peygamber'i buna zorlayan ikinci sebep
Fir'avn'ın tuğyanı ve zulmü idi. (M.Ö. XIII. yüzyıla rastladığı söylenir).
İşte Cenâb-ı Hak,
Kur'ân-ı Kerîm'de Musa'yı kurtarıcı baş olarak İsrâîloğulları'na gönderdiğini
ve bu sayede Fir'avn (İkinci Ramses)in etbâı-nın zulüm ve işkencesinden onları
kurtardığını beyân ederek : «Hani size işkencenin en kötüsünü tattırıp
yüklemekte devam eden, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı (kızlarınızı)
diri bırakmak isteyen Fir'avn'ın yoldaşlarından sizi (atalarınızı)
kurtardığımız zamanı bir hatırlayın! Bundan da size Rabbinizden büyük bir
imtihan vardı.» buyuruyor. [234]
Demek ki,
İsrâîloğullan'na verilen yedi büyük nimetten biri ve başta geleni, Hz. Musa'nın
peygamber ve halaskar olarak onlara gönderilmesi olmuştur.
İkincisi: Fir'avn'ın
zulmünden kurtulup birleşmeleridir. Üçüncüsü: İlâhî bir mû'cize olarak denizin
onlara açılıp yol vermesi, Fir'avn ve et-bâının boğulmasıdır. Dördüncüsü: Tih
sahrasında [235] güneşin yakıcı sıcaklığının
te'sirinden bulutlarla korunmaları ve üzerlerine kudret helvası ile Yelve
kuşlarının mâide olarak indirilmesidir. Beşincisi : Tih sahrasını kolaylıkla
aşmaları ve Kudüs'e salimen ulaşmalarıdır. Altıncısı: Tih'de susuzluktan helak
olmak üzere iken, Mûsâ Peygamberin âsa'sını kayaya vurup oniki pınarın birden
kaynayıp akmasıdır. Yedincisi: Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman'ın hem hükümdarlık,
hem de peygamberlik unvanlarını birden taşıyarak İsrâiloğulları'na müreffeh ve
şa'şaalı bir hayat sağlamalarıdır. [236]
Bunca ilâhî nimetlere
mazhar olan İsrâîloğulları'nın yanlış yolda oldukları, Rablarının tavsiyesi
dışına çıktıkları hatırlatılarak deniliyor ki : «Ey İsrâiloğulları! Size ihsan
ettiğim nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki Ben de size olan sözümü yerine
getireyim ve (ahde vefa etmemekte) ancak Benden korkun.»
Allah'ın onlara olan
ahid ve tavsiyeleri nelerdi?
a) Önce
Tevrat'da Hazret-i Muhammed (A.S.)ın son peygamber olarak gönderileceğini
va'deder mahiyetteki ilâhî emirleri ve İsrâîloğulları bu şmrı dinleyip
kıskançlık göstermeden gelecek olan peygamberi tasdik ettikleri takdirde
Allah'ın buna karşılık onları yükselteceğini, korkulardan emin kılacağını
va'deder anlamdaki beyanları idi.
Elimizdeki muharref
(ibaresi değiştirilmiş) Tevrat'da bu emir ve tavsiyelerin kısmen degişmiş ifâdesini bulmaktayız. Tesniye
Kitabının 18.bab, 15, 18, 19.
belgelerinde deniliyor ki: «Onlar için kardeşleri arasında
bi bir peygamber
çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi
onlara söyliyecek. Ve vaki olacak ki benim ismimle söyliyeceği sözlerimi
dinlemiyecek olan adamdan ben arı-yacağım (mesul tutacağım).»
İşte Kur'ân'da bu
husus hatırlatılarak : «Kitabınızda evsafım gördüğünüz ve zuhur ettiğinde
kendisine îmân edeceğinize ahitte bulunduğunuz âhir zaman peygamberi
gönderildi! Artık, o ahit ve tavsiyeye vefa edin ki ben de size va'dettiğimi
tahakkuk ettireyim» deniliyor. Fakat İsrâîl-oğulları bu emir ve tavsiyenin
hilâfına hareket ettiler ve bu hareketlerine inat ve ısrarla devam
etmektedirler.
Bu konuda şöyle bir
istifham hatıra gelebilir: Acaba Tevrat'da geleceği tebşîr edilen peygamber,
Hz. Muhammed (A.S.) mıdır? Hiç şüphe edilmemelidir. Zira Resûlüllah Efendimiz
(A.S.)' İsrâîloğulları'nın birader-zadeleri olan Hz. İsmail'in soyundandır. Hz.
Muhammed de Hz. Mûsâ gibi, cihad ile emrolunan, şeriatı olan bir peygamberdir.
Mûsâ (A.S.)dan sonra bu evsafta bir peygamber gelmediği tarihen sabittir. [237]
b) Bu ahit ve tavsiye, Allah Teâlâ'nın Âdem'e
: «(Evet) inin oradan hepiniz! dedik.
Benden size bir hidâyet (doğru yolu gösteren kitap ya da peygamber) gelecek
olursa, artık kim hidâyetime uyarsa, onlara ne bir korku vardır, ne de onlar
mahzun olurlar.» âyetiyle yapmış olduğu ihtar mahiyetindeki tavsiyesi olabilir.
[238]
c) Veya insan fıtratıyla Yaradan'ı arasında
olan tevhîd ahdidir. Çünkü insan yaratılışı itibariyle
tek mâbud (Allah) fikrine mütemayildir. Yani Allah fikri insanla beraber doğar,
bu duygu onun mayasında mevcuttur.
d) Veya Allah'ın İbrahim'e (A.S.) olan özel
va'didir ki Bakara sûresi 124. âyetle bu şöyle tasrîh edilmiştir: «Rabbi,
İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş, o da onları tamamlayıp yerine
getirince, (Allah) ona : «Seni insanlara imam (bir rehber, bir önder)
yapacağım» demişti. İbrahim : «Benim neslimden de...» deyince, Allah: «Benim
ahdim (imamet ve önderlik rahmetim) zâlimlere erişmez» buyurmuştu.»
e) Veyahut Bakara sûresi 63. âyetinin delâlet
ettiği va'de işaret ediliyor : «Ve hatırlayın ki, sizden (atalarınızdan Tevrat
ile dosdoğru amel edeceklerine dair) söz almıştık. Tûr'u üstünüze kaldırmış ve
korunasıntz, Allah'a karşı gelmekten sokmasınız diye «Size verdiğimiz kitabı
kuvvetle
(îmân ve idrâk ciddiyetiyle) tutun, içinde
olan (buyrukları) hatırlayın» demiştik.»
Saydığımız bütün
ihtimaller üstüste toplanırsa, tek bir ahit ve tavsiye ortaya çıkar.. Netice
olarak bu, Allah ile kulları arasında -ilâhî kanunları gereği- bir
sözleşmedir.
Allah Teâlâ
sünnetüllahı iktizası, İsrâîloğullart'nı bu ahde vefa göstermeye ve tahrîfe
uğramış Tevrat ile İncil'i tashîh edip bu iki semavî kitabın aslını, indiği
şeklini tasdik eden Kur'ân-ı Kerîm'e îmân etmeye davet ediyor ve ehl-i kitap
bulundukları için ilk tasdîk eden onların olması gerektiği halde buna yan
çizdiklerini takbih ederek : «Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve' (sakın)
âyetlerimi az (kıymetsiz) bir paha (bayağı bir menfaat) karşılığında
değiştirmeyin.» diye uyarıda bulunuyor.
Ne yazık ki, tarih
boyunca İsrâîloğulları bu davet, bu emir ve tavsiyelerin dışına çıkmış ve
tamamen aksi bir istikamet takip etmiştir. Bu sebeple de zaman zaman
insanlığın baş belâsı kesilmişlerdir.
İsrâîloğulları
hakkında ileride geniş izahat verilecektir. [239]
Mealini yazdığımız
40-46. âyetler ahlâkımızı yükseltecek, bizi hayatta başarılı kılacak ve
nihayet dünyaya geliş ve göçüşümüzün gayesini tâyin edip bizi şu imtihan
uğrağında nebiler ve velîlerin dostluğuna eriştirecek, ebedî saadet yurdunda
ilâhî rızâya kavuşturacak yedi ulvî prensibi ihtiva etmektedir:
1— Varlık
âleminde her şeyin insan için yaratıldığında hiç şüphe yoktur. O halde teneffüs
ettiğimiz hava, aldığımız güneş, gecenin karan-'«ğıncfa dinlenme imkânı
bulmamız, gündüzün aydınlığında hayatımızı kazanmamız büyük nimetlerden bir
kısmıdır. Akıl, irâde, şuur, hafıza gibi ulvi hasletlerle süslenen ve bunlarla
mümeyyiz bir vasıf kazanan insana yaraşan, bu nimetleri eksiksiz veren Ulu
Yaradan'a şükredip arz-ı niyaz diki01"2"' Ubudjyet etmektir-
İsrâîloğulları'nın bu şükür ve ubudiyeti yapma-ı arı ıçm ilâhî aazaba
çarpılmaları bizim için ibret dolu müessir bir misaldir.
2__ Şükreden
bir kul olmak ne güzel bir haslettir! Bunun yanısıra hudîl ° 6!mek' verilen
sözü yerine getirmek insanlığımızın icâbıdır. Ya-hî fak"" ,V,f
rdlkJeri sözu verine getirmedikleri için üzerlerine meskenet (rû-bı.nu, manevî
perişanlık) çöktü de çöktü. Babil esareti, Titüs istilâsı DUnun en acıklı
misalidir.
3— Ahde vefa
eden bir kul, bu sadakat içinde hiçbir zaman dîni istismar edip onu kendi
çıkarına âlet etmez. Allah'ın Kitabında yazılı olan her şeye kayıtsız inanır ve
bağlanır. Onu haksız yere te'vîl ve tağyire yel-tenmez. İsrâîloğulları
Tevrat'da Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğini müjdeleyen belgeleri
değiştirdikleri ve bir kısmını Kitaptan çıkardıkları için zalimlerden
sayıldılar. O halde hiçbir Müslüman Kur'ân-ı Kerîm'i kendi çıkarına âlet
etmemelidir. Aksi halde, Yahudilerden farksız olur.
4__ İlâhî
Kelâmı indiği gibi muhafaza etmek, onu hiç bir şahsî çıkara âlet etmemek
mü'minin ilk ve son vazifesidir. İşte bu şuur içinde hakkı bâtıla karıştırmamak
lâzımdır. Yahudî hahamları hakkı bâtıla karıştırmak suretiyle ilâhî buyrukları
çiğnediler; yeryüzünde bedbaht bir mahlûk olarak ilân edildiler. Cenab-ı
Resûlüllah (A.S.) : «Ya Rabbi! Hakkı hak olarak bize göster» [240].
diye duâ ederlerdi. Hakkı hak olduğu için söylemek, müdafaa etmek; bâtılı bâtıl
otduğu için söylemek ve yermek ne büyük fazilettir.
5— Şükrün en güzeli, ahde vefanın en açık
burhanı, dîne saygının en bariz alâmeti, namaz kılmak, ibâdette ve sair
hususlarda sabırlı ve metin, mütehammil ve soğukkanlı olmaktır.
6— Namazın insan ruhuna zerkettiği en güzel huy,
hayırhahlık ve âlicenaplıktır. Ancak, başkasına iyilik tavsiye edip
kendi nefsini unutan, sözü özüne, özü de sözüne uymayan, bilgisiyle yaşamıyan
kimse, gönül zevkiyle, kalb huzuruyla namaz kılmamış demektir. Böylesine,
Cenâb-ı Peygamber (A.S.): «Dön yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın» [241]
buyurmuştur.
7— Bütün bu ulvî hasletlerle beraber, mes'uliyet
duygusu içinde kimsenin kimseye faydası olmıyacağı bir günü içten hatırlamak
ve bütün bir ömrü böyle bir îmân ve duygu içinde geçirmek, ilk ve son arzu ve
âmelimiz olmalıdır. [242]
Milletleri ayakta
tutan, maddî ve manevî alanlarda kalkınmalarını sağlayan, onları iç ve dış
huzura kavuşturan, zâlimlerin zulmünden, emperyalistlerin ağından, komünistlerin
pençesinden kurtaran, o milletin ileri gelenlerinin tam bir şuur içinde Allah'a
bağlanmaları, O'nun ahlakî buyruk-
(arını kendilerine hayat ve memat düsturu
edinmeleridir. Çünkü halk, kendilerini idare edenleri taklîd eder, onların
izinden gider. Bunun aksini yapmak, İsrâîloğullan'nı zilletten zillete,
felâketten felâkete sürüklemiştir.
M.Ö. 587'de,
İbrânîlerin Babilliler tarafından Filistin'den çıkarılıp Ba-bil'e sürülmesi,
orada bir sürü işkenceler içinde pek acıklı ve ızdıraplı günler yaşamaları,
ondan sonra İran ve müteakiben Makedonya (İskender ve Selefkîler) idaresinde
zillet içinde bir ömür geçirmeleri ve bununla da uslanmıyan bu şaşkın milletin
bu defa M.Ö. 64'de Romalıların hışmına uğraması, Romalıların Filistin'i
alması, daimî ayaklanma hâlinde bulunan Yahudîleri birkaç kere kılıçtan
geçirmeleri hep bu basiretsizliğin neticesidir. İbret alan milletlere ne
mutlu!.
Fakat şöyle bir soru
hatıra gelebilir: Yahudiler bunca işkence ve perişanlıktan sonra bugün
Filistin'de toplanıp bir devlet kurdular. Buna ne dersiniz? Doğrudur ama,
Allah'ın kanunları asla şaşmaz, süresi dolunca mutlaka tahakkuk eder. Yahudiler
bu hırs ve bu kana susamışltk gafleti içinde devam ederlerse, bilinmeli ki
tarih tekerrürden ibarettir. Onların zillete duçar olma günleri pek
yakındır.
Kur'ân-ı Kerîm
milletlerin Allah'a bağlanmasını dört esasa bağlamıştır :
1— Cemaat olarak emr bi'l-maruf (iyilikle emretmek), nehiy ani'l-münker (kötülükten
men'etmek) şuuruna sahip
olmak ve bu
iki prensibi tatbik sahasına koymak.
Şüphesiz ki böyle
yapmak, özlenen adaleti gerçekleştirir.
2— Kitap ve peygambere inanmanın lüzumu ve bunun
ameli sahadaki tatbikatının önemini kavramak ve kavratmak ve bunu bir eğitim
konusu olarak ele almak, nesli bu hava içinde yetiştirmek.
3__ Sosyal
adaleti gerçekleştiren, cemiyet arasında tam bir dayanışma sağhyan zekât,
sadaka, fitre, kurban, fidye ve keffarat gibi içtimaî yardımlaşma
müesseselerini yaşatmak.
4-__
Mâbedlerde İslâmî ideal etrafında toplanmak ve bunu nesilden esne aktarmak için
gereken bütün tedbirleri almak.
Yahudîler tarih
boyunca bu dört esasla yaşayamadıkları için yeryüzüne çil yavrusu gibi dağılmak zorunda kalmış, tam bir
bütünlükiçinde çoğu zaman varlıklarını muhafaza edememişlerdir.
Görülüyor ki elimize
tarihten bir yaprak veren bu âvetler'
mllletle-ahıret felahına medar olacak en uygun ahlâkî ve içtimaî nizamı
koymaktadır. Sırf kabrin ötesindeki, yani âhiretteki kurtuluş ile ilgilenmekle
yetinmeyip, insanın, dikkatini bu dünya hayatındaki kurtuluşuna da atfetmesi
ve geleceğini emniyet altına alması, İslâmın değişmeyen meziyetlerindendir. Bu
maksatla Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her ktssa; ahlâkî kemâli, içtimaî terakkiyi,
iktisadî adaleti ve siyasî sağlamlığı, hulâsa dünya hayatında özlenen gerçek
beşerî saadeti ve insanlığın her hususta iyi ve ahenkli gelişmesini hedef
alarak seçer ve ona erişmenin yollarını ilham eder. [243]
«Ve sakın ayetlerimizi az (kıymetsiz) bir paha
(bayağı bir menfaat) karşılığında değiştirmeyin.»
Bu ayet;
a) Âyetlerimize olan îmânınızı. Resulüme
bağlılık ve tasdikinizi dünya ve onun servetiyle değiştirmeyin. [244]
b) Allah'ın âyetlerine karşılık üoret almayın. [245]
c) Âyetlerimi, zatî ve sıfatı tecellilerimi
nefis cennetinizle değiştirmeyin. [246]
d) Benim âyetime inanıp uymayı, dünya zevklerine
feda etmeyin. [247]
e) Kitabınızda olan âyetlerimi (Hz. Muhammed'in
na'tiyle ilgili kısımlarını) azıcık bir dünyalıkla değiştirmeyin. [248]
şekillerinde yorumlanmıştır.
Bu tefsirlerin ışığı
altında, Kur'ân öğretiminde ücret almanın caiz olup olmadığını mütalaa edelim:
Kur'ân öğretimi devlet
tarafından organize ediliyorsa, beytü'l-mal (ha-zine)den ücret almanın cevazına
fetva verilmiştir. Diğer taraftan hazineden ücret verilmiyorsa, ücretsiz de
okutan yoksa, öğreticinin malî durumu müsait değilse, o takdirde kifaf-i nefs
miktarı ücret almak yine caizdir. Bu, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve
cumhur-i ulemaye göredir. Delilleri ise, Buharî'de Ebû Saîd (R.A.)den
rivâyeten gelen «Ledîğ» hadisesidir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) «Karşılığında
aldığınız en haklı üc-
ret, şüphesiz ki
Allah'ın Kitabıdır» buyurmuştur. Sahîh-i Müslim'de, buna yakın bir rivayet
mevcuttur.
Ücret almak caiz
değildir, diyenlerin delili, Ebû Dâvud Tayâlisî'nin Ubâde bin Sâmit (R.A.)den
rivayet ettiği şu hadîstir: Hz. Ubâde, Suffe ehlinden birine Kur'ân öğretiyor.
O adam da Ubâde'ye bir yay hediye ediyor. Bunun üzerine Hz. Ubâde durumu
Resûlüllah'a (A.S.) arzediyor. Re-sûlüllah (A.S.) onu : «Ateşten bir yayın
boynuna geçmesini istiyorsan kabul et!» diye ikaz ediyor.
İki delil de kuvvetli
olmakla beraber birinin hükmü diğeriyle kalkmış olabilir. Ekseri fükaha birinci
delilin müftabih olduğunu kabul etmiştir. Fetâvâ-yi Hindiyye ile Fetâvâ-yi
Bezzaziyye'de bu meseleye temas edilerek deniliyor ki: «Mütekaddimîne göre
talim-i Kur'ân için ücret almak caiz değilse de Medine ehli, Belh âlimleri,
İmam Şafiî ve ulemâ-İ müteah-hırîn buna cevaz vermişlerdir.» [249]
Âyetlerde sıra ile
geçen Nimet - Ahd - Hakk - Birr - Sabır - Namaz ve Likaullah kelimelerinin
birer cümlede bu tarz tertiplenmesinde bir incelik var. Nîmetin ferahlatıcı
havası içinde nîmeti vereni unutmak büyük bir gaflet sayılır. Gafletten
uyanabilmek için, elestü bezminde verilen sözü ve f ıt-ratımızdaki mevcut
islâmî temayülü gerçekleştirmek ve bunu îmân-ı kâmil ile amel-i sâlih temeli
üzerine oturtmak gerektir. Böylesine şuurlu bir uyanış, nîmetin artmasına,
nîmeti verenin rahmetinin coşmasına vesîle olur. Sonra ahde vefa yolunda
yürürken hakkı müdafaa etmek, onu gizlememek, yani hakkı hak olduğu için
söylemek ve icap ederse bu uğurda mücâdele Ve mücâhede etmek İslâmî şiardandır.
Çünkü «Hakk» mefhumu, İslâm ideolojisinin ruhunu teşkil eder ve İslâm'ın temsil
ettiği dünya nizamını oluşturur.
Bu şiarı ölünceye
kadar gönül tahtında taşımak için de geniş bir sair ve dosdoğru bir namazla
Allah'tan yardım beklemeye lüzum vardır.
Zira sabır, azmi
ayakta tutar; namaz da ona kuvvet bahşeder. Ahdin bir ucu da birr(kaib sofasını
gerçekleştiren fi'l-i cemîDe müstenit olmalıdır. ruhumuzun safası buna
bağlıdır. İlâhî rızâya bu yolla ulaşılabilir. zaman bu Mâhî düzen dl?ına cıktlk'arı iCin cok
sofadan mahrum kalarak aşağıların aşağısı oldular. [250]
Bu nidadan ilk hatıra
gelen, «İsrâîloğullan»dır. Hz. Yâkub'un evlâdına verilmiş bir isimdir.
Fahrüddîn Râzî'ye göre, İsrâîl, Hz. Yâkub'un ismidir. [251]
"Bu kelimenin İbrânice mânâsı «Allah'ın kulu» demektir. Kaffal'e göre,
«İsrâ» İbrânice «insan», «îl» de «tanrı» demektir.
Fakat artık bu terkip
ile Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devrinde Medine'deki Yahudiler ile ondan sonra
gelecek olan umum Yahudiler kasde-diliyor. :
Size vermiş
olduğum (ihsan ettiğim)
nîmetimi hatırlayın, yani kimden geldiğini iyice düşünün ve şükrünü ona
göre ifâ edin, Burada, nimetin Yahudilerle takyidi, onların mala karşı olan
hırslarını frenlemek ve başkasının nimetine göz dikmeden kendilerine verilen
nîmeti hatırlayıp birden Hakk'a yönelmelerini sağlamak içindir.
Fakat Yahudiler hiç de
Hakk'a yöneltmediler ve gözlerini başkasına verilen nimetlerden kesmediler.
Zaten uzaklarda olana seslenmeyi ifâde eden (yâ), İsrâîloğulları'nın ilâhî emir
ve yasaklardan çokça uzaklaştıklarına dikkati çekmek içindir.
Benî, ibn kelimesinin
çoğul şeklidir. Bina kelimesinden alınmadır. Çünkü ibn, pederin inşâ ettiği bir
bina mesabesindedir.
Ahd'ın kök mânâsı, bir
şeyi korumak ve zaman zaman ona riâyet etmektir.
rehbet veya rühbet
kökünden gelir. Havf'dan daha hastır. Çünkü «havf» ikabdan olur. «Rehbet» se,
gazap, kahır, i'raz (yüz çevirme) ve hicap duymaktan olur.
Âyetlerimize olan
îmân ve ittibaı dünya zevkleriyle
değiştirmeyin. Âyette halk tabakasından mukallit olanlar rehbet ile, ilim ehli
olanlar takva ile emrolunmuşlar. Çünkü rehbet Hakk'a sülûkün başlangıcı, takva
ise son kertesidir. [252]
Müslümanlar gibi namaz
kılan, onlar gibi zekât verin, onların cemaatine katılarak onlarla
birlikte rukû, yapın. [253]
Zira Yahudîlerin ibâdetinde rükû' yoktur. [254]
Ağır ve meşakkatlidir. [255]
İntizar ederler veya
yakînen inanırlar. Burada şüphe ifâde eden zan mânâsına değildir. Nitekim
İbn Mes'ud (R.A.)ın
mushafında (Yâlemûn) yazılıdır. [256]
Salât kelimesi «saly»
kökünden gelir. Eti kızartmak, eğri bir ağacı ateşe tutup doğrultmak mânâsını
ifâde eder. İkinci bir isti'malle duâ, rahmet ve istiğfar mânâlarına gelir.
Bazı lûgatçilere göre, duâ mânâsında hakikat, diğerlerinde mecazdır. O halde
«salât», Allah'a isnat edilince rahmet, meleklere isnat edilince istiğfar,
insanlara isnat edilince duâ mânâsı kasdedilir. İstılahta; rükû ve sücûdu olan
belli bir ibâdeti ifâde eder. Kök manâsıyla bu mânâ arasındaki münasebet;
namaz, insanı ilâhî rahmetin füyuzatı içine alıp doğrultur. Kalb eğriliğini
giderir. Gönlü ilâhî nûr ile kızartıp birikmiş kirleri yakar ve temizler.
Zekât, zekâ ve zükuvv
kökünden alınmadır. Neşv ü nema ve salâh bulup nîmetlenmek mânâlarına gelir.
Ayrıca zekât, her şeyin hâlis ve temiz olanına denilir. İstılahta, servetin
belli bir miktarını çıkarıp muhtaç olanlara vermektir. Kök manâsıyla ıstılâhî
mânâ arasındaki münasebet : Verilen zekât, malı temizler, maddeten ve manen
nemalandırır; cemiyetin arınmasına vesile olur. [257]
Isrâîloğulları'nı,
daldıkları derin gafletten uyandırmak için Lâhut'tan gelen ikinci nida, birinci
nidayı te'kid sadedindedir ve ilâhî rahmetin insanlara olan yakınlığını ifâde
eder.
Geçmişteki nimetler
hatırlatılıyor; bilhassa Hz. Dâvud ile Hz. Süleyman (salât ve selâm onlara
olsun) devirlerindeki şa'şaalı İsrail saltanatına ve o devirdeki milletlerden
üstün tutulduklarına işaret edilerek bu buyuk nîmeti verenin buyruklarına baş
eğmeleri tenbîh ediliyor. Ayrıca, hiçbir kimsenin başkası namına bir şey
ödeyemiyeceği, şefaat edemiye-cegi ve kurtuluş akçesi kabul olunmıyacağı bir
gün (kıyamet günün)den ihtar edilerek
son Peygamber'e inanıp tâbi olmalarıyla yine korkmaları üstün bir nimete erişmelerinin mümkün olacağı,
aksi halde dünyada, Ba-bil'de uğradıkları işkence ve hakaretin bir benzerine
lâyık olacaklarına, âhirette de eîîm bir azaba uğratılacaklarına -ilâhî adalet
gereği- işaret ediliyor. [258]
47— Ey îsrâîloğulları! Size
ihsan ettiğim nimetimi
ve (bir zaman) sizi(n
atalarınızı) diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırlayın.
48— Ve hiçbir kimsenin hiçbir kimse için birşey
ödeyemiyeceği, hiç kimseden (kâfirler hakkında) şefaat kabul olunmayacağı,
hiçbir kimseden kurtuluş akçesi alınmayacağı ve onların yardım olunmayacağı
günden korkup sakının, [259]
İsrâîloğulları'nın
zaman zaman yükselme ve ekseriya, zillete duçar olma devirleri tarihte geniş
bir yer tutar. Cenâb-ı Hak bu devirlerden bir kısmına işaret ederek : «Ey
İsrâîloğuNarı! Size ihsan ettiğim nimetimi ve (bir zaman) sizi(n atalarınızı)
diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırlayın.» buyuruyor.
Hazret-i Mûsâ
(A.S.)dan uzun bir zaman sonra Cenâb-ı Allah, Hz. Davud'u hem peygamber, hem
de kral olarak onlara gönderdi. (M.Ö. 1015-975). Kırk yıi hüküm süren Hz.
Dâvud, İbranî'lere karşı savaş açan aman-
sız düşman Câlût'u
öldürmek suretiyle halkın geniş takdirlerini kazanmıştı ve bu müddet içinde
âdil bir hükümdar olarak sağlam bir devlet kurdu ve İsrâîloğullan'na müreffeh
hayat kapıların! açtı, onlara mutlu günler yaşattı. Hazret-i Dâvud'dan sonra
oğlu Süleyman (A,S.) İsrâîloğulları'nın başına geçti. (M.Ö. 975). Bu devir de
onların en saltanatlı devirlerinden biri ve belki en büyüğü idi. Çünkü hiçbir
peygambere verilmiyen mülk ü saltanat Hz. Süleyman'a verilmişti. [260]
Hazret-i Mûsâ (A.S.)
da onlara bu üstün nimetleri hatırlatarak veya müjdeliyerek şöyle demişti: «Ey
kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani, içinizden peygamberler
çıkardı, sizi hükümdarlar, (hür insanlar) yaptı ve milletlerden hiç birine
vermediğini size verdi.» [261]
Yukarıdaki âyetler,
bilhassa İsrâîloğullan'nın diğer milletlerden üstün bir seviyede bulundukları
iki devreye işaret ederek bunun neden ve ni-çinleri üzerinde durmalarını ve
derinden derine düşünmelerini hatırlatıyor ve yaşamakta olan milletleri,
İsrâîloğulları'nın tarihî seyrinden ibret almaya davet ediyor.
Bundan sonra intibaha
gelmiyenlere âhirette hesabın şahsî, mes'uli-yetin ferdî olacağı, hiçbir
kimsenin hiçbir kimse nâmına bir şey ödeme durumunda olmıyacağı beyân edilerek
mes'uliyet duygusundan yoksun olan-. ların akıbetinin çok endişe verici olduğu
bildiriliyor.
Mevlânâ,
İsrâîloğulları'nın lisanından şu şikâyetleri yazıyor:
«Yıllardır yol
yürüyoruz/fakat sonunda yine ilk konakta esiriz. Musa'nın gönlü bizden razı
olsaydı, bu çöle bir uç bulunurdu. Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı
yemeğimiz hiç gökten gelir miydi? Mûsâ bizden hem hoşnud, hem değil.» [262]
Bugünün nîmetiyle
gurura kapılıp yarının ne olacağını düşünmeyen ve cemiyetler, sonu uçuruma
giden bir yolda yürüdüklerinin acaba farkında
mıdırlar? Mevcut nîmeti,
nimetin asıl sghibinin
hoşnutluğunu kazanmaya vasıta yaptığımız gün onun şükrünü edâ etmiş ve
geleceğimizi aydınlığa kavuşturmuş oluruz.
Ibrâhîm bin Edhem
(K.S.) zaman zaman şöyle seslenirdi: «Ey gaflet içinde günlerini geçiren, hâlin
azıcık verdiği neş'e ve sarhoşlukla istikbali unutan kimse! Nasıl emin
olabilirsin? Zira itibar hatimeyedir. Düşün ki, Hz. Ibrâhîm (A.S.): «Ya Rab!
Beni ve evlâdımı putlara tapmaktan koru» diye duâ ederdi. Hz. Yûsuf (A.S.): «Ya
Rab! Benim ruhumu müslüman olduğum halde al» diye niyazda bulunurdu. Büyük
âlim Süfyân Sevri (K.S.): «Allahım! Esenlik ver, esenlik...» diye emniyet
isterdi.»
Bir zamanlar diğer
milletlere üstün kılınan İsrâîloğulları, nail oldukları bu nimetlerin kadrini
bilmeyerek, geçici bir sarhoşluk içinde hem Allah'ı, hem de gelecek günleri
unuttular da bir nice zulüm ve işkencelere maruz kaldılar, fakat yine de
nankörlüklerinden vazgeçmediler. Yetmiş yıllık Babil esareti, İskender ve
İranlılardan yedikleri kamçı, Romalılardan gördükleri elim işkenceler,
insanlığın çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu esaret ve işkencelerin kıyamete
kadar intikamını almaya and içen vicdanı kararmış kavim, madde dünyasında
olduğu kadar rûh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü
yapıyor. Büyük ruhlara düşük, sefil ruhlara büyük, dedirten propagandayı
insanlığın saf hafızasına sindirdikten ve zayıf his damarlarına aşıladıktan
sonra, hayırla şer boğuşmasında insanlığın ma'sum ümidi olan zafer payını
hayrın elinden alarak şerre bağışlamasını -şeytanda bile eşi görülmeyen bir
maharetle- yapıyor.
Cenâb-ı Hak son olarak
bir daha onları ikaz edip : «Ey İsrâîloğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve
(bir zaman) sizi(n atalarınızı) diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırlayın.»
yani tuttuğunuz şeytanî metotlardan vazgeçiniz, buyuruyor. [263]
Bu cümlenin tekrar edilmesindeki hikmet: a)
Verilen nimetlerin dâima hatırlanmaya lâyık bulunduğuna işarettir, b) Bir millet için en büyük nîmetin,
başlarında bulunan hükümdarların âdil, haksever, Hakk'a tapar olması sebebiyle
yükselmesi ve o devirlerde diğer milletlerden üstün tutulmasıdır. İşte
İsrâîloğulları'nın da bir zamanlar böyle bir seviyeye ulaştıklarını
hatırlatmaktır, c) Bu cümlenin hemen arkasından gelen ve ilâhî vaîdi (azap ile
tehdid) hatırlatan cümleye bağlantı yaptığına dikkatleri çekmektir.
Nâsdan bir aemm-i
gafir üzerine sizi üstün
kıldık. «Âlemîn»den maksat,
kesrettir. [264] Zamanımızdaki milletler Üzerine üstün kıldık. [265]
Burada, şefaatin
sadece kâfirler hakkında kabul olunmayacağına kesin beyân vardır. Mu'tezile'nin
bu âyete dayanarak şefaatin hiç kimse hakkında kabul olunmıyacağına dair olan
istidlalleri doğru değildir, nüsusa aykırıdır.
Adi, «fidye»
manasınadır. [266]
Konu : Tarih boyunca
İsrâîloğulları'na verilen nimetler.
Cenâb-ı Allah önce
icmâlen (özet olarak) İsrâîloğulları'na —anılmaya değer— birçok nîmetlerle
ihsanda bulunduğunu hatırlatarak tarihin onlarla ilgili seyrinden ibret alma
isti'dadında olan milletlerin dikkatini topluyor; sonra bu nîmetlerin
bölümlerine geçerek ruhlar üzerinde geniş te'sirler icra edecek aklî deliller
getiriyor ve yaşayan insanları şekilden ruha, manasızlıktan hakikî mânâya davet
ediyor.
Maânîde de icmal ve
ibhamdan sonra izahın üç büyük faydası olduğu zikredilir:
1— Aynı mevzu hakkında, önce kapalı sonra açık
olmak üzere iki cihetten bilgi edinmek,
2— Dinleyici üzerinde daha geniş ve derin te'sir
bırakmak,
3— İcmal ile konunun önemli olduğuna dikkati
çekmek, izah ile verilen bilginin lezzetini tamamlamak.
Zira bir şeye karşı
iyice arzu hâsıl olduktan sonra ona nail olmak, şüphesiz ki daha zevkli olur.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'de de bu usûl takip edilmiştir. [267]
49— Hani size işkencenin en kötüsünü
tattırıp yüklemekte devam eden, oğullarınızı boğazlayıp,
kadınlarınızı (kızlarınızı) diri bırakmak isteyen Fir'avn'ın yoldaşlarından
sizi (atalarınızı) kurtardığımız zamanı bir hatırlayın! Bunda da size
Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
50— Ve hatırlayın ki sizin için denizi yarıp sizi
kurtardığımızı; Fir'avn'ın yoldaşlarını ise —sizler bakıp dururken— boğduğumuz
zamanı!
«İbn Abbâs (R.A.)dan
yapılan rivayete göre : Cenâb-ı Resûlüllah (A.S.} Medine'yi teşriflerinde
Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü. Onlara :
— Oruç tuttuğunuz bugün nasıl bir gündür? diye
sordu.
— Bugün
iyi bir gündür; Aziz ve
Celîl olan Allah, İsrâîloğulları'nı düşmanlarından kurtardığı
gündür, Hz. Mûsâ bugünü oruçlu geçirmiştir, dediler.
Cenâb-ı Resûlüllah
(A.S.) :
— Ben, Musa'ya (yakınlıkta) sizden daha
haklıyım, buyurdu ve âşûrâ günü hem oruç tuttu, hem de oruç tutmakla emretti. [268]
Fir'avn (İkinci Ramses
olduğu sanılır. M.Ö. XIII. yüzyıl) ve etbâının İsrâîloğulları'nın erkek
çocuklarını boğazlamak, kız çocuklarını diri bırakıp kendilerine alıkoymak
suretiyle onlara en kötü işkenceleri yüklemelerinin başlıca iki sebebi olduğu
üzerinde durulur:
1__Tarihlerin
kaydettiğine göre, Fir'avn bir gece rü'yasında Beytü'l:
makdis tarafından bir
ateşin zuhur ettiğini ve kısa zamanda Mısır'ı tehdit ederek bütün Kıbtî'leri
yaktığını, fakat İsrâîloğullan'na dokunmadığını görmüş. Rü'yasını devrin meşhur
kâhinlerine anlattığında onlar şöyle bir yorumda bulunmuşlar:
«İsrâîloğulları'ndan bir çocuk dünyaya gelecek ve senin mülk ü saltanatının
zevali onun elinde olacak!»
Bunun üzerine Fir'avn,
İsrâîloğutlan'ndan doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini emretmiş. Bir
rivayete göre, oniki bin erkek çocuk katledilmiştir.
2— Hazret-i
Yûsuf zamanında Mısır'a gelip yerleşen bir avuç İbrani, birkaç asır içinde
nazar-ı dikkati çekecek derecede çoğalmıştı. Bu hâlin devamı, ileride
İsrâîloğullan'nın Mısıria hâkim olmalarını neticelendirecek-ti. İşte Fir'avn bu
düşünce ve endişeyle onların erkek çocuklarını boğazlatmış, kız çocuklarını
diri bırakmış ve işkencelerin en ağırını onlara reva görmüştü. [269]
İlâhî kudretle denizin
Hz, Mûsâ ve İsrâîloğullarına açılıp yol vermesi, Fir'avn ve etbâını aynı
geçitte boğması, büyük mu'cizelerden biridir.
Allah'ın varlığını ve
mu'cizelerinin imkânını kabul eden fikir adamları, harikulade olayları da kabul
ederler. Yahut kabul etmek zorundadırlar.
Ancak Fârabî ve İbn
Sina gibi İslâm filozofları mu'cizenin bir takım gızli-tabiî sebeplere bağlı
olarak vuku' bulduğunu söylerler. Onun için -nu'cızeleri tabiî birer olay
telakki ederek harikuladeyi kabul etmezler. Öy-e ki, mu'cizenin kâinat
düzeninde hiçbir değişikliğe sebep olmadığını ileri Mesela : Hazret-i Mûsâ, İsrâîloğulları ile
birlikte Mısır'dan çıka-mak enİ2İn
saniline geldikleri zaman Mûsâ (A.S.) asâsiyle denize vur-rahat'Çin ei™r
almıŞtL Denizde yol açılmış, bu yoldan kendisiyle kavmi rahatça geçmışlerdi-
Fakat hemen sonra Fir'avn ile etbâı aynı yola gir-olayı s"6 i he?Sİ b'rden
b°9uluP kaybolmuşlardı. Farâbî ile İbn Sina bu 3 tefsır ©derler: Denizler med
ye cezre (gel-git olayına) tâbidir.
Hazret-i Mûsâ ile
kavmi sahile geldiklerinde cezir olayi, Fir'avn ile eîbâı denize girdikleri
sırada med olayı vuku bulmuştur.
Aristo felsefesi
te'siri altında kalan bu iki filozofun, belirtilen görüşleri karşısında şu
sualler hatıra gelebilir: Denizdeki med ve cezir hâdisesinin bu şekil vukuu
bir tesadüf eseri miydi? Aksi de olmaz mıydı? Hâdiseyi tesadüfe bağlarsak, o
zaman yalnız Hazret-i Musa'nın mu'cizesini değil, onun peygamberliğini de
inkâr etmiş olmaz mıyız? Harikuladeyi kabul ettikten sonra Allah'ın mutlak
kudretini tanımak icap etmez mi? Bu suallerin cevabı biraz zordur.
Farâbî bir taraftan
mu'cizeyi tabiî hâdiselere bağiarken diğer taraftan harikuladeyi kabul etmek zorunda
kalır ve Füsûsü'l-Hikem [270]
adlı eserinde nübüvvet ve özellikleri hakkında şöyle der: «Peygamberlerin
ruhunda kudsî bir kuvvet vardır. Nasıl ale'lâde insanların ruhları küçük âlem
sayılan bedenlerine hâkimse, beden nasıl ruhun emrine uyarsa,
peygamber-lerdeki kudsî kuvvet de bütün cisimlere hâkim olur. Maddî âlem onlara
itaat eder. Bundan dolayıdır ki peygamberler hârikalar yaparlar. Peygamberlerin
fikir aynası her türlü toz ve pastan tertemiz bulunduğu için «Levh-i
Mahfûz»daki âyetleri, meleklerin yaratılışındaki bütün izlenimleri kolaylıkla
alır ve bunları Allah'ın mahlûkatına bildirirler.»
Meleklerle
peygamberler arasındaki farka da temas ederek der ki: «Melekler bizatihi kaim
olan gayr-i maddî suretlerdir. Bunlar ilâhî emirden feyiz alırlar. Alelade
insanlar, ancak zahirî hislerini tatil ettikten, meselâ uykuya vardıktan sonra
ilâhî emirle temasa geçebilirler. Fakat peygamberler uyanıklık hâlinde de
bununla temasa geçebilirler. Demek ki, peygamberlerin zahirî ve bâtınî
hasseleri aynı zamanda işler; zahirin işlemesiyle bâtın tatile uğramaz.»
«Alelade beşerî
ruhların kusuru, yalnız zahirî ve bâtınî hasselerin ayni zamanda işlemesinde
değil, bundan başka bir de zahiri hasselerden birinin işlediği sırada
diğerlerinin kuvvetsiz kalmasıdır. Meselâ : Bir şeyi dikkatle dinlediğimiz
zaman görme kabiliyetimiz za'fa uğrar. Fakat kudsî ruhlar böyle değildir.»
O halde Farâbî, İbn
Sina ve emsali filozofların bu düşüncelerinden bir peygamberin üç ayrı özellik
taşıdığı neticesini çıkarabiliriz :
1— Peygamberler gaybe ait hususları bilirler.
2— Peygamberler melekleri görür ve onlarla konuşurlar.
3— Mu'cizeler gösterirler.
Harikulade olaylar
hakkındaki düşüncelerini de şöyle özetleyebiliriz :
Maddî âlemin
hâdiseleri maddî sebeplerin mahsûlü olduğu kadar, gayr-i maddî sebeplerin de
mahsûlüdürler. Çeşitli hisler dimağımızda hâsıl olarak maddî cismimizi
müteessir eder. Meselâ: Yüksek bir ağaca tırmanan bir adamın birdenbire korku
ile gözlerinin karardığı, elleriyle ayaklarının tutmadığı, vücudunun titrediği
ve bunun neticesi elinde olmıyarak düştüğü görülür. Bâzı insanlar sırf vehim
mahsûlü olan bir korku yüzünden bayılır ve hattâ ölür, Fakat irâdesi kuvvetli
insanlar başkalarını kendi hisleriyle te'sir altında bırakırlar. O halde kudsî
kuvvet sahipleri maddî âlemi çok geniş mikyasta teshîre muktedirdirler. İşte
hârika bu kuvvetin eseridir.
Ancak yukarıda da
belirttiğimiz gibi, gerek Farâbî, gerek İbn Sina tabiî kanunların
değişmiyeceğine, illet ve malûl kaidelerinin tebeddül et-miyeceğine, dünyada
sebepsiz bir şeyin vuku' bulmayacağına inanırlar.
Yine onlara göre,
mu'cizeler henüz beşer idrâkinin üstünde birtakım tabiî kanunlar eseridir.
Belki bir gün aklımız mu'cizenin vukuunu te'min eden kanunları keşfe muktedir
olur.
Şüphesiz ki bu görüş
ve iddiaların bir ucu Yunan felsefesine dayanır. Gerçi bâzı İslâm âlimleri de
mu'cize hakkında gizli illetlerden bahsetmişlerdir. Onların görüşünü de
özetlemeyi ve sonra İslâm i'tikadına göre meselenin izahını yapmayı faydalı
görüyoruz :
Bütün olayların, tabiî
sebepler sonucu olduğunu kabul ediyoruz, fakat bunu kabul etmekle bütün bu
sebeplerin bizim aklımızın kapsamına gireceğini iddia etmiyoruz, Tabiatta nice
hâdiseler var ki bizim ilmimiz onları izah edemiyor. Belki mu'cizeler de henüz
bizim idrâkimizin fevkinde olan tabiî sebeplerin mahsûlüdür. Meselâ :
Peygamberler içinde, kırk gün kırk gece oruç tutarak bir şey yemedikleri halde
tabiî kuvvetçe hiçbir za'fa uğramayanları vardır. Bu hâdise görünürde
fevkalâdedir, fakat tabu sebeplerle izah olunmaz bir şey değildir. Biz niçin
acıkıyoruz? Cün-û miderniz aldığı gıdayı hazım ettikten, kanımızı besledikten
ve vücudumuz bu gıdayı tükettikten sonra mide yine harekete geçmek ihtiyacını
hissediyor. Açlık budur. Ama her günkü tecrübelerimizle anlıyoruz ki bir
'.nsanın hQstalık esnasında yahut tehlike ve korku zamanında veya bir uzunt
anında hazım kuvveti faaliyetini kaybediyor, günlerce açlık hisset-' Böylece
mide vazifesini yapamıyor. O halde bir insan ruhen fev-^ me9gul olur da maddî
âlemle ilgisini keserse, o da maddî kuvvet-berle .aali.yetten men'eder ve uzun
bir zaman aç kalabilir. İşte peygam-1 bâzı hareketleri de aynı suretle tefsîr
edilebilir.
bütün bu
görüşleri bir tarafa itip ilâhî kudrete döndüğümüz vakit meseleyi
daha iyi anlar ve anlatabiliriz.
İliet ve malûl
silsilesini biraz uzatmaya muktedir olsak bile çok geçmeden yorulur ve terk
etmek zorunda kalırız. Meselâ; yağmur bulutlardan yağıyor, diyoruz. Bu
bulutlar buharlaşmadan meydana geliyor. Buharlaşma güneşin ısısından ileri
gelmişti. O halde buharlaşma sudan oluşmuş, sonra bu buharlaşma tekrar su
olmuştur. Bu silsile böyleee devam eder, gider fakat mesele çözülmüş sayılmaz;
illet ve malûl zincirinden önce ne halde ise yine öyle kalır,
O halde, kâinat
mekanizmasının ancak ilâhî kudret ile hareket ettiğini kabul ederek, illet ve
malûl zincirini O'nun irâdesinin tezahüratından tanıyacağız. İlâhî kudret,
ilâhî kanunlar dairesinde cihanı idare ediyor. Fakat ilâhî kudret bu kanunla
kayıtlı ve ona bağlı değildir; ilâhî kudret isterse bu sünnet ve bu âdete
uymayan âyet ve hâdiseleri tecelli ettirir. Bizim gördüğümüz illet ve malûl
silsilesi câri âdetin devamından ve yeknesaklığından ibarettir. Bu carî âdet
devam etmezse, mahlûkat, menfaatlerini te'min edemez, zararları da vukuundan
evvel sayamazlardı.
Hem Cenâb-ı Hak
mu'cizeyle bize seslenerek diyor ki : Siz her şeyi illet ve malûl zincirine,
diğer bir tâbirle sebepler silsilesine bağlıyorsunuz, fakat sebepleri muallâkta
(askıda) bırakıyorsunuz. Sebep ve illetler benim kudretime dayanmaktadır. İşte
sebepleri ara yerden kaldırdığımda size göre mu'cizeler doğuyor.
Büyük mütefekkir ve
mutasavvıf Mevlânâ Celaleddîn bu konuya temasla diyor ki :
«Cenâb-ı Allah bu mavi semânın altında
hakikati arayanlar için bir takım kanunlar, sebepler ve yollar tâyin etmiştir.
Dünyevî olayların çoğu bu sünnet ve âdete göre vuku' bulur. Fakat Allah'ın
kudreti bâzan bu âdeti yırtar. Mu'cize ile bu âdeti bir ân için tatil eden de
O'dur. Ey sebep ve illetlere i'tikad edenler! Hududüllahı aşmayınız, onu
tanıyınız. Asıl sebeplerin müsebbibinin, sebep ve sünnetleri yarattıktan sonra
kendini azlettiğini hiç bir zaman söylemeyiniz. Asıl müsebbib (Allah)
istediğini yapar. O'nun mutlak kudreti sebepleri yırtar, ara yerden kaldırır.
Bu zahirî sebepler göz üzerindeki perdeler gibidir. Çünkü her göz, O'nun
san'atının veçhesini lâyık olduğu gibi göremez. O yüzü görebilmek için o perdeyi
yırtacak göz lâzımdır. Tâ ki bütün perdeler kalksın, Hakikatte hayır ve şer O
müsebbipten zuhur ediyor. Esbab ve vasıtaların O'nunla bir işi yoktur. Rüzgar,
toprak, su ve ateş Allah'ın bendeleridir. Bana sana göre bunlar cansızdır.
Fakat Cenâb-ı Hak için canlıdırlar. Demiri taşa çaktınız mı ateş çıkıyor. Ana
bu ateş Allah'ın emir ve iradesiyle çıkıyor. Sakın demiri taşa lüzumsuz yere
vurma. Çünkü bunlar bir çocuğun doğmasına sebep ana-baba gibidirler. Görünürde
demir ve taş, ateş için sebeptir. Fakat sen bunun üzerinde düşünmelisin! Zira
bu zahirî sebebi, hakikî sebep vücuda getiriyor. Yoksa bu sebep nasıl vücud
bulabilirdi? Hakikî müsebbip bu sebebe te'sir vermiştir. İsterse o te'siri
muattal eder. Peygamberlerin ef'alindeki sebepler bu dünyevî sebeplerden daha
yüksektir. Zahirî ve dünyevî sebepleri bizim aklımız idrak eder. Fakat o
yüksek sebepler yalnız peygamberlere malûmdur. Sathi düşünen insanlar zahirî
illet ve malûle bakarak hakikî sebebi unuturlar. Peygamberler bu örtüyü yırtarlar.
O zaman illet ve malûl silsilesi boş kalır. Bu suretle peygamberler diğer
insanların nazar-ı dikkatini hakikî sebebe teveîh ederler. Mademki bu zahirî
sebepler hakikî sebeplerin hükmü altındadır, o halde sen de hakikî sebebi ara.
Peygamberler sebepler zincirini kırarlar; mu'cizeler bayrağını Merih'in
üzerinde yükseltirler. Onlar bir vasıtaya muhtaç olmadan denizleri yararlar.
Bir şey ekmeden buğday başakları biçerler. Kur'ân-ı Kerîm zahirî sebepler
silsilesini koparmaktadır. Peygamberlerin zaferi, Ebû Leheb'in helaki hep böyle
olmuştur. Ebâbîl kuşları bir takım taşlar attılar. Habeşlilerin ordusu helak
oldu. Yukarıdan atılan bu taşlar, fillerin vücudunda delikler açıyordu. Bu
suretle Kur'ân başından sonuna kadar zahirî sebep ve illetlerin müessir
olmadığını ispat eder.» Bütün bunları özetleyecek olursak :
1— Mu'cize, harikulade bir olaydır. Mu'cize
illet ve malûl zincirini kırar.
Cenâb-ı Hak, peygamberinin
risâletinin doğruluğunu mu'cize ile te'-yid eder.
2— Harikulade ve illetle malûl silsilesini
kırmak, yalnız mümkün değil, belki vâkidir.
3— Tabiî kanunlar, ilâhî âdet, illet ve malûl
hakkındaki bilgimiz tecrübeye dayanır.
4__
Tecrübeyle elde edilen bilgi, mantıkî bir yolla umumileştirilemez. Bu bakımdan
mu'cizelerin imkânını inkâr için esas teşkil etmez.
5__ Tecrübe ya şahsî müşahede ve düşünceye, yahut
başkalarının müşahede ve düşüncesine dayanır.
6__ Mu'cizenin delilleri, şahsî müşahedeye ve onu
gözleriyle görenlerin şahadetine dayanır.
7__ Bilnassa
Peygamberimizin rnu'cizelerine dair olan rivayet ve deliller sair hâdiselerle
ilgili tarihî delillerin hepsinden
kuvvetlidir. Bu da mucizelerin vkuunu
isbat eder. [271][272]
Kur'ön-ı Kerîm'in
haber verdiği bu olay (denizin ayrılma hâdisesi) ahlâkımızı yükseltecek,
cemiyetin maddî ve manevî hayatını tanzim edecek dört ilâhî lûtfu ifâde
etmektedir:
a) İsrâîioğulları Hazret-i Mûsâ ile öyle bir sıkıntıya düştüler ki, arkalarında
Fir'avn ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz.. O günkü teslimiyetleri
onların bu korkunç tehlike girdabından kurtulmalarına vesîle oldu. Büyük bir
mu'cize olarak deniz ayrıldı. Demek ki, bilhassa sıkıntılı ânlarda -bütün
maddî imkânları kullanmakla beraber- Allah'a teslîm olmak, kurtuluşun ilk ve
son yoludur. İstiklâl savaşımız, Çanakkale zaferimiz böyle bir teslimiyet ruhu
içinde başarılmıştır.
b) Düşman kahrından kurtulduktan sonra da
teslimiyeti elden bırakmamak, Allah'ın lûtf u ihsanını, inayet ve nusretini
hatırlıyarak ölünceye kadar arz-ı ubudiyyette bulunmak gerektir. İsrâîioğulları
bu lütuf ve ihsanı çarçabuk unutarak altından buzağıya tapmaya heveslendikleri
için zâlimlerden oldular. Hakk'ı bırakıp insan ve hayvanları ilâhlaştırmak ne
büyük ve ne kötü nankörlüktür! Tarihte birçok milletler bu yüzden helak olmuşlardır.
c) İnkârı gayri
kabil bir mu'cizeyi gördükten
sonra küfre sapıp şirke düşmek, ölçüsüz bir tuğyandır. İlâhî rahmet ve inayet
tecelli etmeyecek olursa, o, ebedî bir husrân olur.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin de en büyük mu'cizesi Kur'ân'dır. Onu görüyoruz, okuyoruz,
okuyanları dinliyoruz. İnkâra sapıp, ona çöl kanunu diyecek kadar ahmaklaşan
kimselerin sapık Yahudilerden ne farkı kalır?
d) Zulüm ve tuğyan adaleti yıkınca, millet
intihara yüz tutmuş sayılır. Krallar putlaştırılınca, milletin zevali
yaklaşmış olur. İşte Fir'avn ve etbâı bu sapıklığa düşmüşlerdi. Neticeleri
malûm... Bu ilâhî ihtardan uyanmıyan milletleri de elîm bir
sonuç beklemektedir. [273]
Allah Teâlâ
İsrâîloğullanna ihsanda bulunmuş olduğu üçüncü büyük nimeti açıklıyarak
va'dolunan Tevrat'ın, Musa'ya bir fürkan (hakla bâtılı birbirinden ayıran
kesin hüccetlerle dolu bir kitap) olarak verildiğini beyân ediyor. [274]
51— Ve yine
Musa'ya (Tevrat verilmek üzere Tûr'da) kırk gece (ibâdet edip beklemesi için)
va'dettlğlmizi (veya vade verdiğimizi) hatırlayın ki siz onun ardından
(nefsinize) zulmediciler olarak (Sâmirî'nin altından yaptığı) buzağıyı (ilâh)
edinmiştiniz!
52__ Sonra bunun ardından da şükredesiniz diye
sizi bağışlamıştık.
53— Ve hani doğru yola erişesiniz diye Musa'ya
kitap ve furkanı vermiştik.
54— Musa da kavmine : «Ey milletim! Cidden
buzağıyı (İfâh) edinmenizle kendinize zulmettiniz. Derhal (her kusurdan pak ve
yüce olan) aradanmıza tevbe edin; (nefsinizin kötü arzularını kesin de Allah
yolunca) kendinizi öldürün. Bu, Yaradanmız katında sizin için daha hayırlıdır»
O "om" BUnün üzerine
(A"ah) tevbenizi kabul buyurmuştu. Şüphesiz ki tevbeleri çokça kabul eden, O'dur çokça
merhamette bulunan.
(M.Ö. XIII. yüzyıl)
İsrâîloğuNarı Kızıldeniz'i geçtikten sonra asıl yurtları olan Ken'an iline
(Filistin'e) doğru hareket ettiler. Tevrat'ın Çıkış kısmındaki kayıtlara göre [275]
İsrâîloğullan Mısır'dan çıkışlarının üçüncü ayında Sina çölüne ulaşabilmişler
ve Tûr dağının karşısında çadırlarını kurmuşlardı. Hazret-i Mûsâ kırk gece
kalmak ve bu müddet içinde ilâhî emirleri telakki etmek üzere TCır'a çıktı ve
orada belirtilen müddet bekledi. Kendisine va'dolunan Tevrat-ı Şerîf verildi.
İsrâîloğullan ise Hazret-i Mû-sâ'nın gecikmesini bahane ederek Hz. Harun'u sıkıştırmaya
başladılar: önlerinde kendilerine mânevi rehber olacak maddî bir tanrı
yapmasını söylediler. Hz. Harun onları teskine çalıştıysa da muvaffak olamadı,
Sâmirî adında kurnaz bir sanatkâr kadınlardan altın yüzük, küpe ve sair zînet
eşyalarını toplayarak bir buzağı yaptı. İsrâîloğullan da bu buzağıyı tanrı
diye kabul ettiler ve Allah'ı bırakıp ona tapınmaya başladılar. Tevrat'da
buzağı heykelini yapanın Samirî değil de Hz. Harun olduğu kaydedilirse de gerçeğe
uygun değildir. Çünkü Hz. Harun da' peygamberdi. Bir peygamberin put yapması
asla düşünülemez. [276]
Bu sırada Hazret-i
Mûsâ Tevrat'ı yüklendiği halde Tûr'dan aşağı indi. Milletinin dinden dönüp
buzağıya taptığını görünce öfkelendi ve bu üzüntü içinde Harun'un sakalını
tutup çekerek : «Bu milletin fesada gitmesine neden meydan verdin, göz
yumdun?» diye azarladı. Hz. Harun durumu, Sâmirî'nin menfi tutumunu izah etti.
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ buzağıyı parçalayıp suya attı ve İsrâîloğulları'nın
derhal tevbe etmelerini, nefsanî arzularını frenlemelerini, Allah uğrunda
kendilerini (nefsani azgınlıklarını) öldürmelerini emretti. [277]
«Buzağıya tapmak
âdetinin Yahudilere, Mısırlılardan sirayet ettiği anlaşılıyor. Renan, Maspero
ve Konig bu fikirdedirler. Bunlara göre Yahudilerin buzağıya tapmaları Mısırlıların
Menfis'teki (Mendes)e tapmalarının taklidi idi.» [278]
Aynı eserdeki «Altın Buzağı» konusunda buzağıya tapmak âdetinin Yahudilere
Mısırlılardan geçmediği, çünkü Mısırlıların canlı hayvana taptıkları
söyleniyor. Fakat Yahudilerin de Mûsâ devrinde canlı hayvanlara taptıkları bu
sûrenin 67-71 inoi âyetlerinden anlaşılıyor. İhtimal ki altın buzağı, canlı
buzağının timsali idi. Yahudiler, Mısırlılar arasında asırlarca yaşadıkları
için onların te'siri altında kalmamalarına imkân yoktu. Buzağı veya öküze ibâdet
ise eski Mısır'da en eski zamanlardan beri mâruftu. Musevî şeriatı, bu âdete
karşı gelmek için Yahudilerin bu hayvanları kesmeleri üzerinde ısrar eüer. Buna
rağmen, buzağıya tapmak âdetinin Ho-şea zamanına kadar devam ettiği
anlaşılıyor. Yine Çıkış: 8/5'teki kayıtlarda deniliyor ki: «Kesilip atılsınlar
diye gümüş ve altınlardan kendilerine putlar yaptılar. Ey Sâmiriye, senin
buzağını attı; onlara karşı öfkem alevlendi ne vakte kadar ismete
eremiyecekler? Çünkü bu da İsrâîldendir; onu işçi yaptı ve o Allah değildir.
Gerçek Sâmiriye'nin buzağısı parçalanacak. Çünkü yel ekiyorlar kasırga
biçecekler; onun sapı yoktur, füiz un vermi-yecek, eğer verse bile onu
yabancılar yutacaklar.» [279]
Varlık âleminde her
cins ve nev'in kendine has birtakım sıfatlan diğer bir tâbirle özellikleri
vardır. Bu sıfatlar onların fertlerinde de bulunur. Belirtilen kaideye göre,
peygamberlerin de kendilerine has bâzı sıfatları vardır; onlar o sıfatlarla
diğer insanlardan ayrılırlar. Ve insanda yaratılıştan mevcut olmayan, bilâhare
kazanılan veya nail olunulan birtakım özellikler daha vardır. Meselâ câhil bir
kimse, İçinde yaşadığı cemiyetin entellektüel faaliyetleri potasında inkişaf
ede ede ilim sıfatını kazanabilir. Peygamberler de risalet sıfatına nâii
olabilmek için ruhî tekâmüle muhtaçtırlar. Bazen bu, rü'yayla başlar; gelişe
gelişe ilâhî vahyi kaldırmaya bir zemin hazırlanmış olur. Hemen hemen her
peygamber bu devreyi geçirmiştir. Hazret-i Mûsâ da bu devreyi aştıktan sonra
ilâhî risâleti yüklenmeye müsait ruhî bir kuvvete nail olabilmişti. Tûr
dağında Allah .ile mükâlemeye mazhar olabilmek ve Tevrat'ı kaldırabilmek için
de ayrı bir manevî tekâmüle lüzum vardı. Kırk gece Tûr'da beklemesi ve maddî
âlemle ilişiğini kesmesi bunu ifade eder.
Şunu da ilâve edelim
ki, «Ruhî ve manevî tekâmül ve gelişme pek az kimsede son noktasına ulaşır.» Bu
az kimseler içinde peygamberler başta gelir. Çünkü tekâmül, ruhen gelişme
ancak irâdenin devamlı bir gay-'eti, azmin sarsılmaması, dokuların muayyen bir
durumda bulunması, ce-et, cesaret, adalet ve hakseverlik duygusunun gelişmesi,
bütün duyguların ve zekânın pürüzlerden kurtularak berrak bir hal alması ve
daha, iyi bilmediğimiz birçok şartların sağlanması sayesinde mümkündür.
Bilhassa dînin ilâhî lütuf adını
verdiği psikofizyolojik şartın
bunda çok muhım bir rolü vardır. Esasen,
bütün -bilinen ve bilinmiyen- şartlar peygamberlerde mevcuttur. Onların zekâ
ve hafızaları her türlü pürüzlerden durudur. İrâde gayretleri devamlıdır. Ancak
ilâhî vahyi kaldırabil-1 ıcın manevî alanda birkaç devre geçirmeleri gerekir.
yeni ilkokula giden
bir çocuğun orta dereceli okullardan geçbir denbire yüksek okula girmesi ona
nasıl ağır gelirse ve körpe için faydaiı bir talîm yolu değilse, bir
peygamberin de birkaç merhale aşmadan birdenbire Allah ile mükâlemeye mazhar
olması o nis-bette ve belki daha fazla ağırdır. Bunun içindir ki, yetişme ve
gelişme is-ti'dadinda olanlar için kırk yaş kemal devresi sayılır. Ağır ilmî
bir konuyu gereği gibi hazmedebilmek için en az kırk gün o konu üzerinde düşünüp
çalışmak ister. Hazret-i Musa'ya kırk gece vade verilmesinin hikmetlerinden
biri de budur. [280]
«Siz onun ardından
(nefsinize) zulmedici-ler olarak (Sâmirî'nin altından yaptığı) Buzağıyı (ilâh)
edinmiştiniz!»
Gelenek ve göreneğin insan
üzerindeki te'sirlerinin tezahürleri zaman zaman kendini belli eder. Sistemli
bir eğitim bile bunu tamamen gideremez. Hazret-i Muhammed (A.S.)ın vefatını
müteakip onbir kadar Arap kabilesinin irtidad edip baş kaldırması bunun canlı
misallerinden biridir. İs-râîloğulları'nın tek Allah'ı bırakıp buzağıya
tapınmaları, uzun yıllar Mısır'da görüp benimsedikleri âdetin bir neticesidir.
Hazret-i Musa'nın devamlı va'z u nasihati onları bu karanlık yoldan kurtarmış,
nurlu ufuklara doğru götürmüştü. Fakat ne yazık ki Mûsâ (A.S.)tn kırk günlük
gibi kısa bir zaman ayrılmasıyla, onların ruhuna kadar işlemiş olan
putperestlik kalıntıları yeniden canlanmıştı. Bu sebeple tekrar mânâdan
maddeye, yaradan'dan yaratılana, ışıktan karanlığa bir dönüş yaptılar. Allah'ın
peygamberi Tûr'dan dönünce onları tevbeye davet etti ve affolunmaları için
Allah'a duâ ve niyazda bulundu. Allah da onların tevbesini kabul edip hepsini
bağışladı.
Bu meseleden diğer
milletlerin alacağı öğüt:
a) İnsanların bir kısmı irsî kusurlarla doğar.
Bir kısmi da yaşadığı cemiyet içinde birtakım kusurlar ve kötü âdetler edinir.
Din ve ahlâk bu kusurları gidermeye çalışır. Bu bakımdan fert ve cemiyete,
devamlı surette ilâhî buyrukları, ahlâkî konuları işlemek ve bu iki yolla
gönülleri kirden ve pastan temizlemek gerektir. İhmâli asla doğru değildir.
Zira, dînî ve ahlâkî disiplinden
mahrum kalan bir cemiyet
çarçabuk bozulabilir. Fertlerin
de kalpleri o nisbette katılaşabilir.
O halde, hiç olmazsa
haftada bir saat dînî-ahlâkî öğütler dinlemek, ilim adamlarının meclisine
iştirak etmek ve dînî eserler okumak çok faydalı olur.
b) İsrâîloğulları, Hazret-i Musa'dan kırk gün
uzak kaldıkları için altından mâmül buzağıyı tanrı edindiler. Şimdi de
Hazret-i Muhammed'e (A.S.) inanmadıkları
ve asırlardır ondan uzak bir yol tuttukları için para-
yı ve başka
milletlerin kanını emmeyi bir bakıma tanrı edindiler. Putperestliklerinin
şeklinde değişiklik var, fakat ruhunda yoktur. Kur'ân-i Kerîm onları takbîh
yollu ikaz, bizleri de irşat yollu tenbîh ediyor.
«Sonra bunun ardından
da şükredersiniz dîye sizi bağışlamıştık.»
Bir uyarıcı mürşidin
irşâdiyle dönüş yapmak, tevbe etmek ve ilâhî rahmet kapısından içeri girmeyi
arzulamak, ilâhî affa nail olmaya vesiledir. Bundan sonra devamlı şükretmek,
Allah'ın hoşnutluğuna yol açar.
c) İnsan
yalnız aklının kılavuzluğuyla ilâhî sınırları tâyin edemez. Bunun için
peygamber ve kitap gönderilmiştir. Akıl ve mantık yanılabilir. Onlara ışık
tutan, yanıldıklarını gösteren basîret kuvvetidir. Bu kuvvetin kaynağı
lâhutîdir. Bunun için Cenâb-ı Allah, Yahudîlere geçmişteki nîmet-
lerini
hatırlatarak:«Ve hani doğru yola erişesiniz diye Musa'ya Kitap ve Furkan'ı
vermiştik» buyuruyor. [281]
Kur'ân-ı Kerîm'de,
Allah'ın Mûsâ Peygambere, kırk gece ibâdetten sonra, kitap vereceğini vaad
ettiği, İsrâîloğulları'nın savaştan çekindikleri için ceza olarak kırk yıl
çölde kaldıkları,[282]
Mûsâ Peygambere, Allah'ın 30 gece vâde verdiği ve bu vâdenin on gece ile de tamamlanıp,
kırk olduğu, bu müddet içinde İsrâîloğuliarı arasında Harun'un Musa'ya vekâlet
ettiği bildirilmektedir. Tevrat'a göre de, Mûsâ Tûr dağında kırk gün kırk geoe
kalmıştır.[283] Hıristiyanlarda da,
paskalyadan altı hafta önce, 40 gün süren bir perhiz vardır. Bu 40 sayısı ile 7
ve 3 gibi bâzı sayıların mukaddes sayılmasının, Rsagurçular vasıtası ile
Mısır'dan e belki de Hind'den geldiği ve bu inanışın pek eski olduğu
muhakkaktır.
Tarıkatlardaki çile
bu inanıştan doğmuştur. Çile,
farsça çehlen kelimesinin
muhaffef şeklidir. 40 gün ve 40 geçe temiz ve kimsenin geıp insanı rahatsız
etmeyeceği bir yere çekilip, ibâdet etmek mânâsına gelir. Arapçada yine kırk
kelimesini ifâde eden «erbaîn» kelimesi, çile kelimesinin tam karşılıgıdır.
Çile, bütün dinlerde
bulunan orucun aşırı
bir sülük etmeği hakikate ve
Tanrıya ulaşmaga Esmayı, yâni Allah adlarını zikrederek esas tutan tarikatlerde
ve bilhassa halktan çekilip bir yerde ibâdet etmeği Allah'a ulaşmak için
ve-sîle sayan Halvetîlerde bu inziva «erbain» diye anılır.
Tarikatlerdeki çile
(erbain), diğer dinlerdeki oruç ve perhizler île Müslümanlıktaki îtikâfın aşın
bir şeklidir. [284]
Velâyetnâme adı ile
tanınan Hacı Bektaş menâkıbinde de Haçı Bek-taş'ın Necef'te, Medîne'de,
Kudüs'te, Şam'da Câmi-i Ümeyye'de, Elbistan'da, Ashab-ı Kehf mağarası
etrafındaki makamlarda ve Anadolu'ya geldiği zaman Suluoa Karahöyük mescidinde
erbainler çıkardığı hikâye edilmektedir. Bütün rivayet ve menkabeler, bize
halvet ve erbaîn'in hemen bütün tarikatlerde bulunduğunu ve menşeinin
eskiliğini gösterir, [285]
Vaad kökünden gelen bu fiil
iki türlü okunmuştur: Birinci kıraate {Ebû Amr ve Yâkub kıraati) göre,
va'dleşme iki taraftan olmuştur. Allah Teâlâ Musa'ya Tevrat'ı göndereceğini
va'detmişti. Mûsâ da mikate (Tûr dağına) gideceğini ve orada kırk gece ilâhî
emre uyarak ibâdetle meşgul olup mâ-sivâdan ayrılacağını va'detmişti. İkinci
kıraate göre, Cenâb-ı Hak, Musa'ya Tevrat'ı indireceğini va'detmiş ve bunun
için mikate gelip kırk gece beklemesini tenbîh buyurmuştu. Bu kırk gecenin,
zilkadenin birinden zilhiccenin onuna kndar olan müddet olduğu söylenir. [286]
Afv, cerimeyi silip
kaldırmak mânâsına gelir. [287]
Furkan, hak ile bâtıl
arasını ayıran hüccet, yahut haklıyla haksız arasını veya küfürle îmân, helâl
ile haram arasını ayıran mu'cize ve ilâhî kanun, gibi manalara delâlet eder.
Veyahut mü'minle gayr-i mü'min arasını ayıran nusret anlamında da kullanılır.
Noksanlık, artık ve
eksiklikten bert olan ve sizin birkısmınızı diğer bir kısmınızdan şekil ve
fizyonomi itibariyle ayıran. Yaradan'!-nız, demektir. Terkibin aslı, bir şeyi başkasından
ayırıp hâlis kılmaktır. «Hasta marazdan; borçlu, borcundan halâs bulup ayrıldı
(kurtuldu)» sözleri bu fiille ifâde edilir.
Kendinizi
(Ailah yolunda) helak
ediniz veyahut şehvanî
arzularınızı Öldürünüz. [288]
Tevbe etmek için çokça
tevfîk veren ve günahkârların tev-besini çokça kabul eden, dernektir. [289]
Cenâb-ı Hak,
İsrâîloğulları'na, dünyalarını huzurlu bir düzene sokacak, âhiretlerini
saadete garkedecek Tevrat'ı indirmişti. Onlar bu üstün nimetle yetinmiyerek şüphe
sarsıntısına düşüp hislerine mağlup oldular; maddeye olan aşırı temayülleri,
putlara olan alışkanlıkları sebebiyle Allah'ı bir cisim zannederek O'nu
görmedikçe Musa'ya asla inanmıyacak-larını beyân ettiler. Bunca mu'cize ve
nimetler karşısında onların bu acayip teklifi ve bu husustaki inatları, ilâhî
gazabı üzerlerine çekmiş ve müthiş bir sarsıntı, gürültü içinde düşen
yıldırımların te'sir sahası dâhilinde kalıp yarı ölü bir vaziyette
kendilerinden geçmişlerdi. Mûsâ Peygamberin duâ ve niyazıyla Allah onlara
altıncı büyük nîmetini bahşetti; onları o yarı ölüm hâlinden kurtardı.
Bunu müteakip Allah
yedinci ve sekizinci büyük nîmetlerinden, bulutun gölge olmasından, üzerlerine
menn ve selvâ'nın indirilmesinden bahsederek, hem İsrâîloğuilarını, hem de diğer
milletleri tarihin bu akışından haberdar ederek intibahe ve ibret almaya davet
ediyor. [290]
55— Ve hatırlayın ki (sizden temsilci
olarak yetmiş kişi Musa
ile Tûr'a çıktığınızda): «Ya Musa! Biz Allah'ı açıkça meydanda
görmedikçe sana asla inanmıyacağız..» demiştiniz de yıldırım size çarpmıştı ve
siz de bakıp duruyordunuz.
56— (Bir bakıma) ölümünüzden sonra da
şükredersiniz diye sizi (o baygın halden uyandırıp) kaldırmıştık.
57— Ve (Sina çölünde sizi güneşin yakıcı
sıcaklığından korusun diye) üstünüze bulutu gölge yapmış, üzerinize kudret
helvası ve bıldırcın indirmiş ve «Size rızık olarak verdiklerimizin iyisinden
yeyin,» demiştik. (Fakat onlar bu nimetlerin şükrünü yerine getirmeyip
nankörlük etmekle) Bize zulmetmem işlerdi, ama kendilerine zulmetmişlerdi.
«Sizler muhakkak
Rabbinizi, bedir gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, (kıyamet günü) göreceksiniz.»[291]
«jsrâîloğuilarından
olmasaydı, yiyecek maddeleri bozulmaz, et de kokmazdı. Havva (anamızdan)
olmasaydı hiçbir kadın kocasına hiyânet etmezdi.» [292]
Açıklama : Allah ezelî
ilmiyle, yahudilerin ve Havva'nın ne yapacaklarını bildiği için, et ve kadını
bugünkü özellikte yaratmıştır.
«Kızıla mâyil
akmantar, nimet ve ihsandan (veya kudret helvası gibi külfetsiz elde edilen
nîmetten)dir. Suyu göze şifâdır.» [293]
«Acve (Medine'nin iyi
cins hurması) cennet nimetinden (veya kudret helvası gibi ilâhî ihsandan)dır.
Onda zehire (zehirlenmeye) karşı şifâ vardır. Mantar da kudret helvası
(cinsinden, onun gibi ilâhî ihsandan)dır. Suyu göze şifâdır, [294]
FiKavn (İkinci Ramses
olduğu sanılıyor. M.Ö. XIII. yüzyıl) devrinde Mısır'dan çıkan Hz. Mûsâ ve
İsrâîloğulları, bu uzun ve yorucu göçlerinde birçok ilâhî âyetlere mazhar
olmuşlar, bir nice nimetlere kavuşmuşlardı. Bununla beraber İsrâîloğuiları
bazen ümitlenmiş, bazen ye'se düşmüşlerdi. Bazen maneviyata gönü! bağlamış,
bazen de maddenin cazibesine kapılmışlardı. Hazret-i Mûsâ, onları manen
takviye etmek için zaman zaman —Allah'ın izniyle— mu'cizeler göstermiş, va'z u
nasihatta bulunmuştu. Uzun yolculuğun sıkıntısına tahammül edemeyenler ise,
Mısır'dan ayrıldıklarına hayıflanıyor ve bu üzüntü içinde isyankâr bir tavır
takınıyorlardı. Bu durum karşısında onları daha fazla inandırmak ve bütün
şüphe ve kuşkularını gidermek gerekiyordu. Hazret-i Mûsâ ilâhî emirle Tûr'a çıkarken
onların ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi de beraberinde götürdü. Allah
ile.mükâlemeden sonra huzurdan ayrılan Mûsâ Peygambere dediler ki: Gerçi biz
birtakım konuşmalar duyduk, ama Allah'ı apaçık görmedikçe sana elbette
inanmıyacağız. Bunun' üzerine —Kur'ân-ı Kerîm'in seyân ettiği gibi— şiddetli
yıldırımlar indi ve hepsini yarı ölü bir vaziyette yere serdi. Tevrat'ın Çıkış
kısmında buna temas edilerek deniliyor ki: «Üçüncü gün sabah olunca gök
gürlemeleri, şimşekler ve dağ üzerinde toyu bir bulut ve çok kuvvetli boru sesi
oldu. Ordugâhta bulunan bütün kavm titredi.»
Hazret-' Mûsâ bu hali görünce : «Ya Rab!
Bilirsin ki ben bunları si-^'™ k0nu?mama 9ahid göstermek için getirmiştim.
Şimdi ise hepsi neredir. Milletime dönünce ne söyliyebilirim. Ya Rab! Celâlin
hak
ki için bunları
kurtar» diye niyazda bulundu. Allah da peygamberinin duâ ve niyazını
reddetmedi, onları tekrar hayata çevirdi.
İsrâîloğuiları Tih
çölünde güneşin sıcaklığından korundular; bir bulut parçası hep onlara gölge
oldu. Fakat bu yolculukta azıkları bitti, açlık tehlikesiyle karşı karşıya
kaldılar. Cenâb-ı Hak bir mu'cize olarak üzerlerine kudret helvasıyla
bıldırcın kuşu indirdi. Tevrat'ta bundan bahisle deniliyor ki: «İsrâîloğulEan
Kızıldeniz'den geçerken bulut onlara gölge olmaya başlamış; kudret helvası ile
bıldırcın kuşunun indirilmesi de Kızıl-deniz'le Sina çölü arasında başlamış.»
Çıkış kitabının 16/13'de de şu cümlelere rastlamaktayız : «Vaki oldu ki
akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâ-hi kapladılar ve sabahleyin ordugâhın
etrafına çiğ düşmüştü. Düşmüş olan çiğ kalkınca, işte çölün yüzündeki toprağın
üzerinde kırağı gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. İsrâîloğuiları bunu
görünce birbirine dediler ki: Bu nedir? Çünkü onun ne olduğunu bilmiyorlardı.
Mûsâ onlara dedi ki: Bu, Rabbın yemek için size verdiği ekmektir. Rabbin
emrettiği şey budur. Her biriniz yiyeceğinize göre ondan devşirin, adam başına
bir omer (3.70 litre) olmak üzere canlarınızın sayısına göre her biriniz
çadırında olanlar için alacaksınız. Ve İsrâîloğuiları böyle yaptılar, kimi çok
kimi az devşirdi. Ve omer ile ölçtükleri zaman çok devşirenin fazlası yoktu, az
devşirenin eksiği yoktu, herkes yiyeceğine göre devşirmişti. Mûsâ onlara dedi
ki: Sabaha kadar hiç kimse ondan bırakmasın. Fakat Musa'yı dinlemediler; bazıları
ondan sabaha kadar bıraktılar ve kurtlanıp koktu, Mûsâ onlara öfkelendi.»
Çünkü Allah'ın Rezzaku'I-âlemîn olduğunda şüpheleri vardı. Bu şüphe onların
gönlünden kanaati silip çıkarmıştı. Ve tarih boyunca Ya-hudîlerin bu karakteri
değişmemiştir. [295]
Peygamberler,
gönderildikleri kabile ve milletleri ruhen yükseltmek, onlara en güzel ahlâkî
yolları göstermek için çalışır, mücadele ve mücâ-hede ederler. Ayrıca onları
yeni baştan organize etmek ve ilâhî prensiplere uygun bir şekilde yetiştirmek
arzusundadırlar. Bu da meşakkatsiz olmaz. İnsan mermer ise, peygamberler onun
heykeltraşıdır. İnsanın hakikî veçhesini alabilmesi ve asıl kıvamına
kavuşabilmesi için birtakım çekiç darbeleriyle onun varlığından parçalar
koparılması ve ruhî aydınlığa erişebilmesi için d.e perdahlanması lâzımdır.
Hazret-i Musa'nın önderliği sayesinde zulüm, işkence ve ibtidaî bir hayatın
eşiğini aşan İsrâîloğuiları, öz varlıklarına, asıl hüviyetlerine kavuşturulma yolunda
bu yontulmanın tatlı taraflarını görünce şımardılar, acı taraflarını görünce
tuğyan ettiler; i'tidali muhafaza edemediler. Hazret-i Mûsâ sık sık onları ikaz
etti, düştükleri küfrü tuğyan çukurundan kurtulmaları için onlara yakîn (=
kesin bilgiye dayanan inanç) verecek nitelikte mu'cizeler gösterdi. Fakat onlar
bir türlü hissin
kesafetinden, maddenin ağından ve gaybi örten perdeden kendilerini
kurtaramadılar. Her türlü küstahlığı yaptılar ve birçok mu'cizeler yetmiyormuş
gibi bir de kalkıp, dosdoğru inanabilmeleri için Allah'ı apaçık görmeyi şart
koştular. Bir nice âyetler, büyük nimetler, af ve mağfiretler onların maddeye
yaslanmış tabiatlerini değiştiremedi.
Demek ki, insan
yapısını düzelten, onu asıl hüviyetine kavuşturan, ne mu'cize, ne de keramettir.
Yol ve metot bu olmuş olsaydı, Isrâîloğulları islâh-i nefs ederlerdi. Gerçi o
günün metodu, hârikalar göstermek, mu'cizeler izhâr etmekti. Fakat Yahudîlerin
taş kadar katı olan kalbleri yu-muşamamıştı. Çünkü asıl yol, peygamberlerin
getirmiş olduğu dînî esas, dînî ahlâk ve içtimaî düzendir. Bunlar maddî
görüşten uzak bir şekilde ele alınıp iç varlığımızda disiplinli bir alışkanlık
vücuda getirdiği ve bu yolla nefse hâkimiyeti sağladığı gün insan gerçek mânâda
insan olabilir.
O halde milletler ve
kabileler peygamberlerin getirdiği ilâhî nura kafa ve kalblerini açık
bulundurabilmeleri için önce derunî bir disipline muhtaç olduklarını,
yaşamaları ve nesli maddî ve manevî sıhhat içinde devam ettirebilmeleri için
İlâhî kanunlara itaatin zarurî ve şart olduğunu bilmelidirler. Bunun içindir
ki Hazret-i Muhammed [AS.) milletleri mu'cizeyle değil, ilim ve irfanla,
ahlâkî, içtimaî, iktisadî prensiplerle Hakk'a davet etmiştir. İnanmış olan
milletler bugün mu'cize aramamakta ve buna ihtiyaç hissetmemekte, ancak
Kur'ân'da beyân edilen esas ve prensipleri tahakkuka çalışmaktadırlar.
İsrâîloğuiları ise dün olduğu gibi bugün de aksi bir metot uygulamaktadırlar.
Bu yüzden tarih boyunca zilletten kurtulamadılar. [296]
Biz Allah’ı açıkça
meydanda görmedikçe sana asla inanmıyacağız.»
Mu'tezile bu âyetle
«Allah'ı görme»nin, mümkün olmadığını istidlal etmiştir. Mu'tezileden Kadi Abdulcebbâr'a göre «rü'yetül'llah» caiz olmuş "Isaydı İsrâîloğuiları bu
isteklerinden dolayı hışma uğramazlardı. Çünkü gökten inen mâidenin
değiştirilmesini istediklerinde
böyle bir hal' vuku bulmamıştı.
Ehl-i Sünnete göre,
Allah'ı dünyada görmek mümkün değilse de âhi-rette keyfjyetsiz olarak görmek
mümkündür. Çünkü Resûlüllah
(A.S.) : r gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, Rabbinizi göreceksiniz,» buyur-Ştur. Bu hadîsi ashab-ı kiramdan 21 zat
rivayet etmiştir.
İsrâîloğulları dünyada
mümkün olmayan bir şeyi istedikleri ve daha önce gösterilen mu'cizelerle
yetinmedikleri için Allah'ın hışmına uğramışlardır. [297]
«Cehre». Aşikar okumak
manasını taşır. Sonra muayene (ayân-beyân görünmek) mânasında kullanılmıştır,
Ba's, ölümden sonraki
dirilmek veya diriltmek mânâsına geldiği gibi baygınlık ve uykudan kaldırmak
mânâsına da gelir. [298]
Âyette geçen «selva»
kuşunun Türkçe karşılığında «bıldırcın» ve «yelve» diye iki isim
gösterilmiştir. Kamûs'ta: «Selva» bal'a denildiği gibi bir kuş adıdır da.
Mütercime göre, bu kuş, Türkçede «yelve» dedikleri bir kuştur ki pek vahşi
olur.
Halbuki yelve kuşu
(Flûrya) serçegillerden, serce büyüklüğünde bir kuştur. Bitkilerle beslenir,
ağaçlık ve fundalıklarda, ormanlarda ve mezarlık gibi tenha yerlerde yaşar.
Kafeste de beslenir. Eti doyurucu değildir ve kurak, ağaçsız çöllerde
yaşıyamaz. Bu bakımdan Tîh'te İsrâîloğulları'na indirilen kuşun, bıldırcın
olması kuvvetle muhtemeldir. Oünkü bıldırcın, tavukgiller takımının sülünler
familyasından eti cok makbul ve doyurucu, göçücü bir kuştur. Boyu 15 cm.
uzunluğundadır. Avrupa, Orta Asya, Afrika ve Anadolu'da yaşar. el-Müncid
Lügatinde de «selvâ»nın «sumânâ» (bıldırcın) olduğu kaydedilmiştir. [299]
Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud
yukarıda gecen âyetlerle, İsrâîloğulları'na vermiş olduğu dünyevî nimetleri
kısmen hatırlattı. Bu âyetlerle de hem dünyevî, hem de dînî nimetlerini beyân
ederek onları tevbe ve istiğfara davet ettiğini ve kurtuluş yollarını onlara
açıkladığını, Beytü'l-Makdis'e girme imkânlarını kendilerine kolaylaştırdığını
hatırlatıyor. Fakat İsrâîloğulları Beytü'l-Makdis'e ulaşınca her şeyi
unuttular; içeri girmeye bir türlü cesaret edemediler, daha doğrusu Allah ve
Resulünün va'dine güvenmediler, kendi yanlış düşüncelerine göre hareket
ettiler. Bu yüzden üzerlerine kötü bir azap indi.
Nankör ve basiretsiz
bir milletin ilâhî buyruklara, kâinattaki carî düzene isyan etmeleri sebebiyle
üzerlerine murdar bir azabın inmiş olması, yaşayan milletler için büyük bir
ders ve ibret levhasıdır. İşte Kur'ân bunu Öğretmek istiyor. [300]
58— Ve hatırlayın*ki, bu şehre (Beytü'l-Makdis'e)
girin, dilediğiniz yerde ondan (onun nimetlerinden)
refah içinde bol bol yeyin. Kapısından da secde ederek (eğilip saygı göstererek
veya yere baş koyup Hakk'a arz-ı şükranda bulunarak) girin ve «dileğimiz,
günahlarımızın dökülmesi-dir» deyin. Biz de kusur ve suçlarınızı bağışlayalım.
İyilik edenlere (Allah'ı görürcesine
davrananlara nimetlerimizi) daha da
artıracağız, demiştik.
59— Kendilerine zulmedenler, söylenenleri başka
bir sözle değiştir-liler. Bu yüzden o zulmedenler üzerine —ilâhî buyrukların
dışına çıkmalarına karşılık— gökten kötü bir azap indirdik.
İsrâîloğulları'na
denildi ki: Kapıdan secde ederek girin ve «Hıtta =dileğimiz günanIarımızın bağışlanmasıdır»
deyin. Onlar (böyle yapmadılar.bilakis üzerine yürüdüler, kıçları üzerine
girdiler ve «Habbetün fi-şaaretin» dediler. [301]
Ebû Saîd el-Hudrî
(R.A.) dedi ki: Resûlüllah (A.S.) iie birlikte yolculuk yapıyorduk. Gecenin
sonuna doğru Zatü'l-hanzel adlı dar bir geçitten geçerken, buyurdu ki: «Bu
geçit Allah'ın İsrâîloğulları'na (kapısından secde ederek girin) âyetiyle
hatırlattığı kapıya benzer. [302]
«Tâûn (veba ve kolera
gibi öldürücü salgın hastalık) kötü bir azap-dır ki sizden öncekiler onunki
azâplandınimıştır.» [303]
«Bir yerde tâûn
olduğunu duyarsanız, oraya girmeyiniz.» [304]
Âyette geçen «Karye», Suddî, Rabî' b. Enes, Katade ve Ebû Müslim Isfehâniy'ye göre
«Beytü'i-Makdis»dir. İsrâîloğulları Mısır'dan geldiklerinde atalarından
kendilerine miras olarak kalan Beytü'l-Makdis'e girmek ve orayı işgal eden
Amâlikalı'larla savaşmakla emrolun-muşlardı. Fakat onlar bu emri yerine
getiremedikleri için Tîh çölüne düşmüşler ve bu yüzden kötü bir âkibete,
farelerin istilasına ve bunun neticesi veba salgınına duçar olmuşlardı. Mâide
Sûresi, 21, 22. âyetlerde buna temas edilerek deniliyor ki ; Musa, kavmine
şöyle seslenmişti: «Ey kavmim! Allah'ın size yazıp takdir ettiği Arz-ı Mukaddes
(kutsal yer)e girin; gerisin geri arkanıza dönmeyin, sonra zarara uğramış
olarak dönersiniz. Ey Musa! dediler, doğrusu orada zorba bir millet vardır;
onlar oradan çıkmadıkça elbette biz giremiyeceğiz; eğer oradan çıkarlarsa, o
zaman biz gerçekten girebiliriz.»
Netice, bütün
ısrarlara rağmen cesaret edip girememişler; bu konuda çoğu hakikî bir iman
celâdeti gösterememişlerdi. Hazıra konmak, yorulmadan, savaş yapmadan
Beytü'l-Makdis'e yerleşmek istiyorlardı. Haz-ret-i Musa'ya : Ya Mûsâ! Artık sen
Rabbin ile beraber git de savaş. Bizler burada oturacağız, diye diretmişlerdi.
Tevrat'ta da Sayılar
kısmında şu kayıtlara rastlamaktayız: «Ve İs-râîl Şittim'de oturdu ve kavim
Moab kızlarıyla zina etmeğe başladı.» Şit-tim, Erîha'ya yakın Moab
civarındadır. Bu yüzden veba hastahğıyle müb-telâ oldukları ve yirmi dört bin
kişinin öidüğü söylenir.
İbn Abbas, Abdurrahman
b. Zeyd ve Hasan Basri'ye göre, karye'den maksat, Erîha'dır. [305]
Beklenilen günlerin
gelmesi, arzulanan orza kavuşulması, çekilen çile ve meşakkatlerin sona ermesi,
esaret zincirinin kırılması, hürriyet havasının bol bol teneffüs edilmesi,
müreffeh bir hayatın eşiğinden içeriye adım atılması v.s. gibi ilâhî lûtuflar,
İsrâîloğullorı'nın yaşama ümidini, birleşip güç bulma fikrini
kuvvetlendirmişti. Hulâsa: «Meşakkat kolaylığı cel-beder» kaidesi
gerçekleşmişti. Bundan sonra yapılacak tek şey, savaşarak şehre girmek, mülkün
hakikî sahibine yönelmek, ihsanda bulunduğu nimete karşı şükretmek ve kapıdan
içeri girerken Hakk'a gönül bağlayıp saygı ifâde eder bir edâ ile teslimiyet
göstermek.
Fakat İsrâîloğulları
hiç de öyle yapmadılar, bilâkis geçmiş günleri ve cereyan eden olayları
çarçabuk unutarak ilâhî emirleri, peygamberin buyruklarını alaya aldılar. Bu
yüzden üzerlerine kötü bir azap indirildi, bir sürü meşakkat baş gösterdi.
Binlerce insan vebadan öldü.
Halbuki Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Mekke'yi fethettiği gün Seniy-yetü'l-UIyâ'dan, saygı ve
tazimle eğilerek zaferin şükrünü, Beytü'llah'a girmenin sürürünü secdeyle ifâde
edip Hakk'a arz-i tahiyyatta bulunmuşlardı. Şehre tamamen hâkim olunca da
sekiz rek'at şükür namazı kılmışlardı. Onun bu sünnetine uyularak birçok
zaferlerde aynı hGİ tekrarlanmış; Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.) Kisrâ'nın sarayına
girince Bekiz rek'at namaz kılmıştı. Beytü'l-Makdis'in önüne kadar yaklaşan
İsrâîloğulları değil ibâdet etmek, en azından bir saygı bile göstermemişlerdi.
Aksine işi alaya alıp kelime oyunuyla emre muhalefet etmişlerdi.
O halde Hakk'a
teslimiyet ilk ve son çaredir. Başarılan işleri, kazanılan zaferleri, elde
edilen çeşitli nimetleri fânilere maietmek büyük bir saygısızlık ve ilâhî
kudreti hiçe saymaktır. «Sâhibü'l-Harameyni'ş-Şerî-ty"^arem~' Şerifin
sahibi» ibaresini hutbelerden siidirip yerine «Hâdımü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn =
İki Harem-i Şerifin hizmetçisi» cumasını vazdlran Yavuz Selîm, zaferi Hakk'ın
inayet ve kudretine bağlayıp tam bir teslimiyet göstermiştir. [306]
İsrailoğullarına kudret
helvası ile bıldırcın ihsan edildikten sonra su-' ba99österdi. Hazret-i Mûsâ'nm duası bereketiyle Allah'ın onlara olan dokuzuncu
nîmeti tecelli etti. Bu nîmet hem dünyevî, hem de dînî idi. Asâ taşa vuruldu,
taş yarıldı, on iki pınar fışkırmaya başladı. Hz. Yâ-kub oğullarının oniki
soyundan her birine, su alınacak bir pınar îahsîs edildi. Hayat iksiri olan
suyun bir mu'cizeyte taştan kaynaması, Allah'ın varlığına, birliğine, öncesiz
ve sonsuz olduğuna büyük bir delîl idi. Görenler ve duyanların artık
yeryüzünde ilâhî sınırı aşıp fesat çıkarmamaları gerekirdi. Fakat bu hârikayı
gözleriyle gören İsrâîloğulları yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan geri
kalmadılar. Âyet-i kerîme onların bu şaşkın hâlinden bahsetmektedir. [307]
60— Yine
hatırlayın ki, Musa (çölde susuzluktan yok olmaya yüztu-tan) kavmi için su
istemişti. «Asö'ni taşa vur!» demiştik. (O da vurunc taştan oniki pınar
kaynamıştı. (Böylece) her soy su alacağı pınarı bilmiŞ-ti. (Onlara): «Allah'ın
rızkından yeyin, için (fakat) fesat çıkararak yeryüzünde haddi aşmayın (ilâhî
sınırların dışına taşmayın) denilmişti.
Cenâb-ı Kadir-i
Mutlakın Musa olayında suyu tabiî yollardan ve kaynaklardan vermeyişi, maddî
sebep ve câri kanunları bir tarafa bırakıp manevî ve ledünnî sebeplere irca
edişi, ilâhî kudretin maddî sebeplere bağlı ve onunla mukayyed olmadığını
gösterir. Allah istediği anda, arzu ettiği kimse için dilediği şeyi yapmaya
elbette kadirdir. Fakat çoğu kere
bir mu'cize özelliğinde bu
kudretini peygamberler
vasıtasıyla tecelli ettirir. Çünkü :
Peygamberlerin ruhî
yapıları ile hayat anlayışları -ilim ve amel yönünden- örnek edinilecek en
uygun niteliktedir. Peygamberlerin yapmış olduğu tebligatın hedefi, insanlarda
bu iki sıfatı tekammül ettirmektir. Bundan dolayı bâzı mu'cizeler, insanların
yakîn ve kanaati üzerinde te'sir ederse de onların amelleri üzerinde te'sir
etmez.
Meselâ Asâ'nın yılana
dönmesi, ay'ın bölünmesi aslında büyük mu1-cizelerdir. Fakat bunların neticesi
bâzı insanların îmânını takviye eder, yahut bir kısım insanların peygamberlere
îmân etmelerini sağlar. Peygamberlerin diğer bazı mu'cizeleri vardır ki
fevkal'âde muazzam amelî neticeler doğurur. Meselâ Asâ'nın yılana dönüşmesinde
İsrâîloğulları için amelî hiçbir fayda yoktu. Fakat Asâ taşlardan pınarlar
fışkırttığı zaman onlar su içmişler ve şükrederek birçok ihtiyaçlarını bu
vesîleyle te'mîn etmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm, mu'cizelerin birinci şekline
«hüccet» ve «burhan» der.. Bunlar insanların ilim ve yakînini artırır. İkinci
tür mu'cizelere «İlâhî nusret» veya «te'yid-i ilâhî» denilir. Birinci
mu'cizeler istek üzerine vuku' bulur. İkincisi istekle ilgili değildir.
Peygamberlerin nübüvvetinin ilk devresinde öğrettikleri akaid (inanç esasları),
muarızlar tarafından red olunur. Onlar mu'eize isterler. Peygamberler de böyle zamanlarda
birinci tür mu'cizeleri gösterirler. Hazret-i Musa, Fîr'avn'ın yanına gittiği
zaman bu türden iki mu'cize gösterdi. Yine bu sebepten dolayı Peygamberimiz
Kureyş kâfirlerine ay'ı ikiye bölme mu'cîzesini gösterdi. Fakat nübüvvetin bu
birinci devri geçtikten sonra peygamberlerin etrafında umumiyetle fakir,
yoksul ve mazlumlardan müteşekkil bir grup muvahhid (Hakk'ın varlığına,
birliğine inanan) toplanır. Gerçi bu grup, imânının sağlamlığına nazaran
hiçbir mu'cize istemese de Cenâb-ı Hak onları himaye ve sıyânet eyler. Bu
himaye hiçbir istek olmadığı halde muhtelif şekillerde tecelli eder. Nitekim
Müslümanlar hiçbir zaman Peygamberimiz (A.S.)den mu'cize istememişlerdir.
Fakat onlara daima mu'cizeler gösterilmiştir. Meselâ savaşlarda Müslümanlar
daima ilâhî desteğe nail olurlardı. Bedir, Huneyn savaşlarında Müslümanlar
melekler tarafından yardım görmüştür.
İşte amel cihetinden
çok zayıf olan İsrâîloğulİan'nın hevesini artırmak, amelleri üzerinde geniş
te'sirîer bırakmak için Hazret-i Musa ilâhî emir üzerine Asâ'sını taşa vurup su
çıkarmıştır. Allah'ın bu yardım türü mu cızesini Kur'ân-ı Kerîm «nusret»
kelimesiyle İfâde eder. [308]
lkl sov olan
İsrâîloğulları Tîh çölünde susuz kaidıiar. Hazret-i Musa'ya müracaat ettiler;
bir çare bulunmazsa helak olacaklarını söylediler. Su sıkıntısı devam edecek
olursa, Mısır'dan ayrıldıklarına pişman olacağa benziyorlardı. Hazret-i Mûsâ
onlar için su aramaya koyuldu, tabii bir imkân bulamayınca ellerini kaldırıp
duâ etti. Allah ona : «Asâ'nı taşa vur!» diye emretti. Hazret-i Mûsâ aldığı
emri yerine getirince, taştan her soy İçin bir meşrep olmak üzere 12 pınar
kaynadı. Böyle bir mu'cizeye neden lüzum görülmüştü? Allah dileseydi belli
kanun ve sebeplerle yağmur indirebilir veya bir yerin kazılmasıyla bir artezyen
çıkarabilirdi. Fakat böyle irâde etmemişti. Çünkü imânları zayıf olan ve eski
putperestlik kalıntılarını taşıyan İsrâiloğulları tabiî bir kaynağa kavuşmakla
daha fazla Hakk'a ve O'nun peygamberine bağlanmıyacaklardı. Onlara ilâhî zevki
her dem aşılamak icap ediyordu. Düzensiz, kararsız, şehirsiz, kültürsüz,
mektepsiz ve mâbedsiz bir milleti ilimle irşâd etmek çok zor olurdu. Bu
bakımdan onlara mu'cizeler gösteriliyor, taştan pınarlar kaynıyordu. Tevrat'ın
Çıkış kısmının 17. babında bu hususa temasla deniliyor ki :
«İsrâîl-oğulları'nın bütün cemaati Rabbin emrine göre Sin çölünden, konaktan
konağa göç edip Refidimde kondular. Kavme içecek su yoktu. Bu yüzden Musa ile
çekiştiler; bize su ver de içelim. Musa onlara dedi ki: Niçin benimle
çekişiyorsunuz? Neden Rabbi deniyorsunuz? Ve kavm orada iyice susadı. Musa'ya
karşı söylendiler: Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek
için mi bizi Mısır'dan çıkardın? Mûsâ Rabbe feryat edip dedi ki: Ya Rab! bu
kavme ne yapayım? Az daha beni taşlıyacaklar. Rab Musa'ya dedi ki: Kavmin önüne
geç ve İsrâîl ihtiyarlarından bir kaçını kendinle beraber al, ırmağa vurduğun
değneği eline al ve yürü. İşte ben orada, Horebde kaya üzerinde senin önünde
duracağım, kayaya vuracaksın; kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Mûsâ İsrâîl
ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı. O yerin adını «Massa» ve «Meriba»
koydu. Çünkü İsrâîloğulları çekiştiler, zira, acaba Rab aramızda mı yoksa
değil mi? diyerek Rabbi denediler. [309]
Allah'ın Rahman, Rezzak
ve Mün'im sıfatlarının birer tecellî ve tezahürü olan nîmetlerin -az olsun,
çok olsun- hepsi de muhteremdir. Hele bu nîmet, dînî ve dünyevî faydaları
içinde toplayan bir ihsan olursa!.. Nîme-tin kadrini, nîmeti vereni dosdoğru
tanıyan bilir. Onun şükrünü, nereden ve hangi ellerin hizmetinden meydana
geldiğini idrak edenler yerine getirir. İsrâîloğullan'na birçok nimetler
verilmişti, ama onlar nimetin gerçek sahibini iyi tanıyamadıkları için şükür
yerine küfür ettiler, taât yerine isyanda
bulundular. Nefislerini ıslâh
edecekleri yerde bozgunculuk yapıp
fesat çıkardılar. Bu
sebeple iki türlü azaba uğradılar: Biri dünyada
diğeri âhirette. Zaten onlara lütfedilen dokuzuncu büyük nîmet
(suyun'taştan kaynaması) dînî ve dünyevî faydalan taşıyordu. Hayatın değişmez
maya sı olan su, onların en şiddetli ihtiyacını karşılamış, çölde kuruyan dil
ve ciğerlerini ıslatmıştı. Susuz bir çölde, susuzluktan ölüme yaklaşan bir in
sanın o anda suya kavuşması, onun için -imândan sonra- en büyük nîmet değil
midir? Ve kupkuru kayadan fışkırtılan su, Allah'ın sonsuz kudretine Musa'nın
hak peygamber olduğuna en kuvvetli delil olmaz mı? Fakat ne yazık ki, yakînî
bir îmân telkin eden böyle bir mu'oize karşısında bir türlü doğru yola girmeyen
İsrâîloğulları, şüpheli bir itikattan kendilerini kurtara madılar. Nimetin geri
alınması, insan için dünyada en büyük azâotır
On lar zaman zaman bu azâb. tatmışlardır. Âhirette ise bunun daha şiddet
lisi tahakkuk edecektir. İşte iki azap budur.
[310]
kelimesinin başında
gelen «elif-lâm» ahd içindir. Nitekim bâzı rivayetlere göre bu, Tûr dağından
alınmış dört köşeli bir taşmış.
Unâs, burada sebt (soy) mânâsında
kullanılmıştır.«âsv» kökündendir; haddi aşmayın, bozgunculuk yapmayın,
mânâsına gelir. [311]
onla fa ° " "a ,9Ökt8n kUdrSt hel™SI iie
blldırcln gönderildi. Tih'de helflke n"Z!L. T*1" k°rUVUCU
bUİUtlar sevkedMdL Susuzluktan
bi'bi inicin
Pri:VS'rada ta?lardan pmarlar akitlldı- B™" ^ betler
""■■a bâsea n o^
^ °nlara m6denî bir hQyat kaP'slnl °W'ken. Al-
"•" şükrünü
eri* T f "' naZarQn eSaretten hurriYete
kavuştuklan-9 unu eda etmeleri icâp
ediyordu.
şımardılar, mevcut
nimetleri beğenmezlik ettiler. ^ "ö soğan istediler. Gerçi bunları istemek
bir de-
Jlah'ın taksimine razı
olmamak, aşırı d€ O'nun âyetlerini inkâra kalkışmak, haksız
-----^.uuifiıeK,
şüphesiz ki suç üstüne suç, şüpheden sonra ıuy-
- günahtan sonra
açıktan açığa isyandı. İşte Kur'ân-i Kerîm'de 61. âyetle lar'fi bu nankörlükleri
sebebiyle zillet ve meskenete düşüp Allah katında
gazaba ermişlerden
oldukları hatırlatılıyor ve okuyup işitenlerin, anlayıp duyanların bundan ders
almaları gerektiğine işaret ediliyor. [312]
61— Ve hani:
«Ey Musa! Biz bir çeşit yemek üzerine mümkün değil sabredemeyiz. Artık Rabbine
bizim için duâ et de yeryüzünün bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek ve
soğan (gibi) şeylerden bize çıkarsın» demiştiniz. Musa da «O hayırlı olanı
daha âdi şeylere mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin de sizin
istediğiniz şeyler orada vardır» demişti. (Sonra) onların üzerine zillet ve
meskenet vuruldu; Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu da Allah'ın âyet (mu'cize
ve açık belgelerini inkâr etmelerinden, haksız yere peygamberleri
öldürmelerindendi. (Evet) işte bu, isyan etmelerinden, haddi aşmalarından
(dolayı) idi.
Yeknesaklığın rûh
üzerindeki sıkıcı te'sirleri, yaratılışı itibariyle insanın değişik şeyler
arzu etmesi ve alışkanlığın davranış üstündeki te'sirleri, psikolojik birer
vakıadır.
Beşer ruhunun değişmez
tabibi Hazret-i Muhammed (A.S.): «Gezin dolaşın ki sıhhat bulasınız!»[313]
buyurmakla yeknesaklığın rûh ve dimağ üzerindeki sıkıcı te'sirlerinin giderilme
yolunu göstermiştir. Hastalıkların çoğunun ruhî sıkıntıdan ileri geldiği artık bilinen
gerçekler arasındadır. Ruhî sıkıntıları doğuran birçok sebepler vardır. Her gün
aynı tabloya bakmak ve aynı gıda maddesini almak, bunlardan biri sayılabilir.
Meselâ sinir sistemi bozuk bir rûh hastasının muhit değiştirip, gıda
tarzlarında yeknesaklığı terketmesiyle bu öldürücü hastalıktan kurtulduğunu
sık sık görmekte ve duymaktayız. Kur'ön-ı Kerîm bu gerçeğe temas ederek
İsrâîl-oğulları'ntn : «Ey Musa! Biz bir çeşit yemek üzerine mümkün değil sabredemeyiz.»
tarzındaki isteklerini misal olarak veriyor. O halde böyle bir istek
nankörlükten mütevellit değilse veya bir isyan manasını taşımıyorsa, tabiidir
ve mubahtır. [314]
«Her yeniliğin bîr
başka lezzeti var.» darb-ı meseli yılların tecrübesine dayanır. Bir de, insan,
yaratılış ve tabiatı icabı, içinde yetiştiği muhitten, alışkanlık peyda ettiği
belli yiyeceklerden uzak kalınca, zamanla onların hasretini çekmeye başlar.
Evvelce bıkkınlık duyduğu şeylere karşı içinde yeniden arzu ve iştiyaklar
belirir. Fakat gerek yeni yeni şeyler arzularken, gerek alışkanlık peyda ettiği
nesnelere karşı bir iştiyak hissederken ilâhî sınırları aşmamaya, nefis ve
şehvetin hudutsuz isteklerine boyun eğmemeye dikkat etmek gerekir.. Çünkü insan
için lüzumlu olan, -israf ve lükse kaçmaksızın, isyana sebep olmaksızın-
medeniyetin getirdiği nîmetlerden faydalanmak mubahtır ve tabiî bir haktır.
Israîloğulları Mısır'da
geçirdikleri iki asırlık [315] bir
devrenin geniş tesiren altında bulunuyorlardı. Eski âdet ve alışkonhklarım
terketmeleri uzun s^runce- ıcler'nde hasret kıvılcımları çakmaya başlamıştı.
Mısır'da esaret 'nda y,||ar V||t yeaikIerj basjt sey|eri isteaj|er_ Veyahut
kudret helvası ^e bıldırcın kuşu yemekten bıktıkları için yeni şeyler talep
ettiler. Bunu, anda da belirttiğimiz gibi tabii karşılamak lâzımdır. Çünkü
mubah şeyleri arzulamakta bir beis olmasa gerek. Ama onlar bu arzularını izhar
ederken isyankâr bir tavır takındılar, mevcut rızka karşı artık mümkün değil
sabredemiyeceklerini, bir türlü yemeğe katlanamıyacakiarını söylediler. Böylece
her türlü terbiye, saygı ve nezaket kaidelerini çiğnediler: «Bizim için
Rabbimize duâ et» demediler, «Rabbine dua et» diyerek küstahlık ettiler.
İtikatsızlık ve kanaatsizlik eseri gösterdiler. Çalışmadan hep hazıra konmaya
alıştılar. Şükretmeyen bir millet oldular. Yıllarca özlemini çektikleri
hürriyeti yeniden kaybetmeye yol açtılar. Nihayet esaret ve zillete düştüler.
Evet, şükretmeyen, yenisini arzu ederken ilâhî sınırları aşan her milletin
hakkı zillet ve esarettir.
Müfessir Fahrüddîn
Râzî, İsrâîloğulları'nın yeni şeyler istemelerinin bir ma'siyet olmadığını;
zillete duçar olmalarının sebebini bu isteklerinde değil de Allah'ın âyetlerini
inkâr edip, haksız yere peygamberleri öldürmelerinde aramanın daha mâkul bir
tefsîr olduğunu söyleyerek şöyle bir izahta bulunmuştur:
a) Allah onlara
kudret helvası ile bıldırcın
verdiğinde: «Size rızık olarak
verdiklerimizin iyisinden yeyin» [316]
buyurmuştu. Bundan anlaşılan, pâk ve helâlinden olan yiyeceklerden yemeleri
mubah idi. Hem bunu doğrudan doğruya kendileri istememişti, Hazret-i Musa'ya,
istemesi için müracaat etmişlerdi.
b) İsrâîloğullan 40 sene gibi uzun bir müddet kudret
helvası ile bıldırcın yemekten bıkmışlardı, iştihaları almaz olmuştu. Bu
bakımdan başka yiyecek arzu etmişlerdi.
c) Veya Mısır'da alıştıkları gıda maddelerini uzun zaman
bulamadıkları için içlerinde onlara karşı bir arzu uyanmıştı. İstek buradan
geliyordu.
d) Veyahut çöldeki gayri muntazam hayattan usanmışlardı.
Şehir hayatı yaşamak istiyorlardı. Bunun için şehirlerde mevcut olan
yiyeceklerden istemişlerdi ki, böylece bir ân evvel bir şehre yerleşmeyi
hatırlatmayı murat etmişlerdi. [317]
Buradaki «vâhid»den
maksat, bir çeşit yemek değildir, belki yedikleri şeyin
yeknesaklığıdır. [318]
10 Ednâ, akrab
mânâsına gelir. Dünüvv kökünden alınma
bir
jsm-i tafdildir,
mekânda uzaklık ifâde eder. Bilâhare aşağı, hakir manalarında kullanılmıştır.
Bu takdirde «daha aşağı, daha basit, daha hakir» demek olur.
Büyük şehire denir. Kök manâsıyla, iki şey
arasındaki sınır
demektir. Âyetteki
mısır kelimesiylr 'oüyük şehir veya özel isim olarak Mısır diyarı
kasdediliyor. Orta harfi sakin olduğu için gayri münsarıftır. [319]
Cenâb-ı Allah, yoldan
sapanlar, âyet ve mu'cizelerle alay edenler hakkında, kötü amellerin, küfr ü
tuğyanların cezasını bildirerek sapıklıktan çekinmeleri gerektiğini
açıkladıktan sonra, gelip geçen ümmetler içinden dosdoğru imân edip kendi
peygamberlerinin getirdiği esas ve prensiplere uyanlar için de va'd buyurduğu
ecirleri haber veriyor. Bundan böyle de bu va'de ancak ümmî olan Resûl'e inanıp
bağlananların mazhar olabileceği, bildiriliyor. [320]
62— Şüphesiz
ki, İmân edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler-en kim dosdoğru Allah'a,
âhiret gününe inanır ve iyi-yararlı amelde bu-unursa, artık onlar için Rableri
katında ecirler vardır, onlar üzerinde bir korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklar.
İbn Ebî Hâtim'in Ömer
b. Ebî Ömer el-Adevî'den, onun da Süfyân'dan, onun da İbn Ebî Müceyh'ten, onun
da İbn Mücâhid'den yaptığı rivayete göre, Selmân el-Fârisî şöyle anlatmış :
«Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan, fetret devrinde îmân eden arkadaşlarımızın
halinden sordum ve onların namaz ve ibâdetlerinden bahsettim. Bunun üzerine
ilgili âyet indi.» Sud-dî'ye göre de bu âyet, Selmân'ın, İslâmiyetten önceki
dindar arkadaşları hakkında inmiştir. Hazret-i Selmân onlar hakkında Cenâb-ı
Peygamber (A.S.)den sormuş ve namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını, en son
peygamberin gönderileceğine şehâdet ettiklerini anlatmıştı. Resûlüllah (A.S.)
: «Onlar cehennem ehlidir!» diye cevap vermişti; ne var ki bu cevap Hz.
Selmân'ı pek üzmüştü. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu. İbn Ab-bas'a
göre, bu âyetten sonra onu açıklar mahiyette şu âyet inmiştir:
«Kim, İslam'dan başka
bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir. Âhirette de o,
zarara uğrayanlardandır.» [321]
Cümlesi hakkında iki görüş vardır: Biri fetret
devrinde Habîb en-Necçar, Kuss b. Sâide, Varaka b. Nevfel, Ebü Zer el-Gıffarî,
Selmân el-Fârisî ve emsali zatlar gibi dosdoğru îmân edenlerin kasdedildi-ği;
diğeri Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devrinde sırf zevahiri kurtarmak için veya
başka sinsi sebeplerden dolayı inanmış gibi görünenlerin kasdedildiği
merkezindedir.
Sâbiîn'den kimler
kasdediliyor? Süfyân es-Sevrî'ye göre, Mecusîler veya Yahudîlerle Hıristiyanlar
arasında ayrı bir i'tikad taşıyan bir millettir. Ebû Âliye, Rebî1 b. Enes,
Suddî Ebû Şa'şa', Câbir b. Zeyd, Dahhak ve İstıâk b. Râhuye'ye göre Zebur
okuyan ehl-i kitaptan bir fırkadır.. Hasan el-Basrî'ye göre, meleklere tapan
bir kavimdir. Ebû Cafer er-Râzî'ye göre meleklere ibâdet edip Zebur okuyan,
kıbleye doğru namaz kılan bir kavimdir. İbn Vehb'e göre, Irak dolaylarında
yaşayıp peygamberlerin hepsine inanan, yılda otuz gün oruç tutan, günde beş
vakit Yemen'e yönelerek namaz kılan bir fırkadır. Vehb b. Münebbih'den
sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Onlar Allah'ın bir olduğunu bilirler, fakat
amel edilecek
bir şeriatleri
yoktur.» Diğer müfessir ve tarihçilere göre, Sâbiîler yalnız «Lâ ilahe
illallah» diyen, şeriat ve kitapları olmayan bir fırkadır. Bunun için müşrikler
Cenâb-i Peygamber (A.S.) ve arkadaşları hakkında: «Bunlar Sabiîn'e
benziyorlar» derlerdi. Râzî'ye göre onlar, yıldızlara tapan bir cemaattir. [322]
-Sabiîler
kendilerinden olmayan birinin dinlerine girmesine asla müsaade etmezler.
—Yahudi-Hıristiyan
karışımı bir din inancı taşıdıkları iddia ediliyor.
—Mandeiler ve Subbalar
olarak iki kola ayrılan sabiîler'in birinci kolunun putçu, ikinci kolunun ise
tek Allah inancı taşıyan kişiler oldukları kabui edilmektedir.
—Hepsi de Hz. Adem'in
getirdiklerine inandıklarını söylerler. Hz. Şît ve İdris'in emirlerini yerine
getirdikle Tni savunurlar. Bu arada da son seçkin peygamberlerinin Yahya bin
Zekeriyya (A.S.) olduğunu ifade ederler.
—Tek, ezelî ve ebedî
olan Allah'a iman ettiklerini belirtirler. Ruhlarını saflaştırmak suretiyle
Allah'a ulaşacaklarını düşünürler. Onlarca ruh temizdir. Ruhlar eşyayı meydana
getirir ve bir halden başka bir hale geçerler.
—Kutsal kitaplarının
en önemlisinin adı «E!-Kenzâ»dır. Bu Kutsal Ki-tap'ı şeyhleri dışında kimse
okuyamaz ve yorumlayamaz.
—Sabiîler'in iki ayrı
ibadet yeri var: Birincisi kubbesini göğün oluşturduğu tabiat, ikincisi ise
içinde yıldızlan temsil eden putların bulunduğu mâ-bed. Bağdat'taki tek
mabetleri Mende adını taşıyor.
—Sabiîler senenin
günlerine taksim edilmiş olarak otuz gün oruç tu-ırlar. Akar su ile abdest
aldıktan sonra da bir çeşit namaz kılar veya dua ederler. [323]
dini, bütün
milletlerin ve kabilelerin kıyamete kadar değişmez dinidir.
Cenâb-ı Hak,
İsrâîloğullan'nın geçmişteki tuğyanlarını, kendi peygamberlerine itaat
etmediklerini, birçok âyet ve mu'cize karşısında bir türlü doğru yola
girmediklerini ve bu sebeple ilâhî zillet ve meskenetin üzerlerine indiğini,
yaşamakta olan milletlere haber verdikten sonra; bundan ibret alınarak en son
Peygambere uymanın tek kurtuluş yolu olduğunu beyân ediyor. Çünkü artık
şartlar değişmiş, dünya milletleri birbiriyle irtibat kurabilmiş, ismi-cismi
bilinmiyen millet ve kabileler keşfedilmiştir. Hepsini müşterek tek dîn
etrafında toplamanın, aynı i'tikadî esaslara çağırmanın zamanı gelmiştir.
Zaten mevcut kitaplar lâhutî özelliğini kaybetmiş, bir sürü muhterislerin
eiinde tahrife uğramıştı. Cenâb-ı Hak İslâmiyetin geniş kapısını, cihanşümul
mahiyetini bütün insanlara açık bulundurdu ve : «Atalarınız ne yapmışsa
yapmış, hepsi de iyilik ve kötülük-leriyle birlikte gelip geçmiştir. Geri
dönmelerine, ilâhî kanun icabı imkân yoktur. Bari siz nankörlük ve
basiretsizlik etmeyin. İnancınız ne olursa olsun korkmayın, İslâmiyetin geniş
kapısına gelin ve bu ümit dolu kapıdan «Lâ ilahe illallah, Muhammedün
ResûlüNah» diyerek içeri girin. Zira İslâm kendisinden önceki her şeyi bu
kelimeyle koparıp atar ve söyleyeni tertemiz kılar. Böyle yaparsanız, artık
sizin için ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz» diyerek rahmetinin
genişliğini belirtmiş oldu ve böylece Fâtihâ-i Şerîfede geçen Rahman ve Rahîm
sıfatlarını geniş bir şekilde tefsir buyurdu.
[324]
İmam Ebû Hanîfe ve
İshâk b. Râhuye'ye göre, Sabiîn, ehli kitaptan Zebur okuyan bir fırka olduğu
için onların kızını almak ve boğazladıkları hayvanı yemek caizdir.
Ancak bugünkü
Sabiîlerİn kızlarıyla evlenmek caiz değildir. [325]
Altmış ikinci âyetle,
dosdoğru imân edenlerin kurtulacağı müjdeleniyor. Diğer bir manayla
İslâmiyetin cihanşümul bir din olduğu bildiriliyor. Zira bu âyeti açıklar
mâhiyette olan Âl-i İmrân sûresinin 85. âyetiyie, kabule şâyân tek dînin artık
İslâm olduğu ilân ediliyor: «Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayıp ararsa,
ondan asla kabul edilmiyecektir. Âhirette de o, zarara uğrayanlardandır.»
Demek ki, İslâm dîni
ne bir zümrenin malıdır; ne de bir milletin inhisarı altındadır, ne de yalnız
Araplara gönderilmiştir. O, kıyamete kadar gelecek olan insanların müşterek
dînidir. Kapısı kapanmaz, geleni geri çevirmez, sınıf farkı gözetmez. Müslüman'
olduktan sonra geçmişiyle hiç-
bir insanı kınamaz,
her millete aynı kabul kucağını açık bulundurur. İşte İslâm'ın en mümeyyiz
vasıflarından bir kısmı bunlardır.
Kur'ân-ı Kerîm bu
âyetle, hangi dîne sahip olursa olsun, inancı ne merkezde bulunursa
bulunsun,-Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inanan, kurallarına uygun sâlih
amellerde bulunan her insanı Müslüman olarak tanıtır. Çünkü Allah'a dosdoğru
îmân, îmânın diğer esaslarını da içine alır. Sûrenin başındaki beş âyetle
imânın anahatları belirtilmişti, Allah'a ve âhiret gününe ciddiyetle îmân eden
kimse, O'nun kitaplarına, peygamberlerine de inanır. Bunun için âyette imânın
diğer dört esasından bahsedilmemiştir. Hem bunun tafsilatı sûrenin sonunda
beyân edilmiştir.
Diğer bir tefsîrle:
Hazret-i Muhammed (A.S.)ın zuhurundan önce kendi peygamberlerine imân
edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve bunların arasında ayrı bir yol
tutan Sabiîlerden kim kendi devrinde Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru îmân
etmiş ve iyi amellerde bulunmuşsa, onun için bir korku yoktur ve mahzun da
olmıyacaktır.
Mevlânâ'nın : «Gel
yine gel, ne olursan ol; ister kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta, ister yüz
kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni. Umutsuzluk kapısı değil
bu kapı; nasılsan öyle gel!» mısra'ları İslâm'ın geniş kapısına açık bir
daveti terennüm etmekte ve ayrı bir üslûp ile 62. âyetin tefsirini yapmaktadır. [326]
«Hâdû» fiili, (hâde-yehûdu) babından erkekler
için bir çoğuldur. Tevbe edip dönmek manasına gelir. Yahudiler altın buzağıya
taptıktan sonra tevbe edip, dönüş yaptıkları için onlar hakkında bu fiil
kullanılmıştır.
Yahudi ismi, Hazret-i
Yâkub'un en büyük oğlu Yahudâ'nın Arapça-laştırılmış şekli veya ona nisbet
edilen bir isimdir. Bu takdirde «Yahudî» mufret, «yahûd» da cins isim olur.
Nasrânî'nin çoğul şeklidir. Bu kelime Hazret-i
İsa'nın doğum en olan Nasıra'dan
alınmadır. Veyahut, Havariler
birbirine yardım et-/eva «Allah yolunda yardımcılar biziz,» dedikleri
için sevilere bu isim verilmiştir. Hiristos (kurtarıcı) kelimesinin Arapçası da olabilir. [327]
Cenâb-ı Hak,
İsrâîloğulları'mn geçmişteki tuğyanlarını, kendi peygamberlerine itaat
etmediklerini, birçok âyet ve mu'cize karşısında bir türlü doğru yola
girmediklerini ve bu sebeple ilâhî zillet ve meskenetin üzerlerine indiğini,
yaşamakta olan milletlere haber verdikten sonra; bundan ibret alınarak en son
Peygambere uymanın tek kurtuluş yolu olduğunu beyân ediyor. Çünkü artık
şartlar değişmiş, dünya milletleri birbiriyle irtibat kurabilmiş, ismi-cismi
bilinmiyen millet ve kabileler keşfedilmiştir. Hepsini müşterek tek dîn
etrafında toplamanın, aynı i'tikadî esaslara çağırmanın zamanı gelmiştir.
Zaten mevcut kitaplar lâhutî özelliğini kaybetmiş, bir sürü muhterislerin
elinde tahrife uğramıştı. Cenâb-ı Hak İslâmiyetin geniş kapısını, cihanşümul
mahiyetini bütün insanlara açık bulundurdu ve : «Atalarınız ne yapmışsa
yapmış, hepsi de iyilik ve kötülük-leriyle birlikte gelip geçmiştir. Geri
dönmelerine, ilâhî kanun icabı imkân yoktur. Bari siz nankörlük ve
basiretsizlik etmeyin. İnancınız ne olursa olsun korkmayın, İslâmiyetin geniş
kapısına gelin ve bu ümit dolu kapıdan «Lâ ilahe illallah, Muhammedün
Resûlüllah» diyerek içeri girin. Zira İslâm kendisinden önceki her şeyi bu
kelimeyle koparıp atar ve söyleyeni tertemiz kılar. Böyle yaparsanız, artık
sizin için ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz» diyerek rahmetinin
genişliğini belirtmiş oldu ve böylece Fâtihâ-i Şerîfede geçen Rahman ve Rahîm
sıfatlarını geniş bir şekilde tefsir buyurdu.
[328]
62. âyetle İslâmiyetin
âlemşümul özelliğine ve bu sebeple kapısının her insana açık bulunduğuna, «Lâ
ilahe illallah, Muhammedün Resûlül-lah» diyen herkesin bu kapıda hüsn ü kabul
göreceğine ve zaten kurtuluşun bu dînin esas ve prensiplerine kayıtsız
teslimiyette olduğuna işaret edilmiş ve bilhassa bu konuda ehl-i kitabın
dikkati çekilmiştir.
Şimdi tekrar İsrâîloğulları'na
geçmişleri hatırlatılarak, atalarına verilen onuncu büyük nimetten ve onun
neticelerinden; ilâhî buyruklara ve O'nun kâinattaki câri kanunlarına muhalefet
edenlerin şeklen insan, ruhen ve manen maymun mizaçlı olduklarından
bahsedilerek çok manidar bir tablo ve son derece dokunaklı bir ibret levhası
gözler önüne seriliyor. [329]
63— Ve hatırlayın
ki, sizden (atalarınızdan Tevrat
ile dosdoğru amel edeceklerine
dair) söz almıştık. Tûr'u üstünüze kaldırmış ve koru-
nasıniz, Allah'a karşı
gelmekten sokmasınız diye «Size verdiğimiz kitabı kuvvetle (imân ve idrâk
ciddiyetiyle) tutun, içinde olan (buyrukları) hatırlayın» demiştik.
64— Bundan sonra yine yüzçevirmiştiniz. Allah'ın
size fazlu rahmeti olmasaydı, herhalde zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65— İçinizden Cumartesi gününde (ilâhî buyrukları
ve o güne olan hürmeti çiğneyip) tecavüz edenleri elbette bilirsiniz. Biz
onlara : «Rahmetten uzak hor ve hakîr
maymunlar olun!» demiştik.
66— İşte Biz bu (milletin tutumunu ve başlarına
gelen kötü sonuçları) kendi devirlerinde yaşayanlara ve sonradan gelecek
olanlara bir ibret ve takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan
irfan) sahiplerine bir öğüt kıldık.
İbn Abbas (R.A.) dedi
ki: «Cenâb-ı Allah sizin bayram yaptığınız cuma gününü İsrâîloğullarına da
farz kılmıştı (saygı gösterilmesi emredilmişti). Fakat onlar bu günü
cumartesine çevirip ona saygı göstermişler ve emrolundukları şeyi
terketmişlerdi. Vaktaki emre muhalefet edip illâ da cumartesinin lüzumuna kaail
olmuşlar, Allah onları cumartesi hakkında imtihan ederek başka günlerde helâl
olan şeyleri cumartesinde haram kılmıştır.» [330]
«Yahudilerin irtikâp
ettiğini siz irtikâp etmeyin. Çünkü onlar Allah'ın haram kıldığı şeyleri en
basit hilelerle kendilerine helâl kılmışlardı.» [331]
«Şüphesiz Allah MESHİ,
soy üreme şeklinde yapmamıştır. Hem maymunlarla domuzlar bu olaydan önce de
varlardı.» [332]
«Ve hatırlayın ki,
sizden (atalarınızdan Tevrat ile dosdoğru amel edeceklerine dair) söz
almıştık.»
|ûk[alsraıl°âulkm'na,
onları sıkıntılardan, esaret kaydından, canlı mah-tapınmaktan, öküze aşırı derecede saygı
göstermekten kurtarıcı
nîmetler verilmiş ve
Hctzret-i Musa'ya kayıtsız şartsız uymalarına, Tevrat'a sıkı sıkıya
bağlanmalarına dair kendilerinden söz alınmıştı. Günler geçti, onikisebt (soy)
grup grup Tûr'un eteğinde karargâh kurdular. Vahy-i ilâhî, nûr hüzmeleriyle
Tûr'a inmeğe başladı. Hazret-i Mûsâ, Tevrat'ı telakki edip büyük levhalar
üzerine tesbitle emrolundu. Böylece Tûr, Allah'ın tecelli ettiği kutsal bir
dağ oldu. Vahyin havasıyla nurdan muhteşem bir kubbe gibi İsrâîloğullan'nm
üzerine yükseldi. Ve böylece Tûr'dan ilâhî kudret ve azametin, Rabbânî füyuzat
ve merhametin lahutî havası buram buram kokmaya başladı.
«İçinizden cumartesi
gününde (ilâhî buyrukları ve o güne olan hürmeti çiğneyip) tecavüz edenleri
elbette bilirsiniz.»
Tevrat'ın Çıkış
kısmının 20/8-13 belgelerinde şu kayıtlara rastlamaktayız : «Sebt (cumartesi)
gününü takdis etmek için onu hatırında tut. Altı gün işliyeceksin ve bütün
işini yapacaksın. Fakat yedinci günü Allah'ın Rabbe sebittir. Sen ve oğlun,
kızın, kölen, cariyen, hayvanların ve kapılarında olan gariplerin hiç bir iş
yapmıyacaksınız.»
Hazret-i Dâvud
devrinde Akabe'de balıkçılıkla geçinen İsrâîloğullart, dinleri icabı cumartesi
günleri çalışmak haram kılındığı halde kıyıya doğru akın eden balıkları görünce
bu hürmeti ihlâl ettiler, cumartesi günleri de balık avına başladılar. Bu
yüzden ilâhî gazaba çarpıldılar. Maddeye karşı aşın meyillerinden dolayı maymun
tabiatlı olmuşlardı. Âyetin zahiri ise doğrudan doğruya maymunlaştiklarına
delâlet etmektedir.
Kur'ân-i Kerîm'in
A'raf sûresi 163. âyetinde onların bu saygısızlığından bahisle deniliyor ki:
«Ey Muhammedi Bir de onlara şu deniz sahilindeki şehrin (durumunu sor). Hani
bir zamanlar Cumartesi yasağına saygısızlık gösterip ifâhi sınırı aşıyorlardı;
hani Cumartesi günü balıklar sürü hâlinde akın akın onlara doğru geliyordu;
diğer günlerde ise onlara geliniyorlardı. Biz onları günah işleyip ilâhî
sınırları aştıklarından dolayı böylece denedik.»
Yukarıda mealini
yazdığımız İbn Abbas (R.A.) hadîsi bu iki âyetin delâlet ettiği mânâyı gayet
güzel bir şekilde ifâde etmektedir. [333]
İki asra yakın bir
zaman esaret altında kalmış, köle muamelesi gördüğü için her türlü ilim ve
medeniyetten mahrum bırakılmış bir milleti kalkındırmak, yaşayışlarını düzene
sokmak ve hattâ günün medenî şartları-
nın fevkinde bir hayat
anlayışını kafalarına zerketmek kolay bir iş değildir. Bunun için zaman ister,
vasıta ister, vasat ister ve hepsinin üstünde ilâhî lûtfa mazhariyyet ister. [334]
Allah Teâlâ,
İsrâîloğulları'na bu mazhariyet kapısını, Hazret-i Mûsâ'-yı peygamber olarak
onlara göndermekle açmıştı. Pedagojik bir sistemle yetiştirilebilmeleri için
geniş bir zamana ve bu zaman içinde eski alışkanlık ve âdetlerinden
uzaklaşmalarına ihtiyaç vardı. Mısır'dan çıkmaları ve aylarca çöllerde dolaşıp
Musa'nın rehberliğiyle uzun bir yolculuk yapmaları var ya, bu zamanı elde etme
imkânını vermişti. Gökten bıldırcın kuşu ile kudret helvasının inmesi, taştan
su fışkırtılması, bulutun aylarca gölge yapması gibi bir çok ilâhî belgeler
kısmî bir vasat hazırlamıştı. Artık onları yetiştirmek ve vasıta olarak, yani
ilâhî düzeni öğretici rehber olarak Tevrat'a ciddiyetle sarılmaları
.gerekiyordu. Bunun için de onlardan kesin söz alınmıştı. Fakat tsrâîloğiilları
bilhassa Hazret-i Musa'dan sonra sözlerinden döndüler, eski sefil
yaşayışlarını arzular gibi tavırlar takındılar. Allah'ın peygamberlerle olan
imdat ve merhameti onlara yetişmemiş olsaydı, hepsi de hüsranda kalanlardan
olurdu.
Evet, İsrâîloğulları,
Hazret-i Musa'dan sonra yollarını yeniden şaşırdılar da rûh ve fikirlerinde
değişiklikler husule geldi; hislerinin te'siri altında kalıp sapıttılar; ilâhî
hududa riâyet etmemeğe başladılar. İnsan sûretli, maymun tabiatlı mahlûklar
derekesine düşüp bayağılaştılar. Tûr'dan esen ilim ve irfan havasından artık
istifade edemez olmuşlardı. İc âlemlerinde insanlık kemâlâtının meş'aleleri bir
bir sönmeye yüz tutmuştu. Nihayet yine sefil ve perişan oldular. Onların bu
acıklı hâli, imân ışığı altında İlim ve irfanı rehber edinmiyen milletler için
ibret alınacak büyük bir derstir. Kur'ân'ın tabiriyle bu, yaşayan milletlere ve
sonra gelecek olanlara ibret verici ceza ve takvaya eren mü'minlere de bir öğüt
kılınmıştır. [335]
Bâzılarına göre, Tûr
dağının veya herhangi bir dağın kaldırılıp İsrâîl-oğulları'nın üzerine
yükseltilmesi zahirî manâsıyla değildir. Çünkü böyle olması, imân etmeğe
zorlamak hükmünü taşır ki, teklîfin gayesine aykırıdır. O halde dağın
yükseltilmesi yani yerinden kaldırılıp İsrâîloğulları'nm üzerinde tutulması,
onun üstünde Hazret-i Musa'ya inen ilâhî vahyin mâ-ıevı ve lâhutî saltanat ve
hâkimiyetini ifâde eder; en uygun yorum da bu olsa gerek. [336]
Hazret-i Musa'ya gönülden inanıp tâbi' olmak
ve Tevrat ile amel etmek üzere sizden mîsak (söz, ikrar, ahid) almıştık. [337]
Tur'u üzerinize
(kaldırıp) yükseltmiştik de Tevrat'ı ve taşıdığı hükümleri (bu korkuyla) kabul
etmiştiniz. Şöyle ki: Hazret-i Mûsâ, üzerinde Tevrat yazılı levhaları
getirdiğinde, İsrâîloğulları ondaki ağır hükümleri, meşakkat verici teklifleri
görünce şaşırdılar ve kabul etmekten çekindiler. Bunun üzerine Cibrîi-i Emîn'e,
Tûr dağını kaldırıp onların üstünde tutması emrolundu. Böyle yapılınca da
Hazret-i Mûsâ onlara : «Ya kabul edersiniz, yahut Tûr'un altında ezilmeğe razı
olursunuz!» demişti. Onlar da bu korkuyla Tevrat'ı kabul etmişlerdi. [338]
Bu yorum pek uygun
görülmemiştir. ciddiyet ve azimle... [339]
Sefil ve hakir
maymunlar olunuz. Yahudîierden nankörlük edenler mesha uğramışlardır. [340]
Mücâhide göre, suretleri değil kalbleri mesholunmuştu. Yani maymun karakterli
ve o mahlûk gibi taklitçi olmuşlardı. [341]
İbret ve azap manasınadır. [342]
İsrâîloğulları
hislerine mağlûp, nefsânî arzularına boyun eğmiş bir halde tarihin sahifelerine
nakşedilmek üzere acı ve tatlı hatıralar bırakıyor ve eski inançlarıyla yeni
i'tikatları arasında bocalayıp duruyorlardı. Şa'şâlı devirlerinden biri sayılan
Hazret-i Dâvud zamanında cumartesi gününün hürmetini ihlâl ettikleri ve bir
zaman Tevrat ile amel etmedikleri için insanlık şerefini, imân faziletini
yitirdiler ve bu yüzden kötü iştahlı maymunlar seviyesine düştüler. Yukarıdaki
âyetlerle onların bu acıklı hâline temas edildi. Şimdi de onların sefil ve
kararsız hâlinin zaman zaman nüksettiğinden, o kadar ki çabuk mirasa konmak
için adam öldürdüklerinden, katilin meçhul kalması yüzünden birbirlerine
düştüklerinden, ilâhî kudretle maktulün dirilip katilin kim olduğunu haber
vermesi üzerine ihtilâfın giderildiğinden söz edilmektedir.
Cenâb-ı Hak bu
mu'oizeyle, ölümden sonra dirilmenin olacağını ve asıl ebedî ve o nisbette
huzurlu bir hayatın başlıyacağını, onlara yakîn vereoek şekilde açıklamıştır. [343]
67_
Hatırlayın ki bir vakit de Musa, milletine: «Allah size bir sığır boğazlamanızı
emrediyor» demişti. Onlar (ataları): «Bizi alaya mı alıyorsun?!» demişlerdi. O
da : «Öyle câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım» demişti.
68— (Öyle ise) bizim için Rabbine duâ et de onun
ne olduğunu bize açıklasın, demişlerdi. Musa da (aldığı emri beyânla): «Allah
diyor ki: O ne pek kart, ne de pek genç, ikisi ortası bir dinç sığırdır. Artık
emrolun-duğunuz şeyi yerine getirin» demişti.
69— Onlar tekrar: «Bizim için Rabbine duâ et de o
sığırın rengi nedir, bize açıklasın» demişlerdi. Musa da: «Rabbim buyuruyor
ki, hiç şüphesiz o, bakanların içini açacak şekilde parlak sarı bir sığırdır»
demişti.
70— Onlar yine: «Bizim için Rabbine duâ et de o
sığırın mâhiyetini (iyice) bize açıklasın. Çünkü tarif edilen sığır bize
(diğerlerine) benzer gibi geliyor. Allah dilerse, elbette (boğazlanması
emrolunan sığırı) bulabiliriz» demişlerdi.
71— Musa da (aldığı emir üzerine) «Rabbim o, yeri
sürüp ekini sulayarak boyunduruğa girmemiş bir sığırdır, salmadır, hiç
alacası, lekesi yoktur, buyuruyor» demişti. Onlar: «İşte şimdi hakikatle
geldin» demişlerdi. Bunun üzerine o sığırı boğazladılar. Az kalsın bunu
yapmıyacak-lardı.
«İsrâîloğulları «Allah
dilerse elbette bulabilir, doğruya erişiciler oluruz» dememiş olsalardı, o
kendilerine verilmezdi. Fakat istisna yaptılar (da arzuladıklarına
kavuşabildiler)». [344]
«İsrâîloğulları:
«Allah dilerse, elbette bulabilir, doğruya erişiciler oluruz» dememiş
olsalardı, o ebediyen kendilerine verilmezdi ve eğer (ilk emre uyarak) her
hangi bir sığır boğazlamış olsalardı onlara kâfi gelirdi. Fakat bu hususta
kendilerini sıktıkça sıktılar, Allah da o emri onlar üzerinde sıkı tuttu (ve
bu yüzden kendilerine pek pahalıya mal oldu).» [345]
Milâttan önce Mısır'da
hayvanlara ibâdet edildiğini Yunan ve Lâtin ypzarlan tarafından verilen
bilgilerden ve arkeolojik, epigrafik belgelerden öğreniyoruz. Mısır'da iki
asır kadar yaşayan İsrâîloğuliarı'nın, Haz-ret-i Musa'nın zuhuruna kadar geçen
zaman içinde hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma akidesinin te'siri
altında kaldıkları sanılmaktadır. (1) Mısır'dan çıktıktan sonra, Sâmiri'nin
yaptığı altın buzağıya ibâdet etmeleri bu zannı kuvvetlendirmekte ve bize daha
doyurucu bir bilgi vermektedir. Diğer taraftan sığırla, Kur'ân-ı Kerîm'de
belirtilen evsafiyle Sâmirî'nin tapınmak için yaptığı altın buzağı arasında
büyük bir benzerlik var; bilhassa sığırın parlak sarı renkte oluşu. İşte
İsrâîloğullan'nın eski alışkanlıkları sâikasiyle olacak, onlar bu tip
sığırlara fazlasıyla saygı gösterirlerdi. Tevrat'ta bu hâdiseye temas edilirse
de, Kur'ân'ın beyân ettiği hikmetten çok uzaktır. Böylece Tevrat'ın birçok
cihetle tahrife uğradığı da anlaşılmış oluyor. Dinler tarihinde kaydedildiğine
göre. Mısırlılar çok eski devirlerde diğer ibtidaî milletler gibi animist
idiler. Onlar da her şeyde kendilerine musallat olan bir rûh bulunduğunu
sanıyor ve bu ruhlara en geniş saygıyı gösteriyorlardı. Bunlar yalnız bâzı
ruhların, güneş gibi, ay gibi, Nil gibi tabiî ikametgâhlarda yaşadıklarına,
fakat ruhlardan çoğunun hayvanlarla kuşların içinde bulunduğuna inanıyorlardı.
Mısır'da her kabilenin inandığı bir rûh vardı ki o canlı bir mahlûkun içinde
yaşarmış, Meselâ içlerinden biri koça, biri keçiye, diğeri öküze, bir başkası
aslana, domuza ve akbabaya taparmış. Daha sonraları bu hayvan ilâhlar, mahallî
birer mahiyet almışlardı. Meselâ, bu koç ile temsil olunan Amon, teb köyünün,
öküz ile temsil olunan Ptah Menfis'in ilâhı olmuştur.
Diğer bir misal de,
Iran hükümdarı Kâvus, (M.Ö. VI. yüzyılda) Mısır'ı fethetmek istediği zaman
askerlerinin önüne kedilerle leylekler yerleştirmek gibi bir kurnazlık yapmış
ve Mısırlılar da bunlara karşı silâh kullanmağa cesaret edememişlerdi..
İsrâîloğuliarı'nın
hayvanlara ibâdet etme alışkanlığını yıkmak ve onları tamamen tevhîd akidesi
üzerinde toplamak için genç bir sığırın boğazlanması emrolunmuştu. O halde bu
emirle üç büyük hikmete işaret ediliyordu : . "
1— Kutsal
bilinen hayvanın ibâdete lâyık olmadığını anlatmak.
2__ Boğazlanan
sığırın bir parçasının maktule vurulmasıyla
maktûiırilmesi, yaşatan ve öldürenin ancak Allah olduğuna ve bu ölümden sanılmlkt
rân°gUllan nm Mısır'da-''bazı tarihçilere göre iki asır kadar kaldıkları taysa
da> Tevrat'ta, 430 yıl kaldıkları belirtilmektedir.
sonra yeniden dirilip
kalkmanın ilâhî kudrete nisbetle çok kolay bulunduğuna kesin belge göstermek.
3— İyilik ve
kötülükler ne kadar gizli tutulursa tutulsun, ilâhî ilmin dışına çıkmıyacağına
dikkati çekmek ve fitnenin kısasla önleneceğini, Hz. Musa'nın şeriatinde de
kısas hükmünün bulunduğunu hatırlatmak. [346]
Peygamberin sözünü
ciddiye almamak, inat yollu sormak, İlâhî emre imtisalde gecikmek.
Peygamberler insan
olmakla beraber sair insanlardan farklıdırlar. Haset, kin, ikiyüzlülük,
sununla bununla alay etmek gibi kötü huylardan, hafiflik sayılan söz ve
hareketlerden münezzehtirler. Yalan söylemezler, söylediklerinin hiç birinde
şüphe yoktur. Emânete hiyânet etmezler. Özü sözü doğru, içleri dışlarına,
dışları da içlerine uyar. Herkesten daha akıllıdırlar; kuvvetli sezişe
sahiptirler. Bu böyle olmakla beraber İsrâîloğulları Hazret-i Musa'ya tam bir
i'tikatla bağlanmışa benzemiyorlardı. Çünkü bunca mu'cizeler, ilâhî âyetler
karşısında her türlü şüpheden uzak, kâmil bir imân sahibi olamamışlardı.
Mısır'da fir'avnlerin gayr-i ciddi emirleri, halk tabakasını alaya almak,
lüzumsuz ve keyfi buyruklar vermek, hayvanlara kudsiyet izafe etmek gibi
birçok kötü âdetlerin izleri henüz İsrâ-îloğullan'nın gönül ve dimağlarından
silinmemişti. Bazen Hazret-i Musa'yla beraber olduklarını unutarak ilâhî
emirleri ciddiye almamışlar, Allah'ın peygamberinin kendileriyle alay ettiğini
sanmışlardı.
Bu hal onların henüz
manâdan çok uzakta bulunduklarını, Hazret-i Musa'nın getirdiği üstün ahlâktan
yeteri kadar nasiplerini alamadıklarını gösteriyordu. Cenâb-ı Hak rahmet
denizinin derinliğindeki esrar ve hikmetleri icabı, İsrâîloğullan'nın
gönüllerinde heykelleşen madde putperestliğini yıkmak için Hazret-i Musa'dan
sonra birçok peygamberler daha gönderdi ve zaman zaman onları çeşitli
belgelerle imtihan etti. Bunlardan biri de Mısırlıların kutsal sayarak
tapındıkları hayvanlardan sığırın boğazlanması keyfiyetidir. Onlar bu emre
uymakta geciktikleri ve kendi kendilerine bir hayli müşkilât çıkardıkları için
Hazret-i Musa'yı fazlasıyla üzmüşler; hattâ ona bilgisizlik isnat etmişlerdi.
Basiretsizliğin zifiri
karanlığı içinde bocalayan İsrâîloğulları tarih boyunca elim vak'alarla
karşılaşmışlar ve bu yüzden perişan bir millet olarak yeryüzüne
yayılmışlardır.
Ayrıca âyette, mühim
bir işe başlarken bir hayvan boğazlamanın o işin hayırla sonuçlanmasına vesîle
olacağına işaret vardır. Fakat bir hayvan boğazlarken, kâinata hâkim olan
kuvvet ve kudreti düşünüp Allah'a
tam bir teslimiyetle
teslîm olmak en üstün bir şükürdür. Bu konuda bir mütefekkir şöyle diyor. «Bir
hayvanı kestiğin zaman için için ona de ki: Seni kesmeyi emreden kuvvet, beri
de öldürecek, ben de senin gibi bir varmış bir yokmuş olacağım. Seni benim
elime teslîm eden kanun, beni de daha kuvvetli bir ele teslîm edecek.» [347]
«Allah size bir sığır
boğazlamanızı emrediyor..»
Zebh, zebeha fiilinin
masdarıdır. Boğazlamak ve yarmak manâsına getir. Şeriatte ise, eti yenen bir
hayvanın boyun damarları ile nefes ve yemek borularının keskin bir âletle
kesilmesidir. Boğazlama keyfiyetinin Musa'nın şeriatında da belirtilen şekilde
olduğu, fiilin delâletinden anlaşılıyor.
Tevrat'ta inek
kesilmesinden, ineğin renk ve diğer sıfatlarından, kim tarafından vurulduğu
bilinmiyen adamdan bahsolunursa da -tahrife uğradığı için- Kur'ân-ı Kerîm'in
beyânına uymamaktadır. [348]
Bakara kelimesi
müennestir. Müfred olması da muhtemeldir. Bakar kelimesi, sığtr cinsinin
hepsini içine alır. Bakara kelimesi bakar'ın müfre-di kabul edilecek olursa,
öküz, inek, tosun ve mandadan her birine delâlet edebilir. Kök harfleri olan
«b-a-k-r» yarmak manâsına gelir. Öküze bu ismin verilmesi, bundan dolayıdır. [349]
Sığırın
boğazlanmasının kati (adam öldürme) hadisesiyle alâkası varsa da esas
itibariyle taşıdığı hikmeti şöyle izah edebiliriz :
Yukarıda geçen
âyetlerle taştan su fışkırtmak gibi nâdir bir mucizeden ve bu mu'cizenin
Peygamber Musa'nın eli üzerinde vuku' bulduğundan bahsedilmiş ve onunla
Allah'ın geniş rahmetine, kullarına olan sonsuz atıfetine işaret edilmişti.
Şimdi de daha büyük
bir mucizeden haber vererek ilâhî kudretin tesirinin, illiyet (kozalite)
kanunuyla mukayyed olmadığını hatırlatıyor ve 0|uleri diriltmenin beşer aklının
kavrayamıyacağı bir hususiyet taşıdığına dikkatimizi çekiyor. [350]
72— Hatırlayın ki, bir zamanlar bir adam
öldürmüştünüz ve onun hakkında
(birbirinizi suçlamak suretiyle) pekişmiştiniz. Allah da sizin gizlediğinizi
meydana çıkarandır.
73— «Sığırın bir kısmını öldürülen adama vurun»
demiştik. (Vurulunca da o dirilivermişti). İşte böylece Allah ölüleri
diriltir. Aklınızı iyice kul-lanasınız diye âyetlerini size gösterir.
Ebû Rezîn (R.A.)
Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan şöyle sorduğunu anlatır :
— Ey Allah'ın Resulü! Allah ölüleri nasıl
diriltecek?
— Otları henüz yeşermemiş bir vadiden geçtikten
sonra tekrar, yeşillenmiş bir halde oraya uğradın mı?
— Evet, uğradım.
— İşte öldükten sonra dirilip kalkmak da
böyledir. [351]
Yetmiş ikinci âyetle
belirtilen kati hâdisesi ve boğazlanan sığırın bir parçasının dokundurulmasıyla
maktulün dirilip katilin kim olduğundan haber vermesinin keyfiyeti üzerinde
çeşitli görüş, tefsir ve te'villerde bulunulmuştur. Fakat çoğu ilmî bir değer
taşımamaktadır. Bizce en önemli olan cihet, hâdisenin ispritizma ile ilgili
olup olmadığıdır.
Ölülerin rûhlarıyla
haberleşmenin mümkün olduğuna inananlar ve bunun için aracılık yapacak bir
«medyum»a ihtiyaç bulunduğunu iddia edenler, âyette bu tarz bir olaya temas
edildiğini zannederler ve İsrâîloğulları'-nın da ispritizma ile uğraştıklarını
belirterek, Tevrat'ın Samuel Kitabının 28/1-21'de anlatılan kıssayı delil
olarak gösterirler:
«Samuel ölmüştü. Bütün
İsrâîl onun için dövünmüşlerdi. Onu Roma'-da kendi şehrinde gömmüşlerdi. Bunun
üzerine Saul, cincileri ve bakıcıları memleketten kaldırmıştı. Filistinliler
toplanıp geldiler, Şunem'de ordugâh kurdular. Saul bütün İsrail'i topladı,
Gilboada ordugâh kurdular. Saul, Filistinlilerin ordugâhını görünce korktu,
yüreği titredi. Sauî Rabden sordu, fakat Rab kendisine ne rü'yalarla, ne
Urimle, ne de peygamberlerle cevap vermedi. Saut kullarına dedi ki : Benim
için bir çinçi kadın arayın ve ona gidip sorayım. Kulları ona dediler ki: İşte
En-dorda bir cinci kadın var. Bunun üzerine Saul kılığını değiştirdi, başka
elbise giyindi ve iki adamla beraber gitti, geceleyin kadının yanına geldiler.
Kadına dödi ki: Rica ederim, benim için cinle fala bak ve sana söyliyeceğim
kimseyi bana çıkar. Kadın ona dedi ki: İşte, Saul'un ne yaptığını cincileri ve
bakıcıları memleketten nasıl attığını biliyorsun da neden beni öldürtmek, için
canıma tuzak kuruyorsun? Saul, kadına : Hayy olan Rabbim hakkı için bu işten
sana bir kötülük gelmiyeçektir. Kadın dedi ki: Sana kimi çıkarayım. Saul: Bana
Samuel'i çıkar, dedi. Kadın, Samuel'i görünce yüksek sesle bağırdı ve : «Sen
Saul'sun da niçin beni aldattın?» diye Saul'a söyledi. Kıral ona dedi ki:
Korkma, fakat ne görüyorsun? Kadın Saul'a dedi ki : Yerden çıkmakta olan bir
ilâh görüyorum. Saul ona : Çıkan kimse ne biçimdedir? diye sordu.. Kadıru*
«Kocamış bir adam çıkıyor, bir cübbeye bürünmüş. Ve.Saul o'çıkanın Samuel
olduğunu anladı. Yüzüstü eğilip yere kapandı.» Samuel ona dedi ki: Beni
çıkararak niçin rahatsız ettin? Saul dedi ki: Çok sıkıntıdayım, çünkü
Filistinliler bana karşı cenk ediyorlar. Allah benden ayrıldı, artık ne
peygamberlerle, ne de rü'yalarla cevap veriyor. Ne edeceğimi bana bildiresin
diye seni çağırdım. Samuel dedi ki: Mademki Rab senden ayrılmış ve sana düşman
olmuştur. O halde niçin genden soruyorsun. Rab benim vasıtamla söylediği gibi
sana yaptı ve kıralhğı senin elinden kopardı, onu senin komşuna, Davud'a verdi,
en Rabbin sözünü dinlemediğin için ve onun kızgın öfkesini Amelekîlere YPrt
adığm için Rab da bugün sana bu şeyi yaptı. Ve Rab İsrail'i de se-nimf ^raber Fiiistinlilerin eline verecek ve
yarın sen de, oğulların da beberaber olacaksınız. İsrail'in ordusunu da Rab Filistinlilerin eline
verecektir,»
Gerçi bu cümlelerde
ispritizmaya kısmen de olsa delâlet eden yerler mevcuttur. Fakat esas
itibariyle cinler aracılığıyla Samuel'in ruhunun çağırıldığı anlaşıhyor.
Nitekim Şeyh Tantövî Cevher? Tevrat'ın ispritizmadan bahsettiğini ve herkesten
evvel Müslümanların -Kur'ân-ı Kerîm'in de temas ettiği- bu ilimle meşgul
olmalarının gerektiğini yazmıştır.
Son yıllarda bu iş
üzerinde derin incelemelere girişilmiş, ciddî denemeler yapılmıştır. Bununla
beraber konunun henüz bir ilim dalı olduğu iddia edilmemiştir.
Bu konuyla alâkalı
eserlerin kaydettiğine göre: İspritizmanın ileri cemiyetlerde tanınması ancak XIX.
yüzyılda mümkün olmuştur. Hikâyeye göre, 1848 yılında New-York eyaletinde Fox
adında bir çiftçinin evinde acayip olaylar vuku' bulmaya başlayınca oralarda
yaşıyan halk heyecana kapılmış. Akşamlan el ayak çekildikten sonra Fox'!arın
evinin kapısı muntazam fasılalarla vurulmaya başlamış. Evin küçük kızı Kate
Fox kapıyı vuran görünmez kimsenin ruhlar âleminden bir misafir olabileceğini
ileri sürmüş. Kate iyi bir medyummuş. Ruhla temas sağlayınca, vaktiyle o evde
öldürülmüş bir adamın ruhu olduğunu öğrenmiş. O günden sonra da ruhlarla
konuşmak, onlardan haber almak merakı her yere yayılmış.
Hikâye bu olmakla
beraber, meselenin ilmin bir dalı hâline getirilip getirilemiyeceği bugün için
meçhuldür. Ancak medyumlara gelenlerin ruhlar değil de cinler olması kuvvetle
muhtemeldir. Zira anladığımız kadarıyla ruhların Berzah âleminden Dünya'ya
yönelip rastgele kişilerle temas kurması sünnetullah'a ters düşmektedir.
Peygamberler ve yüksek derecedeki kâmil velîlerle temas kurmaları ise istisna
teşkil eder ki genel kaideyi bozmaz. Tevrat'taki kayıtlardan da Samuel'in
cinler aracılığıyla çağırıldığı daha yakın bir manâyla anlaşMıyor. Kur'ân-ı
Kerim'de geçen diriltme ve haber verme hâdisesinin, ispiritizma ile ne
uzaktan, ne de yakından ilgisi var. Çünkü âyetin siyak ve sibakı buna
mütehammil değildir. Cenâb-ı Hak onu bir mu'cize olarak diriltmiştir. Âyetin
son kısmı: «Aklınızı iyice kullarlasınız diye âyetlerini size gönderir.»
meâlindedir ki, mu'-cizenin insanlar üzerindeki tesirini beyân ederek akıi
sahiplerini inkâr fırtınasından kurtarmak ister. [352]
«Hatırlayın ki, bir
zamanlar bir adam öldürmüştünüz ve onun hakkında pekişmiştiniz.»
İşte Yaratan'ın
kudretine, tekrar dirilmenin hakikatına, ölüm ve di-
rimin tabiatına
delâlet eden açık bir belge. Cenâb-ı Allah sığırın boğaz-lanmasındaki hikmet
perdesini kaldırıyor ve âhirete dosdoğru îmân edip dünya hayatını ona göre
düzenlemenin lüzumuna işaret ediyor. Çünkü ölümden sonra tekrar dirilmeye
inanmak kadar ahlâkı yükselten bir esas ve prensip düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm
bu müessir prensibi milletlerin kafasına zerketmek için geçmiş milletlerden
misaller veriyor ve olayları, aklı harekete geçirecek şekilde bizlere
aktarıyor.
Evet, Kur'ân-ı Kerîm,
önce insanın duygu ve düşüncesine hitap eder, sonra akla lâyık olduğu değeri
verir. Hislerin insan üzerindeki tesiri çok büyüktür. Aktı harekete getirmek
için ona ilk malzemeyi veren hislerdir. Bunun için Cenâb-ı Hak âhirete,, hesap
ve ceza gününe inanmak için önce İsrâîloğulları'nm hislerine tesir edecek bir
maktulü diriltiyor. Bu açık mucizeyle lüzumlu malzemeyi verdikten sonra :
«Aklınızı iyice kullanası-nız diye âyetlerini size gösterir,» buyuruyor.
Aynı metodu Hazret-i
İbrahim'in de takip ettiğini yine Kur'ân'dan öğreniyoruz : «Bir vakit de
İbrahim : «Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster?» demişti. Allah ona
: «İnanmadın mı?» buyurmuştu. O da : «Hayır, inandım (ve inanıyorum) fakat
kalbim yatışsın diye (arzuluyorum)» demişti.» [353]
İbrahim (A.S.)
kâinattaki nizamdan istidlal ederek aklıyla inandığı ve bütün şüpheleri attığı
halde itmi'nane kavuşmak için hislerine hitap edilmesini istemiş ve bu arzusu
yerine getirilmiştir.
O halde, yalnız hisse
bağlı kalmak, aklı kullanmamak bizi gerçeğe ulaştırmaz. Sadece akla bağlı
kalmak ve her şeyin onunla halledileceğine inanmak da doğru değildir, Akıi;
imân ve basiretten ışık, duygu ve düşünceden malzeme aldığında hakikati
keşfedebilir. Kur'ân-ı Kerîm'in talim etmek istediği işte budur. [354]
Bundan sonra yine
kalbleriniz katılaş-tı, taş gibi ve hattâ daha da katı oidu.»
İnsanları harekete
getiren, onları itaatkâr bir cemiyet hâline sokan akıl değil imândır. İmânı
besliyen, ilâhî buyruklardır. Duygularımız aklın;
akıl da îman ve
basiretin emrine girmelidir. Yukarıdaki âyetlerde, İsrâîl-oğuiları için âyet ve
mu'cizeler gösterilmiş ve imânı beslemek için Tevrat indirilmişti. Fakat ruhî
varlıklarını maddî hayatlarına tercîh edemiyen, cehalet ve nefsanî arzularını
ulvî hakikatler uğrunda feda edemiyen bu zavallıların kalbleri katılaştıkça
katıiaştı. Aşağıdaki âyetde ise, onların kalb katılığının taş gibi veya daha
katı olduğu beyân edilerek, ilâhî nizamlara isyan edenlerin böylesine bir ruhî
maraza mübtelâ olacaklarına işaret ediliyor. [355]
74— Bundan
sonra yine kalbieriniz katılaştı, taş gibi ve hattâ daha da katı oldu. Çünkü
taştan öylesi var ki, ondan ırmaklar fışkırır, öylesi de var ki, yarılıp ondan
su çıkar, öylesi de var ki, Allah korkusuyla (ilâhî kanunlara boyun eğerek)
aşağı düşüp (parçalanır). Allah işlediğiniz (ve işleyeceğiniz)den habersiz
değildir.
«Zikrü'llahsız sözü
çoğaltmayın. Çünkü zikrü'llahsız sözün çokluğu, kalb katılığına (yol açar). Hem
insanların Allah'tan en uzak olanı, kalbi katı olanıdır.» [356]
«Dört şey şekavet(bedbahtlığ)in
belirtisidir: 1— Gözün yaşarmaması, 2— kalb katılığı, 3— Uzun emel, 4— dünyaya
karşı (aşırı) tamah.» [357]
«Ben, Mekke'de bir taş
biliyorum ki, peygamber olarak gönderilmeden önce de o bana selâm verirdi. Ve
şimdi de onu biliyorum.» [358]
«Hazret-i Ali
(R.A.)den, diyor ki: Resûlüllah (A.S.) ile Mekke'de idik. Şehrin kenar
kısımlarından bir yere çıktık. Yolda Peygamber (A.S.)ın uğradığı ağaç, taş,
tepe, dağ ne varsa hepsi ona «es-Selâmü aleyke ya Resûlüllah» diyordu.» [359]
74. âyette kalb
katılığına misal olarak taş getirilmiş ve taşların yarılma, ufalanma,
yukarıdan aşağıya düşme, yuvarlanma- gibi değişmelerinden bahsedilerek
taşların fiziksel jeolojik durumuna temas edilmiştir. Bununla, ilâhî kanunun
cansız varlıklar üzerinde de şaşmadan hükümran olduğu hatırlatılıyor ve
insanların her varlıktan ziyade bu kanunlara uyması gerektiğine işaret
ediliyor.
Yerkabuğunu meydana
getiren maddelerden biri de kültelerdir. Bunlar Allah'ın kâinatta câri
kanunlarının gerektirdiği şekilde çeşitli minerallerden meydana gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm kültelerin birkaç sınıfından bahsederek şu esasları belirtmek
istiyor: Kültelerden kopan irili ufaklı parçaların birçok çeşitleri vardır.
Külteler, tortul, püskürük ya da metamor-fiktir. Taşlar da bu esasa göre
sınıflandırılır. Tortul külteler, püskürük külteler, metamorfik külteler.
Birincisinin içinden bazen sular fışkırır. İkincisi bâzı sebeplerle yarılır,
içinden sular akabilir. Üçüncüsü ısı, su buharı, basınç gibi sebeplerle
fiziksel niteliklerini kaybetmiş olanlardır. [360]
Ruhumuzun
derinliklerinden «Allah» lafzının zihinlere sığmayan idraklerin ötesinde olan
derin mânâsı ve o mânânın etrafa yaydığı irfan nurunun dalgaları yükselmediği
müddetçe insan kalb katılığının sert tabakasının altında bocalar kalır. Ve
işte o zaman döküldüğümüz nefis ve Şehvet kalıplarından ve o kalıplardan
aldığımız şekillerden kurtulma imkanlarımız zorlaşır. Zira ondan kurtulmak
için kâfi derecede ne imân, ne ae irfan mevcuttur
Kalb katılığının ilk
belirtisi, Allah'tan başkasına meyletme hevesinin uyanmasıdır. Dönüş olmazsa,
neticesi kötü bir nankörlüğe, hattâ küfre inkılâp edebilir.
İb'blis davattİ1 (bunu) kibrine yedire-medi ve kâfirlerden
oldu.» âyet-i celîlesi bu sonucu beyân eder. [361]
İsrâîloğulları'nın,
ölünün diriltilme mu'cizesi karşısında bile iç varlıklarından yakîn
derecesinde bir imân nuru dalgalanıp yükselmedi. Bu konuda da akılları
hislerine, basiretleri akıllarına rehber olmadı. Böylece Allah'ın emirlerine
dosdoğru inkiyad etmediler. O yüzden yetişecek olan torunlarına iyi bir ilim ve
irfan mirası bırakamadılar. Şüphe dolu bir akideye vâris olan Yahudiler,
âhireti, ölümden sonraki hayatı unuttular, kalb-leri o kadar katılaştı ki
taştan daha beter oldu. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden pınarlar
fışkırır, bir kısmı ayrılır da suya yol verir. Bir kısmı da ilâhî kanunlara
boyun eğerek yukarıdan aşağıya yuvarlanır.
Evet, varlık âleminde
ne varsa, hepsi de Hakk'ın buyruklarına baş-eğip râm olur. Bâzısı lisan-i kaal
ile/bâzısı da lisan-i hâl ile O'nu teşbih eder. O'nun kâinattaki câri
kanunlarına itaatten geri kalmaz.
İşte İsrâîloğulları bu
tesbîh ve itaati bırakıp ilâhî kanunları dinlemez-lik cinnetini gösterdikleri
için, onlara kalb katılığı gibi elim bir hastalık ânz oldu, nesilden nesile
geçerek bütün bir milletin manevî yapısını harap etti. Bugünkü Yahudilerin bir
kısmı, belki de çoğu aynı hastalığın marîzleri olarak etrafa mikrop
saçmaktadırlar.
Bize ve diğer
milletlere düşen, bu kıssadan hisse almak, yetişecek olan nesillere en iyi
mirası hazırlamaktır. [362]
Aradan bir hayli zaman
geçtikten, gönül havuzundaki sular millenip bulandıktan sonra kalbler ilim ve
irfan havasını alamaz hale gelir, taş gibi ve hattâ daha fazla katılaşır. Zira
taşların çoğu, mahir sanaaîkârın becerikli ellerinde şekil değiştirir ve
nakşedilen motifleri kabul eder. Bu bakımdan, Hak'tan gelen nuru alamıyan
kalbler taştan da katıdır, denilmiştir.
Tasavvuf ehli,
kalbleri dört kısma ayırmışlar;
1— İlâhî
ilimle aydınlanmış, irfan denizine gark olmuş olanlar. Bu kısma dâhil
olanlardan bilgi ırmakları fışkırır. Ondan içen ebediyen yaşar. Sâbikîn'den
olan Ehlü'llah'ın kalbleri bu kısmı temsîl eder.
2— İlme
olan susuzluğunu gideren,
dinleyip hıfzedebilen kalbler. tnmde kök salmış âlimlerin
kalbleri bu kısmı temsîl eder.
3— Huşu'
duyup, Hakk'a inkiyad eden, teslimiyet
üzere bulunan kalbler. Âbid ve
zâhidlerin kalbleri bu kısmı temsîi eder.
4— İlimle aydınlanmıyan, korku ile yumuşamıyan, hidayetten uzak, bâtıla yüz
tutmuş, nefsânî arzuların gururu içinde şehvet bataklığında tıkanıp kalan
kalbler âyeti bu kalblere işaret eder. [363]
fiili kasavet kökünden
gelir; salabet ve kabalık mânâlarını ifâde eder. [364]
Ey Peygamber ve
mü'minler! Yahudilerin) size inanmalarını çok mu istiyorsunuz?»
Yukarıdaki âyetlerle
İsrâîloğullan'nın Hazret-i Musa'dan önceki ve sonraki devirlerinden, onlara
imânın hakikatini aşılayacak olan mu'cize-lerden, bütün bunlarla beraber
sapıttıklarından, buzağıya tapındıklarından, ve daha sonraları kalb katılığına
uğradıklarından geniş bir şekilde bahsedildi. Şimdi de bu nankör ve o nisbette
maddeperest milletten Hâz-ret-i Peygamber'e (A.S.) muasır olanların tutumuna,
psikolojik durumuna temas ediliyor ve «(Yahudilerin) size inanmalarını çok mu
istiyorsunuz? Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı)
dinlerler, ona akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif ederlerdi.»
denilerek böyle bir temenni ve arzunun insanî düşünce mahsulü olmakla beraber,
kendi hasis menfaatleri için Allah'ın indirdiği Kitab'ı değiştiren bedbahtları
yola ge-tıremiyeceğine işaret ediliyor.
ynca Müslümanlara,
kendileriyle içice yaşayan ve günlük hayatın irçok safhalarında geniş çapta
ilgi kuran Yahudilerin içyüzü anlatılıyor, zamanda Kur'ân'da bu ve benzeri
konulara değişik ifadelerle sık sık ver verilmesinin hikmeti hatırlatılıyor. [365]
75— (Ey Peygamber ve mü'minler! Yahudilerin) size
inanmalarını çok mu istiyorsunuz? Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın
Kelâmını (Tevrat'ı) dinlerler, ona akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif
ederlerdi.
76— Onlar imân edenlerle karşılaştıkları zaman,
«İnandık» derlerdi. Birbirleriyle tenha kıldıkları zaman, «Allah'ın size açtığı
şeyi, Rabbiniz katından size kanıt olarak getirsinler diye mi onlara
anlatıyorsunuz? (Buna) aklınız ermiyor mu?» derlerdi.
77— Bilmezler mi ki, Allah onların gizlediklerini
de, açıkladıklarını da
mutlaka bilir.
78— Onlardan
bir kısmı ümmîdir (okuyup yazması yoktur); Kitap (Tevrat)ı bilmezler, ancak
birtakım kuruntuları bilirler. Onlar sadece zan peşindedirler.
79__ Kitabı
elleriyle yazdıktan sonra onu önemsiz bir paha karşılığında satmak için, «Bu
Allah katındandır» diyenlerin vay haline! Elleriyle yazdıklarından dolayı vay
onlara!. Vay, kazanmakta oldukları şeyden onlara!.
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) Medine'ye hicret ettiklerinde oradaki Yahudileri İslâmiyete ve ilâhî
Kitab'a davet etti. Zaten Yahudilerin son dîn ve son peygamber hakkında biraz
bilgileri vardı. Tevrat tahrîfe uğramakla beraber onda bu hususla ilgili bir
takım kayıtlar mevcuttu. Fakat dînî ve ırkî taassup yüzünden bir çoğu -bilhassa
hahamlar- bile bile inkâr ve tekzibe saptılar. Peygamber (A.S.), onların bu
menfi tutumu karşısında müteessir oldu. Bunun üzerine yukarıdaki yetmişbeşinci
âyet indi. Bu âyet bir taraftan Yahudilerin maskesini düşürüyor, diğer taraftan
da Resû-lüllah'ı teselli ediyordu.
«Onlar iman edenlerle
karşılaştıkları zaman inandık derlerdi..»
Âyetin tefsirinde ise,
İbn Abbas (R.A.) sebebini şöyle özetlemiştir:
Yahudilerden bir grup
münafık, Resûlüllah (A.S.)ın ashabına rastlayınca «Sizin inandığınıza biz de
inandık. Arkadaşınız Muhammed'in doğru ve hak nebî olduğuna şahadet ederiz.
Onun her söylediği gerçektir; biz onun sıfatını kendi kitabımızda bulduk»
derlerdi. Kendi ileri gelenleriyle başbaşa kalınca, ileri gelenler onlara :
«Muhammed'in Tevrat'ta gecen sıfatlarını Müslümanlara niçin anlatıyorsunuz?
Sonra bunu delil olarak kullanırlar da sizi müşkül duruma sokarlar» diye ikazda
bulunurlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [366]
Yahudilerin
sabahları Medine'ye gelişi, ikindi
vakti gidişi, sinsi
bir lın tahakkukuna matuftu. İslâmiyeti içten yıkmak istiyorlardı. Bunun
zenne Resûlüllah (A.S.) : «Medine kasabasında bizim yanımıza mü'min-
den başkası girmesin!»
buyurdular. [367]
«Veyl, cehennemde bir
vadidir. Kâfir kırk yıl yuvarlanır da dibine ulaşamaz. [368]
İsrâîloğulları'nın
Hakk'a karşı olan tutumları, tarihin ışığı altında bir bir belirtilerek en
canlı noktalan misallerle izah edildi. Irkları icabı son derece kurnaz ve o
nisbette hileci, maddeye aşırı mütemayil, fitne ve fesat kumkuması, bütün
dinlere düşman, kör taassup aievi içinde sadece kendilerini efendi ve
Tanrı'nın has kulları sayan, başkalarım kendileri için yaratılmış köle kabul
eden inhisarcı bir millet!.
Tarih boyunca
Müslümanlar onlar hakkında ne kadar hayırhah düşünmüş ve ne kadar âlicenap
hareket etmişlerse', hiçbir zaman bunun müsbet karşılığını görememiş ve bu
habîs ruhlu milletin gönlündeki hi-yânet ve inhisarcılık bağlarını kopara ma m
ıştır. Cenâb-ı Allah 75. âyetle onların bu evsafını tarîf ederek kıyamete kadar
bütün mü'minlerin uyanık bulunmalarını istemiştir. Peygamber'e karşı dünkü
tutum ve davranışları, düşünce ve inançları ne ise bugün de değişmemiştir,
yarın da de-ğişmiyecektir. Ondört asır önce Resûlüllah (A.S.) ile ashabı
Yahudilerin imân edeceklerini ummuşlardı. Bu, çok hayırhahane bir ümitti.
Allah; «Ey Peygamber ve mü'minler! Yahudilerin size inanmalarını çok mu istiyorsunuz?
Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı) dinlerlerdi de ona
akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif ederlerdi.» buyurduğuna göre,
artık Hakk'a isyanda bu kadar cüretkâr olan bir milletten ne umuyorsunuz?
İşte Yahudi tarihi hep
böyle tekrar edip durmaktadır. [369]
Cemiyet ve milletlerin
içtimaî ve kültürel durumları tetkik edilince, her kabile veya milletin üç
sınıfa ayrıldığı görülür: 1—
Bilginler ve ileri gelenler. 2—
Ortalığı karıştıran, milletin mukadderatına hâkim olanları iş başına getiren
yan münevverler. 3— Okur-yazar
olmayan câhil halk tabakası. Birinciler meseleleri ele alıp gereken ortamı
hazırlarlar. İkinciler o meseleleri tatbik sahasına koyup bu ortam içinde
üçüncü sınıfı, kendi ideallerinin gerçekleşmesi için kullanırlar.
> «Onlardan bir
kısmı ümmî-
dir (okuyup yazmaları
yoktur); kitabı (Tevrat'ı) bilmezler; ancak birtakım kuruntuları bilirler..»
Kur'ân-ı Kerîm, Yahudî
cemaatinin de böyle olduğunu 75. âyetiyle bildiriyor. Tevratı okuyan bilginler
ve hahamlar, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) tesirini silmek ve kendi dinlerinin
bekasını sağlamak için Tevrat'ta Hazret-i Muhammed'in evsafı hakkındaki
ibarelerin bir kısmını çıkarıp, bir kısmını da değiştirdiler. Sonra buna göre
bir ortam hazırlayıp yarı aydınlarını harekete geçirdiler ve bütün mel'anet ve
düşmanlıklarını tatbik sahasına koydurdular. Sonra da halk tabakasını
(ümmîleri) toplayıp dâvet-i Muhammediyye'nin karşısına çıkardılar. Asırlar
geçtiği halde her şey değişmiş ama Yahudilerin hak dîne karşı olan
düşmanlıkları pek değişmemiştir. [370]
fiilindeki hitap
Peygamber (A.S.) ile mü'mînleredir.
İman burada ya «tasdik» veya
doğrudan doğruya «inanmak»
manasınadır.
Tevrat'ta geçen
son din
ile ilgili müjdeleri,
Hazret-i Mutıammed'in evsafıyla alâkalı ibareleri, recim hakkındaki
emirleri tah-rîf etmişler veyahut Hazret-i Mûsâ ile Tûr'a çıkan yetmiş temsilci
kişi oradan döndükten sonra «Biz Allah Kelâmını dinledik, buyruklarını duyduk.
Rabbimiz sonunda, bu buyruklarımı işleyip işlememekte serbestsiniz, buyurdu»
diyerek Tevrat'ı değiştirmeye teşebbüs etmişlerdi. Sonra fırsat buldukça bunu
gerçekleştirdiler; yani istedikleri gibi Tevrat'ı tahrif ettiler.
Bu, ya Yahudî
münafıklarına olan bir hitaptır veya Allah'ın mü'minlere hitabıdır; cümlesine
bağlıdır.
Emâniy, ümniye'nin
çoğul şeklidir. Temenninin sülasîsinden «takdir» mânâsına «menâsden alınma bir
isimdir. Türkçemizde «kuruntu» "ö ifade edilir.
fiili olmayan bir
masdardır. Tahassür ve helak manasına bedduâ olarak cümlenin başında
kullanılır. Cehennem vadisine bu ismin verilmesi mecaz yolludur. [371]
Cenab-r Hak ebedî ve
ezelî ilmiyle Yahudilerin geçmiş ve gelecek tutumları, inançları ve kıyamet
günündeki âkibetleri hakkında diğer milletlere özellikle Müslümanlara en doğru
bilgiyi verdikten ve Tevrat'ı tas-hîh ettikten sonra hahamların mesnetsiz
iddialarını, ilâhî prensiplere uymayan hükümlerini reddederek, gerçeğin
Kur'ân-ı Kerîm'de tashih edilmiş olduğunu beyân ediyor. [372]
80—
(Yahudiler) «Ateş bize ancak sayılı birkaç gün dokunacaktır» dediler. De ki:
Allah katından bir söz mü aldınız? -ki böyle bir şey varsa. Allah verdiği
sözünden asla caymaz- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi (uydurup)
söylüyorsunuz?!
81— Hayır
(durum hiç de onların anladığı ve iddia ettiği gibi değildir), kim kötülük
kazanır da isyan ve küfür onu çepeçevre kuşatırsa, işte onlar
cehennemliktirler; onlar orada ebedî kalıcılardır.
82__ İmân
edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar ise, işte onlar cennetliktirler, onlar
orada temelli kalanlardır.
Mücâhid'in İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre : Asr-ı Saadette Medîne ve civarında yaşayan
Yahudîler Kur'ân'ın açık beyanatı karşısında şaşırdılar ve şöyle bir iddiayla
halk tabakasını ikna'a çalıştılar: «Bu dünyanın ömrü yedi bin senedir.
Günahkârlarımız her bin yıla karşılık bir gün cehennemde azap görecektir».
Yani Yahudi olanların azap görmesi ioap ediyorsa, bu sadece sayılı birkaç
günden ibarettir.
Kurtubî'nin ve
Katade'nin İkrime'den yaptıkları rivayete göre : Yahudiler Sâmirî'nin yaptığı
altın buzağıya kırk gün tapındıklarına karşılık olmak üzere kırk gün azap
göreceklerini iddia ettiler.
Dahhak'ın yaptığı
rivayete göre : Yahudiler Cehennemin bir ucundan diğer ucuna (zakkum ağacına
kadar) kırkbin senelik bir mesafe oiduğu-nu Tevrat'ın kaydettiğini söyleyerek,
ona göre ancak kırk gün cehennemde yanacaklarını iddia etmişler. Bunun üzerine
Bakara sûresinin 80-82. âyetleri inmiştir.
İniş sebebi hakkında
bundan başka, Taberânt'den, İbn Cerîr Taberî'-den ve Süddî'den birtakım rivayetler
vardır. Geniş bilgi edinmek için İmam Süyûtî'nin «Esbabü'n-nüzûl»üne müracaat
tavsiye olunur. [373]
İkrime'den yapılan
rivayette, Yahudiler Peygamber (A.S.)
iie münakaşa yollu tartıştılar ve «Biz ancak kırk gece ateşe
(cehenneme) girece-J'z, ondan sonra başka bir millet bizim yerimize geçecek»
-ki o başka milletten Muhammed (A.S.) ve ashabını kasdediyorlardı- Peygamber
(A.S.) eliyle onların başlarına işaret ederek : «Hayır, bilâkis sizler orada
ebedî fıçılarsınız. Hiç kimse orada size halef olmıyacaktır» buyurdular. [374]
Hayber fetholunduğunda
oradaki Yahudîler tarafından içine zehir ko-ral< Pişirilmiş bir koyun Peygamber'e hediye edildi. Bunun
üzerine
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) «Burada ne kadar Yahudi varsa hepsini toplayıp getirin», buyurdu.
Yahudiler toplatılarak huzura getirildikten sonra Peygamber (A.S.} onlara
hitaben şöyle buyurdu :
— Babanız kimdir?
— Falan kimsedir.
— Yalan söylüyorsunuz, o değildir, falan
adamdır!
— Doğru buyurdunuz, gerçeği ifâde ettiniz!.
— Peki sizden bir şey daha soracak olursam,
doğru söyler misiniz?
— Evet, ya Eba'l-Kasım! Yalan söyiiyecek
olursak herhalde bilirsiniz, nasıl ki babamızın kim olduğunu bildiniz.'
— Kimler ateş (cehennem) ehlidir?
— Bizler az bir müddet cehennemde katacağız,
sonra siz bizim yerimize geçeceksiniz?
Bunun üzerine Cenâb-ı
Peygamber (A.S.) :
— Zelil ve hakir olarak yerinizde kalın.
Vallahi biz size orada asla halef olmıyacağız! [375]
Buyurdular. [376]
Musevîliğin inanç ve
tahinlerini incelediğimiz zaman birbiriyle çelişen görüş ve inançların mevcut
olduğunu görürüz. Bîr taraftan peygamberlerin müstesna şahsiyetlerinden
bahsedilirken diğer taraftan onlara zina isnat edecek kadar hamakat izhar
edilir. Tevrat'ta cennet ve cehennem mefhumundan, mutluluk ve mutsuzluktan,
kurtuluş yollarından bahsedilir. Fakat buna karşılık iman aşkına bir fiil, bir
hareket istenmez. Ahlâk prensipleri içinde kıymet unsurları yok gibidir. Varsa
onları da inhisarcılık ve aşırı ırkçılık, gündelik hayatı -ister meşru, ister
gayri meşru yollardan- yükseltmek hırsı içinde fesada uğratmışlardır.
İşte bu zıd görüşlerin
bir örneğini de onların «Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmıyacaktır»
iddiaları aksettirmektedir. Bu iddia da hem akıl, hem de nakil ile
çelişmektedir. Dünyada işlediği suç ve cinayetlerden dolayı idam cezası
çekenler olduğu gibi, âhirette de birtakım suçlardan ve küfürlerden dolayı
ebedî saadetini kaybedenler olacaktır. Kur'-ân-ı Kerîm onlara ne Tevrat'ta, ne
de başka bir yerde böyle bir söz verilmediğini beyânla: «Allah katından bir söz
mü aldınız?» diyerek Yahudilerin çok yanlış bir yolda ve bozuk bir akide
içinde bulunduklarını bildiriyor, [377]
Cehennem ve cennet..
Biri ebedî azap yeri, diğeri sonsuz saadet yurdu Cehennem mefhumu korku ve
endişe, cennet mefhumu ümit ve neş'e telkîn eder. Bu iki mefhum ikiz kardeşler
gibi beşerin iç varlığında den-geleştiği gün, imân kemâle, gönül huzura erişmiş
olur. Ahlâk fazîlet mertebesine yükselir. Hayat, ilâhî prensipler dahilinde
asıl mecrasını bulmuş olur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in va'd ve vaîd üslûbu hep bu
metod üzere bina edilmiştir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) buna işaretle buyurdu
ki: «Mü'-minîn korku ile ümidi tartılacak olursa, denk gelir.» [378]
Hüccetü'l-İslâm İmam
Gazâlî korku ile ümidi (havf ve recâ) tabirleriyle izah ederek diyor ki;
«Korku ile ümit, Hakk'a yakınlık peyda edenleri övülmeğe lâyık makamlara
(ahlâkî fazîlete, ilâhî muhabbete} uçuran iki kanattır. Âhiret yolculuğunda dar
geçitlerin hepsini kolaylıkla aşan iki binittir.
Yalnız şu hususu unutmamak
gerekir: Bu iki mefhumda ifrat ve tefritten sakınmak şarttır. Çünkü aşırı
korku, ümitsizliğe; aşırı ümit. taatsiz-liğe yol açar.» [379]
Cenab-ı Hak yukarıda
tefsiri yapılan âyetlerle
İsrâîloğulları'nın- birtakım iddialarının
kendilerine has kuruntular
olduğunu, hakikatle ilgili
bulunmadığını bildirdikten sonra onların ilâhî buyrukları nasıl değiştirdiklerine
dikkatimizi çekiyor. Aşağıdaki âyetlerle de onlara vermiş olduğu «evâmir-i
aşere = on emir» den ve bu emirleri tatbik edeceklerine dair alınmış mîsaktan
ve sonra bu misakı nasıl yerine getirmediklerinden bah-Jerek tevhîd akidesini zedeliyen, ibâdete yaklaşmıyanların cezasının Jnyada rüsvaylık, âhirette şiddetli
azap olduğunu çok duyarlı bir anlatımla açıklıyor.
rak ^h- sûrenin 63<
âyetinde icmâlen geçen «mîsak»ın tafsîli yapıla-ahudîlerden çoğunun bu mîsaka
riâyet etmediği anlatılıyor. [380]
83— Hatırlayın
ki, İsrâîloğullan'ndan, «Allah'tan
başkasına tapmayın, ana-babaya,
yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunun; insanlara (hitap ederken,
onlarla bir konu üzerinde fikir-ahş-verişinde bulunurken) iyi söz söyleyin;
namazı vakitlerinde dosdoğru kılın, zekâtı verin» diye (bildirmiş ve bu hususta
gereken) sözü almıştık. Sonra siz -pek azınız müstesna olmak üzere-
yüzçevirdiniz. Sizler zaten dönek kimselersiniz!.
84— Ve hani birbirinizin kanlarını dökmeyin,
birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın, diye sizden söz almıştık. Sonra siz de bunu
ikrar etmiştiniz ve buna hâlâ da şahitlik
ediyorsunuz.
85— Sonra siz o kimselersiniz ki, birbirinizi
öldürüyorsunuz ve içinizden bir kısmını yurtlarından çıkarıyor da aleyhlerinde
günah, düşmanlık ve haksızlıkla birbirinize yardım edip bileşiyorsunuz,
(Bununla beraber) onlar size esir olarak gelecek olurlarsa fidyeleşir,
(kurtuluş akçesi alıp verirsiniz). Halbuki onların (yurtlarından) çıkarılması
size haram k'ifınmış-tı. Yoksa Kitab'ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası, ancak dünyada rüsvaylıktır;
kıyamet gününde de en şiddetli azaba döndürülüp uğratılmaktır. Allah
yapageldîği-niz şeylerden habersiz değildir.
86— İşte onlar dünya hayatını âhirete karşılık
satın alan kimselerdir. Bunun için azap onlardan hafifletilmez ve onlar yardım
da olunmazlar.
Isrâîloğulları'ndan
alınan mîsak (söz ve ahit), Tevrat ahkâmına göre dört esası ihtiva etmekteydi:
Kendi milletlerinin birbirini öldürmemesi, yurtlarından çıkarılmaması, kendi
milleti aleyhine başkasına yardım ve destek olunmaması, esirlerin fidyeleşme
(kurtuluş akçesi ödemek) suretiyle kurtarılması.
Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) devrinde Medîne ve civarında yaşayan Yahudiler baştaki üç esası terk
ettiler de sadece dördüncüsüne bağlı kaldılar. Bunun üzerine : «Yoksa Kitab'ın
bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?» mealindeki âyet nazil
oldu. [381]
Ibn Mes'ud (R.A.)dan
yapılan rivayetle, şöyle anlatıyor :
— Ya Resûlellah! dedim, hangi amel daha
üstündür?
— Vakti üzere kılınan namaz, buyurdu.
— Sonra hangisi? Dedim.
— Ana-babaya iyilik etmek, buyurdu.
— Sonra hangisi? Dedim.
— Allah yolunda cihat, buyurdu. [382]
Ebû Zer (R.A.)den
yapılan rivayette, Cenâb-ı Peygamber (A.S.) buyurdu ki: «İyilikten
(mü'minlerce iyi bilinen şeyden) hiçbir şeyi hakîr görme, küçümseme! İyilik yapacak
bir şey bulamazsan, kardeşine karşı güler yüzle çık.» [383]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz hicret etmeden önce Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri arasında
yıllardan beri sürüp gelen bir savaş, bir kan-gütme dâvası vardı. Bu yüzden bir
takım menfaatler peşinde koşan Me-dîne Yahudileri de ikiye bölünmüştü; Nadîr
oğulları, Hazreç kabilesini; Kurayza oğulları, Evs kabilesini tutuyordu.
Halbuki Evs ile Hazreç ikisi de putperest olup, Kitap ehli değillerdi.
Bu iki kabile arasında
savaş başlayınca Yahudiler de tuttukları kabilenin yardımına koşar ve böylece
birbirlerini öldürüp evinden ve yurdundan çıkarır, mal ve mülkünü yağma
ederlerdi. Halbuki onların böyle yapması Tevrat hükümlerine göre haramdı.
Tevrat Çıkış kısmı 20. bapta bunu ifâde eden metinlere rastlamaktayız. Şöyle
ki: «Babana ve anana hürmet et. Tâ ki Allah'ın Rabbin sana vermekte olduğu
toprakta ömrün uzun olsun. Katletmiyeceksin. Zina etmiyeceksin. Hırsızlık
yapmıyacaksın. Komşuna karşı yalan şahadet etmiyeceksin. Komşunun evine tama'
etmiyeceksin; komşunun karısına yahut kölesine, yahut cariyesine yahut öküzüne,
yahut eşeğine ve komşunun hiç bir şeyine tama' etmiyeceksin.»
Savaş sona erince
Tevrat'ın hükmiyle amel etmek için fidye (kurtuluş akçesi) verip esirlerini
kurtarırlardı. Kur'ân-ı Kerîm onların her bakımdan yanlış yolda
bulunduklarını, Kur'ân'a inanmadıkları gibi Tevrat ile de dosdoğru amel
etmediklerini açıklıyor.
Araplar da bu şaşkın
Yahudilere :
— Hem birbirinizle savaşıyor, hem de
birbirinizin esirlerini fidye vermek suretiyle kurtarıyorsunuz. Doğrusu
şaşılacak şey! diyorlardı.
Yahudiler:
.__ Evet, biz fidye
verip esirlerimizi kurtarmakla emrolunduk, birbirimizle savaşmaktan da men'
olunduk, diye cevap veriyorlardı.
— O halde niçin savaşıyorsunuz? Sorulunca da,
— Yardıma söz verdiğimiz kabilenin perişan
olmasını istemiyoruz da ondan, diyorlardı.
İşte İsrâîloğullan'nın
durumu, Peygamber (A.S.)dan önce de, Onun devrinde de böyle idi. Onlar her
hususta âlemlerin Rabbine değil, kendi dehalarına, kendi çıkarlarına bakarlardı.
Nitekim Evs ile Hazreç kabilelerini tutmaları birtakım siyasî ve iktisadî
sebeplere dayanıyordu. [384]
İnsanı insan eden,
üstün vasıfta olan ahlâktır. Böyle bir ahlâkın hakikî dayanağı, dosdoğru
imândır. Dinlerin tarifiyle, inanmamış bir kimsede iyi bir ahlâk mevcutsa, bu,
ya Allah ve âhiret korku ve ümidinden, ya devlet otoritesine uyma zorundan, ya
zevahiri kurtarma siyasetinden, ya da cemiyetin umumî havasına katılma
mecburiyetindendir. Bu faktörler arayerden kalkınca ne ahlâk kalır, ne de
insanlık...
Onun için Cenâb-ı
Allah bu konuda bütün ümmetlere telkin ettiği esas ve prensipleri
İsrâîloğulları'na da bildirmiş ve şüpheden uzak bir imândan sonra ilâhî
buyruklara göre amel etmeleri hususunda onlardan söz almıştı. Bu söz alışın ana
hatlarını şöyle sıralıyabiliriz :
1— «Allah'tan başkasına ibâdet etmiyeceksiniz»
esası konulmuş ve böylece imânın iyi
ahlâka gerçek mesned olduğu gösterilmiştir. Sonra ahlâkî prensiplere geçilerek ;
2— Ana-babaya karşı en güzel ve en uygun şekilde
davranacaksınız. 3 Akrabaya, 4— yetimlere, 5—
miskinlere ihsanda bulunacaksınız. 6 Diğer insanlara güzel söz söylemeyi itiyad
edineceksiniz.
7— Namazı
vakitlerinde dosdoğru kılacaksınız. 8 Zekâtı —gerektiği gibi— vereceksiniz.
Birbirinizin kanlarını
—haksız yere— dökmiyeceksiniz.
Birbirinizi
yurdunuzdan ve evinizden sürmiyeceksiniz.
Bütün bunları
yerliyerince tatbik eden bir aile veya cemiyet ahlaken olgunlaşacağı gibi,
hayatın nizamını, dayanışmanın faal tezgâhını kurmuş olur.
Ayrıca âyet-i kerîmede
önce tatbikî bir iyilikle, sonra insanlarla güzel konuşmayı itiyad edinmekle
emroiunuyor ki bu, ihsanın iki tarafını (kav-It-fi'lî) içine almaktadır.
Hasan el-Basrî (R.A.)
diyor ki:
«İnsanlara iyi söz söyleyin.»
Cümlesi, iyilikle
emretmek, kötülükten men'etmek, halım ve selîm olmak, afvetmek ve hoşgörülü
olmak gibi manâlara şâmildir.
Tevrat'ta da bu esas
ve prensiplere yakın fakat değiştirilmiş birtakım cümlelere rastlamaktayız.
Tümüne «Evâmir-i aşare = on emir» denilir.
Bu on emri milletlerin
-hayatına yepyeni bir nizamla getiren İslâm dînine karşı Yahudîlerin çoğu sırt
çevirdiler. Tevrat'ta da bunlardan bahsediliyor teranesiyle her iki Kitapla da
amel etmediler. Ancak Abdullah b. Selâm ve emsali birkaç zat eski misaklarına
riâyetle İslâmiyete girdiler; çünkü aradıkları hakikî nizamı bu yeni dinde
buldular. [385]
Yukarıdaki âyetleri
milletlerin hayat nizamıyla karşılaştırıp tahlîl ettiğimiz zaman her millet
için üç dönemin birbirini takip ettiğini görürüz.
1— Bir millet haline gelme ve bu birlik şuuru
içinde geçen saadetli günler.
2— Mücâdele ile geçen ıstıraplı günler.
3— Çeşitli sebeplerin bir araya gelmesiyle
yıkılıp zeval bulma günleri.
İzahına gelince :
Birinci devre sekiz veya on esas ve prensiple gerçekleşir: Allah'a dosdoğru kulluk
şuuru içinde birleşme ve kaynaşma, ana-babaya iyilik, akrabayı gözetmek,
yetimin elinden tutup başını okşamak, düşkünlere yardım etmek, cemiyet içinde
hüsn-ü muaşerette bulunmak, gönül kırmamak için sözün en güzelini söylemek,
namaz kılmak, içtimaî adaleti sağlamak için zekât ve sadaka vermek.
İkinci ve üçüncü
devre, azgınlık, tuğyan, birbirini öldürme, haksız ir-
tikâp, fuhuş, lüks
hayat, ilme ve ilim adamına kıymet vermeme, vazifeyi ehil olmayana verme,
dalkavukluk ve benzeri gayri ahlâkî fiillerin çoğaldığı ve bunların neticesi
olarak büyük bir belânın eşiğe gelip dayandığı günlerdir. Akıllıca bir dönüş
yapılmaz ve gereken bütün tedbirler alınmazsa, savaşlar, ölümler, esaretler,
iktisadî çöküntüler, sefalet ve perişanlıklar başlar ve bir daha kalkmamasıya
tarihin derinliklerine gömülmekle noktalanır.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'de
bu meş'um sonuca işaretle buyuruluyor ki :
«Sizden böyle
yapanların cezası, ancak dünyada rüsvaylıktır; kıyamet gününde de en şiddetli
azaba döndürülüp uğratılmaktır. Allah yapa-geldiğiniz şeylerden habersiz
değildir.» [386]
Kur'ân-ı Kerîm'de
ana-babaya iyilikle emredilirken onların mü'min olmaları şart koşulmamıştır,
«Bir vasıf üzerine terettüp eden hüküm, o vasfın illiyetini müş'irdir,»
kaidesine göre ana-babaya saygı ve iyilik, sırf ana-babalık vasfını taşıdıkları
içindir.
O halde âyet-i
kerîmede geçen «Ana-babaya...iyilikte butunun.» cümlesi umum ifâde ediyor. Buna
göre, ana-baba kâfir, putperest ve mecusî bile olsalar —ana baba oldukları
için— onlara iyilikte bulunmak farzdır. Nitekim Hazret-i İbrâhîm (A.S.) küfür
üzere bulunan babasını en yumuşak bir dille Hakk'a davet eder. Buna karşılık
onun ağır hakaretlerine maruz kalırdı. Fakat hiç sesini çıkarmaz, onu kıracak
bir davranışta bulunmazdı. Bu delile nazaran akrabaya, yetim ve düşkünlere de
iyilik etmek vâcib olmuş oluyor. İbn Abbas (R.A.)dan naklen gelen «Zekât bütün
haklan neshetmiş (hükümsüz bırakmış)tir» rivayeti zayıftır.
Ayrıca yukarıdaki
âyetlerden namaz ve zekât gibi önemli iki ibâdetin Musevîlikte de farz olduğu
anlaşılıyor. Ancak şekil ve keyfiyet bakımından bâzı farklar olabilir.
Tevrat'ın Tesniye kısmında zekât konusuna temasla deniliyor ki: «Yerden çıkan
mahsûlün öşrünün üç yıl sonunda verilmesi»...[387]
«Hatırlayın ki,
İsrâîloğulları'ndan, Allah'tan başkasına tapmayın...... diye söz almıştık.»
Cenâb-ı
Vâcibü'l-Vücûd'un İsrâîloğulları'ndan
tevhîd esaslarına bağlı kalmaları üzerine almış olduğu sözün, şuhûd
âleminde ilk zuhur ve eseri «ana-babaya ihsandır». Çünkü İlâhî terbiye ve şefkatin
varlık âleminde ilk tatbik yeri, diğer bir tabirle ilk zuhur mahalli, ana-baba
gönülleridir. O halde onlara iyifik Allah'a ibâdetten sonra gelir.
Bu ölçüye göre, ilâhî
muvasalat ve merhamet yakın akrabalar arasında zuhur ettiğinden onlarla
kaynaşmak, ilgiyi kesmemek icap eder. Dinî ıstılahta buna «sıla-i rahm»
denilir. Umursamayan kimse bu zuhura mazhar olamaz.
İlâhî velayet ve
hıfzın yetimlere teveccühü has bir mana taşıdığı için onlara ihsanda bulunmak
gerekir. Zira Allah umumî mânâda her mü'mi-nin, hususî mânâda velîsi
olmayanların velîsidir. Yetimlere hor bakmak veya onları himayeye almamak,
ilâhî velayetten mahrumiyete sebep oiur. Bunun içindir ki, her dînde yetimin
hakkından ve korunmasından bahsedilmiştir.
İlâhî merhamet
düşkünleri, idaresini te'minden âciz kalan fakirleri Rububiyetinin has
himayesine aldığı için onlara yardımda bulunmak icab ediyor.
Yoksullara iyilikte
bulunun.»
Âyeti bu sırrı ikinci
bir mânâyla beyân edip bu husustaki ilâhî nehyin perdesini aralıyor.
Umumî olarak da
Cenâb-ı Hak bütün mahlûkatı merhametinin gölgesi altında bulundurur. Bu
mânâyla herkesin hakkına saygı göstermemiz İcap eder. [388]
İsrâtloğulları'nın
«evâmir-i aşare»yi yerine getirmediklerinden, menfaatleri icabı, Tevrat'ın bir
kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ettiklerinden ve bunun sonucu olarak âhiret
karşılığında dünya hayatını satın aldıklarından bahsedildikten sonra, tarih
boyunca onların bu tutumunda fazla bir değişiklik, maddeperestliklerinde bir
dönüş olmadığına temas ediliyor. Hz. Musa'dan sonra gönderilen peygamberlerin
bir kısmını yalanlayıp bir kısmını öldürdüklerine ve bu sebeple ebedî saadet
yurdunu önemsiz ve geçici hayat uğruna feda ettiklerine dikkatimiz çekiliyor.
Ayrıca böylesine aşağılık olan bu milletin Hazret-i Muhammed (A.S.) hakkında
suikast düşünce ve tertibinde olduklarına gizli bir işaret vardır ki bu, Hayber
fethinde suyüzüne çıkmıştır. [389]
87— And
olsun ki, Musa'ya o kitabı verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler
gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da beyyineler (açık belgeler ve mu'cizeler)
verdik ve O'nu Ruhu'l-Kuds (Melek Cebrail) ile destekledik. (Bütün bu
peygamberler aynı esas ve çoğu aynı şeriat üzerine birbirini takip edip
İsrâîloğuMarı'na gönderildiği halde) Size (Ey Yahudiler!) Ne kadar peygamber,
nefslerinizin hoşlanmayacağı bir buyrukla geldiyse, büyüklük tasladınız. Öyle
ki, bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz (ve öldürmeye devam
etmek istiyorsunuz!)
Cenâb-ı Hak,
Yahudilerin gelen her peygamber hakkındaki tutumlarında bir değişiklik
olmadığını ve olmıyacağını beyânla Müslümanları uyanık bulundurmak; Medîrie
içinde ve dışında yaşayan Yahudilerin son gelen peygamberi de öldürmek
niyetinde bulunduklarını hatırlatmak için bu âyeti indirmiştir. [390]
«Hazret-i Âişe
Validemiz (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Cenâb-ı Re-lüllah (A.S.) İslâm şâiri
Hasan bin Sabit için Mescid'e bir minber koymuştu. Hazret-i Hasan (şiirdeki
kabiliyetiyle) Resûlüllah'ı (A.S.), (hicveden müşriklere karşı korur), onların
birtakım herzelerini Resûlüllah'tan def'e-terdi Bunun için Allah'ın Resulü (A.S.), Hasan
hakkında duâ eder ve :
«Allah'ım Hasan'ı
Rûhu'l-Kuds ile destekle; nasıl ki o, Senin peygamberine (dil uzatanları
şiirleriyle) defediyor.» [391]
«Hakikat, Rûhu'l-Kuds
gönlüme nefes etti ki, hiçbir can rızkını ve ecelini tamamlamadan elbette
ölmez. O halde Allah'tan korkun da (rızıkve dünyalığı) talepte güzel davranın
(helâlından arzulayın.» [392]
«Hayber yemeği
(zehirli et) devamlı bana düşmanlık etti. İşte şimdi yüreğime bağlı olan (can)
damarının kopma zamanıdır.» [393]
İrsî huyların ve
sonradan kazanılan nefsânî kusurların ahlâk kaidelerine, terbiye sistemlerine
ve dînî buyruklara karşı zaman zaman sert tepkileri olur. Ancak bu üç faktörle
huy ve alışkanlıkları değiştirmek mümkün müdür, değil midir? Bu hususta
Kur'ân'ın hükmü nedir? Çünkü huy, diğer bir tâbirle nefis, alışkanlık peyda
ettiği ve zevk duyduğu şeylerden çarçabuk ayrılmak istemez. Aksi bir telkin
veya emirle karşılaşınca baş kaldırıp isyan eder.
İster irsî olsun,
ister sonradan kazanılmış olsun, iyi veya kötü huyları değiştirmek konusu
üzerinde çeşitli ve hattâ birbirine zıt fikir ve görüşler vardır. Bir kısım
sosyologlara ve psikologlara göre, terbiye ve ahlâkın rûh ve karakter üzerinde
gerçek bir te'siri yoktur. Diğer bir kısımlarına göre ise, irsî huylar
üzerinde te'siri yoksa da sonradan kazanılan huylar ve alışkanlıklar üzerinde
te'siri vardır.
İslâm bilginlerine
göre, dîn ve terbiyenin her iki huy üzerinde de te'siri vardır. Asıl maya değiştirilmese
bile, üzerinde bir tabaka hâlinde perdelenen pası gidermek ve onunla ilgili
alışkanlıkları değiştirmek mümkündür. Buna işaretle Resûlüllah (A.S.):
«İnsanlar madenler gibidir; câ-hiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar, İslâm'a
girdiklerinde de iyi ve seçkindirler.» buyurmuştur. [394]
Bu şerefli hadîsin
ışığı altında konuyu inceliyelim : Batılı terbiyeciye göre, «İyisi ve kötüsü
ile birlikte, bütün huylarımız fıtrî değil, mükteseptir. İnsan her türlü fikir,
his ve huydan mücerret ve fakat her çeşit huy edinmeye müsait olarak doğar.
Fikir ve duygularımız gibi, huylarımızı da hep çevremizden ve görüp
öğrendiklerimizden alırız. Ancak irsî birtakım huyların da bulunacağını
unutmamak lâzımdır. İnsan muayyen bir muhit, iklim ve hayat şartlan içinde
doğar ve yaşar, bu. şartlar uyarınca aldığı dinî ve ahlâkî terbiyeye göre de
ruhî karakterini kazanır. Fakat bu karakter bir defaya mahsus olarak teşekkül
etmiş ve zaman, mekân içinde hiç değişmeksizin kaya gibi duran bir şey
değildir. Bilâkis değişmesi ve değiştirilmesi mümkündür. Çünkü, insan, normal
olmak şartıyla, serbest bir irâdeye sahip ve bu kudretle sevk ve idareye
muktedirdir. Esasen, terbiye ve ahlâk gibi disiplinlerin en eski devirlerden
beri mevcut olması da bunların huylar üzerinde müessir olduğuna inanıldığının
ve kötü huyların iyi bir terbiye ile değiştirilmesinin kabil olduğunun bir
delilidir. Eğer terbiye ve ahlâkın huylar üzerinde hiçbir te'siri olmasaydı,
binlerce seneden beri insanoğlu bu disiplinlere sarılıp inanmazdı. Terbiye ve
ahlâkın öte-denberi mevcut olmasına rağmen insanlardan bir kısmının hâlâ kötü
huylu olması, bu disiplinlerin huylar üzerinde hakkıyla müessir olmadığını değil,
müessir olaeak şekil ve şartlar altında hakkıyla tatbik edilmediğini ve
huyların ruhî mekanizmasının henüz lâyıkıyla bilinmediğini gösterir.» Nitekim
J.J. Rousseau İçtimaî Mukavele ve bilhassa Emil adlı eserinde bu görüşü
şiddetle müdafaa etmiştir.
Netice olarak,
yukarıdaki âyetler ve birçok hadîsler dinî ve ahlâkî terbiyenin rûh ve karakter
üzerinde ve bilhassa nefsânî alışkanlıklara karşı büyük te'siri olduğunu
gösteriyor. İsrâîloğulları'nın asırlara dayanan huy ve alışkanlıklarını
değiştirmek cidden çok zordu. Onlar nefislerinin hoşlanmıyacağı her terbiye ve
dinî ahlâka karşı geldiler. Bu yüzden birçok peygamberleri yalanlayıp, bir
nicesini öldürdüler. Cenâb-ı Hak rûh ve karakter üzerinde müessir olmayacak bir
metodu elbetteki tatbik etmez ve ettirmez. Peygamberler vasıtasıyla —dünya
kuruldu kurulalı— bu metodu uyguladığına göre, şartlar ve ortam diğer bir
tâbirle tatbik sahası müsait olmadığı yerler müstesna, feyizli olduğunda hiç
şüphe yoktur. Yalnız ne var ki, sistemli bir terbiyenin ve dinî ahlâkın huylar
ve alışkanlıklar üzerinde sonsuz ve yüzde yüz kesin bir rolü vardır diyemeyiz. [395]
Kötü huy ve
alışkanlıklar dînî ahlâk ve terbiye ile giderilmez de kenı haline bırakılacak
olursa, irsî huylar gibi ruhun derinliğine yerleşir ve oşianmadığı her telkine
karşı isyan eder. Böyle bir ruha sahip olan ki-
,ı er, ekseri
nefislerinin hoşlanmadığı buyruk ve tavsiyelerle karşılaştık zarnan büyüklük
tashyarak yalanlamaya kalkışırlar. Nitekim Yahudîoek n9°ndenlen Peygamberlere
karşı tutumu böyle olmuştur.
Onlardan
azı gerçeği görebilmiş
ve peygamberlere uymuştur.
İslâm ahlâk sistemi bu
müzmin hastalığın tedavisi ve kötü huyların değiştirilmesi mevzuunda üo ahlâkî
prensip koymuştur:
1— Şehvanî
arzuları irâde kontrolüne ve nefis mücâdele metoduna tabi tutmak suretiyle
frenleyip yönlendirmek. Bu alanda irâde bütün gücünü dînden almalıdır. Çünkü
dînî terbiye ve ahlâk hasbi ve ulvîdir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve
adaleti, hiçbir menfaat düşünmeden sevdirir. Ruhî otomatizmden olsun, çevre ve
aileden olsun, kötü huy ve alışkanlıkları irâde kontrolü dışında bıraktığımız
gün, sonu elîm ve mutsuzluk olur.
2— İbâdet yükünü yüklenmek suretiyle, nefis ve
irsî kusurlara karşı boyun eğdirmemek
ve buna devamla irâdeyi zaafa uğratmamak.
3— Bu iki yolda yürürken Allah korkusunu ve sevgisini —birbirinden
ayrılmayan çiftler gibi— kalbin en sıcak köşesine yerleştirerek irâde ve
ibâdetin kaynağı haline getirmek. [396]
Bütün fitnelerin aslı,
rüsvaylık ve aşağılığın menşei, günah ve isyanın hareket noktası «nefs-i
emmâre»dir. Allah'a karşı vuku bulan ilk isyan, İblîs'ten olmuştur. Bunun da
tek sebebi, nefisten gelen kibir ve ha-seddir. Bu yüzden İblis —bir rivayete
göre— 80 bin yıllık ibâdet ve taati-nin semeresinin tümünü çürüterek ebediyyen
ilâhi rahmetten kovulmuştur. Âdem ve Havva'nın günahı ise, nefsin şehvet
kapısından zuhur etmesidir.
Böylece tarih boyunca
işlenen her cinayetin
ve kazanılan her günahın,
nefsin tuğyanından meydana
geldiği söylenebilir. Çünkü nefis, kötülüğü çokça emreden bir iç
kuvvettir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.): «Senin en büyük düşmanın, iki yanın
(bedenin, göğsün) içinde (gizli duran) nefsindir» buyurmuştur.
Nefs-i emmâreleri çok
kabarık olan İsrâîloğulları ilâhî buyruklara, peygamberlerin rehberliğine karşı
kibirlenip isyan etmişlerdir. Bu yüzden ilâhî gazaba uğramışlardır. [397]
ISA, Süryanicedeki
«İşû» isminin Arapçalaştırılmış şeklidir. «Cizvit» kelimesi, İsa isminin
batıda, kullanılan «Jezu» kelimesinin nisbetli şeklidir ki aslı «Jezvit»dir.
MERYEM, kök mânâ
olarak «hizmetçi» anlamına gelir.
RÛHU'L-KUDS'den murat,
İbn Abbas ile İbn Mes'ûd, Suddî, Rabî, ve Katede'ye göre «Cibrîl»dir. Buharı ve
Ebû Davud'un yaptıkları rivayetler de bu mânâyı te'yid etmektedir. Nitekim
«Şüphesiz Ruhü'l-Kuds, kalbime
şu sözü nefh
etti......» hadisinde geçen «Rûhu'l-Kuds» ile de Gibrîl kasdedilmiştir.
<Ve onu
Ruhu>|-Kuds (Melek Cebrail) ile destekledik.»
Hazret-i İsâ (A.S.)
hakkındaki âyette geçen Rûhu'l-Kuds'den murat, «İsm-i A'zam» olduğu yine İbn
Abbas (R.A.)dan rivayet edilmiştir. Hazret-i İsâ (A.S.) bu isimle ölüleri
diriltirmiş...
Kurtubî'nin Mücâhid ve
Hasan el-Basrî'den yaptığı rivayete göre, Kuds, Allah; Ruh da Cibrîl demektir.
Suddî'den yapılan bir
rivayete göre, «Kuds» bereket, demektir. Temiz ve pâk mânâsına geldiğini
söyliyenler de var. İbn Cerîr Taberîye göre, yukarıda geçen âyette anılan
«Rûhu'l-Kuds» ile alâkalı en uygun te'vil «Cibrîl» ile tefsir edilenidir. [398]
Yahudîlere verilen
bunoa nîmetlere, ardarda gönderilen birçok peygamberlere rağmen çoğu haset ve
irsî huylarının te'sirî altında kalıp, İlâhî rahmetin nurundan uzaklaştılar. O
kadar ki, asırlardan beri bekledikleri ve zaman zaman evsafını bahsedip
özlemini çektikleri âhir zaman Peygamberi gelince bilgi ve sözlerinin tam
aksine bir yol tutup şöyie dediler: «KALBLERİMİZ KILIFLIDIR.» [399]
88— (Yahudiler) «Kalblerimiz kılıflıdır» (artık
hiçbir şey te'sir etmez veya kalblerimiz ilim ve irfanla doludur, başka şeye
ihtiyacımız yoktur) dediler. Öyle değil, (siz o sözü bırakın). Allah küfürleri
sebebiyle onlara lanet etti. Böyle olunca da pek azı imân ederler.
89— Allah katından onlara, yanlarındaki kitap
(Tevrat)ı tasdik eden (yanlışlarını düzeltip semavî olduğunu bildiren) bir
kitap (Kur'ân) gelince, —ki daha önce inkâr edenlere karşı böyle bir fetih
(yardım kapısının açılmasını) istiyorlardı—, (Tevrat'da vasfını görüp)
tanıdıkları şey {Kur'ân ve Hz. Muhammed A.S.) kendilerine gelince, onu inkâr
ettiler. O sebeple Allah'ın laneti inkâr edenler üzerinedir.
90— Onlar Allah'ın kendi kullarından dilediği
kimselere fazl-u kereminden indirdiği (âyetleri) haset ve azgınlık ile
kıskanarak Allah'ın indirdiğini inkâr etmekle kendilerini ne kötü şey
karşılığında (yok pahasına)
sattılar da gazap
üstüne gazaba uğradılar!. Kâfirler için ezici, üzücü, hor-layıcı bir azap vardır.
<Kİ on'ar c'ana
once 'nkar edenlere karşı böyle bir fetih (yardım kapısının açılmasını)
istiyorlardı.»
el-Hâkim
Müstedrek'inde, el-Beyhakî Delâii'de zayıf bir senetle İbn Abbas (R.A.)dan
şöyle rivayet etmişler; Hazret-i Muhammed (A.S.) henüz peygamberlik emanetiyle
gönderilmeden önce Hayber Yahudileri Gata-fan kabilesiyle ne kadar savaşır,
hezimete uğrarlarsa şu duâ ile Allah'a sığınırlardı: «Allahım! Son zamanda
çıkacağını Tevrat'ta bize va'dettiğin Ümmî Peygamber Muhammed hakkı için bizi
düşmanlarımıza galip kıl.» Vakta ki Hazret-i Muhammed (A.S.) geldi, Yahudiler
hasetlerinden, inkâra saptılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.
Diğer bir rivayete
göre, İkrime, İbn Abbas (R.A.)dan şöyle nakletmiş-tir: «Yahudiler, Evs ve
Hazreç kabilelerine karşı son peygamber ile yardım göreceklerini
bekliyorlardı. Fakat. Peygamber (A.S.) gönderilince inat-ve hasetlerinden
inkâra düştüler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [400]
«Dört türlü kalb
vardır: ........ Biri de kılıflı kalptir, gazaba çarpılmıştır. İşte bu,
kâfirin kalbidir.» [401]
«Büyüklük ve gurur
taslayanlar kıyamet günü insanlar suretinde küçük karıncalar gibi
haşrolunurlar. Küçük boyda olan her şey onlara üstün gelir. Tâki cehennemden
«Bevls» denilen bir yere sokulurlar. Ateşlerin alevi onların boyunu aşar;
Habal çamurundan yani ateş ehlinin (bedenlerinden) sıkılıp çıkarılan sulu
nesnelerden içirilirler.» [402]
Bl'nassa M.S. VI. asırda
yaşayan Yahudiler Tevrat ve İncil'in apaçık ul eled-iği âhir zaman peygamberinin
yakında zuhur edeceğini pek iyi ' iyorlardı. Bugün bile bir hayli tahrife uğramış Tevrat'ın
Tesniye kısın 18.
babında şu cümlelere
rastlamaktayız: «Onlar için kardeşleri
arasından senin gibi
bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona
emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek.»
Ne vakit ki son
peygamber geldi, Yahudiler onun hak olduğunu bildikleri halde kendi
ırklarından, Levî soyundan olmadığı ve dünyaya dönük aşın hırslarını tatmin
etmediği, menfaatlerine uygun düşmediği için hasetlerinden onu yalanlamaya
kalkıştılar. O güne kadar son peygamber hakkında sayıp döktükleri bütün sözleri
inkâr ettiler.
Ebû Hüreyre (R.A.)ın
rivayet ettiği bir hadîsi meâlen nakletmeyi faydalı buluyoruz: Cenâb-ı
Peygamber (A.S.), Yahudilerin toplandığı eve geldi ve «bana en âlim olanınızı
gösterin» dedi. Aralarından Surya oğlu Abdullah'a işaret ettiler. Peygamber
(A.S.) Abdullah'ı tenha bir yere alıp, Allah'ın İsrâîloğulları'na lütfettiği
nimetlere yemin verdirerek sordu :
— Beni Allah'ın peygamberi olarak bilmiyor
musunuz?
— Evet, hem ben, hem de kavmimizin çoğu bilir.
Zira Tevrat'ta senin evsafından açık şekilde bahsedilir.
— O halde seni imândan men'eden şey nedir?
— Kavmimin
itikadına aykırı bir yola girmek
istemiyorum... Onlar sana inanıp
uyarlarsa, ben de derhal uyarım.
İkinci bir tarihî
olayı İbn Kesîr kendi tefsirinde şöyle nakleder: Saîd bin Cübeyr, İbn Abbas
(R.A.)dan rivayet etmiştir: Yahudiler, Evs ile Haz-reç müşriklerine karşı son
peygamberin geleceğini sabırsızlıkla bekliyor ve artık onunla zafer
bulacaklarını, putperestleri tepeliyeceklerini söylüyorlardı. Bize kadar gelen
rivayetler arasında onların söylediği şu cümleleri aynen yazıyoruz :
«Peygamberin zamanı gerçekten yaklaştı. O, bizim söylediğimizi tasdik ederek çıkar;
biz de sizi Âd ve İrem'in öldürüldüğü gibi öldürürüz,» Bekleyiş ve bilgi bu
mahiyette iken Hazret-i Muhammed son Peygamber olarak dünyayı aydınlattı. Fakat
Yahudiler hased ve kinlerine mağlup olarak onu inkâr ettiler. Hazret-i Muâz b.
Cebel, Bişr b. el-Berâ\ Dâvud b. Seleme ve emsali zatlar onların bu dönekliğine
hayret ederek şöyle sormuşlardı:
— «Bizler küfür bataklığında iken sizler ehi-i
kitap olarak Hazret-i Muhammed'i dört gözle bekler ve ancak onunla yardım
göreceğinizi söylerdiniz. Hazret-i Muhammed ile alâkalı haberleri bir bir
sayıp dökerdiniz; onun evsafını gayet güzel tarif ederdiniz. Şimdi neredesiniz?
İşte o peygamber geldi, neden inanmıyorsunuz?»
Nadir oğullarından
Selâm b. Misken cevap vermiş :
— «Bu bizim
bildiğimiz, evsafını tarif ettiğimiz peygamber değildir.»
Buna benzer birçok
tarihi vesikalar vardır. Hepsini getirmeye eserimiz müsait değildir.
Yalnız şunu ilâve
edelim ki bir şeyi bilmek, onun hakkında bilgi edinmek kâfi değildir.
Yahudilerin çoğu Hazret-i Muhammed'in son peygamber olduğunu —evlâtlarını,
karılarını tanıyıp bildikleri gibi— biliyorlardı. Fakat imân etmedikleri için
ilâhî gazaba çarpılıp gittiler. [403]
Cemiyet ve milletler,
fedakâr mürşitlerine, dâvaya inanıp her şeyini o uğurda harcamaktan çekinmiyen
mücâhitlerine bağlanmak, onların etrafında aynı rûh ve heyecanı taşımakla
selâmet kıyısına ulaşabilir. İnanmış büyük önderlere her milletin muttasıl
ihtiyacı vardır: Mürşit ve İslahatçıların elinden tutmayan, hakiki önderlere
saygı göstermeyen milletlerin ömrü pek uzun olmaz.
Kur'ân-ı Kerîm buna
misal olarak Yahudileri gösteriyor. Mısır'da çektikleri esaret hayatına ve
ıstıraplı günlerine, Hazret-i Musa'nın önderli-ğiyle son verilmişti. Bu sebeple
Yahudiler mutlu günlere kavuşmuş, iiâhî lütuf bir kere daha onlara teveccüh
etmişti. Fakat ıstıraplı günleri çarçabuk unutan Yahudiler birara buzağıya
tapınmışlardı. Hazret-i Musa'dan Hazret-i İsa'nın zuhuruna kadar gecen on iki
asır içinde birçok peygamberler geldi. Fakat ıslahatçı kıymeti bilmiyen, büyük
mürşitlerin etrafında toplanmayı gurur ve kibirlerine yediremiyen bu
nefislerine dönük insanlar, bir kısım peygamberleri bile bile yalanladılar,
bir kısmını da öldürdüler. Sonunda zilletten zillete, gazaptan gazaba
uğradılar. Millî varlıkları dağıldı, başka milletlerin himayesine sığınmak
zorunda kaldılar. Böyleee asırlarca bir bütün halinde millet olma vasfını
kaybettiler. Son çare olarak Tevrat'ın haber verdiği üzere âhir zaman
peygamberini kendileri için bir kurtarıcı kabul ederek beklediler. Ne yazık ki,
o da zuhur edince, men-atlerine uymadığı için o büyük mürşit ve kurtarıcının
etrafında toplanmadılar. Bilâkis inkâra saptılar ve neticede perişan oldular.
Kur'ân-ı Kerîm'de
getirilen bu misal, cidden ibret ve öğütlerle doludur. Ne mutlu anlayanlara!.. [404]
«gulf»,
«ağlaf»in tekil şeklidir. Üzerinde
perde olan, bu yüzden anlama ve
idrâkten mahrum kalan kalb, demektir.
İbn Abbas (R.A.)ya
göre «gulf» birinci harfin ötüresiyie «gılâfsın çoğuludur. Bu takdîre göre,
«Bizim kalbimiz ilim kabıdır. Muhammed'in ilmine ve irşadına ihtiyacımız
yoktur,» demek istemişler.
«yesteftihûne» fiili,
«yestensırûne» manasınadır Yani Yahudiler müşriklere karşı âhir zaman
peygamberiyle yardım bulacaklarını söyliyerek hep bu yardımı istiyorlardı.
İbn Abbas'a göre, birinci gazap, Tevrat'ın
aslını zayetmeleri ve onu değiştirmeleridir. İkincisi, Hazret-i Muhammed'i bile
bile inkâr etmeleridir. Veyahut Hazret-i Muhammed'i (A.S.) inkâr etmeleri ve
bir de «Üzeyr Allah'ın oğludur» demeleridir. [405]
Bakara sûresi 146.
âyetle beyân edildiği gibi, kitap ehli, Hazret-i Muhammed'i, kendi çocuklarını
tanıdıkları kadar tanırlardı. Fakat ne yazık ki, yalnız bilmek veya tanımak
kâfi değildir; Allah'ın gönderdiği kitap ve peygamberlere inanıp bağlanmak
lâzımdır. Çoğu bile bile hakkı gizlediler de küfre düştüler
Yukarıdaki âyetlerle,
Yahudilerin Tevrat'ta geçen ilâhi buyrukları nasıl değiştirip tatbik
etmedikleri bildirilmişti. Bu âyetlerle de onların ne Tevrat'a, ne İncil'e ve
ne de Kur'ân-ı Kerîm'e bağlandıkları izah ediliyor. İmân iddiasında bulunan
kitap ehlinin bile bile yalan söylediklerine misaller veriliyor. [406]
91— Onlara : Allah'ın (rahmet olarak) indirdiğine
(Kur'ân'a) inanın, denildiği zaman, «Biz
bize indirilene (Tevrat'a) inanırız» derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki
(Kur'ân) onların yanmdakini
(Tevrat'ı) tasdik eden hak (bir kitap)tır. De ki: Eğer (cidden)
mü'minler iseniz bundan önce neden Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?
92— (Nerede Tevrat'a bağlılık ve imânınız?) And
olsun ki, Mûsâ size apaçık mu'cizeier, belgeler getirdi de sonra onun ardından
buzağıyı (tanrı) edindiniz;,zâlim olduğunuz halde (bu gibi küfrü gerektiren yola girdiniz.)
93— (Ve nerede sözünüzün doğruluğu ki) bir vakit
sizden söz almış-
tık: Tûr'u üzerinize
yükseltip size verdiğimiz (Tevrat)ı sıkı tutun, (buyruklarımızı iyice)
dinleyin, demiştik. (Ama) onlar (yani atalarınız), «Dinledik ye karşı geldik»
demişlerdi. Küfürleri sebebiyle buzağıya (tapma) sevgisi (içlerine) sindirilmişti.
De ki: Eğer mü'minler (olduğunuzu iddia ediyor) iseniz, imanınız size ne kötü
şey emrediyor!
Tevrat'ın birçok
hükümleriyle amel etmiyen ve bazı dünyevî maksatlarından dolayı onu tahrif
eden Yahudiler, Kur'ân'ın İsrâîloğullan'ndan olmayan bir peygambere
indirildiğini hazmedemiyerek onu inkâr ediyorlardı. Bildikleri halde onları
hak yoldan alıkoyan tek kuruntuları bu idi.
Yukarıdaki âyetlerle
onların bu haksız tutumları, göz göre göre yalan söyledikleri yüzlerine
vurularak, imân ahlâkından ne kadar yoksun oldukları haber veriliyor: «Eğer
(cidden) mü'minler iseniz bundan önce neden Allah'ın peygamberlerini
öldürüyordunuz?» Halbuki onlar (o peygamberler) İsrâîloğullan'ndan idiler.
Aynı zamanda Tevrat, hiçbir peygamberin öldürülmesine cevaz vermemiştir.
Nerede kaldı Yahudilerin, «Biz, bize indirilene (Tevrat'a) inanırız» sözleri!
Hakikatte ise onlar hiçbir semavî kitapla amel etmiyorlardı. İlâhî kitaplar
onların elinde bir oyuncak, dilinde bir masal şeklini almıştı. Ahlaken bu kadar
bayağılaşan, menfaati için her türlü yalan ve inkârı caiz gören bir millet
asla felah bulmaz. Akıbeti felâket ve husrân olur. Nitekim Yahudîler
felâketten felâkete, hüsrandan hüsrana sürüklenmişlerdir. [407]
Kendi gözüyle
görebilen, kulağıyla dinliyebilen, kafasıyla düşünebilen ve her hususta ilimle
dîni rehber edinmesini bilen aile ve milletler, yaşamanın en iyi yolunu bulmuş
sayılırlar. Piramitleri yükselten, yüksek binalar yaptıran fir'avnların
eriştiği medeniyet, milleti kör, sağır ve fikirsiz hale getirdiği ve görebilen,
duyabilen, düşünebilen yalnız fir'avnlar olduğu için, o medeniyet el
değiştirmek zorunda kalmış ve Mısırlılar da asırlarca doğru yolu
bulamamışlardı.
İsrâîloğulları,
Mısır'da geçen iki asırlık zaman içinde göz ve kulaklarını kaybetmişlerdi. O
kadar ki, ancak kendi mizaçlarında olan önderin gözüyle görebiliyor, kafasıyla
düşünebiliyorlardı. Bu yüzden dalâlete düştüler. Hz. Musa'nın açtığı geniş
caddede yürümesini bilemediler. Sâmi-rî'nin yaptığı altın buzağıya tapınma
bedbahtlığına uğradılar,
Cenâb-ı Hak,
yukarıdaki âyetlerle İslâm âlemini irşat etmek için Ya-hudîleri misal olarak
veriyor. Başkasının aklıyla düşünmeyin, gözleriyle görmeyin. Başka milletleri
kendinizden üstün görerek onları efendi edinmeyin- ilim ve din, iki meş'afe
halinde elinizde olsun. Önünüzü ancak bu ikisiyle aydınlatın. O zaman hakkı
görebilir, gerçeği düşünebilirsiniz! [408]
İtat yollu dinleyin.
Sözünü dinledik, emrine karşı geldik. [409]
Yukarıda geçen
âyetlerle Yahudilerin samimi olmadığı, aslında hiç bir peygambere
-İsrâîioğulları'ndan olsun olmasın- İnanmadıkları, sadece Kur'ân-ı Kerîm ile
değil, Tevrat ve İncil ile de amel etmedikleri bildirilerek, onların ne kadar
yalancı olduğu ve sınırsız bir hırs perdesi altında kalb tıkanıklığına
uğradıkları anlatılıyor.
Bu âyetlerle de
onların devam edegelen samimiyetsizlikleri ortava konularak dîn ve imân babında
bütün iddiaları çürütülüyor. [410]
94— (Ey Peygamber!) De ki: Eğer âhiret yurdu
Allah yanında başka insanlara değil de yalnız size mahsûssa, haydi ölümü temenni edin, doğru
kişilerden iseniz!
95— Bunu, elleriyle işleyip önden gönderdikleri
(fena amellerinden) dolayı asla temenni etmezler. Allah o zâlimleri hakkıyla
bilendir.
96— And olsun ki, onları (dünya) hayatına karşı
diğer insanlardan ve (hattâ) Allah'a ortak koşanlardan daha düşkün ve hırslı
bulursun! (O kadar ki) onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilmesini
ister. Halbuki bu uzun ömür ile yaşama onu azaptan uzaklaştırıcı değildir.
Allah işleyegeldiğiniz şeyleri görüp bilendir.
Medine ve civarındaki
Yahudiler, inen son Kitab'ın İsrâîloğulları'ndan birine verilmediğini görünce
bildikleri halde inkâra saptılar ve sadece Tevrat'a inandıklarını, ancak onunla
amel edeceklerini ileri sürerek, kendi milletlerinin Allah tarafından seçilmiş
sevgili kulları olduklarını, dünya ve
âhiret nimetlerinin
kendilerine has kılındığını iddia ettiler. Hıristiyanlarla aynı pozisyona
girerek «Cennete ancak Yahudî yahut Hıristiyan olanlar girebilir» dediler.
Bunun üzerine, an'ret yurdu Allah yanında, başka insanlara değil de yalnız
size mahsûssa, haydi ölümü temenni edin, doğru kişilerden iseniz.» [411]
Mealindeki ayet indi.
«Eğer Yahudiler ölümü
temenni etmiş olsalardı derhal ölür ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi. Ve
eğer Resûlüllah ile lânetfeşmeye çıkmış olsalardı, dönünce ne
çoluk-çocukiarını, ne de mal bulurlardı.» [412]
«Eğer Yahudiler ölümü
temenni etmiş olsalardı, derhal hepsi ölürdü.» [413]
Cenâb-ı Peygamber
geceleyin, kalkınca şu duayı okurdu :
«Ey, Cebrail, Mikâil
ve İsrâfîl'in Rabbi olan, gökleri ve yeri yoktan yaratıp vücuda getiren, gizli
ve aşikâr her şeyi bilen Allahım! Sen, ihtilâfa düştükleri hususlarda kulların
arasında hükmedensin. İhtilâf vâki olan haklı hususlarda beni kendi izninle
doğruya ve gerçeğe ulaştır. Hakikat Sen dilediğini dosdoğru yola iletirsin.» [414]
Dîne, ebedî saadet
kapısını açacağı için değil de sadece millî varlığı bir dizide tutmaya yarayan
bir vasıta nazarıyla bakan ve onun emir ve ne-hiylerini, ceza ve mükâfatla
alâkalı bulunduğu için değil, birtakım dünyevî emel ve menfaatlerine uyup
uymama açısından ele alıp, uyanı tatbik eden, uymıyanı. -dînden değilmiş gibi-
bir tarafa iten bir kavim hakikî dindar sayılabilir mi? Dîni istismar eden,
Allah'ın Kitabını kendi arzusuna göre değiştiren bir millet ebedî huzur ve
rahata, ilâhî cemal ve hoşnutluğa erişebilme uğrunda çekinmeden canını ve
malını feda edebilir mi? Bize göre bu iki sorunun da cevabı «Hayır».
İşte yukarıdaki
âyetlerle bizleri uyandırmak,
hakikî dindar kılmak JŞenâb-ı
Hak, dindarlık ve i'tikadları sözde
kalan, tatbikatta eseri dahi
görülmeyen bir milletten bahsediyor; İsrâîloğulları'ndan. Onların -az yukarıda
belirtildiği gibi- bir takım kuruntuları vardır; «Ateş bize ancak sayılı
günlerden ibaret kısa bir müddet dokunacaktır», «Âhiret yurdu başkasının
değil, hasseten bizimdir» gibi.. Bu ifâdelerin, âhirete dosdoğru inanan bir
gönülden kaynamadığını isbat yolunda Kur'ân-i Kerîm şöyle bir kapı açıyor:
«Eğer öhiret yurdu Allah yanında başka insanlara değil de yalnız size
mahsûssa, haydi ölümü temenni edin, doğru kişilerden iseniz!»
Dünyada asırlarca
esaret zinciri ve zillet kaydı içinde yaşayan, fakat ebedî mutluluğa yani
âhfret yurduna inanıp ona erişmeye yol bulan bir millet, bir ân önce elemli,
ıstıraplı bir hayattan elemsiz ve kedersiz ve huzur içinde sonsuz bir hayata
kavuşmak istemez mi? Çünkü inananlar için öiüm yok olmak demek değildir,
ıstıraplara son veren bir intikaldir; ayrı bir ev ve âleme göçetmektir. Ama
Yahudiler ölümü temenni etmek şöyle dursun -bütün meşakkatlere rağmen-
Zerdüştîler gibi, câhiliye devri Arapları gibi bin yıl yaşamak isterler. Bu
istek onların dîn ve âhiret mefhumu hakkındaki İmânlarının derecesini meydana
koymaktadır.
Belki de onların
kasdettiği âhiret yurdu, Mezopotamya ve Filistin toprakları üzerinde dünya
nimetlerine kavuşup, bütün İsrâîloğulları'nın biraraya gelerek hayallerinde
kurdukları millî bir ihtişama erişmektir.
Büyük müfessir İbn
Cerîr et-Taberî {H: 224-310/M: 838-922) diyor ki: «Bu âyet, Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) ile Yahudî bilginleri arasında âhiret yurdu ile ilgili ihtilâfı halleder
mahiyette âdil bir önermedir. Şöyle ki, Ce-nab-ı Peygamber bu âyetin ışığı
altında Yahudî bilginlerine ;
— Eğer haklı iseniz
ölmeyi temenni edin! Çünkü ölüm size bir zarar vermez. İddia ettiğiniz îmân
hususunda bir şüpheniz yoksa, ölüm sizi dünya meşakkatinden, esaret zilletinden
kurtarıp geniş bir rahata kavuşturur», diyordu.
Ve «O halde iki taraf
da yalancı ve haksızlar için ölümü istesin!» teklifi yapılıyordu. Fakat
Yahudiler böyle bir lânetleşmeye yanaşmadılar.
Hem asırlardan beri
felsefe ile Musevîlik arasında çekişme ciheti olmadığı, ilim tarihinde böyle
bir nizaa rastlanmadığı da Yahudîlerin uhre-vî akidelerindeki sarsıntıyı, diğer
bir tabirle mecra değiştirdiğini daha açık meydana koymaktadır. Nitekim
İskenderiye'de yerleşen Yahudilerden metafiziğe (felsefeye) yönelip çalışan,
dinle felsefeyi bağdaştıran ve bir taraftan Yahudî ve Babil an'anelerini,
diğer taraftan Yunan harsını birbiriyle te'life uğraşan bilginlerin sayısının
kabarık olduğu bilinmektedir. [415]
Her bakımdan Tevrat ve
İncil'i tashih eden ve Yahudîlerin yalan-yanlış iddialarını çürüten Kur'ân-ı
Kerim'in son derece açik ve haklı belgeleri karşısında şaşıran Yahudiler, bu
defa Hazret-i Muhammed'e (A.S.) vahiy getiren melek Cibril'e dil uzatıp, onu
Yahudî düşmanı olarak ilân ettiler. Mîkâîl'e karşı da büyük sempatileri
olduğunu söyliyerek açık bir tezat içinde bocalamaya başladılar. Aşağıdaki âyetler
onların bu şaşkın halini tasvir ediyor. [416]
97— De ki: Kim Cibril'e düşmansa, (bilsin ki) o
kendinden önceki kitapları tasdik eden, inananlar için doğru yolu gösteren ve
aynı zamanda müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Senin kalbine indirmiştir.
98— Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine,
Cibril'e ve Mikâîl'e düşmansa, (bilsin ki) Allah da mutlaka o kâfirlerin
düşmanıdır.
Buharî'nin Enes b.
Mâlik (R.A.)den yaptığı rivayete göre, Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın geldiğini
duyan Abdullah b. Selâm, Peygamber'i kar-Şilıyarak demiş ki:
— Sizden ancak bir tek
peygamberin bileceği üç soru soruyorum :
Kıyâmet'in ilk alâmeti
nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nesne nedir? Çocuğu babasına veya anasına
çeken nedir?
— Az önce Cibril bunların cevabını bana
bildirdi, deyince;
— Cibril mi?
— Evet.
— Melekler arasından o, Yahudilerin düşmanıdır,
karşılığını vermişti. Bunun üzerine yukarıdaki iki âyet indi.
İniş sebebi hakkında
bundan başka birçok rivayetler vardır. Fazla bilgi için İbn Kesîr, Lübab ve
Kurtubî tefsirlerine müracaat edilsin. Özet olarak, bu âyet
İsrâîloğulları'ndan, «Cibril bizim düşmanımızdır, milletimizin başına gelen
bunca dert ve belâları hep o sevk-u idare etmiştir, Mî-kâîl ise dost ve
yarımızdir. O, hep hayır ve rahmetle iner», diyenlere bir cevap teşkil eder. [417]
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre, Cibril'in son peygambere getireceği vahyi,
İsrâîloğulları'ndan birisine getireceğini bekleyen Yahudiler, Cibril'in
Hazret-i Muhammed'e (A.S.) indiğini, vahyi ona götürdüğünü öğrenince her
ikisine de düşman oldular ve Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ı ashabı arasında mahcup
etmek için toplanıp bir heyet hâlinde meclis-i saadete geldiler ve :
— Sizden öyle bir şeyden soracağız ki onun
cevabını ancak bir tek peygamber verebilir!
— İstediğinizi sorun, fakat bana söz verin,
sorunuzu cevaplandıracak olursam İslâm dinine girip bana uyar mısınız?
— Evet, tamam kabul ediyoruz.
— O halde soracağınızı hemen sorun.
Bunun üzerine Yahudi
bilginleri önceden hazırladıkları sorularını bir bir sormaya başladılar. Önce :
— Tevrat inmeden evvel İsrail hangi yemeği
kendine haram kılmıştı? Erkek ve kadın menisi arasındaki fark nedir? Doğan bir
çocuk anasına veya babasına benzer, niçin? Tevrat'ta bahsedilen ümmî peygamberden
bize haber ver? Ve meleklerden hangisi o peygamberin dost ve yârıdır?
Cenab-ı Peygamber
(A.S.) aynı şartı tekrar edip onlardan söz aldıktan sonra şöyle cevap verdi:
— Bahsettiğiniz
İsrail'in Yâkub olduğunu
bilir misiniz? O
şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Allah için şöyle nezretmişti ı «Eğer
Allah bana afiyet lütfederse, en çok sevdiğim yemeği ve içmeği kendime haram kılacağım.»
Yemeğin en sevimlisi ona deve eti, içeceğin de en sevimlisi deve sütü idi.
Yahudiler:
— Evet, doğrudur, dediler. Cenâb-ı Peygamber
(A.S.) devamla :
— Allahım! Sen şahit ol. Tevrat'ı Musa'ya
indiren Allah hakkı için söyleyin, erkeğin menisinin kalın beyaz veya kremî,
kadının menisinin ince ve sarımtırak olduğunu bilir misiniz? Temas hâlinde
hangi su galip gelirse çocuk ona benzer, (Allah'ın izniyle).
— Evet, doğrudur.
— Allahım! Sen şahit ol. Benim dostum
bilhassa Cibril'dir. Allah her gönderdiği peygambere onu elçi
olarak indirmiştir.
— İşte şimdi bu hususta biz
sizden ayrılıyoruz. Başka
bir meleği dost olarak
gösterseydiniz size uyar ve sizi tasdik ederdik!
— Peki size Cebrail'i sevdirmeyen şey nedir?
— O bizim düşmanımızdır. Milletimize çok
zararları dokunmuştur. [418]
İşte böylece çoğu inat
edip, küfre düştüler, birkaç tane aklı eren de Müslüman oldular. Bunlardan
Abdullah b. Selâm, Cenâb-ı Peygamber'e (A.S) dedi ki: «Ya Resûlellah! Müslüman
olduğumu hemen ilân edecek olursam, Yahudiler bana bir çok iftiralarda
bulunabilirler. Siz önce onlara benim nasıl bir kimse olduğumu sorunuz; ondan
sonra ben meydana çıkıp Islamiyete girdiğimi ilân edeyim.» Biraz sonra gelen
Yahudilere, Cenâb-ı Peygamber (A.S.) şöyle sordu :
- Abdullah b. Selâm'ı
nasıl bilirsiniz, aranızdaki mevkii nedir?
Oı
bizim hayırlımızdır, hayırlı
bir babanın evlâdıdır;
nezdimizde yuk bir mevkii var; hepimiz onu «efendimiz» olarak sever ve
sayarız.
— Müslüman olduğunu görürseniz?...
— Allah onu İslâmiyetten korusun, uzak
tutsun!
Bunun üzerine Abdullah
meydana çıkıp «Kelime-i şahadet» getirerek müslümanlığıni ilân etti. Duruma
son derece üzülen Yahudiler bu kere ağız değiştirerek ilk kanaatleri hilâfına
bir beyânda bulundular:
— Abdullah bizim en
kötümüzdür ve en kötü bir babanın evlâdıdır! dediler.
Hazret-i Abdullah
tebessüm ederek : «Ya Resûlellah! İşte korktuğum bu idi» [419] diyerek
üzüntüsünü belirtti.
Evet, Yahudilerin bu
konuda da Tevrat ile amel etmedikleri anlaşılıyor. Tevrat'ın Danyal (Daniel)
kısmında 8. bapta Hazreti Danyal'ın gördüğü bir rü'ya ve yorumunun bizzat
Hazret-i Cibril tarafından yapıldığı açık bir İfâdeyle anlatılır. Bundan başka
bir iki yerde daha Hz. Cibril'den bahsedilir, [420]
«Cibril» ismi, dördü
meşhur, dördü şazz (kıyas harici) olarak sekiz lügat üzerine okunmuştur:
Cebreîl - Cibril - Cebrîl - Cebreil - Ceb reill - Cebrail - Cebrail - Cebrin.
Ve bu isim ucme ve mârife olduğundan gayr-i munsarıf gelmiştir. İbrânİcedir;
«cibr» ile «il» kelimelerinin biraraya getirilmiş şeklidir; Allah'ın kulu
mânâsına gelir. Vahiy getiren meleğin has ismidir. Ayrıca bu meleğin sıfat
mâhiyetinde birkaç ismi daha vardır: «Rûhulkuds», «Rûhulemîn», «Rûh»... gibi.
Meydanda olan iki zamirden birincisi Cibril'e,
ikincisi Kur'ân'a râci'dir. Bu cümle şöyle ifâde ediliyor: Cibril'e düşmanlık
eden, Allah'a, kitabullaha ve Peygambere, dolayısıyla bütün meleklere düşmanlık
etmiş sayılır. Çünkü kitabı Allah tarafından indirip getiren odur.
Yalnız iki meleğin
anılması, onların üstünlüğüne işarettir, O halde bu ikisinden birini sevmiyen,
bütün melekleri sevmiyor demektir. Çünkü meleklerin hiçbiri Allah'a isyan
etmez, günah işlemez ve emrolunanı aynen yerine getirirler. [421]
Son nebinin geleceğini
bütün milletlerden daha iyi bilen ve hidâyet nurundan yansıtacağı ışıkla cihanı
aydınlatacağına dair ilâhî kaynak (Tev-rat)tan yeteri kadar bilgi elde
eden Yahudilerin, Hazret-i
Muhammed (A.S-)in zuhurundan sonraki tutumları, bu bilgilerine
uymamıştır. Tarih boyunca onların peygamberler hakkındaki davranış ve
düşünceleri yeknesaklığını muhafaza etmiştir. Nitekim son nebiye inanacakları
yerde onun halk içindeki itibarını düşürmek, prestijini sarsmak için olmadık
yalan, tezvir ve iftiralarda bulundular. Cenâb-ı Hak onların karakterini bir
daha meydana koyduktan sonra merhameti icâbı onları yeniden ikaz ederek son
peygambere ve Kitaba uymalarını, peygamberlere yakışmayan isnatlardan
kaçınmalarını tenbih ediyor. [422]
99— (Ey Peygamber!) And olsun ki, Biz sana (dünya
nizamını, toplum düzenini sağlayan, hakkı bütün açıklığıyla yansıtan) apaçık
âyetler indirdik. Onları anoak yoldan çıkan sapıklar inkâr eder.
100— Onlar (Yahudiler) ne kadar bir ahidde
bulundularsa, içlerinden bir kısmı onu bozup
(peygamberlerin ve mürşitlerin
yüzüne) atmadılar mı? Zaten
onların çoğu (ahde bağlı kalmaz ve) dosdoğru imân etmezler.
101— Onlara Allah katından yanlarındaki şeyi
(Kitab'i) tasdik edici bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerden
bir kısmı, sanki onu bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın
kitabını arkalarına attılar da,
102— Şeytanların
(o bozguncu kötü ruhluların)
Süleyman'ın mülkü hakkında uydurduklarına
uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat o şeytanlar (bozguncu ruha sahip
olanlar) kâfir oldular da insanlara sihir öğretiyorlardı.
B ab i I'de melek
(tabiatlı) Hârût ve Mârût üzerine (sihir ilmî ve benzeri) bir şey
indirilmemişti. Zaten o ikisi, «Biz(im bilgimiz sîzin için) bir fitne
(imtihan)dır. Sakın (sihir ve büyü ilmini öğrenerek) kâfir olmayın!» demedikçe
hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. Fakat (sihir ve büyü meraklıları ve
bunları geçim vasıtası yapanlar) o ikisinden, koca ile karısının arasını açacak
şeyler öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadıkça onlar bir kimseye zarar
verici olamazlar. (Çünkü her olay, Al-
lah'ın kâinattaki câri
kanunlarına göre meydana gelir). Ve onlar kendilerine zarar verecek, fayda
sağlamıyacak şeyleri öğrenmeye devam ediyorlardı. And olsun ki, onu (sihri,
ona ait bilgileri) satın alan kimsenin âhirette bir nasibi olmadığını
biliyorlardı. Onlar kendilerini nasıl da âdi, önemsiz şey karşılığında
sattıklarını bir bilselerdi!
103— Ve eğer
onlar (Yahudiler, Peygambere ve Kur'ân'a) inanıp (sihir ve büyüden) sakınmış
olsalardı, Allah katından (kendilerine verilecek) sevap daha hayırlı olurdu.
Bunu bir bilselerdi!.
İbn.Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre, âyet-i kerîmesi, Yahudilerden Abdullah b. Sûryâ'nın
Cenâb-i Pey-gamber'e (A.S.) : «Ya Muhammed! Bizim bildiğimiz hiçbir şeyi bize
getirmedin ve sana apaçık belgeleri hâvi bir âyet inmedi ki sana uyalım,»
demesi üzerine nazil
olmuştur âyeti ise, Yahudilerin Hazret-i Süleyman'ı bir sihirbaz olarak kabul
etmelerini reddeder mahiyette inmiştir. [423]
«Helak edici yedi
(büyük günahtan) sakının : 1—
Allah'a eş-ortak koşmak, 2— sihir,
(büyü), 3— haklı bir meseleden
dolayı müstesna, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı bir kimseyi öldürmek, 4— ribâ (faiz) yemek, 5— yetim malı yemek, 6— savaşta cepheden kaçmak, 7—
hayasızlıktan uzak, fuhuştan habersiz mü'mine kadınlara zina isnat etmek.» [424]
«Sihirbazın haddi,
kılıçla vurulmaktır.» [425]
«Kim bir arrâf (gaybi
bilir iddiasında olan, yıldızlardan hüküm çıka-ran)a veya bir kâhin (büyücüye,
gayıptan haber verenje (inanarak) ge-f|rse şüphesiz ki o, Muhammed'e indirileni
inkâr etmiştir.» [426]
«Kim bir düğüm bağlar
da üzerine üflerse, gerçekten o, sihir yapmıştır.» [427]
Lügatte : Sessizce
birinin akciğerine vurup onu değiştirmek ve sersem etmek mânâsına gelen «s i h
i r», bilâhare cadılık ve büyücülük anlamında kullanılmıştır. Bu manayla sihir
üç kısma ayrılır:
1— Hakikati olmayan hîle ve tahyîl. Buna
gözbağıcılık, gözboyacı-lık derler. Bilhassa el çabukluğunun bunda büyük
rolü olsa gerek.
2— Cin
ve şeytanlara yaklaşmak
suretiyle onların yardımına
nâi| olmak ve bu vasıtayla birtakım hayreti mucip, diğer bir tâbirle
harikulade şeyler göstermek.
3— İkinci kısımdaki yolu biraz daha geliştirip
iyice şeytanlaşmak suretiyle ruhî tesirler icra etmek ve böylece -hakikatle
ilgisi olmadığı halde- görünürde eşyanın şekillerini değiştirmek.
Bu taksimatın ışığı
altında «sihr»i şöyle tarif ederler: Sihir, tabiatte mevcudiyeti kabul edilen
gizli bir kuvvetten faydalanarak yapılan tesir. Diğer bir tarifle : Haricî
eşyajarı görünürde insan irâdesine uymaya mecbur etme sanatı. Büyüleyici
mâhiyette olan şiir ve güzel söz hakkında da «sihir» tabiri kullanılmıştır.
Sihrin tarihi bir
hayli gerilere uzanır:
Eski Yunan
medeniyetinden daha evvelki medeniyetlerde bilhassa Ba-bil ve Keldanîlerde
sihrin dîn ile karışarak halk üzerinde müessir bir müessese halini aldığı
muhakkaktır. «Ur Tarihi ve Abideleri» adıyla bir eser yazan C.J. Gadd'in
fikrine göre, her ne kadar Babil ve Keldanîlerde bütün marifetlerin ilâhı olan
«Oannes» vakıa hayırhah bir ilâh gibi tasavvur ediliyorsa da ilâhların
düşmanlıklarından ve fenalıklarından insanları korumak için o vaktin
ruhanîleri, sihri bir çeşit dînî ayin (rite) gibi kullanıyorlardı. Gerçekten de
el-Cezirenin iki büyük nehir arasında ve her ân feyezana ve fırtınalara maruz
bir iklimde olması, ilâhlardan fenalıklar gelebilmesi fikrini kuvvetlendirmiş
olabilir.
Babil'de (Animizm)
denilen ruhlarla alâkalı dînî telakki, cin ve şeytanlara aşırı derecede
bağlılık Mûsâ Peygamber'den evvelki İbrânîler devrinde çok revaçta idi.
Sihirbazlık ve büyücülük de o devirden kalmıştı.
Bu yüzden
İsrâîloğulları tarih boyunca kendilerini sihir ve büyücülüğün tesirinden
kurtaramamışlar, ilâhî kudretle cin ve şeytanlara hükmeden Hazret-i Süleyman'a
sihirbaz diyecek kadar şaşkınlık göstermişlerdi. Yahudilere göre bu bapta
Süleyman ne ise, İranlılara göre de Cemşid aynı şeydir.
İslâm müfessirlerinden
çoğuna göre: Şeytanlar sihir ve büyücülüğün kaynağıdır. Göğün duvarlarını
dinlerler ve işittiklerine yalanlar katarlardı; sonra bunları kâhinlere,
büyücülere naklederler ve bu bilgilerden kitaplar meydana getirirlerdi. Bunlar
insanlara bu kitapların ihtiva ettikleri şeyleri öğretirlerdi. Bu inanç
Hazret-i Süleyman zamanında çok yaygındı; o üereoede ki bu bilginin ve tabiat
ile cinler üzerinde icra ettiği hâkimiyetin kaynağı Süleyman'dır, diye
söylenirdi. Yukarıdaki âyetler bu İsnadı reddederek Hazret-i Süleyman'ın sapmadığını
bildiriyor.
Eskiden beri
Babilliler, Keldantler, Süryânîler ve Mısırlılar arasında sihrin geniş bir saha
kapsadığını çeşitli kaynaklardan öğrenebilmekteyiz. Bu gün de ibtidaî (ilkel)
topluluklar arasında sihir önemli bir yer işgal etmektedir; Avustralya
yerlileri her şeyden fazla sihirden ve büyücülerden korkarlar. Yıldırım,
fırtına, sel ve benzeri olayları hep sihirbazlara isnat ederler. Okyanusya
adalarının birçoğunda tababet ile meşgul sihirbazlar görülmüştür. Afrika'nın
birçok yerlerinde yerliler sihirbaz ve büyücülere saygı gösterirler.
İspanya'lılar Amerika'yı işgal ettikleri zaman sihirbazlığın orada geniş bir
şekilde yaygın olduğunu görmüşlerdi. Eski Mısır'a ait yazılar, orada sihre
karşı büyük bir saygı duyulduğunu, sihirbazların kendilerine has ayinleri
bulunduğunu göstermektedir, [428]
Müslümanlar da sihri
Yahudilerden, Suriyelilerden ve İranlılardan almışlardı. Bununla beraber İslâm
dîni sihri şiddetle takbîh eder. Kur'ân'ın âyetleri, Peygamber Efendimizin
(A.S.) hadîsleri bu hususta en açık bilgiyi vermişlerdir.
Peygamber (A.S.)dan az
evvel ve O'nun devrinde Arapların sihir ve büyücülüğe karşı duyguları şöyleydi:
Arabistanda
Hıristiyanlık ve Yahudîliğin tesiri ile gelen unsurlar hesaba katılmazsa,
ruhlar âlemi, Allah ile kabilelerin ilâhlarından ve cinlerden meydana gelmekte
idi. Ve insanı bu âlemde birleştiren bağlar, sadece kâhinler, sihirbazlar,
gaipten haber verenler, şâirler ve deliler idi. Bü-ün bu sonuncular ile ilgili
teori de muhtelif cinsten ruhlar tarafından huşuz «Tasarruf-çarpılma»
teorisidir ve bu «tasarruf» tâbiri çağdaş ispritizmada kullanılan manadadır.
Sihirle Mu'cize
Arasındaki Fark :
a) Mu'cize,
ilâhî vahye mazhar olmuş kâmil ve ekmel bir insanın dilinde ve elinde zahir
olur. Hedefi de, cemiyet ve milletlerin ıslâhı, ilerlemesi, fesat ve tuğyanı
bırakmalarını sağlamaktır.
Sihir, alelade bir
kimsenin marifetiyle olabilir. Ahlâkan düşük, aynı zamanda sapık bir insan bu
ilmi elde etmekle birçok fevkalâdelikler gösterebilir. Hedefi, hayret
uyandırmak suretiyle halk tabakasını eğlendirmek ve bunu bir geçim vasıtası
yapmaktır. Hârut ve Mârut hikâyesi sihrin ne kadar kötü tarafları olduğunu
bildirmektedir.
İbn Haldun bu kısma
dokunarak diyor ki; «Biri faziletli bir insan tarafından, takdire lâyık bir
gaye ile, ötekisi kötü bir adam tarafından kötü niyetler ile hâsıl olur.
Nefisler arasında esaslı bir akrabalık bağının mevcut olması gibi, her nefis
nev'ine yardım eden' bu dış kuvvet ile müşterek bir unsur taşır.» [429]
b) Mu'cize bir hakikate dayanır; göz bağcılık
değildir. Meselâ, Cenâb-ı Resûlüllah'ın (A.S.) parmakları arasından su
kaynaması, Mescid-i Saadet'teki ağaç
sütunun inlemesi birer hakikattir. Yüzlerce ashab o sudan içerek tatmin
olmuşlar ve o sesi duymuşlardır.
Sihir, bir
gözbağcılıktan ibarettir; hakikî bir semeresi yoktur.
c) Mu'cizenin tesiri geniş ve devamlıdır. Vuku
bulan şey, aynen vuku bulmuş, sebep ve illet kanunları tatile uğramıştır.
Sihrin tesiri geçicidir. İllet ve sebep kanunlarını tatil ettirmez. Gösterilen
şey, gösterildiği gibi aynen vuku bulmamıştır; sadece bir tahyîlden ibarettir.
Demek ki, her ağaç
verdiği meyva ile bilinir ve anlaşılır.
d) Mu'cize doğrudan doğruya
ilâhîdir. Şeytan ve cinlerin
en ufak bir tesiri olamaz.
Sihir veya hipnotizma
ya tabiî ve ruhî sebeplerin, ya da şeytanların tesiri neticesidir.
O halde biri Râhmânî,
diğeri şeytanîdir.
Babil'deki Hârut ve
Mârut meselesine gelince : Bu ikisi birer melek miydiler, yoksa melek tabiatlı
iki insan mıydılar?
Cenâb-ı Hakk'ın
insanlara kendi emir ve nehiylerini öğretmek için iki melek göndermesi
mümkündür. Ama âdet-i ilâhiye böyle câri olmamıştır. Âdem (A.S.)den, Cenâb-ı
Resûlüllah (A.S.)a kadar insanları irşat etmek, doğru yolu göstermek için hep
insanlar arasından seçip beğendiği kimseleri vazifelendirmiş ve bunlara «nebî»
ve «resul» demiştir. Yalnız bu bapta, müfessirlerin de kaydettiği gibi,
meleklerin doğrudan doğruya tebligat değil de ilâhî irâde üzerine ilhamda
bulunmaları düşünülemez mi? Böyle bir düşünceyi bir an için kabul etsek bile,
âyet-i kerimenin öncesiyle sonrasının bağlantısından böyle bir hüküm çıkarmak
mümkün değildir.
«(Yahudiler)
şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında uydurduklarına uydular,» mealindeki
102. âyette geçen «şeytanlar» kelimesinden «kötü rûhiu bozguncu insanlar»
kastedildiği gibi, «Babil'de melek (tabiatlı) Hârût ve Mârût üzerine (sihir
ilmi ve benzeri) bir şey indirilmemişti,» mealindeki âyette geçen «iki melek
olan Hârût ve Mârût» tâbirinden «melek tabiatlı iki insan olan Hârût ve Mârût»
manasının kastedildiğini söylemek yanlış bir tefsîr ve te'vil olmasa gerek.
Büyük müfessir İbn
Cerîr et-Taberî'nin bu âyetlerle ilgili tefsîri şöyledir: «Cenâb-ı Hak
emredeceği her şeyi ve yasaklıyacağı her şeyi kullarına târîf ettikten sonra
gereken emir ve nehiylerde bulunur. Eğer böyle olmamış olsaydı «emir» ve
«nehy»in anlam ve hikmeti kalmazdı. Sihir de Allah'ın kullarını menettiği
şeylerden biridir. Önce bunu-melekleri vasıtasıyla bildirmiştir. Nitekim sihir
öğrenmek istiyenlere o iki melek ilham yollu şöyle demişler: «Bizim bilgimiz
sizin için bir imtihandır. Sakın kâfir olmayın» Yani bizim vazifemiz iyiyi ve
kötüyü ilham yollu tarîf etmektir. Sakın siz bunu öğrenip şer olarak
kullanmayın, sonra kürfe girersiniz. Nitekim mü'minler küfre gireriz
korkusuyla öğrenmekten vazgeçmişler, kâfirler ise her şeye rağmen öğrenip şer
işlemişler.»
Hârût ve Mârufla
ilgili birçok rivayet ve hikâyeler vardır. Çoğu itimada şayan değildir; bir
kısmının garip ve zayıf olduğu tesbît edilmiştir. [430] O
bakımdan İbn Cerîr'in az yukarıdaki görüşü, ilim adamlarınca pek olumlu
karşılanmamıştır.
Ayrıca sihir ilmi
hakkında eski müfessirlerin görüşlerini öğrenmek arzusunda olanlar Fahruddîn
Râzî'nin TefsîM Kebîr'ine müracaat etsinler. Râzi, sihri sekiz kısma
ayırmıştır. [431]
Herhangi bir ilmi
hayırlı yollarda da, kötü yollarda da kullanmak mümkündür. Fakat ilmin ilk ve
son hedefi, insanlığa hayırlı kapılar açacak fayda ve huzur getirmektir. İlim
adamına yakışan, elindeki manevî aletin kudsiyet ve haysiyetini idrâk
içinde-onu en faydalı bir şekilde kullanmaktır. Einstein'in, atomun hayırlı
yollarda kullanılmadığının üzüntüsü içinde öldüğü bir vakıadır. Bunun aksine
bir yol, ilme hıyanet ve onun haysiyetine tecavüz sayılır.
Cenâb-ı Hak, Hârût ve
Mârût kıssasıyla bize gerçeği telkin ediyor ve ilimlerin kötü yolda
kullanılması insanlığı fitne ve dalâlete sürükler hakikatini dimağlarımıza
zerkediyor.
Ayrıca peygamberlerin
herkesten ziyâde bu hususları bilip tatbik ettiğinde hiç şüphe yoktur. Cenâb-ı
Hak, Süleyman Peygamber'in küfre sapmadığını, fakat sihri öğrenip onu kötü
yollarda kullanan şeytan ruhlu insanların kâfir olduğunu beyân ediyor ve
bununla, her hususta olduğu gibi ilmî konularda da peygamberleri örnek
edinmenin ilim ahlâkına daha çok uygun düşeceğine dikkatimizi çekiyor. [432]
Sihri bilmekte bir
günah yoktur. Zira ilim bizatihi şereflidir. Şerri öğrenmek kötülük yapmak
için değil de ondan korunmak ve kötülüğün yollarını bilmek içinse, faydalıdır.
Fakat sihirbazlık yapmak için sihir, büyü gibi şeyleri öğrenmek doğru değildir;
hattâ büyük günahlardandır.
Bu bakımdan sihri iki
kısma ayırmışlar:
1— Sihirbazlık yapan kimse, bu bilgisiyle bütün
kudretin kendi elinde bulunduğuna, canlı ve cansız varlıklar üzerinde iorâ
ettiği -geçici de oisa- tesirin müessiri bizzat kendisi olduğuna veya
yıldızlara yaklaşmak suretiyle bu tesirleri icra ettiğine inanıyorsa, küfre
düşer.
2— Tahyîl (gözbağcılık)dir ki, sahibi bununla
kendi nefsinde bir kudretin olmadığına, yıldızların veya şeytanların bu
tahyîllerde müessir bulunduğuna, fakat hakikî müessirin Allah olduğuna itikat
ediyorsa, küfre düşmez. Bu itikat içinde bile sihirle amel ederse büyük bir
günah İşlemiş olur.
Hazret-i Ömer'in
(R.A.), halkın itikadını ifsat eden, İslâm ahlâk ve prensiplerini bozmaya
çalışan sihirbazların öldürülmesi için emir verdiği muhtelif rivayetlerden
bilinmektedir. Yine elimize kadar gelen kaynaklara göre, Hazret-i Ömer'in bu
emri üzerine üç büyük sihirbazın öldürüldüğü anlaşılıyor.
İmam Tirmizî'nin
kaydettiği «Sihirbazın cezası kılıçla vurulmaktır.» hadîsi üzerinde
müctehitlerin .içtihadı şöyledir: İmam A'zam'a göre sihrin hakikati yoktur, o
sadeee bir tahyîldir. Sihir öğrenip amel eden kimseye gelince, İmam A'zam,
İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre, böyle yapan küfre girer. İmam A'zam'ın
arkadaşlarına göre, sihrin tesirinden, sihirbazın, büyücünün şerrinden korunmak için öğrenmek küfrü gerektir-
mez. Ancak, caiz
olduğuna ve .fayda sağlıyacağına itikat ederek öğrenen kimse kâfir olur.
İmam Şafiî'ye göre,
sihir öğrenen kimse, sihir hakkında kendisinden bir şeyler soranlara sihri över
mahiyette lüzumunu belirterek cevap verecek olursa -Babillilerin sihirle
yıldızlara yakınlık peyda edileceğine ve bununla birçok esrara vâkıf
olunacağına itikat ettikleri gibi- küfre girer. Sihrin mubah olduğuna, yani
onunla amel etmenin mubah olduğuna inanan kimse hakkında da hüküm budur.
Sihirbazlık yapan
kimse, bu fiilinden dolayı öldürülür mü?
İmam Mâlik ve İmam
Ahmed'e göre, evet. İmam Şafiî ve İmam A'zam'a göre, hayır. Ancak sihirbaz
yaptığı sihirin tesiriyle birinin ölümüne sebebiyet verecek olursa: İmam
Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam Ahmed'e göre, kısas lâzım gelir. İmam A'zam'a göre
bu fiil tekrar edilirse kısas lâzım gelir.
Sihirbazın tevbesi,
yani birinin ölümüne sebebiyet verdikten sonra tevbe edecek olursa, tevbesi
kabul olunur mu? İmam Mâlik, İmam Ahmed ve İmam Şafiî'ye göre, evet, üzerinden
kısas kalkar. Ebû Hanîfe'ye göre, kısas kalksa bile ağır hapis cezasına
çarptırılır. [433]
Burada geçen
«mâ» edatından maksat, Hz. Süleyman devrinde okunan sihir
ve büyü kitaplarıdır. Şeytan ruhlu bozguncular bu kitapları, şeytanlardan
aldıkları yanlış bilgilerle hazırlamışlardı.
Buradaki «mâ» edatı
mevsûle olup «ellezî» manasına alanlar,kelimesi üzerine atfetmişlerdir. Nâfiye
olarak kabul edenler, (vav) harfini «hâliye» yani hal ve durum manasını ifâde
eder nâhiyette kullanmışlardır. «kât» harfinin üstünüyle okuyanlar olduğu
gibi, esresiyle okuyanlar da var. Bu takdirde «iki hükümdar» demek olur.
Sihir: Râğıb
el-Esbehanî'ye göre, boğazın bir tarafına denilir. «İnteeha sehruhu = Boğazı
şişti» demektir. Ayrıca boğazı şişkin olan deveye ıplar «Bairün sehirün»
derler. Sözlük mânası bu olmakla beraber haki-
kati olmayan hîle ve
tahyîl manalarında kullanılması çok daha yaygınlaşmıştır. Gözboyacılığı,
eşyayı başka şekilde gösterme sanatına isim olmuş ve günümüze kadar devam
etmiştir.
Hayır ve serde deneme
manasına ibtilâ ve
ihtibar demektir. Hârut ile Mârufun «Biz fitneyiz» demeleri, bu mânaya
gelir, yani sizler için bir smav köprüsü, bir deneme ölçüşüyüz, bizden bu bilgiyi
edinirken çok dikkatli olmanız gerekir.
daha çok «pay»
mânasına gelen «nasîb» ile yorumlanmıştır.
Mesûbet de sevab gibi,
amel karşılığında kullanılan
bir kelimedir. O halde bu karşılık mükâfat olabileceği gibi, ceza da
olabilir. Her iki mânada da kullanıldığı vaki'dir. [434]
Yukarıda geçen
âyetlerle, mü'min, münafık ve kâfirin bazı mümeyyiz vasıflarına ve, bunlardan
İslâm'a karşı olumsuz tutumları bulunan inkarcıya da ikiyüzlülerin
davranışlarına dikkatler çekildi. Sonra da Âdem Peygamberin yeryüzüne Allah'ın
halîfesi olarak indirildiği açıklandı. Bununla insan unsurunun Allah katındaki
değerine atıflar yapılarak onun çok şerefli bir canlı olarak yaratıldığı
belirtildi. Varlık âleminin mutlak bir düzen, bir plân ve program içinde
yaratılıp, hizmete yöneltildiğine işarette bulunularak hiçbir varlığın
Yaratan'a karşı gelmediği, ancak insanın böyle tehlikeli bir yola saptığı
üzerinde duruldu. Kendilerine bunca nimetler verilen, ardarda peygamber
gönderilerek ellerinden tutulan İsrâîfoğulları'-nın Tevrat'ın aydınlattığı
yoldan saptıkları bir misal olarak sergilendi.
Aşağıdaki âyetlerle;
dini ve peygamberi âlâya alacak kadar İsrâîl-oğullan'nın hırçınlaşıp
şaşırdıklarına temas ediliyor, RÂİNA kelimesini nasıl kötüye kullandıkları
açıklanıyor. Dünya saltanatına aşın düşkünlüğün, son dine karşı kin ve hasedin
insanları nasıl basitleştirdiğine işarette bulunuluyor. Âlemlerin Rabbinden
inen hayır ve rahmete karşı şükretmeleri gerekirken aksine bir yol tutmaları
ve bu yüzden işi gevezeliğe döküp Peygambere karşı saygısızlıkta bulunacak
kadar azıttıkları hatırlatılıyor.
Aynca bu olayla
birlikte mü'minlere konuştukları dildeki kelimelere çok dikkat etmeleri, kötü
manaya da yorumlanabilecek kelimelerden imkân nisbetinde kaçınmaları, saygı ve
nezaket ifade eden kelimeleri bulup kullanmalarında büyük yararların bulunduğu
belirtilmek isteniyor. [435]
104- Ey îmân edenler! RÂİNA demeyin. UNZURNÂ deyin
ve güzelce dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.
105- Kitap ehlinden inkâra sapanlar da, Allah'a
ortak koşanlar da Rabbinizden size bir iyilik indirilmesini istemezler. Allah
ise rahmetini dilediğine tahsîs eder. Allah çok büyük lütuf ve iyilik
sahibidir.
Yapılan sahih
tesbitlere göre :
RÂİNÂ, Arap
Yahudilerinin o günkü.konuşma adabına göre AHMAKLIK, KABALIK anlamlarında da
kullanılırdı. Ashab-ı Kirâm'ın ara-sıra «Bize lütfen bakarmısın!» anlamına
gelen RÂİNÂ kelimesini kullandıkları olurdu. Ashaba göre, böyle demek derin bir
saygı ifadesi sayılırdı. Yahudiler, içlerindeki kini kelime oyunu yaparak
ortaya döktüler ve bunu alay konusu edinip İslâm'ı küçük düşürmeye. Peygambere
hakaret etmeye çalıştılar. Onların kötü niyetini anlayan büyük sahabi Sa'd b.
Muâz (R.A.) çok üzüldü ve dinî gayreti harekete geldi de Yahudilerin toplu
bulunduğu Yere giderek onlara şöyle seslendi:
«Ey Allah'ın,
Kur'ân'ın ve Son Peygamber Hz. Muhammed'in düşmanları! Bundan böyle sizden
biriniz kelime oyunu yapar da İslâm'a ve Pey-
gambere karşı saygısızlıkta bulunacak olursa, herhalde beynini dağıtırım..»
Sa'd bin Muaz
Hazretleri Medîneli olduğundan ve güdü bir kabileye bağlf bulunduğundan,
Yahudilerin ne meta' olduğunu çok iyi bilirdi. Çünkü Yahudiler nezaketten
anlamazlar, onlar ancak kılıçtan anlar ve ona göre hareket ederlerdi. Sa'd bin
Muâz (R.A.)ın çok ciddi olduğunu bildiklerinden korktular ve Müslümanların
bulunduğu yerde bir daha bu kelimeyi kullanamadılar.
O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [436]
Diğer bir rivayet:
Suddî diyor ki :
«Yahudilerden Zeyd oğlu Rıfa'a, Peygamber (A.S.) Efendimize gelir, onunla
karşılaşınca, «ER'INÎ SEM'ÂK VE'SMA1 GAYRE MÜSMAİN = Kulağın ver de beni dinle;
dinlemez olası» gibi saygı dışı sözler sarfederdi. Mü'minler de bu sözlerin
Peygambere karşı saygı ifâde ettiğini sanır ve seslerini çıkarmazlardı.
Allah, Yahudilerin
kelime oyunu yapıp saygısızlıkta bulunduklarını hatırlatarak yukarıdaki
âyetleri indirdi. [437]
«Bir olan, ortağı
bulunmayan Allah'a kulluk edilsin diye kıyamete yakın bir devrede kılıç ile
gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesi altındadır. Zillet ve aşağılık, emrime
muhalefet edenler üzerine inmiştir. Kim bir kavm (millet)e (özenip) benzerse, o
da onlardan sayılır.» [438]
«Kim bir kavm (millet
veya topluluğ)a özenip benzerse, o da onlardan sayılır.» [439]
Bilhassa Arapçada bir
kısım kelimeler birden fazla mânaya delâlet eder. Hattâ iki zıt mânaya gelen
kelimeler hayli çoktur. Kur'ân'da bir yandan Yahudilerin bazı kelimelerin
hayra, iyiye, nezakete delâlet eden mânalarını değil de saygısızlığa,
nezaketsizliğe delâlet eden mânalarını kasdederek Müslümanlara hakarette
bulundukları, Peygambere karşı küstahlık ettikleri açıklanırken, diğer yandan
mü'minlerin konuşurken çok iyi kelime seçmeleri hatırlatılıyor, böylece konuşma
adabı öğretiliyor.
RÂİNÂ kelimesine
gelince, Ashab-ı Kiram bunu «Lütfen bize kulak ver» veya «Lütfen bizi dinle»
anlamında kullanır, bununla Peygamberlerine karşı saygılı olmaya çalışırlardı.
Yahudîier ise, yukarıda belirttiğimiz mânayı düşünerek kullanır, bununla
saygısızlıkta bulunmaya çalışırlardı. Kur'ân kötü bir anlamda da kullanılabilen
bu kelime yerine UNZURNÂ, «Lütfen bize bakar mısın, bizi gözetir misin!»
kelimesinin kullanılmasını emretti ve böylece Yahudilerin saygısızca tutumu
açığa vuruldu.
O halde Cenab-ı Hak,
bazı seviyesiz kimseler tarafından kötü mânaya da yorumlanabilecek kelimeler
yerine başka kelimelerin kullanılmasını bu olayı naklederek mü'minlere tavsiye
ediyor.
Yahudilerin bundan
başka bir de ES-SELÂMU ALEYKÜM sözünü değiştirip kelime oyunu yaparak ES-SAMU
ALEYKÜM şeklinde -kullandıkları sahih rivayetlerden anlaşılmıştır. Bilindiği
gibi, SELÂM hem Allah'ın sıfatlarından bir sıfat, güzel isimlerinden bir
İsimdir; hem de dünya ve âhi-ret esenliğini, güven ve itimadı telkîn eden bir
kelimedir. Mü'minlerin kendi aralarında selamlaşması, belirtilen mânalar
kasdedilerek sünnet kılınmıştır. Hiçbir dilde kişilerin birbirlerine, SELÂM
yerine geçecek bu kadar geniş mâna taşıyan, ilâhî esenliği yansıtan bir kelime
ve cümle kullanamadıkları bir gerçektir. Yahudiler, mü'minlerin birbirlerine
karşı bu kadar saygılı, nezaketli bulunmasını, selâmet dilemesini kıskandılar
ve bunun yerine DERT, BELÂ ve HASTALIK mânasına gelen SÂM kelimesini kullanmaya
başladılar. Tabii bunu birbirlerine karşı değil, Müslümanlarla karşılaştıkları
zaman dillerini eğip bükerek anlaşılmıyaçak bir telaffuzla ES-SÂMU ALEYKÜM
diyerek onlara dert ve hastalık dilediler. Bunun farkına varıldı ve onların bu
sözüne aynı cümlelerle cevap verilmesi tavsiye edildi. [440]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Kitap Ehlinden Yahudilerin İslâm'a karşı kin ve düşmanlıklarından
söz edildi, buna bazı misaller getirilerek mü'minler uyarıldı.
Aynca dinlerin, sosyal
yapının tekâmülüne paralel olarak tekâmül ettiği ve bunda zorunluluk bulunduğu
hatırlatıldı. İsâ Peygamber'in gönnlmesiyle nasıl Tevrat'ın bazı hükümlerinin
yürürlükten kaldırılması ge- ktıyse,
Kur'ân'm indirilmesiyie artık dinlerin tekâmülde son
kertesine taştığına işarette bulunuldu. Bu yüzden Yahudilerin böyle bir
tekâmülü kabul etmediklerine dikkatler çekildi. Tevrat'ta Dazı kelimelerin
yerlerini değiştirdikleri yer yer açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kutsal Kitapların hepsinin aynt kaynaktan süzülüp indirildiği hatırlatılıyor.
Hepsinin de Allah kelâmı olduğu belirtilerek, Allah'ın bir sonraki kelâmıyla
bir önceki kelâmının hükümlerini kaldırdığı bildiriliyor. İnsanların buna
itiraz hakkı olmadığına işaret edilerek göklerin ve yerin mülkünün Aliah'a ait
olduğu, dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunduğu açıklanıyor.
Böylece Kur'ân,
kendinden önceki semavî kitapların hükümlerini kaldırmış oluyor. Yepyeni
hükümler getirip değişen sosyal hayata yön verme hikmetini taşıyor. Ayrıca
Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında da buna yakın bir hüküm kaldırma hikmeti
bulunduğu anlaşılıyor[441]
106— Herhangi bir âyeti nesheder (diğer bir âyetfe hükmünü
kaldırır) veya unutturursak, ondan daha hayırlısını ya da bir benzerini getiririz.
Bilmez misin Allah'ın kudreti her şeye yeter.
107— Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmez
misin? Size de Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
Müslümanlar kıble
olarak Beytü'l-makdis'i bırakıp
Kâ'be-i muazza-ma'ya yönelince
Yahudiler bunu kendileri lehine bir koz
olarak kullan-
maya başladılar; hâşâ
Hazret-i Muhammed'in kararsız bir kimse olduğunu, daha önce kendi
arkadaşlarına emrettiği bir şeyi şimdi yasaklayacak kadar şaşkınlık içinde
bulunduğunu etrafa yaymakta gecikmediler ve içlerindeki kin ve haset ateşinin
vermiş olduğu aşağılık duygusu içinde şu iftirayı pervasızca iddia ettiler:
Eğer Kur'ân Allah tarafından indirilmiş bir kitap olsaydı elbette hükümleri
değişmez, olduğu gibi kalırdı. Muhammed'in kendi eseri olduğu için onu günün
ve olayların seyrine göre değiştirebiliyor ve bunda bir sakınca görmüyor.
Bu iftira ve iddialar
kısmen de olsun İslâmiyete yeni girmiş-bâzı Müslümanların kafasında
istifhamlar doğurdu. Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz'den birtakım sorular
sormak ihtiyacını hissettiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [442]
Ebû Umâme bin Sehl
(R.A.)dan yapılan rivayete göre : Geceleyin As-hab-ı kiramdan biri kalkıp
Kur'ân'dan bir sûre okumak istemiş, fakat bir türlü hatırlıyamamış; bir başka
sahabi de aynı gece aynı sûreyi okumak istemiş, o da onu hatırlamaya muvaffak
olamamıştı. Hulâsa p gece birkaç zat aynı sûreyi okumak istemiş, fakat hiçbiri
hatırlıyamamış. Sabah olunca durumu Hazret-i Peygambere (A.S.) arzetmişlerdi.
Cenâb-ı Peygamber (A.S.) onlara : «Geçen gece o sûre nesholundu!» buyurmuştur.
Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme inmiştir. [443]
Nâsih ve mensûh İle
ilgili olarak sahîh bir hadîs tesbit edilememiştir. İbn Hazm
Ma'rifetü'n-Nasihi ve'l-Mensûh adlı eserinde bilhassa dikkati bu hususa çeker. [444]
İslâmiyet, eski
hukuklardan birçok şeyleri kaldırmış, sonra da kaldırdığı şeylerin yerine umum
yararının en üst grafiğini meydana getiren bir takım hukukî esaslar
getirmiştir.
Sava Paşa'nın da
dediği gibi: İslâm, tarih, sahnesine çıkışının ilk anından itibaren yeni bir
hukukî sistem kurmak göreviyle yükümlü bulunduğunu, bütün milletlere yol
gösterecek hükümlerle geldiğini, cemiyetleri en iyi şekilde idare etmeye me'mur
bulunduğunu ilân etmiş ve bütün bir insanlığı, kuracağı mükemmel müesseselerle
-dünya ve âhirette mutluluğa eriştirmek suretiyle- idare edeceğini, dünya
durdukça gelişen bütün cemiyetlere rehber olacağını ve bu üstün vasfını,
bununla bağlantılı bulunan yeteneğini bütün tazeliğiyle koruyabileceğini Allah
namına vaat etmiş bulunmaktadır.
İslâmiyet bu vadide
kendinden önceki kanunları, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Musa'ya ait Suhufu da
dikkate almış olduğunu münasebet düştükçe ifâde etmiştir. Çünkü en son din
olarak imkân sahnesine çıkan ve dünya durdukça üstünlüğünü kabul ettirecek
hükümler getiren İslâm şu ana kaideyle arz-ı endam etmiştir:
Allah (C.C.) insanlar
için yararlı olan şeyleri, milletlerin tekâmül seviyesine, zaman ve zeminin
özelliğine göre tesbit edip mubah kılmış; zararlı olan nesneleri haram
saymıştır. Öyleki İslâm'ın haram diye hükmettiği bir şeyin zararlı olduğunu
gelişen ilim de isbatlamakta ve her çağda yeni yeni isbatlar birbirini
izlemektedir.
Milletlerin iktisadî,
sosyal ve ahlâkî yapılarında ilerleme ve değişiklik meydana geldikçe yeni
hükümler ve beyânlar indirilmiş, indirilen bu hükümler bir öncekine nazaran bir
takım değişiklikler arzetmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bir kısım hükümlerini yürürlükten kaldırıp ondan daha hayırlı ve yararlı
olanını veya teklîf ve sevapta bir benzerini indirmiş, diğer bir kısım
hükümlerini tamamen gönüllerden silmek suretiyle unutturmuştur. Meselâ :
Daha önce indirilen
sahifelerdeki hükümlere nisbetle Tevrat birçok
farklı hükümler taşıyordu. Çünkü
İsrâîloğulları'nın gerek sosyal
yapıları, gerek psikolojik ve ahlâkî durumları ve gerekse dünya hayatına, madde
ve onun cazibesine karşı olan aşırı hırs ve doymazlıkları yeni beyânlar
istiyordu. Daha önceki sahifeier bütün bunlara cevap verecek, Yahudilerin
açgözlüğünü frenliyebilecek öiçü ve
muhtevada değildi. Sırasıyla inen kitapların sebebi işte bu idi. En son olarak
inen Kur'ân-ı Kerîm'le eski hükümlerin çoğu yürürlükten kaldırıldı. Çünkü dünya milletleri artık ilim ve tekniğin, kültür ve
medeniyetin basamaklarına tırmanmaya başlamışlardı. Edebiyat ise doruğuna kol
salmış bir hüviyet arzedi-yordu. Kur'ân bütün bu yükselme ve gelişmelere yön
verecek, ilmi fazî-let doğrultusuna döndürecek,
medeniyeti ahlâk temeli üzerinde
yükseltecek belgelerle indi. Böylece eski şeriatların hükmü kaldırıldı, yeni
hükümler yürürlüğe konuldu. Nesih olayı meydana geldi.
İslâm diğer şeriatları
mensûh durumuna getirirken bütün gücünü vahy-i ilâhiden alıyor, inen her hüküm
bir olayı hedef tutuyordu. Bununla beraber akla geniş yer veriyor, makul olan,
cemiyetler için yararlı sayılan örf ve âdetlere kapıyı açık bulunduruyor,
içtihada tam bir mesağ ta-
nıyordu. Bunun içindir
ki akıl, İslâm hukukunda lâyık olduğu yeri almış ve itibarı görmüştür. Müctehit
imamların birtakım meselelerde farklı içtihatları bunun açık belgelerinden
biridir.
Demek ki nesih yalnız
Kur'ân-ı Kerîm'in bâzı âyetleri arasında değil, Kur'ân'la diğer semavî
kitaplar arasında da meydana gelmiştir. Varlık âleminde de sürekli bir nesih
vardır. Eşyada tecelli eden değişiklikler birbirini takip etmekte, mevsimler
değişmekte, birinin yerini diğeri almakta, her mevsime ait meyva ve sebzeler
birbiriyle nesih yarışını sürdürmektedir. Belli kanunlarla günler ve geceler
uzayıp kısalmakta, yeryüzündeki eski medeniyetlerin yerini yeni medeniyetler
almakta, teknolojide çok süratli ilerlemeler ve değişiklikler olmaktadır.
Böylece varlık âleminde bir belgenin yerine başka bir belge geçmekte, bir
hükmün yerini başka bir hüküm doldurmaktadır. Bütün bu değişikliklere ışık
tutan, onların inkişafına paralel bir yükselme grafiği çizen Kur'ân-ı Kerîm
artık bu özelliğiyle ebediyete uzanacağını, mensûh olmayacağını, sadece nâsih
olarak kalacağını ilân ediyor; taşıdığı ilmî esaslarla bunu isbatlıyor. [445]
İslâm ahkâmını halka
telkine çalışan, ahkâmla ahlâkı birbirine katıp hukukun ruh ve mânasını
dimağlara enjekte etmek isteyen kimsenin mutlaka bu ahkâmın temel
prensiplerini bilmesi ve onlarla amel etmesi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'in
delâlet ettiği hukukî ve ahlâkî kaideleri, Hazret-i Peygamber'in (A.S.) bu
hükümleri nasıl tefsîr ettiğini bilmiyen bir kimse, gerek Kur'ân-ı Kerîm İle
daha önce inen kitaplar arasındaki nesih keyfiyetini, gerekse Kur'ân
âyetlerinden bir kısmı arasındaki nesih olayını dikkate almadan telkinde
bulunuyor demektir.
Ebü'l-Bahteriy'nin
rivayetine göre : Bir gün Hazret-i Ali (R.A.) Mes-cid'e girdiğinde bir vaizin
halka hitap ettiğini ve İslâm'ı dar bir çerçeve içinde anlatmaya, cemaati
lüzumundan fazla korkutmağa çalıştığını görüyor. Bunun üzerine tanıdık birine
soruyor:
— Bu konuşan kimdir?
Halka va'z-u nasihatta
bulunan bir kimsedir, deniliyor.
Hazret-i Ali (R.A.)
konuşanın tavr-u hareketini, hitap şeklini ve bu husustaki bilgisini
beğenmediği için : «Hayır, o halka vaaz eden bir kim-e değil, ben falan oğlu
falanım, beni iyi tanıyın, demek isteyen bir zavallıdır.» diyor ve vaizi
yanına çağırıp kendisine şu hususları soruyor:
Nâsihi mensûhtan ayırt
edecek bilgiye sahip misin? Adam:
— Hayır, diyor. Hazret-i AH (R.A.) ona :
— Öyle ise bizim mescidimizden derhal çık, bir
daha vaaz etme! Çünkü sen hem kendini helak ediyorsun, hem de başkasını.. [446]
Ayrıca : Yahudilerin
inat ve iftirada ısrar edip hükmü Kur'ân'la kaldırılan ve aynı zamanda
hahamlar tarafından birçok belgeleri değiştirilen TEVRAT'a körükörüne sarılıp
bâtılı hakka tercîh etmeleri gibi, Müslüman dâvetçilerinin ilim ve hikmeti, hak
ve adaleti şahsî yararlarına feda etmelerinin,, siyasî çıkarlarına âlet
yapmalarının çok kötü bir ahlâksızlık olduğuna dikkatler çekiliyor. [447]
Âyette belirtilen
nesih hükmü; ilim ve teknikte, araştırma ve incelemede daima ileriye doğru
adım atmayı, yeni yeni buluşlar için çaba harcamayı, her geçen gün biraz daha
tekâmül etmeyi bize öğretiyor. Bunun aksine yerinde durup saymanın, yeni
buluşlara kapıyı kapamanm, ilim ve teknikte demode olmuş icatlara ve araştırmalara
saplanıp aşırı taassup göstermenin ilerlememize, cemiyet ve millet olarak
hürriyetin saf ve temiz havası içinde yaşamamıza engel teşkil edeceğine işaret
ediyor.
Müslüman milletler
âyetteki bu inceliği dikkate almış olsalardı, körükörüne taklît çukuruna
yuvarlanıp asırlarca hareketsiz kalmazlardı. İlim ve teknikte aralıksız
hamleler yapan dünya milletlerine örnek olurlardı. Sadece örnek olarak da
kalmaz ilim ve tekniği ahlâk ve fazilet potasında şekillendirip insanlığa
arzulanan huzur ve mutluluğu da getirirlerdi. İlk asırlarda gelip geçen
Müslüman milletleri ve devletleri inceliye-cek olursak, onların bu gerçekleri
bütün derinlik ve genişliğiyle bildiklerini, bu nedenle de kendilerinden sonra
gelen insanlara ilim ve medeniyetin temelini en sağlam şekilde kurup
hazırladıklarını görürüz. Çünkü onlar tekâmülün beşer için zaruri olduğunu hem
anlamış, hem de anlatmasını bilmişlerdi.
Göklerin ve yerin
mülkünün Allah'a ait olduğunu, O'nun mülkünde mevcut varlıkların cins ve
türlerinin özelliklerine göre nasıl tekâmül ettiğini ifâde eden âyetin inanmış
milletlere ilerleme yolunda nasıl bir tablo çizdiğini anlamakta geciken
sonraki Müslümanların, bu kanuna uyup hayat yollarını hazırlayan başka
milletlere nasıl yem olduklarının hazin manzarasını görmekteyiz.
En basitinden meseleyi
eleştirecek olursak, bugün meyva, sebze ve hayvan türü üzerinde yapılan ıslâh
çalışmaları ve bu çalışmanın mutlu sonuçları hep bu tekâmül kanununun gereği
değil midir? Fâtihâ-i şerîfe'-nin başında Allah'ın Rabbü'l-âlemîn olduğunun
derin mânası, bu kanunun hangi ellerde hedefine rahatlıkla ulaşacağını
göstermiyor mu? Cağt-mizda ziraî âletlerdeki inkılab, her şeyin motorize
edilmesi, eskiyi neshet-mede ilâhî kanuna uygun bir buluş değil midir? Hendek
savaşında İranlı Selmân'ın Medine etrafında bir savunma metodu olarak hendek
kazma fikri Hazret-i Peygamber (A.S.) tarafından müsbet karşılanıp orduyu düşman
karşısında gütme sanatında bir yenilik sayılmamış mıydı? [448]
Kur'ân ilmini
bilmeyen, onun iniş sebeplerinden, nâsih ve mensû-hundan habersiz bulunan,
âyetlerin taşıdığı ilmî, ahlâkî, fıkhî ve tasavvu-fî mânalara âşinâ olmayan,
Arapçasının lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda
Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz'in âyetleri nasıl izah ettiğini
araştırmayan kimsenin âyetleri tefsîr edip hüküm çıkarması caiz değildir.
Nitekim Ebû Bahterî'nin tesbitine göre, Hazret-i Ali (R.A.)nın Kur'ân'daki
nâsih ve mensûhları bilmeyen bir vaizi mescitten nasıl kovduğunu az yukarıda
nakletmiştik. [449]
Nesih: Şer'î bir hükmü
başka bir şer'î hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır.
Tıpkı yeni. çıkarılan bir kanunla bir evvelki kanunu yürürlükten kaldırmak
gibi. Bunu bir misal ile daha iyi açıklamamız gerekirse, diyebiliriz ki:
Cumartesi gününde
çalışmak Yahudilere haram olduğu halde Müslümanlara helâl sayılmıştır. Böylece
tahrîm hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Hazret-i Âdem (A.S.) zamanında neslin
çoğalma zarureti karşısında kız kardeşin erkek kardeşiyle evlenmesi caiz
kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelince bu hüküm neshedilmiş ve
artık iki kardeşin birbiriyle evlenmesi yasaklanmıştır.
Hazret-i Nuh (A.S.)
tufandan kurtulduğu zaman, insan neslinin devamı ve sağlam bünyeli bir neslin
yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında kalıp, bir
çöl halini aldığından yeteri kadar gıda maddesi temin etmek mümkün olmuyordu.
Bu sebeple birçok veya bütün hayvanların eti onlara helâl kılınmıştı.
İsrâîloğulları devrinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram
kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti.
Dinler arasında zaman
aşımı bakımından bazı hususlarda nesih hükmü meydana geldiği gibi, Kur'ân'ın
âyetlerinden bir kısmı arasında da ayni hüküm cereyan etmiştir. Böylece âyetin
âyetle neshedildiği beyân edilmiş ve birtakım şüphelere mahal olmadığı
anlatılmıştır.
Âyetin hadîsle neshi
caiz midir, değil midir? Bu hususta içtihat mertebesinde bulunan âlimlerin
görüşleri farklıdır:
a) İlimde derinleşmiş imamlara göre bu caizdir.
Çünkü Bakara süresindeki
«Birinize otum
geldiğinde, bir hayır (çokça mal) bırakacaksa, ana-babaya, yakınlara uygun ve
meşru' bir biçimde vasiyette bulunması, -Allah'tan korkup kötülüklerden
sakınanlara yerine getirilmesi bir hak olmak üzere- size fdrz kılındı.» mealindeki
âyetin, «Hiçbir vârise vasiyet yoktur (caiz değildir).» mealindeki hadîs-i
şerifle neshedildiği sabit olmuştur. [450]
Hatta bu husus, İmâm Mâlik'in zahirî meselelerinden biridir.
b) İmâm Şafiî ile Ebû'l-Ferec'e göre caiz
değildir.
Burada birincilerin görüşünün
daha sahîh olduğu kabul edilmiştir. Çünkü âyetle hadîsin ikisi de Allah'ın
hükmüdür, yani kaynakları birdir, sadece isimleri değişiktir. Nitekim zinadan
dolayı recmedilecek dul kadından «celd cezâsı»nı Hazret-i Peygamber (A.S.)ın
sünneti kaldırmıştır.
Sünnetin Kur'ân ile
nesholunduğunda görüş ayrılığı yoktur. Âlimler bu hususta müttefiktirler.
Nitekim Beytü'l-makdis'e doğru namaz kılmak sünnet ile meşru' olmuş, bilâhare
âyetle nesholunmuştur.
Âyetin haber-i vâhidle
nesholunmasında görüş farkı varsa da kıyas ile neshi söz konusu olmamıştır.
İlâve edelim ki, nesih
hükmü ancak Hazret-i Peygamber (A.S.) devrinde caiz ve câri idi. Ondan sonra
artık bu kapı tamamen kapanmış, sadece içtihat kapısı açık kalmıştır.
Neshin çeşitlerine
gelince :
1. Hükmü kaldırılıp tilâveti baki kalan «Sizden ölüp de kadınlarını geriye
bırakanlar, kadınları için evlerinden çıkarılmaksızın yılına kadar geçimlerini
karşılayacak bir intifa' vasiyyet etsinler.» mealindeki âyetinde olduğu gibi. [451]
2. Tilâveti kaldırılıp hükmü baki kalan, recim
âyeti gibi. «eş-Şeyhü ve'ş-şeyhe'tü iza
zenaya fercümûhüma elbettete.»
3. Hem
hükmü, hem de tilâveti kaldırılan «Lâ-Terğebû ân abâiküm; feinnehü, küfrün..»
âyeti gibi.
Sünnetin sünnet ile
neshi ise, görüş farkı olmaksızın caizdir. Buna bir misal:
«Ben sizi, kabirleri
ziyaretten menetmiştim, fakat artık onları ziyaret edin! Hem sizi deriden
ma'mul kaplardan başkasından su (ve benzeri meşrubat) içmekten de menetmiştim;
fakat (bundan böyle artık) her kaptan su (ve benzeri meşrubat) içiniz; ancak
sarhoş edici olanlar değil (onları sakın içmeyin!).»
Mealindeki hadîs bu
cümledendir. [452]
Nesih hususunda
dikkati çeken bir başka rivayeti İbn Ebî Hâtim'den dinleyelim : İbn Abbas
(R.A.) diyor ki; Hazret-i Ömer (R.A.)ın şöyle dediğini duydum :
«Hüküm vermekte en
üstünümüz Ali'dir. Ubey ise en iyi Kur'ân oku-yanımızdır. Fakat biz Ubeyy'in
sözünü terkederiz. Sebebi, Ubeyy'in şu beyânıdır: «Ben Resûlüllah (A.S.)dan
duyduğum hiçbir şeyi terketmem!» Halbuki Allah {C.C.), «Herhangi bir âyeti
nesheder veya unutturursak ondan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz.»
buyurmuştur.» [453]
Hazret-i Ömer (R.A.)
böyle buyurmakla şunu ifâde etmek istemiştir: Hazret-i Peygamber (A.S.)
Efendimiz'den biri âyet, diğeri hadîs olmak üzere iki çeşit haber duyulmuştur.
Gerek âyetler arasında, gerekse hadîsler arasında nâsih ve mensûh bulunduğunda
şüphe yoktur. Halbuki Ubey, «Ben, Resûlüllah (A.S.)dan işittiğim hiç bir şeyi
(mensûh dahi olsa) terketmem» diyor.
Hazret-i Ömer (R.A.)ın
bu beyânından, mensûh olduğu bilinen bir hükümle amel edilemiyeceği
anlaşılıyor. Cumhurun da görüşü budur. [454]
Herhangi bir âyetin
hükmünü iptal edip lâfzını olduğu gibi bırakmak veya Peygamberin kalbinden hem
lâfzını, hem de mânasını gidermek ya aa yalnız lâfzını giderip mânasını bırakmak
ve böylece onun yerine kenkonusunda daha hayırlısını veya hayır ve salahta onun
bir benzerini getirmek, Levh-i mahfûz'da
sabit olan ahkâma aykırı
değildir. Çünkü evh-i mahfûz'da
sabit kılınan hükümler ya hususîdir, ya da umumîdir.
ususî olanı da ya
şahıslara göre, ya da zamanlara göre bir özellik taşır. İşte bu hükümler
Resûlüllah (A.S.)in kalbine inince, şahıslara has olanı, şahısların
devamlılığıyla devamlılık gösterir. Zamanlara has oîan-ları ise, o zamanların
inkıraz bulmasıyla neshedilir. Bunlar bazen kısa süreli olur, Kur'ân'daki
mensûh âyetler gibi. Bazen de uzun süreli olur, daha önceki şeriatlar gibi.
Hükümlerin böyle olması, onların Levh-i mahfuzdaki sübut bulma keyfiyetine
muhalif değildir.
Umumi mânada olan
ahkâma gelince, dünya durdukça onlar devamlılık gösterecektir. İnsanın konuşur
olması, boyunun dimdik bulunması bu cümledendir. Çünkü göklerdeki ruhlar
âleminin mülkü Allah'a aittir, bunlarda tasarruf eden ancak O'dur.
Yeryüzündeki cisimler âleminin mülkü de böyledir, [455]
Âyette geçen « n e s h
» in delâlet ettiği mâna üzerinde tefsîrcilerin görüşleri farklıdır:
a) Ebû Talhâ'nın İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı
rivayete göre «bir âyeti değiştirmek, yerine başka bir âyet getirmek»
demektir.
b) Mücâhid'e göre, hem lâfzını, hem de hükmünü
silip kaldırmak veya yazılı olarak
tesbît edip hükmünü
değiştirmek, demektir. İbn Mes'ûd (R.A.)den buna yakın bir rivayet
yapılmıştır.
c) Atâ'a göre, «Kur'ân'dan terkedilen âyet»
demektir. İbn Ebî Hatim de buna yakın bir tefsirde bulunmuştur. Ona göre : «Terkedilip de Hz. Muhammed'e indirilmiyen
âyet» kasdediliyor.
d) Suddî'ye göre, indirildikten sonra kaldırılan
âyet, demektir. «Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ettikleri zaman onları
elbette recmedin!» ile
«Ademoğlunun iki vadi (dolusu) altını olsa, ona bir üçüncüsünü (eklemek)
ister...» mealindeki âyetlerin buna misal olduğu rivayet edilir. [456]
Yukarıdaki görüş ve
tefsirlerden başka bir de « n e s h » kelimesinin Arap dilinde delâlet ettiği
mânaları tesbît edecek olursak, âyetin taşıdığı ilâhî beyân daha iyi anlaşılmış
olur. Şöyle ki:
1— Bir kitabı başka bir kitaba nakletmek.
Kur'ân'in Levh-i mahfûz'-dan semâ-i dünyaya nakledilmesi gibi.
2— Hükümsüz bırakmak, gidermek, silmek, bir şeyi
başka bir şeyin yerine geçirip oturtmak.
Güneşin gölgeyi giderip onun
yerine geçmesi gibi..
Âyette geçen «nensah»
ile «nünsiha» fiillerinin i'rabı üzerinde de görüş farkı vardır:
Cumhura göre,
«nensahu» maddesi (nûn) harfinin fethasiyle okunur ki bu bir âyetin hükmünü
kaldırıp tilâvetini olduğu gibi bırakmak veya hem hükmünü, hem de tilâvetini
beraber kaldırmak mânasında zahirdir.
İbn Âmir ise (nûn)
harfini zamme (ötre)siyle okumuştur. Bu, «en-sahtü'l-kitabe»den alınma bir fiil
olup «Kitabı mensûh olarak bulmak», «Kitaba mensûh bir vaziyette rastlamak»
manalarına gelir. Ebû Hâtim'e göre bu şekil okumak gaflettir.
«Nünsiha» maddesini
ise, Ebû Âmir ve İbn Kesîr (nûn), (sîn) ve (hemze) harflerinin fethasiyle
okumuşlardır ki bu «te'hîr == geciktirme» mânasına gelir. Diğer kıraat
âlimleri ise, (nûn) harfinin zammasiyla okumuşlardır ki unutturmak mânasını
ifâde eder. [457]
İlâhî ahkâm'ın bir
kısmında, özellikle kıblenin değiştirilmesinde meydana gelen « n e s h »
olayını, ötedenberi İslâm'ın cihanı aydınlatan nurunu bir türlü gönüllerine
sindiremiyen Yahudiler vurucu bir propaganda belgesi olarak dillerine doladılar
ve her vesileyle bu son dînin ruhları aydınlatan fazilet güneşini karartmak,
onun yayılmasını durdurmak hevesine kapıldılar. Çünkü bu din onların aşırı maddeci
olduklarını, madde uğrunda manevî değerlere kıydıklarını, bu yüzden Tevrat'ı
kendi arzularına göre değiştirdiklerini; böylece hem Allah'a, hem de
peygamberine iftirada bulunduklarını açık belgelerle ortaya koyuyor, onların
menfur emellerine set çekiyordu.
Yahudilerin bu yoldaki
kesîf propaganda mekanizması bütün hızıyla işlerken yeni Müslüman olmuş bazı
kişilerin kafasında birtakım istihfam-larm doğmasına yol açıyor, o kadar ki
henüz meydana gelmemiş hayalî şeylerden sorular soruluyor, n e s h hakkında
lüzumlu lüzumsuz sualler devam ediyordu. Bir peygamberden fazla soru sormanın
ilâhî hikmete ters düştüğü gerçek olduğundan, sonuç olarak birtakım ağır
emir-lerin inmesi endişesi kendini hissettiriyordu. Zira bunun diğer dinler-e
de örneklen mevcuttur. Meselâ Yahudilerin zulüm ve inadından, Musa Peygambere
sordukları yersiz birtakım sorulardan dolayı tırnaklı hayvanların hepsi,
ayrıca sığır ve koyunun iç yağları haram kılınmıştı. En'âm suresi 146. âyette
bundan bahsedilir.
Sorular devam ettikçe
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in endişesi artıyor, yerine getirilmesi güç
buyrukların inmesinden korkuyordu. Nitekim Mâide sûresinde bu hususa temas
edilerek buyuruluyor ki:
«Ey imân edenler! Size
açıklanınca sizi kötümser yapacak (veya üzecek) şeylerden sormayın; ama Kur'ân
indirildiğinde sorarsanız size açıklanır. Allah (daha önce bu kuralı bilmeden)
sorduklarınızdan dolayı sizi) atfetmiştir. Allah çok bağışlayandır, şefkatle,
lûtufla, merhametle sabredendir.»
«Sizden önce bir
millet de onları sormuştu, sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.» [458]
Isrâîloğulları da
yerli yersiz, gerekli gereksiz bir şeyler sormuş ve âdeta Musa Peygamberi
(A.S.) soru yağmuruna tutmuşlardı. O yüzden ilâhî gazaba çarpılıp dinden
çıkmışlardı.
İşte aşağıda meal ve
tefsirini verdiğimiz âyetlerle Cenâb-ı Hak (C.C.) bu hususu mü'minlere
hatırlatarak, böyle bir yola sapmanın imânı küfürle değiştirmeye varacağını
beyân ediyor. [459]
108— Yoksa siz de daha önce Musa'dan sorulduğu
gibi Peygamberinizi sorguya mı çekmek
istiyorsunuz? Kim imânı
küfürle değiştirirse, elbette doğru yoldan sapmış olur,
109— Kitap ehlinden çoğu hak kendilerine apaçık
belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetten dolayı sizi imânınızdan sonra
küfre döndürmeyi çok arzu ederler. Allah'ın (bu husustaki) emri, hükmü
gelinceye kadar (onları) bağışlayın ve (olgunluk gösterip) vazgeçin. Şüphesiz
ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.
Uhud savaşından hemen
sonra Ashab-ı Kirâm'dan Huzeyfe bin Ye-mân ile Ammar bin Yâsır (Allah ikisinden
de razı olsun) savaşın vermiş olduğu yorgunluk içinde yol alırlarken Medine ve
çevresinde bir fitne kazanı halinde yoğun çalışmalar yapan Yahudiler bu iki
zatın önüne geçerek onlara :
— Eğer hak üzere olmuş olsaydınız savaş
aleyhinize dönmez ve siz de mağlup olup böyle perişan gerisin geriye
dönmezdiniz!? Artık bırakın Muhammed'in dinini de doğru yolu gösteren bizim
dinimize girin!
Bunun üzerine Ammar
(R.A.) onlara :
— Sizde ahdi (te'minatlı sözü) bozmak nasıl
karşılanır? Diye sordu. Yahudiler:
— Cok kötü ve ağır bir suç olarak karşılanır!.
Hz. Ammar (R.A.) :
— Peki, ama ben yaşadığım müddetçe Muhammed
(A.S.)ın dininden dönmiyeceğime, onu inkâr etmiyeceğime kafi ahdettim.
Dedi. Yahudiler:
— Ha, bu adam sapıtmıştırl.
Diyerek onu
küçümsediler. Bu kez Hazret-i Huzeyfe (R.A.) söze başladı:
Bar|a gelince, ben
Allah'ın Rab, Muhammed'in Resul, İslâm'ın da d|n olduğuna razı olmuş bir
kimseyim. Kur'ân'ı önder, Kâ'beyi kıble, mu'minleri de kardeş bilirim.
Bu iki büyük sahabi
Resûlüllah (A.S.) Efendimize kavuştuklarında durumu arzettiler. Resûlüllah (A.S.)
onların vermiş olduğu
cevabı tasvip ederek buyurdu ki:
— Hayırlı olanını
söylemiş, korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşmuşsunuzdur!
Bu olay üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [460]
Ayrıca müfessir
Kurtubî'nin tesbiîine göre : Râfi' bin Huzeyme ile Vehb bin Zeyd, Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek şu garip istekte bulunmuşlardı : «Bize gökten bir
kitap getir de okuyalım. Bize ırmaklar akıt (ki suya kanalım). İşte bunları
yaptığın takdirde sana uyarız.»
Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler nazil oldu. [461]
«Müslümanların cürmü
(günahı) en büyük olanı, haram kılınmadık bir şeyden soran ve sorduğu için de o
şeyin haram kılınmasına (sebep olan) kimsedir.» [462]
Muğîre bin Şu'be
(R.A.) diyor ki;
«Resûlüllah
(A.S.)kıyl-u kaal (dedikodu ve faydasız söz)den, malı (lüzumsuz yere) harcayıp
zayi'etmekten ve fazla soru sormaktan menet-ti.» [463]
«Size (açıklayıp)
bıraktığım hususlarla (yetinip) beni (sorguya çekip rahatsız etmeyiniz, kendi
hâlime) bırakınız. Sizden öncekilerden helak olanlar ancak fazla soru sormaları
ve peygamberlerine karşı görüş ayrılığına düşmeleri sebebiyle helak
olmuşlardır. O halde ben size bir şey ile emrettiğimde onu gücünüz nisbetinde
yerine getirin!. Sizi bir şeyden menettiğim zaman, ondan sakınıp uzaklasın!» [464]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz yukarıdaki hadîsi, haccın Allah tarafından farz kılındığını beyân
ettiğinde ashabdan birinin :
— Her sene mi ya
Resûlellah!? diye sormasına karşılık sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa
tekrar etmesine karşılık,
— Hayır, her sene
değil, buyurması ve sonra «Eğer evet deseydim size vâcib olurdu. Vâcib olunca
da buna güç getiremezdiniz» diye açıklaması üzerine, buyurmuştur. [465]
Tefsirini yapmak
istediğimiz âyet-i kerîme iki önemli ahlâkî hususa ışık tutuyor:
Birincisi, Hazret-i
Peygamber (A.S.) Efendimiz ile kendisine uyan bahtiyarlar arasındaki öğretim ve
eğitim metot ve adabını açıklıyor. Peygamber ancak Allah'dan kendisine inen
buyrukları eksiksiz ve fazlasız teblîğ etmekle yükümlüdür. Kendiliğinden birşey
söylemez; dîn işlerinde ilâhî vahyi bekler; dünya işlerinde ise' ekseri
etrafında bir irfan halesi olan arkadaşlarıyla istişarede bulunurdu. Kur'ân-ı
Kerîm'de peygambe-' rin bu prensibinden sık sık bahsedilir.
«O, (peygamber) kendi
hevesine uyarak söz söylemez. O, ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.» [466]
Mealindeki âyet
bunlardan biridir.
Kur'ân-i Kerîm'in bu
husustaki açık beyânlarından ve bu beyânların taşıdığı ilâhî metottan
yararlanarak hocayla talebesi arasındaki öğretim ve eğitim münasebetlerini
değerlendirecek olursak; hocanın öğretim ve eğitimde uygulayacağı metot ve
ahlâkî prensipleri şöyle sıralıyabiliriz :
1. Peygamber (A.S.) nasıl ana kitaptan almadan
konuşmaz ve ders vermezdiyse, öğretmen de
işleyeceği konuyu ana
kaynaklardan tesbît edip iyice
hazmetmeden talebesi karşısına çıkmamalıdır. Aksi halde kusurlu bir öğretim ve
kusurlu bir eğitime yol açar. Talebe hem bilgisiz, hem de sağlam bir terbiyeden
mahrum yetişebilir.
2. Öğretmen eğitim sisteminin ışığı altında derslerini işlerken talebesine soru sorma ahlâkını
öğretmeli ve lüzumsuz soru sormanın, asıl işlenecek konuyu verimsiz haie
getireceğini zaman zaman örneklerle anlatmalıdır. Zira talebenin ders
esnasında edineceği güzel itiyatlar bütün bir ömrü boyunca kendisine rehber olur.
3. Talebeye ağır gelecek, onun ufkunu
daraltacak, hayata olan bağ-ıJıgtnı zayıflatacak sözlerden kaçınmalı, her
defasında ona hayatın yo-unu ilim ve fazilet meş'alesiyle aydınlatmak, azim ve
gayretini kamçılamak için yeni yeni buluşlar getirmelidir.
Talebenin bu sistem
içinde izleyeceği ahlâkî prensipler ise şu olmalıdır :
1— Hoca soru faslını açmadan talebe soru
sormamalı, sorması gereken bir husus varsa en müsait vakti seçmesini
bilmelidir.
2— Hocayı, asıl işleyeceği konudan
uzaklaştıracak, dersin ahengini bozacak sorularla meşgul etmemelidir. Hazret-i
Peygamber (A.S.) Efendimiz bir meseleyi
anlatırken veya ilâhî vahyi teblîğ ederken mecliste hazır bulunanlardan hiç
kimse konuşmaz, Resûlülfah'ın
(A.S.) sözü bitinceye kadar tek soru sormazlardı.
3— Hocadan bir şey sormak gerektiğinde,
sadece bunun için en müsait vakti seçmek kâfi değildir.
Soru tam bir edep ve terbiye kaidesi içinde sorulmalı, hocayı rencide edecek
her türlü söz ve davranıştan kaçınmalıdır.
İkincisi, haset
ateşinin iç varlığı istilâ etmesi neticesinde birçok gerçekleri inkârdan
gelme, hakkı kabulden kaçınma, diğer bir tabirle güneşi balçıkla sıvamaya
kalkışma hastalığı başlar. Nitekim İsrâîloğullan'nın manevî varlığını bu
hastalık sardığı ve müzmin bir hal aldığı içindir ki onlar hem Tevrat'ın
taşıdığı hükümlerle amel etmediler, hem de Kur'ân'a ve tebliğatçısı Hazret-i
Peygambere (A.S.) iftiradan çekinmediler. Yukarıdaki âyet onların haset, kin
ve iftira ateşi içindeki saldırılarını tasvîr ederken Müslümanlara böyle bir
ateşe düşmekten korunma yollarını gösteriyor. Hazret-i Peygamber (A.S.) ilim
ve hikmetin, hak ve adaletin memleket ve milliyeti olmadığına dikkatleri
çekerken, «Hikmetli söz mü'minin yitiğidir; onu nerede bulursa alır.» [467]
Mealindeki hadîsini
değer ölçüsü olarak ümmetinin önüne koyuyor. Bu ölçü elde bulundurulduğu
devirlerde Müslüman memleketlerde ilim ve ahlâka büyük hizmetlerde bulunulmuş,
ilerleme sağlanmış; terkedildiği devirlerde ise gerileme başlamıştır.
Görülüyor ki İslâm kin
ve hasede yer vermemiş, gıpta etmeyi mubah saymıştır. Çünkü gıpta insanı
fazilet ölçüleri içinde hayata hızlandırır; başkasının elindeki nîmetin bir
benzerine erişmenin yollarını meşru bir şekilde kolaylaştırır.
Sahîh hadîs
kitaplarının tesbîtine göre, büyük sahabi Enes bin Mâlik (R.A.)den şöyle
rivayet edilmiştir:
«Biz bir gün
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yanında oturuyorduk. Bir ara buyurdular ki:
«Şimdi şu İki tepeciğin arasından cennet ehlinden bîr adam üzerimize çıka
gelecektir!» Bu haberden hemen sonra ayakkabıları sol elinde, sakalından da
abdest suyu damlar vaziyette Ansardan bir zat çıkageldi; selâm verip (oturdu).
İkinci gün yine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aynı haberi verdiklerinde yine o
adam aynı vaziyette çıkageldi. Üçüncü gün de aynı şeyi tekrar etti. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) aramızdan kalkıp gidince, Abdullah bin Amr (R.A.)
merak ederek o adamı takibe koyuluyor. Şimdi Hazret-i Abdullah'ı dinliyelim, o
olayı şöyle anlatıyor:
«O adamı takip edip
birara kendisine dedim ki, babamdan incindiğim için üç gün yanma gitmemeye
yemin ettim. Uygun görürseniz beni evinize misafir olarak kabul buyurun! Adam,
memnuniyetle bu isteğimi kabul etti; beraberce evine gittik. Üç gece on.jrda
kaldım; hiçbir gece onun kalkıp ibâdet ettiğini göremedim. Ancak yatağına uzanırken
Allah'ı anardı, o kadar. Sabah ezanı okununcaya kadar uyurdu. Fakat hep hayır
söyler, iyilik isterdi. Üç gün geçince artık- onun amelini küçümsemek ister gibi
bir duyguya sahiptim. Kendisine :
— Ey Allah'ın
kulu! Benimle babam arasında bir öfke ve incinme, darılma ve nefret
mevcut değildir. Ben Resûlüllah (A.S.)ın sizin hakkınızda şöyle şöyle
buyurduğunu duydum da sizin amelinizi öğrenmek istedim, fakat fazla bir amelinizi
göremedim. Sizi bu
mertebeye ulaştıran amel nedir?
diye sordum.
O bana şu cevabı
verdi:
— Amelim gördüğünüz gibidir. Ancak ne var ki
benim kalbimde hiçbir Müslümana karşı Allah'ın onlara verdiği nîmeî sebebiyle
ne bir kusur, ne de bir haset mevcuttur.
Hazret-i Abdullah
(R.A.) :
— Evet, işte sizi bu mertebeye ulaştıran sadece
belirttiğiniz ameli-nizdir; onu işlemek cidden zordur. [468]
dedi. [469]
İçten gelen temenni ve
istek, demektir. Râgıbın Müfredat'ın 3 da
«vedd», bir şeyi sevmek ve temenni etmek olarak mânalandırıl-mıştır.
Set:
N'metin' °na hak kazanmış veya lâyık olmuş kimsenin elin-Ç'kıp gitmesini
temenni etmek, bazan da bunun için çaba sarfetmek.
anlamına gelir. Bunun
içindir ki «Mü'min gıpta eder, münafık
haset...» denilmiştir. [470]
Haset iki kısma
ayrılır: Biri övülmeğe, diğeri yerilmeğe lâyıktır. Yerilmeğe lâyık olanı,
yukarıdaki tarîften de anlaşıldığı gibi Müslüman kardeşinin elinde bulunan
nimetin zeval bulmasını temenni etmektir. Böyle bir temennide nimetin kendisine
ulaşmasını arzu etmiş olsun olmasın farketmez. Cenâb-ı Hak bu anlamdaki hasedi
şu âyetle yermiştir: «Yoksa Allah'ın insanlara cömertçe sunduğu nîmet ve bol
ihsanına karşı haset mi ediyorlar?» [471]
Övülmeğe lâyık olanı
ise, Peygamber (A.S.) Efendimizin şu hadîslerinde belirtilmiş olanıdır ki
gıpta mânasını ifâde eder:
«Haset (gıpta) ancak
iki kimse hakkında (mubahtır): Biri, Allah'ın kendisine mal verip onu (hayırlı
işlerde) gece ve gündüzün (muhtelif) saatlerinde harcayan adam; diğeri Allah'ın
kendisine (ilim ve) Kur'ân verip onunla gece ve gündüzün (çeşitli) saatlerinde
amel eden adam...» [472]
Afv: İşlenen suç ve
kusurdan dolayı muahaza etmemektir. Safh ise, başkasının işlediği suç ve
kusurun bıraktığı te'siri içten giderip, intikam duygusunu atmaktır. [473]
Yahudilerin iman
nîmetine ve izzet bulan İslâm devletine karşı İçlerinin bütün kin ve hasediyle
karşı çıkmaları, bu nîmet ve devleti kökünden kurutmak için çevirdikleri
entrikalar, düzdükleri yalan, şüphe ve iftiralar, Müslüman cemaatin dikkatini
toplamış ölçüde idi. Meselenin yavaş yavaş içyüzü anlaşılıyordu : Yahudiler
kendi zanlannea en mükemmel semavî dîn olarak Museviliği görüyor ve bu dinin
rakipsiz kalmasını arzu ediyorlardı. İslâm güneşinin her geçen gün biraz daha
hakikat ufkunda yükseldiğini görünce hased ve kinleri kat kat arttı, yeni dine
çılgınca bağlanan Müslümanları tekrar küfre ve cehalete döndürmenin yollarını
araştırmağa koyuldular.
Cenâb-ı Hak ezelî ve
ebedî ilmiyle onların iç âleminde dönen haset, kin ve iftira dolaplarını
yukarıda geçen âyetlerle tasvîr buyurunca; Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin
tezgahında şekillenen. Onun benzer kabul et-miyen tedrîs rahlesinde yetişen
mü'minlerin kalbinde Yahudilere karşı beliren düşmanlık hissi hat safhaya
varmıştı. Fakat İslâm yıkıcı, öldürücü, tahrip ve yağma edici, bozup dağıtıcı
değil; yapıcı, hayat verici, koruyucu, birleştirici ve ıslâh edicidir. Bu
prensip İslâm'ın fazîlet mücâdelesi vetiresinde asla şaşmadığına göre, Allah
(C.C.) mü'minleri Yahudilere karşı bir tecavüzden alıkoymak; vakti gelmeden,
ortam müsait olmadan bir silahlı çatışmaya başvurmaktan men'etmek; bundan önce
barış ve huzur yollarını araştırmak için onları sulh ve selâmetin, adalet ve
faziletin iki manevî bağıyla bağladı:
Birincisi, Allah'ın
emri (hükmü) gelinceye kadar Yahudileri affetmek, onların işleyegeldikleri
teeavüz ve küstahlıklarından dolayı mü'minlerin kalbinde meydana gelen nefreti
söküp çıkarmak..
İkincisi, Namaz,
zekât, sadaka ve her türlü iyilik ve âlicenaplığın ruhları cilalayan, gönülleri
fetheden, vicdanları temizleyen yüksek tesirini artırmaya devam ettirmek..
İşte aşağıdaki âyet-i
kerîme ile bu iki bağın olumlu tesirlerine işaret edilmekte, ruhlar üzerindeki
aydınlatıcı neticesine dikkatler çekilmektedir. [474]
110— Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden ne gibi bir hayır
gönderirseniz Allah katında onu bulacaksınız; şüphesiz ki Allah işlediklerinizi
çok iyi görüp bilir.
Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz ashabına sordu :
«Hanginizin, vârisine
ait malı, öz malından kendisine daha sevimlidir?»
Ashab-ı kiram cevap
verdi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizden hiç birimizin vârisinin malı öz malından kendisine daha sevimli
değildir.»
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :
«Hayır, hepinizin de
vârisinin malı, onun öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü : Senin malın
ancak önden (Allah için) gönderdiğindir. Vârisin malı ise, geriye
bıraktığındır.» [475]
Müfessir Kurtubî'nin
tesbîtine göre :
İkinci Halîfe Hazret-i
Ömer (R,Â.), Baki' kabristanına gelerek onlara şöyle seslendi:
— Ey kabir ehli! Bizim yanımızdaki haberler
şunlardır: Dul kalan karılarınız evlendiler, evlerinize başkaları yerleşip
oturdu, mallarınız ise vârisler arasında bölündü..
Bunun üzerine Ömer'e
(R.A.) şöyle ilham geliyor:
— Ey Hattab'ın oğlu! Bizim yanımızdaki haberler
de şunlardır; Şüphesiz ki (Allah için) harcadığımızdan dolayı kâr
sağlamışızdır. Geriye bıraktığımız mal ve servette ise zarar etmişizdir. [476]
Bir başka hadîste de
buyuruluyor ki :
«Kul öldüğü zaman,
halk geriye ne bıraktı? diye sorar. Melekler de önden ne gönderdi? derler.» [477][478]
Maddeyle mâna, bedenle
ruh, fizikle metafizik arasında denge
kurmak...
Bugün artık modern
psikologlara göre de metafizik zaruridir. Çünkü insan sadece organik tekâmülün
neticesi değildir. Öyle olsaydı tekerrür edecek, fakat tekâmül etmiyecekti. O
halde şuursuz bir tekâmül mümkün değildir. Şuur kendini kontrol ettiği,
metafiziğe yöneldiği zaman ideale doğrulmuş
kuvvetler bulur. Böylece
varlık âleminin mekanizmadan
ibaret olmadığını
anlar.
Fakat şuurun ideale
doğrulmuş kuvvetlerden yardım almasının yolu nedir ve bu kuvvetlerden neleri
kasdediyoruz? Önce ifâde edelim ki metafiziği olduğu gibi sadece şuurla
anlamak ya da kavramak ve bu hususta imân derecesinde sağlam bir inanç elde
etmek çok zordur. Çünkü insan aklının sahası sınırlıdır. Metafizik ise sınırsızdır.
Bu bakımdan onun kapısını şuura açacak, gerçeklerini işleyecek, mânalarını
dokuyacak ilâhî beyanlara ihtiyaç vardır. İşte bunun içindir ki dinin lüzumu
belirginleşir ve ibâdetten maksadın ne olduğu meydana çıkmış olur.
O halde gerçek
tekâmülün bu kuvvetin şuura el uzatmasıyla, ona doğrultusunu belli etmesiyle
gerçekleşebileceğini söyliyebiliriz. Meselâ : Allah'ın varlığına ve birliğine
imân, tekâmülün anahtarıdır. O'na ibâdet bu tekâmülün hedefidir. O halde
Allah'a inanmıyan kimse, ilim ve teknikte ne kadar ilerlerse ilerlesin o
tekâmülün asıl anahtarını bulamamıştır. İbâdet etmiyen kimse de tekâmülü
hedefine götürmemiştir. Bunun için Allah (C.C.) imân edenlere tekâmülün
hedefini sık sık hatırlatarak : «Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz
için önceden ne gibi bir hayır gönderirseniz Allah katında onu bulacaksınız.»
buyuruyor.
İslâm her vesileyle
fizikle metafizik arasında dengeyi k'urar ve bu açıdan beşer hayatını en uygun
bir şekilde tanzîm eder. [479]
Yirminci asrın son
yarısında feza yarışına başlıyan milletler gerek ekonomik organizasyonlarda,
gerekse endüstri kuruluşlarında büyük bir enerji ve gayret sarfetmektedirler.
Dışarıya, yani insanın dış dünyasına karşı kullandığı bunca enerjinin onda
birini iç dünyasını, düşünce ve temayüllerini berraklaştırmaya, imân ve yüksek
ahlâk ile beslemeye kullanmış olsalardı, insan nesli daha iyi günlere doğru
güven içinde adım atacak, dünyayı saran materyalizm fırtınası durmaya mecbur
olacaktı.
O halde tek taraflı
gelişmenin kurtarıcı olmadığı artık bilinmeli ve ona göre kurtuluş çareleri
aranmalıdır. Yukarıda mealini verdiğimiz âyet-i kerîmede beşer enerjisinin iki
taraflı gelişme yollarında kullanılmasına işaret edilmekte, milletler
arasındaki münasebetin ancak bu ahlâk ile düzene gireceği belirtilmektedir.
Kötülüğe karşıhk
kötülük; kin ve hasede karşılık kin ve haset gütmek tek taraflı gelişmenin
neticesidir. İslâm dini bunu en ma'kul şekilde yasaklar. Atalarımızın dediği
gibi, «kan, kan ile değil su ile temizlenir.»
Tarih boyunca enerjilerinin
çoğunu dışarıya karşı kullanıp iç yapılarını ihmal eden ve bu sebeple diğer
milletler için bir çeşit huzursuzluk kaynağı haline gelen Yahudilerin kafa ve
gönüllerde şüphe fırtınaları meydana getiren, huzur ve sükûnu bozan kin ve
haset dalgalarına karşı fazilet mücadelesini sağlam bir iman, yüksek bir
irfanla uygulamak, iki taraflı gelişmenin şaşmaz yoludur. O halde beşer
enerjisinin bir kısmını onun iç âleminin ıslâhına çevirmek için iki şeye
ihtiyaç vardır: İman ve irfan. Bu ikisini mutlak saadete giden bir vasıta kabul
edecek olursak, namaz, zekât ve diğer iyilikler bu vasıtanın yakıtıdır.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'de
bu yakıttan bahsediliyor. Çünkü iman ve irfan aracı bu yakıtlarla çalışacak
olursa insan enerjisi iki taraflı gelişmeye sarfedilmiş olur; bu, sadece kin ve
haset gibi kötü vasıflan silmek ya da zararsız hale getirmekle kalmaz, aynı
zamanda dünyada da, âhirette de mutlu yaşamanın sırrını öğretir.
Yahudiler bu hususta
da Tevrat'ın ve sonraları Kur'ân'ın sunduğu benzen yakıtlara iltifat
etmedikleri için fazîlet ve irfan yolunu kaybedip Allah'ın gazabına
çarpıldılar. [480]
Namaz ruh sağlığının
ve düşünce terbiyesinin; zekât ve sadaka sosyal yapının; Allah hoşnutluğuna
erişebilmek için önden gönderilen hayır ve iyiliğin ve bir bakıma millî
varlığın te'minatıdır. Tarihimizde yapılan bunca hayır müesseseleri, cami ve
kervansaraylar, hamam ve kimsesizler yurdu, sebil ve kanallar ve bütünüyle
vakıf tesisleri, millî varlığımızı bugüne kadar devam ettiren sağlam belgeler
ve çürümez temellerdir.
Buna karşılık mukaddes
mefhumların, manevî değerlerin, millî hasletlerin rağbet görmediği
cemiyetlerde ruhî denge bozulur, sosyal yapı temelinden sarsılır, millî varlık
bir masa! ve efsaneden ibaret kalır. Madde ön plâna alınır, değer ölçüleri
sadece para olarak belirlenir. Şahsın yarar ve çıkarı gaye kabul edilir. İrfan
dumura uğrar. Millî bünyenin temeline anarşizm iner. Durum böyle ofunca bir
hayat ve geçim mücadelesi başlar. Mide ve şehvet kaygusu bütün fertleri sarar;
ilim, ahlâk, fazilet, hayır ve iyilik, âhiret ve hesap manasız kelimelerden
ibaret kalır.
İşte böyle olan
cemiyetlerde ilim ve teknik bütün güç ve hızıyla insanlığı imha etme yolunda
ve maksadında kullanılır. «Sen yaşama, ben yaşayayım; ben doyayım, sen acından
öl!» fikri dimağlara kök salar. Yahudilerin tarih boyunca bütün zekâ ve
yeteneklerini bu yolda kullanmalarının tek sebebi işte budur. Kendi millî
varlıklarının devamı ve mutlulu-
ğu uğruna her şeyi
mubah gören, her vasıtayı meşru' sayan bir millet olmuştur.
Bunun içindir ki
Cenâb-ı Hak, İslâm devletini, iman nimetini Müslümanlara lütfederken
Yahudilerin asıl içyüzünü ve bunun sebeplerini de hatırlatıyor ve hemen sonra
hoşgörülü olmayı, kin ve hasetten uzak kalmayı emrediyor. Bunun tek ilâç ve
reçetesini de namaz ve zekât gibi ibadetlere bağlıyor. [481]
«Şüphesiz ki Allah
işlediklerinizi gereği gibi bilir.»
Varlık âleminde
meydana gelen bir olay, hafızalardan silinse bile kaybolmaz. İnsanların
işlediği şeyler ve kafalarından geçen .düşünceler üç yerde tesbît edilir: Biri,
insanın kendi dimağında ve ruhunda, buna şuur da diyebiliriz. Diğeri, koruyucu
meleklerle, iyilik ve kötülükleri yazan melekler tarafından kaydedilir.
Üçüncüsü ise, Allah'ın keyfiyeti bilin-miyen Levh-i mahfuz adlı anadefterine
kaydedilir. O halde beşer ruhu ve onun dimağı bir nev'i, Allah'ın, olayların
kaydedilmeye yarayan defteridir. İlâhî ilim ve irade varlık âleminin her
zerresine nüfuz etmiştir. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar dahil
her şey O'nun ilim ve iradesiyle mutlak bir irtibat halindedir. Ruhumuzun
bedenin bütün hücrelerinden haberdar olması bile buna bir misal olamaz. Çünkü
ölen hücrelerden ve onların yerine gelen yeni hücrelerden ruhun haberi olmaz.
O bakımdan ilâhî ilmin nüfuz ve tesiri misal kabul etmez. O her şeyi gereği
gibi bilendir.
Denildiği gibi
herkesin amel kitabı kendi iç âlemindedir. O ne eksik, ne de fazla kaydeder.
Bir bant gibi akseden sesi olduğu gibi tesbît eder. [482]
Yukarıda geçen âyetle,
kin ve haset gibi iki manevî hastalığın hakikatleri nasıl örttüğünü, bu yüzden
beşerî münasebetlerde derin uçurumların meydana geldiğini; hak ve adalet üzere
olan mü'minlerin bu uçurumu kapamak için af ve müsamaha ile hareket
etmelerinin lüzumunu beyan eden Cenâb-ı Hak (C.C.), buna ilâveten iki güzel
vasfın tatbikatta feyizli örneklerini vermeleri için mü'minlere namaz ve zekât
ibadetlerini yerine getirmelerini emretmiştir. Çünkü namaz ile zekât insanı
hissî
davranışlarda
bulunmaktan, madde ile mâna arasındaki dengeyi bozmaktan alıkoyar. Beşerî
münasebetlerde en sağlam köprünün kurulmasını sağlar.
Aşağıdaki âyetlerle de
bâtılda ısrar eden ve aslında semavî din olarak aynı esasta birleşen
Yahudilerle Hıristiyanların, dinlerin tekâmül seyrini, aşırı taassupları
yüzünden dikkate almadıkları, sadece İslâmiyete karşı değil birbirlerine karşı
da hayırhah davranmadıkları, hasmane bir takım metotlara başvurdukları ifâde
ediliyor. Ve bundan sonra bütün dindarlar için hak olan müşterek tek yol
gösteriliyor: Kim bütün varlığıyla kendini ilâhî buyruklara verir, tam bir
teslimiyet içinde gerçek iyiliğin basamaklarında yükselirse onlar için Rabları
katında büyük mükâfatlar va'dediliyor.
Ayrıca âyetler
arasındaki münasebeti diğer,bir açıdan inceliyecek olursak şu gerçek ile
karşılaşırız:
Yahudilerle
Hıristiyanlar Kur'ân'm göz kamaştırıcı iâhutî füyuzatı, Hazret-i Muhammed
(A.S.)ın havsalaya sığmayan yüksek başarısı ve terbiyedeki üstün ve o nisbette
işlek metodu karşısında şaşırıp imân edecekleri yerde inkâra, saygı
duyacakları yerde hayasızca yalan ve iftiraya başladılar. Bir taraftan İslâm'ın
şan ve izzetini küçük düşürmek için her çareye baş vururken kendilerini en
mesut bir millet olarak tanıtmaya, kurtuluşun sadece kendi dinlerine uymakta
olduğunu yaldızlı cümlelerle iddiaya heveslendiler.
Ünlü Fransız düşünür
ve tarih felsefecisi Gustave le bon, Hıristiyanların aşın taassuplarını ve bu
yüzden dünyayı nasıl kana boyadıklarını, medeniyete emsal kabul etmiyen ölçüde
hizmet etmiş bir ümmeti yok etmek için nasıl bayağılaştıklarını ifâde ederken
diyor ki:
«Barbar bir âlem,
tebcil hatırası tarihe şan ve şeref veren yüksek bir medeniyeti tahribe
koşuyordu. Bu kin ve gazap selinin önüne medeniyet ve İslâmiyet namına TÜRKLER
çıktılar.»
İşte yükselmiş ilim ve
fazîleti, şerefli bir medeniyeti yıkmaya azmeden bu zavallı, ehl-j kitap
topluluğu kendini Allah'ın çocukları ve O'nun en yakın dostları olarak
tanıtıyor ve bu gayret içinde hakikati gizlemeye çalışıyorlardı. Mâide
sûresinde buna temasla buyuruluyor ki:
«Yahudi ve Hıristiyanlar,«Biz Allah'ın oğullan
ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyle ise neden Allah günahlarınız sebebiyle
size azap ediyor?» [483]
Onların bu kısır
anlayış ve haset dolu tutum ve iddialarını tasvîr eden Cenab-ı Hak buyuruyor ki
: [484]
111— (Yahudilerle Hıristiyanlar) dediler ki:
«Yahudi ve Hıristiyan olanlardan başkası elbette Cennet'e giremez.» Bu,
onların kuruntularıdır. De ki: (Eğer bu iddianızda) doğru kimselerseniz haydi
kesin bilgi veren delillerinizi getirin!
112— Hayır, (nereden onu getirebilirler?) Kim
Allah'ı görürcesine (bir duygu
taşır da ibâdet ve günlük işlerinde) kendini Allah'a verip tam bir teslimiyet gösterirse, işte onun için
Rabbi katında mükâfat vardır.
Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.
Necrân Hıristiyanlarından
bir topluluk, Yahudilerden bir grup kimseyle Resûlüllah (A.S.)ın meclisinde
biraraya geldiklerinde aralarında sert tartışma oldu, birbirlerini yalanlamaya
ve diğerinin bâtıl üzere olduğunu iddiaya kalkıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki
âyet indi. [485]
[1] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98
[2] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98
[3] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98
[4] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. 1, S. 98
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/39-40.
[5] İmâm Ahmed bin Hanbel Müsned'i - Tefsîr-i Kurtubî : C.
1, S. 152
[6] Tirmizî 2881 numaralı hadîs : Hakîm bin Cübeyr'den
[7] Tirmizî - Nesâî : Sehl bin Ebî Sâlih'den.
[8] Nesâî - Hâkim Fi'1-Müstedrek
[9] Sahîh-i Müslim : Ebû Umâme el-Bâhilî'den.
[10] İmâm Ahmed bin Hanbel - Ebû Nuaym : Hz. Bureyde
(R.A.)den
[11] Dâremî : Şa'biy'den..
[12] tbn Abdilberr, el-lstiab'da..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/40-41.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/42.
[14] Zümer sûresi, âyet:
23
[15] el-Futuhatü'l-İslâmiyye / Zeynî Dahlan : C. 1. S. 14
[16] Rûhu'd-dîni'l-İslâm adlı eserden özetlenmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/42-46.
[17] Rahman sûresi, âyet: 5
[18] Buhari- Nesâî: Ebû Bekre'den- Buharî - Müslim - Ibn Mâce : Ebû
rivayet etmişlerdir. Câmiussağir : C. 1, S. 81
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/47-48.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/48-49.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/49-50.
[22] Münâfikûn sûresi, âyet: 1
[23] Bakara sûresi, âyet: 146 Bu âyette geçen «Ya'rifunehu» fiilinin sonundaki üçüncü
şahıs zamiri-ı n Hazret-i Peygamber'e râci' olduğunu ve bu takdirle şöyle manalandırılması
erektiğini kaydedenler var:
«Kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi öz oğullan gibi
tanırlar.»
[24] Fetih sûresi, âyet: 4
[25] Enfâl sûresi, âyet: 2
[26] Sahîh-i Müslim : 1/8
[27] Sahîh"i Müslim - Ebû Davud - Nesaî - İbn Mâce :
Ebû Hüreyre (R.A.) _ Câmiussağir : 1/12
[28] Zümer sûresi, âyet: 22
[29] Enfâl sûresi, âyet: 4
[30] Nisa sûresi, âyet:
151
[31] Fazla bilgi için bak:
Şerhu Vasiyyet-i İmâm Ebû Hanîfe
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/50-52.
[32] Câsiye sûresi, âyet: 24
[33] Sahîh-i Buharı :
C. 1, S. 17
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/52.
[34] Risâletü'I-Kuşeyriyye : «Takva» maddesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/52-54.
[35] SafvetüIı"Beyân Fi-Tefsîri'l-Kur'ân : Sahife
64'den sadeleştirilerek alınmıştır.
[36] er-Risaiettn-Kuşeyriyye : S. 37
[37] Risâletü'l-Kuşeyriyye : S. 83
[38] Aym eser : S. 83-84
[39] Aynı eser : S. 83-84
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/54-56.
[41] Tefsîr-i Keşşaf :
C. 1, S. 72-73
[42] Kaad-ı Beyzavî Tefsiri : S. 6
[43] Rûhın-Maanî Li'1-Alûsî ; C. 1, S. 100
[44] Tefsîr-i Kebîr : C
2 S 5
[45] Rûhu'l-Maanî Li'1-Âlûsî : C. 1,- S. 100
[46] Tefsîr-i Ebû Suud
[47] Ra'd sûresi, âyet: 17
[48] Tefsîr-i Kebîr / Fahruddîn Râzî : C. 2, S. 3
[49] Bu hususta fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr C. 2,
S. .4-14
[50] Tefsîr-i Ebû Suud
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/56-59.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 1/59.
[53] Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, İbn Kesîr : C. 1, S. 42
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/59-60.
[54] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 164
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/60.
[56] »
» : C.
1, S. 177
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/60.
[58] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 178 -<Tefsîr-i Kebîr
Li-Fahrüddîn Râzi : C. 2, S. 36
[59] Aynı tefsir : C. 2, S. 36
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/60-61.
[60] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 182
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/61.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/61-62.
[63] Tefsîr-i Kebîr / Fahruddîn Râzî : C. 2, S. 46
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/62-63.
[65] İbn Ebî Hâtîm - Tefsîr-i tbn Kesîr : C. 1, S. 45
[66] Tefsîr-i İbn Kesir :
C. 1, S. 46
[67] Tefsîr-i Kurtubî : C. I, S. 188
[68] Buharı - Müslim : Hazret-i Huzeyfe (R.A.)den. Tefsîr-i
İbn Kesîr : C. 1, S. 46
[69] Tirmizî - Nesâî : Kuteybe'den. İbn Mâce : Hişâm bin
Ammar'dan..
[70] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1. S. 46, İbn Cerîr'den
[71] BUharî/iman :
39- Müslim/müsakat : 107- İbn
Mace/fiten: 14- Dâremi/büyü:1
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/63-65.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/65-66.
[73] Ahmed b. Hanbel
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/66-67.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/67-68.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/68.
[76] Müfredat-! Ragıb : Küfür maddesi.
[77] Bakara sûresi, âyet: 34
[78] Umeyye zaman-ı saadet yetişen Kureyş şairlerindendir.
Zeki bir adamdı Eşyanınhakikatine dair bazı şeyler keşfetmiştir. Putlara tapmanın bâtıl oldugunu anlamış ve bir ara peygamberlik
dâvasına kalkışmıştı. Hazret-i
Peygamber (AS)
Medıne'ye teşrif edince, Umeyye'nin ümitleri kırılmış, bu arada İslamı kısmen
tasdîk etmiştir. Bak: Kamusu'l-A'lâm : C. 2, S. 1044
[79] Fazla bilgi için bak:Ruhul Mani Tefsiri,C.
1,S.139.Ayrıca Tefsiri Kebir C.2,S.49-51
[80] Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî : C. 1, S. 137
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/69-72.
[81] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 47
[82] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 192
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/72-73.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/74-76.
[84] Sahîh-i Buharî : Ebû HÜreyre (R.A.)den.
[85] Sahih-i Buhari: Abdullah bin Amr (RA) den
[86] Tefsir-i Kurtubi:C.1,S;198
[87] Tefsir-i Kurtubi ; c. 1, s. 199
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/76-77.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/77-78.
[89] Nahl sûres1' âyet: 106
[90] Tirmizi :C. 7, S. 262 - Hadîs no: 2601 / Ebû Saîd
el-Hudrî'den
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/78-80.
[92] Bakara sûresi, âyet:
9
[93] Nisa sûresi, âyet: 145-146
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/80-82.
[95] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim : Ebû Hüreyre
(R.A.)den
[96] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber : C. 1,
S. 7-8
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/82-83.
[97] Fazla bilgİ için bak:
Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 127,Kaadi Beyzavî Tef_ n-nas» maddesi. Kamus
Tercemesi: C. 2, S. 1026 .
[98] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 48
[99] Fazla bilgi için bat: Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 198
[100] Tefsir"i Rûhu'l-Maanî / Âlûsî: C. 1, S. 151
[101] Tefsîr-i Keşşaf ; C. 1, S. 137 - Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî
Li'1-Âlûsî : C. 1, S-151
[102] Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 138
[103] Tefsîr-i tbn Kesîr ; c. 1, S. 50
[104] s
p » »
[105] Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 141
[106] Ebû Suud Tefsîri - Kaadı Beyzavî Tefsîri
[107] Bakara sûresi, âyet: 194
[108] Şûra sûresi, âyet: 40
[109] Muttaffifîn sûresi, âyet: 29, 30
[110] *
» » 34
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/83-88.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/88.
[113] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 224 - Tefsîr-i Kebîr
/ Fahruddîn Râzi : C. 2, S. 86
[114] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 54
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/90.
[115] İbn Ebi Hâtim " Tefsîr"i lbn Kesîr : a *' s-
55
[116] Dahhak'dan İbn Kesîr rivayet etmiştir. Hadîs olduğu
şüphelidir. Dah-hak in görüşü olduğunu söyliyenler var.
[117] Müsned-i tmâm Ahmed bin Hanbel
[118] Ibn Cerîr - tbn Ebî Hâtim – Katad
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/91.
[119] Ra'd sûresi, âyet: ıs
[120] Bu hususta fazla bilgi için bak: Allah'ın Güneşi Avrupanın
üzerinde S.95-96/ Sıgrıd HUNKB
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/92-93.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/94-95.
[122] Geniş bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr : C. 2, S.
94 Tefstr-i Kurtubî : C. 1, S. 224
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/96.
[123] Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü : Nûr maddesi.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/96-98.
[124] Yûnus .sûresi, âyet: 5
[125] Hadid sûresi, âyet: 12
[126] Tahrîm sûresi, âyet: 8
[127] Bu mısra'larm Arapça metni, Terceme-i Kamus'da yazılıdır : C. 2, S.
[128] Kaadı Beyzavî Tefsiri - Tefsîr-i Keşşaf
[129] Bak: Müfredat-i Râğıb : Kadr maddesine
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/98-101.
[131] Bak:Al-i Imrân: 20, Mâide: 92, 99, Ra'd: 40, Nahl: 25,
82, Nûr: 54, An-ı<, çüra: 48, Tağabun: 12
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/101.
[133] Fazla bİlgi için bak:
Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî Li'1-Âlûsî:
C. 1, S. 181-182 r-I Kebir: C. 2,
S. 98-99
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/103.
[134] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim : îbn Mes'ud (R.AJden.
[135] Sahîh-i Müslim - İbn Kesîr : Muaz bin Cebel (R.A.)
den.
[136] Sahîh-i Müslim - Tefsîr-i îbn Kesîr.
[137] SÜnen-i Nesâî - SÜnen-i îbn Mâce : îbn Abbas (R.A.)
dan.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/103-104.
[138] Tefsîr-i îbn Kesîr : C. 1, S. 58-59
[139] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1/58-59
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/104-106.
[141] Bak: Tehâfütü'I-Pelâsife / İmâm Gazâlî - Üç Tehafüt
Bir Arada
[142] Tarihî Maddeciliğe Reddiye
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/106-110.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/110-112.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/112.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/112-113.
[147] Ebû Leys Semerkandî : Muhammed bin Lebîd'den..
[148] Tefsîr-i İbn Kesîr Hafız İmaduddîn : C. ı, S. 58
[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/113-114.
[150] Fazla bilgi için bak: Er-RisaletÜ'l - Kuşeyriyye : S.
134 / «Tevhîd» maddesi.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/114-115.
[151] Keşşaf - Kaadı Beyzâvî - Tefsîr-i Kebîr
[152] Keşşaf Tefsîri
[153] Keşşaf ve Medarik
[154] Daremî / Pazail'i Kur'ân : l/35^Tirmizî /
Sevâbti'i-Kur'ân: 14
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/115-120.
[156] Bilgi edinmek içln bak: el –İbriz’e
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/120-121.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/121-122.
[159] İbn Ebi Hatım: Ebû Hüreyre (R-A-)den. îbn Kesî
[160] Evzai İbn Ebi Kesîr'den- (Hadîs maktu'dür)
[161] Müslim '' Câbİr bİn Abdullah (R.A.)den den.
[162] İmam Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî, îbn Mâce : Ebû
Hüreyre' (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/123.
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/123-124.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/124.
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/124-125.
[166] Keşşaf Tefsiri
[167] Kadı Beyzavî tefsiri
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/125-126.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/126.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/128.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/128-129.
[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/129-130.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/130-131.
[174] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/131.
[175] Kadı Beyzavî Tefsiri
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/131-132.
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/132.
[178] Buharı : Ebû Hûreyre (R:A) den
[179] Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den. Bu,
Müslim'in garib hadîslerinden biridir.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/133-134.
[181] Fazla bilgi için bak : Tehafütü'l-Pelasife - Üç
Tehafût Bir Arada
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/134-136.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/136-137.
[183] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber
[184] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/137-138.
[185] Kaadı Beyzâvî Tefsiri
[186] Tefsîr-i Kebîr - Keşşaf - İbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/138.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/139.
[188] Tirmizî - Ebû Dâvud
[189] Tirmizî - Ebû Dâvud - Nesâî - îbn Mâce
[190] Tirmizi /Hadisün hasenün garibün.
[191] Taberani –İbn Kesir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/140-141.
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/141-142.
[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/142-143.
[194] Bak: Enbiyâ sûresi âyet: 26-28.
[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/143-145.
[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/145-146.
[197] Enbiya sûresi, âyet:
20
[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/146-147.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/147.
[200] Buhârî: Enes bin Mâlik (R.A.)den
[201] Buhârî - Müslim:
Muâviye (R.A.)den
[202] Buhâri - Müslim : îbn Mes'ud (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/148-149.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/149-151.
[204] Bak: Rahman sûresi, âyet: 1, 2, 3
[205] Tefsîr-i Kebîr - Ebû Nuaym
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/151-152.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/152-153.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/153.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/153-154.
[209] Tefsîr-i Nesefî
[210] Müslim - Nesâî
[211] Müslim : Ebû
Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/155-156.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/156.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/156-157.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/157-158.
[215] Haazin - Tefsîr-i Kebîr
[216] Tahrîm süresi:
6 «Allah'ın kendilerine emrettiği hususlarda O'na karşı emrolundukları şeyleri (kusursuz) yerine getirirler.»
[217] Tefsîr-i Keşşaf.
[218] Kehf sûresi: 50 «Ancak iblis değil; o cinlerden idi,
Rabbının buyruğunun dışına çıkmıştı.»
[219] Kaadı Beyzâvî
[220] »
» - Keşşaf
[221] »
» » '
[222] »
» »
[223] Kaadı Beyzavi - Keşşaf
[224] Kaadı Beyzavi - Keşşaf
[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/158-161.
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/161.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/163.
[228] Ebû Dâvud et-Tayâlisî : İbn Abbas (R.A.)dan
[229] Ebû Dâvud et-Tayâlisî : İbn Abbas (R.A.)dan
[230] Taberanî Mu'cem"i Kebîr'de : Cündeb bin
Abdullah'dan
[231] Ebu Davud et-Tayâlisî : Ebû HÜreyre
(RA.)den
[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/163-164.
[233] Tevrat'ta ise onların Mısır'da 430 yıl kaldığı
belirtilmiştir.
[234] Bakara sûresi :
49
[235] Mısır'la Filistin arasında, Sina çölüyle birleşir.
Arap coğrafyacıları buna Sahra-i Beni îsrâil» de derler
[236] Bak Câsiye
sûresi 16-17. Mâide sûresi 12. A'raf
sûresi 160. Yûnus sûresi 93,
[237] Daha geniş bilgi için bak : Sâff sûresi 6. âyete, Âl-i tmrân sûresi 183, Bakara sûresi 120-146, Mâide sûresi 19,
En'âm sûresi 20, A'raf sûresi 157. âyetlere..
[238] Bakara sûresi ;
38.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/164-167.
[240] Ebû Nuaym – Taberani.
[241] Buharı / Eyman :
15 - îbn Mace / ikame: 194
[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/167-168.
[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/168-170.
[244] Kaadı Beyzâvî
[245] İbn Kesir
[246] İbn Arabî
[247] Tibyân
[248] Celâleyn
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/170-171.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/171.
[251] Nitekim bu hususta tek kanaldan gelen bir hadîs de
vardır.
[252] Kaadı Beyzâvî
[253] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf
[254] Keşşaf
[255] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf
[256] Keşşaf
[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/172-173.
[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/173-174.
[259] Geniş bilgi için bak:
Âl-i îmrân sûresi 90, Sâffat sûresi 47
[260] Bak: Bakara
sûresi 107, 249, 250, 251. Nisa sûresi 164. Isrâ
sûresi 58. 2fidn SÛreSİ 78' En'âm sûresi 84-
Enbiyâ
sûresi 78, 79, 81, 83, 105. Sâd sûresi 18, ' ;?;Sebe' sûresi 12- 21. Nemi
sûresi 15-44.
[261] Mâide sûresi:
20.
[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/174-175.
[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/175-176.
[264] Keşşaf
[265] Kaadı Beyzâvî
[266] Keşşaf - Kaadı Beyzâvî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/176-177.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/177.
[268] Buharî - Müslim - Nesaî - İbn Mâce
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/178.
[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/179.
[270] Şerhi için bk :
Nüşûşü'l-kilem / Muhammed Bedreddin el-Halebî.
[271] Geniş bilgi için bak; Asr-i Saadet / Mu'cizeler
bahsine...Bu meseleyle alâkalı olarak Ömer Rıza Doğrul'un Seyyid Ahmed Han
Tefsirinden naklettigi görüş ve iddianın
ilmî ve dinî bir değer taşımadığını hatırlatmak isteriz.
[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/179-183.
[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/184.
[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/184.
[275] Bak: Çıkış
24/18. 32/1-35: A'raf sûresi: 148
[276] Bak: Tâ-Hâ sûresi: 77-97
[277] Bilgi için bak :
Tâ-Hâ sûresi: 80-97
[278] Kitabı Mukaddes ansiklopedisi 631. sütun
[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/186-187.
[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/187-188.
[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/188-189.
[282] Bak: Maide süresi ayet 26
[283] Kitab-ı Mukaddes tercümesi, İstanbul, 1908, XXIV, 18
[284] İbn Cevzl (598 - 1201), Nakda'1-ilmi ve'1-Ulemâ
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/189-190.
[286] Kaadı Beyzâvî -
Keşşaf
[287] Kaadı Beyzâvî
[288] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf
[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/190-191.
[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/191.
[291] Buharî - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizi.
[292] Buharî - Müslim
[293] Buharî - Müslim
[294] Tirmizî:
Hadîstin hasenün
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/192-193.
[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/193-194.
[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/194-195.
[297] Bak. Furkan sûresi : 21. Kıyamet sûresi: 21-22. Enam
sûr'esi: 103
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/195-196.
[298] Kaadı Beyzâvî
[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/196.
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/196-197.
[301] Nesâî: Ebû
HÜreyre (R.A.)den
[302] îbn Kesîr
[303] Nesâî
[304] Buharı : Habîb b. Ebî Sâıb'den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/197-198.
[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/198-199.
[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/199.
[307] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/199-200.
[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/200-201.
[309] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/201-202.
[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/202-203.
[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/203.
[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/203-204.
[313] Ebû Nuaym - İbn Sünni
[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/205.
[315] Tevrat'a göre : 430 yıl
[316] Bakara sûresi: 57
[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/205-206.
[318] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf
[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/206-207.
[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/207.
[321] Âl-i Imran : 85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/208.
[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/208-209.
[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/209.
[324] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/209-210.
[325] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/210.
[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/210-211.
[327] Al-i tmran:
[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/211.
[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/212.
[330] îbn Kesîr, mevkuf en rivayet etmiştir
[331] Hatîb el-Bağdadî
[332] Müslim -Ahmed: ibn Mes'ud'dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/213.
[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/213-214.
[334] Tevrat/Çıkış ;
12/41, belgeye göre 430 yıl
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/214-215.
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/215.
[337] Kaadı - Keşşaf - Medârik
[338] Kaadi - Keşşaf
[339] Keşşaf
[340] Keşşaf - Medârik
[341] Kaadı Beyzavî.
[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/216.
[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/216-217.
[344] el-Hâfız Ebûbekir
[345] Ebû Rafı': Ebû Hüreyre (R.A.)den / Hadistin garibün
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/218.
[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/219-220.
[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/220-221.
[348] Bak: -Sayılar Kitabı 19/1-10. Tesniye Kitabı 21/1-9
[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/221.
[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/221.
[351] Ahmed : 4/11, 12
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/222.
[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/222-224.
[353] Bakara Sûresi: 260. âyet
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/224-225.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/225-226.
[356] Tirmizî/zühd :
62
[357] El-Bezzar. merfuan
[358] Müslim/fezâil:
2- Tİrmizî/menakıb : 3- Ahmed:
5/89, 95 105
[359] Tırmizî: Hadîstin, garibün
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/226-227.
[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/227.
[361] Bakara suresi:34.ayet
[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/227-228.
[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/228-229.
[364] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/229.
[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/229.
[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/231.
[367] İbn Vehb-tbn Kesir
[368] Tirmizî; Hadîstin, garibün, tefsir: 21- Ahmed : 3/75
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/231-232.
[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/232.
[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/232-233.
[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/233-234.
[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/234.
[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/235.
[374] ibn Kesir : Abdurrazzak'dan. o da İkrime'den..
[375] Buharî/hibe : 28
[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/235-236.
[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/236-237.
[379] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/237.
[380] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/237.
[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/239.
[382] -Buharı/iman ;
18, tevlıîd: 48-
Müslim/imân: 138
[383] Müslim/birr:
144- Tirmizî/et'ime; 30- Ebû Davud/libas: 24
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/239-240.
[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/240-241.
[385] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/241-242.
[386] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/242-243.
[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/243.
[388] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/243-244.
[389] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/244.
[390] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/245.
[391] Buharî/menakib:
16, mecazî: 34, edeb: 91- Müslim/fazâil: 154,
155 Ah-med: 6/72
[392] îbn Hibbân. İbn Mesûd
(R.A.)den
[393] Buharı - Dâremî/raukaddeme : 11
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/245-246.
[394] Sahîh-i Buharî/enbiyâ : 8. 14, 19, menakıb :
1, 25, tefsir: 12- Müslim/
fezâil: 168- Ahmed: 4/101
[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/246-247.
[396] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/247-248.
[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/248.
[398] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/248-249.
[399] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/249.
[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/251.
[401] İmam Ahmet bin Hanbel - İbn Kesir
[402] İmam Ahmet bin Hanbel - İbn Kesir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/251.
[403] Bak: Âl-i îmrân Sûresi, âyet 187. Â'râf Sûresi,
âyet:169
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/251-253.
[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/253.
[405] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/254.
[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/254.
[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/256.
[408] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/256-257.
[409] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/257.
[410] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/257.
[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/258-259.
[412] İmam Ahmed b. Hanbel
[413] tbn Kesir : îbn Âbbas
(R.A.)den
[414] Sahih Hadistir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/259.
[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/259-260.
[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/261.
[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/261-262.
[418] Müsned-i
İmam Ahmed
[419] Buharı
[420] Bak: Nisa
süresi 149. Hacc sûresi 75
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/262-264.
[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/264.
[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/264-265.
[423] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/267.
[424] Buharî/vasayâ :
23, hudud : 18, tıb:.48- Müslim/iman: 144
[425] Tirmizî/hudud,:
27
[426] Buharî_Ebû
Davud/tıb : 21- Müslim/selâm; 125
Ahmed: 2/429-4/68-5/380
[427] Nesâî/el-Hasen
rivâyetiyle Ebû Hüreyre
CR.A.) den - et-Terğîb ve't-Terhib : 4/437
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/267-268.
[428] Fazla bilgi için bak : Tarih Boyunca tlim ve Din /
Adnan Adıvar - 1944
[429] Mukaddeme
[430] Bak: Âl-i İmrân : 96_A'raf : 110, 113, 117, 129.Yûnus: 77, 78, 80, 81
[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/268-271.
[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/271-272.
[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/272-273.
[434] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/273274.
[435] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/274.
[436] Ebû Nuaym ed-Delâil'de: Küçük Suddî tarikiyle Kelbî'den,
o da Ebû Salih'ten, o da îtm Abbas (R.A.)dan rivayet etmiştir.
[437] Tefsîr-i tbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/275-276.
[438] Ahmed bin Hanbel: 2/50, 92
[439] Ebû Dâvud/libas: 4- Ahmed: 2/50
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/276.
[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/276-277.
[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/277-278.
[442] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 2, S. 61
[443] Kurtubî, Ebû Bekir el-Enbarî'den : 2/63-Buna yakın bir rivayeti de, ibn kesir,
Taberânî'den: 1/149, 150 - (Her iki rivayet de, yapılan ciddi tesbitlere göre,
zayıftır.)
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/278-279.
[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/279.
[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/279-281.
[446] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 62
[447] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/281-282.
[448] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/282-283.
[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/283.
[450] Dâremî/vasaya:
5, 28 - Bakara Sûresi: 180
[451] Bakara sûresi :
240
[452] Tirmizî/cenâiz :
60 - Ebû Davud/cenâiz: 77 - Taberâni/dahaya: 8
[453] Ahmed bin Hanbel - Tefsir-i tbn Kesir : C. 1, S. 150
[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/283-285.
[455] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber
Muhyiddîn bin Arabî : C.
1, S 25
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/285-286.
[456] Tefsîr-i îbn Kesîr:
C. 1, S. 149
[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/286-287.
[458] Mâide sûresi âyet:
101-102
[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/287-288.
[460] Rûhu'l-Maanî li'1-Âlûsî : C: 1, S. 356- el-Cevâhir
Fi-Tefşîri'l-Kur'ân : C. 1, s. 112
[461] Tefsîr-i Kurtubî:
2/70- Tefsîr-i Alûsî; 1/355
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/289-290.
[462] Buharî/i'tisâm:
3- Müslim/fezâil: 132, 133- Ebû
Davûd/sünnet: 6- Ah-med: 1/176,
179
[463] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim
[464] Sahîh-i Müslim/hac:
412, fezâü: 131-
Nesâîl/menâsik: 1- İbn Mâce/ mukaddeme: 1- Ahmed:
2/247, 257, 313, 428, 447, 457, 467, 482, 495, 508, 517
[465] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/290-291.
[466] Necm sûresi, âyet:
3, 4
[467] Tirmizî/llim:
19. zühd: 15_İbn Mace / Zühd
[468] Tefsîr-i Kebir:
C. 1, S.
667
[469] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/291-293.
[470] Müfredat-i Rağıb :
Haset maddesi..
[471] Nisa sûresi âyet:
54
[472] Sünen-i Tirmizî : C. 6, S. 179
[473] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/293-294.
[474] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/294-295..
[475] Buharî - Nesâî :
Abdullah bin Ömer (R.A.)dan..
[476] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 73
[477] Tefsîr-i Kurtubî: C. 2, S. 73- İbn Kibbân: EbûHüreyre
(R.A.)den - Sti-yutî bu hadîsin zayıf olduğunu belirtmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/295-296.
[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/296-297.
[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/297-298.
[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/298-299.
[481] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/299.
[482] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/299.
[483] Maide süresi: 18
[484] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/299-301.
[485] Tefsîr-i îbn Kesir :
C. 1, S. 155 - Tefsîr-i Hâzin :
C. 1, S. 74
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/301.