BAKARA     SÛRESİ 7

Bakara Süresiyle İlgili Bir Kısım Hadîsler. 7

Meali : 8

İniş Sebebi 8

İlmi Ve Edebî Yönü. 8

Kur'ân-1 Kerîm İle Hadîs-İ Şerîf Arasındaki Farkları Şöyle Özetüyebiliriz  10

Ahlâkî Yönü. 10

İçtimaî Yönü. 11

İtikadî Yönü. 11

Gaybe İmân. 12

Tasavvuf! Yönü. 12

Gayb Âlemi 13

Yakîn: 14

Tahliller. 14

Takva. 15

Reyb. 15

Kıyam.. 15

Rızık. 16

İnfak. 16

Felah. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İniş Sebebi 16

İlgili Hadîsler. 17

Ahlâkî Yönü. 18

İçtimaî Yönü. 18

İtikadî Yönü. 19

Tasavvuf! Yonu. 19

Tahliller. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali ; 21

İniş Sebepleri 21

İlgili Hadîsler. 22

İlmî Yönü (Psikoloji) 23

İtikadîyönü. 23

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 24

Tasavvufî Yönü. 25

Tahliller. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali ; 27

İniş Sebebi 28

İlgili Hadîsler. 28

İlmî Yönü. 29

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 29

İtikadı Yönü. 30

Tasavvufî Yönü. 31

Tahliller. 31

Âyetler Arasında Bağlantı 33

Meali 33

İniş Sebebi 33

İlgili Hadîsler. 33

Rivayetler Ve Görüşler. 34

İlmî Ve Felsefî Yönü. 34

Diğer Bir Tefsire Göre. 36

Ahlâkî Yönü. 37

İçtimaî Yönü. 37

İtikadı Yönü. 38

Tasavvuf! Yönü. 38

Tahliller. 39

Kur'ân'ın Arapça İnmesi 41

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali : 41

İlgili Hadîsler. 42

İlmî Yönü. 42

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 42

Tasavvufî Yönü. 42

Tahliller. 43

Âyetler Arasinda Bağlanti 43

Meali : 43

İniş Sebebi 43

İlmî Yönü   {Kana susamış bir yaratık: sivrisinek). 44

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 44

İtikadî Yönü. 44

Tasavvufî Yönü. 45

Tahliller. 45

Âyetler Arasında  Bağlantı 45

Meali : 45

İlgili Hadîsler. 46

İlmî Yönü. 46

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 47

Tasavvufî Yönü. 47

Tahlîller. 48

Âyetler Arasında Bağlantı 48

Meali : 48

İlgili Hadîsler. 48

İlmî   Yönü. 49

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 49

Îtikadî Yönü. 50

Tasavvuf? Yönü. 50

Tahliller. 51

Âyetler Arasında Bağlantı 51

Meali: 52

İlgili Hadîsler : 52

İlmî Yönü (Filoloji) 52

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 53

İtikadî Yönü. 53

Tasavvuf! Yönü. 54

Âyetler Arasında Bağlantı 54

Meali: 54

İlgili Hadîs-İ Şerifler. 54

İlmî Yönü. 55

Ahlâkî Yönü. 55

İçtimaî Yönü. 55

Tahliller : 56

Âyetler Arasinda Bağlanti 57

Meali: 57

İniş Sebebi 57

İlgili Hadîsler. 57

İlmî Ve Tarihî Yönü. 58

Ahlâkî Yönü. 59

İçtimaî Yönü. 60

Fıkhî Yönü. 60

Tasavvufi Yönü. 61

Tahliller. 61

Âyetler Arasında Bağlantı 62

MEALİ: 62

Tarihî Yönü. 62

Ahlâkî, İçtimaî Ve Tasavvufi Yönü. 63

Tahliller. 63

Âyetler Arasında Bağlantı 63

Meali: 64

İlgili Hadîsler. 64

Tarihî Yönü. 64

İlmî Yönü. 64

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 66

Âyetler Arasında Bağlantı 67

Meali: 67

Tarihî Yönü. 67

İlmî Yönü. 67

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 68

Tasavvufi Yönü. 68

Tahliller. 69

Ayetler Arasinda Bağlantı 69

Meali: 69

İligili Hadîsler. 70

Tarihi Yönü. 70

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 70

İtikadî Yönü. 71

Tahliller. 71

Âyetler Arasında Bağlantı 71

Meali: 72

İlgili Hadîsler. 72

Tarihî Yönü. 72

Ahlâkî Yönü. 72

Âyetler Arasında Bağlantı 73

Meali: 73

İlmî Yönü. 73

Tarihî Yönü. 74

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 74

Tahliller. 74

Âyetler Arasında Bağlantı 74

Meali: 75

İlmî Yönü. 75

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 75

Tahliller. 76

Âyetler Arasinda Bağlantı 76

Meali: 76

İniş Sebebi 76

Tarihî Yönü Ve Rivayetler. 76

Halen Yaşamakta Olan Sâbiîler Ve Bazı Özellikleri 77

İtikadî Yönü. 77

Fıkhî Yönü. 77

İçtimaî Yönü. 77

Tahliller. 78

Fıkhî Yönü. 78

İçtimaî Yönü. 78

Tahliller. 79

Âyetler Arasında Bağlantı 79

Meali: 79

İlgili Hadîsler. 79

Tarihî Yönü. 79

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 80

İtikadî Yönü. 80

Tahliller. 81

Âyetler Arasında Bağlantı 81

Meali: 81

İlgili Hadîsler. 81

Tarihî Yönü. 82

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 82

Tahliller. 83

Âyetler Arasında Bağlantı 83

Meali: 83

İlgili Hadîsler. 83

İlmî Yönü (Ruhları Çağırmak - İspritizma) 83

Ahlâkî Yönü. 84

Âyetler Arasında Bağlantı 85

Meali: 85

İlgili Hadîsler. 85

İlmî Yönü. 85

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 85

Tasavvufî Yönü. 86

Tahliller. 86

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali: 86

İniş Sebebi 87

İlgili Hadîsler. 87

Tarihî Yönü. 87

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 87

Tahliller. 88

Âyetler Arasında Bağlantı 88

Meali: 88

İniş Sebebi 88

İlgili Hadîsler. 88

İlmî Yönü. 89

Ahlâkî Yönü. 89

Ayetler Arasında Bağlantı 89

Meali: 89

İniş Sebebi 90

İlgili Hadîsler. 90

Tarihî Yönü. 90

Ahlâkî Yönü. 91

İçtimaî Yönü. 91

İtikadî Yönü. 91

Tasavvufî Yönü. 92

Âyetler Arasında Bağlantı 92

Meali: 92

İniş Sebebi 92

İlgili Hadîsler. 92

İlmî Yönü. 93

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 93

Tasavvufî Yönü ; (Nefs-İ Emmâre) 94

Tahliller. 94

Ayetler Arasında Bağlantı 94

Meali: 94

İniş Sebebi 94

İlgili Hadîsler. 95

Tarihî Yönü. 95

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü. 95

Tahliller. 96

Âyetler Arasında Bağlantı 96

Meali: 96

Ahlâkî Yönü. 96

İçtimaî Yönü. 97

Tahliller. 97

Âyetler Arasında Bağlantı 97

Meali: 97

İniş Sebebi 97

İlgili Hadîsler. 97

İtikadî Yönü. 98

Âyetler Arasında Bağlantı 98

Meali: 98

İniş Sebebi 98

Tarihî Yönü. 99

Tahliller. 100

Âyetler Arasında Bağlantı 100

Meali: 100

İniş Sebebi 100

İlgili Hadîsler. 101

İlmî Ve Tarihî Yönü. 101

Ahlâkî Yönü. 103

İtikadı Ve Fıkhî Yönü. 103

Tahliller. 103

Âyetler Arasında Bağlantı 104

Meali: 104

İniş Sebebi 104

İlgili Hadîsler. 104

Birden Fazla Mânaya Delâlet Eden Kelimeler. 105

Âyetler Arasında Bağlantı 105

Meâlî: 105

İniş Sebebi 105

İlgili Hadisler. 106

İlmî Yönü. 106

Ahlâkî Yönü. 107

Sosyal Yönü. 107

İtikadî Yönü. 107

Fıkhî Yonu. 108

Tasavvufî Yönü. 109

Tahliller. 109

Âyetler Arasında Bağlanti 109

Meali: 110

İniş Sebebi 110

İlgili Hadîsler. 110

Ahlâkî Yönü : 111

Tahliller. 112

Âyetler Arasinda Bağlanti 112

Meali: 113

İlgili Hadîsler. 113

İlmî Yönü. 113

Ahlâkî Yönü. 114

Sosyal Yönü. 114

Tasavvuf! Yönü. 114

Âyetler Arasında Bağlantı 115

Meali: 115

İniş Sebebi 115

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

BAKARA     SÛRESİ

 

Bu sûrenin hepsi Medîne'de inmiştir. Basra âlimlerine göre 287; Hi­caz âlimlerine göre, 285; Şam âlimlerine göre, 284 âyettir. Müfessirler-den çoğunun hesabına göre, 6120 kelime, 25600 harftir. Sûrenin 278 ile 281. âyetleri, Kur'ân-ı Kerîm'in en son nazil olan âyetleridir. Ayrıca bu sû­re -müfessîrlerden bir kısmına göre- bine yakın haber, sekizyüzden fazla emir, dokuzyüze yakın yasak kapsamaktadır.

İslâm'ın ilk yıllarında, yani henüz Mekke ve çevresinde birçok Arap kabilelerinin İsfâmiyete girmediği senelerde, tefsirini yaptığımız bu sûre­ye, müşrik ve inkarcılar alay eder endişesiyle «Bakara» denilmemişti. Sonra İslâmiyet izzet bulup, hidâyet nuru etrafı aydınlatınca artık bu ismi kullanmakta bir sakınca görülmemiştir. [1]

Asbab-ı kiramdan Hâlid bin Ma'dan (R.A.) bu sûreye «Fustatü'l-Ah-kâm = Kur'ân'ın ahkâm çadırı» adını vermiştir. [2]

Ashab-ı kirâm'ın büyüklerinden İbn Ömer (R.A.) gibi devrin yetişkin ilim adamı ve hukukçusu, tam sekiz yıl Bakara sûresinin geniş manası ve taşıdığı çeşitli hükümleri üzerinde durup meşgul olmuş; bunu hazmetme­ye çalışmıştır. [3] Hz. Ömer'in de (R.A.) bu sûrenin manasıyla 12 sene meşgul olduğunu Kurtubî kaydeder.

Hazret-i Peygamber (A.S.) bu sûreyi, «Senâmü'I-Kur'ân = Kur'ân'ın doruğu» diye adlandırmıştır.

Rivayete göre: Hazret-i Peygamber (A.S.) bir gün ashabına soruyor: — Kur'ân'ın hangi sûre ve âyeti daha üstündür? Ashab :

Allah ve Resulü daha iyi bilir, diye cevap veriyor.

Resûlüllah (A.S.):

  Bakara sûresi, buyurduktan sonra tekrar soruyor:

  Bakara sûresinde hangi âyet daha üstündür? Ashab yine:

  Allah ve Resulü daha iyi bilir, diyor. Hazret-i Peygamber (A.S.):

  Âyetü'l-Kürsî, buyuruyor. [4]

 

 

Bakara Süresiyle İlgili Bir Kısım Hadîsler

 

  «Bakara (sûresi) Kur'ân'ın doruğudur. Onun her bir âyetiyle sek­sen melek inmiştir.» [5]

  «Her şeyin bir zirvesi vardır; Kur'ân'ın zirvesi ise, Bakara süre­sidir. Onda bir âyet var ki, Kur'ân'ın bütün âyetlerinin başı sayılır; o, Âye-tü'l-Kürsî'dir.» [6]

  «Evinizi kabirler (gibi ilâhî kelâmdan mahrum) olarak bırakmayın. Şüphe yok ki, içinde Bakara sûresi okunan eve şeytan girmez.» [7]

  «İçinde   Bakara   sûresi   okunan   ve   duyulan   evden   şeytan   ka­çar.» [8]

  «Bakara sûresini okuyup öğrenin.   Çünkü onu (hafızaya nakşe­dip) almak berekettir; terki ise hasrettir. Avare olan tembeller onu (hıfze­dip almaya) güç getiremezler!» [9]

  «Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrenin! Çünkü ikisi de ışık sa­çan parlak (iki yıldız gibidirler). Kıyamet günü iki parça bulut gibi veya iki şemsiye gibi ya da saf saf olmuş iki bölük kuş gibi (gelerek) kendi yaran­larını gölgelerler.» [10]

  «Kim bîr gecede Bakara sûresinden şu on âyeti okursa, o gece sabah oluncaya kadar şeytan o eve girmez; dört âyet evvelinden, Âyetü'l-kürsî ile onu takip eden iki âyeti ve üç âyet de sonundan...» [11]

Câhrliye devrinin en meşhur şâirlerinden Lebîd, İslâmiyetle şereflen­dikten sonra kendisini tamamen Kur'ân'a verdi ve artık şiir söylemeyi ter-ketti. Hazret-i Ömer (R.A.) halîfe bulunduğu günlerde Lebîd ile karşılaştı, hal-hatır sorduktan sonra bir şiir okumasını rica etti. Lebîd hiçbir şey söylemedi, sadece Bakara sûresini okudu. Hz. Ömer (R.A.) ona: «Ben siz­den bir şiir okumanızı istedim!.» dedi. Lebîd, cevap verdi: «Ey Mü'minlerin Emîri! Allah Teâlâ bana Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin öğrenilmesini nasîb kıldıktan sonra bir kere olsun şiir okumadım ve okumak da istemi­yorum.» [12]

 

Meali :

 

1  Elif - Lâm - Mîm.

2  İşte bu kitap ki onda, (Allah tarafından indirildiğinde) hiç şüphe yoktur. Muttaki (İlâhî buyruklara uyup kötülüklerden ve yasaklardan ka­çınıp korunanları doğru yola irşâd eder.

3  o korunanlar kî gayb (fizik ötesinden verilen ilâhî haberlerje inanırlar; namazı vakitlerinde   kılmaya  devam  ederler;   kendilerine   rızık olarak verdiğimiz nîmetlerden   (Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için)   har­carlar.

4  Ve onlar ki, Sana indirilene de, Senden önce indirilene de imân ederler. Âhirete de ancak onlar kesin bir bilgiyle inanırlar.

5  İşte bunlar,   Rabları   tarafından doğru yol üzeredirler ve kork­tuklarından kurtulup umduklarına kavuşanlar da bunlardır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Cerîr Taberî'nin Hazret-i Mücâhid'den yaptığı rivayete göre, Ba­kara sûresinin ilk dört âyeti, Kur'ân-ı Kerîm'e şüpheden uzak bir imânla bağlanan ve onu kendilerine hayat ve memat düsturu edinen müttakî mü'minlerin felah buldukların* müjdelemek üzere inmiştir.

Nitekim Huneyn savaşında İslâm saflarının sarsılıp gerilediğini gören Hazret-i Peygamber (A.S.), onlara Bakara sûresinin iniş sebebini hatırla­tarak: «Ey Bakara sûresinin yaranları!» diye seslenmişti. Meşhur Yemâ-me savaşında da İslâm ordusunun hafif bir sarsıntı geçirmesi üzerine baş­kumandan tarafından aynı cümle mücâhidlere hatırlatılmıştı. [13]

 

İlmi Ve Edebî Yönü

 

Elif-Lâm- Mim..

«İşte bu kitap ki onda, (Allah tarafından İndirildiğinde) hiç şüphe yok­tur. Muttaki (İlâhî buyruklara uyup kötülüklerden ve yasaklardan kaçınıp korunanjları doğru yola irşad eder.»

Kur'ân-i Kerîm'in Allah tarafından indirildiğinde hiç şüphe yoktur. Bu-

nu yine Kur'ân'daki mevcut İki kuvvetli delille isbat etmek ve her türlü şüphelerin yersiz olduğunu meydana koymak mümkündür. Birincisi, Kur'-ân'ın ilâhî nazm (söz dizisi) ve üslûbu; ikincisi, bu nazmın delâlet ettiği ulvî hakikatler..

Kur'ân'ın nazm ve üslûbu, Arap dilinin üslûbuna ve nazm yollarına uymaz; biri tamamen ilâhî, diğeri beşerî hüviyettedir.

Dr. Tâhâ Hüseyin, Kur'ân'm müstesna üslûbuna temasla diyor ki:

__ «Doğrusu Kur'ân-ı Kerîm nesir (= manzum olmayan söz) olmadı­ğı gibi şiir de değildir. O ancak Kur'ân'dır, sadece Kur'ân'dır. Onu bun­dan başka bir isimle adlandırmak mümkün olmasa gerek. Şiir olmadığı aşikârdır. Çünkü şiir kalıplarıyla ve kayıtlarıyla bağlı değildir. Nesir de de­ğildir. Çünkü o kendisine has ölçü ve kayıtlarla diğer sözlerden ayrılır. Evet, Kur'ân'ın bu özelliğini başka söz ve kitaplarda bulmak mümkün de­ğildir. Bu ölçü ve kayıtların bir kısmı âyetlerin son kelimelerine, bir kısmı da onun emsalsiz nağmesine bağlıdır.»

Bakıllânî (Muhammed bin Tayyib / Hicrî: ? - 403/M : ? - 1012) diyor ki:

  «Şüphesiz ki Kur'ân'ın nazm (söz terkib)i Arap kelâmının bilinen düzen ve kuralının dışındadır. Aynı zamanda Arapların alışılagelmiş hitap sanat ve tertibinden ayrıdır.   Kur'ân'ın kendine has bir üslûbu vardır ki mu'tad söz üslûbundan kesinlikle ayrılır.

İlâve edelim ki, Arabın, bu tarz fesahat, garabet (= manası gayr-i za­hir olup isti'mafi me'nus olmayan söz), örneksiz ve benzersiz kelime isti­fi, ince fakat geniş manaları, sayısız faydaları, çokça hikmetleri, kapsa­yan; belâgatteki uygunluğu, sözün başlangıcındaki maksat ve murada münasip kelime konulusu, benzeşmedeki zerafet ve inçeiiği bu kudret ve bu ölçüde içine alan bir söz tertibi yoktur.

Arap hikmet erbabına nisbet edilen bazı kelime ve elfazda; şâirlerine nısbet edilen kasidelerde her zaman düzensizlik, başlangıçla maksat ara­sındaki uyuşmazlık ve ahenksizlik; özenti, tekellüf, mecaz yollu isti'mal ve gerçeği aşmak gibi bir nice kusurlara rastlamak mümkün.. Fakat Kur'ân cok yönüyle, altıbin küsur âyetiyle, uzun süreleriyle beraber -Allah'ın be­yan buyurduğu niteliklerde- fesahat (anlatışta düzgünlük ve açıklıkla be­raber maksada uygunlukta hal ve makama her bakımdan uygun olarak gelmiştir.»

Cenâb-ı Hak (C.C.) buyuruyor ki:

  «Allah, sözün en güzelini indirdi; birbirine benzer uyumlu ahenkli

ikişer ikişer (tekrar ede ede) bir kitap. Rabbından saygı ile korkanların Ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar.» [14]

«Evet, bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Kur'ân'm insanı hayrette bı­rakan nazmı, örneksiz ve benzersiz tertibi, toplanıp yazılması, bir mushaf haline sokulması, -kıssalarına, mev'izelerine, delil ve hikmetlerine, hü­kümlerine, sebepleri gösterip uymayanlara sonlarının fena olacağını en müessir sözlerle haber verip çekindirmesine, va'd ve vaîdine, kemâl mer­tebesinde olan vasıflarına, güzel ahlâkı işleyip öğretmesine, yüksek anla­tış kudretine, daha önce gelip gecen milletlerin yaşayış, inanış ve ahlâkın­dan haber vermesine ve bunlardan başka belirttiklerimiz bir nice veçhele­ri de içine almasına rağmen- ne tezat teşkil edecek anlamda birbirinden farklı, ne de birbiriyle tutmazlık ve uyumsuzluk halindedir.

Halbuki çok düzgün konuşan olgun bir insanın, fesahatle hatasız şiir söyliyen bir şâirin; pürüzsüz hitabette bulunan bir hatibin söz tertibinin, bu saydıklarımız hususlarda nasıl uyuşmazlık, uyumsuzluk ve tutarsızlık için­de olduğunu görüyoruz..

Şâirlerden bir kısmı medhiyeyi (övgü) tertiplemeyi güzel becerdiği hal­de hicv (nazım veya nasr yoluyla birini yermey)i beceremez. Bir kısmı hic­vi becerip söyliyebilir de övgüyü değil.. Bazısı takriz (eser övme)de öne geçer, mersiye (ağıt söyleme)yi beceremez. Diğer bazısı aksine, mersiye söylemekte öne geçer, takrîzde değil.. Bazısı da deve-at-gece yolcu­luğu - savaş - çayır ve çimenlik-içki - iplik eğirmek ve daha şiirin kapsa­dığı, sözün ulaşıp dolaşabildiği şeylerde garip ve o nisbette uzak, alışıl­mamış vasıflarda bulunurlar.

Bunun içindir ki darb-ı mesel olarak: İmrü'l-Kays için «Ata bindiği zaman». Nâbiğa için «Korktuğu zaman», Züheyr için «Bir şeye istek ve rağbeti arttığı zaman» güze! şiir söyleyebilirdi, denilmiştir. Halbuki bu say­dığımız şâirlerin şiir tekniğinde ne kadar ileri* gittiklerinde görüş ayrılığı; nazım san'atında üstat olarak meydana çıktıklarında şüphe yoktur.»

Bakıllânî devamla diyor ki: «Kur'ân'm yukarıda belirtilen hususiyet­lerinden başka bir mazhariyeti daha var: Bilinen bir gerçektir ki, sözün üs­tünlüğü, fesahatteki yüksekliği, kelime yığını içinde ondan bir cümle an­makla, ya da şiir misra'lan arasına ondan bir cümle serpiştirmekle kulağın süratle onu alması ve dikkatlerin bir anda ona çevrilmesiyle meydana çık­mış olur. Tıpkı ipe dizili boncuklar arasındaki inci gibi, gerdanlık ortasın­daki yakut gibi.. Ve sen, birçok kelime yığınları arasında misal olarak Kur'ân'dan getirilen bir cümleye baktığında onun hepsinin parlağı olduğunu ve gerdanlığın orta büyük taşı gibi arz-ı endam ettiğini, diğer cümlelerden açık ve seçik olarak ayrıldığını, çağırırcasına ilân ettiğini, müstesna par­laklık ve güzelliğiyle apayrı bir hususiyet taşıdığını görürsün!.

Bütün bu izahattan sonra sen, Allah'ın kitabındaki hikmeti, hakla bâ­tılı birbirinden ayıran kafi hitabı, şen ve güzel bir manzara görüntüsünde, çok uygun bir endamda, zarif nazımda ve kulaklara asla nahoş gelmez, anlayışa dolaşık düşmez ve tiksinti, bıkkınlık vermez bir halde bulursun.. Ok geçer gibi delip geçer, fecir ziyası gibi ziya verir, deniz kabarır gibi ka-barır, taşkın sel gibi yükselir. Bedende rûh gibi, ufukta yanan nûr gibi, et­rafı kapsayan yağmur gibidir, Göz alıcı bir ışığa benzer. «Ne önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelmez. O, bütün kâinatın hamdettiği O yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah'dan indirilmedir.»

Bakıllânî'nin bu nefis sözlerinden şu özeti çıkarabiliriz:

Kur'ân-ı Kerîm kendine has üslubuyla diğer bütün sözlerden ayrıl­mıştır. Çünkü O, insan tarafından tertiplenmemiş ve yazılıp meydana kon­mamıştır. Eğer bir insan tarafından yazılıp meydana konulmuş olsaydı, elbette Arap üslûbundan birine veya günümüze kadar söylenegelen her­hangi bir ifâde tarzına benzerdi. Hiçbir âlim ve edip yoktur ki bunu böyle bilmesin ve Kur'ân'm Arap üslûbunun dışında müstesna bir hususiyet arzettiğini, onun i'câzma (mu'cize sayılacak kuvvetine, başkasını bir eşi­ni yapmakta acze düşürmesine), insan sözü olmadığına ve Hazret-i Mu-hammed'in {A.S.) fikrî kuvvetinden çıkmadığına delil saymasın,.

Eğer Kur'ân-ı Kerîm'in böyle müstesna bir üslûbu olmamış olsaydı, Arapları susturabilir miydi? Kur'ân Arapların bütün -edip ve şâirlerini, ha­tip ve bilginlerini, kendi sûrelerinden bir sûrenin benzerini getirmeğe da­vet ediyor. Bakara sûresi 23. âyette bu husus açık bir ifadeyle şöyle be­lirtiliyor: «Eğer kulumuz (Muhammed'e) parça parça indirdiğimiz (Kur1-ânj'dan şüphede iseniz onun benzeri bir sûre (tertipleyip meydana) geti­rin ve Allah'tan başka (size yardımcı olacak, rehberlik edecek) şâhidleri-nizi de çağırın, (eğer iddianızda) doğru iseniz. Eğer (Onun bir benzerini) yapamazsanız -ki yapamıyacaksınız da- o takdirde kâfirler için hazırlanan -yakıtı insanlarla taştan olan- ateşten korkup sakının.»

Kur'ân'a karşı muarız olarak ortaya çıkan Yalancı Peygamber Mü-seyleme ve emsali maceraperestler bile Kur'ân'm üslûbunu takdît etmek­ten başka çare bulamamışlar ve bunu da iyice beceremedikleri için ken-Qi kabilelerine has lehçe ve fesahati her yönüyle zedeliyerek bîr nice ha­talara düşmüşlerdir.  Müseyleme'nin   Kur'ân'ı  taklit ederek  söylediği  ve

Allah Kelâmı diye yurtturmağa çalıştığı şu sözleri ne kadar gülünçtür: [15]

Müseyleme'nin âyet (!) dediği derme-çatma sözlerini Türkoeye çevir­diğimizde, ilâhî olması şöyle dursun, edebî ölçüden uzak eiddi bir düşün­ce ürünü olmadığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

«Fil.. Fil nedir? Filin ne olduğunu bilir misin? Onun ince püsküllü bir kuyruğu, kalınca bir dudağı ve uzunca bir hortumu var. Doğrusu böytesi Rabbimizin yaratıkları arasında pek az..»

«Şüphesiz sana cevherler verdik; artık Rabbin için namaz kıl ve hic­ret et. Herhalde sana buğzeden, fâcirin ta kendisidir.»

«Doğrusu sana bir nice cumhur (halk topluluğu) verdik. Kendin için ol da sür'at göster ve bakın.. İster hırslı ol veya çoğunluk sağla..»

«Ziraatçılara, harman yapanlara, tahılını savuran rüzgârlara, (ekmek) pişirenlere, çukur hazırlayanlara ve ilk yerine tekrar dönenlere and ol­sun..»

Görülüyor ki Yalancı Peygamber Müseyleme birinci sözle KARİÂ sû­resini, ikinci sözle Kevser sûresini ve üçüncü sözlerle ZARİYÂT ile NÂZİÂT sûrelerini taklîde çalışmıştır. Ünlü şâir Lebîd'in dediği gibi, «Bu sözler edebî parçaların paçavrasıdir.»

Burada derinden derine düşünmeye değer bir husus var ki, Kur'ân-ı Kerîm ilâhî vahyin tâ kendisidir. Biz onun tertip ve üslûbunun yalnız Arap edip ve şâirlerinin üslûbundan ayrıldığını değil, aynı zamanda Hazret-i Peygamber (A.S.)in üslûbundan da kesin olarak ayrıldığını görüyoruz. Peygamber (A.S.)ın mübarek sözlerini toplayan hadîs kitaplarına başımızı çevirdiğimiz ve Kur'ân ile karşılaştırdığımız zaman, her bakımdan (tâbir­lerde, ifâde tarzında, kelime dizisinde, konularda, konuların yerleştirilme­sinde, ilgi çekicilikte ve nihayet söz diziminde) apaçık bir fark müşahede etmekteyiz. Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın hadîslerinde, bütün usfûp ve şe­killeriyle Arapçada alışılagelmiş ve Araplarca benimsenmiş hitabet tarzı kendini göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın tertip ve üslûbu asla böyie değil­dir. O, her kelime ve cümlesiyle ilâhîdir.

«Eğer Kur'ân, Hazret-i Muhammed (A.S.)ın sözü olmuş olsaydı, Onun sözleriyle Kur'ân âyetlerinin lafız yönüyle aynı köke ve aynı üslûp ve kai­deye bağlı, birbirinden farksız bir ağacın iki dalı gibi olması gerekirdi. Ama hiçbir zaman öyle değildir. Edebiyatçılar da, bir şahsın farklı iki ay­rı üslûbu olmadığında müttefiktirler.» [16]

 

Kur'ân-1 Kerîm İle Hadîs-İ Şerîf Arasındaki Farkları Şöyle Özetüyebiliriz

 

1.  Kur'ân-ı Kerim ne tam vezinli ve kafiyeli bir söz, ne de bütünüyle böyle olmayan bir sözdür. Bu ikisi arasında müstesna bir üslûp ve yapış tarzındadır. Hadîs-i şerifler ise, doğrudan doğruya vezinli, kafiyeli olma­yan sözlerdir. Bununla beraber bazı hadîslerde, Kur'ân'ın üslûbuna az da olsa bir yakınlık göze çarpar.

2.  Kur'ân'ın Arapçası,   Araplarca alışılagelmiş üslûp ve tertibin dı­şındadır. Hadîs ise bu üslûp ve tertibin içindedir.

3.  Kur'ân'ın kelime tertibi ve cümle kuruluşu, birkaç mana ve hüküm ifâde edecek ve bir nice veçhelere delâleti sağlanacak  ölçüdedir.   Hadîs ise, bu ölçünün altında bir kuruluştadır.

4.  Kur'ân'daki ilmî ve felsefî anafikirler ve onlardaki elastikiyet, Ha-dîs'i şerîflerdekinden bariz bir şekilde ayrılır. Birincisi daha vecîz ve da­ha şümullüdür. Meselâ : «Güneş ve Ay hesap iledir.» [17] mealindeki âyet-ile, «Hakikat, güneş ile ay ne bir kimsenin ölümü için, ne de dirimi için tutulur; fakat ikisi de Allah'ın (varlık ve birliğine, kudret ve ilmine delâlet eden) belgelerinden iki belgedir. Allah (C.C.) onlarla kullarını (ilminin de­rinliğini ve genişliğini, varlık âlemini ve bu âlemden bir sistem olan güneş ailesini çok ince hesaplarla düzenlediğini hatırlatma yollu) korkutur.  O halde siz, güneş ve ay'ın tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılın; si­ze te'sir eden tutulma olayı geçinceye kadar duâ edin!» [18] mealindeki hadîs arasındaki farkı gösterebiliriz.

5.  Kur'ân-ı Kerîm okunurken, hafız olmayan ve fakat Kur'ân'a alışık bulunan bir kimse,   yanında   bir   kelime yer değiştirecek veya onun ye­rine başka bir kelime getirilecek olursa, ses ahenginin bozulduğunu, de­vam edegelen akıcılık ve çekiciliğinin zedelendiğini derhal farkeder. Ha­dîs ise bu akıcılık ve çekicilik seviyesinde değildir.

6.  Kur'ân-ı Kerîm Arap dilindeki fesahatin doruğunu aşmıştır. Hadîs­ler ise ancak bu doruğa yükselmiştir. Halbuki Hazret-i Peygamber (A.S.): «Ben Arabın en fasihiyim!» buyurmuştur.

7.  Kur'ân'ın her sûre ve âyeti öyle bir tertip ve düzende inmiştir ki, ıer sınıf insan okuduğu zaman kendi bilgi ve kültürüne göre ondan nasîbini alır. Diğer bir tabirle: Kur'ân her sınıf insana hitap etme kudret ve ölçüsünde inmiştir. Hadîs-i şerifler de aynı metodla söylenmiştir; fakat bu ölçünün biraz altındadır.

Diyebiliriz ki, Kur'ân üslûbu ile hadîs üslûbu arasındaki açık farkı, Arap diline vâkıf olan herkes gayet rahat anlayabilir.

Kur'ân-ı Kerîm'in Arap diline karşı üstünlüğünü Bakara sûresi 23 ve 24. âyetlerin tefsirinde daha geniş şekilde belirtmiş bulunuyoruz.

Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerîm'in ondört asır önce, yirminci asrın son yarısında ancak tesbit edilebilen ilmî hakikatlere, fennî buluşlara ışık tutan âyetleri, Onun ilâhî olduğunu şüphelere yer bırakrmyacak anlam ve kavramda insan idrâkine aksettirmektedir. Meselâ; Dünyanın kendi ekse­ni etrafında döndüğü, kutup taraflarından basık bulunduğu, yerle gökle­rin önceleri tek parça halinde bitişik olduğu, ay ve dünyanın güneşten ışık aldıkları, her gezegen ve yıldızın kendine has yörüngesinde hareket ha­linde bulunduğu bu cümledendir. İleride sırası geldikçe bu konuya geniş yer verilecek ve ilmî izahları yapılacaktır. [19]

 

Ahlâkî Yönü

 

İmân, ibâdet, infak (Allah rızası için harcamak), birbirine zincirleme bağlı üç temel prensip. Birincisi küfür ve nifaktan kurtarıcı, saadet kapı­sına ulaştırıci; ikincisi Hakk'a yaklaştırıcı ve insanı şükreden bahtiyarlar mertebesine yükselticidir. Üçüncüsü, geniş rahmete kapı açıcı, kemâle iletici ve ilâhî sevgiye yol açıcıdır. Çünkü

Allah'ın varlığına, birliğine ve Allah'ın varlık alemindeki eşyanın en hurda teferruatına varıncaya kadar her şeyi gereği gibi bildiğine, O'ndan gelen her habere ve beyân ettiği âhiretin vukuuna inanmak, Allah ile kul arasındaki münasebetin ilk ve son bağı ve bağlantısıdır.

Bu bağı ibâdetle, özellikle namazla kuvvetlendirmek suretiyle hayata lüzumlu olan düzeni vermek, buna paralel olarak nefsi bu vadide terbiye edip ahlâkan yükseltmek, insanı nankörlükten kurtarıp dünya ve âhiret mutluluğuna namzet kılar.

Allah'ın Rahman sıfatından kaynayan, coşkun bir nehir halinde canlı varlıklar iklimini sulayan nzık nimetinden bilerek kazanıp yararlan­mak, israfa kaçmamak, lüks yaşamaktan sakınmak, cimriliğe düşmemek kaydiyle dîn ve insanlık uğrunda harcamak, insanı insanlık şeref düzeyin­de tutar ve ilâhî rahmetin gönüllere bolca inmesine vesîle olur.

İşte Hazret-i Muhammed'e (A.S.) uyan bahtiyar ashabı bu üç temel

prensibin manzumesi içinde sağlam bir düşünce hâlesi kurarak birkaç se­ne zarfında Kur'ân'ın çizdiği doğrultu üzerinde Allah'a yürekten inanan, aönül sevgisiyle ibâdet eden bir ehl-i takva ve erbab-ı nizam oldular. Böy­lece bütün bir insanlık için en güzel örnek insanlar olarak tarihe geçtiler.

İmân, ibâdet ve infak'ın Allah ile kul arasındaki manevî irtibatı sağ-iamlaştırıp geliştirmesinden başka bir de insanın kendi nefsinde, günlük yaşayışında ve halk ile olan münasebetlerinde sayılmıyacak kadar olumlu te'sirleri vardır. Bundan dolayıdır ki, İslâm'ın naşiri Hazret-i Peygamber (A.S.), imândan sonra ibâdet ve ihsana büyük önem.,vermiştir. Cibrîl-i Emîn sorularına verdiği cevaplar bunu en açık şekilde ifade etmektedir.

İşte Bakara sûresinin ilk dört âyeti üç temel prensiple bütün bu ger­çekleri gözümüzün önüne sermekte ve bize en güzel ahlâkî yolu göster­mektedir. [20]

 

İçtimaî Yönü

 

İmân; birliğin, birleşip anlaşmanın, anlaşıp cemaatleşmenin şaşmaz mihrakıdır. Rûh sükûnunu, gönül açıklığını sağlayan ibâdet ve ibâdetin yerine getirildiği mâbed, cemiyetin en fakirinden en zenginine, odacısın­dan kralına kadar inanmış her insanı içine alıp cemaatleşme şuurunu ve­rerek asıl şeref ve mevkiin Allah'ı bilip O'na bağlılıkta olduğunu gönülle­re nakşeder. Tabiatıyla böyle bir eemaat disiplinli bir hayat yaşar. Herkes nasıl davranacağını, nereye gideceğini, nasıl hizmet edeceğini, idealinin neden ibaret bulunduğunu, tek hedefe doğru hangi yoldan gidileceğini, hayat ve mematın gerçek manasını bilir. Yaşamanın, bir takım nefsanî ar­zuların körükörüne yerine getirilmesinden ibaret olmadığını idrâk eder. Böylece Allah yolunda, insanlığın kurtulması uğrunda harcamak, hakşi­nas olmak, hayırhahhğı şiar edinmek gibi ulvî hasletler kalb ve vicdan­larda filizlenir; imân ve ibâdetin sağladığı bu tarz disiplinli, programlı bir hayatta, diğer bir tâbirle bir dünyada, cemiyet ve milletlerin arzulayıp da bulamadığı huzur, sükûn, barış ve dayanışma bütün ihtişamıyla vücut bulur.                                                                                           

Demek, «Elîf-Lâm-Mîm» in delâlet ettiği kapalı manayı ancak üç te­mel prensipten anlamak mümkündür. Tek harfin mahreci ve o mahreçten yükselen bir sesi vardır. Fakat tek başına kaldığı müddetçe bir mana ifâ-! etmez. Düzenli bir sıraya girer, girdiği sının aşmaz, kelime dizisinde kendisine ayrılan yerde karar kılarsa, yararlı olur; murad olan manayı ifâ­de edebilir.

İşte cemiyet yapısındaki fertler de böyledir. Cemiyet düzenine uyma­dığı, cemaat saffında yer almadığı, bu nedenle hayat çerçevesinin dışına çıktığı takdirde gerçek bir insan hüviyetine bürünemez, faydalı da olamaz.

O halde millet ve memleketin huzuru, dünya nizamı için perakende yaşayıştan düzenli bir hayata, keyfî bir hayattan disiplinli bir yaşayışa, sı­nırsız hürriyet havasından sınırlı hürriyet atmosferine, ferdî gayretten kol-lektif çalışmaya, infiraddan İçtimaa, ayrılıktan cemaate geçmek lâzımdır.

Ayette: «Kendilerine rızık olarak verdiğimiz nimetlerden (Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için) harcarlar.» mealindeki cümle, içtimaî adaleti, fakirle zengin arasındaki dengeyi, iktisadî muvazeneyi sağlamaya matuf­tur. Ama ne yazık ki, günümüzün medeniyeti, fert ve cemiyet münasebet-leriyle ilgili olarak ortaya koyduğu nazariyeler ve bu nazariyelerin tatbik sahasındaki göstergeleri, dünyayı muvazenesizliğe itip, toplumu içinden çıkılmaz bir bataklığa düşürmüştür. Tek cümleyle ifâde edecek olursak, materyalizmi hâkim kılmıştır. Halbuki İslâmiyet: Zekât, sadaka, fitre ve bunlar derecesinde bir takım hayırlarla materyalizme kapıyı kapamış, fertle cemiyet arasındaki münasebet ve dayanışmayı en sağlam esaslara bağlamış ve böylece sosyal adaleti kurmuştur.

İleride bu konuya geniş yer verilecektir. [21]

 

İtikadî Yönü

 

İmân; Dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir. İslâmî hükümlerin ye­rine getirilmesi için ikrar şarttır.

Bu tarîf, İmâm A'zam Ebû Hanife, Şeyh Ebû Mansûr Mâtüridî, Ebû Hasen el-Eş'arî, Kaadı Ebûbekir Bakıllânî ve Ebû İshâk el-lsferânî'ye gö­redir. İkrarın tasdîk üzerine -imlâ bakımından- takdimi, ikrar her ne ka­dar bir cüz' mahiyetindeyse de zorlama ve benzeri bir özürle düşebilir; kalbî tasdîk ise, böyle bir ihtimalden uzaktır, gerçeğini yansıtmaya yöne­liktir.

Tasdîksiz ikrar, imân sayılmaz. Yoksa bütün münafıkların mü'min sayılması gerekirdi. Halbuki, münafıklar mü'min değildirler. Yalnız bu hu­susta «marifet» de kâfi değildir. Yoksa Kitap ehli olan (Yahudî ve Hıris­tiyanların hepsinin mü'min sayılması icab ederdi.

Cenâb-ı Hak münafıklar hakkında: «Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehâdet eder.» [22] Kitap ehli hakkında da:   «Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahudiler ile Hıristiyanlar) O'nu (son peygam­beri) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar» [23] buyuruyor.

İmâm A'zam Ebû Hanîfe ile Şeyh Ebû Mansûr Matüridîy'e göre, imân ne artar, ne de eksilir. .Çünkü eksilmesi ancak küfrün artmasıyla, artması da küfrün eksilmesiyle olabilir. O takdirde bir şahsın aynı ânda hem mü'min, hem de kâfir olması gerekir ki, bu mümkün değildir.

İmâm Şafiî ile Şeyh Ebû Hasen ei-Eş'ariy'e göre, imân hem artar, hem eksilir. Delilleri ise: «İmânlarıyla birlikte kat kat imân arttırsinlar di­ye mü'minlerin kalblerine güven ve sükûnet indirdi.» [24] «Gerçek mü'min-ler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperir; karşılarında âyetleri okununca bu onların imânını artırır ve onlar Rablarına güvenip dayanırlar.» [25]

Mealindeki âyetler ve Hazret-i Peygamber (A.S.)ın: «İmân altmış şu kadar şubedir. Haya (edep, terbiye, utanma) da imândan bir şubedir.» [26]

Diğer bir hadîs-i şerifte: «İmân yetmiş küsur şubedir; en üstünü -Lâ ilahe illâ'flah- sözüdür. En aşağısı ise, yoldan eziyet veren şeyleri gider­mektir. Haya da imândan bir şubedir.» [27]

Meallerinde olan hadîsleridir.

Birincilere göre ise, âyette belirtilen ziyâdelikten maksat, mevcut imânın bir emsalinin yenilenmesidir. Çünkü imân ancak emsalinin yeni­lenmesiyle gönüllerde baki kalabilir. Ya da bu ziyâdelik iyi ameller sebe­biyle kalblerde husule gelen nûr ve ışıklar olarak düşünülebilir. Zira imânın nûr ve ziyası inkâr olunamaz. Cenâb-ı Allah buna işaretle buyuruyor ki: «Allah, kimin göğsünü İslâm'a açmışsa, elbette ki o, bir nûr (aydınlık) üzeredir, değil mi?» [28]

O halde Matüridîlere göre, mü'min olan kimse hakikaten mü'mindir; kâfir olan kimse de hakikaten kâfirdir. İmân ve küfürde şüphe olmaz ve bu ikisinin arası düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de:

«İşte bunlar, gerçekten mü'minler bunlardır.» [29] «İşte onlar gerçek kâfirlerdir.» [30]

Mealindeki âyetler bu hususu açık bir şekilde ifâde ediyor.

Bu akideye göre, ümmet-i Muhammed'in âsî ve günahkâr olanları da mü'min sayılırlar. [31]

 

Gaybe İmân

 

Gaybe imân, dindarla dinsizi, münafıkla mü'mini birbirinden ayıran mehenk ve alâmet-i farikadır. Bu bakımdan İslâm itikadının temel ilkele­rinden biri de «gaybe imân» olmuş oluyor. İlâhî olan bütün dinler, imân doğrultusunda bunu esas olarak göstermişlerdir. Çünkü gaybe inanma­yan bir kimse, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhi-ret gününe de inanmaz. İnanmayınca da şöyle bir iddiada bulunur: «Bi­zim ancak dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (aşın­dırıp) yok eder. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur; onlar sadece öyle sanırlar.» [32]

G a y b, duyumuzun ve bilgimizin ötesindedir. Fizikî sınırlan aşar; teknolojinin kapsamı dışında kalır. Meselâ: Melekleri görmek ve fizikî ka­nunlarla onların varlığını ve varlıklarının yapısını tesbit etmek mümkün değildir. Hele Allah'ın varlığını, bilgi, duyum ve düşünce hudutları içine alıp sığdırmak hiç, ama hiç mümkün olmaz. Biz O'na, gaybe imân doğrultusunda inanır; varlık alemindeki âyet ve belgeleriyle onu bilip an­larız. İlim ve kudretiyle, rahmet ve azametiyle her şeye hâkim olduğunu bulup meydana çıkarmakta zorluk çekmeyiz.

Bunun için Hazret-i Peygamber (A.S.); «İhsan; Allah'ı görüyormuş-sun gibi ibâdet etmendir. Eğer sen O'nu görmüyorsan, muhakkak ki O se­ni görüyor.» buyurmuştur. [33]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Peygamber Efendimiz (A.S.)ın tabiriyle: Takva, bütün hayırları ken­dinde toplar. Takva, bütün hayırların giriş kapısıdır. Takva, bütün iyilik-

lerin temelidir. Takva, Peygamber'e dost olmanın yoludur. Nitekim Hazret-i Peygamber'e (A.S.) soruldu:

__ Ey Allah'ın Peygamberi! Kimler sizin yârânlarınızdir?

Buyurdular ki:

— Takva üzere olan herkes...

Takvâ'nın hakikati: Allah'a olan itaatle kötü akıbetten korunmaktır. Takvâ'nın asıl hedefi, önce şirk (Allah'a eş-ortak koşmakjten, sonra gü­nah ve isyanlardan ve daha sonra şüpheli şeylerden sakınmak ve bun­dan sonra da lüzumsuz şeyleri terketmektir.

Ebû Ali ed-Dakkak'a (k.s.) göre, takva: İtaat edip isyan etmemektir: Hakk'i hatırda tutup hiçbir zaman unutmamaktır; şükredip küfretmemek-tir.

Sehl bin Abdullah'a (k.s.) göre, takva: Allah'tan başka yardımcı olma­dığını bilmek, Resûlüllah (A.S.)dan başka delîl aramamaktır. Takvâ'dan daha azîz ve şerefli azık yoktur. Çünkü azığın hayırlısı takvadır.

Kinânî diyor ki: «Dünya belâ ve mihnet üzerine; âhiret ise, takva üze­rine kurulmuştur. Belâ ve mihnetin birer imtihan olduğunu bilip sabreden ve sonra da bütün bir ömrünü takva üzere değerlendiren kimse, Allah'a tertemiz olarak kavuşmaya yol bulmuştur.»

Cerîrî diyor ki: «Kendisiyle Allah arasında takva ve murakabenin hükmetmediği kimse keşîf ve müşahadeye erişemez.»

Ebû Hasen el-Fârisî diyor ki: «Takvâ'nm zahiri (dışı) ve bâtını (içi) vardır: Zahiri, ilâhî hududu koruyup ihlâl etmemektir. Bâtını ise, niyet ve ihlâstır.»

Tasavvuf ehline göre, kişinin takvasını isbatlıyan delîl üçtür:

1.  Nail olmadığı şeylere karşı tam bir tevekkül üzere bulunmak; baş­kasının elinde bulunan nimete göz dikmemek.

2.  Nail olduğu şeye hüsnü rızâ göstermek, azimsamamak, hatırladık­ça şükrünü edâ etmek.

3- Yitirip kaçırdığı şeylere karşı güzel sabır göstermek.

Hazret-i   Ömer   (R.A.),   devrin   büyük   ilim   adamlarından   Kâ'b   oğlu y'e soruyor:

Takva nedir?

Ubeyy cevap veriyor:

  Üstün bir öicüde hassasiyet göstermektir.. Bunun üzerine Hazret-i Ömer {R.A.) tekrar soruyor;

  Üstün hassasiyeti açıklar mısın?

Ubeyy (R.A.) cevap vermek için şunu soruyor:

  Ey Mü'minlerin Emîri! Dikenli bir yerde hiç dolaştığınız oldu mu? Hazret-i Ömer (R.A.):

  Evet, hem sayılmıyacak kadar çok,. Ubeyy (R.A,):

  Peki o yerlerde dolaşırken ne yapardınız ve nasıl   hareket  eder­diniz?

Hz. Ömer (R.A.):

  Dokunup yırtmasın diye eteklerimi toplar, ayaklarımı kanatmasın diye çok itinayla yürürdüm.

Ubeyy (R.A.):

  İşte bu takvadır..

Takvâ'nın delâlet ettiği bu ince manadan ilham alan şâir diyor ki: «Bırak, küçüğünü de büyüğünü de günahın; budur takva! Dikenlikte gördüğünden sakınan yaya gibi ol da yaşa!» [34]

 

Gayb Âlemi

 

Gayb âlemi, bu âleme nisbetle asıldır. Dünyanın gayb âlemine nis-beti, fer'in asla olan nisbeti gibidir. Dünyada mevcut olan her şeyin mut­laka gayb âleminde (âhirette) bir aslı vardır. Aksi halde dünya meyvasız bir ağaç, delilsiz bir medlul gibi olurdu.

Ashabı kirâm'dan   Abdullah bin Mes'ud (R.A.),   «Gaybe   inananlar»

mealindeki cümleyi ikinci bir manayla talebesine,   aralarında   geçen   bir söyleşide şöyle tefsîr etmiştir:

Hazret-i Abdullah (R.A.)ın talebesinden Haris bin Kays, bir sohbet espasında Ashab-ı kirâm'ın yüksek mertebesinden bahsederek onlara faz­lasıyla gıpta ettiğini şöyle ifâde etmeğe çalışıyor:

  «Hocam!   Siz Peygamber Efendimizi baş gözünüzle görme şeref ve bahtiyarlığına nâii olduğunuz için Allah katında bize tekaddüm ettiniz. Ne mutlu size!»

Bunun üzerine Hazret-i Abdullah (R.A.) ona:

  «Siz de Resûfüllah (A.S.)ın giyabında sağlam  imânınız   sebebiyle bizim önümüze geçtiniz. Çünkü Hazret-i Peygamber (A.S.)ın  nübüvveti, Kendisini görebilme mevkiinde olanlar için apaçık meydanda idi. Onu gö­rüp de imân etmemek, inat yollu küfürden başka bir şey değildi. Allah'ın hidâyet nasıp ettiği akıllı kulları Hazret-i Peygamber'i görünce O'na inan­maktan başka bir şey düşünmediler. Bu bakımdan asıl fazilet O'nu gör­meden imân etmektir ki o da sana ve emsaline nasıp olmuştur. Allah'a andolsun ki, Resûl-i Kibriya'nın gıyabında gönül açıklığıyla imân eden bir kimsenin imânından daha üstün bir imân yoktur!»

Cevabında bulundu ve devamla Bakara sûresinin ilk beş âyetini oku­du. [35]

Gaybe dosdoğru imân edenlerin basîret adesesinden bunu nasıl gör­düklerini tasvir eden İmâm Kuşeyrî diyor ki:

— Rabi1 bin Haysem bir gün Abdullah bin Mes'ûd (R.A.) Hazretlerini ziyarete giderken yolda bir demirei dükkânına rastladı. Potada alev alev ısınıp korlaşan bir demire gözü ilişti.. Dayanamadı, sendeleyip yere düş­tü. Rabi' bayılmıştık Ertesi güne kadar ayılmadı. Kendine gelince, bunun sebebi soruldu. O şu oevabi verdi: «Kızgın demiri gördüğümde Cehen­nemdeki yananların halini düşündüm de ondan!..»

Ali bin Hüseyn de namaz kılarken evi yanmaya başlamış, fakat o, na­mazını bozmadan tamamlamıştı. Bunun sebep ve hikmeti sorulunca, «Bü­yük ateş beni bu küçük ateşi düşünmekten alıkoydu!» diye cevap ver­mişti. [36]

Yakîn:

Dördüncü âyetin son kısmında, «Âhiret'e de ancak onlar kesin bir bilgiyle inanırlar.» cümlesinde geçen «yukinûn» fiilini -ki yakîn kökünden türetilmiştir- «kesin bir bilgiyle inanırlar» şeklinde manalandırırdık. Buna

işaretle Hazret-i Peygamber (A.S.) buyurdular ki: «Hakikat, Allahu Teâlâ rahat ve feraha noksan tartmıyan adalet terazisiyle «rıza» ve «yakînse; üzüntü ve kederi de şüphe ve gazaba yerleştirmiştir.» [37]

Demek, Allah'tan gelen her şeye razı olmak ve gönderilen her şeye kesin bir bilgiyle inanmak «yakîn»dir.

Cüneyd el-Bağdadî diyor ki:

«Yakın, değişmiyen, dönmeyen bir ilmin kalbde karar kılmasıdır.»

Zünnûn Mısrîy'e göre:

«Yakîn'in üç alâmeti vardır: 1. Halk ile fazlaca îhtilat halinde olma­mak. 2. Şunu, bunu -verdiği için- övmemek. 3. Vermediği için de yerme­mek, Yakîn'in yakîninin alâmeti de üçtür: 1. Her hususta Allah'a yönel­mek, 2. Her hâl-ü kârda Allah'a dönmek. 3. Her işte Allah'tan yardım iste­mek.» [38]

Seh! bin Abdullah Tüsteriy'e göre: Yakîn kokusunu alan bir kalbin Allah'tan başkasıyla sükûnet bulması haramdır.

Ariflerden bâzısına göre: Makamların ilki marifettir. Sonra da sıra­sıyla yakîn, tasdik, ihlâs, şehâdet ve tâat gelir.

Abdullah Antakî diyor ki:

«Yakîn nurundan az bir şey kalbe ulaşınca, orayı aydınlatır ve bü­tün şüpheleri dışarı çıkarır. Böylece kalb şükür ve korkuyla dolup taşma­ya başiar.» [39]

Demek: Takva mü'minier için hazırlanmış mutluluk bahçesinin yolu ve kapısıdır. Yakîn, o bahçenin tâ kendisidir. İhlâs, onun en güzel mey-vasıdır. [40]

 

Tahliller

 

Abdullah bin Dürestveyh diyor ki:

«Yazı kıyasına girmiyen iki hatt var:  Hatt-ı Mushaf ve hatt-ı aruz..»

Mushafta kıyas dışı bir takım yazı şekilleri vardır. Onlara uymak ve aynen muhafaza etmek sünnettir. Nitekim Hazret-î İkrime (R.Â.) yazdığı mushafı Haiîfe Osman'a (RA) arzettiğinde, Hazret-i Osman onda hat kı-

yasına uymayan bazı kelimeler görünce şu emri verdi: «Bunları hiçbir sû retle değiştirmeyin, sonra Araplar kalkar da kendi iehçe ve hat şekilleri ~ uydurmaya yellenirler,   bu sebeple Allah'ın Kelâmın, değiştirmiş olur"

ne lar.»

«Eğer Resûlüllah (A.S.)m kâtipleri Sakîf ve Hüzeyl kabilelerinden ol­muş olsaydı, gibi tehecci harflerine Kur'ân'da rastlanmazdı.»

Yapılan araştırmalarda Sakîflilerin harfleri okunduğu gibi yazdıkları, yani  yerine şeklinde tahrirde bulunduk­ları; Hüzeyl kabilesinin de hemzeyi izhâr ettikleri,  ve  yerine  ve  yazdıkları görülmüştür. [41]

O halde  şeklinde yazılmakla beraber huruf-l mukattaa elif- ba - ta gibi okunur. Bu sebeple biri açık, diğeri kapalı olmak üzere iki türlü mana taşıdığı düşünülebilir. Müfessirlerin de in manası üzerindeki görüş farkları bundan ileri gelmektedir.

Bu harfler esasında mu'rebdirler. Fakat i'rabi gerektiren bir âmil ol­madığı için sükûn üzere kalmışlardır. [42]

Sûrelerin evvelinde gelen harfler bir takım ilâhî sır ve hikmetleri taşı­maktadır. Buna işaretle Hz. Ebûbekir Sıddîk (R.A.) diyor ki: «Her kitabın bîr sırrı vardır. Kur'ân'ın sırrı ise, sûrelerinin başında gelen harf ve işa­retlerdir.» [43]

Hazret-i Ali (R.A.) diyor ki: «Her kitabın kendine has bir safveti var; Kur'ân'ın safveti ise, teheccî harfleridir.» [44]

Ibn Abbas'a (R.A.) göre : Bunları anlamaya, ya da çözmeğe bilgimiz yetmez; tasavvuru bile güç gelir.

Şa'bî (Rahmetü'llahi aleyh) diyor ki:

«Bu harf ve işaretler Allah'ın bir takım sırlarıdır; araştırıp üzerinde

durmayın! Çünkü ancak Allah'ın dostluğuna mazhar olan âlimler bunları bilebilir.»

Müfessir Âlûsîy'e göre, bunları araştırıp incelemek murad olan neti­ceye bizi götürmez. Çünkü bu kapalı-gizli bir ilimdir; örtülü bir sırdır. İlim adamları bunu idrâktan âcizdir. [45]

Bâzı âlimlere göre: Bu harfler Allah'ın isimleridir; her harf O'nun bir ismine veya sıfatına işarettir.

Müfessirlerden bir kısmına göre, bunlar fiilî sıfatlardır. Meselâ: Elif, Allah'ın nîmetine; Lâm, O'nun lûtfuna; Mî m, O'nun mecdine ve mül­küne işarettir. Ve buna benzer bir takım buluş ve görüşler. Fakat eksere göre, bunlar, başında bulunduğu sûrelerin isimleridir. [46]

Ariflerden bâzısı diyor ki:

«fimi bir denize benzetecek olursak; bu denizden bir baraj akıtılmış, o barajdan bir ırmak; ırmaktan da bir akar; akardan da bir vasıtayla bir musluk akıtılmıştır. Eğer bu ölçü ve tertibin dışına çıkılıp, baraj akara akı­tılmış olsaydı akarın mecrasını bozar da zararlı hale getirirdi. Eğer deniz doğrudan doğruya baraja boşaltılmış olsaydı, onu tamamen bozar, belir­siz hale sokardı. Allah'ın Kur'ân'da: «Gökten su indirdi de dereler kendi ölçüşünce dolup taştı.» [47] buyurması buna işarettir.

O halde ilim denizi Allah katındadır. Bu denizden peygamberlere bir vadi (baraj) verilmiştir. Peygamberler de kendi vadilerinden ilim adamla­rına bir ırmak akıtıp vermişlerdir. Âlimler de bu ırmaktan küçük küçük akarlar akıtıp kabiliyeti olanlara vermişlerdir. Bunlar da kendi ehline -anlayışları seviyesine göre- musluklar akıtmışlardır.

Bundaki sır şudur: Akıllar farklıdır; her biri kendi derecesine göre, bir üsttekine nisbetle zayıf sayılır; kuvvetli sırları kaldırmaya güc getire­mez. [48]

Fahruddîn Râzî, bu harfler hakkında âlim ve ariflerin görüşlerini nak­lettikten sonra diyor ki:

. «Mütekellimler bu görüşlerin hepsini de inkâr ve red ederek demişler ki: «Allah'ın Kitabında mânasını halkın anlıyamıyacağı bir âyet, kelime ve harfin bulunması asla doğru değildir ve olamaz da..»

Mütekellimler bu görüş ve iddialarına delil olarak ondört âyet, iki hadîs ve üc de aklî buluş getirmişlerdir. [49]

Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi dokuz sûresinin başında gelen huruf-i mu-kattaadan, Küfe bilginlerine göre âyet sayılan ve sayılmıyanlar arasında şöyle bir sınıflandırma yapılır.

 bunlar ayettir. Geri kalanlar ise âyet değildir. Basra bilgin­lerine göre: Bunlardan hiç biri âyet değildir.[50]

 dan alınma masdardır. İnsanı gaye ve maksada ulaştıran şeye lütuf yollu irşad etmek manasınadır. [51]

 

Takva         

 

a)  Günahlardan tam bir hassasiyetle korunmak.

b)  Âhirette insana zarar verecek şeylerden sakınmak.

c)  Allah'ın haram kıldığı şeyleri terkedip, farz kıldığı şeyleri yerine getirmek.

d)  Şüpheli görülen ve bilinen.her şeyi terketmek.

e)  İnsanı Allah'tan uzaklaştıracak her şeyden kaçınmak.

f)  İnsanın kendi güç ve kuvvetinden yüzcevirmek suretiyle güç ve kuvveti Allah'a irca' etmek gibi manalara gelir. [52]

 

Reyb

 

Reyb, aslında nefse ızdırap ve kuşku vermek manasına masdardır. Sonra   «ş e k»   ve   «ş ü p h e»   manasında kullanılmıştır.

cümlesinin delâlet ettiği mana:

|bn Abbas'a (R.A.) göre:   Nûmazı, farzlarına uygun olarak dosdoğru alıp rükü ve secde(erini' kıraat ve kıyamını, yürek kor- boyun eğme samimiyetini tamamhyarak kılarlar.

Katade'ye göre: Namazı, vakitlerini gözeterek, abdesti de dosdoğru

alıp rükû' ve secdelerini yerine getirerek kılarlar.

Mukatil bin Hayyân'a göre: Namaz vakitlerini iyice muhafaza etmek suretiyle tastamam abdest alırlar, namazın rükû' ve secdelerini kıraat ve teşehhüdünü, Hazret-i Peygamber'e (A.S.) salât ve selâm vermeyi yerine getirirler. [53]

 

Kıyam

 

Kıyam, bu âyette, açık, devam ve sübut manalarına gelir. Ayak­ta durmak manasına değil... Buna göre âyetin manası: «Namaza devam ederler» demektir. [54]

cümlesinin delâlet ettiği mana:

a)  İbn Ab bas'a (R.A.) göre: Mallarının zekâtını tastamam verirler.

b)  İbn  Mes'ud'e (R.A.) göre: Çoluk-çocuklarının  nafakasını eksiksiz verirler.

c)  îbn Cerîr Taberî'ye göre; Âyet-i kerîme, hem zekâta, hem de sair nafakalara şâmildir. [55]

 

Rızık

 

Ehl-i sünnete göre: r ı z ı k, ister helâl olsun, ister haram olsun, in-tifa'ı mümkün olan şeyler demektir.

Mu'tezîle'ye göre: Haram rızık değildir; çünkü onu kendine mal edip sahip çıkılması doğru değildir. Allah ise, haram rızık vermez, ancak helâl rızık verir. O halde rızık, ancak  m i I k  manasına gelir. [56]

Ayrıca  rızık,  pay manasına da delâlet eder. [57]

 

İnfak

 

İnfak, malı elden çıkarmak demektir. Bu manayla Araplar, malın sa­tıcının elinden çıkıp alıcının eline ulaşmasına «nafaka'l-bey'u» derler. Ay­rıca, ruhu (canı) çıkan hayvana da:   «nefakati'd-dâbbetu»   tâbirini kulla-

nırlar. Kalbinden imân çıkan kimseye de «münafık» denilir. [58]

İnfak,   vâcib ve mendup diye iki kısma ayrılır. Vâcib olan infakın da birkaç kısmı vardır:

a)  Zekât.

b)  Kendi nefsine ve nafakası üzerine gerekli olanlara harcamak.

c)  Allah yolunda harcamak ki bundan bilhassa cihâd = savaş kas-dedilir.

Mendûp olan infak ise: Ölüm gelip çatmadan önce Allah rızası için sadaka vermektir. [59]

 

Felah

 

Felah, matlûp olan şeye zafer bulmak manasına gelirse de kök mana olarak, yarıp açmak anlamında kullanılır. Bu bakımdan ziraatçıya -toprağı yarıp açtığı için- fellâh denilir. Alt dudağı yarık olana da eflah tes­miye olunur. «İnne'i-hadîde bi'l-hadîdi yuflehu» mısraında geçen yufle-h u,   «yuşakku» manasınadır. [60]

Daha çok «fevz = kurtuluş ve basan, baka' — bulunduğu halde kalma» manasına gelir. Cennet ile kurtuluşa erişip orada ebediyen kalan­lar hakkında, «Ulâîke hümü'l-muflihûn» buyrulmuştur, [61]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İlk beş âyetle Kur'ân-i Kerîm'in ilâhî ve semavî olduğu, ledün âle­minden indirildiği, sakınanları doğru yola irşat edici bulunduğu; ayrıca bu sakınıp korunanların altı mümeyyiz vasfı ve bu sayede onların başarıya eriştikleri beyân edildikten; insan için dünya hayatında imân ve takva şe­ref ve mertebesinden daha üstün bir şeref ve mertebenin olmadığına dik­katler çekildikten sonra bu vasıflardan kendini körükörüne mahrum bıra­kan inkâroı bedbahtların, ikiyüzlü müşriklerin nasıl bir basiretsizlik için­de bulundukları, illiyet prensipleri, diğer bir tabirle sünnetullah dışına çık­tıkları için kulaklarının nasıl gerçeği duymadıkları, gözlerinin üzerine ka­lın bir perdenin nasıl gerildiği özlü ve kapsamlı cümlelerle ifâde ediliyor; birbirinin karşıtı olan   imân  ile  küfür bir tez ve antitez ölçüsü içinde akıl sahiplerinin önüne seriliyor; mukayese imkânları veriliyor.

Allah, hakkı söyler ve O, doğru yolu gösterir. [62]

 

Meali:

 

6  Şüphesiz ki (ey sânı yüce peygamber!) o küfre saplanıp kalan­ları (inkâr ve inatiları yüzünden tuttukları yanlış yolun tehlikeli sonucun­dan) korkutsan da, korkütmasan da onlara göre birdir; inanmazlar.

7  _ Allah (değişmiyen sünneti gereği) onların kalblerini, kulaklarını mühürlemiştîr. Gözleri üzerinde de bir perde ve onlar için büyük bir azap vardır.

 

İniş Sebebi

 

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) İslâm'ın tertemiz, ruhlara inşirah veren havasına daveti kabul eîmiyenlerin ve bildikleri halde inat ve inkârların­da ısrar eden putperest müşriklerin, gazaba uğramış Yahudilerin ve tes­lisin girift çıkmazında bocalayan Hıristiyanların bu hallerine için için üzülü­yordu, Çünkü o büyük Peygamberin (A.S.) tek düşüncesi, bütün insanların hidâyete erişmesi, Allah'ın tayîn ettiği doğru yolu bulmasıydı. Bunca iyi ni­yet, temiz düşünce, azim ve gayretlere rağmen müşrikler inatla şöyle di­yorlardı:

«Bizi davet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler İçindedir. Kulakla­rımızda bir ağırlık ve bizimle senin aranda bir perde vardır!»

Bunun üzerine Allah Teâlâ onların artık imân etmiyeceğini, çünkü kalblerinin tamamen kapandığını, dünya ve âhiret hayatını saadete çevi­recek hayat kanunlarına şuursuzca isyan ettiklerini ve yine en ağır ceza­yı bu kanundan göreceklerini ebedî ve ezelî ilmiyle bildiği için Peygamber

(A.S.)ın onlar hakkında beslediği ümidin bir netice vermiyeceğini ve bu hususta elde olmıyarak üzülmesinin meseleyi halletmiyeceğini beyânla bu İKİ âyeti indirdi.

Ancak bu kaibleri örtüler ardında kalan, hakkı idrâkten kaçınan şu­ursuz müşriklerin o gün için kimler olduğunda bir takım farklı rivayet ve görüşler var:

İbn Abbas'a (R.A.) göre: Medîne ve civarındaki Yahudî ileri gelenleri­dir ki, Allah onları, «Bildikleri halde Hakk'ı inkâr edenler, gerçeği örtenler» diye vasıflandırıyor. [63]

Diğer bâzı Ashab-ı kirâm'a göre: Ebû Leheb, Ebû Cehl, Velîd bin Muğîre ve emsali müşriklerdir ki onlar apaçık beyyinelerden sonra, bile bile inkâra saptılar; o günkü bilgi ve kültürlerine rağmen inatlarında ıs­rar ettiler. Beyinleri iyice putperestliğin bulanık suyuyla yıkanıp şartlan­dıkları için mi kendilerine şeref bahşedecek İslâm davetini red ettiler? Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiği üzere: Onların kaibleri, dimağları Hakk'a karşı örtüler içinde bulunuyordu,.Âyet bu karakterde olan her kâfir ve inatçıya şâmildir. Onlar inat ve inkârlarıyla hak ve hakikati örttükleri, gece de ka-ranlığıyla ortalığı örtüp belirsiz hale' getirdiği için hem gece hakkında, hem onlar hakkında «kâfir» sıfatı kullanılmıştır. [64]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Abdullah bin Amr (R.A.) anlatıyor: Peygamber (A.S.)dan soruldu:

  «Ey Allah'ın Resulü!   Biz Kur'ân'dan bâzı yerler okuyoruz, ümitle­niyoruz. Bâzı yerler de okuyoruz, neredeyse ümitsizliğe düşüyoruz!.»

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (A.S.) onlara:

«Size Cennet ehliyle, Cehennem ehlinden haber vereyim mi?» di­ye sordu.

  «Evet, Ya Resülellah! Haber veriniz.» dediler.

Hazret-i Peygamber (A.S.) Bakara sûresinin ifk beş âyetini okudu ve:

  «İşte bunlar Cennet ehlidir!» buyurdu, Ashab-ı Kiram (Allah hepsinden razı olsun):

«Onlardan olmayı ümit ederiz» dediler.

Sonra Hazret-i Peygamber (A.S.) Bakara sûresinin altıncı ve yedinci âyetlerini okudu ve:

— «Bunlar da Cehennem ehlidir,» buyurdu.

Ashab-. Kiram:

  «Biz onlardan değiliz, Ya Resûlellah!» dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (A.S.):

— «Evet, öyledir» buyurdu. [65]

Kalblerin mühürlenmemesi için Hazret-i Peygamber (A.S.) sık sık Al­lah'a iltica ederek: «Ey Kalbleri çeviren (istediği tarafa döndüren Al-fahım!) Kalblerimizi kendi dinin üzerine tesbit et,» şeklinde duâ ederler­di. [66]

Buna yakın ikinci bir hadîste de şöyle duâ ettikleri bildiriliyor:

«Ey kalbleri (hak ve hakikat, imân ve irfan üzere) tesbit eden Al-lahım! Kalbierimizi kendi taat(u ibâdet)in üzerine tesbît et.» [67]

Allah'ın Resulü (A.S.) Efendimiz kalblerin günah ve fitnelerle, küfür ve tuğyanlarla yavaş yavaş nasıl kararıp mühürlenmeye yüztuttuğunu be­yânla buyuruyor ki:

  «Fitneler kalbler üzerine   -hasır dokunur gibi-   tel tel arzolunur. Hangi kalbe (su) içirilir (gibi girer)se, orada siyah bir nokta belirir. Hangi kaib de ondan hoşlanmazsa, onda beyaz bir nokta belirir.   Böylece ikj çeşit kalb olmuş oluyor: Biri parlak beyaz taş gibi, ki gökler ve yer dur­dukça fitne ona zarar vermiyecek. Diğeri ise koyu kurşunî renktedir, dev­rik küpe benzer (ki içinde su durmaz); o, ne bir mâruf tanır, ne de münker her şeyi reddeder.» [68]

  «Mü'min  kimse  bir günah işlediğinde, kalbinde  siyah  bir  nokta belirir. Eğer tevbe eder, o siyahlığı koparıp atar ve kendini bu konuda kı­nayıp azarlarsa, o takdirde kalbi cilalanır. Yok eğer günahı artınrsa, si­yahlık da gitgide fazlalaşır, o kadar ki kalbinin üstüne yükselerek (her ta­rafını istilâ eder). İşte bu, Kur'ân'da beyân edilen   «r â n»dır.   Yani onla­rın irtikâp edegeldikleri günahlar kalblerini yenmiş de (iyice paslandır-mışdır).» [69]

Bu hadîslerin manalarını kuvvetlendirir mahiyette diğer bir hadîste de buyuruluyor ki:

— «Günahlar ardarda kalbler üzerine gelmeğe başlayınca (kalbin ir­fan kapılarını) kapar. Kapanınca da Allah tarafından o zaman mühür ge­lir (de kalbe basılır). Artık o kalblere bir yol yoktur ve küfürden de bir kur­tuluş yolu bulunmaz. İşte bu, Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği «mühür bas-ma»dır.» [70]

__ «Haberiniz olsun,  bedende bîr et parçası vardır;   o  düzeldiğinde

bedenin her tarafı düzelir; o bozulduğu zaman bedenin her tarafı bozulur. Dikkat edin o et parçası kalb'dir.» [71]

 

Ahlâkî Yönü

 

İnsan çoğu zaman işine gelmiyen; nefsine uymayan, geçici zevklerini kısmen de olsa frenliyen şeyleri çarçabuk benimsemez; bunun ruh ikli­mine getireceği müsbet havayı geç ve güç idrâk eder. O sebeple kendisi­ni bir takım şeyleri terketmeye zorlayan emir ve yasaklara karşı tepki gösterir ve dinlememek için idrâk ve sezgisinin kapılarını sımsıkı kapamak ister. Şunu hemen ilâve edelim ki, hayat yolculuğunda yalnız hoşumuza giden, zevkimizi gıcıklayan, nefsimizi kabartan nesneleri aramak ve bütün bir ömrü bu yolda harcamak, ruhî bozuklukların en kötüsüdür.

Muhit ve medeniyetin, çevre ve geleneklerin meydana getirdiği sun'î ihtiyaçları öz varlığımızın ebedî ihtiyaçlarıyla karıştırmak; uzak fakat ha­kikî menfaat peşinde koşacak yerde yakın ve hayalî menfaatiar peşinde koşmak şüphesiz ki kalbin tasdîk süzgecinden geçmiyen ve geçmediği için de bozuk ve tortulu kalan yanlış bir itikadın tabii neticesidir.

İnsan kendini serbest görmek istiyor. Herhangi bir disiplin altına gir­mek istemiyor. Allah'a karşı isyan ve tuğyanın başlıca sebebi işte budur. Din ve ahlâk ebedî hayatın lüzumunu gönüllere nakşederken bütün bir ömrü disiplin altına alır. İşte Allah'a dosdoğru imân bunun mahsulüdür.

İdrâk ve basiretin hakikate kapalı oluşundan doğan kararsızlık ve iti­katsızlık, gönüllerdeki ihtirası kamçılar ve bu sebeple ruhî yapıda karar-madik yer kalmaz. Bu kararma neticesidir ki tarih boyunca bir kısım pey­gamberler öldürülmüş ve bir çoğu da en ağır hakaret ve işkencelere mâ­ruz bırakılmıştır, Bakara sûresinin altıncı ve yedinci âyetleri, ilâhî disip­lin reddeden gönlü kara muhteris inkarcıların bu aşırılığına karşılık Allah'ın kendi kanunları icabı olarak onların gözlerine nasıl perde çektiği­ni, kalblerine nasıl mühür vurduğunu ve artık imân etmelerine nasıl yol kalmadığını en özlü bir ifâdeyle beyân ederken, insanların bu tarz bir in­kâr ve tuğyan fırtınasına tutulmamaları tenbîh buyuruluyor.

«Gaybe imân getir ey mülhid-î fâcir ki sana, Âhiretten hatt-ı talik ile hüccet gelmez.»

Sonuç olarak diyebiliriz ki: Gönüllerde katmerleşen küfrü temizlemek, güzel ahlâkı, mukaddes duyguları yerleştirmek için güçlü ve yeterli bir dine ihtiyaç vardır. İslâm bunun en mükemmelidir. [72]

 

İçtimaî Yönü

 

Cemiyet bünyesinde ruhun bariz kuvvetlerinden olan güzel ahlâk, kutsal duygu, ilâhî marifet, bir Allah'a imân gibi manevî değerlerin ih­mâl edildiği ya da bunlara hiç yer verilmediği takdirde, küfür, tuğyan, kötü ahlâk, başıboş hayat moda olur. Bu moda cemiyet ve milletlerin yı­kılmasını sağlıyan başlıca sebeplerdir, diyebiliriz. İlâhî kanunlara karşı gelen her fert yalnız günahkâr plmakla kalmaz, aynı zamanda aile ve mil­letinin çökmesine veya mahvolmasına yardımcı olur. Bu kanunlara biz «hayat kanunu» da deriz. Şöyle ki: İnsan vücudu kâinatın bir parçasıdır; içinde bulunduğu fizikî muhitle aynı elemanlardan meydana gelmiştir. Fakat özel bir şekilde organize edilmiş ve kendisine bir çok yetiler (me­leke) verilmiştir. Ama başıboş bırakılmamış, varlık âleminde câri olan sün-netullaha ve hayat kanunlarına uygunluk içinde yaşaması emredilmiştir. Bu kanunları bize tanıtan semavî dinler ve bu dinlerin mübeliiğ ve mür-şidleri peygamberlerdir. İnen kitaplara inananlar dünya ve âhiret mutlu­luğuna erişir, inanmıyanlar bu iki huzuru kaybeder.

Evet, bilgisizlik, küfür, tuğyan ve sapıklık insanların akıllarına ve vic­danlarına hâkim olunca, cemiyetler artık itikadlarındaki bozukluğu ve gö-nülierindeki küfrü idrâk edemez olurlar; o kadar ki Hakk'ın sesini duymaz, çağrısına kulak vermez, ilâhî düzeni göremez hale gelirler. Böyle olunoa da maddî kuvvetlerin çoğu fitne ve fesat, zulüm ve işkence âleti hâline getirilir; şer unsurları kuvvetlenir ve bir gün cemiyetin sarsıntı geçirmesi­ne, anarşizme boğulmasına, büyük bir felâkete uğramasına yol açar.

Bugüne kadar yıkılan, haritadan silinen milletler hep bu hastalığın kurbanı olmuştur. Cihan savaşları bu yüzden çıkmıştır. Çünkü küfrün ve ihtirasın sarhoşfuğuyla kalbleri mühürlenen, gözleri üzerinde kalınca bir perde bulunan idareciler ve kadrolar maddî ve manevî felâketleri duymoz ve göremez olmuşlardı. Koca Roma İmparatorluğunun yıkılması buna ne

güzel misaldir! 64 yılında Roma'da çıkan büyük yangında şehir bir baş­tan bir başa yıkıntı haline gelirken, Allah'a karşı tuğyan eden Zâlim Neron sarayının önünde durup lir çalmıştır.

Cihan mürşidi Hazret-i Muhammed (A.S.) diyor ki:

«Ben sadece bir uyarıcıyım; yerin ve göklerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin mutlak sahibi bir tek Allah'tan başka ilâh yoktur.» [73]

 

İtikadî Yönü

 

Kelâmcılara göre, küfrün haddini belirtmek (tarifini yapıp, sınırını çiz­mek) oldukça zordur. Küfrü gerektiren şeyler nelerdir? Hazret-i Muham­med (A.S.)dan naklolunan her şeye inanmak lâzım mıdır? Bir kısmına ina-nılmazsa küfre girilir mi?

Bâzılarına göre:

Hazret-i Muhammed (A.S.)dan naklolunan her şeye istisnasız inan­mak lâzımdır. Fakat bize kalırsa, bu hüküm izaha muhtaçtır. Çünkü Ce-nâb-ı Peygamber (A.S.)dan nakledilen şeylerin sıhhat derecesi ya bi-zza-rûre, ya bi'l-istidlâl, ya da haber-i vahidie bilinir.

Birinci yolla bilinenlerin hepsini tasdîk eden mü'min, tümünü veya bir kısmını inkâr eden kâfir sayılır. Meselâ: Yaradan'ın varlığını veya O'nun ilim, kudret, vahdaniyet gibi sıfatlarından birini, ya da O'nun noksan sı­fatlardan münezzeh bulunduğunu veyahut Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini, Kur'ân'ın sıhhatini veya kaçınılmaz bir, bilgiyle bildiğimiz şer'î hükümleri inkâr etmek bu cümledendir.

İkinci yolla bilineni inkâr etmek küfrü gerektirmez. Meselâ: Allah gö­rülür mü, görülmez mi? Kulların amellerinin yaratanı; Allah mıdır, değil midir? vb. İstidlal yoluyla bilinen hususlar gibi. Bunlar tevatür tarikiyle bi­ze kadar gelmemiştir. İki görüşten birinin sıhhati veya butlanı ancak bi'l-istidlâl bilinebilir. Bu itibarla, ikinci yolla bilinenlerin inkâr ve ikrarı imâ­nın mahiyetine dahil değildir. O halde inkârı küfrü gerektirmez.

Üçüncü yol (haber-i vâhid)le bilinen hususlardır ki, imândan sayılmaz. Bu bakımdan küfrü de gerektirmez. İşte bu kaideye göre biz, ümmetten hiç kimseyi, istidlal veya haber-i vâhidle inanmadığı bir meseleden dolayı küfürle suçlamayız.

«Muhakkak o küfre sapanlar...» cümlesinde  geçmiş  zamana  delâlet eden bir fiille, müşriklerin küfründen haber veriliyor. Mu'tezile'ye gö­re: Allah'ın geçmişe ait fiille haber vermesi, Allah Kelâmı'nın muhdes (sonradan olma) olduğunu gösterir. Zira bu yolla verilen bir haberin doğ­ru olabilmesi için muhberu anh (haberi verilen şey)le mesbuk olması ya­ni ondan sonra vücut bulması gerekir. Kadîm (öncesiz) olan bir şeyin başkasıyla mesbuk olması ise muhaldir. O halde bu kabil haberlerin de kadîm olması muhaldir. Bu takdirde muhdes (sonradan) olması vâcibdir.

Ehi-i Sünnet âlimleri Mu'tezile'ye cevap vererek diyorlar ki:

Cenâb-ı Allah bu âlemi sonradan varkılacağını biliyordu. Ondan ha­ber vermesi, O'nun ilim ve kelâm sıfatının sonradan olma olduğuna de­lâlet etmez. Haber verilen şey gelecekte vücud buluyor. Vücud bulunca da haberde bir değişiklik olmuyor. Yani ezelî olan kelâm, yine ezelîdir; muhdes olan, o kelâmın taallûk ettiği şeylerdir. [74]

 

Tasavvuf! Yonu

 

Dâvet-i Muhammediyye her türlü ivaz ve garazdan uzaktır. Bu davet sadece ve sadece ilâhî merhametin ziyası altında beşerî en doğru ve en selîrn yola irşâddır. Allah'ın Rahman ve Rahîm sıfatlarının sırrına mazhar olan Resûlüllah (A.S.) bu mazhariyetin verdiği irfanla bütün insanların küfr-u tuğyan, madde ve ihtiras bataklığından kurtulup imân ve fazilet tahtına yükselmesini gönülden ister ve bunun için ruhunda derîn bir has­ret hissederdi. Mekke'de olduğu gibi Medine'de de bir hayli âsî müşrik­ler, azgın hilebaz ve o nisbette sinsi Yahudiler bulunuyordu. Allah (C.C.) ezelî ilmiyle bir kısım insanların bütün delillere, açık burhanlara, afakî ve enfüsî belgelere rağmen imân etmeyeceklerini, nûr-i Muhammedi'den his­se alrmyacaklarını kesin olarak bildiği için -ki burada ilim malûmata tâ­bi' olmuş oluyor- bir teselli mahiyetinde Peygamber'e (A.S.) durumu ha­ber verdi ve böylece ilâhî ilminin şaşmiyacağını meydana koydu.

O halde kalblerin mühürlenmesi, cüz'i iradeyi kötüye kullanmayı rem-zeder; kulakların tıkanması, işitme yolunun akıl ve irfanın kumandasından çıkıp, nefs-i emmâre'nin emrine girdiğini sembolize eder. Gözlerin perde­lenmesi, basîretln tıkanıp işlemez hale geldiğini ifâde eder. A'raf sûresinin 179. âyetinde buna işaretle buyuruluyor ki: «Şanıma and olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık; kalbleri vardır, onunla (hakkı) anlamazlar, gözleri vardır, onunla (hakikati) görmezler, kulakları vardır, onunla (doğruyu) işitmezler. İşte bunlar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir, belki daha da sapık ve şaşkındırlar. İşte gafiller ancak bunlardır!» [75]

 

Tahliller

 

Küfür: Lügat olarak «bir şeyi örtme, kapama ve gizleme»'mana­sına gelir. Terim olarak, «Hakk'ı inkâr edip örtmek ve gizlemek» anlamın­da kullanılır. Sözlük manasıyla, tohumu toprağa atıp gizlediği için çiftçi­ye; eşyayı karanlığıyla örtüp gizlediği için geceye «kâfir» denilmiş­tir.[76]

Küfür, dört kısma ayrılın

1.  İnkâr yollu küfür: Allah'ı hiç bilmemek, tanımamak. Fir'avn'ın küf­rü gibi. O, kavmine: «Kendimden başka sizin için hiç bir tanrı tanımıyo­rum!» demişti. «İşte ben sizin en yüce Rabbinızim!» diyen de yine o ol­muştur,

2.  Bile bile inkâr yollu küfür: Kalbiyle Allah'ı bildiği halde diliyle ik­rar etmemek. Şeytan'in küfrü gibi. «Yalnız İblis dayattı, (bunu) kibrine ye-diremedi de kâfirlerden oldu.» [77]

3.  İnat yollu küfür: Kalb ile Allah'ı bilmek, dil ile ikrar etmek ve fa­kat onunla dindar olmamak, aksi bir istikamet tutup dinî birçok şeyleri kabul etmemek, ilâhî buyrukların tümünü ya da bir kısmını küçümsemek. Mekke müşriklerinden Umeyye bin Ebî Sait'in küfrü gibi. [78]

4.  Nifak yollu küfür: Dil ile Allah'ı ikrar etmek, fakat kalb ile tasdîk etmemek. Münafıkların reisi Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün   küfrü   gibi. Hazret-i Âîşe validemize iftira atan da bu münafıktır.

gibi bu da sıfat manasında kullanılır.

Cümlede   istifham   harfi   olarak   getirilen   «h e m z e»   ile   «e m»   is­tifham manasından soyunmuştur.

E-enzerte altı kıraat üzere okunmuştur:

1.  İki hemze ve aralarında bir elif.

2.  Yalnız iki hemze, aralarında elif yok.

3.  Birinci hemze kaviy, ikincisi ona az yakın ve aralarında elif.

4.  Üçüncü kıraatin aynı, yalnız aralarında elif yok.

5.  İstifham harfinin hazfı (alinması)yla.

6.  İstifham harfinin hazfı (alınması) ve harekesinin mâ-kablindeki sa­kin harfe verilmesi.

İ n z â r: Lügatte korkutmak manasınadır. Burada ise, kötü bir yolun, yanlış bir tutumun, sakat bir itikadın encamından haber vermek suretiyle korkutup uyarmak manasınadır; mutlaka korkutmak manasına değildir. Bu itibarla  in zar,  tebşîr'in  karşıtı olmuş oluyor.

Âyette sadece i n z ö r'ın fayda vermiyeceği üzerinde duruldu, fakat tebşîr'in te'sir edip etmiyeceğinden bahsedilmedi. Çünkü «Def'-i mazar­rat celb-i menfaatten daha mühimdir.» Te'siri büyük olan i n z â r kâr et­meyince, artık tebşire pek lüzum kalmıyor.

Yedinci âyet-i kerîme, inatçı kâfirlerin imân etmiyeceğine dair vâki ilâhî hükme ta'lîl mahiyetindedir.

Küfre saplananların imân etmiyeceklerine dair ilâhî beyân, bir şeyin vukuundan evvel verilen bir haber gibi anlaşılsa da bu bize göre böyle­dir. Allah'ın ilmi zaman anlayışından ve kaydından tamamen münezzeh­tir. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek zaman diye bir şey düşünülemez. İlm-i Subhanî bütün zaman ve mekânları içine almıştır.

Huccetü'l-İslâm İmâm Gâzâlî diyor ki:

«Her şeyi Cenab-ı Hak irâde edip yarattığına göre, bunları en küçük teferruatına kadar bilmesi gerekmez mi? Allah'ın ezelî irâdesi, cüz'î mev­cudatın hepsinin illetidir ve ilmi de bunların tümünü içine alır. Bu husus Allah'ın zatî birliğine zıt (karşıt) değildir. Sonuç olarak: Allah bütün cü-J ziyatı bilir. Bir şeyin vukuundan önceki bilgisi ile sonraki bilgisi birbirin-, den farklı değildir. O'nun ilmi her türlü zaman ve mekân kavramlarından

münezzehtir.»

Hatıra şöyle bir sofu gelebilir:

İmân etmiyeceklerini bildikten sonra i n z â r'ın faydası ne olabilir? Bu hususta birçok tefsîr ve te'vîller vardır. Bize göre: Resul tebligat göre­vini yapmak zorundadır. Kıyamet günü, «Ben, peygamber tebliğini duyma­dım» ya da «Bana yol gösterici kimse olmadı!» şeklinde bir itiraza mey­dan verilmemesi, inzârın lüzumunu gösterir.

Hem bu bapta İlim malûmata tâbi'dir. O bakımdan, «Küfre saplanan­ları inzâr etsen de etmesen de onlara göre bir, inanmazlar!» buyurulmuş da, «Sana göre bir» denilmemiştir. [79]

H a t m: Bir şeyi kapayıp gizlemek, sonuna götürüp bağlamak ma­nalarına gelir. Bir belgenin sonunu bağlamak, konulduğu zarfı kapayıp mühürlemek de bu anlamdadır.

Kâfirlerin kalblerini mühürlemenin Allah tarafından olduğunun beyân edilmesi, onların imân etmiyeceğine, kalblerinin ilâhî buyrukları almıya-cağına, hakkı kabul etmiyeceklerine, Kur'ân-ı Kerîm'e kulak tıkayacakla­rına dair bir şehâdettir. Yoksa onların imân etmesine bir engel koymak değildir.

İkinci bir tefsîrle:

Gişâve'nin hakikati: Görmeğe engel perde demektir. O halde bu tâbir mecaz yollu kullanılmıştır. İnatçı kâfirlerin basiretinin kapanması, eşyayı göremiyen âmânın haline benzetilmiştir.

Gişâve'nin gündüz görüp, gece görmeme manasına geldiğini söyli-yenler de var. Bu manayla: İnkarcılar gaflet içinde görebiliyor, ibretle gö­remiyorlar. Allah'ın açık belgelerini, varlığına, birliğine delâlet eden âyet­lerini, kendi küfürlerinin kesîf karanlığı içinde müşahede edemiyorlar. Kü­für karanlığı kalkacak olursa, herhalde göreceklerdir.

Müfredat-i Ragib'da, Gışâ'nm göze arız olan katarakt olduğu ifâde ediliyor. [80]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Cenâb-ı Hak (C.C.), Asr-ı saadette türeyen inatçı kâfirlerin ve Yahu-dî meşrepli münafıkların İslâm'a karşı hazırladıkları sû-i kasdın ve içlerin­de besledikleri menfî ve o nisbette korkunç plânların özetini verdikten sonra her devirde bu tip sapıkların bulunacağına ve hepsinin de aynı me-todla olmasa bile değişik metodlarla aynı hedefe doğru gideceklerine işa­ret buyuruyor ve sonra da onların hakiki veçhelerini meydana koyarak portrelerini çiziyor; menfur tutumlarını, kötü karakterlerini -inanmışların hafızalarında iyice yer etsin diye- darb-i mesellerle tasvir etmek suretiyle mâkulü mahsusla izah ediyor.

Darb-ı meselin dimağ ve zihinler üzerindeki te'siri inkâr olunmdya-cak kadar meydandadır. Kur'ân-ı Kerîm'in müstesna üslubundan biri de budur.

Özet olarak:

Sûrenin başında geçen dört âyetle mü'minlerin vasfından bahsedildi. Takvayla imân arasındaki münasebet belirtildikten sonra kâfirlerin, inat­çı müşriklerin durumuna temas edildi. İnkarcıların iki kısım olduğu, biri hem kalbiyle, hem diliyle inkâreı vasfını meydana koyduğu, diğeri ise kal­ben inkarcı olduğu halde diliyle bunun aksini iddia ettiği beyân edilerek, bu ikinci sınıfın münafıklar olduğuna dikkatler çekildi. Tehlikeli olmakta, inatçı kâfirlerden daha ileri bulundukları  nedeniyle münafıklardan daha geniş bir şekilde bahsedildi. [81]

Nitekim İbn Cüreyc'in Mücâhid'den yaptığı rivayete göre:

Bakara sûresinin başında dört âyet mü'minler hakkında, iki âyet kâ­firler hakkında ve onüç âyet de münafıklar hakkında inmiştir. Müfessir Suddî de «Ve mine'n-nâs»dan murad, münafıklar olduğunu söyler. [82]

 

Meali ;

 

8—  İnsanlardan öyleler de var ki, inanmadıkları halde Allah'a ve âhi-ret gününe inandık derler.

9—  (Zanlarınca) Allah'ı ve imân edenleri aldatırlar.   Halbuki   ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar.

10—Kalblerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artır­mıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azap vardır.

11—  Hem onlara:  «Yeryüzünde fesat çıkarmayın» denildiğinde, «Biz ancak ıslâh edicileriz» derler.

12—  Haberiniz olsun ki, onlar, onlardır ancak fesatçılar, ama farkın­da değillerdir.

13—  Onlara «Olgun insanların inandığı gibi inanın!» denildiği zaman, «O beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?» derler. Dikkat edin ki, onlar, onlardır asıl beyinsizler; fakat bilmezler.

14—  Onlar imân edenlere rasladıkları zaman  «inandık»  derler. Şey-tanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman: «Doğrusu biz sizinle beraberiz. Biz ancak (o mü'minlerle) alay edicileriz,» derler.

15—  Allah onlarla alay eder de kendilerini taşkınlıklar içinde bocalar şekilde bırakır.

16—  İşte onlar öyle kimselerdir ki, doğru yola karşılık sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştık doğru yolu da bulmuş değillerdir.

 

İniş Sebepleri

 

Kelbî (Sâib bin Bişr-Ölümü: H: 146/M: 763)den yapılan rivayete gö­re; İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir:

— «Bakara sûresinin sekizden on dokuza kadar olan âyetleri, mü­nafıkların reisi Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.»

Yahudi olan Abdullah bin Ubey, Medîne'de bir başbuğ olma, Evs ile Hazreç kabilelerini kendi riyaseti altında tutma sevdası içindey­ken Hazret-i Peygamber (A.S.)ın hicret-i seniyyeleri vuku1 buldu. Medî-neli'ler Peygamber Efendimizin etrafında toplanınca Abdullah'ın yıllardan

beri kurmuş olduğu hayalî başbuğfuk tahtı ve hazırlamış olduğu plânlar alt-üst oldu. Açıktan açığa bir şey yapamıyacağını, yapsa bile hedefine ulaştıramıyacağıni anlamakta gecikmedi; sırf zevahiri kurtarmak, fakat jslâmiyeti içinden kemirmek için Hazret-i Peygamber'e (A.S.) gelip bey'at etti ve sözde İslâmiyeti kabul eder göründü.

İşte bu münafık bir gün hempaları ile Medine sokaklarında dolaşır­ken birkaç Ashab-ı Kirâm'a rastladılar. Abdullah yanındakilere dönerek: «Bakın şimdi ben bu beyinsizieri(!) nasıl aldatır ve pohpohlarım da sizden uzaklaştırıp defederim» dedi ve hemen koşarak Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)ın elini sıktı ve : «Merhaba Ey Sıddîk-i Ekber! Beni-Teym kabilesinin efen­disi ve reisi, İslâmın şeyhi, mağarada Resûlüllah'ın yegâne arkadaşı, ma­lını ve nefsini Allah'ın Resulü için harcayan ulu sahabi!» Sonra Hazret-i Ömer'e (R.A.) döndü, onun da elini sıkarak:   «Merhaba Benî-Adîy kabile­sinin reisi! Allah'ın dininde kuvvetli ve hakla bâtılı ayırt eden Faruk, malı­nı ve canını Allah ve Peygamberi  uğrunda  harcamaktan  çekinmiyen ulu kişi!» diye yaltaklandı ve sonra Hazret-i Ali'ye (R.A.)   yaklaşıp   onun   da elini tutarak: «Merhaba ey Cenâb-ı Peygamber'in amcasının oğlu, Resû­lüllah'ın damadı, Hazret-i Muhammed'den sonra Hâşim Oğullarının en bü­yüğü, Allah'ın aslanı!» diyerek tabasbüse çalıştı;  yapmacık  saygılar gös­tererek bu mübarek zatlardan ayrılıp arkadaşlarının yanına döndü ve on­lara: «Gördünüz mü, nasıl aldattım? Hakkımdaki şüpheleri nasıl giderme­ye çalıştım?! Siz de aynı metodla hareket edin. Ola ki, bu sinsi yollardan gaye ve maksadımıza erişiriz.»

Müfessir ve tarihçilerimizden bir kısmı, Abdullah bin Ubey ile Haz­ret-i Ali (R.A.) arasında şöyle bir konuşma cereyan ettiğini kaydederler:

Abdullah bin Ubey, Hazret-i Ali'ye yaltaklanıp iltifatkâr sözler sarfe-dip saygılarını belirttikte, onun münafık olduğunu bilen Hz. Ali (R.A.) bu tarz yapmacık iltifatlara Ve tabasbuslara hiddetlenerek:

  Abdullah! Allah'dan kork, münafıklık etme.. İyi bil ki Allah'ın yer­yüzünde en habîs kulu, münafıklık yapan kimsedir!, diyerek uyardı.

Abdullah üzüntüsünü belirterek:

  Ya Ali! Bana karşı nasıl böyle söyleyebiliyorsun?   Şanı Yüce* Al­ana yemin ederim ki bizim imân ve itikadımız sizinkinden farksızdır (!) dedi.

det hUnUn üzerine Hazret-' Ali (R.A.) bir şey söylemedi, fakat aynı hid-lah (A qQSI 'Çİnde Abdullan'ın Yüzüne dikkatle bakarak ayrıldı.   Resûlüllah  huzuruna varınca Abdullah'la aralarında geçen sözleri anlattı, üzerine:

«Onlar imân edenlere rastladıkları zaman -inandık- derler. Şeytanla-rıyla başbaşa kaldıkları zaman; -Doğrusu biz sizinle beraberiz. Biz ancak (O mü'minlerle) alay edicileriz - derler.»                 .                    .

Mealindeki âyet-i kerîme indi,

İbn Kesîr Hafız İmâdüddin Ebûtfida İsmail {Vefatı: 774)in kendi tefsi­rinde kaydettiğine göre:

Cenâb-ı Resûlüllah (A.S.) Medine'ye hicret ettiklerinde, orada puta tapan Evs ve Hazreç kabileleri, Yahudilerden de Beni Kaynuka kabilesi bulunuyordu. Ayrıca Beni Kurayza Fedek'de, Nadir Oğulları da Medîne yakınlarında eyleşik idiler. Evs ve Hazreç'ten Müslümanlığı kabul edenler oldu (ki bunlara Ensar deniliyor). Yahudilerden de pek az kimse İslâ­miyet dairesine girdi. Müslüman olanlar arasında Abdullah bin Selâm (R.A.) da bulunuyordu ki bu zat önceleri büyük bir Yahudi âlimi olarak şöhret bulmuştu. Hazret-i Peygamber (A.S.) geri kalan Yahudilerle ve bir de Medîne etrafındaki bâzı kabilelerle bir anlaşma yaparak Medîne vadisini önce bir site - devleti haline getirip, sonraları Müslüman İmparatorluğunun başşehri yapmak için ilk yazılı anayasayı İslâm tarihi­ne nakşetti.

Medîne ve çevresindeki azılı münafıkların başkanı Abdullah bin Ubey bilhassa Büyük Bedir savaşından sonra bütün mefsedet ve mel'anetini kusmaya başladı. Hele Medîne'nin bir İslâm İmparatorluğunun başşehri olmasına hiç ama hiç tahammülleri yoktu. Bu yüzden de bir an önce İs-lâmiyeti içinden yıkmak gerekiyordu. Faaliyetlerinin kesif tarafı bu nok­tada -toplanıyor ve her fırsattan yararlanmaya çalışılıyordu. Cenâb-ı Hak (C.C.) bu âyetlerle onun ve arkadaşlarının tutumunu içyüzüyle meydana koydu ve bu suretle Müslümanları uyardı. [83]

 

İlgili Hadîsler

 

  «Munâfıkın alâmeti üçtür:

1.  Konuştuğu zaman yalan söyler.

2.  Va'dettiğinde sözünde durmaz.

3.  Kendisine bir şey (sır veya eşya) emânet edildiğinde hıyanet eder (sır ise onu etrafa yayar, mal ise onu zimmetine geçirir).» [84]

  «Kimde dört huy bulunursa, o,   hâlis  bir münafıktır...   Kimde  de

bunlardan bir parça bulunursa, -onu terkedinceye kadar- kendisinde mu nâfıkiıktan bir huy var demektir:                                                                   mu"

1.  Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman ona hryânet etme*.

2.  Konuşurken yalan söylemek.

3.  Andlaştığında (andını) yerine getirmemek.

4.  Dâvaiaştığ. (biriyle murafaada bulunduğu ya da muhakemeleştiği) zaman haktan ayrılmak.» [85]                                                               

Sözü edilen münafıkların   öldürülmesi   için çok   .srar eden   Hazret-i Ömer'e, Cenab-ı Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi:

- «Arapların   -Muhammed kendi arkadaşların, öldürüyor-   demesini hoş görmem, böyle bir sözden tiksinirim!»[86]                   

a)   Resûlüllah (A.S.) Efendimiz   bu   prensipleriyle onların kalbini ka­zanmaya çalışıyor; nefret uyandırmamaya çok dikkat ediyordu.

b)   «Muhammed (A.S.) kendi   arkadaşlarını   öldürüyor!»   denilmesinin İslâmiyetih yayılma hızını zedeliyeceğinden endişe duyuyordu.

Kurtubî devamla diyor ki: Bu nedenlerle Hazret-i Ömer'in (R.A.) ıs­rarına Allah'ın Resulü şu cevabı vermiştir:

— «Benim kendi arkadaşlarımı  öldürdüğümün  söz edilmesinden Al­lah'a sığınırım!.» [87]

 

İlmî Yönü (Psikoloji)

 

Münafık:  Zekâ ve belki ilim bakımından gelişen fakat sezgi ve basi­ret, vicdan ve ilâhî marifet bakımlarından çok geri kalan; din ve ahlâk gibi iki manevî dayanağı derinliğine kavrayamayan, bu yüzden zekâsını " da ilmiyle zekâsını hak ve hakikata karşı gelmek için çok sinsi bir me-la kullanan veya aşağılık duygusu sonucu ister istemez bu yolu seçen sıfattır. Aynı zamanda psikolojik bir elemdir; tedavi edilmezse çok tehlikeli olur.

O halde eğitimde yanlış bir anlayış sonucu aklı ve zekâyı, sezgi ve basiretten yani ruhun en yararlı kuvvetlerinden üstün tutmak ya da sade­ce akla ve zekâya değer verip rûh ve vicdanı ihmâl etmek materyalizme yol acar. Bu sebeple de hem ferdin iç âleminde, hem de sosyal alanda madde ile mana arasındaki denge bozulur. Kutsal sayılan şeyler haka­rete uğrar; mâbed ve ibâdet bir takım manasız şeyler sayılarak küçüm-senir.

Bunun gibi ilim ve felsefeyi tek kurtarıcı vasıta olarak almak, din ve ahlâkı, sezgi ve basîreti ihmal etmek de ferdin fenalaşmasına, ahlâkan çökmesine, medeniyetin yıkılmasına sebep olur. M. Ebû Zehra'nın dediği gibi: Felsefecilerin sözlerinden ve parlayan ahlâk kanunlarından yardım istemek beyhudedir. Çünkü ahlâk ilimle düzeltilmez. İlim; idrâk ve fikri geliştirir. İdrâk ise hem hayırda, hem de şer'de olur. Bugün insanı bağla­yan bu düğümü çözmek için güçlü ve otoriter bir dinden başka yol yok­tur.

Dr. Alexis Carrel diyor ki:

«Biz garplılar aklı, sezgi (intultion)dan çok üstün sayıyoruz. Zekâyı duygudan üstün tutuyoruz. Ve ilk önce zekâyı inkişaf ettirmeğe uğraşı­yoruz. Ruhun zekâdan başka kuvvetlerini -ahlâk, fazilet, mukaddes duy­gular gibi- büsbütün ihmal ediyoruz. Bu temel faaliyetlerin dumura uğra­ması modern insanı ruhen kör yapmaktadır.»

Kur'ân-ı Kerîm'de bu tip insanların, yani ruhen körleşen münafıkla­rın kendilerine kâr sağlamiyan nasıl bir aiış-verişte bulundukları tasvîr edilerek buyuruluyor ki: «İşte onlar öyle kimselerdir ki, doğru yola kar­şılık sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlama­mıştır; doğru yolu da bulmuş değillerdir»[88]

 

İtikadîyönü

 

Mealini yazdığımız âyet-i kerîmelerin münafıklar hakkında olduğun­da hiç şüphe yoktur. Allah Teâlâ, Bakara sûresinin on altıncı âyetine ka­dar (mü'min-kâfir-munâfık) diye üç sınıf insandan bahsediyor. Önce kâ­mil mü'minierin güzel halini, takva üzere bulunduklarını, mümeyyiz va­sıflarını; sonra kâfirlerin inat ve inkârlarını, kalblerinin nasıl mühürlendi­ğini beyân ediyor. Daha sonra da asıl tehlikeli olan, akrepten daha zehirli, yılan gibi sürünen, çakal gibi gizlice parçalayan ve üzerinde dikkatle du­rulması gereken iki gö r ü n ü ş I ü I e r'in, içi dışına, dışı içine uyma­yan münafıkların hileli ve dolambaçlı yol ve düzenlerinden ve nihayet ha-let-i rûhiyelerinden örnekler veriyor. Can yakıcı olduklarına   işarette bu-

lunuyor.

Şâirin haklı olarak dediği gibi:

«Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm, Şir'in dahi kasdetmesi cana gülerektir.»

Nifakın hakiki veçhesini belirtebilmemiz için önce kalb'in i'tikadî ma­na ve kavram düzeyinde dört halini bilip incelememiz gerekir:

1.  Delile dayanan ve gerçeğe (nefsü'l-emre) uygun düşen i'tikad..

Bu, taklîdden uzaktır; ilimle ve gelişmiş bir vicdanla meydana gelir; tahkikidir.

2.  Bir delile ve isbata dayanmaksızın gerçeğe uygun olan i'tikad.. Bu, taklît yollu meydana gelir; tahkikî değildir.

3.  Gerçeğe uygun düşmeyen i'tikad..

Bu, cehil (bilgisizlik) ve inada dayanır. îlmî olmadığı gibi, nefsü'l-emre uygun bir taklîdden de uzaktır.

4.  Kalbin bu üçünden de bomboş olma hali..

Buna paralel olarak dilin de (ikrar, inkâr, sükût) diye üç hali vardır ki, gönül halleriyle birleşmesinden bir takım meseleler çıkar:

a)  Kalbde irfan, dilde ikrar hâsıl olması. Bu, ihtiyarî olarak gerçekle­şirse, sahibi gerçek anlamda mü'mindir,

b)  Kalbde irfan hâsıl olması, dilin ikrar etmeyip inkâra sapması. Bu inkâr ıztırarî ise, sahibi mü'min sayılır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaret edi­lerek buyuruluyor ki:   «Kalbi imân ile yatışmış   olduğu   halde,   zorlanan kimse dışında, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip göğsünü küfre açanlar

üzerine Allah'tan  bir gazap  vardır ve  büyük  bir azap da  onlar için­dir.» [89]

c)  Kalbde irfan hâsıl olması, fakat dilin ne ikrar, ne de inkâra sap­maması.. Bu tarz susma ya zor altında bulunmaktandır, ya da isteğine Dagh bir düşüncedendir. Zor altında olmaktan ise, sahibi gerçek anlamda mu mmdır, mûslümandır. İsteğine bağlı bir düşünoedense, İmâm Gazâlî'-Ve göre: Sahibi mü'mindir; çünkü:

tır * !?a'Wnde 2erre miktarı imân bulunan kimse Cehennemden çıkacak-«r-» [90] buyurulmuştur,    :

d)  Kalpde inkâr hâsıl olması, dille -sırf zevahiri kurtarmak için- gayr-i ihtiyarî ikrarda bulunulması. Bunun sahibi gerçek manada münafıktır..

e)  Hem kalbde, hem de dilde inkâr hâsıl olması.. Bunun sahibi hakiki anlamda kâfirdir. [91]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Bu âyetler Medîne-i Münevvere'de inmiştir. Fakat biz zaman ve me­kân kaydını kaldıracak olursak, beşer tarihinin her devresinde -Kur'ân-i Kerîm'in belirttiği münafıkların- emsal ve örneklerine rastlamaktayız. Ke-lâmullah'ın tasvir ettiği bu tip münafıkların perde arkasında sırıttığına her gün şâhid olmamak mümkün mü? Bunlar ya açıktan açığa Hakk'a karşı gelmekte kendilerinde eür'et bulamıyan, ancak sinsi yollardan iblisane hareketlerle ilâhî nuru söndürmeğe çalışan bir takım satılmış habîs ruh­lu uşaklardır; ya da bu cür'eti kendilerinde bulup açıktan açığa Hakk'ı İnkâr etmek için ilim ve medeniyeti kalkan olarak kullanan, aslında ilim ve ahlâk fukarası olan brr takım yobazlardır.

Bu iki grup da hakikatten uzak fikir ve davranışlarını bir zekâ ve de­hâ işi sayarlar ve halk için halktan yana, Hak için halktan yana oldukla­rını her vesileyle iddia ederler. Böylece halkı aldatmaya çalışırlar. Kur'ân-ı Kerîm bunlar hakkında ilâhî hükmü şöyle beyân eder: «(Zanlannca) Al­lah'ı ve imân edenleri aldatırlar. Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar.» [92]

Peki bunlar niçin Hakk'a ve hakikate karşıdırlar? İlâhî nuru neden söndürmek isterler? Müslümanları niçin aldatmaya kalkışıp, dîn, ahlâk, ilim ve medeniyet namına cinayet işlerler?

Bütün bu soruların cevabını bulup vermek kolay: Onların tabiatında âfet, kalblerinde iilet, vicdanlarında maddenin her türlü kir ve pası var­dır. Her şeyden evvel ruhî bir hastalığa tutulmuşlardır. Tedavi edilmezse, hastalık hastalığı, illet de illeti artırır; mevcut mikroplar bir takım daha mikroplar doğurur. Bu sebeple Allah da -varlık alemindeki mevcut ve câri kanunları icâbı- onların marazını artırır.

Hak'tan yüzçevirmek, -dosdoğru yoldan, nebî ve velilerin yolundan, nîmete ermişlerin caddesinden sapmak önce az olur. İhmal edilirse her an açı genişler, dönülmezse sonu felâkettir. İlim, ahlâk, dîn ve medeniyet namına yalan söyledikleri için dünyada huzursuzdurlar; âhirette de onlar için elem verici bir azap hazırlanmıştır.

Münafıkların, özellikle ileri gelenlerinin diğer bir karakteri de, gurur, haset ve inattır; hak ve hakikat yolcularını küçümsemek, onların ibâdet ve taâtlyle alay etmektir. Onlara: «Bu düşünce ve hareketleriniz fesada sebep olmakta, cemaatleşme ruhunu sarsmaktadır. Doğru yolda değil­siniz! Akl-i selîm sahipleri olgun insanlar nasıl inanıyorsa siz de öyle ina­nın» denilince, «hayır!» derler. «Biz ancak ıslâh edicileriz. Gayemiz halkı en doğru yola irşad etmektir. Biz şu beyinsiz aptal halk tabakası gibi mi inanırız? Bizim din ve tanrı anlayışımız mevcut dinlerin-Vasfedegeldikle-rinin de üstündedir. Kaiblerimiz son derece temizdir,» derler.

Kur'ân-ı Kerîm'de bunların gerçek ilim ve ahlâktan, fazilet ve mede­niyetten yoksun oldukları, fikir pazarında iflas ettikleri, kendilerine has bir bilgi ve düşünce sisteminin bulunmadığı en özlü cümlelerle beyân ediliyor: «Onlardır asıl beyinsizler; fakat bilmezler.»

Beyinsizdirler; çünkü hakikata müstenid (dayalı) bir dâvaları yok.. Ir-fansızdırlar, çünkü dosdoğru inançları ve idealleri yok.. Şuursuzdurlar, çünkü yeryüzünde fesat çıkardıklarının farkında değildirler.. Gururlarına yedirip mabede girmezler; cemaat arasına sokulmazlar. Halk iîe birlikte Yaradan'ın huzurunda durup el bağlamayı, secde etmeyi zillet sayarlar.

Cenâb-ı Allah onlar hakkındaki nihaî hükmünü beyânla: «Şüphesiz ki münafıklar Cehennem'in en aşağı tabakasındadırlar, onlara herhalde bir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edip durumlarını (düşünce ve davranışlarını) düzeltip Allah'a sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak, Allah için katıksız ve saf tutanlar müstesna... İşte bunlar mü'minlerle be­raberdirler, mü'minlere ise Allah büyük mükâfat verecektir.»[93] buyuruyor.

Dünyada Hakk'a kulluk eden samimi bir cemaatten ayrılan; inanmış­lar arasındaki cemaatleşme şuurunu yıkmak isteyen münafıkların -tevbe edip Allah'a sımsıkı sarılmadıkları takdirde- âhiretteki durumları bu.. Ya­ni orada da ayrı bir grup olarak ebedî bedbahtlık yurdunda ayrı bir yerde nifak ve gururun, alay ve bencilliğin acısını yudum yudum tadacaklardır. Onlar dünyada küfürle imân arasında bocaladıkları gibi, âhirette de sı­cakla soğuk arasında kararsızlığa düşeceklerdir. Allah kimi -kanunu İcabı- şaşırtırsa artık ona bir yol bulunmaz. Kime hidâyet bahşederse onu sapıttıran olmaz.

,Evet' on!ar dunyada ayrı bir  grup  olmanın   cezasını   çekeceklerd Gerî toP|u'uk aynı zamanda hem canlılardan, hem ölülerden, heme henüz doğmamış olanlardan meydana gelir. Her ferdin bu toplulukta

r yerı 0lrTiûlıdır. Fert bir mukavele İle bağlı olduğu için değil, ilâhî takdir gereği dünyaya geldiği için topluluğun bir parçasını teşkil eder. Fakat asıl mesele: Ferdin, bağlı bulunduğu cemiyet arasında -onlardan biri olmak şuuru içinde- yerini tayin edip bulabilmesidir. İşte münafıklar bu muhit ve bu şuurdan mahrumdurlar.

Şunu da ilâve edelim ki: Her fertte bir takım ihtiyaçları aşın dere­cede tatmin etme temayülü doğuştan mevcuttur. Meselâ: Cinsî arzu, gı­da, emniyet, istirahat ve hürriyet gibi ihtiyaçlarını kayıtsız denecek dere­cede yerine getirmek İster. İlâhî nizam ise, bu ihtiyaçları insana faydalı olacak şekilde sınırlar ve kayıtlar. Buna karşı insan ruhunda, diğer bir ta­birle «insan nefsinde» bir isyan başlar. Bu yoldaki isyan din ve ahlâkın sihirli (yani rahmet) elleriyle bastırılmazsa, ya küfre, ya da münafıklığa sebep olur. İşte Kitab ve Peygamberlerin gönderilmesi, insan ruhundan veya nefsinden yükselen bu isyanı durdurmak ve ferdi cemiyetin kopmaz bir parçası, bütünleyici bir cüz'ü haline sokmak, ilâhî sünnete uygun bir hayat düzeni kurmak ve nihayet insanı ebedî saadet yurduna salimen ulaştırmak içindir.

Fakat bu hayatı en mükemmel şekilde organize edip düzene sokan İslâm dinine, maddî menfaatleri, mevki ve şöhretleri, nefsî temayülleri haleldar olanlar, dün olduğu gibi bugün de şiddetle karşı çıkmışlardır. Mekke müşriklerinden, Medine Yahudîlerinden, istilacı Haçlı Seferlerinden tutun da günümüzün komünistlerine, Siyonistlerine ve bunların kuklaları olan bir sürü beyinsiz, ilimsiz ve irfansız münafıklara kadar kimler ve kim­ler.. Ama bunların en tehlikelisi, Müslümanlar arasında müslüman geçinen satılmış münafıklardır. [94]

 

Tasavvufî Yönü

 

İnsan yaratılışı itibariyle Allah fikrine mütemayildir. Din ve ahlâk bu fikri ve fıtrî temayülü geliştirir. Nitekim insan ruhunun özelliklerini en iyi bilen Hazret-i Peygamber (A.S.) bu hususu belirterek buyuruyor ki:

«Doğan her çocuk, (Allah fikri ve İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra (eğitici) durumundaki ana-babasi onu ya Yahudî, ya Nasranî (Hıristiyan) ya da Mecûsî (ateşperest) yapar. Nasıl ki, dört ayaklı hayvan, organları tam ve yerinde bir yavru doğurur da onda bir organ eksikliği veya nok­sanlığı hissetmezseniz..» (Onun gibi doğan bir çocuğun fıtratındaki Allah fikrinde ve Hakk'a teslimiyet kaabiliyetinde bîr noksanlık bulamazsı­nız.) [95]

Kâfir ve münafıklar görünüşte hakkı kabullenmeye, Hazret-i Muham-med'in (A.S.) peygamberliğini tasdike müsaiddirler. Yaradılışlarında da böy­le bir tasdik, ya da kabul fikri mevcuttur. O halde onları Hak ve hakikatten uzaklaştıran gizli, ya da manevî sebepler nelerdir?

Önce şunu belirtelim ki, ezelî ilimde geçen bir şey mukadderatın hi­lâfına aâri olmaz. Kalb, Allah'ın nazar ettiği hâne-i irfandır; Cenâb-ı Kib­riya'nın kudret eliyle işlenmiş, O'nun nuruyla oilalanmıştır. İlme hazine, marifete mihrak, meleklerin inişine konak olmak üzere hazırlanmıştır. İlâ­hî nurların huzme huzme girdiği, nefahat-i Subhâniyye'nin estiği yerdir. Mükâşefelerin tecelli kapısı, Rab sıfatından lemaân eden terbiye kanalı orasıdır.

Bu kadar tecelliyata mazhar olan insan kalbi, marifeti tahsile en mü-said vasıtadır. İçinde köpek ya da heykel bulunan eve nasıl melek gir­mezse, kötü ahlâktan, nifak ve şikaktan, küfür ve inaddan bir şey kalbe girecek olursa, feyiz ve hayır yolları kapanır, melekler oraya inmez olur, ilhamları inkitaâ uğrar. İlâhî nefhanın esintisi kesilir. Şeytanın girmesine elverişli menfezler açılır ve artık «Nefs-i emmâre»nin esintisi başlar. Bu hal devam edecek olursa, kalb tamamen kararır ve bir gün gelir de ilâhî fuyuzattan ışık alamaz olur. Ve işte o zaman ezelî ilmin malûmatı tesbîti, sıdkiyle tecelli eder; kalbde müthiş bir maraz peyda olur, yavaş yavaş ar­tış kaydeder, o kadar ki elem verici bir azaba doğru adım adım, nefes nefes yaklaşmaya yüztutar. Bu arada dönüş yapılmazsa, mukadder günün adaletle gerçekleşecek olan azabından hiç kimse onu kurtarmaz. [96]

 

Tahliller

 

N â s'rn aslı u n â s'dır. Hemze tahfif edilerek başına «elif-lâm» ko­nularak «en-nâs» olmuştur. İ n s'in çoğul şeklidir. Kelime olarak insan ve cinlere şamildir. Bilahare melek ve cinden başka olan beşer hakkında kullanılmış ve böyle meşhur olmuştur. Rahman sûresinde: «Ya ma'şere'l-cinni ve'I-insi» de olduğu gibi. [97]

M u h a d a â:(hadi') kökünden masdardır. Muhadaâ, iki kişinin bir­birini aldatmağa çalışması anlamına gelen ef'âl-i müşarekedendir.   Kök !^a"asl..ise: Biri d'9eri aleyhinde iyice niyetlenip yapmaya karar verdiği otuluğu gizlemek ve güya iyilik yapacağını ifâde eder gibi yapmacık söz ve hareketlerde bulunmaktır.

M u h a d a â, burada zahiri üzere değildir. Münafıklar, her şeyden haberdar olan Allah'dan hiçbir şey gizliyemezler. O halde onların aldatma oyunları esasında Hazret-i Peygamber'e (A.S.) ve O'nun etrafında imândan bir hâle teşkil eden mü'minlere karşıdır. [98]

Maraz: Bedenin normal seyrini bozan, fiil ve davranışını aksatan arızî hastalık demektir. Burada mecaz yollu, insanın kemâlini düşüren, ruhî cilasını gideren kötü inanç, haset, cehalet, nifak ve fesat anlamla­rında kullanılır.

Elîm: Mu'im manasınadır. Acı ve ıstırap veren azap demektir. Se-mî'in «müsni'» manasına geldiği gibi. [99]

Y e k z i b û n: Kezebe - yekzibu'dan çoğuldur. K i z b , k e z i b~, kezbe, kizbe, kizab ve kizzab ölçülerinde gelen masdarı: Bir şeyi olduğundan başka şekilde haber vermek manasına gelir. Yalanın.hep­si kötüdür. Yalnız üç yerde caiz olduğu zayıf bir rivayetle bilinmektedir:

1.  Savaşta..

2.  Arası açık iki kişinin arasını bulmaya çalışılırken..

3.  Kendisiyle karısı arasındaki.bir takım kırgınlıkları, ya da karısının bir takım aşırı isteklerini gidermeğe çalışırken..

Hazret-i İbrahim (A.S.)ın üç defa yalan söylediği (!) rivayetine gelin­ce: Hakikati gizlemek mâhiyetinde olmadığı için yalan sayılmıyacağı ek­seri âlimler tarafından beyân edilmiştir. Hem peygamberler (salât ve se­lâm hepsine olsun!) asla yalan söylemezler. Çünkü her peygamber beş esas sıfat üzere yaratılıp görevlendirilmiştir:

1.  Sıdk (özü, sözü doğru olmak)..

2.  Emânet (her hususta güvenilir olmak)..

3.  Emredildiğini noksansız tebliğ etmek..

4.  Fetânet (üstün zekâ, kuvvetli sezgi-sahibi olmak)..

5.  İsmet (günahlardan korunmuş olmak)..

O halde peygamberlerden sâdir olan günahlar (!) diğer insanların iş­lediği günahlar gibi değildir. Âyet ve hadîslerde, peygamberlere izafe edi­len günah ve hatâlar, onların yüce makamına, ruhlarındaki saflık ve ber­raklığa nisbetle günah ya da hatâ sayılıyor. Çünkü peygamberler (salât selâm hepsine olsun!) diğer insanlardan derece ve mertebe bakımın çok üstündürler. O kadar ki onlardan sâdir olan ufacık bir süreme,

anılma ya da hatâ, başkasından çıkacak olursa güzel bir fiil, yerinde bir davranış sayılabilir. Nitekim mutasavvıflar arasında meşhur olan şu söz buna ne güzel bir misal teşkil eder:

«Avam için mubah sayılan şeyler, ebrar (sıdk-u selâmete ermiş din­darlar) için mekruh sayılabilir.»

«Ebrar (sıdk-u selâmete ermiş dindarların güzel ve iyi amelleri, mu-karrebîn (Allah'a yakınlık peyda etmiş büyük zatlar) için seyyiat (suç ve hatâ) sayılabilir.»

Bu hususu biraz daha açıklıyacak olursak, şöyle bir misal vermemiz uygun olur: Bir vezir herkesten ziyâde hükümdara yakındır; aynı zaman­da hükümdarın emir ve irâdesini harfiyyen tatbik etmekle yükümlüdür. Kendisinden sâdır olan en ufak bir ihmal ya da hatâ çarçabuk göze batar ve padişahın dikkatini çeker. Halbuki aynı ihmal ve hatâ rastgele bir va­zifeliden veya sıradan bir insandan sâdır olsa, göze batmamakla beraber hatâ da sayılmaz.

Hazret-i İbrahim (A.S.) zâlimlerin yurduna (Şam'a) girdiğinde, bera­berinde götürdüğü karısı Sârre'ye .dedi ki: «Burada güzel kadınları zorla kocalarının elinden alırlar. Size sordukları zaman deyin ki, ben İbrahim'in kız kardeşiyim, sakın karışıyım deme! Çünkü sen dinde benim kardeşim sayılırsın.» [100]

Kavmi bayram yerine gidip eğlenceler tertip etmek için Hazret-i İb­rahim'e (A.S.) dediler ki:

— Ya İbrahim, bayram yerine hep birlikte çıkalım.

Hazret-i İbrahim (A.S.), günah işlenen bir yere gitmemek ve onları da aleyhine çevirmemek içîn:

- Innî sakîmun = Hakikat ben rahatsızım, çıkamıyacağım.

Diye cevap verdi. Halbuki Hz. İbrahim (A.S.) bedenen hasta ya da ra-atsız değildi. Fakat bu cevabıyla kavminin küfr-u tuğyanından dolayı cok uzgun ve kalben muzdarip bulunduğunu kasdediyordu.

Kavmi de onun hasta olduğunu sanarak ısrara gerek görmeden ay  gittikten sonra, Hazret-i İbrahim (A.S.) fırsattan istifade ederek eline

sonud    ne kadar püt varsa nePsini kır|P Parçaladı ye en 3 baltay büyük putun boynuna asarak oradan   uzaklaştı.   Kavmi

bayram yerinden döndüğünde putların hurdahaş olduğunu gördüler ve hayretler içinde: «Hangi zâlim (!) tanrılarımıza bu kötü fiili işledi?» diye­rek bağrıştılar. Onlardan biri, «İbrahim adındaki genç bizim putları hiç sevmezdi. îhtimaf ki o bunları kırıp parçalamıştır!» diyerek haber verdi. Bunun üzerine onlar hep birlikte kalktılar, Hazret-i İbrahim'i (A.S.) bulup sordular:

  «Sen mi bizim tanrılarımıza bu kötülüğü yaptın ey İbrahim!?» diye sordular. Hazret-i İbrahim (A.S.) gayet sakin bir edayla:

  «Evet, o yaptı!» dedi. Ve sonra büyük puta işaret ederek   «belki büyükleri yaptı!» diyerek sözünü te'vîl etmeye çalıştı.

Şüphesiz ki Hazret-i İbrahim (A.S.) böyle yapmak ve demekle, ne kendine, ne de diğer putlara gelen zararı savacak kudrette olmayan bir puta nasıl tapılır ve o puta «tanrı» diye nasıl itibar edilir? sorusunu kafa­larda doğurmak ve şu büyük putta bir kudret olmuş olsaydı ne diğer put­ların parçalanmasına müsaade eder, ne de baltayı kendi boynuna astırır-dı, gerçeğini anlatmak istemişti. [101]

«Innemâ nahniı muslihûn»   cümlesinde   kasru'Imevsûf alâ's-sıfat vardır. Yani münafıklar üzerlerindeki şaibeyi kaldırmak için mahza ıslâh ediciler olduklarını iddia ettiler. Bu davranışlarında ifsat ve fesadın bulunmadığına karşı tarafı inandırmak istediler. [102]

Süfehâ: Sefîh'in çoğul şeklidir. Sefîh, zararlı ve faydalı konular­da görüşü zayıf, marifet ve isabeti pek az olan câhil ve kültürsüz kimse­ye denilir.[103] Görüşleri çoğu zaman zayıf ve bazen de isabetsiz oldukları için kadın ve çocuklara da «süfehâ» denilmiştir. Tefsîr bilginlerinin bu hususta görüş birliği vardır. [104]

Şeyâtîn: Şeytan'ın çoğul şeklidir. Şeytan, ya uzakta kaldı, uzaklaştı manasına gelen «sata ne» fiilinden; ya da bâtıl oldu, hü­kümsüz ve manasız kaldı anlamına gelen «ş â t a» fiilinden türetilmiştir. Çünkü Şeytan'ın bir ismi de «el-Bâtıl»dır. [105]

Burada ise şeytan, en sinsi yollardan hareket edip fitne uyandıran, kötülüğün öncülüğünü yapan, her türlü hayır ve rahmetten uzak kalan, sön derece inatçı ve azgın kimse demektir. Mekke müşrikleri inat ve in­kârlarında şeytanlara benzetilmiştir. O halde şeytan cinlerden olduğu aibi insanlardan da olabilir. Meselâ: Mensub olduğu sınıfın âdet ve yaşayışının, inanç ve ibâdetinin dışına çıkıp haddini aşan, fitneye sebe­biyet veren ve şunun bunun şeref ve haysiyetini kı/maya çalışanlara da şeytan denilebilir. Yalnız ne var ki bu isim, insanlar hakkında mecaz yollu kullanılır. [106]

«AHahu yestehziu binim»

Allah'ın münafıklarla istihza etmesi, onların mü'minlerle alay etme­lerine karşılık -ilâhî adaleti gereği- ceza vermesi, inanmış tertemiz insan­larla alay etmenin ne demek olduğunu elem verici bir azapla göstermesi­dir.. Bu da daha çok kıyamet günü gerçekleşecektir.

Âyette bir şeyin cezası o şeyin misliyle belirtilmesi kaidesi vardır. Me­selâ: «O halde kim size saldırırsa siz de ona -size saldırdığının misliyle-saldırın.» [107] «Bir kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür.» [108]

İkinci bir tefsirle:

Münafıkların mü'minlerle alay etmesi, mü'minlere bir zarar vermek şöyle dursun, bilâkis onların Hakk'a olan imân ve teslimiyetlerini artır­mıştır. O halde bu sonuçla Allah (C.C.) münafıklarla alay etmiş oluyor; yani onları bu durumdan tedirgin ederek dünyada huzursuz, âhirette mut­suz bırakıyor. Diğer bir tabirle: Allah münafıklara dünyada da âhirette de alaycı muamelesi yapacaktır. Mutaffifîn sûresinde bu hususa temas edilerek buyuruluyor ki:

«Gerçekten suçlu günahkârlar (Dünyada iken) imân edenlere güler­lerdi. Onlara uğradıkları zaman birbirlerine gözle kaşla işarette bulunur­lardı.» [109]«Bugün ise imân edenler kâfirlere (onların perişan hâline) gü-lerfer.» [110]

«Vemâ kânû muhtedîn»

Giriştikleri ticaretin (alış-verişin) yollarını şaşırdılar da sermayeyi kay-»etmeye yüztuttular. Evet onlar iki büyük ilâhî mevhibe (vergi ve bahşisinden meydana gelecek tükenmez sermayejyi birden yitirdiler ki bu hal dünyada da, âhirette de rüsvay olmalarına sebep oldu:

1.  Allah'ın kesin olarak yasakladığı insan şeref ve haysiyetine- uy­mayan sapıklıklara inandıkları için yaradılışlarındaki   mevcut   imân   nü­vesini ve Allah'a olan teslimiyet şuurunu küfür ve nifak bataklığına atıp iptal ettiler de işlemez hale soktular.

2.  Ebedî saadete namzet olarak yaratıldıkları halde, bu yanlış inanç ve tutumlarıyla hem namzetlikten düştüler, hem de ebedî saadet yurdun­dan uzaklaştılar.

Böylece inkarcılarla münafıktan hak ve hakikate ulaştıracak fıtrat-larındaki sermayeyle bu sermayeyi imkân sahasına çıkaracak feyizden eser kalmadı. Bunun sonucu olarak ümitsizlik vadisinde kemâl yollarını kaybettiler, sapıtarak kör, sağır ve dilsiz bir halde sabahladılar. Ne fena yol ve ne acı perişanlık?! [111]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Münafıklar, Cenâb'ı Hakk'ın sünneti icabı her insana bahşetmiş ol­duğu fıtrî isti'dadı ve Yaradan'a teslimiyet mayasını nifak bataklığında yitirince, hidâyetten çıkıp dalâlete düştüler. Cemaatleşme şuurunu kaybe­dip ayrılık ateşine atıldılar. Güvenden korkuya, ümitten ye'se, sünnetten bid'ate doğru yol aldılar.

Erişemedikleri şerefli mertebenin Hakk'a gönül bağlamış adamlarını alaya aldılar; bu yüzden aiaya konu oldular; taşkınlıkları içinde bocalayıp durdular. Cenâb-ı Hak (C.C.) onların bu perişan halini, çevresini aydın­latmak için ateş yakan kimsenin haline benzetiyor ki Allah ışıklarını sön­dürüp yok edince, onlar karanlıklar içinde gözleri görmez olmuş da şaşı­rıp kalmışlar.

Böylece Allah (C.C.) münafıkların içyüzünü bütün ayrıntılarıyla mey­dana koyduktan sonra bunun görüntüsünü müşahhas hale getirerek mi­sal veriyor; benzetme yoluyla daha iyi tanınmalarını sağlıyor. Çünkü mi­sal ve benzetme dikkati daha çok çeker, manayı anlaşılır duruma getirir, perdeyi aralar, meselenin gaye ve maksadına ışık tutar.

Hazret-i Muhammed (A.S.)ın açmış olduğu geniş caddeyi ve bu cad­deyi aydınlatan nurunu göremiyen veya gördükten sonra sapıtanlar hakkında en uygun hükmü veren Allah, buyuruyor ki:

«Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (doğru yola) dönmezler,» [112]

 

Meali ;

 

17— Onların durumu o kimselere benzer ki, bir ateş yakmak İste­yip (yakılan) ateş çevrelerini aydınlatınca Allah ışıklarını tutup almış da onları zifiri karanlıklar içinde bırakmıştır. (Böylece onlar) göremez olmuş­lardır.

18—  Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (doğru yola) dönmezler.

19— Veya gökten (sağnak halinde) boşanan, içinde karanlıklar, bir gurleme, bir şimşek bulunan şiddetli yağmura (tutulmuş şaşkın kimselerin perişan haline) benzerler ki yıldırımın (dehşetinden) ölüm korkusuyla

parmaklarını kulaklarına tıkarlar.   Allah(ın kudreti, ilmi ve hükümranlığı)Kafirleri (her tarafından) kuşatmıştır.

avdınr^T Cakan ?im?ek neredeyse onların gözlerini kapıp alır.   Önlerini atınca da onun ışığında yürürler, Üzerlerine karanlık çöktüğü zaman ise (oldukları yerde) dikilip kalırlar, Allah dileseydi onların işitmele­rini de, gözlerini de alıverirdi. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetlerin iniş sebebinde iki rivayet vardır:

1.  Tâbiîn-i kirâm'dan Saîd bin Cübeyr (Hicrî: 95) diyor ki: Peygam­ber (A.S.) henüz peygamber olarak gönderilmeden önce Yahudiler son peygamberi, ateş üzerinde durur gibi sabırsızlıkla   bekliyorlardı.   Fakat Hazret-i Peygamber (A.S.) risâlet göreviyle davete başlayınca Yahudiler onun kendilerinden olmadığını görünce birdenbire küfre döndüler; sapık­lığı tercih ettiler. Bu bakımdan onların ilk durum ve tutumları nura, son durum ve tutumları ise karanlığa benzetilmiştir.

İşte Allah (C.C.) bu âyet-i kerîmelerle Yahudilerin ölçüsüzlüklerini, şaşkın hallerini tasvîr ediyor. [113]

2.  İbn Cerîr Ebû Cafer Muhammed (224-310)in Suddî-yi Kebîr (Hicrî: 121) tarikıyla İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve bâzı sahabîden yaptığı rivayete göre: Asr-ı Saadette Medîneli münafıklardan iki kişi Hazret-i Peygamber'-den (A.S.) kaçıp müşriklere katılmak istediler. Yolda şiddetli bir yağmura tu­tuldular. Gök gürültüsü ve yıldırımların arka arkaya düşmesi onları bir hay­li sarstı, ölüm korkusu içinde  parmaklarıyla  kulaklarını  tıkadılar.  Şimşek çakınca önlerini görüp yürüyebiliyorlardı;   çakmayınca yerlerinde çivile­nip kalıyorlardı. O kadar perişan oldular ki, yaptıkları işe pişman olup ne­damet duydular ve bu korku ve endişe içinde, «Ah! Bir sabahlasak da şu tehlikeden kurtulup Hazret-i Muhammed'e (A.S.) dönsek ve O'nun nurlu ellerini tutup sadakatle öpsek..» dediler.   Netice öyle oldu. Yani sabaha kavuştular. Niyetlerini değiştirmeden Hazret-i Peygamber'e (A.S.) gelerek dosdoğru Müslüman oldular. Allah Teâlâ bu iki munâfıkın durumunu diğer münafıklara müessir bir misal, yol gösterici bir örnek olarak bildirmek üzere bu âyetleri indirdi.

Çünkü o sıralarda Hazret-i Peygamber (A,S.)m meclisinde bulunan münafıklar, inen âyetlere kulak tıkıyorlar, ruhen gelişmek için ona gönül bağlamıyorlardı. Maksatları sırf İslâmiyetin akan nimetinden faydalan­mak ve böylece bir müddet zevahiri kurtarıp Müslüman görünmekti. Ni­tekim mal ve servet sahibi olunca hem Peygamber (A.S.)den, hem İslâ-miyetten yüzçevirdiler. [114]

 

İlgili Hadîsler

 

_ «Tevhîd ehlinden her birine kıyamet günü bir nûr verilir. Munâfı-"a gelince, onun nuru söndürülür. Mü'min(ler), münafıkların nurunun sön­dürüldüğünü görünce korkarlar ve: «Ey Rabbimiz! Nurumuzu bize tamam­la..» derler.» [115]

  «Dünyada iken imânını açığa vuran herkese kıyamet günü bir nûr verilir. Sırat'a (Cehennem ile Cennet arasındaki geçit köprüsü) ulaştıkla­rında münafıkların nuru söner. Mü'mînier onların bu halini görünce kor­ku ve endîşeden titrerler ve: -Ey Rabbimiz! Nurumuzu bize artır da ta­mamla- derler.» [116]

Hazret-i Peygamber (A.S.) nûr ve nifaka, inkâr ve imâna hazne ola­bilen insan kalbinin dört kısma ayrıldığını beyânla buyuruyor ki:

  «Dört çeşit kalb vardır:

1.  Pürüzsüz tertemiz olan kalb..   İçinde çıra benzeri ışık veren bir nûr vardır.

2.  Üzeri sımsıkı bağlı olan kılıflı kalb..

3.  Başaşağı dönük olan kalb..

4.  Dönek olan kalb..»

«Bunlardan pürüzsüz olanı, gönülden imân etmişlerin kalbidir. Onun çırası, içindeki imân nurudur. Kılıflı olanı, kâfirin kalbidir. Başaşağı dönük olanı, katıksız munâfıkın kalbidir. Önce tanıyıp inanır gibi olmuş, sonra in­kâra sapmıştır. Dönek olan kalb ise, içinde hem imân, hem de nifak bulu­nan kalbdir. İmânın bu kalbdeki misali, tertemiz suyun büyüttüğü bakla­ya benzer. Nifakın  misali, irin ve  kanın  büyüttüğü çıbana  benzer..  Bu

iki maddeden hangisi diğerine gâlib gelirse, kalb üzerine o üstünlük sağ­lar.» [117]

  «Mü'minlerden öylesi var ki, onların nuru Medine'den Aden'e ka-iar (mesafeyi) aydınlatır; Sana'dan görülüp belli olur ve daha az mesa­feyi aydınlatanı da vardır. Öylesi de var ki, nuru ancak ayaklarının bulun­duğu yeri aydınlatır.» [118]

 

İlmî Yönü

 

«Ev Keseyylb»

Birinci manayla, Nibüs bulutlarına işarettir. N i b ü s bütün bulutlar­dan daha karanlık bir görünüştedir. Sürekli yağmur getirir. Rüzgârlı ha­valarda daha az yükseklikteki fraktostratüs bulutlarla birlikte görünürler.

İkinci manayla «seyyib», şiddetli, iri damlalı yağmur demektir ki, şimşek çakmasına, yıldırım inmesine en müsait bir havadır. S ey yi b'in, şiddetle dökülen iri taneli yağmura ve bir de şiddetli kesîf buluta delâlet eden «s a vb» masdarından alınma bir müşebbeh sıfat olduğu muteber tefsirlerde ve lügat kitaplarında belirtilmiştir. Bu mana açısından:

Şimşek ve yıldırımın hâsıl olması için yerden yukarıya doğru yükse­len sıcak bulutlarla, yukarıdan aşağıya doğru alçalan soğuk bulutların çarpışması gerekir. İri damiali yağmur ise siyah bulutlardan iner ki bu da ancak bulutların belirtilen şekilde çarpışmasıyla olur.

Âyette, karanlıklar, gürültü ve şimşekten ve sonra yıldırımdan bah­sediliyor. Bu, önce havanın kararacağını, sonra bulutlar arasında sürtüş­me vuku' bulacağını ve daha sonra şimşek, gürültü ve yıldırımın meydana geleceğini belli kanunlara irca' eder.

Artı ( + ) elektrik yüklü bir bulut, eksi (—) elektrik yüklü başka bir bulutun yakınından geçerken ikisi arasında bir çarpışma ve şiddetli bir kıvılcım çıkar, hemen büyük bir gürültü çıkar. Bulutların taşıdıkları elek­trik yükü birinden diğerine doğru boşalır. İşte buna Kur'ân tabiriyle «b a r k»  denir.

Âyet-i kerîme'de dikkati çeken diğer bir husus:

Işık saniyede 300.000 km, hızla yol aldığı için şimşeğin parıldamasıni hemen görebiliyoruz. Süratli gelip geçtiği için gözümüzü -zarar verecek kadar- almamaktadır. Ses böyle değildir. O, saniyede 340 m. yol alır. Bu bakımdan epey bir zaman geçtikten sonra titreşerek ilk kuvvetini kayb ede ede bize ulaşır. Bu sayede gelen ses ve gürültüye kulak zarlarımız tahammül edebilmektedir. Eğer ses de ışık hızıyla gelmiş olsaydı, durum çok tehlikeli olurdu. Bu da Allah'ın, canlıların takatına göre merhamet yollu ayarladığı ilâhî sünnetlerinden biridir. Yukarıda mealini verdiğimiz âyette buna temasla buyuruluyor ki: «Allah dileseydi onların işitmelerini de, gözlerini de alıverirdi.»

O halde bulutları belli kanunlara göre meydana getiren Allah; onları ne bir takım illiyet prensiplerine uygun   sevk  etmekte,   buna   «ra'd» tâbirini vermektedir. Ruhun bedeni sevk ve idare ettiği gibi ra'd da. koulmuş kanunları belli ölçü ve düzende hareket ettirmekte ve böylece ilâhî buyruk yerine gelmektedir. Bu manayla:

pa'd'ın melek olduğu söylenmiştir. Her varlık ve her olayda bir ha­reket ve her harekette bir kanun ve her kanunda Allah'ı tesbîh eden bir mana mevcuttur. Atom çekirdeği etrafında dönen elektronlar buna en güzel örnektir.

O nedenle:

«Ra'd = gök gürlemesi hamd ile, melekler ise (İlâhî kudretin, aza­met ve yüceliğinin) korkusundan teşbih ederler.» [119]buyuruluyor.

Şunu da ilâve edelim ki:

Işık ve ses hızı hakkında Kur'ân-ı Kerîm 1400 sene önce ilk ana fikri koymuş ve böylece insan aklına ve düşüncesine ışık tutarak en müsait yolu hazırlamıştır. Bu beyandan ilham alan İbn Sina Ebû Ali Hüseyin (M: 980-1037/H: 370-429) onuncu asırda «eş-Şifâ» adlı eserinde ışık ile sesin aynı zamanda -bulutların sürtüşmesinden- meydana geldiğini, an­cak sesin zamanla ilgili olduğundan biraz geç işitildiğini, ışığın ise za­manla ilgili bulunmadığı için çok âni görüldüğünü söylemiştir. O halde İbn Sina ışık ve ses hızı hakkındaki ilmî tesbitlere öncülük etmiştir, diye­biliriz.

Kur'ân-ı Kerîm'in inişinden on asır, İbn Sina'dan ise altı asır sonra Batılı ilim adamları ışık ve ses hızı üzerinde çalışmaya başlamış, 1676'da Roemer tarafından ilk defa teorik bir görüş ileri sürülmüştür. Kesin sonuç ise ancak 1848 yılında  Arman d  Fizeaü tarafından  ölçülerek  alınmıştır.

Büyük İslâm bilginlerinden İbn Haysem (M: 965-1039/H: 355-431) ise, >lk defa ışık ışınlarının düz çizgi yönünde yayıldıklarını isbat etti. Hava 'e su gibi başka başka yoğunluktaki ortamların bîrinden ötekine geçer-en ışık ışınlarının kırılışları hakkında açıklamalarda bulundu; bu arada çok isabetli buluşlar yaptı. Eriştiği bilgileri optik araçlarda uyguladı. İbn naysern den asırlarca sonra Batıda İngiliz Roğer Bacon'dan Alman Vftel-luclur (af0' °Ptİk'e uğra?anların hePsi bu başarılarını İslâm âlimine borçludur.[120]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

İnsan hayatında bazı gizli imtihanlar, kalb ve ruhun temayülünü de­ğiştirme ya da onlara yön verme gibi bir takım baskı ve te'sirler vardır. Şüphesiz ki bunlar iç varlığımızın gelişmesinde, her türlü manevî kirler­den temiz kalmasında önemli roller oynarlar. Ayrıca bu imtihan ve manevî baskılar bize, gerçeği ne dereceye kadar görebildiğimizi, içimizdeki uyan­dırılmayan, desteklenmiyen, faydalanılmıyan kuvvetleri uyandırmayı öğ­retir; daha doğrusu bize yeniden ruhî bir canlılık getirir.

İnsan, içindeki düzensiz hamleleri önlemek, ona asıl düzenini vermek için imân ve irfanla meczedilmîş bir enerjiyi kullanmak zorundadır. İnsan enerjisi bu iki ana iksirden mahrum oiarak yalnız dışarıya -karşı kullanıla­cak olursa, tek taraflı bir azim olmuş olur ki, bu onu hayatın asıl gaye­sine, insan için tayin edilen hedefe ulaştıramaz. Aynı zamanda çift kanat mesabesinde oian madde ile mana arasındaki dengeyi bozar; maddecilik tek kurtarıcı ilâh olarak arz-ı endam eder.

Kur'ân-ı Kerîm, inkarcıların ve münafıkların iç kararsızlıklarına, ru­hî düzensizliklerine temas ederken'disiplinsiz ve te'sirsiz kalan düşünce­lerinin mevcut enerjilerini tek taraflı harcamada nasıl yanlış bir yol tut­tuklarını ve bu nedenle dengenin nasıl bozulduğunu, maddeperestliğin gö­nülleri nasıl büyülediğini gayet açık bir ifâdeyle beyân ediyor.

Mutlak saadet kaynağı olan ilâhî buyruklar, varlık alemindeki câri olan hayat kanunlarına boyun eğmeği sağlar; eksik kalan bütün hayat olaylarını belli bir gayeye, dünya huzuruna, âhiret mutluluğuna çevirir.

Bu gaye ve hedefle bağdaşamıyan ya da ters düşen maddî ve ma­nevî engellere karşı koyan tek kuvvet: Temeline oturtulmuş, nifak ve iki­yüzlülükten kurtulmuş pürüzsüz bir imândır. Bu imânın doğuracağı azim, dünya ölçüsünde (üniversel) bir azim olur; sadece bu ölçüde de kalmaz, dünya ile âhiretı, madde ile manayı birden kucaklar. Asıl denge o zaman kurulmuş olur. Bu olmadıkça iç yapı ve karakter tam olarak gelişmez, ka­rarsızlık başlar, ruhta bozukluk günden güne artar; yaşanılan ânın akın­tısına kapılarak her türlü kötülük işlenebilir.

İşte münafıkların ahlâkî ve sosyal durumu bu! Önce Hazret-i Muham-med'in (A.S.) neşrettiği nurdan bir şeyler aldılar. O nûr onların çevresini aydınlattı. Fakat bîr türlü kendilerine gelip de «Allah bununla bizi imtihan ediyor ve bu imtihanla ruhî bozukluğumuzu gidermek, iç varlığımızın tam olarak gelişmesini ve nihayet ilâhî buyruklara uygun disiplinli yaşamamı­zı sağlamak istiyor,» gerçeğini anlayamadılar. Bu sebeple imânh ve dü­zenli bir cemaatin hayat kanunlarına uygun düzenini bozmak için çok hileli metodlara başvurdular. O kadar ki hakkı duyacak kulakları, görecek aözleri, konuşacak dilleri sanki yok olmuş, hepsi duygusuz kesilmişti. Kendileri için çok önemli olan imtihanı kaybettiklerinden Allah da o nuru tutup aldı ve onları korkunç bir karanlık içinde bırakıverdi.

Evet, Allah'ın olagelen câri hayat kanunları nankör insanlara ancak böylesine bir kapı açar ve onlara ancak bu tarz muamelede bulunur. Çün­kü onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler bu yüzden doğru yola dön­mezler.

İlâhî   uyarı:

İnsan bu dünyaya fesat çıkarmak, münafıklık yapmak, kargaşalık ihdas etmek, Allah'ın nimetlerinden yararlanıp O'na isyan etmek için de­ğil de, Allah'ın kudret ve azametinin ve yarattığı eserlerinin iman ve akıl gücüyle seyircisi, onun tefsircisi ve övücüsü olmak için yokluk karanlığın­dan çıkarılıp gönderilmiştir. Dünya için değil, âhirette ebedî olmak için dünyaya uğratılmıştır. Münafık ise nifak ve inkâr, şüphe ve kararsızlık vadisinde, daha aşağı varlıkların başladığı yerde başlıyor ve bir kademe bile yükselmeden olduğu yerde bitiyor. Duymadan sadece görüyor.

Allah, insana kendisini anlıyacak kabiliyette zeki bir rûh, açık bir vicdan vermekle kudretini izhar etmiştir. Gerekli bütün malzemeyi ver­mek suretiyle nimetini tamamlamış ve sonra onu başlangıç noktasıyla bitim noktası arasında serbest bırakmıştır. Öyle ise insan bu malzemeyi en iyi şekilde kullanmalı ve kullanmasını bilmelidir. Dünya bütün güzelliği ve çekiciliğiyle âhiretin bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Bütün mesele bu görüntüde Allah'ın sayısız belgelerini idrâk ederek kesin so­nuçlar elde etmektir.

Görmek, tanımak, bilmek, anlamak, övmek ve kutlamak en akıllıca bir yaşayış yoludur.

Büyük düşünürlerimiz ne güzel söylemişler:                               

«Bizden sonra gelenlere taklit edilmeğe değer asil bir örnek, bir mo­del bırakmalıyız. İyi yapılmış, iyi yapılmakta ve yapılacak olan şeyler ebe­diyetin her çağında te'sirini gösteren ve değerinden kaybetmiyen şey­lerdir.»

[Cok az kimseler dünyada faydasız ya da zararlı olduğunu müdrik­tir. Halbuki onların var olma keyfiyeti var olma lüzumuna delâlet eder.» [121]

 

İtikadı Yönü

 

«Allah her şeye Kadir'dir.»

Âyette geçen «K a d i r» sıfatı: Dilerse işleyen, dilerse İşlemeyen ezelî güç sahibi hakkında kullanılmıştır. Kudret, bu tarîf ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet tek yönlüdür. Kudret ise birçok yönlüdür, Öyleki her cihete hâkimdir. 0 halde kudret, ihtiyarîdir; kuvvet ise bir bakıma ıztırarîdir.

İlgili âyette geçen «ş e y»den maksat nedir? Bu hususta kelâmcıla-nn çeşitli görüş ve delilleri vardır. Biz Ehl-i Sünnet'in görüşünü yansıt­makla yetineceğiz.

«Şey» : Mümkün olan, haber verilmesi sahîh sayılan, belirtilmesi ve tarifinin yapılması doğru olan ......... anlamına gelir. Bu tarifle, yokluk ka­ranlığından imkân sahasına çıkması mümkün olana da «şey» denilir.

Allah'ın irâde ve meşiyetinin taallûk ettiği her şeye, kudreti de taal­lûk eder; irâdesinin taallûk etmediğine kudreti de taallûk etmez.

O halde her mükellefin, Allah'ın «Kadir» olduğunu bilmesi, kendisine has kudretiyle dilediğini -ilim ve ihtiyarına uygunluk içinde- yaptığına ve yine dileyeceğini yapacağına inanması vâcibdir.

Aynı zamanda: Kula ait bir kudret vardır ki, kul onunla Allah'ın tak-dîr ettiği şeyleri -yani belli kanunlara irca edip bağladığı hususları- kes-beder. Teklîf çağına girmiş bulunan her müslümanın bunu da bilmesi ge­reklidir. [122]

 

Tasavvufî Yönü

 

Mü'minîn kalbi diridir. Munâfıkın kalbi ölüdür, Diri kalb hak ve hakî-katr; insan ruhuna uygun olan ve onunla uyum sağlayan şeyleri kabul eder, onu içten sever ve bu sevgiyle de başkası üzerinde müessir olur. Kalb, inat ve nifak illetine mübtelâ olunca, onda ne bir ihsas, ne temyiz kudreti ve ne de hakla bâtılı birbirinden ayırd edecek bir meleke kalır.

Diğer bir tabirle:

İlâhî vahyin ve ilhamın nurunu alan kalb, hakikî hayata, sermedî nî-met ve devlete kavuşur. Artık o, hayat üstüne hayat, nûr üstüne nûr alır

artırır. Bu nuru kaybeden kimse, çevresini aydınlatmak için ateş yakan Ve az sonra da ateşin sönmesiyle karanlıklar içinde bocalayıp kalan ya da şiddetli yağmura tutulan, şimşek, gök gürültüsü ve ardarda inen yıl­dırımın te'siri altında ölüm korkusuyla kulaklarını tıkayan şaşkına benzer.

Evet, ilâhî nûr imân ve irfan erbabının kalbinde ışıl ışıl parıldar, dil­leri üzerine akıp iner, yüzlerinde ve alınlarında zuhur eder, dış organla­rında da kendini hissettirir. Munâfıkın kalbine ise, inkâr, şüphe, kararsızlık ve nifak karanlıkları çöker, oradan taştp diline iner, katarakt halinde gözünü perdeler, kulaklarını tıkar, hakkı kabule engel olur. Artık müna­fığın emeli serap, gönül yurdu haraptır. Ruhu perişan, vicdan iklimi vi­randır.

Unutmayalım ki:

İnsan, kalbinin nuru, vicdanın cilâsı, ruhunun berraklığı nisbetinde hakikat âlemini görebilir; gerçeği anlayabilir. Yüksek duygularımız bu ci­sim kesafeti içinde sıkışıp kaldığında nazarlarımız çok basitleşir; kalbi­miz alabildiğine katılaşır. Netice olarak, varlığımız büyük bir âlemdir ve bir çok şeyler bizde gizlidir. Gönül yurdundan,.vicdan ikliminden benlik damarını, nifak tohumunu, inat ve inkâr teressübatını söküp atmadıkça bu kesafeti yıkıp orada gizlenen hazineyi elde edemeyiz.

Gönül ne kadar hırslardan, beşerî zaaflardan, nefsânî aşırılıklardan uzaklaşır, dünyevî kirlerden -yani materyalizmin boğucu havasından- ne kadar temizlenir ve ilâhî nurla cilâlanırsa, basîretimiz o kadar açılır ve manevî füyuzata o nisbette mazhar olabiliriz.

Duâsız, ibâdetsiz, merhametsiz ve faydasız bir hayat sürmek, bir iç koma halinde yaşamak demektir, bu tam bir çöküntüdür. Diyebiliriz ki insan yalnız çalışmakla değil, kalbini, vicdanını temizlemek, ruhen geli­şip maddeyle mana arasında sağlam bir denge kurmakla asil ve vekarlı bir hayat sürebilir.

İşte İslâm tasavvufu bu havayı ve bu aşkı gönüllere doldurur. Kur'-an-r Kerîm'în her sûre ve âyetinde bu havayı teneffüs etmek mümkün.

Biz, âyet-j kerîmede geçen   «n û r»dan,   ilâhî vahiy ve ilhamdan sâ->r olan, imân edenlerin kalbini aydınlatıp rûh ve vicdanlarını geliştiren, şer idrâkine yön veren manevî ışık anlamını kasdediyoruz. Aynı zaman-1  Nur A"ah'm isimlerinden biri olarak bilinir. Sofiyye'ye göre:

 İle tecellive denir ve suver-i ekvanda (dünya sû- ya da varlık âlemi suretlerinde) zahir  olan   vücuttur.   Mestur

olan bir şeyin Ledün ilmi ile münkeşif olmasına denildiği gibi kalbden kev-nî yani mâsivayı çıkarıp atan ilâhî varidata da denir. Yine Sofiyye'ye göre evvelâ bâsire onu idrâk eder, sonra da onun vasıtasiyie sair mubessarati (görünen şeyleri) görür. [123]

 

Tahliller

 

«Misi», «mesel», «mesîl»: Benzer, eş ve denk manalarına ge­lir. Ayrıca delil ve hüccet anlamında da kullanıldığı olur. Kıssa, haber, destan karşılığı olarak da geldiği yerler vardır.

Nâr: Ateş manasına gelen bu kelime, (nâre-yenûru) fiilinden mas-dardır. Kök manası ise, dağılmak, etrafa saçılmaktır, O halde ateşte bir harekete getirme enerjisi mevcuttur ve bu özelliğini dâima taşır.

Nar ile N û r, aynı kökten gelmektedir. Nûr, zulmetin karşıtıdır. Türkçemizde «aydınlık» ve «ışık» ile ifâde edilir. Bazılarına göre: Nûr, ışık ve onun ışınlarına denir ki «karanlığı gideren ışın» ile manalandırılır. Çoğulu «envar» gelir.

Kamus'un beyânına göre:

Ziya, nûr'dan ehasstır. Zemahşeriy'e göre: Ziya, nûr'dan daha kuv­vetlidir. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle buyuruluyor ki: «Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nûr (aydınlık) yapan O'dur.» [124]

Nûr,   iki türlüdür:   Biri dünyevî, diğeri uhrevî..   Dünyevî   olanı   da .iki kısma ayrılır: Biri basîret gözüyle akledilir ki, envâr-i ilâhiyeden İnti­şar eden nûr'dur. Nûr-i akıl, nûr-i Kur'ân gibi.. Diğeri baş gözüyle hisse dilir ki, ışık yayan cisimler gibi..

Uhrevî olanı, «O gün mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarcasına seyrederken görürsün. Bugün size müjde; altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalıcıları olacağınız Cen­netler vardır.» [125]

«O günde ki, Allah, Peygamberi ve O'nunla beraber bulunup îmân edenleri rüsvay etmez. Nurları önlerinde ve sağlarında yürür.» [126]

Mealindeki âyetlerde beyân edilen nurdur.

Müfessirlerden* bir kısmı «nûr»un kısımlarını şu mısra'larla izaha ça­lışmışlardır:

«Üç nûr gökten ışık verip etrafa saçılır;

Kalbimin sırrında benzer resimler çizilir.

İlki dolunaydır, ikincisi de yıldızlar;

Üçüncüsüdür hem nûr saçan Şems-i müdevver.

İlimleri kalb, yıldızları akıl ona bedir;

Mârifet-i Rahman değişmiyen Şems-i münîr.

İmamım Kİtabullah'dır, kıblemdir Beytullah

Dinîm diğer dinlerden yücedir, maşaaflah!.

Hem şefîimdir Resûlüllah, yarlığar Allah

AHah'dan başka Rab yoktur, ne büyüktür Allah.» [127]

Münafıkların hal ve tutumunun, ateş yakan bir kimsenin hal ve duru­muna benzetilmesi geniş tefsîr ister:

Teşbîh (benzetme)den ilk hatıra gelen husus, münafıklara önce bir nûr verildiği ve sonra -onların bilgisizliği ve nankörlükleri yüzünden-o nurun kendilerinden alındığı keyfiyetidir. Halbuki münafıklar için bir nûr olabilir mî? Ayrıca ateş yakıp da etrafı aydınlatan kimse az da olsa o ateşten ve aydınlığından yararlanmış sayılır. Bu, onun hakkında bir ha­yır olarak düşünülmez mi? Münafıkların böyle bir hayır elde etmesi müm­kün mü?

Müfessir Suddî'ye göre: Cenâb-ı Peygamber (A.S.) Medîne'yi teşrif­lerinde halkın bir kısmı İslâm dinine girmiş vaziyetteydi. Sonra kiminin kalbinde bir şüphe ve akabinde inkâr başladı da bir kısmı münafık oldu. Bu duruma göre, önce nûr'a kavuştular, sonra da ondan uzaklaşıp bü­yük bir şaşkınlık içinde kaldılar; gönüllerinde daimî bir kararsızlık baş-gosterdi.                                                                                                    

Tabiîn'i kirâm'dan Hasan el-Basrî'ye (H: 22-110/M: 642-728) göre: Medîne'deki münafıklar hiç bir zaman nûr'a  kavuşmamışlardır; onlar haddi buluğa gerginlik Çağına) girdi-gîreli münafık olarak bulunuyor-rak' t  onlar kendi canlarını ve mallarını korumak için harplere iştirak etmışler ve bâzı ganimetlere bu sayede nail olmuşlardır.»

İşte bu azıcık ve o nisbette ehemmiyetsiz dünyalık onların haline uy­gun bir nûr olarak vasıfiandınlabilir.

O halde münafıkların biraz dünyalık elde etmeleri -yani İslâm siyâ-neti altına sığınıp Resûlüllah (A.S.)dan güleryüz görmeleri ve bu arada ganimetten kendilerine verilmesi- nûr'a, içlerindeki nifakın doğurduğu za­rarın büyüklüğü ise zulmete benzetilmiştir.

Diğer bir tefsire göre:

Münafıkların mü'minlere rastladıklarında «inandık» demeleri, etrafı aydınlatan bir ışığa, şeytanfarıyla başbaşa kaldıklarında «biz sizinle be­raberiz» demeleri o ateşin ve aydınlığının kararıp sönmesine benzetil­miştir.

Zulmet kelimesi, (Ma zalemeke en tef'ale keza - Şu işi yapmak­tan seni men'eden, gözünü perdeliyen nedir?) sözünden alınmadır. Çün­kü zulmet (karanlık) da gözü perdeler, görmesine engel olur.

Münafıkların zulmeti (karanlığı) ise, küfür, nifak ve nihayet kıyamet gününde önlerine çıkacak olan karanlıklardır.

«Zehebe'llahu bi-nûrihim» Zehabın Allah'a isnadı, ya her şeyin O'nun fiiliyle olduğuna, ya da nûr'un söndürülmesi gizli bir sebebe veyahut semavî bir emre dayandığına işarettir. Bunun için (z e-hebe) «ba» harfi ile müteaddi (geçişli) olmuş da hemzeyle değil. «Ba» ile ta'diyesinden «istishab» ve «istimsak» manaları çıkar. (Zehebe's-sultanu bi'malihl = Sultan malını alıp beraberinde götürdü), buna misal teşkil eder. O bakımdan âyette (bi-nûrihim) denilmiş de (bi-dav'ihim) de­nilmemiştir. Çünkü birinci tâbirle yaktıkları ateşin bütün nurunun alındığı, onlara sadece bir kömür ve simsiyah duman kaldığı; ikinci tâbir ile ışı­ğın fazlalığının alındığı ve azıcık nurun kaldığının ihtimal dahilinde bulun­duğu ifâde ediliyor. [128]

Kadir: Dilerse işleyen, dilemezse işlemiyen zat demektir.

K a d î r ise, dilediğini behemahal dilediği şekilde işleyen, yapan zat demektir. Müfredat-i Râgıb'da k a d î r sıfatı şöyle tarif edilmiştir: «Dilediği şeyi, hikmeti iktizasınca artık ve eksik bırakmaksızın yapan zat demektir.» [129]

Âyette imân nûr'a, küfür karanlığa benzetilmiştir.   Çünkü nûr maddî eşyayı, imân ise gönül ve vicdanı aydınlatır, ruhu geliştirir. Karanlık, eş­yaya perde olur; küfür de gönül ve vicdanı karartır. [130]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Mü'min, kâfir ve münafıklardan üçüncü şahısla iigili fiillerle bahsedil­dikten ve Allah'ın bu üç sınıf hakkındaki hükümleri beyân edildikten son­ra, akıl sahibi bütün insanlara nida ediliyor: «Ey insanlar!» buyuruluyor.

Bu ilâhî iltifatta iki Önemli hakikate işaret vardır:

1.  Allah âlemlerin (varlık âleminin) yegâne terbiyecisidir. Bunun için bütün insanlara hitab eder ve hepsini de kayıtsız şartsız  tevhîd   (Al­lah'ı birlemeğe ve bir bilmeğ)e davet eder. Demek, İsfâmiyet umum be­şerin müşterek en son ve en   mükemmel   dînidir..   Hazret-i Muhammed (A.S.) da bütün milletlere -hidâyet ve saadet yolunu göstermek üzere- son peygamber olarak gönderilmiştir.

2.  İnsan ile Yaradan'ı arasında ilgi ve münâsebetler bir aracıya ha­cet kalmadan doğrudan doğruya ve şahsîdir. Diyebiliriz ki, insanların en büyüğü ve en üstünü olan peygamberler bile yalnız rehber ve habercidir­ler. Düşünüp de beğendiğini yapmak ve Allah'a karşı doğrudan doğruya mes'ul olmak insanın kendi re'yine terk edilmiştir. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerîm'in onbir yerinde:   «Peygambere düşen sadece apaçık tebliğdir.» buyuruluyor, [131]

İşte  «Ya eyyühennasu'budû Rabbeküm» ses­lenişi, insan ile Yaradan'ı arasındaki münasebetin en açık ifadesidir. Ve bununla her üç sınıf da tevhîd ve ibâdete davet edilmektedir. Şu fark­la ki, mü'minleri davet, ibâdete devam etmelerini hatırlatmaktır. Müna­fıkları davet, gönülden inanarak ibâdet etmelerini isteyip ikazda bulun­maktır Kâfirleri davet, daire-i İslâm'a girip selâmete kavuşmalarına imkân vermektir. [132]

 

Meali

 

21—  Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibâ­det ediniz ki, korunup sakınanlar olabilesiniz.

22—  Öyle (bir Rab) ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü bir kubbe kıl­dı. Gökten su indirdi ve onunla size (çeşitli) meyvelerden (türlü türlü ürün­lerden) rızık çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde (nankörlük ederek) Al­lah'a (gizli ve aşikâr) denk ve benzerler koşmayın.

23—  Eğer kulumuz (Muhammed)'a parça parça   indirdiğimiz   (Kur1-ânj'den şüphede iseniz onun benzeri bir sûre (tertipleyip meydana) geti­rin ve Allah'tan başka (size yardımcı olup, rehberlik edecek) şâhidlerinizi de çağırın, (eğer iddianızda) doğru iseniz.

24—  Eğer (Onun bir benzerini) yapamazsanız   -ki  yapamıyacaksınız da- o takdirde kâfirler için hazırlanan -yakıtı insanlarla taştan olan- ateş­ten korkup sakının.

 

İniş Sebebi

 

İlâhî teklifle yükümlü tutulacak olan üç sınıf (mü'min, kâfir, munâ-fık)dan bahsedilip her birinin inanç ve tutumu, manevî yapısı ve hakka karşı anlayışı ayrıntılarıyla beyân edildikten sonra, bunlardan İkinci sını­fın Hakk'ı inkâr edip putlara kulluğu; üçüncü sınıfın inkârla imân, hakla bâtıl arasındaki bocalayışı ve bunun neticesi olarak maddeyi Allah'tan üstün tutuşları; birinci sınıftan da bâzısının bilmeden Allah'a gizli şirk ko­şusu, bu âyetlerin inmesine sebep olarak gösterilir.

Şöylekî:

Cenâb-ı Hak (C.C.) bu âyetlerle bütün insanlara şâmil olan rahmeti icabı, hitaba geçip Rabbani iltifatıyla her üç sınıfın da dikkatini çekiyor:

Mü'minlere: «İbâdet ve kullukta devam gösterin; itikadınızı her türlü şüphe ve şaibeden uzak bulundurun!» diye tenbihte bulunuyor.

Kâfirlere: «Yeri bir döşek, göğü bir kubbe kılan......   Yüce Rabbinizi,

bunca açık belgeler karşısında hâlâ inkâr mı ediyorsunuz? Artık aklınızı, zekânızı ve vicdanınızı doğru yönde harekete geçirip kullanmaz mısınız?» diye kınıyor.

Münafıklara: «Siz Hakk'a biraz meylettikten sonra neden rotayı de­ğiştirdiniz? Hakla bâtıl, maddeyle mana, Kur'ân'la başka sözler arasında neden bocalayıp durdunuz? Haydi şüpheyle ya da inkârla karşıladığınız Kur'ân'ın bir sûresinin olsun benzerini hazırlayıp dizin veya bulup getirin, göreyim sizi? Elbette getiremezsiniz! O halde aklınızı, idrâkinizi kullana­rak hidâyet caddesine yeniden dönün!» diye ikazda bulunuyor.

Demek, Cenâb-ı Hak (C.C.) kullarını kahretmek istemiyor. İnat ve inkârlarına, şüphe ve tereddütlerine, saadet yolundan ayrılıp sapmaları­na rağmen onlara iltifatta bulunuyor, «Ey insanlar!» diye sesleniyor; bel­gelerini, açık âyetlerini gösterip düşünmeye davet ediyor. Bu sebeple de yukarıdaki âyetler iniyor. [133]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı kirâm'dan İbn Mes'ud (R.A.) anlatıyor:

- Ey Allah'ın Resulü! Allah katında en büyük günah hangisidir? Di­ye sordum. Buyurdular ki:

  Allah'a eş-ortak koşmandır!. [134]

Muaz bin Cebel (R.A.)den yapılan rivayete göre, Hazret-i Peygamber (A.S.) buyurdular ki:

  «Allah'ın kulları üzerinde olan hakkı nedir, bilir misiniz? O'na dos­doğru ibâdet etmeleri ve hiç bir şeyi O'na eş-ortak koşmamalaridir.» [135]

  «Sizden biriniz -Allah diledi ve filân da diledi de o şey (öylece oldu)- demesin. Fakat: -Allah diledi (o şeyi), sonra da falan diledi- desin.»

Çünkü birinci tâbirde gizli şirk (Allah'a ortak koşmak)   manası  var­dır. [136]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Bir adam Peygamber'e {A.S.) dedi ki:

  Allah ve siz dilediniz de o şey (oldu veya olacak)! Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (A.S.):

  Sen beni Allah'a ortak mı koşuyorsun?! (Böyle söylemen şirktir). Yalnız Allah diledi o şeyi, de! buyurdu. [137]

 

Rivayetler Ve Görüşler

 

İnkarcılardan birkaç kişi toplanıp İmâm A'zam Ebû Hanîfe'ye geldi­ler, ondan Allah'ın varlığını delillerle İsbat etmesini istediler. Bunun üze­rine İmâm A'zam onları susturur mahiyette şu cevabı verdi:

  «Bırakın beni kendi halime!. Çünkü bana mühim bir şey nakledildi de hayretler içinde kaldım. Şimdi hep  onu  düşünüyor,  düşündükçe  de hayretim bir kat daha artıyor..»

İnkarcılar bu sözlerden bir şey anlıyamadılar da sordular:

  «Efendim, neymiş o çok  mühim,  aynı  zamanda  hayret  artıran şey?»

Bunun üzerine İmâm anlatmaya başladı:

  «Bana nakledenler dediler ki:   İçinde  tüccar  taifesinden  birçok yolcusu bulunan bir gemi kaptansız ve pusulasız olduğu halde denizde normal seyrine devam ediyor; yolcu ve yük taşıyor; en ufak bir şaşma ya

anılma olmuyor! İşte bu haberdir ki beni devamlı düşündürüyor ve sebebini aramaya beni zorluyor.»

İnkarcılar bu sözleri fırsat sayarak alaylı bir şekilde güldüler ve:

__ Bu öyle bir yalan ve uydurma bir masal ki aklı başında, melekesi

yerinde olan hiçbir kimse ne söyler, ne de inanır!.» dediler.

İmâm artık taşı gediğine koyma zamanı geldiğini düşünerek şu ceva­bı verdi:

  «Yazıklar, hem çok yazıklar olsun size! Bir gemi kendiliğinden de­nizde tam rotasında seyredemiyor, sahil-l selâmete çıkamıyorsa, şu mu­azzam kâinat ki her parçası ince bir hesap dahilinde düzenlenip yerliye-rince konulmuştur; ulvî ve süflî âlemleriyle, sağlam yapısıyla, şaşmayan düzeniyle nasıl olur da kendiliğinden var olup da varlığını böylesine mü­kemmel bir şekilde devam ettirebiliyor? Allah'ın varlığına, birliğine, kud­ret ve azametine delil olarak bu size yetmiyor mu?»

İnkarcılar bu kestirme yoldan verHen cevap karşısında susup oradan uzaklaştılar. [138]

Dut ağacının altında dinlenmekte olan İmâm Şafiî'ye, Yaradan'ın var­lığından, birliğinden soruldu. İmâm dut yaprağından bir tane kopararak onlara şu cevabı verdi:

  «Şu gördüğünüz yaprağı İpek böceği yiyecek olursa, ondan ipek kozası çıkar. Arı yiyecek olursa, bal çıkar. Koyun keçi yiyecek olursa, süt ve yoğurt olur. Ceylan yiyecek olursa, misk olur. Yenilen şey aynı olmak­la beraber çıkan şeyler ayrı ayrıdır,

«Bu hikmet dolu sonuçları hangi kanunlarla kimin meydana getirdi­ğini hiç düşünmediniz mi?» [139]

Aynı soru İmâm Ahmed bin Hanbel'e sorulmuş, o da şu cevabı ver­miştir:

«Şu gördüğünüz yumurta pürüzsüz, sağlam bir kaledir; kapısı penceresi yoktur. Dış görünüşü gümüş gibi beyaz, içi altın gibi sarıdır. IHıyet ve gaiyet prensiplerine göre bu kale bir gün geliyor çatlıyor, ipin-Jen bütün organları tastamam bir civciv çıkıyor. Bu yavru cins ve nev'i-nın özelliğine göre hareket ediyor: Ördek veya kaz yumurtasından çık­mışsa, hemen suya koşuyor. Tavuk yumurtasından çıkmışsa, karada rız-ı aramaya koyuluyor. Anne tavuk veya ördek bütün güç ve hassasiyetiyle yavrularını korumaya çalışıyor.

Bütün bunlar Allah'ın varlığına, birliğine, ilim ve hikmet sahibi oldu­ğuna, her şeyi yarattığına ve yarattığı her varlığı bir takım kanunlara bağ­ladığına delâlet etmez mi?» [140]

 

İlmî Ve Felsefî Yönü

 

Varlık âlemini yaradan, yoktan var eden Allah'tır. Hiçbir şey kencji kendini yaratamaz. Bir şeyin mevcudiyetini kabul ettiğimiz takdirde bir icad edicinin varlığının zarureti kendiliğinden meydana çıkar. Bunun için Allah (C.C.): «Ey İnsanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbi-nize ibâdet ediniz.» buyuruyor.

Düne kadar ilim bu hususta şüpheciydi. Bazen de inkarcı rolüne gi­riyordu. Asrımızın son yarısında dev adımlarla mesafe kat'edilirken ilim­deki kesin sonuca varma prensibi kökünden yıkılmaya yüztutmuştur. Fe­za araştırmaları yeni yeni buluşlarla bir çok tezleri çürütüp attı; astrono­mi ve biyoloji üzerindeki ciddi çalışmalar bizi daha fazla Allah'a yaklaş-tırıcı oldu. Diyebiliriz ki: Atom fiziğinin meydana çıkması, fezayla ilgili araştırma ve buluşlar, hücre üzerindeki sistemli çalışmalar ve bunlardan elde edilen sonuçlar, maddeye dayalı olan fiziğin saltanatını kökünden yıkmış, Allah'ı inkâr eden şımarık materyalistleri susturmuş ve nihayet maddî diyalektikçiler içinden çıkılmaz birbirini tutmazlıkiara düşmüşler­dir.

Bugün artık onyedi ve onsekizinoi yüzyıldaki ilmî buluş ve görüşle­rin çoğu değerini kaybetmiştir. Dekart'in (Rene Descartes: 1596-1650} bu konudaki ilmî ve felsefî görüşü, bizce önemli olmamakla beraber o asrın havasını ve Batılı ilim ve felsefe adamlarının bizdeki hayranlarını karşı­laştırmak için anılmaya değer:

«Şüphe etmiyeceğim bir şey dünyada var mıdır? Evet, şüpheye düş­mem keyfiyetinde şüphe edemem değil mi? O halde mademki şüphe edi­yorum, demek düşünüyorum. Düşünüyorsam, yeryüzünde mevcudum de­mektir. Mevcudiyetim yakın (kesinlik ifâde eden) bir hakikattir. Diğer mev-çudlara da inanabilmek için önce Allah'ın varlığına inanmak lâzımdır. O takdirde insan kendi mevcudiyeti dışında bâzı eşyanın vücuduna inana­bilir.

Çünkü Allah ne kendini ve ne de beni aldatmak istemiyeceği için, mademki dış âlemi görmeme imkân veriyor, o halde o âlem de mevcut­tur. İşte bu esası kabul ile üç şeyin vücuduna inanıyorum, demektir.

1.  Kendi mevcudiyetim,

2.  Allah'ın mevcudiyeti,

3.  Kâinatın mevcudiyeti..

Peki bu üç i'tikaddan hangisi esas olarak alınabilir? İstidlal suretiyle mevcudiyeti anlaşılan şey esas olarak alınamaz. Birçok şeylerin mevcu­diyetini kendisine dayamakla isbat olunan «Mebde-i evvel == ilk başlan­gıç» bu önermeden tabii ki istisna edilir.»

Şimdi Dekart'ın inandığı üç esastan birincisi, kendisinin mevcudiyeti­dir ki bu, düşünmek ve hissetmek esas tutularak istidlal suretiyle anlaşıl­dığı için bunu esas saymıyor. Düşünmek, hissetmek ise Allah'ın varlığın­dan istidlal edilerek anlaşılıyor. Bu da esas olamaz. Allah'ın varlığı bir şeyden istidlal edilerek anlaşılmıyor. O'na yalnız İnanılıyor. O halde esas budur.

Dekart bu neticeye vararak diyor ki:

«Çünkü bu i'tikad benim mevcudiyetimden çıkma bir şey değildir. O, benden önce mevcud İdi.»

Dekart'ın bu konudaki ikinoi delili biraz daha doyurucudur:

«Ben varım değil mi? Beni kim meydana getirdi. Şüphesiz ki «ben» değil. Eğer ben kendimi yaratmış olsaydım böyle noksanlarla dolu olarak yaratmazdım. Mükemmel olarak vücuda getirirdim. Bu kendi noksanımızı görebilmek ve mükemmeliyet (perfection) fikrine sahip olabilmek nere­den geliyor? Muhakkak beni yaratan başka biridir. Anam babam mı? 'Evet», fakat onları, onların ana babasını kim yarattı? Bu şekilde sonsuz­luğa kadar gidemez. Bir başlangıç (mebde1 -çement-beginning) lâzım de-3 da Aliah'dır. Kâinatta devam eden bir icad ameliyesiyle vücuda gelmekte bulunan bir eser ibda' (örneksiz ve benzersiz bir şey meydana getirme yaratmajdır. Bu ise bir Yaratan'ın varlığını doğrulamaktan baş­ka hiç bir şekilde halledilemez.»

""1 Ker'm'   <<Ev însanIar!  Siz» de. sizden öncekileri de yaratan tıâı h! edİn<)> emriyle' Ailah'm ve9âne varatıcı ocuğunu, yarat-

kilde tPrheVl °inS Ve türünun özelliğine göre sistemli ve kademeli bir şe-nu telkîn   mâ'e 9otüraüğunü; o halde ibâdete lâyık bulunduğu ve bu h"susta derinden derine düşünmemizi ilham ediyor.

«a beraber felsefecilerin- âlemin kadîm (öncesiz) olduğunu, bunun-

k'r ve nazar    yapıcısınin bulunduğunu isbat sadedinde öne sürdükleri finer şeyin konri J' Vererek' âlemin sonradan olduğunu ve sonradan olan enaı kendine var olamıyacağını ve kendi yaratıcısı vasfını taşı-yamıyacağmı, bu takdirde bir yaratana muhtaç olduğunu ve o yaratanın da öncesiz ve sonsuz olması gerektiğini ilmî ve felsefî delillerle isbat eder.

Netice olarak Gazâlî'nin filozoflara karşı olan görüşünü şöyle özetli-yebiliriz: Filozoflara göre âlem (canlı cansız ne varsa hepsi) uzunluk ve genişlik bakımından sonlu (mütenahi), zaman bakımından sonsuz (ka-dîm)dir. İlletin malûl ile aynı zamanda var olması gibi, âlem de Allah'dan ezelde sâdır olmuştur. İmâm Gazâlî filozofların zaman ve mekân arasında yaptıkları bu ayırmayı reddeder. Ona göre, Allah, âlemin varlığının yegâne sebebidir demek. O, âlemi, iradesiyle ve kudretiyle yoktan yaratmıştır, demektir. [141]

Âyette «R a b b e k û m» sıfatının ikinci şahıs zamirine izafe edil­mesi şu ilmî hakikati terennüm eder: «Canlı varlıkları fiziko-şimik kanun­larla izaha çalışan âlimlerden bir çoğu sonunda bunun imkânsızlığını farketmişîer ve bu alanda yeni bir olaylar âlemi, yeni bir izah karşısında bulunduğumuzu anlamışlardır.»

«O halde canlı varlıklarda gaye ve sebep araştırılmasının zarureti kendiliğinden meydana çıkmış oluyor. Burada önce hücre ilmi (Ceytolo-gie)ni ele almak lâzım. Âlimler protoplazmayı meydana getiren şimik un­surları (kimya yoluyla elde edilen maddeleri) saydılar, fakat bu unsurları bir araya getirmekle hücreyi teşkil edebileceklerini, {ona canlılık vasfı ve­rebileceklerini) iddia etmediler. Oünkü onlardaki canlılık ve canlılıktaki cinsî ve nev'î özellik fiziko-şimik kanunlarıyla izah edilemez.» [142]

«R a b b e k ü m»

Rab sıfatı, Fâtiha-i şerîfede «âlemîn» kelimesine izafe ettiği halde burada ikinci şahıs zamiri «küm»e izafe etmiştir. Birinci şekil izafeyi, Fâ-tiha'nın tefsirinde belirtildiği gibi, varlık alemindeki var olan her şeyi ken­di cins ve türünün temel yapısı özelliğine göre terbiye edip kemâle erdir­mek manasına yorumlamıştık. Çünkü «ruhsun mevcud olmadığı hiç bir varlık düşünülemez. İşıklı zerreciklerin taşıdığı enerjiyi bile «foton» adı verilen özyapının meydana getirdiğini günümüzde gelişen ilim isbat-lamıştır. Ancak bu «ruh=özyapı»la insan ruhu arasında büyük fark mev­cuttur. Rab sıfatı, her birisine ayrı bir tecelli ve kanunla taallûk etmekte ve her birini ayrı bir kanuna göre, diğer bir tabirle «e m r»e göre terbi­ye edip gayesine uygun olarak varlığını devam ettirmektedir.

İkinci şekil izafe ise, insan ruhundaki üstünlüğe işaret eder. Bir çok

yeteneklere sahip bulunan bu rûh, insan bedenindeki tedrici tekâmülü izler; perisperi (rûh-i hayvanî)nin gelişmesiyle yeteneklerini daha bariz hissettirir. «Rdbbeküm» terkibi, insan ruhunun bu tedrici tekâmülünü ve hayvanı ruhun gelişmesiyle kemâle doğru basamak basamak yükseldiği­ni, bir ana fikir (veri) halinde ifâde eder.

Ayrıca, insanı diğer varlıklardan, diğer bir ifâdeyle başka canlılardan ayıran «insanî rûh»un ve bu açıdan insan mahiyetinin fiziko-şimik kanun­larla izah edilemiyeceğine işaret vardır.

«Ellezî ceâle lekûmü'l-arda firaşen = Öy­le (bir Rab)ki, yeryüzünü size bir döşek kıldı.»

Yeryüzünün diğer bir tabirle yerkürenin bir döşeğe benzetilmesi, ilmî gerçeklere ışık tutar mahiyette bir ana fikirdir. Bunu incelediğimiz zaman şu işaretlerin yapıldığını görmekteyiz:

a)  Yerküre başlıbaşına bir yıldız, bir gezegendir.

b)  İnsanların başka bir tabirle canlıların yaşamasına elverişli şartlar­la yaratılmıştır.   «C e a I e»   fiili bu hususu ifâde eder.

c)  Dünya hareket halinde olmakla beraber bizi sarsmıyacak, rahat­sız etmîyecek ölçüde bir takım kanunlara bağlı olarak yaratılmıştır.

Bunun izahına gelince:

Uzay içinde baş döndürücü bir hızla hareket hâlinde olan arzın bize bir döşek kılınışı, ilâhî kudret ve hikmetin parlak bir örneğidir. Buna en açık misâl, sakin bir denizde hareket hâlinde olan gemiyi gösterebiliriz.

Denizde sakin bir gün, bir denizci, gemi limanda dururken rahatça tıraş olur ve çorbasını içer. Gemi 15 ya da 25 mil sür'atle gitsin, el yıka­ma legenındeki suda, tabağındaki çorbada hiç bir çırpıntı görülmez. De­nizci dışarı denize bakmadan gemisinin   ne  hızla gittiğini  veya  hareket ıp etmediğini bile anlamaz. Tabiî deniz bozarsa ya da gemi birden bire asını değ.ştırirse, denizci  hareket hâlinde olduğunu  hisseder.   Fakat "    QrŞaf 9'bİ °İU?U' gemide de n'Cbir ses olmayışı şartları kabul vf' Qmbarda ne olursa olsun -yQni geminin içinde ne kadar mü- ? mekanik tecrübe yapılırsa yapılsın- geminin hızı hiçbir su-saâiamnktT0 çıkmıyacaktır- ° halde umumî cazibe kanunu bu dengeyi maktadır  yerküreyi bir dö?ek aibi bize dinlenme yeri olarak hazırlan-ı Kerîm, bundan ondört asır önce bu konuda bir.takım ana fikirler verirken, İmâm Gazâlî onbirinci asırda. Şeyh Muhyiddin Arabî on-üçüncii asırda bu meselenin az-çok izahını yapmışlardır. Bu izah ve gö­rüşlerin yol açtığı fizik prensibini Newton ancak 1687'de bulup ifâde ede­bilmiştir. Nevvton bu vadide umumî câzîbe (genel çekim) kanunundan bahsederken bunun delâlet ettiği «âlem sistembne mekânı, zamanı ve maddeyi yaratan Allah'la başlar.

«Ve's-semâe binâen = Göğü bir kubbe kıldı.»

Varlık âleminde câri olan ve tamamen ilâhî kudrete dayanan çekim kuvvetiyle her cisim bir diğerini kendisine doğru çekmeğe zorlamaktadır. Bununla beraber her gezegen kendine has yörüngesinde hareket etmek­te ve başka bir cisimle çarpışmamakta, diğer bir gezegenin yörüngesine koymamaktadır. Sonsuz olmayan bu kâinat devamlı genişlemekte, fakat asıl kuruluşundaki düzeni bozulmamaktadır. Bu sayede gök bir kubbe gibi dünyamızı çevirmekte ve gizli - aşikâr birçok nîmetleri üzerimize indir­mektedir.

Şeyh Muhyiddin Arâbî, Füsûsü'l-Hikem adlı eserinde İdris bahsinde «M e k â n» ve «M e k â n e t» yüceliğinden bahsederken genel çekim kanununa işaret eder ve güneşin merkez olduğunu söyler.

Muhyiddîn Arabi'den 477 yıl sonra dünyaya gelen Nevvton (1642-1727) bu kanunu şöyle tarif eder: «İki maddesel noktanın birbirine uygu­ladıkları çekim kuvveti, kütleJeriyle doğru orantılı, uzaklıklarının karesiyle ters orantılıdır.» [143]

 

Diğer Bir Tefsire Göre

 

Âyette geçen «ceâle» fiilinin «e v c e d e = icâd etti» manasına gel­diğini, «bina» ise «mebniy» te'viliyle, evin tavan ve duvarları, kubbe, çadır ve deriden mamul örtü gibi anlamlar taşıdığını dikkate aldığımızda: «Binâ»dan, dünyayı her tarafından kuşatan ve tam bir kubbe görüntüsün­de olan atmosferin kasdedildiği anlaşılır.

Bu tefsîre göre: Âyetle hem dünyanın yuvarlak olduğuna, hem de etrafında çepçevre belli ölçü ve kalınlıkta bir hava tabakası bulunduğuna işaret ediliyor ve bunun insanlar için büyük bir nîmet olarak hazırlandığı belirtiliyor.

Kubbe, altındaki yeri ve eşyayı dış te'sirlerden korumaya yaradığı gi­bi, dünya etrafındaki hava tabakası da dünyayı ve üzerinde yaşıyan bü­tün canlıları, bitkileri güneşle diğer gezegenlerin te'sirinden koruyor. Öyle ki, ne donacağımız kadar kalındır, ne de yanıp kavrulacağimiz kadar in­cedir.

İşte yeryüzünün bir döşek, göğün bir kubbe kılınışı, hem bir takım ilmî hakikatlere ışık tutmakta, hem de Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini ve ibâdete lâyık bulunduğunu en açık bir kesinlikle meydana koymakta ve insanları O yüce kudretin önünde eğilmeğe davet etmektedir. Düşü­nüp de anlayanlara ne mutlu!

<Ve enzele mine's-semâi mâen = Gökten su in­dirdi.»

Fiilin Cenâb-ı Hakk'a isnadından yağmurun ancak O'nun emir ve ira­desiyle vücud bulduğu, kâinattaki câri kanunlarıyla atmosferde teşekkül ettiği anlaşılıyor. Dikkat edecek olursak inen yağmur ve kar tanelerinin havada çarpışmadan rahatça yere indiğini görürüz. Şüphesiz ki bu da ilâhî kudretin ve bu kudrete dayalı olan kanunun varlık âleminde mutlak hükümran olduğunu, her şeyin -en ufak parçasına varıncaya kadar- bu kudret ve irâdeyle hedefine ve yaratıldığı gayesine doğru yönelip ayak bastığını ifâde eder.

Bu husustaki sünnetüllah (ilâhî kanun) şöyledir:

Yeryüzünden yükselen su buharları atmosferde toplanıp bulutları meydana getirir. Bulutlar bir milimetrenin yüzde birinden daha küçük su taneciklerinin bir araya toplanmış biçiminden başka bir şey değildir. Yo­ğunlaşarak yeryüzüne inen suların topraktaki yolculuğu birkaç dakika ile birkaç yıl arasında değişir. Bitkiler kökleriyle bu suları emerek beslenir­ler. Geri kalan su da yerkabuğunun derinliklerine iner.

Cümlede geçen «semâ» ve «inzal» kelimeleri kök mana olarak be­lirtilen kanuna delâlet etmekte, bulutlardan yağmurun teşekkül edip in­mesini ifâde etmektedir. Çünkü «semâ» yükselip gölge yapacak özellik­te olan şeye denir. «İnzal» ise, kendiliğinden değil de bir kuvvet, bir irâde ya da kanunla yukarıdan belli ölçüde indirmek manasına gelir.

I ioylece yeryüzündeki suların sürekli olarak buharlaşması ve bulut-mu'rT           9etirmesî sonucu yeniden filitreden geçmek suretiyle yağ-

nus'İar01'^? d°'U °larak dökQlmesiy|e' Yani yere inmesiyle denizler, okya-lah'm 'in      |f bÜtÜn bÜtÜn kuruY"P vok olmaktan kurtulur. Bu olay   Aldevam ^tZ° bÜyÜk b'r nîmetidir ki dunva kuruldu kurulalı hep böyle

-2. âyet bu hususu beyânla asıl maksadı şöyle ifâde ediyor:

«Artık siz de bildiğiniz halde (nankörlük ederek) Allah'a (gizli ve aşi­kâr) denk ve benzerler koşmayın.»

Şükretmesini bilen, ilâhî kudret ve kanunu idrâk eden kullara bu bel­geler yeter de artar, [144]

 

Ahlâkî Yönü

 

Âyet-i kerîme ile bütün insanlar tevhîde ve tevhîdin hedefi olan ibâ­dete çağrılıyor. Çünkü «Tevhîd Akidesi»ni en uygun faziletler, hayırhahlık-lar, âlicenaplıklar takip eder. Allah'ın varlığını ve birliğini tasdîk eden mü'-miri doğrudan doğruya hesabının Allah ile olacağını, yani Onun huzuruna çıkarılıp hesap vereceğini bilir de bütün hal ve davranışlarını ancak O'na arzeder. Mevcut nimetlerin nereden ve nasıl geldiğinin, hangi irâde ve ka­nunlarla tecelli ettiğinin idraki içinde kulluk resmiyetini yerine getirir. Kü­çük olsun, büyük olsun hiç bir günah işlememeye gayret eder.

İşte bu idrâk ve gayret insanı olgunlaştırır, kemâl mertebesine yük­seltir. İyilik, hakşinaslık, yalnız Hakk'a kulluk, merhamet gibi ulvî haslet­lerin gönüllerde kökleşmesine; ruhun ilâhî nurla cilâlanmasına yol acar. Bu seviyeye yükselen kimse, artık yalnız kendisi için değil, din kardeşleri için de yaşar. Diğer bir tâbirle «Lâ ilahe illâ'llah» akidesi dünyanın dört bucağına ulaşsın diye ömür sermayesini harcar.

Beşer ruhunu bu derece şer ve fesattan, kötülük ve nifaktan temiz­leyen «Tevhîd = Allah'ı bir bilip birliğine inanmak» ve bu inanç havası içinde O'na gerektiği gibi ibâdet etmek, sadece insanı nankörlükten kur­tarmaz, aynı zamanda akla ışık tutar, zekâyı geliştirir, insanı sağduyu sa­hibi yapar. O kadar ki, yerlere ve göklere ve bunları tam bir düzende tu­tan Sünnetüllah'a bakınca bütün mevcudiyetiyle Hakk'ın ibâdete lâyık ol­duğunu idrâk ederek secdeye kapanır.

İşte cemiyetler ve milletler böyle fertlerle yükselebilir, varlığını ve dü­zenini bu gibi kâmil insanlarla devam ettirebilir. Bu nedenle Allah: «Ey insanlar! Sizi de sizden Öncekileri de yaratan Rabbinize ibâdet ediniz kî korunup sakınanlar olabilesiniz.» buyuruyor. [145]

 

İçtimaî Yönü

 

Eşi, dengi, benzeri olmayan Allah'a dosdoğru imân ve gerektiği gibi ibâdet; dünya ve âhiret saadetine davetin en yüksek hedefidir. Bunun hikmeti ise açıktır: İnsanların güven, salâh ve dayanışma içinde yaşama­sı, aynı zamanda hayatın hakikî huzurunu her yönüyle teneffüs etmesi, ancak «Tevhîd Akidesi»yle gerçekleşir. Öyle ki, dinîn dağınık kısımları, iç­timaî hayatın kopuk bağları, millî ruhun ihmâle uğramış perişanlığı bu­nunla bir araya gelip tamamlanır. Dinde ve sosyal düzende «Tevhîd»in yeri, bedende olan rûh gibidir. Ruhun ayrılmasıyla nasıl beden hareketini kaybedip yıkılmaya ve çürümeye yüztutarsa, «Tevhîd»in unutulması ile de dîn ve cemiyet asıl hüviyetinden uzaklaşır ve bütün bütün ölçüsünü kay­betme noktasına gelir.

İşte bunun içindir ki, eşi, dengi ve benzeri olmayan bir Allah'a imân insanlar arasında bir hadd-i fâsıl'dır. Bunun harcı ise ibâdettir. Fâsıl'ın kalkması, zulüm ve tecâvüze, adaletsizliğe imkân verir. Çünkü zulüm, tuğyan, tahakküm ve imtiyaz şirkten ayrılmadığı gibi; adalet, eşitlik, ha-yırhahlık, merhamet ve fazilet de «Tevhîd» ve «İbâdet»den ayrılmaz. Öy­le ise, ey insanlar Rabbinize ibâdet ediniz! Bilin ki saadet ve kurtuluş huzur ve esenlik bundadır. [146]

 

İtikadı Yönü

 

İbâdet, Allah'a karşı saygıyı en olgun mertebede İfâde eder. Allah (C.C.) vardır, birdir. Yaratan ve merhamet eden O'dur. Rızık veren ve ba­ğışlayan yine O'dur. O halde en üstün sevgi ve ta'zîme lâyıktır. Her şeyin Yaratanı O olduğuna göre, her şeyin -ya lisan-i hal, ya da lisan-i kal ile-O'na saygı göstermesi, O'nc kullukta bulunması kadar tabii bir şey dü­şünülemez.

Bütün bunların insan aklının alacağı, insan zekâsının kavrayabilece­ği ölçüde tertiplenmesi de Allah'ın kullarına olan rahmeti icâbıdır. O hal­de aklını kullanabilen, zekâsını işletebilen her insan Allah'ın varlığını, bir­liğini, ibâdete lâyık olduğunu anlayabilir. Bu bakımdan Kur'ân insanlara seslenerek hepsini ibâdete davet ediyor.

3 nedenle aklını bu yolda kullanmayan insanlar mes'ul tutulacaktır. Bâzı âlimlere göre:

ında kalır   Cünkü önce imânla emrolunurlar,

âum. J»,.       caârılırtar- imân etmeden ibâdete davetin lüzumsuz oldu-me'mur d "T^ ekSerİyetİ teşkil eder" ° bakl™dan   inkarcılar   ibâdetle

den  tan.rln^   ? ernro'unmak Allah'ı bilmeğe, tammaya bağlıdır.  Bilmesonucu ŞeVe inanmakta ne faVda vardır? B" mantıkî yolun mjn. kâfir  ibâdetle me'mur değildir. Halbuki âyette mü'munafık ayrımı yapılmadan tüm insanlara hitap edilmiştir. O halde bir şey ile emretmek, o şeyin kaçınılmaz olan cihetleriyle (levazi-miyle) de emretmek demektir. İbâdet ancak marifet (Allah'ı bilmek) ile hâsıl olur. Yani marifet, ibâdetin zaruriyetindendir. İbâdetle emretmek, marifetle de emretmek demektir.

«Felâ tec'âlü lillahi endaden  =  Allah'a (gizli ve aşikâr) denk ve benzerler koşmayın!»

Ashab-ı kirâm'dan İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

Endad, «en gizli şirkler» demektir. Bazen insan bilmeden Allah'a eş-ortak koşar. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) buna işaretle buyurdular ki: «Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, gizli şirktir.» [147]

Meselâ: «Evdeki köpek engel olmasaymış hırsız evimize girecek­miş!» «Allah'la sizin dilediğiniz olur.» gibi sözlerde bir nev'i gizli şirk var­dır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir kavme hitaben:

«Ne iy! kavimsiniz siz, ama eğer Allah'ın dilediğiyle falanın dilediği olur, demek suretiyle Allah'a eş-ortak koşmamış olsaydınız,.» [148]

Yukarıda hadîs bölümünde mealini yazdığımız dört hadîs-i şerîf de konumuzun i'tikadî kısmına ışık tutmaktadır. [149]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Cenâb-ı Kibriya (C.C.) bütün insanları «tevhîd»e davet ediyor. Tev-hîdin ilk mertebesi «tevhîd-i ef'al»dır. Bunun içindir ki âyette ubudiyyet Rububiyyete bağlanmıştır. Tâki insanlar nîmeti görmekle tevhide karşı ünsiyet peyda etsinler de Allah'ı sevip saygı duymaya koyulsunlar. Çün­kü Allah (C.C.) halkı yaratmış ve nîmetini onlara çeşitli yollardan, ve ka­nallardan ulaştırmakla sevgisini izhar etmiştir Kullara düşen ödev, bu nîmet ve sevginin şükrünü ibâdetle edâ etmektir. Zira ibâdet şükürden ibarettir. Ve ancak nîmet karşılığında olur. O halde ibâdetsiz şükür, kuru laftan ibaret kalır.

Şeyh Muhyiddin Arabî'ye göre;

«Allah «R a b» sıfatının tecelliyatım kullarına tevcih edip has kıl­mıştır; tâki kulları da ibâdet-u taati O'na has kılsınlar.. Hem Allah (C.C.)

kendisinden başkasına ibâdet edilmesin diye yerleri, gökleri ve bu ikisi­nin taşıdığı bîr nice eşyayı insanların hizmetine sevketmiştir.»

Bâzı mutasavvıflara göre:

Bu makamda ayrıca ince bir temsîl var: Beden yeryüzüne, nefs gök-kubbeye, akıl suya benzetilmiştir. Feyezan eden amelî fazîletler ve akıl ile hâsıl olan nazarî üstünlükler hislere teşbih edilmiştir. Nefsanî ve be­denî kuvvetlerin izdivacından da -Fâil-i Muhtar'ın iradesiyle- nice nice semereler vücut bulur.

İmâm Kuşeyrî'ye göre:

«Tevhîd, Allah'ın bir olduğuna hükmetmektir; eşyanın da (Hakk'ın halk-u İcadı ve O'nun san'atı olması cihetiyle) bir olduğunu bilmektir.»

Tahkîk ehlinden bazısına göre,   Tevhîd,   üç kısma ayrılır:

1.  «Cenâb-ı Hakk'ın kendisini tevhidi.» Bu, Hakk'ın kendisinin Bir ol­duğunu bilmesidir.

2.  «Cenâb-ı Hakk'ın, halkı tevhidi.» Bu, kulunun (kulluk mertebesi ve bu mertebenin imkân âlemine çıkarılması cihetiyle) bir olduğuna hükmet-mesidir. Çünkü Allah kullarının hepsini, «Tevhîd-i Bârî»den tecelli eden merhametiyle yaratmıştır.

3.  «Halkın Hakk'ı tevhîdi.»  Bu, kulun, Allah'ın Bir olduğunu bilmesi ve O'nun Bir olduğunu yine O'ndan haber alıp haber vermesi ve tevhîdle hükmetmesidir. [150]

 

Tahliller

 

«Yâ eyyühe'n-nâs!»: «Yâ» harfiyle yapılan nida,

insanlardan hazır, gâib, âlim, câhil, gafil, meşgul, dost ve düşman gibi ;ok gruplara şâmildir. Hazır olana dikkatli olmayı; gaibe hazır olmayı; 3 bilgisini derinleştirmeyi; câhile tarifi; gafile tenbîhi, dosta teşvîkî, auşmana tevbîhi ifade eder.

Ayrıca cümlede, uzakta olana seslenilen «yâ» harfinin getirilmesinde ç önemli nükteye işaret vardır:

desi.

a)  Teklîf edilen ibâdetin büyük bir emânet olduğuna dikkati çekmek,

b)  Kulluk derecesinin ulûhiyet  derecesinden   pek uzak bulunduğunu hatırlatmak,

c)  Çok uzaklardan (lâhuttan) mühim bir haberin verileceğine bakış­ları çevirmek, bu cümledendir.

«U'büdû = İbâdet edin!» İbn Abbas (RA), İbn Kesîr ve Kur-tubî'ye göre, bütün insanları «tevhîd»e davet eöen bir emirdir.

Leâlleküm tettekun) : İmam Sibveyh'e göre, «Leâlle» ile «Asâ», İnsanlar tarafından ise, terecci (ümit) içindir. Allah tarafın­dan ise, vücub içindir.

 Endad, nidd'in cem'idir. Bu kelime mana cihetiyle «Ge­cenin karanlığında kaygan siyah taş üzerinde karıncanın hareket etme­sinden» alınmadır. Bu manayla «nidd» en gizli şirk demektir. Meselâ : «Falan adamın hizmetçisi olmasaydı evimizi sel basacaktı» demekte gizli şirk vardır. (Bak; İ'tikadî yönüne)

«Leküm» İkinci şahıs zamirinin başında gelen «lam»  ihtisas İçin değil de fiilde sebebiyet içindir. Öyle ki, yeryüzünün şu uçsuz kâinat­ta bir döşek kılınışına sebep, insan nev'idir. Bu uğrağın yokluk karanlı-ğıyla ebediyet yurdu arasında kurulmasına sebep İnsan olunca, mes'ull-yet de ona râci'dir. [151]

 Nezzele fi'ilinin «inzâbdan değil de «tenzîl»den getirilişi, Kur'ân'ın parça parça indirildiğini ifâde etmek içindir. Çünkü «inzal» bir şeyi bir defada indirmek, «tenzil» parça parça indirmek manasını ta­şır. [152]

 Abd kelimesi, Hazret-i Muhammed (A.S.)ın Allah'ın ku­lu olduğunu, kendisine ulûhiyet sıfatı atfetmenin doğru olmıyacağını ha­tırlatmak içindir.

 Sûre, şehir etrafını kuşatan  hisar  ve duvara denilir. Bu manayla birkaç âyeti içine alan kısma isim olmuştur. Ayrıca mertebe ve şeref manasına da gelmektedir, şu iki mısra'da kullanıldığı gibi..

«Harrâb ile Kadd kabilesinin şerefte öyle bir sûresi (mertebesi) var ki, onun çevresinde en yüksek uçan karga bile dolaşamaz.» [153] deki üçüncü şahıs zamirinin Kur'ân'a mı,   Hazret-i Muhammed'e mi râci' olduğunda görüş farkı vardır. Tabiînden Mücâhid, Ka-tade, müfessirlerden İbn Cerîr et-Taberî, Zamahşerî, Râzî ve İbn Ke-sîr'e göre Kur'ân'a râci'dir. Sahabeden İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Tabiîn­den Hasan el-Basrî ve bir çok muhakkiklerden de böyle rivayet olunmuş­tur. Diğer bâzılarına göre, zamirin mercii Hazret-i Muhammed'dir.' Fakat birincilerin görüş ve tefsîri maksat ve matlûba daha uygun kabul edil­miştir.

Abbas'a 9ore< «şühedâ» a'van (yardımcılar) de­mektir. Suddî'ye göre «şürekâ» yani puta tapınmakta putperestlere ko­laylık göstermek suretiyle fi'le iştirak edenler, demektir. Mücâhid'e göre, dâvalarını isbat için kendilerinden olan edip ve füsahâyı çağırmaları kas-dediliyor.

 Elbette yaparmyacaksınız. Zira «Len» harfi, te'kid-i nefyi istikbal içindir ki, bu da Kur'ân-ı Kerîm'in ebediyyen bir benzerinin getirilemiyeceğine dair ayrı bir mu'cizedir.

Yakıtı insanlar ve taş olan ateşten bah­sediliyor. Âyette cehennem yakıtı olarak sözedilen taş, hangi taştır? Bel­le taşlaşmış karbon kütlesi kömürler olabilir. Ancak kömürler, gerek şum ağları, gerek bileşimlerindeki karbon miktarı yönünden birbirin-betiayr"'r!ar- Olu?'an e" eski olan taş kömürlerin ısıtma değeri de o nisne yüksektir. Ve belki nisbeti en yüksek olan taşlar kasdediliyor. Put­perestlerin   tapındıkları   taştan   mamul   putlar   da   olabilir.   Geniş   bilgi ayrıca Tahnm Sûresi 6. âyetin tefsîrine bakılması tavsiye olunur. Kur'ân'ın Tarifi kritiâinTvnn K®rîm'in Allah ^rafından indirilen bir kitap olduğunun ilmî yapmadan önce onun tarifini vermek konuyu daha iyi aydınlatır.

3 n: Allah tarafından Cibrîl-i Emîn   vasıtasıyla Hazret-i  Muhammed'e (A.S.) parça parça indirilen, mushaflarda yazılı olan ve Pey­gamber (A.S.)dan şüphe götürmiyen bir tevatürle naklolunan Kitab'ın adıdır.

Bu tarîf efradını cami', ağyarını mâni' olduğu için diğer semavî kitap­lar ve bilumum hadîsler buna girmemektedir. Ayrıca tilâveti nesholunan,

ahkâmi baki kalanı âyeti ile mütevatir derecesinde olmayan Ubey bin Kâ'b'ın  kıraati ve şöhret derecesinde sabit olan   İbn Mes'ûd'un kıraati bu tarifin dışında kalır.

Usûlculara göre, Kur'ân, nazım (söz dizimi) ve mananın tümünün is­midir. Ne yalnız nazım, ne de yalnız mana Kur'ân sayılır. Öyle ki biz an­cak manaya delâlet eden nazme Kur'ân diyebiliriz.

Sadece mananın Kur'ân olduğunu veya sayılacağını iddia edenler eksik değildir. İmam A'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebinin de böyle olduğu­nu söylerler. Bu zayıf görüş ve rivayete dayanılarak, «Namazda, hiç bir özür yokken farsça kıraat caizdir» diye fetva verenler de olmuştur. Çün­kü onlara göre İmam A'zam nazm-ı Kur'ân'ı namazda bir rükün sayma­mış, sadece mana üzerinde durmuş ve farsça ibarenin nazım yerine ge­çeceğini söylemiştir. İmam Muhammed ile İmam Ebû Yûsuf'un da aciz hâlinde namazda başka dile terceme edilmiş kıraatin cevazına fetva ver­dikleri rivayet edilir.

Fakat rivayetler üzerinde yapılan ciddi tetkik ve araştırmalar neti­cesinde. İmam A'zam'ın bu sözünden rücû1 ettiği kesin olarak anlaşılmış­tır. Zira herhangi bir müctehidin hatâ yapmaması imkânsızdır. İmam A'zam'ın hatâ yaptığı ve birkaç meselede kendi görüşünden rücû1 ettiği rivayet yoluyla sabittir. Hem bu kadar kuvvetli deliller dururken zayıf ve aynı zamanda rücû' edilmiş bir kavi ile amel etmek doğru değildir. Biz bu zayıf rivayet ve görüşleri düşünmeden kabul edecek olursak üç büyük mahzurla karşı karşıya kalırız:

1— Ya Kur'ân'ın bütün usûlcularca kabul edilen tarifini ibtal etmek, 2— Ya da namazın kur'ân okumaksizm caiz olduğunu söylemek, 3— Her iki takdirde de Kur'ân'daki: «Onun benzeri bir sûre getirin,» âyetiyle ha­sımları acze düşürmeye yönelik emri me'lûf mananın hilâfına te'vîl etmek gerekir. O halde her üç takdir de mahzurludur. Çünkü Kelâmullah'ı tah­rife yol açmakta ve buna âdeta cevaz vermektedir.

Merhum Muallim Naci (M. 1850-1893) bu hususa temasla en uygun cevabı nazmen vermiştir:

Elfdz maanî için âyine-i sândır. Elfaza bakılmaz mı diyorlar, hezeyandır. Bir sönihanın olması hakkiyle mübeccel, Olmağla olur sebku müeddası mükemmel.

Kur'ân-ı Kerîm'in vahy-i ilâhî olduğuna hem lafzı, hem manası şa­hadet etmektedir. Başka delil aramaya ne hacet? Arapların belagat, ede­biyat, şiir ve hitabete karşı aşırı sevgisini kim inkâr edebilir? Her yi! mu­ayyen mevsimlerde «Ukaz» denilen yerde toplanırlar; şâirler ve edibler şiir ve hitabet yarışına katılırlardı. Orada, şiirin zirvesine çıkmış üstadlar hakemlik yapardı. Edebiyat Araplar arasında en meşhur ve sevilen bir meslek hâlini almıştı. Şüphesiz ki onlan edebiyat vadisine sürükleyen iki sebep vardı:

1—  önce, Arapların çoğu çölde bulunurlardı. Cöl yaşaytşı insanı dü­şünceye, bir sürü hayaller peşinde koşmaya, câhiliyet atıfetlerini dizi hâ­linde hatırlamaya çağırır ki bütün bu saydıklarımız şairliği, güzel söz söy­lemeyi ilham eder.

2—  Arapların   kabile   hayatı   övünmeye, düşmanlaşmaya, öcalmaya, aralıksız savaşlara pek uygun düşüyordu. Bunun için de kendi kabilesi­nin mevkiini yükseltecek, sânını, şerefini artıracak, hasım sayılan kabile­nin kıymetini sıfıra düşürecek yetenekli şâirlere çok ihtiyaç hissediliyor­du. O sebeple Araplar edebiyat ve şiire çok ihtimam gösterir, dâhi şâir­lerin, belîğ hatiplerin kıymetini bilir ve kadrini yüceltirlerdi.

Arabistan bu hava içindeyken Kur'ân-ı Kerîm halkın son derece ka­rışık ve ıztıraplarla dolu olan kalblerine yol bulmak için en fasîh bir söz ve en belîğ bir üslûp ve manayla indirildi. Arapları manen istilâ edebilmek için bu sahada onlardan daha kuvvetli olmak ve ediplerin, hatiplerin âciz ve zayıf olduklarını ilân etmek gerekiyordu. İşte Kur'ân bu evsaf ve bu özellikte gönderilmiştir.

İnsan yaratılışı icabı en büyük iftihar vesilesi saydığı, en iyi bir iş o arak kabul ettiği ve üstün bir himmetin eseri olarak gördüğü konuda yenilerek yardımsız ve zayıf kalacak olursa, derhal manevî yıprantılara

grar ve bu halet-i ruhiye içinde ümitsizlenmeye başlar.   Artık   bundan sonra pek az şey onu takviye edebilir.

de K^'an'mnUa«einddüs,iMe"bU?Ük ÖVSÜ kaynakları °'an ^at vadtolıım°™Ştı. Onların füMh«>OÜK^™?kln MUP kC"dlran başka bir âmil kal" tusaha ve bulegâsı. Kur'ân'ın fesahat ve belâğatini görünce yerlere kapanıp secde etmekten başka yol bulamamışlardı. O ka­dar ki, şâirlerin nefesi daralmış, dilieri tutulmuş, ilhamları kesilmiş ve be-lâğatlerinin tamamı kendi dalgaları arasında kaybolup gitmişti.

Kelâmüllah'ın benzeri bir sûre getiremiyeceklerini kesin bir hükme bağlayan şüphesiz ki Kur'ân'm kendisidir, beşer tarafından verilmiş bir hüküm değildir ve olamaz da. Çünkü akl-i selîm sahibi böyle şartlı bir id­diada bulunamaz. Öyle ki, az çok düşünebilen herkes, yeryüzünde ken­disi kadar kuvvetli, dirayetli kimselerin bulunduğuna inanır. O halde böy­le bir hüküm ancak Kelâm sıfatıyla muttasıf, ilmiyle her şeyi kapsayan ve her şeyden gereği gibi haberdar bulunan Allah'a yaraşır. O, bunu Haz-ret-i Muhammed'în (A.S.) diliyle ilân etmiş ve bir benzen daha getiri-lemiyecek özellikte olan Kur'ân'ı merhameten bütün insanlara gönder­miştir.

Ebû'l-Alâ el-Maarrî (M: 973-1057/H: 363-449) gibi müstehzi ve şaş­kın bir Arap hakîm ve şâirinin «el-Fusûl ve'l-Gayat» adlı eseri Kur'ân'a na­zire olarak gösterilmiş ve Kur'ân'm asırlardır mâbedlerde cilalandıktan sonra bu parlaklığı kazandığı ileri sürülerek Ebû'l-AIâ'nın da eseri asırlar sonra bu değer ve parlaklığa kavuşabilir, diye iddia edilmiştir. Fakat bu eser üzerinden dokuz asır gibi uzun bir zaman geçtiği halde, ilerlemek, parıldamak şöyle dursun büsbütün tazeliğini kaybetmiş ve okunmaz bir hâle gelmiştir. Allah'ın Resulünün buyurduğu gibi, «Kur'ân-ı Kerîm çok tekrarlanmakla eskimez ve onun acayipleri bitmez, tükenmez.» [154] Zira onun bu yüksek cazibesi Allah'tan gelmedir. Demir işledikçe ışıldar, Kur'ân tekrarlandıkça parıldar, ziya saçar. Te'siri her gün biraz daha art­makta ve her asra yeni yeni kapılar açmaktadır. Başka eserleri onunla kıyaslamak büyük bir hata ve safdillik olur. [155]

 

Kur'ân'ın Arapça İnmesi

 

Allah dillerin sımrıyla bağlı değildir; O her çeşit dilin, sözün ve keli­menin üstündedir. İnsanoğluna, anlaşıp hayatlarını düzenli ölçü ve bi­çimde sürdürebilmeleri için konuşma, uyum, anlaşma ve bağdaşma yete­neğini veren, ilk yarattığı insana eşyanın ismini öğreten O'dur.

Kur'ân'dan önceki kutsal sahifeler ve üç büyük kitap, hangi kabile veya millete gönderilmişse, onların dili üzerine indirilmiştir. Çünkü İlâhî Kelâm'dan maksat, insanların anlayıp amel etmesidir. Tevrat ve İncil'in ilk inen asıl nüshalarının İbranice olduğu bilinmekte, Âdem ile Şit Peygambere indirilen sahifelerin Süryanice olduğu sanılmaktadır. [156]

Allah'ın insanlara fizik ötesinden, diğer bir deyimle mekânsızhktan seslendiğini ve onlara o yüce âlemlerden haber gönderdiğini düşünürsek, son kitabın bütün milletler tarafından her çağda iyice anlaşılabilmesi, üzerinde geniş etüdler yapılabilmesi, ilmî araştırmalarla çağa ve çağın insanına hitap edebilmesi için çok zengin kabul edilen ve insan ruhunun, düşüncesinin bütün inceliklerini kelime kalıbına dökme özelliğine sahip bulunan Arapçayı niçin seçtiği rahatlıkla anlaşılır. Bir ilim adamının da dediği gibi, inen vahy-i ilâhîyi, cereyana -mecaz yollu- benzetirsek, Pey­gamber onun ampulü, dil d ampulün rengi sayılır. İnen cereyan ampulün rengine göre ışık verir. Arapçanın akıcılığına bir de ilâhî ahenk ve üslûp karışınca onun ne kadar çekici, okşayıcı, yürekleri yufkalaştırıcı, ruhları heyecandan heyecana sevkedici olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Böy­lece ilâhî olma vasfına yakışır bir ihtişam arzeder. Öyle ki manasını anla-mıyanlar bile bu lâhutî ahenk ve kudret karşısında kendilerinden geçer­ler. Ruhlar birer mıknatıs misâli o ahengi büyük bir iştiyakla kendine doğ­ru çeker, çektikçe zevk ve gıda alır.

Kur'ân'daki ilâhî düzen ve dizi ner türlü ölçünün üstünde bir mükem­mellik taşır. Arapçanın en fasihini konuşan Bedevîlerden biri Kur'ân âyet­lerini bilmediği halde hafızın AZİZÜN HAKÎM yerine AZİZÜN GÂFÛR oku­masında bir ahenksizliğin meydana geldiğini farketmiş ve hafızı uyarma ihtiyacını duymuş olması, Kur'ân'm ilâhî ahenk ve üslûbunun kesinlikle

diğerlerinden ayrıldığına ve benzerlik kabul etmediğine bir delil sayılmaz mı?

O nedenle Kur'ân ancak Kur'ân'dır, başka bir sözle kıyas edilemiye-cek kadar müstesna bir özellik taşımaktadır. [157]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Şanı yüce Allah tevhîd ve nübüvvetin öneminden ve bu ikisiyle ilgili mı ve mant.kî delîllerden bahsettikten sonra dönülecek günde kâfirlerin baâîı r-9'-rZC!bin Şİddetine dikkatleri çekti. 25. âyetle de tevhîd akidesine nanları h h' Muhammed'yye'ye, Kur'ân'm lâhutî olduğuna dosdoğru ina-nu nnLT SQadet yurduvla müideliyerek mutlak adalet sahibi olduğu­nu anlayabilen kalblere rahmet havas, estiriyor.

bahsettîkten   sonra jy'ler Mn va'dettiği,   hazırladığı  ıaı- kulakların duymadığı, gönüllerin idrâk edemediği- nî-metleri sıralamak âdet-i nahiyedendir.

İlk nazarda birkaç yıl küfr-ü tuğyanda bulunup kâfir olarak ölen bir insanın ebediyyen azap görmemesi hâtıra gelirse de, hakikat hiç de öyle değildir. Çünkü öncesi ve sonu oimıyan Allah'a karşı tuğyan etmek ve­ya O'nun indirdiği esasları red ve inkâr etmek en büyük bir cinayettir ki bunun cezası ancak ebedî bir azap olabilir.

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah İslâm'a Giriş adlı eserinde bu konu­ya temas ederek aynen şöyle diyor: «Acaba cehennem kâfirler (inanmı-yanlar) için ebedî midir? İslâm din âlimlerinin bu husustaki reyleri birbi­rinden farklıdır. Onlardan büyük bir çoğunluk, bir Kur'ân âyetine istina­den Allah'ın, Allah'a inanmamak hâriç her suçu, her günahı afvedeceğini, fakat inanmiyanların cezasının Allah'ın lûtfu ile bir gün sona ereceği mü­talâasında bulunurlar. Bu âlimler bu mütalâalarını da Kur'ân'ın bâzı âyet­lerinden çıkarırlar.» (Nebe' Sûresi: 23. ayet tefsirine bak)

Böyle bir yorumda daha çok tasavvuf erbabı bulunmuştur. Nitekim Muhyiddin Arabî Fütuhat-i Mekkiyye adlı kitabının üçüncü cildinde bu anlamda fakat değişik bir ifadeyle konuya geniş yer vermiştir. [158]

 

Meali :

 

25— Dosdoğru imân edip iyi-yararli amellerde bulunanlara müjde ver ki, onlara altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. (Oraya girdik­leri zaman) kendilerine oradaki meyvadan ne kadar bir rızık verildiğinde, «bu daha önce de rızıklandığımız şeylerdendir» diyecekler. (Evet) onlara

/renk ve çeşit bakımından az da olsa dünyadaki veya kendilerine az önce sunulan meyvalara) benzer (fakat lezzet ve nefaset bakımından çok farklı ve üstün meyvalar) verilecek. Hem onlar için orada (dünyada kadınlara arız olan her türlü kusurlardan arınmış) tertemiz eşler vardır ve onlar ora­da ebedî kalıcılardır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet ırmakları misk tepelerinin veya misk dağlarının aitından kay­nayıp çıkar.» [159]

«(Cennettekilerden) birine (içinde yiyecek bulunan) tabak getirilir. Ondan bir miktar yedikten sonra başka bir tabak getirilir. O, bu, biraz önce bize verilen (değil mi)dir? der. Melekler: Sen ye de (bak). Renkleri birdir, fakat tat(ları) ayrıdır derler.» [160]

«Cennet ehli (cennet nimetlerinden) yerler, içerler (fakat) idrar ve dışkı yapmazlar. Sümkürmez ve tükürmezler. Nefes ile ilham olundukları gibi hamd ve teşbihle de ilham olunurlar. Yediklerinin tortusu (posa) ge­ğirmektir ve misk kokulu terdir.» [161]

Ebû Hüreyre (R.A.)den Resûlüllah (A.S.)ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

Allah Teâlâ: «Sâlîh kullarım için Cennet'de hiçbir gözün görmedi­ği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden geçirmediği bir takım nimetler hazırladım» buyurmuştur. [162]

 

İlmî Yönü

 

İmân ve amel, elektriğin ( + ) ve (—) yüklü iki teli gibidir. Biri diğersiz akım sağlayamaz ve ışık vermez. Her birinin elektrik yükü ve ışığı ken-iinde gizlidir. İmân amelle birleşince asıl semeresini verir. Amel de îmân-)irleşince asıl değerini kazanır. İmânı pozitif elektrik yüklü bir cisme, ıeli de negatif elektrik yüklü başka bir cisme benzetecek olursak, ci­mler birbirine dokundurulunca, elektrik akışkanı  iki cismin, çok yüklü undan az yüklü alanına akar ve arzulanan netice elde edilir, ışık ve-

rir. Yalnız «inandım» diyen ve fakat bir türlü amele yaklaşmayan kimse­nin kalbinde dış varlığıyla etrafını aydınlatmıyan bir nûr vardır. Amelle birleşmezse hep öyle kalır. Bunun içindir ki Eş'arîler «amel îmândan bir cüz'dür» demişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de îmândan bahsedilince akabinde amelden söz edilir. İkisi birbirinden ayrılmayan ikizlerdir. Hem kâinatta her şey çift yaratılmıştır. İmânla amel bu ilâhî kanunun dışında düşünüle­mez. [163]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Cennet ve cehennem ebediyete doğru uzanan hilkat ağacının mey-valı iki dalı, kâinat silsilesinin sonsuzluğa doğru akıp giden ırmaklarının döküldüğü iki büyük havuzdur. Cenâb-i Allah ibtilâ ve imtihan için bir çok hikmetlerle dolu şu âlemi yaratmak istedi. Haytr ve şerri birbirine karıştı­rarak, beşer aklı bunları birbirinden ayırsın diye imkân sahasına yerleş­tirdi. Âlemin bir gün yaratıldığı gibi, bir gün de değişmesini, tahavvüle uğ­ramasını irâde etti. Sonsuz gayeler için hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü karışık bir şekilde -cennet ve cehenneme tohum olmak üzere- kâinat tar­lasına serpti. Sonra da peygamber ve kitabı akla rehber olarak gönderdi.

O halde bu âlem insan için bir imtihan meydanı ve müsabaka stad­yumudur. Burada iyilikle kötülüğün birbirine karıştırılması, insanların tef-rîk kabiliyetini ölçmek, nâm ervahla, olgun ervahı tâyin etmek içindir. İmtihan müddeti bitince kâfirler şer ırmağının akıntısında cehennemi, mü'minler de hayır ırmağının akıntısında cenneti boylarlar.

Bunun içindir ki Allah kâfirlerin ebedî yurdundan bahsederken ora­nın yakıtının insanlarla taş olduğunu beyân ediyor ve mü'minleri de sonu gelmeyen ebedî saadet yurdu eennet ile müjdeliyor.

Ebedî saadet, imtihan alanında iyilikle kötülüğü birbirinden ayırmak­ta ve ruhu sonu gelmiyecek bir hayat için hazırlayıp olgunluk mertebesine yükseltmektedir. Bunun için de göklere ve yere bakıp Allah'ın mutlak te­razisinin ^adaletten başka bir şey tartmadığma akıl erdirmek ve hayatı bu adalet ölçülerine göre programa almak gerekir. [164]

 

Tasavvufî Yönü

 

Ası1 saadet zâtullah ve sıfatullah'ı bilmektedir. İnsan Allah'ı bildiği ve O'nun kudretini sezdiği nisbette mes'-uttur. Bu bilgi ve sezgiye sahip olan mü'min kulun ruhu âlem-i kudse çevrilmiş bir ayna gibidir. O âlemden aldığı ışığı iç varlığından dış varlı­ğına yansıtmasıyla mârifet-i Nahiyenin lezzetini bütün heyecanıyla tadar.

Fakat bununla beraber lezzet ve sürürün kemâlini bu dünyada ekte ede­mez. Çünkü bedenî ve nefsânî ilgiler buna engeldir. İlgi ve bağlar kopun-ca beden ara yerden kalkınca büyük saadet ve üstün gıpta hâsıl olma­ya başlar.

Hulâsa: Bütün ruhanî saadetlere insan öldükten sonra kavuşabilir. Ve o âlemde kendisine bir nîmet takdim edilince, bu, dünyada da bize rı-zık olarak verilmişti, der. Bu, âhirette hâsıl olacak nefsânî kemâlâtın dün­yada da mevcut olduğunu, ancak lezzet bakımından aralarında büyük farklar bulunduğunu ifâde eder. [165]

 

Tahliller

 

Beşşîr, emri, ya doğrudan doğruya Resûlüllah'a (A.S.), ya da Kur'ân'ı okuyan her rnüslümanadır. İkincisi daha uygun görülmüştür. [166]

(Vav) harfi ile, Kur'ân'a dosdoğru inanan kalbi ve yüzü pâk zümre­nin güzel hâli, küfür bataklığında kalan bedbaht güruhun kötü hâli üze­rine atıf yapılmıştır.

«Amel-i salih», Muaz bin Cebel'e.göre: Bilgisi, iyi niyete, sabır ve ih-iâsa dayanan her iş demektir.

 «Cennât», cennetin cem'idir. Cennetin İûgat mânâsı, için­de sık ve koyu gölge yapan ağaçlar ve gönül açıcı bitkîler bulunan bahçe demektir, İsim olarak, ebedî saadet yurduna delâlet eder. İbn Ab-bas (R.A.), yedi cennet olduğunu söyler ve isimlerini şöyle sıralar: Firdevs, Adn, Naîm, Dârü'l-hüld, Me'vâ, Dârü's-seiâm, İlliyyîn. Her cennette de ni­ce makam ve mertebeler vardır. [167]

 İbn   Abbas,    İbn    Mes'ûd   ve   diger bâzı sahabeye göre : Cennet ehline meyva getirilince, onlar ona ba­karlar da «Biz daha önce dünyada iken bununla rızıklanmıştık» derler. İbn Cerır et-Taberî de bu âyeti böyle tefsir etmiştir.

Ikrıme'ye göre: «Biz daha dün bunun benzeriyle rızıklandık,» derler.

vzâı ve İbn Ebî Kesîr'e göre : Cennette mü'minlere sunulan mey-arın renkleri bir, tatları ayrıdır. Bu sebeple cennet ehline meyvalar su-unca, «Biz daha biraz önce bununla rızıklandık!» derler. Melekler: «Hayır, bunların renkleri birdir, ama tat ve lezzetleri değişiktir,» derler.

Süfyan es-Sevrî'ye göre : Cennet meyvaiarı renk ve şekil itibariyle dünya meyvalarına benzerler.

İ'bn Abbas'a (R.A.) göre:   Kir   ve   cefâdan   temizdirler. Mücâhid'e göre : Hayız, dışkı, bevil, sümük ve tükürükten, meni ve çocuk doğurmaktan temizdirler. Katade'ye göre : Ezâ ve günahlardan temizdirler. İbn Cerîr'e göre : Hayızdan temizdirler.

«Hulûd»   aslında   uzun   süreli    devamlılıktır.

Bu mânâ ile ocak taşlarına «Havâlid» denilmiştir. «Te'bîd» ile kayıtlandı­ğı zaman, sonsuzluk ifâde eder. [168]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Geçen âyetlerde temsilin bir kaç nev'ine yer verilerek inkarcı sapık­ların ve karıştırıcı münafıkların hâlinden ve hakka karşı menfî tutumla­rından bahsedilmişti. Bundan sonraki iki âyetle de temsilin hisse hitap et­tiği ve bu bakımdan halk üzerinde geniş te'sirler yapacağı ve esasında bu­nun bir imtihan olduğu akıl sahiplerine hatırlatılıyor.

Hem önemsiz şeylere küçük fakat kavranması kolay misaller, önem­li şeylere düşündürücü büyük misaller getirmek semavî kitapların uslû-bundandır. Hükemâ ve büleğânın sözlerinde de buna sık sık rastlanır.

Kur'ân-ı Kerîm'de de -halkın daha iyi anlayabilmesi için- bu üslûp tâkib edilmiştir. Câhillere göre ehemmiyetsiz sayılan bir misalin, erbab-ı kemâli derinden derine düşünmeye sevkettiği için büyük bir değer taşı­dığını unutmamak lâzımdır. [169]

 

Meali :

 

26— Allah şüphesiz ki bir sivrisineği ve ondan (hilkat ve san'at in­celiği bakımından) daha büyüğünü, (yapı itibariyle daha küçüğünü) mi­sâl getirmekten çekinmez. İmân edenlere gelince, onlar bunun Rabları tarafından hak olduğunu elbette bilirler. Küfre saplananlar ise, «Allah bu­nunla misâl olarak neyi murad etmiştir?» derler. (Allah) bununla (insan­ları imtihan ederek) bir çoğunu (bilgisizlikleri ve nankörlükleri yüzünden) şaşırtır. Bir çoğunu da (bilgili oldukları ve akıllarını hayra kullandıkları için) doğru yola iletir. (Fakat) bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.

27__ O fasıklar ki, Allah'ın (Elestu bi-Rabbiküm = Ben sizin Rabbıniz degıl miyim? hitabındaki veya semavî kitaplarda geleceği haber ve en son peygambere inanmaları hususundaki) ahdini tevsik ettikten son-

lâkî °2°rlar; Allah'm (biraraya getirilip) bitiştirilmesin i emrettiği (dinî, ah- keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte zararda ilanlar ancak onlardır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.), İbn Mes'ûd (R.A.) ve diğer bâzı sahabîlere göre: Cenâb-ı    Allah    münafıklar    hakkında                                          ve 17, 18. âyetlerle misal verdiğinde Medine'deki müna­fıklar, Peygamber'e ve Kur'ân'a iftirada bulunarak: «Allah bu gibi basit misalleri vermekten çok yücedir» dediler. Yahudiler: «Allah bu gibi de­ğersiz, âdi şeyleri anmaktan neyi murad ediyor?» diyerek Kelâmüilah'ı küçümsediler. Bâzı müşrikler de: «Bu gibi değersiz şeylerden bahseden bir tanrıya biz tapmayız» diye inatlarını bir kat daha artırdılar. Bunun üzerine 26, 27. âyetler indirildi.

Abdurrezzak Kemalüddîn bin Abdülganâim (H. 727/M. 1326) in İmam Katade'den yaptığı rivayete göre: Allah müşriklerin hâlini örümcek ve sineği misal vererek belirttiğinde, inkarcılar dediler ki: «Örümcek ve si­nek... İki değersiz şey, bunlar da ne oluyormuş ki Muhammed'în Tanrısı bunlardan bahsediyor!»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir.

Rebî' bin Enes'den yapılan rivayete ve İbn Cerîr et-Taberî'nin beyâ­nına göre: Allah Teâlâ bu iki âyeti dünyaya misal olarak vermiş. Sivrisi­nek aç kaldığı zaman daha iyi uçar, doyunca zor hareket eder. Hallerine uygun getirilen misalden de anlaşılacağı gibi inkarcılar da dünyalığa iyi­ce dalıp tuğyanları artınca Allah hareketlerini keser de yeryüzünde on­ları perişan kılar.

İbn Cerîr et-Taberî böyle bir tefsirde bulunmakla beraber İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'dan yapılan rivayeti ihtiyar ettiğini söyler. [170]

 

İlmî Yönü   {Kana susamış bir yaratık: sivrisinek).

 

Küfrün sarhoşluğuyJa gözleri dönen ve bu yüzden Allah'a dosdoğru inananların kanına susayan kâfirler bu konuda sivrisineğe benzetilmiştir. Ne uygun bir benzetme!

İnsanlığın en korkunç düşmanı, komünizm ile ateizmdir. Bu doktrinin kurtarıcı olduğuna inananlar amansız bir inkâr hastalığı mikrobunu etra­fa saçmakta ve girdikleri her topluluğu zehirlemeğe çalışmaktadırlar. Asr-ı saadette olduğu gibi bugün de yirminci asrın icap ve metodiarıyla beşeriyetin, bilhassa mü'minlerin huzurunu kaçıran bunlar icrâ-yi faaliyet etmektedirler.

Kur'ân-ı Kerim bunları sıtma sivrisineğine benzetmektedir. Şöyle ki: Sıtma sivrisineği (Anopheles maculipennis) yeryüzünde yaşayan en teh­likeli böcekler arasında geniş bir saha kaplamaktadır. Malarya adı veri­len ve insanlığın en korkunç düşmanlarından biri olan amansız hastalı­ğın te'sirlerini taşırlar. Bu hastalığı meydana getiren asalak tipten hay­vancıkların ömrü ikiye bölünmüş gibidir. Ömürlerinin bir bölümünü bu sivrisineğin vücudunda, geri kalan bölümünü de insan vücudunda geçi­rirler.

İşte komünistlerle ateistler de böyledir. Ömürlerinin bir bölümünü komünizm eğitim merkezlerinde, diğer bölümünü de mukaddes mefhum­ları, dinî akideleri altüst etmek, gönüllerdeki îmân ışığını söndürüp yeri­ne maddeyi yerleştirmek için insanların arasında geçirirler. Bunların az veya görünüşte zayıf olduğuna hiç bir zaman aldanmamak lâzım. Sivri­sinek de küçücük bir böcektir; fakat taşıdığı zehir ve soktuğu iğne hay­van derisini delecek kudrettedir.

Sivrisinek konduğu yüzeyde eğik olarak durur. Komünistle ateist de bulunduğu cemiyetin bünyesinde eğik durur.

Şurada bir hususa daha işaret etmek yerinde olur: İnsanları ısıran ve zehirliyen dişi sivrisineklerdir. Dinsizler de böyledir; kadını bir ifsat meta'i olarak hazırlar ve şehvete hitap eden, aklı perdeleyen bu varlığı her türlü neşir ve eğitim vasıtalarıyla insanlar arasına sevkederler.

Allah ne güzel misal veriyor! [171]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Kur'ân'a ve onu tebliğ eden Hazret-i Muhammed'e (A.S.) bir türlü inanmıyan ve inanmak istemiyen kalbi kara bir sürü müşrik ve münafık­lar, Allah'ın Kur'ân'da büyük hikmetler, ilmî ve ahlâkî gerçekler taşıyan misallere yer vermesini, özellikle kâfirlerin tutum ve hallerine uygun ola-ak örümcek ve sinekten bahsetmesini yererek İslâm dininin kadrini dü­şürmeğe, Kelâmüllah'a nakîse getirmeğe bir delîl ve şahit saydılar ve durmadan bu konuda şüphe havasını estirmeğe başladılar. «Bu gibi ba­sit \eo kadar âdi misaller Allah'dan nasıl sâdır olabilir? Biz bunu O'nun yüceliğine yakıştıramayız», dediler.

Bu münâflklarm îmân kafasına karşı giriştikleri hamlenin bir tara-imân '. !lâhî hikmetleri üstün bir misalle açıklıyarak mü'minlerin  mini artırdl ve aynı zamanda onların hamlesini de zararsız hâ-ıe yetirdi.

Allah bir sivrisineği ve onun üstünde daha küçük, fakat ilâhî san'atın inceliğini belirtmekte daha büyük bir böceği misal getirmekten çekinmez. Çünkü O, küçücük varlıkların da, büyük varlıkların da Rabbisidir. Sineği de fili de yaratan O'dur. Sineğin yaratılışındaki ilâhî mu'cize ne ise, filin de, yaratılmasındaki mu'cize odur. Bu mu'cize fiziko-şimik kanunlarla bir türlü izah edilemiyen hayat mucizesidir ki onun muğlak sırrını Allah'dan başka kimse bilmez.

Demek ki, misalde olan ibret, hacim ve şekilde değildir. Misaller ten-vîr ve tebsîr edevatıdır. Akledip düşünebilen bir topluluk için ilâhî misal­lerde ne büyük hikmetler vardır. Her şeyden önce lüzumlu bir imtihandır. Aklını kullanan hakikî mü'minler bu misallerin Allah'tan olduğunu bilirler. [172]

 

İtikadî Yönü

 

Dinden idlâl etmenin lügatçe mânâsı: Dini terketmeye çağırmak ve dini her vesîleyle gözden düşürmeye çalışmaktır. Allah'ın Kur'ân'da şeytana ve Rr'avn'a izafe ettiği «Fir'avn, kavmini (doğru yoldan)  saptırdı ve onlara (bir türlü)  doğru  yolu  göstermedi.»«şüphesiz ki o, apaçık saptırıcı bir düşmandır.» idlâl bunu ifâde eder.

İdlâl'ı bu mânâyla Allah'a izafe etmek caiz değildir. Çünkü Allah ne insanları küfre ve sapıklığa çağırır, ne de onları bu yola tahrik eder. Bi­lâkis bundan men'eder ve dinlemeyerek inat edenler için acıklı bir azabı va'deder.

Bu bakımdan icmâa göre de: Kur'ân'da Allah'a izafe olunan idlâl'ı zahiri üzerine hamledip mânâlandırmak asla doğru olmaz. Te'vîl etmek lâzımdır. Cebriyye ve Kaderiyye bu nisbeti, «Allah küfrü ve dalâleti on^ larda yaratmış ve böylece onları îmândan men'ederek onlarla îmân ara­sına bir perde germiştir» şeklinde te'vîl etmişlerdir. Mu'tezileye göre: Bu te'vîl ne lügatin aslıyla, ne de aklî delâletle bağdaşabilir. Zira bir kimseyi bir yoldan cebren men'etmeğe (adallehu) denilmez de (menaâhu) denilir. Sonra Allah iblis ile Fir'âvnJı «idlâi edicilikle» vasıflandırıyor ki ne iblis, ne de Fir'âvn dalâletin yaratıcılarıdır.

Aklî yönden bağdaşamadığına gelince, Allah'ın hem dalâleti insan­larda yaratması, sonra da onu îmân ile mükellef kılması iki zıddı cem'edip teklifte bulunması demektir ki, bu, zulüm ve adaletsizliğin tâ kendisi ol­muş olur.

O halde «idlâl» Allah'a nisbet edildiği yerlerde «ibtHâ» ve «imtihan», «tenkil» ve «ukubat» ile te'vîl olunur. Diğer bir görüşe göre «idlâl», dalâ­letle adlandırma, demektir veya «dalâl» ile «idlâl» azap ve ta'zîb, demek­tir. Ayrıca «ibtâi» ve «ihlâk» mânâlarında da kullanılmıştır. [173]

 

Tasavvufî Yönü

 

Hakk'ı inkâr eden bir kâfir ve sapık, Allah katında bir sivrisinekten daha değersiz ve daha aşağıdır. Çünkü sivrisinek ne için yaratılmışsa, onu aksatmadan yapmakta ve ölünceye kadar bunu terketmemektedir. Kâfir ve münafık ise, yaratıldığı gayenin hilâfına hareket eder, bulunduğu mertebe-i insaniyenin mihveri dışına çıkar.

Allah'ın verdiği misalleri küçümseyen câhillere «fâsikîn» deniliyor. Çünkü onlar kalb makamından nefs makamına inmişler; Rahmân'a itaati bırakıp şeytana uymuşlardır. O kadar ki Allah'ın «Elestü bi-Rabblküm» hitabına verdikleri müsbet cevabı ve bu cevabın taşıdığı ahdi bozmuş­lardır.

Bu sebeple beşeriyetin hayat muvazenesini altüst etmeğe âlet ol­muşlar, ebediyete uzanan nûrânî cevherleri, fâni zulmetler içinde yitirme bedbahtlığına düşmüşlerdir. [174]

 

Tahliller

 

 fiili, İbn Kesîr'e göre, «lâ-yestenkifu = çekinmez» mâ-"înâsına; Medârik'e göre, «terketmez» manasınadır. Çünkü terk, ha­yanın levazımındandır. Hayanın asıl mânâsı, kötü bir şeyi -yerilir korku­suyla- yapmaktan vazgeçmektir. Diğer bir tarifle: Nefsin sıkılmasıyla yüz­de beliren kızartı demektir. O halde haya, kötülüğe cür'et ile hacalet arasında ortalama bir haslet-i hasenedir.

Bu mânâyla hayanın Allah'a nisbeti asla doğru değildir. Bununla be­raber nisbet edilmiştir.  Çünkü, temsili terketmeye  başlıca  sebep  haya )labıhr. Haya ise Allah hakkında muhaldir. O halde temsili terke bir se-ep yoktur. Bunun için «Lâ-yetrükü» değiİ de «lâ-yestahyi» buyurulmuş-

inkârı caiz olmayan zihin hâricinde sübût bulmuş şey demektir.

Cehlin   sapıklığa,   ilmin   doğruya ve iyiye yo' açacağın! beyân eder.

Fösîk, îmân sınırından dışarı çıkan kimsenin sıfatıdır. Şeriâtîe ise, büyük günah işlemekle ilâhî emirden dışarı çıkan kimse demektir. Bunun üç derecesi var: 1— Büyük günahları hoş görmediği halde bâzan onu iş­ler... 2— Günahın büyüklüğüne aldırış etmeden işlenmesini i'tiyad edi­nir... 3— Tasvîb ederek onu işler...

Üçüncü derecede bulunan kimse imândan sıyrılır, küfür kaftanına bü­rünür. Asıl tehlikeli olanı da budur. [175]

Darb, bir şeyi diğer bir şeye vurmak manasınadır. Burada «Darb-ı mesel» terkibi, mesel (misal} getirmek, mânâsında kullanılır. [176]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Sânı yüce Allah varlığıyla, birliğiyle ilgili delilleri, Hazret-i Muhammed'-in (A.S.) risâletine, dönülecek günün hak ve gerçek olduğuna dair hüc­cetleri vecîz bir üslûpla bir bir beyân ettikten sonra, bütün mükellefleri (ergenlik çağına girmiş insanları) kapsayan büyük nimetlerinden bahse­diyor ve bunca delâil ve belgeler karşısında küfre sapıp, saplanmanın hayret uyandırıcı bir hal olduğunu, hele aki-i selîmle asiâ bağdaşamıyacağını hatırlatarak      buyuruyor. [177]

 

Meali :

 

28—  Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?! Halbuki siz ölüler (gibi) idiniz de O sizi diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, sonra tekrar diriltecek. Sonra da (âhirette) yalnız O'na döndürüleceksiniz.

29—  Yeryüzündeki bütün şeyleri sizin yararınıza yaratan, sonra gök­yüzüne iradesiyle, saltanatıyla yönelip onları yedi gök hâlinde sağlam bir (sistem ve) düzene koyan O'dur. O her şeyi hakkıyla bilendir.

 

İlgili Hadîsler

 

Allah Teâlâ buyurdu ki. «Âdemoğlu beni yalanlamak istedi. Halbuki bu hakkı değildir, ona asla yaraşmaz. Âdemoğlu bana küfrediyor, noksan fâmlf nâdA,!dİyor' Bu da hakkl deÖtoHr» ona yakışmaz. Onun beni yalan-amasi: «Allah İlk defa beni yarattığı gibi, öldükten sonra da tekrar di-"trnege kadir değildir» demesidir. Halbuki, ilk yaratılış tekrar diriltmek­ten daha kolay değildir.

Bana küfretmesî ("oksan sıfatlarla beni vasıflandırması): «Allah evlat edindi    demesidi  Halbuki ben her türlü  

kendisine m"htaç olduğu tek bir mabudum ki, doğurmadım, adım, hiç bir şey bana denk ve benzer olmadı ve olamaz da.» [178]

Diğer bir hadiste yerin ve göklerin tam bîr düzen içinde yaratıldığı  belirtilerek buyuruyorki.

«Cenâb-ı Allah toprağı (yerküreyi) cumartesi günü yarattı., Ondaki dağları pazar günü yarattı. Ağaçları pazartesi günü yarattı. Mekruh şey­leri salı günü yarattı. Nuru, çarşamba günü yarattı ve perşembe günü de yeryüzünde yürüyen ve hareket eden hayvanları yarattı. Âdem'i de cuma günü İkindiden sonra cuma saatlarından en son saatte yani ikindiyle ak­şam arasında yarattı.» [179]

Açıklama : Hadîste belirtilen her gün, süresi çok uzun olan bir dö­neme eşittir. Çünkü Kur'ân'da «yevm» tâbirinden çoğu yerde bu mâ­na kasdedilmiştir. [180]

 

İlmî Yönü

 

Ölü iken dirilmek, sonra yine ölmek ve sonra yine dirilmek ve hakikî bir hayata kavuşmak, bize neleri ilham ediyor?

Âyet, insanların henüz belirgin bir hayata ulaşmadan önce ölü olduk­larını söyler. Ölüm bir hayatın sona ermesiyle vuku bulacağına göre ilk hayat diye bir Kaaeme var mıdır? Varsa bunun keyfiyeti tesbit edilebilmiş midir?

Ceninin oluştuğu nutfenin, alınan gıdalardan, meydana geldiğinde, bu gıdaların da menşeinin topraktan çıkan ürünler olduğunda din ile ilim müttefiktir. İnsanın bu ilk hâli ölü bir devredir. Demek ki ölmek, tamamerf yok olmak demek değildir. İnsan için ebedileşme doğrultusunda tekâmü-ie doğru atılan adımlardan biridir.

Ölü bir vaziyette olan insanın ilk devresi, eşsiz bir kudretin varlığına kuvvetli delillerden biridir. İnsanî ve hayvanı ruhun bu canlı madde (sper­ma, pıhtılaşmış kan ve nihayet et parçası) içine girmesiyle yarı bir hayat başlar. Buna «Ölümden dirime gerçek intikal» denir. Rûh bu canlı madde­nin içinde bulunmakla beraber -diyebiliriz ki- zaman ve mekânın dışında­dır. O kadar ki ilmî salahiyetin ulaşamiyacağı ve tesbit edemiyeceği bir mertebe ve niteliktedir. Elimizde onun varlığını ve keyfiyetini tesbit edecek hiçbir âlet ve vasıtamız da yoktur. Sadece dinin verdiği ipuçları ve ruhun kendi tezahürleri vardır.

Ve yine ruhun canlı maddeden ayrılmasıyla ikinci, fakat daha başka bir ölüm başlar. Ancak din burada ölümü ilimden daha ayrı ve daha do­yurucu bir şekilde tefsîr eder. Ölüm -az yukarıda da belirttiğimiz gibi- bir

son değil, ölümsüz bir hayata başlangıçtır; insan için zarurî bir tekâmül­dür. Rûh bedenle beraber dağılacak yerde; yükselmeğe devam eder ve şahsiyetini kaybetmeden Allah'a ulaşır. Allah'a ulaşılan sahanın eşiğini geçmeğe muvaffak olan mutasavvıflar daha bu dünyada iken Allah'ın ce­mâl sıfatına nail olmuşlar ve Allah'a lâyık kul olanlara ölümden sonra bahşedeceği -tarif edilmesi imkânsız- sevinci duymuşlardır.

Bedenle kaynaştırılan rûh, ondan nasıl ayrılabilir ve ebediyen on­dan uzak kalabilir mî? Buna cevap verebilmek için önce ruhun ebediliği­ne inanmak lâzımdır. Din bu konuda mü'minleri tatmin edecek kadar et­raflı bilgi vermiştir. Bunun yanısıra ilmin de bize verdiği bir ipucu vardır: Elektrik ampulünün içindeki tungsten telinin etrafa yaydığı ışığı tekmil eden fotonlar lambanın dışına fırlayarak boşlukta bitmiyecek bir seyaha-ta girişirler. Lamba söndüğü vakit etrafa yaydığı fotonlar yok olmaz. Ast­ronomlar bundan belki 400 milyon ışık senesi evvel sönmüş olan yıldız­lardan gelen fotonların negatiflerini tesbit etmişlerdir. Böylece maddeden ayrılan ruhun sonsuzlukta ilerlemeğe devam ettiğine inanmak daha mâ­kul olmaz mı?

Tekrar dirilme, canlı maddeyle kaynaşan ve asıl onunla zevkli bir hayat sürebilen ruhun ilâhî emirle tekrar maddeye dönmesiyle mümkün­dür. Canlı maddenin çürüyüp şekil değiştirmesinden sonra tekrar ilk ya­ratılış gibi ilâhî irâdeyle eski şekline -son derece mukavim olarak- bürün-mesi, ilk yaratılışından daha zor olmasa gerek. O halde inkâr etmek bü­yük bir şaşkınlıktır.

«Yeryüzündeki bütün şeyleri sîzin yararınıza yaratan, sonra gökyü­züne iradesiyle, saltanatıyla yönelip onları yedi gök halinde sağlam bir (sistem ve) düzene koyan O'dur.» Bahsedilen bu yedi semâdan murat ne­dir? Eski ve yeni müfessirler çeşitli ihtimaller yürütmüşler. Bâzıları gü­neş sistemi olduğunu söyler. Muhyiddîn Arabî de aynı kanaattedir. Bugün astronomların keşfettiğine göre güneş sistemi, güneş ve dokuz gezegenden meydana gelmiştir. Biz bunların her birini Kur'ân-ı Kerîm'in tabiriyle bir semâ (gök) kabul edecek olursak, yedi gök değil de dokuz < olması gerekir. Ancak dünya (üzerinde yaşadığımız için) ve bir de

lerkür'ü (güneşe çok yakın ve en küçük gezegen olduğu için) çıkaracak olursak, ne derece isabetli bir tefsîr yapmış oluruz?... Zira kâinat o kadar

uyüktür ki, güneş sistemi gibi nice sistemler vardır. O halde ikinci bir h-|im!fe\vedi 9°kten maksat, sayılmıyacak kadar çok yıldızın, kümeler

alinde bir araya getirilerek   « g a I e k s i »  adı verilen yedi grup mudur?

stronomide bu yedi grup yıldız şu isimlerle belirtilmiştir: 1— Büyük ma-1 Nebula'sı, 2— Duman halkası {Saka takım yıldızı), 3— Spiral Galeksi (Başak takım yıldızı), 4— Andromeda Nebula'sı, 5— Güneş sistemi, 6— Samanyolu, 7— Herkül yıldızlar kümesi.

Kimbilir, ilim ileride daha ne mesafeler kat'edecek ve Kur'ân-ı Ke-rîm'i daha iyi tefsir etmek için ne kapılar açacaktır? Mülk sûresi 5. âyet­te : «And olsun ki biz, Dünya semâsını (veya en yakın semâyı) kandillerle süsledik.» buyuruluyor. Bu, üzerinde durulmaya değer bir ipucudur. Âye­tin açık delâletine bakılınca görülebilen yıldızların ve sistemlerin dünya semâsı veya en yakın semâ olduğu, Onun ötesinde altı semâ daha bulun­duğu anlaşılıyor.

«Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

İmam Gazali bu konuda kelâmcıların görüşünü şöyle belirtmiştir; Var olan şeyler ya kadîm veya hadistir {sonradan olmadır). Allah ve sı­fatları kadîm (öncesiz), geri kalan şeyler hadîs (sonradan olma)dir. Ha­dis olan şeyler Allah'ın iradesiyle hadis olmuşlardır, murîd muradı, (irâde ettiği şeyi) bilir.

İbn Sina'nın : «Allah maddeden münezzehtir, sırf akıldır, o halde mâ­kuller ona acıktır» demesi uygun değildir. Zira aklın mânâsının kendi ken­dini idrâk etmek olduğu kabul edilse bile, maddeden münezzeh olmanın akla delâlet ettiği kıyasın öncülerinden çıkmamaktadır. Filozofların iddia­ları şartlı önermeye çevrilebilir: Eğer bir şey maddede ise eşyayı idrâk etmez; maddede değildir, o halde eşyayı idrâk eder. Bu istisna, öncülün karşıtının istisnasıdır. Halbuki onun karşıtının istisnası ittifakla elde edi­len bir sonuç değildir.» [181]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Allah'ın sonsuz kudret ve rahmetinin tecellisiyle hayat lutfuna erişen şuurlu bir varlık nasıl O'nu inkâr edebilir? İlk yaratılışını inkâr edemiyen insan, ikinci yaratılışını neden inkâra kalkışır? Hayret edilecek şey!

İşte kısa bir âyetle hayat deften açılıyor ve duruluyor. Ruha konak olan beden Rahmânî kudretin kabzesinde can verip ilk geldiği yere inti­kal ediyor. Sonra tekrar dirilip Rûh ile birlikte Allah'a bir dönüş yapıyor.

Bu tarz bir itikat, ferdi ısiâh etmekle beraber, cemiyeti hak ve ada­let ölçülerine uygun bir temel üzerine oturtur.

Doğumdan huzurullaha varıncaya kadar birkaç merhaleden geçen insan, aslında kâinatın sırrı ve merkezidir. Yeryüzünde olan, göklerden inan her şey insan için yaratılmış ve onun emrine sevkedilmiştir. Çünkü o "bütün varlıklar arasında en  muhtar olanı, yâni irâdesini  kullanabilen­dir Onun bitki ve hayvana üstünlüğü buradan gelir. Bundan dolayı insan şahsî tecrübe ve bilgisi yardımıyla- kendisine ve çevresine te'sir edebilir. İlâhî nîmetin bolluğu ve sonu gelmiyen azameti karşısında kendine gele­rek mutlak bir düzen içinde bulunduğunu idrâk edebilir.   Cenâb-ı   Hak, insanın bu idrâk melekesine bir kapı açmak ve ilâhî nurundan ona bir ışık tutmak için onun hissine ve aklına seslenerek en büyük nîmetlerin-den bahsediyor ve her birisinin -anlayabilenler için- başhbaşına bir delîl olduğunu bilhassa hatırlatıyor. Yeryüzündeki her şeyin insanın faydalan­ması için yaratıldığını belirterek hiss-i selîmi harekete getiriyor. Ölü iken dirilttiğini, sonra   tekrar   öldüreceğini, sonra tekrar   dirilteceğini   beyân edip, aklın îmândan ışık alarak Halik (Yaratan)a yol bulmasını parlak bir ifâdeyle telkîn ediyor. Göğe yönelerek yedi gök hâlinde onları düzenledi­ğini bildiriyor; aklın ilimle elele verip kâinatın hakikî sahibini tanımasını ve O'nu inkâra kalkışıp küfrân-i nimette bulunmamasını tenbîh ediyor.

Aksi halde nîmetin büyüklüğü, nimete erişenin günahının büyüklüğü­nü icap ettirir.

O halde nîmetin verdiği geçici zevkle ebedî zevki unutmamak, İki dünya mutluluğuna yol açar. Zira geçici zevke dalıp nereden geldiğini,, niçin gönderildiğini unutmak hissi köreltir, aklı perdeler; imânla akıl, ilim­le akıl arasındaki manevî bağları koparır. Bu takdirde de insana üstünlük vasfını veren irâde kötüye kullanılmış olur ki bu hal insanı, insanlık mer­tebesinden düşürür ve bayağılaştırır.

Bunun içindir kî, ilgili âyette insanların aklına ve idrakine seslenile­rek şöyle bir hatırlatmada bulunuluyor: «Bunca nîmetler ve açık belge­ler karşısında Yaradan'ı nasıl inkâr edebilirsiniz? Çünkü size irâde, hiss-i selim, ve akl-i selîm verilmiştir.» [182]

 

Tasavvufî Yönü

 

Allah’ı nasıl inkar edip ara yere kesif perdeler girmesini  istersiniz? Halbuki siz babalarınızın sulbunda ölüler idiniz. Ni-;ın halk ile Hâlik'in varlığına istidlal etmiyorsunuz? Aklınız bu kadar kö-reimış midir? Sonra O sizi tabii bir ölümle öldürecek, sonra tekrar diriltip, adâIet-i nahiyesini gösterecek. Sonra siz mücâzat için O'na döndürü­leceksiniz.

O öyle bir yaratandır ki’süfli" cihette unsurlar iminin hepsini sizin Y°rat.hş,nErn  mebdei  de o   âlemdendir.   Sonra   Allah mutlak bir düzenleyici olarak ulvî cihete yöneldi. Onu, bilindiği ve müşa­hede edildiği gibi yedi gök yaptı. Sekiz ve dokuzuncusu, Arş ile Kürsü'-dür. [183]

Hakikatte ise sufiî cihet, cismânybedenler ve uzuvlar) âlemidir. Süf-lî oluşu, ruhanî âleme nîsbetledir. (:j ) «sümme», yaratmak ile emir ara­sındaki farklılığı beyân içindir. Yedi gök olarak düzenlemesinin ikinci bir mânâsı, rûhânî âlemin mertebelerine işarettir. Birincisi; Arızî olan me-lekût âlemidir ki nefsanî kuvvet ve cinler bu âleme dâhildir, ikincisi: Ne­fis âlemi, üçüncüsü : Kalb âlemi, dördüncüsü : Akıl âlemi, beşincisi: Sır âlemi, altıncısı: Rûh âlemi, yedincisi: Hıfâ âlemidir (ki bu, ruhî sırdır, kal-bî sır değildir). [184]

 

Tahlîller

 

«Keyfe» kelimesi burada, içinde inkâr ve taaccüb mâ­nâsını taşıyan istihbarı ifâde eder. [185]

 «Leküm» sizin için, menfaatiniz için, demektir. İradesiyle, saltanatıyla göğe yöneldi. İstivâ'nın

aslı, düzeltmeyi taleb etmek, kısım ve parçaları düzeltip doğrultmaktır. Fahreddin Râzî'ye göre: Arap kelâmında «İstiva», İntisab veya İstivlâ mânâsına gelir. İstiva bu mânâyla cisimlere sıfat olur. O halde Allah hakkında bu mânâyla kullanılması caiz değildir; te'vîle muhtaçtır. «Kasd» ve «irâde»yle yorumlanıp mânâ verilebilir.

«Sümme» ulvî âlemle süflî âlem arasındaki büyük farkı be­lirtmek içindir. İki yönelme arasındaki zaman ölçüsünü bildirmek için de­ğildir. Bu itibarla yer göklerden önce yaratılmıştır, denilemez. Ama «süm-me»yi bu iki kasd arasındaki zaman farkına işaretle tefsir edenler de vardır.

Cümlesindeki (b) harfi, ilsâk içindir. Bu, il­min malûmattan ayrılmadığına işarettir. [186]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Cenâb-ı Hak, 28 ve 29. âyetlerle iki büyük nimetinden bahsederek, beşer aklına ışık tutacak mahiyette belgeler getirdi ve o belgeler karşı­sında Allah'ı inkâr etmenin hayreti mucîp bir basîretsizlik olduğuna dik­kati çekti. Şimdi otuzuncu âyetle de üçüncü büyük nîmetini kaydederek, Âdem'in yaratılışını, ilâhî ikrama mazhar kılındığını ve bu mazhariyet için­de meleklerden üstün tutulduğunu, o kadar ki meleklerin ona secde et­mekle emrolunduklarını ve bu büyük nimetin sâdece Âdem'e değil, onun zürriyetinden sâlih olanlara da şâmil olduğunu hatırlatıyor.

Âyette diğer mühim bir noktaya işaret edilerek, Âdem'in, yaratılma­dan önce -şerefine uygun- Mele-i a'lâ'da, Melekût âlemi'nde anıldığı ve yeryüzüne halîfe olarak gönderileceği meleklere müjdelendiği «iz» keli­mesiyle ifâde ediliyor.

Ayrıca bu âyetle geçen âyetler arasında iki bağlantı daha var:

1—  Geçen âyetlerle canlı varlıkların karargâhı olan yeryüzünden ve göklerden bahsedilmişti. Bu âyetle, o karargâhın sahipleri olan insan ve meleklerin mevkiine ve mertebesine işaret ediliyor.

2—  Geçen âyetlerde hılkattan maksat beşer olduğu ve Halik (Yara-tan)ın katında insanın kayda değer bir mevkii buiunduğu belirtilmiştir. Bu âyette ise, insanın bütün varlık alemindeki mahlûkata faik olduğu izah ediliyor ve anoak insanın bir baş olma ihtirası onu bozgunculuk yapma­ğa ve haksız yere kan dökmeğe sevk ettiğine ve edeceğine temas edile­rek onlardan bir kısmının nefis karanlığında kalacağına işaret buyurulu-yor. [187]

 

Meali :

 

30__Rabbin (ezelî irâdesi Âdem'i var kılmayı mürad ettiğinde) me­leklere: «Ben yeryüzünde mutlaka (emirlerimi yerine getirecek, Benim adı­ma konuşacak) bir halîfe var kılacağım» demişti. (Melekler de) «Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?! Oysa biz Seni hamdinle tesbîh ve Seni takdîs ediyoruz» demişlerdi. (Allah), «Şüphesiz ki Benîm bildiğimi siz bilmezsiniz» demişti.

 

İlgili Hadîsler

 

(Allah) Âdem'i yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç (toprak)tan yarattı. Bu bakımdan âdemoğulları yeryüzünün (rengine ve bâzı özellik­lerine) göre (renk ve huy alıp) geldiler. Kimi kızıl, beyaz ve siyah, kimi bu renkler arasında (bir renk) ve üzüntüsüz (hoş tabiatlı), üzüntülü (sert ta­biatlı), kimi iyi, kimi kötü (huylarla mücehhez). [188]

«Allah Teâlâ Âdem Peygamberi -boyu altmış zira' uzunluğunda- ya­rattı. Sonra ona: «Git de meleklerden şu bir gruba selâm ver ve sana na­sıl saygı İle mukabelede bulunacaklarını iyice dinle! Çünkü o saygı ve se­lâm hem senin, hem de zürriyetinin selâm ve saygısıdır» buyurdu. Bunun üzerine Âdem (A.S.) o meleklere : «es-Selâmu aleyküm!» dedi. Onlar da: «Ve aleyke's-selâm ve rahmetü'llahi» dediler. «Rahmetü'llahi»yî ilâve et­tiler. Cennete girecek olan herkes Âdem'in sureti üzere (yani altmış zira' uzunluğunda) girecek. Ve halk Âdem'den bu yana hep küçülmektedir, (kı­salmaktadır).» [189]

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) meleklerin tesbîh ve takdisine temasla bu­yuruyor ki:

«Benim gördüğümü siz görmüyorsunuz, işittiğimi işitmiyorsunuz! Gök (yükünün ağırlığından) ıhlayarak seslendi ve hakkıdır onun ıhlamak. On­da dört parmak kadar bir yer yok ki bir melek orada alnını koyup Allah'a secde etmiş olmasın.» [190]

Ayrıca meleklerin teşbihine işaretle buyuruluyor ki:

«Resûlüllah (A.S.)dan :

  Hangi söz daha üstündür? diye soruldu. Buyurdu ki:

  «Allah'ın kendi melekleri ve kulları için seçip beğendiği «Sübhâ-nellehi ve bi-hamdihi»sözü...» [191]

 

İlmî   Yönü

 

Âdem (A.S.), yeryüzünde üstün bir varlık olarak inanan, değerlendi­ren, uzvî hayatını aşan ve kendi arzularına mukavemet eden, etrafına de­ğerler, kaideler, gaye ve vasıtalardan ibaret bir âlem meydana getiren, kendi kendini -aldığı vahiy ve ilhamla- kemâle erdiren insanların ilkidir,. Bu kadar manevî değerlere sahip olan insanı hayvana bağlamak, en ha­fif tabiriyle hayvanlaşmak demektir. Âdem (A.S.), hayvanın tekâmül etmiş şekli değildir. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, materyalistlerin bunun ak­sine olan iddiaları artık bütün bütün değerini kaybetmiştir. Marx'ın ze-, hirli görüşleri, Charles Darvvin'in varsayımları çürütülmüş, Allah'ın buyur­duğu gibi Âdem yeryüzünde bir halîfe olarak var kılınmış ve ona her şe­yin ismi, sıfatı, özellikleri öğretilmiştir.

O halde yeryüzünde ilâhî kemâlata mazhar olmuş ve Ebü'l-beşer (be­şerin ilk babası) unvanını almış ilk insan mükemmel olarak yaratılmış ve ilahı tâlimle bir çok bilgilerle teçhiz edilmiştir. Tarihî Maddeciliğe Reddi­yede de işaret edildiği gibi «insan, değerler yaratan ve keşfeden ve bu maliyetini ilkel içgüdülerine karşı mukavemetle,   kendi   kendini   kurban ederek gerçekleştiren üstün bir varlıktır. Bu üstünlük Âdem'le (A.S.) baş-ı kıyamete kadar devam eder.»

İnsan hayvandan yalnız manevî varlığı olduğu için değil, bedeni ve 9' eşya ile- birlikte tamamen farklı ve yeni bir   bütün   olduğu için ayrılıyor. İnsan âlet yapan hayvan değil, değerler vücuda getiren ve bu yüzden maddî ve manevî bütünlüğü ile varlık âleminde yeni bir varlık derecesi teşkil eden mevcuttur.»

Demek ki, Ulvî meşîet (ilâhî irâde) henüz kirlenmemiş bu yepyeni kâinatı bütün tezyinatıyla, yeryüzünün dizginini taşıdığı bütün hazineie-riyle ilk yarattığı Âdem'e (A.S.) ve onun nesline teslîm etmiş ve ilâhî ka­nunlarının sırrını çözme ve bu kanunların taallûk ettiği her şeyden fay­dalanma imkânlarını bu üstün hılkatta olan mahlûkun akıl ve irâdesine terketm iştir. [192]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

«Ben yeryüzünde mutlaka  (emirlerimi yerine getirecek, Benim adıma konuşacak) bir halîfe var kılacağım.» Mealini verdiğimiz bu âyetten çıkarılan neticeler:

a)  İnsan yeryüzündeki bütün canlıların üstünde bir azizliğe sahiptir.

b)  Bu üstünlüğüyle beraber Allah'ın naibi, O'nun adına konuşan tek yetkili olarak bulunuyor.

c)  Allah'ın naibi olduğuna göre, yalnız Allah namına hükmetmekle ve ancak O'nun buyruklarını ve irâdesini tatbik etmekle yükümlüdür.

O halde insan varlık âleminde diğer mahlûklara nisbetle hilkat şere­fine yakışır bir mevki almalı ve kendisinden aşağı olan yaratıklar sevi­yesine düşmemelidir. İmam Gazâlî bu hususa temas ederek diyor ki: «Ey insaniyet mertebesinde bulunan ve diğer mahlûkata faik olan âdemoğlu! Senin iç âleminde ehlî ve yabanî hayvanların sıfatlarıyla meleklerin bir nice sıfatları toplanmıştır. Fakat senin hakikî varlığın (cevherin) ruhtur; ondan başkası senden gariptir ve emânet olarak sana verilmiştir.

İmdi sana vâcib olan, bunu iyice bilmen ve bunlardan her birinin ay­rı bir gıdası ve ayrı bîr saadeti olduğunu anlamandır. Hayvanların saade­ti; yemek, içmek, uyku ve çiftleşmektir. Eğer sen kendini onlardan sayı­yorsan, mide ve şehvetin için durmadan çalış ki onlara ulaşabilesin. Yır­tıcı hayvanların saadeti; vurup parçalamaktadır. Şeytanların saadeti, hi­le, şer ve aldatmaktadır. Eğer sen kendini onlardan biri kabul ediyorsan, onların meşgul oldukları şeylerle meşgul ol! Meleklerin saadeti de, Haz-ret-i Rububiyetin cemâlini seyretmektedir. Gazap ve şehvetin meleklere doğru yolu yoktur.

Yok eğer sen meleklerin cevherinden isen, aslını anlamaya çalış ki Hazret-i İlâhiye'ye giden yolu bilip O'nun celâl ve cemâlini müşahedeye erişerek nefsini şehvet ve gazap kaydından kurtarasın!»

d) Halîfe'yi «nâib» ile tefsîr etmiştik. Nâib, «vekîl» mânâsına gelir. Vekîl, müvekkilden tasarruf yetkisi alan ve malûm olan hususlarüa mü­vekkili namına tasarrufta bulunan kimse demektir. Ayrıca vekîl olacak kimselerin akdin yollarını bilmesi, hür ve reşîd olması şarttır.

O halde yeryüzünde Allah'ın has vekili sayılan insanın bu şerefli va­zifeyi gerektiği gibi yerine getirebilmesi için, tasarrufuna yetkili kılındığı şeylerin ve onlarla ilgili ilâhî buyrukların hepsini bilmesi ve yerli yerince kullanmasına akıl erdirmesi lâzımdır Saniyen, ilimde üstün bir payeye yükselmesi ve nefsle şehvet esaretinden kurtulup imân ve irfan hürriye­tine kavuşması şarttır. Aksi takdirde bu göreve ehil olamaz.

Nâib oluşun en hassas ciheti ise, Allah namına Allah'ın buyruklany-la hükmetmek ve adâlet-i ilâhiyeyi noksansız, ivazsız ve garezsiz onun mahlûkatına tevzi etmektedir. Âdem'den (A.S.) bugüne kadar gelip geçen bütün peygamberler bu yolda hareket etmişlerdir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan sonra da bunun en güzel misalini Ebûbekir Sıddîk (R.A.), Ömer Faruk (R.A.) ve diğer halîfeler, Emevîler devrinde bilhassa Ömer bin Ab-dülazîz vermiştir. Selçukîler ve Osmanlılar devrinden de örnekler vermek mümkündür. [193]

 

Îtikadî Yönü

 

Meleklerin: «Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi ya­ratacaksın!? Oysa biz Seni hamdinle tesbîh ve Seni takdis ediyoruz!»

demeleri, ilâhî irâdeye karşı bir isyan veyahut itiraz olarak tefsîr edilme­melidir. Çünkü melekler isyandan ve günah işlemekten korunmuşlar­dır. [194]

Meleklerin daha evvel yeryüzünde fesat çıkaran, kanlar döken Cân kavmiyie alâkalı bir takım tecrübe ve bilgileri de vardı. Ayrıca melekler, basiretlerini açan ilhâmat-i ilâhiyeye mazhar bulunduklarriçin insanlar­dan bir kısmının yeryüzünde fesat çıkaracaklarını keşfedebiliyorlardı; ay-ı zamanda, Allah onlara «Yeryüzünde...» buyurarak, Âdem'in (A.S.) mad-e aleminde ruhla bedenin bir araya gelmesiyle vücut bulacağına işâret-e bulunarak bilgi vermiştir. O bakımdan yaratılışları icabı mutlak hayır-3n, taat-ü ibâdetten başka bir şey tasavvur etmiyen melekler, Allah'ı hamdıyla tesbîh ve O'nu takdisin tek gaye olduğunu ve hilkatten maksat bundan başka olmadığını ve bunun dâ bizzat kendilerinin var kılınmasıyla gerçekleştiğini düşünerek demişler ve ayrıca Adem'in (A.S.)

yaratılmasının sirr-u hikmetini öğrenmek istemişlerdi. Diğer bir yorumla diyebiliriz ki:

Melekler ruhanî, nûranî mahlûklar olarak ilâhî ikrama mazhar olmuş­lardır. Allah'a asla karşı gelmez ve hiç bir kelimeyle O'nun önüne geçip saygısızlık göstermezler. Ancak O'nun emr-u fermânyıla hareket ederler.

O halde meleklerin : «Yeryüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz Seni hamdinle tesbîh ve Seni takdis ediyoruz» demeleri, az yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah'a karşı bir i'tiraz ve kendi bilgileriyle böbürlenme değil midir? Veyahut henüz şuhud âle­minde vücut bulmamış âdemoğlu hakkında delilsiz bir gıybet sayılmaz mı?

Bizce bu iki ihtimal de vârid olamaz. Zira melekler yeryüzünde halîfe kılınacak kimsenin şehvet, gazap ve akıl kuvvetleri üzere bulunduğunu, ilk iki sıfat (kuvvet)ın fesat çıkarmaya, kanlar dökmeye yol açacağını, üçüncü sıfatın ise, ilâhî marifeti, taat ve ibâdeti, iyilik ve hakşinaslığı ik­tiza edeceğini bildikleri için bunun hikmet ve sırrını öğrenmeye çalıştılar ve yukarıda belirtilen şekilde açıklanması isteğinde bulundular. Allah da: «Şüphesiz ki Benim bildiğimi siz bilmezsiniz», hayrı şerrine galip gele­cek şeyin icat ve yaratılmasında büyük bir hikmet var, buyurdu.

Çünkü az serden dolayı çok hayır terkedilmez. Terketmek bizatihi serdir,

İbn Cerîr Taberî'nin (H: 224-310-M: 838-922) İbn Abbas iie İbn Mes'ud (R.A.)dan yaptığı rivayete göre: Allah daha önce âdemoğlunun karak­ter yapısını ve bir kısmının yeryüzünde fesat çıkaracağını, kanlar döke­ceğini meleklerine bildirmişti. Melekler bu bilgiye dayanarak «Orada fe­sat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdi.

Ayrıca büyük müfessir İmam Kurtubî (Şemsüddîn Muhammed - H : 671/M: 1272) bu âyetle, insanlar arasındaki ihtilâfı halletmek, kamu dü­zenini sağlamak için ekseriyetin tasvibiyle bir başkanın, bir liderin seçil­mesinin vücubunu istidlal etmiştir.

ibn Kesîr İsmail bin Ömer {H: 701 - 774/M: 1301 - 1372), Müslüman­ların kendilerine bir önder seçme konusunu inceliyerek diyor ki: Başkan seçimi, ehl-i sünnetten kuvvetli bir grubun Ebûbekir Sıddîk'i (R.A.) halîfe seçerken takip ettikleri usûle uygun olmalıdır. Veyahut başkan ehl-i hall-

ü akdın (söz sahibi, umur bilen ve meseleleri çözebilenler) icmâiyle i'ş ba­şına gelmelidir.

Âyetle yapılan istidlal: Resülgllah (A.S.) Efendimizin kendi yerine bir halîfe tâyin etmeyip durumu Müslümanların kendi aralarından en çok güvenebildikleri birini seçmelerine bırakması ve dört büyük halîfenin de seçimle iş başına getirilmesi konuyu daha iyi aydınlatmaktadır. [195]

 

Tasavvuf? Yönü

 

cümlesi, ilâhî irâdenin melekût alemindeki kudsî ve ceberûtî zatlar olan mukarrıb melekler ve mücerred ruhlar arasında Âdem'i icat etmeye taalluk ettiğini ifade eder. Zira âlem-i kevn'de var olacak her şeyin önce ruhlar âleminde sonra âlemü'l-kalb (= Levh-i mahfuz)da, sonra âlem-i nefsde (ki buna âlemü levhi'l-mahvi ve'l-isbat ve âlem-i se-mâ-i dünya da denir) birer sureti vücut bulur. Demek ki, Âdem Peygam­ber âlem-i kevn (var olma âlemi)nde henüz vücut bulmadan önce mele­kût âleminde temsili bir şekilde sureti belirmiştir.

Yeryüzünde halifelik şerefini ihraz eden insanın organlarında zahir olan söz ve fiil onun âlem-i kevn ve şehadetidir ve onun bir vücudu da gaybü'l-gayb ötesinde olan ruhunda, sonra gaybü'l-gaybında, sonra se-mâ-i dünyası sayılan nefsinde mevcuddur ve sonra da uzuvları üzerinde zahir olur.

Yeryüzüne tek bir Âdem mi gönderilmiş, bir çok âdemler mi gönderil­miştir?

Alemin sonradan var kılınmasıyla beraber tarihi de meçhuldür. O takdirde Ebû'l-beser (beşerin ilk babası) sayılan Âdem Peygamber'den evvel başka âdemler gelip geçmiş midir? Bu hususta sahîh bir rivayet

var mıdır? Büyük ilim adamlarının bununla ilgili görüş ve düşünceleri ne­lerdir?

Şeyh Muhyiddîn bin Arabi (H: 560-635/M; 1164-1237) Fütuhat-i Mekkıyye adlı eserinin 390. babında Âdem bahsinde diyor ki: «Ben, Kâbe-i Muazzamayı tavaf ederken bir grubun Beytü'Ilah'î tavaf ettiklerine ve ta-

vat esnasında şöyle söylediklerine şahit oldum: «Sizin tavaf ettiğiniz gibi ize nice yıllar bu Beyt'i böylece tavaf ettik!» Onların bu sözlerini duyunca saı aleminden olduklarını hatırlıyarak yanlarına yaklaştım. Onlardan bî-

senin h * ı hQtirlavı?ima uygun bir bakışla baha teveccüh etti ve: «Bennm a, selerınden biriyim!» dedi. Ben, ona ölümünün üzerinden kaç yıl sordum. «Kırk bin seneden fazla!» diye cevap verdi. Hayretler içinde kaldım ve : «Nasıl olur? Âdem babamızdan Peygamberimiz'© (A.S.) kadar yedi bin yıl bile olmadı» dedim. O, «Hangi Âdemden bahsediyor­sun? Senin bahsettiğin âdem son yedi bin yılın başında gelen âdemdir!» dedi. Bunun üzerine hatırıma Cenab-ı Peygamber (A.S.)ın şu hadîsleri geldi: «Allah Teâlâ şüphesiz ki Âdem'den önce yüzbin âdem yaratmıştır.»

Şeyh Muhyiddin (K.S.) büyük bir ilim adamıdır. Gok değerli eserler vermiştir. İlmine, fazlına hiç diyeceğimiz yok. Yalnız bütün araştırmaları­mıza rağmen onun naklettiği hadîsin senedini tesbit etmek mümkün ol­madı. Eski ve yeni birçok tefsîrlerin hiç birinde böyle bir hadîse rastlıya-madık.

Muhyiddîn bin Arabî (K.S.)nın bu mükâşefesi İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî (İkinci bin yılın müceddidi) Hazretlerinden sorulduğunda şu ceva­bı vermiş : «Allah'ın inâyetiyle bu meselede ben fakire zahir olan şudur ki: Hz. Âdem'den önce gelip geçen âdemler Misal Âleminde vücut bul­muşlar, şehadet âleminde değil... Şahadet âleminde var olan ve yeryü­zünde halîfe kılınan, meleklerin secdesine nail olan, beşerin ilk babası Hazret-i Âdem'dir. Başka âdem yoktur.

Bunun tahliline gelince: Âdem (A.S.) cami' bir sıfat üzere yaratılmış­tı. Onun birçok latâif ve vasıfları vardır. Şahsıyla vücut bulmadan önce onun bu latâif {= cisimle ilgili olmayıp ruhla ilgili olan vasıflar) veya ni­teliklerinden biri her vakit mevcut olma isti'dadındaydı. Yeryüzünde şah­sen mevcut olmadan önce Misal Âleminde onun yüzbin defa temsili ve­rilmiştir. İbn Arabî (K.S.) bu temsillerden bahsetmiş olsa gerek. Yoksa ben Misal Âlemi'ne dikkatle baktım, aradım taradım Hazret-i Âdem'den başka âdem göremedim. Hem Âdem hakkındaki bütün âyet ve hadîsler tek bir âdemden bahseder ve ona «Ebû'l-beşer» der.»

Abdulazîz Debbâğ (K.S,) ve belli başlı birçok ilim adamları da aynı kanaattedirler. [196]

 

Tahliller

 

Melekler, lâtif ve nûrânî varlıklardır. Muhtelif şekillere girme özelli­ğinde yaratılmışlardır. Genel olarak iki kısma ayrılırlar: 1— Mârifet-i Hak'-da istiğrak hâlinde#olan melekler.  Bunlar mâ-sivayle meşgul olmazlar.

«Gece gündüz durmadan, dinlenmeden tesbîh ederler.» [197] Bunlara «İlliyyûn-Mukarribûn» adı verilir. 2— Allah'ın ezelî ilmiyle sabit olan, kalemle son ifâdesini bulan ilâhî buyruk­ları gökten yere indiren melekler. Bunlara «Müdebbirûn» deniiir. Emrolundukları şeylerde Allah'a asla isyan etmezler. Ayrıca cümlede zarfiyet ifade eden ardarda iki «fiha» kullanılmasının sebebi; birincisi âdem-oğlunun yeryüzüne nüfuz edip orayı bayındır hâle getireceğine, ikincisi, kanlar dökerek orayı ifsat edeceğine işarettir.

Tesbîh ile takdîs arasındaki mânâ farkı: Tesbîh; şirk, acz ve noksan­lıktan tenzîhe delâlet eder. İkincisi yani takdîs, infial duyup boyun eğmek­ten, fiili kabullenmekten beri almaya ve zatında, sıfatında birkaçlıktan tenzîhe delâlet eder. [198]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Cenâb-ı Hak meleklerine yeryüzünde kendi buyruklarını uygulaya­cak bir halîfe yaratacağını bildirdikten ve onların bu husustaki açıkla­mada bulunma isteğiyle ilgili sorularını cevaplandırdıktan sonra, halîfe olacak zâtın özelliğini, sair mahlûkata olan üstünlüğünü isbat etmeyi ve bu isbatı meleklere takrir etmeyi, meleklerin tereddüdüne mahal bulun­madığını, daha doğrusu Âdem'in birçok ilâhî esrar ve lûtuflara lâyık bir evsafta yaratıldığını ve nihayet ona verilen ilim rütbesinin bütün rütbeler­den yüksek olduğunu beyânla (   V^t£^\^\^j;  ) âyetini indirdi. [199]

 

Meali:

 

31—  Allah, Âdem'e (gerekli olan) bütün (eşyanın) isimlerini öğretti. Sonra o eşyayı meleklere göstererek, «(iddianızda) doğrular iseniz, bun­ların isimlerini Bana haber verin» buyurdu.

32—  (Melekler de): «Seni tenzih ederiz.   Senin bize    öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki Sen her şeyi bilensin, yegâne hikmet sahibi de Sensin!» dediler.

33—  (AHah): «Ey Âdem!   Bunlara onların isimlerini haber ver» bu­yurdu. Âdem onlara sözü edilen eşyanın isimlerini haber verince (Allah meleklere): «Size demedim mi, Ben göklerin ve yerin gaybını (görünme­yen, sizlerce bilinmeyen şeylerini de) elbette bilirim ve sizin açıkladığınızı da, gizli tuttuğunuzu da bilirim.» buyurdu.

 

İlgili Hadîsler :

 

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) Âdem'e her şeyin isminin öğretildiğini be­yânla buyuruyor ki:

«Mü'minler kıyamet günü toplanıp: «Rabbimîz katında şefaat dileye­cek bir yol arasak ya» derler ve Âdem'e gelerek: «Sen insanların baba-

sısın. Allah seni kendi eliyle yaratmış, meleklerini sana secde ettirmiş ve her şeyin ismini sana öğretmiştir. Ne olur bizim için Rabbin katında şe­faatçi ol, tâ ki O bizi şu bulunduğumuz yerde rahata kavuştursun» der­ler. Âdem: «Ben size bu makamda faydalı olamam!» der ve günahını ha­tırlayarak utanır.» [200]

İnsana -kesbî olsun vehbî olsun- verilen ilmin hayır olduğuna temas edilerek buyuruluyor ki:

«Allah Teâlâ kimin hakkında hayır ve iyilik murat ederse, onu dinde bilgili ve anlayışlı kılar.» [201]

«İki haslet gıpta edilmeğe değer: Allah'ın kendisine ihsan buyurdu­ğu malı hak uğrunda sarf ve infaka muvaffak kıldığı kimse ile Allah'ın kendisine vermiş olduğu ilim ve hikmetle hükmeden ve onu halka öğre­ten kimse.» [202]

 

İlmî Yönü (Filoloji)

 

Düşünce ve duygularımızı birbirimize anlatabilmemizi dil sağlar. Di­ğer bir tarifle dil: İnsanların düşüncelerini, duygularını, isteklerini anlat­mak için kullandıkları seslerden meydana gelmiş konuşma   düzenidir.

Bu tarif Kur'ân'ın beyânına tamamen uymamakla beraber bize şu so­nucu veriyor: Dil, insanla başlamış ve onunla son bulacaktır.

Günümüzde filoloji ve bu ilmin konusunu oluşturan fonetik (dildeki seslerin değişikliklerini, bunların tarihini inceleyen kısmı), morfoloji (ke­lime şekillerinin değişmeleri bilgisi), sintaks (gramerin, kelime düzenini konu yapan bölümü, sözdizimi) ve sözlükle uğraşan ilim adamları, insan­ların ne zaman konuşmaya başladıklarını, ilk dillerin veya dilin nasıl oldu­ğunu ve oluştuğunu kesin şekilde meydana koyamamış ve bir takım var­sayımlardan hareketle yeryüzünde hâlen konuşulan dillerin bir tek kök­ten çıkıp çıkmadığında net bir sonuca varamamışlardır.

Ünlü filozof Herder'e göre, insanlar hayvanların seslerini taklît edip onlardan öğrendiklerini geliştirerek kendilerine göre bir dil bulmuşlardır.

ıger bazı Mim adamlarının ortaya attıkları varsayıma göre, insanlar önce an karşılaştıkları canlı yaratıklara ad takmışlar, özellikle vahşî hayvanlara ad bulmak dilin temelini oluşturmuştur.

Ne var ki, bu görüş ve iddiaların hiçbiri kesin bir sonuç elde edeme­miştir. İsâ Peygamber'in (A.S.) doğumundan önceki asırda yaşayan Ro­malı Lucrece'in meşhur De natura rerum manzumesinin beşinci kitabın­da, kâinatın oluşumundan söz edilirken, dilin menşei hakkında şu sözlere rastlanır: «Tabiat, insanı dilin çıkardığı farklı sesleri denemeye sevk eder ve bu suretle eşyanın isimleri icat edilmiş olur. Bu deneme ve çırpınıp uğraşmalar, tıpkı küçük çocukların söz söylemeğe muktedir olamayış­larının onları birtakım davranış ve tavırlara sevk etmesine benzer.»

Bu da bir varsayım olmaktan öteye geçememiştir.

Eski İbranîlerin dile ait ufak-tefek meseleler ile uğraştıkları ve mese­lâ bazı özel iiimler doğrudan doğruya bir mâna delâlet etmiyorsa onu eti­moloji açısından açıklamaya kalkıştıkları bilinmektedir. Daha sonraları Yunanlılarla Romalıların da bununla meşgul oldukları tesbit edilmiştir. Eflatun'un eserlerinde bunun izlerine rastlanır.

Dilin ilâhî bir lütuf ve bağış olduğunu kabul etmiyenierden filozof Leibniz diyor ki: «İbraniceyi insanların ilk dili kabul etmek için ortaya ko­yulan sebepler kadar, Felemenk dilinin cennet sakinlerinin dili olduğuna dair 1580 yılında Garopius adında birinin ileri sürdüğü sebepler de bir bakıma uygundur. Ancak şunu söyleyelim ki, İbranice Musa Peygamber zamanında mevcut idiyse Mısır dili nereden çıkmıştır?!»

Diğer taraftan Almanya'da 18. yy'Iın sonlarına doğru Gottfried Her-der yazmış olduğu bir tezde dilin ilâhî bir bağış olduğuna dair ilâhiyatçı­ların görüş ve iddialarına açıktan itiraz ediyor ve: «Eğer dil Allah'ın ih­sanı bir meleke ise, bu onun olduğundan çok mükemmel ve mantıkî, aynı zamanda akla uygun olmasını gerektirir. Oysa mevcut dillerin bir çoğu o kadar karmaşık ve düzensizdir ki, insanın bu dillerin Allah'ın eseri oldu­ğuna inanması mümkün değildir.»

Herder burada zamanla her şeyin eskidiğini, asliyetini ya kaybettiği­ni, ya da birçok değişikliklere uğradığını unutmuş gibi görünüyor.

Hıristiyan dininde Origene'den tutunuz da en büyük kilise pederleri­nin hemen hepsi, ilk insanın dilinin, Tevrat'ın dili olan İbraniee olduğunu ve Allah tarafından Âdem Peygamber'e öğretildiğini; Allah'ın bu dil ile Musa'ya seslendiğini ve sonradan insanların küstahlığına karşı ceza ol­mak üzere dillerin Allah tarafından çoğaltıldığını kabul ediyorlar.

İbranîlere göre ise, dil Yehova tarafından ihsan olunmuş özel bir bağıştır. Kitab-ı Mukaddes'in birinci babında şu cümlelere rastlamakta­yız :  «Yehova, Âdem ile Havva'ya seslenip konuşuyor. Âdem,   Yehöva'-

nın getirip önüne koyduğu bütün hayvanlara birer ad koyuyor..» Ve   dil onlara göre bu suretle oluşup meydana çıkıyor.     .

Kur'ân-ı Kerîm Bakara sûresi 31. âyet -bütün bu varsayım, iddia ve görüşlerin önüne bir set çekerek dil konusunda bize en doğru bilgiyi ve­riyor. İlgili âyetle bizler üç ayrı şekilde aydınlatılıyoruz ve ilim adamlarına da sağlam bir ipucu veriliyor:

1—  Dil, İlk insan Âdem ile başlamıştır.

2—  İlk dil ve ona dayalı konuşmayı Allah bir lütuf olarak ilk insan Âdem'e öğretmiş, eşyanın ismini belletmiştir.

3—  Yeryüzünde konuşulan diller tek kökten gelmedir. Çünkü Allah, Âdem'e mevcut eşyanın isimlerini öğretmiştir.

Büyük müfessir Fahrettin Râzî'ye göre, Allah kâinatta var kıldığı her cins eşyanın isim ve sıfatlarını Âdem'e çeşitli lügat üzerine öğretmişti. Âdem'in (A.S.) çocukları da o lûgatlan bilir ve konuşurlardı, Âdem (A.S.) ölünoe çocukları yeryüzüne yayılıp her biri ayrı bir lügate göre konuşma­ya başlamıştır. Yeni nesiller ortaya çıkıp eski neslin devri kapanınca di­ğer lûgatfar kabile ve milletler arasında unutulmaya mahkûm olmuştur. [203]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Yeryüzünde Allah'ın naibi olacak, O'nun buyruklarını yerine getirecek insanın, bu şerefli mevkide icrâ-yi faaliyet edebilmesi, insanlığını yaşata­bilmesi ve, insanlığın şeref ve haysiyetini onun yaratılış gayesine uygun bir şekilde koruyabilmesi için 31. âyetin işaret ettiği şu evsaf üzere bulun­ması gerektir:

a)  Derin bir bilgiye, ihatalı bir kültüre sâhib olmak.

b)  İlmiyle yaşamak, onu kötüye kullanmamak, şerre âlet etmemek.

c)  Allah'ın var kıldığı, isim ve evsafını Âdem'e öğrettiği eşya üzerin­de araştırma yapmak ve yaptırmak.

d)  Bildiğini kıskanmadan, usanç duymadan isteklilere öğretmek.

O halde Âdem'in meleklerden üstün oluşu, geniş bilgisiyledir. O bil-nîn 6|H Ademi hem de Cevresini asırlarca aydınlatmıştır. Demek ki, insa-kat  ce9' bilgi, onu ve çevresini Allah'a yaklaştıran, hak ve haki-a.^cıdâlet ve hayra kapı açan sönmez bir meş'ale olmalıdır. Faydasız OfTU boşuna naroamaktan başka neye yarar? Bunun için Cenâb-ı er (A.S.) ellerini göğe doğru kaldırınca : «Allahım! Korku hissetmiyen kalbden, duyulmayan duadan, doymak bilmiyen nefisten, faydasız ilimden sana sığınırım» diye duâ ederlerdi.

Allah'ın Âdem'e lüzumlu her şeyin veyahut bütün eşyanın ismini öğ­retmesi, ilk insanların vahşî değil de medenî olduğunu ve insanca yaşa­ma yollarını bildiğini gösteriyor. [204] Ayrıca insanın ilmî sahada durmadan çalışmasına, kâinatın esrarını çözmesi için kafa, göz ve kulak yormasına, fakat sabırla bu yolları takibetmesine, öğrendiği faydalı bilgilerle cemiye­te ışık tutmasına, tıpkı Âdem gibi yararlı bir baba olmasına heveslendirme ve teşvik vardır.

İlmin haysiyeti, onu şerre âiet etmemek ve onunla böbürlenmemek-tir. Melekler kendi bilgi ve mevkilerini düşünerek Âdem'in yaratılmasına ilâhî irâdenin neden taallûk ettiğini anlıyamadılar. Bu sebeple ilmî saha­da Âdem'le boy ölçüşemediler, mahcup duruma düştüler ve bu mahcu­biyet içinde kusurlarını anlayarak : «Ya Rab! Seni tenzih ederiz. Bize öğ­rettiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur» dediler ve böylece ilmi gerçek sahibine nisbet ettiler.

Özet olarak diyebiliriz ki; Âdem (A.S.) cins itibariyle mâsûm olma­makla beraber eşyayı isimleriyle, özellikleriyle bilmesi, onun meleklerden üstün tutulmasına sebep teşkil etmiştir. Eğer ilimden daha üstün bir sı­fat olmuş olsaydı Âdem'in meleklerden üstün sayılmasına o sıfat sebep olarak gösterilirdi. Bunun için Cenâb-ı Peygamber (A.S.) : «İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir.» buyuruyor. [205]

 

İtikadî Yönü

 

1— Cümlesi, güç  getirilmiyeçek bir teklif sayılabilir mi? Çünkü Cenâb-ı Hak meleklere öğretmediği­ni Âdem'e öğrettikten sonra meleklere bunların isimlerinden bana haber verin, buyurmuştur.

Başta Fahrüddîn Râzî ve diğer bâzı müfessirlere göre, bu makamda­ki teklif, güç getirilmiyen bir tekiîf değildir; meleklerin aczine işaretle açık bir delîl ve şâhidle onları susturmaya ve hikmeti sezdirmeye matuf bir teklîftir ve kimin halifeliğe lâyık olduğunu belirtmektir.

O halde Âdem, Cenâb-ı Hakk'ın hem ilim, hem de kelâm sıfatlarına mazhar olmuş üstün bir mahlûktur.

2— Müslüman cemaatine önderlik edecek kimsenin herhalde bilgili olması ve bilgisiyle âmel edip etrafını aydınlatan bir şahsiyet hüviyetini taşıması gerektir.

3_— ilâhî vahye mazhar olan insan resuller, melek olan resullerden; melek olan resuller, adaleti gözeten bütün mü'minierden; adaleti gözeten bütün mü'minler, (resuller müstesna) bütün meleklerden daha üstündür­ler. [206]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Allah, Âdem Peygambere ilim ve maarif payesini lûtfetmeyi irâde et­tiğinde, onun kalbine varlık alemindeki bütün eşyanın isim ve özellikleri­ni, faydalı ve zararlı taraflarını ilka etti ve sonra insaniyet mertebesinde olan Âdem'in bu üstünlüğüne melekût âlemini şahit tuttu. Melekler de fisan-i hâl ile kemâlât-i insaniye seviyesinde olmadıklarını itirafla Hakk'ı tenzîh ettiler. Allah da : «Ey Âdem! Eşyanın isim ve sıfatlarını, özellikleri­ni meleklere haber ver (böylece ilmen üstün olduğunu onlara göster)» buyurdu. Fakat burada «öğret» demedi. Çünkü tâlim insan cemiyetine has kılınmıştır. Meleklerin îse.ilmi, kesbî değildir, vehbîdir. Sonra Allah göklerin ve yerin gaybını gereği gibi bildiğini, açık gizli her şeyden ha­berdar olduğunu beyânla, insan tabiatına zerkettiği marifet ve muhab­betin ayrı bir hususiyet taşıdığını meleklerine hem bildirdi, hem de ikrar ettirdi. [207]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki üç âyetle Âdem'e ve dolayısıyla   zürriyetine   bahşedilen (yeryüzündeki halifelik, ilim ve meleklere olan üstünlük) gibi fıtrî üç büyük nimetten  bahsediliyor. Aşağıdaki  âyetlerle de Allah'ın  Âdem'e olan büyük kerameti ve bunun neticesi olarak çetin bir imtihana tâbi tutulması, fakat yaratılışı icabı nefsânî arzusuna meylederek halifelik sınırını biraz aşma-ancak bu meylin arızî olduğu, kendisini peygamberlik mertebesinden ?ağı düşürecek bir isyan ve tuğyan mâhiyetinde olmadığı anlatılır. Asıl dikkati çeken taraf, açılan imtihanda meleklerin teslimiyet göstererek bo­an sağladığı, Âdem  (A.S.)ın  bir sarsıntı geçirdiği, şeytanın da  gurura kapılarak imtihanı ebediyen kaybettiği ve bu yüzden ilâhî rahmetten uzak-aştırıldığı ve Âdem'in telakki ettiği lâhutî kelimelerle   tövbesinin   kabul unduğu, artık bundan böyle Âdem'den sonra gelecek nesillerin de ilâhî vanl^10' °nU 'nkâr arasmda Q9|r imtihanlar geçirecekleri, başarı sağla­rın korku ve endişe olmıyacağı, teslimiyet göstermeyip imti-taybedenler için ebedî bir azabın hazırlandığı hususlarına yer verilir.

Dünya durdukça Âdem (A.S.)ın sıfatları kendi evlâdına, şeytanın sı­fatlan da kendi zürriyetine nesil nesil intikal edecek ve bu iki ayrı cins­ten olan mahlûklar arasındaki -haset ve kibirden neş'et eden- düşmanlık ateşi kıyamete kadar sönmiyecektir. İdrâk edenlere ne mutlu!.. [208]

 

Meali:

 

34__ ve Biz meleklere: «Âdem'e (saygı yollu) secde edin» dediğimiz­de, onlar hemen secde ettiler. Yalnız İblîs dayattı, (bunu) kibrine yedire-medi de kâfirlerden oldu.

35__ Ey Âdem! dedik, (artık) sen ve eşin cennette sakin orun. Dile­diğiniz yerde ondan (ondaki nimetlerden) refah ve huzur içinde yeyin. (An­cak) şu ağaca yaklaşmayın, sonra (Hakk'a karşı gelip kendine) zulme­denlerden olursunuz.

36—  (Ne var ki) Şeytan onları oradan kaydırdı; ikisini de içinde bu­lundukları şeyden (sonsuz nimetlerden) çıkardı. (Bunun üzerine) Biz de (bundan böyle) kiminiz kiminize düşman olarak (oradan yeryüzüne) inin. Sizin için yeryüzünde (belli) bir süreye kadar bir karargâh ve yararlanaca­ğınız şey(ler) vardır, dedik.

37—  (Bu kayma ve kendine zulmetme üzerine büyük bir pişmanlık duyup tevbe  eden)  Âdem,   Rabbinden   (gelen   ve   kalbine   ilka   olunan) kelimeleri karşılayıp aldı. Allah da onun tevbesini kabul etti. Çünkü tev-beyi çokça kabul eden ve çokça merhamette bulunan ancak O'dur.

38—  (Evet) İnin oradan hepiniz, dedik. Benden size bir hidâyet (doğru yolu gösteren kitap, ya da peygamber) gelecek olursa, artık kim hidâyeti­me uyarsa, onlara ne bir korku vardır ne de onlar mahzun olurlar.

39- (Bizi) inkâr edip âyetlerimizi (varlığımıza ve birliğimize delâlet eden belgelerimizi) yalanlayanlara gelince, işte onlar ateşin yakın dostu ve arkadaşlarıdır, onlar orada ebediyen kalıcılardır.

 

İlgili Hadîs-İ Şerifler

 

«Selmân el-Fârisî Cenâb-ı Peygamber'e (A.S.) secde etmek istediğin­le, aleyhi salât ve selâm Efendimiz buyurdular ki: «Allah'dan başkasına ecde etmek hiç bir mahlûka lâyık ve caiz değildir.» [209]

Ğüneşin içinde doğduğu en hayırlı gün' cuma günüdür. O gün Âdem yaratırmıştır.[210]

Âdemoğlu secdeyle emrolundu, (emre uyarak) secde ettiği için ona cennet vardır. Ben de secdeyle em rol undu m, fakat isyan ettim; benim için de ateş (cehen­nem) vardır.» [211]

 

İlmî Yönü

 

İnsanın manevî, varlığını iki zıt kuvvet teşkil ediyor. Biri ölümle yok olup gidiyor, diğeri ölümle ebedî bir hayata intikal edip ebedîleşiyor. Bun­lar: Rûh ile nefis (hayvanı nefsjtir. Birinci kuvvet nûrânî ve ulvî olduğu için akıl, irâde, şuur gibi üstün değerleri; ikinci kuvvet ise zulmânî ve süf-lî bulunduğu için şehvet, gazap, gurur ve bunların kapsamına giren hay-vanî sıfatları temsîl eder. Rûh melekût âleminden olduğu için meleklerle alâkası vardır. Nefis süflî âlemden olduğu için maddeyle ve şeytanlarla alâkası mevcuttur.

O halde melekle hayvan arasına sıkıştırılmış olan insanın asıl değe­rinin, diğer bir tâbirle liyakat ve meziyetinin ölçülebilmesi ve bu iki var­lık arasında denge sağlayıp sağlayamadığının tesbiti, karşılıklı hareket âmili veya nedeni olan melek ve şeytandan her biriyle münasebet nis-betiyle mümkündür. Şeytan olmamış olsaydı, yani insan değerinin öl­çülmesine mihenk olan mukabil siklet mevcut olmasaydı, faziletin zirve­sine yükselmiş acık kalbli bir insanla, rezîletin bataklığına gömülmüş vic­danı silik diğer bir insan birbirinden nasıl ayırt edilebilirdi? [212]

 

Ahlâkî Yönü

 

Kibir ve gururdan neş'et eden nankörlük de Allah'ı inkâr etmek ka­dar tehlikelidir. Şeytan'ın küfr-ü tuğyanı inkârdan değil, ruhunu istilâ eden kibir ve hasedin doğurduğu nankörlüktendir. Çünkü o, Allah'ı bilir ve bir zamanlar itaatli bir mahlûk olarak O'na ibâdet ederdi. Fakat Allah'ın ilim ve irfanla süslediği ve yeryüzüne halîfe olarak gönderdiği Âdem'e saygı göstermeyi, onun önünde eğilmeyi bir türlü gururuna yediremiyerek is­yan etmesi var ya, onu ilâhî rahmetten ebediyen mahrum bıraktı. Şey­tan'ın secde ve dolayısıyla saygı göstermekle emrolunması, Âdem'in fâni varlığına karşı değil de onda tecelli eden ilâhî inayetin feyiz ve nuruna idi. Ne yazık ki, ondaki kibir ve bencil rûh bu gerçeği anlamasına imkân ver­memişti.

Cenâb-ı Allah bu olayı bize nakletmekle, içimizdeki akıl, şehvet, ga­zap ve bu üçünün kapsadığı birçok iyi ve kötü sıfatlar ve kuvvetler ara­sında en azından bir denge sağlamamızı talîm ediyor. Zıt kuvvetler ara-

sındaki denge bozulur da şehvet ve gazap gibi süflî kuvvetler ağır basa­cak olursa, akıl, idrâk ve şuur perdelenir ve işte o zaman iç varlığımızda isyan ve tuğyan bayrağı dalgalanmaya başlar. Tabiatıyla bu hal mânevi gelişmemizi engeller; bizi cok'nankör-bir mahlûk seviyesine düşürebilir.

Allah'ın ezelî ve ebedî inayetine mazhar olmak istiyorsak, organik hayatımızın gelişmesine mâni olan şeyleri gidermeye çalıştığımız gibi, ru­hî hayatımızın da gelişmesine engel olacak iç ve dış faktörleri bertaraf etmemiz, hiç olmazsa zararsız hâle sokmamız lâzımdır. Aksi takdirde iç âlemimizde denge bozulur. Âdem (A.S.) kaydırıldıktan sonra sarsılan den­geyi düzeltmek için Allah'a iltica edip tevbe etmişti. Allah da onun bu sa­mimi tevbesini kabul buyurmuştu. Şeytan İse kökünden bozulan denge­sini düzeltmek için en ufak bir çare aramamıştı. Bu yüzden ebedî lanete çarpıldı.

İşte hayatımız için en güzel ölçü, misal ve düstur! Anlayanlara ne mutlu!.. [213]

 

İçtimaî Yönü

 

İnsan ruhunu geliştiren, olgunlaştıran manevî değerler hep ilâhî ina­yetin eseri ve tezahürüdür. Bu değerler, değer olarak bilindiği ve bütün bir hayat manzumesinde yer aldığı müddetçe faydalı olur. Cemiyet haya­tına da ancak bu değerler gerçek istikameti verir.

Unutmıyalım ki manevî değerlerimiz, ancak organik, entellektüel ve manevî faaliyetlerin tam ve düzenli olmasıyla içimizi ve çevremizi aydın­latan bir meş'ale olabilir. Bu faaliyetlerden biri diğerinden ayrı olarak tek ■ başına ele alınırsa, meş'alenin yanması pek zor hattâ imkânsız olur. Ba­harın te'siriyle ağacın dallarına doğru yükselen hayat gibi, iç âlemimiz-deki manevî değerleri temsîl eden rûh da irâdenin te'siriyle içimizde yük­seldiği vakit hem akıl, hem zekâ, hem ahlâk güzelliği, hem de nefse hâ­kimiyet şeklinde tezahür eder,

İşte fert ve cemiyetin kurtuluşu için en uygun yol! Şeytan bu yoldan saptığı için ebedî hüsrana, Âdem sapmadığı için sonu gelmiyen cinâne 'ayık görüldü.

Bunun aksine cemiyeti her ân kanser gibi sorabilme isti'dadında olan maddi ve şehevî değerler (!) tek başına hükümrân olur da mânevi değer­ce Paydos derse, artık o cemiyet veya milletin kıyameti kopmuş demek-suzl '-0 rYiadd' Ve ?ehevî de9erler (!) her türlü ahlaksızlığın başı ve huzur- kaynaâldlr Bütün kufr u tuğyanlar, gayri ahlâkî hâdiseler bu e neşv ü nema bulduktan sonra etrafa yayılır.

Nitekim Şeytan ve ona tâbi olanların kıyameti her gün bu mezbelede kopmakta ve zamanla yeryüzünden silinip tarihin derinliklerine gömülüp gitmektedir. Fir'avn'ın rububiyet iddiası, Nemrud'un küfr u tuğyanı, Câ-lut'un serkeşliği, Ebûcehl'in putperestliği ve nihayet şeytanın kibr ü guru­ru konumuza birer misal teşkil edebilir. [214]

 

Tahliller :

 

«Meleklere:   Âdem'e   (saygı yollu)  secde edin, dediğimizde.»

Meleklerin ilâhî buyruğa imtisalen, Âdem'e secde etmesi, alnı ye­re koymak suretiyle olmayıp biraz eğilmek suretiyle olduğu ve böyle yapmanın da bir saygı ve tazim ifâde ettiği, ekserin kabul ettiği bir te'vil ve tefsîrdir. Kardeşlerinin Hz. Yûsuf'a yaptıkları, secde gibi. İslâm dini saygı yollu bu tarz eğilmeyi ibtâl ediplerine selâm adabını koymuştur.

Diğer bir tefsirle, meleklerin Âdem'e saygı göstermesi, esasında Al­lah'a itaattir. Diğer bir tâbirle Âdem, Allah'a yapılan secdeye kıble olmuş­tur.[215]

Müfessîr Keşşafa göre secde, Allah'a olursa, ibâdet sayılır. Başka­sına olursa -kelime olarak- saygı ifâde eder. Meleklerin Âdem'e, kardeş­leriyle babasının Hz. Yusuf'a yaptığı secde gibi. Bu tarz secde alnı yere koymaktan ziyade eğilerek saygı göstermek mânâsına gelir.

Büyük müfessîr Fahrüddîn Râzî'ye göre : Âyetin zahirinden anlaşılan: Âdem henüz cismanî bir varlık olarak vücud bulmadan önce Allah me­leklere : «Âdem vücud bulunca ona secde edeceksiniz» diye emretmişti. Bu mânâyı Hicir sûresi 27-31. âyetleri te'yid etmektedir.

O halde Âdem'e bütün isimlerin öğretilmesi ve onun meleklerle olan imtihanı, meleklerin ona secde etmesinden sonra olmuştur.  

Meleklerin Âdem'e yaptıkları secde, ibâdet secdesi midir? Öyle ol­saydı, Allah'tan başkasına yapılması küfrü gerektirmez miydi? Bâzılarına göre, az yukarıda belirttiğimiz gibi, secde Allah'a edilmiş, Âdem buna kıble olmuştur. Fakat bu görüşe iki yönden itiraz edilmiştir: 1— «Sallaytü li'l-kıbleti»  denilmez de,  «Sallaytu  ile'l-kıbleti» denilir. Âyette ise  «lâm» ile mef'ül getirilmiş  buyurulmuştur. Bu kaideye göre Âdem, meleklerin secdesine kıble değil de doğrudan doğruya mescûd (secde olunan) olmuştur. 2— Âdem'in bu secdeye kıble olduğu kabul edilecek olursa, meleklerden üstün olduğu neticesi çıkar mı? Çıkmaz.. Nitekim Hz. Muhammed (A.S.)in Kabe'ye müteveccihen namaz kılması, Kabe'nin on­dan üstün olduğunu gerektirmez.

İtiraz yollu bu iki ihtimal vârid olmakla beraber, sıhhatli değildir. Zi­ra Arap edebiyatında (salla) fiili (ilâ) ile müteaddi olduğu gibi (lâm) ile de olmuştur. Büyük İslâm Şâiri Hz. Hasan, İmam Ali (R.A.)yi medhederek diyor ki:

Türkçesi: «Hazret-i Ali (R.A.) kıblenize namaz kılanların evveli; Kur'ân ve sünnetleri (vukufta) insanların en çok bileni değil miydi?» Şiirde (salla ji-kıbletiküm), denilmiş, yani «lâm» ile müteaddi olmuştur.

Bütün bunlarla beraber âyetin zahirinden ve alâkalı hadislerden, sec­denin doğrudan doğruya Âdem'e yapıldığı anlaşılıyor. Keyfiyetine gelince, ekseri müfessirlere göre, eğilerek saygı göstermek şeklinde olduğu­dur.

«Yalnız iblis dayattı,  (bunu)  kibirine yediremedi de kâfirlerden oldu.»

Bu ve yukarıdaki âyetlerin siyak ve sibakından İblis'in melek cinsin­den olmadığı, ancak cüz'i bir maarifle ve mânâ âleminin derinliğine azı­cık bir vukufla melekler kafilesine girdiği anlaşılıyor. Meleklerden olmuş olsaydı -yaratılışı icabı- Allah'a isyan etmemesi gerekirdi. Çünkü melek­lerin başta gelen sıfatlarından biri:âyetinin beyân ettiğidir. [216]  İblis'in  meleklerden  istisna  edilmesi,   onlar­dan biri olduğuna delâlet etmez. Zira, istisna munkati' de olabilir. [217]

Kur'ân'ın kesin beyânına göre, İblis cinlerdendir.[218]

Cennet, ebedî saadet ve sevap yurdudur. Âyette geçen el-cennet ke-esinin başındaki (elif-lâm) ahd içindir, belli bir cenneti ifâde eder.

Âdem yaratıldığı zaman ne cennet, ne de cehennem vardı, diyenler, Âdem ile Havva'nın bir müddet eyleştikleri cennetin Filistin bahçeleri ve­ya İran ile Kirman arasındaki meşhur bağ ve bahçelerin olduğunu söy­lerler, Fırat ile Dicle arasındaki münbit ve yemyeşil topraklar olduğunu iddia edenlerde eksik değil. Ayrıca Âdem ile Havva'nın bu yerlerden hübu-tunu, yani iniş ve geçişini de Hindistan'a inmekle tefsir ederler. Bunların

ikinci delili, Âdem'in yeryüzünde yaratıldığı  rivayetidir.      

Âyeti de  bu   rivayeti  te'yid   etmektedir.   Böyle  olmakla   beraber Âdem'in yeryüzünde yaratılması cennete girip çıkmasına mâni' değildir.

Bak, A'raf Sûresi 11-24. âyetlere. [219] Genişlik ve refah içinde. [220]

Bu ağacın mahiyeti hakkında çeşitli görüş ve yorumlar mevcuttur. (Elif-lâm) ile kullanılması, bilinen bir ağaç olduğunu ifâde eder. Belki de hilâfetin sınırı veyahut günah ve isyan hakkında çizilen ilâhî hu­dut olabilir. «İyilikler ve kötülükler, helâl ve haram hakkındaki memnu' bilgi», diyenler de olmuştur. Fakat bütün bunlar birer ihtimal olmaktan öte tarafa geçmez. Hakikati Allah daha iyi bilir.

Hıristiyanlar bu memnu' ağacı Âdem'le Havva'nın karı-koca hayatı yaşamalarını men'eden bir emir olarak te'vîl ederler ve buna dayanarak rahib ve rahibeler evlenmekten kaçınıp Âdem'in cennetteki ilk hayatını yaşamaya çalışırlar. Hem İsâ Peygamber'in de bekâr yaşadığı, daha doğ­rusu evlenmeye vakit bulamadığı da onlar için başka bir delildir.

Allah'a   isyan  etmekle  nefsine  zulmedenlerden,  olur-sunuz. [221]

Şeytan ikisini de o memnu' ağaç yüzün­den kaydırdı veya cennetten çıkarılmalarını sağladı. Bak : A'raf sûresi 11-24. âyetlere.

Ölüme veya kıyamete kadar. [222]

Adem ilâhî kelimatı alıp kabul etmek ve mefhumunca amel etmek üzere karşıladı. [223] Bu kelimeler:   yetidir.

 Allah, rahmetiyle ve tevbeyi kabulle Âdem'e teveecüh-de bulundu. [224]

Hübut emri te'kid yollu tekrar olunmuştur ve­yahut maksût olan cihetin değişikliğini ifâde eder. Şöyle ki, birinci hü­but imtihan ve mihnet yurduna inişi ve orada birbirine düşman kesilecek­lerini, fakat ebedî kalmıyacaklarıni; ikinci hübut emri, ilâhî teklifle yüküm­lü kılınmak için cennetten çıkarıldıklarını, bundan sonra doğruyu bulan­ların kurtulacağını, sapıtan ve sapıttıranlann helak olacağını tenbîh eder. [225]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Kâinatı yaratan, bütün varlık âlemini terbiye eden Allah, tevhîd'i (Hakk'ı bir bilme), nübüvvet (peygamberlik)i ve maâd (dönülecek ikinci hayat)ı dosdoğru inananların gönüllerine zerkedip doyurucu mâhiyette deliller sergiledikten sonra bütün insanları kapsayan nîmetlerini, onlara bahşettiği üstün kerametleri bir inci dizisi halinde sıraladı. Bunu mütea­kip tavsiye, nisyân, pişmanlık, tevbe, hidâyet ve mağfiret tâbirlerini içine alan geçmiş hâdiselerden bahsederek örnekler verdi. Daha sonra dünya denilen imtihan alanına âdemoğluyla şeytanı sevketmek suretiyle, fesat yıkıcılık ve bozgunculuk çıkaran şer kuvvetiyle; iyilik, salâh ve yapıcılığı temsîl eden hayır kuvvetinin uzun bir tartışma ve çatışmaya girişecekleri s bu hâlin nesil nesil kıyamete kadar devam edeceği ve insanın beşeri kemal ve şerefinin, ancak bu çatışmayla meydana çıkacağı beyân ediliyor.

Kırkıncı âyetle de öneeki Yahudîlere lütfettiği has nimetlerinden haber veriyor; önee Medine Yahudilerinin sonra yeryüzüne yayılıp insan kanı emen İsrâîloğulları'nın   inadını   kırmayı,   daldıkları   gafleti   dağıtmayı

Amaçlayıp yüzlerini biraz daha olsun maddeden mânâya çevirmelerini hatırlatıyor kendılerıne-  ileceğinden   bahsedilen  son   peygambere   uyup  Müslümanlar camiasına katılmalannın ve rükû'a varanlarla  rükû1 etmelerinin ilahi kanun icabı oldugunu engüzel ve bedi bir uslupla ifade buyuruyor. [226]

 

Meali:

 

40—  Ey İsrâiloğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan sözümü yerine getireyim ve (ahde vefa etmemekte) ancak Benden korkun,

41—  Beraberinizdeki kitap (Tevrat)ı, tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'ân'a) imân edin. Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve (sakın) âyet­lerimi az (kıymetsiz) bir paha (bayağı bir menfaat) karşılığında değiştir­meyin. Ancak Benden korkup (bu gibi ölçüsüzlüklerden) sakının.

42—  Bildiğiniz halde hakkı bâtıla karıştırıp gerçeği gizlemeyin.

43__ Namazı kılın, zekâtı verin, rükû' edenlerle beraber rükû' edin.

44— Kendi nefislerinizi unutursunuz da insanlara iyilikle mi emreder­siniz?! Halbuki siz, Kitap (Tevrat)ı okuyup durursunuz. Artık aklınızı kul­lanmaz mrsınız?

45-46— Sabır ve namaz ile (Allah'tan) yardım isteyin. Gerçi bu, Al­lah'a kavuşacaklarına ve ancak O'na döneceklerine kesin bilgi (ve inanç) edinen saygılı kimselerden başkasına ağır ve sıkıcıdır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Medine'deki Yahudi bilginleri kendi millet­lerine Hazret-i Muhammed'e (A.S.) uymaları için veya Tevrat'taki son peygamberle ilgili belgelere inanıp ona göre amel etmeleri için tavsiyede bulunur, Tevrat'ın getirdiği prensipler hâricine çıkmamalarını hatırlatır; fakat kendileri ne buna inanır, ne de o belgelerle amel ederlerdi. Cenâb-ı Allah bu hususa işaretle : «Halbuki siz Kitap (Tevrat)ı okuyup durursu­nuz. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?» mealindeki âyeti indirdi. [227]

 

İlgili Hadîsler

 

«Yahudilerden bir grup, Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın huzuruna gel­diler. Peygamber (A.S.) onlara :

  İsrail'in Yâkub olduğunu bilir misiniz? Diye sordu. Onlar:

  Huda bilir öyledir, dediler. Resûlüllah (A.S.) :

  Ya Rab! Sen şahit ol, dedi.» [228]

«Hz. Mûsâ sağ olmuş olsaydı, bana uymaktan başka yol bulamaz­dı.» [229]

«İnsanlara hayrı tâlim edip onunla amei etmîyen âlimin misali, halkı aydınlatıp kendini yakan çıraya benzer.» [230]

«Kim, Allah rızasının arzuladığı bir hususta Allah için değil de sade-endıne biraz dünyalık dokunsun diye ilim öğrenirse, kıyamet günü cennet kokusunu alamaz.» [231]

«Kıyamet günü bir adamı -bağırsakları yerde sürünür bir vaziyette-getirip cehenneme atarlar. Değirmen etrafında dönen (dolaştırılan) eşek gibi ateş üzerinde bağırsaklarıyla döner (dolaştırılır). Cehennem ehli onun etrafına toplanıp:

  Ne oldu sana, halka iyilikle emreder, onları kötülükten men etmez miydin? diye sorarlar.

  Evet ama,  iyilikle  emrederdim,  fakat  kendim   iyilik  yapmazdım. Kötülükten men'ederdim, fakat kendim onu işlerdim,   diyerek   (tahassür içinde) cevap verir.»

İşte zaman-ı Saadette Medine'deki Yahudi ileri gelenlerinin ve bil­ginlerinin tutumu böyle idi. [232]

 

İlmî Ve Tarihî Yönü

 

Önceleri, medeniyetin beşiği olan Mezopotamya ile Suriye arasında çobanlıkla geçinen İsrâiloğullan ibtidaî bir cemaat hâlinde idiler. Sonra­dan Filistin'e yerleştiler.

Kur'ân-ı Kerîm'de İsrâiloğulları'na verilen birçok nimetler arasında bilhassa yedi tanesi kayda değer özelliktedir. İleride bunlardan kısaca bahsedilecektir. Geniş bir nimete kavuşmak istiyen İsrâîloğulları, Yûsuf Peygamber zamanında Mısır'a göçettiler. İkiyüz sene Mısır'da kaldılar, [233] Fakat Mısır'ın asıl yerlisi olan Kıpt kavmi, İsrâiloğulları'na hor bakarlardı. Onları köle gibi, ağır işlerde kullanmaya, çeşitli eziyetler etmeye başla­mışlardı. İsrâiloğulları çoğaldıkça da fena halde tasalanıyorlardı. Buna rağmen dedelerinin ülkesi olan Ken'ân iline gitmek istiyen bu insanların yakasını bırakmıyorlar, her gün yeni vergiler, yeni eziyetlerle onları ezi­yorlardı.

İsrâîloğulları oniki soydu. Her soy, Yâkub Peygamber'in oğullarının birinden geliyordu. Birleşseler büyük bir kuvvet meydana getireceklerdi ama, kendilerini bir araya getirecek bir başları yoktu. Tam bu sırada Hz. Mûsâ (A.S.) Yâkub'un üçüncü oğlu olan Levi soyundan dünyaya geldi. Hz. Mûsâ (A,S.) büyüdü, peygamberliğini ilân etti ve İsrâîloğullarını Arz-ı mev'ûd'e (va'dolunmuş ülke) denen Filistin'e götürüp biraraya toplamayı düşündü. Esasen Mûsâ Peygamber'i buna zorlayan ikinci sebep Fir'avn'ın tuğyanı ve zulmü idi. (M.Ö. XIII. yüzyıla rastladığı söylenir).

İşte Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de Musa'yı kurtarıcı baş olarak İsrâîloğulları'na gönderdiğini ve bu sayede Fir'avn (İkinci Ramses)in etbâı-nın zulüm ve işkencesinden onları kurtardığını beyân ederek : «Hani size işkencenin en kötüsünü tattırıp yüklemekte devam eden, oğullarınızı bo­ğazlayıp kadınlarınızı (kızlarınızı) diri bırakmak isteyen Fir'avn'ın yoldaş­larından sizi (atalarınızı) kurtardığımız zamanı bir hatırlayın! Bundan da size Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.» buyuruyor. [234]

Demek ki, İsrâîloğullan'na verilen yedi büyük nimetten biri ve başta geleni, Hz. Musa'nın peygamber ve halaskar olarak onlara gönderilmesi olmuştur.

İkincisi: Fir'avn'ın zulmünden kurtulup birleşmeleridir. Üçüncüsü: İlâhî bir mû'cize olarak denizin onlara açılıp yol vermesi, Fir'avn ve et-bâının boğulmasıdır. Dördüncüsü: Tih sahrasında [235] güneşin yakıcı sı­caklığının te'sirinden bulutlarla korunmaları ve üzerlerine kudret helvası ile Yelve kuşlarının mâide olarak indirilmesidir. Beşincisi : Tih sahrasını kolaylıkla aşmaları ve Kudüs'e salimen ulaşmalarıdır. Altıncısı: Tih'de su­suzluktan helak olmak üzere iken, Mûsâ Peygamberin âsa'sını kayaya vu­rup oniki pınarın birden kaynayıp akmasıdır. Yedincisi: Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman'ın hem hükümdarlık, hem de peygamberlik unvanlarını birden taşıyarak İsrâiloğulları'na müreffeh ve şa'şaalı bir hayat sağlamaları­dır. [236]

Bunca ilâhî nimetlere mazhar olan İsrâîloğulları'nın yanlış yolda ol­dukları, Rablarının tavsiyesi dışına çıktıkları hatırlatılarak deniliyor ki : «Ey İsrâiloğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki Ben de size olan sözümü yerine getireyim ve (ahde vefa etme­mekte) ancak Benden korkun.»

Allah'ın onlara olan ahid ve tavsiyeleri nelerdi?

a) Önce Tevrat'da Hazret-i Muhammed (A.S.)ın son peygamber ola­rak gönderileceğini va'deder mahiyetteki ilâhî emirleri ve İsrâîloğulları bu şmrı dinleyip kıskançlık göstermeden gelecek olan peygamberi tasdik ettikleri takdirde Allah'ın buna karşılık onları yükselteceğini, korkulardan emin kılacağını va'deder anlamdaki beyanları idi.

Elimizdeki muharref (ibaresi değiştirilmiş) Tevrat'da bu emir ve tavsiyelerin kısmen degişmiş ifâdesini   bulmaktayız.   Tesniye   Kitabının   18.bab, 15, 18, 19. belgelerinde deniliyor ki: «Onlar için kardeşleri arasında

bi bir peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyaca­ğım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek. Ve vaki olacak ki benim ismimle söyliyeceği sözlerimi dinlemiyecek olan adamdan ben arı-yacağım (mesul tutacağım).»

İşte Kur'ân'da bu husus hatırlatılarak : «Kitabınızda evsafım gördü­ğünüz ve zuhur ettiğinde kendisine îmân edeceğinize ahitte bulunduğu­nuz âhir zaman peygamberi gönderildi! Artık, o ahit ve tavsiyeye vefa edin ki ben de size va'dettiğimi tahakkuk ettireyim» deniliyor. Fakat İsrâîl-oğulları bu emir ve tavsiyenin hilâfına hareket ettiler ve bu hareketlerine inat ve ısrarla devam etmektedirler.

Bu konuda şöyle bir istifham hatıra gelebilir: Acaba Tevrat'da gele­ceği tebşîr edilen peygamber, Hz. Muhammed (A.S.) mıdır? Hiç şüphe edilmemelidir. Zira Resûlüllah Efendimiz (A.S.)' İsrâîloğulları'nın birader-zadeleri olan Hz. İsmail'in soyundandır. Hz. Muhammed de Hz. Mûsâ gi­bi, cihad ile emrolunan, şeriatı olan bir peygamberdir. Mûsâ (A.S.)dan sonra bu evsafta bir peygamber gelmediği tarihen sabittir. [237]

b)  Bu ahit ve tavsiye, Allah Teâlâ'nın Âdem'e :   «(Evet) inin oradan hepiniz! dedik. Benden size bir hidâyet (doğru yolu gösteren kitap ya da peygamber) gelecek olursa, artık kim hidâyetime uyarsa, onlara ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.» âyetiyle yapmış olduğu ihtar mahiyetindeki tavsiyesi olabilir. [238]

c)  Veya insan fıtratıyla Yaradan'ı arasında olan   tevhîd   ahdidir. Çünkü insan yaratılışı itibariyle tek mâbud (Allah) fikrine mütemayildir. Yani Allah fikri insanla beraber doğar, bu duygu onun mayasında mev­cuttur.

d)  Veya Allah'ın İbrahim'e (A.S.) olan özel va'didir ki Bakara sûresi 124. âyetle bu şöyle tasrîh edilmiştir: «Rabbi, İbrahim'i birtakım kelime­lerle denemiş, o da onları tamamlayıp yerine getirince, (Allah) ona : «Se­ni insanlara imam (bir rehber, bir önder) yapacağım» demişti. İbrahim : «Benim neslimden de...» deyince, Allah: «Benim ahdim (imamet ve ön­derlik rahmetim) zâlimlere erişmez» buyurmuştu.»

e)  Veyahut Bakara sûresi 63. âyetinin delâlet ettiği va'de işaret edi­liyor : «Ve hatırlayın ki, sizden (atalarınızdan Tevrat ile dosdoğru amel edeceklerine dair) söz almıştık. Tûr'u üstünüze kaldırmış ve korunasıntz, Allah'a karşı gelmekten sokmasınız diye «Size verdiğimiz kitabı kuvvetle

 (îmân ve idrâk ciddiyetiyle) tutun, içinde olan (buyrukları) hatırlayın» de­miştik.»

Saydığımız bütün ihtimaller üstüste toplanırsa, tek bir ahit ve tav­siye ortaya çıkar.. Netice olarak bu, Allah ile kulları arasında -ilâhî ka­nunları gereği- bir sözleşmedir.

Allah Teâlâ sünnetüllahı iktizası, İsrâîloğullart'nı bu ahde vefa gös­termeye ve tahrîfe uğramış Tevrat ile İncil'i tashîh edip bu iki semavî ki­tabın aslını, indiği şeklini tasdik eden Kur'ân-ı Kerîm'e îmân etmeye da­vet ediyor ve ehl-i kitap bulundukları için ilk tasdîk eden onların olması gerektiği halde buna yan çizdiklerini takbih ederek : «Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve' (sakın) âyetlerimi az (kıymetsiz) bir paha (bayağı bir menfaat) karşılığında değiştirmeyin.» diye uyarıda bulunuyor.

Ne yazık ki, tarih boyunca İsrâîloğulları bu davet, bu emir ve tavsi­yelerin dışına çıkmış ve tamamen aksi bir istikamet takip etmiştir. Bu se­beple de zaman zaman insanlığın baş belâsı kesilmişlerdir.

İsrâîloğulları hakkında ileride geniş izahat verilecektir. [239]

 

Ahlâkî Yönü

 

Mealini yazdığımız 40-46. âyetler ahlâkımızı yükseltecek, bizi hayat­ta başarılı kılacak ve nihayet dünyaya geliş ve göçüşümüzün gayesini tâ­yin edip bizi şu imtihan uğrağında nebiler ve velîlerin dostluğuna erişti­recek, ebedî saadet yurdunda ilâhî rızâya kavuşturacak yedi ulvî prensi­bi ihtiva etmektedir:

1— Varlık âleminde her şeyin insan için yaratıldığında hiç şüphe yoktur. O halde teneffüs ettiğimiz hava, aldığımız güneş, gecenin karan-'«ğıncfa dinlenme imkânı bulmamız, gündüzün aydınlığında hayatımızı ka­zanmamız büyük nimetlerden bir kısmıdır. Akıl, irâde, şuur, hafıza gibi ulvi hasletlerle süslenen ve bunlarla mümeyyiz bir vasıf kazanan insana yaraşan, bu nimetleri eksiksiz veren Ulu Yaradan'a şükredip arz-ı niyaz diki01"2"' Ubudjyet etmektir- İsrâîloğulları'nın bu şükür ve ubudiyeti yapma-ı arı ıçm ilâhî aazaba çarpılmaları bizim için ibret dolu müessir bir mi­saldir.

2__ Şükreden bir kul olmak ne güzel bir haslettir! Bunun yanısıra hudîl ° 6!mek' verilen sözü yerine getirmek insanlığımızın icâbıdır. Ya-hî fak"" ,V,f rdlkJeri sözu verine getirmedikleri için üzerlerine meskenet (rû-bı.nu, manevî perişanlık) çöktü de çöktü. Babil esareti, Titüs istilâsı DUnun en acıklı misalidir.

3— Ahde vefa eden bir kul, bu sadakat içinde hiçbir zaman dîni is­tismar edip onu kendi çıkarına âlet etmez. Allah'ın Kitabında yazılı olan her şeye kayıtsız inanır ve bağlanır. Onu haksız yere te'vîl ve tağyire yel-tenmez. İsrâîloğulları Tevrat'da Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğini müj­deleyen belgeleri değiştirdikleri ve bir kısmını Kitaptan çıkardıkları için zalimlerden sayıldılar. O halde hiçbir Müslüman Kur'ân-ı Kerîm'i kendi çıkarına âlet etmemelidir. Aksi halde, Yahudilerden farksız olur.

4__ İlâhî Kelâmı indiği gibi muhafaza etmek, onu hiç bir şahsî çıkara âlet etmemek mü'minin ilk ve son vazifesidir. İşte bu şuur içinde hakkı bâtıla karıştırmamak lâzımdır. Yahudî hahamları hakkı bâtıla karıştırmak suretiyle ilâhî buyrukları çiğnediler; yeryüzünde bedbaht bir mahlûk ola­rak ilân edildiler. Cenab-ı Resûlüllah (A.S.) : «Ya Rabbi! Hakkı hak ola­rak bize göster» [240]. diye duâ ederlerdi. Hakkı hak olduğu için söylemek, müdafaa etmek; bâtılı bâtıl otduğu için söylemek ve yermek ne büyük fazilettir.

5—  Şükrün en güzeli, ahde vefanın en açık burhanı, dîne saygının en bariz alâmeti, namaz kılmak, ibâdette ve sair hususlarda sabırlı ve me­tin, mütehammil ve soğukkanlı olmaktır.

6—  Namazın insan ruhuna zerkettiği en güzel  huy,  hayırhahlık ve âlicenaplıktır. Ancak, başkasına iyilik tavsiye edip kendi nefsini unutan, sözü özüne, özü de sözüne uymayan, bilgisiyle yaşamıyan kimse, gönül zevkiyle, kalb huzuruyla namaz kılmamış demektir. Böylesine, Cenâb-ı Pey­gamber (A.S.): «Dön yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın» [241] buyurmuştur.

7—  Bütün bu ulvî hasletlerle beraber, mes'uliyet duygusu içinde kim­senin kimseye faydası olmıyacağı bir günü içten hatırlamak ve bütün bir ömrü böyle bir îmân ve duygu içinde geçirmek, ilk ve son arzu ve âmeli­miz olmalıdır. [242]

 

İçtimaî Yönü

 

Milletleri ayakta tutan, maddî ve manevî alanlarda kalkınmalarını sağ­layan, onları iç ve dış huzura kavuşturan, zâlimlerin zulmünden, emper­yalistlerin ağından, komünistlerin pençesinden kurtaran, o milletin ileri gelenlerinin tam bir şuur içinde Allah'a bağlanmaları, O'nun ahlakî buyruk-

 (arını kendilerine hayat ve memat düsturu edinmeleridir. Çünkü halk, kendi­lerini idare edenleri taklîd eder, onların izinden gider. Bunun aksini yap­mak, İsrâîloğullan'nı zilletten zillete, felâketten felâkete sürüklemiştir.

M.Ö. 587'de, İbrânîlerin Babilliler tarafından Filistin'den çıkarılıp Ba-bil'e sürülmesi, orada bir sürü işkenceler içinde pek acıklı ve ızdıraplı günler yaşamaları, ondan sonra İran ve müteakiben Makedonya (İsken­der ve Selefkîler) idaresinde zillet içinde bir ömür geçirmeleri ve bununla da uslanmıyan bu şaşkın milletin bu defa M.Ö. 64'de Romalıların hışmı­na uğraması, Romalıların Filistin'i alması, daimî ayaklanma hâlinde bu­lunan Yahudîleri birkaç kere kılıçtan geçirmeleri hep bu basiretsizliğin neticesidir. İbret alan milletlere ne mutlu!.

Fakat şöyle bir soru hatıra gelebilir: Yahudiler bunca işkence ve pe­rişanlıktan sonra bugün Filistin'de toplanıp bir devlet kurdular. Buna ne dersiniz? Doğrudur ama, Allah'ın kanunları asla şaşmaz, süresi dolunca mutlaka tahakkuk eder. Yahudiler bu hırs ve bu kana susamışltk gafleti içinde devam ederlerse, bilinmeli ki tarih tekerrürden ibarettir. Onların zillete duçar olma günleri pek yakındır.   

Kur'ân-ı Kerîm milletlerin Allah'a bağlanmasını dört esasa bağlamış­tır :

1—  Cemaat olarak emr bi'l-maruf  (iyilikle emretmek),   nehiy ani'l-münker (kötülükten men'etmek)   şuuruna   sahip  olmak  ve   bu   iki pren­sibi tatbik sahasına koymak.

Şüphesiz ki böyle yapmak, özlenen adaleti gerçekleştirir.

2—  Kitap ve peygambere inanmanın lüzumu ve bunun ameli saha­daki tatbikatının önemini kavramak ve kavratmak ve bunu bir eğitim ko­nusu olarak ele almak, nesli bu hava içinde yetiştirmek.

3__ Sosyal adaleti gerçekleştiren, cemiyet arasında tam bir daya­nışma sağhyan zekât, sadaka, fitre, kurban, fidye ve keffarat gibi içtimaî yardımlaşma müesseselerini yaşatmak.

4-__ Mâbedlerde İslâmî ideal etrafında toplanmak ve bunu nesilden esne aktarmak için gereken bütün tedbirleri almak.

Yahudîler tarih boyunca bu dört esasla yaşayamadıkları için yeryüzüne çil  yavrusu gibi dağılmak zorunda kalmış, tam bir bütünlükiçinde çoğu zaman varlıklarını muhafaza edememişlerdir.

Görülüyor ki elimize tarihten  bir yaprak veren bu âvetler' mllletle-ahıret felahına medar olacak en uygun ahlâkî ve içtimaî nizamı koymaktadır. Sırf kabrin ötesindeki, yani âhiretteki kurtuluş ile ilgi­lenmekle yetinmeyip, insanın, dikkatini bu dünya hayatındaki kurtulu­şuna da atfetmesi ve geleceğini emniyet altına alması, İslâmın de­ğişmeyen meziyetlerindendir. Bu maksatla Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her ktssa; ahlâkî kemâli, içtimaî terakkiyi, iktisadî adaleti ve siyasî sağlam­lığı, hulâsa dünya hayatında özlenen gerçek beşerî saadeti ve insanlığın her hususta iyi ve ahenkli gelişmesini hedef alarak seçer ve ona erişme­nin yollarını ilham eder. [243]

 

Fıkhî Yönü

 

 «Ve sakın ayetlerimizi az (kıymetsiz) bir paha (bayağı bir menfaat) karşılığında değiştirmeyin.»

Bu ayet;

a)  Âyetlerimize olan îmânınızı. Resulüme bağlılık ve tasdikinizi dün­ya ve onun servetiyle değiştirmeyin. [244]

b)  Allah'ın âyetlerine karşılık üoret almayın. [245]

c)  Âyetlerimi, zatî ve sıfatı tecellilerimi nefis cennetinizle değiştirme­yin. [246]

d)  Benim âyetime inanıp uymayı, dünya zevklerine feda etmeyin. [247]

e)  Kitabınızda olan âyetlerimi (Hz. Muhammed'in na'tiyle ilgili kısım­larını) azıcık bir dünyalıkla değiştirmeyin. [248] şekillerinde yorumlanmıştır.

Bu tefsirlerin ışığı altında, Kur'ân öğretiminde ücret almanın caiz olup olmadığını mütalaa edelim:

Kur'ân öğretimi devlet tarafından organize ediliyorsa, beytü'l-mal (ha-zine)den ücret almanın cevazına fetva verilmiştir. Diğer taraftan hazine­den ücret verilmiyorsa, ücretsiz de okutan yoksa, öğreticinin malî duru­mu müsait değilse, o takdirde kifaf-i nefs miktarı ücret almak yine caiz­dir. Bu, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve cumhur-i ulemaye gö­redir. Delilleri ise, Buharî'de Ebû Saîd (R.A.)den rivâyeten gelen «Ledîğ» hadisesidir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) «Karşılığında aldığınız en haklı üc-

ret, şüphesiz ki Allah'ın Kitabıdır» buyurmuştur. Sahîh-i Müslim'de, buna yakın bir rivayet mevcuttur.

Ücret almak caiz değildir, diyenlerin delili, Ebû Dâvud Tayâlisî'nin Ubâde bin Sâmit (R.A.)den rivayet ettiği şu hadîstir: Hz. Ubâde, Suffe ehlinden birine Kur'ân öğretiyor. O adam da Ubâde'ye bir yay hediye edi­yor. Bunun üzerine Hz. Ubâde durumu Resûlüllah'a (A.S.) arzediyor. Re-sûlüllah (A.S.) onu : «Ateşten bir yayın boynuna geçmesini istiyorsan ka­bul et!» diye ikaz ediyor.

İki delil de kuvvetli olmakla beraber birinin hükmü diğeriyle kalkmış olabilir. Ekseri fükaha birinci delilin müftabih olduğunu kabul etmiştir. Fetâvâ-yi Hindiyye ile Fetâvâ-yi Bezzaziyye'de bu meseleye temas edile­rek deniliyor ki: «Mütekaddimîne göre talim-i Kur'ân için ücret almak caiz değilse de Medine ehli, Belh âlimleri, İmam Şafiî ve ulemâ-İ müteah-hırîn buna cevaz vermişlerdir.» [249]

 

Tasavvufi Yönü

 

Âyetlerde sıra ile geçen Nimet - Ahd - Hakk - Birr - Sabır - Namaz ve Likaullah kelimelerinin birer cümlede bu tarz tertiplenmesinde bir incelik var. Nîmetin ferahlatıcı havası içinde nîmeti vereni unutmak büyük bir gaf­let sayılır. Gafletten uyanabilmek için, elestü bezminde verilen sözü ve f ıt-ratımızdaki mevcut islâmî temayülü gerçekleştirmek ve bunu îmân-ı kâmil ile amel-i sâlih temeli üzerine oturtmak gerektir. Böylesine şuurlu bir uya­nış, nîmetin artmasına, nîmeti verenin rahmetinin coşmasına vesîle olur. Sonra ahde vefa yolunda yürürken hakkı müdafaa etmek, onu gizleme­mek, yani hakkı hak olduğu için söylemek ve icap ederse bu uğurda mücâdele Ve mücâhede etmek İslâmî şiardandır. Çünkü «Hakk» mefhumu, İslâm ideolojisinin ruhunu teşkil eder ve İslâm'ın temsil ettiği dünya ni­zamını oluşturur.

Bu şiarı ölünceye kadar gönül tahtında taşımak için de geniş bir sair ve dosdoğru bir namazla Allah'tan yardım beklemeye lüzum vardır.

Zira sabır, azmi ayakta tutar; namaz da ona kuvvet bahşeder. Ahdin bir ucu da birr(kaib sofasını gerçekleştiren fi'l-i cemîDe müstenit olmalıdır. ruhumuzun safası buna bağlıdır. İlâhî rızâya bu yolla ulaşılabilir.  zaman bu Mâhî düzen dl?ına cıktlk'arı  iCin cok  sofadan mahrum kalarak aşağıların aşağısı oldular. [250]

 

Tahliller

 

Bu nidadan ilk hatıra gelen, «İsrâîloğullan»dır. Hz. Yâkub'un evlâdına verilmiş bir isimdir. Fahrüddîn Râzî'ye göre, İsrâîl, Hz. Yâkub'un ismidir. [251] "Bu kelimenin İbrânice mânâsı «Allah'ın kulu» de­mektir. Kaffal'e göre, «İsrâ» İbrânice «insan», «îl» de «tanrı» demektir.

Fakat artık bu terkip ile Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devrinde Medi­ne'deki Yahudiler ile ondan sonra gelecek olan umum Yahudiler kasde-diliyor.                                                                            :

Size vermiş olduğum   (ihsan  ettiğim)   nîmetimi hatırlayın, yani kimden geldiğini iyice düşünün ve şükrünü ona göre ifâ edin, Burada, nimetin Yahudilerle takyidi, onların mala karşı olan hırslarını frenlemek ve başkasının nimetine göz dikmeden kendilerine ve­rilen nîmeti hatırlayıp birden Hakk'a yönelmelerini sağlamak içindir.

Fakat Yahudiler hiç de Hakk'a yöneltmediler ve gözlerini başkasına verilen nimetlerden kesmediler. Zaten uzaklarda olana seslenmeyi ifâde eden (yâ), İsrâîloğulları'nın ilâhî emir ve yasaklardan çokça uzaklaştıkla­rına dikkati çekmek içindir.

Benî, ibn kelimesinin çoğul şeklidir. Bina kelimesinden alınmadır. Çünkü ibn, pederin inşâ ettiği bir bina mesabesindedir.

Ahd'ın kök mânâsı, bir şeyi korumak ve zaman zaman ona riâyet etmektir.

rehbet veya rühbet kökünden gelir. Havf'dan daha has­tır. Çünkü «havf» ikabdan olur. «Rehbet» se, gazap, kahır, i'raz (yüz çe­virme) ve hicap duymaktan olur.

Âyetlerimize   olan   îmân ve ittibaı   dünya zevkleriyle değiştirmeyin. Âyette halk tabakasından mukallit olanlar reh­bet ile, ilim ehli olanlar takva ile emrolunmuşlar. Çünkü rehbet Hakk'a sülûkün başlangıcı, takva ise son kertesidir. [252]

 Müslümanlar gibi   namaz   kılan, onlar gibi zekât verin, onların cemaatine katılarak onlarla birlikte rukû, yapın. [253] Zira Yahudîlerin ibâdetinde rükû' yoktur. [254] Ağır ve meşakkatlidir. [255]

İntizar ederler veya yakînen inanırlar. Burada şüphe ifâde eden zan mânâsına değildir.   Nitekim   İbn   Mes'ud   (R.A.)ın   mushafında (Yâlemûn) yazılıdır. [256]

Salât kelimesi «saly» kökünden gelir. Eti kızartmak, eğri bir ağacı ateşe tutup doğrultmak mânâsını ifâde eder. İkinci bir isti'malle duâ, rahmet ve istiğfar mânâlarına gelir. Bazı lûgatçilere göre, duâ mânâsın­da hakikat, diğerlerinde mecazdır. O halde «salât», Allah'a isnat edilin­ce rahmet, meleklere isnat edilince istiğfar, insanlara isnat edilince duâ mânâsı kasdedilir. İstılahta; rükû ve sücûdu olan belli bir ibâdeti ifâde eder. Kök manâsıyla bu mânâ arasındaki münasebet; namaz, insanı ilâhî rahmetin füyuzatı içine alıp doğrultur. Kalb eğriliğini giderir. Gönlü ilâhî nûr ile kızartıp birikmiş kirleri yakar ve temizler.

Zekât, zekâ ve zükuvv kökünden alınmadır. Neşv ü nema ve salâh bulup nîmetlenmek mânâlarına gelir. Ayrıca zekât, her şeyin hâlis ve temiz olanına denilir. İstılahta, servetin belli bir miktarını çıkarıp muh­taç olanlara vermektir. Kök manâsıyla ıstılâhî mânâ arasındaki müna­sebet : Verilen zekât, malı temizler, maddeten ve manen nemalandırır; cemiyetin arınmasına vesile olur. [257]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Isrâîloğulları'nı, daldıkları derin gafletten uyandırmak için Lâhut'tan gelen ikinci nida, birinci nidayı te'kid sadedindedir ve ilâhî rahmetin in­sanlara olan yakınlığını ifâde eder.

Geçmişteki nimetler hatırlatılıyor; bilhassa Hz. Dâvud ile Hz. Süley­man (salât ve selâm onlara olsun) devirlerindeki şa'şaalı İsrail saltana­tına ve o devirdeki milletlerden üstün tutulduklarına işaret edilerek bu buyuk nîmeti verenin buyruklarına baş eğmeleri tenbîh ediliyor. Ayrıca, hiçbir kimsenin başkası namına bir şey ödeyemiyeceği, şefaat edemiye-cegi ve kurtuluş akçesi kabul olunmıyacağı bir gün (kıyamet günün)den  ihtar edilerek son Peygamber'e inanıp tâbi olmalarıyla yine korkmaları  üstün bir nimete erişmelerinin mümkün olacağı, aksi halde dünyada, Ba-bil'de uğradıkları işkence ve hakaretin bir benzerine lâyık olacaklarına, âhirette de eîîm bir azaba uğratılacaklarına -ilâhî adalet gereği- işaret ediliyor. [258]

 

Meali:

 

47—  Ey îsrâîloğulları!  Size  ihsan  ettiğim  nimetimi  ve  (bir zaman) sizi(n atalarınızı) diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırlayın.

48—  Ve hiçbir kimsenin hiçbir kimse için birşey ödeyemiyeceği, hiç kimseden (kâfirler hakkında) şefaat kabul olunmayacağı, hiçbir kimse­den kurtuluş akçesi alınmayacağı ve onların yardım olunmayacağı gün­den korkup sakının, [259]

 

Tarihî Yönü

 

İsrâîloğulları'nın zaman zaman yükselme ve ekseriya, zillete duçar ol­ma devirleri tarihte geniş bir yer tutar. Cenâb-ı Hak bu devirlerden bir kısmına işaret ederek : «Ey İsrâîloğuNarı! Size ihsan ettiğim nimetimi ve (bir zaman) sizi(n atalarınızı) diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırla­yın.» buyuruyor.

Hazret-i Mûsâ (A.S.)dan uzun bir zaman sonra Cenâb-ı Allah, Hz. Da­vud'u hem peygamber, hem de kral olarak onlara gönderdi. (M.Ö. 1015-975). Kırk yıi hüküm süren Hz. Dâvud, İbranî'lere karşı savaş açan aman-

sız düşman Câlût'u öldürmek suretiyle halkın geniş takdirlerini kazan­mıştı ve bu müddet içinde âdil bir hükümdar olarak sağlam bir devlet kur­du ve İsrâîloğullan'na müreffeh hayat kapıların! açtı, onlara mutlu günler yaşattı. Hazret-i Dâvud'dan sonra oğlu Süleyman (A,S.) İsrâîloğul­ları'nın başına geçti. (M.Ö. 975). Bu devir de onların en saltanatlı devir­lerinden biri ve belki en büyüğü idi. Çünkü hiçbir peygambere verilmiyen mülk ü saltanat Hz. Süleyman'a verilmişti. [260]

Hazret-i Mûsâ (A.S.) da onlara bu üstün nimetleri hatırlatarak veya müjdeliyerek şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini ha­tırlayın; hani, içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar, (hür in­sanlar) yaptı ve milletlerden hiç birine vermediğini size verdi.» [261]

Yukarıdaki âyetler, bilhassa İsrâîloğullan'nın diğer milletlerden üstün bir seviyede bulundukları iki devreye işaret ederek bunun neden ve ni-çinleri üzerinde durmalarını ve derinden derine düşünmelerini hatırlatıyor ve yaşamakta olan milletleri, İsrâîloğulları'nın tarihî seyrinden ibret alma­ya davet ediyor.

Bundan sonra intibaha gelmiyenlere âhirette hesabın şahsî, mes'uli-yetin ferdî olacağı, hiçbir kimsenin hiçbir kimse nâmına bir şey ödeme du­rumunda olmıyacağı beyân edilerek mes'uliyet duygusundan yoksun olan-. ların akıbetinin çok endişe verici olduğu bildiriliyor.

Mevlânâ, İsrâîloğulları'nın lisanından şu şikâyetleri yazıyor:

«Yıllardır yol yürüyoruz/fakat sonunda yine ilk konakta esiriz. Mu­sa'nın gönlü bizden razı olsaydı, bu çöle bir uç bulunurdu. Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı yemeğimiz hiç gökten gelir miydi? Mûsâ biz­den hem hoşnud, hem değil.» [262]

 

Ahlâkî, İçtimaî Ve Tasavvufi Yönü

 

Bugünün nîmetiyle gurura kapılıp yarının ne olacağını düşünmeyen ve cemiyetler, sonu uçuruma giden bir yolda yürüdüklerinin acaba farkında  mıdırlar?   Mevcut  nîmeti,   nimetin   asıl  sghibinin   hoşnutluğunu kazanmaya vasıta yaptığımız gün onun şükrünü edâ etmiş ve geleceği­mizi aydınlığa kavuşturmuş oluruz.

Ibrâhîm bin Edhem (K.S.) zaman zaman şöyle seslenirdi: «Ey gaflet içinde günlerini geçiren, hâlin azıcık verdiği neş'e ve sarhoşlukla istikbali unutan kimse! Nasıl emin olabilirsin? Zira itibar hatimeyedir. Düşün ki, Hz. Ibrâhîm (A.S.): «Ya Rab! Beni ve evlâdımı putlara tapmaktan koru» diye duâ ederdi. Hz. Yûsuf (A.S.): «Ya Rab! Benim ruhumu müslüman ol­duğum halde al» diye niyazda bulunurdu. Büyük âlim Süfyân Sevri (K.S.): «Allahım! Esenlik ver, esenlik...» diye emniyet isterdi.»

Bir zamanlar diğer milletlere üstün kılınan İsrâîloğulları, nail olduk­ları bu nimetlerin kadrini bilmeyerek, geçici bir sarhoşluk içinde hem Al­lah'ı, hem de gelecek günleri unuttular da bir nice zulüm ve işkencelere maruz kaldılar, fakat yine de nankörlüklerinden vazgeçmediler. Yetmiş yıllık Babil esareti, İskender ve İranlılardan yedikleri kamçı, Romalılar­dan gördükleri elim işkenceler, insanlığın çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu esaret ve işkencelerin kıyamete kadar intikamını almaya and içen vicdanı kararmış kavim, madde dünyasında olduğu kadar rûh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü yapıyor. Büyük ruh­lara düşük, sefil ruhlara büyük, dedirten propagandayı insanlığın saf ha­fızasına sindirdikten ve zayıf his damarlarına aşıladıktan sonra, hayırla şer boğuşmasında insanlığın ma'sum ümidi olan zafer payını hayrın elin­den alarak şerre bağışlamasını -şeytanda bile eşi görülmeyen bir maha­retle- yapıyor.

Cenâb-ı Hak son olarak bir daha onları ikaz edip : «Ey İsrâîloğul­ları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve (bir zaman) sizi(n atalarınızı) diğer milletlerden üstün kıldığımı hatırlayın.» yani tuttuğunuz şeytanî metotlar­dan vazgeçiniz, buyuruyor. [263]

 

Tahliller

 

 Bu cümlenin tekrar edilmesindeki hikmet: a) Verilen nimetlerin dâima hatırlanmaya lâyık bulunduğu­na işarettir, b) Bir millet için en büyük nîmetin, başlarında bulunan hü­kümdarların âdil, haksever, Hakk'a tapar olması sebebiyle yükselmesi ve o devirlerde diğer milletlerden üstün tutulmasıdır. İşte İsrâîloğulları'nın da bir zamanlar böyle bir seviyeye ulaştıklarını hatırlatmaktır, c) Bu cüm­lenin hemen arkasından gelen ve ilâhî vaîdi (azap ile tehdid) hatırlatan cümleye bağlantı yaptığına dikkatleri çekmektir.

Nâsdan  bir aemm-i  gafir  üzerine  sizi üstün  kıldık.  «Âlemîn»den maksat, kesrettir. [264] Zamanımızdaki   milletler Üzerine üstün kıldık. [265]

Burada, şefaatin sadece kâfirler hakkında kabul olunmayacağına kesin beyân vardır. Mu'tezile'nin bu âyete dayana­rak şefaatin hiç kimse hakkında kabul olunmıyacağına dair olan istidlal­leri doğru değildir, nüsusa aykırıdır.

Adi, «fidye» manasınadır. [266]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Konu : Tarih boyunca İsrâîloğulları'na verilen nimetler.

Cenâb-ı Allah önce icmâlen (özet olarak) İsrâîloğulları'na —anılma­ya değer— birçok nîmetlerle ihsanda bulunduğunu hatırlatarak tarihin on­larla ilgili seyrinden ibret alma isti'dadında olan milletlerin dikkatini top­luyor; sonra bu nîmetlerin bölümlerine geçerek ruhlar üzerinde geniş te'sirler icra edecek aklî deliller getiriyor ve yaşayan insanları şekilden ruha, manasızlıktan hakikî mânâya davet ediyor.

Maânîde de icmal ve ibhamdan sonra izahın üç büyük faydası oldu­ğu zikredilir:             

1—  Aynı mevzu hakkında, önce kapalı sonra açık olmak üzere iki ci­hetten bilgi edinmek,

2—  Dinleyici üzerinde daha geniş ve derin te'sir bırakmak,

3—  İcmal ile konunun önemli olduğuna dikkati çekmek, izah ile ve­rilen bilginin lezzetini tamamlamak.

Zira bir şeye karşı iyice arzu hâsıl olduktan sonra ona nail olmak, şüphesiz ki daha zevkli olur. İşte Kur'ân-ı Kerîm'de de bu usûl takip edilmiştir. [267]

 

Meali:

 

49—  Hani size işkencenin en kötüsünü tattırıp   yüklemekte   devam eden, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı (kızlarınızı) diri bırakmak iste­yen Fir'avn'ın yoldaşlarından sizi (atalarınızı) kurtardığımız zamanı bir ha­tırlayın! Bunda da size Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.

50—  Ve hatırlayın ki sizin için denizi yarıp sizi kurtardığımızı; Fir'­avn'ın yoldaşlarını ise —sizler bakıp dururken— boğduğumuz zamanı!

 

İlgili Hadîsler

 

«İbn Abbâs (R.A.)dan yapılan rivayete göre : Cenâb-ı Resûlüllah (A.S.} Medine'yi teşriflerinde Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü. On­lara :

  Oruç tuttuğunuz bugün nasıl bir gündür? diye sordu.

  Bugün  iyi  bir gündür; Aziz ve Celîl  olan Allah,  İsrâîloğulları'nı düşmanlarından kurtardığı gündür, Hz. Mûsâ bugünü oruçlu geçirmiştir, dediler.

Cenâb-ı Resûlüllah (A.S.) :

  Ben, Musa'ya (yakınlıkta) sizden daha haklıyım, buyurdu ve âşû­râ günü hem oruç tuttu, hem de oruç tutmakla emretti. [268]

 

Tarihî Yönü

 

Fir'avn (İkinci Ramses olduğu sanılır. M.Ö. XIII. yüzyıl) ve etbâının İsrâîloğulları'nın erkek çocuklarını boğazlamak, kız çocuklarını diri bıra­kıp kendilerine alıkoymak suretiyle onlara en kötü işkenceleri yüklemele­rinin başlıca iki sebebi olduğu üzerinde durulur:

1__Tarihlerin kaydettiğine göre, Fir'avn bir gece rü'yasında Beytü'l:

makdis tarafından bir ateşin zuhur ettiğini ve kısa zamanda Mısır'ı teh­dit ederek bütün Kıbtî'leri yaktığını, fakat İsrâîloğullan'na dokunmadığını görmüş. Rü'yasını devrin meşhur kâhinlerine anlattığında onlar şöyle bir yorumda bulunmuşlar: «İsrâîloğulları'ndan bir çocuk dünyaya gelecek ve senin mülk ü saltanatının zevali onun elinde olacak!»

Bunun üzerine Fir'avn, İsrâîloğutlan'ndan doğacak bütün erkek ço­cukların öldürülmesini emretmiş. Bir rivayete göre, oniki bin erkek çocuk katledilmiştir.

2— Hazret-i Yûsuf zamanında Mısır'a gelip yerleşen bir avuç İbrani, birkaç asır içinde nazar-ı dikkati çekecek derecede çoğalmıştı. Bu hâlin devamı, ileride İsrâîloğullan'nın Mısıria hâkim olmalarını neticelendirecek-ti. İşte Fir'avn bu düşünce ve endişeyle onların erkek çocuklarını boğaz­latmış, kız çocuklarını diri bırakmış ve işkencelerin en ağırını onlara reva görmüştü. [269]

 

İlmî Yönü

 

İlâhî kudretle denizin Hz, Mûsâ ve İsrâîloğullarına açılıp yol verme­si, Fir'avn ve etbâını aynı geçitte boğması, büyük mu'cizelerden biridir.

Allah'ın varlığını ve mu'cizelerinin imkânını kabul eden fikir adamla­rı, harikulade olayları da kabul ederler. Yahut kabul etmek zorundadırlar.

Ancak Fârabî ve İbn Sina gibi İslâm filozofları mu'cizenin bir takım gızli-tabiî sebeplere bağlı olarak vuku' bulduğunu söylerler. Onun için -nu'cızeleri tabiî birer olay telakki ederek harikuladeyi kabul etmezler. Öy-e ki, mu'cizenin kâinat düzeninde hiçbir değişikliğe sebep olmadığını ileri  Mesela : Hazret-i Mûsâ, İsrâîloğulları ile birlikte Mısır'dan çıka-mak  enİ2İn saniline geldikleri zaman Mûsâ (A.S.) asâsiyle denize vur-rahat'Çin ei™r almıŞtL Denizde yol açılmış, bu yoldan kendisiyle kavmi rahatça geçmışlerdi- Fakat hemen sonra Fir'avn ile etbâı aynı yola gir-olayı s"6 i he?Sİ b'rden b°9uluP kaybolmuşlardı. Farâbî ile İbn Sina bu 3 tefsır ©derler: Denizler med ye cezre (gel-git olayına) tâbidir.

Hazret-i Mûsâ ile kavmi sahile geldiklerinde cezir olayi, Fir'avn ile eîbâı denize girdikleri sırada med olayı vuku bulmuştur.

Aristo felsefesi te'siri altında kalan bu iki filozofun, belirtilen görüş­leri karşısında şu sualler hatıra gelebilir: Denizdeki med ve cezir hâdisesi­nin bu şekil vukuu bir tesadüf eseri miydi? Aksi de olmaz mıydı? Hâdi­seyi tesadüfe bağlarsak, o zaman yalnız Hazret-i Musa'nın mu'cizesini de­ğil, onun peygamberliğini de inkâr etmiş olmaz mıyız? Harikuladeyi kabul ettikten sonra Allah'ın mutlak kudretini tanımak icap etmez mi? Bu sual­lerin cevabı biraz zordur.

Farâbî bir taraftan mu'cizeyi tabiî hâdiselere bağiarken diğer taraftan harikuladeyi kabul etmek zorunda kalır ve Füsûsü'l-Hikem [270] adlı eserin­de nübüvvet ve özellikleri hakkında şöyle der: «Peygamberlerin ruhunda kudsî bir kuvvet vardır. Nasıl ale'lâde insanların ruhları küçük âlem sayı­lan bedenlerine hâkimse, beden nasıl ruhun emrine uyarsa, peygamber-lerdeki kudsî kuvvet de bütün cisimlere hâkim olur. Maddî âlem onlara itaat eder. Bundan dolayıdır ki peygamberler hârikalar yaparlar. Peygam­berlerin fikir aynası her türlü toz ve pastan tertemiz bulunduğu için «Levh-i Mahfûz»daki âyetleri, meleklerin yaratılışındaki bütün izlenimleri kolaylıkla alır ve bunları Allah'ın mahlûkatına bildirirler.»

Meleklerle peygamberler arasındaki farka da temas ederek der ki: «Melekler bizatihi kaim olan gayr-i maddî suretlerdir. Bunlar ilâhî emir­den feyiz alırlar. Alelade insanlar, ancak zahirî hislerini tatil ettikten, me­selâ uykuya vardıktan sonra ilâhî emirle temasa geçebilirler. Fakat pey­gamberler uyanıklık hâlinde de bununla temasa geçebilirler. Demek ki, peygamberlerin zahirî ve bâtınî hasseleri aynı zamanda işler; zahirin işle­mesiyle bâtın tatile uğramaz.»

«Alelade beşerî ruhların kusuru, yalnız zahirî ve bâtınî hasselerin ay­ni zamanda işlemesinde değil, bundan başka bir de zahiri hasselerden bi­rinin işlediği sırada diğerlerinin kuvvetsiz kalmasıdır. Meselâ : Bir şeyi dik­katle dinlediğimiz zaman görme kabiliyetimiz za'fa uğrar. Fakat kudsî ruhlar böyle değildir.»

O halde Farâbî, İbn Sina ve emsali filozofların bu düşüncelerinden bir peygamberin üç ayrı özellik taşıdığı neticesini çıkarabiliriz :

1—  Peygamberler gaybe ait hususları bilirler.

2—  Peygamberler melekleri görür ve onlarla konuşurlar.

3—  Mu'cizeler gösterirler.

Harikulade olaylar hakkındaki düşüncelerini de şöyle özetleyebiliriz :

Maddî âlemin hâdiseleri maddî sebeplerin mahsûlü olduğu kadar, gayr-i maddî sebeplerin de mahsûlüdürler. Çeşitli hisler dimağımızda hâ­sıl olarak maddî cismimizi müteessir eder. Meselâ: Yüksek bir ağaca tır­manan bir adamın birdenbire korku ile gözlerinin karardığı, elleriyle ayak­larının tutmadığı, vücudunun titrediği ve bunun neticesi elinde olmıyarak düştüğü görülür. Bâzı insanlar sırf vehim mahsûlü olan bir korku yüzün­den bayılır ve hattâ ölür, Fakat irâdesi kuvvetli insanlar başkalarını kendi hisleriyle te'sir altında bırakırlar. O halde kudsî kuvvet sahipleri maddî âlemi çok geniş mikyasta teshîre muktedirdirler. İşte hârika bu kuvvetin eseridir.

Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek Farâbî, gerek İbn Sina tabiî kanunların değişmiyeceğine, illet ve malûl kaidelerinin tebeddül et-miyeceğine, dünyada sebepsiz bir şeyin vuku' bulmayacağına inanırlar.

Yine onlara göre, mu'cizeler henüz beşer idrâkinin üstünde birtakım tabiî kanunlar eseridir. Belki bir gün aklımız mu'cizenin vukuunu te'min eden kanunları keşfe muktedir olur.

Şüphesiz ki bu görüş ve iddiaların bir ucu Yunan felsefesine daya­nır. Gerçi bâzı İslâm âlimleri de mu'cize hakkında gizli illetlerden bahset­mişlerdir. Onların görüşünü de özetlemeyi ve sonra İslâm i'tikadına göre meselenin izahını yapmayı faydalı görüyoruz :

Bütün olayların, tabiî sebepler sonucu olduğunu kabul ediyoruz, fa­kat bunu kabul etmekle bütün bu sebeplerin bizim aklımızın kapsamına gireceğini iddia etmiyoruz, Tabiatta nice hâdiseler var ki bizim ilmimiz onları izah edemiyor. Belki mu'cizeler de henüz bizim idrâkimizin fevkin­de olan tabiî sebeplerin mahsûlüdür. Meselâ : Peygamberler içinde, kırk gün kırk gece oruç tutarak bir şey yemedikleri halde tabiî kuvvetçe hiç­bir za'fa uğramayanları vardır. Bu hâdise görünürde fevkalâdedir, fakat tabu sebeplerle izah olunmaz bir şey değildir. Biz niçin acıkıyoruz? Cün-û miderniz aldığı gıdayı hazım ettikten, kanımızı besledikten ve vücudu­muz bu gıdayı tükettikten sonra mide yine harekete geçmek ihtiyacını hissediyor. Açlık budur. Ama her günkü tecrübelerimizle anlıyoruz ki bir '.nsanın hQstalık esnasında yahut tehlike ve korku zamanında veya bir uzunt anında hazım kuvveti faaliyetini kaybediyor, günlerce açlık hisset-' Böylece mide vazifesini yapamıyor. O halde bir insan ruhen fev-^ me9gul olur da maddî âlemle ilgisini keserse, o da maddî kuvvet-berle .aali.yetten men'eder ve uzun bir zaman aç kalabilir. İşte peygam-1 bâzı hareketleri de aynı suretle tefsîr edilebilir.

bütün bu görüşleri  bir tarafa  itip ilâhî kudrete döndüğümüz vakit meseleyi daha iyi anlar ve anlatabiliriz.

İliet ve malûl silsilesini biraz uzatmaya muktedir olsak bile çok geç­meden yorulur ve terk etmek zorunda kalırız. Meselâ; yağmur bulutlar­dan yağıyor, diyoruz. Bu bulutlar buharlaşmadan meydana geliyor. Bu­harlaşma güneşin ısısından ileri gelmişti. O halde buharlaşma sudan oluş­muş, sonra bu buharlaşma tekrar su olmuştur. Bu silsile böyleee devam eder, gider fakat mesele çözülmüş sayılmaz; illet ve malûl zincirinden ön­ce ne halde ise yine öyle kalır,

O halde, kâinat mekanizmasının ancak ilâhî kudret ile hareket ettiğini kabul ederek, illet ve malûl zincirini O'nun irâdesinin tezahüratından tanı­yacağız. İlâhî kudret, ilâhî kanunlar dairesinde cihanı idare ediyor. Fakat ilâhî kudret bu kanunla kayıtlı ve ona bağlı değildir; ilâhî kudret isterse bu sünnet ve bu âdete uymayan âyet ve hâdiseleri tecelli ettirir. Bizim gördüğümüz illet ve malûl silsilesi câri âdetin devamından ve yeknesak­lığından ibarettir. Bu carî âdet devam etmezse, mahlûkat, menfaatlerini te'min edemez, zararları da vukuundan evvel sayamazlardı.

Hem Cenâb-ı Hak mu'cizeyle bize seslenerek diyor ki : Siz her şeyi illet ve malûl zincirine, diğer bir tâbirle sebepler silsilesine bağlıyorsunuz, fakat sebepleri muallâkta (askıda) bırakıyorsunuz. Sebep ve illetler be­nim kudretime dayanmaktadır. İşte sebepleri ara yerden kaldırdığımda si­ze göre mu'cizeler doğuyor.

Büyük mütefekkir ve mutasavvıf Mevlânâ Celaleddîn bu konuya te­masla diyor ki :

 «Cenâb-ı Allah bu mavi semânın altında hakikati arayanlar için bir takım kanunlar, sebepler ve yollar tâyin etmiştir. Dünyevî olayların ço­ğu bu sünnet ve âdete göre vuku' bulur. Fakat Allah'ın kudreti bâzan bu âdeti yırtar. Mu'cize ile bu âdeti bir ân için tatil eden de O'dur. Ey sebep ve illetlere i'tikad edenler! Hududüllahı aşmayınız, onu tanıyınız. Asıl se­beplerin müsebbibinin, sebep ve sünnetleri yarattıktan sonra kendini azl­ettiğini hiç bir zaman söylemeyiniz. Asıl müsebbib (Allah) istediğini ya­par. O'nun mutlak kudreti sebepleri yırtar, ara yerden kaldırır. Bu zahirî sebepler göz üzerindeki perdeler gibidir. Çünkü her göz, O'nun san'atının veçhesini lâyık olduğu gibi göremez. O yüzü görebilmek için o perdeyi yırtacak göz lâzımdır. Tâ ki bütün perdeler kalksın, Hakikatte hayır ve şer O müsebbipten zuhur ediyor. Esbab ve vasıtaların O'nunla bir işi yoktur. Rüzgar, toprak, su ve ateş Allah'ın bendeleridir. Bana sana göre bunlar cansızdır. Fakat Cenâb-ı Hak için canlıdırlar. Demiri taşa çaktınız mı ateş çıkıyor. Ana bu ateş Allah'ın emir ve iradesiyle çıkıyor. Sakın demiri taşa lüzumsuz yere vurma. Çünkü bunlar bir çocuğun doğmasına sebep ana-baba gibidirler. Görünürde demir ve taş, ateş için sebeptir. Fakat sen bunun üzerinde düşünmelisin! Zira bu zahirî sebebi, hakikî se­bep vücuda getiriyor. Yoksa bu sebep nasıl vücud bulabilirdi? Hakikî mü­sebbip bu sebebe te'sir vermiştir. İsterse o te'siri muattal eder. Peygam­berlerin ef'alindeki sebepler bu dünyevî sebeplerden daha yüksektir. Za­hirî ve dünyevî sebepleri bizim aklımız idrak eder. Fakat o yüksek sebep­ler yalnız peygamberlere malûmdur. Sathi düşünen insanlar zahirî illet ve malûle bakarak hakikî sebebi unuturlar. Peygamberler bu örtüyü yır­tarlar. O zaman illet ve malûl silsilesi boş kalır. Bu suretle peygamberler diğer insanların nazar-ı dikkatini hakikî sebebe teveîh ederler. Mademki bu zahirî sebepler hakikî sebeplerin hükmü altındadır, o halde sen de ha­kikî sebebi ara. Peygamberler sebepler zincirini kırarlar; mu'cizeler bay­rağını Merih'in üzerinde yükseltirler. Onlar bir vasıtaya muhtaç olmadan denizleri yararlar. Bir şey ekmeden buğday başakları biçerler. Kur'ân-ı Kerîm zahirî sebepler silsilesini koparmaktadır. Peygamberlerin zaferi, Ebû Leheb'in helaki hep böyle olmuştur. Ebâbîl kuşları bir takım taşlar attılar. Habeşlilerin ordusu helak oldu. Yukarıdan atılan bu taşlar, fillerin vücudunda delikler açıyordu. Bu suretle Kur'ân başından sonuna kadar zahirî sebep ve illetlerin müessir olmadığını ispat eder.» Bütün bunları özetleyecek olursak :

1—  Mu'cize, harikulade bir olaydır. Mu'cize illet ve malûl zincirini kı­rar.  Cenâb-ı   Hak, peygamberinin risâletinin doğruluğunu mu'cize ile te'-yid eder.

2—  Harikulade ve illetle malûl silsilesini kırmak, yalnız mümkün de­ğil, belki vâkidir.

3—  Tabiî kanunlar, ilâhî âdet, illet ve malûl hakkındaki bilgimiz tec­rübeye dayanır.

4__ Tecrübeyle elde edilen bilgi, mantıkî bir yolla umumileştirilemez. Bu bakımdan mu'cizelerin imkânını inkâr için esas teşkil etmez.

5__  Tecrübe ya şahsî müşahede ve düşünceye, yahut başkalarının müşahede ve düşüncesine dayanır.

6__  Mu'cizenin delilleri, şahsî müşahedeye ve onu gözleriyle gören­lerin şahadetine dayanır.

7__ Bilnassa Peygamberimizin rnu'cizelerine dair olan rivayet ve deliller sair hâdiselerle ilgili tarihî delillerin  hepsinden kuvvetlidir.  Bu da mucizelerin vkuunu isbat eder. [271][272]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Kur'ön-ı Kerîm'in haber verdiği bu olay (denizin ayrılma hâdisesi) ahlâkımızı yükseltecek, cemiyetin maddî ve manevî hayatını tanzim ede­cek dört ilâhî lûtfu ifâde etmektedir:

a)  İsrâîioğulları Hazret-i  Mûsâ ile öyle bir sıkıntıya düştüler ki, ar­kalarında Fir'avn ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz.. O günkü tesli­miyetleri onların bu korkunç tehlike girdabından kurtulmalarına vesîle ol­du. Büyük bir mu'cize olarak deniz ayrıldı. Demek ki, bilhassa sıkıntılı ân­larda -bütün maddî imkânları kullanmakla beraber- Allah'a teslîm olmak, kurtuluşun ilk ve son yoludur. İstiklâl savaşımız, Çanakkale zaferimiz böy­le bir teslimiyet ruhu içinde başarılmıştır.

b)  Düşman kahrından kurtulduktan sonra da teslimiyeti elden bırak­mamak, Allah'ın lûtf u ihsanını, inayet ve nusretini hatırlıyarak ölünceye kadar arz-ı ubudiyyette bulunmak gerektir. İsrâîioğulları bu lütuf ve ihsa­nı çarçabuk unutarak altından buzağıya tapmaya heveslendikleri için zâ­limlerden oldular. Hakk'ı bırakıp insan ve hayvanları ilâhlaştırmak ne bü­yük ve ne kötü nankörlüktür! Tarihte birçok milletler bu yüzden helak ol­muşlardır.

c)  İnkârı gayri  kabil   bir mu'cizeyi gördükten sonra küfre sapıp şir­ke düşmek, ölçüsüz bir tuğyandır. İlâhî rahmet ve inayet tecelli etmeyecek olursa, o, ebedî bir husrân olur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de en büyük mu'cizesi Kur'ân'dır. Onu görüyoruz, okuyoruz, okuyanları dinliyoruz. İnkâra sapıp, ona çöl kanunu diyecek kadar ahmaklaşan kimselerin sapık Yahudilerden ne farkı kalır?

d)  Zulüm ve tuğyan adaleti yıkınca, millet intihara yüz tutmuş sayı­lır. Krallar putlaştırılınca, milletin zevali yaklaşmış olur. İşte Fir'avn ve etbâı bu sapıklığa düşmüşlerdi.   Neticeleri   malûm...   Bu ilâhî   ihtardan uyanmıyan milletleri de elîm bir sonuç beklemektedir. [273]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah Teâlâ İsrâîloğullanna ihsanda bulunmuş olduğu üçüncü bü­yük nimeti açıklıyarak va'dolunan Tevrat'ın, Musa'ya bir fürkan (hakla bâ­tılı birbirinden ayıran kesin hüccetlerle dolu bir kitap) olarak verildiğini beyân ediyor. [274]

 

Meali:

 

51— Ve yine Musa'ya (Tevrat verilmek üzere Tûr'da) kırk gece (ibâ­det edip beklemesi için) va'dettlğlmizi (veya vade verdiğimizi) hatırlayın ki siz onun ardından (nefsinize) zulmediciler olarak (Sâmirî'nin altından yaptığı) buzağıyı (ilâh) edinmiştiniz!

52__  Sonra bunun ardından da şükredesiniz diye sizi bağışlamıştık.

53—  Ve hani doğru yola erişesiniz diye Musa'ya kitap ve furkanı ver­miştik.

54—  Musa da kavmine : «Ey milletim! Cidden buzağıyı (İfâh) edin­menizle kendinize zulmettiniz. Derhal (her kusurdan pak ve yüce olan) aradanmıza tevbe edin; (nefsinizin kötü arzularını kesin de Allah yolun­ca) kendinizi öldürün. Bu, Yaradanmız katında sizin için daha hayırlıdır» O "om"   BUnün üzerine (A"ah) tevbenizi kabul buyurmuştu. Şüphesiz ki  tevbeleri çokça kabul eden, O'dur çokça merhamette bulunan.

 

Tarihî Yönü

 

(M.Ö. XIII. yüzyıl) İsrâîloğuNarı Kızıldeniz'i geçtikten sonra asıl yurt­ları olan Ken'an iline (Filistin'e) doğru hareket ettiler. Tevrat'ın Çıkış kıs­mındaki kayıtlara göre [275] İsrâîloğullan Mısır'dan çıkışlarının üçüncü ayın­da Sina çölüne ulaşabilmişler ve Tûr dağının karşısında çadırlarını kur­muşlardı. Hazret-i Mûsâ kırk gece kalmak ve bu müddet içinde ilâhî emir­leri telakki etmek üzere TCır'a çıktı ve orada belirtilen müddet bekledi. Kendisine va'dolunan Tevrat-ı Şerîf verildi. İsrâîloğullan ise Hazret-i Mû-sâ'nın gecikmesini bahane ederek Hz. Harun'u sıkıştırmaya başladılar: önlerinde kendilerine mânevi rehber olacak maddî bir tanrı yapmasını söy­lediler. Hz. Harun onları teskine çalıştıysa da muvaffak olamadı, Sâmirî adında kurnaz bir sanatkâr kadınlardan altın yüzük, küpe ve sair zînet eş­yalarını toplayarak bir buzağı yaptı. İsrâîloğullan da bu buzağıyı tanrı diye kabul ettiler ve Allah'ı bırakıp ona tapınmaya başladılar. Tevrat'da buzağı heykelini yapanın Samirî değil de Hz. Harun olduğu kaydedilirse de ger­çeğe uygun değildir. Çünkü Hz. Harun da' peygamberdi. Bir peygamberin put yapması asla düşünülemez. [276]

Bu sırada Hazret-i Mûsâ Tevrat'ı yüklendiği halde Tûr'dan aşağı in­di. Milletinin dinden dönüp buzağıya taptığını görünce öfkelendi ve bu üzüntü içinde Harun'un sakalını tutup çekerek : «Bu milletin fesada git­mesine neden meydan verdin, göz yumdun?» diye azarladı. Hz. Harun du­rumu, Sâmirî'nin menfi tutumunu izah etti. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ buzağıyı parçalayıp suya attı ve İsrâîloğulları'nın derhal tevbe etmelerini, nefsanî arzularını frenlemelerini, Allah uğrunda kendilerini (nefsani az­gınlıklarını) öldürmelerini emretti. [277]

«Buzağıya tapmak âdetinin Yahudilere, Mısırlılardan sirayet ettiği anlaşılıyor. Renan, Maspero ve Konig bu fikirdedirler. Bunlara göre Ya­hudilerin buzağıya tapmaları Mısırlıların Menfis'teki (Mendes)e tapmala­rının taklidi idi.» [278] Aynı eserdeki «Altın Buzağı» konusunda buzağıya tap­mak âdetinin Yahudilere Mısırlılardan geçmediği, çünkü Mısırlıların canlı hayvana taptıkları söyleniyor. Fakat Yahudilerin de Mûsâ devrinde canlı hayvanlara taptıkları bu sûrenin 67-71 inoi âyetlerinden anlaşılıyor. İhtimal ki altın buzağı, canlı buzağının timsali idi. Yahudiler, Mısırlılar arasında asırlarca yaşadıkları için onların te'siri altında kalmamalarına imkân yoktu. Buzağı veya öküze ibâdet ise eski Mısır'da en eski zamanlardan beri mâ­ruftu. Musevî şeriatı, bu âdete karşı gelmek için Yahudilerin bu hayvanları kesmeleri üzerinde ısrar eüer. Buna rağmen, buzağıya tapmak âdetinin Ho-şea zamanına kadar devam ettiği anlaşılıyor. Yine Çıkış: 8/5'teki kayıtlarda deniliyor ki: «Kesilip atılsınlar diye gümüş ve altınlardan kendilerine put­lar yaptılar. Ey Sâmiriye, senin buzağını attı; onlara karşı öfkem alevlen­di ne vakte kadar ismete eremiyecekler? Çünkü bu da İsrâîldendir; onu işçi yaptı ve o Allah değildir. Gerçek Sâmiriye'nin buzağısı parçalanacak. Çünkü yel ekiyorlar kasırga biçecekler; onun sapı yoktur, füiz un vermi-yecek, eğer verse bile onu yabancılar yutacaklar.» [279]

 

İlmî Yönü

 

Varlık âleminde her cins ve nev'in kendine has birtakım sıfatlan diğer bir tâbirle özellikleri vardır. Bu sıfatlar onların fertlerinde de bulu­nur. Belirtilen kaideye göre, peygamberlerin de kendilerine has bâzı sıfatları vardır; onlar o sıfatlarla diğer insanlardan ayrılırlar. Ve insanda yaratılıştan mevcut olmayan, bilâhare kazanılan veya nail olunulan birta­kım özellikler daha vardır. Meselâ câhil bir kimse, İçinde yaşadığı cemi­yetin entellektüel faaliyetleri potasında inkişaf ede ede ilim sıfatını kazana­bilir. Peygamberler de risalet sıfatına nâii olabilmek için ruhî tekâmüle muhtaçtırlar. Bazen bu, rü'yayla başlar; gelişe gelişe ilâhî vahyi kaldırma­ya bir zemin hazırlanmış olur. Hemen hemen her peygamber bu devreyi geçirmiştir. Hazret-i Mûsâ da bu devreyi aştıktan sonra ilâhî risâleti yük­lenmeye müsait ruhî bir kuvvete nail olabilmişti. Tûr dağında Allah .ile mükâlemeye mazhar olabilmek ve Tevrat'ı kaldırabilmek için de ayrı bir manevî tekâmüle lüzum vardı. Kırk gece Tûr'da beklemesi ve maddî âlem­le ilişiğini kesmesi bunu ifade eder.

Şunu da ilâve edelim ki, «Ruhî ve manevî tekâmül ve gelişme pek az kimsede son noktasına ulaşır.» Bu az kimseler içinde peygamberler baş­ta gelir. Çünkü tekâmül, ruhen gelişme ancak irâdenin devamlı bir gay-'eti, azmin sarsılmaması, dokuların muayyen bir durumda bulunması, ce-et, cesaret, adalet ve hakseverlik duygusunun gelişmesi, bütün duy­guların ve zekânın pürüzlerden kurtularak berrak bir hal alması ve daha, iyi bilmediğimiz birçok şartların sağlanması sayesinde mümkündür. Bilhassa dînin  ilâhî lütuf adını verdiği  psikofizyolojik şartın bunda  çok muhım bir rolü vardır. Esasen, bütün -bilinen ve bilinmiyen- şartlar pey­gamberlerde mevcuttur. Onların zekâ ve hafızaları her türlü pürüzlerden durudur. İrâde gayretleri devamlıdır. Ancak ilâhî vahyi kaldırabil-1 ıcın manevî alanda birkaç devre geçirmeleri gerekir.

yeni ilkokula giden bir çocuğun orta dereceli okullardan geçbir denbire yüksek okula girmesi ona nasıl ağır gelirse ve körpe için faydaiı bir talîm yolu değilse, bir peygamberin de birkaç merhale aşmadan birdenbire Allah ile mükâlemeye mazhar olması o nis-bette ve belki daha fazla ağırdır. Bunun içindir ki, yetişme ve gelişme is-ti'dadinda olanlar için kırk yaş kemal devresi sayılır. Ağır ilmî bir konuyu gereği gibi hazmedebilmek için en az kırk gün o konu üzerinde düşünüp çalışmak ister. Hazret-i Musa'ya kırk gece vade verilmesinin hikmetle­rinden biri de budur. [280]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

«Siz onun ardından (nefsinize) zulmedici-ler olarak (Sâmirî'nin altından yaptığı) Buzağıyı (ilâh) edinmiştiniz!»

Gelenek ve göreneğin insan üzerindeki te'sirlerinin tezahürleri zaman zaman kendini belli eder. Sistemli bir eğitim bile bunu tamamen gidere­mez. Hazret-i Muhammed (A.S.)ın vefatını müteakip onbir kadar Arap ka­bilesinin irtidad edip baş kaldırması bunun canlı misallerinden biridir. İs-râîloğulları'nın tek Allah'ı bırakıp buzağıya tapınmaları, uzun yıllar Mısır'da görüp benimsedikleri âdetin bir neticesidir. Hazret-i Musa'nın devamlı va'z u nasihati onları bu karanlık yoldan kurtarmış, nurlu ufuklara doğru götür­müştü. Fakat ne yazık ki Mûsâ (A.S.)tn kırk günlük gibi kısa bir zaman ay­rılmasıyla, onların ruhuna kadar işlemiş olan putperestlik kalıntıları yeni­den canlanmıştı. Bu sebeple tekrar mânâdan maddeye, yaradan'dan ya­ratılana, ışıktan karanlığa bir dönüş yaptılar. Allah'ın peygamberi Tûr'dan dönünce onları tevbeye davet etti ve affolunmaları için Allah'a duâ ve ni­yazda bulundu. Allah da onların tevbesini kabul edip hepsini bağışladı.

Bu meseleden diğer milletlerin alacağı öğüt:

a)  İnsanların bir kısmı irsî kusurlarla doğar. Bir kısmi da yaşadığı cemiyet içinde birtakım kusurlar ve kötü âdetler edinir. Din ve ahlâk bu kusurları gidermeye çalışır. Bu bakımdan fert ve cemiyete, devamlı suret­te ilâhî buyrukları, ahlâkî konuları işlemek ve bu iki yolla gönülleri kir­den ve pastan temizlemek gerektir. İhmâli asla doğru değildir. Zira, dînî ve ahlâkî disiplinden   mahrum   kalan   bir cemiyet  çarçabuk  bozulabilir. Fertlerin de kalpleri o nisbette katılaşabilir.

O halde, hiç olmazsa haftada bir saat dînî-ahlâkî öğütler dinlemek, ilim adamlarının meclisine iştirak etmek ve dînî eserler okumak çok fay­dalı olur.

b)  İsrâîloğulları, Hazret-i Musa'dan kırk gün uzak kaldıkları için al­tından mâmül buzağıyı tanrı edindiler. Şimdi de Hazret-i  Muhammed'e (A.S.) inanmadıkları ve asırlardır ondan uzak bir yol tuttukları için para-

yı ve başka milletlerin kanını emmeyi bir bakıma tanrı edindiler. Putpe­restliklerinin şeklinde değişiklik var, fakat ruhunda yoktur. Kur'ân-i Ke­rîm onları takbîh yollu ikaz, bizleri de irşat yollu tenbîh ediyor.

«Sonra bunun ardından da şükredersiniz dîye sizi bağışlamıştık.»

Bir uyarıcı mürşidin irşâdiyle dönüş yapmak, tevbe etmek ve ilâhî rah­met kapısından içeri girmeyi arzulamak, ilâhî affa nail olmaya vesiledir. Bundan sonra devamlı şükretmek, Allah'ın hoşnutluğuna yol açar.

c) İnsan yalnız aklının kılavuzluğuyla ilâhî sınırları tâyin edemez. Bu­nun için peygamber ve kitap gönderilmiştir. Akıl ve mantık yanılabilir. Onlara ışık tutan, yanıldıklarını gösteren basîret kuvvetidir. Bu kuvvetin kaynağı lâhutîdir. Bunun için Cenâb-ı Allah, Yahudîlere geçmişteki nîmet-

lerini hatırlatarak:«Ve ha­ni doğru yola erişesiniz diye Musa'ya Kitap ve Furkan'ı vermiştik» buyu­ruyor. [281]

 

Tasavvufi Yönü

 

Kur'ân-ı Kerîm'de, Allah'ın Mûsâ Peygambere, kırk gece ibâdetten sonra, kitap vereceğini vaad ettiği, İsrâîloğulları'nın savaştan çekin­dikleri için ceza olarak kırk yıl çölde kaldıkları,[282] Mûsâ Peygam­bere, Allah'ın 30 gece vâde verdiği ve bu vâdenin on gece ile de ta­mamlanıp, kırk olduğu, bu müddet içinde İsrâîloğuliarı arasında Harun'un Musa'ya vekâlet ettiği bildirilmektedir. Tevrat'a göre de, Mûsâ Tûr da­ğında kırk gün kırk geoe kalmıştır.[283] Hıristiyanlarda da, paskalyadan altı hafta önce, 40 gün süren bir perhiz vardır. Bu 40 sayısı ile 7 ve 3 gibi bâzı sayıların mukaddes sayılmasının, Rsagurçular vasıtası ile Mısır'dan e belki de Hind'den geldiği ve bu inanışın pek eski olduğu muhakkaktır.

Tarıkatlardaki   çile   bu inanıştan   doğmuştur.    Çile,   farsça   çehlen kelimesinin muhaffef şeklidir. 40 gün ve 40 geçe temiz ve kimsenin geıp insanı rahatsız etmeyeceği bir yere çekilip, ibâdet etmek mânâsına gelir. Arapçada yine kırk kelimesini ifâde eden «erbaîn» kelimesi, çile kelimesinin tam karşılıgıdır.

Çile, bütün  dinlerde  bulunan  orucun  aşırı   bir  sülük etmeği hakikate ve Tanrıya ulaşmaga Esmayı, yâni Allah adlarını zikrederek esas tutan tarikatlerde ve bilhassa halktan çekilip bir yerde ibâdet etmeği Allah'a ulaşmak için ve-sîle sayan Halvetîlerde bu inziva «erbain» diye anılır.

Tarikatlerdeki çile (erbain), diğer dinlerdeki oruç ve perhizler île Müslümanlıktaki îtikâfın aşın bir şeklidir. [284]

Velâyetnâme adı ile tanınan Hacı Bektaş menâkıbinde de Haçı Bek-taş'ın Necef'te, Medîne'de, Kudüs'te, Şam'da Câmi-i Ümeyye'de, Elbis­tan'da, Ashab-ı Kehf mağarası etrafındaki makamlarda ve Anadolu'ya geldiği zaman Suluoa Karahöyük mescidinde erbainler çıkardığı hikâye edilmektedir. Bütün rivayet ve menkabeler, bize halvet ve erbaîn'in he­men bütün tarikatlerde bulunduğunu ve menşeinin eskiliğini gösterir, [285]

 

Tahliller

 

Vaad kökünden gelen bu fiil iki türlü okunmuştur: Birinci kıraate {Ebû Amr ve Yâkub kıraati) göre, va'dleşme iki taraf­tan olmuştur. Allah Teâlâ Musa'ya Tevrat'ı göndereceğini va'detmişti. Mûsâ da mikate (Tûr dağına) gideceğini ve orada kırk gece ilâhî emre uyarak ibâdetle meşgul olup mâ-sivâdan ayrılacağını va'detmişti. İkinci kıraate göre, Cenâb-ı Hak, Musa'ya Tevrat'ı indireceğini va'detmiş ve bu­nun için mikate gelip kırk gece beklemesini tenbîh buyurmuştu. Bu kırk gecenin, zilkadenin birinden zilhiccenin onuna kndar olan müddet oldu­ğu söylenir. [286]

Afv, cerimeyi silip kaldırmak mânâsına gelir. [287]

Furkan, hak ile bâtıl arasını ayıran hüccet, yahut haklıyla haksız ara­sını veya küfürle îmân, helâl ile haram arasını ayıran mu'cize ve ilâhî ka­nun, gibi manalara delâlet eder. Veyahut mü'minle gayr-i mü'min arası­nı ayıran nusret anlamında da kullanılır.

Noksanlık, artık ve eksiklikten bert olan ve sizin birkısmınızı diğer bir kısmınızdan şekil ve fizyonomi itibariyle ayıran. Yaradan'!-nız, demektir. Terkibin aslı, bir şeyi başkasından ayırıp hâlis kılmaktır. «Hasta marazdan; borçlu, borcundan halâs bulup ayrıldı (kurtuldu)» söz­leri bu fiille ifâde edilir.

 Kendinizi  (Ailah   yolunda)   helak   ediniz   veyahut şehvanî arzularınızı Öldürünüz. [288]

Tevbe etmek için çokça tevfîk veren ve günahkârların tev-besini çokça kabul eden, dernektir. [289]

 

Ayetler Arasinda Bağlantı

 

Cenâb-ı Hak, İsrâîloğulları'na, dünyalarını huzurlu bir düzene soka­cak, âhiretlerini saadete garkedecek Tevrat'ı indirmişti. Onlar bu üstün nimetle yetinmiyerek şüphe sarsıntısına düşüp hislerine mağlup oldular; maddeye olan aşırı temayülleri, putlara olan alışkanlıkları sebebiyle Al­lah'ı bir cisim zannederek O'nu görmedikçe Musa'ya asla inanmıyacak-larını beyân ettiler. Bunca mu'cize ve nimetler karşısında onların bu aca­yip teklifi ve bu husustaki inatları, ilâhî gazabı üzerlerine çekmiş ve müt­hiş bir sarsıntı, gürültü içinde düşen yıldırımların te'sir sahası dâhilinde kalıp yarı ölü bir vaziyette kendilerinden geçmişlerdi. Mûsâ Peygamberin duâ ve niyazıyla Allah onlara altıncı büyük nîmetini bahşetti; onları o yarı ölüm hâlinden kurtardı.

Bunu müteakip Allah yedinci ve sekizinci büyük nîmetlerinden, bulu­tun gölge olmasından, üzerlerine menn ve selvâ'nın indirilmesinden bahsederek, hem İsrâîloğuilarını, hem de diğer milletleri tarihin bu akışından haberdar ederek intibahe ve ibret almaya davet ediyor. [290]

 

Meali:

 

55—  Ve hatırlayın ki (sizden   temsilci   olarak   yetmiş   kişi Musa   ile Tûr'a çıktığınızda): «Ya Musa! Biz Allah'ı açıkça meydanda görmedikçe sana asla inanmıyacağız..» demiştiniz de yıldırım size çarpmıştı ve siz de bakıp duruyordunuz.

56—  (Bir bakıma) ölümünüzden sonra da şükredersiniz diye sizi (o baygın halden uyandırıp) kaldırmıştık.

57—  Ve (Sina çölünde sizi güneşin yakıcı sıcaklığından korusun di­ye) üstünüze bulutu gölge yapmış, üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirmiş ve «Size rızık olarak verdiklerimizin iyisinden yeyin,» demiştik. (Fakat onlar bu nimetlerin şükrünü yerine getirmeyip nankörlük etmekle) Bize zulmetmem işlerdi, ama kendilerine zulmetmişlerdi.

 

İligili Hadîsler

 

«Sizler muhakkak Rabbinizi, bedir gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, (kıyamet günü) göreceksiniz.»[291]

«jsrâîloğuilarından olmasaydı, yiyecek maddeleri bozulmaz, et de kokmazdı. Havva (anamızdan) olmasaydı hiçbir kadın kocasına hiyânet etmezdi.» [292]

Açıklama : Allah ezelî ilmiyle, yahudilerin ve Havva'nın ne yapacak­larını bildiği için, et ve kadını bugünkü özellikte yaratmıştır.

«Kızıla mâyil akmantar, nimet ve ihsandan (veya kudret helvası gibi külfetsiz elde edilen nîmetten)dir. Suyu göze şifâdır.» [293]

«Acve (Medine'nin iyi cins hurması) cennet nimetinden (veya kudret helvası gibi ilâhî ihsandan)dır. Onda zehire (zehirlenmeye) karşı şifâ var­dır. Mantar da kudret helvası (cinsinden, onun gibi ilâhî ihsandan)dır. Suyu göze şifâdır, [294]

 

Tarihi Yönü

 

FiKavn (İkinci Ramses olduğu sanılıyor. M.Ö. XIII. yüzyıl) devrinde Mı­sır'dan çıkan Hz. Mûsâ ve İsrâîloğulları, bu uzun ve yorucu göçlerinde birçok ilâhî âyetlere mazhar olmuşlar, bir nice nimetlere kavuşmuşlardı. Bununla beraber İsrâîloğuiları bazen ümitlenmiş, bazen ye'se düşmüşler­di. Bazen maneviyata gönü! bağlamış, bazen de maddenin cazibesine ka­pılmışlardı. Hazret-i Mûsâ, onları manen takviye etmek için zaman za­man —Allah'ın izniyle— mu'cizeler göstermiş, va'z u nasihatta bulun­muştu. Uzun yolculuğun sıkıntısına tahammül edemeyenler ise, Mısır'dan ayrıldıklarına hayıflanıyor ve bu üzüntü içinde isyankâr bir tavır takınıyor­lardı. Bu durum karşısında onları daha fazla inandırmak ve bütün şüphe ve kuşkularını gidermek gerekiyordu. Hazret-i Mûsâ ilâhî emirle Tûr'a çı­karken onların ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi de beraberinde götürdü. Allah ile.mükâlemeden sonra huzurdan ayrılan Mûsâ Peygambere dedi­ler ki: Gerçi biz birtakım konuşmalar duyduk, ama Allah'ı apaçık gör­medikçe sana elbette inanmıyacağız. Bunun' üzerine —Kur'ân-ı Kerîm'in seyân ettiği gibi— şiddetli yıldırımlar indi ve hepsini yarı ölü bir vaziyette yere serdi. Tevrat'ın Çıkış kısmında buna temas edilerek deniliyor ki: «Üçüncü gün sabah olunca gök gürlemeleri, şimşekler ve dağ üzerinde toyu bir bulut ve çok kuvvetli boru sesi oldu. Ordugâhta bulunan bütün kavm titredi.»

 Hazret-' Mûsâ bu hali görünce : «Ya Rab! Bilirsin ki ben bunları si-^'™ k0nu?mama 9ahid göstermek için getirmiştim. Şimdi ise hepsi neredir. Milletime dönünce ne söyliyebilirim. Ya Rab! Celâlin hak

ki için bunları kurtar» diye niyazda bulundu. Allah da peygamberinin duâ ve niyazını reddetmedi, onları tekrar hayata çevirdi.

İsrâîloğuiları Tih çölünde güneşin sıcaklığından korundular; bir bu­lut parçası hep onlara gölge oldu. Fakat bu yolculukta azıkları bitti, aç­lık tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Cenâb-ı Hak bir mu'cize olarak üzer­lerine kudret helvasıyla bıldırcın kuşu indirdi. Tevrat'ta bundan bahisle deniliyor ki: «İsrâîloğulEan Kızıldeniz'den geçerken bulut onlara gölge ol­maya başlamış; kudret helvası ile bıldırcın kuşunun indirilmesi de Kızıl-deniz'le Sina çölü arasında başlamış.» Çıkış kitabının 16/13'de de şu cüm­lelere rastlamaktayız : «Vaki oldu ki akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâ-hi kapladılar ve sabahleyin ordugâhın etrafına çiğ düşmüştü. Düşmüş olan çiğ kalkınca, işte çölün yüzündeki toprağın üzerinde kırağı gibi küçük, yu­varlak bir şey vardı. İsrâîloğuiları bunu görünce birbirine dediler ki: Bu nedir? Çünkü onun ne olduğunu bilmiyorlardı. Mûsâ onlara dedi ki: Bu, Rabbın yemek için size verdiği ekmektir. Rabbin emrettiği şey budur. Her biriniz yiyeceğinize göre ondan devşirin, adam başına bir omer (3.70 litre) olmak üzere canlarınızın sayısına göre her biriniz çadırında olanlar için alacaksınız. Ve İsrâîloğuiları böyle yaptılar, kimi çok kimi az devşirdi. Ve omer ile ölçtükleri zaman çok devşirenin fazlası yoktu, az devşirenin ek­siği yoktu, herkes yiyeceğine göre devşirmişti. Mûsâ onlara dedi ki: Sa­baha kadar hiç kimse ondan bırakmasın. Fakat Musa'yı dinlemediler; ba­zıları ondan sabaha kadar bıraktılar ve kurtlanıp koktu, Mûsâ onlara öf­kelendi.» Çünkü Allah'ın Rezzaku'I-âlemîn olduğunda şüpheleri vardı. Bu şüphe onların gönlünden kanaati silip çıkarmıştı. Ve tarih boyunca Ya-hudîlerin bu karakteri değişmemiştir. [295]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Peygamberler, gönderildikleri kabile ve milletleri ruhen yükseltmek, onlara en güzel ahlâkî yolları göstermek için çalışır, mücadele ve mücâ-hede ederler. Ayrıca onları yeni baştan organize etmek ve ilâhî prensip­lere uygun bir şekilde yetiştirmek arzusundadırlar. Bu da meşakkatsiz ol­maz. İnsan mermer ise, peygamberler onun heykeltraşıdır. İnsanın hakikî veçhesini alabilmesi ve asıl kıvamına kavuşabilmesi için birtakım çekiç darbeleriyle onun varlığından parçalar koparılması ve ruhî aydınlığa eri­şebilmesi için d.e perdahlanması lâzımdır. Hazret-i Musa'nın önderliği sa­yesinde zulüm, işkence ve ibtidaî bir hayatın eşiğini aşan İsrâîloğuiları, öz varlıklarına, asıl hüviyetlerine kavuşturulma yolunda bu yontulmanın tatlı taraflarını görünce şımardılar, acı taraflarını görünce tuğyan ettiler; i'tidali muhafaza edemediler. Hazret-i Mûsâ sık sık onları ikaz etti, düş­tükleri küfrü tuğyan çukurundan kurtulmaları için onlara yakîn (= kesin bilgiye dayanan inanç) verecek nitelikte mu'cizeler gösterdi. Fakat onlar

bir türlü hissin kesafetinden, maddenin ağından ve gaybi örten perde­den kendilerini kurtaramadılar. Her türlü küstahlığı yaptılar ve birçok mu'cizeler yetmiyormuş gibi bir de kalkıp, dosdoğru inanabilmeleri için Allah'ı apaçık görmeyi şart koştular. Bir nice âyetler, büyük nimetler, af ve mağfiretler onların maddeye yaslanmış tabiatlerini değiştiremedi.

Demek ki, insan yapısını düzelten, onu asıl hüviyetine kavuşturan, ne mu'cize, ne de keramettir. Yol ve metot bu olmuş olsaydı, Isrâîloğulları islâh-i nefs ederlerdi. Gerçi o günün metodu, hârikalar göstermek, mu'­cizeler izhâr etmekti. Fakat Yahudîlerin taş kadar katı olan kalbleri yu-muşamamıştı. Çünkü asıl yol, peygamberlerin getirmiş olduğu dînî esas, dînî ahlâk ve içtimaî düzendir. Bunlar maddî görüşten uzak bir şekilde ele alınıp iç varlığımızda disiplinli bir alışkanlık vücuda getirdiği ve bu yolla nefse hâkimiyeti sağladığı gün insan gerçek mânâda insan olabilir.

O halde milletler ve kabileler peygamberlerin getirdiği ilâhî nura ka­fa ve kalblerini açık bulundurabilmeleri için önce derunî bir disipline muh­taç olduklarını, yaşamaları ve nesli maddî ve manevî sıhhat içinde devam ettirebilmeleri için İlâhî kanunlara itaatin zarurî ve şart olduğunu bilme­lidirler. Bunun içindir ki Hazret-i Muhammed [AS.) milletleri mu'cizeyle değil, ilim ve irfanla, ahlâkî, içtimaî, iktisadî prensiplerle Hakk'a davet et­miştir. İnanmış olan milletler bugün mu'cize aramamakta ve buna ihtiyaç hissetmemekte, ancak Kur'ân'da beyân edilen esas ve prensipleri tahak­kuka çalışmaktadırlar. İsrâîloğuiları ise dün olduğu gibi bugün de aksi bir metot uygulamaktadırlar. Bu yüzden tarih boyunca zilletten kurtula­madılar. [296]

 

İtikadî Yönü

 

Biz Allah’ı açıkça meydanda görmedikçe sana asla inanmıyacağız.»

Mu'tezile bu âyetle «Allah'ı görme»nin, mümkün olmadığını istidlal et­miştir. Mu'tezileden  Kadi Abdulcebbâr'a göre «rü'yetül'llah»  caiz olmuş "Isaydı İsrâîloğuiları bu isteklerinden dolayı hışma uğramazlardı. Çünkü gökten inen mâidenin değiştirilmesini  istediklerinde böyle  bir hal' vuku bulmamıştı.

Ehl-i Sünnete göre, Allah'ı dünyada görmek mümkün değilse de âhi-rette  keyfjyetsiz olarak  görmek  mümkündür.   Çünkü   Resûlüllah   (A.S.) : r gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, Rabbinizi göreceksiniz,»  buyur-Ştur. Bu hadîsi ashab-ı kiramdan 21 zat rivayet etmiştir.

İsrâîloğulları dünyada mümkün olmayan bir şeyi istedikleri ve daha önce gösterilen mu'cizelerle yetinmedikleri için Allah'ın hışmına uğramış­lardır. [297]

 

Tahliller

 

«Cehre». Aşikar okumak manasını taşır. Sonra muayene (ayân-beyân görünmek) mânasında kullanılmıştır,

Ba's, ölümden sonraki dirilmek veya diriltmek mâ­nâsına geldiği gibi baygınlık ve uykudan kaldırmak mânâsına da gelir. [298]

Âyette geçen «selva» kuşunun Türkçe karşılığında «bıldırcın» ve «yel­ve» diye iki isim gösterilmiştir. Kamûs'ta: «Selva» bal'a denildiği gibi bir kuş adıdır da. Mütercime göre, bu kuş, Türkçede «yelve» dedikleri bir kuştur ki pek vahşi olur.

Halbuki yelve kuşu (Flûrya) serçegillerden, serce büyüklüğünde bir kuştur. Bitkilerle beslenir, ağaçlık ve fundalıklarda, ormanlarda ve mezar­lık gibi tenha yerlerde yaşar. Kafeste de beslenir. Eti doyurucu değildir ve kurak, ağaçsız çöllerde yaşıyamaz. Bu bakımdan Tîh'te İsrâîloğulları'na indirilen kuşun, bıldırcın olması kuvvetle muhtemeldir. Oünkü bıldırcın, tavukgiller takımının sülünler familyasından eti cok makbul ve doyurucu, göçücü bir kuştur. Boyu 15 cm. uzunluğundadır. Avrupa, Orta Asya, Af­rika ve Anadolu'da yaşar. el-Müncid Lügatinde de «selvâ»nın «sumânâ» (bıldırcın) olduğu kaydedilmiştir. [299]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud yukarıda gecen âyetlerle, İsrâîloğulları'na ver­miş olduğu dünyevî nimetleri kısmen hatırlattı. Bu âyetlerle de hem dün­yevî, hem de dînî nimetlerini beyân ederek onları tevbe ve istiğfara da­vet ettiğini ve kurtuluş yollarını onlara açıkladığını, Beytü'l-Makdis'e gir­me imkânlarını kendilerine kolaylaştırdığını hatırlatıyor. Fakat İsrâîloğul­ları Beytü'l-Makdis'e ulaşınca her şeyi unuttular; içeri girmeye bir türlü cesaret edemediler, daha doğrusu Allah ve Resulünün va'dine güven­mediler, kendi yanlış düşüncelerine göre hareket ettiler. Bu yüzden üzer­lerine kötü bir azap indi.

Nankör ve basiretsiz bir milletin ilâhî buyruklara, kâinattaki carî düzene isyan etmeleri sebebiyle üzerlerine murdar bir azabın inmiş olması, yaşayan milletler için büyük bir ders ve ibret levhasıdır. İşte Kur'ân bunu Öğretmek istiyor. [300]

 

Meali:

 

58—  Ve hatırlayın*ki, bu şehre (Beytü'l-Makdis'e) girin,   dilediğiniz yerde ondan (onun nimetlerinden) refah içinde bol bol yeyin. Kapısından da secde ederek (eğilip saygı göstererek veya yere baş koyup Hakk'a arz-ı şükranda bulunarak) girin ve «dileğimiz, günahlarımızın dökülmesi-dir» deyin. Biz de kusur ve suçlarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere (Al­lah'ı  görürcesine davrananlara  nimetlerimizi)  daha da  artıracağız,  de­miştik.

59—  Kendilerine zulmedenler, söylenenleri başka bir sözle değiştir-liler. Bu yüzden o zulmedenler üzerine —ilâhî buyrukların dışına çıkma­larına karşılık— gökten kötü bir azap indirdik.

 

İlgili Hadîsler

 

İsrâîloğulları'na denildi ki: Kapıdan secde ederek girin ve «Hıtta  =dileğimiz günanIarımızın bağışlanmasıdır» deyin. Onlar (böyle yapmadılar.bilakis üzerine yürüdüler, kıçları üzerine girdiler ve «Habbetün fi-şaaretin» dediler. [301]

Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) dedi ki: Resûlüllah (A.S.) iie birlikte yolcu­luk yapıyorduk. Gecenin sonuna doğru Zatü'l-hanzel adlı dar bir geçit­ten geçerken, buyurdu ki: «Bu geçit Allah'ın İsrâîloğulları'na (kapısından secde ederek girin) âyetiyle hatırlattığı kapıya benzer. [302]

«Tâûn (veba ve kolera gibi öldürücü salgın hastalık) kötü bir azap-dır ki sizden öncekiler onunki azâplandınimıştır.» [303]

«Bir yerde tâûn olduğunu duyarsanız, oraya girmeyiniz.» [304]

 

Tarihî Yönü

 

Âyette geçen  «Karye», Suddî, Rabî' b. Enes,  Katade ve Ebû Müslim Isfehâniy'ye göre «Beytü'i-Makdis»dir. İsrâîloğulları Mı­sır'dan geldiklerinde atalarından kendilerine miras olarak kalan Beytü'l-Makdis'e girmek ve orayı işgal eden Amâlikalı'larla savaşmakla emrolun-muşlardı. Fakat onlar bu emri yerine getiremedikleri için Tîh çölüne düş­müşler ve bu yüzden kötü bir âkibete, farelerin istilasına ve bunun neti­cesi veba salgınına duçar olmuşlardı. Mâide Sûresi, 21, 22. âyetlerde bu­na temas edilerek deniliyor ki ; Musa, kavmine şöyle seslenmişti: «Ey kavmim! Allah'ın size yazıp takdir ettiği Arz-ı Mukaddes (kutsal yer)e girin; gerisin geri arkanıza dönmeyin, sonra zarara uğramış olarak dö­nersiniz. Ey Musa! dediler, doğrusu orada zorba bir millet vardır; onlar oradan çıkmadıkça elbette biz giremiyeceğiz; eğer oradan çıkarlarsa, o zaman biz gerçekten girebiliriz.»

Netice, bütün ısrarlara rağmen cesaret edip girememişler; bu konu­da çoğu hakikî bir iman celâdeti gösterememişlerdi. Hazıra konmak, yo­rulmadan, savaş yapmadan Beytü'l-Makdis'e yerleşmek istiyorlardı. Haz-ret-i Musa'ya : Ya Mûsâ! Artık sen Rabbin ile beraber git de savaş. Biz­ler burada oturacağız, diye diretmişlerdi.

Tevrat'ta da Sayılar kısmında şu kayıtlara rastlamaktayız: «Ve İs-râîl Şittim'de oturdu ve kavim Moab kızlarıyla zina etmeğe başladı.» Şit-tim, Erîha'ya yakın Moab civarındadır. Bu yüzden veba hastahğıyle müb-telâ oldukları ve yirmi dört bin kişinin öidüğü söylenir.

İbn Abbas, Abdurrahman b. Zeyd ve Hasan Basri'ye göre, karye'den maksat, Erîha'dır. [305]

 

Ahlâkî Yönü

 

Beklenilen günlerin gelmesi, arzulanan orza kavuşulması, çekilen çile ve meşakkatlerin sona ermesi, esaret zincirinin kırılması, hürriyet hava­sının bol bol teneffüs edilmesi, müreffeh bir hayatın eşiğinden içeriye adım atılması v.s. gibi ilâhî lûtuflar, İsrâîloğullorı'nın yaşama ümidini, bir­leşip güç bulma fikrini kuvvetlendirmişti. Hulâsa: «Meşakkat kolaylığı cel-beder» kaidesi gerçekleşmişti. Bundan sonra yapılacak tek şey, sava­şarak şehre girmek, mülkün hakikî sahibine yönelmek, ihsanda bu­lunduğu nimete karşı şükretmek ve kapıdan içeri girerken Hakk'a gönül bağlayıp saygı ifâde eder bir edâ ile teslimiyet göstermek.

Fakat İsrâîloğulları hiç de öyle yapmadılar, bilâkis geçmiş günleri ve cereyan eden olayları çarçabuk unutarak ilâhî emirleri, peygamberin buyruklarını alaya aldılar. Bu yüzden üzerlerine kötü bir azap indirildi, bir sürü meşakkat baş gösterdi. Binlerce insan vebadan öldü.

Halbuki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'yi fethettiği gün Seniy-yetü'l-UIyâ'dan, saygı ve tazimle eğilerek zaferin şükrünü, Beytü'llah'a girmenin sürürünü secdeyle ifâde edip Hakk'a arz-i tahiyyatta bulunmuş­lardı. Şehre tamamen hâkim olunca da sekiz rek'at şükür namazı kılmış­lardı. Onun bu sünnetine uyularak birçok zaferlerde aynı hGİ tekrarlan­mış; Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.) Kisrâ'nın sarayına girince Bekiz rek'at na­maz kılmıştı. Beytü'l-Makdis'in önüne kadar yaklaşan İsrâîloğulları de­ğil ibâdet etmek, en azından bir saygı bile göstermemişlerdi. Aksine işi alaya alıp kelime oyunuyla emre muhalefet etmişlerdi.

O halde Hakk'a teslimiyet ilk ve son çaredir. Başarılan işleri, kaza­nılan zaferleri, elde edilen çeşitli nimetleri fânilere maietmek büyük bir saygısızlık ve ilâhî kudreti hiçe saymaktır. «Sâhibü'l-Harameyni'ş-Şerî-ty"^arem~' Şerifin sahibi» ibaresini hutbelerden siidirip yerine «Hâdımü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn = İki Harem-i Şerifin hizmetçisi» cum­asını vazdlran Yavuz Selîm, zaferi Hakk'ın inayet ve kudretine bağlayıp tam bir teslimiyet göstermiştir. [306]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İsrailoğullarına kudret helvası ile bıldırcın ihsan edildikten sonra su-' ba99österdi.  Hazret-i Mûsâ'nm duası  bereketiyle Allah'ın onlara olan dokuzuncu nîmeti tecelli etti. Bu nîmet hem dünyevî, hem de dînî idi. Asâ taşa vuruldu, taş yarıldı, on iki pınar fışkırmaya başladı. Hz. Yâ-kub oğullarının oniki soyundan her birine, su alınacak bir pınar îahsîs edildi. Hayat iksiri olan suyun bir mu'cizeyte taştan kaynaması, Allah'ın varlığına, birliğine, öncesiz ve sonsuz olduğuna büyük bir delîl idi. Gö­renler ve duyanların artık yeryüzünde ilâhî sınırı aşıp fesat çıkarmamaları gerekirdi. Fakat bu hârikayı gözleriyle gören İsrâîloğulları yeryüzünde boz­gunculuk yapmaktan geri kalmadılar. Âyet-i kerîme onların bu şaşkın hâ­linden bahsetmektedir. [307]

 

Meali:

 

60— Yine hatırlayın ki, Musa (çölde susuzluktan yok olmaya yüztu-tan) kavmi için su istemişti. «Asö'ni taşa vur!» demiştik. (O da vurunc taştan oniki pınar kaynamıştı. (Böylece) her soy su alacağı pınarı bilmiŞ-ti. (Onlara): «Allah'ın rızkından yeyin, için (fakat) fesat çıkararak yeryü­zünde haddi aşmayın (ilâhî sınırların dışına taşmayın) denilmişti.

 

İlmî Yönü

 

Cenâb-ı Kadir-i Mutlakın Musa olayında suyu tabiî yollardan ve kay­naklardan vermeyişi, maddî sebep ve câri kanunları bir tarafa bırakıp ma­nevî ve ledünnî sebeplere irca edişi, ilâhî kudretin maddî sebeplere bağlı ve onunla mukayyed olmadığını gösterir. Allah istediği anda, arzu ettiği kimse için dilediği şeyi yapmaya elbette kadirdir.  Fakat çoğu  kere  bir mu'cize özelliğinde bu  kudretini  peygamberler vasıtasıyla tecelli  ettirir. Çünkü :

Peygamberlerin ruhî yapıları ile hayat anlayışları -ilim ve amel yönün­den- örnek edinilecek en uygun niteliktedir. Peygamberlerin yapmış oldu­ğu tebligatın hedefi, insanlarda bu iki sıfatı tekammül ettirmektir. Bun­dan dolayı bâzı mu'cizeler, insanların yakîn ve kanaati üzerinde te'sir ederse de onların amelleri üzerinde te'sir etmez.

Meselâ Asâ'nın yılana dönmesi, ay'ın bölünmesi aslında büyük mu1-cizelerdir. Fakat bunların neticesi bâzı insanların îmânını takviye eder, yahut bir kısım insanların peygamberlere îmân etmelerini sağlar. Pey­gamberlerin diğer bazı mu'cizeleri vardır ki fevkal'âde muazzam amelî neticeler doğurur. Meselâ Asâ'nın yılana dönüşmesinde İsrâîloğulları için amelî hiçbir fayda yoktu. Fakat Asâ taşlardan pınarlar fışkırttığı zaman onlar su içmişler ve şükrederek birçok ihtiyaçlarını bu vesîleyle te'mîn etmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm, mu'cizelerin birinci şekline «hüccet» ve «bur­han» der.. Bunlar insanların ilim ve yakînini artırır. İkinci tür mu'cizelere «İlâhî nusret» veya «te'yid-i ilâhî» denilir. Birinci mu'cizeler istek üzerine vuku' bulur. İkincisi istekle ilgili değildir. Peygamberlerin nübüvvetinin ilk devresinde öğrettikleri akaid (inanç esasları), muarızlar tarafından red olunur. Onlar mu'eize isterler. Peygamberler de böyle zamanlarda birinci tür mu'cizeleri gösterirler. Hazret-i Musa, Fîr'avn'ın yanına gittiği zaman bu türden iki mu'cize gösterdi. Yine bu sebepten dolayı Peygamberimiz Kureyş kâfirlerine ay'ı ikiye bölme mu'cîzesini gösterdi. Fakat nübüvvetin bu birinci devri geçtikten sonra peygamberlerin etrafında umumiyetle fa­kir, yoksul ve mazlumlardan müteşekkil bir grup muvahhid (Hakk'ın var­lığına, birliğine inanan) toplanır. Gerçi bu grup, imânının sağlamlığına na­zaran hiçbir mu'cize istemese de Cenâb-ı Hak onları himaye ve sıyânet eyler. Bu himaye hiçbir istek olmadığı halde muhtelif şekillerde tecelli eder. Nitekim Müslümanlar hiçbir zaman Peygamberimiz (A.S.)den mu'­cize istememişlerdir. Fakat onlara daima mu'cizeler gösterilmiştir. Me­selâ savaşlarda Müslümanlar daima ilâhî desteğe nail olurlardı. Bedir, Huneyn savaşlarında Müslümanlar melekler tarafından yardım görmüştür.

İşte amel cihetinden çok zayıf olan İsrâîloğulİan'nın hevesini artır­mak, amelleri üzerinde geniş te'sirîer bırakmak için Hazret-i Musa ilâhî emir üzerine Asâ'sını taşa vurup su çıkarmıştır. Allah'ın bu yardım türü mu cızesini Kur'ân-ı Kerîm   «nusret»   kelimesiyle İfâde eder. [308]

 

Tarihî Yönü

 

lkl sov olan İsrâîloğulları Tîh çölünde susuz kaidıiar. Hazret-i Musa'ya müracaat ettiler; bir çare bulunmazsa helak olacaklarını söylediler. Su sıkıntısı devam edecek olursa, Mısır'dan ayrıldıklarına pişman olacağa benziyorlardı. Hazret-i Mûsâ onlar için su aramaya koyuldu, tabii bir im­kân bulamayınca ellerini kaldırıp duâ etti. Allah ona : «Asâ'nı taşa vur!» diye emretti. Hazret-i Mûsâ aldığı emri yerine getirince, taştan her soy İçin bir meşrep olmak üzere 12 pınar kaynadı. Böyle bir mu'cizeye ne­den lüzum görülmüştü? Allah dileseydi belli kanun ve sebeplerle yağmur indirebilir veya bir yerin kazılmasıyla bir artezyen çıkarabilirdi. Fakat böyle irâde etmemişti. Çünkü imânları zayıf olan ve eski putperestlik ka­lıntılarını taşıyan İsrâiloğulları tabiî bir kaynağa kavuşmakla daha fazla Hakk'a ve O'nun peygamberine bağlanmıyacaklardı. Onlara ilâhî zevki her dem aşılamak icap ediyordu. Düzensiz, kararsız, şehirsiz, kültürsüz, mektepsiz ve mâbedsiz bir milleti ilimle irşâd etmek çok zor olurdu. Bu bakımdan onlara mu'cizeler gösteriliyor, taştan pınarlar kaynıyordu. Tev­rat'ın Çıkış kısmının 17. babında bu hususa temasla deniliyor ki : «İsrâîl-oğulları'nın bütün cemaati Rabbin emrine göre Sin çölünden, konaktan konağa göç edip Refidimde kondular. Kavme içecek su yoktu. Bu yüzden Musa ile çekiştiler; bize su ver de içelim. Musa onlara dedi ki: Niçin be­nimle çekişiyorsunuz? Neden Rabbi deniyorsunuz? Ve kavm orada iyice susadı. Musa'ya karşı söylendiler: Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı su­suzlukla öldürmek için mi bizi Mısır'dan çıkardın? Mûsâ Rabbe feryat edip dedi ki: Ya Rab! bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlıyacaklar. Rab Musa'ya dedi ki: Kavmin önüne geç ve İsrâîl ihtiyarlarından bir ka­çını kendinle beraber al, ırmağa vurduğun değneği eline al ve yürü. İşte ben orada, Horebde kaya üzerinde senin önünde duracağım, kayaya vu­racaksın; kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Mûsâ İsrâîl ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı. O yerin adını «Massa» ve «Meriba» koydu. Çün­kü İsrâîloğulları çekiştiler, zira, acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi? diyerek Rabbi denediler. [309]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Allah'ın Rahman, Rezzak ve Mün'im sıfatlarının birer tecellî ve teza­hürü olan nîmetlerin -az olsun, çok olsun- hepsi de muhteremdir. Hele bu nîmet, dînî ve dünyevî faydaları içinde toplayan bir ihsan olursa!.. Nîme-tin kadrini, nîmeti vereni dosdoğru tanıyan bilir. Onun şükrünü, nereden ve hangi ellerin hizmetinden meydana geldiğini idrak edenler yerine getirir. İsrâîloğullan'na birçok nimetler verilmişti, ama onlar nimetin gerçek sa­hibini iyi tanıyamadıkları için şükür yerine küfür ettiler, taât yerine is­yanda  bulundular.  Nefislerini ıslâh edecekleri yerde bozgunculuk yapıp

fesat çıkardılar. Bu sebeple iki türlü azaba uğradılar: Biri dünyada  diğeri âhirette. Zaten onlara lütfedilen dokuzuncu büyük nîmet (suyun'taştan kaynaması) dînî ve dünyevî faydalan taşıyordu. Hayatın değişmez maya sı olan su, onların en şiddetli ihtiyacını karşılamış, çölde kuruyan dil ve ciğerlerini ıslatmıştı. Susuz bir çölde, susuzluktan ölüme yaklaşan bir in sanın o anda suya kavuşması, onun için -imândan sonra- en büyük nîmet değil midir? Ve kupkuru kayadan fışkırtılan su, Allah'ın sonsuz kudretine Musa'nın hak peygamber olduğuna en kuvvetli delil olmaz mı? Fakat ne yazık ki, yakînî bir îmân telkin eden böyle bir mu'oize karşısında bir türlü doğru yola girmeyen İsrâîloğulları, şüpheli bir itikattan kendilerini kurtara madılar. Nimetin geri alınması, insan için dünyada en büyük azâotır  On lar zaman zaman bu azâb. tatmışlardır. Âhirette ise bunun daha şiddet lisi tahakkuk edecektir. İşte iki azap budur.   [310]                                 

 

Tahliller

 

kelimesinin başında gelen «elif-lâm» ahd içindir. Nitekim bâ­zı rivayetlere göre bu, Tûr dağından alınmış dört köşeli bir taşmış.

 Unâs, burada sebt (soy) mânâsında kullanılmıştır.«âsv» kökündendir; haddi aşmayın, bozgunculuk yapma­yın, mânâsına gelir. [311]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

onla fa ° "       "a ,9Ökt8n kUdrSt hel™SI iie blldırcln gönderildi. Tih'de helflke n"Z!L.          T*1"   k°rUVUCU   bUİUtlar sevkedMdL  Susuzluktan

bi'bi inicin Pri:VS'rada ta?lardan pmarlar akitlldı- B™" ^ betler ""■■a bâsea n o^         ^ °nlara m6denî bir hQyat kaP'slnl °W'ken. Al-

"•" şükrünü eri*   T f       "' naZarQn eSaretten hurriYete kavuştuklan-9     unu eda etmeleri icâp ediyordu.

şımardılar, mevcut nimetleri beğenmezlik ettiler. ^ "ö soğan istediler. Gerçi bunları istemek bir de-

Jlah'ın taksimine razı olmamak, aşırı d€ O'nun âyetlerini inkâra kalkışmak, haksız

-----^.uuifiıeK, şüphesiz ki suç üstüne suç, şüpheden sonra ıuy-

- günahtan sonra açıktan açığa isyandı. İşte Kur'ân-i Kerîm'de 61. âyetle lar'fi bu nankörlükleri sebebiyle zillet ve meskenete düşüp Allah katında

gazaba ermişlerden oldukları hatırlatılıyor ve okuyup işitenlerin, anlayıp duyanların bundan ders almaları gerektiğine işaret ediliyor. [312]

 

Meali:

 

61— Ve hani: «Ey Musa! Biz bir çeşit yemek üzerine mümkün değil sabredemeyiz. Artık Rabbine bizim için duâ et de yeryüzünün bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğan (gibi) şeylerden bize çıkar­sın» demiştiniz. Musa da «O hayırlı olanı daha âdi şeylere mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin de sizin istediğiniz şeyler orada vardır» de­mişti. (Sonra) onların üzerine zillet ve meskenet vuruldu; Allah'tan bir ga­zaba uğradılar. Bu da Allah'ın âyet (mu'cize ve açık belgelerini inkâr et­melerinden, haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. (Evet) işte bu, isyan etmelerinden, haddi aşmalarından (dolayı) idi.

 

İlmî Yönü

 

Yeknesaklığın rûh üzerindeki sıkıcı te'sirleri, yaratılışı itibariyle insa­nın değişik şeyler arzu etmesi ve alışkanlığın davranış üstündeki te'sirleri, psikolojik birer vakıadır.

Beşer ruhunun değişmez tabibi Hazret-i Muhammed (A.S.): «Gezin dolaşın ki sıhhat bulasınız!»[313] buyurmakla yeknesaklığın rûh ve dimağ üzerindeki sıkıcı te'sirlerinin giderilme yolunu göstermiştir. Hastalıkların çoğunun ruhî sıkıntıdan ileri geldiği artık bilinen gerçekler arasındadır. Ruhî sıkıntıları doğuran birçok sebepler vardır. Her gün aynı tabloya bak­mak ve aynı gıda maddesini almak, bunlardan biri sayılabilir. Meselâ si­nir sistemi bozuk bir rûh hastasının muhit değiştirip, gıda tarzlarında yek­nesaklığı terketmesiyle bu öldürücü hastalıktan kurtulduğunu sık sık gör­mekte ve duymaktayız. Kur'ön-ı Kerîm bu gerçeğe temas ederek İsrâîl-oğulları'ntn : «Ey Musa! Biz bir çeşit yemek üzerine mümkün değil sabre­demeyiz.» tarzındaki isteklerini misal olarak veriyor. O halde böyle bir is­tek nankörlükten mütevellit değilse veya bir isyan manasını taşımıyorsa, tabiidir ve mubahtır. [314]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

«Her yeniliğin bîr başka lezzeti var.» darb-ı meseli yılların tecrübesi­ne dayanır. Bir de, insan, yaratılış ve tabiatı icabı, içinde yetiştiği mu­hitten, alışkanlık peyda ettiği belli yiyeceklerden uzak kalınca, zamanla onların hasretini çekmeye başlar. Evvelce bıkkınlık duyduğu şeylere kar­şı içinde yeniden arzu ve iştiyaklar belirir. Fakat gerek yeni yeni şeyler arzularken, gerek alışkanlık peyda ettiği nesnelere karşı bir iştiyak his­sederken ilâhî sınırları aşmamaya, nefis ve şehvetin hudutsuz isteklerine boyun eğmemeye dikkat etmek gerekir.. Çünkü insan için lüzumlu olan, -israf ve lükse kaçmaksızın, isyana sebep olmaksızın- medeniyetin getir­diği nîmetlerden faydalanmak mubahtır ve tabiî bir haktır.

Israîloğulları Mısır'da geçirdikleri iki asırlık [315] bir devrenin geniş tesiren altında bulunuyorlardı. Eski âdet ve alışkonhklarım terketmeleri uzun s^runce- ıcler'nde hasret kıvılcımları çakmaya başlamıştı. Mısır'da esaret 'nda y,||ar V||t yeaikIerj basjt sey|eri isteaj|er_ Veyahut kudret helvası ^e bıldırcın kuşu yemekten bıktıkları için yeni şeyler talep ettiler. Bunu, anda da belirttiğimiz gibi tabii karşılamak lâzımdır. Çünkü mubah şeyleri arzulamakta bir beis olmasa gerek. Ama onlar bu arzularını izhar ederken isyankâr bir tavır takındılar, mevcut rızka karşı artık mümkün değil sabredemiyeceklerini, bir türlü yemeğe katlanamıyacakiarını söyle­diler. Böylece her türlü terbiye, saygı ve nezaket kaidelerini çiğnediler: «Bizim için Rabbimize duâ et» demediler, «Rabbine dua et» diyerek küs­tahlık ettiler. İtikatsızlık ve kanaatsizlik eseri gösterdiler. Çalışmadan hep hazıra konmaya alıştılar. Şükretmeyen bir millet oldular. Yıllarca özlemini çektikleri hürriyeti yeniden kaybetmeye yol açtılar. Nihayet esaret ve zil­lete düştüler. Evet, şükretmeyen, yenisini arzu ederken ilâhî sınırları aşan her milletin hakkı zillet ve esarettir.

Müfessir Fahrüddîn Râzî, İsrâîloğulları'nın yeni şeyler istemelerinin bir ma'siyet olmadığını; zillete duçar olmalarının sebebini bu isteklerinde değil de Allah'ın âyetlerini inkâr edip, haksız yere peygamberleri öldür­melerinde aramanın daha mâkul bir tefsîr olduğunu söyleyerek şöyle bir izahta bulunmuştur:

a)  Allah onlara  kudret helvası  ile  bıldırcın  verdiğinde:   «Size rızık olarak verdiklerimizin iyisinden yeyin» [316] buyurmuştu. Bundan anlaşılan, pâk ve helâlinden olan yiyeceklerden yemeleri mubah idi. Hem bunu doğ­rudan doğruya kendileri istememişti, Hazret-i Musa'ya, istemesi için mü­racaat etmişlerdi.

b)  İsrâîloğullan 40 sene gibi uzun bir müddet kudret helvası ile bıl­dırcın yemekten bıkmışlardı, iştihaları almaz olmuştu. Bu bakımdan başka yiyecek arzu etmişlerdi.

c)  Veya Mısır'da alıştıkları gıda maddelerini uzun zaman bulamadık­ları için içlerinde onlara karşı bir arzu uyanmıştı. İstek buradan geliyordu.

d)  Veyahut çöldeki gayri muntazam hayattan usanmışlardı. Şehir ha­yatı yaşamak istiyorlardı. Bunun için şehirlerde mevcut olan yiyecekler­den istemişlerdi ki, böylece bir ân evvel bir şehre yerleşmeyi hatırlatmayı murat   etmişlerdi. [317]

 

Tahliller

 

Buradaki  «vâhid»den  maksat, bir çeşit yemek değil­dir, belki yedikleri şeyin yeknesaklığıdır. [318]

10 Ednâ, akrab mânâsına gelir.  Dünüvv kökünden alınma bir

jsm-i tafdildir, mekânda uzaklık ifâde eder. Bilâhare aşağı, hakir mana­larında kullanılmıştır. Bu takdirde «daha aşağı, daha basit, daha hakir» demek olur.

 Büyük şehire denir. Kök manâsıyla, iki şey arasındaki sınır

demektir. Âyetteki mısır kelimesiylr 'oüyük şehir veya özel isim olarak Mı­sır diyarı kasdediliyor. Orta harfi sakin olduğu için gayri münsarıftır. [319]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Cenâb-ı Allah, yoldan sapanlar, âyet ve mu'cizelerle alay edenler hakkında, kötü amellerin, küfr ü tuğyanların cezasını bildirerek sapıklık­tan çekinmeleri gerektiğini açıkladıktan sonra, gelip geçen ümmetler içinden dosdoğru imân edip kendi peygamberlerinin getirdiği esas ve prensiplere uyanlar için de va'd buyurduğu ecirleri haber veriyor. Bundan böyle de bu va'de ancak ümmî olan Resûl'e inanıp bağlananların mazhar olabileceği, bildiriliyor. [320]

 

Meali:

 

62— Şüphesiz ki, İmân edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler-en kim dosdoğru Allah'a, âhiret gününe inanır ve iyi-yararlı amelde bu-unursa, artık onlar için Rableri katında ecirler vardır, onlar üzerinde bir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.

 

İniş Sebebi

 

İbn Ebî Hâtim'in Ömer b. Ebî Ömer el-Adevî'den, onun da Süfyân'dan, onun da İbn Ebî Müceyh'ten, onun da İbn Mücâhid'den yaptığı rivayete göre, Selmân el-Fârisî şöyle anlatmış : «Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan, fetret devrinde îmân eden arkadaşlarımızın halinden sordum ve onların namaz ve ibâdetlerinden bahsettim. Bunun üzerine ilgili âyet indi.» Sud-dî'ye göre de bu âyet, Selmân'ın, İslâmiyetten önceki dindar arkadaşları hakkında inmiştir. Hazret-i Selmân onlar hakkında Cenâb-ı Peygamber (A.S.)den sormuş ve namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını, en son peygam­berin gönderileceğine şehâdet ettiklerini anlatmıştı. Resûlüllah (A.S.) : «Onlar cehennem ehlidir!» diye cevap vermişti; ne var ki bu cevap Hz. Selmân'ı pek üzmüştü. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu. İbn Ab-bas'a göre, bu âyetten sonra onu açıklar mahiyette şu âyet inmiştir:

«Kim, İslam'dan başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir. Âhirette de o, zarara uğ­rayanlardandır.» [321]

 

Tarihî Yönü Ve Rivayetler

 

 Cümlesi hakkında iki görüş vardır: Biri fetret devrin­de Habîb en-Necçar, Kuss b. Sâide, Varaka b. Nevfel, Ebü Zer el-Gıffarî, Selmân el-Fârisî ve emsali zatlar gibi dosdoğru îmân edenlerin kasdedildi-ği; diğeri Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devrinde sırf zevahiri kurtarmak için veya başka sinsi sebeplerden dolayı inanmış gibi görünenlerin kasdedildiği merkezindedir.

Sâbiîn'den kimler kasdediliyor? Süfyân es-Sevrî'ye göre, Mecusîler veya Yahudîlerle Hıristiyanlar arasında ayrı bir i'tikad taşıyan bir millet­tir. Ebû Âliye, Rebî1 b. Enes, Suddî Ebû Şa'şa', Câbir b. Zeyd, Dahhak ve İstıâk b. Râhuye'ye göre Zebur okuyan ehl-i kitaptan bir fırkadır.. Hasan el-Basrî'ye göre, meleklere tapan bir kavimdir. Ebû Cafer er-Râzî'ye göre meleklere ibâdet edip Zebur okuyan, kıbleye doğru namaz kılan bir ka­vimdir. İbn Vehb'e göre, Irak dolaylarında yaşayıp peygamberlerin hep­sine inanan, yılda otuz gün oruç tutan, günde beş vakit Yemen'e yöne­lerek namaz kılan bir fırkadır. Vehb b. Münebbih'den sorulduğunda şu ce­vabı vermiştir: «Onlar Allah'ın bir olduğunu bilirler, fakat amel edilecek

bir şeriatleri yoktur.» Diğer müfessir ve tarihçilere göre, Sâbiîler yalnız «Lâ ilahe illallah» diyen, şeriat ve kitapları olmayan bir fırkadır. Bunun için müşrikler Cenâb-i Peygamber (A.S.) ve arkadaşları hakkında: «Bun­lar Sabiîn'e benziyorlar» derlerdi. Râzî'ye göre onlar, yıldızlara tapan bir cemaattir. [322]

 

Halen Yaşamakta Olan Sâbiîler Ve Bazı Özellikleri

 

-Sabiîler kendilerinden olmayan birinin dinlerine girmesine asla mü­saade etmezler.

—Yahudi-Hıristiyan karışımı bir din inancı taşıdıkları iddia ediliyor.

—Mandeiler ve Subbalar olarak iki kola ayrılan sabiîler'in birinci ko­lunun putçu, ikinci kolunun ise tek Allah inancı taşıyan kişiler oldukları kabui edilmektedir.

—Hepsi de Hz. Adem'in getirdiklerine inandıklarını söylerler. Hz. Şît ve İdris'in emirlerini yerine getirdikle Tni savunurlar. Bu arada da son seç­kin peygamberlerinin Yahya bin Zekeriyya (A.S.) olduğunu ifade ederler.

—Tek, ezelî ve ebedî olan Allah'a iman ettiklerini belirtirler. Ruhlarını saflaştırmak suretiyle Allah'a ulaşacaklarını düşünürler. Onlarca ruh te­mizdir. Ruhlar eşyayı meydana getirir ve bir halden başka bir hale geçer­ler.

—Kutsal kitaplarının en önemlisinin adı «E!-Kenzâ»dır. Bu Kutsal Ki-tap'ı şeyhleri dışında kimse okuyamaz ve yorumlayamaz.

—Sabiîler'in iki ayrı ibadet yeri var: Birincisi kubbesini göğün oluştur­duğu tabiat, ikincisi ise içinde yıldızlan temsil eden putların bulunduğu mâ-bed. Bağdat'taki tek mabetleri Mende adını taşıyor.

—Sabiîler senenin günlerine taksim edilmiş olarak otuz gün oruç tu-ırlar. Akar su ile abdest aldıktan sonra da bir çeşit namaz kılar veya dua ederler. [323]

 

İtikadî Yönü

 

dini, bütün milletlerin ve kabilelerin kıyamete kadar değişmez dinidir.

Cenâb-ı Hak, İsrâîloğullan'nın geçmişteki tuğyanlarını, kendi pey­gamberlerine itaat etmediklerini, birçok âyet ve mu'cize karşısında bir türlü doğru yola girmediklerini ve bu sebeple ilâhî zillet ve meskenetin üzerlerine indiğini, yaşamakta olan milletlere haber verdikten sonra; bun­dan ibret alınarak en son Peygambere uymanın tek kurtuluş yolu oldu­ğunu beyân ediyor. Çünkü artık şartlar değişmiş, dünya milletleri birbi­riyle irtibat kurabilmiş, ismi-cismi bilinmiyen millet ve kabileler keşfedil­miştir. Hepsini müşterek tek dîn etrafında toplamanın, aynı i'tikadî esas­lara çağırmanın zamanı gelmiştir. Zaten mevcut kitaplar lâhutî özelliğini kaybetmiş, bir sürü muhterislerin eiinde tahrife uğramıştı. Cenâb-ı Hak İslâmiyetin geniş kapısını, cihanşümul mahiyetini bütün insanlara açık bu­lundurdu ve : «Atalarınız ne yapmışsa yapmış, hepsi de iyilik ve kötülük-leriyle birlikte gelip geçmiştir. Geri dönmelerine, ilâhî kanun icabı imkân yoktur. Bari siz nankörlük ve basiretsizlik etmeyin. İnancınız ne olursa olsun korkmayın, İslâmiyetin geniş kapısına gelin ve bu ümit dolu kapıdan «Lâ ilahe illallah, Muhammedün ResûlüNah» diyerek içeri girin. Zira İslâm kendisinden önceki her şeyi bu kelimeyle koparıp atar ve söyleyeni terte­miz kılar. Böyle yaparsanız, artık sizin için ne bir korku vardır, ne de mah­zun olursunuz» diyerek rahmetinin genişliğini belirtmiş oldu ve böylece Fâtihâ-i Şerîfede geçen Rahman ve Rahîm sıfatlarını geniş bir şekilde tef­sir buyurdu. [324]

 

Fıkhî Yönü

 

İmam Ebû Hanîfe ve İshâk b. Râhuye'ye göre, Sabiîn, ehli kitaptan Zebur okuyan bir fırka olduğu için onların kızını almak ve boğazladıkları hayvanı yemek caizdir.

Ancak bugünkü Sabiîlerİn kızlarıyla evlenmek caiz değildir. [325]

 

İçtimaî Yönü

 

Altmış ikinci âyetle, dosdoğru imân edenlerin kurtulacağı müjdeleni­yor. Diğer bir manayla İslâmiyetin cihanşümul bir din olduğu bildiriliyor. Zira bu âyeti açıklar mâhiyette olan Âl-i İmrân sûresinin 85. âyetiyie, ka­bule şâyân tek dînin artık İslâm olduğu ilân ediliyor: «Kim, İslâm'dan başka bir din arzulayıp ararsa, ondan asla kabul edilmiyecektir. Âhirette de o, zarara uğrayanlardandır.»

Demek ki, İslâm dîni ne bir zümrenin malıdır; ne de bir milletin inhi­sarı altındadır, ne de yalnız Araplara gönderilmiştir. O, kıyamete kadar gelecek olan insanların müşterek dînidir. Kapısı kapanmaz, geleni geri çevirmez, sınıf farkı gözetmez. Müslüman' olduktan sonra geçmişiyle hiç-

bir insanı kınamaz, her millete aynı kabul kucağını açık bulundurur. İşte İslâm'ın en mümeyyiz vasıflarından bir kısmı bunlardır.

Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle, hangi dîne sahip olursa olsun, inancı ne merkezde bulunursa bulunsun,-Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inanan, kurallarına uygun sâlih amellerde bulunan her insanı Müslüman olarak tanıtır. Çünkü Allah'a dosdoğru îmân, îmânın diğer esaslarını da içine alır. Sûrenin başındaki beş âyetle imânın anahatları belirtilmişti, Allah'a ve âhiret gününe ciddiyetle îmân eden kimse, O'nun kitaplarına, peygamber­lerine de inanır. Bunun için âyette imânın diğer dört esasından bahsedil­memiştir. Hem bunun tafsilatı sûrenin sonunda beyân edilmiştir.

Diğer bir tefsîrle: Hazret-i Muhammed (A.S.)ın zuhurundan önce kendi peygamberlerine imân edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve bunların arasında ayrı bir yol tutan Sabiîlerden kim kendi devrinde Al­lah'a ve âhiret gününe dosdoğru îmân etmiş ve iyi amellerde bulunmuşsa, onun için bir korku yoktur ve mahzun da olmıyacaktır.

Mevlânâ'nın : «Gel yine gel, ne olursan ol; ister kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta, ister yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni. Umutsuzluk kapısı değil bu kapı; nasılsan öyle gel!» mısra'ları İs­lâm'ın geniş kapısına açık bir daveti terennüm etmekte ve ayrı bir üslûp ile 62. âyetin tefsirini yapmaktadır. [326]

 

Tahliller

 

 «Hâdû» fiili, (hâde-yehûdu) babından erkekler için bir ço­ğuldur. Tevbe edip dönmek manasına gelir. Yahudiler altın buzağıya tap­tıktan sonra tevbe edip, dönüş yaptıkları için onlar hakkında bu fiil kullanılmıştır.

Yahudi ismi, Hazret-i Yâkub'un en büyük oğlu Yahudâ'nın Arapça-laştırılmış şekli veya ona nisbet edilen bir isimdir. Bu takdirde «Yahudî» mufret, «yahûd» da cins isim olur.

 Nasrânî'nin çoğul şeklidir. Bu kelime Hazret-i İsa'nın doğum en olan Nasıra'dan   alınmadır.   Veyahut,   Havariler   birbirine yardım et-/eva «Allah yolunda yardımcılar biziz,» dedikleri için sevilere bu isim verilmiştir. Hiristos (kurtarıcı)  kelimesinin Arapçası da olabilir. [327]

Cenâb-ı Hak, İsrâîloğulları'mn geçmişteki tuğyanlarını, kendi pey­gamberlerine itaat etmediklerini, birçok âyet ve mu'cize karşısında bir türlü doğru yola girmediklerini ve bu sebeple ilâhî zillet ve meskenetin üzerlerine indiğini, yaşamakta olan milletlere haber verdikten sonra; bun­dan ibret alınarak en son Peygambere uymanın tek kurtuluş yolu oldu­ğunu beyân ediyor. Çünkü artık şartlar değişmiş, dünya milletleri birbi­riyle irtibat kurabilmiş, ismi-cismi bilinmiyen millet ve kabileler keşfedil­miştir. Hepsini müşterek tek dîn etrafında toplamanın, aynı i'tikadî esas­lara çağırmanın zamanı gelmiştir. Zaten mevcut kitaplar lâhutî özelliğini kaybetmiş, bir sürü muhterislerin elinde tahrife uğramıştı. Cenâb-ı Hak İslâmiyetin geniş kapısını, cihanşümul mahiyetini bütün insanlara açık bu­lundurdu ve : «Atalarınız ne yapmışsa yapmış, hepsi de iyilik ve kötülük-leriyle birlikte gelip geçmiştir. Geri dönmelerine, ilâhî kanun icabı imkân yoktur. Bari siz nankörlük ve basiretsizlik etmeyin. İnancınız ne olursa olsun korkmayın, İslâmiyetin geniş kapısına gelin ve bu ümit dolu kapıdan «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyerek içeri girin. Zira İslâm kendisinden önceki her şeyi bu kelimeyle koparıp atar ve söyleyeni terte­miz kılar. Böyle yaparsanız, artık sizin için ne bir korku vardır, ne de mah­zun olursunuz» diyerek rahmetinin genişliğini belirtmiş oldu ve böylece Fâtihâ-i Şerîfede geçen Rahman ve Rahîm sıfatlarını geniş bir şekilde tef­sir buyurdu. [328]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

62. âyetle İslâmiyetin âlemşümul özelliğine ve bu sebeple kapısının her insana açık bulunduğuna, «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlül-lah» diyen herkesin bu kapıda hüsn ü kabul göreceğine ve zaten kurtu­luşun bu dînin esas ve prensiplerine kayıtsız teslimiyette olduğuna işaret edilmiş ve bilhassa bu konuda ehl-i kitabın dikkati çekilmiştir.

Şimdi tekrar İsrâîloğulları'na geçmişleri hatırlatılarak, atalarına verilen onuncu büyük nimetten ve onun neticelerinden; ilâhî buyruklara ve O'nun kâinattaki câri kanunlarına muhalefet edenlerin şeklen insan, ruhen ve manen maymun mizaçlı olduklarından bahsedilerek çok manidar bir tablo ve son derece dokunaklı bir ibret levhası gözler önüne seriliyor. [329]

 

Meali:

 

63— Ve   hatırlayın   ki,   sizden   (atalarınızdan   Tevrat   ile   dosdoğru amel edeceklerine dair) söz almıştık. Tûr'u üstünüze kaldırmış ve koru-

nasıniz, Allah'a karşı gelmekten sokmasınız diye «Size verdiğimiz kitabı kuvvetle (imân ve idrâk ciddiyetiyle) tutun, içinde olan (buyrukları) hatır­layın» demiştik.

64—  Bundan sonra yine yüzçevirmiştiniz. Allah'ın size fazlu rahme­ti olmasaydı, herhalde zarara uğrayanlardan olurdunuz.

65—  İçinizden Cumartesi gününde (ilâhî buyrukları ve o güne olan hürmeti çiğneyip) tecavüz edenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara :  «Rah­metten uzak hor ve hakîr maymunlar olun!» demiştik.

66—  İşte Biz bu (milletin tutumunu ve başlarına gelen kötü sonuç­ları) kendi devirlerinde yaşayanlara ve sonradan gelecek olanlara bir ib­ret ve  takva   (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan irfan) sahipleri­ne bir öğüt kıldık.

 

İlgili Hadîsler

 

İbn Abbas (R.A.) dedi ki: «Cenâb-ı Allah sizin bayram yaptığınız cu­ma gününü İsrâîloğullarına da farz kılmıştı (saygı gösterilmesi emredil­mişti). Fakat onlar bu günü cumartesine çevirip ona saygı göstermişler ve emrolundukları şeyi terketmişlerdi. Vaktaki emre muhalefet edip illâ da cumartesinin lüzumuna kaail olmuşlar, Allah onları cumartesi hakkında imtihan ederek başka günlerde helâl olan şeyleri cumartesinde haram kıl­mıştır.» [330]

«Yahudilerin irtikâp ettiğini siz irtikâp etmeyin. Çünkü onlar Allah'ın haram kıldığı şeyleri en basit hilelerle kendilerine helâl kılmışlardı.» [331]

«Şüphesiz Allah MESHİ, soy üreme şeklinde yapmamıştır. Hem may­munlarla domuzlar bu olaydan önce de varlardı.» [332]

 

Tarihî Yönü

 

«Ve hatırlayın ki, sizden (atalarınızdan Tevrat ile dosdoğru amel edeceklerine dair) söz almıştık.»

|ûk[alsraıl°âulkm'na, onları sıkıntılardan,   esaret   kaydından, canlı   mah-tapınmaktan, öküze aşırı derecede saygı göstermekten kurtarıcı

nîmetler verilmiş ve Hctzret-i Musa'ya kayıtsız şartsız uymalarına, Tevrat'a sıkı sıkıya bağlanmalarına dair kendilerinden söz alınmıştı. Günler geçti, onikisebt (soy) grup grup Tûr'un eteğinde karargâh kurdular. Vahy-i ilâ­hî, nûr hüzmeleriyle Tûr'a inmeğe başladı. Hazret-i Mûsâ, Tevrat'ı telakki edip büyük levhalar üzerine tesbitle emrolundu. Böylece Tûr, Allah'ın te­celli ettiği kutsal bir dağ oldu. Vahyin havasıyla nurdan muhteşem bir kubbe gibi İsrâîloğullan'nm üzerine yükseldi. Ve böylece Tûr'dan ilâhî kudret ve azametin, Rabbânî füyuzat ve merhametin lahutî havası buram buram kokmaya başladı.

«İçinizden cumartesi gününde (ilâ­hî buyrukları ve o güne olan hürmeti çiğneyip) tecavüz edenleri elbette bi­lirsiniz.»

Tevrat'ın Çıkış kısmının 20/8-13 belgelerinde şu kayıtlara rastlamak­tayız : «Sebt (cumartesi) gününü takdis etmek için onu hatırında tut. Altı gün işliyeceksin ve bütün işini yapacaksın. Fakat yedinci günü Allah'ın Rabbe sebittir. Sen ve oğlun, kızın, kölen, cariyen, hayvanların ve kapı­larında olan gariplerin hiç bir iş yapmıyacaksınız.»

Hazret-i Dâvud devrinde Akabe'de balıkçılıkla geçinen İsrâîloğullart, dinleri icabı cumartesi günleri çalışmak haram kılındığı halde kıyıya doğru akın eden balıkları görünce bu hürmeti ihlâl ettiler, cumartesi günleri de balık avına başladılar. Bu yüzden ilâhî gazaba çarpıldılar. Maddeye karşı aşın meyillerinden dolayı maymun tabiatlı olmuşlardı. Âyetin zahiri ise doğ­rudan doğruya maymunlaştiklarına delâlet etmektedir.

Kur'ân-i Kerîm'in A'raf sûresi 163. âyetinde onların bu saygısızlığın­dan bahisle deniliyor ki: «Ey Muhammedi Bir de onlara şu deniz sahilin­deki şehrin (durumunu sor). Hani bir zamanlar Cumartesi yasağına say­gısızlık gösterip ifâhi sınırı aşıyorlardı; hani Cumartesi günü balıklar sürü hâlinde akın akın onlara doğru geliyordu; diğer günlerde ise onlara gel­iniyorlardı. Biz onları günah işleyip ilâhî sınırları aştıklarından dolayı böy­lece denedik.»

Yukarıda mealini yazdığımız İbn Abbas (R.A.) hadîsi bu iki âyetin de­lâlet ettiği mânâyı gayet güzel bir şekilde ifâde etmektedir. [333]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

İki asra yakın bir zaman esaret altında kalmış, köle muamelesi gör­düğü için her türlü ilim ve medeniyetten mahrum bırakılmış bir milleti kal­kındırmak, yaşayışlarını düzene sokmak ve hattâ günün medenî şartları-

nın fevkinde bir hayat anlayışını kafalarına zerketmek kolay bir iş değil­dir. Bunun için zaman ister, vasıta ister, vasat ister ve hepsinin üstünde ilâhî lûtfa mazhariyyet ister. [334]

Allah Teâlâ, İsrâîloğulları'na bu mazhariyet kapısını, Hazret-i Mûsâ'-yı peygamber olarak onlara göndermekle açmıştı. Pedagojik bir sistemle yetiştirilebilmeleri için geniş bir zamana ve bu zaman içinde eski alışkan­lık ve âdetlerinden uzaklaşmalarına ihtiyaç vardı. Mısır'dan çıkmaları ve aylarca çöllerde dolaşıp Musa'nın rehberliğiyle uzun bir yolculuk yapma­ları var ya, bu zamanı elde etme imkânını vermişti. Gökten bıldırcın kuşu ile kudret helvasının inmesi, taştan su fışkırtılması, bulutun aylarca göl­ge yapması gibi bir çok ilâhî belgeler kısmî bir vasat hazırlamıştı. Artık onları yetiştirmek ve vasıta olarak, yani ilâhî düzeni öğretici rehber olarak Tevrat'a ciddiyetle sarılmaları .gerekiyordu. Bunun için de onlardan kesin söz alınmıştı. Fakat tsrâîloğiilları bilhassa Hazret-i Musa'dan sonra söz­lerinden döndüler, eski sefil yaşayışlarını arzular gibi tavırlar takındılar. Allah'ın peygamberlerle olan imdat ve merhameti onlara yetişmemiş ol­saydı, hepsi de hüsranda kalanlardan olurdu.

Evet, İsrâîloğulları, Hazret-i Musa'dan sonra yollarını yeniden şaşır­dılar da rûh ve fikirlerinde değişiklikler husule geldi; hislerinin te'siri altında kalıp sapıttılar; ilâhî hududa riâyet etmemeğe başladılar. İnsan sûretli, maymun tabiatlı mahlûklar derekesine düşüp bayağılaştılar. Tûr'­dan esen ilim ve irfan havasından artık istifade edemez olmuşlardı. İc âlemlerinde insanlık kemâlâtının meş'aleleri bir bir sönmeye yüz tutmuş­tu. Nihayet yine sefil ve perişan oldular. Onların bu acıklı hâli, imân ışığı altında İlim ve irfanı rehber edinmiyen milletler için ibret alınacak büyük bir derstir. Kur'ân'ın tabiriyle bu, yaşayan milletlere ve sonra gelecek olanlara ibret verici ceza ve takvaya eren mü'minlere de bir öğüt kılın­mıştır. [335]

 

İtikadî Yönü

 

Bâzılarına göre, Tûr dağının veya herhangi bir dağın kaldırılıp İsrâîl-oğulları'nın üzerine yükseltilmesi zahirî manâsıyla değildir. Çünkü böyle olması, imân etmeğe zorlamak hükmünü taşır ki, teklîfin gayesine aykı­rıdır. O halde dağın yükseltilmesi yani yerinden kaldırılıp İsrâîloğulları'nm üzerinde tutulması, onun üstünde Hazret-i Musa'ya inen ilâhî vahyin mâ-ıevı ve lâhutî saltanat ve hâkimiyetini ifâde eder; en uygun yorum da bu olsa gerek. [336]

 

Tahliller

 

 Hazret-i Musa'ya gönülden inanıp tâbi' ol­mak ve Tevrat ile amel etmek üzere sizden mîsak (söz, ikrar, ahid) almış­tık. [337]

Tur'u üzerinize (kaldırıp) yükseltmiştik de Tev­rat'ı ve taşıdığı hükümleri (bu korkuyla) kabul etmiştiniz. Şöyle ki: Haz­ret-i Mûsâ, üzerinde Tevrat yazılı levhaları getirdiğinde, İsrâîloğulları on­daki ağır hükümleri, meşakkat verici teklifleri görünce şaşırdılar ve kabul etmekten çekindiler. Bunun üzerine Cibrîi-i Emîn'e, Tûr dağını kaldırıp onların üstünde tutması emrolundu. Böyle yapılınca da Hazret-i Mûsâ on­lara : «Ya kabul edersiniz, yahut Tûr'un altında ezilmeğe razı olursunuz!» demişti. Onlar da bu korkuyla Tevrat'ı kabul etmişlerdi. [338]

Bu yorum pek uygun görülmemiştir. ciddiyet ve azimle... [339]

Sefil ve hakir maymunlar olunuz. Yahudîierden nankörlük edenler mesha uğramışlardır. [340] Mücâhide göre, suretleri de­ğil kalbleri mesholunmuştu. Yani maymun karakterli ve o mahlûk gibi tak­litçi olmuşlardı. [341]

 İbret ve azap manasınadır. [342]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İsrâîloğulları hislerine mağlûp, nefsânî arzularına boyun eğmiş bir halde tarihin sahifelerine nakşedilmek üzere acı ve tatlı hatıralar bırakı­yor ve eski inançlarıyla yeni i'tikatları arasında bocalayıp duruyorlardı. Şa'şâlı devirlerinden biri sayılan Hazret-i Dâvud zamanında cumartesi gü­nünün hürmetini ihlâl ettikleri ve bir zaman Tevrat ile amel etmedikleri için insanlık şerefini, imân faziletini yitirdiler ve bu yüzden kötü iştahlı maymunlar seviyesine düştüler. Yukarıdaki âyetlerle onların bu acıklı hâline temas edildi. Şimdi de onların sefil ve kararsız hâlinin zaman zaman nüksettiğinden, o kadar ki çabuk mirasa konmak için adam öldürdüklerin­den, katilin meçhul kalması yüzünden birbirlerine düştüklerinden, ilâhî kudretle maktulün dirilip katilin kim olduğunu haber vermesi üzerine ihtilâ­fın giderildiğinden söz edilmektedir.

Cenâb-ı Hak bu mu'oizeyle, ölümden sonra dirilmenin olacağını ve asıl ebedî ve o nisbette huzurlu bir hayatın başlıyacağını, onlara yakîn vereoek şekilde açıklamıştır. [343]

 

Meali:

 

67_ Hatırlayın ki bir vakit de Musa, milletine: «Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor» demişti. Onlar (ataları): «Bizi alaya mı alı­yorsun?!» demişlerdi. O da : «Öyle câhillerden olmaktan Allah'a sığını­rım» demişti.

68—  (Öyle ise) bizim için Rabbine duâ et de onun ne olduğunu bize açıklasın, demişlerdi. Musa da (aldığı emri beyânla): «Allah diyor ki: O ne pek kart, ne de pek genç, ikisi ortası bir dinç sığırdır. Artık emrolun-duğunuz şeyi yerine getirin» demişti.

69—  Onlar tekrar: «Bizim için Rabbine duâ et de o sığırın rengi ne­dir, bize açıklasın» demişlerdi. Musa da: «Rabbim buyuruyor ki, hiç şüp­hesiz o, bakanların içini açacak şekilde parlak sarı bir sığırdır» demişti.

70—  Onlar yine: «Bizim için Rabbine duâ et de o sığırın mâhiyetini (iyice) bize açıklasın. Çünkü tarif edilen sığır bize (diğerlerine) benzer gi­bi geliyor. Allah dilerse, elbette (boğazlanması emrolunan sığırı) bulabi­liriz» demişlerdi.

71—  Musa da (aldığı emir üzerine) «Rabbim o, yeri sürüp ekini su­layarak boyunduruğa girmemiş bir sığırdır, salmadır, hiç alacası, lekesi yoktur, buyuruyor» demişti. Onlar: «İşte şimdi hakikatle geldin» demiş­lerdi. Bunun üzerine o sığırı boğazladılar. Az kalsın bunu yapmıyacak-lardı.

 

İlgili Hadîsler

 

«İsrâîloğulları «Allah dilerse elbette bulabilir, doğruya erişiciler olu­ruz» dememiş olsalardı, o kendilerine verilmezdi. Fakat istisna yaptılar (da arzuladıklarına kavuşabildiler)». [344]

«İsrâîloğulları: «Allah dilerse, elbette bulabilir, doğruya erişiciler oluruz» dememiş olsalardı, o ebediyen kendilerine verilmezdi ve eğer (ilk emre uyarak) her hangi bir sığır boğazlamış olsalardı onlara kâfi gelirdi. Fakat bu hususta kendilerini sıktıkça sıktılar, Allah da o emri onlar üze­rinde sıkı tuttu (ve bu yüzden kendilerine pek pahalıya mal oldu).» [345]

 

Tarihî Yönü

 

Milâttan önce Mısır'da hayvanlara ibâdet edildiğini Yunan ve Lâtin ypzarlan tarafından verilen bilgilerden ve arkeolojik, epigrafik belgeler­den öğreniyoruz. Mısır'da iki asır kadar yaşayan İsrâîloğuliarı'nın, Haz-ret-i Musa'nın zuhuruna kadar geçen zaman içinde hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma akidesinin te'siri altında kaldıkları sanılmaktadır. (1) Mısır'dan çıktıktan sonra, Sâmiri'nin yaptığı altın buzağıya ibâdet etmeleri bu zannı kuvvetlendirmekte ve bize daha doyurucu bir bilgi vermekte­dir. Diğer taraftan sığırla, Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilen evsafiyle Sâmirî'nin tapınmak için yaptığı altın buzağı arasında büyük bir benzerlik var; bil­hassa sığırın parlak sarı renkte oluşu. İşte İsrâîloğullan'nın eski alışkan­lıkları sâikasiyle olacak, onlar bu tip sığırlara fazlasıyla saygı gösterirler­di. Tevrat'ta bu hâdiseye temas edilirse de, Kur'ân'ın beyân ettiği hik­metten çok uzaktır. Böylece Tevrat'ın birçok cihetle tahrife uğradığı da anlaşılmış oluyor. Dinler tarihinde kaydedildiğine göre. Mısırlılar çok es­ki devirlerde diğer ibtidaî milletler gibi animist idiler. Onlar da her şeyde kendilerine musallat olan bir rûh bulunduğunu sanıyor ve bu ruhlara en geniş saygıyı gösteriyorlardı. Bunlar yalnız bâzı ruhların, güneş gibi, ay gibi, Nil gibi tabiî ikametgâhlarda yaşadıklarına, fakat ruhlardan çoğunun hayvanlarla kuşların içinde bulunduğuna inanıyorlardı. Mısır'da her ka­bilenin inandığı bir rûh vardı ki o canlı bir mahlûkun içinde yaşarmış, Me­selâ içlerinden biri koça, biri keçiye, diğeri öküze, bir başkası aslana, do­muza ve akbabaya taparmış. Daha sonraları bu hayvan ilâhlar, mahallî birer mahiyet almışlardı. Meselâ, bu koç ile temsil olunan Amon, teb kö­yünün, öküz ile temsil olunan Ptah Menfis'in ilâhı olmuştur.

Diğer bir misal de, Iran hükümdarı Kâvus, (M.Ö. VI. yüzyılda) Mısır'ı fethetmek istediği zaman askerlerinin önüne kedilerle leylekler yerleştir­mek gibi bir kurnazlık yapmış ve Mısırlılar da bunlara karşı silâh kullan­mağa cesaret edememişlerdi..

İsrâîloğuliarı'nın hayvanlara ibâdet etme alışkanlığını yıkmak ve on­ları tamamen tevhîd akidesi üzerinde toplamak için genç bir sığırın bo­ğazlanması emrolunmuştu. O halde bu emirle üç büyük hikmete işaret ediliyordu :                     .                             "

1— Kutsal bilinen hayvanın ibâdete lâyık olmadığını anlatmak.

2__ Boğazlanan sığırın bir parçasının maktule vurulmasıyla  maktûiırilmesi, yaşatan ve öldürenin ancak Allah olduğuna ve bu ölümden sanılmlkt rân°gUllan nm Mısır'da-''bazı tarihçilere göre iki asır kadar kaldıkları taysa da> Tevrat'ta, 430 yıl kaldıkları belirtilmektedir.

sonra yeniden dirilip kalkmanın   ilâhî   kudrete nisbetle çok   kolay bulun­duğuna kesin belge göstermek.

3— İyilik ve kötülükler ne kadar gizli tutulursa tutulsun, ilâhî ilmin dışına çıkmıyacağına dikkati çekmek ve fitnenin kısasla önleneceğini, Hz. Musa'nın şeriatinde de kısas hükmünün bulunduğunu hatırlatmak. [346]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Peygamberin sözünü ciddiye almamak, inat yollu sormak, İlâhî em­re imtisalde gecikmek.

Peygamberler insan olmakla beraber sair insanlardan farklıdırlar. Ha­set, kin, ikiyüzlülük, sununla bununla alay etmek gibi kötü huylardan, hafiflik sayılan söz ve hareketlerden münezzehtirler. Yalan söylemezler, söylediklerinin hiç birinde şüphe yoktur. Emânete hiyânet etmezler. Özü sözü doğru, içleri dışlarına, dışları da içlerine uyar. Herkesten daha akıllı­dırlar; kuvvetli sezişe sahiptirler. Bu böyle olmakla beraber İsrâîloğulları Hazret-i Musa'ya tam bir i'tikatla bağlanmışa benzemiyorlardı. Çünkü bunca mu'cizeler, ilâhî âyetler karşısında her türlü şüpheden uzak, kâmil bir imân sahibi olamamışlardı. Mısır'da fir'avnlerin gayr-i ciddi emirleri, halk tabakasını alaya almak, lüzumsuz ve keyfi buyruklar vermek, hay­vanlara kudsiyet izafe etmek gibi birçok kötü âdetlerin izleri henüz İsrâ-îloğullan'nın gönül ve dimağlarından silinmemişti. Bazen Hazret-i Mu­sa'yla beraber olduklarını unutarak ilâhî emirleri ciddiye almamışlar, Al­lah'ın peygamberinin kendileriyle alay ettiğini sanmışlardı.

Bu hal onların henüz manâdan çok uzakta bulunduklarını, Hazret-i Musa'nın getirdiği üstün ahlâktan yeteri kadar nasiplerini alamadıklarını gösteriyordu. Cenâb-ı Hak rahmet denizinin derinliğindeki esrar ve hik­metleri icabı, İsrâîloğullan'nın gönüllerinde heykelleşen madde putperest­liğini yıkmak için Hazret-i Musa'dan sonra birçok peygamberler daha gönderdi ve zaman zaman onları çeşitli belgelerle imtihan etti. Bunlardan biri de Mısırlıların kutsal sayarak tapındıkları hayvanlardan sığırın boğaz­lanması keyfiyetidir. Onlar bu emre uymakta geciktikleri ve kendi kendi­lerine bir hayli müşkilât çıkardıkları için Hazret-i Musa'yı fazlasıyla üz­müşler; hattâ ona bilgisizlik isnat etmişlerdi.

Basiretsizliğin zifiri karanlığı içinde bocalayan İsrâîloğulları tarih bo­yunca elim vak'alarla karşılaşmışlar ve bu yüzden perişan bir millet ola­rak yeryüzüne yayılmışlardır.

Ayrıca âyette, mühim bir işe başlarken bir hayvan boğazlamanın o işin hayırla sonuçlanmasına vesîle olacağına işaret vardır. Fakat bir hay­van boğazlarken, kâinata hâkim olan kuvvet ve kudreti düşünüp Allah'a

tam bir teslimiyetle teslîm olmak en üstün bir şükürdür. Bu konuda bir mütefekkir şöyle diyor. «Bir hayvanı kestiğin zaman için için ona de ki: Seni kesmeyi emreden kuvvet, beri de öldürecek, ben de senin gibi bir varmış bir yokmuş olacağım. Seni benim elime teslîm eden kanun, beni de daha kuvvetli bir ele teslîm edecek.» [347]

 

Tahliller

 

«Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor..»

Zebh, zebeha fiilinin masdarıdır. Boğazlamak ve yarmak manâsına getir. Şeriatte ise, eti yenen bir hayvanın boyun damarları ile nefes ve ye­mek borularının keskin bir âletle kesilmesidir. Boğazlama keyfiyetinin Mu­sa'nın şeriatında da belirtilen şekilde olduğu, fiilin delâletinden anlaşılıyor.

Tevrat'ta inek kesilmesinden, ineğin renk ve diğer sıfatlarından, kim tarafından vurulduğu bilinmiyen adamdan bahsolunursa da -tahrife uğ­radığı için- Kur'ân-ı Kerîm'in beyânına uymamaktadır. [348]

Bakara kelimesi müennestir. Müfred olması da muhtemeldir. Bakar kelimesi, sığtr cinsinin hepsini içine alır. Bakara kelimesi bakar'ın müfre-di kabul edilecek olursa, öküz, inek, tosun ve mandadan her birine delâ­let edebilir. Kök harfleri olan «b-a-k-r» yarmak manâsına gelir. Öküze bu ismin verilmesi, bundan dolayıdır. [349]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Sığırın boğazlanmasının kati (adam öldürme) hadisesiyle alâkası var­sa da esas itibariyle taşıdığı hikmeti şöyle izah edebiliriz :

Yukarıda geçen âyetlerle taştan su fışkırtmak gibi nâdir bir mucize­den ve bu mu'cizenin Peygamber Musa'nın eli üzerinde vuku' bulduğun­dan bahsedilmiş ve onunla Allah'ın geniş rahmetine, kullarına olan son­suz atıfetine işaret edilmişti.

Şimdi de daha büyük bir mucizeden haber vererek ilâhî kudretin tesirinin, illiyet (kozalite) kanunuyla mukayyed olmadığını hatırlatıyor ve 0|uleri diriltmenin beşer aklının kavrayamıyacağı bir hususiyet taşıdığına dikkatimizi çekiyor. [350]

 

Meali:

 

72—  Hatırlayın ki, bir zamanlar bir   adam   öldürmüştünüz ve   onun hakkında (birbirinizi suçlamak suretiyle) pekişmiştiniz. Allah da sizin giz­lediğinizi meydana çıkarandır.

73—  «Sığırın bir kısmını öldürülen adama vurun» demiştik. (Vurulun­ca da o dirilivermişti). İşte böylece Allah ölüleri diriltir. Aklınızı iyice kul-lanasınız diye âyetlerini size gösterir.

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Rezîn (R.A.) Cenâb-ı Peygamber (A.S.)dan şöyle sorduğunu an­latır :

  Ey Allah'ın Resulü! Allah ölüleri nasıl diriltecek?

  Otları henüz yeşermemiş bir vadiden geçtikten sonra tekrar, ye­şillenmiş bir halde oraya uğradın mı?

  Evet, uğradım.

  İşte öldükten sonra dirilip kalkmak da böyledir. [351]

 

İlmî Yönü (Ruhları Çağırmak - İspritizma)

 

Yetmiş ikinci âyetle belirtilen kati hâdisesi ve boğazlanan sığırın bir parçasının dokundurulmasıyla maktulün dirilip katilin kim olduğundan haber vermesinin keyfiyeti üzerinde çeşitli görüş, tefsir ve te'villerde bulu­nulmuştur. Fakat çoğu ilmî bir değer taşımamaktadır. Bizce en önemli olan cihet, hâdisenin ispritizma ile ilgili olup olmadığıdır.

Ölülerin rûhlarıyla haberleşmenin mümkün olduğuna inananlar ve bu­nun için aracılık yapacak bir «medyum»a ihtiyaç bulunduğunu iddia eden­ler, âyette bu tarz bir olaya temas edildiğini zannederler ve İsrâîloğulları'-nın da ispritizma ile uğraştıklarını belirterek, Tevrat'ın Samuel Kitabının 28/1-21'de anlatılan kıssayı delil olarak gösterirler:

«Samuel ölmüştü. Bütün İsrâîl onun için dövünmüşlerdi. Onu Roma'-da kendi şehrinde gömmüşlerdi. Bunun üzerine Saul, cincileri ve bakı­cıları memleketten kaldırmıştı. Filistinliler toplanıp geldiler, Şunem'de ordugâh kurdular. Saul bütün İsrail'i topladı, Gilboada ordugâh kurdular. Saul, Filistinlilerin ordugâhını görünce korktu, yüreği titredi. Sauî Rabden sordu, fakat Rab kendisine ne rü'yalarla, ne Urimle, ne de peygamberler­le cevap vermedi. Saut kullarına dedi ki : Benim için bir çinçi kadın ara­yın ve ona gidip sorayım. Kulları ona dediler ki: İşte En-dorda bir cinci kadın var. Bunun üzerine Saul kılığını değiştirdi, başka elbise giyindi ve iki adamla beraber gitti, geceleyin kadının yanına geldiler. Kadına dödi ki: Rica ederim, benim için cinle fala bak ve sana söyliyeceğim kimseyi bana çıkar. Kadın ona dedi ki: İşte, Saul'un ne yaptığını cincileri ve bakı­cıları memleketten nasıl attığını biliyorsun da neden beni öldürtmek, için canıma tuzak kuruyorsun? Saul, kadına : Hayy olan Rabbim hakkı için bu işten sana bir kötülük gelmiyeçektir. Kadın dedi ki: Sana kimi çıkarayım. Saul: Bana Samuel'i çıkar, dedi. Kadın, Samuel'i görünce yüksek sesle bağırdı ve : «Sen Saul'sun da niçin beni aldattın?» diye Saul'a söyledi. Kıral ona dedi ki: Korkma, fakat ne görüyorsun? Kadın Saul'a dedi ki : Yerden çıkmakta olan bir ilâh görüyorum. Saul ona : Çıkan kimse ne bi­çimdedir? diye sordu.. Kadıru* «Kocamış bir adam çıkıyor, bir cübbeye bürünmüş. Ve.Saul o'çıkanın Samuel olduğunu anladı. Yüzüstü eğilip ye­re kapandı.» Samuel ona dedi ki: Beni çıkararak niçin rahatsız ettin? Saul dedi ki: Çok sıkıntıdayım, çünkü Filistinliler bana karşı cenk ediyorlar. Allah benden ayrıldı, artık ne peygamberlerle, ne de rü'yalarla cevap ve­riyor. Ne edeceğimi bana bildiresin diye seni çağırdım. Samuel dedi ki: Mademki Rab senden ayrılmış ve sana düşman olmuştur. O halde niçin genden soruyorsun. Rab benim vasıtamla söylediği gibi sana yaptı ve kıralhğı senin elinden kopardı, onu senin komşuna, Davud'a verdi, en Rabbin sözünü dinlemediğin için ve onun kızgın öfkesini Amelekîlere YPrt adığm için Rab da bugün sana bu şeyi yaptı. Ve Rab İsrail'i de se-nimf   ^raber Fiiistinlilerin eline verecek ve yarın sen de, oğulların da beberaber olacaksınız.  İsrail'in ordusunu da  Rab Filistinlilerin eline

verecektir,»

Gerçi bu cümlelerde ispritizmaya kısmen de olsa delâlet eden yer­ler mevcuttur. Fakat esas itibariyle cinler aracılığıyla Samuel'in ruhunun çağırıldığı anlaşıhyor. Nitekim Şeyh Tantövî Cevher? Tevrat'ın ispritizma­dan bahsettiğini ve herkesten evvel Müslümanların -Kur'ân-ı Kerîm'in de temas ettiği- bu ilimle meşgul olmalarının gerektiğini yazmıştır.

Son yıllarda bu iş üzerinde derin incelemelere girişilmiş, ciddî dene­meler yapılmıştır. Bununla beraber konunun henüz bir ilim dalı olduğu id­dia edilmemiştir.

Bu konuyla alâkalı eserlerin kaydettiğine göre: İspritizmanın ileri cemiyetlerde tanınması ancak XIX. yüzyılda mümkün olmuştur. Hikâyeye göre, 1848 yılında New-York eyaletinde Fox adında bir çiftçinin evinde acayip olaylar vuku' bulmaya başlayınca oralarda yaşıyan halk heyecana kapılmış. Akşamlan el ayak çekildikten sonra Fox'!arın evinin kapısı mun­tazam fasılalarla vurulmaya başlamış. Evin küçük kızı Kate Fox kapıyı vuran görünmez kimsenin ruhlar âleminden bir misafir olabileceğini ileri sürmüş. Kate iyi bir medyummuş. Ruhla temas sağlayınca, vaktiyle o ev­de öldürülmüş bir adamın ruhu olduğunu öğrenmiş. O günden sonra da ruhlarla konuşmak, onlardan haber almak merakı her yere yayılmış.

Hikâye bu olmakla beraber, meselenin ilmin bir dalı hâline getirilip getirilemiyeceği bugün için meçhuldür. Ancak medyumlara gelenlerin ruh­lar değil de cinler olması kuvvetle muhtemeldir. Zira anladığımız kada­rıyla ruhların Berzah âleminden Dünya'ya yönelip rastgele kişilerle temas kurması sünnetullah'a ters düşmektedir. Peygamberler ve yüksek dere­cedeki kâmil velîlerle temas kurmaları ise istisna teşkil eder ki genel kai­deyi bozmaz. Tevrat'taki kayıtlardan da Samuel'in cinler aracılığıyla ça­ğırıldığı daha yakın bir manâyla anlaşMıyor. Kur'ân-ı Kerim'de geçen di­riltme ve haber verme hâdisesinin, ispiritizma ile ne uzaktan, ne de ya­kından ilgisi var. Çünkü âyetin siyak ve sibakı buna mütehammil değildir. Cenâb-ı Hak onu bir mu'cize olarak diriltmiştir. Âyetin son kısmı: «Ak­lınızı iyice kullarlasınız diye âyetlerini size gönderir.» meâlindedir ki, mu'-cizenin insanlar üzerindeki tesirini beyân ederek akıi sahiplerini inkâr fırtınasından kurtarmak ister. [352]

 

Ahlâkî Yönü

 

«Hatırlayın ki, bir zamanlar bir adam öldürmüş­tünüz ve onun hakkında pekişmiştiniz.»

İşte Yaratan'ın kudretine, tekrar dirilmenin hakikatına, ölüm ve di-

rimin tabiatına delâlet eden açık bir belge. Cenâb-ı Allah sığırın boğaz-lanmasındaki hikmet perdesini kaldırıyor ve âhirete dosdoğru îmân edip dünya hayatını ona göre düzenlemenin lüzumuna işaret ediyor. Çünkü ölümden sonra tekrar dirilmeye inanmak kadar ahlâkı yükselten bir esas ve prensip düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm bu müessir prensibi milletlerin kafasına zerketmek için geçmiş milletlerden misaller veriyor ve olayları, aklı harekete geçirecek şekilde bizlere aktarıyor.

Evet, Kur'ân-ı Kerîm, önce insanın duygu ve düşüncesine hitap eder, sonra akla lâyık olduğu değeri verir. Hislerin insan üzerindeki tesiri çok büyüktür. Aktı harekete getirmek için ona ilk malzemeyi veren hislerdir. Bunun için Cenâb-ı Hak âhirete,, hesap ve ceza gününe inanmak için ön­ce İsrâîloğulları'nm hislerine tesir edecek bir maktulü diriltiyor. Bu açık mucizeyle lüzumlu malzemeyi verdikten sonra : «Aklınızı iyice kullanası-nız diye âyetlerini size gösterir,» buyuruyor.

Aynı metodu Hazret-i İbrahim'in de takip ettiğini yine Kur'ân'dan öğ­reniyoruz : «Bir vakit de İbrahim : «Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster?» demişti. Allah ona : «İnanmadın mı?» buyurmuştu. O da : «Ha­yır, inandım (ve inanıyorum) fakat kalbim yatışsın diye (arzuluyorum)» demişti.» [353]

İbrahim (A.S.) kâinattaki nizamdan istidlal ederek aklıyla inandığı ve bütün şüpheleri attığı halde itmi'nane kavuşmak için hislerine hitap edil­mesini istemiş ve bu arzusu yerine getirilmiştir.

O halde, yalnız hisse bağlı kalmak, aklı kullanmamak bizi gerçeğe ulaştırmaz. Sadece akla bağlı kalmak ve her şeyin onunla halledilece­ğine inanmak da doğru değildir, Akıi; imân ve basiretten ışık, duygu ve düşünceden malzeme aldığında hakikati keşfedebilir. Kur'ân-ı Kerîm'in talim etmek istediği işte budur. [354]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bundan sonra yine kalbleriniz katılaş-tı, taş gibi ve hattâ daha da katı oidu.»

İnsanları harekete getiren, onları itaatkâr bir cemiyet hâline sokan akıl değil imândır. İmânı besliyen, ilâhî buyruklardır. Duygularımız aklın;

akıl da îman ve basiretin emrine girmelidir. Yukarıdaki âyetlerde, İsrâîl-oğuiları için âyet ve mu'cizeler gösterilmiş ve imânı beslemek için Tevrat indirilmişti. Fakat ruhî varlıklarını maddî hayatlarına tercîh edemiyen, ce­halet ve nefsanî arzularını ulvî hakikatler uğrunda feda edemiyen bu za­vallıların kalbleri katılaştıkça katıiaştı. Aşağıdaki âyetde ise, onların kalb katılığının taş gibi veya daha katı olduğu beyân edilerek, ilâhî nizamlara isyan edenlerin böylesine bir ruhî maraza mübtelâ olacaklarına işaret ediliyor. [355]

 

Meali:

 

74— Bundan sonra yine kalbieriniz katılaştı, taş gibi ve hattâ daha da katı oldu. Çünkü taştan öylesi var ki, ondan ırmaklar fışkırır, öylesi de var ki, yarılıp ondan su çıkar, öylesi de var ki, Allah korkusuyla (ilâhî kanunlara boyun eğerek) aşağı düşüp (parçalanır). Allah işlediğiniz (ve işleyeceğiniz)den habersiz değildir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Zikrü'llahsız sözü çoğaltmayın. Çünkü zikrü'llahsız sözün çokluğu, kalb katılığına (yol açar). Hem insanların Allah'tan en uzak olanı, kalbi katı olanıdır.» [356]

«Dört şey şekavet(bedbahtlığ)in belirtisidir: 1— Gözün yaşarmaması, 2— kalb katılığı, 3— Uzun emel, 4— dünyaya karşı (aşırı) tamah.» [357]

«Ben, Mekke'de bir taş biliyorum ki, peygamber olarak gönderilme­den önce de o bana selâm verirdi. Ve şimdi de onu biliyorum.» [358]

«Hazret-i Ali (R.A.)den, diyor ki: Resûlüllah (A.S.) ile Mekke'de idik. Şehrin kenar kısımlarından bir yere çıktık. Yolda Peygamber (A.S.)ın uğ­radığı ağaç, taş, tepe, dağ ne varsa hepsi ona «es-Selâmü aleyke ya Re­sûlüllah» diyordu.» [359]

 

İlmî Yönü

 

74. âyette kalb katılığına misal olarak taş getirilmiş ve taşların ya­rılma, ufalanma, yukarıdan aşağıya düşme, yuvarlanma- gibi değişmele­rinden bahsedilerek taşların fiziksel jeolojik durumuna temas edilmiştir. Bununla, ilâhî kanunun cansız varlıklar üzerinde de şaşmadan hükümran olduğu hatırlatılıyor ve insanların her varlıktan ziyade bu kanunlara uy­ması gerektiğine işaret ediliyor.

Yerkabuğunu meydana getiren maddelerden biri de kültelerdir. Bun­lar Allah'ın kâinatta câri kanunlarının gerektirdiği şekilde çeşitli mine­rallerden meydana gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm kültelerin birkaç sınıfından bahsederek şu esasları belirtmek istiyor: Kültelerden kopan irili ufaklı parçaların birçok çeşitleri vardır. Külteler, tortul, püskürük ya da metamor-fiktir. Taşlar da bu esasa göre sınıflandırılır. Tortul külteler, püskürük külteler, metamorfik külteler. Birincisinin içinden bazen sular fışkırır. İkincisi bâzı sebeplerle yarılır, içinden sular akabilir. Üçüncüsü ısı, su bu­harı, basınç gibi sebeplerle fiziksel niteliklerini kaybetmiş olanlardır. [360]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Ruhumuzun derinliklerinden «Allah» lafzının zihinlere sığmayan id­raklerin ötesinde olan derin mânâsı ve o mânânın etrafa yaydığı irfan nurunun dalgaları yükselmediği müddetçe insan kalb katılığının sert ta­bakasının altında bocalar kalır. Ve işte o zaman döküldüğümüz nefis ve Şehvet kalıplarından ve o kalıplardan aldığımız şekillerden kurtulma im­kanlarımız zorlaşır. Zira ondan kurtulmak için kâfi derecede ne imân, ne ae irfan mevcuttur

Kalb katılığının ilk belirtisi, Allah'tan başkasına meyletme hevesinin uyanmasıdır. Dönüş olmazsa, neticesi kötü bir nankörlüğe, hattâ küfre inkılâp edebilir.

İb'blis davattİ1  (bunu) kibrine yedire-medi ve kâfirlerden oldu.» âyet-i celîlesi bu sonucu beyân eder. [361]

İsrâîloğulları'nın, ölünün diriltilme mu'cizesi karşısında bile iç varlık­larından yakîn derecesinde bir imân nuru dalgalanıp yükselmedi. Bu ko­nuda da akılları hislerine, basiretleri akıllarına rehber olmadı. Böylece Al­lah'ın emirlerine dosdoğru inkiyad etmediler. O yüzden yetişecek olan torunlarına iyi bir ilim ve irfan mirası bırakamadılar. Şüphe dolu bir aki­deye vâris olan Yahudiler, âhireti, ölümden sonraki hayatı unuttular, kalb-leri o kadar katılaştı ki taştan daha beter oldu. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden pınarlar fışkırır, bir kısmı ayrılır da suya yol verir. Bir kısmı da ilâhî kanunlara boyun eğerek yukarıdan aşağıya yuvarlanır.

Evet, varlık âleminde ne varsa, hepsi de Hakk'ın buyruklarına baş-eğip râm olur. Bâzısı lisan-i kaal ile/bâzısı da lisan-i hâl ile O'nu teşbih eder. O'nun kâinattaki câri kanunlarına itaatten geri kalmaz.

İşte İsrâîloğulları bu tesbîh ve itaati bırakıp ilâhî kanunları dinlemez-lik cinnetini gösterdikleri için, onlara kalb katılığı gibi elim bir hastalık ânz oldu, nesilden nesile geçerek bütün bir milletin manevî yapısını ha­rap etti. Bugünkü Yahudilerin bir kısmı, belki de çoğu aynı hastalığın ma­rîzleri olarak etrafa mikrop saçmaktadırlar.

Bize ve diğer milletlere düşen, bu kıssadan hisse almak, yetişecek olan nesillere en iyi mirası hazırlamaktır. [362]

 

Tasavvufî Yönü

 

Aradan bir hayli zaman geçtikten, gönül havuzundaki sular millenip bulandıktan sonra kalbler ilim ve irfan havasını alamaz hale gelir, taş gi­bi ve hattâ daha fazla katılaşır. Zira taşların çoğu, mahir sanaaîkârın be­cerikli ellerinde şekil değiştirir ve nakşedilen motifleri kabul eder. Bu ba­kımdan, Hak'tan gelen nuru alamıyan kalbler taştan da katıdır, denilmiş­tir.

Tasavvuf ehli, kalbleri dört kısma ayırmışlar;

1— İlâhî ilimle aydınlanmış, irfan denizine gark olmuş olanlar. Bu kısma dâhil olanlardan bilgi ırmakları fışkırır. Ondan içen ebediyen yaşar. Sâbikîn'den olan Ehlü'llah'ın kalbleri bu kısmı temsîl eder.

2—  İlme  olan   susuzluğunu   gideren,   dinleyip   hıfzedebilen    kalbler. tnmde kök salmış âlimlerin kalbleri bu kısmı temsîl eder.

3—  Huşu'   duyup, Hakk'a inkiyad   eden,   teslimiyet   üzere   bulunan kalbler. Âbid ve zâhidlerin kalbleri bu kısmı temsîi eder.

4—  İlimle aydınlanmıyan, korku  ile yumuşamıyan, hidayetten uzak, bâtıla yüz tutmuş, nefsânî arzuların gururu içinde şehvet bataklığında tı­kanıp kalan kalbler âyeti bu kalblere işaret eder. [363]

 

Tahliller

 

fiili kasavet kökünden gelir; salabet ve kabalık mânâlarını ifâde eder. [364]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Ey Peygamber ve mü'minler! Yahudi­lerin) size inanmalarını çok mu istiyorsunuz?»

Yukarıdaki âyetlerle İsrâîloğullan'nın Hazret-i Musa'dan önceki ve sonraki devirlerinden, onlara imânın hakikatini aşılayacak olan mu'cize-lerden, bütün bunlarla beraber sapıttıklarından, buzağıya tapındıkların­dan, ve daha sonraları kalb katılığına uğradıklarından geniş bir şekilde bahsedildi. Şimdi de bu nankör ve o nisbette maddeperest milletten Hâz-ret-i Peygamber'e (A.S.) muasır olanların tutumuna, psikolojik durumuna temas ediliyor ve «(Yahudilerin) size inanmalarını çok mu istiyorsunuz? Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı) dinlerler, ona akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif ederlerdi.» denilerek böyle bir temenni ve arzunun insanî düşünce mahsulü olmakla beraber, kendi hasis menfaatleri için Allah'ın indirdiği Kitab'ı değiştiren bedbahtları yola ge-tıremiyeceğine işaret ediliyor.

ynca Müslümanlara, kendileriyle içice yaşayan ve günlük hayatın irçok safhalarında geniş çapta ilgi kuran Yahudilerin içyüzü anlatılıyor, zamanda Kur'ân'da bu ve benzeri konulara değişik ifadelerle sık sık ver verilmesinin hikmeti hatırlatılıyor. [365]

 

Meali:

 

75—  (Ey Peygamber ve mü'minler! Yahudilerin) size inanmalarını çok mu istiyorsunuz? Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın Kelâmını (Tev­rat'ı) dinlerler, ona akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif ederlerdi.

76—  Onlar imân edenlerle karşılaştıkları zaman, «İnandık» derlerdi. Birbirleriyle tenha kıldıkları zaman, «Allah'ın size açtığı şeyi, Rabbiniz ka­tından size kanıt olarak getirsinler diye mi onlara anlatıyorsunuz? (Bu­na) aklınız ermiyor mu?» derlerdi.

77—  Bilmezler mi ki, Allah onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da

mutlaka bilir.

78— Onlardan bir kısmı ümmîdir (okuyup yazması yoktur); Kitap (Tevrat)ı bilmezler, ancak birtakım kuruntuları bilirler. Onlar sadece zan peşindedirler.

79__ Kitabı elleriyle yazdıktan sonra onu önemsiz bir paha karşılı­ğında satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlerin vay haline! Elleriyle yazdıklarından dolayı vay onlara!. Vay, kazanmakta oldukları şeyden on­lara!.

 

İniş Sebebi

 

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) Medine'ye hicret ettiklerinde oradaki Ya­hudileri İslâmiyete ve ilâhî Kitab'a davet etti. Zaten Yahudilerin son dîn ve son peygamber hakkında biraz bilgileri vardı. Tevrat tahrîfe uğramak­la beraber onda bu hususla ilgili bir takım kayıtlar mevcuttu. Fakat dînî ve ırkî taassup yüzünden bir çoğu -bilhassa hahamlar- bile bile inkâr ve tekzibe saptılar. Peygamber (A.S.), onların bu menfi tutumu karşısında müteessir oldu. Bunun üzerine yukarıdaki yetmişbeşinci âyet indi. Bu âyet bir taraftan Yahudilerin maskesini düşürüyor, diğer taraftan da Resû-lüllah'ı teselli ediyordu.

«Onlar iman edenlerle karşılaştıkları za­man inandık derlerdi..»

Âyetin tefsirinde ise, İbn Abbas (R.A.) sebebini şöyle özetlemiştir:

Yahudilerden bir grup münafık, Resûlüllah (A.S.)ın ashabına rastla­yınca «Sizin inandığınıza biz de inandık. Arkadaşınız Muhammed'in doğru ve hak nebî olduğuna şahadet ederiz. Onun her söylediği gerçektir; biz onun sıfatını kendi kitabımızda bulduk» derlerdi. Kendi ileri gelenleriyle başbaşa kalınca, ileri gelenler onlara : «Muhammed'in Tevrat'ta gecen sıfatlarını Müslümanlara niçin anlatıyorsunuz? Sonra bunu delil olarak kullanırlar da sizi müşkül duruma sokarlar» diye ikazda bulunurlardı. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [366]

 

İlgili Hadîsler

 

Yahudilerin sabahları  Medine'ye gelişi,  ikindi  vakti  gidişi,  sinsi  bir lın tahakkukuna matuftu. İslâmiyeti içten yıkmak istiyorlardı. Bunun zenne Resûlüllah (A.S.) : «Medine kasabasında bizim yanımıza mü'min-

den başkası girmesin!» buyurdular. [367]

«Veyl, cehennemde bir vadidir. Kâfir kırk yıl yuvarlanır da dibine ula­şamaz. [368]

 

Tarihî Yönü

 

İsrâîloğulları'nın Hakk'a karşı olan tutumları, tarihin ışığı altında bir bir belirtilerek en canlı noktalan misallerle izah edildi. Irkları icabı son de­rece kurnaz ve o nisbette hileci, maddeye aşırı mütemayil, fitne ve fesat kumkuması, bütün dinlere düşman, kör taassup aievi içinde sadece ken­dilerini efendi ve Tanrı'nın has kulları sayan, başkalarım kendileri için yaratılmış köle kabul eden inhisarcı bir millet!.

Tarih boyunca Müslümanlar onlar hakkında ne kadar hayırhah dü­şünmüş ve ne kadar âlicenap hareket etmişlerse', hiçbir zaman bunun müsbet karşılığını görememiş ve bu habîs ruhlu milletin gönlündeki hi-yânet ve inhisarcılık bağlarını kopara ma m ıştır. Cenâb-ı Allah 75. âyetle onların bu evsafını tarîf ederek kıyamete kadar bütün mü'minlerin uyanık bulunmalarını istemiştir. Peygamber'e karşı dünkü tutum ve davra­nışları, düşünce ve inançları ne ise bugün de değişmemiştir, yarın da de-ğişmiyecektir. Ondört asır önce Resûlüllah (A.S.) ile ashabı Yahudilerin imân edeceklerini ummuşlardı. Bu, çok hayırhahane bir ümitti. Allah; «Ey Peygamber ve mü'minler! Yahudilerin size inanmalarını çok mu isti­yorsunuz? Halbuki onlardan bir topluluk Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı) din­lerlerdi de ona akıl erdirdikten sonra onu bile bile tahrif ederlerdi.» buyur­duğuna göre, artık Hakk'a isyanda bu kadar cüretkâr olan bir milletten ne umuyorsunuz?

İşte Yahudi tarihi hep böyle tekrar edip durmaktadır. [369]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Cemiyet ve milletlerin içtimaî ve kültürel durumları tetkik edilince, her kabile veya milletin üç sınıfa ayrıldığı görülür: 1— Bilginler ve ileri ge­lenler. 2— Ortalığı karıştıran, milletin mukadderatına hâkim olanları iş ba­şına getiren yan münevverler. 3— Okur-yazar olmayan câhil halk tabaka­sı. Birinciler meseleleri ele alıp gereken ortamı hazırlarlar. İkinciler o me­seleleri tatbik sahasına koyup bu ortam içinde üçüncü sınıfı, kendi ideal­lerinin gerçekleşmesi için kullanırlar.

> «Onlardan bir kısmı ümmî-

dir (okuyup yazmaları yoktur); kitabı (Tevrat'ı) bilmezler; ancak birtakım kuruntuları bilirler..»

Kur'ân-ı Kerîm, Yahudî cemaatinin de böyle olduğunu 75. âyetiyle bil­diriyor. Tevratı okuyan bilginler ve hahamlar, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) tesirini silmek ve kendi dinlerinin bekasını sağlamak için Tevrat'ta Haz­ret-i Muhammed'in evsafı hakkındaki ibarelerin bir kısmını çıkarıp, bir kıs­mını da değiştirdiler. Sonra buna göre bir ortam hazırlayıp yarı aydınları­nı harekete geçirdiler ve bütün mel'anet ve düşmanlıklarını tatbik saha­sına koydurdular. Sonra da halk tabakasını (ümmîleri) toplayıp dâvet-i Muhammediyye'nin karşısına çıkardılar. Asırlar geçtiği halde her şey de­ğişmiş ama Yahudilerin hak dîne karşı olan düşmanlıkları pek değişme­miştir. [370]

 

Tahliller

 

fiilindeki hitap Peygamber (A.S.)  ile mü'mînleredir.

İman   burada ya «tasdik»   veya   doğrudan   doğru­ya «inanmak» manasınadır.

Tevrat'ta geçen son   din  ile   ilgili   müjdeleri,   Hazret-i Mutıammed'in evsafıyla alâkalı ibareleri, recim hakkındaki emirleri tah-rîf etmişler veyahut Hazret-i Mûsâ ile Tûr'a çıkan yetmiş temsilci kişi oradan döndükten sonra «Biz Allah Kelâmını dinledik, buyruklarını duy­duk. Rabbimiz sonunda, bu buyruklarımı işleyip işlememekte serbestsi­niz, buyurdu» diyerek Tevrat'ı değiştirmeye teşebbüs etmişlerdi. Sonra fırsat buldukça bunu gerçekleştirdiler; yani istedikleri gibi Tevrat'ı tahrif ettiler.

Bu, ya Yahudî münafıklarına olan bir hitaptır veya Al­lah'ın mü'minlere hitabıdır; cümlesine bağlıdır.

Emâniy, ümniye'nin çoğul şeklidir. Temenninin sülasîsinden «takdir» mânâsına «menâsden alınma bir isimdir. Türkçemizde «kuruntu» "ö ifade edilir.

fiili olmayan bir masdardır. Tahassür ve helak manasına bedduâ olarak cümlenin başında kullanılır. Cehennem vadisine bu ismin ve­rilmesi mecaz yolludur. [371]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Cenab-r Hak ebedî ve ezelî ilmiyle Yahudilerin geçmiş ve gelecek tutumları, inançları ve kıyamet günündeki âkibetleri hakkında diğer mil­letlere özellikle Müslümanlara en doğru bilgiyi verdikten ve Tevrat'ı tas-hîh ettikten sonra hahamların mesnetsiz iddialarını, ilâhî prensiplere uy­mayan hükümlerini reddederek, gerçeğin Kur'ân-ı Kerîm'de tashih edilmiş olduğunu beyân ediyor. [372]

 

Meali:

 

80— (Yahudiler) «Ateş bize ancak sayılı birkaç gün dokunacaktır» dediler. De ki: Allah katından bir söz mü aldınız? -ki böyle bir şey varsa. Allah verdiği sözünden asla caymaz- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi (uydurup) söylüyorsunuz?!

81— Hayır (durum hiç de onların anladığı ve iddia ettiği gibi değil­dir), kim kötülük kazanır da isyan ve küfür onu çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennemliktirler; onlar orada ebedî kalıcılardır.

82__ İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar ise, işte onlar cen­netliktirler, onlar orada temelli kalanlardır.

 

İniş Sebebi

 

Mücâhid'in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : Asr-ı Saadet­te Medîne ve civarında yaşayan Yahudîler Kur'ân'ın açık beyanatı kar­şısında şaşırdılar ve şöyle bir iddiayla halk tabakasını ikna'a çalıştılar: «Bu dünyanın ömrü yedi bin senedir. Günahkârlarımız her bin yıla kar­şılık bir gün cehennemde azap görecektir». Yani Yahudi olanların azap görmesi ioap ediyorsa, bu sadece sayılı birkaç günden ibarettir.

Kurtubî'nin ve Katade'nin İkrime'den yaptıkları rivayete göre : Yahu­diler Sâmirî'nin yaptığı altın buzağıya kırk gün tapındıklarına karşılık ol­mak üzere kırk gün azap göreceklerini iddia ettiler.

Dahhak'ın yaptığı rivayete göre : Yahudiler Cehennemin bir ucundan diğer ucuna (zakkum ağacına kadar) kırkbin senelik bir mesafe oiduğu-nu Tevrat'ın kaydettiğini söyleyerek, ona göre ancak kırk gün cehennem­de yanacaklarını iddia etmişler. Bunun üzerine Bakara sûresinin 80-82. âyetleri inmiştir.

İniş sebebi hakkında bundan başka, Taberânt'den, İbn Cerîr Taberî'-den ve Süddî'den birtakım rivayetler vardır. Geniş bilgi edinmek için İmam Süyûtî'nin «Esbabü'n-nüzûl»üne müracaat tavsiye olunur. [373]

 

İlgili Hadîsler

 

İkrime'den yapılan rivayette, Yahudiler Peygamber (A.S.)  iie müna­kaşa yollu tartıştılar ve «Biz ancak kırk gece ateşe (cehenneme) girece-J'z, ondan sonra başka bir millet bizim yerimize geçecek» -ki o başka milletten Muhammed (A.S.) ve ashabını kasdediyorlardı- Peygamber (A.S.) eliyle onların başlarına işaret ederek : «Hayır, bilâkis sizler orada ebedî fıçılarsınız. Hiç kimse orada size halef olmıyacaktır» buyurdular. [374]

Hayber fetholunduğunda oradaki Yahudîler tarafından içine zehir ko-ral< Pişirilmiş bir koyun  Peygamber'e hediye edildi.  Bunun   üzerine

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) «Burada ne kadar Yahudi varsa hepsini topla­yıp getirin», buyurdu. Yahudiler toplatılarak huzura getirildikten sonra Peygamber (A.S.} onlara hitaben şöyle buyurdu :

  Babanız kimdir?

  Falan kimsedir.

  Yalan söylüyorsunuz, o değildir, falan adamdır!

  Doğru buyurdunuz, gerçeği ifâde ettiniz!.

  Peki sizden bir şey daha soracak olursam, doğru söyler misiniz?

  Evet, ya Eba'l-Kasım! Yalan söyiiyecek olursak herhalde bilirsi­niz, nasıl ki babamızın kim olduğunu bildiniz.'

  Kimler ateş (cehennem) ehlidir?

  Bizler az bir müddet cehennemde katacağız, sonra siz bizim ye­rimize geçeceksiniz?

Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber (A.S.) :

  Zelil ve hakir olarak yerinizde kalın. Vallahi biz size orada asla halef olmıyacağız! [375] Buyurdular. [376]

 

İlmî Yönü

 

Musevîliğin inanç ve tahinlerini incelediğimiz zaman birbiriyle çeli­şen görüş ve inançların mevcut olduğunu görürüz. Bîr taraftan peygam­berlerin müstesna şahsiyetlerinden bahsedilirken diğer taraftan onlara zina isnat edecek kadar hamakat izhar edilir. Tevrat'ta cennet ve cehen­nem mefhumundan, mutluluk ve mutsuzluktan, kurtuluş yollarından bah­sedilir. Fakat buna karşılık iman aşkına bir fiil, bir hareket istenmez. Ah­lâk prensipleri içinde kıymet unsurları yok gibidir. Varsa onları da in­hisarcılık ve aşırı ırkçılık, gündelik hayatı -ister meşru, ister gayri meş­ru yollardan- yükseltmek hırsı içinde fesada uğratmışlardır.

İşte bu zıd görüşlerin bir örneğini de onların «Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmıyacaktır» iddiaları aksettirmektedir. Bu iddia da hem akıl, hem de nakil ile çelişmektedir. Dünyada işlediği suç ve cinayet­lerden dolayı idam cezası çekenler olduğu gibi, âhirette de birtakım suç­lardan ve küfürlerden dolayı ebedî saadetini kaybedenler olacaktır. Kur'-ân-ı Kerîm onlara ne Tevrat'ta, ne de başka bir yerde böyle bir söz verilmediğini beyânla: «Allah katından bir söz mü aldınız?» diyerek Yahudi­lerin çok yanlış bir yolda ve bozuk bir akide içinde bulunduklarını bildi­riyor, [377]

 

Ahlâkî Yönü

 

Cehennem ve cennet.. Biri ebedî azap yeri, diğeri sonsuz saadet yur­du Cehennem mefhumu korku ve endişe, cennet mefhumu ümit ve neş'e telkîn eder. Bu iki mefhum ikiz kardeşler gibi beşerin iç varlığında den-geleştiği gün, imân kemâle, gönül huzura erişmiş olur. Ahlâk fazîlet mer­tebesine yükselir. Hayat, ilâhî prensipler dahilinde asıl mecrasını bulmuş olur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'in va'd ve vaîd üslûbu hep bu metod üzere bi­na edilmiştir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) buna işaretle buyurdu ki: «Mü'-minîn korku ile ümidi tartılacak olursa, denk gelir.» [378]

Hüccetü'l-İslâm İmam Gazâlî korku ile ümidi (havf ve recâ) tabir­leriyle izah ederek diyor ki; «Korku ile ümit, Hakk'a yakınlık peyda eden­leri övülmeğe lâyık makamlara (ahlâkî fazîlete, ilâhî muhabbete} uçuran iki kanattır. Âhiret yolculuğunda dar geçitlerin hepsini kolaylıkla aşan iki binittir.

Yalnız şu hususu unutmamak gerekir: Bu iki mefhumda ifrat ve tef­ritten sakınmak şarttır. Çünkü aşırı korku, ümitsizliğe; aşırı ümit. taatsiz-liğe yol açar.» [379]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Cenab-ı Hak yukarıda tefsiri   yapılan âyetlerle İsrâîloğulları'nın- bir­takım iddialarının   kendilerine   has kuruntular olduğunu,   hakikatle ilgili bulunmadığını bildirdikten sonra onların ilâhî buyrukları nasıl değiştirdik­lerine dikkatimizi çekiyor. Aşağıdaki âyetlerle de onlara vermiş olduğu «evâmir-i aşere = on emir» den ve bu emirleri tatbik edeceklerine dair alınmış mîsaktan ve sonra bu misakı nasıl yerine getirmediklerinden bah-Jerek tevhîd  akidesini zedeliyen,  ibâdete yaklaşmıyanların  cezasının Jnyada rüsvaylık, âhirette şiddetli azap olduğunu çok duyarlı bir anla­tımla açıklıyor.

rak ^h- sûrenin 63< âyetinde icmâlen geçen «mîsak»ın tafsîli yapıla-ahudîlerden çoğunun bu mîsaka riâyet etmediği anlatılıyor. [380]

 

Meali:

 

83—  Hatırlayın  ki,  İsrâîloğullan'ndan,   «Allah'tan   başkasına  tapma­yın, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunun; insan­lara (hitap ederken, onlarla bir konu üzerinde fikir-ahş-verişinde bulunur­ken) iyi söz söyleyin; namazı vakitlerinde dosdoğru kılın, zekâtı verin» diye (bildirmiş ve bu hususta gereken) sözü almıştık. Sonra siz -pek azı­nız müstesna olmak üzere- yüzçevirdiniz. Sizler zaten dönek kimselersi­niz!.

84—  Ve hani birbirinizin kanlarını dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın, diye sizden söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiştiniz ve buna hâlâ da şahitlik  ediyorsunuz.

85—  Sonra siz o kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyorsunuz ve içiniz­den bir kısmını yurtlarından çıkarıyor da aleyhlerinde günah, düşmanlık ve haksızlıkla birbirinize yardım edip bileşiyorsunuz, (Bununla beraber) onlar size esir olarak gelecek olurlarsa fidyeleşir, (kurtuluş akçesi alıp verirsiniz). Halbuki onların (yurtlarından) çıkarılması size haram k'ifınmış-tı. Yoksa Kitab'ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası, ancak dünyada rüsvaylıktır; kıyamet gü­nünde de en şiddetli azaba döndürülüp uğratılmaktır. Allah yapageldîği-niz şeylerden habersiz değildir.

86—  İşte onlar dünya hayatını âhirete karşılık satın alan kimseler­dir. Bunun için azap onlardan hafifletilmez ve onlar yardım da olunmazlar.

 

İniş Sebebi

 

Isrâîloğulları'ndan alınan mîsak (söz ve ahit), Tevrat ahkâmına göre dört esası ihtiva etmekteydi: Kendi milletlerinin birbirini öldürmemesi, yurtlarından çıkarılmaması, kendi milleti aleyhine başkasına yardım ve destek olunmaması, esirlerin fidyeleşme (kurtuluş akçesi ödemek) sure­tiyle kurtarılması.

Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devrinde Medîne ve civarında yaşayan Ya­hudiler baştaki üç esası terk ettiler de sadece dördüncüsüne bağlı kaldı­lar. Bunun üzerine : «Yoksa Kitab'ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını in­kar mı ediyorsunuz?» mealindeki âyet nazil oldu. [381]

 

İlgili Hadîsler

 

Ibn Mes'ud (R.A.)dan yapılan rivayetle, şöyle anlatıyor :

  Ya Resûlellah! dedim, hangi amel daha üstündür?

  Vakti üzere kılınan namaz, buyurdu.

  Sonra hangisi? Dedim.

  Ana-babaya iyilik etmek, buyurdu.

  Sonra hangisi? Dedim.

  Allah yolunda cihat, buyurdu. [382]

Ebû Zer (R.A.)den yapılan rivayette, Cenâb-ı Peygamber (A.S.) bu­yurdu ki: «İyilikten (mü'minlerce iyi bilinen şeyden) hiçbir şeyi hakîr gör­me, küçümseme! İyilik yapacak bir şey bulamazsan, kardeşine karşı güler yüzle çık.» [383]

 

Tarihî Yönü

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hicret etmeden önce Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri arasında yıllardan beri sürüp gelen bir savaş, bir kan-gütme dâvası vardı. Bu yüzden bir takım menfaatler peşinde koşan Me-dîne Yahudileri de ikiye bölünmüştü; Nadîr oğulları, Hazreç kabilesini; Kurayza oğulları, Evs kabilesini tutuyordu. Halbuki Evs ile Hazreç ikisi de putperest olup, Kitap ehli değillerdi.

Bu iki kabile arasında savaş başlayınca Yahudiler de tuttukları ka­bilenin yardımına koşar ve böylece birbirlerini öldürüp evinden ve yurdun­dan çıkarır, mal ve mülkünü yağma ederlerdi. Halbuki onların böyle yap­ması Tevrat hükümlerine göre haramdı. Tevrat Çıkış kısmı 20. bapta bunu ifâde eden metinlere rastlamaktayız. Şöyle ki: «Babana ve anana hürmet et. Tâ ki Allah'ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun ol­sun. Katletmiyeceksin. Zina etmiyeceksin. Hırsızlık yapmıyacaksın. Kom­şuna karşı yalan şahadet etmiyeceksin. Komşunun evine tama' etmiye­ceksin; komşunun karısına yahut kölesine, yahut cariyesine yahut ökü­züne, yahut eşeğine ve komşunun hiç bir şeyine tama' etmiyeceksin.»

Savaş sona erince Tevrat'ın hükmiyle amel etmek için fidye (kur­tuluş akçesi) verip esirlerini kurtarırlardı. Kur'ân-ı Kerîm onların her ba­kımdan yanlış yolda bulunduklarını, Kur'ân'a inanmadıkları gibi Tevrat ile de dosdoğru amel etmediklerini açıklıyor.

Araplar da bu şaşkın Yahudilere :

  Hem birbirinizle savaşıyor, hem de birbirinizin esirlerini fidye ver­mek suretiyle kurtarıyorsunuz. Doğrusu şaşılacak şey! diyorlardı.

Yahudiler:

.__ Evet, biz fidye verip esirlerimizi kurtarmakla emrolunduk, birbiri­mizle savaşmaktan da men' olunduk, diye cevap veriyorlardı.

  O halde niçin savaşıyorsunuz? Sorulunca da,

  Yardıma söz verdiğimiz kabilenin perişan olmasını istemiyoruz da ondan, diyorlardı.

İşte İsrâîloğullan'nın durumu, Peygamber (A.S.)dan önce de, Onun devrinde de böyle idi. Onlar her hususta âlemlerin Rabbine değil, kendi dehalarına, kendi çıkarlarına bakarlardı. Nitekim Evs ile Hazreç kabilele­rini tutmaları birtakım siyasî ve iktisadî sebeplere dayanıyordu. [384]

 

Ahlâkî Yönü

 

İnsanı insan eden, üstün vasıfta olan ahlâktır. Böyle bir ahlâkın ha­kikî dayanağı, dosdoğru imândır. Dinlerin tarifiyle, inanmamış bir kimsede iyi bir ahlâk mevcutsa, bu, ya Allah ve âhiret korku ve ümidinden, ya devlet otoritesine uyma zorundan, ya zevahiri kurtarma siyasetinden, ya da cemiyetin umumî havasına katılma mecburiyetindendir. Bu faktörler arayerden kalkınca ne ahlâk kalır, ne de insanlık...

Onun için Cenâb-ı Allah bu konuda bütün ümmetlere telkin ettiği esas ve prensipleri İsrâîloğulları'na da bildirmiş ve şüpheden uzak bir imândan sonra ilâhî buyruklara göre amel etmeleri hususunda onlardan söz almıştı. Bu söz alışın ana hatlarını şöyle sıralıyabiliriz :

1—  «Allah'tan başkasına ibâdet etmiyeceksiniz» esası konulmuş ve böylece imânın  iyi ahlâka gerçek  mesned olduğu  gösterilmiştir.  Sonra ahlâkî prensiplere geçilerek ;

2—  Ana-babaya karşı en güzel ve en uygun şekilde davranacaksınız. 3     Akrabaya, 4— yetimlere, 5— miskinlere ihsanda bulunacaksınız. 6     Diğer insanlara güzel söz söylemeyi itiyad edineceksiniz.

7— Namazı vakitlerinde dosdoğru kılacaksınız. 8     Zekâtı —gerektiği gibi— vereceksiniz.

Birbirinizin kanlarını —haksız yere— dökmiyeceksiniz.

Birbirinizi yurdunuzdan ve evinizden sürmiyeceksiniz.

Bütün bunları yerliyerince tatbik eden bir aile veya cemiyet ahlaken olgunlaşacağı gibi, hayatın nizamını, dayanışmanın faal tezgâhını kurmuş olur.

Ayrıca âyet-i kerîmede önce tatbikî bir iyilikle, sonra insanlarla güzel konuşmayı itiyad edinmekle emroiunuyor ki bu, ihsanın iki tarafını (kav-It-fi'lî) içine almaktadır.

Hasan el-Basrî (R.A.) diyor ki:

 «İnsanlara iyi söz söyleyin.»

Cümlesi, iyilikle emretmek, kötülükten men'etmek, halım ve selîm ol­mak, afvetmek ve hoşgörülü olmak gibi manâlara şâmildir.

Tevrat'ta da bu esas ve prensiplere yakın fakat değiştirilmiş birta­kım cümlelere rastlamaktayız. Tümüne «Evâmir-i aşare = on emir» de­nilir.

Bu on emri milletlerin -hayatına yepyeni bir nizamla getiren İslâm dînine karşı Yahudîlerin çoğu sırt çevirdiler. Tevrat'ta da bunlardan bah­sediliyor teranesiyle her iki Kitapla da amel etmediler. Ancak Abdullah b. Selâm ve emsali birkaç zat eski misaklarına riâyetle İslâmiyete girdi­ler; çünkü aradıkları hakikî nizamı bu yeni dinde buldular. [385]

 

İçtimaî Yönü

 

Yukarıdaki âyetleri milletlerin hayat nizamıyla karşılaştırıp tahlîl ettiğimiz zaman her millet için üç dönemin birbirini takip ettiğini görürüz.

1—  Bir millet haline gelme ve bu birlik şuuru içinde geçen saadetli günler.

2—  Mücâdele ile geçen ıstıraplı günler.

3—    Çeşitli sebeplerin bir araya gelmesiyle yıkılıp zeval bulma gün­leri.

İzahına gelince : Birinci devre sekiz veya on esas ve prensiple ger­çekleşir: Allah'a dosdoğru kulluk şuuru içinde birleşme ve kaynaşma, ana-babaya iyilik, akrabayı gözetmek, yetimin elinden tutup başını okşamak, düşkünlere yardım etmek, cemiyet içinde hüsn-ü muaşerette bulunmak, gönül kırmamak için sözün en güzelini söylemek, namaz kılmak, içtimaî adaleti sağlamak için zekât ve sadaka vermek.

İkinci ve üçüncü devre, azgınlık, tuğyan, birbirini öldürme, haksız ir-

tikâp, fuhuş, lüks hayat, ilme ve ilim adamına kıymet vermeme, vazifeyi ehil olmayana verme, dalkavukluk ve benzeri gayri ahlâkî fiillerin çoğal­dığı ve bunların neticesi olarak büyük bir belânın eşiğe gelip dayandığı günlerdir. Akıllıca bir dönüş yapılmaz ve gereken bütün tedbirler alın­mazsa, savaşlar, ölümler, esaretler, iktisadî çöküntüler, sefalet ve peri­şanlıklar başlar ve bir daha kalkmamasıya tarihin derinliklerine gömül­mekle noktalanır.

İşte Kur'ân-ı Kerîm'de bu meş'um sonuca işaretle buyuruluyor ki :

«Sizden böyle yapanların cezası, ancak dünyada rüsvaylıktır; kıya­met gününde de en şiddetli azaba döndürülüp uğratılmaktır. Allah yapa-geldiğiniz şeylerden habersiz değildir.» [386]

 

İtikadî Yönü

 

Kur'ân-ı Kerîm'de ana-babaya iyilikle emredilirken onların mü'min olmaları şart koşulmamıştır, «Bir vasıf üzerine terettüp eden hüküm, o vasfın illiyetini müş'irdir,» kaidesine göre ana-babaya saygı ve iyilik, sırf ana-babalık vasfını taşıdıkları içindir.

O halde âyet-i kerîmede geçen «Ana-babaya...iyilikte butunun.» cümlesi umum ifâde ediyor. Buna göre, ana-baba kâ­fir, putperest ve mecusî bile olsalar —ana baba oldukları için— onlara iyilikte bulunmak farzdır. Nitekim Hazret-i İbrâhîm (A.S.) küfür üzere bulunan babasını en yumuşak bir dille Hakk'a davet eder. Buna karşılık onun ağır hakaretlerine maruz kalırdı. Fakat hiç sesini çıkarmaz, onu kı­racak bir davranışta bulunmazdı. Bu delile nazaran akrabaya, yetim ve düşkünlere de iyilik etmek vâcib olmuş oluyor. İbn Abbas (R.A.)dan nak­len gelen «Zekât bütün haklan neshetmiş (hükümsüz bırakmış)tir» riva­yeti zayıftır.

Ayrıca yukarıdaki âyetlerden namaz ve zekât gibi önemli iki ibâdetin Musevîlikte de farz olduğu anlaşılıyor. Ancak şekil ve keyfiyet bakımından bâzı farklar olabilir. Tevrat'ın Tesniye kısmında zekât konusuna temasla deniliyor ki: «Yerden çıkan mahsûlün öşrünün üç yıl sonunda verilmesi»...[387]

 

Tasavvufî Yönü

 

«Hatırlayın ki, İsrâîloğulları'ndan, Allah'tan başkasına tapmayın...... diye söz almıştık.»

Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd'un İsrâîloğulları'ndan   tevhîd esaslarına bağlı kalmaları üzerine almış olduğu sözün, şuhûd âleminde ilk zuhur ve eseri «ana-babaya ihsandır». Çünkü İlâhî terbiye ve şefkatin varlık âleminde ilk tatbik yeri, diğer bir tabirle ilk zuhur mahalli, ana-baba gönülleridir. O halde onlara iyifik Allah'a ibâdetten sonra gelir.

Bu ölçüye göre, ilâhî muvasalat ve merhamet yakın akrabalar arasın­da zuhur ettiğinden onlarla kaynaşmak, ilgiyi kesmemek icap eder. Dinî ıstılahta buna «sıla-i rahm» denilir. Umursamayan kimse bu zuhura mazhar olamaz.

İlâhî velayet ve hıfzın yetimlere teveccühü has bir mana taşıdığı için onlara ihsanda bulunmak gerekir. Zira Allah umumî mânâda her mü'mi-nin, hususî mânâda velîsi olmayanların velîsidir. Yetimlere hor bakmak veya onları himayeye almamak, ilâhî velayetten mahrumiyete sebep oiur. Bunun içindir ki, her dînde yetimin hakkından ve korunmasından bahse­dilmiştir.

İlâhî merhamet düşkünleri, idaresini te'minden âciz kalan fakirleri Rububiyetinin has himayesine aldığı için onlara yardımda bulunmak icab ediyor.

Yoksullara iyilikte bulunun.»

Âyeti bu sırrı ikinci bir mânâyla beyân edip bu husustaki ilâhî nehyin perdesini aralıyor.

Umumî olarak da Cenâb-ı Hak bütün mahlûkatı merhametinin göl­gesi altında bulundurur. Bu mânâyla herkesin hakkına saygı göstermemiz İcap eder. [388]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İsrâtloğulları'nın «evâmir-i aşare»yi yerine getirmediklerinden, men­faatleri icabı, Tevrat'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ettiklerinden ve bunun sonucu olarak âhiret karşılığında dünya hayatını satın aldıkla­rından bahsedildikten sonra, tarih boyunca onların bu tutumunda fazla bir değişiklik, maddeperestliklerinde bir dönüş olmadığına temas edili­yor. Hz. Musa'dan sonra gönderilen peygamberlerin bir kısmını yalanla­yıp bir kısmını öldürdüklerine ve bu sebeple ebedî saadet yurdunu önem­siz ve geçici hayat uğruna feda ettiklerine dikkatimiz çekiliyor. Ayrıca böylesine aşağılık olan bu milletin Hazret-i Muhammed (A.S.) hakkında suikast düşünce ve tertibinde olduklarına gizli bir işaret vardır ki bu, Hayber fethinde suyüzüne çıkmıştır. [389]

 

Meali:

 

87— And olsun ki, Musa'ya o kitabı verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da beyyineler (açık belgeler ve mu'cizeler) verdik ve O'nu Ruhu'l-Kuds (Melek Cebrail) ile des­tekledik. (Bütün bu peygamberler aynı esas ve çoğu aynı şeriat üzerine birbirini takip edip İsrâîloğuMarı'na gönderildiği halde) Size (Ey Yahu­diler!) Ne kadar peygamber, nefslerinizin hoşlanmayacağı bir buyrukla geldiyse, büyüklük tasladınız. Öyle ki, bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz (ve öldürmeye devam etmek istiyorsunuz!)

 

İniş Sebebi

 

Cenâb-ı Hak, Yahudilerin gelen her peygamber hakkındaki tutum­larında bir değişiklik olmadığını ve olmıyacağını beyânla Müslümanları uyanık bulundurmak; Medîrie içinde ve dışında yaşayan Yahudilerin son gelen peygamberi de öldürmek niyetinde bulunduklarını hatırlatmak için bu âyeti indirmiştir. [390]

 

İlgili Hadîsler

 

«Hazret-i Âişe Validemiz (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Cenâb-ı Re-lüllah (A.S.) İslâm şâiri Hasan bin Sabit için Mescid'e bir minber koy­muştu. Hazret-i Hasan (şiirdeki kabiliyetiyle) Resûlüllah'ı (A.S.), (hicveden müşriklere karşı korur), onların birtakım herzelerini Resûlüllah'tan def'e-terdi   Bunun için Allah'ın Resulü (A.S.), Hasan hakkında duâ eder ve :

«Allah'ım Hasan'ı Rûhu'l-Kuds ile destekle; nasıl ki o, Senin peygambe­rine (dil uzatanları şiirleriyle) defediyor.» [391]

«Hakikat, Rûhu'l-Kuds gönlüme nefes etti ki, hiçbir can rızkını ve ece­lini tamamlamadan elbette ölmez. O halde Allah'tan korkun da (rızıkve dünyalığı) talepte güzel davranın (helâlından arzulayın.» [392]

«Hayber yemeği (zehirli et) devamlı bana düşmanlık etti. İşte şimdi yüreğime bağlı olan (can) damarının kopma zamanıdır.» [393]

 

İlmî Yönü

 

İrsî huyların ve sonradan kazanılan nefsânî kusurların ahlâk kaidele­rine, terbiye sistemlerine ve dînî buyruklara karşı zaman zaman sert tep­kileri olur. Ancak bu üç faktörle huy ve alışkanlıkları değiştirmek müm­kün müdür, değil midir? Bu hususta Kur'ân'ın hükmü nedir? Çünkü huy, diğer bir tâbirle nefis, alışkanlık peyda ettiği ve zevk duyduğu şeylerden çarçabuk ayrılmak istemez. Aksi bir telkin veya emirle karşılaşınca baş kaldırıp isyan eder.

İster irsî olsun, ister sonradan kazanılmış olsun, iyi veya kötü huy­ları değiştirmek konusu üzerinde çeşitli ve hattâ birbirine zıt fikir ve gö­rüşler vardır. Bir kısım sosyologlara ve psikologlara göre, terbiye ve ah­lâkın rûh ve karakter üzerinde gerçek bir te'siri yoktur. Diğer bir kısım­larına göre ise, irsî huylar üzerinde te'siri yoksa da sonradan kazanılan huylar ve alışkanlıklar üzerinde te'siri vardır.

İslâm bilginlerine göre, dîn ve terbiyenin her iki huy üzerinde de te'si­ri vardır. Asıl maya değiştirilmese bile, üzerinde bir tabaka hâlinde per­delenen pası gidermek ve onunla ilgili alışkanlıkları değiştirmek müm­kündür. Buna işaretle Resûlüllah (A.S.): «İnsanlar madenler gibidir; câ-hiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar, İslâm'a girdiklerinde de iyi ve seç­kindirler.» buyurmuştur. [394]

Bu şerefli hadîsin ışığı altında konuyu inceliyelim : Batılı terbiyeciye göre, «İyisi ve kötüsü ile birlikte, bütün huylarımız fıtrî değil, mükteseptir. İnsan her türlü fikir, his ve huydan mücerret ve fakat her çeşit huy edin­meye müsait olarak doğar. Fikir ve duygularımız gibi, huylarımızı da hep çevremizden ve görüp öğrendiklerimizden alırız. Ancak irsî birtakım huyların da bulunacağını unutmamak lâzımdır. İnsan muayyen bir muhit, ik­lim ve hayat şartlan içinde doğar ve yaşar, bu. şartlar uyarınca aldığı dinî ve ahlâkî terbiyeye göre de ruhî karakterini kazanır. Fakat bu ka­rakter bir defaya mahsus olarak teşekkül etmiş ve zaman, mekân içinde hiç değişmeksizin kaya gibi duran bir şey değildir. Bilâkis değişmesi ve değiştirilmesi mümkündür. Çünkü, insan, normal olmak şartıyla, serbest bir irâdeye sahip ve bu kudretle sevk ve idareye muktedirdir. Esasen, ter­biye ve ahlâk gibi disiplinlerin en eski devirlerden beri mevcut olması da bunların huylar üzerinde müessir olduğuna inanıldığının ve kötü huyların iyi bir terbiye ile değiştirilmesinin kabil olduğunun bir delilidir. Eğer ter­biye ve ahlâkın huylar üzerinde hiçbir te'siri olmasaydı, binlerce seneden beri insanoğlu bu disiplinlere sarılıp inanmazdı. Terbiye ve ahlâkın öte-denberi mevcut olmasına rağmen insanlardan bir kısmının hâlâ kötü huy­lu olması, bu disiplinlerin huylar üzerinde hakkıyla müessir olmadığını de­ğil, müessir olaeak şekil ve şartlar altında hakkıyla tatbik edilmediğini ve huyların ruhî mekanizmasının henüz lâyıkıyla bilinmediğini gösterir.» Ni­tekim J.J. Rousseau İçtimaî Mukavele ve bilhassa Emil adlı eserinde bu görüşü şiddetle müdafaa etmiştir.

Netice olarak, yukarıdaki âyetler ve birçok hadîsler dinî ve ahlâkî terbiyenin rûh ve karakter üzerinde ve bilhassa nefsânî alışkanlıklara kar­şı büyük te'siri olduğunu gösteriyor. İsrâîloğulları'nın asırlara dayanan huy ve alışkanlıklarını değiştirmek cidden çok zordu. Onlar nefislerinin hoşlanmıyacağı her terbiye ve dinî ahlâka karşı geldiler. Bu yüzden bir­çok peygamberleri yalanlayıp, bir nicesini öldürdüler. Cenâb-ı Hak rûh ve karakter üzerinde müessir olmayacak bir metodu elbetteki tatbik et­mez ve ettirmez. Peygamberler vasıtasıyla —dünya kuruldu kurulalı— bu metodu uyguladığına göre, şartlar ve ortam diğer bir tâbirle tatbik sahası müsait olmadığı yerler müstesna, feyizli olduğunda hiç şüphe yoktur. Yal­nız ne var ki, sistemli bir terbiyenin ve dinî ahlâkın huylar ve alışkanlık­lar üzerinde sonsuz ve yüzde yüz kesin bir rolü vardır diyemeyiz. [395]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Kötü huy ve alışkanlıklar dînî ahlâk ve terbiye ile giderilmez de kenı haline bırakılacak olursa, irsî huylar gibi ruhun derinliğine yerleşir ve oşianmadığı her telkine karşı isyan eder. Böyle bir ruha sahip olan ki-

,ı er, ekseri nefislerinin hoşlanmadığı buyruk ve tavsiyelerle karşılaştık zarnan büyüklük tashyarak yalanlamaya kalkışırlar. Nitekim Yahudîoek n9°ndenlen Peygamberlere karşı tutumu   böyle   olmuştur.   Onlardan

azı gerçeği görebilmiş ve peygamberlere uymuştur.

İslâm ahlâk sistemi bu müzmin hastalığın tedavisi ve kötü huyların değiştirilmesi mevzuunda üo ahlâkî prensip koymuştur:

1— Şehvanî arzuları irâde kontrolüne ve nefis mücâdele metoduna tabi tutmak suretiyle frenleyip yönlendirmek. Bu alanda irâde bütün gü­cünü dînden almalıdır. Çünkü dînî terbiye ve ahlâk hasbi ve ulvîdir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir menfaat düşünmeden sev­dirir. Ruhî otomatizmden olsun, çevre ve aileden olsun, kötü huy ve alış­kanlıkları irâde kontrolü dışında bıraktığımız gün, sonu elîm ve mutsuz­luk olur.

2—  İbâdet yükünü yüklenmek suretiyle, nefis ve irsî kusurlara    karşı boyun eğdirmemek ve buna devamla irâdeyi zaafa uğratmamak.

3—  Bu iki yolda yürürken Allah  korkusunu ve sevgisini —birbirin­den ayrılmayan çiftler gibi— kalbin en sıcak köşesine yerleştirerek irâde ve ibâdetin kaynağı haline getirmek. [396]

 

Tasavvufî Yönü ; (Nefs-İ Emmâre)

 

Bütün fitnelerin aslı, rüsvaylık ve aşağılığın menşei, günah ve isya­nın hareket noktası «nefs-i emmâre»dir. Allah'a karşı vuku bulan ilk is­yan, İblîs'ten olmuştur. Bunun da tek sebebi, nefisten gelen kibir ve ha-seddir. Bu yüzden İblis —bir rivayete göre— 80 bin yıllık ibâdet ve taati-nin semeresinin tümünü çürüterek ebediyyen ilâhi rahmetten kovulmuştur. Âdem ve Havva'nın günahı ise, nefsin şehvet kapısından zuhur et­mesidir.   Böylece   tarih   boyunca   işlenen   her   cinayetin   ve   kazanılan her  günahın,   nefsin   tuğyanından   meydana   geldiği   söylenebilir.   Çünkü nefis, kötülüğü çokça emreden bir iç kuvvettir. Cenâb-ı Peygamber (A.S.): «Senin en büyük düşmanın, iki yanın (bedenin, göğsün) içinde (gizli du­ran) nefsindir» buyurmuştur.

Nefs-i emmâreleri çok kabarık olan İsrâîloğulları ilâhî buyruklara, peygamberlerin rehberliğine karşı kibirlenip isyan etmişlerdir. Bu yüzden ilâhî gazaba uğramışlardır. [397]

 

Tahliller

 

ISA, Süryanicedeki «İşû» isminin Arapçalaştırılmış şeklidir. «Cizvit» kelimesi, İsa isminin batıda, kullanılan «Jezu» kelimesinin nisbetli şeklidir ki aslı «Jezvit»dir.

MERYEM, kök mânâ olarak «hizmetçi» anlamına gelir.

RÛHU'L-KUDS'den murat, İbn Abbas ile İbn Mes'ûd, Suddî, Rabî, ve Katede'ye göre «Cibrîl»dir. Buharı ve Ebû Davud'un yaptıkları rivayetler de bu mânâyı te'yid etmektedir. Nitekim «Şüphesiz Ruhü'l-Kuds, kalbime

şu sözü nefh etti......» hadisinde geçen «Rûhu'l-Kuds» ile de Gibrîl kasdedilmiştir.

<Ve onu Ruhu>|-Kuds (Melek Cebrail) ile destekledik.»

Hazret-i İsâ (A.S.) hakkındaki âyette geçen Rûhu'l-Kuds'den murat, «İsm-i A'zam» olduğu yine İbn Abbas (R.A.)dan rivayet edilmiştir. Haz­ret-i İsâ (A.S.) bu isimle ölüleri diriltirmiş...

Kurtubî'nin Mücâhid ve Hasan el-Basrî'den yaptığı rivayete göre, Kuds, Allah; Ruh da Cibrîl demektir.

Suddî'den yapılan bir rivayete göre, «Kuds» bereket, demektir. Temiz ve pâk mânâsına geldiğini söyliyenler de var. İbn Cerîr Taberîye göre, yukarıda geçen âyette anılan «Rûhu'l-Kuds» ile alâkalı en uygun te'vil «Cibrîl» ile tefsir edilenidir. [398]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yahudîlere verilen bunoa nîmetlere, ardarda gönderilen birçok pey­gamberlere rağmen çoğu haset ve irsî huylarının te'sirî altında kalıp, İlâhî rahmetin nurundan uzaklaştılar. O kadar ki, asırlardan beri bekle­dikleri ve zaman zaman evsafını bahsedip özlemini çektikleri âhir zaman Peygamberi gelince bilgi ve sözlerinin tam aksine bir yol tutup şöyie de­diler: «KALBLERİMİZ KILIFLIDIR.» [399]

 

Meali:

 

88—  (Yahudiler) «Kalblerimiz kılıflıdır» (artık hiçbir şey te'sir etmez veya kalblerimiz ilim ve irfanla doludur, başka şeye ihtiyacımız yoktur) dediler. Öyle değil, (siz o sözü bırakın). Allah küfürleri sebebiyle onlara lanet etti. Böyle olunca da pek azı imân ederler.

89—  Allah katından onlara, yanlarındaki kitap (Tevrat)ı tasdik eden (yanlışlarını düzeltip semavî olduğunu bildiren) bir kitap (Kur'ân) gelin­ce, —ki daha önce inkâr edenlere karşı böyle bir fetih (yardım kapısının açılmasını) istiyorlardı—, (Tevrat'da vasfını görüp) tanıdıkları şey {Kur'ân ve Hz. Muhammed A.S.) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. O sebeple Allah'ın laneti inkâr edenler üzerinedir.

90—  Onlar Allah'ın kendi kullarından dilediği kimselere fazl-u kere­minden indirdiği (âyetleri) haset ve azgınlık ile kıskanarak Allah'ın indir­diğini inkâr etmekle kendilerini ne kötü şey karşılığında (yok pahasına)

sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar!. Kâfirler için ezici, üzücü, hor-layıcı bir azap vardır.

 

İniş Sebebi

 

<Kİ on'ar c'ana once 'nkar edenlere karşı böyle bir fetih (yardım kapısının açılmasını) istiyorlardı.»

el-Hâkim Müstedrek'inde, el-Beyhakî Delâii'de zayıf bir senetle İbn Abbas (R.A.)dan şöyle rivayet etmişler; Hazret-i Muhammed (A.S.) he­nüz peygamberlik emanetiyle gönderilmeden önce Hayber Yahudileri Gata-fan kabilesiyle ne kadar savaşır, hezimete uğrarlarsa şu duâ ile Allah'a sığınırlardı: «Allahım! Son zamanda çıkacağını Tevrat'ta bize va'dettiğin Ümmî Peygamber Muhammed hakkı için bizi düşmanlarımıza galip kıl.» Vakta ki Hazret-i Muhammed (A.S.) geldi, Yahudiler hasetlerinden, inkâra saptılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Diğer bir rivayete göre, İkrime, İbn Abbas (R.A.)dan şöyle nakletmiş-tir: «Yahudiler, Evs ve Hazreç kabilelerine karşı son peygamber ile yar­dım göreceklerini bekliyorlardı. Fakat. Peygamber (A.S.) gönderilince inat-ve hasetlerinden inkâra düştüler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.» [400]

 

İlgili Hadîsler

 

«Dört türlü kalb vardır: ........ Biri de kılıflı kalptir, gazaba çarpıl­mıştır. İşte bu, kâfirin kalbidir.» [401]

«Büyüklük ve gurur taslayanlar kıyamet günü insanlar suretinde kü­çük karıncalar gibi haşrolunurlar. Küçük boyda olan her şey onlara üs­tün gelir. Tâki cehennemden «Bevls» denilen bir yere sokulurlar. Ateşle­rin alevi onların boyunu aşar; Habal çamurundan yani ateş ehlinin (be­denlerinden) sıkılıp çıkarılan sulu nesnelerden içirilirler.» [402]

 

Tarihî Yönü

 

Bl'nassa M.S. VI. asırda yaşayan Yahudiler Tevrat ve İncil'in apaçık ul eled-iği âhir zaman peygamberinin yakında zuhur edeceğini pek iyi ' iyorlardı. Bugün  bile bir hayli tahrife uğramış Tevrat'ın Tesniye  kısın  18.  babında  şu  cümlelere  rastlamaktayız:   «Onlar için  kardeşleri

arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzı­na koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek.»

Ne vakit ki son peygamber geldi, Yahudiler onun hak olduğunu bil­dikleri halde kendi ırklarından, Levî soyundan olmadığı ve dünyaya dönük aşın hırslarını tatmin etmediği, menfaatlerine uygun düşmediği için ha­setlerinden onu yalanlamaya kalkıştılar. O güne kadar son peygamber hakkında sayıp döktükleri bütün sözleri inkâr ettiler.

Ebû Hüreyre (R.A.)ın rivayet ettiği bir hadîsi meâlen nakletmeyi fay­dalı buluyoruz: Cenâb-ı Peygamber (A.S.), Yahudilerin toplandığı eve gel­di ve «bana en âlim olanınızı gösterin» dedi. Aralarından Surya oğlu Ab­dullah'a işaret ettiler. Peygamber (A.S.) Abdullah'ı tenha bir yere alıp, Allah'ın İsrâîloğulları'na lütfettiği nimetlere yemin verdirerek sordu :

  Beni Allah'ın peygamberi olarak bilmiyor musunuz?

  Evet, hem ben, hem de kavmimizin çoğu bilir. Zira Tevrat'ta senin evsafından açık şekilde bahsedilir.

  O halde seni imândan men'eden şey nedir?

  Kavmimin  itikadına aykırı  bir yola girmek istemiyorum...  Onlar sana inanıp uyarlarsa, ben de derhal uyarım.

İkinci bir tarihî olayı İbn Kesîr kendi tefsirinde şöyle nakleder: Saîd bin Cübeyr, İbn Abbas (R.A.)dan rivayet etmiştir: Yahudiler, Evs ile Haz-reç müşriklerine karşı son peygamberin geleceğini sabırsızlıkla bekliyor ve artık onunla zafer bulacaklarını, putperestleri tepeliyeceklerini söylüyor­lardı. Bize kadar gelen rivayetler arasında onların söylediği şu cümleleri aynen yazıyoruz : «Peygamberin zamanı gerçekten yaklaştı. O, bizim söy­lediğimizi tasdik ederek çıkar; biz de sizi Âd ve İrem'in öldürüldüğü gibi öldürürüz,» Bekleyiş ve bilgi bu mahiyette iken Hazret-i Muhammed son Peygamber olarak dünyayı aydınlattı. Fakat Yahudiler hased ve kinlerine mağlup olarak onu inkâr ettiler. Hazret-i Muâz b. Cebel, Bişr b. el-Berâ\ Dâvud b. Seleme ve emsali zatlar onların bu dönekliğine hayret ederek şöyle sormuşlardı:

  «Bizler küfür bataklığında iken sizler ehi-i kitap olarak Hazret-i Muhammed'i dört gözle bekler ve ancak onunla yardım göreceğinizi söy­lerdiniz. Hazret-i Muhammed ile alâkalı haberleri bir bir sayıp dökerdiniz; onun evsafını gayet güzel tarif ederdiniz. Şimdi neredesiniz? İşte o pey­gamber geldi, neden inanmıyorsunuz?»

Nadir oğullarından Selâm b. Misken cevap vermiş :

— «Bu bizim bildiğimiz, evsafını tarif ettiğimiz peygamber değildir.»

Buna benzer birçok tarihi vesikalar vardır. Hepsini getirmeye eseri­miz müsait değildir.

Yalnız şunu ilâve edelim ki bir şeyi bilmek, onun hakkında bilgi edin­mek kâfi değildir. Yahudilerin çoğu Hazret-i Muhammed'in son peygam­ber olduğunu —evlâtlarını, karılarını tanıyıp bildikleri gibi— biliyorlardı. Fakat imân etmedikleri için ilâhî gazaba çarpılıp gittiler. [403]

 

Ahlâkî Ve İçtimaî Yönü

 

Cemiyet ve milletler, fedakâr mürşitlerine, dâvaya inanıp her şeyini o uğurda harcamaktan çekinmiyen mücâhitlerine bağlanmak, onların et­rafında aynı rûh ve heyecanı taşımakla selâmet kıyısına ulaşabilir. İnan­mış büyük önderlere her milletin muttasıl ihtiyacı vardır: Mürşit ve İsla­hatçıların elinden tutmayan, hakiki önderlere saygı göstermeyen milletle­rin ömrü pek uzun olmaz.

Kur'ân-ı Kerîm buna misal olarak Yahudileri gösteriyor. Mısır'da çek­tikleri esaret hayatına ve ıstıraplı günlerine, Hazret-i Musa'nın önderli-ğiyle son verilmişti. Bu sebeple Yahudiler mutlu günlere kavuşmuş, iiâhî lütuf bir kere daha onlara teveccüh etmişti. Fakat ıstıraplı günleri çarça­buk unutan Yahudiler birara buzağıya tapınmışlardı. Hazret-i Musa'dan Hazret-i İsa'nın zuhuruna kadar gecen on iki asır içinde birçok peygam­berler geldi. Fakat ıslahatçı kıymeti bilmiyen, büyük mürşitlerin etrafında toplanmayı gurur ve kibirlerine yediremiyen bu nefislerine dönük insan­lar, bir kısım peygamberleri bile bile yalanladılar, bir kısmını da öldürdü­ler. Sonunda zilletten zillete, gazaptan gazaba uğradılar. Millî varlıkları dağıldı, başka milletlerin himayesine sığınmak zorunda kaldılar. Böyleee asırlarca bir bütün halinde millet olma vasfını kaybettiler. Son çare ola­rak Tevrat'ın haber verdiği üzere âhir zaman peygamberini kendileri için bir kurtarıcı kabul ederek beklediler. Ne yazık ki, o da zuhur edince, men-atlerine uymadığı için o büyük mürşit ve kurtarıcının etrafında toplan­madılar. Bilâkis inkâra saptılar ve neticede perişan oldular.

Kur'ân-ı Kerîm'de getirilen bu misal, cidden ibret ve öğütlerle dolu­dur. Ne mutlu anlayanlara!.. [404]

 

Tahliller

 

 «gulf»,  «ağlaf»in  tekil şeklidir.  Üzerinde  perde  olan, bu yüzden anlama ve idrâkten mahrum kalan kalb, demektir.

İbn Abbas (R.A.)ya göre «gulf» birinci harfin ötüresiyie «gılâfsın ço­ğuludur. Bu takdîre göre, «Bizim kalbimiz ilim kabıdır. Muhammed'in ilmi­ne ve irşadına ihtiyacımız yoktur,» demek istemişler.

«yesteftihûne» fiili, «yestensırûne» manası­nadır Yani Yahudiler müşriklere karşı âhir zaman peygamberiyle yardım bulacaklarını söyliyerek hep bu yardımı istiyorlardı.

 İbn Abbas'a göre, birinci gazap, Tevrat'ın aslını zayetmeleri ve onu değiştirmeleridir. İkincisi, Hazret-i Muhammed'i bile bi­le inkâr etmeleridir. Veyahut Hazret-i Muhammed'i (A.S.) inkâr etmeleri ve bir de «Üzeyr Allah'ın oğludur» demeleridir. [405]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bakara sûresi 146. âyetle beyân edildiği gibi, kitap ehli, Hazret-i Mu­hammed'i, kendi çocuklarını tanıdıkları kadar tanırlardı. Fakat ne yazık ki, yalnız bilmek veya tanımak kâfi değildir; Allah'ın gönderdiği kitap ve peygamberlere inanıp bağlanmak lâzımdır. Çoğu bile bile hakkı gizlediler de küfre düştüler

Yukarıdaki âyetlerle, Yahudilerin Tevrat'ta geçen ilâhi buyrukları na­sıl değiştirip tatbik etmedikleri bildirilmişti. Bu âyetlerle de onların ne Tevrat'a, ne İncil'e ve ne de Kur'ân-ı Kerîm'e bağlandıkları izah ediliyor. İmân iddiasında bulunan kitap ehlinin bile bile yalan söylediklerine misal­ler veriliyor. [406]

 

Meali:

 

91—  Onlara : Allah'ın (rahmet olarak) indirdiğine (Kur'ân'a)  inanın, denildiği zaman, «Biz bize indirilene (Tevrat'a) inanırız» derler ve ondan başkasını  inkâr ederler.  Halbuki  (Kur'ân) onların yanmdakini  (Tevrat'ı) tasdik eden hak (bir kitap)tır. De ki: Eğer (cidden) mü'minler iseniz bun­dan önce neden Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?

92—  (Nerede Tevrat'a bağlılık ve imânınız?) And olsun ki, Mûsâ si­ze apaçık mu'cizeier, belgeler getirdi de sonra onun ardından buzağıyı (tanrı) edindiniz;,zâlim olduğunuz halde  (bu gibi küfrü gerektiren yola girdiniz.)

93—  (Ve nerede sözünüzün doğruluğu ki) bir vakit sizden söz almış-

tık: Tûr'u üzerinize yükseltip size verdiğimiz (Tevrat)ı sıkı tutun, (buy­ruklarımızı iyice) dinleyin, demiştik. (Ama) onlar (yani atalarınız), «Din­ledik ye karşı geldik» demişlerdi. Küfürleri sebebiyle buzağıya (tapma) sevgisi (içlerine) sindirilmişti. De ki: Eğer mü'minler (olduğunuzu iddia ediyor) iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!

 

Ahlâkî Yönü

 

Tevrat'ın birçok hükümleriyle amel etmiyen ve bazı dünyevî mak­satlarından dolayı onu tahrif eden Yahudiler, Kur'ân'ın İsrâîloğullan'ndan olmayan bir peygambere indirildiğini hazmedemiyerek onu inkâr ediyor­lardı. Bildikleri halde onları hak yoldan alıkoyan tek kuruntuları bu idi.

Yukarıdaki âyetlerle onların bu haksız tutumları, göz göre göre ya­lan söyledikleri yüzlerine vurularak, imân ahlâkından ne kadar yoksun oldukları haber veriliyor: «Eğer (cidden) mü'minler iseniz bundan önce neden Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?» Halbuki onlar (o pey­gamberler) İsrâîloğullan'ndan idiler. Aynı zamanda Tevrat, hiçbir peygam­berin öldürülmesine cevaz vermemiştir. Nerede kaldı Yahudilerin, «Biz, bize indirilene (Tevrat'a) inanırız» sözleri! Hakikatte ise onlar hiçbir se­mavî kitapla amel etmiyorlardı. İlâhî kitaplar onların elinde bir oyuncak, dilinde bir masal şeklini almıştı. Ahlaken bu kadar bayağılaşan, men­faati için her türlü yalan ve inkârı caiz gören bir millet asla felah bul­maz. Akıbeti felâket ve husrân olur. Nitekim Yahudîler felâketten felâ­kete, hüsrandan hüsrana sürüklenmişlerdir. [407]

 

İçtimaî Yönü

 

Kendi gözüyle görebilen, kulağıyla dinliyebilen, kafasıyla düşünebilen ve her hususta ilimle dîni rehber edinmesini bilen aile ve milletler, yaşama­nın en iyi yolunu bulmuş sayılırlar. Piramitleri yükselten, yüksek binalar yaptıran fir'avnların eriştiği medeniyet, milleti kör, sağır ve fikirsiz hale getirdiği ve görebilen, duyabilen, düşünebilen yalnız fir'avnlar olduğu için, o medeniyet el değiştirmek zorunda kalmış ve Mısırlılar da asırlar­ca doğru yolu bulamamışlardı.

İsrâîloğulları, Mısır'da geçen iki asırlık zaman içinde göz ve kulak­larını kaybetmişlerdi. O kadar ki, ancak kendi mizaçlarında olan önderin gözüyle görebiliyor, kafasıyla düşünebiliyorlardı. Bu yüzden dalâlete düş­tüler. Hz. Musa'nın açtığı geniş caddede yürümesini bilemediler. Sâmi-rî'nin yaptığı altın buzağıya tapınma bedbahtlığına uğradılar,

Cenâb-ı Hak, yukarıdaki âyetlerle İslâm âlemini irşat etmek için Ya-hudîleri misal olarak veriyor. Başkasının aklıyla düşünmeyin, gözleriyle görmeyin. Başka milletleri kendinizden üstün görerek onları efendi edin­meyin- ilim ve din, iki meş'afe halinde elinizde olsun. Önünüzü ancak bu ikisiyle aydınlatın. O zaman hakkı görebilir, gerçeği düşünebilirsiniz! [408]

 

Tahliller

 

İtat yollu dinleyin. Sözünü dinledik, emrine karşı geldik. [409]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Yahudilerin samimi olmadığı, aslında hiç bir peygambere -İsrâîioğulları'ndan olsun olmasın- İnanmadıkları, sadece Kur'ân-ı Kerîm ile değil, Tevrat ve İncil ile de amel etmedikleri bildirile­rek, onların ne kadar yalancı olduğu ve sınırsız bir hırs perdesi altında kalb tıkanıklığına uğradıkları anlatılıyor.

Bu âyetlerle de onların devam edegelen samimiyetsizlikleri ortava konularak dîn ve imân babında bütün iddiaları çürütülüyor. [410]

 

Meali:

 

94—  (Ey Peygamber!) De ki: Eğer âhiret yurdu Allah yanında baş­ka insanlara değil de yalnız size  mahsûssa, haydi ölümü temenni edin, doğru kişilerden iseniz!

95—  Bunu, elleriyle işleyip önden gönderdikleri (fena amellerinden) dolayı asla temenni etmezler. Allah o zâlimleri hakkıyla bilendir.

96—  And olsun ki, onları (dünya) hayatına karşı diğer insanlardan ve (hattâ) Allah'a ortak koşanlardan daha düşkün ve hırslı bulursun! (O kadar ki) onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilmesini ister. Hal­buki bu uzun ömür ile yaşama onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah işleyegeldiğiniz şeyleri görüp bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Medine ve civarındaki Yahudiler, inen son Kitab'ın İsrâîloğulları'ndan birine verilmediğini görünce bildikleri halde inkâra saptılar ve sadece Tevrat'a inandıklarını, ancak onunla amel edeceklerini ileri sürerek, ken­di milletlerinin Allah tarafından seçilmiş sevgili kulları olduklarını, dünya ve

âhiret nimetlerinin kendilerine has kılındığını iddia ettiler. Hıristiyanlarla aynı pozisyona girerek «Cennete ancak Yahudî yahut Hıristiyan olanlar girebilir» dediler. Bunun üzerine, an'ret yurdu Allah ya­nında, başka insanlara değil de yalnız size mahsûssa, haydi ölümü temen­ni edin, doğru kişilerden iseniz.» [411]

Mealindeki ayet indi.

 

İlgili Hadîsler

 

«Eğer Yahudiler ölümü temenni etmiş olsalardı derhal ölür ve ce­hennemdeki yerlerini görürlerdi. Ve eğer Resûlüllah ile lânetfeşmeye çık­mış olsalardı, dönünce ne çoluk-çocukiarını, ne de mal bulurlardı.» [412]

«Eğer Yahudiler ölümü temenni etmiş olsalardı, derhal hepsi ölür­dü.» [413]

Cenâb-ı Peygamber geceleyin, kalkınca şu duayı okurdu :

«Ey, Cebrail, Mikâil ve İsrâfîl'in Rabbi olan, gökleri ve yeri yoktan ya­ratıp vücuda getiren, gizli ve aşikâr her şeyi bilen Allahım! Sen, ihtilâfa düştükleri hususlarda kulların arasında hükmedensin. İhtilâf vâki olan haklı hususlarda beni kendi izninle doğruya ve gerçeğe ulaştır. Hakikat Sen dilediğini dosdoğru yola iletirsin.» [414]

 

İtikadî Yönü

 

Dîne, ebedî saadet kapısını açacağı için değil de sadece millî varlığı bir dizide tutmaya yarayan bir vasıta nazarıyla bakan ve onun emir ve ne-hiylerini, ceza ve mükâfatla alâkalı bulunduğu için değil, birtakım dün­yevî emel ve menfaatlerine uyup uymama açısından ele alıp, uyanı tat­bik eden, uymıyanı. -dînden değilmiş gibi- bir tarafa iten bir kavim hakikî dindar sayılabilir mi? Dîni istismar eden, Allah'ın Kitabını kendi arzusu­na göre değiştiren bir millet ebedî huzur ve rahata, ilâhî cemal ve hoş­nutluğa erişebilme uğrunda çekinmeden canını ve malını feda edebilir mi? Bize göre bu iki sorunun da cevabı «Hayır».

İşte yukarıdaki âyetlerle   bizleri   uyandırmak,  hakikî dindar   kılmak JŞenâb-ı Hak, dindarlık ve  i'tikadları  sözde  kalan, tatbikatta  eseri dahi görülmeyen bir milletten bahsediyor; İsrâîloğulları'ndan. Onların -az yukarıda belirtildiği gibi- bir takım kuruntuları vardır; «Ateş bize ancak sayılı günlerden ibaret kısa bir müddet dokunacaktır», «Âhiret yurdu baş­kasının değil, hasseten bizimdir» gibi.. Bu ifâdelerin, âhirete dosdoğru ina­nan bir gönülden kaynamadığını isbat yolunda Kur'ân-i Kerîm şöyle bir ka­pı açıyor: «Eğer öhiret yurdu Allah yanında başka insanlara değil de yal­nız size mahsûssa, haydi ölümü temenni edin, doğru kişilerden iseniz!»

Dünyada asırlarca esaret zinciri ve zillet kaydı içinde yaşayan, fakat ebedî mutluluğa yani âhfret yurduna inanıp ona erişmeye yol bulan bir millet, bir ân önce elemli, ıstıraplı bir hayattan elemsiz ve kedersiz ve huzur içinde sonsuz bir hayata kavuşmak istemez mi? Çünkü inananlar için öiüm yok olmak demek değildir, ıstıraplara son veren bir intikaldir; ayrı bir ev ve âleme göçetmektir. Ama Yahudiler ölümü temenni etmek şöyle dursun -bütün meşakkatlere rağmen- Zerdüştîler gibi, câhiliye dev­ri Arapları gibi bin yıl yaşamak isterler. Bu istek onların dîn ve âhiret mefhumu hakkındaki İmânlarının derecesini meydana koymaktadır.

Belki de onların kasdettiği âhiret yurdu, Mezopotamya ve Filistin toprakları üzerinde dünya nimetlerine kavuşup, bütün İsrâîloğulları'nın biraraya gelerek hayallerinde kurdukları millî bir ihtişama erişmektir.

Büyük müfessir İbn Cerîr et-Taberî {H: 224-310/M: 838-922) diyor ki: «Bu âyet, Cenâb-ı Peygamber (A.S.) ile Yahudî bilginleri arasında âhiret yurdu ile ilgili ihtilâfı halleder mahiyette âdil bir önermedir. Şöyle ki, Ce-nab-ı Peygamber bu âyetin ışığı altında Yahudî bilginlerine ;

— Eğer haklı iseniz ölmeyi temenni edin! Çünkü ölüm size bir zarar vermez. İddia ettiğiniz îmân hususunda bir şüpheniz yoksa, ölüm sizi dünya meşakkatinden, esaret zilletinden kurtarıp geniş bir rahata ka­vuşturur», diyordu.

Ve «O halde iki taraf da yalancı ve haksızlar için ölümü istesin!» tek­lifi yapılıyordu. Fakat Yahudiler böyle bir lânetleşmeye yanaşmadılar.

Hem asırlardan beri felsefe ile Musevîlik arasında çekişme ciheti ol­madığı, ilim tarihinde böyle bir nizaa rastlanmadığı da Yahudîlerin uhre-vî akidelerindeki sarsıntıyı, diğer bir tabirle mecra değiştirdiğini daha açık meydana koymaktadır. Nitekim İskenderiye'de yerleşen Yahudilerden me­tafiziğe (felsefeye) yönelip çalışan, dinle felsefeyi bağdaştıran ve bir ta­raftan Yahudî ve Babil an'anelerini, diğer taraftan Yunan harsını birbi­riyle te'life uğraşan bilginlerin sayısının kabarık olduğu bilinmektedir. [415]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Her bakımdan Tevrat ve İncil'i tashih eden ve Yahudîlerin yalan-yanlış iddialarını çürüten Kur'ân-ı Kerim'in son derece açik ve haklı bel­geleri karşısında şaşıran Yahudiler, bu defa Hazret-i Muhammed'e (A.S.) vahiy getiren melek Cibril'e dil uzatıp, onu Yahudî düşmanı olarak ilân ettiler. Mîkâîl'e karşı da büyük sempatileri olduğunu söyliyerek açık bir tezat içinde bocalamaya başladılar. Aşağıdaki âyetler onların bu şaşkın halini tasvir ediyor. [416]

 

Meali:

 

97—  De ki: Kim Cibril'e düşmansa, (bilsin ki) o kendinden önceki kitapları tasdik eden, inananlar için doğru yolu gösteren ve aynı zaman­da müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Senin kalbine indirmiştir.

98—  Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikâîl'e düşmansa, (bilsin ki) Allah da mutlaka o kâfirlerin düşmanıdır.

 

İniş Sebebi

 

Buharî'nin Enes b. Mâlik (R.A.)den yaptığı rivayete göre, Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ın geldiğini duyan Abdullah b. Selâm, Peygamber'i kar-Şilıyarak demiş ki:

— Sizden ancak bir tek peygamberin bileceği üç soru soruyorum :

Kıyâmet'in ilk alâmeti nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nesne nedir? Ço­cuğu babasına veya anasına çeken nedir?

  Az önce Cibril bunların cevabını bana bildirdi, deyince;

  Cibril mi?

  Evet.

  Melekler arasından o, Yahudilerin düşmanıdır, karşılığını vermişti. Bunun üzerine yukarıdaki iki âyet indi.

İniş sebebi hakkında bundan başka birçok rivayetler vardır. Fazla bilgi için İbn Kesîr, Lübab ve Kurtubî tefsirlerine müracaat edilsin. Özet olarak, bu âyet İsrâîloğulları'ndan, «Cibril bizim düşmanımızdır, milleti­mizin başına gelen bunca dert ve belâları hep o sevk-u idare etmiştir, Mî-kâîl ise dost ve yarımızdir. O, hep hayır ve rahmetle iner», diyenlere bir cevap teşkil eder. [417]

 

Tarihî Yönü

 

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Cibril'in son peygambere getireceği vahyi, İsrâîloğulları'ndan birisine getireceğini bekleyen Yahu­diler, Cibril'in Hazret-i Muhammed'e (A.S.) indiğini, vahyi ona götürdü­ğünü öğrenince her ikisine de düşman oldular ve Cenâb-ı Peygamber (A.S.)ı ashabı arasında mahcup etmek için toplanıp bir heyet hâlinde meclis-i saadete geldiler ve :

  Sizden öyle bir şeyden soracağız ki onun cevabını ancak bir tek peygamber verebilir!

  İstediğinizi sorun, fakat bana söz verin, sorunuzu cevaplandıra­cak olursam İslâm dinine girip bana uyar mısınız?

  Evet, tamam kabul ediyoruz.

  O halde soracağınızı hemen sorun.

Bunun üzerine Yahudi bilginleri önceden hazırladıkları sorularını bir bir sormaya başladılar. Önce :

  Tevrat inmeden evvel İsrail hangi yemeği kendine haram kılmış­tı? Erkek ve kadın menisi arasındaki fark nedir? Doğan bir çocuk ana­sına veya babasına benzer, niçin? Tevrat'ta bahsedilen ümmî peygam­berden bize haber ver? Ve meleklerden hangisi o peygamberin dost ve yârıdır?

Cenab-ı Peygamber (A.S.) aynı şartı tekrar edip onlardan söz aldık­tan sonra şöyle cevap verdi:

  Bahsettiğiniz  İsrail'in   Yâkub  olduğunu   bilir  misiniz?   O   şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Allah için şöyle nezretmişti ı «Eğer Allah bana afiyet lütfederse, en çok sevdiğim yemeği ve içmeği kendime haram kı­lacağım.» Yemeğin en sevimlisi ona deve eti, içeceğin de en sevimlisi de­ve sütü idi.

Yahudiler:

  Evet, doğrudur, dediler. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) devamla :

  Allahım! Sen şahit ol. Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için söyleyin, erkeğin menisinin kalın beyaz veya kremî, kadının menisinin in­ce ve sarımtırak olduğunu bilir misiniz? Temas hâlinde hangi su galip ge­lirse çocuk ona benzer, (Allah'ın izniyle).

  Evet, doğrudur.

  Allahım! Sen şahit ol. Benim   dostum   bilhassa   Cibril'dir.   Allah her gönderdiği peygambere onu elçi olarak indirmiştir.

  İşte şimdi bu hususta   biz  sizden   ayrılıyoruz.   Başka   bir   meleği dost olarak gösterseydiniz size uyar ve sizi tasdik ederdik!

  Peki size Cebrail'i sevdirmeyen şey nedir?

  O bizim düşmanımızdır. Milletimize çok zararları dokunmuştur. [418]

İşte böylece çoğu inat edip, küfre düştüler, birkaç tane aklı eren de Müslüman oldular. Bunlardan Abdullah b. Selâm, Cenâb-ı Peygamber'e (A.S) dedi ki: «Ya Resûlellah! Müslüman olduğumu hemen ilân edecek olursam, Yahudiler bana bir çok iftiralarda bulunabilirler. Siz önce onlara benim nasıl bir kimse olduğumu sorunuz; ondan sonra ben meydana çıkıp Islamiyete girdiğimi ilân edeyim.» Biraz sonra gelen Yahudilere, Cenâb-ı Peygamber (A.S.) şöyle sordu :

- Abdullah b. Selâm'ı nasıl bilirsiniz, aranızdaki mevkii nedir?

    bizim  hayırlımızdır,  hayırlı  bir  babanın  evlâdıdır;   nezdimizde yuk bir mevkii var; hepimiz onu «efendimiz» olarak sever ve sayarız.

  Müslüman olduğunu görürseniz?...

  Allah onu İslâmiyetten korusun, uzak tutsun! 

Bunun üzerine Abdullah meydana çıkıp «Kelime-i şahadet» getire­rek müslümanlığıni ilân etti. Duruma son derece üzülen Yahudiler bu ke­re ağız değiştirerek ilk kanaatleri hilâfına bir beyânda bulundular:

— Abdullah bizim en kötümüzdür ve en kötü bir babanın evlâdıdır! dediler.

Hazret-i Abdullah tebessüm ederek : «Ya Resûlellah! İşte korktuğum bu idi» [419] diyerek üzüntüsünü belirtti.

Evet, Yahudilerin bu konuda da Tevrat ile amel etmedikleri anlaşılı­yor. Tevrat'ın Danyal (Daniel) kısmında 8. bapta Hazreti Danyal'ın gördüğü bir rü'ya ve yorumunun bizzat Hazret-i Cibril tarafından ya­pıldığı açık bir İfâdeyle anlatılır. Bundan başka bir iki yerde daha Hz. Cib­ril'den bahsedilir, [420]

 

Tahliller

 

«Cibril» ismi, dördü meşhur, dördü şazz (kıyas harici) olarak sekiz lü­gat üzerine okunmuştur: Cebreîl - Cibril - Cebrîl - Cebreil - Ceb reill - Ceb­rail - Cebrail - Cebrin. Ve bu isim ucme ve mârife olduğundan gayr-i munsarıf gelmiştir. İbrânİcedir; «cibr» ile «il» kelimelerinin biraraya geti­rilmiş şeklidir; Allah'ın kulu mânâsına gelir. Vahiy getiren meleğin has ismidir. Ayrıca bu meleğin sıfat mâhiyetinde birkaç ismi daha vardır: «Rûhulkuds», «Rûhulemîn», «Rûh»... gibi.

 Meydanda olan iki zamirden birincisi Cibril'e, ikincisi Kur'ân'a râci'dir. Bu cümle şöyle ifâde ediliyor: Cibril'e düşmanlık eden, Al­lah'a, kitabullaha ve Peygambere, dolayısıyla bütün meleklere düşmanlık etmiş sayılır. Çünkü kitabı Allah tarafından indirip getiren odur.

Yalnız iki meleğin anılması, onların üstünlüğüne işarettir, O halde bu ikisinden birini sevmiyen, bütün melekleri sevmiyor demektir. Çünkü meleklerin hiçbiri Allah'a isyan etmez, günah işlemez ve emrolunanı aynen yerine getirirler. [421]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Son nebinin geleceğini bütün milletlerden daha iyi bilen ve hidâyet nurundan yansıtacağı ışıkla cihanı aydınlatacağına dair ilâhî kaynak (Tev-rat)tan yeteri kadar   bilgi elde   eden   Yahudilerin,   Hazret-i  Muhammed (A.S-)in zuhurundan sonraki tutumları, bu bilgilerine uymamıştır. Tarih bo­yunca onların peygamberler hakkındaki davranış ve düşünceleri yekne­saklığını muhafaza etmiştir. Nitekim son nebiye inanacakları yerde onun halk içindeki itibarını düşürmek, prestijini sarsmak için olmadık yalan, tezvir ve iftiralarda bulundular. Cenâb-ı Hak onların karakterini bir daha meydana koyduktan sonra merhameti icâbı onları yeniden ikaz ederek son peygambere ve Kitaba uymalarını, peygamberlere yakışmayan isnatlar­dan kaçınmalarını tenbih ediyor. [422]

 

Meali:

 

99—  (Ey Peygamber!) And olsun ki, Biz sana (dünya nizamını, top­lum düzenini sağlayan, hakkı bütün açıklığıyla yansıtan) apaçık âyetler indirdik. Onları anoak yoldan çıkan sapıklar inkâr eder.

100—    Onlar (Yahudiler) ne kadar bir ahidde bulundularsa, içlerinden bir kısmı onu bozup  (peygamberlerin ve mürşitlerin  yüzüne)  atmadılar mı? Zaten onların çoğu (ahde bağlı kalmaz ve) dosdoğru imân etmezler.

101—  Onlara Allah katından yanlarındaki şeyi (Kitab'i) tasdik edici bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerden bir   kısmı,   sanki onu bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına attılar da,

102—  Şeytanların  (o bozguncu  kötü ruhluların) Süleyman'ın  mülkü hakkında uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat o şeytanlar (bozguncu ruha sahip olanlar) kâfir oldular da insanlara si­hir öğretiyorlardı.

B ab i I'de melek (tabiatlı) Hârût ve Mârût üzerine (sihir ilmî ve benzeri) bir şey indirilmemişti. Zaten o ikisi, «Biz(im bilgimiz sîzin için) bir fitne (imtihan)dır. Sakın (sihir ve büyü ilmini öğrenerek) kâfir olma­yın!» demedikçe hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. Fakat (sihir ve bü­yü meraklıları ve bunları geçim vasıtası yapanlar) o ikisinden, koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni ol­madıkça onlar bir kimseye zarar verici olamazlar. (Çünkü her olay, Al-

lah'ın kâinattaki câri kanunlarına göre meydana gelir). Ve onlar kendi­lerine zarar verecek, fayda sağlamıyacak şeyleri öğrenmeye devam edi­yorlardı. And olsun ki, onu (sihri, ona ait bilgileri) satın alan kimsenin âhirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Onlar kendilerini nasıl da âdi, önemsiz şey karşılığında sattıklarını bir bilselerdi!

103— Ve eğer onlar (Yahudiler, Peygambere ve Kur'ân'a) inanıp (sihir ve büyüden) sakınmış olsalardı, Allah katından (kendilerine verile­cek) sevap daha hayırlı olurdu. Bunu bir bilselerdi!.

 

İniş Sebebi

 

İbn.Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, âyet-i kerîmesi, Yahudilerden Abdullah b. Sûryâ'nın Cenâb-i Pey-gamber'e (A.S.) : «Ya Muhammed! Bizim bildiğimiz hiçbir şeyi bize getir­medin ve sana apaçık belgeleri hâvi bir âyet inmedi ki sana uyalım,»

demesi üzerine nazil olmuştur âyeti ise, Yahudilerin Hazret-i Süleyman'ı bir sihirbaz olarak kabul etmelerini reddeder mahi­yette inmiştir. [423]

 

İlgili Hadîsler

 

«Helak edici yedi (büyük günahtan) sakının : 1— Allah'a eş-ortak koşmak, 2— sihir, (büyü), 3— haklı bir meseleden dolayı müstesna, Al­lah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı bir kimseyi öldürmek, 4— ribâ (faiz) yemek, 5— yetim malı yemek, 6— savaşta cepheden kaçmak, 7— haya­sızlıktan uzak, fuhuştan habersiz mü'mine kadınlara zina isnat etmek.» [424]

«Sihirbazın haddi, kılıçla vurulmaktır.» [425]

«Kim bir arrâf (gaybi bilir iddiasında olan, yıldızlardan hüküm çıka-ran)a veya bir kâhin (büyücüye, gayıptan haber verenje (inanarak) ge-f|rse şüphesiz ki o, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir.» [426]

«Kim bir düğüm bağlar da üzerine üflerse, gerçekten o, sihir yapmış­tır.» [427]

 

İlmî Ve Tarihî Yönü

 

Lügatte : Sessizce birinin akciğerine vurup onu değiştirmek ve ser­sem etmek mânâsına gelen «s i h i r», bilâhare cadılık ve büyücülük anla­mında kullanılmıştır. Bu manayla   sihir  üç kısma ayrılır:

1—  Hakikati olmayan hîle ve tahyîl.  Buna  gözbağıcılık, gözboyacı-lık derler. Bilhassa el çabukluğunun bunda büyük rolü olsa gerek.

2—  Cin  ve  şeytanlara  yaklaşmak  suretiyle  onların  yardımına   nâi| olmak ve bu vasıtayla birtakım hayreti mucip, diğer bir tâbirle harikulade şeyler göstermek.

3—  İkinci kısımdaki yolu biraz daha geliştirip iyice şeytanlaşmak su­retiyle ruhî tesirler icra etmek ve böylece -hakikatle ilgisi olmadığı hal­de- görünürde eşyanın şekillerini değiştirmek.

Bu taksimatın ışığı altında «sihr»i şöyle tarif ederler: Sihir, tabiatte mevcudiyeti kabul edilen gizli bir kuvvetten faydalanarak yapılan tesir. Diğer bir tarifle : Haricî eşyajarı görünürde insan irâdesine uymaya mec­bur etme sanatı. Büyüleyici mâhiyette olan şiir ve güzel söz hakkında da «sihir» tabiri kullanılmıştır.

Sihrin tarihi bir hayli gerilere uzanır:

Eski Yunan medeniyetinden daha evvelki medeniyetlerde bilhassa Ba-bil ve Keldanîlerde sihrin dîn ile karışarak halk üzerinde müessir bir mü­essese halini aldığı muhakkaktır. «Ur Tarihi ve Abideleri» adıyla bir eser yazan C.J. Gadd'in fikrine göre, her ne kadar Babil ve Keldanîlerde bü­tün marifetlerin ilâhı olan «Oannes» vakıa hayırhah bir ilâh gibi ta­savvur ediliyorsa da ilâhların düşmanlıklarından ve fenalıklarından insan­ları korumak için o vaktin ruhanîleri, sihri bir çeşit dînî ayin (rite) gibi kullanıyorlardı. Gerçekten de el-Cezirenin iki büyük nehir arasında ve her ân feyezana ve fırtınalara maruz bir iklimde olması, ilâhlardan fenalıklar gelebilmesi fikrini kuvvetlendirmiş olabilir.

Babil'de (Animizm) denilen ruhlarla alâkalı dînî telakki, cin ve şey­tanlara aşırı derecede bağlılık Mûsâ Peygamber'den evvelki İbrânîler dev­rinde çok revaçta idi. Sihirbazlık ve büyücülük de o devirden kalmıştı.

Bu yüzden İsrâîloğulları tarih boyunca kendilerini sihir ve büyücülüğün tesirinden kurtaramamışlar, ilâhî kudretle cin ve şeytanlara hükmeden Hazret-i Süleyman'a sihirbaz diyecek kadar şaşkınlık göstermişlerdi. Ya­hudilere göre bu bapta Süleyman ne ise, İranlılara göre de Cemşid aynı şeydir.

İslâm müfessirlerinden çoğuna göre: Şeytanlar sihir ve büyücülü­ğün kaynağıdır. Göğün duvarlarını dinlerler ve işittiklerine yalanlar ka­tarlardı; sonra bunları kâhinlere, büyücülere naklederler ve bu bilgiler­den kitaplar meydana getirirlerdi. Bunlar insanlara bu kitapların ihtiva ettikleri şeyleri öğretirlerdi. Bu inanç Hazret-i Süleyman zamanında çok yaygındı; o üereoede ki bu bilginin ve tabiat ile cinler üzerinde icra etti­ği hâkimiyetin kaynağı Süleyman'dır, diye söylenirdi. Yukarıdaki âyetler bu İsnadı reddederek Hazret-i Süleyman'ın sapmadığını bildiriyor.

Eskiden beri Babilliler, Keldantler, Süryânîler ve Mısırlılar arasında sihrin geniş bir saha kapsadığını çeşitli kaynaklardan öğrenebilmekte­yiz. Bu gün de ibtidaî (ilkel) topluluklar arasında sihir önemli bir yer işgal etmektedir; Avustralya yerlileri her şeyden fazla sihirden ve büyü­cülerden korkarlar. Yıldırım, fırtına, sel ve benzeri olayları hep sihirbazla­ra isnat ederler. Okyanusya adalarının birçoğunda tababet ile meşgul sihirbazlar görülmüştür. Afrika'nın birçok yerlerinde yerliler sihirbaz ve büyücülere saygı gösterirler. İspanya'lılar Amerika'yı işgal ettikleri za­man sihirbazlığın orada geniş bir şekilde yaygın olduğunu görmüşlerdi. Eski Mısır'a ait yazılar, orada sihre karşı büyük bir saygı duyulduğunu, sihirbazların kendilerine has ayinleri bulunduğunu göstermektedir, [428]

Müslümanlar da sihri Yahudilerden, Suriyelilerden ve İranlılardan al­mışlardı. Bununla beraber İslâm dîni sihri şiddetle takbîh eder. Kur'ân'ın âyetleri, Peygamber Efendimizin (A.S.) hadîsleri bu hususta en açık bil­giyi vermişlerdir.

Peygamber (A.S.)dan az evvel ve O'nun devrinde Arapların sihir ve büyücülüğe karşı duyguları şöyleydi:

Arabistanda Hıristiyanlık ve Yahudîliğin tesiri ile gelen unsurlar he­saba katılmazsa, ruhlar âlemi, Allah ile kabilelerin ilâhlarından ve cinler­den meydana gelmekte idi. Ve insanı bu âlemde birleştiren bağlar, sade­ce kâhinler, sihirbazlar, gaipten haber verenler, şâirler ve deliler idi. Bü-ün bu sonuncular ile ilgili teori de muhtelif cinsten ruhlar tarafından hu­şuz «Tasarruf-çarpılma» teorisidir ve bu «tasarruf» tâbiri çağdaş isp­ritizmada kullanılan manadadır.

Sihirle Mu'cize Arasındaki Fark :

a) Mu'cize, ilâhî vahye mazhar olmuş kâmil ve ekmel bir insanın dilinde ve elinde zahir olur. Hedefi de, cemiyet ve milletlerin ıslâhı, iler­lemesi, fesat ve tuğyanı bırakmalarını sağlamaktır.

Sihir, alelade bir kimsenin marifetiyle olabilir. Ahlâkan düşük, aynı zamanda sapık bir insan bu ilmi elde etmekle birçok fevkalâdelikler gös­terebilir. Hedefi, hayret uyandırmak suretiyle halk tabakasını eğlendir­mek ve bunu bir geçim vasıtası yapmaktır. Hârut ve Mârut hikâyesi sih­rin ne kadar kötü tarafları olduğunu bildirmektedir.

İbn Haldun bu kısma dokunarak diyor ki; «Biri faziletli bir insan ta­rafından, takdire lâyık bir gaye ile, ötekisi kötü bir adam tarafından kö­tü niyetler ile hâsıl olur. Nefisler arasında esaslı bir akrabalık bağının mevcut olması gibi, her nefis nev'ine yardım eden' bu dış kuvvet ile müş­terek bir unsur taşır.» [429]

b)  Mu'cize bir hakikate dayanır; göz bağcılık değildir. Meselâ, Ce­nâb-ı Resûlüllah'ın (A.S.) parmakları arasından su kaynaması,   Mescid-i Saadet'teki ağaç sütunun inlemesi birer hakikattir. Yüzlerce ashab o su­dan içerek tatmin olmuşlar ve o sesi duymuşlardır.

Sihir, bir gözbağcılıktan ibarettir; hakikî bir semeresi yoktur.

c)   Mu'cizenin tesiri geniş ve devamlıdır. Vuku bulan şey, aynen vu­ku bulmuş, sebep ve illet kanunları tatile uğramıştır. Sihrin tesiri geçi­cidir. İllet ve sebep kanunlarını tatil ettirmez. Gösterilen şey, gösterildi­ği gibi aynen vuku bulmamıştır; sadece bir tahyîlden ibarettir.

Demek ki, her ağaç verdiği meyva ile bilinir ve anlaşılır.

d)   Mu'cize doğrudan  doğruya  ilâhîdir.  Şeytan  ve cinlerin  en  ufak bir tesiri olamaz.

Sihir veya hipnotizma ya tabiî ve ruhî sebeplerin, ya da şeytanla­rın tesiri neticesidir.

O halde biri Râhmânî, diğeri şeytanîdir.

Babil'deki Hârut ve Mârut meselesine gelince : Bu ikisi birer melek miydiler, yoksa melek tabiatlı iki insan mıydılar?

Cenâb-ı Hakk'ın insanlara kendi emir ve nehiylerini öğretmek için iki melek göndermesi mümkündür. Ama âdet-i ilâhiye böyle câri olma­mıştır. Âdem (A.S.)den, Cenâb-ı Resûlüllah (A.S.)a kadar insanları irşat etmek, doğru yolu göstermek için hep insanlar arasından seçip beğen­diği kimseleri vazifelendirmiş ve bunlara «nebî» ve «resul» demiştir. Yalnız bu bapta, müfessirlerin de kaydettiği gibi, meleklerin doğrudan doğru­ya tebligat değil de ilâhî irâde üzerine ilhamda bulunmaları düşünülemez mi? Böyle bir düşünceyi bir an için kabul etsek bile, âyet-i kerimenin öncesiyle sonrasının bağlantısından böyle bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.

«(Yahudiler) şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında uydurdukları­na uydular,» mealindeki 102. âyette geçen «şeytanlar» kelimesinden «kö­tü rûhiu bozguncu insanlar» kastedildiği gibi, «Babil'de melek (tabiatlı) Hârût ve Mârût üzerine (sihir ilmi ve benzeri) bir şey indirilmemişti,» me­alindeki âyette geçen «iki melek olan Hârût ve Mârût» tâbirinden «me­lek tabiatlı iki insan olan Hârût ve Mârût» manasının kastedildiğini söy­lemek yanlış bir tefsîr ve te'vil olmasa gerek.

Büyük müfessir İbn Cerîr et-Taberî'nin bu âyetlerle ilgili tefsîri şöyle­dir: «Cenâb-ı Hak emredeceği her şeyi ve yasaklıyacağı her şeyi kulla­rına târîf ettikten sonra gereken emir ve nehiylerde bulunur. Eğer böyle olmamış olsaydı «emir» ve «nehy»in anlam ve hikmeti kalmazdı. Sihir de Allah'ın kullarını menettiği şeylerden biridir. Önce bunu-melekleri va­sıtasıyla bildirmiştir. Nitekim sihir öğrenmek istiyenlere o iki melek il­ham yollu şöyle demişler: «Bizim bilgimiz sizin için bir imtihandır. Sa­kın kâfir olmayın» Yani bizim vazifemiz iyiyi ve kötüyü ilham yollu tarîf et­mektir. Sakın siz bunu öğrenip şer olarak kullanmayın, sonra kürfe girer­siniz. Nitekim mü'minler küfre gireriz korkusuyla öğrenmekten vaz­geçmişler, kâfirler ise her şeye rağmen öğrenip şer işlemişler.»

Hârût ve Mârufla ilgili birçok rivayet ve hikâyeler vardır. Çoğu iti­mada şayan değildir; bir kısmının garip ve zayıf olduğu tesbît edilmiştir. [430] O bakımdan İbn Cerîr'in az yukarıdaki görüşü, ilim adamlarınca pek olumlu karşılanmamıştır.

Ayrıca sihir ilmi hakkında eski müfessirlerin görüşlerini öğrenmek arzusunda olanlar Fahruddîn Râzî'nin TefsîM Kebîr'ine müracaat etsin­ler. Râzi, sihri sekiz kısma ayırmıştır. [431]

 

Ahlâkî Yönü

 

Herhangi bir ilmi hayırlı yollarda da, kötü yollarda da kullanmak mümkündür. Fakat ilmin ilk ve son hedefi, insanlığa hayırlı kapılar aça­cak fayda ve huzur getirmektir. İlim adamına yakışan, elindeki manevî aletin kudsiyet ve haysiyetini idrâk içinde-onu en faydalı bir şekilde kul­lanmaktır. Einstein'in, atomun hayırlı yollarda kullanılmadığının üzüntüsü içinde öldüğü bir vakıadır. Bunun aksine bir yol, ilme hıyanet ve onun haysiyetine tecavüz sayılır.

Cenâb-ı Hak, Hârût ve Mârût kıssasıyla bize gerçeği telkin ediyor ve ilimlerin kötü yolda kullanılması insanlığı fitne ve dalâlete sürükler ha­kikatini dimağlarımıza zerkediyor.

Ayrıca peygamberlerin herkesten ziyâde bu hususları bilip tatbik et­tiğinde hiç şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak, Süleyman Peygamber'in küfre sapmadığını, fakat sihri öğrenip onu kötü yollarda kullanan şeytan ruhlu insanların kâfir olduğunu beyân ediyor ve bununla, her hususta olduğu gibi ilmî konularda da peygamberleri örnek edinmenin ilim ahlâkına da­ha çok uygun düşeceğine dikkatimizi çekiyor. [432]

 

İtikadı Ve Fıkhî Yönü

 

Sihri bilmekte bir günah yoktur. Zira ilim bizatihi şereflidir. Şerri öğ­renmek kötülük yapmak için değil de ondan korunmak ve kötülüğün yol­larını bilmek içinse, faydalıdır. Fakat sihirbazlık yapmak için sihir, büyü gibi şeyleri öğrenmek doğru değildir; hattâ büyük günahlardandır.

Bu bakımdan sihri iki kısma ayırmışlar:

1—  Sihirbazlık yapan kimse, bu bilgisiyle bütün kudretin kendi elin­de bulunduğuna, canlı ve cansız varlıklar üzerinde iorâ ettiği -geçici de oisa- tesirin müessiri bizzat kendisi olduğuna veya yıldızlara yaklaşmak suretiyle bu tesirleri icra ettiğine inanıyorsa, küfre düşer.

2—  Tahyîl (gözbağcılık)dir ki, sahibi bununla kendi nefsinde bir kud­retin olmadığına, yıldızların veya şeytanların bu tahyîllerde müessir bu­lunduğuna, fakat hakikî müessirin Allah olduğuna itikat ediyorsa, küfre düşmez. Bu itikat içinde bile sihirle amel ederse büyük bir günah İşlemiş olur.

Hazret-i Ömer'in (R.A.), halkın itikadını ifsat eden, İslâm ahlâk ve prensiplerini bozmaya çalışan sihirbazların öldürülmesi için emir verdiği muhtelif rivayetlerden bilinmektedir. Yine elimize kadar gelen kaynak­lara göre, Hazret-i Ömer'in bu emri üzerine üç büyük sihirbazın öldürül­düğü anlaşılıyor.

İmam Tirmizî'nin kaydettiği «Sihirbazın cezası kılıçla vurulmaktır.» hadîsi üzerinde müctehitlerin .içtihadı şöyledir: İmam A'zam'a göre sih­rin hakikati yoktur, o sadeee bir tahyîldir. Sihir öğrenip amel eden kim­seye gelince, İmam A'zam, İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre, böyle ya­pan küfre girer. İmam A'zam'ın arkadaşlarına göre, sihrin tesirinden, si­hirbazın, büyücünün şerrinden  korunmak için öğrenmek küfrü gerektir-

mez. Ancak, caiz olduğuna ve .fayda sağlıyacağına itikat ederek öğre­nen kimse kâfir olur.

İmam Şafiî'ye göre, sihir öğrenen kimse, sihir hakkında kendisinden bir şeyler soranlara sihri över mahiyette lüzumunu belirterek cevap vere­cek olursa -Babillilerin sihirle yıldızlara yakınlık peyda edileceğine ve bu­nunla birçok esrara vâkıf olunacağına itikat ettikleri gibi- küfre girer. Sihrin mubah olduğuna, yani onunla amel etmenin mubah olduğuna ina­nan kimse hakkında da hüküm budur.

Sihirbazlık yapan kimse, bu fiilinden dolayı öldürülür mü?

İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre, evet. İmam Şafiî ve İmam A'zam'a göre, hayır. Ancak sihirbaz yaptığı sihirin tesiriyle birinin ölü­müne sebebiyet verecek olursa: İmam Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam Ah­med'e göre, kısas lâzım gelir. İmam A'zam'a göre bu fiil tekrar edilirse kısas lâzım gelir.

Sihirbazın tevbesi, yani birinin ölümüne sebebiyet verdikten sonra tevbe edecek olursa, tevbesi kabul olunur mu? İmam Mâlik, İmam Ahmed ve İmam Şafiî'ye göre, evet, üzerinden kısas kalkar. Ebû Hanîfe'ye göre, kısas kalksa bile ağır hapis cezasına çarptırılır. [433]

 

Tahliller

 

Burada   geçen   «mâ»   edatından   maksat, Hz. Süleyman devrinde okunan sihir ve büyü kitaplarıdır. Şeytan ruhlu bozguncular bu kitapları, şeytanlardan aldıkları yanlış bilgilerle hazırla­mışlardı.

Buradaki «mâ» edatı mevsûle olup «ellezî» ma­nasına alanlar,kelimesi üzerine atfetmişlerdir. Nâfiye olarak ka­bul edenler, (vav) harfini «hâliye» yani hal ve durum manasını ifâde eder nâhiyette kullanmışlardır. «kât» harfinin üstünüyle oku­yanlar olduğu gibi, esresiyle okuyanlar da var. Bu takdirde «iki hüküm­dar» demek olur.

Sihir: Râğıb el-Esbehanî'ye göre, boğazın bir tarafına denilir. «İnteeha sehruhu = Boğazı şişti» demektir. Ayrıca boğazı şişkin olan deveye ıplar «Bairün sehirün» derler. Sözlük mânası bu olmakla beraber haki-

kati olmayan hîle ve tahyîl manalarında kullanılması çok daha yaygın­laşmıştır. Gözboyacılığı, eşyayı başka şekilde gösterme sanatına isim olmuş ve günümüze kadar devam etmiştir.

Hayır ve serde deneme manasına   ibtilâ  ve   ihtibar demektir. Hârut ile Mârufun «Biz fitneyiz» demeleri, bu mânaya gelir, ya­ni sizler için bir smav köprüsü, bir deneme ölçüşüyüz, bizden bu bilgiyi edinirken çok dikkatli olmanız gerekir.

daha çok «pay» mânasına gelen «nasîb» ile yorumlan­mıştır.

Mesûbet de sevab   gibi,   amel   karşılığında   kullanılan   bir kelimedir. O halde bu karşılık mükâfat olabileceği gibi, ceza da olabilir. Her iki mânada da kullanıldığı vaki'dir. [434]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, mü'min, münafık ve kâfirin bazı mümey­yiz vasıflarına ve, bunlardan İslâm'a karşı olumsuz tutumları bulunan in­karcıya da ikiyüzlülerin davranışlarına dikkatler çekildi. Sonra da Âdem Peygamberin yeryüzüne Allah'ın halîfesi olarak indirildiği açıklandı. Bu­nunla insan unsurunun Allah katındaki değerine atıflar yapılarak onun çok şerefli bir canlı olarak yaratıldığı belirtildi. Varlık âleminin mutlak bir düzen, bir plân ve program içinde yaratılıp, hizmete yöneltildiğine işarette bulunularak hiçbir varlığın Yaratan'a karşı gelmediği, ancak insanın böy­le tehlikeli bir yola saptığı üzerinde duruldu. Kendilerine bunca nimetler verilen, ardarda peygamber gönderilerek ellerinden tutulan İsrâîfoğulları'-nın Tevrat'ın aydınlattığı yoldan saptıkları bir misal olarak sergilendi.

Aşağıdaki âyetlerle; dini ve peygamberi âlâya alacak kadar İsrâîl-oğullan'nın hırçınlaşıp şaşırdıklarına temas ediliyor, RÂİNA kelimesini nasıl kötüye kullandıkları açıklanıyor. Dünya saltanatına aşın düşkünlü­ğün, son dine karşı kin ve hasedin insanları nasıl basitleştirdiğine işarette bulunuluyor. Âlemlerin Rabbinden inen hayır ve rahmete karşı şükret­meleri gerekirken aksine bir yol tutmaları ve bu yüzden işi gevezeliğe dö­küp Peygambere karşı saygısızlıkta bulunacak kadar azıttıkları hatırla­tılıyor.

Aynca bu olayla birlikte mü'minlere konuştukları dildeki kelimelere çok dikkat etmeleri, kötü manaya da yorumlanabilecek kelimelerden im­kân nisbetinde kaçınmaları, saygı ve nezaket ifade eden kelimeleri bulup kullanmalarında büyük yararların bulunduğu belirtilmek isteniyor. [435]

 

Meali:

 

104-  Ey îmân edenler! RÂİNA demeyin. UNZURNÂ deyin ve güzel­ce dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.

105-  Kitap ehlinden inkâra sapanlar da, Allah'a ortak koşanlar da Rabbinizden size bir iyilik indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini di­lediğine tahsîs eder. Allah çok büyük lütuf ve iyilik sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Yapılan sahih tesbitlere göre :

RÂİNÂ, Arap Yahudilerinin o günkü.konuşma adabına göre AHMAK­LIK, KABALIK anlamlarında da kullanılırdı. Ashab-ı Kirâm'ın ara-sıra «Bi­ze lütfen bakarmısın!» anlamına gelen RÂİNÂ kelimesini kullandıkları olurdu. Ashaba göre, böyle demek derin bir saygı ifadesi sayılırdı. Yahu­diler, içlerindeki kini kelime oyunu yaparak ortaya döktüler ve bunu alay konusu edinip İslâm'ı küçük düşürmeye. Peygambere hakaret etmeye ça­lıştılar. Onların kötü niyetini anlayan büyük sahabi Sa'd b. Muâz (R.A.) çok üzüldü ve dinî gayreti harekete geldi de Yahudilerin toplu bulunduğu Yere giderek onlara şöyle seslendi:

«Ey Allah'ın, Kur'ân'ın ve Son Peygamber Hz. Muhammed'in düşman­ları! Bundan böyle sizden biriniz kelime oyunu yapar da İslâm'a ve Pey-

gambere  karşı saygısızlıkta  bulunacak olursa,  herhalde beynini dağıtırım..»

Sa'd bin Muaz Hazretleri Medîneli olduğundan ve güdü bir kabileye bağlf bulunduğundan, Yahudilerin ne meta' olduğunu çok iyi bilirdi. Çün­kü Yahudiler nezaketten anlamazlar, onlar ancak kılıçtan anlar ve ona göre hareket ederlerdi. Sa'd bin Muâz (R.A.)ın çok ciddi olduğunu bildik­lerinden korktular ve Müslümanların bulunduğu yerde bir daha bu keli­meyi kullanamadılar.

O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [436] Diğer bir rivayet:

Suddî diyor ki : «Yahudilerden Zeyd oğlu Rıfa'a, Peygamber (A.S.) Efendimize gelir, onunla karşılaşınca, «ER'INÎ SEM'ÂK VE'SMA1 GAYRE MÜSMAİN = Kulağın ver de beni dinle; dinlemez olası» gibi saygı dışı sözler sarfederdi. Mü'minler de bu sözlerin Peygambere karşı saygı ifâ­de ettiğini sanır ve seslerini çıkarmazlardı.

Allah, Yahudilerin kelime oyunu yapıp saygısızlıkta bulunduklarını ha­tırlatarak yukarıdaki âyetleri indirdi. [437]

 

İlgili Hadîsler

 

«Bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a kulluk edilsin diye kıyamete ya­kın bir devrede kılıç ile gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesi altında­dır. Zillet ve aşağılık, emrime muhalefet edenler üzerine inmiştir. Kim bir kavm (millet)e (özenip) benzerse, o da onlardan sayılır.» [438]

«Kim bir kavm (millet veya topluluğ)a özenip benzerse, o da onlar­dan sayılır.» [439]

 

Birden Fazla Mânaya Delâlet Eden Kelimeler

 

Bilhassa Arapçada bir kısım kelimeler birden fazla mânaya delâlet eder. Hattâ iki zıt mânaya gelen kelimeler hayli çoktur. Kur'ân'da bir yandan Yahudilerin bazı kelimelerin hayra, iyiye, nezakete delâlet eden mânalarını değil de saygısızlığa, nezaketsizliğe delâlet eden mânalarını kasdederek Müslümanlara hakarette bulundukları, Peygambere karşı küstahlık ettikleri açıklanırken, diğer yandan mü'minlerin konuşurken çok iyi kelime seçmeleri hatırlatılıyor, böylece konuşma adabı öğretiliyor.

RÂİNÂ kelimesine gelince, Ashab-ı Kiram bunu «Lütfen bize kulak ver» veya «Lütfen bizi dinle» anlamında kullanır, bununla Peygamberle­rine karşı saygılı olmaya çalışırlardı. Yahudîier ise, yukarıda belirttiğimiz mânayı düşünerek kullanır, bununla saygısızlıkta bulunmaya çalışırlardı. Kur'ân kötü bir anlamda da kullanılabilen bu kelime yerine UNZURNÂ, «Lütfen bize bakar mısın, bizi gözetir misin!» kelimesinin kullanılmasını emretti ve böylece Yahudilerin saygısızca tutumu açığa vuruldu.

O halde Cenab-ı Hak, bazı seviyesiz kimseler tarafından kötü mâ­naya da yorumlanabilecek kelimeler yerine başka kelimelerin kullanılma­sını bu olayı naklederek mü'minlere tavsiye ediyor.

Yahudilerin bundan başka bir de ES-SELÂMU ALEYKÜM sözünü de­ğiştirip kelime oyunu yaparak ES-SAMU ALEYKÜM şeklinde -kullandıkları sahih rivayetlerden anlaşılmıştır. Bilindiği gibi, SELÂM hem Allah'ın sı­fatlarından bir sıfat, güzel isimlerinden bir İsimdir; hem de dünya ve âhi-ret esenliğini, güven ve itimadı telkîn eden bir kelimedir. Mü'minlerin ken­di aralarında selamlaşması, belirtilen mânalar kasdedilerek sünnet kılın­mıştır. Hiçbir dilde kişilerin birbirlerine, SELÂM yerine geçecek bu kadar geniş mâna taşıyan, ilâhî esenliği yansıtan bir kelime ve cümle kullana­madıkları bir gerçektir. Yahudiler, mü'minlerin birbirlerine karşı bu kadar saygılı, nezaketli bulunmasını, selâmet dilemesini kıskandılar ve bunun yerine DERT, BELÂ ve HASTALIK mânasına gelen SÂM kelimesini kul­lanmaya başladılar. Tabii bunu birbirlerine karşı değil, Müslümanlarla karşılaştıkları zaman dillerini eğip bükerek anlaşılmıyaçak bir telaffuzla ES-SÂMU ALEYKÜM diyerek onlara dert ve hastalık dilediler. Bunun far­kına varıldı ve onların bu sözüne aynı cümlelerle cevap verilmesi tavsiye edildi. [440]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Kitap Ehlinden Yahudilerin İslâm'a karşı kin ve düşmanlıklarından söz edildi, buna bazı misaller getirilerek mü'­minler uyarıldı.

Aynca dinlerin, sosyal yapının tekâmülüne paralel   olarak   tekâmül ettiği ve bunda zorunluluk bulunduğu hatırlatıldı. İsâ Peygamber'in gönnlmesiyle nasıl Tevrat'ın bazı hükümlerinin yürürlükten kaldırılması ge-  ktıyse, Kur'ân'm indirilmesiyie artık dinlerin tekâmülde   son   kertesine taştığına işarette bulunuldu. Bu yüzden Yahudilerin böyle bir tekâmülü kabul etmediklerine dikkatler çekildi. Tevrat'ta Dazı kelimelerin yerlerini değiştirdikleri yer yer açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kutsal Kitapların hepsinin aynt kaynaktan süzü­lüp indirildiği hatırlatılıyor. Hepsinin de Allah kelâmı olduğu belirtilerek, Allah'ın bir sonraki kelâmıyla bir önceki kelâmının hükümlerini kaldırdığı bildiriliyor. İnsanların buna itiraz hakkı olmadığına işaret edilerek gök­lerin ve yerin mülkünün Aliah'a ait olduğu, dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunduğu açıklanıyor.

Böylece Kur'ân, kendinden önceki semavî kitapların hükümlerini kal­dırmış oluyor. Yepyeni hükümler getirip değişen sosyal hayata yön ver­me hikmetini taşıyor. Ayrıca Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında da buna ya­kın bir hüküm kaldırma hikmeti bulunduğu anlaşılıyor[441]

 

Meâlî:

 

106—  Herhangi bir âyeti nesheder (diğer bir âyetfe hükmünü kaldı­rır) veya unutturursak, ondan daha hayırlısını ya da bir benzerini getiri­riz. Bilmez misin Allah'ın kudreti her şeye yeter.

107—  Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmez misin? Size de Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

 

İniş Sebebi

 

Müslümanlar kıble olarak  Beytü'l-makdis'i   bırakıp  Kâ'be-i  muazza-ma'ya yönelince Yahudiler bunu kendileri  lehine bir koz olarak kullan-

maya başladılar; hâşâ Hazret-i Muhammed'in kararsız bir kimse olduğu­nu, daha önce kendi arkadaşlarına emrettiği bir şeyi şimdi yasaklayacak kadar şaşkınlık içinde bulunduğunu etrafa yaymakta gecikmediler ve iç­lerindeki kin ve haset ateşinin vermiş olduğu aşağılık duygusu içinde şu iftirayı pervasızca iddia ettiler: Eğer Kur'ân Allah tarafından indirilmiş bir kitap olsaydı elbette hükümleri değişmez, olduğu gibi kalırdı. Muham­med'in kendi eseri olduğu için onu günün ve olayların seyrine göre de­ğiştirebiliyor ve bunda bir sakınca görmüyor.

Bu iftira ve iddialar kısmen de olsun İslâmiyete yeni girmiş-bâzı Müs­lümanların kafasında istifhamlar doğurdu. Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz'den birtakım sorular sormak ihtiyacını hissettiler. Bunun üze­rine yukarıdaki âyetler indi. [442]

Ebû Umâme bin Sehl (R.A.)dan yapılan rivayete göre : Geceleyin As-hab-ı kiramdan biri kalkıp Kur'ân'dan bir sûre okumak istemiş, fakat bir türlü hatırlıyamamış; bir başka sahabi de aynı gece aynı sûreyi okumak istemiş, o da onu hatırlamaya muvaffak olamamıştı. Hulâsa p gece bir­kaç zat aynı sûreyi okumak istemiş, fakat hiçbiri hatırlıyamamış. Sabah olunca durumu Hazret-i Peygambere (A.S.) arzetmişlerdi. Cenâb-ı Pey­gamber (A.S.) onlara : «Geçen gece o sûre nesholundu!» buyurmuştur. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme inmiştir. [443]

 

İlgili Hadisler

 

Nâsih ve mensûh İle ilgili olarak sahîh bir hadîs tesbit edilememiş­tir. İbn Hazm Ma'rifetü'n-Nasihi ve'l-Mensûh adlı eserinde bilhassa dik­kati bu hususa çeker. [444]

 

İlmî Yönü

 

İslâmiyet, eski hukuklardan birçok şeyleri kaldırmış, sonra da kaldır­dığı şeylerin yerine umum yararının en üst grafiğini meydana getiren bir takım hukukî esaslar getirmiştir.

Sava Paşa'nın da dediği gibi: İslâm, tarih, sahnesine çıkışının ilk anından itibaren yeni bir hukukî sistem kurmak göreviyle yükümlü bulun­duğunu, bütün milletlere yol gösterecek hükümlerle geldiğini, cemiyetleri en iyi şekilde idare etmeye me'mur bulunduğunu ilân etmiş ve bütün bir insanlığı, kuracağı mükemmel müesseselerle -dünya ve âhirette mutlu­luğa eriştirmek suretiyle- idare edeceğini, dünya durdukça gelişen bütün cemiyetlere rehber olacağını ve bu üstün vasfını, bununla bağlantılı bu­lunan yeteneğini bütün tazeliğiyle koruyabileceğini Allah namına vaat etmiş bulunmaktadır.

İslâmiyet bu vadide kendinden önceki kanunları, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Musa'ya ait Suhufu da dikkate almış olduğunu münasebet düş­tükçe ifâde etmiştir. Çünkü en son din olarak imkân sahnesine çıkan ve dünya durdukça üstünlüğünü kabul ettirecek hükümler getiren İslâm şu ana kaideyle arz-ı endam etmiştir:

Allah (C.C.) insanlar için yararlı olan şeyleri, milletlerin tekâmül se­viyesine, zaman ve zeminin özelliğine göre tesbit edip mubah kılmış; za­rarlı olan nesneleri haram saymıştır. Öyleki İslâm'ın haram diye hükmet­tiği bir şeyin zararlı olduğunu gelişen ilim de isbatlamakta ve her çağda yeni yeni isbatlar birbirini izlemektedir.

Milletlerin iktisadî, sosyal ve ahlâkî yapılarında ilerleme ve değişik­lik meydana geldikçe yeni hükümler ve beyânlar indirilmiş, indirilen bu hükümler bir öncekine nazaran bir takım değişiklikler arzetmiştir. Böyle­ce Cenâb-ı  Hak bir kısım hükümlerini yürürlükten  kaldırıp ondan daha hayırlı ve yararlı olanını veya teklîf ve sevapta bir benzerini indirmiş, di­ğer bir kısım hükümlerini tamamen gönüllerden silmek suretiyle unuttur­muştur.  Meselâ :   Daha  önce  indirilen  sahifelerdeki   hükümlere  nisbetle Tevrat  birçok  farklı   hükümler taşıyordu.   Çünkü   İsrâîloğulları'nın  gerek sosyal yapıları, gerek psikolojik ve ahlâkî durumları ve gerekse dünya hayatına, madde ve onun cazibesine karşı olan aşırı hırs ve doymazlık­ları yeni beyânlar istiyordu. Daha önceki sahifeier bütün bunlara cevap verecek, Yahudilerin açgözlüğünü frenliyebilecek  öiçü ve muhtevada de­ğildi. Sırasıyla inen kitapların sebebi işte bu idi. En son olarak inen Kur'ân-ı Kerîm'le eski hükümlerin çoğu yürürlükten  kaldırıldı. Çünkü dünya  mil­letleri artık ilim ve tekniğin, kültür ve medeniyetin basamaklarına tırman­maya başlamışlardı. Edebiyat ise doruğuna kol salmış bir hüviyet arzedi-yordu. Kur'ân bütün bu yükselme ve gelişmelere yön verecek, ilmi fazî-let doğrultusuna döndürecek,  medeniyeti ahlâk temeli  üzerinde yüksel­tecek belgelerle indi. Böylece eski şeriatların hükmü kaldırıldı, yeni hü­kümler yürürlüğe konuldu. Nesih olayı meydana geldi.

İslâm diğer şeriatları mensûh durumuna getirirken bütün gücünü vahy-i ilâhiden alıyor, inen her hüküm bir olayı hedef tutuyordu. Bununla beraber akla geniş yer veriyor, makul olan, cemiyetler için yararlı sayı­lan örf ve âdetlere kapıyı açık bulunduruyor, içtihada tam bir mesağ ta-

nıyordu. Bunun içindir ki akıl, İslâm hukukunda lâyık olduğu yeri almış ve itibarı görmüştür. Müctehit imamların birtakım meselelerde farklı içti­hatları bunun açık belgelerinden biridir.

Demek ki nesih yalnız Kur'ân-ı Kerîm'in bâzı âyetleri arasında de­ğil, Kur'ân'la diğer semavî kitaplar arasında da meydana gelmiştir. Var­lık âleminde de sürekli bir nesih vardır. Eşyada tecelli eden değişiklikler birbirini takip etmekte, mevsimler değişmekte, birinin yerini diğeri almak­ta, her mevsime ait meyva ve sebzeler birbiriyle nesih yarışını sürdürmek­tedir. Belli kanunlarla günler ve geceler uzayıp kısalmakta, yeryüzünde­ki eski medeniyetlerin yerini yeni medeniyetler almakta, teknolojide çok süratli ilerlemeler ve değişiklikler olmaktadır. Böylece varlık âleminde bir belgenin yerine başka bir belge geçmekte, bir hükmün yerini başka bir hüküm doldurmaktadır. Bütün bu değişikliklere ışık tutan, onların in­kişafına paralel bir yükselme grafiği çizen Kur'ân-ı Kerîm artık bu özel­liğiyle ebediyete uzanacağını, mensûh olmayacağını, sadece nâsih ola­rak kalacağını ilân ediyor; taşıdığı ilmî esaslarla bunu isbatlıyor. [445]

 

Ahlâkî Yönü

 

İslâm ahkâmını halka telkine çalışan, ahkâmla ahlâkı birbirine katıp hukukun ruh ve mânasını dimağlara enjekte etmek isteyen kimsenin mut­laka bu ahkâmın temel prensiplerini bilmesi ve onlarla amel etmesi ge­rekir. Kur'ân-ı Kerîm'in delâlet ettiği hukukî ve ahlâkî kaideleri, Hazret-i Peygamber'in (A.S.) bu hükümleri nasıl tefsîr ettiğini bilmiyen bir kimse, gerek Kur'ân-ı Kerîm İle daha önce inen kitaplar arasındaki nesih key­fiyetini, gerekse Kur'ân âyetlerinden bir kısmı arasındaki nesih ola­yını dikkate almadan telkinde bulunuyor demektir.

Ebü'l-Bahteriy'nin rivayetine göre : Bir gün Hazret-i Ali (R.A.) Mes-cid'e girdiğinde bir vaizin halka hitap ettiğini ve İslâm'ı dar bir çerçeve içinde anlatmaya, cemaati lüzumundan fazla korkutmağa çalıştığını görü­yor. Bunun üzerine tanıdık birine soruyor:

— Bu konuşan kimdir?

Halka va'z-u nasihatta bulunan bir kimsedir, deniliyor.

Hazret-i Ali  (R.A.)  konuşanın tavr-u hareketini, hitap şeklini ve bu husustaki bilgisini beğenmediği için : «Hayır, o halka vaaz eden bir kim-e değil, ben falan oğlu falanım, beni iyi tanıyın, demek isteyen bir za­vallıdır.» diyor ve vaizi yanına çağırıp kendisine şu hususları soruyor:

Nâsihi mensûhtan ayırt edecek bilgiye sahip misin? Adam:

  Hayır, diyor. Hazret-i AH (R.A.) ona :

  Öyle ise bizim mescidimizden derhal çık, bir daha vaaz etme! Çün­kü sen hem kendini helak ediyorsun, hem de başkasını.. [446]

Ayrıca : Yahudilerin inat ve iftirada ısrar edip hükmü Kur'ân'la kal­dırılan ve aynı zamanda hahamlar tarafından birçok belgeleri değiştirilen TEVRAT'a körükörüne sarılıp bâtılı hakka tercîh etmeleri gibi, Müslüman dâvetçilerinin ilim ve hikmeti, hak ve adaleti şahsî yararlarına feda etme­lerinin,, siyasî çıkarlarına âlet yapmalarının çok kötü bir ahlâksızlık oldu­ğuna dikkatler çekiliyor. [447]

 

Sosyal Yönü

 

Âyette belirtilen nesih hükmü; ilim ve teknikte, araştırma ve in­celemede daima ileriye doğru adım atmayı, yeni yeni buluşlar için çaba harcamayı, her geçen gün biraz daha tekâmül etmeyi bize öğretiyor. Bu­nun aksine yerinde durup saymanın, yeni buluşlara kapıyı kapamanm, ilim ve teknikte demode olmuş icatlara ve araştırmalara saplanıp aşırı taas­sup göstermenin ilerlememize, cemiyet ve millet olarak hürriyetin saf ve temiz havası içinde yaşamamıza engel teşkil edeceğine işaret ediyor.

Müslüman milletler âyetteki bu inceliği dikkate almış olsalardı, kö­rükörüne taklît çukuruna yuvarlanıp asırlarca hareketsiz kalmazlardı. İlim ve teknikte aralıksız hamleler yapan dünya milletlerine örnek olur­lardı. Sadece örnek olarak da kalmaz ilim ve tekniği ahlâk ve fazilet po­tasında şekillendirip insanlığa arzulanan huzur ve mutluluğu da getirir­lerdi. İlk asırlarda gelip geçen Müslüman milletleri ve devletleri inceliye-cek olursak, onların bu gerçekleri bütün derinlik ve genişliğiyle bildikle­rini, bu nedenle de kendilerinden sonra gelen insanlara ilim ve medeni­yetin temelini en sağlam şekilde kurup hazırladıklarını görürüz. Çünkü onlar tekâmülün beşer için zaruri olduğunu hem anlamış, hem de anlat­masını bilmişlerdi.

Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu, O'nun mülkünde mevcut varlıkların cins ve türlerinin özelliklerine göre nasıl tekâmül et­tiğini ifâde eden âyetin inanmış milletlere ilerleme yolunda nasıl bir tab­lo çizdiğini anlamakta geciken sonraki Müslümanların, bu kanuna uyup hayat yollarını hazırlayan başka milletlere nasıl yem olduklarının hazin manzarasını görmekteyiz.

En basitinden meseleyi eleştirecek olursak, bugün meyva, sebze ve hayvan türü üzerinde yapılan ıslâh çalışmaları ve bu çalışmanın mutlu sonuçları hep bu tekâmül kanununun gereği değil midir? Fâtihâ-i şerîfe'-nin başında Allah'ın Rabbü'l-âlemîn olduğunun derin mânası, bu kanu­nun hangi ellerde hedefine rahatlıkla ulaşacağını göstermiyor mu? Cağt-mizda ziraî âletlerdeki inkılab, her şeyin motorize edilmesi, eskiyi neshet-mede ilâhî kanuna uygun bir buluş değil midir? Hendek savaşında İranlı Selmân'ın Medine etrafında bir savunma metodu olarak hendek kazma fikri Hazret-i Peygamber (A.S.) tarafından müsbet karşılanıp orduyu düş­man karşısında gütme sanatında bir yenilik sayılmamış mıydı? [448]

 

İtikadî Yönü

 

Kur'ân ilmini bilmeyen, onun iniş sebeplerinden, nâsih ve mensû-hundan habersiz bulunan, âyetlerin taşıdığı ilmî, ahlâkî, fıkhî ve tasavvu-fî mânalara âşinâ olmayan, Arapçasının lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz'in âyetleri nasıl izah ettiğini araştırmayan kimsenin âyetleri tefsîr edip hü­küm çıkarması caiz değildir. Nitekim Ebû Bahterî'nin tesbitine göre, Haz­ret-i Ali (R.A.)nın Kur'ân'daki nâsih ve mensûhları bilmeyen bir vaizi mes­citten nasıl kovduğunu az yukarıda nakletmiştik. [449]

 

Fıkhî Yonu

 

Nesih: Şer'î bir hükmü başka bir şer'î hükümle değiştirmek, son­rakini öncekinin yerine koymaktır. Tıpkı yeni. çıkarılan bir kanunla bir ev­velki kanunu yürürlükten kaldırmak gibi. Bunu bir misal ile daha iyi açık­lamamız gerekirse, diyebiliriz ki:

Cumartesi gününde çalışmak Yahudilere haram olduğu halde Müs­lümanlara helâl sayılmıştır. Böylece tahrîm hükmü yürürlükten kaldırıl­mıştır. Hazret-i Âdem (A.S.) zamanında neslin çoğalma zarureti karşısın­da kız kardeşin erkek kardeşiyle evlenmesi caiz kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelince bu hüküm neshedilmiş ve artık iki kardeşin birbiriyle evlenmesi yasaklanmıştır.

Hazret-i Nuh (A.S.) tufandan kurtulduğu zaman, insan neslinin deva­mı ve sağlam bünyeli bir neslin yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında kalıp, bir çöl halini aldığından yeteri kadar gı­da maddesi temin etmek mümkün olmuyordu. Bu sebeple birçok veya bütün hayvanların eti onlara helâl kılınmıştı. İsrâîloğulları devrinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti.

Dinler arasında zaman aşımı bakımından bazı hususlarda nesih hük­mü meydana geldiği gibi, Kur'ân'ın âyetlerinden bir kısmı arasında da ay­ni hüküm cereyan etmiştir. Böylece âyetin âyetle neshedildiği beyân edil­miş ve birtakım şüphelere mahal olmadığı anlatılmıştır.

Âyetin hadîsle neshi caiz midir, değil midir? Bu hususta içtihat mer­tebesinde bulunan âlimlerin görüşleri farklıdır:

a)  İlimde derinleşmiş imamlara göre bu caizdir. Çünkü Bakara süre­sindeki

«Birinize otum geldiğinde, bir hayır (çokça mal) bırakacaksa, ana-babaya, yakınlara uygun ve meşru' bir biçimde vasiyette bulunması, -Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara yerine getirilmesi bir hak ol­mak üzere- size fdrz kılındı.» mealindeki âyetin, «Hiçbir vârise vasiyet yoktur (caiz değildir).» mealindeki hadîs-i şerifle neshedildiği sabit olmuş­tur. [450] Hatta bu husus, İmâm Mâlik'in zahirî meselelerinden biridir.

b)  İmâm Şafiî ile Ebû'l-Ferec'e göre caiz değildir.

Burada birincilerin görüşünün daha sahîh olduğu kabul edilmiştir. Çünkü âyetle hadîsin ikisi de Allah'ın hükmüdür, yani kaynakları birdir, sadece isimleri değişiktir. Nitekim zinadan dolayı recmedilecek dul ka­dından «celd cezâsı»nı Hazret-i Peygamber (A.S.)ın sünneti kaldırmıştır.

Sünnetin Kur'ân ile nesholunduğunda görüş ayrılığı yoktur. Âlimler bu hususta müttefiktirler. Nitekim Beytü'l-makdis'e doğru namaz kılmak sünnet ile meşru' olmuş, bilâhare âyetle nesholunmuştur.

Âyetin haber-i vâhidle nesholunmasında görüş farkı varsa da kıyas ile neshi söz konusu olmamıştır.

İlâve edelim ki, nesih hükmü ancak Hazret-i Peygamber (A.S.) dev­rinde caiz ve câri idi. Ondan sonra artık bu kapı tamamen kapanmış, sa­dece içtihat kapısı açık kalmıştır.

Neshin çeşitlerine gelince :

1.  Hükmü kaldırılıp tilâveti baki  kalan «Sizden ölüp de kadınlarını geriye bırakanlar, kadınları için evlerinden çıkarılmaksızın yılına kadar geçimlerini karşılayacak bir intifa' vasiyyet etsinler.» mealindeki âyetinde olduğu gibi. [451]

2.  Tilâveti kaldırılıp hükmü baki kalan, recim âyeti gibi.  «eş-Şeyhü ve'ş-şeyhe'tü iza zenaya fercümûhüma elbettete.»

3. Hem hükmü, hem de tilâveti kaldırılan «Lâ-Terğebû ân abâiküm; feinnehü, küfrün..» âyeti gibi.

Sünnetin sünnet ile neshi ise, görüş farkı olmaksızın caizdir. Buna bir misal:

«Ben sizi, kabirleri ziyaretten menetmiştim, fakat artık onları ziya­ret edin! Hem sizi deriden ma'mul kaplardan başkasından su (ve benzeri meşrubat) içmekten de menetmiştim; fakat (bundan böyle artık) her kap­tan su (ve benzeri meşrubat) içiniz; ancak sarhoş edici olanlar değil (on­ları sakın içmeyin!).»

Mealindeki hadîs bu cümledendir. [452]

Nesih hususunda dikkati çeken bir başka rivayeti İbn Ebî Hâtim'den dinleyelim : İbn Abbas (R.A.) diyor ki; Hazret-i Ömer (R.A.)ın şöyle dediğini duydum :

«Hüküm vermekte en üstünümüz Ali'dir. Ubey ise en iyi Kur'ân oku-yanımızdır. Fakat biz Ubeyy'in sözünü terkederiz. Sebebi, Ubeyy'in şu beyânıdır: «Ben Resûlüllah (A.S.)dan duyduğum hiçbir şeyi terketmem!» Halbuki Allah {C.C.), «Herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak on­dan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz.» buyurmuştur.» [453]

Hazret-i Ömer (R.A.) böyle buyurmakla şunu ifâde etmek istemiştir: Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz'den biri âyet, diğeri hadîs olmak üzere iki çeşit haber duyulmuştur. Gerek âyetler arasında, gerekse ha­dîsler arasında nâsih ve mensûh bulunduğunda şüphe yoktur. Halbuki Ubey, «Ben, Resûlüllah (A.S.)dan işittiğim hiç bir şeyi (mensûh dahi olsa) terketmem» diyor.

Hazret-i Ömer (R.A.)ın bu beyânından, mensûh olduğu bilinen bir hükümle amel edilemiyeceği anlaşılıyor. Cumhurun da görüşü budur. [454]

 

Tasavvufî Yönü

 

Herhangi bir âyetin hükmünü iptal edip lâfzını olduğu gibi bırakmak veya Peygamberin kalbinden hem lâfzını, hem de mânasını gidermek ya aa yalnız lâfzını giderip mânasını bırakmak ve böylece onun yerine kenkonusunda daha hayırlısını veya hayır ve salahta onun bir benzerini getirmek,  Levh-i  mahfûz'da  sabit olan   ahkâma  aykırı  değildir.   Çünkü evh-i mahfûz'da sabit kılınan hükümler ya hususîdir, ya da umumîdir.

ususî olanı da ya şahıslara göre, ya da zamanlara göre bir özellik taşır. İşte bu hükümler Resûlüllah (A.S.)in kalbine inince, şahıslara has olanı, şahısların devamlılığıyla devamlılık gösterir. Zamanlara has oîan-ları ise, o zamanların inkıraz bulmasıyla neshedilir. Bunlar bazen kısa süreli olur, Kur'ân'daki mensûh âyetler gibi. Bazen de uzun süreli olur, daha önceki şeriatlar gibi. Hükümlerin böyle olması, onların Levh-i mah­fuzdaki sübut bulma keyfiyetine muhalif değildir.

Umumi mânada olan ahkâma gelince, dünya durdukça onlar devam­lılık gösterecektir. İnsanın konuşur olması, boyunun dimdik bulunması bu cümledendir. Çünkü göklerdeki ruhlar âleminin mülkü Allah'a aittir, bun­larda tasarruf eden ancak O'dur. Yeryüzündeki cisimler âleminin mülkü de böyledir, [455]

 

Tahliller

 

Âyette geçen « n e s h » in delâlet ettiği mâna üzerinde tefsîrcilerin görüşleri farklıdır:

a)  Ebû Talhâ'nın İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre «bir âye­ti değiştirmek, yerine başka bir âyet getirmek» demektir.

b)  Mücâhid'e göre, hem lâfzını, hem de hükmünü silip kaldırmak veya yazılı olarak   tesbît   edip   hükmünü   değiştirmek,   demektir.   İbn Mes'ûd (R.A.)den buna yakın bir rivayet yapılmıştır.

c)  Atâ'a göre, «Kur'ân'dan terkedilen âyet» demektir. İbn Ebî Hatim de buna yakın bir tefsirde bulunmuştur. Ona göre :  «Terkedilip de Hz. Muhammed'e indirilmiyen âyet» kasdediliyor.

d)  Suddî'ye göre, indirildikten sonra kaldırılan âyet, demektir. «Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ettikleri zaman   onları   elbette   recmedin!» ile «Ademoğlunun iki vadi (dolusu) altını olsa, ona bir üçüncüsünü (eklemek) ister...» mealindeki âyetlerin buna misal olduğu rivayet edilir. [456]

Yukarıdaki görüş ve tefsirlerden başka bir de « n e s h » kelimesinin Arap dilinde delâlet ettiği mânaları tesbît edecek olursak, âyetin taşıdığı ilâhî beyân daha iyi anlaşılmış olur. Şöyle ki:

1—  Bir kitabı başka bir kitaba nakletmek. Kur'ân'in Levh-i mahfûz'-dan semâ-i dünyaya nakledilmesi gibi.

2—  Hükümsüz bırakmak, gidermek, silmek, bir şeyi başka bir şeyin yerine geçirip oturtmak.  Güneşin gölgeyi  giderip onun yerine geçmesi gibi..

Âyette geçen «nensah» ile «nünsiha» fiillerinin i'rabı üzerinde de gö­rüş farkı vardır:

Cumhura göre, «nensahu» maddesi (nûn) harfinin fethasiyle okunur ki bu bir âyetin hükmünü kaldırıp tilâvetini olduğu gibi bırakmak veya hem hükmünü, hem de tilâvetini beraber kaldırmak mânasında zahirdir.

İbn Âmir ise (nûn) harfini zamme (ötre)siyle okumuştur. Bu, «en-sahtü'l-kitabe»den alınma bir fiil olup «Kitabı mensûh olarak bulmak», «Kitaba mensûh bir vaziyette rastlamak» manalarına gelir. Ebû Hâtim'e göre bu şekil okumak gaflettir.

«Nünsiha» maddesini ise, Ebû Âmir ve İbn Kesîr (nûn), (sîn) ve (hem­ze) harflerinin fethasiyle okumuşlardır ki bu «te'hîr == geciktirme» mâna­sına gelir. Diğer kıraat âlimleri ise, (nûn) harfinin zammasiyla okumuşlardır ki unutturmak mânasını ifâde eder. [457]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

İlâhî ahkâm'ın bir kısmında, özellikle kıblenin değiştirilmesinde mey­dana gelen « n e s h » olayını, ötedenberi İslâm'ın cihanı aydınlatan nu­runu bir türlü gönüllerine sindiremiyen Yahudiler vurucu bir propaganda belgesi olarak dillerine doladılar ve her vesileyle bu son dînin ruhları ay­dınlatan fazilet güneşini karartmak, onun yayılmasını durdurmak heve­sine kapıldılar. Çünkü bu din onların aşırı maddeci olduklarını, madde uğ­runda manevî değerlere kıydıklarını, bu yüzden Tevrat'ı kendi arzularına göre değiştirdiklerini; böylece hem Allah'a, hem de peygamberine iftirada bulunduklarını açık belgelerle ortaya koyuyor, onların menfur emellerine set çekiyordu.

Yahudilerin bu yoldaki kesîf propaganda mekanizması bütün hızıyla işlerken yeni Müslüman olmuş bazı kişilerin kafasında birtakım istihfam-larm doğmasına yol açıyor, o kadar ki henüz meydana gelmemiş hayalî şeylerden sorular soruluyor, n e s h hakkında lüzumlu lüzumsuz sualler devam ediyordu. Bir peygamberden fazla soru sormanın ilâhî hikmete ters düştüğü gerçek olduğundan, sonuç olarak birtakım ağır emir-lerin inmesi endişesi kendini hissettiriyordu. Zira bunun diğer dinler-e de örneklen mevcuttur. Meselâ Yahudilerin zulüm ve inadından, Musa Peygambere sordukları yersiz birtakım sorulardan dolayı tırnaklı hay­vanların hepsi, ayrıca sığır ve koyunun iç yağları haram kılınmıştı. En'âm suresi 146. âyette bundan bahsedilir.

Sorular devam ettikçe Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in endişesi artıyor, yerine getirilmesi güç buyrukların inmesinden korkuyordu. Nitekim Mâide sûresinde bu hususa temas edilerek buyuruluyor ki:

«Ey imân edenler! Size açıklanınca sizi kötümser yapacak (veya üze­cek) şeylerden sormayın; ama Kur'ân indirildiğinde sorarsanız size açık­lanır. Allah (daha önce bu kuralı bilmeden) sorduklarınızdan dolayı sizi) atfetmiştir. Allah çok bağışlayandır, şefkatle, lûtufla, merhametle sabre­dendir.»

«Sizden önce bir millet de onları sormuştu, sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.» [458]

Isrâîloğulları da yerli yersiz, gerekli gereksiz bir şeyler sormuş ve âdeta Musa Peygamberi (A.S.) soru yağmuruna tutmuşlardı. O yüzden ilâhî gazaba çarpılıp dinden çıkmışlardı.

İşte aşağıda meal ve tefsirini verdiğimiz âyetlerle Cenâb-ı Hak (C.C.) bu hususu mü'minlere hatırlatarak, böyle bir yola sapmanın imânı küfürle değiştirmeye varacağını beyân ediyor. [459]

 

Meali:

 

108—  Yoksa siz de daha önce Musa'dan sorulduğu gibi Peygambe­rinizi sorguya mı çekmek  istiyorsunuz?  Kim  imânı  küfürle değiştirirse, elbette doğru yoldan sapmış olur,

109—  Kitap ehlinden çoğu hak kendilerine apaçık belli olduktan son­ra sırf içlerindeki hasetten dolayı sizi imânınızdan sonra küfre döndür­meyi çok arzu ederler. Allah'ın (bu husustaki) emri, hükmü gelinceye ka­dar (onları) bağışlayın ve (olgunluk gösterip) vazgeçin. Şüphesiz ki Al­lah'ın kudreti her şeye yeter.

 

İniş Sebebi

 

Uhud savaşından hemen sonra Ashab-ı Kirâm'dan Huzeyfe bin Ye-mân ile Ammar bin Yâsır (Allah ikisinden de razı olsun) savaşın vermiş olduğu yorgunluk içinde yol alırlarken Medine ve çevresinde bir fitne kazanı halinde yoğun çalışmalar yapan Yahudiler bu iki zatın önüne ge­çerek onlara :

  Eğer hak üzere olmuş olsaydınız savaş aleyhinize dönmez ve siz de mağlup olup böyle perişan gerisin geriye dönmezdiniz!? Artık bırakın Muhammed'in dinini de doğru yolu gösteren bizim dinimize girin!

Bunun üzerine Ammar (R.A.) onlara :

  Sizde ahdi (te'minatlı sözü) bozmak nasıl karşılanır? Diye sordu. Yahudiler:

  Cok kötü ve ağır bir suç olarak karşılanır!. Hz. Ammar (R.A.) :

  Peki, ama ben yaşadığım müddetçe Muhammed (A.S.)ın dininden dönmiyeceğime, onu inkâr etmiyeceğime kafi ahdettim.

Dedi. Yahudiler:

  Ha, bu adam sapıtmıştırl.

Diyerek onu küçümsediler. Bu kez Hazret-i Huzeyfe (R.A.) söze baş­ladı:

Bar|a gelince, ben Allah'ın Rab, Muhammed'in Resul, İslâm'ın da d|n olduğuna razı olmuş bir kimseyim. Kur'ân'ı önder, Kâ'beyi kıble, mu'minleri de kardeş bilirim.

Bu iki büyük sahabi Resûlüllah (A.S.) Efendimize kavuştuklarında durumu arzettiler. Resûlüllah   (A.S.)   onların vermiş   olduğu cevabı   tasvip ederek buyurdu ki:

— Hayırlı olanını söylemiş, korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşmuşsunuzdur!

Bu olay üzerine yukarıdaki âyetler indi. [460]

Ayrıca müfessir Kurtubî'nin tesbiîine göre : Râfi' bin Huzeyme ile Vehb bin Zeyd, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek şu garip istekte bu­lunmuşlardı : «Bize gökten bir kitap getir de okuyalım. Bize ırmaklar akıt (ki suya kanalım). İşte bunları yaptığın takdirde sana uyarız.»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler nazil oldu. [461]

 

İlgili Hadîsler

 

«Müslümanların cürmü (günahı) en büyük olanı, haram kılınmadık bir şeyden soran ve sorduğu için de o şeyin haram kılınmasına (sebep olan) kimsedir.» [462]

Muğîre bin Şu'be (R.A.) diyor ki;

«Resûlüllah (A.S.)kıyl-u kaal (dedikodu ve faydasız söz)den, malı (lü­zumsuz yere) harcayıp zayi'etmekten ve fazla soru sormaktan menet-ti.» [463]

«Size (açıklayıp) bıraktığım hususlarla (yetinip) beni (sorguya çekip rahatsız etmeyiniz, kendi hâlime) bırakınız. Sizden öncekilerden helak olanlar ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine karşı görüş ay­rılığına düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. O halde ben size bir şey ile emrettiğimde onu gücünüz nisbetinde yerine getirin!. Sizi bir şeyden menettiğim zaman, ondan sakınıp uzaklasın!» [464]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yukarıdaki hadîsi, haccın Allah tarafın­dan farz kılındığını beyân ettiğinde ashabdan birinin :

— Her sene mi ya Resûlellah!? diye sormasına karşılık sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine karşılık,

— Hayır, her sene değil, buyurması ve sonra «Eğer evet deseydim size vâcib olurdu. Vâcib olunca da buna güç getiremezdiniz» diye açıkla­ması üzerine, buyurmuştur. [465]

 

Ahlâkî Yönü :

 

Tefsirini yapmak istediğimiz âyet-i kerîme iki önemli ahlâkî husu­sa ışık tutuyor:

Birincisi, Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz ile kendisine uyan bahtiyarlar arasındaki öğretim ve eğitim metot ve adabını açıklıyor. Pey­gamber ancak Allah'dan kendisine inen buyrukları eksiksiz ve fazlasız teblîğ etmekle yükümlüdür. Kendiliğinden birşey söylemez; dîn işlerinde ilâhî vahyi bekler; dünya işlerinde ise' ekseri etrafında bir irfan halesi olan arkadaşlarıyla istişarede bulunurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de peygambe-' rin bu prensibinden sık sık bahsedilir.

«O, (peygamber) kendi hevesine uyarak söz söylemez. O, ancak ken­disine vahyolunan bir vahiydir.» [466]

Mealindeki âyet bunlardan biridir.

Kur'ân-i Kerîm'in bu husustaki açık beyânlarından ve bu beyânların taşıdığı ilâhî metottan yararlanarak hocayla talebesi arasındaki öğre­tim ve eğitim münasebetlerini değerlendirecek olursak; hocanın öğretim ve eğitimde uygulayacağı metot ve ahlâkî prensipleri şöyle sıralıyabiliriz :

1.  Peygamber (A.S.) nasıl ana kitaptan almadan konuşmaz ve ders vermezdiyse, öğretmen de   işleyeceği   konuyu ana kaynaklardan   tesbît edip iyice hazmetmeden talebesi karşısına çıkmamalıdır. Aksi halde ku­surlu bir öğretim ve kusurlu bir eğitime yol açar. Talebe hem bilgisiz, hem de sağlam bir terbiyeden mahrum yetişebilir.

2.  Öğretmen eğitim sisteminin  ışığı altında derslerini  işlerken tale­besine soru sorma ahlâkını öğretmeli ve lüzumsuz soru sormanın, asıl işlenecek konuyu verimsiz haie getireceğini zaman zaman örneklerle an­latmalıdır. Zira talebenin ders esnasında edineceği güzel itiyatlar bütün bir ömrü boyunca kendisine rehber olur.

3.  Talebeye ağır gelecek, onun ufkunu daraltacak, hayata olan bağ-ıJıgtnı zayıflatacak sözlerden kaçınmalı, her defasında ona hayatın yo-unu ilim ve fazilet meş'alesiyle aydınlatmak, azim ve gayretini kamçıla­mak için yeni yeni buluşlar getirmelidir.

Talebenin bu sistem içinde izleyeceği ahlâkî prensipler ise şu olma­lıdır :

1—  Hoca soru faslını açmadan talebe soru sormamalı, sorması ge­reken bir husus varsa en müsait vakti seçmesini bilmelidir.

2—  Hocayı, asıl işleyeceği konudan uzaklaştıracak, dersin ahengini bozacak sorularla meşgul etmemelidir. Hazret-i Peygamber (A.S.)  Efen­dimiz bir meseleyi anlatırken veya ilâhî vahyi teblîğ ederken mecliste ha­zır bulunanlardan hiç kimse konuşmaz, Resûlülfah'ın  (A.S.)   sözü   bitin­ceye kadar tek soru sormazlardı.

3—  Hocadan bir şey sormak gerektiğinde, sadece  bunun  için en müsait vakti seçmek kâfi değildir. Soru tam bir edep ve terbiye kaidesi içinde sorulmalı, hocayı rencide edecek her türlü söz ve davranıştan ka­çınmalıdır.

İkincisi, haset ateşinin iç varlığı istilâ etmesi neticesinde birçok ger­çekleri inkârdan gelme, hakkı kabulden kaçınma, diğer bir tabirle güneşi balçıkla sıvamaya kalkışma hastalığı başlar. Nitekim İsrâîloğullan'nın manevî varlığını bu hastalık sardığı ve müzmin bir hal aldığı içindir ki onlar hem Tevrat'ın taşıdığı hükümlerle amel etmediler, hem de Kur'ân'a ve tebliğatçısı Hazret-i Peygambere (A.S.) iftiradan çekinmediler. Yuka­rıdaki âyet onların haset, kin ve iftira ateşi içindeki saldırılarını tasvîr ederken Müslümanlara böyle bir ateşe düşmekten korunma yollarını gös­teriyor. Hazret-i Peygamber (A.S.) ilim ve hikmetin, hak ve adaletin mem­leket ve milliyeti olmadığına dikkatleri çekerken, «Hikmetli söz mü'minin yitiğidir; onu nerede bulursa alır.» [467]

Mealindeki hadîsini değer ölçüsü olarak ümmetinin önüne koyuyor. Bu ölçü elde bulundurulduğu devirlerde Müslüman memleketlerde ilim ve ahlâka büyük hizmetlerde bulunulmuş, ilerleme sağlanmış; terkedildiği de­virlerde ise gerileme başlamıştır.

Görülüyor ki İslâm kin ve hasede yer vermemiş, gıpta etmeyi mu­bah saymıştır. Çünkü gıpta insanı fazilet ölçüleri içinde hayata hızlan­dırır; başkasının elindeki nîmetin bir benzerine erişmenin yollarını meş­ru bir şekilde kolaylaştırır.

Sahîh hadîs kitaplarının tesbîtine göre, büyük sahabi Enes bin Mâ­lik (R.A.)den şöyle rivayet edilmiştir:

«Biz bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yanında oturuyorduk. Bir ara buyurdular ki: «Şimdi şu İki tepeciğin arasından cennet ehlinden bîr adam üzerimize çıka gelecektir!» Bu haberden hemen sonra ayakkabıları sol elinde, sakalından da abdest suyu damlar vaziyette Ansardan bir zat çıkageldi; selâm verip (oturdu). İkinci gün yine Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz aynı haberi verdiklerinde yine o adam aynı vaziyette çıkageldi. Üçün­cü gün de aynı şeyi tekrar etti. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) aramız­dan kalkıp gidince, Abdullah bin Amr (R.A.) merak ederek o adamı takibe koyuluyor. Şimdi Hazret-i Abdullah'ı dinliyelim, o olayı şöyle anlatıyor:

«O adamı takip edip birara kendisine dedim ki, babamdan incindiğim için üç gün yanma gitmemeye yemin ettim. Uygun görürseniz beni evi­nize misafir olarak kabul buyurun! Adam, memnuniyetle bu isteğimi ka­bul etti; beraberce evine gittik. Üç gece on.jrda kaldım; hiçbir gece onun kalkıp ibâdet ettiğini göremedim. Ancak yatağına uzanırken Allah'ı anar­dı, o kadar. Sabah ezanı okununcaya kadar uyurdu. Fakat hep hayır söy­ler, iyilik isterdi. Üç gün geçince artık- onun amelini küçümsemek ister gi­bi bir duyguya sahiptim. Kendisine :

  Ey Allah'ın  kulu! Benimle babam arasında bir öfke ve incinme, darılma ve nefret mevcut değildir. Ben Resûlüllah (A.S.)ın sizin hakkınız­da şöyle şöyle buyurduğunu duydum da sizin amelinizi öğrenmek iste­dim, fakat fazla  bir amelinizi  göremedim.  Sizi  bu  mertebeye  ulaştıran amel nedir? diye sordum.

O bana şu cevabı verdi:

  Amelim gördüğünüz gibidir. Ancak ne var ki benim kalbimde hiç­bir Müslümana karşı Allah'ın onlara verdiği nîmeî sebebiyle ne bir ku­sur, ne de bir haset mevcuttur.

Hazret-i Abdullah (R.A.) :

  Evet, işte sizi bu mertebeye ulaştıran sadece belirttiğiniz ameli-nizdir; onu işlemek cidden zordur. [468] dedi. [469]

 

Tahliller

 

İçten gelen temenni ve istek, demektir. Râgıbın Müfredat'ın 3 da  «vedd», bir şeyi sevmek ve temenni etmek olarak mânalandırıl-mıştır.

 Set:  N'metin' °na hak kazanmış veya lâyık olmuş kimsenin elin-Ç'kıp gitmesini temenni etmek, bazan da bunun için çaba sarfetmek.

anlamına gelir. Bunun içindir ki  «Mü'min gıpta eder, münafık haset...» denilmiştir. [470]

Haset iki kısma ayrılır: Biri övülmeğe, diğeri yerilmeğe lâyıktır. Ye­rilmeğe lâyık olanı, yukarıdaki tarîften de anlaşıldığı gibi Müslüman kar­deşinin elinde bulunan nimetin zeval bulmasını temenni etmektir. Böyle bir temennide nimetin kendisine ulaşmasını arzu etmiş olsun olmasın farketmez. Cenâb-ı Hak bu anlamdaki hasedi şu âyetle yermiştir: «Yoksa Allah'ın insanlara cömertçe sunduğu nîmet ve bol ihsanına karşı haset mi ediyorlar?» [471]

Övülmeğe lâyık olanı ise, Peygamber (A.S.) Efendimizin şu hadîsle­rinde belirtilmiş olanıdır ki gıpta mânasını ifâde eder:

«Haset (gıpta) ancak iki kimse hakkında (mubahtır): Biri, Allah'ın kendisine mal verip onu (hayırlı işlerde) gece ve gündüzün (muhtelif) saatlerinde harcayan adam; diğeri Allah'ın kendisine (ilim ve) Kur'ân ve­rip onunla gece ve gündüzün (çeşitli) saatlerinde amel eden adam...» [472]

Afv: İşlenen suç ve kusurdan dolayı muahaza etmemektir. Safh ise, başkasının işlediği suç ve kusurun bıraktığı te'siri içten giderip, inti­kam duygusunu atmaktır. [473]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Yahudilerin iman nîmetine ve izzet bulan İslâm devletine karşı İçle­rinin bütün kin ve hasediyle karşı çıkmaları, bu nîmet ve devleti kökün­den kurutmak için çevirdikleri entrikalar, düzdükleri yalan, şüphe ve if­tiralar, Müslüman cemaatin dikkatini toplamış ölçüde idi. Meselenin ya­vaş yavaş içyüzü anlaşılıyordu : Yahudiler kendi zanlannea en mükem­mel semavî dîn olarak Museviliği görüyor ve bu dinin rakipsiz kalmasını arzu ediyorlardı. İslâm güneşinin her geçen gün biraz daha hakikat uf­kunda yükseldiğini görünce hased ve kinleri kat kat arttı, yeni dine çıl­gınca bağlanan Müslümanları tekrar küfre ve cehalete döndürmenin yol­larını araştırmağa koyuldular.

Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî ilmiyle onların iç âleminde dönen haset, kin ve iftira dolaplarını yukarıda geçen âyetlerle tasvîr buyurunca; Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin tezgahında şekillenen. Onun benzer kabul et-miyen tedrîs rahlesinde yetişen mü'minlerin kalbinde Yahudilere karşı beliren düşmanlık hissi hat safhaya varmıştı. Fakat İslâm yıkıcı, öldürücü, tahrip ve yağma edici, bozup dağıtıcı değil; yapıcı, hayat verici, koruyu­cu, birleştirici ve ıslâh edicidir. Bu prensip İslâm'ın fazîlet mücâdelesi vetiresinde asla şaşmadığına göre, Allah (C.C.) mü'minleri Yahudilere kar­şı bir tecavüzden alıkoymak; vakti gelmeden, ortam müsait olmadan bir silahlı çatışmaya başvurmaktan men'etmek; bundan önce barış ve huzur yollarını araştırmak için onları sulh ve selâmetin, adalet ve faziletin iki manevî bağıyla bağladı:

Birincisi, Allah'ın emri (hükmü) gelinceye kadar Yahudileri affetmek, onların işleyegeldikleri teeavüz ve küstahlıklarından dolayı mü'minlerin kalbinde meydana gelen nefreti söküp çıkarmak..

İkincisi, Namaz, zekât, sadaka ve her türlü iyilik ve âlicenaplığın ruhları cilalayan, gönülleri fetheden, vicdanları temizleyen yüksek tesi­rini artırmaya devam ettirmek..

İşte aşağıdaki âyet-i kerîme ile bu iki bağın olumlu tesirlerine işa­ret edilmekte, ruhlar üzerindeki aydınlatıcı neticesine dikkatler çekilmek­tedir. [474]

 

Meali:

 

110— Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden ne gibi bir hayır gönderirseniz Allah katında onu bulacaksınız; şüphesiz ki Allah işlediklerinizi çok iyi görüp bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüliah (A.S.) Efendimiz ashabına sordu :

«Hanginizin, vârisine ait malı, öz malından kendisine daha sevimlidir?»

Ashab-ı kiram cevap verdi:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizden hiç birimizin vârisinin malı öz malından kendisine daha sevimli değildir.»

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz :

«Hayır, hepinizin de vârisinin malı, onun öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü : Senin malın ancak önden (Allah için) gönderdiğindir. Vârisin malı ise, geriye bıraktığındır.» [475]

Müfessir Kurtubî'nin tesbîtine göre :

İkinci Halîfe Hazret-i Ömer (R,Â.), Baki' kabristanına gelerek onla­ra şöyle seslendi:

  Ey kabir ehli! Bizim yanımızdaki haberler şunlardır: Dul kalan ka­rılarınız evlendiler, evlerinize başkaları yerleşip oturdu, mallarınız ise vâ­risler arasında bölündü..

Bunun üzerine Ömer'e (R.A.) şöyle ilham geliyor:

  Ey Hattab'ın oğlu! Bizim yanımızdaki haberler de şunlardır; Şüp­hesiz ki (Allah için) harcadığımızdan dolayı kâr sağlamışızdır. Geriye bı­raktığımız mal ve servette ise zarar etmişizdir. [476]

Bir başka hadîste de buyuruluyor ki :

«Kul öldüğü zaman, halk geriye ne bıraktı? diye sorar. Melekler de önden ne gönderdi? derler.» [477][478]

 

İlmî Yönü

 

Maddeyle mâna, bedenle ruh, fizikle metafizik  arasında   denge   kurmak...

Bugün artık modern psikologlara göre de metafizik zaruridir. Çün­kü insan sadece organik tekâmülün neticesi değildir. Öyle olsaydı tekerrür edecek, fakat tekâmül etmiyecekti. O halde şuursuz bir tekâmül müm­kün değildir. Şuur kendini kontrol ettiği, metafiziğe yöneldiği zaman ide­ale doğrulmuş  kuvvetler  bulur.  Böylece  varlık  âleminin   mekanizmadan

ibaret olmadığını anlar.

Fakat şuurun ideale doğrulmuş kuvvetlerden yardım almasının yolu nedir ve bu kuvvetlerden neleri kasdediyoruz? Önce ifâde edelim ki me­tafiziği olduğu gibi sadece şuurla anlamak ya da kavramak ve bu hu­susta imân derecesinde sağlam bir inanç elde etmek çok zordur. Çünkü insan aklının sahası sınırlıdır. Metafizik ise sınırsızdır. Bu bakımdan onun kapısını şuura açacak, gerçeklerini işleyecek, mânalarını dokuyacak ilâhî beyanlara ihtiyaç vardır. İşte bunun içindir ki dinin lüzumu belirginleşir ve ibâdetten maksadın ne olduğu meydana çıkmış olur.

O halde gerçek tekâmülün bu kuvvetin şuura el uzatmasıyla, ona doğrultusunu belli etmesiyle gerçekleşebileceğini söyliyebiliriz. Meselâ : Allah'ın varlığına ve birliğine imân, tekâmülün anahtarıdır. O'na ibâdet bu tekâmülün hedefidir. O halde Allah'a inanmıyan kimse, ilim ve tek­nikte ne kadar ilerlerse ilerlesin o tekâmülün asıl anahtarını bulamamış­tır. İbâdet etmiyen kimse de tekâmülü hedefine götürmemiştir. Bunun için Allah (C.C.) imân edenlere tekâmülün hedefini sık sık hatırlatarak : «Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden ne gibi bir hayır gönderirseniz Allah katında onu bulacaksınız.» buyuruyor.

İslâm her vesileyle fizikle metafizik arasında dengeyi k'urar ve bu açıdan beşer hayatını en uygun bir şekilde tanzîm eder. [479]

 

Ahlâkî Yönü

 

Yirminci asrın son yarısında feza yarışına başlıyan milletler gerek ekonomik organizasyonlarda, gerekse endüstri kuruluşlarında büyük bir enerji ve gayret sarfetmektedirler. Dışarıya, yani insanın dış dünyasına karşı kullandığı bunca enerjinin onda birini iç dünyasını, düşünce ve te­mayüllerini berraklaştırmaya, imân ve yüksek ahlâk ile beslemeye kul­lanmış olsalardı, insan nesli daha iyi günlere doğru güven içinde adım atacak, dünyayı saran materyalizm fırtınası durmaya mecbur olacaktı.

O halde tek taraflı gelişmenin kurtarıcı olmadığı artık bilinmeli ve ona göre kurtuluş çareleri aranmalıdır. Yukarıda mealini verdiğimiz âyet-i kerîmede beşer enerjisinin iki taraflı gelişme yollarında kullanılmasına işaret edilmekte, milletler arasındaki münasebetin ancak bu ahlâk ile dü­zene gireceği belirtilmektedir.

Kötülüğe karşıhk kötülük; kin ve hasede karşılık kin ve haset güt­mek tek taraflı gelişmenin neticesidir. İslâm dini bunu en ma'kul şekil­de yasaklar. Atalarımızın dediği gibi, «kan, kan ile değil su ile temiz­lenir.»

Tarih boyunca enerjilerinin çoğunu dışarıya karşı kullanıp iç yapıları­nı ihmal eden ve bu sebeple diğer milletler için bir çeşit huzursuzluk kaynağı haline gelen Yahudilerin kafa ve gönüllerde şüphe fırtınaları meydana getiren, huzur ve sükûnu bozan kin ve haset dalgalarına kar­şı fazilet mücadelesini sağlam bir iman, yüksek bir irfanla uygulamak, iki taraflı gelişmenin şaşmaz yoludur. O halde beşer enerjisinin bir kısmını onun iç âleminin ıslâhına çevirmek için iki şeye ihtiyaç vardır: İman ve irfan. Bu ikisini mutlak saadete giden bir vasıta kabul edecek olursak, namaz, zekât ve diğer iyilikler bu vasıtanın yakıtıdır.

İşte Kur'ân-ı Kerîm'de bu yakıttan bahsediliyor. Çünkü iman ve irfan aracı bu yakıtlarla çalışacak olursa insan enerjisi iki taraflı gelişmeye sarfedilmiş olur; bu, sadece kin ve haset gibi kötü vasıflan silmek ya da zararsız hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda dünyada da, âhirette de mutlu yaşamanın sırrını öğretir.

Yahudiler bu hususta da Tevrat'ın ve sonraları Kur'ân'ın sunduğu benzen yakıtlara iltifat etmedikleri için fazîlet ve irfan yolunu kaybedip Allah'ın gazabına çarpıldılar. [480]

 

Sosyal Yönü

 

Namaz ruh sağlığının ve düşünce terbiyesinin; zekât ve sadaka sos­yal yapının; Allah hoşnutluğuna erişebilmek için önden gönderilen hayır ve iyiliğin ve bir bakıma millî varlığın te'minatıdır. Tarihimizde yapılan bunca hayır müesseseleri, cami ve kervansaraylar, hamam ve kimsesiz­ler yurdu, sebil ve kanallar ve bütünüyle vakıf tesisleri, millî varlığımızı bugüne kadar devam ettiren sağlam belgeler ve çürümez temellerdir.

Buna karşılık mukaddes mefhumların, manevî değerlerin, millî has­letlerin rağbet görmediği cemiyetlerde ruhî denge bozulur, sosyal yapı temelinden sarsılır, millî varlık bir masa! ve efsaneden ibaret kalır. Mad­de ön plâna alınır, değer ölçüleri sadece para olarak belirlenir. Şahsın yarar ve çıkarı gaye kabul edilir. İrfan dumura uğrar. Millî bünyenin te­meline anarşizm iner. Durum böyle ofunca bir hayat ve geçim mücade­lesi başlar. Mide ve şehvet kaygusu bütün fertleri sarar; ilim, ahlâk, fazi­let, hayır ve iyilik, âhiret ve hesap manasız kelimelerden ibaret kalır.

İşte böyle olan cemiyetlerde ilim ve teknik bütün güç ve hızıyla in­sanlığı imha etme yolunda ve maksadında kullanılır. «Sen yaşama, ben yaşayayım; ben doyayım, sen acından öl!» fikri dimağlara kök salar. Ya­hudilerin tarih boyunca bütün zekâ ve yeteneklerini bu yolda kullanma­larının tek sebebi işte budur. Kendi millî varlıklarının devamı ve mutlulu-

ğu uğruna her şeyi mubah gören, her vasıtayı meşru' sayan bir millet olmuştur.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, İslâm devletini, iman nimetini Müslü­manlara lütfederken Yahudilerin asıl içyüzünü ve bunun sebeplerini de hatırlatıyor ve hemen sonra hoşgörülü olmayı, kin ve hasetten uzak kal­mayı emrediyor. Bunun tek ilâç ve reçetesini de namaz ve zekât gibi ibadetlere bağlıyor. [481]

 

Tasavvuf! Yönü

 

«Şüphesiz ki Allah işlediklerinizi gereği gibi bilir.»

Varlık âleminde meydana gelen bir olay, hafızalardan silinse bile kaybolmaz. İnsanların işlediği şeyler ve kafalarından geçen .düşünceler üç yerde tesbît edilir: Biri, insanın kendi dimağında ve ruhunda, buna şuur da diyebiliriz. Diğeri, koruyucu meleklerle, iyilik ve kötülükleri ya­zan melekler tarafından kaydedilir. Üçüncüsü ise, Allah'ın keyfiyeti bilin-miyen Levh-i mahfuz adlı anadefterine kaydedilir. O halde beşer ruhu ve onun dimağı bir nev'i, Allah'ın, olayların kaydedilmeye yarayan defte­ridir. İlâhî ilim ve irade varlık âleminin her zerresine nüfuz etmiştir. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar dahil her şey O'nun ilim ve ira­desiyle mutlak bir irtibat halindedir. Ruhumuzun bedenin bütün hücre­lerinden haberdar olması bile buna bir misal olamaz. Çünkü ölen hüc­relerden ve onların yerine gelen yeni hücrelerden ruhun haberi olmaz. O bakımdan ilâhî ilmin nüfuz ve tesiri misal kabul etmez. O her şeyi ge­reği gibi bilendir.

Denildiği gibi herkesin amel kitabı kendi iç âlemindedir. O ne eksik, ne de fazla kaydeder. Bir bant gibi akseden sesi olduğu gibi tesbît eder. [482]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle, kin ve haset gibi iki manevî hastalığın ha­kikatleri nasıl örttüğünü, bu yüzden beşerî münasebetlerde derin uçu­rumların meydana geldiğini; hak ve adalet üzere olan mü'minlerin bu uçu­rumu kapamak için af ve müsamaha ile hareket etmelerinin lüzumunu beyan eden Cenâb-ı Hak (C.C.), buna ilâveten iki güzel vasfın tatbikat­ta feyizli örneklerini vermeleri için mü'minlere namaz ve zekât ibadet­lerini yerine getirmelerini emretmiştir. Çünkü namaz ile zekât insanı hissî

davranışlarda bulunmaktan, madde ile mâna arasındaki dengeyi boz­maktan alıkoyar. Beşerî münasebetlerde en sağlam köprünün kurulma­sını sağlar.

Aşağıdaki âyetlerle de bâtılda ısrar eden ve aslında semavî din ola­rak aynı esasta birleşen Yahudilerle Hıristiyanların, dinlerin tekâmül sey­rini, aşırı taassupları yüzünden dikkate almadıkları, sadece İslâmiyete karşı değil birbirlerine karşı da hayırhah davranmadıkları, hasmane bir takım metotlara başvurdukları ifâde ediliyor. Ve bundan sonra bütün dindarlar için hak olan müşterek tek yol gösteriliyor: Kim bütün varlı­ğıyla kendini ilâhî buyruklara verir, tam bir teslimiyet içinde gerçek iyi­liğin basamaklarında yükselirse onlar için Rabları katında büyük mükâ­fatlar va'dediliyor.

Ayrıca âyetler arasındaki münasebeti diğer,bir açıdan inceliyecek olursak şu gerçek ile karşılaşırız:

Yahudilerle Hıristiyanlar Kur'ân'm göz kamaştırıcı iâhutî füyuzatı, Hazret-i Muhammed (A.S.)ın havsalaya sığmayan yüksek başarısı ve terbiyedeki üstün ve o nisbette işlek metodu karşısında şaşırıp imân ede­cekleri yerde inkâra, saygı duyacakları yerde hayasızca yalan ve iftiraya başladılar. Bir taraftan İslâm'ın şan ve izzetini küçük düşürmek için her çareye baş vururken kendilerini en mesut bir millet olarak tanıtmaya, kurtuluşun sadece kendi dinlerine uymakta olduğunu yaldızlı cümlelerle iddiaya heveslendiler.

Ünlü Fransız düşünür ve tarih felsefecisi Gustave le bon, Hıristi­yanların aşın taassuplarını ve bu yüzden dünyayı nasıl kana boyadıkla­rını, medeniyete emsal kabul etmiyen ölçüde hizmet etmiş bir ümmeti yok etmek için nasıl bayağılaştıklarını ifâde ederken diyor ki:

«Barbar bir âlem, tebcil hatırası tarihe şan ve şeref veren yüksek bir medeniyeti tahribe koşuyordu. Bu kin ve gazap selinin önüne mede­niyet ve İslâmiyet namına TÜRKLER çıktılar.»

İşte yükselmiş ilim ve fazîleti, şerefli bir medeniyeti yıkmaya azme­den bu zavallı, ehl-j kitap topluluğu kendini Allah'ın çocukları ve O'nun en yakın dostları olarak tanıtıyor ve bu gayret içinde hakikati gizlemeye çalışıyorlardı. Mâide sûresinde buna temasla buyuruluyor ki:

 «Yahudi ve Hıristiyanlar,«Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyle ise neden Allah günahlarınız sebebiyle size azap ediyor?» [483]

Onların bu kısır anlayış ve haset dolu tutum ve iddialarını tasvîr eden Cenab-ı Hak buyuruyor ki : [484]

 

Meali:

 

111—  (Yahudilerle Hıristiyanlar) dediler ki: «Yahudi ve Hıristiyan olan­lardan başkası elbette Cennet'e giremez.» Bu, onların kuruntularıdır. De ki: (Eğer bu iddianızda) doğru kimselerseniz haydi kesin bilgi veren de­lillerinizi getirin!

112—  Hayır, (nereden onu getirebilirler?)   Kim   Allah'ı   görürcesine (bir duygu taşır da ibâdet ve günlük işlerinde) kendini Allah'a verip  tam bir teslimiyet gösterirse, işte onun  için  Rabbi  katında mükâfat vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.

 

İniş Sebebi

 

Necrân Hıristiyanlarından bir topluluk, Yahudilerden bir grup kimsey­le Resûlüllah (A.S.)ın meclisinde biraraya geldiklerinde aralarında sert tartışma oldu, birbirlerini yalanlamaya ve diğerinin bâtıl üzere olduğunu iddiaya kalkıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [485]

 



[1] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98

[2] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98

[3] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. i, S, 98

[4] Rûhu'l-maanî-Âlûsî : C. 1, S. 98

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/39-40.

[5] İmâm Ahmed bin Hanbel Müsned'i - Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 152

[6] Tirmizî 2881 numaralı hadîs : Hakîm bin Cübeyr'den

[7] Tirmizî - Nesâî : Sehl bin Ebî Sâlih'den.

[8] Nesâî - Hâkim Fi'1-Müstedrek

[9] Sahîh-i Müslim : Ebû Umâme el-Bâhilî'den.

[10] İmâm Ahmed bin Hanbel - Ebû Nuaym : Hz. Bureyde (R.A.)den

[11] Dâremî : Şa'biy'den..

[12] tbn Abdilberr, el-lstiab'da..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/40-41.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/42.

[14] Zümer sûresi, âyet:  23

[15] el-Futuhatü'l-İslâmiyye / Zeynî Dahlan : C. 1. S. 14

[16] Rûhu'd-dîni'l-İslâm adlı eserden özetlenmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/42-46.

[17] Rahman sûresi, âyet: 5

[18] Buhari- Nesâî: Ebû Bekre'den-   Buharî - Müslim - Ibn Mâce :   Ebû  rivayet etmişlerdir. Câmiussağir : C. 1, S. 81

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/47-48.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/48-49.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/49-50.

[22] Münâfikûn sûresi, âyet: 1

[23] Bakara sûresi, âyet: 146 Bu âyette geçen «Ya'rifunehu» fiilinin sonundaki üçüncü şahıs zamiri-ı n Hazret-i Peygamber'e râci' olduğunu ve bu takdirle şöyle manalandırılması erektiğini kaydedenler var:   «Kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi öz oğullan gibi tanırlar.»

[24] Fetih sûresi, âyet: 4

[25] Enfâl sûresi, âyet: 2

[26] Sahîh-i Müslim : 1/8

[27] Sahîh"i Müslim - Ebû Davud - Nesaî - İbn Mâce : Ebû Hüreyre (R.A.) _ Câmiussağir : 1/12

[28] Zümer sûresi, âyet: 22

[29] Enfâl sûresi, âyet: 4

[30] Nisa sûresi, âyet:  151

[31] Fazla bilgi için bak:  Şerhu Vasiyyet-i İmâm Ebû Hanîfe

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/50-52.

[32] Câsiye sûresi, âyet: 24

[33] Sahîh-i Buharı :  C. 1, S. 17

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/52.

[34] Risâletü'I-Kuşeyriyye :   «Takva» maddesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/52-54.

[35] SafvetüIı"Beyân Fi-Tefsîri'l-Kur'ân : Sahife 64'den sadeleştirilerek alınmıştır.

[36] er-Risaiettn-Kuşeyriyye : S. 37

[37] Risâletü'l-Kuşeyriyye : S. 83

[38] Aym eser : S. 83-84

[39] Aynı eser : S. 83-84

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/54-56.

[41] Tefsîr-i Keşşaf :   C.  1, S.  72-73

[42] Kaad-ı Beyzavî Tefsiri : S. 6

[43] Rûhın-Maanî Li'1-Alûsî ; C. 1, S. 100

[44] Tefsîr-i Kebîr : C   2   S   5

[45] Rûhu'l-Maanî Li'1-Âlûsî :  C. 1,- S. 100

[46] Tefsîr-i Ebû Suud

[47] Ra'd sûresi, âyet: 17

[48] Tefsîr-i Kebîr / Fahruddîn Râzî : C. 2, S. 3

[49] Bu hususta fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr C. 2, S. .4-14

[50] Tefsîr-i Ebû Suud

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/56-59.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/59.

[53] Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, İbn Kesîr : C. 1, S. 42

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/59-60.

[54] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 164

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/60.

[56] »          »          :   C.   1,  S.   177

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/60.

[58] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 178 -<Tefsîr-i Kebîr Li-Fahrüddîn Râzi : C. 2, S. 36

[59] Aynı tefsir : C. 2, S. 36

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/60-61.

[60] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 182

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/61.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/61-62.

[63] Tefsîr-i Kebîr / Fahruddîn Râzî : C. 2, S. 46

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/62-63.

[65] İbn Ebî Hâtîm - Tefsîr-i tbn Kesîr : C. 1, S. 45

[66] Tefsîr-i İbn Kesir :  C. 1, S. 46

[67] Tefsîr-i Kurtubî : C. I, S. 188

[68] Buharı - Müslim : Hazret-i Huzeyfe (R.A.)den. Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 46

[69] Tirmizî - Nesâî : Kuteybe'den. İbn Mâce : Hişâm bin Ammar'dan..

[70] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1. S. 46, İbn Cerîr'den

[71] BUharî/iman :  39- Müslim/müsakat :   107- İbn Mace/fiten:  14- Dâremi/büyü:1

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/63-65.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/65-66.

[73] Ahmed b. Hanbel

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/66-67.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/67-68.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/68.

[76] Müfredat-! Ragıb : Küfür maddesi.

[77] Bakara sûresi, âyet: 34

[78] Umeyye zaman-ı saadet yetişen Kureyş şairlerindendir. Zeki bir adamdı Eşyanınhakikatine dair bazı şeyler keşfetmiştir.  Putlara tapmanın bâtıl  oldugunu anlamış ve bir ara peygamberlik dâvasına kalkışmıştı.  Hazret-i

Peygamber (AS) Medıne'ye teşrif edince, Umeyye'nin ümitleri kırılmış, bu arada İslamı kısmen tasdîk etmiştir. Bak: Kamusu'l-A'lâm : C. 2, S. 1044

[79] Fazla bilgi için bak:Ruhul Mani Tefsiri,C. 1,S.139.Ayrıca Tefsiri Kebir C.2,S.49-51

[80] Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî : C. 1, S. 137

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/69-72.

[81] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 47 

[82] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 192

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/72-73.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/74-76.

[84] Sahîh-i Buharî : Ebû HÜreyre (R.A.)den.

[85] Sahih-i Buhari: Abdullah bin Amr (RA) den

[86] Tefsir-i Kurtubi:C.1,S;198

[87] Tefsir-i Kurtubi ; c. 1, s. 199

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/76-77.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/77-78.

[89] Nahl sûres1' âyet: 106

[90] Tirmizi :C. 7, S. 262 - Hadîs no: 2601 / Ebû Saîd el-Hudrî'den

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/78-80.

[92] Bakara sûresi, âyet:  9

[93] Nisa sûresi, âyet: 145-146

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/80-82.

[95] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den

[96] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber : C. 1, S. 7-8 

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/82-83.

[97] Fazla bilgİ için bak:   Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 127,Kaadi Beyzavî Tef_ n-nas» maddesi. Kamus Tercemesi: C. 2, S. 1026     .

[98] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 48

[99] Fazla bilgi için bat: Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 198

[100] Tefsir"i Rûhu'l-Maanî / Âlûsî: C. 1, S. 151

[101] Tefsîr-i Keşşaf ; C. 1, S. 137 - Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî Li'1-Âlûsî : C. 1, S-151

[102] Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 138

[103] Tefsîr-i tbn Kesîr ; c. 1, S. 50

[104] s          p          »                 »

[105] Tefsîr-i Keşşaf : C. 1, S. 141

[106] Ebû Suud Tefsîri - Kaadı Beyzavî Tefsîri

[107] Bakara sûresi, âyet: 194

[108] Şûra sûresi, âyet: 40

[109] Muttaffifîn sûresi, âyet:  29, 30

[110] *              »       »       34

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/83-88.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/88.

[113] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 224 - Tefsîr-i Kebîr /    Fahruddîn Râzi : C. 2, S. 86

[114] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 54

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/90.

[115] İbn Ebi Hâtim " Tefsîr"i lbn Kesîr : a *' s- 55

[116] Dahhak'dan İbn Kesîr rivayet etmiştir. Hadîs olduğu şüphelidir. Dah-hak in görüşü olduğunu söyliyenler var.

[117] Müsned-i tmâm Ahmed bin Hanbel

[118] Ibn Cerîr - tbn Ebî Hâtim – Katad

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/91.

[119] Ra'd sûresi, âyet: ıs

[120] Bu hususta fazla bilgi için bak: Allah'ın Güneşi Avrupanın üzerinde S.95-96/ Sıgrıd HUNKB

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/92-93.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/94-95.

[122] Geniş bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr : C. 2, S. 94   Tefstr-i Kurtubî : C. 1, S. 224

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/96.

[123] Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü : Nûr maddesi.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/96-98.

[124] Yûnus .sûresi, âyet: 5

[125] Hadid sûresi, âyet: 12

[126] Tahrîm sûresi, âyet: 8

[127] Bu mısra'larm Arapça metni,   Terceme-i Kamus'da yazılıdır : C. 2, S.

[128] Kaadı Beyzavî Tefsiri - Tefsîr-i Keşşaf

[129] Bak: Müfredat-i Râğıb : Kadr  maddesine

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/98-101.

[131] Bak:Al-i Imrân: 20, Mâide: 92, 99, Ra'd: 40, Nahl: 25, 82, Nûr: 54, An-ı<, çüra: 48, Tağabun: 12

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/101.

[133] Fazla bİlgi için bak:  Tefsîr-i Rûhu'l-Maanî Li'1-Âlûsî:  C. 1, S.  181-182 r-I Kebir: C. 2, S. 98-99

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/103.

[134] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim : îbn Mes'ud (R.AJden.

[135] Sahîh-i Müslim - İbn Kesîr : Muaz bin Cebel (R.A.) den.

[136] Sahîh-i Müslim - Tefsîr-i îbn Kesîr.

[137] SÜnen-i Nesâî - SÜnen-i îbn Mâce : îbn Abbas (R.A.) dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/103-104.

[138] Tefsîr-i îbn Kesîr : C. 1, S. 58-59

[139] Tefsîr-i İbn Kesîr :  C. 1/58-59

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/104-106.

[141] Bak: Tehâfütü'I-Pelâsife / İmâm Gazâlî - Üç Tehafüt Bir Arada

[142] Tarihî Maddeciliğe Reddiye

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/106-110.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/110-112.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/112.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/112-113.

[147] Ebû Leys Semerkandî : Muhammed bin Lebîd'den..

[148] Tefsîr-i İbn Kesîr Hafız İmaduddîn : C. ı, S. 58

[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/113-114.

[150] Fazla bilgi için bak: Er-RisaletÜ'l - Kuşeyriyye : S. 134 / «Tevhîd» maddesi.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/114-115.

[151] Keşşaf - Kaadı Beyzâvî - Tefsîr-i Kebîr

[152] Keşşaf Tefsîri

[153] Keşşaf  ve Medarik

[154] Daremî / Pazail'i Kur'ân : l/35^Tirmizî / Sevâbti'i-Kur'ân: 14

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/115-120.

[156] Bilgi edinmek içln bak: el –İbriz’e

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/120-121.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/121-122.

[159] İbn Ebi Hatım: Ebû Hüreyre (R-A-)den. îbn Kesî

[160] Evzai İbn Ebi Kesîr'den- (Hadîs maktu'dür)

[161] Müslim '' Câbİr bİn Abdullah (R.A.)den den. 

[162] İmam Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî, îbn Mâce : Ebû Hüreyre' (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/123.

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/123-124.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/124.

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/124-125.

[166] Keşşaf Tefsiri

[167] Kadı Beyzavî tefsiri

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/125-126.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/126.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/128.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/128-129.

[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/129-130.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/130-131.

[174] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/131.

[175] Kadı Beyzavî Tefsiri

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/131-132.

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/132.

[178] Buharı : Ebû Hûreyre (R:A) den

[179] Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.   Bu,   Müslim'in   garib   hadîslerinden biridir.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/133-134.

[181] Fazla bilgi için bak : Tehafütü'l-Pelasife - Üç Tehafût Bir Arada

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/134-136.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/136-137.

[183] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber

[184] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/137-138.

[185] Kaadı Beyzâvî Tefsiri

[186] Tefsîr-i Kebîr - Keşşaf - İbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/138.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/139.

[188] Tirmizî - Ebû Dâvud

[189] Tirmizî - Ebû Dâvud - Nesâî - îbn Mâce

[190] Tirmizi /Hadisün hasenün garibün.

[191] Taberani –İbn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/140-141.

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/141-142.

[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/142-143.

[194] Bak: Enbiyâ sûresi âyet: 26-28.

[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/143-145.

[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/145-146.

[197] Enbiya sûresi, âyet:  20

[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/146-147.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/147.

[200] Buhârî: Enes bin Mâlik (R.A.)den

[201] Buhârî - Müslim:  Muâviye  (R.A.)den

[202] Buhâri - Müslim : îbn Mes'ud (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/148-149.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/149-151.

[204] Bak: Rahman sûresi, âyet: 1, 2, 3

[205] Tefsîr-i Kebîr - Ebû Nuaym

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/151-152.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/152-153.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/153.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/153-154.

[209] Tefsîr-i Nesefî

[210] Müslim - Nesâî

[211] Müslim :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/155-156.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/156.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/156-157.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/157-158.

[215] Haazin - Tefsîr-i Kebîr

[216] Tahrîm süresi:  6 «Allah'ın kendilerine emrettiği hususlarda O'na karşı  emrolundukları şeyleri  (kusursuz) yerine getirirler.»

[217] Tefsîr-i Keşşaf.

[218] Kehf sûresi: 50 «Ancak iblis değil; o cinlerden idi, Rabbının buyruğunun dışına çıkmıştı.»

[219] Kaadı Beyzâvî

[220] »            »        - Keşşaf

[221] »            »               » '

[222] »            »               »

[223] Kaadı Beyzavi - Keşşaf

[224] Kaadı Beyzavi - Keşşaf

[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/158-161.

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/161.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/163.

[228] Ebû Dâvud et-Tayâlisî : İbn Abbas  (R.A.)dan   

[229] Ebû Dâvud et-Tayâlisî : İbn Abbas  (R.A.)dan   

[230] Taberanî Mu'cem"i Kebîr'de : Cündeb bin Abdullah'dan

[231] Ebu Davud et-Tayâlisî :  Ebû HÜreyre  (RA.)den

[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/163-164.

[233] Tevrat'ta ise onların Mısır'da 430 yıl kaldığı belirtilmiştir.

[234] Bakara sûresi :  49

[235] Mısır'la Filistin arasında, Sina çölüyle birleşir. Arap coğrafyacıları buna Sahra-i Beni îsrâil» de derler

[236] Bak  Câsiye sûresi 16-17. Mâide sûresi  12. A'raf sûresi  160.  Yûnus sûresi 93,

[237] Daha geniş bilgi için bak :  Sâff sûresi 6. âyete, Âl-i tmrân sûresi  183, Bakara sûresi 120-146, Mâide sûresi 19, En'âm sûresi 20, A'raf sûresi 157. âyetlere..

[238] Bakara sûresi ;  38.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/164-167.

[240] Ebû Nuaym – Taberani.

[241] Buharı / Eyman :  15 - îbn Mace / ikame:  194

[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/167-168.

[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/168-170.

[244] Kaadı Beyzâvî

[245] İbn Kesir

[246] İbn Arabî

[247] Tibyân

[248] Celâleyn

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/170-171.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/171.

[251] Nitekim bu hususta tek kanaldan gelen bir hadîs de vardır.

[252] Kaadı Beyzâvî

[253] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf

[254] Keşşaf

[255] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf

[256] Keşşaf

[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/172-173.

[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/173-174.

[259] Geniş bilgi için bak:  Âl-i îmrân sûresi 90, Sâffat sûresi 47

[260] Bak:  Bakara sûresi  107,  249, 250, 251. Nisa sûresi  164. Isrâ  sûresi 58. 2fidn SÛreSİ 78' En'âm sûresi 84-

Enbiyâ sûresi 78, 79, 81, 83, 105. Sâd sûresi 18, ' ;?;Sebe' sûresi 12- 21. Nemi sûresi 15-44.

[261] Mâide sûresi:  20.

[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/174-175.

[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/175-176.

[264] Keşşaf

[265] Kaadı Beyzâvî  

[266] Keşşaf - Kaadı Beyzâvî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/176-177.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/177.

[268] Buharî - Müslim - Nesaî - İbn Mâce

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/178.

[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/179.

[270] Şerhi için bk :  Nüşûşü'l-kilem / Muhammed Bedreddin el-Halebî.

[271] Geniş bilgi için bak; Asr-i Saadet / Mu'cizeler bahsine...Bu meseleyle alâkalı olarak Ömer Rıza Doğrul'un Seyyid Ahmed Han Tefsirinden naklettigi görüş ve  iddianın ilmî ve dinî bir değer taşımadığını hatırlatmak isteriz.

[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/179-183.

[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/184.

[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/184.

[275] Bak:  Çıkış 24/18. 32/1-35: A'raf sûresi:  148

[276] Bak: Tâ-Hâ sûresi: 77-97

[277] Bilgi için bak :  Tâ-Hâ sûresi:  80-97

[278] Kitabı Mukaddes ansiklopedisi 631. sütun

[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/186-187.

[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/187-188.

[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/188-189.

[282] Bak: Maide süresi ayet 26

[283] Kitab-ı Mukaddes tercümesi, İstanbul, 1908, XXIV, 18

[284] İbn Cevzl (598 - 1201), Nakda'1-ilmi ve'1-Ulemâ

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/189-190.

[286] Kaadı Beyzâvî  - Keşşaf

[287] Kaadı Beyzâvî

[288] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf

[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/190-191.

[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/191.

[291] Buharî - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizi.

[292] Buharî - Müslim

[293] Buharî - Müslim

[294] Tirmizî:  Hadîstin hasenün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/192-193.

[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/193-194.

[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/194-195.

[297] Bak. Furkan sûresi : 21. Kıyamet sûresi: 21-22. Enam sûr'esi:  103

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/195-196.

[298] Kaadı Beyzâvî

[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/196.

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/196-197.

[301] Nesâî:  Ebû HÜreyre  (R.A.)den

[302] îbn Kesîr

[303] Nesâî

[304] Buharı : Habîb b. Ebî Sâıb'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/197-198.

[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/198-199.

[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/199.

[307] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/199-200.

[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/200-201.

[309] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/201-202.

[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/202-203.

[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/203.

[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/203-204.

[313] Ebû Nuaym - İbn Sünni

[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/205.

[315] Tevrat'a göre : 430 yıl

[316] Bakara sûresi: 57

[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/205-206.

[318] Kaadı Beyzâvî - Keşşaf

[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/206-207.

[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/207.

[321] Âl-i Imran :  85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/208.

[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/208-209.

[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/209.

[324] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/209-210.

[325] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/210.

[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/210-211.

[327] Al-i tmran:

[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/211.

[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/212.

[330] îbn Kesîr, mevkuf en rivayet etmiştir

[331] Hatîb el-Bağdadî

[332] Müslim -Ahmed: ibn Mes'ud'dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/213.

[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/213-214.

[334] Tevrat/Çıkış ;   12/41,  belgeye göre 430 yıl

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/214-215.

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/215.

[337] Kaadı - Keşşaf - Medârik

[338] Kaadi - Keşşaf

[339] Keşşaf

[340] Keşşaf - Medârik

[341] Kaadı Beyzavî.

[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/216.

[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/216-217.

[344] el-Hâfız Ebûbekir

[345] Ebû Rafı': Ebû Hüreyre (R.A.)den / Hadistin garibün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/218.

[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/219-220.

[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/220-221.

[348] Bak: -Sayılar Kitabı 19/1-10. Tesniye Kitabı 21/1-9

[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/221.

[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/221.

[351] Ahmed : 4/11, 12

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/222.

[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/222-224.

[353] Bakara Sûresi: 260. âyet

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/224-225.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/225-226.

[356] Tirmizî/zühd :   62

[357] El-Bezzar. merfuan

[358] Müslim/fezâil:   2- Tİrmizî/menakıb :   3-  Ahmed:   5/89,  95   105

[359] Tırmizî: Hadîstin, garibün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/226-227.

[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/227.

[361] Bakara suresi:34.ayet

[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/227-228.

[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/228-229.

[364] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/229.

[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/229.

[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/231.

[367] İbn Vehb-tbn Kesir

[368] Tirmizî; Hadîstin, garibün, tefsir: 21- Ahmed : 3/75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/231-232.

[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/232.

[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/232-233.

[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/233-234.

[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/234.

[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/235.

[374] ibn Kesir : Abdurrazzak'dan. o da İkrime'den..

[375] Buharî/hibe : 28

[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/235-236.

[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/236-237.

[378] İhyaül- Ulümid-Din

[379] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/237.

[380] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/237.

[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/239.

[382] -Buharı/iman ;   18, tevlıîd:  48- Müslim/imân:   138

[383] Müslim/birr:   144- Tirmizî/et'ime;  30- Ebû Davud/libas:  24

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/239-240.

[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/240-241.

[385] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/241-242.

[386] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/242-243.

[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/243.

[388] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/243-244.

[389] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/244.

[390] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/245.

[391] Buharî/menakib:   16, mecazî:  34, edeb:  91- Müslim/fazâil:   154,  155 Ah-med:  6/72

[392] îbn Hibbân. İbn Mesûd  (R.A.)den

[393] Buharı - Dâremî/raukaddeme :   11

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/245-246.

[394] Sahîh-i Buharî/enbiyâ : 8. 14,  19, menakıb :  1, 25, tefsir:   12- Müslim/ fezâil:  168- Ahmed:  4/101

[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/246-247.

[396] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/247-248.

[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/248.

[398] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/248-249.

[399] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/249.

[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/251.

[401] İmam Ahmet bin Hanbel - İbn Kesir

[402] İmam Ahmet bin Hanbel - İbn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/251.

[403] Bak: Âl-i îmrân Sûresi, âyet 187. Â'râf Sûresi, âyet:169

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/251-253.

[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/253.

[405] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/254.

[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/254.

[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/256.

[408] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/256-257.

[409] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/257.

[410] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/257.

[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/258-259.

[412] İmam Ahmed b. Hanbel

[413] tbn Kesir : îbn Âbbas  (R.A.)den

[414] Sahih Hadistir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/259.

[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/259-260.

[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/261.

[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/261-262.

[418] Müsned-i  İmam  Ahmed

[419] Buharı

[420] Bak:  Nisa süresi 149. Hacc sûresi 75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/262-264.

[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/264.

[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/264-265.

[423] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/267.

[424] Buharî/vasayâ :  23, hudud :  18, tıb:.48- Müslim/iman:  144

[425] Tirmizî/hudud,:  27

[426] Buharî_Ebû  Davud/tıb :   21-   Müslim/selâm;   125   Ahmed:   2/429-4/68-5/380

[427] Nesâî/el-Hasen   rivâyetiyle   Ebû   Hüreyre    CR.A.) den  -   et-Terğîb ve't-Terhib :  4/437

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/267-268.

[428] Fazla bilgi için bak : Tarih Boyunca tlim ve Din / Adnan Adıvar - 1944

[429] Mukaddeme

[430] Bak: Âl-i İmrân : 96_A'raf :  110, 113, 117, 129.Yûnus: 77, 78, 80, 81

[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/268-271.

[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/271-272.

[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/272-273.

[434] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/273274.

[435] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/274.

[436] Ebû Nuaym ed-Delâil'de:  Küçük Suddî tarikiyle  Kelbî'den,  o  da  Ebû Salih'ten, o da îtm Abbas  (R.A.)dan rivayet etmiştir.

[437] Tefsîr-i tbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/275-276.

[438] Ahmed bin Hanbel: 2/50, 92

[439] Ebû Dâvud/libas: 4- Ahmed: 2/50

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/276.

[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/276-277.

[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/277-278.

[442] Tefsîr-i Kurtubî:  C. 2, S. 61

[443] Kurtubî, Ebû Bekir el-Enbarî'den :   2/63-Buna yakın bir rivayeti de, ibn kesir, Taberânî'den: 1/149, 150 - (Her iki rivayet de, yapılan ciddi tesbitlere göre, zayıftır.)

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/278-279.

[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/279.

[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/279-281.

[446] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 62

[447] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/281-282.

[448] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/282-283.

[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/283.

[450] Dâremî/vasaya:  5, 28 - Bakara Sûresi:   180

[451] Bakara sûresi :  240

[452] Tirmizî/cenâiz :   60 - Ebû  Davud/cenâiz:   77 - Taberâni/dahaya:   8

[453] Ahmed bin Hanbel - Tefsir-i tbn Kesir :  C. 1, S. 150

[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/283-285.

[455] Tefsîr-i Şeyhi'l-Ekber  Muhyiddîn  bin Arabî :   C.   1,  S   25

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/285-286.

[456] Tefsîr-i îbn Kesîr:   C.  1, S.  149

[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/286-287.

[458] Mâide sûresi âyet:   101-102

[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/287-288.

[460] Rûhu'l-Maanî li'1-Âlûsî : C: 1, S. 356- el-Cevâhir Fi-Tefşîri'l-Kur'ân :  C. 1, s. 112

[461] Tefsîr-i Kurtubî:  2/70- Tefsîr-i Alûsî;   1/355

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/289-290.

[462] Buharî/i'tisâm:  3- Müslim/fezâil:   132, 133- Ebû Davûd/sünnet:  6- Ah-med:  1/176,  179

[463] Sahîh-i Buharî - Sahîh-i Müslim

[464] Sahîh-i Müslim/hac:   412,  fezâü:   131-  Nesâîl/menâsik:   1-  İbn Mâce/ mukaddeme:  1- Ahmed:  2/247, 257, 313, 428, 447, 457, 467, 482, 495, 508, 517

[465] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/290-291.

[466] Necm sûresi, âyet:  3, 4

[467] Tirmizî/llim:  19. zühd:  15_İbn Mace / Zühd

[468] Tefsîr-i Kebir:  C.  1, S. 667

[469] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/291-293.

[470] Müfredat-i Rağıb :   Haset maddesi..

[471] Nisa sûresi âyet:   54

[472] Sünen-i Tirmizî : C. 6, S. 179

[473] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/293-294.

[474] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/294-295..

[475] Buharî - Nesâî :  Abdullah bin Ömer  (R.A.)dan..

[476] Tefsîr-i Kurtubî :   C. 2, S. 73

[477] Tefsîr-i Kurtubî: C. 2, S. 73- İbn Kibbân: EbûHüreyre (R.A.)den - Sti-yutî bu hadîsin zayıf olduğunu belirtmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/295-296.

[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/296-297.

[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/297-298.

[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/298-299.

[481] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/299.

[482] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/299.

[483] Maide süresi:  18

[484] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/299-301.

[485] Tefsîr-i îbn Kesir :  C. 1, S. 155 - Tefsîr-i Hâzin :  C. 1, S. 74

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/301.