İlgili Hadîs. 7

İlmî Yönü. 7

Ahlâkî Yönü. 7

Mükâfat 7

Sosyal Yönü. 8

Tahliller. 8

Meali: 8

Açıklama. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali 9

İniş Sebebe. 9

Ahlâkî Yönü. 10

Sosyal Yönü. 10

Fıkhî Yönü. 11

Tahliller. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

İniş Sebebi 12

İlmî Yönü. 12

Ahlâkî Yönü. 13

Sosyal Yönü. 13

Fıkhî Yönü. 13

Tahliller. 14

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

İniş Sebebi 14

İlgili Hadîs. 15

İlmî Yönü. 15

Ahlâkî Yonu. 16

Sosyal Yönü. 17

İtikadî Yönü. 17

Tasavvuf! Yönü. 18

Tahliller. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İniş Sebebi 19

Dinî Tebliğde Metot 19

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 20

Kitap Okuma Usûl Ve Adabı 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İniş Sebebi 21

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali: 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 23

Tarihî Yönü. 23

Ahlâkî Yönü. 24

Sosyal Yönü. 24

Tahliller. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali: 25

İlgili Hadîsler. 25

İlmî Yönü. 26

Ahlâki Yönü. 26

Sosyal Yönü. 26

Tahliller. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali: 28

İlgili Hadîsler. 28

Ahlâkî Yönü. 28

Sosyal Yönü. 28

Tarihî Yönü. 29

Tahliller. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

İniş Sebebi 30

Ahlâkî Yönü. 30

Sosyal Yonu. 31

Tarihî Yönü. 31

Fıkhî Yönü. 32

Tahliller. 32

Âyetler Arasinda Bağlantı 32

Meali: 33

İniş Sebebi 33

İlgili Hadisler. 33

Sosyal Ve Ahlâkî Yönü. 34

Fıkhî Yönü. 35

Tasavvuf! Yönü. 35

Tahliller. 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali: 36

İniş Sebebi 37

İlgili Hadîsler. 37

Tarihî Yönü. 37

Sosyal Ve Ahlâkî Yönleri 38

Fıkhî Yönü. 39

Tahliller. 39

Âyetler Arasında Bağlantı 40

Meali: 40

İniş Sebebi 40

İlgili Hadîsler. 41

Ahlâkî Ve Sosyal Yönleri 41

Tarihî Yönü. 42

İtikadî Yönü. 43

Tahliller. 43

Âyetler Arasında Bağlanti 43

Meali: 44

İlgili Hadîsler. 44

Ahlâkî Yönü. 44

Sosyal Yönü. 44

İlmi Yönü. 45

Tasavvuf! Yönü. 46

Hikmet 46

Âyetler Arasinda Bağlantı 46

Meali: 46

İniş Sebebi 47

İlgili Hadîsler. 47

Ahlâkî Yönü. 47

İlmî Yönü. 48

İtikadî Yönü. 48

Tasavvufî Yönü. 48

Şehitlerin Diri Oluşu. 49

Sabırla Birleşen Namaz. 49

Vahdeti Vücutçular. 49

Tarihî Yönü. 49

Tahliller. 50

Âyetler Arasinda Bağlantı 50

Meali: 50

İniş Sebebi 50

İlgili Hadîsler. 51

Ahlâkî Yönü. 51

Fıkhî Yönü. 51

Tasavvuf! Yönü. 52

Tarihî Yönü. 52

Tahliller. 52

Meali: 53

İniş Sebebi 53

İlgili Hadîsler. 53

Tarihi Yönü. 53

İtikadî Yönü. 54

Meali: 54

İniş Sebebi 54

İlgili Hadîs. 54

İlmî Yönü. 54

Allah'ın Varlığı Ve Birliği Konusu. 54

İtikadı Yönü. 55

Tasavvuf! Yönü. 55

Meali 55

İniş Sebebi 55

İlgili Hadîsler. 56

İlmî Yönü. 56

Âyetler Arasında Bağlantı 57

Meali: 57

İlgili Hadîs. 57

Ahlâkî Yönü. 57

Sosyal Yönü. 57

Tasavvufî Yönü. 58

Âyetler Arasında Bağlantı 58

Meali: 58

İniş Sebebi 58

İlmî Yönü. 59

İlgili Hadîsler. 59

Ahlâkî Yönü. 59

İtikadî Yönü. 59

Âyetler Arasında Bağlantı 60

Meali: 60

İniş Sebebi 60

Eğitimin Gereği 61

Fıkıh - İctihad. 61

İtikadî Yönü. 61

Ayetler Arasında Bağlantı 61

Meali: 62

İlgili Hadîsler : 62

Beden Ve Rûh Sağlığımız. 62

İlmî Yönü. 63

1.  Ölü Hayvan Eti 63

2.  Kan. 63

3.  Domuz Eti 63

Ahlâkî Yönü. 64

Fıkhı Yönü. 64

Âyetler Arasinda Bağlantı 65

Meali: 65

İniş Sebebi 66

İtikadî Ve Ahlâkî Yönü. 66

Âyetler Arasında Bağlanti 67

Meali: 67

İniş Sebebi 67

İlgili Hadîsler. 67

Tarihî Yönü. 68

İtikadî Yönü. 68

Sosyal Yönü. 69

Ahlâkî Yönü. 70

Âyetler Arasında Bağlantı 71

Meali: 71

İniş Sebebi 71

İlgili  Hadîsler. 71

Hukukî Ve Tarihî Yönü. 72

Ölüm Cezası 72

Fıkhî Yönü. 73

Sosyal Yönü. 73

Âyetler Arasında Bağlantı 74

Meali: 74

İlgili Hadisler. 74

İniş Sebebi 75

Ayetin Mensûh Olup Olmadığı 75

Ömrün Sonunun Önemi Ve Sosyal Faaliyet 75

Âyetler Arasında Bağlantı 76

Meali: 76

İniş Sebebi 76

İlgili Hadîsler. 76

Tarihî Yönü. 77

Âyetteki Benzetme. 77

Diğer Ümmet Ve Milletlerde Oruç. 78

Ahlâkî Yönü. 78

Sosyal Yönü. 78

Sağlık Yönü. 79

Âyetler Arasında Bağlantı 79

Meali: 80

İlgili Hadîsler. 80

Ramazan Ay'ının Özelliği 80

İbâdette Adalet Ve Eşitlik. 81

Zaman Kavramı 81

45. Dereceden Yukarıda Oruç. 81

Ramazan'da Resûlüllah (A.S.) Efendimizle Melek Cebrail'in Karşılıklı Kur'an Okumaları (Mukabele) 82

Ramazanın Sosyal Yapımıza Yön Vermesi 83

Ramazan Hilâli 83

Fıkhî Yönü. 84

Âyetler Arasında Bağlantı 84

Meali: 85

İniş Sebebi 85

İlgili Hadîsler. 85

Tarihî Yönü. 85

Tasavvuf! Yönü. 86

Duanın Şartları 86

Duanın Daha Cok Kabul Olunduğu Vakitler. 87

Duanın  Psikolojik  Etkisi 88

Âyetler Arasında Bağlantı 88

Meali: 88

İniş Sebebi 89

İlgili Hadîsler. 89

Fıkhî Yönü. 89

Kari, Koca Arasında İlgi 90

İtikâf İbadeti 90

F1khî Yönü. 91

İtikâfın Psikolojik Yönden Olumlu Etkileri 91

Âyetler Arasinda Bağlantı 92

Meâli: 92

İniş Sebebi 92

Âyetin Taşıdığı Anlamın Özeti 92

İlgili Hadîsler. 92

Hukukî Yönü. 92

Avukatlık Mesleğinin Önemi 93

Rüşvetin Sosyal Yapımız Ve Ahlâkımız Üzerindfki Olumsuz Tesirleri 93

Âyetler Arasında Bağlantı 94

Meal! 94

İniş Sebebi 94

Tarihî Yönü. 94

İlgili Hadîsler. 95

İbâdette Kolaylık Prensibi 95

Ay Ve Aylar. 96

Âyetler Arasında Bağlantı 96

Meali: 97

İniş Sebebi 97

İlgili Hadîsler. 97

Tarihî Yönü. 98

İslâm'ın Savaş Felsefesi 98

Fitneyi  Önlemek. 99

Âyetler Arasında Bağlantı 99

Meali: 99

İniş Sebebi 100

Tarihî Yönü. 100

Bir Şeyi Kutsal Kılma Hakkı Allah'a Ve Peygamberine Aittir. 101

Misliyle Karşılık Vermek. 101

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 102

Âyetler Arasinda Bağlantı 102

Meali: 102

İniş Sebebi 102

İlgili Hadîsler. 103

İlgili Hadisler. 104

İtikadı Ve Fıkhî Yönü. 104

Orduyu Güçlendirmek. 105

Âyetler Arasında Bağlanti 105

Meali 105

İniş Sebebi 105

İlgili Hadîsler. 106

Haccın İslâm Ülkeleri Arasında Birlik Ve Beraberlik Sağlaması 108

Haccın Sosyal Yönü Ve Ahlâkımız Üzerindeki Olumlu Etkileri 108

Âyetler Arasında Bağlantı 109

Meali: 109

İniş Sebebi 110

İlgili Hadîsler. 110

Âyetlerin Fıkhî Yönü Ve Bu Konulardaki İctihad Farkları 110

Yapılan İbâdetle De Dünya Ve Âhiret Arasında Denge Sağlamak. 114

Ölümden Sonraki Hayat Ve Allah'a Dönmek. 114

Âyetler Arasında Bağlantı 115


İlgili Hadîs

 

Zeki ve anlayışlı, kendini kontrol edip bilen ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz olan ise, kendini kötü arzularının peşinde sürükle­yen ve (bununla beraber) Allah'dan (saadet yurdu) temenni edendir.» [1]

 

İlmî Yönü

 

Kuruntu, karakterle ilgili genel psikoloji kapsamına giren ruhî bir haldir. Psikanalizcilerin de araştırmalarına konu olmuştur. Çünkü şuural­tı kargaşalıklarından ileri gelen ruh ve fizik bozuklukları bir takım kurun­tulara yol açabilir.

Kuruntuya kapılan tipler olduğu gibi kitleler de eksik olmamıştır. .Böy­le olan toplumlarda gerçeği araştırma temayülü pek azdır. Ekseriya tel­kin yoluyla bağlandığı manevî değerleri üstün sayma ve bunun fevkinde başka bir değere yer vermeme inancı hâkimdir. Tıpkı Yahudilerde oldu­ğu gibi.. Kendilerini en üstün bir ümmet kabul etmeleri, başka milletleri köle saymaları ve diğer bütün insanların Yahudi milletinin mutlu yaşa­ması için yaratılmış hadimler olduğunu iddia etmeleri bu cümledendir. İşte böyle olan toplumlar iddialarını doğrulayacak, aynı zamanda akıl ve mantık yoluyla kesin sonuç doğuracak bir belge getirmekten ziyade onu tükenmiyen bir zihin hali olarak muhafazaya çalışırlar.

Kuruntu ayrılması zor bir inanç halini alınca artık bağlı bulunduğu konuda tekâmülü soysuzlaştırır. Buna kitleler taassubu da denilebilir. Bu­rada akıl ve muhakeme yolu kapalıdır; telkin ile meydana gelen ve top­lumun manevî bünyesini saran bir iddia mevcuttur. Böyle bir iddiayı ta­şıyanların -Gustave Le Bon'un dediği gibi- meyil ve muhabbetleri hiçbir zaman iyi hükümdarlara, büyük azizlere değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur.

Buna kıyasla Yahudilerin de meyil ve muhabbeti hiçbir zaman en büyük peygamber Hazret-i Muhammed'e (A.S.) olmamıştır. Bilâkis onu kötülemek ve dâvasını baltalamak için ne lazımsa her şeyi yapmışlardır.

Kur'ân-ı Kerîm onların bu halet-i ruhiyelerinden bahsederken Emâ-niy tabirini kullanmıştır. Bu, «ümniye»nin çoğul şeklidir. Ümniye : Ger­çekleşmesi zor veya mümkün olmayan şeyleri temenni etmek, boş ku­runtu kurmak, telkin neticesi bir şeyi gerçek kabul edip inatla onu iddia etmek, zan ve takdirde bulunmak, yalan-dolan uydurmak gibi mânalara gelir. [2]

 

Ahlâkî Yönü

 

Dünyada maddî varlığımızı belli bir süre yaşatabilmemiz için üç şeye muhtaç bulunuyoruz: Hava, su, güneş... Bu üçünden birini yitirdiğimiz zaman artık yaşama imkânımız kalmaz. Fakat yalnız et, kan, kemik ve sinirlerin yaşamasını, diğer bir tabirle varlığını sağlamamız kâfi midir? Asıl bu maddelere canlılık vasfını veren ve onlara kumanda eden manevî bir varlığımız yok mudur? Var olduğunu kabul edecek olursak -ki mutla­ka vardır- Onun hayatiyetini ne ile koruyabiliriz? sorusu ortaya çıkar.

O halde insan madde ile mânanın birleşiminden meydana gelmiştir. Maddî varlığımızla diğer canlılarla birleşir, manevî varlığımızla onlardan ayrılırız. Yukarıdaki âyet manevî varlığımız yani ruhumuz için hava, su ve güneş kadar lüzumlu olan üç şeyden  bahsediyor: İslâm, imân ve ih­san... Bu üçünün sonucu olan bir de mükâfat... Ruhumuzun Allah'tan geldiği gibi tertemiz kalabilmesi ve ilâhî ma'rifete erişebilmesi için bu üç şeye muhtaç bulunduğunu bütün dinler belirtmiştir. En son din olan islâ­miyet ise bu ihtiyacı ilim ve akıl ölçülerine de yer vermek suretiyle şe­killendirmiştir.

İSLÂM : İnsanın kalb ve vicdanını her türlü kötülüklerden temizliyen, hakkı kabul edip ona boyun eğmeği öğreten, beşerî nefis ve şehvet ba­taklığından çıkarıp selâmete eriştiren ebedî bir gıdadır.

İMÂN : Tek olan, eşi-dengi bulunmayan Allah'a bağlanmayı gerçek­leştirir. Yok olma ümitsizliğini silip atar. Hayatı en güzel şekilde düzen­ler. Sevgi ve saygının zevkini, Hakk'a kulluğun asıl manasını aşılar. İn­san haklarına hürmeti öğretir. Diyebiliriz ki ruhumuzun en çok muhtaç olduğu gıda işte budur!.

İHSAN : Her şeyi lâyık olduğu şekilde güzel yapmak, her şeyde Al­lah'ın sanatının güzelliğini görmek, bu nedenle Allah'ı görür gibi, O'nun güzelliğini seyreder ölçüde ibâdet etmek; günlük 'yaşantılarımızda Al­lah'ın bizi gördüğünü içten sezip ona göre söz ve hareketlerimizi, düşün­ce ve arzularımızı düzenlemek demektir. İşte güneş nasıl eşyaya ışık, renk ve mâna veriyorsa İhsan da ruha ışık, renk ve mâna veriyor. [3]

 

Mükâfat

 

Bütün   bu   manevî  gıdaların . emin   sonucu,   hiç   şüphesiz   ki   ebedî saadettir. Çünkü imân, yüksek ahlâk ve fazîletin hedefi budur. Bu he­def hiç şaşmaz. İmân, ahlâk ve fazîlet şu dünyada hedefine ulaşmıyacak olursa, mutlaka âhirette ulaşacaktır.

Güneş, su ve havayı yeteri kadar almanın neticesi, belli bir süre sağ­lık ve mutluluk içinde yaşamaktır. İslâm, imân ve ihsan'ın feyizli iksirini almanın sonucu ise, sonu gelmiyen, hastalığı ve ölümü olmayan bir ha­yata erişmektir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak bu ihtiyaçları, her türlü kin, haset, iftira, hakkı inkâr, maddeye tapınma hastalıklarından kurtulabilen mü'-minlere hatırlatıyor  «Kim Allah'ı görürcesine (bir duygu taşır da ibâdet ve günlük işlerinde) kendini Allah'ı verip tam bir teslimiyet gösterirse, işte onun için Rabbi katında mükâfat vardır...» [4]

 

Sosyal Yönü

 

Isrâîloğulları, bilhassa millî ve sosyal anlamıyla diğer cemiyet ve mil­letlerin zararına, sonucu hayal olan bir ideal peşinde bulunuyorlar. On­lara göre kendileri yeryüzünde Allah'ın has ve güzide kulları ve O'nun tek sevgilileridirler. Diğer milletler ise sadece İsrâîloğullan'na hizmet etmek, onların varlığını devamda vasıta olarak çalışmak için yaratılmışlardır. Ni­tekim Mâide sûresi 18. âyet ile onların bu vehme dayalı iddialarından bah­sedilerek buyuruluyor ki: «Yahudi ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler.» Bu gülünç iddia asırlarca Yahudî ve Hıristiyan­ların can kurtaran simidi olmuş, kitleler bu cümlenin tesiri altına alın­mış, onun kuruntu sahasına sokulmuştur. Böylece bu kuruntu iki mille­tin ruhunda, diğer milletlere karşı bir üstünlük hissini; kendilerinden olma­yan kimseleri aşağı görme gururunu doğurmuştur. Yahudilerin tarih bo­yunca diğer milletleri çeşitli yollardan sömürerek yaşamaları, her mem­lekette ithalat ve ihracatı kendi inhisarları altına alıp ticari hayata hâkim olmaları, tefeciliğin en kötü şeklini tatbik etmek suretiyle başka milletten olanların  kanını emmeleri;  Hıristiyanların  haçlı seferlerini tertiplemeleri, dünya ilim ve medeniyetine hizmet etmiş Müslümanları yeryüzünden kal­dırma gayretleri bir yönüyle bu vehmin elim neticesidir. [5]

 

Tahliller

 

Âyette geçen {h û d) kelimesinin «Yahudi» mânasına olduğunu Ferrâ' kabul etmiştir. Fazla harfler hazfedilerek kısaltılmıştır. Ahfeşe göre, «hûd» kelimesi, «hâid»in çoğul şeklidir.

BURHAN : Kesin bilgi veren delil, demektir. Çoğulu «Berâhîn»dir.

EMÂNİY : Umniye'nin çoğul şeklidir. Bunu şeddeli okuyanlar da var... Gönülden geçirilen boş ve hayalî şeyler- yalan ve uydurma zanna dayalı takdirler demektir.

İSLÂM: Silm maddesinden teslimiyet, boyun eğip razı olmak, bir şe­yi tertemiz lekesiz tutmak, esenliğe ulaşmak veya esenliğe kavuşturmak gibi manaları ifâde eder. [6]

 

Meali:

 

113— Yahudiler, «Hıristiyanlar kayda değer bir şey (hak bir din) üze­re değillerdir,» dediler. Hıristiyanlar da, «Yahudiler kayda değer bir şey (hak bir din) üzere değillerdir,» dediler. Halbuki her iki taraf da kendile­rine ait kitapları okurlar. Böylece bu hususta bilgisi olmayanlar da (tak-lît yolunu seçerek) onların dediği gibi demeye başladılar. Allah kıyamet günü ayrılığa düştükleri hususta onlar arasında hükmedecektir.

 

Açıklama

 

Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının birbirlerini küçümsemesi, biri­nin diğeri için hak üzerine olmadığını iddia eder anlamda ileri geri söz sarfetmesi konu ediliyor; sonra da iki tarafın haksızlık ettiğine dik­itler çekilerek   Tevrat   ve   İncil'in   onları   yalanlar   mahiyette belgeler

taşıdığına işarette bulunuluyor. Çünkü insan eliyle hayli tahrifata uğra­malarına rağmen Tevrat ve İncil'de aydınlatıcı bilgiler mevcuttur. Tevrat'ta Musa Peygamberden sonra peygamber gönderileceği açık şekilde yazı­lıdır :

«Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkara­cağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek.» [7]

«Ben Yehovayım, ismim odur; ve izzetimi bir başkasına, ve hamdimi oyma putlara vermiyeceğim. İşte, öncekiler vaki oldu, ve yenileri (gele­cek peygamberleri) ben bildiriyorum; oniar meydana çıkmadan önce size işittiriyorum.» [8]

İncil'de ise İsa Peygamberin İsrâîloğultarı'na şöyle dediği yazılıdır:

«Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim.» [9]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Birçok müfessirlere göre, Yahudilerin Kâ'be-i Muazzama'ya karşı olan tutumları, zamanında Hıristiyanların Beytü'l-Makdis'i ibâdete kapalı tutup yıkmaları ve Yahudilerin sistemli propagandasının te'siri altında kalan Mekke müşriklerinin Hudeybiye senesinde Resûlüliah (A.S.) ile arkadaş­larının Kabe'yi tavaf etmelerine şiddetle engel olmaları, ilk mabet ola­rak yeryüzüne konulan Kâ'be'yi tamamen bir puthane şekline sokmaları, genel olarak mabetlerde ibâdet edilmesini ve Allah'ın isminin bu kudsî yerlerde anılmasının engellenmesini hedef tutuyordu. Mabede karşı, bu de­rece şuursuzca hasım olan Yahudî ve Hıristiyanların artık Allah'ın dostları ve sevgilileri sayılmaları nasıl düşünülebilir? Zira Allah'a ibâdet edilme­sine engel olmaları, din ve vicdan hürriyetine ağır bir darbe indirmek, insan haklarını çiğneyip hiçe saymak demektir. Bu ise en büyük zu­lümdür.

İşte aşağıdaki âyet-i kerimeyle bu hakikat beyân edilmekte ve iki sınıf kitap ehlinin ilâhî sevgiyi kaybettikleri belirtilmektedir. [10]

 

Meali

 

114­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­__ Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına (ya da namaz kılınıp ibâdet edilmesine) engel olup bunu yasaklayan ve onların yıkılıp viran hale gelmesine çalışanlardan daha zâlim kim (olabilir)? Bunlar an­cak mescitlere endişe ve korku içinde girebilirler. Dünyada rüsvaylık on­laradır, âhirette de büyük azap onlar içindir.

 

İniş Sebebe

 

Başta müfessir İbn Cerir et-Taberî, Hafız İmaduddin İbn Kesîr, Kur-tubî ve Âlûsî olmak üzere rivayet yollarını tesbit eden ekseri müfessirlerce bu âyet, Kudüs'ü fethedip Beytü'l-Makdis'i yıkan Buhtunnasar ve onun meşrebinde olup mabetlerde Allah adının anılmasını men'eden ve onları yıkıp viran hâle getiren zâlimler hakkında inmiştir.

Kâbe-i Muazzama'yı puthane yapıp tevhit ehlinin oraya girmesine, ibâdet etmesine engel olan Mekke putperestleri de bu cümledendir.

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, bu âyet, başka milletlerin Beytü'l-Makdis'e girip ibâdet etmelerine imkân vermiyen Hıristiyanlar hak­kında nazil olmuştur. [11]

Rûhu'l-Maanî sahibi Âlûsî ise bu âyet-i kerîmenin özellikle Roma Kayseri Teytus (Titos) ve avanesi hakkında indiğini kaydetmektedir. Ro­malılar Kudüs dolaylarında İsrâiloğulları'yla yaptıkları savaş neticesinde

Kudüs'ü fiilen işgal etmiş, Beytü't-Makdis'i yıkmış, Tevrat'ı yakmış ve bu mâbedde domuz boğazlayıp içini kokmuş etlerle kirletmek suretiyle en büyük hakareti reva görmüşlerdi. [12]

Bütün bu nakil ve rivayetlerle beraber çoğu tefsirçiiere göre, bu âyet-i kerîme, Beytü'l-Makdis'i yıkan Buhtannasar ve Müslümanların gi­rip ibâdet etmesine Kabe'yi kapatan Mekke müşrikleri hakkında İnmiştir.

Buhtunnasar, Babil hükümdarlarından üçüne verilen müşterek bir isimdir. M.Ö. 605-562 yılları arasında Babil'de saltanat süren NABUPO-LASSAR'ın oğlu NABUKODONOSOR (Buhtannasar) 593 yılında Kudüs üze­rine yürüdü. Kudüs kralını tutukladı ve halkını esir alarak Babiolania'ya götürdü. Fakat Kudüs'ün bağımsızlığına dokunmayarak SEDAKİAS adlı birini kral ta'yîn etti. Ancak bu yeni kral da kısa bir zamanda TYR ile birlikte Babil'e düşmanca davranarak Mısır'a yanaştı. Buhtannasar NA­BUKODONOSOR ikinci defa Kudüs'e yürüdü. Şehri M.Ö. 586'da ele geçir­di. Kudüs kralının gözlerini oydurarak Babiî'e götürdü, oğullarını idam ettirdi. [13]

Rivayetlere göre bu arada Beytü'i-Makdis de tahrip edilmişti. Fakat asıl tahrip NERON'dan sonra Roma Kayserlerinden OSPASYONOS ve oğ­lu TİTOS'un saltanat devirlerinde (M.S. 73 yılında) olmuştur. Bu tarihte Beytü'l-Makdis'in ikinci defa bir evvelkine nisbetle daha kötü şekilde tah-rîp edildiği bilinmektedir. İşte yukarıdaki âyet, hem Buhtannasar'ın hem Mekke müşriklerinin, hem de onların bu aşırılık ve azgınlığına sevinen Yahudî ve Hıristiyanların bu yoldaki tutumlarının büyük bir zulüm oldu­ğunu beyân ediyor.

Putperestlerin bu tutumlarını tasvir eden diğer âyetlere gelince:

«(Sen ve istiğfar eden mü'minler aralarında bulunmayınca) Allah on­lara ne diye azap etmeyecek? Oysa onlar (mü'minleri) Mescid-i Haram'a (girmekten) men'ediyorlar. (Bununla beraber) onlar O Mescid'in dostları ve lâyıkları da değillerdir. Onun dostları ve lâyıkları ancak muttaki (Al­lah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınanlardır. Ama ne var ki, on­ların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.» [14]

«Allah'a ortak koşan putperestler, kendi aleyhlerine küfür İle şeha-dette bulunup dururlarken Allah'ın mescitlerini İmar etmeleri uygun ve yakışır değildir.  İşte bunların  (iyilik adına) yaptıkları  boşa  gitmiştir ve ateşte onlar temelli kalıcılardır.» [15]

«İnkârda ısrar edip sizi Mescid'i Haram'dan alıkoyanlar, hediyelik kur­banlarınızı yerine ulaştırmanıza engel olanlar, onlardır.» [16]

Durum bu olunca Hicrî dokuzuncu yılda Resûlüllah (A.S.) Mekke'yi fethettiğinde Cibrîl-i Emîn şu emirle indi:

«EV imân &*Qn]eri  müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) ancak murdardırlar. Bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar.» [17]

 

Ahlâkî Yönü

 

Mekke putperestlerinin, en eski mabet olan Kâ'be'yi, Tevhit Dini mensupları olan Müslümanlardan kıskanmalarının ve onların oraya girip ibadet etmelerine engel olmalarının sebebi, sadece koyu bir taassup ve karanlık bir cehalet idi. Taassup aşırı muhafazakârlığı, cehalet ise kin ve tecavüzü, zulüm ve tuğyanı doğuruyordu. İşte müşrikler böylesine bir do­ğum sancısı içinde bulunuyorlardı. Yoksa onların mabedi ibadete kapalı tutmaları bir ilim ve hikmete dayanmıyordu. Yüksek ahlâk kurallarını ge­tiren, medeniyetin en hayırlı kaidesini kuran, ilim, ahlâk ve faziletle sar-maş-dolaş olan bir dine karşı çıkmak, onu söndürmeye çalışmak başka hiçbir şeyle ifâde edilemez! Zira karanlık ancak cehalettedir; geri kalmak ancak aşırı taassuptadır.

Mescid-i Haram'ı asıl gayesinden uzaklaştırıp orayı bir puthane yap­mak, tevhit erbabını oraya yaklaştırmamak büyük bir zulüm olarak vasıf­landırılıyor. Çünkü mabetler ancak ilim ve ahlâkın, Allah'a kulluğun ve insanlığa hizmetin telkîn edildiği mukaddes yerlerdir. İnsanın ruhen ve vicdanen en çok eğitildiği; yüksek ahlâk, derin bir vecd, sağlam bir imân, şuurlu bir kahramanlık ve âlicenaplık gibi yüksek meziyetleri iktisap et­tiği birer eğitim merkezleridir. Bu merkezlen ibâdete kapalı tutmak, gaye­sinin dışında kullanmak, yıkılıp enkaz haline gelmesine yol açmak veya göz yummak, hem ilme, hem güze! ahlâka, hem de fazîlet dolu bir mede­niyete ve insan haklarına karşı büyük bir zulüm ve ihanettir. Mabedin in­san ruhu ve vicdanı üzerindeki derin tesirlerini kim inkâr edebilir? Mad­denin boğucu ve öldürücü çukuruna düşen bedbahtlar müstesna!.. Ma­nasını idrak ederek Mabede girip tam bir teslimiyet içinde ibadet eden ve ruhen yükselen kişilerin tarih boyunca insanlıktan yana yapmış olduk­ları hizmetler, ferağat-i nefs içinde vermiş oldukları müstesna örnekler sayılmıyacak kadar çoktur. Savaşlarda zulüm ve tuğyanı durdurmak için aziz canlarını seve seve veren şehitler, serhadlarda at koşturan gaziler, fakir ve kimsesizleri kendi nefislerine tercih eden merhametli ve şefkat-lılar, memleket menfaatlerini kendi şahsî çıkarlarının üstünde tutan geliş­miş vicdan sahipleri hep mabet terbiyesi almış bahtiyarlar değil midir­ler? Bu terbiyeden mahrum kalan nesillerin anarşizme nasıl kaydıklarını, vatanlarını nasıl sattıklarını, memleketi nasıl harap ettiklerini tarihin bir­çok devirlerinde görmemek mümkün mü? Müslüman ve hatta diğer mil­letlerin kurtulma ve yükselme yolu, minarelerle fabrika bacalarının bera­ber yükselmesi, işçinin ve patronun yanyana neni mâbedde, hem de iş ye­rinde bulunmasıdır. [18]

 

Sosyal Yönü

 

Mabetlerin ibâdete kapalı tutulması konusunda : «Allah'ın mescidle-rînde O'nun adının anılmasına (ya da namaz kılınıp ibâdet edilmesine) en­gel olup bunu yasaklayan ve onların yıkılıp viran hale gelmesine çalışan­lardan daha zâlim kim (olabilir)?» mealindeki âyetin iniş sebebi her ne ka­dar hususiyet arzediyorsa da sebebin hususiliği mananın delâletindeki umumiliğe mani' teşkil etmez. [19]

Böyle bir tutum ve davranış neden büyük bir zulüm olarak vasıflan­dırılmıştır? Cemiyetler ve milletler ancak manevî değerlerle yaşar, ibadet ve mabet ile de sevgi-saygı, yardım, dayanışma, merhamet ve şefkat ru­huna sahip olurlar. Bu mana ve ruhtan mahrum olan cemiyetlerin çoğu yalnız maddî kıymetler peşinde koşarlar, behimî bir hayat onlarda revaç bulur. Şahsî menfaatler, şehevî arzular ön plâna alınır. Yardımlaşma hissi körelir. Vicdanlar katılaşır; merhamet ve şefkat hissi dumura uğ­rar. İç aydınlığı diye bir şey kalmaz. Zira ruhu ancak mabetler ve orada yapılan ibadetler aydınlatır. Allah'a bağlanmak, O'nun hoşnutluğuna eriş­mek inancı ise cemiyet bünyesindeki dengeyi sağlar, huzur ve sükûn ha­vasını devam ettirir. Tarih boyunca mabetlerin insan nesline nasıl yön verdiğini, oralarda gönül toprağına atılan ilim, ahlâk ve fazîlet tohumlannın kısa zamanda nasıl gelişip neşv-u nema bulduğunu bilmem anlat­maya lüzum var mıdır? Bunun ilk örneğini en mükemmel şekilde veren bizzat Peygamber Efendimizdir (A.S.). Mescid-i Saadet sadece ibâdet ye­ri değil, aynı zamanda bir ilim ve irfan merkezi idi. Bu merkezde eğitilen mü'minler kısa zamanda fazîlet ve kemalatın zirvesine yükseliyor, deve çobanı, büyük bir devlet adamı olabiliyor; talanoı bir kimse büyük bir ku­mandan seviyesine erişebiliyordu. Savaşa çıkmadan önce camilerde top­lu halde yapılan duâ ve niyazların, okunan fetih âyetlerinin ruhlar üzerin­de meydana getirdiği müsbet tesir mevcut ordunun gücünü on misli artırmamış mıydı? Bu sebeple üç bin kişilik mütevazi bir ordunun yüz bin kişilik bir orduyla savaştığını güvenilir tarihçilerimiz nakletmektedirler. Sultan Fâtih'in İstanbulu fethedince ilk iş olarak Ayasofya mabedine gi­dip şükran borcu olarak namaz kıldığı, duâ edip sevinç gözyaşları dök­tüğü bir gerçektir.

Bunun içindir ki, cemiyetler ve milletler her şeyi iâyık olduğu şekilde korumak ve gerektiği yere koymakla yükümlü tutulmuşlardır. Zira böyle yapmak adalettir; aksi ise zulümdür. Mabetler, Allah'a kulluk etmenin, ruh ve vicdan cihetiyle gelişmenin, dalkavukluk ve bedbahtlıktan kurtul­manın en elverişli okullarıdır. Sınıf farkının kalktığı, cemiyetin* gönüi gö-nüle verdiği, tam bir kardeşlik sırrına erişildiği eğitim merkezleri yine ma­betlerdir. İnsanların en tabii hakkı olan ibadete ve mâbade yasak koy­mak, ibadethaneleri yıkıp viran hale getirmek onları gayesinin hilâfına kullanmak demektir. Bu ise zulmün tâ kendisidir. Çünkü bir şey ne kadar çok gaye ve maksadından uzaklaşırsa o nisbette zulüme lâyık görül­müş olur.

Zulmün sonu ise rüsvaylık ve felâkettir. Kur'ân-ı Kerîm bu felâket ve rusvayhgın sırası geldikçe gerçekleşeceğini bindörtyüz sene önce «Dünyada rüsvaylık onlaradır, âhirette büyük azap onlar İçindir» âyetiyle haber vermiş ve haber verdiği gibi de çıkmıştır. Önce Anadolu'nun ve sonra İstanbul'un Bizans'ın elinden alınması bu cüm­ledendir. Bizans (Roma) imparatorluğu, mabetleri seksüel konularda kullandıkları, ruhanî havayı mâbedlerden boşalttıkları için tarih sahne­sinden silinmeye mahkûm oldu; yani bu koça imparatorluğun yıkılma­sının başlıca sebeplerinden biri de bu idi. Milletler için dünyada en büyük rüsvaylık istiklâlini kaybetmek veya tarih sahnesinden silinmektir. [20]

 

Fıkhî Yönü

 

Bilhassa Mâlikîler bu âyet-i kerîmeye dayanarak, yani bununla istidlâl ederek kadını, hac ibâdetini yerine getirmekten ve mescidlere girmek­ten alıkoymanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Kadın bu durumda, ya­nında mahremlerinden biri bulunsun bulunmasın ibâdetini -şartlar ger­çekleştiği takdirde- yapmakla mükelleftir. Ancak bir fitne çıkma endişesi halinde bu ruhsat ve cevaz kalkar. Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber (A.S.) : «Allah'ın cariyelerini (yani kadınları) mescidlerden menetmeyi-niz!» buyurmuştur. [21]

İkinci bir husus da : Mescitleri gayesinden başka şeylerde kullan­manın caiz olmadığıdır. [22]

 

Tahliller

 

Harab: Viran etmek ve muattal hale getirmek anlamındadır cümlesindeki «lâm» harfi liyakat bakı­mından ya ihtisas veya istihkak içindir.

(Htzy): Katil ve aşağılık, rüsvaylık, boyunduruk altına girmek, esarete düşmek gibi mânalara gelir.

114. âyetin meali kısaca şöyledir: Müslümanlar gerek Beytü'l-Mak-dis'i, gerekse Kâbe-i Muazzama'yı ele geçirip zaptettikleri zaman artık müşriklerin, Yahudi ve Hıristiyanların bu yerlere girmesi lâyık olmiyacak; girmek isteseler bile korku ve endişe içinde girecekler, Müslümanların on­ları girmekten men'edeceği endişesini taşıyacaklar. [23]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gerek Babil hükümdarlarının Beytü'l-Makdis'i tahripleri, gerekse Mekke putperestlerinin Mescid-i Haram'a girmekten Müslümanları men'-etmeleri ve onların bu bilgisizce ve şuursuzca davranışlarını alkışlayan Yahudilerin yıkıcı faaliyetleri hem Resûlüllah (A.S.) Efendimizi, hem de Onun yakın arkadaşlarını üzüyor; bilhassa kendi yurtlarındaki ilk mabede girip ibâdet etmelerine bir türlü imkân vermemeleri, bu tevhit ve irfan or­dusunda derin yaralar açıyordu. Zira insanın kendi öz vatanından zorla çıkarılmasından daha hazîn manzara ne olabilir? Sadece çıkmakla da iş bitmiyor, bir yabancı gibi gelip Kabe'yi tavaf etmek istiyorlar, buna da mü­saade edilmiyordu. Aşağıdaki âyet onları hem teselli ediyor, hem de bu

ordunun yakın gelecekte doğu ve batıda birçok zaferler elde edeceğine işarette bulunuyor.

«Doğu da Allah'ındır, batı da...» cümlesi gelecek günlerin parlak ve gönül ferahlatıcı havasını estiriyor, imân ve irfanın er-geç muzaffer ola­cağını müjdeliyor. [24]

 

Meali:

 

115— Doğu da Allah'ındır, batı da... Ne yana yönelirseniz Allah'ın vechi (ilim ve kudreti, hoşnutluk ve sevabı) oradadır. Şüphesiz ki AIIah(ın ilim ve kudreti) çok geniştir ve O her şeyi bilir.

 

İniş Sebebi

 

Kurtubî'nin tesbîtine göre Abdullah bin Amr bin Rabiâ şöyle demiştir: Bu âyet, karanlık bir gecede Kible'den başka bir cihete yönelip namaz kılanlar hakkında inmiştir. Böylece âyet, amellerin niyetlere göre değer aldığını, bilmiyerek başka bir tarafa yönelip namaz kılmakla niyette bir değişiklik olmıyacağını hatırlatıyor. Tirmizî'nin tahrîc ettiğine göre ise, Ab­dullah'ın babası şöyle anlatıyor:

«Çok karanlık bir gecede Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile birlikte bir seferde bulunuyorduk. O gece hiç birimiz kıble cihetini bilemedik. Bu se­beple de hemen hepimiz kendi bulunduğu cihete yönelip namaz kılmıştı. Sabah olunca durumu Hazret-i Peygamber'e anlattığımızda yukarıdaki âyet indi.» [25]

Katade'ye göre bu âyet, Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki: Kral Ne-caşı Habeşistan'da öldüğünde, Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz, yurt­larından göçeden Müslümanları bağrına basan ve gıyaben kendisini tas­di

dîk eden bu muhterem hükümdarın cenaze namazını Medine dışında kıl­mıştı. Bunun üzerine Ashab-i kiram :

— Ey Allah'ın Resulü! Bizim kıblemizden başka bir cinete yöneüp na­maz kılan bir adamın cenaze namazını mı kılıyorsunuz? diye sordukların­da yukarıdaki âyet onların bu sorusuna cevap olarak iniyor.

Rivayete göre, Necaşî ölünceye kadar Beytü'l-makdis'e yönelerek na­maz kılmıştı. Anlaşılan kıblenin değiştiğinden habersiz bulunuyordu.

İbn Zeyd'in tesbîtine göre, bu âyet, Müslümanlar yüzlerini Beytü'l-makdis'den çevirip Kâ'be-i Muazzama'ya yönelerek namaz kılmaya baş­ladıkları zaman, Yahudilerin : «Bunları ötedenberi bulundukları kıbleden döndüren sebep nedir?» diye sorduklarında onlara cevaben inmiştir.

Bir ihtimale göre ise yukandaki âyet;

«Siz de (ey mü'minler!) nerede bulunur­sanız (namazda) yüzünüzü oraya doğru çevirin.» âyetiyle nesholurimuş-tur. [26]

 

İlmî Yönü

 

«Doğu da Allah'ındır, batı da...» cümlesi zaman ve mekân mefhum­larının nisbî ve izafî olduğunu göstermektedir. Astronomi açısından bu iki kavramı düşünecek olursak şu neticeye varırız: Astronomi bize ancak kâinatın (zaman ve mekânın) bugünkü nizamını, mekânın yüceliğini ve boşluğunu; bizim de bunun içinde cirimden ibaret olduğumuzu bildiriyor. Tabii ki bu konuda felsefecilerle matematikçilerin görüş ve tarifleri daha başkadır.

Zaman ve mekânın izafî olduğunu gösteren bir diğer husus, gelecek­ten haber verme fenomenleridir. İlham, gelecekten haber verme ve bu­günkü tâbirle telepatiyi dikkate alan ilim adamları diyorlar ki: «Bizde ani­den diğer insanlarla irtibat kurmamızı sağlayan bir ajan mevcuttur. Dü­şüncenin intikal sür'ati asla öfçülememiştir. Bunun enstantane olarak (aniden) vukubulduğu görülüyor. Bu sür'atin ışık sür'atinden mi yoksa da­ha mı hızlı olduğunu bilmemiz gerekecektir. Gerçekten enstantane olarak yani aynı anda intikal ediyorsa bu mesele zaman ve mekân dışına çıka­biliyor demektir. Böyle ise tamamen ruhî kuvvet karşısındayız, geleceği haber verme olayında idrakimizin zaman ve mekân dışına çıktığı besbelli.» [27]

İlim bu konuda bize şu gerçeği de getirmiştir: Madde ancak zaman ve mekân içinde hareket edebilir. O halde cevhersiz zaman ve mekân ol-mıyacağı gibi zaman ve mekân dışında da madde olamaz. «Doğu da Al­lah'ındır, batı da...» cümlesi, .maddî kayıtlardan münezzeh olan Allah'ın zaman ve mekân dışında olduğunu, yani zaman ve mekân kavramlarıyla mukayyed bulunmadığını, bu kavramların maddî birer varlık olan bizlerle kayıtlı olduğunu ifade etmektedir. Cismimiz madde âleminden bir parça olduğu için zaman ve mekân kavramlarıyla içice bağlantılıdır. Ruhumuz ise melekût âleminden olduğu için bu kavramların ötesindedir. Gelecek­ten haber verme yeteneği ruhumuzun özelliklerinden biri olmak haysiye­tiyle bunun sür'atini ölçmek mümkün değildir.

Yarınlara Doğru adlı eserde bu iki kavramla ilgili ilmî izahlar yapılır­ken deniliyor ki: «Bizim için gerçek zaman, dünyanın dönüşü veya bir rakkasın hareketleriyle ölçülen zaman değil, organlarımızın tekâmülü ve iç çevremize bağlı olan zamandır. Herkes için zaman birimi işte burada­dır. Bu olayın sür'ati her birimiz için gerçek ölçüdür. Muayyen bir propor-siyonda farklılık arzeder. Herkes kendine has bir sür'atle büyür, ihtiyarlar. Fizikî zaman değişse, dünyanın dönüş hızı artsa veya azalsa, bizim fizyo­lojik zamanımız değişmez.» [28]

Organlarımızın zaman ve mekânla ilişkisi bu olunca, onun tekâmülü­nü, ruhî tekâmülden ayırmak gerekir. Ruhî tekâmül bu melekût alemiyle ilgili bulunduğu için zaman ve mekân kavramlarının dışında kalır. O halde zaman ve mekân kavramları maddî varlığımızın tekâmülüyle bilinmekte ve ona nisbetle bir mâna taşımaktadırlar. Zamanın onlara bölünmesi ak­lımız tarafından verilen sun'ilikten başka bir şey değildir.

Nitekim kâinatın özellikleri uzay, zaman, madde, enerji ve gravıtas-yon gibi birkaç temel niceliğe indirilmiştir. Ancak Einstein özel izafilik na-zariyesiyle madde ile enerjinin aynı olduğunu, genel izafîlik nazariyesiyle de uzay-zaman sürekliliğinin bölünmezliğini göstermiştir. [29]

 

Ahlâkî Yönü

 

Allah'ın her şeye hâkim olduğuna, ilim ve kudretinin bütün varlık âlemini kapsadığına, mevcut.eşyanın her birinin O'nun varlığına, birliği­ne, ebedî ve ezelî olduğuna delâlet eden birer belge niteliğinde bulunduğuna içten inanan; «doğu da Allah'ındır, batı da... Ne yana yönelirseniz O'nun ilmi, kudreti, rızası oradadır,» gerçeğine erişen bir mü'min, günlük hayatını böyle bir imanın yüksek ahlâk ve fazilet prensiplerine bağlılık içinde geçirir. Onun yaşayışında tam bir sadelik, tevazu ve ruhî temizlik hâkimdir.

«Bugünün en önemli meselesi, insana Allah'ı duyurmaktır» sözü bu gerçeği terennüm etmektedir. Allah'ı bilmek ve tanımak, insana güven ve ümit verir; bu açıdan ikinci bir hayata inanmak insanı yüksek ahlâk sahibi yapar. «Doğu da Allah'ındır, batı da...» cümlesi, varlık âleminin Allah'a ait olduğunu, yegane hükümran olarak O'nun bulunduğunu, mev­cut eşya üzerinde iğreti olarak bir intikal devresi geçireceğimizi beyân etmekte ve böylece bizi maddenin esaretinden kurtarıp, mânanın geniş ve o nisbette güven ve huzur dolu havasına kavuşturmaktadır. Artık baş­kasının mülküne tecavüz etmek, toprak için savaşlara girişmek ve bunun için insan kanı dökmek, milletleri huzursuz etmek hiçbir zaman ideal bir yol olarak düşünülemez. [30]

 

Sosyal Yönü

 

Fizik âleminde yerçekimi kanunu ne ise insanlar âleminde de Allah'ı bilip O'nun ilim ve kudretinin doğuyu da, batıyı da içine aldığına, diğer bîr tâbirle bütün varlık âlemini kapsadığına inanmak ve bu köklü inançla cemiyet bünyesinde sevgi ve saygı, adalet ve fazîlet bağlarını kurmak da öylesine bir temel kanundur. Bu temel kanun bozulduğu gün artık ne in­sanlığın, ne de toplu halde bir arada yaşamanın mânası kalır.. Her şey alt üst olur, beşerin hayat nizamı kökünden yıkılır.

Bu bakımdan tek Allah'a inanmak, O'nun üstün, aynı zamanda son­suz kudret ve azametini duymak insanları birleştirir, kaynaştırır, cemiyet yapısını en sağlam temeie oturtur. Bunun aksi bir yol ve düşünce ise ayı­rıcı, bölücü ve bozucu olur. Çünkü gerçek imân sevgiyi, inkâr ve sapıklık ise kin ve düşmanlığı doğurur. Sevgi ise her yerde birleştirir; kin ve düş­manlık- ise ayırır. İnsanları ilâhî rızaya uygun bir ölçüde birleştiren her şey sevap, onun rızası hilâfına ayıran her şey günahtır.

«Doğu da Allah'ındır, batı da..» O halde O'na inanan doğulu Üe batılı arasında fark yoktur. Üstünlük doğulu, ya da batılı olmakta değil, Allah'a dosdoğru inanıp O'nun kudret ve azametini, ilim ve rahmetini her yerde duymak ve ona göre amel etmektedir.

Ayrıca âyet-i kerîmede, İslâm düşmanları ne kadar böylesine bir imân halesinin dışında kalıp hırçinlaşır ve ne kadar kötü düşünür ve mütecaviz

davranırsa davransınlar, dosdoğru imân edenlerin, Müslüman ismini alan bahtiyarların mutlaka başarı sağlıyacağına, payidar olacağına, kıt'alara yayılacağına, doğuda da, batıda da bir nice zaferler elde edeceğine, Kur'-ân-ı Kerîm'in doğuda da batıda-da okunacağına, Allah-u ekber sesinin her iki cihette de yükseleceğine işaret vardır. [31]

 

Fıkhî Yönü

 

Başta İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik olmak üzere Süfyan-i Sevrî, İbn Mübarek, Ahmed bin Hanbel ve İshak bin Rahuye bu âyetten istidlal ederek şu hükmü çıkarmışlardır: Sisli, bulutlu bir havada veya zifirî ka­ranlık bir gecede kıbleden başka tarafa yönelip namaz kıldıktan sonra durum anlaşılacak olursa, o namazı yeniden kılmaya lüzum yoktur. Kı­lınmış bulunan namaz caizdir. Ancak İmam Mâlik, «Vakit içinde iadesi müstehabdır» demiştir.

Ayrıca gaibin cenaze namazı kılınacağını bu âyetten istidlal edenler olmuştur. İmam-ı Şafiî de aynı görüştedir.

Diğer bir husus da, yolculuk halinde olan bir kimse nafile namazları binit üstünde kıbleye yönelme şartı olmaksızın kılabilir. Yani biniti hangi cihete doğru giderse gitsin o, o vaziyette nafile namaz kılabilir. Çünkü doğu da Allah'ındır, batı da... [32]

Nitekim Saîd bin Cübeyr (R.A.) âyet-i kerîmenin bu husus hakkında indiğini İbn Ömer (R.A.)dan rivayetle tesbît etmiştir. Resûlüllah (A.S.)in Mekke'den Medine'ye dönüşlerinde biniti üzerinde Medine'ye doğru yol alırken nafile namaz kıldıkları sahîh kaynaklardan bilinmektedir. [33]

 

Tahliller

 

dan murat, O'nun rızası ve sevabıdır. Ayrıca «Al­lah» lafzına izafe eden «vech»in yorumunda âlimlerin görüşleri farklıdır. İlimde derin'eşen bilginlere göre bu, «vücud = varlık»a râci'dir. «Vücud»a «vech» tâbiri verilmesi kelimede yapılan bir mecazdır.

İbn Fürûk'a göre : Bazan sıfat anılır da ondan mevsûf kasdedilir. «Fa­lanın ilmine baktım» cümlesinden maksat o ilmin sahibine baktım demek­tir. Bunun gibi «vech» zikredilir de ondan «vücud» kasdedilir.

İbn Abbas'a (R.A.) göre ise, «vech»   Allah'tan   ibarettir. Yani   O'nun zatına veya kâinatı kuşatan kudret ve ilim sıfatlarına delâlet eder. [34]

Âlûsiy'e göre, «vech»den maksat, cihettir. Diğer bâzı tefsircilere gö­re bununla «Zat» kasdediliyor.  da oldu9u gibi. [35]

 «Vâsi'»den murat, Allah kullarına dinlerinde genişlik gösteren, onları sıkmayan, güçlerinin üstünde onlara teklifte bu­lunmayandır. Veya Allah'ın ilmi her şeyi içine almıştır. Ferra'a göre, Al­lah'ın cömertliği, vergisi her şeyi kapsamıştır. [36]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, ibâdetten maksadın Allah/ı bilmek ve O'nun buy­ruklarına uymak olduğu, Beytü'l-makdis'e veya Kâ'be-i muazzama'yo yö­nelmenin ibâdette disiplin, intizam ve birliği sağlamaya matuf bulunduğu; bir yerin mukaddes sayılmasının o yerde cereyan eden olaylarla ilgili ol­duğu belirtilmiş ve ibadetten asıl maksadın ne olduğunu anlayamayan Hı­ristiyan ve Yahudilere uyarıcı ölçüde cevap verilmişti.

Aşağıdaki âyet-i kerîmelerle de bu iki milletle putperestlerin şaşkın­lıklarının yalnız kıble ve ibâdet konusu olmadığı, Allah hakkında da çok yanlış bilgilere sahip bulundukları beyan ediliyor; aynı zamanda zât-i ilâ­hinin her şeyden müstağni, beşerî her türlü sıfattan münezzeh olduğu; varlık âleminin ancak O yüce kudretin «ol!» emriyle vücut bulduğu vecîz bir üslûpla İfâde edilmekte ve zât-i ilâhiyi tenzîh etmek suretiyle kendi milletine en doğru ve en sağlam akideyi telkinde bulunan İbrahim Pey-gamber'den bahsedilmekte ve misaller verilmektedir. [37]

 

Meali:

 

116—  Hem onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar), Allah çocuk edindi, dedi­ler. Allah (bu gibi beşeri sıfatlardan) münezzehtir. Bilâkis göklerde ve yer­de ne varsa hepsi O'na aittir, hepsi de O'na boyun eğip buyruğuna hazır vaziyettedir.

117—  (Allah) gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. O bir şeyi (yarat­mayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi, ona sadece «ol!» der, o da olu­verir.

118—  (Gerçeği) bilmeyenler, «Allah bizimle konuşsa ya..» Veya «bi­ze bir âyet (mu'cize, açık belge) gelse ya..» derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı bunların dedikleri gibi demişlerdi. Kalbleri ne kadar birbirine ben-zemiş! Hakikati bilip şüpheden kurtulanlara âyetlerimizi yeterince açıkla­mışızdır.

 

İniş Sebebi

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın mutlak varlık ve kudretine dikkatler çe­kilerek varlık âleminde hükümran olan kanunlarına bilhassa işaret edili­yor. Âyetlerin bu açıdan iniş sebebine gelince :

Tevhît akidesinin yüksek anlammdan, Hakk'a kulluğun seviyeli mâ­nasından adım adım uzaklaşan madde putperestliğine kapı açan Yahu­diler, «Üzeyr, Allah'ın oğludur!» diyecek kadar basiretsizlik gösterdiler. Hazret-i İsa'(A.S.)yı olduğundan fazla tanıtmak için ona uluhiyet izafe ederek Allah'a eş-ortak koşan Hıristiyanlar, «Mesîh, Allah'ın oğludur,» dediler. Böyleoe peygamberlerin getirmiş olduğu tevhît esasını kökün­den yıkmak suretiyle hem Allah'a, hem de peygamberine âsi oldular.

Mekke müşrikleri ise, «Melekler Allah'ın kızlarıdır» demek suretiyle hem Kâ'be'ye, hem de onun sahibine büyük bir saygısızlık gösterdiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [38]

 

İlgili Hadîs

 

«Şanı yüce Allah buyuruyor: Ademoğlu beni yalanladı; halbuki bu ona lâyık değildir (veya bu onun hakkı değildir). O bana sövüp saydı. Hal­buki bu ona lâyık değildir. Beni yalanlamasına gelince: Onu daha önce varlık âlemine gelip vücut bulduğu gibi, (öldükten sonra) yeniden iade et­meğe güç getiremezmişim! Bana sövüp saymasına gelince : Benim çocu­ğum olduğunu iddia etmesidir. Eş ve çocuk edinmekten kendimi tenzîh ederim.» [39]

 

İlmî Yönü

 

âyeti bize şu hususları öğretiyor: Hepsi O'nun huzurunda eğilir. Hepsi O'nun ibâdet edilmeye lâyık olduğunu ikrar eder. Hepsi kıyamet günü O'nun huzurunda ayakta durup bekler. Hepsi kıya­met günü O'na mutlak bir itaatle itaat eder. O ne derse o olur; her şey «ol» emrine bağlıdır.

Yukarıdaki cümlenin belirtilen manalara delâlet ettiğini ekseri tef-sîrcifer ifade etmişlerdir. Yerde ve göklerde ne varsa hepsi de Ailah'ın emrine boyun eğer, hiçbir varlık O'nun buyruklarına, mevcut kanunları­na muhalefet etmez ve edemez de.. Öyleki Allah, varlık âleminde vücut bulan canlı cansız her şeyi ayrı bir kanuna bağlamıştır. Her varlık bağlı bulunduğu kanuna göre yerini alır ve bu anlamla ayrı bir özellik taşır.

Dünya, güneş, ay ve yıldızlardan herbiri bağlı bulunduğu kanuna uyarak kendi yörüngesinde hareket eder ve asla şaşmaz. İşte bu şaş-mazlık, mutlak bir itaati ifade eder. İsimlerin düşmesi, yer değiştirmesi gelişi güzel değil, bir çekim kanununa bağlı olduğu içindir. Kâinattaki sü­rekli değişmeler hep birer kanun icabıdır. Kozmik hareketler, bir nitrojen çevrimi, bir karbon çevrimi bu değişmenin içindedir ve belli kanunlara göredir. Hulâsa : Meydana gelen her olayın illiyet kanunuyla sıkı bir bağ­lantısı vardır. Konuyu bu açıdan inceliyecek olursak, mesele daha kolay anlaşılmış ve âyet-i kerîmenin delâlet ettiği mâna meydana çıkmış olur. Bu yoldan bir «İlk illet»in lüzumu ve zarureti kendiliğinden anlaşılır. Allah, ilk illet olunca diğer bütün illetlerin bu «İlk illetsin koymuş olduğu illiyet kanununa bağlı bulunduğu kesinlik kazanmış olur.

«(Allah) gökleri ve yeri örneksiz yaratandır.»

Gökler ve yeryüzü şu iki şeye irca1 edilir: Madde ve enerji. İlmin bu hususta vardığı sonuç: Ne madde, ne de enerji yok olmuyor. Böylece 1 madde ve enerji korunma (tahaffuz) kanunu meydana çıkmış oluyor. Her kanun ilk illete irca* edilir. Bu kanuna göre maddeyle enerji aynı şeydir. Özel izafilik teorisi bunu değişmiyen bir kanun olarak niteler. Ancak ön­ce madde mi yaratılmış, yoksa enerji mi? Her ne kadar bu hususta ilk akla gelen tavuk-yumurta meselesiyse de, Kur'ân'da kâinatın oluşumu hakkında verilen bilgiden, önce sonsuz kudret sahibi olan «İlk illet» (Al-lah)ın enerjiyi yarattığı anlaşılmaktadır. Fussifet sûresi 11. âyette gökle­rin önce «dûhân = subuharı, gaz enerji» hâlinde olduğu belirtiliyor.

Bazı Mim adamlarına göre ise, her cisim elektrikle şarj edilmiş zerre­ler kolleksiyonudur. İster enerji denilsin, ister elektrik zerreleri denilsin, bunu hudutsuz kudretinin tecellisiyle yaradan İlk illet, enerjiden veya elektrik zerrelerinden en bedî' varlıklar meydana getirmiştir.

«Vücut bulandan daha bedî' ve daha mükemmelini (meydana getir­mek) imkân dahilinde değildir.» (1) Bugün bir kaplumbağa yaratılmamış olsaydt veya bir bukalemun varlık âleminde vücut bulmayıp meçhuliyette kalsaydı, biz o şekilde bir varlık düşünemezdik. Kendi muhayyilemizi ha­rekete getirip bir hayvan şekli çizdiğimiz zaman bunu ancak mevcut hay­vanların her birinden bir parça örnek alarak yapabiliyoruz.

O halde kâinatın şimdiki bedî' hali, devamlı bir tekâmülün neticesi midir, yoksa «of!» emrine bağlı bir oluşumun eseri midir? Bize göre, «ol!» emrine bağlı bir tekâmülün örneksiz ve benzersiz eseridir. Ancak bura­daki tekâmülden kasdımız. varlık âleminde her şeyin cins ve türünün özelliğine göre basamak basamak" olgunlaşmasıdır.

.?        Muhitîln Arabi'ye veya İmam Gazâlî'ye ait olduğu söylenir,  için bak : el-tbrîz / Abdulaziz Dabbağ İleride bu hususa daha geniş yer verilecek, kâinatın yaratılışı ve Al­lah'ın bunu en bedî1 şekilde ve nitelikte imkân sahasına getirmesi ilmî gö­rüşlere ve buluşlara dayanılarak izah edilecektir.

  (yaratmayı)   hük­medip yerine getirmek istedi mî, ona sadece «ol!» der, o da oluverir.»

Bu beyân, varlıkların Allah'ın zatından kopma, ayrılma birer parça ol­madığını ve esasen O'nun zatının teğayyur (başkalaşma) etmiyeceğim gösteriyor. Aksi halde «İlk illet»in bu değişmesini, değişime uğramasını illetsiz kabul etmek olur ki, bu, illiyet (kozalite) kanununa ters düşer.

Meseleyi bu açıdan inceliyecek olursak, yukarıdaki âyetin «Vahdet-i vücut (— panteizm) felsefesini» temelinden yıktığını görürüz. Batılı felse­fecilere göre, Allah kâinatın bizzat kendisidir. Bunun ilimde karşılığı «pan-teizmsdir. İslâm felsefecileriyle tasavvufçularının bahsettiği «Vahdet-i vü­cut» felsefesi bundan bazı hususlarda ayrılır.

İşte bu görüş ve anlayışa nazaran çeşitli varlıklar, tek varlığın çeşitli görüntüleridir. Şeyh Muhyiddîn el-Arabî buna «mezâhir» der. Her varlık, bütünün bir parçası değil, bütünün kendisidir. Nitekim Alman mistiği Meis-ter ECKHARD (1260-1327), «İnsan küçük bir tanrıdır» demiştir. «Gerçek in­sandadır. Bilmek, bilenle bilinenin özce bir olmalarını gerektirir.»

Böylece onlara göre, yani panteistlere göre tanrı her bitkide ve her canlıda bütünüyle yaşamaktadır. Bütün sırların anahtarı içimizdedir; içi­mize bakarsak göremiyeceğimiz hiçbir şey kalmıyacaktır.

Hallaç-ı Mansûr bunu kısmen olsun okşar mahiyette şöyle ifâdeye çalışmıştır: «Ben, Hakk'ım yani Tann'nın kendisiyim!» Şüphesiz ki Hallaç bunu ifâde ederken büyük bir istiğrak hali içindeydi. Mânevi basamak­lardan bir-ikisine yükselip orada ilâhî füyuzatın sırrına mazhar olunca kendinden geçmiş, maddî varlığı ruhî varlığıyla birleşip o da bir nev'i ruh kesilince elinde olmayarak bu sözü söylemiştir. Bunun için Hallac'ı bu iddiasında ma'zur görenler bir hayli çoktur.

islâm «Vahdet-i vücutçularına göre bu konuyu özetliyecek olur­sak : Bütün varlık vücut yönünden Allah'ın aynıdır; fakat taayyün hay­siyetiyle O'nun gayridir. Gayriyet (başkalık) itibarîdir. Gerçekte hepsi de Allah'ın kendisidir. Denizde meydana gelen su kabarcıkları ve dalgalar hakikatte denizin tâ kendisidir; taayyün itibariyle suyun (denizin) gay­ridir. Serap da böyledir. Çünkü serap hakikatte su suretinde zahir olan görüntüden başka şey değildir. Özetlediğimiz bütün bu felsefî görüşlerin «O bir şeyi (yaratmayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi, ona sadece

«ol!» der, o da oluverir.» mealindeki âyetle reddi mümkündür. Çünkü Hâ-lık ile mahlûk (= Yaradan ile yaratılan) bir olamaz, yani ikisi aynı şey değildir. Bunun gibi ibadet edenle kendisine İbâdet edilen de aynı şey olamaz. Aksi halde ibadet manasız, teklîaft-i ilâhiye bir nev'i maksatsız ve gafesiz birer emirden ibaret kalırdı.

Yalnız şunu ifâde edelim ki İslâmiyette meydana çıkan «Vahdet-i vü­cut» mezhebiyle Batılıların felsefe kitaplarında görülen <ıpanteizm» fel­sefesi arasında, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi büyük farklar mevcuttur.

Vaha"et-i vüout felsefesi, diğer bir tabirle mezhebi, âyet ve hadîslere, keşif ve ilhamlara, manevî basamaklarda yükselmeye, misal ve melekût alemiyle irtibat kurmaya dayanır. Vahdet-i vücut mezhebinde âhiret ha­yatına yer verilir. Panteizmde ise buna yer verilmemiştir. Yine bu felse­feye göre, biz, tek varlığın sür'atle zeval bulan tezahürlerinden başka değiliz; ondan koptuk, yine O'nda fena bulacağız.

Panteizmdeki bu görüş cidden gülünçtür. Çünkü bizim cismimiz bir bakıma bakidir. Zira onu meydana getiren karbon ve sair elemanlar baş­ka bir mevcut olmakta devam edecektir. Bu ancak bize başkası olaca­ğımızı yani istihale geçireceğimizi te'min eder, bizim şahsiyetimizi kur­tarır. [40] Zira onlara göre : eşya vücud-u Hak ile kaim ve gerçekte ise ancak akıl ve hisde mevcut birtakım zail olan suretlerden ibarettir. Vü­cud-u Hak'dan neş'et edip yine ona dönecektir.

Bütün bu farklarla beraber her iki görüş de «ol!» emriyle bağdaşa-mamakta ve ona ters düşmektedir.

 «Allah bizimle konuşsa ya...»

İlk illet olan, öncesi, sonrası olmayan, künh-ü hakikati bilinmiyen, key­fiyet ve kemiyet kapsamına girmiyen, zaman ve mekân dışında kalan sonsuz kudret sahibi Allah ile konuşmak ya da konuşabilmek birtakım şartlara bağlanmıştır:

a)  Cismanî varlıktan sıyrılmak,

b)  Ruhun faaliyetlerini bütün cepheleriyle harekete geçirmek,

c)  İlâhî nuru aksettirmek için kalbi mâsivadan boşaltmak,

d)  İlâhî kelâmın   harfsiz,  sadasız ve  keyfiyetsiz  tecellisine   mazhar olmak; aynı zamanda kalbi buna  uygun şekilde hazırlamak, yani önce

meleklerin ilhamına mazhariyet peyda ederek kalbi ilâhî kelâma hazırla­mak, sonra rü'ya yoluyla bu ortamı kuvvetlendirmek şarttır. Bütün bu şartlar ancak Allah'ın lütuf buyurup in'am ettiği peygamberlerde tecelli eder. [41]

 

Ahlâkî Yonu

 

Yahudiler bir taraftan Allah'a babalık isnat ederken diğer taraftan Üzeyr peygamberin Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmek suretiyle; her ve­sileyle kendini Allah'ın kulu olarak tanıtmaya çalışan Hazret-i Muham-med'in (A.S.) kadrini küçültmek, itibarını düşürmek maksadını güdüyor­lardı. Bu yanlış felsefeye göre oğul kuldan çok üstündür. Oğul varken kul ve köle veliahd olamaz.

Ayrıca Hazret-i Muhammed'i (A.S.) zor duruma düşürmek, onu dava­sından vazgeçirmek için «Allah ne diye bizimle konuşmuyor veya O'ndan bize niçin bir âyet gelmiyor?» diyerek peygamberlik görevinin fazilet ve şerefini hafife alıyorlardı. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan aslından uzaklaştırılan Tevrat'ı tashîh ediyor, bir taraftan ilâhî belgelen gelecek çağların yükselme grafiğine göre beyân edip sıralıyor, diğer taraftan da kendi muarızlarına, hasımlarına ilmin hakemliği altında meydan oku­yordu. Buna imân etmiyenler sadece kin ve aşırı taassupla hareket edip bilgisizlik ve şuursuzlukları sebebiyle hakikati göremiyor, anlıyamıyorlar-dı. Kur'ân onlara Allah sözünü getiriyor, her belge Allah'ın diliyle konu­şuyor; her varlık bağlı bulunduğu kanun gereğince Allah'ın birliğini, kud­ret ve azametini isbat ediyordu. Ama ne yazık ki onlarda yani inanmı-yanlarda bu gerçekleri anlayabilecek sağlam bir kafa, selim bir kalb yok­tu. Tek mahrum oldukları nîmet de bu idi. Bu yüzden yalan, iftira, kin ve haset havası içinde ahlâksızlığın en kötüsünü işliyor, zaman zaman bunu daha da ileri götürerek Allah ve peygamberine karşı isyanda bulun­mak suretiyle küstahlığın en kaba şeklini meydana koyuyorlardı.

Görülüyor ki insana yüksek ahlâkı aşılıyan, beşer huyunu güzelleş­tiren, ferdi insan-i kâmil yapan, Allah'a inanmak, O'nun varlığını, birli­ğini idrak edip buyruklarına kayıtsız şartsız bağlanmaktır. Bu inancı kay­beden ya da bundan mahrum kalan fert ve aileler zamanla âhiret diye ikinci bir hayatı kabul etmedikleri, kıyamet günü adaletin tecelli edece­ğine ihtimal vermedikleri için nefislerini tatmin kavgasına tutulur ve böy­lece beşer için lüzumlu olan iyi vasıflan, güzel huyları kaybederler. [42]

 

Sosyal Yönü

 

İslâm güneşinin doğup Tevhit ufkunda yavaş yavaş yükselerek et­rafı aydınlattığı devirlerde, bu güneşin parlak ve göz alıcı ziyasından müteessir olan kötü niyet sahibi Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mekke put­perestlerinden herbiri ayrı bir metotla bu güneşi balçıkla sıvamaya kal­kıştılar.

Yahudiler materyalizmin, ruhları öldürücü, vicdanları silik hale geti­rici kesîf havası içinde türlü yollara başvurdular:

a) Dünya milletleri arasından yalnız kendilerinin cennete girecekle-

b)  Yahudi dininde olanların Allah'ın güzide dostları ve seçkin yakın­ları olduklarını,

c)  Hazret-i    Muhammed'in    (A.S.)   sözünde   durmadığını,   Allah'dan indiğini iddia ettiği Kur'ân'ı istediği gibi değiştirebileceğini,

d)  Isrâiloğullan'na  gönderilen   Üzeyr  peygamberin  Allah'ın  oğlu  ol­duğunu söylediler.

Bütün bunlar, dünya milletlerini zillet ve meskenetten kurtaracak, ilim ve medeniyetin çift kanatlı kapısını insanlığa açacak, cemiyet ve millet­leri sömürülmekten kurtaracak ölçü ve kudrette olan Kur'ân'a ve onun tebliğatçısı Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı bir direnişti. Çünkü Haz­ret-i Muhammed (A.S.) Allah'dan kendisine inen bu üstün ve o nisbette beşere yol gösterici prensipleri yaymakta, onları bir tül perde gibi beşe­rin kalbine işlemekte başarılı olursa, Yahudilerin insanlığı sömürme, mil­letleri kemirme, faiz yoluyla cemiyetlerin kanını emme prensipleri alt-üst olur, başkasının sırtından geçinme ve sonra da efendilik taslama imkân ve yolları kalkardı.

Yahudilerin bu direniş ve. saldırıları hâlâ durmamıştır. Dün bu iddi­aları ortaya atıp Mekke ve civarındaki putperestlerle birleşip İslâmiyet! silik hâle getirmeye çalıştıkları gibi bugün de beynelmilel komünizm ve Siyonizm felsefesini geliştirerek bir taraftan dünya milletlerinin basma anarşizmi körüklemekte, diğer taraftan komünizmle birleşen materyaliz­mi uyuşturucu bir afyon olarak eğitim ve neşriyat yoluyla yetişmekte olan nesillere yutturmakta ve böylece eğitim potasında şekillenen nesli millî tarihinden ve manevî değerlerinden kopuk yetiştirmektedirler. Yahudi He-gel'in diyalektik felsefesi ve Kari MARX'ın materyalizm ve komünizm fel­sefesi dünya milletlerinin, özellikle İslâm âleminin baş belâsı haline geti­rilmiştir.

Böylece insan duygularını ve içtimaî biçimleri gerektiren şeyin eko­nomik menfaatler olduğu meydana atılmış; bu açıdan töreler, ahlâk, din, felsefe, estetik, edebiyat, güzel sanatlar, siyasî kuruluşlar, hukuk, ne var­sa hepsi cemiyet bünyesinde basamak basamak meydana gelen dönü­şümün değişik safhalarında kendisini gösteren maddi menfaatler düze­ninin ifâdesinden başka bir şey olmadığı şekline sokulmaya çalışılmıştır.

Demek ki, dün Allah'a oğul isnat etmek suretiyle akideleri alt-üst eden Yahudiler, bugün başka bir metot ve felsefeyle meydana çıkmak suretiyle aynı tahribatı daha ustaca yapmaktadırlar. Hıristiyan âlemi de bu felsefenin tesiri altında kalarak Allah hakkındaki tevhit akidesini boz­muşlar ve böylece yavaş yavaş materyalizm felsefesinin boğucu batak­lığına kendilerini sürüklemişlerdir.

Bu yüzden dünya bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyor. Çare bu­lunmazsa sonu insanlık için büyük bir felâket olacaktır. [43]

 

İtikadî Yönü

 

Çocuk baba cinsinden meydana gelir. Babalık vasfını taşıyan her varlığın sonradan meydana gelmesi, yani onun da bir başkasının çocuğu olması gerekir. Bu zarurî bir teselsüldür ki ilk insana kadar uzayıp gi­der, Allah, mahiyeti, hakikati bilinmeyen, öncesi ve sonu olmayan, za­man, mekân, madde, enerji gibi kayıtfarla kayıtlanmayan mutlak bir var­lıktır. Bütün bu vasıf ve kayıtlara bağlı ve bağlantılı olan insan O'nun evladı olabilir mi? Evlatlık, cins, tür ve sonradan olmakliği; Allah ise vahdaniyeti, sübutu, öncesizlik ve sonrasızlığı gerektiriyor, ilim, din, akıl ve mantık bu hususta birleşir. İlim bunu biyolojik açıdan gayr-i mümkün sayar. Din bunu küfür kabul eder. Akıl muhal görür. Mantık ise reddeder.

O halde Allah bir işi yapmak, bir şeyi icat etmek isteyince sadece ona «ol» der, o da oluverir. O'nunla yarattıkları arasındaki ilgi hâhki-yet   ve    mahlûkıyettir.

Yarattıkları O'ndan kopma, O'ndan meydana gelme bir eser değil­dir ve olamaz da. Aksi halde illiyet ve ma'Iûliyyet devam eder, sonu gel­mezdi. Buna ilimde «teselsül» denir. Teselsül ise muhaldir.

Eski şeriatlarda, yaratmakta ilk illet olması nedeniyle Allah hakkın­da «Baba» tâbiri kullanılırdı. Tenasül yoluyla olan babaya «küçük baba», Allah'a ise «büyük baba» demek bir çeşit âdet halini almıştı. Tevrat'da bu tâbir yer yer kullanılmıştır. Bugün bile bir hayli tahrife uğramasına rağmen «baba» tâbirine sık sık rastlanmaktadır. Dinler ve şeriatlar istis­marcı ve menfaatçi ellerde değişip özelliğini ve asliyetini kaybedince bu

tâbiri «vilâdet» mânasında kullanan bilgisizler çoğalmış ve böylece «Üzeyr,, Allah'ın oğludur», «Mesîh, Allah'ın oğlu, melekler de O'nun kı­zıdır» diyecek kadar ileri gidilmiştir.

Büyük müfessir Fahrüddîn er-Râzî bunun itikadı yönünü şöyle izah eder: «Varlığı vacip olandan başka her mevcudun varlığı mümkündür. Varlığı mümkün olan herşey sonradan olmadır. Sonradan olan herşey ise, vücudu vacip olan zatın yarattığıdır. Bu ikisi hiçbir zaman aynı şey olamaz.» [44]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de O'nundur. O'nun yarattığı ve \mülküdür. Ruhlar ve cisimler âlemi O'nundur. O'nun ilim ve kudreti, irâ­de ve rahmeti hem bunların bâtını, hem de zahiridir. Hepsi de O'nun varlığıyla var olmuş, O'nun fiiliyle fail olma durumuna gelmiştir. Allah mutlak varlıktır; O'nsuz hiçbir şey mevcut olamaz, Taayyün eden varlık­lar O'nun sıfat ve esmasının tecellisidir. Gökleri ve yeri maddesiz ve müd-detsiz, örneksiz ve benzersiz meydana getirmiştir. Bütün bunlar O'nun zâ­tının birer gölgesi, isminin ziyasıdır. Bir şeye irâdesi taalluk edince o şey vücut bulur; enerji ve nur madde olur; madde'parçalanıp enerji ve nur hâlini alır. [45]

 

Tahliller

 

S ü b h â n e : Mastar olarak mahzûf fiiliyle mensuptur. Beri kıl­mak, tenzîh etmek, noksan ve mahlûk? sıfatlardan uzak tutmak anlamla­rında kullanılır.

K u n û t: İtaat etmek, baş eğmek, emre uymak, kanunlara râm ol­mak, ibâdet yollu önünde eğilmek, ubudiyette bulunmak üzere edeple ayakta durmak, namaz kılmak gibi mânalara delâlet eder.

B e d î' : Örneksiz ve benzersiz yaratıp meydana getirici, modelsiz icat edip en uygun biçimi verici, tarifsiz ve misalsiz yapıp yakıştırıcı gibi mânalara delâlet eder. Mübdi' de aynı mânaya gelir [46]

E m r : Çoğul şekli «umur» olarak gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime oniki mânada kullanılmış veya oniki mânaya delâlet eder şekliyle beyân edilmiştir:

1.  Din manasında...  de olduğu gibi. [47]

2.  Söz ve buyruk mânasında...   de olduğu gibi [48]

3.  Azap mânasında...      da olduğu gibi.. [49]

4.  İsâ peygamber kasdedilmiştir. de olduğu gibi. [50]

5.  Helak mânasında...     Hûd kavmi kasdedilerek bu âyette olduğu gibi. [51]

6.  Mekke fethi  kasdedilmiştir.   âyetinde olduğu gibi. [52]

7.  Kıyamet mânasında... da olduğu gibi. [53]

8.  Kaza mânasında... de olduğu gibi. [54]

9.  Halkın durumuna delâlet eden mânalarda... de olduğu gibi. [55]

10.  Nusret (yardım) mânasında... de olduğu gi­bi. [56]

11.  Günah mânasında...  olduğu gibi. [57]

12.  Şe'n ve fiil mânalarında... de olduğu gi­bi. [58]

Kaza: Fiildir. İrâde etmek, hüküm vermek, yaratmak, duyurmak, emretmek, cevap veremez hale getirmek, susturmak, takdîr etmek gibi mânalara gelir. [59]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Yahudi ve Hıristiyanların Allah hakkında nasıl yanlış bir akideye sahip oldukları beyan edildikten sonra, Allah'ın evlât edinmekten münezzeh bulunduğu, kâinatta olan ve oluşan her şeyin «ol!» emriyle sonradan vücuda geldiği bir takım ana fikirlerle ifade edil­miş, böylece «Tevhit akidesi» bütün sadeliğiyle korunmuştur.

Aşağıdaki âyetlerle de, hakikata yanaşmayan Yahudi ve Hıristiyanla­rın çoğunun kıyamete kadar kör bir taassup, inat ve kinle yuğrulmuş bir tutum içinde bâtılı müdafaa edeceklerine ve hiçbir zaman Hazret-i Mu-hammed'den (A.S.) ve O'nun getirmiş olduğu en son dinden memnun kat-mıyacaklarına, hoşnut olmayacaklarına dikkatler çekiliyor.

Onların düşünce ve tutumu böyle de olsa, Hazret-i Muhammed (A.S.) hak ile gönderilmiştir. O ancak üzerine gerekeni yapmakla yükümlü bu­lunuyordu. Tebliğ görevini hakkıyla yapmış, hidâyeti Allah'ın iradesine ak­lı ve zekâyı kullanmayı beşerin idrakine terketmiştir. Bunun için âyette O'nun bütün bir insanlık için kurtuluş müjdecisi olduğu, eğri yola sapıp bâtılda ısrar edenleri bu kötü âkibetten uyarıcı bulunduğu hatırlatılıyor. [60]

 

Meali:

 

119—  Şüphesiz ki Biz Seni bir müjdeci ve (sonucu felâket olacak yo­lun tehlikesini) haber verip uyarıcı olarak hak İle gönderdik. Cehennem­liklerden artık Sen mes'ul değilsin.

120—  Ne Yahudiler,  ne de  Hıristiyanlar,  onların dinine  uymadıkça Senden   asla   hoşnut   olmayacaklar.   (Onlara)   de   ki:   Elbette   (İslâm'ın ilettiği) yol, Allah'ın doğru yoludur. Sana gelen bunca ilimden sonra (bil­farz) onların heveslerine uyacak olursan, and olsun  ki, artık Allah'tan Senin için ne hakiki bir dost, ne de gerçek bir yardımcı vardır.

121—  Kendilerine kitap verdiklerimizden bilgili ve yetkili)  kimseler önce onu gerçek mânada (anlayarak) gönüllerine indirerek okurlar. İşte onlar, buna imân ederler. Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir.

 

İniş Sebebi

 

Âyeti kerîmenin iniş sebebi, fiilinin malûm ve meçhul okunmasına göre değişmektedir. Malûm okuyanlara göre, bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in«Keşke ana ve babamın ne yaptığını bir bilseydim!» de­mesi üzerine 119. âyet iniyor. [61] Meçhul okuyanlara göre ise, Resûlül­lah (A.S.) : «Cenâb-ı Allah Yahudilere şiddet ve azabını indirmiş olsaydı belki imân ederlerdi!» buyurdu. Bunun üzerine, «Şüphesiz ki Biz Seni bir müjdeci ve (sonucu felâket olacak yolun tehlikesini) haber verip uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Cehennemliklerden artık Sen mes'ul değilsin.» mealindeki âyet iniyor. [62]

 

Dinî Tebliğde Metot

 

Peygamberler ilâhî rahmetin birer eseri olarak gönderilmişlerdir. On­ların görevi genel olarak iki noktada toplanır: a) Allah'ın canlılara olan geniş rahmetini en uygun ve o ölçüde müessir bir ifâdeyle müjdelemek. b) İnsanların saptıkları tehlikeli yolun sonunun bedbahtlığa sebep, olaca­ğını haber vermek.

Peygamber ve Ona vâris olanlar bu metot ile hareket etmekle vazi­felidirler. Her vazifenin bir ölçü, sınır ve kuralı vardır. Vazife bunlar da­hilinde yerine getirildiği müddetçe muhteremdir ve faydalıdır. Bu çerçe­venin dışına taştığı vakitlerde ise, ölçü ve değerini kaybeder de fayda yerine zarar getirebilir. Gönülleri fethedeceği yerde nefrete yol açabilir. Zira dinî ve ahlâkî tebliğden gaye ve maksat insanları ıslâh edip haki­kate ulaştırmaktır. Islâh ve hakikati kabul ise zorla, tehdit ve şiddetle de­ğil; sevgiyle, hakikati en güzel dille anlatmakla sağlanabilir. Çünkü insan psikolojisi böyledir. O halde gerek peygamberler, gerekse onların ilmine vâris olanlar bu görevi yerine getirirken önce kendileri teblîğ ettikleri hakikatlerle yaşar, tatbikatta bunun en güzel örneklerini verir; sonra da muhatap edindikleri kimselerin sosyal, psikolojik ve ırkî durumlarını dik­kate alırlar. Teblîğ metotlarını bu açıdan değerlendirdikten sonra teblîğ-de bulundukları insanların durumunu Allah'a bırakırlar; onların bundan sonraki tutumlarından, sapıklıklarından ve o yüzden cehennemlik olma­larından sorumlu tutulmazlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu gerçeğe ve ilâhî metoda birkaç yerde daha te­mas edilerek buyuruluyor ki:

«Öğüt ver; çünkü sen ancak bir öğütçüsün. İnsanlar üzerine musallat (bir bekçi) değilsin.» [63]

«Biz, onların neler söylediklerini biliriz. Sen, onlar üzerinde zorbalık yapan değilsin.» [64]

«Dinde hiçbir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru eğriden, hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden, imân küfürden (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır.» [65]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

Peygamber insanı en şerefli ve en medenî seviyeye yükseltmek için çalışır; insanın orijinalliğini savunan ve bunu isbat eden zekâ ve şuuru harekete geçirir. Ona, onun yaratılışındaki yüksekliğe uygun bir doğrul­tu ta'yin eder. Kötü yolda olduğunu hatırlatmak için şuuruna; hakikati arayıp bulması için zekâsına sinyal; ruhuna gıda verir, vicdanına neşter vurur.

İnsan bu sinyal ve neşterler neticesi kendine gelir de yaratıhşindaki üstünlüğü anlarsa şu gerçeğe kapı açmış olur:

Bitkiler maddeye bağlı kalmaktan kurtulamadığı için bitki olarak kal­dılar. Hayvanlar maddeyi aşamadıkları için aşağı bir seviyede durakla­yıp kaldılar. İnsan ise maddeyi aşıp mânaya yükseldiği, fizik ötesine kapı açtığı için insanlık şeref mevkiine erişti. O, maddeyi aşamadığı takdirde iç manasıyla, ruhî yapısıyla insan değildir. O halde insan şu cismanî âlem­de rahmet müjdecisini, tehlike habercisini anlamıyacak ya da ona kulak ve gönül vermiyecek olursa, insanlık vadisinde sadece kendini aldatmış olur; bunun neticesi olarak birtakım herzeler savurur; hakikati bilmedi­ğini de idrak edemediği için kendisine hem dünyada, hem de âhirette rüs-vaylık hazırlamış olur.

Evet, maddeye bağlanıp lâhutî sese kulak ve gönül vermiyenler hep böyle olmuştur, Ateizm ve komünizm bu basiretsizliğin mahsulü, mater­yalizm bu yanlış yolun öncüsüdür.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlüllah (A.S.) beşeri, bahsedi­len basiretsizlikten kurtarmak için bilhassa Yahudilerle Hıristiyanlara son derece müşfik davranıyor; Tevhit Dinine girmeleri, maddî kesafeti aş­maları için en güzel davet metodunu kullanıyordu. Fakat ne yazık ki on­lar bir türlü Resûlüllah'ı (A.S.) anlayamadılar ya da anlamak istemediler.

Aksi bir yol takip ettiler; Resûlüllah'ı (A.S.) kendilerine uymaya davet et­tiler. Nitekim Kur'ân onların bu tutumuna temas ederek buyuruyor ki: «Ne yahudiler, ne de Hıristiyanlar, onların dinine uymadıkça Senden asla hoşnut olmayaoük'ir. (Onlara) de ki: Elbette (İslâm'ın ilettiği) yol, Al­lah'ın doğru yoludur.» Bu yol beşeri, bitki ve hayvanlar seviyesinden kur­tarmakta,  insanî yaratılıştaki  yüksek gayeye doğru  götürmektedir.  Bu, gerçeğe karşı çıkıp aşırı taassup göstermek, ruhu öldürmek ve vicdanı köreltmek demektir. Böyle olunca da aradaki mesafe kapatılmaz; kin ve haset ateşinin vermiş olduğu gayrışuurî bir tecavüz devam eder. Yahu-dî ve Hıristiyanların İslâm güneşine karşı -birbirlerini sevmedikleri halde birleşerek-  çıkmalarının   sebebi   işte  budur.  Tarih   boyunca  Yahudilerin Müslümanlara karşı sömürücü ve içinden kemirici ve birbirine düşürücü tutum ve zihniyeti bir ân olsun gevşememiş, her geçen gün biraz daha başka isim ve metotlar altında artmış ve hızlanmıştır. Hıristiyanlar önce Haçlı Seferlerini tertipleyip  ilâhî  nuru  söndürmeye  çalışmışlar;  bundan sonuç alamayınca bu kez misyon teşkilâtını  kurmuş,   İslâmı   kökünden yıkmak için ona «Orta çağ kanunu», «Hurafeler dini», «Gericiliğin sebe­bi»,  «Çöl bedevisinin ilkel dini (!)»  gibi çeşitli adlar takmışlar ve bunu ilim adına, medeniyet adına maarifimize kadar sokmaya muvaffak olmuş­lardır. Müslümanların bir kısmında, özellikle bazı aydın tabakada bir aşa­ğılık duygusu belirmiş, bu sebeple millî ve dinî değerler yavaş yavaş unu­tulmaya yüztutmuştur. Sait Halim Paşa'nın dediği gibi, «Artık biz, mem­leketimizin mes'ut olması için Avrupa kanunlarını terceme etmenin kâfi geleceğini zannettik. Bu kanunların  bizde kabul ve tatbik olunabilmesi için ise yapılacak birkaç değişikliğin yeteceğini hayal ettik, Meselâ : Ada­let sistemimizi ıslâh etmek için Fransa adalet sistemini esas aldık. Maa­rifimizi ıslâh etmek için de aynı şekilde hareket ettik. Tabii elde edilen neticeler daha da zararlı oldu.» Daha doğrusu bir taraftan da Hıristiyan âlemini memnun etmek için bu yolu tuttuk. Onlara uymak suretiyle kur­tulacağımızı zannettik. Metbû' iken tâbi' olduk. Onlar için hazırlanan el­biseyi  hiçbir değişikliğe  uğratmadan  giymek  hatasına  düştük.   Bununla beraber onları hoşnut edemedik, edemeyiz de. Çünkü hoşnut olmalarının tek yolu ve çaresi, onların dinine uymak, kendimizi Avrupa milletleri gibi Hıristiyan ilân etmemizdir. Bunun dışında kalan her türlü benzeme özen­tisi boş ve te'sirsizdir.

İşte bizi bizden, öz kaynağımızdan uzaklaştıran bu uyduluk yarışı olmuştur. Kur'ân bu hatalı yolun sonunun selâmet olmayacağını asırlar­ca önce ilân etmiştir,

«(Onlara) de ki: Elbette (İslâm'ın ilettiği) yol, Allah'ın doğru yolu­dur.» Bu yolda mutlak bir kurtuluş ve yükselme vardır. Bunu idrâk etmi-yerek Yahudi ve Hıristiyanların arzu ve hevesine kapılıp onlara uyacak olursanız artık size ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur. Öğle değil midir? Asırlardır Müslüman milletlerin haklı dâvalarında, onların dış me­selelerinde onlara yardım eden olmamış, hep yalnız kalmışlardır. Son Kıb­rıs dâvamızda Batılıların ve diğer Hıristiyan ve Yahudî milletlerin tutumu bunu bir kez daha isbat etmiştir.

İşte bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Kerîminde: «Sana gelen bunca ilimden sonra (bilfarz) onların heveslerine uyacak olursan, and ol­sun ki, artık Allah'tan Senin için ne hakiki bir dost, ne de gerçek bir yar­dımcı vardır.» buyurmak suretiyle başka milletlere uydu olmanın elîm ne­ticesini haber veriyor.

«Kendilerine kitap verdiklerimiz (den bilgili ve yetkili) kimseler önce onu gerçek mânada (anlayarak) gönüllerine indirerek okurlar. İşte onlar, buna imân ederler.»

Yahudi olup Tevrat'ı bu ölçüde okuyan ve Kur'ân'ın sesine kulak veren Abdullah bin Selâm, Vehb bin Münebbih gibi şuurlu bilginler Müs­lüman oldular, Hem İncil'i, hem de Kur'ân'ı bilerek, anlayarak okuyan ve kendisini taassup ve inat girdabından kurtaran Hıristiyan din adamları ve bilginleri İslâmiyeti seçmekte tereddüt göstermediler. Selmân-i Farisi ve Rojer Garaudy gibi zatları örnek gösterebiliriz.

Müslüman milletler de Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'ın beyân buyurduğu öl­çü ve anlamda tam bir şuur içinde okudukları devirlerde hep yükseldi­ler; ilme ve medeniyete, yüksek ahlâk ve fazilete büyük hizmetlerde bu­lundular. Sadece hizmet değil, bütün bunların temelini atıp anafikirlerini koydular. İnkâra ya da şüpheye düşüp diğer milletlerin büyüleyici te'si-rine girince zarara uğradılar. Kur'ân bu hakikati çok kesin olarak ifâde ediyor. «Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların ken­dileridir.» [66]

 

Kitap Okuma Usûl Ve Adabı

 

Kitap insana fikir ve mâna veren, yön ve doğrultu ta'yin eden bir vasıtadır. Bu vasıtanın ne kadar faydalı olanını seçer ve seçileni ne ka­dar iyi kullanır, ifâde edilen fikirleri ne kadar iyi ineeler, üzerinde tarafsız olarak düşünürsek o kadar gerçeği bulmuş oluruz. Özellikle bu kitap, Al­lah Kelâmı olursa, o takdirde ilgimizi her taraftan kesip bütün mevcudi­yetimizle her âyet ve belgesi üzerinde durmamız gerekir. Müfessir Alûsı bunun usûl ve adabını özetliyerek birkaç madde halinde tesbit edip bize ışık tutmuştur:

1. Bir şeyler öğrenmek niyetiyle okumak.

2.  Dikkati tamamen okunan parça üzerinde toplamak,

3.  Kalbin en samimi himmetini biraraya getirip okunan şeyin mânası üzerinde derinden derine durmak,

4.  Kelime ve eümleier arasındaki bağlantılara dikkat etmek, her ke­lime ve cümlenin delâlet ettiği anlamı iyiee kavrayabilmek için önceden hazırlıklı olmak,

5.  Emir ve yasaklarını derin bir hassasiyetle takip edip herbiri üze­rinde, esrar ve hikmetini düşünerek durmak,

6.  Önemli fikirleri not etmek... [67]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Kendilerine kitap verilenlerden insaf erbabı ve akliselim sahipleri ile Mekke putperestlerinden hakikati idrâk edenler Allah Kelâmını dinledikçe gönüllerinde bir incelme ve yumuşama meydana geldi. Arapçadan ziyâde Allahça olan bu kitabı okuyup basiretle tetkik ettikçe gönüllerinin sema-sjnı kaplayan küfür bulutları yavaş yavaş dağılmaya başladı. Böylece Hazret-i Muhammed'e (A.S.) imân etmenin en doğru ve .en sağlam yol olduğunu anlamakta gecikmediler. Bunun aksine küfür vadisinde boca­layıp bir ömür yıpratanlar ve kitabı kendi çıkarından yana değiştirmeye çalışanlar ise, imân devletine nail olamamışlar, içlerindeki kin ve garaz havasının uyuşturucu te'siriyle hem kendilerini, hem de başkalarını he-lâka sürüklemişlerdir.

Yukarıdaki âyetle bu hususa işaret edilirken, ilâhî beyânı dinlerken ya da okurken bilhassa nelere dikkat edilmesinin gerekli olduğuna atıf­ta bulunulmuştur.

Yahudiler Tevrat'ı iyi tetkik etmiş olsalardı, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) müstesna vasıflarına atıflar yapan belgeleri, bu belgelerin delâlet ettiği derin mânaları inceleyip, bütün bunları Peygamber Efendimizin (A.S.) ahlâk, fazilet, ilim ve irşat dolu hayatıyla karşılaştırmış olsalardı nankör bir millet olma durumuna düşmezlerdi.

Aşağıdaki âyetler, bir defa daha Allah'ın Yahudilere olan üstün ni­metlerini hatırlatıyor. Onları insaf ve irfana davet ediyor. Çünkü ilâhî rah­met ilâhî gazabın önüne geçmiştir. Bu hatırlatma o rahmetin tecellilerin­den biridir. [68]

 

Meali:

 

122—  Ey İsrâîloğulları! Size iyilik ve   ihsanda   bulunduğum (bunca) nimetlerimi ve sizi (bir zamanlar diğer) milletlere karşı üstün tuttuğumu hatırlayın,

123—  Ve sakının o günden ki, kimse kimseden yana bir şey ödeye­mez, kimseden fidye (kurtuluş akçesi) kabul olunmaz ve kimseye de (Al­lah'ın izni olmaksızın) şefaat fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerle Arapların Ebûlekber (en büyük baba) kabul ettikleri tek peygamber, Hazreti İbrahim'dir. Yahudiler İbrahim peygamberin oğlu İs-hak peygamberin oğlu Yakub (A.S.)ın soyundandırlar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, Hazret-i İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in soyundandrr, Tevrat'-da da buna dair bazı kayıtiar mevcuttur. Ayrıca Hazret-i Peygamber (A.S.)ın geleceğini ve O'nun birkaç özelliğini belirten belgeler, tahriflere rağmen Tevrat'da yer almaktadır.

Şüphesiz ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Yahudilerin İbrahim pey­gamberde birleşmesi, onlar için kayda değer bir nimetti. Aynı zamanda soylarının Yakub Peygambere ulaşması ve bu arada bîr nice peygamber­lerin bu millete gönderilmesi de yadedilecek nimetler arasında bulunu­yordu.

Allah'ın İsrâîloğuflan'na oian bunca nimetlerine ve açık belgelerine karşılık onların inat ve aşırılıkta   fsrar   etmeleri,   bu   yüzden   Resûiüiiah (A.S.) Efendimizin beklenen peygamber olmadığını iddia etmeleri üzerine yukarıdaki âyet indi. [69]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

Varlık âleminde var olmak, varlıklarını devam ettirebilmek için bit­kiler mineralleri; hayvanlar bitkileri; insanlar hem bitkileri, hem de hay­vanları yiyip tüketmekte ve bu kanun böyle sürüp gitmektedir. Böylece her varlık ileriye doğru kendini itiyor; yukarılara doğru yükselmeye çalışı­yor. Her biri fıtratındaki özelliğine göre yerini ta'yîne yöneliyor. Büyük ba­lıklar küçük balıkları yutuyor. Kuşlar böcekleri kapıp kursağına indiriyor. Güçlü canavarlar kendilerinden güçsüz olanları parçalayıp yiyor. İnsan­ları birbirinin şerrinden, milletleri birbirinin istilâsından koruyup kurtar­mak için Allah ayrı ayrı kanunlar koymuştur. Güçlüye adaleti, zayıfa had­dini bilmeyi, zengine cömert ve âlicenap olmayı, fakire sabır kaftanına bürünmeyi öğretiyor. İnsanlar için değer ölçüsü olarak imân, ilim, ahlâk, fazilet ve medeniyeti sunuyor. Bu değerlerin doruğuna yükselen fert, ce­miyet ve milletleri örnek olarak takdim ediyor. Diğer cemiyet ve milletle­rin aynı seviyeye yükselmesi için ardarda peygamber ve kitap gönderiyor. Böylece insanı, insan kemirerek yaşamaktan, bir milleti diğer bir milleti ezip sömürmekten men'ediyor. Bu fazileti şiar edinen milletlere kadri yü­ce nimetlerin kapısını acıyor. Şiar edinmiyen milletleri ise tekrar tekrar, rahmetinin icâbı olarak uyarıyor.

İşte İsrâîloğullan'nı Mısır'da kemirip sömürmek, ezip imha etmek is­teyen Fir'avn'a, ilâhî rahmetten gelen uyarmalar yapılıyor; insanlara zul­metmenin hiçbir kimseye iyilik ve mutluluk getirrhiyeeeği hatırlatılıyor. Buna rağmen tutum ve düşüncelerinde inat eden Fir'avn'a belâ iniyor; zulme uğrayan İsrâîloğullan'nı kurtpracak Musa Peygamber görevlendiri­liyor. Şüphesiz ki bu ve benzeri nimetlerle o devrin milletlerinden üstün tutulan İsrâîloğulları örnek bir millet olma imkânlarına kavuşturulmuştu. Çok geçmeden onlar bu nimetin kıymetini takdirden âciz kalıp unuttular; hayvanlar âleminde olduğu gibi, kendilerinden daha zayıf cemiyetleri sö­mürmeye, kanlarını emmeye koyuldular; Tevrat'ı kendi fena tutumlarına uygun bir şekilde yorumladılar. Cenâb-ı Hak rahmet ve adaletinin eseri olarak onları bu zulme giden yoldan ayırmak için birkaç peygamber gön­dermek suretiyle uyardıysa da doğru yola gelmek ve girmek istemediler. Çoğu bu adalet ve rahmetin hikmetini anlayamadı. Böylece onlar daha güçlü ve daha insafsız milletlerin zulüm ve istilâsına ma'ruz kaldılar. Son olarak onları Hazret-i Muhammed (A.S.) ile uyardı; Kur'ân-ı Kerîm'de İs-râiloğulları'nın tarih boyunca geçirdikleri safhalar bir şerit gibi işlenip gözlerinin önüne serildi, fakat ne çare, İsrâiloğullan Allah'ın adaletle bağ-

lantılı bulunan bu lûtfunu ve geniş rahmetini idrâk edemediler veya et­mek istemediler; Yaratana karşı nankörlüğün en kötü örneklerini göster­diler.

Kur'ân-ı Kerîm onların bu nankörlüklerinin karşılığını kıyamet gü­nü nasıl göreceklerini en bedî' bir uslûbla beyân ediyor; aynı zamanda orada her şeyin hakikatini bilen mutlak hâkim Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda sağlam bir imân, güzel amel ve iyi niyetten başka hiçbir şeyin yarar sağ-lamiyacağına dikkatlerimiz çekiliyor:

«Ve sakının o günden ki, kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye (kurtuluş akçesi) kabul olunmaz ve kimseye de (Allah'ın izni olmaksızın) şefaat fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar.»

Evet o gün ilâhî adaletin icâbı olarak dünyada insan sömüren, baş­kasının kanını emenler elîm bir azap görecek, kurtuluş akçesi asiâ fayda vermiyecek; sömürülen ne kadar zayıf olursa olsun herhalde yardım gö­recek, Allah'ın adaletinden tecelli edecek inayet ve nusrata erişecek; böy­lece hak ve adalet bütün berraklığıyla yerini bulacak, kimseye zulmedil-miyecektir. [70]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah, yukarıdaki âyetlerle hâlen aşırı bir nankörlük içinde bulunan İsrâiloğullan'na vermiş olduğu nîmetlerini beyân ettikten sonra bu mille­tin gerek dinlerinde, gerek itikatlarında, gerekse yaşantılarında nasıl in­hisarcı olduklarına, kendi çıkarları uğruna nasıl yanlış bir yol tuttuklarına ve bu yüzden tarih boyunoa gelen peygamberlere karşı nasıl şirretçe dav­randıklarına işaret ediyor ve kitap ehli olanlar tarafından kadr-u kıymeti, fazîlet ve keremi kabul edilen İbrahim Peygambere dikkatleri çekiyor.

Yahudiler bu büyük peygamberin soyundan olduklarını bilip söyledik­leri halde neden onun yolundan ayrılıyor ve yine onun soyundan olup ha­yırlı duasının bereketiyle ilâhî inayete mazhar olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı neden hasmane hareket ediyorlardı? Doğrusu onların bu tu­tumu ile iddiaları tam bir tezat hâlinde idi..

Yahudilerle Hz. İbrahim (A.S.) arasındaki tezadı özetliyecek olursak:

a)  İbrahim Peygamber (A.S.) insanlara değer vermiş, onların hakla­rına saygı göstermiş ve bu sayede onlara imâm (önder) olmuştu. Yahu-dilerde bu meziyetlerden hiçbiri yoktur.

b)  İbrahim  Peygamber'in   (A.S.)  soyundan  zâlim olanlara  ilâhî rah­metin eseri olan imametin erişemiyeceği bildirilmiştir. Halbuki Yahudiler hem kendilerinden bir kurtarıcının geleceğini ümitle bekliyor, hem de tam bir zulüm ve tuğyan havası içinde bulunuyorlardı.

c)   Hac, Hazret-i  Muhammed'in  (A.S.)  dininin özelliklerinden  bindir. Kabe'yi yapıp halkı ona davet eden ise Hazret-i İbrahim'dir. Yahudiler hem İbrahim Peygamberi sevdiklerini iddia eder, hem de onun üstün saygı gös­terdiği Kabe'ye hürmet etmezler.

d)  Kıble,   Beytü'l-makdis'den   Kâbe-i   muazzamaya   çevrildiğinde  Ya­hudiler buna  kızmış ve bu konuda   Müslümanları   devamlı   yermişlerdi. Halbuki bu mukaddes bina Hazret-i İbrahim'in de kıblesi idi.

İşte Kur'ân'da aşağıdaki âyetle bu hususlara işaret ediliyor; böy­lece Yahudi, Hıristiyan ve Mekke müşriklerinin gerçeğe uymayan iddia­larının ne kadar gülünç olduğu meydana konuluyor. [71]

 

Meali:

 

124— Ve hatırlayın o zamanı ki, Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş, o da onları tamamlayıp yerine getirince, (Allah) ona : «Seni in­sanlara imam (bir rehber, bir önder) yapacağım» demişti. İbrahim: «Be­nim neslimden de...» deyince, Allah: «Benim ahdim (imamet ve önderlik rahmetim) zâlimlere erişmez,» buyurmuştu.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerle Mekke müşrikleri İbrahim Peygamberi sevip saydık­larını söyledikleri halde bir türlü onun yolunda yürümüyor ve onun soyun­dan olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.) uymuyorlardı. Onların bu iddiaların-

da samimi olmadıklarını Müslümanlara bildirmek üzere yukarıdaki âyet indi.

 

İlgili Hadîsler

 

«Hazret-i İbrahim (A.S.) yüzyirmi yaşında iken sünnet oldu ve ondan sonra seksen yıl daha yaşadı.» [72]

«Allah'ın İbrahim Peygambere neden «Halil» ismini verdiğini size bil­direyim mi? İbrahim Peygamber ne kadar sabahlar ve ne kadar akşam­larsa hep şu teşbihini yapardı: Sübhânellahi hîne tümsune ve hîne tusbi-hûn ve lehü'l-hamdu fi's semavati ve'l-arzi ve aşiyyen ve hine tuzhi-rûn!» [73]

 

Tarihî Yönü

 

M.Ö. yaklaşık 2000 yıllarında geldiği kabul edilen İbrahim Peygamber, çok ağır şartlar altında ve aşılması zor birtakım engellerle karşıkarşıya gelmiş durumdaydı. Devrin hükümdarı Nemrut onu şiddetle takip ediyor­du. Hazret-i İbrahim'in saadet vadeden dâvetine büsbütün kızan bu hü­kümdar onu hazırlamış olduğu bir münazarada da yenemeyince ateşe at­tırdı. Fakat ilâhî bir mu'cize olarak ateş onu yakmadı. Bu akıllara dur­gunluk veren mu'cize karşısında büsbütün inat ve küfrü artan Nemrut ar­tık İbrahim Peygamber'in başka yoldan yok edilmesini tasarladı. Yapıla­cak başka şey kalmamıştı. Bütün irşat ve mu'cizelere rağmen inanmayan, bilâkis ilâhlığını ilân eden Babil'in bu azgın hükümdarıyla daha fazla uğ­raşmakta bir fayda olmadığını anlayan Hazret-i İbrahim oradan hicret et­mek zorunda kaldı. Önce Harran'a uğradı; bir müddet sonra da yeğeni Lût Peygamberi alıp Filistin'e gittiği ve oradan da Mısır'a geçtiği söylenir. İkinci karısı Hacer'in Mısır hükümdarı tarafından kendisine hediye edil­diği bazı kayıtlardan anlaşılmaktadır. [74]

Bazı hadîs-i şeriflere göre 200, Tevrat'a göre 175 yıl yaşamış ve el-Halîl'de (Herbon) atalarının mezarlığına defnedilmiştir.

Hazret-i İbrahim {A.S.) bu arada birçok şeylerle imtihan edilmiş, ge­rek fıtrî yeteneği ve irsî meziyeti, gerekse Allah'ın kendisine vermiş oldu­ğu peygamberlik payesi sayesinde hepsini de başarıyla yerine getirmiştir. Bunları özetliyecek olursak :

a)  Beden sağlığı ve iç dış temizliğiyle...

b)  30 kadar İslâmî prensiplerle...

c)  Yıldızlar, ay ve güneş ile... \    

d) Nemrut ile...

e)  Oğlunu kurban etme emriyle...

f)  Ateşe atılmakla...

g)  Sünnet olunmakla...

h) Hicret  ile... [75]

 

Ahlâkî Yönü

 

Alldh kullarını, vermiş olduğu irsî meziyetler, fıtrî isti'datlar; sonradan lütfedilen veya elde edilen çeşitli nimetleriyle imtihan eder. Bütün bu ni­metleri gerektiği şekilde koruyan, kullanılmasında başarı gösteren ve bu sayede yükseldiği ya da eriştiği makam ve rütbelerle hakka daha çok bağ­lanıp boyun eğen, her hâl-u kârda haddini aşmıyan kullarına, ilâhî rah­metinin icâbı olarak önderlik, rehberlik, nebilik ve resûllük kapılarını açar ve bunun için yolları kolaylaştırır.

Risâlet ve imamet, önderlik ve rehberlik mevkiine gelen bir kimse, zulme uğrayanların elinden tutar, Allah'ın canlılar için koymuş olduğu ka­nunları en uygun bir ifâdeyle anlatır; mutluluk caddesini bütün genişlik ve temizliğiyle açar. Zâlimleri, en yakını bile olsa himaye etmemekle ön­derlik ahlâkının en güzel örneğini, halkı idare sanatının en üstün başa­rısını vermiş olur. Görevini bu anlam içinde yerine getiren peygamber ise, peygamberliğine yakışanı yapmış olur. Lider ya da hükümdar ise bu ni­metin şükrünü yerine getirmiş sayılır.

Allah için Allah yolunda almış olduğu görevi adalet, hakkaniyet ve yüksek ahlâk anlayışı içinde yerine getiren önder hiçbir zaman taraf tut­maz; gerektiği zaman öz evladını ve babasını bile cezalandırır. Çünkü ak­rabalık et ve kan bağından ziyade, din, ahlâk ve fazîlet bağlarıyla birleş­melidir. O halde inanmış bir lider ya da önder bu üç niteliği kendinde ta­şıyan kimseleri, bu vasıfta olmayan akrabasına tercîh eder. Halkı adalet ölçüleri içinde idare etme çarkının bir ucu kendi elinde bulunurken diğer uçlarını en dindar yüksek ahlâk sahibi, bilgili ve faziletli kişilerin eline verir. Nitekim İbrahim Peygamber kan ve et yoluyla kendisinin yakınları olarak bilinen kimseleri terkedip, dosdoğru inanıp fazîlet mücadelesini Hak uğrunda yapan kimselerle arkadaş oldu. Babası inanmadığı için onu da terketmek zorunda kaldı. Çünkü hak kavramı vazifenin kudsiyetiyle birleşince hatır ve gönül, baba ve ana, kardeş ve evlâd dinlemez. Onun dinlediği tek şey bu yolun yolcusu olanların imân ve irfanından yükselen sestir. İşte İbrahim Peygamber de böyle yapmıştı. Hazret-i Muhammed (A.S.) ise, bunun kıyas ve nisbet kabul etmez örneklerini vermiştir.

Zâlimleri, ahlâksızları, midecileri ve dalkavukları iş başına getiren, onları önemli mevki'lere yerleştiren lider, bu hareketiyle ahlâkın temeline dinamit koymuş, dinin yüksek hedefine sırt çevirmiştir. İbrahim Peygam­ber kendi soyu için de imamet nimetini istediğinde Allah ona: «Benim ah­dim zâlimlere erişmez!» buyurmuş ve böylece zâlimlerin, ahlâksızların, dalkavuk ve nankörlerin bu göreve lâyık olmadığını, böylelerinin liderlik mevkiine yükseltilmesinin ilâhî rızasına uygun düşmiyeceğinr hatırlatmış­tır.

İslâm'ın birinci ve ikinci halîfeleri, Resûlüllah (A.S.)dan almış olduk­ları ilim, irfan, ahlâk ve fazîlet ışığıyla kendi devirlerinde en yüksek mev­ki'lere en üstün ahlâklı, en sağlam akideli ve Allah'ından en cok korkan zatları seçip getirmişlerdir. Bu sebeple her iki halîfe devrinde İslâm'ın ve Müslümanların yüzü gülmüş, başka milletler onlara gıbta etmiş, adalet her tarafa yayılmış, yüksek ahlâk, ilim ve fazîlet takdir görmüş, bilginler görülmedik bir saygı ve itibara mazhar olmuşlardır. [76]

 

Sosyal Yönü

 

Hükümdarlık ya da liderlik ve önderlik; hattâ cami imamlığı babadan evlâda geçen bir miras değildir. Kur'ân-ı Kerîm'in bu önemli meselede çiz­diği yol, bütün dünya milletlerine ışık tutacak, sağlam ölçüler verecek, devlet nizamını metin temellere oturtacak niteliktedir. İslâm her şeyin lâyık olduğu yere konulmasını ve görevin ancak ehil olana tevdi' edilme­sini adalet sayar; bunun aksini zulüm olarak vasıflandırır,

İbrahim Peygamber, yaratılışı itibariyle birtakım üstün kabiliyetler ta­şıyordu. Fizikî yapısı gıpta edilecek şekildeydi. Zekâ ve hafızası son de­rece kuvvetli idi. İleriyi görebilme, insan psikolojisinden anlayabilme ye­teneğine sahipti. Hak ve adaletin âşığı idi. Onun bu üstünlüklerinden do­layı Allah ona hem peygamberlik, hem de halka önderlik görevini ver­miştir. Yıllarca denenmiş, başarıları görülmüş, şahsî ihtirastan uzak oldu­ğu anlaşılmış üstün yetenekli insanları bulup lider seçmek, özellikle Al­lah'a inanmış cemiyetlerin ve milletlerin başta gelen görevidir. İbrahim Peygamber de bir hayli denemelerden geçirilmiş, bir nice kelimelerle im­tihan edilmiş ve bütün bunları lâyıkıyla başardığı için kendisine imamet görevi verilmiştir.

Bunun üzerine İbrahim Peygamber : «Benim zürriyetimden de bazı kimselere bu görevi lütfet!» diye dua etmiş, Allah ona : «Zâlimler benim ahdime (imamet ve önderlik rahmetime) erişemez,» buyurmuştu. Zira zâ­limler, ahlâksızlar, çıkarcılar yeryüzünde Allah adına hükümdarlık yap­maya, liderlik etmeye asla lâyık değillerdir. Bilhassa Kur'ân adına bir mil­letin başına getirilecek kimsede, yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz va­sıfların bulunması şarttır. Bu vasıfları taşımıyan bir kimseyi lider olarak seçmek ilâhî rızaya uygun olmadığı gibi, Kur'ân'ın temel prensibine de ay­kırıdır.

O haide Kur'ân'a göre liderlik :

a)  Babadan evlâda geçen bir miras ya da bir hak değildir.

b)  Seçme şuuruna sahip halkın kendi arasından bulup seçeceği gü­venilir bir şahsiyet olmalıdır.

c)  Lider, her şeyi lâyık olduğu yere koyan, görevi ancak ehil olana veren anlayışta bulunmalıdır.

İşte İbrahim Peygamber böyle idi. Kendisiyle babasının dini ve itika­dı, ahlâk ve maarifi değişik olduğu için ondan irsî her türlü bağları ko­parmıştı. Soyu için imamet görevini isterken, bunun derin manası üzerin­de durmuştu. Bununla beraber Allah o manayı daha açık şekilde hem ona, hem de ondan sonra gelecek olan peygamberlere ve en son Hazret-i Muhammed (A.S.) ile onun ümmetine ifâde etmiştir. [77]

 

Tahliller

 

İBTİLÂ: Belâ kökünden artık bir masdardır. Deneme ve tecrübe anlamlarına gelir. Daha çok bir şeyin kapalı tarafına anlamak ya da iyi tarafını meydana çıkarmak manasında kullanılır.

İBRAHİM  :   Maverdiyye göre, Süryanice bir isim olup aslı Abra-ham'dır. İbn Atiyye'ye göre, Arapça bir isim olup aslı «Ebû Rahîm»dir.

KELİ MAT :    Kelimenin  çoğul  şeklidir.  Bunların 30 kadar  İslâmî prensipler olduğu; on tanesinin Berat   süresindeki  âyetleri, on tanesinin Ahzâb süresindeki  avet"leri, geriye kalan on tanesinin de Mü'minûn süresindeki âyetleri olduğu İbn Abbas ve başka müfessirler tarafından ifâde edilmiş­tir. [78]O halde İbrahim Peygamber (A.S.) bir takım İslâmî prensiplerle imti­han edilmişti.

İbn Tavus'un rivayetine göre, bu kelimeler, beşi başla, beşi de be­denle ilgili olmak üzere on kelime idi. Baştaki olanlar: Bıyıkları kısalt­mak, ağzı çalkalamak, buruna su vermekle, misvak kullanmak, saçları ta­ramak idi. Bedende olanlar ise : Tırnakları kesmek, koltuk ve etek tıraşı olmak, sünnet olmak, defi hacetten sonra su ile temizlenmek idi.

ZÜRRİYET: Zerr kökündendir, Zeree'den alındığını, hem­zesinin bilahare hazfolunduğunu söyleyenler de var.. [79]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, imamet görevinin ya da payesinin zâlimlere lâ­yık olmadığı beyan edilmiş, hükümdarlığın babadan evlâda intikal eden bir mîras olmadığına bilhassa dikkatler çekilmiş, işarette bulunulmuştur.

Hazret-i İbrahim (A.S.) bu beyana dayanarak rızık konusunu imamet konusuna kıyas etmiş ve bu açıdan «Burada (Mekke) oturanlardan Al­lah'a ve âhiret gününe imân edenleri türlü meyvalarla rizıklandır!» diye duada bulunmuştu.

Allah (C.C.) aşağıdaki âyetlerle bu tarz bir kıyasın doğru olmadığını açıklıyarak rızkın dünyada bütün insanları {mü'min, kâfir her sınıfı) kapsa­yan bir nîmet olduğunu; imamet nîmetiyle aynı şey olmadığını hatırlatıyor. [80]

 

Meali:

 

125—  Ve hani biz Beytullah'ı insanlara dönüp varılacak toplantı, se­vap ve emniyet yeri kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz­gah edinin! Ve Biz İbrahim'le İsmail'e :  «Evimizi tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû' ve secde edenler için tertemiz tutun,» diye vahyettik.

126—  O vakit İbrahim, «Rabbim! Burayı emîn bir befde eyle, burada oturanları, (onlardan) Allah'a ve âhiret gününe inananları türlü meyvalar­la (gıdalarla) rızıklandır» demişti de Allah, «Küfre sapanları da (yaşadık­ları) az bir süre yararlandırırım da sonra onları Cehennem azâbıyla (karşı karşıya kalma) zorunda bırakırım. Varılacak yer ne fenadır!» buyurmuştu.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphe yok ki, İbrahim, Beytullah'ı haram kılıp emîn bir befde olarak tanıtmıştır. Ben de şu iki kara taşlı tepeler arasındaki Medine'yi haram kıldım. Artık onun avı avlanmaz, dikenli bitkileri ve ağaçları koparıt-maz.» [81]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'yi fethettiği gün ise şöyle buyur­muştu :

«Şüphesiz ki bu belde (Mekke), Allah onu, gökleri ve yeri yarattığı günden beri haram kılmış (hürmet edilir kılmış)tır. Bu nedenle o, Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haram (muhterem)dir. Hakikat, benden önce bu beldede savaşmak hiç kimseye helâl kılınmamıştır. Bana da ancak gü­nün bir saatında helâl kılındı. Evet o, kıyamete kadar Allah'ın hürmetiyle haramdır. Dikeni koparılmaz, avı ürkütülmez, yitiği alınmaz, ancak onu tanıtmak için alan müstesna... otu da koparılmaz.» [82]

 

İlmî Yönü

 

İbrahim Peygamber (A.S.) imamet nîmetiyle rızık nîmeti arasındaki farkı dikkate almadan bir kıyas yapmıştı. Allah onun bu kıyasının doğru olmadığını beyân etmiş ve olayı bize nakletmekle ictihad ve kıyas konu­larında peygamberlerin de hatâ yapabileceklerine  işarette  bulunmuştur.

Çünkü kıyas; doğru iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarmaktır. İs­lâm hukukunda ise, bir konu hakkında açık ve kesin hüküm bildiren âyet ve hadîs olmaması halinde âyet ve hadîse dayalı olan benzeri konulardan yararlanılarak çıkarılan hüküm, anlamında kullanılır. O halde doğru iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarabilmek için, makîsle makîsünaleyhin menatta birleşmesi, yani menatlarınm aynı olması gerekir. Halbuki ima­met ile nzık aynı menatta birleşmiyor. Bu bakımdan birini diğerine kıyas ederek hüküm çıkarmak hatalı olur.

Kâmil bir ictihad için kıyasa da ihtiyaç vardır. Hükümleri çıkarmak ve açıklamak, aynı zamanda çıkarılan bu hükümleri tatbik sahasına koy­mak; hem o konunun kemâl noktasına ulaşmakla, hem de ona gereği gi­bi nüfuz edip murat ve maksadın ne olduğunu tesbît etmekle mümkün­dür. Bununla beraber kıyas yollarını gözonünde bulundurmak lâzımdır.

Bir şeyin maksadına nüfuz etmek için beşerî bütün yeteneği sarfetrriek gerekir. Beşerî yetenekler çok farklı olduğu, kişinin akıl, zekâ, ha­fıza ve ilmî müktesebatına göre hüküm çıkarma imkânına sahip bulun­duğu için, gerek çıkarılan hükümlerde, gerekse kıyaslamada bir takım hataların olması muhtemeldir. Peygamberlerin yetenekleri diğer insanla­ra nisbetle çok kuvvetli olmakla beraber onlardan bir kısmı yaptıkları kı­yas ve ictihadlarda hata yapabilmişlerdir. Hazret-i İbrahim (A.S.) da on­lardan biridir.

O halde herhangi bir müctehid imam için «O hatâ yapmamıştır; ic­tihad ve kıyaslarında mutlak isabet vardır!» denilemez. Çünkü içtihadın hatâ ve sevaba ihtimali vardır. Buna işaretle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:

«Hâkim hükmedeceği zaman ictihadda bulunur da bunda isabet eder­se, kendisine iki sevap vardır. Hükmedeceği zaman ictihadda bulunur da bunda hatâ ederse, kendisine (ictihadda bulunduğu için) bir sevap var­dır.» [83] buyurmuştur. [84]

 

Ahlâki Yönü

 

Allah ve Resulüne dosdoğru imân edenler için mukaddes yer olarak ilân edilen Kâbe-i Muazzama, «İslâm» kelimesinin varlık âlemini aydınla­tan nurundan ışık alanların en güvenilir toplantı yeridir. Allah, Tevhit Aki-desi'nin yeryüzünde şekillenip sembolleşen dört duvarını İbrahim ile İs­mail peygamberin temiz elleriyle yükseltirken burayı emîn bir makam; yüksek gayelerin gerçekleşmesi için ideal bir toplanti mahalli kılarken buraya gelip el kaldıran, duâ ve niyazda bulunanların bol bol sevaplara nail olacakları bir mâbed yapmıştır.

İşte bu mabedin her tarafı İbrahim Peygamber'in makamı sayılmış ve böylece mü'minlere namazgah kılınmıştır. İbâdet, eden ve Allah'a, na­maz kılmak suretiyle rükû' ve secde eden Müslüman cemaati, birlik şuuru içinde gönül gönüle verdiği Kabe'de üç türlü temizliğin en güzel ör­neğini ortaya koymalıdır, şöyle ki:

1.  Başta Kâbe-i muazzama olmak üzere bütün mâbedlerin dip-bucak temizlenmesi,

2.  Hem kalbin, hem de bütün mâbedlerin her türlü put ve şirkten, yalan ve hayasızlıktan arınması.

3. Mâbedlere özellikle Kâbe-i muazzama'ya temiz bir kalb, kir ve pastan paklanmış bir elbiseyle gitmenin sağlanması...

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, İbrahim Peygamberle İsmail Peygam­bere : «Evimi, tavaf edenler, ibâdette kapananlar, rükû' ve secde edenler için tertemiz tutun!» buyurmuştur.

Şüphesiz ki bu emir medenî yaşamanın ilk emridir. Yukarıda belir­tilen üç türlü temizliğe kavuşmayan milletler ve cemiyetler, başka alan­larda ilerleseler bile, medeniyetin temelini kuramamışlar sayılır. Mâ-bedlerin, toplantı yerlerinin temizliği beden ve elbise temiziiğiyle birle­şince dış temizlik meydana gelir. Gönül temiziiğiyle de fikir ve anlayış ber­raklığı gerçekleşir.

O halde milletlerin ümitsizlikten uzak huzur dolu bir hayat sürmeleri mabede bağlanmıştır. Mâbedlerin bu huzur havasını estirebilmesi ise, her türlü şirkten, puttan ve resimlerden temiz tutulmasına bağlıdır. Gönüller ise ancak böyle olan mâbedlerde manevî temizliğe kavuşabilir ve lüzumlu gıdasını alabilir. [85]

 

Sosyal Yönü

 

Allah, imamet gibi şerefli bir hizmeti, sadece Hakk'a ve âhiret günü­ne inanan bahtiyarlara lâyık görmüş, bu inançdan kendini mahrum bıra­kanların, mü'minlere önder olmasını ilâhi rızasına uygun bulmamıştır.

Rızık konusunda ise, ilâhî rahmeti, mü'min, kâfir, müslim, gayr-i müs-lim herkesi içine almış, bütün canlıları kapsamıştır. İsrâ sûresinde bu hu­sus daha açık şekilde beyân ediliyor: «Herbirine : Onlara da, bunlara da Rabbinin bağış ve ihsanından ardarda veririz. Zaten Rabbinin bağış ve ihsanı (kimselerden) yasaklanmış değildir.» [86]

O halde Müslümanlar, biri önderlik, diğeri rtzık olmak üzere iki önem­li meselede hassas davranmak zorundadırlar. Birinci mesele ihmal edi­lirse, hürriyet ve istiklâlleri ellerinden gidebilir. Dini ve millî değerleri ted­ricen yabancı âdetlerle yer değiştirebilir. Bugüne kadar birçok İslâm mem­leketlerinde Kur'ân'ın tarîf ettiği ölçüde önder ve lider yetişmediği veya yetiştirilmediği veya bunları yetiştirecek müesseseler ilim ve imandan, ahlâk ve fazîletten güç almadığı için yabancıların istilasına uğradılar, yıl-laryılı hem sömürüldüler, hem de başka milletlerin kültürünün esiri,haline geldiler. Nitekim  liderlik nimetinden  uzaklaşan  Mısır'daki  Fatımîler, Su-

riyedeki Atabeyler; tam Hıristiyan âlemine yem olacakları sırada, lider­liğin en üstün vasıflarını kendinde taşıyan Selahaddin Eyyûbî onların im­dadına yetişip iki devleti bir araya getirerek kudretli ve mahir ellerine al­dıktan sonra haçlı sürülerini bozguna uğrattı; Kudüs'ü fethederek İslâm âleminin bir kez daha yüzünü güldürdü. İslâm-Türk tarihinde bunun daha birçok örnekleri mevcuttur.

İkinci meseleye gelince : Yeryüzü nimetleri hiçbir kimseden, ya da milletten geri bırakılmamış; rızık kapısı her ferde ve topluluğa açık tutul­muş; bu kapıdan girebilmek ise ilmî ve şuurlu çalışma kanununa bağlan­mıştır. Dini ve itikadı ne olursa olsun dünya nimetlerine en çok kavuşan­lar şüphesiz ki en iyi çalışanlar olmuştur. O halde Müslüman milletler Al­lah'ın bu değişmiyen kanununu sadece bilmekle kalmamalı, aynı zaman­da bunun fiilî örneklerini vermelidirler. Böylece iktisadî savaşa girişen yabancı milletler karşısında dimdik ayakta durabilir, yenilgiye uğramadan varlığını koruyabilirler.

Ancak ne var ki, Müslümanlar kendileri için hayatî önemi olan bu iki meseleyi gerçekleştirmeye yönelirken maddeyle mânayı, ilimle inancı pa­ralel yürütmek, her konuda bu dengeyi sağlamak mecburiyetindedirler. Çünkü İslâm'ın bünyesine ancak dengeli bir çalışma uyabilir. Fikir ada­mı Halil CİBRAN bu hususu şu cümlelerle ifâdeye çalışmıştır:

«Hayat hakikaten karanlıktır, hızdan mahrum olursa. Her hız netice­sizdir, ilimden ışığını almazsa,. Her ilim de arzu edilen faydayı sağlamaz imândan yoksun, bulunursa, ya da imândan güç ve kuvvet almazsa!..» [87]

 

Tahliller

 

Ahidnâ: Ahid'den maksat, burada ya «vahiy», ya da «emir» ma­nasınadır. Yani onlara vahyettik veya emrettik.[88]

Akifîn: Kabe'de eyleşenler veya dıştan gelip orada i'tikâfa giren­ler.. [89]

Ma ka m-1   İbrahim :

a)  İbrahim Peygamberin ayakta durduğu yer..

b)  İbrahim Peygamber Kâbe-i muazzamayı yaparken ayağının altına koyup üzerine çıktığı taş.. (Sahîh-i Müslim).

c)  İsmail Peygamberin karısı tarafından İbrahim  (A.S.)ın ayağı altı­na konulan taş.. (Müfessir Suddî)

d)  Mescid-i Haram'ın hepsi.. (İbn Abbas-İkrime-Atâ')

e)  Arafe ve Müzdelife (Atâ)

f)  Harem-i şerîfin her yanı.. (Nahaî-Mücâhid-Şa'bî) [90]Bu makamı musalla edinmekten mnksat:

a)  Orada duâ etmek (Mücâhid)

b)  Kıble edinmek (el-Hasen)

c)  Orada namaz kılmak (Katade-Suddî) [91]

Nitekim Buharî'nin İbn Ömer (R.A.)dan yapmış olduğu rivayete göre, Resûlüllah (A.S.). Usame bin Zeyd, Bilâl, Osman bin Talha ile birlikte Ka­be binasının içine girdiler ve kapıyı kapadılar. İçerden çıktıklarında Bi­lâl'dan, Resûlüllah (A.S.)ın namaz kılıp kılmadığı soruluyor, «İki yemanî amud arasında kıldı» diye cevap veriyor. [92]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Ne Yahudî ne de Hıristiyan olan, bu iki dinden çok önce gelip Hanîf Dini'nin büyük tebliğatçısı bulunan İbrahim Peygamber (A.S.) sadece Kâ-be-i Muazzamayı temizlemekle ve orayı ibâdet edenlere hazır vaziyete getirip şirkten ve nifaktan paklamakla kalmayıp, önce yapılan bu şerefli hizmetin sırf ilâhî hoşnutluğa vesile olmasını dilemiş ve sonra da kendi so­yundan Hakk'a boyun eğen bir milletin meydana gelmesini ve gelecek milletlerin Tevhit akidesinden mahrum kalmaması için büyük bir pey­gamberin gönderilmesini gönülden istemiş, böylece gelecek nesiller için hayırhah olmanın en güzel örneğini vermiştir,

Aşağıdaki âyetler onun bu hayırhahlığını ve insanlıktan yana olan yüksek duygularını aksettirmekte ve bu acıdan Allah'a ve âhiret gününe inanan insanların hem yaşadığı devirde, hem de kendilerinden sonraki de­virde yaşayan ve yaşayacak olan nesillere hayırlı bir çığır açmalarının ge­rektiğine işaret edilmektedir. [93]

 

Meali:

 

127—  Hani İbrahim ve İsmail, Beyt-i Şerifin temellerini yükseltiyor-dular da birlikte (şöyle duâ ediyorlardı): «Ey Rabbimiz! Bunu bizden ka­bul buyur, şüphesiz ki daima işiten, hakkıyla bilen ancak Sensin.

128—  Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak Sana boyun eğmekte' sabit kıl, soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibâdetimizi göster. Tevbelerimizi de ka­bul buyur. Şüphesiz ki tevbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan Sensin Sen!.

129—  Ey Rabbimiz! Onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki, üzerlerine Senin âyetlerini okusun, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, onları (her türlü şirk ve isyandan) temizlesin. Şüphesiz ki Sen çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibisin.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben, Allah katında peygamberlerin sonuncusu olarak yazılıydım ve işte o devrede Âdem henüz çamurdan bir suret olarak bulunuyordu. Ben

ilk durumumu da size bildireyim: Ben, İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi, annemin ben doğunca gördüğü rü'yayım; doğduğum esnada parlak bir nûr annem için meydana gelmiş de ona Şam saraylarını aydınlatıp gös­termişti.» [94]

 

Ahlâkî Yönü

 

«Hani İb­rahim ve İsmail, Beyt-i Şerifin temellerini yükseltiyordular da birlikte (şöy­le duâ ediyorlardı)....»

Mealindeki âyetle, ifâde kudretinin bütün yüksekliği ve derin te'si-riyle aile yuvasında yetişmekte olan yarının büyüklerini nasıl eğitmenin yollarını gösteren Kur'ân, bu konuda Müslümanlara ışık tutar mahiyette ana fikirler veriyor:

a)  Aile reisi olan baba aynı zamanda bilgili ve çocuk psikolojisinden, onun eğitiminden anlayan bir kişi olmalıdır. Bununla beraber Allah'ı tanı­yan, gönülden O'na teslîm olan ve bu anlayış içinde manevî değerlere saygı gösteren; sadeoe saygı göstermekle de kalmayıp bu değerlerin gö­nüllerde yeretmesme hizmeti cana minnet bilen olmalıdır.

b)  Baba belirtilen yolda kendisine en iyi arkadaş ve dost olarak ev­lâdını seçmeli, onu zorlayarak değil, fakat inandırarak, hevesini artırarak manevî değerlere ısındırmalıdır.  Nitekim  İbrahim  Peygamber böyle yap­mış, oğlu İsmail'i de, İshak'ı da sistemli bir şekilde eğiterek kendisine en iyi vâris yapmıştır.

c)  Baba evlâdını mabede alıştırmalı, kutsal yerlere hizmetin aşk ve imânını ona enjekte etmesini bilmelidir. Âyette bu husus açık bir ifâdeyle beyân edilerek : «Hani İbrahim ve İsmail, Beyt-i Şerifin temellerini yük­seltiyordular...» deniliyor ve âdeta bu manzara geçmişin derinliklerinden alınıp bugünkü neslin gözleri önüne seriliyor. Böylece İsmail'e, mabede hizmetin en derin zevki aşılanmış oluyordu.

d)  İnsanla Allah arasında manevî köprü olan ve beşer kalbini ümit ışıklarıyla doldurup ona hayat ve hareket veren duâ, ailenin günlük pren­sipleri arasında bulunmalıdır. İşte İbrahim Peygamber (A.S.) bu hususta da bizlere örnek olarak gösteriliyor; o, İsmail ile birlikte Kabe'nin yanıba-şında başını göklere kaldırıp âlemlerin Rabbine en içli duasını sunuyordu.

Geleoek neslin iman nîmetiyle yeryüzünde başarılı bir hayat sürmesini, insan ruhunda yalnız tek olan Allah kavramının yerleşip hâkim olmasını gönülden yalvararak istiyordu.

O halde her aile reisi, bir taraftan kendi çocuklarına yön verirken, diğer taraftan gelecek olan nesillerin sağlam temeller üzerinde gelişebil­melerini sağlamak için ciddi mesailer sarfetmelidir. [95]

 

Sosyal Yönü

 

«Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak Sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da Sana tesli­miyet gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir.»

İşte milletlerin ayakta durmasının; varlıklarını tam bir huzur, refah ve kardeşlik havası içinde hür ve bağımsız olarak devam ettirebilmeleri­nin iki önemli temel prensibi: Yaşamakta olan kuşağın ve onları idare eden kadronun Allah'a boyun1 eğmesinin ve bu teslimiyette şuurlu hare­ket etmesinin gerekliliği.. Âyette gecen «Müslimeyn» kelimesi «lâm» har­fiyle gelince olgun bir boyun eğmeyi, içten gelen bir arzu ile Hakk'a tes­lîm olmayı ifâde eder. Kendi milletlerini sevk ve idare etmekle emrolunan İbrahim Peygamber ile İsmail Peygamber, yüklenmiş oldukları bu ağır ve o nisbette mesuliyetli hizmeti başarıya ulaştırmak için önce kâinatın ye­gâne sahibi olan ve asıl mülkün tasarrufunu kudret elinde bulunduran Al­lah'a arz-ı teslimiyette bulundular; sonra da geleeek nesillere en iyi ölçü ve mânada örnek olma yollarını araştırdılar ve gerekli sebeplere başvu­rarak dualarını şu cümlelerle arz ettiler: «Soyumuzdan da Sana teslimi­yet gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir!» dediler. İşte bu dü­şünce ve davranışlar da memleketin geleceğini güvene almanın, başarı­ya ulaştırmanın ikinci yolu ve esasıdır.

Ayrıca ilâhî tecellinin merkezi, tevhit akidesinin odaki olan Kâbe-i muazzamanın ebediyen Müslümanların kıblesi ve tavaf yeri olarak kalma­sını Hazret-i Adem'den İbrahim Peygambere kadar birçok devirler geçiren, putperestlerin istilasına uğrayan bu kutsal yerlerin, insanlığın sulh-u se­lametinden yana tek teslimiyet merkezi olarak devamını gönül dolusu imanla isteyen o büyük peygamber; ilâhî belgeleri okuyacak, onlara Ki­tap ve hikmeti öğretecek ve onları her türlü şirk ve putperestlik kirlerin­den temizleyecek bir Resul gönderilmesini niyaz etmişti.

Onun bu duasına işaretle Peygamber {A.S.) Efendimiz: «Ben babam İbrahim'in duâsıyım!» buyurmuştur.

İbrahim Peygamberin, gençliğinin henüz baharında bulunan oğlu İs­mail Peygamber ile birlikte bu mukaddes mabedin temellerini yükseltip önce kendileri, sonra gelecek nesil için duâ etmelerinin diğer önemli bir hususiyeti de, sağlam karakterli, milletini içten seven, aile yuvasının kut­sallığını bilen ve bu anlamda milletinin belkemiğini teşkil eden genç ku­şağa dikkatleri çevirmek, onların bu ölçü ve imân atmosferi içinde yetiş­melerini sağlamaktır. Çünkü millet yapısında önemli yeri olan aile ve ev­lilik kurumlarını yıkmak için iki yoldan hareket edilir: 1. Burjuvazinin dayandığı esasları ve manevî değerleri yıkmak; 2. Aile müessesesinden uzak, dinî ve millî değerlerden kopuk genç bir nesil yetiştirmek,. Tıpkı bugün komünistlerin yaptığı ve komünist manifestoda yer aldığı gibi..

Bu iki yol nerede işlek hale getirilmişse orada cemiyet ve aile soy-suziaştınlmış, millet tarihinden kopmuş, insan denilen varlık, et kan ve kemikten ibaret bir canlı sayılmıştır.

Yukarıda mealini yazdığımız, İbrahim Peygamberle ilgili âyette bu ve benzeri ideolojilere karşı uyanık bulunmamıza işaretler vardır. [96]

 

Tarihî Yönü

 

Kâbe-i muazzama ne zaman, kim tarafından yapılmıştır? Bu konu­daki rivayetler çok farklıdır. Cafer bin Muhammed'in rivayetine göre, Al­lah, Adem peygamberi yaratmak istediğinde melekler O'na «Biz seni hamdinle tesbîh ve seni takdis edip dururken yeryüzünde bozgunculuk edecek, kan dökecek olanı mı yaratacaksın?» demeleri üzerine Allah : «Sizin bilemiyeceğinizi elbette ben bilirim!» buyurmuştu.

Melekler ilâhî gazabdan korkmuş, O'nun Arş'ına sığınarak orayı ye­di defa tavaf etmişlerdi. Böylece Allah onlardan hoşnut olmuş ve onlara şöyle buyurmuştu : «Yeryüzünde benim için bir mâbed yapın; tâki gazap edeceğim kimseler oraya sığınıp yedi defa tavafta bulunacak olurlarsa, onları da bağışiıyayım.» İşte bu emir üzerine ilk önce Kabe melekler ta­rafından yapılmıştır.

İbn İshâk'ın rivayetine göre, Kureyşliler Kabe'nin bulunduğu yeri kaz­dıklarında, üzerinde «Ben ki Allah'ım, Bekke (Mekke)nin sahibiyim. Bu­rayı, gökleri ve yeri yarattığım; güneş ve ay'ı tasvir ettiğim gün yarattım!» anlamında Süryanice bir kitabeye rastlıyorlar. Aynı ibareyi şu cümleler takip ediyordu : «Burayı hakka yönelmiş yedi melekle kuşatıp onlara ta­vaf ettirdim. Burası, iki dağ (Ebû Kubeys ile el-Ahmer) yerlerinden ayrılıp gitmedikçe yok olmaz. Burası su ve süt konusunda ehline mübarektir.» [97]

Bu rivayetten, Kabe'nin çok önceleri yani Adem Peygamber Üe baş­ladığını, zaman zaman tahribat görerek Hazret-i İbrahim (A.S.) devrinde yerlebir olduğunu ve ilâhi emir üzerine İbrahim Peygamber tarafından ilk temelinin izlerine rastlandığını ve bu temeller yükseltilerek yeniden inşâ edildiğini anlıyoruz. Nitekim Hac sûresinde buna temasla : «Hani bir va­kit fceytü'l-Haram'ın yerini İbrahim'e hatırlattık...» buyuruluyor. [98]

Asr-ı Saadete tekaddüm eden yıllarda çeşitli sebeplerle yıkılan Ka­be'nin Kureyş ileri gelenleri tarafından yapıldığını ise şu hadîsten öğre­niyoruz :

«Ya Âişe! Eğer senin kabilenin şirkten kurtulmaları yakın zamanda > olmamış olsaydı Kabe'yi yıkar yerlebir ederdim; biri doğusunda,   diğeri batısında olmak üzere iki kapılı yapar ve Hicir'den yana altı zira' bir faz­lalık ilâve ederdim. Çünkü Kureyş Kâ'be'yi İnşâ ettiği zaman onu küçült-müştür.» [99]

Kabe tarihi hakkında ileride daha geniş bilgi verilecektir. [100]

 

Tahliller

 

Kavaid: Kaide'nin çoğul şeklidir. Ferrâ' ve Ebû Ubeyd'e göre, «te­meller» demektir. Kissaî'ye göre, «duvarlar» demektir.

Hikmet:

a)  Söz ve fiilde doğruyu bulma, gerçeği anlama ve hakikate isabet etme bilgisi,

b)  Bilgisizlik ve hatâya kapı açmayan bilgi,

c)  Eşyayı hakikatıyla bilmek gibi mânalara gelir. Âyette geçen «hik­met» kelimesi bunlarla beraber, dinî buyrukları esrar ve hikmetiyie bilmek anlamında daha meşhurdur. [101]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yahudi ve Hıristiyanlar, İbrahim Peygamberin soyundan geldikleri ve onu  bir peygamber kabul ettikleri  halde Hanîf Dini'nden  ve  İbrahim'in

Hakk'aolan teslimiyetinden yüzçevirirler de yanlış yolda inatla yürümeye devam ederler.

Aşağıdaki âyetlerle, bu husus her iki millete de hatırlatılıyor; ayrıca Yahudilerin daha çok bağlandıkları Yakub Peygamberin de kendi oğulla­rına dedesi İbrahim'in dinini ve teslimiyetini tavsiye ettiğine parmak bası­lıyor. Böylece bilhassa Yahudilerin bu tavsiyeye hiç de uymadıkları bir de­fa daha gözler önüne serilerek gerekli uyarma yapılıyor. [102]

 

Meali:

 

130— İbrahim'in dininden ve açmış ofduğu (yüksek ahlâk ve sağlam sünnet) yolundan, kendini bilmeyen beyinsizden başka  kim yüzçevirir?

And olsun ki, Biz onu dünyada (peygamberlik "e önderlik görevi için) se­çip beğendik, âhirette de elbette O, (kurtuluşa erişen) iyi-yarariı kişiler­dendir.

131—  Ve hani Rabbin ona : «Teslimiyette devam et!» deyince, o da, «âlemlerin Rabbine teslim olup (boyun eğdim)» demişti.

132—  Bunu (dini ve teslimiyeti) İbrahim kendi oğullarına tavsiye et­ti. Yâkub da tavsiyede bulunarak (dedi ki): «Oğullarım! Allah bu dini si­zin için beğenip seçmiştir. Artık siz de ancak müslüman olarak (Hakk'a gönülden bağlanıp boyun eğerek) can verin.»

133—  Yoksa (ey Yahudiler ve ey Hıristiyanlar!) Yâkub'a ölüm hazır olunca siz orada bulunuyor muydunuz? Hani Yâkub ( o sırada) oğulları­na: «Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?» demişti de, onlar da, «Se­nin Tanrına, babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tek olan Tanrısına ibâ­det edeceğiz, biz ancak O'na teslim olmuşuzdur» diye cevap vermişlerdi.

134—  O bir ümmetdi ki gelip geçti. Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size aittir. Onların işlediklerinden sorulacak değil­siniz.

 

İniş Sebebi

 

Yahudi bilginlerinden Abdullah bin Selâm Müslüman olduktan son­ra oğulları Seleme ile Muhacir'i İslama çağırarak onlara şöyle demişti : «Allah Teâlâ Tevrat'da İsmail oğullarından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim; ona uyan hakikata kavuşacak, uymayan lânetlenecektir.» buyurmuştur. Bunun üzerine Seleme, Müslümanlığı kabul edip küfürden kurtuldu. Muhacir ise küfründe ısrar etti. Bu sebeple yukarıdaki âyet in­di. [103]

 

Ahlâkî Yönü

 

İbrahim Peygamberin dini, tevhit dini idi. Onun şeriatı ve yüksek ahlâk yolu, tamamen beşer karakterine, milletlerin sosyal yapılarına ve insanların mutluluğuna yönelmiş bulunuyordu. İbrahim Peygamberin in­sanlıktan yana açmış olduğu çığır bugün bile birçok hatlarıyla tazeliğini korumaktadır. Bunları özetliyecek olursak; Onun dini ve şeriatı daha iyi anlaşılmış olur ve ondan yüzçevirenin cidden, kendini biimiyen bir be­yinsiz olduğuna kolayca hükmedilir:

1—  İbrahim Peygamber (A.S.),   Hanîf    Dini   (bâtıldan uzak, Hak­ka dosdoğru yönelmiş tevhît dini) üzere idi. Bu bakımdan o, yıllarca hak kavramının gönüllere işlemesi, bâtılın yok olması uğrunda çok ciddi mü­câdelelerde bulunmuş, bu vadide övgüye değer görevler yapmıştır.

2—  Kendi  milletinin  isyan ve  inkârına  rağmen  İbrahim   Peygamber onlara : «Ey kavmim, ben sizin eş-ortak koştuğunuz putperestlikten be­riyim» diyerek, açıktan açığa onların yanlış yolda olduğunu çeşitli misal­lerle anlatmaya çalışmıştır.

3—  İbrahim Peygamber, azgın inkarcılara karşı Allah'ın varlığını, bir­liğini, sonsuz kudretini dile getirerek şöyle seslenmişti: «Ben yüzümü (bü­tün varlığımı) gökleri ve yeri yaradan Allah'a çevirdim. Bâtıldan uzak, hak­ka yönelmiş bulunuyorum; ben hiç bir zaman müşriklerden (Allah'a eş-ortak koşanlardan) değilim.»

4—  Küfür üzerinde ısrar edip duran babasına da aynı şekilde sesle­nerek şöyle demişti : «Ben sizden de beriyim, sizin tapageldiğiniz putlar­dan da...»

İbrahim Peygamber böylece insanları hakikata eriştirmek için hem söylüyor, hem de söylediklerini yaşıyordu. İnanmayan babasından her türlü ilişkilerini kesmesi bunun belgelerinden biridir.

5—  İbrahim Peygamber dış ve iç temizliğini en güzei mânada ken­dinde  birleştiren  büyük bir peygamberdi. Saç taramak, tırnak kesmek, dişleri fırçalamak, koltuk ve kasıkları traş etmek, güzei koku sürünmek,' herkese güler yüz göstermek onun sünnetleri arasında bulunuyordu.

6—  İbrahim Peygamber, hem ağır başlı, hem de son derece yumu­şak huylu, yufka yürekli idi. Gerek kendi yakınlarının, gerekse bağlı bu­lunduğu milletinin kurtulması için bu sıfatlarını en uygun tarzda kullan­masını bildi. İnsanları zulümden, taşa-ağaca  ibâdetten, putların önünde başeğme basitliğinden, sac-sakal  birbirine karışmışlığın, tırnak ve  bıyık uzamışlığın vahşi görünüşünden kurtarmak için sabırlı hizmetlerde bulun­mayı kendine huy edindi.

7—  Ailesine ve çocuklarına, dindar ve  medenî yaşamanın, yüksek ahlâkı temsil etmenin yollarını öğretmiş, böylece onları yaşadıkları çağın insanlarına örnek olacak seviyeye yükseltmiştir.

Özet olarak sıraladığımız maddelerden, İbrahim Peygamberin önder ol­maya lâyık bulunduğunu, övgüye değer bir aile reisi olduğunu, ondan yüz-çevirenlerin kör taassup, aşırı cehalete saplanıp kaldıklarını anlıyoruz. [104]

 

Sosyal Yonu

 

bir ümmetti ki, gelip geçti. Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size aittir. Onların işlediklerinden sorulacak değilsiniz.»

Gelip gecen milletler bir takım iyi, ya da kötü izler bırakıp gitmişler­dir. Açmış oldukları iyi veya kötü çığırların sevap ve vebali kendilerine aittir. Ancak kötü çığır açanlar bundan dolayı gelecek nesillerin aynı çı­ğırda yürümelerinden doğacak vebalin bir mislini de yükleneceklerdir. Aç­tıkları iyi çığırda yürüyenlerin elde edeceği sevabın bir misline de nail olacaklarına dair sahîh haberler gelmiştir. Bunun aksine gelecek kuşak­lar, gelip geçmiş milletlerin yaptıklarından sorumlu değillerdir.

Geçmiş milletleri, ilim, ahlâk ve fazilet ölçüleri içinde taklît etmek ve fakat gelecek milletler için daha iyisini ve mükemmelini meydana ge­tirmek ve bu açıdan taklidin dar çerçevesini aşıp hızlı bir tekâmülün ön­cüsü ya da habercisi olmak gericilik değil, ilericiliktir. Nitekim dinler ara­sındaki gelişmede de kademeli bir tekâmül olmuş, İslâm Diniyle bu geliş­me tekâmülün doruğuna yükselmiştir.

İlim, ahlâk ve medeniyette, geçmiş milletlerin* kat'etmiş oldukları me­safenin belli sınırında kalıp ileriye gitmemek ve onlardan biraz daha ge­ride kalmak şüphesiz ki gericiliğin ta kendisidir.

Görülüyor ki, Kur'ân'da, milletlerin elde ettikleri başarıların veya ge­liştirdikleri fena ahlâkın tek sorumlusunun yine kendilerinin olduğu bil­diriliyor ve kötü ahlâkta onların izinden gideceklerin sorumluluğunun ise her iki tarafa râci' olduğu kapalı bir şekilde işaretleniyor.

Baba ile evlât, dede ile torun arasındaki münasebet de bundan fark­sızdır. Baba ve dedesinin kötü ahlâk konusunda vermiş oldukları fena örnekleri bir tarafa itip tekâmüle ayak uydurarak güzel ahlâkın, fazilet dolu ilmin peşinde koşan evlât, baba ve dedesinin işlediklerinden sorum­lu tutulmaz. Fâzîlet ışığı yayan babanın evlâdı ise bu ışığı çoğaltacağı ve daha da verimli hale getireceği yerde söndürecek olursa, onun babasıyla iftihar etmesi sadece bir kuruntudan ibaret kalır.

Bunun içindir ki, Hazret-i İbrahim (A.S.), gelecek kuşakların Hakk'a teslimiyet gösteren bir millet olabilmeleri için duâ ederken kendisinden daha üstün (kitap ve hikmet öğretecek) bir nebinin gönderilmesini gönül­den istiyordu. Bu, yalnız gelecek nesillerin daha başarılı ve daha yararlı olmalarına duâ etmek değil, aynı zamanda bunun önceden en sağlam temelini ve en uygun ortamını hazırlamak demektir. [105]

 

Tarihî Yönü

 

Kelbi'ye göre, Yakub Peygamber Mısır'a girdiğinde ora halkının ço­ğunun putlara, ateş ve ineğe taptıklarını gördü. Bu durum onu hem üzdü, hem de kendi evlât ve torunlarının geleceği hakkında gerekli bütün çare ve metotlara başvurmaktan ve sonra Allah'a tevekkülden başka yol ol­madığını düşünerek harekete geçti. İlk iş olarak oğullarını topladı, duru­mu detaylı olarak onlara anlattı ve sonra dedi ki:

«Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçip beğendi. Artık siz an­cak Hakk'a teslimiyet içinde can verin.»

Bu tavsiyesinden sonra ikinci önemli tavsiyesini ölmek üzere iken yaptı. O, oğullarına şöyle diyordu : «Benden sonra neye ibâdet edeceksi­niz?» Bununla oğullarından kesin söz almak ve böylece ilerideki kuşak­ların neye ibâdet etmelerinin gerektiğini her türlü şüpheden uzak tutmak istiyordu. Oğullan ise ona şu cevabı verdi: «Senin Tanrına, babaların İb­rahim, İsmail ve İshak'ın tek olan Tanrı'sına ibâdet edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur!»

İbrahim Peygamber'in de arzusu ve duası bu yolda olmuştu. Onun duası Hazret-i Muhammed (A.S.) hakkında İlâhî irâdeye muvafık düşmüş­tü. Tevrat'ta da Peygamberimizin gönderileceğine dair beş kadar belge mevcuttur. Birinci kitap 9-20 bölümler. İşaya 22. bölüm, beşinci kitap 11. bölümde bunların kalıntılarına rastlamak mümkün.'[106]

 

Fıkhî Yönü

 

İslâm Akıncılarından bir kısmı bu âyetle istidlal ederek İbrahim Pey­gamberin şeriatı -hükmü kaldırılanlar müstesna- bizim için de şeriattır, demişlerdir.

Nitekim [107] âyetiyle [108]âyetinde bu husus biraz daha açıklanmıştır. [109]

«İslâm» kelimesi Arap dilinde boyun eğip teslim olmak demektir. Bu mânayla her İslâm, imân değildir; fakat her imân, İslâmdır da.. Çünkü Allah'a imân eden, herhalde O'na teslîm olup boyun eğmiştir. Ama her bo­yun eğen, imân etmiş sayılmaz. Çünkü bu teslimiyet tehdît yoluyla ol­muş olabilir.

Kaderîciîerle Haricîlere göre, İslâm aynı zamanda imân demektir, imân da İslâm... O halde bu iki mezhebe göre her müslüman mü'mindir; aynı zamanda her mü'min de müslimdir. [110]

Ehl-i sünnetin bu husustaki diğer bir delili de :

«Bedeviler, «imân ettik» dediler. De ki: Siz imân etmediniz, belki İslâm'a girdik (zahiren teslimiyet gösterdik) deyin. İmân henüz kalblerinize girmedi.» âyetidir.[111] Diğer bir \ delilleri de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ganimet dağıtırken orada bulunan­lardan birine bir şey vermediği, bunun üzerine Sa'd b. Ebî Vakkas'ın (R.A.):

  Ya Resûlellah! falana da veriniz, çünkü o mü'mindir, diye hatır­latması ve Resûlüllah (A.S.)ın ona :

  Belki müslimdir, diye cevap vermesidir. Bununla bu iki sıfatın bir olmadığı beyân edilmiştir.

Ayrıca İslâm fıkıhçılarından bazısı 133. âyetle istidlal ederek, dedeyi baba gibi sayıp mîrasta kardeşlerin baba ile düşeceği gibi dede ile de dü­şeceklerine hükmetmişlerdir. Ebû Bekir Sıddık (R.A.)nin da görüşü böyle­dir. Hazret-i Âişe validemiz (R.A.)ın da içtihadı bu merkezdedir. Ebû Ha-nife'nin de mezhebi budur. [112]

 

Tahliller

 

Eslim:

a)  Dinini tevhît akidesi üzere Allah'a hâlis kıl, demektir.

b)  Boyun eğ, huşu üzere bulun anlamındadır. Millet: Çoğu zaman din ve şeriat manasında kullanılır.

Ümmet: İmam maddesinden alınma çoğul bir isimdir; halka ve kitlelere önderlik yapacak olan cemaate denir.

H a nîf:

a)   Dosdoğru olan..

b)  Allah'a teslimiyet gösterip O'nun  buyruklarının dışına  çıkmayan. (Muhammed bin Kâ'b el-Karazî).

c)  Allah'ın dinine bütün mevcudiyetiyle meyleden.

d)   Hakka uyan.

e)  Amelini hâlis kılan. [113] Manalarına gelir. [114]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yahudî ve Hıristiyanlar bir taraftan ha nîf dinine sırt çevirirken, di­ğer taraftan hidâyetin kendi din ve akidelerinde olduğunu, bu nedenle kurtuluşun Yahudî ya da Hıristiyan olmakla gerçekleşebileceğini iddia edip durmuşlardır. Yukarıdaki âyetlerle her iki milletin de İbrahim Pey­gamberle Yakub Peygamberin tavsiyeleri dışına çıktıkları ve böylece ha­kiki hidâyet yolundan    bizzat kendilerinin    uzaklaştıkları beyân    ediliyor.

Aşağıdaki âyetlerle de vahye dayalı semavî dinler arasında esasta bir fark olmadığına, bütün peygamberlere inanmanın gereğine dikkatler çe­kiliyor ve böylece her biri ayrı bir hidâyet yolunda bulunduğunu iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların ne kadar tezatlara düştükleri ve bu yüzden gü­lünç oldukları özlü bir ibareyle anlatılıyor ve sonra ilâhî hidâyetin tek yol olduğu, bunun da İslâmiyetle tamamlandığı, Allah'ın fıtrî boyası olan imân ve teslimiyetin ancak tevhit burcunda kendini göstereceği hatırlatılıyor. [115]

 

Meali:

 

135__ (Onların bunca yanlış ve o nisbette sapık tutumları yetmiyor­muş gibi bir de) «Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız» de­diler. De ki: Hayır, (elbette bir dine uymam gerekiyorsa) Hakk'a dosdoğ­ru yönelmiş bulunan İbrahim'in dinine uyarız. O hiç bir zaman Allah'a eş-ortak koşanlardan olmadı.

136—  Deyiniz ki, biz Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e,  İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve Esbat'a (Yakub Peygamberin torunlarına) indirilene; Musa ve İsa'ya ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilen (sahi-fe, kitap ve vahy)e îmân ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden farklı tutma­yız. Biz ancak Allah'a boyun eğen Müslümanlardanız.

137—  Eğer onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse elbette doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüzçevirecek olur­larsa, ancak ayrı (bir yola) düşmüş olurlar. Bu takdirde de Allah onlara karşı Sana yeter ve O, gereği gibi işiten ve bilendir.

138—  Allah'ın (değişmiyen) boyasına gerekli olun! Boya cîhetiyle Al­lah'tan daha güzel kim? Biz ancak O'na ibâdet ederiz.

139—  De ki: Allah hakkında bizimle tartışıp çekişiyor musunuz? Hal­buki O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimizin (kar­şılığı) bize aittir, sizin işlediklerinizin (karşılığı) size aittir. Biz ancak O'na içten gelen katıksız bir ciddiyet ve samimiyetle bağlanmışızdır.

140—  Yoksa siz İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın, Yakub ve Esbat (Onun torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?! De ki: Sizler mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah tarafından yanın­daki bir şehadeti bilerek saklayandan daha zâlim kim olabilir? Allah sizin yapageldikleriniz şeylerden hiç de gafil değildir.

141—  Onlar birer ümmeti ki gelip geçti. Onların  kazandıkları ken-dilerinedir; sizin de kazandıklarınız sizedir. Onların yaptıklarından sorum­lu tutulmayacaksınız.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Yahudilerden bir grup, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, «peygamberlerden hangisine inanalım?» diye sordu­lar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [116]

Saîd bin Cübeyr (Rahmetü'llahi aleyhjin yaptığı rivayete göre, Ya­hudilerden Abdullah bin Sûriyâ el-A'ver bir gün Peygamber (A.S.) Efendi­mize gelerek dedi ki: «Gerçek hidâyet (doğru yol) bizim üzerinde bulundu­ğumuz yoldur. Bize uy ki hidâyete eresin!» Ve sonra Hıristiyanlardan bir kısmı da buna benzer bir teklifte bulunmuşlardı. O sebeple yukarıdaki âyet­ler indi. [117]

Bu konuda İbn Abbas (R.A.)dan yapılan diğer bir rivayete göre, Yahudi liderlerinden Kâb b. Eşref, Mâlik b. Sayf, Vehb b. Yahûd, Ebî Yâsır bin Ahteb ile Beni Neccar Hıristiyanlarından Seyyid, Akıb ve arka­daşları bir toplantıda Müslümanlarla din konusunda münakaşa ettiler, ile­ri geri bir şeyler söylediler; her grup kendi dininin hak olduğunu, diğeri­nin bâtıl bulunduğunu iddia ediyor ve Yahudiler Musa Peygamberin daha üstün, Tevrat'ın daha mükemmel bir kitap olduğunu isbata çalışıyorlar; böylece İsa Peygamber ile Muhammed Peygamberi, dolayısıyla İncil ve Kur'ân'ı inkâra kalkışıyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler iniyor. [118]

 

İlgili Hadisler

 

Buharî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den tahrîc ettiği rivayete göre, kitap ehlinden olanlardan bir kısım din adamları Tevrat'ı İbrânice okur, Arapçaya çevirerek Müslümanlara açıklayıp anlatırlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz Müslümanlara şu tenbîhte bulundu :

«Kitap ehlini ne tasdik edin, ne de tekzîb edin! Sadece onlara deyin ki: Biz Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve onun torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya ve (diğer) peygamberlere Rabları tarafından verilene imân ettik!...» [119]

 

Sosyal Ve Ahlâkî Yönü

 

Yahudiler hem Allah'a eş-ortak koşuyor, hem de «Yahudi olun ki doğ­ru yolu bulaşınız!» diyerek başkasını, özellikle Müslümanları kendi dinle­rine davet ediyorlardı. Aslında bu davet ciddi değildi. Çünkü Yahudî an­cak kendi milletinden olanları çağırır ve onları himaye eder. Başkasını çağırması diğer dinleri ve onların sosyal bünyelerini yıkmaya ve dağıtma­ya matuftu. Hıristiyanlar da doğru yolun ancak Nasranîlikte bulunduğu­nu iddia ediyor ve başka milletleri buna davette üstün bir gayret göste­riyorlardı. Halbuki onlar da üc tanrı (teslis) fikrini yaymaya ve böylece Allah'a eş-ortak koşmaya çalışıyorlardı, Yahudiler, İbrahim, İshak ve Ya-kub peygamberleri tutuyor, Musa Peygamberin üstünlüğünü savunuyor­lardı. Bu yanlış tutum içinde Yahudiler hem İsa Peygamberi, hem de Mu-hammed Peygamberi, dolayısıyla İncil ve Kur'ân'ı reddediyorlardı. Hıris­tiyanlar ise, İsa Peygamberi Allah'ın oğlu kabul ettikleri için onun üstün­lüğünü savunuyor, İbrahim peygamberi de kabul ediyorlardı.

Böylece her iki millet de açık bir tezat içinde bulunuyor; zaman za­man bu tezatlar atmosferinde ahlâk sınırlarını aşıyor, diğer milletleri ezip sömürme, yıkıp mahvetme maksadını güdüyorlardı. Yahudiler ancak Harun Peygamber soyundan olanları ruhanî reis seçiyor; Tevrat'ın haber verdiği peygamberin İsrâîloğulları'ndan geleceğini bekliyorlardı. Hıristiyanlar ise yeni yeni azizler bekliyor, hem İbrahim'in, hem de Musa ve İsa'nın yolun­dan ayrılmış oluyorlardı.

Mealini yazdığımız âyetlerle bu iki milletin nasıl bir basîretsizük için­de şaşkınlık gösterdikleri, Yahudilik boyası olarak yalnız Musa'yı ve Ya­hudî milletinin seçkin bir millet olduğunu kabul etmeleri tasvîr ediliyor. Hıristiyanlık boyası olarak yalnız vaftiz yaptıkları, onlarca hazırlanan su­ya girenin artık değişmiyen bir renge boyandığı da ana hatlarıyla çi­ziliyor. Halbuki bütün dinler ve peygamberler Tevhit akidesini ana prensipleriyle getirmiştir. Bu bakımdan peygamberler arasında fark gözetmek, kimini üstün, kimini aşağı görmek veya reddetmek bu akide­ye tamamen aykırıdır.

Isiâm ise bütün insanlar için değişmiyen tek bir boya ya da renk ge­tirmiş, buna «Allah ve Resulüne gönülden imân» ismini vermiştir. Bu bo­yanın göz alıcı renginin parlaklığında ve sabitliğinde bütün peygamber­leri kabul etmeyi, onların hepsine saygı göstermeyi, nakşedip işlemiştir. «De ki: Hayır, (elbette bir dine uymam gerekiyorsa) Hakk'a dosdoğru yönelmiş bulunan İbrahim'in dinine uyarız. O hic bir zaman Allah'a eş-ortak koşanlardan olmadı.» Mealindeki âyet o boyayla çizilen bir motif­tir. Tevhît akidesinin kapısını bütün milletlere açık tutan ve gelip geçen binlerce peygamberin getirdiği tek boyayla onu boyayan İslâmî fırça şu cümlelerle Yahudî ve Hıristiyanların ayrı bir boyayla boyanmak istedikle­rini, bu yüzden îevhît akidesinin dışına çıktıklarını ilân ediyor:

«Deyiniz ki, biz Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve Esbat'a (Yakub Peygamberin torunlarına) indirilen; Musa ve İsa'ya ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilen (sahife, kitap ve vahy)e imân ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden farklı tutmayız. Biz an­cak Allah'a boyun eğen Müslümanlardanız.»

Tevhît dininin esasını kendi çıkarları uğruna değiştirip asliyetinden uzaklaştıran Yahudî ve Hıristiyanlar fasit bir daire içinde İslâmın sosyal yapısını da sarsmaya başlayınca, «Eğer onlar (Yahudifer ve Hıristiyanlar) sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse elbette doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüzçevirecek olurlarsa, ancak (bir yola) düşmüş olurlar. Bu takdirde de Allah onlara karşı Sana yeter ve O, ge­reği gibi işiten ve bilendir.» âyetinin sırrı tecelli etti. Resûlüllah (A.S.) Be­ni Kurayza'yı te'dîp etti, bir kısmını Medine dışına çıkmaya mecbur tuttu. Beni Nadîr'ı da olduğu gibi Medine'den çıkarıp diyar-i küfre sürdü. Ka­lanlardan da cizye aldı. [120]

İşte bu, İslâm'ın apaçık bir delili oldu. Keskin bir kılıç hissini verdi, et­rafı aydınlatan göz kamaştırıcı bir nur olarak arz-ı endam etti. Bundan sonra tevhît burcunda bulunan Müslümanlar insanlığa şöyle seslendiler:

Biz bütün peygamberlere inanırız. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Çünkü hepsi de aynı kaynaktan beslenmiş, aynı güneşten ışık ve enerji almış, hepsi de yeryüzünde Allah'ın halîfesi olarak yüklenmiş ol­dukları nübüvvet ve risaleîi hakkıyla yerine getirmeğe çalışmıştır.

Biz Müslüman olarak ilim ve hikmetin, adalet ve hakşinaslığın âşığı­yız; bu değerleri nerede ve kimde bulursak -isterse o kimse putperest ya da ateşperest olsun- alırız. İmanımız en sağlam terazimizdir. Aklımız en iyi ölçümüzdür. Hakkı hak olduğu için benimser ve savunuruz. Bizimle birlikte tevhît burcuna yükselmek isteyen herkesi kabul ederiz ve bu burca yükselen her insanı kardeş sayarız.

Allah bizi, ebedle ezel arasını dolduran boyasıyla boyadı, hepimizin rengi, İslâm ve imândır. Bundan dolayı kendimizi bahtiyar kabul ediyoruz. Çünkü bu boyadan daha güzel bir boya yoktur. O, ebediyen solmaz. Biz ancak bu renkle Allah'a kulluk ederiz, ibâdeti O'na hâlis kılarız. Dünya metaı uğruna ne tevhît burcunu yıkar, ne de boyandığımız boyayı değiştiririz. Fanilerin önünde eğilmez, dalkavukluk yapmayız! İLMİ YÖNÜ «Allah'ın (değişmiyen) boyasına ge­rekli olun! Boya cihetiyle Allah'tan daha güzel kim?»

Bu cümlelerde geçen sibğa kelimesine tefsîrciler birkaç mâna vermişlerdir. Ayrıca ondan Allah'ın varlık alemindeki eşyada meydana ge­tirdiği renklerin tümü kasdediîiyor, Nitekim İbn Ebû Hatim ile İbn Murde-veyh'in yaptıkları sahîh rivayete göre : İsrâiloğulları bir gün Musa Peygam­bere sormuşlar:

  Ey Allah'ın peygamberi! Senin Rabbin boya yapar mı? Musa Peygamber böyle bir soruya üzülmüş ve :

  Allah'tan korkun, böyle sorular sormayın!, diye cevap   vermişti. Bunun üzerine Allah, Musa peygambere vahyederek buyurmuştu ki: «De ki, ben kırmızı, beyaz, siyah ve daha başka renkler yaratırım.» [121]

Önce şunu kaydedelim ki Allah'ın insanlara olan büyük lütuf ve nî-metlerinden biri de renkleri görmek ve ayırt edebilmek yeteneğidir. Renk­ler tabiatta yararlı bir görev yapmakla beraber, büyük zevk de verirler. Hayvanların pek çoğunun renkleri ayırtedemediği ve dünyayı siyah ile kur­şuni renklerde gördükleri söylenmektedir.

Gerek klorofilin güneş enerjisini (foton denilen tanecikleri) yaprağa gelince kapması ve renk verici kimyasal bir madde halinde kendini his­settirmesi, gerekse renk dizisinde tayf denilen renklerin meydana gelme­si, Allah'ın örnek kabul etmiyen üstün san'atını ve O'nun bu husustaki şaşmayan belli kanunlarını gösterir. Meselâ: Yaprakları meydana getiren milyonlarca hücreden birini alıp inceliyecek olursak, hücrenin ince bir selülozlu zar tabakasıyla çevrili olduğunu ve içinde bir çok canlı oluşukla­rın bulunduğu «sitoplazma»yı görürüz. İşte bu canlı oluşuklar arasında bu­lunan «plast»lardan klorofil tutanlar vardır. Bu, yapraktaki cazip rengi sağlamaktadır. Beyaz ışık olarak gördüğümüz şey gerçekte gök kuşağı­nın bütün renklerinden meydana gelmiştir. Beyaz ışık tayf hâlinde yani renkler halinde ayrılabilir.

İşte bütün bu incelikler ve üstün sanatla işlenen renkler Allah'ın varlığına, birliğine, kanunlarının şaşmazlığına, kudretinin her şeyde hâkim

ve nâfız bulunduğuna delâlet etmektedir. Maddedeki renklere ne kadar ihtiyaç varsa, gönlümüz ve gözümüz bundan ne kadar zevk alıyorsa, mâ­nadaki iman rengine de ruhumuzun o nisbette, belki daha fazla ihtiyacı vardır. Ruhun en çok zevk aldığı renk, Tevhît burcunda dalgalanan imân ve irfan rengidir.

Yukarıdaki âyetle bu maddî ve manevî iki çeşit renk arasında kuv­vetli bir irtibat kurulmakta, birinden diğerine intikal etmek-suretiyle asıl yaratanın kudretini sezmeye yol açılmaktadır. [122]

 

Fıkhî Yönü

 

Hıristiyanlardan birinin çocuğu olunca, doğumunun yedinci günü onu ma'mudiyye tabir edilen bir suya sokarak vaftiz yaparlar. An­cak bundan sonra o çocuk dosdoğru Hıristiyan sayılır. Bu, bir çeşit sün­net yerine geçer, anne ve baba için o gün bayram sayılır.

Allah bunun uygun bir sünnet olmadığını, asıl en güzel boyanın «İs­lâm Dinine» girmek, tevhît akidesine bağlanmak olduğunu beyân ediyor.

İslâm fakîhlerinden bazısı, âyette geçen sibğa kelimesini guslet­mek = yıkanmak anlamına alarak İslâm'a girmek isteyen bir gayr-i müs-limin gusletmesinin vâcib olduğunu istidlal etmişlerdir. [123] Ancak bu vü-cub, teâbbudîdir (ibadetle ilgilidir).

Nitekim bu hususta sünnet vârid olmuştur: Kays bin Âsim ile Süma-me bin Esâl, Müslüman olduklarında Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara gusletmelerini emretmişti. [124]

Ebû Hüreyre (R.A.)ın rivayetine göre: Peygamber (A.S.) Sümame'ye Ebû Talha'nm bahçe duvarının yanında gusletmesini emretti. Sümame bu emir üzerine yıkanıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra dönüp gelince, Pey­gamber (A.S.) Efendimiz : «Arkadaşınızın Müslüman oluşu güzel oldu!» buyurdu.

Saîd bin Cübeyr'e göre, yeni Müslüman olmuş bir kimsenin yıkanma­sı sünnettir. [125]

 

Tasavvuf! Yönü

 

 «Biz ancak O'na içten gelen katıksız bir ciddiyet ve samimiyetle bağlanmışızdır.»

Âyetteki muhlisin sıfatını, «içten gelen katıksız bir samimiyet şeklinde» tefsir edip mânalandırdıksa da aslında ihlâs çok yönlü bir terimdir. Özellikle tasavvufcuların buna geniş yer verdiği malumdur.

Cüneyd-i Bağdadi'ye göre, İhlâs: Allah ile kul arasında öyle bir sırdır ki, onu ne bir melek bilir ki yazıp kaydedebilsin; ne de bir şeytan bi­lir ki ifsat edebilsin.

Ruvaym'e göre ihlâs : Öyle bir ameldir ki sahibi onunla her iki dün­yada da ne bir karşılık, ne de omuzlarındaki meleklerden bir hisse bekler.

Ebû Kasım el-Kuşeyrî ihlâsı şu hadîsle değerlendirmiştir: Peygamber (A.S.) buyuruyor ki: «Cebrail'den ihlös'ın mânasını sordum; bana dedi ki, onu ben Rabbimden sordum. Rabbim şöyle buyurdu: İhlâs, benim sırla­rımdan bir sırdır ki onu kullarımdan sevdiğim kimsenin gönlüne bırakı­rım.» [126]

Saîd bin Cübeyr'e göre, ihlâs : Allah'a, Onun aininde hiçbir şeyi eş-ortak etmemek, amelde ondan başkasını görmemektir.

Fudayl'e göre : Ameli, insanlar görür diye terketmek riyadır. İnsanlar için, onlar görsün diye amelde bulunmak ise küfürdür. İhlâs ise, Allah'ın seni bu ikisinden kurtarıp afiyete eriştirmesidir. [127]

Huzayfe el-Mar'aşiy'e göre ihlâs : Kulun zahirde ve bâtındaki fiil ve amellerinin aynı ölçüde olmasıdır.

Ebû Yakub el-Makfûf'a göre : Kulun kötülüklerini gizlediği gibi iyi­liklerini de gizlemesidir. [128]

 

Tahliller

 

İbrahim, İsmail: Özel isimlerdir. Halil ve Sibveyh'e göre, bunların ço­ğul şekli, Berâhim, Semâil'dir. Küfelilere göre, Berâhime ve Semâile'dir. Muhammed bin Yezd'e göre, Ebârih, Esömi'dir. İshak da böyledir. [129]

E s b a t: Yakub Peygamberin oniki oğluna ve bunlardan meydana ge­len oniki kabileye verilen çoğul isimdir. Tekili, «sibt» gelir. Bu kelime İs-râiloğuları'nda bir çeşit kabile, boy anlamında kullanılmıştır, «sibt» maddesinin kök mânası ise, (b) harfinin sükûnuyla birbiri ardına gelmek, demektir, (b) harfinin fethasiyla ağaç demektir. [130]İsrail ya da İshak'ın evlâdına verilen bir isim de olabilir. Nitekim «Biz, İsrâiloğuliarı'nı ayrı ay­rı topluluk halinde on iki boy'a ayırdık.» A'raf Sûresi 160. âyet bu mânayı kuvvetlendirmektedir.

İbn Abbas'a göre : Nûh, Şuayb, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Ya­kub, İsmail ve Muhammed (hepsine salât-u selâmlar olsun!) müstesna, diğer bütün peygamberler İsrâiloğulları'ndan gelmiştir. [131]

Şikak: Mücâdele, muhalefet, haddi aşmak gibi anlamlara gelir. « ş ı k k » kökündendir; taraf mânasını ifâde eder.

Sİ bğ a:

a)  Allah'ın dini. Mahzûf olan «ittebiû» veya «ilzemû» fiiliyle mensuptur.

b)  Sünnet olmak. Nitekim İbrahim Peygamber de sünnet olmuştur,

c) İslâm ve tevhide dayalı imân.

İhlâs: İbâdeti, halkın övgü ve yergisi düşünülmeksizin Allah için hâlis kılmaktır.

Hanîf: Hanf kökünden gelen bir sıfattır; meyletmek anlamına de­lâlet eder. İbn Abbas (R.A,)a göre; Hanîf: bütün dinlerden yüzçevirip İslâm'a yönelen kimsedir. Araplar, her hacceden ve sünnet olan kimseye «hanîf» derlerdi. [132]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yahudî ve Hıristiyanlar, varlık âlemine renk ve mâna veren ilâhî bo­yayla boyanmaktan uzaklaşıp bütün peygamberlerin temelini atıp geliş­tirdikleri tevhit ve teslimiyet burcundan kendilerini aşağı at­tılar. Tıpkı toprak üzerine tuzakla birlikte serpilen donelere gözü karar­mış bir şekilde yukardan iniş yapan aç kuşlar gibi. Böylece onlar ayrı bir boyaya boyanmak istediler: Yahudilerin aradığı boya, maddecilik idi. Hı­ristiyanların ise  teslis   (üç tanrı fikri) ve vaftiz idi.

Aşağıdaki âyetlerde, bu iki milletin tevhît burcundan düştükten son­ra kendilerini bilemez oldukları; doğunun da batının da Allah'a ait bulun­duğunu, O'nun rahmet, kudret, azamet ve ilminin her yanda tecelli etti-

ğini unutarak Müslümanların, tevhit akidesinin mihrakı ve bütün resû! ve peygamberlerin yönelip yüzsürdüğü Kabe cihetine yönelmesini kına­yıp ayıpladıkları en manalı cümlelerle beyân ediliyor ve Müslümanların yeryüzünde, adalet örnekleri, hak şahitleri oldukları; âhirette de diğer milletlere karşı şahit gösterilecekleri hatırlatılıyor. [133]

 

Meali:

 

142—  İnsanlardan  kendini bilmeyen beyinsizler,  «Müslümanları bu­lundukları kibleden çeviren nedir?» diyecekler. De ki: «Doğu da Allah'ın­dır, Batı da Allah'ındır. O, kimi dilerse doğru yola iletir.

143—  Ve işte böylece sizi (ifratla tefrit arasında) vasat bir ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı   adalet   örnekleri,   hak şahitleri   olasınız. Peygamber de size hakkıyla şahit olsun.

Üstünde durduğun (arzu edip istediğin Beytullah'ı) kıble yapışımız da sırf Peygamber'e uyanları, gerisi gerisine döneceklerden bilip ayırt et­memiz içindir. Her ne kadar bu, Allah'ın doğru yola ilettiklerinden başka­sına ağır gelirse de (böyledir). Allah imânınızı zayi edip boşa çıkaracak değildir. Elbette Alfah, insanlara şefkatla yaklaşıp çokça rahmet eden­dir; aynı zamanda o çok merhametlidir.

144—  Şüphesiz ki Biz, yüzünü (ilâhî buyruğu bekleyerek) göğe doğ­ru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık Seni -and olsun ki- hoşnut olaca­ğın bir kıbleye döndürüyoruz: (Bundan böyle namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey mü'minler!) nerede bulunursanız (namaz­da) yüzünüzü oraya doğru çevirin. Kendilerine kitap verilenler bunun Rab'-lerinden gelme bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yaptıkların­dan habersiz değildir.»

 

İniş Sebebi

 

Hazret-i Peygamber (A.S.) onalti, ya da onyedi ay Beytülmakdis'e doğru namaz kıldı. Böylece namazda Kâbe-i Muazzama arkalarında kalı­yor ve bunun için kıblenin değişmesini çok arzu ediyordu, derken yukarı­daki âyetler indi. [134]

Kıble değiştirilmeden önce Beytülmakdis'e yönelip namaz kılan ve henüz Kabe'ye yönelmeden ölen mü'minler hakkında endişe duyanlar ol­du, bilhassa Yahudiler bu hususta Müslümanların endişesini artırıyorlar-dı. Bunun üzerine, «Allah imânınızı zayi edip boşa çıkaracak değildir.» mealindeki âyet indi. [135]

 

İlgili Hadîsler

 

Hazret-i Âişe (R.A.) Validemizden yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.J Efendimiz buyurdular ki:

«Kitap ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar), Allah'ın bizi eriştirdiği, on­ların da sapıttığı cuma gününe karşı; yine Allah'ın bizi eriştirdiği ve on­ların da sapıttığı kıbleye karşı ve bir de bizim imam arkasında «amîn» dememize karşı kıskandıkları gibi hiçbir şeyde bizi bu kadar kıskanmaz­lar!» [136]

Câbir bin Abdullah (R.A.) dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.), diğer milletlere şahit olmamızı şöyle ifâde buyurdular:

«Ben ve ümmetim kıyamet günü yüksekçe mahşer ehline hâkim bir tepe üzerinde bulunuruz. İnsanlardan herkes bizden biri olmayı arzu eder ve milleti tarafından yalanlanan her peygamber için Rabbı tarafından kendisine verilen risâleti tebliğ ettiğine dair şahitlik ederiz.» [137]

Mâlik'in İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, bir grup mü'min Küba'da sabah namazını kılarken bir haberci onlara gelerek şu haberi verdi: «Bu gece Resûlüllah'a (A.S.) Kur'ân indi. (Namazda) Kabe'ye yö­nelmekle emrolundu. Siz de artık yüzünüzü KÂBE'ye döndürün!»

Bunun üzerine o grup mü'min başlamış oldukları namazı bozmadan yüzlerini Şam cihetinden Kabe'ye doğru döndürdüler. [138]

Buharî'nin Berâ' bin Âzıb (R.A.)den tahrîc ettiğine göre, Resûlülİah (A.S.) Efendimiz Beytülmakdis'e doğru ya onaltı, ya da onyedi ay namaz kıldı. Ancak Kabe'nin kıble olmasını çok arzu ediyordu. Kabe'ye doğru ilk kıldıkları namaz, ikindi namazı oldu. Peygamber (A.S.) ile birlikte bu na­mazı kılan bir sahabi dışarı çıktı, başka bir mescide uğradı ki orada na­maz kılan mü'minler rükû'da bulunuyorlardı. Sahabi onlara şöyle seslen­di : «Ben Allah için şahitlik ederim ki, Peygamberle birlikte Kabe'ye doğ­ru namaz kıldık!» bu haber üzerine onlar rükû'dan kalkmadan Kabe'ye doğru namaz kılmak üzere oldukları yerde döndüler. Bu mescide «Mesci-dü'l-kıbleteyn» yani iki kıble mescidi denildi.

Başka bir rivayete göre, bu âyetler, Hazret-i Peygamber (A.S.) Beni Seleme mescidinde öğle namazını kıldırırken ikinci rek'atte iken indi. Resûlüllah (A.S.) namazı bozmadan olduğu yerde KÂBE'ye doğru döndü. [139]

Diğer bir tesbîte göre ise, Nüveyle binti Eşlem (R.A.) diyor ki: «Biz öğle namazını kılıyorduk; Abbad bin Beşîr el-Kayziy gelerek dedi ki: «Ha­kikat Resûlüllah (A.S.) Beytüimakdis'den yüzçevirip Beytülharam'ı kıble edindi, yüzünü oraya döndürdü!» Bunun üzerine mescidde bulunan ce­maatten erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçip yüzlerini Kabe'ye çevirdiler.» [140]

Bir başka rivayete göre de kıble değişince Kabe'ye doğru ilk namaz kılan Ebû Saîd bin Muailâ  (R.A.) olmuştur. Hazret-i   Peygamber   (A.S.) minberde iken kıblenin değiştirildiğini haber verince, tam o sırada Rt> Saîd Mescid'in önünden geçiyordu. Bu haberi duyunca henüz Resûlüllah minberden inmeden o Kabe'ye yönelerek iki rek'at namaz kıldı. [141]

 

Tarihî Yönü

 

Kıblenin değişmesi İslâm tarihinde önemli olaylardan biridir. Ancak bunun tarihçesi hakkında birtakım farklı görüşler ve rivayetler vardır;

a)  Buharî'nin tesbitine göre bu olay Resûlüllah (A.S.)ın Medine'ye hic­retinden onaltı ya da onyedi ay sonra meydana gelmiştir. Dâre-Kutnî'nin tahrîc ettiği rivayette de Hazret-i Berâ' (R.A.) aynı şeyi ifâde ediyor, an­cak kesin tarih olarak «onaltı ay» söylüyor.

b)  İmâm Mâlik'in Yahya bin Saîd'den, onun da Saîd bin Müseyyeb (R.A.)den yaptığı rivayete göre, kıble tahvili. Bedir savaşından iki ay ön­ce olmuştur.

c)  İbrahim bin  İshak'a göre,  bu olay,  hicrî  ikinci yıl  recep ayında meydana gelmiştir.

d)  Ebû  Hatim el-Büsri'ye göre,  Müslümanlar  Beytülmakdis'e doğru onyedi ay üç gün yönelip namaz kıldıktan sonra kıble değişmiş ve bu olay Şaban ayının ortasında salı gününe rastlamıştır.

Resûlüİlah'sn (A.S.) Kabe'ye yönelmeden önce onaltı, ya da onyedi ay Beytülmakdis'e yönelip namaz kılması kendi re'y-u ictihadiyle mi olmuş­tur, yoksa ilâhî işaret ya da beyân üzerine mi? Bu hususta tarihçilerle rivâyeîçilerin görüşleri farklıdır:

A-- el-Hasen'e göre bu, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin re'y-u ictiha-diyle olmuştur. İkrime ve Ebû Aliye de aynı görüştedirler.

B— Taberi'ye göre, Resûlüllah (A.S.) namaz kılarken bu iki mukad­des yerden birine yönelmekte serbest bırakılmış, o da Yahudiler imâna gelir umuduyla Beytülmakdîs'e yönelmiştir.

C— Zeccac'a göre, öteden beri Kabe'ye alışan ve orayı kendilerince de mukaddes mekân ve mâbed kabul eden Mekke ve civarındaki müş­rikleri denemek için Beytülmakdis kıble olarak tercih edilmişti.

D— İbn Abbas (R.A.) ve cumhura göre, her iki kıbleye yönelmek de ilâhî vahiy ile olmuştur. Önce Beytülrnakdis'e yönelmesi için emredilmiş, sonra bu neshedilerek Kabe'ye yönelmekle emredilmiştir. Cumhur bu hu­susta Allah'ın :

 «Üstün­de durduğun (arzu edip istediğin Beytullah'ı) kıble yapışımız da sırf Pey­gambere uyanları, gerisi gerisine döneceklerden bilip ayırt etmemiz için­dir.» buyruğuyla istidlal etmiştir.

Diğer bir husus da :

Resûlüllah (A.S.) Medine'ye hicret etmeden önce Kabe'ye yönelerek mi namaz kılıyordu, yoksa Beytülmakdîse mi? Gerek râvilerin, gerekse ta­rihçilerin bu meseledeki görüşleri farklıdır:

İbn Abbas'a (R.A.) göre, hem Mekke'de, hem de Medîne'de Bey-tülmakdis'e yönelerek namaz kılmıştır. Yalnız Medine'de bu, 17 ay sür­müştür.

Ebû Amr'e göre, Mekke'de bulunduğu sürece İbrahim'le İsmail'in yap­tığı gibi O da Kabe'ye yönelerek namaz kılmıştır. Medine'ye hicret ettik­ten sonra 16 ay, ya da 17 ay Beytuimakdis'e yönelerek namaz kıl­mıştır. Böyle yapmasından maksat, Yahudileri İslâmiyete ısındırmaktı. Onların İslâm Dinine girmiyeceklerini, kendi bâtıl inançlarında ısrar ede­ceklerini anlayınca İbrahim Peygamberin kıblesi olan Kabe'ye yönelmeyi arzu etmiş ve bu arzusu yerine getirilmiştir.

Bu tarihî olaydan çıkarılan sonuç şudur:

Hazret-i  Peygamber (A.S.)   Mekke'de iken  Beytuimakdis'e yönelmiş olsaydı, Kabe'ye fazlasıyla bağlı bulunan Mekke müşrikleri onu bu hususta kınayacak, İslâmiyete bu yüzden girmek istemediklerini belki ileri süreceklerdi. Medine'ye hicret ettikten sonra Beytuimakdis'e yönelmesi ise, Yahudilerin buna benzer bir itirazına meydan vermemek içindi. Ne­ticede bu vadide hem Mekke müşrikleri, hem de Medine ve civarı Yahu­dileri imtihanı kaybederek dünyada da, âhirette de zarara uğrayanlardan oldular. İslâm güneşi ise, her gün biraz daha yükselmekte ve cihanı aydın­latmakta devam etmektedir. [142]

 

Sosyal Ve Ahlâkî Yönleri

 

«Ve işte böylece sizi (ifratla tefrit arasında) vasat bîr ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı adalet örnekleri, hak şahitleri olasınız. Peygam­ber de size hakkıyla şahit olsun.»

Ümmet-i Muhammed, ifrat ve tefritten uzak, itidal ölçüleri, adalet kıstasları olarak yetişip gelişen bir millettir. Ne kendi haklarına tecavüze razı olurlar, ne de kendileri başkasının hakkına tecavüz ederler. Herkese karşı adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde hareket ederler. Yeryüzünde hak şahitleri olarak üstün medeniyet modelleri gösterirler. Onların mümeyyiz vasıflarından birkaçı da işte budur.

Muhammed (A.S.)ın ümmetinin hak şahitleri oldukları hem dünyada, hem de âhirette görülür. Dünyada hakkı temsîl ederler, insan haklarını en hassas şekilde korur, ilâhî rahmetin sıcak havasını donmuş kalblere es­tirirler; aleyhlerine bile olsa doğruluktan asla ayrılmazlar. Kardeşlik bağ­larını geliştirir, dayanışma ruhunu onlar harekete geçirirler. Allah'ın yer­yüzünde tecelli eden hilafet ve temsîl emanetini onlar taşırlar. Allah'ın insanlara olan umumî mânada geniş rahmet ve atıfetini onlar yaşar ve yaşatırlar. Ayrıca onların birbirleri hakkındaki şahitlikleri de Allah katında makbul tutulur. Nitekim Sahîh-i Müslim'de Enes bin Mâlik (R.A.)den ya­pılan rivayete göre, Medîne'de bir cenaze kabre götürülürken, tanıyanları onu övdüler, hayrile andılar. Bunu duyan Peygamber (A.S.) : «Vâcib oldu, vâcib oldu, vâcib oldu!» buyurdu. Sonra başka bir cenaze daha geçirildi, onu da yerdiler. Peygamber (A.S,) Efendimiz yine : «Vâcib oldu, vâcib ol­du, vâcib oldu!» buyurdu.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (R.A.), Peygambere (A.S.) şöyle sordu:

— Anam-babam size feda olsun! Önce bir cenaze geçirildi, onu övenler oldu. Siz de vâcib oldu, buyurdunuz ve bunu üc defa tekrarladı­nız. Sonra bir başkası geçirildi, onu yerenler oldu. Siz yine vâcib oldu, buyurdunuz ve bunu üç defa tekrarladınız?

Hazret-i Peygamber (A.S.) Ömer'e :

— Ya Ömer! Siz yeryüzünde kimi hayır ile anar, iyilikle överseniz cen­net ona vâcib olur. Kimi de şer ile anıp yererseniz, ona da cehennem vâcib olur. Çünkü siz (mü'minler) yeryüzünde Hak şahitlerisiniz!»

Diye cevap verdi ve bunu üç defa tekrarladı.

Ubade bin Sâmıt (R.A.)den yapılan başka bir rivayete göre, Resûlül-iah (A.S.) şöyle buyurdu : «Ümmetime üç haslet verildi ki bu ancak pey­gamberlere verilmiştir:

1.  Allah bir peygamber gönderdiğinde ona, «Dua et ki kabul edeyim!» buyurmuştur. Benim ümmetime de aynı şekilde emretmiştir.

2.  Allah gönderdiği her peygambere, «Allah dinde sizin üzerinize bir güçlük koymadı!» buyurmuştur. Aynı şekilde benim ümmetime de beyan­da bulunmuştur.

3.  Allah her peygamberi kendi milletine şahit tutmuştur. Benim üm­metimi bütün insanlar üzerine şahit kılmıştır.

Âhirette ise :

Peygamber Efendimiz ile onun ümmeti diğer peygamberlere şahit olacaklar. Nitekim Sahîh-i Buharî'de Ebû Saîd el-Hudri'den yapılan riva­yete göre, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur:

«Kıyamet günü Nûh Peygamber çağrılacak. Nûh, buyur Allah'ım bu­yur! emrine amadeyim! diyecek. Allah ona :

  Ya  Nûh! yüklenmiş olduğun  risâlet (peygamberlik görevin)i teb­liğ ettin mi?

Diye soracak, Nûh :

  Evet, ya Rabbi! tebliğ ettim, diyecek. Bu kez Allah onun ümmetine soracak:

  Nûh size tebliğ etti mi?

Onlar inkâra sapıp cevap verecekler:

  Hayır, bize uyarıcı gelmedi! diyecekler. Bunun üzerine Allah bu defa Nuh'a soracak :

Ya Nûh! bu hususta kim sana şahitlik eder? Nûh ;

— Muhammed ile O'nun ümmeti teblîğ görevimi yaptığıma şahitlik ederler.»

İşte Kur'ân'da buna işaret edilerek buyuruluyor ki: «Sizi (ifratla tef­rit arasında) vasat bir ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı adalet ör­nekleri, hak şahitleri olasınız. Peygamber de size hakkıyla şahit olsun.»

Vasat bir ümmet oluşlarının diğer bir mânası da şudur:

Daha önce gelen ümmetlerden bir kısmı daha çok dünyaya meylet­miş, âhireti ihmâi ya da terketmişlerdir; Yahudiler gibi. Diğer bir kısmı ise, daha çok âhirete meyletmiş, dünyayı ihmâl etmiştir. İsâ Peygamber­le kendisine uyan havariler gibi. Muhammed Peygamberle (A.S.) O'nun ümmeti bu ikisi arasında bir yol tutmuş, hem dünyayı, hem de âhireti bir-arada kucaklamıştır. Hiç ölmiyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı ana prensip olarak kabul etmişlerdir.

Böylece İslâm hem ruhun, hem de cesedin hakkını vermiş, ikisini de gı-dalandırmak suretiyle maddeyle mânayı paralel yürütmüştür. [143]

 

Fıkhî Yönü

 

Kıblenin değiştirilmesinde Kur'ân'ı Kerîm'de nâsıh ve mensûh âyet­lerin bulunduğuna açık delîl vardır. Kur'ân'da ilk neshedilen âyet, kıble hakkındaki hükümdür.

Ayrıca bundan, Sünnetin âyet ile nesholunduğunu istidlal edenler vardır. Çünkü onlara göre, Resûlüllah (A.S.)ın Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılması hakkında ilâhî bir beyân mevcut değildir; hüküm sünnet cihetiyle sübut bulmuştur.

Diğer bir husus da, haber-i vâhidle amel etmenin caiz olduğuna dair istidlaldir. Çünkü kıblenin değiştirildiğini Kubâ halkına haber veren bir kişi idi. Nitekim Peygamber (A.S.)ın bâzı emirlerini tebliğe tek bir ki­şiyi me'mur ettiği tarihen sabittir. Ancak bu hal, Resûlüllah (A.S.)ın vefa­tından sonra kaldırılmış; haber-i vahide bâzı hususlarda, özellikle Kur'ân'-la ilgili âyetlerde itibar edilmemiştir.

«Bütün insanlara karşı adalet örnekleri, hak şahitleri olasınız!» mea­lindeki âyetten bir kaç fıkhı hüküm istinbat edilmiştir:

1.  Birinin diğeri   üzerine şahitliği   ancak âdi! olmak   şartıyla   kobul edilir.

2.  İcmâ'ın sıhhatına ve vardıkları hükümlerin vücubuna delâlet var­dır. O halde her asır, kendinden sonraki asra hak şahitleridir. Meselâ :

Sahabe-i Kiramın dinî hususlardaki söz ve beyanları onlardan sonra ge­len tabiîne hüccet ve şahittir. Tabiînin dinî hususlardaki söz ve be­yanları kendilerinden sonra gelenler (tebe-i tabiîn) için hüccet ve şahit­tir... [144]

 

Tahliller

 

Süfehâ: Sefîh'in çoğul şeklidir. Daha çok aklı hafif bön kimse hakkında kullanılır. Seyrek dokunmuş ince elbiseye de «sevbün sefîhün»   derler. (Müfredat-i Rağıb).

Muarrice göre, sefîh iftiracı, yalancı aynı zamanda bildiğinin aksini iddia eöen kimseye verilen bir sıfattır. Kurtûbî'ye göre, çokça zulmeden bilgisiz kimse demektir.

Âyetteki «süfehâ»dan maksat, Medîne Yahudileri ile Mekke müşrik­leri ve o tiynette olan herkesdir.

Vasat: Orta, ortalama, mutedil demektir. Peygamber (A.S.)ın üm­meti, diğer peygamberlerin derecesinden aşağı ise de onların ümmetlerin­den bir hayli yukardadırlar. Böylece vasat bir ümmet oluyor. İfrat ve tef-rît arasında bir yol takip etmek de bu kelimenin kapsamına girmektedir.

Vasat, aynı zamanda «adalet» demektir. Bu mânayla ümmet-i Muhammed hem kendi aralarında, hem de başka milletlere karşı adaletle davranırlar.

Rağıb'a göre vasat: İki eşit tarafı olan şeyin ortası, cömertlikle cimrilik arası; hayırla şer ortası gibi mânalarda da kullanılır. Ayrıca bu kelime, seçilmiş, beğenilmiş anlamına da gelir. Fakat âyette geçen va-sat'dan maksat, daha çok adalet olsa gerek. Nitekim diğer bir âyette geçen «evsatuhum, a'deluhüm» ile tefsîr edilmiştir. Cevhe­ri kendi Sıhah'ında «Ümmeten vasatan» terkibini, «ümmeten adlen» ola­rak mânalandırmıştır. Şâir Züheyr de aşağıdaki mısra'ında vasat'ı aynı anlamda kullanmıştır:

«Onlar vasat (âdil) kimselerdir ki, gecelerden bir gece şiddetli mu­sibetler indiği zaman halk onların hükmüne razı olur.» [145]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Adaletten ayrılan, ifratla tefrit arasını bir türlü bulamayan, Allah'a kullukta aynı kıble üzerinde diğer ümmetlerle birleşmeyen, bu yüzden dinden asıl gayenin ne olduğunu bilemez hale gelen Yahudi ve Hıristi-

yanların İbrahim (A.S.)ın Hanîf yolundan nasıl uzaklaştıkları ve aşırı bir taassupla Muhammed'i (A.S.) nasıl reddettikleri beyân edildikten ve Muhammed (A.S.)ın ümmetinin bu iki milletin tutumunun aksine adalet örnekleri, hak şahitleri bulunduklarına dikkatler çekildikten sonra Al­lah'a kullukta bütün insanların birleşmesi gerektiğinin lüzumu belirtiliyor; kıble olarak ilk kurulan mabedin (Kabe), Allah'a dosdoğru imân eden mil­letlerin müşterek kıblesi olduğu anlatılıyor.

Ve sonra hakkın ancak Allah'dan olduğuna, bir şeyi hak ya da kut­sal saymaya başkasının yetkili bulunmadığına atıflar yapılıyor. Bu ne­denle Yahudi ve Hıristiyanların kendi anlayış ve heveslerine göre kıble tâyin etmelerinin ilâhî rızaya uygun düşmediğine, aslında doğunun da batının da Allah'a ait olduğuna, doğu ya da batıyı kıble seçmenin daha fazla bir mâna taşımadığına; Kâbe-i Muazzamanın ibâdet için kıble ola­rak gösterilmesinde ise inanan milletler için bir nice hayırların mevcut bulunduğuna  işaretler yapılıyor. [146]

 

Meali:

 

145—  And olsun ki, kendilerine kitap verilenlere her türlü âyet {de­lil, belge, kanıt)ı getirsen yine de Senin kıblene uymazlar. (Elbetteki) Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onların kimi kiminin (Yahudiler Hı­ristiyanların, Hıristiyanlar da Yahudilerin) kıblesine zaten uyacak değil­lerdir.

And olsun kî, Sana gelen bunca ilimden sonra kalkar da (farzedelim) onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, şüphesiz ki o zaman Sen de zâlimlerden olursun.

146—  Kendilerine   kitap   verdiklerimiz   (Yahudiler   ile   Hıristiyanlar) O'nu (son peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla be­raber onlardan bir kısmı bilip durdukları halde hakkı gizlerler.

147—  Hak dâima Rabbin katındandır. Artık şüpheye düşenlerden ol­ma sakın!.

148—  Her milletin bir yönü, yolu ve yöntemi vardır ki ona doğru yö­nelir. Siz ise (ey Muhammed ümmeti!) hayırlara yönelip (bu hususta) bir-birinizle yarışın. Nerede olursanız olun AHah hepinizi topiayip biraraya ge­tirecektir. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye kudreti yeter.

149—  Her nereden (yola) çıkarsan cık, (namazda) yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir. Şüphesiz ki bu, Rabbin tarafından (verilen) hak (bir emir) dir. Allah yapacaklarınızdan habersiz değildir.

150— (Evet, Peygamberim!) Nereden çıkarsan çık (namazda) yüzü­nü Mescid-I Haram tarafına çevir. Siz de (ey mü'minler!) nerede olursanız olun, yüzünüzü (namazda) o tarafa doğru döndürün; tâki insanlar için aleyhinize bir hüccet kalmasın; ancak içlerinden zulmedenler hâriç. Siz artık onlardan korkmayın, Benden korkun; hem size olan nimetimi tamam­layayım; ola ki doğru yolu bulursunuz.

 

İniş Sebebi

 

Kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyan ruhanî reisleri, öz oğullarını tanıdıkları gibi Hazret-i Muhammedi (A.S.) de, Tevrat ve İncil'de yazılı olan sıfatlarından bilip tanırlardı.

Nitekim Yahudi ilim adamlarından Abdullah bin Selâm ve arkadaşla­rı, Peygamber (A.S.) Efendimizi birçok özellikleriyle bilip tanıdıkları için bunlardan bir kaçı İslâmiyet! kabul etmekte tereddüt etmedi. Abdullah bin Selâm bir ara : «Andolsun ki ben Resûlüllah (A.S.) efendimizi öz ev­ladımdan daha iyi tanır ve bilirim!» diyerek gerçeği ve Tevrat'da yazılı bulu­nan sıfatların hak olduğunu bir defa daha duyurmak istemişti. Bunun üze­rine Hazret-i Ömer (R.A.) ona :

  Ya Abdullah! Bu nasıl olur? Diye sorunca, o şu cevabı vermiştir:

  Evet, ben, Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet ediyorum; bunda hiç bir şüphe ve tereddüdüm yoktur ve olamaz da. Ama kendi öz evlâdım hakkındaki şahadetim bu nisbette kuvvetli değildir. Çünkü ana­sının bir şey yapıp yapmadığı hakkında kesin bilgim yoktur!

Hıristiyan olan Selmân el-Fârisî ile Temîm ed-Dârî'nin bilgileri ve şa­hitlikleri Abdullah bin Selâm'ın şahitliğinden daha zayıf değildi.

Yukarıdaki âyet, bilhassa bunlar ve benzeri ilim adamlarının belirti­len şekildeki şahadetlerini konu edinerek inmiştir. [147]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey Muhammed ümmeti! Hayırlara yönelip birbirinizle yarışın.»

Kurtubî'ye göre,  buradaki  hayırlardan  maksat, vaktin  evvelinde  kılınacak namazdır. Ebû Hüreyre (R.A.)nin rivayetine göre, Resûlüllah (A.S.) buyurdular ki:

«Öğlenin ilk vaktinde namaza giden, bir deve hediye (ya da kurban) eden kimse gibi (sevap kazanır). Ondan biraz sonra giden, bir inek hedi­ye eden kimse gibidir. Ondan sonra giden bir koç hediye eden gibidir. Ondan az sonra giden bir tavuk hediye eden kimse gibidir. Ondan biraz sonra giden ise (sevapta) bir yumurta hediye eden kimse gibidir.» [148]

Yine Ebû Hüreyre (R.A.)nin rivayet ettiği başka bir hadîste buyurulu-yor.ki :

«Şüphesiz sizden biriniz namazı vaktinde kılar; halbuki vaktin evve­linden terkedip kaçırdığı kısım onun çoluk-çocuğundan ve malından ken­disine daha hayırlıdır!» [149]

«Amellerin hayırlısı vaktin evvelinde kılman namazdır.» [150]

«Vaktin evveli ilâhî hoşnutluktur. Vaktin ortası ilâhî rahmettir. Vak­tin sonu ise ilâhî aftır.» [151]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönleri

 

 «And olsun ki kendilerine kitap verilenlere her türlü âyet (defil, belge, kanıt)! getirsen yine de senin kıblene uymazlar. (Elbette ki) Sen de onların kıblesine uyacak değilsin!»

Kitlelerin taassubu, ferdin taassup ve muhafazakârlığına hic benze­mez. «Fert itiraz ve münakaşayı kabul edebilir, fakat kalabalığın buna asla tahammülü yoktur.» [152]

Bu sözde büyük bir hakikat payı var. Yahudi kitlesi bütün açık bel­gelere, Tevrat'daki yazılı vasıflara rağmen bâtılda ısrar edip aşırı taas­sup gösterdiler. Bu yüzden bütün semavî kitapların müjdelediği en son peygamberi kabul etmediler. «Bizim için başka bir kurtarıcı gelecek, biz ancak onu bekleriz, başkasına uymayız» dediler. Ama onların aksine kendini kitlenin boğucu havasından kurtarıp akl-i selîmin meltemine kavuşturan Abdullah bin Selâm ve benzen ilim adamları, en son peygam­bere uymakta tereddüt etmediler. Hazret-i Peygamberle (A.S.) ilgili kayıt­ları ve belgeleri toplayıp akıl ve mantığın süzgecinden geçirdiler.

Görülüyor ki Yahudiler kitle taassubunun en koyusunu kendi dinî ve millî bünyelerinde saklıyan bir millettir. Tarih boyunoa onlar bu tutumla­rının birtakım dünyevî yararlarını görmüşlerse de zararları ve ıstırapları daha büyük çapta olmuştur. Asırlarca yurtsuz kalmaları, Sina çölünde perişan olmaları, Babil esaretleri ve nihayet ilâhî hışma uğramaları ve üzerlerine zillet ve meskenetin inmesi bu ısıtraplardan bir kısmıdır.

Yahudilerin inat ve taassupları o dereceye varmıştı ki, kendi milletle­rinden başka diğer milletleri bir çeşit köle kabul etmişler, onları sömürüp kemirmeyi dinî bir vecîbe sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Başka millet­lerden gelen azizlere itibar etmemişler, gönderilen birçok peygamberleri öldürmüş, ya da memleketlerinden kovmuşlardır. Zaman zaman Tevrat'­ın açık belgelerini değiştirmişler, Hazret-i Muhammed (A.S.) hakkındaki işa­retleri kendi arzularına göre tahrife uğratmışlardır. Onlar için va'dolunan mukaddes topraklar ve bu toprakların koynunda yer alan Beytülmakdis, vazgeçilmesi mümkün olmayan büyük bir dâva olmuş, asırlarca bunun ta­hakkuku için plânlar hazırlamışlardır. Onlara göre bu mâbedden daha kutsal, ya da mübarek başka bir yer olamaz.

İşte Yahudilerin bu yanlış tutumu, birtakım haksızlıklara, ahlâksızlık­lara yol açmış, Yahudi olmayan hiçbir kimseye hayat hakkı tanımamak gibi gayr-i insanî düşünceler onların kafasında sabit bir fikir hâlini almış ve bütün fertlerine sirayet etmiştir.

Peygamber (A.S.) Efendimiz bu milleti memnun etmek ve kalblerini Islâmiyete ısındırmak için Medîne'de 16 ya da 17 ay onların kıblesine yö­neldiği halde yine de onlarda en küçük bir değişiklik meydana getireme­di. Bilâkis sinsice düşmanlıkları her gün biraz daha artıyordu. Çünkü Haz­ret-i Muhammed (A.S.) İsrâiloğulları'nın bir boyundan, ya da Harun so­yundan gelen bir peygamber değildi. Bu yüzden bütün çabalar neticesiz kaldı.

Halbuki hak dinler, Allah'ın birliği inancı doğrultusunda bütün insan-' lann kurtulmasını, tüm hakların korunmasını, gönderilen peygamberlerin hepsinin saygı görmesini hedef olarak seçmiştir. Güzel ahlâkı, sosyal ha­yatın beden ve rûh sağlığı içinde gelişmesine temel yapmış, hukukta insan­ların eşit tutulmasını esas olarak kabul etmiştir.

Yahudiler taassupları icabı Tevrat'ı kısmen, ya da yer yer tamamen değiştirdikleri halde onda hâlâ Muhammed (A.S.)ın geleceğine dair belge­ler mevcuttur. Buna bir misal verecek olursak, TEVRAT-İŞAYA kitabı 42.

babda aynen yazılı olanı nakletmemiz kâfidir;

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağirmıyacak ve sesini (fazla) yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmiyeoek. Ezilmiş kamışı kirmıyacak ve tüten fitili sön­dürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pekiştirinceye kadar zayiflamiyacak ve cesareti kınlmıyacak ve adalar Onun şeriatını bekliyecekler.»

Yahudiler bütün bu hakikatlara rağmen son peygamberi imha etmek ve böylece İslâm nurunu söndürmek için korkunç plânlar hazırladılar. Hayber'de Resûlüllah'a (A.S.) zehirli kuzu ikram (!) ettiler.

Ama yahudiler ne kadar kendi heveslerine, kör taassuplarına bağlı kaldılarsa, mü'minler de o nisbette ve daha fazlasıyla Allah ve Resulüne bağlı kaldılar; ilâhî buyrukları her şeyin üstünde tuttular. Hiçbir zaman ne Peygamber (A.S.) Efendimiz, ne de O'nun inanmış şuurlu ümmeti gayr-i müslimlerin arzu ve heveslerine uymadılar. Bunun aksine uyan beyinsizler çıkacak olursa, Kur'ân bu gibiler hakkında en güzel hük­münü vermiştir: «Kendine yazık edenler.»

Günümüzde batılı ülkelerin âdetlerini taklit edenler eksik değildir. Yılbaşı gecesini kutlamak, o geceyi caz-saz, içki, kumar ve sair günahlarla renklendirmek, cenaze başında saygı duruşunda bulunmak, çeienk götür­mek bunlardan bir kısmıdır.

Hiç şüphe edilmesin ki, bu çeşit taklitler, bir bakıma Hıristiyanların kıblesine dönmektir. Kur'ân-i Kerîm bilhassa buna dokunuyor ve Müslü­manları taklit çukuruna düşmekten korumak için en açık belgeler getiriyor. [153]

 

Tarihî Yönü

 

«Onların kimi kiminin kıblesine zaten uyacak değillerdir.»

Yukarıdaki âyetle de ifâde edildiği gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar sade­ce Kâbe-i Muazzama'ya yönelmeyi reddetmiyorlar, aynı zamanda birbir­lerinin kıblesine saygı göstermeyi de hoş görmüyorlar. O halde bu iki miliet, İsiâm'a karşı birleşebiliyor; fakat başbaşa kalınca aralarındaki bağ kopuyor. İsâ Peygamber, İsrâiloğullan'na gönderilmiş bir peygamber ol­makla beraber Yahudiler bir türlü ona uymak istememiş, üstelik onu öl­dürmeye kalkışmış ve böylece Hıristiyanlarla birleşme imkânları ortadan

kalkmış, bu yüzden kıblelerini bile değiştirmişlerdir.

Aslında iki millet de Kudüs'deki mabedi kendi mâbedleri olarak ta­nırlar, fakat ibâdetlerinde kıble olarak Hıristiyanlar doğuya yönelirler, Ya­hudiler İse Beytülmakdis'e,.

İbn Kayyım el-Cevzî diyor ki:

«Gerek Yahudilerin, gerekse Hıristiyanların yöneldikleri kıble, ilâhî vahiy ve emirle olmamıştır. Bu tamamen kendi aralarındaki ruhanî reis­lerin telkin ve tesiriyle meydana gelmiştir. Hıristiyanlar doğu tarafını, Ya­hudiler ise tabu kabul ettikleri kayayı seçtiler ve bu kaya Beytülmakdis'-in yanında tesbit ettikleri yerden kaybolunca (bir rivayete göre göğe çık­mıştır) o yeri kıble edindiler.» Tevrat'ta buna dair bir kayıt mevcut de­ğildir. Başka bir yerde kayıt aramaya da lüzum yoktur. Çünkü İsrail mil­letinin ilk bin yıllık tarihini anlatan başlıca kaynak Tevrat'tır. Bu kitabı meydana getiren oniki kitabın en eskisi M.Ö. VII. yüzyılda ortaya çık­mıştır. Daha eski oldukları sanılan bazı yazılar da Hz. Musa'ya atfedil­mektedir (M.Ö. 14-13 yüzyıl). Tevrat'ın son kitapları ise, M.S. II. yüzyılda biraraya getirilmiştir.

Görülüyor ki Musa Peygambere inen Tevrat bir hayii zaman geçtik­ten sonra toplanıp biraraya getirilmiştir. Bu gerçeği, sadece tarihî vesika­lar değil, bizzat İsrail milleti tarafından yazılan kayıtlardan da öğrenmiş bulunuyoruz.

Hıristiyan din adamlarının kıble konusundaki iddia ve uydurmalarına gelince: Hz. İsa çarmıha gerildikten (!) sonra ortadan kaybolmuş, pa­pazlardan biri Hz. İsa'ya rastladığını ve onun şu tavsiyede bulunduğunu iddia etmiş; İsâ Peygamber sözde ona demiş ki: «Güneş benim çok sevdi­ğim bîr yıldızdır. Her gün benim selâmımı alır. Milletime de ki, namaz kı­larlarken (ibâdet ederlerken) güneşe yönelsinler!»

Hıristiyan milleti bu uydurma haberi getiren papazı doğrulamış ve böylece ibâdetlerinde doğu tarafını "kıble edinmişlerdir. [154]

Ayrıca, Hazret-i Meryem'in doğu tarafına çekilip doğum yapmasının da bunda büyük tesiri bulunduğunu unutmamak gerekir. [155]

 

İtikadî Yönü

 

«Sen de onların kıblesine uyacak değilsin.»

«Her milletin bir yönü, yolu ve yöntemi vardır ki ona doğru yönelir.»[156]

Bu iki cümlede, İslâm milletlerinin hedef ve gayesi ta'yin edilmiş ve ibâdette kendilerine seçilip beğenilen kıble belirlenmiştir. Bu husustaki ilâhî emirler kesindir; yorum kabul etmez. O halde kıbleyi değiştirme yet­kisi ne peygambere, ne de ümmetinden herhangi bir ferde verilmiştir. Hiç bir ilim adamı, ya da müctehit bunu değiştirmeye salahiyetli değildir ve olamaz da.. Namazda kıblenin farz kılınmasının sebebi işte budur. O halde kıblenin farziyetini inkâr eden küfre düşer; namazda başka bir cihete yö­nelenin ibâdeti makbul değildir. Zarurî haller müstesna..

Kıble hakkındaki âyetin tekrarı, gelecekte de kıblenin aynı cihet ola­cağını te'kid içindir.

«And olsun ki, Sana gelen bunca ilimden sonra kalkar da (farzede-lim) onların arzu ve heveslerine uyacak olursan şüphesiz ki o zaman sen de zâlimlerden olursun.»

Bu âyetten çıkarılan hükümlere gelince, şöyle sıralayabiliriz:

a)  Müşriklere ya da kitap ehline itikat ve ibâdette uyan, onların ar­zusuna göre ibâdet eden kimse dinden çıkmış olur

b)  Onların kötü âdet ve geleneklerini, gayr-i ahlâkî yaşayışlarını tak-lît edenler ise büyük günah işlemiş olurlar.

c)  Kıble ehli, yani Kâbe-i Muazzama'ya yüz çeviren, orayı kıble ka-' bul eden kimse tekfîr olunmaz. [157]

 

Tahliller

 

Mescid-i Haram'a yönelmek hakkında üç emir vardır. Bunun sebep ve hikmeti üzerinde duranların görüşleri kısmen olsun farklıdır:

a)  İslâm'da ilk nesih olayı kıble hakkında vuku' bulmuştur. Bu sebep le tekrar ve te'kide lüzum hâsıl olmuştur. (İbn Abbas R.A.)

b)  İnen üç emir arasında ahval ve şartlara göre bazı nüanslar vardır. Birinci emir Mekke'de Kabe'yi görenlere   ya da   görebilme   durumunda olanlaradır. İkinci emir Mekke'de olup Kabe'yi göremiyenler içindir. Üçün­cü emir Mekke dışındaki   bölgelerde   bulunanlar   içindir.   (Fahrüddin er-Râzi)

c)  Kurtubi'ye göre: Birinci emir   Mekke'de   oturanlar   içindir.   İkinci emir diğer şehir ve kasabalarda oturanlar içindir. Üçüncü emir yola çı­kanlar, seyahat edenler içindir.

«Tâki insanlar için aleyhinize bir hüccet kalmasın!»

Mealindeki âyet şöyle yorumlanmıştır: Kitap ehli (Yahudi ve Hıristi­yan) din adamları, Tevrat ve İncil'de son gelen peygamberin ümmetinin Kâbe-i Muazzama'ya yönelip ibâdet edecekleri hakkında birtakım işaret ve belgelere rastlamışlardı. Eğer Kabe'ye yönelme emri inmeseydi, onlar bu açıdan da delil getirip Hazret-i Muhammed'in (A.S.) son peygamber olma­dığını iddia eder, inkârlarında belgeli konuşurlardı. [158]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamberin sünnetleri kısmen beyan edildikten, O'nun Hakk'a dosdoğru yönelip teslimiyetinden bahsedildikten ve insanlık için ilâhî vergi olan bu nimetlerin cemiyet ve milletlerin tekâ­mülüne paralel yükselme kaydettiğine işaret edildikten sonra, en son pey­gamber Hz. Muhammed (A.S.)ın gönderilmesiyle bu nîmetin tamamlanıp doruğuna yükseldiği ve artık Müslümanların Allah'ı gönülden anıp O'na şükretmeleri gerektiği, bunca nîmete karşı nankörlüğün küfre kapı açaca­ğı en duyarlı cümlelerle ifâde edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, son peygamberin bilhassa ilim ve hikmetle gön­derildiğine, ilim ve hikmetin beşer için yollarını aydınlatıcı tek meş'ale olarak bulunduğuna, bu meş'aleden mahrum kalanların üstün bir varlık ve kudret gösteremiyeceklerine dikkatler çekiliyor. [159]

 

Meali:

 

151—  Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik, sizi (ruhunu­zun yüceliğiyle ters düşen, insanlığınızın ölçüsünü zedeleyen, ebedî mut­luluğunuza engel olan her kötü şeyden) temizler; size kitap ve hikmeti öğretir; size bilmediğiniz şeyleri öğretip belletir.

152—  O halde anın Beni, anayım sizi; şükredin Bana ve sakın nan­körlük etmeyin.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'a itaat edip O'na boyun eğen kimse, -namazı, orucu ve hayır­lı işi az bile olsa- cidden Allah'ı anmıştır. O'na isyan eden kimse, -nama­zı, orucu ve hayırlı işi çok da olsa yine de- Allah'ı unutmuş sayılır.» [160]

Azîz ve Celîl olan Allah buyuruyor;

«Ben kulumla beraberim; kulum beni andığı ve dudakları benimle ha­reket ettiği müddetçe.» [161]

Yine Azîz ve Celîl olan Allah buyuruyor:

«Beni kendi nefsinde anan kimseyi, kendi nefsimde anarım. Beni bir toplulukda anan kimseyi daha hayırlı bir toplulukta anarım.» [162]

 

Ahlâkî Yönü

 

İbrahim Peygamberin (A.S.) sünnetleri, daha çok İslâmî sünnetlerin bir benzeri ya da onların ilk modelleridir. Bunun kemâl derecesi, Hazret-i Mu-hammed (A.S.) ile vücud bulmuştur. O halde Allah'ın insanlara olan üs­tün nîmetleriniıı başında, onlara ilâhî belgeleri okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve daha bilmedikleri nice şeyleri belleten, bütün bunlarla beraber onları her türlü kir ve pastan temizliyen bir peygamberin gönderilmesi gelir.

Nimeti ihsan edenin anılması ve O'na yürekten şükrediimesi, O'nun vermiş olduğu nimetin ölçüsünde olmalı değil midir?

O halde Allah'a olan bağlılığımız, kalbimizin idrâkî ve O'nun büyük­lüğüne karşı uyanıklığıyla ölçülür. Bu nisbet arttıkça insanın ruhî yapısı gelişip cilalanır; ahlâkı güzelleşir, hayr-u hasenatı çoğalır; fazîlet dolu ör­nekler vermeye başlar. Unutmayalım ki, Allah'ı daha çok ibâdet ve itaatı-mızla, teslimiyet ve tevazuumuzla anmış oluruz. Bunlarsız bir anış çok yavan kalır. Kul Allah'ı ibâdet ve teslimiyetiyle anınca, Allah bir yandan nîmetini artırır, bir yandan da onu rahmet, sevap ve saadetle yâdeder.

Hazret-i Musa (A.S.) ; «Ya Rabbî, Sana nasıl şükredeyim?» diyerek, O'nun hoşnutluğuna uygun şükretmenin kemâl mertebesini öğrenmek istemişti. Bunun üzerine Allah (C.C.) ona : «Beni sürekli anacaksın, unut­mayacaksın!» buyurmuştu. [163]

Hasan Basrî (Rahmetuilahi aleyh) diyor ki:

«Âyetin tefsîrini bu hadîslerin ışığında şöyle bağhyabiliriz: Beni, size farz kıldığım ibâdetlerle anın ki ben de sizin için kendime gerekli kıldığım sevap vğ rahmetimle sizi anayım.» [164]

 

Sosyal Yönü

 

Bütün milletlere gönderilen en son peygamber Hazret-i Muhammed (A,S.)m insanlığa getirmiş olduğu cihan değerindeki ilim ve hikmetler, yukarıdaki âyetlerle altı madde halinde özetlenmiştir:

1.  Bu peygamber insanların içinden seçilip gönderilmiştir.

2.  İnanan milletlere Allah'ın âyetlerini ve açık belgelerini getirip oku­yan odur.

3.  İnsanları maddî,. manevî her türlü  kirden, daha doğrusu  insanın yaratılışındaki şeref ve yüksekliğe yakışmıyan her çeşit murdarlıktan te­mizler.

4-5. Kendisine uyan bahtiyarlara kitap ve hikmeti en tesirli şekilde öğretir.

6. Ve insanların bilmediği bir nice dinî, tarihî, uhrevî ve metafizikle ilgili hakikatleri pedagojik bir metotla işleyip öğretir.

Bunun içindir ki Allah, Âl-i İmrân sûresinde bu peygamberin gönde­rilmesini büyük bir lütuf olarak tasvir ediyor: «And olsun ki, Allah, daha önce açık bir sapıklık içinde bulunurlarken, mü'minlere yine kendilerin­den, onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, onları (küfrün kirlerinden) temizle­yip arıtan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur.» [165]

Milletlerin madde çukurundan kurtulabilmelerinin, cehalet (Allah ve âhiret hakkında bilgisizlik) duvarını aşabilmelerinin, ruhî ve vicdanî yapı­larıyla gelişebilmelerinin, ilim ve felsefede selâmet sahiline ulaşabilme­lerinin, fizik ve metafizikle ilgili gerçekleri ve hakikatleri öğrenebilmeleri­nin tek dayanağı ve şaşmayan hedefi, en son peygambere uymaktır.

Tarih boyunca vicdanların kararması, kalblerin katılaşması, ruhların ilâhî mâarifi yansıtamaz hale gelmesi, peygamber terbiyesinden uzak, ya da mahrum kalmalarından kaynaklanmıştır.

Peki insanlığın özlediği, özlemini çektiği nedir? Son peygamber ne­ler getirmiştir? Bu iki önemli soruyu incelediğimiz ve yukarıdaki âyeti göz-önünde bulundurduğumuz zaman göreceğiz ki, sağduyu sahipleri birçok tecrübelerden sonra, önce dürüst, sağlam iradeli, azimli, cesur, âdil, in­sanların, özellikle kendi milletini canından daha çok seven ve onların kur­tuluşu ve mutluluğu için her türlü fedakârlığa katlanan ve nihayet kendi yaşayışını normalin altındaki halk tabakasının yaşayışiyla birleştiren, bü­tün bunların üstünde Allah'a samimi olarak inanıp bağlanan liderlerin has­retini her dönemde çekmektedirler.

İkinci olarak : İnsanları yine insan karakterine yakışmayan her türlü maddî ve manevî kirlerden paklayacak, onları hayvanı duyguların çok üs­tüne çıkaracak, milletleri en güzel huylarla donatacak, başlan fânilerin önünde eğilmekten kurtaracak büyük bir kurtarıcıyı sabırsızlıkla beklemek­tedirler.

Üçüncü olarak : İnsanların manevî boşluğunu dolduracak, ruhî ihti­yaçlarını karşılayacak, onları ümitsizlikten   kurtarıp   ebediliğin   umudunu getirecek bir sihirli ele ihtiyaç hissetmektedirler.

Dördüncü olarak  İnsanlığa dünyanın mânasını, çalışmanın maksat. ve hedefini, iktisadî gücün anlamını, milletler arasında sulhun devamının lüzumunu, başka milletleri sömürerek geçinmek isteyen milletleri terbiye etmenin gereğini, insanca yaşamanın yollarını öğretecek, büyük dâhileri bir an önce görmek istemektedirler.

Beşinci olarak : İnsanları fiziğin dar çerçevesinden çıkarıp metafizi­ğin derinliğine götürecek, maddeyle mâna, ruhla cesed arasında denge kuracak; tarihî olayların esrar ve hikmetini dimağlara zerkedecek büyük ruh mimarlarının yetişmesini gönülden arzulamaktadırlar.

Beşeriyetin belli başlı özlemi bunlar olunca, daha uzaklara, milletler arasında bunları gerçekleştirebilenleri aramaya lüzum yoktur. İşte en son Nebi Hazret-i Muhammed (A.S.) bütün bunları cevaplandıran, bu boşluk­ları doldurabilen bir peygamberdir. Kur'ân O'nun insanlıktan yana altı üstün vasfını sıralarken bütün milletleri uyarmaya çalışmaktadır. [166]

 

İlmi Yönü

 

«Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik..»

İnsanlara gönderilen peygamberlerin yine insanlardan olmasının hik­meti : Varlık âleminde her şey daha çok kendi cinsiyle kaynaşıp anlaşır. Vahşi ormanlarda, ya da tenha bir çölde yalnız başına kalan insan, en çok yine bir insan görme arzusunu taşır ve bu yalnızlık biraz daha sürecek olursa, hayalinden insanlar ve tanıdıkları kimseler geçmeye başlar. Ge­celeri rüyasında insanlar arasında bulunduğunu, onlara kavuştuğunu gö­rür.

Öyleki her canlı, hayatı kendi cinsinin özelliğine doğru çekmekte ve ona benzetmeye özenmektedir. Nitekim bazı aileler evinde beslediği ke­di ya da köpeği eğiterek kendine yaklaştırır ve bir insan gibi hareket et­mesini sağlamaya çalışır. Bugün sirklerde terbiye edilen çeşitli hayvan­ları zevkle seyredenler milyonları aşmaktadır. Bu zevk daha çok terbiye edilen hayvanın bazı hareketlerinde insana benzemesinden kaynaklanır.

Yine bu hayvanlar sahneden ayrılınca herbiri kendi cinsi araşma ka­tılmakta ve oniar arasında yaşamayı tercîh etmektedir.

Öyle değil midir? Varlık âleminde aynı cinsten moleküller bile bir ara­da bulunmasalardı mineraller meydana gelmiyecekti. Bir elementi incele-

diğimiz zaman moleküllerin birbirine nasıl sımsıkı tutunduklarını, onların bu kollektif tutunmasını zedeliyecek, ya da sarsacak güçlere nasıl muka­vemet gösterdiklerini görürüz.

Diyebiliriz ki tabiatta aynı cins ve türden olan bitkiler ve hayvanların bir arada bulunmasını, ahenk ve anlaşma prensipi içinde yaşamasını ge­rektiren tek şey, ilâhî kanunun ve bağlı bulunduğu plânın varlık alemin­deki hükümranlığıdır.

Ancak hayvanî, ya da nebatî toplulaşmalarla insanî toplulaşma ara­sında büyük fark vardır. Hayvanî ve nebatî toplulaşma ve kollektif tutun­mada şuurlu bir düzen yoktur ve olamaz da. İnsanî toplulaşma ve kollek­tif tutunma bunun tamamen aksinedir. İnsandaki şuur ve idrak sosyal düzeni ve içice yaşamanın zaruretini ve nihayet insan şahsiyetini meyda­na koyuyor.

İşte bu nedenledir ki Allah, insanların şuur ve idrâkini yükseltmek, ona en sağlam doğrultuyu vermek için yine kendilerinden peygamber gönderiyor, böylece kaynaşma, anlaşma, kurumlaşma ve kollektif tutun­ma daha kolay oluyor.

«Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik» mealindeki âyet bu gerçeğe ışık tutmakta ve ana fikrini vermektedir. [167]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Ebû Usâme en-Nehdî diyor ki:

«Ben Allah'ın hangi ân ve saatte bizi andığını bilirim!»

Bunun üzerine kendisine soruluyor:

  Nasıl bilirsiniz? O, cevap veriyor:

  O'nu andığımız zaman. Çünkü Kur'ân'da buyuruyor: «Anın Beni anayım sizi!»

Müfessir Süddî diyor ki:

«Herhangi' bir kul Allah'ı anacak olursa, herhalde Allah da onu anar; şöyleki: Mü'min O'nu anınca, O da onu rahmetiyle, mağfiretiyle anar. Kâ­fir O'nu anacak olursa, O da onu azap ile anar!»

ZünnÛn-el-Mısrî diyor ki:

«Kim içten gelen bir inanç ve sevgiyle Allah'ı anarsa, bu anısının yanında başka bütün şeyleri unutur, sadece Allah ile ilgili şeyleri hatırlar.» Muaz bin Cebel (R.A.) diyor ki ;

«Kulu Allah'ın azabından en çok kurtaran şey, muhakkak ki O'nu iç­ten gelen bir sevgiyle anmaktır. Nitekim bir Bedevi, Resûiüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:

  Ya Resûlellah! Üzerimde İslâm şeriatının (meseleleri) bir hayli ço­ğaldı, (bunların hepsini nasıl taşıyabilirim?) Bana öyle bir amelden haber ver ki, ona teşebbüs edip (hakkıyla) yapayım?

Bunun üzerine Resûiüllah (A.S.) :

  Dilin dâima Allah'ı anmakla ıslak bulunsun! Buyurdu. [168]

 

Hikmet

 

Hikmet'in, dinî, tasavvufî, ilmî, felsefî, siyasî ve sosyal bir takım an­lamları vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde geçen bu kelime, bazen bunların bir kısmıyla, bâzan da tümüyle ilgilidir. Hazret-i Peygamber (A.S.) hikmet ile gönderilen, hikmetle konuşan, hikmeti öğreten en büyük pey­gamberdir. İnsan karakterine yön veren, ruhları hikmetle geliştiren, gö­nüllere hikmet pınarları akıtan eşsiz bir öğretmendir. Toplu hayatı hikmet düzeyine çıkaran, fertleri sosyal kurumun en ahenkli şekline kavuşturan, hikmet bağlarıyla gönüllerini biraraya getiren yegâne terbiyecidir. İlmi hikmetle aksettiren müstesna bir dahidir.

Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla indirilen, bu Büyük Resulün kalbine sunulan hikmet'e gelince :

a)  İlâhî hakikatların damla damla gönül havuzuna inmesidir.

b)  Kur'ân'ın derin mânası, İslâmın cihanşümul kaideleri ve ana pren­sipleridir.

c)  İlâhî kudret karşısında, sonradan olma eşyanın sırrının araştırıl­masıdır.

d)  Beşer ruhunun yüksekliğini, melekût alemiyle olan ilgisini bilmek ya da bunu keşfetmek sanatıdır.

e)  İnsan düşüncesinin derinliğine ışık tutma, varlığın mahiyetini çözme becerisidir. İnsanla varlık âlemi ve insanla Allah arasındaki bağlan­tıların anlaşılmasıdır.

f)  Aklın ötesinde, basiretle müşahede etmenin anahtarıdır.

g)  İnsanın kendinden geçmesi, benliğini aşması ve böylece aşk ha­vası içinde erimesidir. Diğer bir tabirle hakikate erişmenin sihirli anahta­rıdır. İnsan denilen varlığın göründüğünden çok daha yüksek olduğunu idrûk etmenin yoludur. İmândan destek gören derin bir sezgidir.

O halde «hikmet», tasavvuf! yönden daha çok akla değil köklü bir imana dayanır; onunla gelişir. Bu konudaki hikmetin alanı deneyden çok imân müşahededen çok basirettir. [169]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

İnsanları, peşine takıldıkları nefsanî arzularının çoğundan vazgeçir­me' hayvanî hislerine yön vermek çok zordur. Bunun için kudretli ellerle işienecsk sistemli eğitim tezgâhlarına ihtiyaç vardır. Şüphesiz ki böyle Lir eğitimde ilk akla gelen manevî gereç : sabır, imân, ilim, hikmet ve bun-iarı Sihhatla uygulayacak; eğitilecek kişileri maddi ve manevî her türlü kir ve pastan temizliyecek terbiyecidir.

Yukarıdaki âyetlerle, bütün bu özellikleri kendi nefsinde en mükem­mel şekiide taşıyan son Nebî'nin gönderildiğinden bahsedilir; aşağıdaki âyetlerle de o Nebî'nin kurmuş olduğu ilim ve yüksek ahlâk mektebinin verimliliğinin devamı için sabır ve namaz ile Hak'tan yardım istenilmesi telkîn edilir. [170]

 

Meali:

 

153— Ey imân edenler! Sabır ve namaz ile (Hak'tan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir,

154_ (Sabredip de) Allah yolunda öldürülenler için «ölüler» deme­yin; bilâkis onlar dirilerdir, ama siz farkında değilsiniz.

155—  And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık ile, biraz da maldan, candan ve ürünlerden   noksanlık   vermekle   deneriz.   Artık   sabredenleri müjdele..

156—  Onlar ki kendilerine bîr musibet dokunduğu zaman  «Biz Al­lah'a âitiz ve sonunda O'na döndürüleceğiz» derler.

157_ işte onlar (o sabredip Allah'a bağlılık ve tesiimivet gösteren­ler var ya) onlara, Rab'Iarından bol mağfiretler ve rahmet vardır. Doğru yola erişenler de onlardır.

 

İniş Sebebi

 

154. âyet, Bedir şehîtleri hakkında inmiştir ve o ölçüde olan her şe-hîde şâmildir. Müslümanların müşriklerle yapmış olduğu bu ilk meydan muharebesinde Ansardan sekiz, Muhacirlerden altı mücâhit Allah yolun­da can vermişti. Bazı aklı ermiyenler, Aliah yolunda şehît düşenler hak­kında, «öldüler ve bu yüzden dünya nimetlerinden ve bu nimetlerin lez­zetlerinden mahrum kaldılar» gibi sözler sarfetîiler. Bunun üzerine yuka­rıdaki âyetin indiği rivayet edilir. [171]

 

İlgili Hadîsler

 

«(Sevabı büyük olan) sabır ancak ilk sadamededir.» [172]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e biri gelerek sordu :

— Ya Resûlellah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi hamiy-yet (yurdunu, aile ve yakınlarını koruma gayreti) için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?

«Ancak, Allah kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır!» buyurdu. [173]

«Mü'mine herhangi bir acı, bîr dert ve zahmet, bir hastalık ve bir üzüntü, hattâ onu mahzun edecek bir keder dokunmaya dursun, mutlaka bu sebeple onun günahları (kul hakkı hâriç) temizlenmiş olur.» [174]

«Kime bîr musibet dokunur, o da musibetini hatırlatır veya hatırlar da bunun için yeniden «İnnâ Mllah ve innâ ileyhi râciûn» derse, o musibetin dokunma zamanı (ve tesiri) geçmiş bile olsa, Allah ona dokunduğu günde verdiği sevabın bir mislini yazar.» [175]

 

Ahlâkî Yönü

 

İnsana, ölümü aşağı gözle görme, onu hafife alma, önemsiz sayma ruhunu veren bir takım mânevi değerler vardır. Ama hiçbiri sağlam bir imândan sonra sabretmek ve namaz kılmak kadar tesirli değildir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin putperest ve ateşperestlerle bütün mücâdeleleri sabır ve namaz havası içinde cereyan etmiştir. İnsan şu üç boyutlu âlem­de nice nimetlerle ve nice dert ve felâketlerle karşı karşıya bulunuyor. Hayatın iki ağlamak arasında bir tebessümden ibaret olduğunu söylü-yenler ne güzel ifâde etmişlerdir. Rivayete göre, Hz. Âdem'in çamuru şe­killendikten sonra üzerine kırk gün yağmur yağmıştır; bunun otuz dokuz günü hüzün, bir günü neş'e yağmuru imiş. Görülüyor ki bir gün lehimize ise, ikinci gün aleyhimize oluyor ve hayat bu zikzakı çizerek son durağına kadar uzanıyor.

Gerçek bu olduğuna göre, doğumla ölüm arasındaki mesafeyi fazi­letle, sabır ve ibâdetle doldurmak için hareket etmek zorundayız. Aneak ilimden güç ve ölçüsünü almamış bir hareket insanı gayesine ulaştırmak­tan çok uzaktır. Sadeee ilimden güç alması da kâfi değildir. İlmin de din ile birleşmesi, imândan destek görmesi gerekir. O halde ilmin insanı mut­luluk hedefine ulaştırabilmesinin tek şartı, sağlam bir itikadla yüksek ah­lâktır.

O bakımdan diyebiliriz ki, hareket ilmin ışığından mahrum olursa kı-sırlaşır, karanlıkta yol aldığı için yeteri kadar yarar sağlayamaz;, çoğu za­man zararlı bile olur. Ve bu vadide hareketi aydınlatan ilim yalnız madde yani fizikle başbaşa kalır da din ve yüksek ahlâkla birleşmiyeeek olursa, yavaş yavaş materyalizme doğru kayar; manevî değerler sahneden çeki­lir. İnsanlık için, dertlerini arzedeeek, mânevi boşluklarını dolduracak, ruhlarını tatmin edeeek hakikatler kalmadığı için, mutlak bir umutsuzluk ve huzursuzluk başgösterir. Bu hal tedrîeen anarşizme vasat hazırlar. Ar­tık bu ortamda hareket ve ilmin düzeltioi rolü olmaz. Bunun sonueu ola­rak vatan, millet, ahlâk ve fazîlet, şehitlik ve gazilik birer kuru mefhum­dan ibaret kalır.

Bunun içindir ki Kur'ân, imânın bir bölümünü teşkil eden sabır ve na­mazı, mânevi iki büyük destek olarak sunuyor; savaşta sabrın ve imânın güç ve enerji verdiğine işaret ediyor. Mü'minleri harekete getirip şahlan­dıran bu güç, ölümü küçük ve önemsiz gösterir. Şehît düşenlerin aslında ölmediklerini, Allah katında diri bulunduklarını, üstün nimetlerle rızıklan-dıkiarını söz ve ifâdenin en üstün kuvvetiyle anlatıyor.

İslâm kumandanı Halid bin Velid (R.A.)ın Bizans başkumandanına verdiği tarihî oevap bunun güzel örneklerinden biridir:

«A zavallılar, biz eğer ölümden korkan bir millet olsaydık, herhalde elimize kılıç alıp buralara kadar gelmezdik!.» [176]

Görülüyor ki nimetle külfet orantılıdır. İmân ve İslâm gibi büyük bir nimetin külfeti de o nisbette büyüktür. İmân ve İslâm uğrunda Allah için can vermek bu külfetin bir kısmını, fakat son merhalesini teşkil eder. [177]

 

İlmî Yönü

 

Hukukta, ölüm, kişiliğin sona ermesidir, diye tarîf edilir. Kişilik sona erdikten sonra ruhanî bir hayat başlar mı, başlamaz mı? Ruh da bedenle .birlikte ölümü tadar mı tadmaz mı? Bu soru hukukî tarifin dışında kalır. Daha çok bunu din, felsefe ve tasavvuf cevaplandırır. İlâhî olan dinlerin hepsi ruhun ölümsüzlüğünü ve âhirette yıpranmaz ve ölmez bir başka be­dene girmek suretiyle ebedileşeceğini kabul eder. Özellikle İslâm dininde bu konu daha da açıklığa kavuşturulmuş; ruhun kendine has bir varlığı ve asıl mayası bulunduğu beyân edilmiştir. Bakara sûresi 154; Âl-i İmrân sûresi 169 ve Hac sûresi 58. âyetlerle ruhun ölümsüzlüğü ve özellikle şe­hitlerin ruhlarının Allah katında daha yüksek makamlara yükseltileceği kesinlikle ifâde edilmiştir.

O halde insanî olan her ruh, bedeni terk ettikten sonra yine diridir; şuurludur; nereden geldiğini, şimdi nerede bulunduğunu çok iyi bilir, Al­lah'ın varlık alemindeki hükümranlığını, kanunlarının her varlıkta hâkim olduğunu daha iyi anlar. Melekût âleminden haberdar olur. Misal ve ber­zah âlemleriyle temasa geçer. Dünyadaki hatalarına, ihmallerine, günah­larına hayıflanır, pişmanlık duyar; tekrar dünyaya dönmek ister.

Hukukta, kişiliğin sona ermesiyle; biyolojide, canlı varlıklarda görü­len hayatî fonksiyonların bir daha tekrarlanmamak üzere sona ermesiy­le târîf edilen ölüme, dinde ayrı bir tarîf verilmiş, tasavvufta bu tarifin ışı­ğı altında onun asıl mayası anlatılmış; Allah'a dönüşü, O'nunla olan il­gisi belirtilmiş; ruhçu felsefe doktrinleri bu konuda ahlâkla alâkalı bir delil de ileri sürmüşlerdir.

Bütün bu tarîf ve tesbitlerden ölmenin yok olmak demek olmadığı anlaşılır. Ölüm, bir evden başka bir eve, bir âlemden başka bir âleme göç­tür. Nitekim tasavvufçulara göre insanda biri hayvanî, diğeri insanî ol­mak üzere iki rûh vardır. Birincisi hücrelerin Ölmesiyle birlikte ölür. İkin­cisi ise ölümsüzdür, ebedî saadete namzettir.

Ruhla ilgili ilmî ve tasavvufî görüşe daha çok İSRÂ sûresi 85. âye­tin tefsîrinde yer verilecektir. [178]

 

İtikadî Yönü

 

Şehîtler ilâhî nîmetlerin sonsuzluğuna erişmek için daima diridirler. Ruhları, Allah katında üstün makamlarda manevî lezzetler içinde bahti­yardırlar. O halde ömrü küfrün karanlığı içinde geçenlerin de öldükten son­ra, ruhları şehîtlerin ruhlarının aksine azap içinde kalacaklardır. Böyle­ce bu âyetten kabir azabının mevcudiyetine istidlal edilmiştir.

Ayrıca ruhların cesedlerden ayrıldıktan sonra kendilerine has birer varlık oldukları, mayalarının bulunduğu, bu sebeple nimetle azabı, rah­metle gazabı idrâk etmekte oldukları yine bu âyetten çıkarılmıştır. [179]

 

Tasavvufî Yönü

 

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî diyor ki:

«Sabır, başlıbaşına bir iştir. Onu ciddiyetle sonuçlandırmak gerekir. İki türlü sabır vardır: Biri, Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren şeyleri işlememek için sabretmek. Bunu kendi nefsinde gerçekleştirene «mücâhit» denir. Çünkü nefis, şeytan, şehvet ve hırs ile mücadele etmiştir. Diğeri, Al­lah'a kullukta ve ibâdeti yerine getirmekte sabırlı olmak. Böylesine «âbid» denir; ibâdeti sabır göstererek zevk içinde yaptığı için.

İşte bu iki hususta sabreden kimseyi Allah kendi kazasına rıza gös­termeye vâris kılar. Kazaya rızanın belirtisi, nefse hoş gelen ve hoş gel-miyen şeylere karşı kalbin sükûnet içinde bulunmasıdır.»

Havass'a göre semereli ve sabit bir sabır, Kur'ân ve sünnetinin hüküm­lerini tatbikte gösterilenidir.

Ruveym'e göre sabır, şikâyeti terketmektir.

Zünnun-i Mısriy'e göre sabır, her hal-u kârda Allah'dan yardım is­temektir.

Üstat Ebû Ali'ye göre : Sabrın sının, takdire itiraz etmemendir. An­cak başa gelen belâdan şikâyet kasdi olmaksızın bahsetmek sabra aykı­rı değildir. [180]

Sonuç olarak sabır; Başarının ilk basamağı, imânın desteği, ahlâ­kın dayanağı, ilmin anahtarı, hikmetin öncüsüdür. [181]

 

Şehitlerin Diri Oluşu

 

Hasan el-Basri'ye göre, şehitlerin diri oluşlarından maksat, dünya­daki dirilik gibi değildir. Çünkü ruh cesedden ayrılmıştır. Bu, mâna âle­mine has başka bir diriliktir. Allah'ın latif sıfatından akıp gelen rıziklar onların ruhuna arzedilir. Onun için her an huzur ve rahat içindedirler.

«Allah yolunda öldürülenler için «ölüler» demeyin» cümlesinden maksat, onları diğer ölüler seviyesinde görmeyin. Şehitlerin ruhları cennette uçuşan yeşil kuşların kursaklarında-dır. Cennete giren hiçbir kimse tekrar yeryüzüne dönmek istemez, ancak şehitler müstesna, onlar şehitliğin üstün mertebesini, Allah katındaki kur-biyetlerini gördükçe tekrar dünyaya dönmek, Allah yolunda savaşıp tekrar şehit olmak isteyecekler. Böylece şehitlerin Rableri katında hakikî bir ha­yatları vardır. Bu hayat daimidir; elemsiz ve kedersizdir. [182]

 

Sabırla Birleşen Namaz

 

Gönülden gelen bir arzu ile hem bedenen, hem de ruhen kılınan bir namaz bedenimizi tanzim eder, organlarımızın faaliyetlerini normale çe­virir; her iki dünyamızla ilgili görevlerimizi bize en uygun ve en kısa yol­dan öğretir. Sosyal hayatın derin mânasını, ferdin cemiyetle olan ilişki­sini gönüllere işler. Bütün ibâdetlere öncülük eder. Kul ile Allah arasın­daki perdelerin kalkmasını sağlar; tek kelimeyle kulu Allah ile konuşturur. [183]

 

Vahdeti Vücutçular

 

Biz  Allah'a âitiz ve sonunda O'na dönücüle­riz.»

«Her şey aslına döner.» Ata sözünde hakikat payı büyüktür. İnsanlar hiç yok iken, yokluğun karanlığında bulunurken varlık âlemine getirildi­ler. Ruhları, madde âleminden olan beden elbisesine büründüler. Zira madde âleminde belli bir müddet maddeyle kaynaşabilmek için bu ge­rekli idi. Ruhlar bu âlemde, büründükleri cismani elbiseleri eskiyinceye kadar kalmakla emroiunmuşlardır. Böylece onların dönüşü ilk merci'leri olacaktır. Ancak bu dönüş zaman ve mekân kanunlarının ötesindedir. Ruhlar melekût âlemine yükselirler; o âlemde artık zaman ve mekân sü­rekliliği de yoktur. Fenadan bakaya, maddeden mânaya, dünyadan âhi-rete bir geçiş ve süresiz kalış vardır. Artık ruh cisme tabi' değil, çişim çürüse de, yansa da, yenilse de- ruha tabi'dir. Ruhla cisim arasında ma­nevî ve fakat mahiyeti bilinmiyen bir irtibat mevcuttur ki bu, kabirlerden kalkıncaya kadar devam eder.

Vahdet-i vücutçular bu âyete dayanarak kendi tezlerini isbata çalı­şırlar. Çünkü onlara göre bütün kâinat, Allah'ın görünüş alanına çıkışdır, yalnız Allah vardır. İnsan taşıdığı ilâhi vasfflar yüzünden Allah'dan ayrı bir varlık değildir. Ölüm insanın hakiki yurdu olan Allah katına varışı, Al­lah'ın zatında ölümsüzlüğe ulaşmasıdır. Ölüm yaşamaktır. Ölümsüzlük denen «Hayât-ı câvidanî» Hak ile hak olmaktır. İnsan ölümünden önce ölüm (ölmeden önce ölmek) ile ölümsüzlüğe ulaşır. Ölümden önce ölüm ve insanın dünyaya, bu geçici, eğreti olan varlıklara bağlanan duygularından (nefs ile ilgili varlıklardan) sıyrılması, Ölüms.üzlüğe engel olan geçici dün-^ya bağlarından, isteklerden (heva ve heves) kapmasıdır. Bu nedenle vah­det-i vücudcular ölen bir kimsenin ardından öldü demezler. «Hakka yürü­dü», «Allah katına gitti» derler.

Batılı panteistlerin bu konudaki görüşü biraz daha değişiktir. [184]

 

Tarihî Yönü

 

Âyet-i kerimenin iniş sebebinden şu tarihi olayı hatırlıyoruz : Hicrî ikinci, Milâdî 14 Mart 624 yılında Mekke ile Medine'yi birleştiren yol üze­rinde engebeli bW arazide Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında mey­dana gelen savaş, İslâm tarihine «Bedir harbi» adı altında geçmiştir. Müs­lümanlardan 312 ya da 313 mücâhit, müşriklerden 950 kişilik bir ordu karşılaşmışlardı. Bu savaşla Müslümanlar artık pasif mukavemetten ak­tif mukavemete geçmiş bulunuyorlardı.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yüksek irfan mektebinde yetişen mü'-minler, Allah'ın izniyle galip gelmiş ve fakat aşağıda isimleri yazılı 14 mücâhidi şehît olarak vermişlerdi :

Muhacirlerden :

1.  Übeyde bin Hars (R.A.)

2.  Umayr bin Ebî Vakkas (R.A.)

3.  Âkil bin Bekir (R.A.)

4.  Mihcâ' Mevlâ Ömer bin Hattab (R.A.)

5.  Safvan bin Beyzâ' (R.A.).

6.  Züşşimaleyn Umayr bin Abdi Amr (R.A.)-

Ansardan :

1.  Sa'd bin Hayseme (R.A.)

2.  Mübeşşir bin Abd bin Münzir (R.A.)

3.  Yezid bin Hars {R.A.)

4.  Umayr bin Humâm (R.A.)

5.  Râfi' bin Muallâ (R.A.)

6.  Harise bin Süraka (R.A.)

7.  Avf bin Hars (R.A.)

8.  Muâvvız bin Hars (R.A.) [185]

 

Tahliller

 

B e I v: Kök mânası mihnet, demektir. Burada mihnete dayalı imti­han kasdedilmiştir.

Musîbet: Mü'mini üzen her şeye şâmildir. Nitekim bir gece Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin çırası sönüvermişti. O, «Biz Allah'tanız ve ni­hayet O'no dönücüleriz!» diyerek istircâ'da bulunmuştu. Bunun üzerine İkrime (R.A.) soruyor: «Ya Resûlellah, bu da bir musîbet midir?» Resûlül-lah (A.S.) cevap veriyor: «Evet, mü'mine eziyet veren her şey musîbet-tir!»

S a I â v a t: Allah'tan kullarına ise, af, rahmet, bereket ve teşrîf demektir. Zeccac'a göre, gufran anlamındadır.

M a a :  Bu kelime daha çok metbu' (uyulan)a dahii olmayı ifâde eder.

Meselâ, Ali maa Ömer'e = Ali Ömer'le beraberdir; yani onun mâiye-tindedir, ona yardımcıdır; onun dayanağıdır ve desteğidir. «Allah sabre­denlerle beraberdir» yani ilâhî irâde, kullarının irâdesini takip eder. Bu, lütuf ve merhamet yönünden bir ilâhî tenezzül sayılır. Sabredenler bu lût-fa mazhar olurlar. [186]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle gönülleri dolduran imân ve irfan gibi iki yüksek manevî değerin etrafı aydınlatan nurunu söndürmek isteyen  müşriklerle

ciddi ve fakat metotlu bir şekilde savaşabilmek için iki tane manevî si-iaha sarılmanın lüzumundan bahsedilmiş ve bu silahlar, «sabır» ve «na­maz» olarak belirlenmiştir.

Aşağıdaki âyetle, insanı bu yüksek değer ve güçten uzaklaştıracak iç alemindeki nefis denilen düşman ile de mücâdelenin ihmal edilmeme­sine işaret ediliyor; bunun için de sabırla namazın yanında «tavaf» ve «sa'y»in yararları üzerinde duruluyor.

Ayrıca, Mekke fethinden önce inen bu âyetlerle yakın bir gelecekte KÂBE'nin Müslümanların eline geçeceği, oranın putlardan ve her türlü maddî ve manevî necasetten paklanacağı, böylece Mekke başta olmak üzere İslâm fütuhatının genişliyeceği müjdeleniyordu. Unutmayalım ki bu müjde Allah'ın mü'minlere olan sayısız nimetlerinin o dönem için son hal­kasını teşkil ediyordu. Nitekim Mekke'nin fethinden sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin son hac vazifesini yerine getirirken, «Bugün size dininizi ke­mâle erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım.» mealindeki Mâide sûresi 3. âyeti, bu müjdenin mutlu sonucunu hatırlatıyordu. [187]

 

Meali:

 

158— Şüphesiz ki, Safa ile M er ve Allah'ın (ibâdet yerleri olarak gösterdiği) alâmetlerdir. Artık kim Beyti (Kabe'yi) hacceder veya umre (niyetiyle) ziyaret ederse, bu ikisini tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Her kim de gönülden (kendisine vâcib olmadığı halde) bir hayır ve iyilik işlerse, şüphesiz ki Allah (onu mükâfatlandırarak) şükrün karşılığını ve­rendir ve O her şeyi bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Hazret-i Âişe Validemiz (R.A.)dan yapılan rivayete göre, bu âyet An-sar hakkında inmiştir. Medîneli Müslümanlar Safa ile Merve arasında ta­vaf etmekten çekindiler. Zira câhiliye devrinde İsaf ile Naile adın­da iki put, bu iki tepede bulundurulurdu. İslâmiyet gelince bu iki putu da kırmıştı; fakat Müslümanlar bir türlü bu tepeler arasında gidip gelmeye gönül veremiyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet, sa'yetmekte bir gü­nah olmadığına delâlet eder anlamda indirilmiştir. [188]

Ayrıca Buharî'nin Âsim bin Süleyman'dan yaptığı rivayette, Âsim di­yor ki: Enes bin Mâlik (R.A.)den Safa ile Merve'den sorduğumda bana şu cevabı verdi :

«Biz bu iki tepe (arasında gidip ge!me)yi câhiliye âdetlerinden bi­lip kabul ederdik; İslâmiyet gelince artık bu düşüncemizin yeri kalmadı. O sebeple Allah yukarıdaki âyeti indirdi.» [189]

 

İlgili Hadîsler

 

«Safa ile Merve arasında sa'yedin. Çünkü Allah sa'yetmeyi üzeri­nize yazmıştır.» [190]

«Şüphesiz Safa ife Merve Allah'ın (ibâdet yerini gösterir dinî) belirti­lerdendir; Allah'ın başladığıyla başlayın!» [191]

 

Ahlâkî Yönü

 

Allah'ın dinî belirti yerleri olan Safa ile Merve tepeleri bir bakıma ha­yatın hareket noktasıyla bitiş noktasını; doğumla ölüm arasındaki hare­ketin, derin mânasını; ahlâkın pozitif ve negatif uçlarını birleştirmek su­retiyle meydana çıkacak olan fazîlet ışığını ifâde etmektedir. Safa'dan Merve'ye dört gidiş, Merve'den Safa'ya üç dönüş, hayatta her gidişin bir dönüşü olduğunu, Allah'dan başka hiçbir şeyin sonsuzluğa uzanıp niha­yetsiz olmadığını hatırlatıyor.

Ahlâkımıza yön veren, sosyal hayatımıza hareket getiren bu hususlan biraz açıklıyacak olursak şöyle özetleyip sıralayabiliriz:

a)  Hayatın bir hareket noktası, bir de bitiş noktası vardır. Ömür bu İki nokta arasında değer ölçüsünü bulacak bir sermayedir. Safa'dan Mer­ve tepesine yol alırken iki yeşil mil arasında hızlanmak, ömrün ortalarında daha çok hareketli ve fakat ölçülü ve temkinli olmayı telkin eder.

b)  Hareketli olması gereken ömrün hedefine doğru yol alırken ha­reketinin ilâhî nizama uyması ve hiçbir canlıya, özellikle din kardeşine za­rar verecek veya   onları   üzecek   serbestide  olmaması gerekir. Safa   ile Merve arasındaki sa'yimizde başkasına eziyet etmemek; rahat yürüyebil­mek için şunu, bunu itip kakmamak tenbih edilmemiş midir?  İşte tıpkı böyle olan bir ömür, güzel ahlâkın tatlı meyvalarını verebilir, etrafına fe­yiz ve bereket saçabilir.

c)  Ahlâkın biri müsbet, diğeri menfi olmak üzere iki ucu vardır. Gü­zel ahlâk olmayınca kötü ahlâkın ne olduğu; kötü ahlâk da olmayınca iyi ahlâkın ne demek olduğu zor anlaşılır. Safa'dan Merve'ye yol alırken gü­zel ahlâkın nurlu yolunu görmeye çalışıyor; onun yararlı semeresini elde etmek için çırpınıyoruz. [192]

 

Fıkhî Yönü

 

Hz. Urve bin Zübeyr (R.A.) diyor ki; Âişe Validemize (R.A.) dedim ki:

  Safa ile Merve arasında sa'yetmiyen  kimseye birşey gerekmez! Ben de şahsen bunları tavaf etmiyecek olursam hiçbir beis görmüyorum.

Bunun üzerine Hz. Âişe (R.A.) :

  Söylediğin hiç de uygun değildir, ey kız kardeşimin oğlu! Safa ile Merve arasını hem Resûlüllah (A.S.), hem de Müslümanlar tavaf ettiler. Bunları ancak Müşellel'deki Menat putuna tehlîl getiren azgın müşrikler tavaf etmezler! Cenâb-ı Allah bu hususta şu âyeti indirmiştir:

«Artık kim Beyt'i (Kabe'yi)  hacceder veya umre (niyetiyle) ziyaret ederse, bu ikisini tavaf etmesinde bir sakın­ca yoktur.»

Eğer senin dediğin gibi olsaydı, «Bu ikisini tavaf etmemesinde ken­disine bir günah yoktur.» şeklinde inmesi gerekirdi, diye cevap verdi. [193]

Buharî'nin tahrîcinde ise, Hazret-i Âişe (R.A.) diyor ki:

«Safa ile Merve arasını tavaf etmeyi Resûlüllah (A.S.) sünnet kılmış­tır. Nitekim Tirmizî'nin Câbir bin Abdullah (R.A.)dan yaptığı rivayete göre Resûlüllah    (A.S.)    Mekke'ye    gelip    Kabe'yi    yedi    defa   tavaf   etti   ve

<Siz de İbrahim'in makamından bir namaz-gah edinin!» mealindeki 124. âyeti okudu ve makamın arkasında namaz kıldı; sonra Hacerülesved'e gelerek istilâmda bulundu ve : «Allah'ın başladığıyla başlıyoruz!» deyip önce Safa tepesine çıktı ve «Şüphesiz ki, Sefa ile Merue Allah'ın (ibâdet yerleri olarak gös­terdiği) alâmetlerdendir.» âyetini okudu. [194]

İmam Şâfîî ile İmâm Ahmed bin Hanbel'e göre Safa ile Merve ara­sında sa'yetmek rükündür. İmâm Mâlik'in mezhebince de meşhur olan bu­dur. Deiilieri ise, «Sa'yediniz; çünkü gerçekten Allah size sa'yetmeyi farz kılmıştır.» mealindeki hadîstir. [195]

İmâm Ebû Hanîfe, Sevri ve Şa'bİ'ye göre sünnettir. Ancak bu sünnet vacip kuvvetindedir. Hazret-i Âişe (R.A.) aynı görüştedir. İbn Abbas, İbn Zübeyr, Enes bin Mâlik ve İbn Sirîn'e göre, tetavvu'dur. [196]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Mutasavvıflara göre nefsin yedi mertebesi vardır. Bu mertebeleri sa­bır, imân ve irfan zevki içinde yavaş yavaş aşan ve en son mertebeye ulaşan kimse kendi mertebesine yükselmiş oiur. Nefsin yedi mertebesini burada özetlemekle yetineceğiz. Bunun tasavvuf? izahını nefisle ilgili âyet­lerin tefsirinde vereceğiz.

Ancak şunu ifâde edelim ki, gerek Kâbe-i Muazzama'nın etrafında yedi defa dönmenin, gerekse Safa ile Merve arasında yedi defa sa'yetme-nin, nefsin yedi mertebesini ve her tavafla bir mertebeyi aşmanın derin mânası söz konusudur.

1.  Nefs-i emmâre

2.  Nefs-i levvâme

3.  Nefs-i mülheme

4.  Nefs-i mütmainne

5.  Nefs-i râdiye

6.  Nefs-i mardiyye

7. .Nefs-i kâmile..[197]

 

Tarihî Yönü

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Câhiliye devrinde şeytan ruhlu bazı kim­seler vardı; bunlar bütün gece Safa ile Merve arasında zahidlik yapıp oy­narlardı. Kâbe-i Muazzama'da olduğu gibi, bu iki tepe arasında da bir hayli put bulunurdu.»

Şâ'bî (R.A.) diyor ki:

«Câhiliye devrinde Safa tepesinde İsaf adında bir put, Merve tepesinde de Naile adında başka bir put vardı. Müslümanlar bu du­rumu çok iyi bildikleri ve o devirlerde müşriklerin tavaf yapınca bu put­lara el sürdüklerini hatırladıkları için Kabe'yi tavaf ederler, fakat Safa ile Merve arasında sa'yetmezlerdi. Müslümanların bu iki tepe arasında tavaf yapmalarında bir günah olmadığını Allah beyân buyurarak konu­muzla ilgili âyeti indirmiştir.»

Kurtubî'nin rivayetine göre, Âdem Peygamber Safa tepesinde, Hav­va anamız da Merve tepesinde namaz kıldıkları ve bu tepeleri kutsal say­dıkları için onlara Safa ve Merve isimleri verilmiştir.

Çoğu müfessirlerimizin yapmış oldukları rivayete göre, İbrahim Pey­gamber Hacer ile İsmail'i getirip Mekke vadisine koyup ayrıldıktan sonra, Hacer ile oğlu İsmail güneşin tesiriyle kısa bir müddet sonra susadılar. Susuzluk tesirini artırınca Hacer, yavrusunun çığlıklarına dayanamıyarak Safa ile Merve arasında koşarak su aramıştı. O bir taraftan su ararken bir taraftan da Kabe'nin bulunduğu yere bırakmış olduğu yavrusunu gö­zetliyor, ona bir zarar gelmesin diye daha fazla uzaklara gitmiyor, bu iki tepe arasında mekik dokuyordu. Yorulup yavrusuna döndüğünde çocu­ğun ayaklarının dokunduğu yerden su fışkırdığını sevinçle gördü. Allah'­ın, kendilerine dokunan sıkıntıdan sonra bu nîmetiyle genişlik getirmesi­ne hamd-u sena etti ve göz yaşlarını tutamadı.

Rivayetlere göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Safa ile Merve arasın­da sa'yederken, müşriklere karşı güçlü ve azimli olduklarını göstermek için seğirtmişti. Biz de hem Hacer'i, hem de Resûlüllah (A.S.) Efendimizi taklît ederek bu iki tepe arasında koşarak sa'yediyoruz. [198]

 

Tahliller

 

Safa: Lügatte, kaygan taş demektir. Bilahare Kabe'nin yakınında­ki tepeye isim.olmuştur. Bu kelimenin «safv» kökünden müştak oldu­ğunu söyleyenler de var; toprak ve çamurdan paklandığı için tepeye bu isim verilmiştir.

Merve: Merv kelimesinin tekiliair. Merv, yumuşak, ya da sert kü­çücük taşlara denilir. [199]

Şeâir: Şaire ya da şiare kelimelerinin çoğul şeklidir. Lügat mâna­sı, belirli, demektir. Terim olarak, dinî belirtiler ve ibâdet yerlerinden bel­li ve belirtili olanlar demektir. Burada ise, ibâdet için Allah'ın belirttiği yerler, demektir.

Umre: Ziyaret anlamına gelir. Fıkıhta ise yedi defa Kabe'yi ziya­ret (tavaf) edip iki rek'at namaz kıldıktan sonra Safa ile Merve arasında sa'yetmek ve sonra da traş olmaktan ibarettir. Ancak daha önce ihram giyip umreye niyet getirmek gerekir.

C ü n a h : Günah, vebal, yanlış ibâdet gibi mânalara gelir. Lügat ola­rak meyletmek anlamına gelir.

Tavaf: Buradaki tavaf, ıstılah olarak Safa ile Merve arasında sa'yetmekten ibarettir. Lügat olarak, bir şeyin etrafını dolaşmak, bir şeyi gezip ziyaret etmek demektir. [200]

 

Meali:

 

159-160— Şüphesiz ki, indirdiğimiz o açık belgeleri ve doğru yolu, Kitap'ta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lânetçiler lanet eder. Ancak tevbe edip ken­dini düzeltenler ve hakkı açıklayıp ortaya koyanlar bu lanetin dışında ka­lır. İşte Ben onların tövbesini kabul ederim. (Çünkü) tevbeleri çokça ka­bul eden, geniş rahmette bulunan ancak Benim.

161—  (Hakkı, doğruyu) inkâr edip de inkarcı oldukları halde ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve insanların hepsinin laneti onlaradır.

162—  Lanette  devamlı   kalıcılardır;  azap  onlardan   hafifletilmez  ve (bir ân olsun) azaptan geri bırakılıp bekletilmezler.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetler, kutsal kitaplarda (Tevrat ve İncil'de) yazılı bulunan en son peygamber Hazreti Muhammed (A.S.)in geleceği ve bir takım sıfat­lan hakkındaki ilâhî belgeleri gizleyip insanlardan saklayan ve böylece hem ilme, hem de tarihe ve gerçeğe ihanet eden Kitap ehlini lanetler anlam-, da inmiştir. [201]

 

İlgili Hadîsler

 

«Eğer Allah'ın Kitabındaki bir âyetten olmasaydı hiç kimseye bir şey anlatmaz (bir hadîs nakletmez) d i m. O âyet şudur: Şüphesiz ki, indirdiği­miz o açık belgeleri ve doğru yolu, Kitap'ta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu?...» [202]

«Kim bir bilgiden sorulur da (bildiği halde) onu gizlerse, Allah kıya­met günü onu ateşten bir gem ile gemler.» [203]

«(İlim ve) hikmeti ehlinden esirgemeyin, sonra onlara zulmedersiniz. İlim ve hikmeti ehil olmayana bırakmayın, sonra ilme ve hikmete yazık etmiş olursunuz.» [204]

 

Tarihi Yönü

 

Bu ve benzeri âyetlerle Tevrat ve incil'de yazılı bulunan en son pey­gamberle ilgili belgelerin Kitap Ehli tarafından gizlendiği, birçok Tevrat ve İncil nüshalarından çıkarıldığı, ya da değiştirildiği haber veriliyor. Âyet­lerin 1400 yıl geriye giden iniş tarihleri dikkate alınınca, bu uzun süre içinde aşırı derecede müteassıp bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilgin­leri Tevrat ve İncil'de hayli değişikliler yapmışlardır. Öyleki: Tevrat'ta hem bu belgelerin, hem de âhiretle ilgili ilâhî haberlerin hepsi çıkarılmış ve unutulmaya terkedilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm gerek bu âyetlerle, gerekse bu mânaya delâlet eden diğer âyetlerle onların bu tarz ihanet ve nankör­lüklerini bir defa daha açığa vurmaktadır. Bununla beraber günümüzde Tevrat ve İncil olduğu iddia edilen kitaplarda son peygamberden yarı-kapah şekilde de olsa söz edildiğini görmekteyiz.

Tevrat:

«İşte, kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmayacak ve sesini yükseitmiyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten fitili söndür-miyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı pekiştirinceye ka­dar zayıflamıyacak ve adalar onun şeriatını bekliyecekler.» [205]

İncil:

«İsa diyor: Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Tesellici size gelmez. Fa­kat gidersem, Onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, sa­lâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir; günah için, çünkü bana imân etmezler; salâh için, çünkü babama gidiyorum ve artık beni göre­mezsiniz ve hüküm için, çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir.»

«Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsı-nı. Fakat o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek; zi­ra kendiliğinden söylemiyecektir; fakat her ne işitirse söyliyecek ve ge­lecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta'ziz edecektir; çünkü benimkin­den alacak ve size bildirecektir.» [206]

Bernaba İncil'inin 16 yerinde Hz. Muhammed'den (A.S.) ismen bahse­dilmiştir. [207]

 

İtikadî Yönü

 

İnsanları inkâra, dinden olmadığı halde dindenmiş gibi birtakım uy­durmalara çağıran kimse, bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyar da Allah'a tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul buyurur. Çünkü insan­lıktan yana rahmet ve şefkatle dolu olan Sevgili Peygamberimiz (A.S.) Efendimizin, bu karakterde olup tevbe eden kimseleri kınamadığını, bilâ­kis onları kabul edip ilgi gösterdiğini biliyoruz.

Bu âyetlere dayanılarak kâfirlere lanet etmenin caiz olduğunu söyle­yenler, delil olarak dört halifenin okudukları Kunut'ta, inkarcılara, tuğyan edip küfür içinde kalanlara lanet ettiklerini göstermişlerdir. Ancak ilim adamlarından bir kısmı, küfrü belli ve kendisi inkarcı olarak belirlenmiş kimselere lanet etmenin doğru olmadığını, çünkü Allah'ın onlara ömürle­rinin sonuna doğru nasıl bir kapı açacağının bilinmediğini söylemişlerdir.

Diğer bir husus da şudur: İlim sahibi olan kimseden ilmî bir konu so­rulduğunda, bir meselenin çözümü istendiğinde, eğer biliyorsa cevaplan­dırması vacibdir. [208]

Belli şahısların ismi üzerinde durmadan kâfirlerin hepsine -Allah'ı, Peygamberi ve Kitab'ı inkâr edip yeryüzünde fesat çıkardıkları için- la­net etmenin caiz olduğunda ilim adamları görüş birliğine varmışlardır. [209]

 

Meali:

 

163— Tanrınız tek bir tanrıdır. Ondan başka tanrı yoktur. O'nun mer­hameti çoktur, rahmeti sonsuzdur.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Kureyş kâfirleri. Peygamber (A.S.) Efendimize şöyle bir soru yönelt­tiler : Bize Rabbin soyundan haber verir misin? Bunun üzerine İHLÂS sûresi ile bu âyet indi. Çünkü bu ölçüsüz isteği ortaya atan inkarcıların o gün için 360 putu bulunuyordu.» Tek tanrı düşüncesini, bir türlü geliş­memiş kafalarına sığdıramıyorlardı. Günümüzde milyonlarca sergilenmiş belgeler karşısında bir türlü Allah'ın varlığını, maddenin küfüyle paslanan kalblerine ve kafalarına girdiremiyen yarım aydınların onlardan ne farkı var? [210]

 

İlgili Hadîs

 

«Kimin en son sözü LÂ İLAHE İLLALLAH olursa, Cennete girer.» [211]

 

İlmî Yönü

 

Hakk'ı inkâr eden lanete, gerçeği görüp ortaya koyan övgüye lâyık­tır. Varlık alemindeki düzen, işleyiş, şaşmadan hedefe gidiş; güneş siste­minin günlük, aylık, yıllık hareketi; atom çekirdeğinin etrafındaki elektron­ların düzenli dönmesi; fezada bulunan milyonlarca yıldızların kendi yö­rüngelerinde sapmadan hareketini sürdürmesi, belli ve şaşmaz kanun­ların varlığını ve bu kanunların bir merkeze bağlı bulunmasının zorunlu-ğunu, o merkezin de dengi, benzeri olmayan bir Allah'ın sonsuz kudre­tini yansıttığını isbat etmektedir. [212]

 

Allah'ın Varlığı Ve Birliği Konusu

 

a) Kâinatın bir yaratanının olmadığı bir an için varsayılsa, bu, insan aklını derin bir çıkmaza sokar. Çünkü Allah'ın yokluğunu isbat etmek, O'nun varlığını isbat etmekten çok daha zordur. Varlık âleminde her şey kendine has bir kanuna bağlı olarak varlığını koruyup sürdürmekte ve yine belli kanunlara göre şekil değiştirmektedir. Başıboş, gayesiz hiçbir eşyaya raslamak mümkün değildir. Her şeyin mutlaka bir şey için yara­tıldığı ilmî olarak da kesinlik kazanmıştır.

O halde eksiksiz bir düzen içinde şaşmayan kanunlarla idare edilen kâinatı kör tesadüfe bırakmak, hakikati akıl ve iman ölçüleri dışına itmek ve onu basitleştirip ilmî ölçülerin dışına itmek olur. Her şeyden önce in­sanın yaratılışındaki incelik, mükemmellik; ruhu ile maddesi arasındaki uyum çok üstün bir yaratanın varlığını, eşsiz bir sanatkârın eksiksiz sa­nat eserini isbat etmektedir. Bütün bunlar tesadüfü reddetmekte; birbi­rine bağlı, fakat biri diğerini tamamlayan milyonlarca kanunun işler va­ziyette olduğunu göstermektedir. Çünkü insan yapısı dahil her şey bir gayeye yönelmekte, niçin yaratıldığını ortaya koymaktadır ve sonunda varılan gayenin bir ve tek olduğunu kanıtlamaktadır.

b) Sonunda varılan bir ve tek gaye Allah'tır. O birdir, ortağı yoktur. İki ilâh olsaydı düzen bozulur, hiçbir varlık yaratıldığı ölçü ve kanuna gö­re kalma imkânını bulamazdı. Bir tanrı yaparken diğeri yıkar, böylece her

şey alt-üst olurdu. Çünkü bir ülkede iki hükümdarın uyuşup anlaştığı gö­rülmemiştir. [213]

 

İtikadı Yönü

 

Bu âyet, dünya saltanatı peşinde koşan ve maddeyi tek kurtarıcı sa­yan Yahudileri; !sâ Peygamberi Allah'ın oğlu sanan veya öyle kabul eden ve bu yanlış akideden hareketle üç ilâh inancını ortaya atan Hıristiyan-ları susturucu cevap niteliğini taşımaktadır. Maddeyi ön plana alıp mater­yalizme kapı açmak küfür olduğu gibi, üç ilâh akidesini savunmak da kü­für ve şirke dayalı inkârdır. 163. âyet Allah'ın varlığını ve birliğini açıklar­ken sonra gelen âyetlerle de bunun belgeleri, insan aklını harekete geçi­ren, düşüncesine berraklık getiren müşahhas örnekleri sergilenmektedir.

Ayrıca ilim ahlâkını telkin etmekte, insan vicdanına seslenip dikkat­leri kâinat kitabına çekmektedir. [214]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Ünlü Velî Şiblî Hazretleri «Allah» der, «Lö ilahe» demezdi. Bunun se­bebi sorulunca da şu cevabı verirdi: «İnkâr kelimesinde yakalanıp, ikrar kelimesine ulaşmadan duraklayıp kalmaktan endişe ediyorum!»

Müfessir İmam Kurtubî diyor ki:

«Şiblî'nin bu görüşü, hakikati olmayan çok ince bir ilimdir ki ken­disine mahsustur. Çünkü Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyette olduğu gibi bu sözü, nefy-u isbat (olumsuz-olumîu) biçim ve ölçüde kendi Kitabında be­lirtmiş; Lâ ilahe illallah, diyenlere büyük sevaplar vereceğini peygamberi­nin diliyle açıklamıştır. «Son sözü lâ ilahe illallah olan kimse Cennete gi­rer» cümlesiyle kullarına derin zevk veren rahmet kapısını açmış, ilâhî müjdeyi peygamberinin aracılığıyla inananlara duyurmuştur.

Bundan maksat, kalb ile inanmaktır. O halde «Lâ ilahe» dedikten sonra «illallah» demeğe vakit bulmadan ölen kimsenin amacı, Allah'ın var­lığını, birliğini dile getirmek olduğundan, olumsuz kelime üzerinde kalma­sına rağmen Ehli sünnet âlimlerinin görüş birliğiyle o kimse cennet ehlin-dendir.» [215]

 

Meali

 

164— Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeylerle de­nizde akıp giden gemilerde; Allah'ın gökten indirip, öldükten sonra yeryü­zünü dirilttiği suda ve her canlıyı orada serpiştirip yaymasında, gökle yer arasında göreve hazır bekleyen rüzgârların ve bulutların değiştirilip döndü-rülmesinde, aklını kullanan bir topluluk için nice belgeler ve deliller vardır.

 

İniş Sebebi

 

Saîd bin Cübeyr (R.A.)in İbn Abbas (R.A.) dan yapmış olduğu rivayete göre : Kureyş'ten bir topluluk Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi­ler ki:

  «Rabbine, at ve silah satın alıp savaşabilmemiz için şu Safa tepe­sini altın yapmasını dua edip iste. Eğer duan kabul olursa hem sana imân eder, hem de seninle birlikte savaşırız.»

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara dedi ki:

  «Allah'a dua edip Safa tepesini altın yapmasını dilersem ve bu di­leğim yerine gelirse, bana inanacağınıza kesin söz verir misiniz?»

Peygamberinle önerisini kabul edip söz verdiler ve çok kesin konuştular. Peygamber (A.S.) da Rabbine dua etti. Cebrail (A.S.) geldi ve Al­lah'ın şu emrini getirdi; «Senin duan üzerine Safa tepesini altın yapayım, ama bu mu'cizeden sonra ya bir de inanmazlarsa, varlık âleminde hiç kimseye vermediğim bir azap ile onları cezalandırırım.»

Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.)ın insanlara karşı şef­kat ve merhamet duygusu harekete geldi ve şöyle niyazda bulundu: «Ha­yır, Ya Rab! Benimle kavmimi bırak; ben onları günden güne davet ede­ceğim.»

Peygamber (A.S.)ın bu isteği üzerine Cenâb-ı Hak Safa tepesini altın yapmadı, fakat dünya durdukça bütün aklı eren insanlara delil ve belge olsun diye ondan daha büyük mu'cizesini ve kudretini ortaya koyarak yer­kürenin ve göklerin yaratılışını, gemilerin denizlerde belli ölçü ve kanun­larla süzülüşünü, rüzgarların ve bulutların değişmiyen kanunlarla evirilip çevirilişini, ölmüş yerin inen yağmurlarla nasıl dirilip hayat fışkırttığını belir­terek yukarıdaki âyeti indirdi. [216]

 

İlgili Hadîsler

 

«Bu âyeti okuyup da derinden derine düşünüp ibret almayana yazık­lar olsun!» [217]

Hazreti Âişe Validemiz (R.A.) diyor ki :

Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz ufukta bulutun belirip üzerimize doğru geldiğini görünce şöyle duada bulundu : «Allahım! Gönderilen şe­yin şerrinden sana sığınırız..» [218]

«Rüzgara sövmeyin, dil uzatmayın; çünkü rüzgar Allah'ın rahmeti ve sunduğu bir rahatlıktır. O, rahmet ve azap ile de gelir. Ama siz Allah'tan onun hayırlı olmasını dileyin; şer olmasından da Allah'a sığının.» [219]

 

İlmî Yönü

 

Allah kendi varlığını ve birliğini sekiz belgeyle sıralarken insan aklı­na yer vermiş; sebep ile müsebbibi meydana getiren; eser ile eseri ortaya koyan arasındaki ilgiyi, nedenselliği aklın kavrayışına bırakmıştır.

Gece ile gündüzün birbirini izlemesi, günlerin ve yılların uzunluğu, mevsimlerin birbirini takip etmesi hep dünyamızın hareketlerinden ileri gelmektedir. Hemen hemen hiçbir olay yeryüzündeki hayatı düzenleyen bu olay kadar önemli değildir.

Dünyamızın eksen eğikliği, kutuplardan basıklığı, dörtte üçünün de­nizle kaplı bulunması, dağların iklim ve sağlığımız üzerindeki dengeli et­kileri; güneş ısısının hergün yüzbinlerce metreküp suyu buharlaştırarak yeryüzünden atmosfere doğru yükseltip bulutları oluşturması ve bunun ufacık su zerrecikleri haline dönüşmesi hep yüksek bir matematikçinin ve büyük bir fizikçinin varlığına delâlet eder.

İşte Allah, yüksek matematiğin ve üstün ölçüdeki fizik kanununun kendi kudretiyle vücut bulduğunu haber verirken insan aklına ışık tutu­yor, sağlam düşünebilmesi için yeterli malzemeyi ve önfikri veriyor.

Fezaya yine ilâhî kudretinin yüksek hesaplarıyla serpiştirdiği milyon­larca yıldızlara, kümelere, sistemlere gök adını veriyoruz. Gök küresini gecenin iki ayrı vaktinde gözetliyecek olursak, yıldızlar bu kısa süre için­de bile yerlerini değiştirirler. Yıldızlar, Kutup Yıldızı doğrultusundaki gök küresi kutbu etrafında dönerler, Bu dönüş hareketi görümser, yani ger­çekten olmayan bir harekettir. Çünkü dünyamızın kendi ekseni etrafında dönmesinden ötürü yıldızlar bize gördüğümüz şekilde hareket ediyormuş gibi gözükür.

Bunun için Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyette :

«Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılmasında» buyurarak önce dik­katimizi göklere, sonra da yerküreye çekmiştir.

İlâhî Kudretin Yüceliği:

Dünyamız her yıl 950 milyon km. uzunluğunda bir eğri çizer. (Yörün­gesel Dönme Hareketi) Bu yolculuk 365 gün sürer. Saatte hızı 107.000 km, yani saniyede ortalama 29.723 m. dir. Ama biz bu korkunç hızı farket: meyiz. Şimdi dünyamızın, bu başdöndürücü hizla dönerken birdenbire durduğunu düşünelim. O zaman korkunç bir darbeye uğramış gibi Dün­yamızın bütün molekülleri dağılacak ve akkor durumunda müthiş bir bu­lut uzayı kaplayacaktır. Belki kıyamet Dünyamızın durmasıyla kopacaktır. Yüce kudret dünyayı kendi varlığına bir delil ve belge olarak gösterirken bu konuda aklımızı kullanmamızı hatırlatıyor. Bütün bu hareketleri ve başdöndürücü hızı bir tesadüf eseri değil, yüksek kudretten gelen ince bir hesabın dengeli sonucudur.

Soğuk ve sıcak hava kütlelerinin yer değiştirmesiyle meydana gelen rüzgarın belli bir kanuna göre vücut bulduğu üze­rinde duruluyor, Allah'ın varlığına ayrı bir delil olarak insan akimin önüne konuyor. Böylece varlık âleminde her olayın belli bir gayeye doğru yol al­dığını, hareket ettiğini, oluşup değiştiğini anlıyoruz. Bilinçsiz, akılsız bir tabiatın bu kadar düzenli ve hesaplı olayları meydana getirmesi düşünü­lemez. Düşünülmesi herhalde duygusal bir inkârın, kuru bir İnadın sonu­cu sayılabilir, hepsi o kadar. [220]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah (C.C.) yukarıdaki âyetle yüce kudretinin belgesel eserlerini, açık delillerini insan aklından yana sergiledikten sonra aşağıdaki âyet­lerle, bu konuda sağduyusunu, doğuştan mevcut olan yeteneğini kullan­mayıp Allah'tan başka ilâhlara inanan, tabiatı yaratıcı bir kudret kabul eden yan aydınların, ya da bilgisizlik çukurunda ruhen ve aklen körpe kal­mış kişilerin bu yanlış inancına, temeli olmayan inat ve inkârına dokuna­rak, onlarla gönülden Allah'a ve O'nun yüce kudretine inanmışlar arasın­daki açık farka düşündürücü bir kapı açıyor. [221]

 

Meali:

 

165— İnsanlardan bir kısmı Allah'tan başkasını (O'na) denk ve or­tak edinirler de Allah'ı sever gibi onları severler. İmân edenlerin ise Al­lah'ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır. O zulmedip kendilerine ya­zık edenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın çok şiddetli azap edici bulunduğunu bir bilselerdi!.

166—167— O zaman uyutanlar azabı görünce kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar ve aralarındaki bütün bağlar kopuverir. Onlara uyanlar ise, «Ah! bir daha bizim için dünyaya dönüş olsaydı, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık» derler. Böylece Allah onlara yaptıklarını hasret ve pişmanlıklar olarak gösterecektir ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir.

Allah bundan önceki âyetlerle varlığını ve birliğini sekiz belgeyle in­san aklına sunarken birliğine ters düşen tutum ve inançları yeriyor ve yu­karıdaki âyetlerle kendisine başkasını denk tutan inkarcıların dünyadaki durumunu ve âhirette uğrayacakları şiddetli azabı ve dünyada iken uy-

duklan kimselerin   kendilerinden' nasıl uzaklaşacağını, bu yüzden derin bir hasret ve pişmanlık içinde kalacaklarını bildiriyor.

 

İlgili Hadîs

 

Abdullah bin Mes'ud (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimize,

  Hangi günah daha büyüktür? Diye sorduğumda, buyurdu ki:

  «Allah'a (başkasını) denk tutmandır;   halbuki   O seni   yaratmış­tır.» [222]

 

Ahlâkî Yönü

 

Sonradan meydana gelen ve varlık âleminde yer alan fânileri, ya da insan eliyle yontulup şekillendirilen putları; kitleleri sürükleyen liderleri Allah'a denk tutmak, Allah'ı sever gibi bunları sevmek, ilâhî hakka karşı büyük bir tecavüz sayılır; aynı zamanda iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırdetme özelliğini taşıyan aklı lâyık olduğu ölçü ve anlamda kullanma­maktır. Çünkü insanı diğer yaratıklardan ayırıp üstün ve başarılı bir canlı halinde ayakta tutan akıl, sonradan olma, eskiyip çürümeye mahkûm olan varlıklara tapınmayı gülünç sayar. Yaratıcılığın en yüksek ve en mü­kemmel tezgâhında insanı var eden bir Allah'a ortak koşmak, nankörlü­ğün en kötüsü, vicdanı bozmanın en fenası, kulluk ahlâkını yıkan sebep­lerin .en korkuncudur.

Günümüzün aydın geçinenlerinin çoğunun dilinden düşmeyen şu söz­ler oldukça dikkat çekicidir: «Tabiat şu canlıyı güçlü kılmıştır.», «Doğa şu canlı hakkında cömert davranmıştır.», «Tabiat böyle düzenlemiştir.» Bu sözlerden tabiatın Allah'a denk tutulduğu veya Allah'ın inkâr edildiği sonucunu çıkarıyoruz. Birtakım kanunlara bağlı olan şuursuz bir tabi­atın, böylesine mükemmel bir düzeni ve bu düzenin içinde yeralan in­sanı birtakım tesadüflerle oluşturması, .imkân alanına getirmesi ve bu­nu devam ettirmesi nasıl düşünülebilir? Kâinatın hikmet, esrar, belge ve delil dolu kitabını görebilen bir göz, işitebilen bir kulak, anlayabilen bir kalb ve çözümünü yapabilen bir akıl elbetteki bu gibi inanç ve iddiaları kökünden reddeder. [223]

 

Sosyal Yönü

 

Bir olan, eşi-ortağı, dengi ve benzeri bulunmayan bir ilâha inanmak ve inanç çerçevesi içinde O'na tapınmak şüphesiz ki toplumu gaye ve ideal birliğine ulaştırır; aralarında bölünme ve sürtüşmeyi çekişme ve itiş­meyi önler; dengeli ve huzurlu bir hayat ortamını sağlar. Bunun aksine bir yol tutup Allah'tan başka bir varlığa taparcasına gönül vermek ve herkesin anlayış ve çıkarına göre bir güç ve dayanak aramak, toplum dü­zenini bozar, mezhep kavgalarına kapı açar. Liderleri, başkanları, ileri gelen önemli şahısları Allah'ı sever gibi sevmek; lüzumundan fazla ilgi gösterip bağlanmak, taparcasına önlerinde eğilmek hem sapıklık, hem de ipsan onurunu, toplumun manevî yapısını kırıcı ve yıkıcıdır. Bir ülkede tek lider değil de birkaç lider bulunacağına göre, lidere ilâhî sıfatları ya­kıştırıp aşırı derecede sevgi göstermek bölünmeyi, ikilik doğurmayı ve hiçbir zaman uygun karşılanmıyacak tartışma ve sürtüşmeyi hızlandırır. Millî bünye büyük zarar görür.

İşte Kur'ân «Allah'ı sever gibi onları severler» cümlesiyle bu tip insanları yermekte ve böylesine aşırı bir bağlanışın küfre yol açtığına dikkatleri çekmekte; bütünleşmenin ve huzur içinde yaşamanın tek yolunun Allah sevgisi olduğunu öğütlemektedir. [224]

 

Tasavvufî Yönü

 

Zevkine erilmiş sağlam imân, derin sevgiye kapı açar. Ne var ki bi­rini Allah için sevmek başka, Allah'ı sever gibi sevmek daha başkadır. Allah'ı sevmek, O'nun muhabbet havası içinde zevklerin en yüeesini ve en nefisini tadmak ise, olgun mü'min için en yüksek gayedir. Birinci ölçü­deki sevgide sevap ve rahmet vardır. İkinei türdeki sevgide günah ve şirk (Allah'a ortak, denk ve benzer) koşmak anlamı vardır. Üçüncü sevgi ise peygamberlerin, velîlerin, salihlerin ve büyük âlimlerin yolu ve sünnetidir.

«İmâ" edenlerin ise Allah'ı sevmesi çok da­ha köklü ve devamlıdır.» Cümlesi, hakikî tasavufun temelini, ruha gıda­nın en yararlı dozajını yansıtır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz hadîs-i şeriflerinde :

«Kim Allah'a kavuşmayı (ölmeden evvel ölme sırrına erişmeyi) se­verse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah'a kavuşmayı sevmezse,

Allah da ona kavuşmayı sevmez.» [225]

Buyurarak sevginin karşılıklı olduğuna dikkatleri çekmiş ve böylesi­ne bir istek ve muhabbetin çok sağlam bir imana dayandığını başka ha­dîslerinde belirtmişlerdir. Kudsî bir hadîste ise şöyle buyuruluyor:

«Kulum daha çok, kendisine farz kıldığım ibâdetle Bana yaklaşır; sonra kulum durmadan nafile ibâdetle bu yaklaşmasını artırır, tâki onu sevmeye başlarım; sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık benimle işitir, benimle görür, be­nimle tutar, benimle yürür. Bu durumda Benden isterse veririm, Bana sı­ğınırsa onu korurum. Yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim; ancak mü'min kulumun canını almakta tereddüdüm oldu: O, ölümden hoşlanmaz, Ben de onun kötü söz ve davranışlarda bulunmasından hoşlanmam, ama onun için ölümden kurtuluş yoktur.» [226]

Cenâb-ı Hak bir insanda iki kalb yaratmadığı için bir gönülde iki sev­gi birleşemez. Allah'ı sever gibi başkasını sevmek tevhîd'i zedeler, ruhu gıdasız bırakır, aslına ulaşma yollarını tıkar. O bakımdan hakiki imân, Allah'a çok sevmenin tek çaresi ve en sağlam temelidir. [227]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bundan önoeki âyetlerle, Allah'ın varlığı, birliği açıklandı, yaratmada O'nun kendi başına bulunduğu, kimsenin O'na ortak ve denk olmadığı bildirildi. İlâhî sevginin ölçü ve anlamına dokunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle yerdeki nimetlerden söz ediliyor; bunlardan in­san sağlığına zararlı olan, ruhî yapıyı tahrîp eden maddelerden kaçınılma­sı ve herkesin kendine ait helâl ve temiz rızıktan yemesi emrediliyor. [228]

 

Meali:

 

168—  Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak ye-yin; şeytanın adımlarına uymayın (ona adım uydurmayın). Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

169—  O ancak size kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a karşı bilmediği­niz şeyleri söylemenizi emreder.

 

İniş Sebebi

 

Sakîf, Huzaa ve Müdlec oğullan aahiliye devrinde doğan beşinci er­kek deveyi, kulağını yarıp salıverirler, başlarına bir dert gelince veya yeri­ne gelmesi arzulanan bir muradları olunca onun için putlara bir deve ada­yıp, onu da salıverirlerdi. Bir de koyun dişi doğurursa kendilerine, erkek doğurursa putlara tahsîs ederler ve bu üç türden yemeği kendilerine ha­ram kılarlardı. Helâl ve haram kılma yetkisinin Allah'a ait olduğunu bilmez­ler ve bu yüzden kötü âdetleri üzerinde ısrarla dururlardı. İslâmiyet gelince bu âdetleri bir bir yıkmaya başladı ve yukarıdaki âyet onları bu gibi bâtıl inançlardan vazgeçirmek üzere indirildi. [229]

 

İlmî Yönü

 

«Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin.»

Yeryüzündeki ni'metlerin helâl ve temiz olanlarından yeyin; bu sınırı Gşıp şeytanın adımlarına uymayın. Allah ancak sizin beden ve ruh sağlı­ğınıza zarar getirmiyecek maddeieri helâl kılmıştır. Çünkü helâi, haram; temiz ve murdar biz insanlara nisbetledir. Allah'a nisbetle değildir. Nitekim insanlara nisbetle mevcut nimetlerin dört kısma ayrıldığını görüyoruz:

a)  Helâl nimetler,

b)   Haram nimetler,

c)  Temiz ve yararlı nimetler,

d)   Murdar ve zararlı nimetler.

Helâl nimetler, başkasına ait olmayıp meşru' yoldan elde edileni­dir. Kişinin kendi elemeği ve alın teriyle ticaret, ziraat ve sanattan elde ettiği bu cümledendir.

Haram nimetler, ya başkasına ait olup meşru' olmayan yoldan elde edilenidir, ya da başkasına ait değildir, ama beden ve ruh afiyetine za­rarlıdır. Yetim malı, faiz, hırsızlık, kumar yoluyla elde edilen nimetlerle domuz eti, ölmüş hayvan eti, alkollü ve uyuşturucu maddeler bu cümle­dendir.

Temiz nimetler hem helâldir, hem de ölçülü kullanılırsa sağlığımıza zararlı değildir. Murdar nimetler, hem helâl değildir, hem de beden ve ruh sağlığımıza zararlıdır. Özellikle bazı gıda maddelerinin insan karak­teri üzerinde de bir takım olumlu ve olumsuz tesirlerini unutmamak ge­rekir.

Konumuzla ilgili bilimsel açıklamayı daha çok En'am ve A'raf sûre­lerinin tefsirinde yapacağımızdan burada üzerinde daha fazla durmaya lüzum görmedik. [230]

 

İlgili Hadîsler

 

Yukarıdaki âyet Resûlüllah (A.S.) Efendimizin meclisinde okununca sahabenin ileri gelenlerinden Vakkas oğlu Sa'd (R.A.) ayağa kalkarak Re­sûlüllah (A.S.) Efendimize şöyle ricada bulundu :

  «Ya Resûlellah! Allah'a duâ edin de beni duası kabul olunan bir adam kılsın..»

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona buyurdu ki i

  «Ya Sa'd! Yiyeceğini temiz ve helâl ölçü ve anlamda bulundur ki duası makbul bir kimse olasın. Muhammed'in canını kudret elinde bulun­duran Allah'a yemin ederim ki, adam haram lokmayı midesine indirir de kırk gün (duası) kabul olunmaz. Hangi kulun eti (bedeni) haram, murdar ve faizden yeşerip gelişirse ateş ona daha lâyıktır.» [231]

Kudsl Hadîs :

«Allah Teâlâ buyuruyor: Kullarıma bağışlayıp verdiğim her mat, on­lar içi" (Çizdiğim sınırlar içinde) helâldir. Hem kullarımı Ha, if (Hakk'a yönelik) olarak yarattım. Sonra şeytan gelip onları dinlerinden uzaklaştır­dı ve sürükleyip götürdü. Ben de bu kez onlara helâl kıldığın (şeylerden bir kısmını) haram kıldım.» [232]

 

Ahlâkî Yönü

 

Her haram lokma bir hakkın zayi olmasını; her murdar şey, ruh ya da beden sağlığının bozulmasını ve insan karakteri üzerinde olumsuz tesir yapmasını hazırlar. Midemize inen her helâl ve temiz lokma düşüncemizi berraklaştırır, kanımızı temizler, vicdanımızı geliştirir ve imânımıza güç kazandırır. O halde insan yaşadığı sürece bu iki ayrı lokma ile karşı kar­şıyadır. Hangisini seçerse ona göre bir imân ve ahlâk ölçüsüne erişir.

Hayatın canlılık kazanmasının, insanın ataletten kurtulmasının bir sebebi de içimizdeki ve dışımızdaki karşıt kuvvetlerin çarpışıp tartışması, sürtüşüp itişmesidir. İçimizde imân ve irfan ile şekillenmiş vicdanımızı melek destekler. Kötülüğe ve günaha eğik bir halde bulunan nefsimize ise, şeytan yardım eder. Haram ve murdara doğru akıp gitme hevesini taşı­yan nefsimizi akıl, imân ve irâdemizin denetimine vermiyecek olursak, mutlaka o. şeytanla birleşip, onun olumsuz yönde etkiliyen sinyallerine hedef olarak kötü arzularının yerine gelmesini sağlar. Böylece insanın şe­hevî duygusu hareket ve canlılık kazanır; o yüzden bir takım hakların çiğ­nenmesine, ahlâk ve faziletin çökmesine yol acar. Çünkü nefis bu va­dide şeytana adım ve ayak uydurmuştur. Halbuki şeytan insana apaçık bir düşmandır; o ancak kötülük ve hayasızlığı emreder. [233]

 

İtikadî Yönü

 

«O size: Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.»

Allah'a   karşı   bilmediğimiz  şeyleri  genellikle  üç grupta  toplamamız mümkündür:

a)  Allah'ın zatı ve mahiyeti,

b)  O'nun gayb alemindeki esrar ve hikmeti,

c)  Helâl ve haram, murdar ve temiz şeyler hakkında kendi akıl ve mantığımıza göre hüküm vermemizin ruh ve karakterimiz üzerindeki olum­suz tesirleri.

Allah öncesiz ve sonsuz (ezelî ve ebedî)dir. Hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey O'na denk ve eş olamaz. O, ilmiyle, kudretiyle, rahmet ve inâyetiyle varlık âlemini kuşattığı için, sonradan olma varlıkların O'nun zatını ve mahiyetini bilmesine imkân yoktur. Diğer bir deyimle, sınırlı olan bir varlık, sınırsız olan bir varlığı ne bilgisiyle, ne idrak ve hafızasıyla kap­sayıp kuşatamaz. Bizim aklımız da, bilgimiz de sınırlıdır. Ancak belli bir çizgiye kadar uzanabiliriz. O çizgiyi aşmaya kalktığımızda itikadı bir fır­tınaya yakalanırız, gönül gemimiz alt-üst olur. Bununla beraber Allah'ın zatı hakkında bilgi edinme arzusu insanın içinde hep mevcuttur. Şeytan ha­ram lokmayla, murdar nesneyle açık kapı bulunca bu arzumuzu hareke­te geçirmek için sinyal gönderir, Bu sinyallerin tesirinden korunabilme-mizin tek yolu, sağlam imân ve sonra da helâl ve temiz bir rızıka gerekli olmamızdır.

Allah'ın varlık âleminde öyle esrar ve hikmetleri var ki, onları fizik­sel ve matematiksel yollarla çözmeğe, üzerindeki perdeyi kaldırmaya ça­lışmak bizi müsbet bir sonuoa götürmez; üstelik şüphemizi artırır. Örne­ğin, cennet ve cehennemi, onlardaki nîmet ve azabı günümüzün gelişen ilmiyle, tekniğiyle anlamamız hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü bi­zim bilgi ve tekniğimiz dünyadaki şartlara ve mevcut kanunlara göredir. Halbuki esrar ve hikmetler alemindeki şartlar ve kanunlar cok değişik ve farklıdır. Meselâ, cennette güneş, bulut, yağmur, gece ve gündüz yoktur. İnsan toprağa intikal etmeden oradaki şartlar içinde yaşayamaz; kıya­met günündeki kalkışımız o âlemdeki şartlara ve kanunlara uygun biçim­deki bir bünye ile olacaktır. Ama ne var ki bütün bunları anlamak ve öğ­renmek istiyoruz; kendimizi zorluyor, aklımızı ve mantığımızı harekete ge-, ciriyoruz; emekliye emekliye gelip belli ve belirli bir sınırda takılıp kalı­yoruz. Şeytan bu sınırda bizi ileriye doğru itmeğe çalışıyor. Dönüş yapma­mız en sıhhatli çaredir. Aksi halde şeytan önce şüphemizi artırmak, son­ra yanlış hükümler vermemizi hazırlamak ve inkâra sapmamızı sağlamak ister.

Helâl ve haram, murdar ve temiz konusunda da aklımız ve deneyle­rimiz yeterli değildir. Örneğin, domuz etini batı ülkeleri yerler ve bunda bir sakınca görmezler. Halbuki bu hayvanın et ve yağının ruh ve karakter uzerinde de olumsuz tesirleri bulunduğu görülmüştür.

Kendi sınırlı ölçü ve tesbitlerimize dayanarak «Allah neden bu hay­vanın etini haram kılmıştır?» diyerek itirazda bulunmamız, Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylemek olur ki bu, hem büyük bir günahtır; yanlış bir itikat çerçevesine alınırsa küfürdür; hem de şeytanın bu konudaki vesvese sinyallerine alet olmaktır.

Gerçi son yıllarda bu konuda ilmî araştırmalar hızlanmış ve bazı ip­uçları tesbit edilmiştir. Yeri gelince gerekli açıklama yapılacaktır. [234]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah, insanlar için yararlı ve zararlı şeyleri özetledikten, ömür ser­mayesinin helâl ve temiz nîmetlerle değerlendirilmesini hatırlattıktan; bu konularda da şeytana ayak uydurmanın üzücü bir kötülüğe ve sonuca götüreceğinden söz ettikten sonra insanları, özellikle inkâr ve inadında direnip aklını ve vicdanını harekete geçirmeyenleri Kur'ân'a uymaya ça­ğırmış, atalarının yanlış yolda hayatlarını berbat ettiklerini belirterek ha-kikata karşı dilsiz, sağır ve kör kalmamalarını önermiştir. [235]

 

Meali:

 

170—  Onlara, «Allah'ın indirdiğine uyun» denilince, «hayır biz baba ve dedelerimizi üzerinde bulduğumuz şeye uyarız» derler. Ya baba ve de­deleri bir şey akledememiş ve doğru yolu bulamamışlarsa?

171—  İnkâra sapıp küfür üzere kalanların durumu, bağırıp çağırmak­tan başka bir şey işitmeyen (ve tıpkı davarlara seslenen çoban) gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledip anlayamazlar.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetler puta tapanlar ve bilhassa Yahudilerden bir topluluk hak­kında inmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onları İslâm'a davet ettiğinde, «Hayır, biz babalarımızın üzerinde bulunduğu şeye uyarız» dediler. Bu körükörüne bağlanmak, geçmişin bilgisizlik perdesi altında kalmak onlar için çok kötü sonuçlar doğurdu. Allahonların bu şuursuzca sözlerine kar­şılık onları sağırlık, dilsizlik ve körlükle vasıflandırdı. [236]

 

Eğitimin Gereği

 

İslâm eğitimle başlamış ve onunla gelişmiştir.   Hazreti   Peygamber (A.S.) Efendimiz aynı zamanda büyük bir eğitimci, hurafa ve kötü âdetleri yıkan eşsiz bir inkılapçı idi. Yukarıdaki âyetlerle insanları bir takım uyuşturucu hurafa ve yanlış inançlardan kurtarmanın gereğine işaret edi­liyor; geçmişin verimsiz, eskimiş kötü ve zararlı gelenek ve inançlarına saplanıp kalmanın insanı sağır, dilsiz ve kör durumuna düşüreceği ha­ber veriliyor. Gerçekte geleceğin büyükleri, bugünün küçükleri sayılan ço­cukları ciddi, doğru, yararlı ve geliştirici bir eğitim süzgecinden geçirme­miz, onların körpe kalbine ve dimağına hakkın varlığını ve sevgisini işle­memiz Allah'ın değişmiyen bir emri ve sağlam karakterli bir neslin deva­mını sağlamanın gerçek yolu ve metodudur. [237]

 

Fıkıh - İctihad

 

«Hayır, biz baba ve dedelerimizi üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler.»

Gerek peygamberlere, gerekse onların getirdiği esas ve prensipler üzerinde ilmî yeteneğini kullanan büyük ilim adamlarına uyarken, sağır­lar, dilsizler ve körler gibi şuursuzca bağlanıp kalmamak; Allah'ın insana en büyük lûtuflarından biri olan aklı harekete geçirmek, zekâ ve yeteneği kullanmak suretiyle o şeylerin yararlarını ve hikmetlerini araştırmak ge­rekir. Zira bilerek, anlayarak inanmak çok daha köklü ve kalıcı olur. O bakımdan T e v hîd Akidesi konusunda taklidin sıhatli olmadığı söylen­miştir. Nitekim aşağıda bu hususu biraz daha açıklıyoruz. [238]

 

İtikadî Yönü

 

Bu âyetlerle, önce Arapların katı bir bilgisizlik ve inat içinde bulun­dukları, her yeniliğin karşısına koyu bir taassupla çıktıkları ve ataların­dan ne görmüş ve işitmişlerse körükörüne ona bağlanıp kaldıkları; hak­kı araştırıcı olmadıkları bildiriliyor. Sonra ölçüsüz ve anlamsız bir taklîde kurban oldukları, bu yüzden her geçen gün haktan uzaklaştıkları hatır­latılıyor. Çünkü her konuda atalara uymak, geçmişin iyi ve kötü, yaraflı ve zararlı inanç ve âdetine bağlanıp kalmak; geleceğin mutluluk va'de-den ve hakkı yansıtan gerçeklerine karşı hareketsizliği, ya da onları red­detmeği öğütler.

Peygamberlerin getirdiği hakikatler ise, bu kaidenin dışındadır. Çün­kü Allah'ı sıfatlarıyla bilmenin ve O'na karşı kulluk görevini yerine getir­menin ölçü ve anlamı ancak peygamberin bildirdiği esas ve prensiplerle gerçekleşebilir. İnsan aklı bunu tamamen anlayıp kavramaya, kurallarını tesbite yeterli değildir. O halde dinî. inançlarda ve ibâdet hususlarında atalarımıza değil, gönderilen son peygambere uymamız gereklidir. An­cak ne var ki, Peygambere de uyarken. Onun getirdiği esaslar ve pren­sipleri kabul ederken az yukarıda belirttiğimiz gibi, aklımızı kullanmamız, vicdanımızın sesini duyarak bağlanmamız şarttır. Böylece kendimizi körü-körüne taklîdden kurtarmış oluruz ve imânımızı tahkika eriştirmiş bulunu­ruz. Dindarlığın en güzeli ve en sağlamı da budur.

Kitap ehlinden olan Yahudi ve Hıristiyanlara en son inen ve tekâmül edegelen dinlerin en son halkası olan İslâmiyete ve o dinin kitabı Kur'ân'a uymalarının akıl ve vicdan gereği olduğu bildirilirken, insan aklına ve vic­danına bilhassa bu önemli konuda geniş yer veriliyor. Atalarının koyu bir bilgisizlik ve aşın bir taassup, aynı zamanda körükörüne bir taklîd yü­zünden akıllarını ve anlayışlarını kullanamadıklarından hakikati bulama­dıkları, Hakk'a kavuşamadıkları bilhassa belirtiliyor. Halbuki akıl denilen ilâhî nîmet insana hakikati arayıp bulmak için verilmiştir. Bu yolda kulla­nılmayan ve taassubun kurbanı olan akıl yaratıldığı gayenin dışına itilmiş olur. Böylece insan sadece çobanın sürmesiyle hareket eden, onun ba­ğırıp çağırmasıyla duran ve daha çok çobanın irâdesine bağlı kalan bir sürü koyundan farksız sayılır. Bu duruma kendini düşürenler gayet tabii Hakk'ın sesini işitmiyen, delilleri ve âyetleri görmeyen, sorulanı dosdoğru cevaplandıramıyan sağırlar, dilsizler ve körlerdir.

İmam Kurtubî bu konuda diyor ki:

«Ataları bâtılda taklîd etmek yerilmiştir. Çünkü böyle bir taklîd küfür ve günahla ilgilidir. Hakkı taklîd ise yerilmemiştir. Qünkü «Eğer bilmiyor­sanız ilim ehline sorun» emri bu kapıyı acık tutmuştur. Ancak çoğu ilim adamlarımıza göre itikatta taklîd doğru değildir. Çünkü her mü'mine Tevhît konusunu okuyup öğrenmek farzdır. Dinî hükümlerde ise Al­lah'ın Kitabından ve Peygamberin Sünnetinden bunları çıkaracak bilgiye sahip değilse, o takdirde çıkarabilen müctehitleri, ilim adamlarını takiîd etmesi vaaib olur.» [239]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Allah, yukarıda geçen âyetlerle kendisinden başkasını ilâh kabul edenlerin veya başkasını kendisine denk tutanların durumunu açıkladık­tan sonra kullarından yana helâl ve mubah kıldığı şeylerde yarar; haram, murdar ve mekruh saydığı şeylerde zarar bulunduğuna dikkatleri çeke­rek yeryüzündeki nimetlerin temiz ve helâl olanından yemelerini önerdi. Sonra da atalarını körükörüne taklîd eden inkarcıların bu kötü tutum ve davranışını kınadı ve onların bu acıklı halini çobanla sürü arasındaki ba­ğırıp haykırmaya benzeterek sürünün  kendi  irâdesinde hareket etmedi-

qini   sadece çobanın bağırıp cağ.rmasıyla birşeyler yaptığını, kendilerini idare edecek akıllarının bulunmadığını misal olarak gösterdi.

Aşağıda mealini verdiğimi 172-173. âyetlerle bu kez mü'mınlere hi-tab ederek, doğru yolu bulmada, ilâhî beyânları anlayıp kavramada her­kesten daha lâyık bulunduklarına işarette bulunuyor; sonra da yeryüzün­deki nîmetlerin ancak temiz ve helâl olanından yemelerini ve buna kar-snik aönülden Allah'a şükrederek O'nun mülkünde, O'nun nimetini yine S'nun huzurunda ve denetimi altında O'nun emrine ve tavsiyelerine uy­gun ölçü ve biçimde kullanmalarını, söz ve davranışlarıyla ortaya koyma­larını hatırlatıyor. [240]

 

Meali:

 

172—  Ey imân edenler! Sizi rızıklandırdiğımız şeylerin iyi ve temiz olanından yeyin. Eğer yalnız Allah'a tapıp kulluk ediyorsanız O'na şükre­din.

173—  O, ancak size ölüyü (ölü hayvan etini), kanı, domuz etini; bir de Allah'dan başkası adına boğazlanan hayvanı   haram kılmıştır.   Ama (açlıktan) darda kalana (başkasının hakkına el uzatmamak ve zaruret mik­tarını aşmamak şartıyla) günah yoktur. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler :

 

«Şüphesiz kî Allah güzel ve temizdir ve ancak güzel ve temiz şeyi kabul eder. Allah peygamberlere emrettiğini mü'minlere de emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey peygamberler! Temiz şeylerden yeyin; güzel ve yararlı amelde bulunun. Ve ey mü'minler! Siz de size rizık olarak verdi­ğimizin temiz ve helâl olanlarından yeyin.»

Resülüllah (A.S,) Efendimiz devamla buyurdu ki:

«Adam saç sakalı karışık tozlu bir vaziyette yolculuğunu uzatır da elini göğe kaldırıp: Ya Rabbî! Ya Rabbî! der; halbuki yediği haram, içti­ği haram, giydiği haramdır; haramla gıdalanmıştır; artık onun duası ne­rede ve nasıl kabul olur?!» [241]

«Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir.» [242]

«Bize iki ölü (hayvan) ve iki kan helâl kılınmıştır: Balık ve çekirge; ciğer ve dalak.» [243]

Büyük sahabi Selmân Farisî (R.A.) diyor ki:

Peygamber (A.S.) Efendimizden (Mecusîlerin hazırladığı) yağ ve pey­nirden, bir de yaban eşeğinden sorulduğunda şöyle buyurdu :

«Helâl, Allah'ın kendi Kitabında helâl kıldığı şeylerdir; haram Allah'ın kendi Kitabında haram kıldığı şeylerdir. Bu konuda söz etmediği şeyler ise, bağışladığı (af kapsamına soktuğu) şeylerdir (onları mubah saymış­tır).» [244]

 

Beden Ve Rûh Sağlığımız

 

172. Âyetle, inanmışlara, kendilerine ait rızıkiardan da ancak iyi ve temiz olanlarını yemeleri emredilmiştir. Bu emir, hayatı korumak için gün­lük protein ve kalori ihtiyacı nisbetinde yemekle ilgiliyse vücud içindir. Misafirle birlikte oturup yemekle ilgiliyse sünnete yakın bir anlam taşır.

Bu ikisinin dışındaki hallerde yemekle ilgiliyse mubahlık ifâde eder. Her üç durumda da sağlığımızın korunmasına işaret edilmektedir. Çünkü in­san, iyi. güzel ve temiz yaratılmıştır. Bedenine yerleşen ruh, Allah'­tan geldiği için daima iyiye, güzele, temize ve helâla eğiktir. Melekler de böyledir. Bu nedenle murdar ve zararlı, haram ve şüpheli şeylerden ye­memiz sağlığımızı bozacağı gibi, bunların çoğu ruhumuzu da kirletip pas­landırır. Meleklerin bize yaklaşmasına engel olur.

Varlık âleminde her canlı, yaratılışındaki özelliğe göre gıdalanır. Ko­yuna et, yağ ve yumurta gibi proteinli gıda maddeleri yedirirsek .bundan son derece rahatsız olur. Aslana ot verecek olursak dönüp bakmaz. Hiç­bir canlıya sunulmayan çok çeşitli ve zengin nîmet sofrası insanlara su­nulmuştur. Ama bu kadar bol çeşit ve zenginlik içinde her şeyin kapısı ardı­na kadar ona da açılmamış; beden ve ruh yapısına, aile ve topluma zarar verecek şeylerden men'edilmiştir. Çünkü insan en şerefli ve en mükem­mel canlı olarak yaratıldığından ona en temiz ve yararlı gıda maddeleri" helâl ve mubah kılınmıştır. Hem ona sunulan yiyecek maddeleri onun ya­ratılışındaki özelliğine denktir. Kur'ân ona «AHSEN-İ TAKVÎM = En güzel biçim» sözünü yakıştırırken HELÂL-TAYYİB anlamında rızkını kendisine helâl ve temiz bir kanaldan elde etmesini öğütler. O halde insan hem ya­ratılışındaki en güzel biçime, hem de ruhundaki yüceliğe ve kendisine su­nulan bol ve o nisbette zengin çeşitli nimetlere karşı sabah akşam şük-retmeli, günlük hayatının her safha ve döneminde Allah'ı üstün bir sevgi ve saygıyla hatırlamalı değil midir?

«Eğer yalnız Allah'a tapıp kulluk ediyorsanız O'na şükredin.» cümle­si işte bunu ifade eder. [245]

 

İlmî Yönü

 

Yukarıdaki âyetlerle birçok haramlar arasından önemli dört madde üzerinde durulmuştur. Çünkü bunlar daha çok o devirde Arapların üze­rinde ısrarla durup helâl saydıkları maddeler olmakla beraber, günümüz­de de bunları murdar ve zararlı saymıyarak yararlanmaya çalışanlar ek­sik değildir. Özellikle Hıristiyan milletler, bu dört maddeyi yemekte bir sakınca görmemektedirler. Gerçi ilim adamları bunların zararları üzerin­de durmuştur. Ama kilise karşı çıkmayınca buna aldırış eden olmamıştır. Bilindiği gibi Tevrat ve İncil'de helâl ve haram üzerinde detaylı yazılı bel­geler bulunmamaktadır. Zamanla değiştirile değiştirile aslından uzaklaş­tırılıp insanların zevk ve arzusuna göre bir şekil almıştır. Kur'ân-ı Kerîm her türlü beşeri müdahaleden korunduğundan ve tek kelime ve harfi bile değiştirilmediğinden ilâhî ahkâmı olduğu gibi yansıtmakta ve böylece insan için yararlı ve zararlı maddeleri belirlemektedir. Şimdi sözü edilen dört maddenin haram sayılmasının hikmeti üzerinde duralım: [246]

 

1.  Ölü Hayvan Eti

 

Ölmüş bir hayvanın eti insan sağlığına zararlıdır. Normal şekilde bo­ğazlama ameliyesi yapılmadığından vücuttaki kan dışarı akmamış oluyor. Kan ise kısa zamanda kokuşan bir maddedir. Kokuşunca da birtakım za­rarlı bakterilerin sür'atle oluşmasını sağlar. Kokuşan bir maddede oluşan bakteriler toksin denen zehirler meydana getirirler; bunlar içinde buluduğu ortama atılır ve orada toksik bulaştırma yapar. Kanın, kokuşması kısa zamanda ete te'sir eder, aynı ortam ette de oluşur.

Denilebilir ki, ölü bir hayvanın, bir hastalıktan değil de, bir süsme, yuvarlanma, yüksekten düşme, ya da ağır yaralanma sonucu ölmüş ol-masj ve kanı kokuşmadan yenilmesi ne zarar verir? Buna şu cevabı ve­rebiliriz : Önce Allah bunu haram kıldığı için artık bir yaran ve zararı var mıdır? diye üzerinde şüpheyle durmak doğru değildir. Sonra bir şeyin azına, hafifine cevaz verildiği takdirde onun çoğunun ve ağırının önüne geçmek mümkün değildir. Bir kaşık şarap da pek zarar vermez. Ama bu­na cevaz verildiği takdirde şarabı haram kılmanın anlamı kalmaz. Bir de insanları haram ve murdar şeyleri alıp satmaktan, yeyip yedirmekten da­ha çok din korur, Allah korkusu engel olur. Bu konuda gelişen vicdan ilâ­hî bekçilik görevini yerine getirir.

2.  Kan

Kan, yukarıda belirttiğimiz gibi çok çabuk kokuşan bir sıvıdır. Özel­likle İslâm'ın haram saydığı kan, akıtılmış ofamdır. Yani hayvan boğazlan­dıktan sonra dışarıya akıtılan kan haram, içinde kalan ve artık dışarı çık­mayan kan helâldir. Hayvanın İslâmî biçimde boğazlanmasından sonra haliyle et ve damarlarda az da olsa kan kalır. Bulunduğu ortam içinde be­lirsiz hale gelip zararlı olmaktan çıkar,

3.  Domuz Eti

İlmî araştırmalar, laboratuvar çalışmaları domuz etinin insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler yaptığını tesbit etmiştir. Bunları birkaç madde halinde sıralayabiliriz :

a) Domuz eli ruh ve karakter üzerinde olumsuz yönde etki yapar.

Daha çok günlük protein ihtiyacını bu etten karşılayan kimselerde kıs-Kançiık ve gayret duyguları dumura uğrar. İbn HALDUN birçok kabileler üzerinde yapmış olduğu ciddi araştırmalarında hayvanî etlerin ruh ve ka­rakter üzerindeki tesirlerini çok açık ve belirgin gördüğünü kaydetmiştir. Bugün bu etin Batı ülkelerinde yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz yöndeki etkilerini bilmekteyiz.

b)  Vücuttaki (E) vitaminini tahrip ettiği ve bu yüzden hormonlara te'-siri ve cinsî kudretin azalmasına yol açtığı görülmüştür. Özellikle domuz yağının bu husustaki tahribatı daha fazladır, diyenler her geçen gün art­maktadır.

c)  Domuz yağı, diğer hayvansal yağlara oranla daha ağır olduğun­dan fazla miktarda ve devamlı yenince   kolesterol'ün damar kenar­larında birikmesine yol açtığı anlaşılmış, diğer yağlarda ise bu zararın da­ha az nisbette bulunduğu görülmüştür.

d)  Domuz etinde meydana gelen trişin  denilen  kurtçukların  zararlı ve öldürücü  nitelikte olduğu,   toksin   salgı  yaptığı  bilinmektedir,  Bu tür parazitler —20 dereoede ancak ölebiliyor. Trişinlerin 2 ilâ 4 derece­lerde ette 250 gün, —15 derecede 15 gün yaşadığı tesbit edilmiştir.

Halbuki domuz etleri âdet olduğu gibi dondurucu depolarda —10 de­recede bırakılmaktadır. Bu yüzden gelişmiş ülkelerde bile sık sık ölüm olaylarına raslanmakta ve bir takım çareler araştırılmaktadır. Nitekim son yıllarda Amerika ve Kanada istatistiklerinden anlaşıldığına göre bu iki ülke halkının % 18'i trişinoz hastalığından muzdariptir. Bu hastalık bi­lindiği gibi domuzun adalelerinde mevcut trişinin faaliyetinden meydana gelir. Sözü edilen trişinin bir kere insan adalesinde yer aldıktan sonra bir daha antibiyotikler veya başka ilâçlarla tedavisi pek mümkün olmamak­tadır.

Buna bir örnek verecek olursak, Kore savaşında kalb hastalığından ölen ve ortalama yaşları 22 olan 300 Amerikan askeri, yapılan otopsi muayenesinde, hepsinin bol miktarda domuz eti ve yağı yedikleri; sava­şın verdiği asabî gerginlik neticesi yağ yakma makanizmalarının bozul­masıyla öldükleri tesbiî edilmiştir. Tabii, trişinlerin salgıladığı toksinleri de unutmamak gerek. Halbuki Japon askerlerinde bu tür ölüm onlara oranla % 90 düşük idi. Çünkü Japon askerleri daha çok balık ve pirinçle bes­leniyorlardı.

Bütün bu olumsuz yönde tesir edici sebepleri bir tarafa bırakacak olursak biz mü'minlere göre, ister sözü edilen olumsuz etkileri olsun, is­ter olmasın, değilmi ki Allah domuz etini haram kılmıştır; o takdirde mut­laka zararlıdır ve kaçınmamız gerekmektedir. [247]

 

4. Allah'dan Başkası Adına Boğazlanan Hayvan

 

Allah'ın insanların yararlanması için yaratıp lütfettiği hayvanlardan eti yenenleri avladığımız, ya da boğazladığımız zaman, onu bizim elimize ve istifademize veren Yüce Kudreti hatırlayarak «Bismillah = Allah adıy­la» dememiz kadar tabii ne olabilir? O'nun verdiği nîmete el uzatırken O'nun adını anmak, kadirbilirliğin, nezaket ve terbiyenin gereği değil mi­dir? Ciğerimizi kirleten bir sigaraya, dudaklarımızı burkan acı bir kahve­ye teşekkürü bir nezaket sayarken, sayılmıyacak kadar çeşitli nimetlerini önümüze seren ve bünyemizin temel taşını teşkil eden hayvansal ete, boğazlamak üzere elimizi uzatırken Bismillah dememiz küçümsenecek bir davranış mıdır?

Bunun için Fikir Adamı Halil CİBRAN, Nebî adlı eserinde bu konuya dokunarak diyor ki: «Bir hayvanı boğazlarken için için ona de ki: «Seni benim elime sunan Kudret, bir gün beni de daha kudretli ellere teslim edecektir.»

Tevrat ve İncil'de bu mevzu :

Yahudi ve Hıristiyanların, Allah'ın haram kıldığı şeylerden yemeleri ve bunda bir sakınca görmemeleri, dinlerinin verdiği bir cevaz değildir. Çünkü ne Tevrat, ne de İncil'de bunların helâl olduğuna ait bir kayıt yok­tur. Üstelik Matta İncili: 26/26 bölümünde şarabın İsâ (A.S.) tarafından yasaklandığı yazılıdır. Domuz hakında ise şu kayıtlara raslamaktayız: «Ve İsâ onlara derhal izin vermekle temiz olmayan ruhlar çıkıp domuzla­ra girdiler.» Markos, Bab 3/13'de gayet açık bir anlatım içinde domuz­lara temiz ruhların değil, kabirlerden çıkan kötü ruhların girdiğini bildir­mekte ve domuz hakkında az da olsa bir bilgi vermektedir. Kitab-ı Mu-kaddes'in son baskılarında her nedense bu cümle değiştirilmiş, ayrı bir anlatım kalıbına sokulmuştur. Ama eski harflerle basılan nüshalarda be­lirttiğimiz cümleye her zaman rastlamak mümkün. [248]

 

Ahlâkî Yönü

 

İnsanın yaratılışındaki azizlik ve ruhundaki mükemmellik başka bir yaratıkla kıyas edilmiyecek bir özellik ve anlam taşır. Rûh melek sıfatın­da; nefs ve beden diğer canlılara yakın bir nitelik taşır. Tnsana, bu aziz­liğine ve kendinden üst ve ait tabakadaki varlıkların sıfat ve niteliğini bir­leştirip taşımasına uygun ölçü ve değerde nice nimetler sunulmuştur. Onlardan yararlanırken ruhun yüceliğini zedeliyecek, beden sağlığını bo­zacak nesnelerden şiddetle kaçınmamız gerekir. Bu bakımdan insanı kendi kudret eliyle yaradan Allah onun   bu   mükemmelliğine,   şeref   ve

azizliğine uygun olmayan maddeleri haram, uygun ve yararlı olanlarını helâl kılmıştır. Onun içindir ki, helâl lokma, duâ ve ibâdetin Allah'a yük­selip kabul olunmasını sağlar. Ruhun paslanmasını, vicdanın silik hale gelmesini önler. Haram lokma bunun tam aksine sebep olur. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz:

«Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah güzeldir, temizdir; ancak güzel ve te­miz oianı kabul eder.» [249]

Buyurmuştur.

Bu bakımdan helâl lokma vicdana serinlik, ruha rahatlık, kalbe güç ve esenlik verir. Toplum bünyesinde haksızlığa, sürtüşüp itişmeye kapı aç­maz. Herkes canından ve malından endişe duymayıp qüven içinde yaşar. Haram lokma, haksızlığa yolaçar, güveni sarsar, toplum yapısında huzur­suzluk doğurur. [250]

 

Fıkhı Yönü

 

Ümmetin âlimleri, ölmüş hayvan etinin haram olduğunda birleşmiş, görüş birliğine varmışlardır. Ancak bu genel kaideden İslâm Şeriatı balık­la çekirgeyi ayırmıştır. Çünkü Peygamber {A.S.) Efendimiz: «Denizin su­yu temiz, ölüsü helâldir.» buyurmuştur. [251]

Çekirge konusunda İbn Ebî Evfâ (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, şu husus nakledilmektedir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte yedi, ya da altı kutsal savaşa katıldık; onunla beraber bulunduğum gün­lerde açlığımızı gidermek için çekirge yedik. ResûiüNah (A.S.) bizi bun­dan alıkoymadı.» [252]

Bilindiği gibi balık boğazlanmaz. Ancak ölüp de su üstüne çıkan ba­lık, İmam Mâlik ile İmam Şafii'ye göre yenir. İmam Ebû Hanîfe ve arka­daşları bunu mekruh saymışlardır. Çekirge konusunda da imamların iç­tihatları farklı olmuştur: İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şâfiiy'e göre dirisi de, ölüsü de yenir. İmam Mâlik e göre ölüsü yenmez. Dirisi ise başı ko-parıldıktan ve ateşte pişirildikten sonra yenir.

Kan'in haram olduğunda imamların görüş birliği bilinmekle bera­ber, bazı hususlarında farklı ictihadda bulundukları tesbit edilmiştir. Ka­nın haram ve necis (murdar) olduğunda   da   ittifakı vardır.   Bu   nedenlekan yenmez, haramdır. İmam Şâfiiy'e göre, ister akıtılmış olsun, ister olmasın kan mutlaka haramdır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, balığın kanı haram değildir. Boğazlandıktan sonra etin içinde kalan kan da böyledir. Nitekim Hazreti Âişe Validemiz (R.A.) «Resûlüllah (A.S.} zamanında eti tencereye koyup pişirirken içindeki kandan dolayı suyu iyice sararırdı, biz de ondan yerdik; Resûlüllah (A.S.) buna engel olmazdı» diyor. [253]

Domuzun bütün parçalarıyla birlikte haram olduğunda bu ümmetin âlimleri ittifak etmiştir. Allah'ın bu hayvanın yalnız etinden söz etmesi, daha çok yararlanılan kısmı olduğu içindir. Domuzun necis (murdar) olduğu hakkında da ilim adamlarının çoğunun görüş birliği vardır. İmam Mâlik'e göre domuz murdar değildir, ancak eti haramdır, yenilmez. Dokunduğu yeri necis yapmaz. Diğer bütün hayvanlar da bu İmam'a gö­re böyledir, yani necis sayılmazlar. Bu konuda hayvanların temiz sayılma­sının sebebi, hayattır. İmam Şafiî domuzun yaladığı yerin bir defa olsun yıkanması gerekir, demiştir. Üç defa yıkanması daha uygun olur.

Allah'tan   başkası   için   boğazlanan   hayvandan maksat, bazı ilim adamlarına göre puta tapanların boğazladıklarıdır. O nedenle onlara göre Hıristiyanların Mesîh adına boğazladığı hay­van yenilir, haram değildir. Nitekim buna Ata', Mekhûl, el-Hasen, Şa'bî ve Saîd bin Müseyyeb cevaz vermişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Allah Kitap eh­linin boğazladığı hayvanların helâl olduğunu, genel bir anlatım ve deyimle açıklamıştır. [254]

 Muztar durum (çaresiz kalıp yapmak zorunda bulunma hali) geniş açıklama isteyen bir mesele olmakla beraber âyette bunun sınırlan belirlenip özetlenmiştir: Bir kimse Allah'ın haram kıldığı şeyler­den birini, açlık sebebiyle ölmekten korktuğu ve bunu açlığını giderip ölme-yeçek kadar yemek zorunda kaldığı için yerse, şu iki şartla caizdir: Nef­sinin fazla yeme, başkasının hakkına tecavüz etme istek ve arzusuna uy­mamak; ihtiyaç oranını aşmamak.. Bu bakımdan açlıktan ölüm derecesine varan kimse, bulduğu haram şeyden canını kurtaracak kadar yemez de bu yüzden ölürse, intihar ölçüsünde bir anlam ve hüküm taşıdığı için cehen­neme girer. Çünkü yaşama hakkı muhteremdir ve korunması gereklidir.

Görülüyor ki âyette zaruret sınırlanmış, şahısların arzusuna bırakrlmamıştır. Sahîh-i Buharî'de de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, zaruret miktarını soran sahabeye yukarıda belirtilen şartlar çerçevesi içinde sı­nırlanmış bir ölçü verdiği belirtilmiştir. İslâm Hukukunda «Zaruretler ken­di miktarıyla takdîr olunur.» kaidesi konumuzu oluşturan âyetten istidlal edilmiştir. Bunu şöyle açıklayabiliriz : Kaçınılmaz bir nedenle mubah olan bir şey ancak zaruret miktannca mubah olur. Fazlası mubah değildir. Çünkü haramı mubah kılan cevaz illeti, zarureti aşmakla kalkmış oluyor; bu bakımdan fazlası zarûretsiz alınmış ölçüsüne giriyor. [255] Buna bir örnek verelim : Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse, tehlikeyi at­latacak miktarda başkasına ait odun ve yakıttan -ileride bedelini öde­mek niyetiyle- kullanabilir; fazlası ise haramdır.

O halde «Başkasının hakkına el uzatmamak ve zaruret miktarını aş­mamak şartıyla» denilince, bundan, açlıktan ölmek üzere bulunan kimse başkasına ait bir yiyeceğe ancak-bedelini veya mislini ödemek niyetiyie-el uzatır da ölmeyecek kadar yerse, bu mubah sayılır, hükmü anlaşılmak­tadır. [256]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Allah, yukarıdaki âyetlerle temiz şeylerin yenilmesinin mubah oldu­ğunu bildirdikten; insan sağlığına zararlı, ruh ve karakteri olumsuz yönde etkileyen murdar şeyleri açıkladıktan; diğer milletlerin bu ölçü ve sınırın dışına taşıp kendi arzu ve anlayışlarına göre nimetlerden yararlandıklarını yererek asıl uyulması gereken doğru yolu belirttikten sonra, aşağıdaki âyet­lerle Kitap ehlinin (Yahudi ve Hıristiyan) bu gibi aşırılıkla kalmayıp Tev­rat ve İncil'deki bazı hakikatleri gizlediklerini, son peygamber Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimizle ilgili belgeleri ya kısmen, ya da tamamen de­ğiştirip karşılığında önemsiz bir değer aldıklarını ve bu yüzden Kitapta ayrılığa düşmekle derin bir çıkmaza düştüklerini haber veriyor. Müslüman­ların böyle bir çıkmaza düşmemelerini dolaylı yoldan hatırlatarak uyarıda bulunuyor. [257]

 

Meali:

 

174—  Şüphesiz ki Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir değere değiştirenler yok mu, işte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize çıkar­maz (ayıp ve günahlardan temizlemez); onlara elem verici bir azap vardır.

175—  İşte onlardır ki doğru yolun karşılığında sapıklığı, günahlardan arınıp temizlenme yerine azabı satın almışlardır. Bunlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!

176—  Bu azap, Allah'ın Kitabını hak olarak indirmesindendir. Kitap hakkında ayrılığa düşenler, elbetteki uzak bir ayrılık (derin bir çıkmaz) içindedirler.

 

İniş Sebebi

 

Yahudi bilginleri, peygamberler zincirinin son halkası Hazreti Mu-hammed (A.S.) ile ilgili Tevrat'taki belgeleri ve bu belgelerde anlamını bulan sıfatlarını, dinî liderlik ellerinden  çıkmasın diye gizlediler.  Ayrıca

Yahudiler kendi milletlerinden bir peygamberin geleceğini bekliyorlardı. Yahudi olmayan Mekke'nin Kureyş kabilesinin Haşim oğullarından bir zatın peygamber olarak gönderildiğini duyunca, tavırlarını değiştirdiler. Tevrat'ta karışık bir durum meydana getirdiler ve inkâra saptılar. Bile bi­le hakka karşı gelip doğru yola girmediler. Doğru yolun karşılığında (onu inkâr etmek pahasına) sapıklığı, günahlardan arınma, temizlenme yerine azabı satın aldılar. Yukarıdaki âyetler Yahudilerin ve o anlayış ve iddia­da bulunanların yanlış yolda olduklarını açıklar ve hakikati yansıtır ölçü­de indi.

Mekke putperestleri de Kur'ân hakkında derin bir çıkmaza düşüp ki­mi bu «sihirdir», kimi «önce gelip geçenlerin uydurmalarıdır», kimi de «şiirdir» dedi. Allah onların şaşkınlık ve ölçüsüzlük içinde ne dediklerini bilmediklerini hatırlatarak hakikati bildirdi. [258]

 

İtikadî Ve Ahlâkî Yönü

 

Âyetin iniş sebebi bir özellik anlatımı içinde de olsa Allah'ın Kitabın­daki hükümleri değiştirenleri, hakikatleri gizleyenleri; İslâmı, günün gayri İslâmî sistemine uydurmaya çalışanları ve bu açıdan İslâm'ın başlıbaşına bir sistem, bir hayat dini olmadığını, gelişen şartlara cevap verecek güç­te bulunmadığını iddia edenleri de taşıdığı hükmün kapsamına almakta­dır. İmam Kurtubî bu hususta şöyle diyor:

«Âyet iniş sebebiyle geçmiş bir olaydan haber verse bile, hakkı bazı çıkarları uğruna gizleyen Müslümanları da kapsamına almaktadır.»

Günümüzde Yahudi ve Hıristiyanlardan fazla İslâmiyeti ve bu dinin kitabı Kur'ân'ı bütünüyle anlayamayan Müslümanlardan bir kısmının kendi dinlerini günün şartlarına uydurma gayretleri çok düşündürücüdür. Âyetlerle, dikkatler bu hususa çekilmekte ve son dinin sâlikleri uyarılmak­tadır. Dîn ilâhî olduğundan indiği ölçü ve anlamda korunması gerekir. Aksi halde ilâhî olma özellik ve vasfını kaybeder ve daha önceki dinle­rin aslından uzaklaşıp yozlaştığı gibi yozlaşır da aslını kaybeder. Ne var ki, son dini kıyamete kadar koruma işini Cenâb-ı Hak kendi üzerine al­mış, kullarına bırakmamıştır. Hıristiyanların sadece günah çıkarma yön­temleri, ibâdet şekilleri, faizi mubah görmeleri, domuz eti yemeleri ve alkollü maddeleri helâl sayıp bununla ibâdetlerine renk katmaları, İsâ Peygamberin getirdiği Hak Dinin zamanla ne hale getirildiğini, aslından nasıl uzaklaştırıldığını, günün şartlarına uydurulmaya çalışıldığını göstermeğe yeter. Ancak Hıristiyanlıkla İslâmiyet arasında büyük farklar vardır. Hıristiyanlık İsrailoğulları'na gönderilmiş bir dindir. Aşırı derecede mad­deye önem veren Yahudiler'in bir /üzünü âhirete döndürmek için ruhî yapısı çok kuvetli olan İsâ Peygamberin onlarla çok çetin mücadeleleri olmuştur. Demek istiyoruz ki, gerek Musevilik, gerek İsevilik bütün mil­letlere gönderilmiş birer evrensel din değildir. Bu özellik ancak İslâmiyet-te mevcuttur. Günkü son din vasfını taşıyan İslâmiyet kıyamete kadar ev­rensel bir anlam taşıyarak devam edecektir. Gelişen sosyal yapıya, yük­selen ilim ve kültüre yön verecek ve medeniyetlerin önünde yürüyüp gi­decek bir kudrettedir.

Bu nedenle İslâm Dini günümüze kadar ilâhî vasfını hiç fire verme­den koruduğu İçin, dün olduğu gibi bugün de o bir bütündür, bölünmeyi kabul etmez. Allah'ın Peygamberine, insanlıktan yana indirdiği esas ve prensiplere dokunmaya, onları değiştirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Müctehit imamlar bile bu açık beyânlar (nüsus) üzerinde ictihadda bulu­namamışlardır.

«Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur.» manâsındaki Mecellenin genel hukukî kaidesi bu hakikati yansıtır. O halde dinin esaslarını, nassla-rını değiştirmek hem itikadsızlığa, hem de ahlâksızlığa delâlet eder. Hakkın­da nass bulunmayan meseleler, konular üzerinde ise rasgele sıradan kimseler değil, İslâmî ilimler üzerinde ciddi tahsîl görmüş, Kur'ân ve Ha­dîs ilimlerini ve dilini, bu dilin gramerini, terimlerini yeteri kadar bi­len ve içtihat seviyesine erişen güçlü âlimler konuşabilir. Aksi halde her­kesin aklî kavrayışına, mantık ve bilgisine göre birtakım dinler ortaya çık­mış olur.

Bunun cevabını yine Kur'ân vermektedir;

«Kitap   hakkında   ayrılığa düşenler,   elbetteki   uzak   bir   ayrılık    (derin   bir   çıkmaz)   içindedirler.»

Fetva makamındakiler:

Âyette diğer bir yoruma göre, fetva makamında oturan müftünün din adına konuşurken, soruları cevaplandırırken çok dikkatli bulunması, şa­hısların istek ve arzularına göre fetva vermekten kaçınması gerekir. Çün­kü din, babalarımızdan miras kalan ve istediğimiz gibi tasarrufumuza im­kân veren bir mal değildir. Her çağda yaşayan kuşağın manevî susuzlu­ğunu giderebilen, toplum ve aileye yön veren, mutluluk havası getiren ilâ­hî bir düzendir; değişme ve bölünme kabul etmez. Hele bir yarar, ya da çıkar karşılığında dinin esas ve hükümlerini değiştirmek, din adına işle­nen büyük bir cinayet sayılır. Böylesine bir yarar ve çıkar ateşten başka

bir şey değildir. Büyük müctehit İmam Mâlik'e 40 soru yöneltildiğinde, ce­vaplarını hemen hazırhyamadığı için 36 tanesine «bilmiyorum» demiş, dördünü terleyerek cevaplandırabilmiştir.

Din adına konuşmanın önemine birçok hadîslerle işaret edilmişse de biz burada sadece iki tanesini nakletmekle yetiniyoruz :

«Fetva vermeye en cesaretli olanınız, ateşe karşı en yürekli olanı-nızdır.» [259]

«Şüphesiz (Benim bu getirdiğim) ilim, dininizdir, O halde dininizi kim­den alıyorsanız ona dikkat ediniz.» [260]

Evet, Allah, Kitabını hak olarak indirmiştir. Allah Kitabı haktan ve doğruluktan başkasını kabul etmez. Hakk'a üstün gelmeye çalışanlar so­nunda yenilir, perişan olurlar. [261]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın indirdiği Kitap'tan birşeyler gizleyip onu az ve önemsiz bir değere değiştiren Kitap ehlinin bu tür inanç ve davra­nışları, inat ve inkârları yerilmekte ve Allah'ın insanlığın saadetinden ya­na indirdiği kitaplarda değişiklik yapmanın yine insanlıktan yana en bü­yük kötülük olduğu hatırlatılmakta ve son dine bağlanan mü'minlerin özellikle bu konuda çok dikkatli olmaları uyarılmaktadır.

Aşağıdaki âyetle de. Kitap Ehlinin sadece Allah'ın indirdiği belgeleri gizlemekle kalmayıp Kudüs'deki kutsal mâbed Beytülmakdîs'e yönelmeyi bırakıp Mekke'deki Kabe'ye gönül veren ve namaz kılarken oraya yüzçe-viren Müslümanları kınamaya ve yaptıkları ibâdetlerinin Allah katında mak­bul olmadığını iddiaya başladıkları; Mekke'ye yönelmenin peygamberler diniyle bağdaşmadığını etrafa yaymakta çok ileri gittikleri bildiriliyor. Son­ra da asıl iyiliğin, erdemli olmanın ve hakiki imânı taşımanın doğuya,, batı­ya yönelmek olmadığı; gerçek iyiliğin, hakiki imânın, Allah'a, âhiret günü­ne, meleklere, kitaplara ve peygambere gönülden ve bilinçli olarak inan­mak olduğu haber veriliyor. [262]

 

Meali:

 

177— Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz (hakiki imânı yan­sıtan) iyilik ve erdemlik değildir. Ama (gerçek) iyilik ve erdemlik: Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inananların, malı -ona olan sevgisiyle- yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, di­lenenlere, köle ve esirleri kurtarmaya harcayanların; namaz kılan ve ze­kât verenlerin; andlaşıp anlaştıkları zaman verdikleri sözü yerine geti­renlerin; zorda, darda ve savaşın kızıştığında sabredenlerin (bu durum­ları ve imânları)dır. İşte bunlardır doğru olanlar ve bunlardır korunup sa­kınanlar!

 

İniş Sebebi

 

Hıristiyanlar doğuya, Medine ve çevresinde yaşayan Yahudiler kuzey batılarına düşen Beytülmakdis'e yüzlerini çevirip ibâdetlerini yaparlardı. Bu  nedenle  herbiri  gerçek  iyiliğin,  erdemliğin  yöneldikleri  tarafta  oldu-

ğunu iddia edip dururdu.

İslâm'ın ilk yıllarında Kelime-i Şahadeti getirip Müslüman olanlar, namaz henüz farz kılınmadığı ve kıble de belirlenmediği için kendilerine uygun gelen cihete yönelip ibadetlerini yaparlardı. Bu inanç ve durum üzerine öldüklerinde cennet onlara vâcib olurdu. Hicretten birbucuk yıl önce namaz farz kılınınca Müslümanlar hep birlikte Beytülmakdis'e yüz-cevirip ibâdetlerini yaparlardı. Medine'ye hicret edildikten sonra kıble de­ğiştirilip Mekke'deki kutsal mâbed Kabe'ye yüzlerini çevirip ibâdet etme­ğe başladıklarında, daha önce bu şerefe erişmeden ölen Müslümanlar için hayıflandılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Hakiki imân ve iyi­liğin doğuya, batıya yönelmek olmadığı bildirilerek Yahudiler susturuldu, ,, mü'minler sevindirildi. [263]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Zer (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizden, «İmân nedir?» diye sorduğunda, Efendimiz yukarıdaki âyeti okumuştu. İkinci defa sordu­ğunda yine aynı âyeti okumuş, üçüncü defa sorduğunda, şöyle buyur­muştu : «Bir iyilik ettiğinde kalbin (vicdanın) bu işlediğini seviyor; bir kö­tülükte bulunduğunda kalbin ona kızıp üzülüyorsa (bu imânın kendisi­dir).» [264]

Bir adam, sevgili Peygamberimiz (A.S,) Efendimize gelip şunu sordu:

  Hangi sadaka ecir (sevap ve karşılık) bakımından daha büyüktür? Buyurdu ki :

  Sıhhatli olduğun, içinde mala karşı tutkun bulunduğu, fakirlikten korktuğun, zenginliği umduğun bir devrede verdiğin sadaka... Bir de sa­daka vermeyi, can boğaza gelip falana şu kadar, filâna şu kadar diyece­ğin zamana geciktirme. Zaten o zaman malın falan ve filânındır. [265]

«Miskin, şu dönüp dolaşan, bir iki hurma, bir iki lokmayla geri çevir­diğin kimse değildir; lâkin miskin kendisini doygun kılan bir zenginlik bu-lamiyan ve kendisine dikkat edilmediğinden sadaka verilmiyen kimse­dir.» [266]

 

Tarihî Yönü

 

Hicretten önce Müslümanlar Kudüs'deki kutsal mâbed Beytülmak-dis'e yüzçevirip ibâdet ederlerdi. Bu durumda Mekke'deki kutsal mâbed Kabe onların arkasında kalmıyordu. Medine'ye hicret ettiklerinde durum değişti, Müslümanlar Beytülmakdis'e yönelirlerken bu defa Kabe arka­larında kalıyordu. Yeryüzünde ilk yapılan ve İbrahim Peygamber tarafın­dan temelleri yükseltilen, aynı zamanda Beytullah sayılan Kabe'ye, ibâdet ederken arka çevirmek, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün Müslümanları üzüyordu. Hicretten 16 ya da 17 ay sonra recep ve­ya şaban- ayında öğle namazında kıblenin değiştirilmesi hakkında ilâhî emir indi. Seleme oğulları mescidinde öğle namazını kılmakta olan Müs­lümanlar bu emri duyunca son iki rek'atte namazlarını bozmadan Kabe'­ye yöneldiler.

Bunun üzerine Medine Yahudileri, Müslümanların bu tutumunu şid­detle kınadılar, Beytülmakdis'ten başka yöne yüzcevirip yapılan ibâdeti Allah'ın kabul etmiyeceğini iddia ettiler. Bu tür sataşma, tartışma sürüp gitti. Cenâb-ı Allah hakiki imânın ve imândan fışkıran iyilik ve erdemli-ğin doğuya batıya yönelmek olmadığını yukarıdaki âyetlerle açıkladı. Ka­bul edilen gerçek imânın Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inanmak olduğuna dikkatleri çekerek Müslümanları bir defa daha huzur ve gönül yatışkanlığına eriştirdi, inatçı   Yahudileri   de böylece susturdu. [267]

 

İtikadî Yönü

 

İnanç dizisinde sözü edilen beş şeye imân etmek, diğer bütün itikadı esasları içermektedir. O halde belirtilen beş şeye gönülden inanmak imânın temeli, Müslümanın değişmiyen bağlantısıdır.

Allah'a inanmak, her şeyin başı, insan olmanın ölçüsü, mü'min ol­manın derin mânâsıdır. Çünkü bu, her iyiliğin esası, erdemliğin kaynağı, kâinatı anlamanın en sağlam anahtarıdır. Hayrın başlangıcı bu inanç sı­nırından başlar da ebediyete doğru uzanıp gider. Dünya hayatının nede­ni, ölmenin sırrı, kıyametin maksat ve gayesi bununla anlaşılır.

Âhirete imân, ikinci kademede, birinci kademedeki imâ­nı tamamlar. Dünyada fazilet ve iyiliğin tek hedefinin mutluluk olduğunu gönüllere işler. Ölümlü hayatta fazîlet ve iyilik bu hedefini çoğu kez bu-

lamadığına göre, ikinci bir hayatın varlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olu­yor. Hak dinler bu ikinci hayata «âhiret» diyor.

İmânın bu ikinci kademesi sorumluluk duygusunu oluşturup vicdanı .geliştiriyor. İnsan haklarına saygılı olmayı hatırlatıp toplum bünyesinde fazîlet tohumlarını filizlendiriyor.

 Üçüncü kademede meleklere imân, vahye inanmanın aslını oluşturmaktadır. Çünkü Allah sözünü peygamberlere getiren, me­leklerdir. Meleğin varlığını inkâr, önce vahyi, sonra Kitap ve peygamber­liği inkârı gerektirir. Bütün bunları kabul etmemek, âhiretin mevcudiyetini reddetmektir.

 Kitab'a inanmak, bizi basit bir âlemden yüce bir âleme doğru çekip götürmekte, Allah'ın kullarından neler beklediğini öğretip kul ile Rabbi arasında en sağlam ve en doğru ilgiyi sağlamaktadır. İnsan ak­lıyla bilinmesi mümkün olmayan kutsî âlemden haber getirmekte, haya­tın hem gayesini, hem de hedefini gönüllere işlemektedir. Kelimenin tekil olarak konulması, kitap ehlinden her birinin bir olan Allah'a dosdoğru inandığı takdirde, diğer hak dinlerin hepsine, önoe ve sonra gönderilenine inanması gereğini yansıtmaya yönelik bulunuyor.

 Peygamberlere inanmak, onların kul ile Allah arasında aç­mış oldukları geniş caddede yürümeyi, ilâhî terbiye ve mükemmellik dü­zeyinde bulunan o bahtiyarları örnek almayı gerektirir. İnsan ruhunu tat­min eden, gönülleri dolduran, vicdanları serinleten hakikatleri ancak Pey­gamberlerden işitmek mümkündür. Onları birer dâhi gibi görmek, çok akıllı ve zeki kabul edip söyledikleri sözleri insan düşüncesinin ürünü saymak çok basit bir benzetme ve illetsiz bir kıyas olur. [268]

 

Sosyal Yönü

 

Yardım yapılacak, merhamet eli uzatılacakların başında «zevilkurbâ» (yakınlar)nın öne alınmasını, ona öncelik tanınmasını ha­tırlatır. İyiliğe herkesten çok insanın yakınları lâyıktır. Onlardan ilgiyi kes­mek, ilâhî rahmete açık olan kapıyı kapamaktır. «Miskinlere verdiğin sa­daka, bir sadaka sayılır. Ama yakınlarına verdiğin sadaka iki sadaka sayı­lır.» buyuran Peygamberimiz (A.S.) bunun önemini belirtmiştir. [269]

Yetimlere yardımda bulunmak, onlara şefkat kucağını aç­mak, toplumun üzerimizdeki haklarından biridir. Bu bakımdan Sevgili Pey­gamberimiz (A.S.) yetimliğin acısını için için duyan bir insan olarak da on-lan her bakımdan korumuş ve korumamızı tavsiye etmiştir:

«Kendisine veya başkasına ait yetimin (korunup bakılmasını) üzeri­ne alan kimse var ya, benimle o, şu iki parmak gibi birarada cennette­yiz.» [270]

Kendi haline terkedilen yetimlerin bir gün cemiyet bünyesinde ön­lenmesi zor problemler doğuracağını unutmamak gerekir. Babasız bir ço­cuğu topluma kazandırmak, şüphesiz ki hizmetlerin en güzeli, merhame­tin en anlamlısıdır.

 «Yoksullar» diye çevirdiğimiz «mesakîn» kelimesi, ken­dilerine yetecek kadar yiyecek ve giyeceği elde etmeğe güç getiremiyen, acizlik içinde kıvranıp yüzsuyu dökmeyen kişilere verilen bir sıfattır. Ce­miyetin bir parçası sayılan bu zavallıları korumak, onlara yardım elini uzatmak her Müslümana düşen bir vecibedir. İkinci Halîfe Hazreti Ömer (R.A.) bir gün Medine sokaklarından birinde titrek adımlarla zor yürüye­bilen bir adama rasladı. Derhal ilgilendi ve bir gayr-i müslim vatandaş ol­duğunu öğrenince üzüldü, «Bu adamlar güçleri yerinde iken devlete ver­gi ödediler. Bugün onları perişan bir halde bırakmamız hiçbir insaf ölçü­süne girmez» dedi ve derhal Beytülmâl (İslâm hâzinesi)den ona maaş .bağladı.

«Yolda kalmış» diye çevirdiğimiz «İbn-i sebîl = yol oğlu», İslâmın şefkat ve merhamet havası içinde kullandığı bir deyimdir. Mem­leketine, çoluk-çocuğuna, tanıdıklarına hemen yetişme imkânını bulamı-yan bir yolcu aslında zengin de olsa, bu durumda yardıma muhtaç bulu­nuyorsa, ona yardım elini uzatmak Müslümanın şanındandır. Yol ve yol­culuk onun anası, babası, yakını ve her şeyi sayılır. Böylelerine yardım, Müslümanlar arasındaki güveni artırır.

«Dilenenlerde gelince: Bunlar, ihtiyaçların sokağa çıkardı­ğı fakirlerdir. Aslında İslâm'a göre dilenmek haramdır. Ne var ki sıkıntıya düşen, aç kalan kimselerle cemiyet ilgilenmiyorsa, o takdirde günlük nafa­kalarını elde etmek için böylelerinin kapı   kapı   dolaşıp   dilenmesine   cevaz verilmiştir.

 Köle ve esirlerin yardıma muhtaç bulunduklarını anlatmaya lüzum görmüyoruz. Bütün bunlara yardım etmek zekâta bağlı bir konu değildir. Bunlar için belli bir zaman ve yer de söz konusu olamaz. Cömertlik imânın gereğidir,

 «Namazı kılan» Allah hakiki imân ve faziletin ölçü ve anlamını açıkladıktan sonra, böyle bir imânın merhamet duygularını nasıl kamçılayacağına işaret etti ve sosyal yapımızdaki katkılarını sıraladı ve arkasından imânın ikinci dere­cede, fakat birinci derecedeki meyvaları kadar önemli ve yararlı meyvala-nnı belirtirken «namaz kılmayı» öne aldı. Çünkü namaz küfürle imân ara­sında aiâmet-i farikadır. Yakınlara, fakirlere, yoksullara, yetimlere, yolda kalmışlara, esir ve kölelere yardım etmek .gelişen vicdanın gereği, Allah'a kul olmanın rahmetle yoğrulmuş ölçüsüdür, Namaz kılmak, ruhun gıdası, olgun insan olmanın yolu, Allah'a karşı görevlerimizin en üstünü ve en şereflisidir. Nitekim âyette, en uygun biçimde derin anlamıyla birlikte bilin­cine erişilmiş bir namaz kasdedilmiştir. Böyle bir namaz iyilik ve erdem-liğin rüknü, imânın sağlam dayanağıdır,

Kur'ân'da namazın dünyada iken insana sağlayacağı yararlar şu söz­lerle anlatılmaktadır:

«(Ey Peygamber!) Kitaptan sana vahyedileni oku; namazı kılmaya de­vam et; çünkü namaz cidden ahlâk dışı davranışlardan, (dîne, akla ve sahîh örfe ters düşen) uygunsuz şeyden alıkoyar.» [271]

«Şüphesiz ki insan, hırslı açgözlü yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokununca basar feryadı. Bir iyilik erişince de (kıskanır da onu başka­sından) men'eder, Ancak şunlar müstesna: Namaz kılanlar ve namazla­rına devam edenler.» [272]

 «Zekât veren» İslâm dininde namazın ne kadar önemli bir yeri varsa, zekâtın da o derecede ve belki sosyal yönden daha anlamlı bir yeri vardır. Kur'ân'da pek az yerde namazdan söz edilirken zekât onunla birlikte anlatılmaz. Böylece bu iki ibâdet -biri bedenî, diğeri malî olmak üzere- iyilik ve er-demliğin omurgasını oluşturmaktadır. Diğer bir deyimle namaz, rûh ve vicdanı arındırmakta,   zekât    gönü! rahatlığı, iç huzuru doğurmaktadır. O nedenle her biri imânın açık belgeleri, İslâm'ın farklı belirtileridir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sonra zekât vermemekte direnen bazı Arap kabileleri üzerine birinci halîfe Ebû Bekir (R.A.) asker göndermiştir. Yeri gelince bu konuya tekrar döneceğiz. Ancak diyebiliriz ki zekâtı ge­rektiği halde veımiyen kimse, İslâm'ın büyük rükünlerinden birini yıkmış sayılır. Aynı zamanda manevî alanda imânı kökünden sarsıp mefluç hale getirmiş olur.

İslâm'ın insanlık dini olduğunu, sosyal adaleti en uygun biçimde ger­çekleştirici bulunduğunu, insanlıktan yana her türlü hayır ve fazilet ka­pılarını acık tuttuğunu bilmeyen bazı bilgisizler, zekâttan kurtulmanın ça­relerini araştırırlar. Ya malını nisabdan düşürmek için senesi dolmadan bir kısmını karısına bağışlar, ya da gelir getiren bir gayr-i menkule yatırırlar. İnancı çok zayıf olanlardan bir kısmı da kendine göre bir çare düşünür: Malının zekatını bir torba içine yerleştirip zekâta müstehak olan bir faki­re verdikten sonra aynı torbanın o fakir tarafından kendisine bağışlanma­sını sağlar ve sonra da fakirin eline birkaç kuruş sıkıştırıp meseleyi çöz­düğünü zanneder. Üstelik buldukları bu çareye «çare-i şer'iyye» derler. Bu da işledikleri büyük günaha bir büyük günah daha ekliyerek İslâm şe­riatını küçültmeye, kıymetini düşürmeye yönelik, bir düşünce ve hareket­tir. el-Merağî'nin dediği gibi, bu tarz hile ve çareler Şeriatten değildir. Allah hem Kitabının yetmiş yerinde zekâttan söz etsin, verilmesini emret­sin, teşvikte bulunsun; vermiyeni elim bir azap ile korkutsun, hem de göndermiş olduğu dinde bu gibi basit ve ölçüsüz hile ve çarelere kapı açsın; mümkün müdür? Evet bu tür hile ve çareler şer'î değil, sadece şey­tanîdir. Daha doğrusu Allah'ın hükmüne razı olmamak, onu değiştirmeğe kalkışmaktır.

Dinde bilgili ve anlayışlı olmak, Allah'ın kulları hakkında hayır dolu iradesidir, Bu irâdenin yönelmediği bir kulda arzulanan dinî anlayışın bu­lunması çok zordur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buna temasla buyuruyor ki :

«Allah kimin hakkında hayır murat ederse, onu dinde bilgili ve anla­yışlı kılar.»,[273]

«İbâdetin en üstünü, fıkıh (dinde bilgili ve anlayışlı olmak)tır. Din­darlığın en üstünü haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, iffetli yaşamak­tır.» [274]

 

Ahlâkî Yönü

 

İyilik ve erdemliğin günlük yaşantımızdaki yerini, sosyal yapımızda-ki önemini belirttikten sonra ahlâkımız üzerindeki olumlu etkilerine ge­çiyoruz. Allah sağlam bir imânın yararlı meyvasını iyilik ve fazîlet pota­sında şekillendirdikten sonra bunun insan ahlakıyla olan bağlantısını iki önemli hususta noktalamaktadır:

«Andlaşıp anlaştıkları zaman verdikleri sö­zü yerine getirenler..»

Allah'a dosdoğru imân edenlerin bir konuda andlaşması ve verdik­leri söz, son dereee önemlidir. Doğruyu söylemek, ahde vefa etmek, yapı­lan andlaşma ve anlaşmaları bozmamak güzel ve köklü ahlâkın belirtisi olduğu gibi, kök salmış bir imânın da ayrılmaz parçasıdır. İnsanlar ara­sından yine onlardan yana çıkarılmış en hayırlı ümmet, son peygamberin ümmeti olduğuna göre, onların her söz ve davranışı diğer insanlar için sadece örnek ve model niteliğini taşımalıdır. İşte Kur'ân'da onların bu özelliğine parmak basılmakta ve dikkatler bu konuya çekilmektedir.

Ancak yapılan andlaşma Allah ve Resulünün emir ve tavsiyelerine uygun olmadığı zaman veya dininin esaslarıyla ters düştüğü takdirde hü­küm değişir.

Dünyanın huzur içinde ve bayındır bir ölçüde devamı için yapılan andlaşmalara bağlı kalmak gereklidir. Hele bunu bozan Müslümanlar olur­sa, o zaman sulh ve selâmet dini olan İslâm'a ihanet edilmiş, Kur'ân'ın hakemliği bir tarafa itilmiş sayılır. Milletler arasındaki çatışmanın, kabi­leler arasındaki itişmenin, akraba arasındaki gerginliğin bir uau, ahde ve­fasızlığa dayanır. Mahkemelerimizde cereyan eden bu tür davaların %75'ni ihanet, verilen sözü yerine getirmemek, ahde vefa etmemek ve yakınların, komşu ve çevrenin haklarına dolaylı yoldan el uzatmak oluş­turmaktadır.

«Zorda ve darda,.» diye çe­virdiğimiz «be'sâ ve darrâ'» kelimelerini şöyle de açıklayabiliriz: Bü's': Sıkıntı ve fakirliktir. Darrâ': İnsana zarar veren hastalık ve yara; kıymetli bir şeyi kaybetme, sevdiğinden uzak kalmaktır, Be's'i ise kızışan savaşla yorumlayanlar çoğunluktadır.

Allah'ın sözü edilen üç durumda sabretmeyi övmesi ve sabredilmeye değer diğer şeylerden bahsetmemesi bu üç şeyin çok önemli olduğunu belirtmek ve bunlara karşı sabırlı olan bir mü'minin diğer şeylere karşı rahatlıkla sabredeceğini hatırlatmak içindir.

İnsan irâdesi ve bu irâdeyle gelişen rûh, bütün olgunluk ve irfanını daha çok sözü edilen üç olay karşısında isbat edebilir. Bunun için Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşın kızışıp iki ordu karşı karşıya geldi­ği zaman savaş alanından kaçmayı büyük günahlardan saymış ve böy-lesinin tevbesinin kabul olunacağında şüphe izhâr etmiştir.

Sağlam bir imân maneviyatı kuvvetlendirir, cesareti artırır, Allah yo­lunda ölmeyi şereflerin en üstünü kabul eder ve bu uğurda hayatı hiçe saymanın yüksek şuur ve anlamını gönüllere ve dimağlara işler. Hakiki imândan mahrum olanlar ise, yaşamayı her zaman ölmeğt, tercih ederler. Savaşa isteyerek değil, kanunlara boyun eğmek zorunda bulundukları için katılırlar. Bu nedenle insanlık tarihinde Allah'a gönülden inanıp bağ­lananlardan daha kahramanca savaşanlar, onlar gibi Allah yolunda öl­meye can atanlar pek az görülmüştür.

 «İşte bunlardır doğru olanlar ve bunlardır korunup sakınanlar (Allah'tan korkup yaşayışını ilâhî sınırlar için­de düzene sokanlar.)» [275]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle imânın esasları, iyilik ve erdemliğin mâna ve he­defi, sonuç ve gayesi; ibâdetin önemi; dikkat çekici üç durumda sabret­menin derin anlamı belirtildikten ve bütün bunların sağlam bir imân doğrultusunda gerçekleşebileceğinden; Allah korkusu ve O'na olan üs­tün sevgi ve saygı düzeyinde gerçek değerini bulacağından söz edildik­ten sonra; aşağıdaki âyetlerle, böylesine semereli bir imân ve irfana eri­şen mü'minlerin kısas konusunda adalet ölçülerini aşmayacağı ve gere­kirse misillemeyi bırakıp kısmî bir bağışlamaya gidebileceği ve böylece bir canı, ölümü hak etmesine rağmen hayat nimetine kavuşturmanın inceliği üzerinde duruluyor; iyilik ve faziletin kaynağı sayılan bir İmânın adalet ölçülerine, eşit haklara saygılı bulunacağına işaret ediliyor ve son­ra da kısas (misilleme)in felsefesi yapılarak sebep ve hikmeti belirtiliyor; ölüm cezasının karşısında olanlara toplum psikolojisini, insan denilen bu meçhulü iyi tanımaya çalışmalarını dolaylı yoldan tenbih ederek akılları­nı kullanmaları öneriliyor. [276]

 

Meali:

 

178—Ey imân edenler! Öldürülenler hakkında size kısas (eşit şe­kilde karşılık = misilleme) farz kılındı: Hürre hür, köleye köle, dişiye di­şi... Bununla beraber (kim (öldürülenin) kardeşinden az da olsa bağışla­nırsa (kısas düşer); kendisine örfe uymak ve bağışlayana diyeti güzel­likle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap vardır.

179_ Hem kısasta, ey akıl sahipleri sizin için hayat vardır. Olaki (Allah'tan korkup) sakınırsınız.

 

İniş Sebebi

 

İslâm'dan önce Arap Yarımadasında öldürülenler hakkında âdil bir misilleme yoktu. Soylulardan biri adam öldürürse kısas yapılmaz, az bir diyet ödemek suretiyle meseleyi kapatırdı. Fakirlerden ve aristokrat ol­mayanlardan biri adam öldürürse ya kısas yapılır, ya da çok ağır bir di­yet ödemek zorunda bırakılırdı. Buna bir örnek verelim : Medine'de Ku-rayz oğullarıyla Nadir oğulları arasında çetin bir çatışma ve vuruşma, öldürüşme sürüp gitmekteydi. Ne var ki Kurayz oğulları diğerlerine üstün­lük sağladığı için Nadir oğullarından birini, Kurayz oğullarından biri öldü­rürse kısas yapılmaz sadece 100 vesk hurma [277] diyet olarak veri­lirdi. Kurayz oğullarından birini, Nadir oğullarından biri öldürürse, kısas­tan vazgeçildiği takdirde 200 vesk hurma ödenirdi. Bu adaletsizlik ve eşitsizlik sadece Araplarda değil, dünyanın birçok ülkelerinde vardı ve yaygındı. Daha da gerilere doğru gidilirse Hammurabi'nin Kanunname­sinde de buna yakın bir takım eşitsizliklere raslamak mümkün. Allah bu adaletsizliği de kaldırmak, kamu düzenini korumak, herkes için eşit hak­lar getirerek toplumu huzura kavuşturmak için yukarıdaki âyetleri indirdi.

Diğer bir tesbite göre, Yahudi şeriatında kısas kesindir; yani adam öldüren mutlaka öldürülür. Öldürülenin velisine, affetme yetkisi ta­nınmamıştır. Nitekim Tevrat'ın Çıkış bölümü 21/13'de şöyle yazılıdır; «Bir kimseyi vurarak öldüren kimse mutlaka öldürülecektir. Ama isteye­rek olmayıp da Tanrı rasgetirdiyse onun siğınabilmesi için sana bir yer ta'yin edeceğim. (Sürgün edilmesi gerekir),»

Hıristiyanlarda ise adam öldürene kısas yapılmaz, diyet ödetilir ve bu kesindir. Diyet kısasa çevrilemez. Matta İncil'i 5/38'de şöyle yazılıdır: «Göz yerine göz, diş yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir.»

Kur'ân-ı Kerîm bu ikisi arasında bir adalet ve de hafifletme getirmiş­tir. Kısası getirmekle kan gütme davasını önlemiş, öldürülenin velisine af yetkisi tanımakla insan hayatına saygı göstermiştir. Yukarıdaki âyetler bu iki gerçeği yansıtmak üzere indirilmiştir. [278]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Kölesini öldüreni öldürürüz. Kölesinin bir organını kesenin aynı or­ganını keseriz. Kölesini iğdiş yapanı iğdiş yaparız.» [279]

«Öldürülen bir kâfire karşılık bir Müslüman öldürülmez.» [280]

«(Veli olarak) kime bir öldürme ya da organ kesilme (olayı) dokunursa, şu üç şeyden birini seçmekte serbesttir: Kısas uygulamak, affetmek; diyet almak. Bunların dışında dördüncü bir yol tutarsa, onun ellerini tu­tun. Bundan sonra kim tecâvüzde bulunursa, onun için ebedî kalacağı cehennem ateşi var.»[281]

«Diyet aldıktan sonra katili öldüren adamı ben artık affetmem.» [282]

 

Hukukî Ve Tarihî Yönü

 

İslâm Hukuku Kitap ve Sünnetten kaynaklanan ve kendi başına top­lum hayatını düzenleyen, kamu yararını güven altına alan bir sistemdir. Uygulamada ferde ceza verme yetkisi tanımaz, cezalandırmayı otoriteye bırakır. Böylece haksız tecavüzieri, keyfi hareketleri önler.

Kısas bir bakıma özel hukuk kapsamına girer. Yani fertler arasında­ki ilişkiyle ilgilidir. Eşitlik ilkesiyle hareket edip zayıfı güçlüye, köleyi efen­diye ezdirmez. Milliyeti, ırkı ve rengi ne olursa olsun herkese adalet ni­metini farklılık göstermeden sunar.

Büyük Müfessir İmam Kurtubî, kısasta ferde yetki tanınmadığına değinerek diyor ki:

«Öldürme olayında kısası (misilleme) ancak emir sahipleri (devletin yetkili organları) uygular. İlim adamlarının bu hususta görüş birliği var­dır. Çünkü âyetteki hitap topluma yapılmıştır. Devlet toplumu temsil eder. Peygamber (A.S.) Efendimiz ile dört halîfe devrindeki uygulama da bu öl­çüde bulunuyordu. Mü'mİnlerin hepsinin biraraya gelip bu gibi hukukî müeyyideleri uygulamaları mümkün değildir. Onları temsil eden sultan (devlet gücü) hepsinin adına hükmeder ve kendi bünyesinde bir özellik taşır.»

İslâm Hukuku ile pozitif hukuk ve Hammurabi kanunlarından başla­yarak Roma Hukukuna gelinceye kadar ortaya konulan yazılı kanunna­meler arasında bazı hususlarda benzerlik olmakla beraber birçok husus­larda birbirinden farklıdırlar. Bu konuda ciddi araştırmalarda bulunanlar, hukukun insanla başladığını iddia eder ve Âdem Peygamberin iki oğlu arasındaki anlaşmazlık, sonra da Kabil'in Habil'i öldürmesi örnek göste­rilir.

Hammurabi Kanunları ise ancak dört bin yıllık bîr geçmişe sahiptir. Babil medeniyetinin klasik bir anıtı sayılan bu Kanunnamede de İnsanİarın kanun karşısında eşit tutulmadığı görülmektedir. Buna bir örnek ve­recek olursak, kısas konusundaki şu maddeyi gösterebiliriz : «Oyulan göz, kırılan kof veya diş için suçlu hür insan değilse kısas (m isi Nem e) kanunu uygulanır. Hür insansa, tazminatla yetinilir.» [283]

 

Ölüm Cezası

 

Ölüm cezası, işlenen suçun karşılığı olarak tarih boyunca ibret ve­rici, gözü dönmüş katilleri durdurucu bir müeyyide niteliğinde kabul edil­miştir. İslâm Hukuku ölüm cezasını bazı hafifletici sebeplerle belli bir dü­zeye getirmiş ve kısasın kesin olmadığını, öldürülenin velisi affettiği tak­dirde kısasın düşeceğini bildirmiştir. Böylece İslâm Hukuku bu konuda da bir esneklik prensibine kapıyı açık tutmuştur. Yukarıdaki âyetle kısastan söz edilirken «Kim (öldürülenin) kardeşinden az da olsa bağışlanırsa (kı­sas, düşer).» cümlesi yer alır. Bu, kısasın kesin ve değişmiyen bir müey­yide ve hüküm olmadığını ortaya koymaktadır. Anlaşmak ve barışmak el-betteki hayırlıdır. Ne var ki kamu yararını ve düzenini dikkate alarak, kı­sas düşünce ağır bir diyet şekli getirmiştir.

Hafifletici sebepten söz ederken şunu hatırlatmakta fayda görüyo­ruz: Bu yetki öldürülenin velisine verilmiş, hâkime veya otoriteye veril­memiştir. Nedeni gayet açıktır:

a)  Öldürülenin velisinde kan gütme arzusunun sona ermesini, kin ve öfke ateşinin sönmesini sağlar.

b)  Bu yüzden arası iyice açılan iki ailenin, ya da kabilenin birbirine insancıl duygularla yaklaşmalarına kapı açar.

c)  Hak ve adalet yerini bulmuştur, düşüncesinin hakim olmasına ve çevreye ibret dolu bir tablo sunulmasına yardımcı olur.

Bu ve benzeri nedenlerle birçok gelişmiş ülkelerde, medenî memle­ketlerde ölüm cezasına dokunulmamış veya kaldırıldıktan sonra toplum yapısı bu ihtiyacı için için duyduğundan tekrar getirilmiştir. Amerika Bir­leşik Devletleri ve İsviçre'yi bunlar arasında gösterebiliriz.

Bugün hâlâ ölüm cezasının kaikması, ya da kalkmaması veya yeni­den getirilmesi hakkında açık oturumlar, bilimsel toplantılar, ciddi araştır­malar sürdürülmektedir. İslâm'ın ana Kitab'ı Kur'ân'da ölüm cezası bir müeyyide ve hüküm olarak konulurken bunun hem hafifletici kapıları açık bırakılmış, hem de felsefesi işlenmiştir. Aklını hukukî konularda, kamu yararında ve aile huzurunda kullanan ve işleten kişilere kısasın sebep ve hikmeti  açıklanmıştır: «Kısasta,  ey akıl sahipleri sizin için hayat vardır.»

Şöyle ki: Öldürülen kişi otorite tarafından ölüm cezasına çarptırılınca kan gütme davası kalkar, böylece hayat başlar. Birini öldürmek isteyen ve fakat öldürüleceğini hesaba katarak bu fiilinden vazgeçen kimsenin bu nedenle kendini frenlemesiyle yine hayat başlar. Ayrıca kamu kesiminde de hayat hakkını ayakta tutmaya neden olur; eşitlik ilkeleri çerçevesinde ve adalet ölçüleri içinde yerine getirilen  kısas ve diğer ölüm  cezaları, toplumu bir bakıma eğitir. Şahsî kin ve intikam duygularını frenler. Böy­lece yeniden kan dökme fırsatını ortadan kaldırır, adaletin yerini buldu­ğu kanaatini doğurur. Genel veya kısmî bir affa umut bağlayıp cinayet işlemek isteyenlerden bu umudu  kaldırır. Devlet gücünün ağırlığını her yerde kusursuz hissettirir. Cana kıyanın canına  kıyılacağını, ev yıkanın evinin yıkılacağını tereddüde yer bırakmadan kafalara ve vicdanlara işler. Resûlüllah (A.S.) devrinde bunun mutlu sonuçlarını kitaplardan oku­maktayız. Tatbik imkânı bulduğu cağlarda da hapishanelerin boş denile­cek  kadar  iyice  tenha   kaldığını   bilmekteyiz.   Günümüzde   Kur'ân'm   bu hükmünün uygulandığı   Suudi    Arabistan'da   hapishanelerde trafik   suç­lularından başkasının bulunmadığı yapılan istatistiklerden anlaşılmıştır. [284]

 

Fıkhî Yönü

 

» Mü'minlerin (Müslümanların) kanları birbirine denktir.» [285]

Bu hadîsle istidlal eden ve bunu «Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş..» mealindeki Mâide sûresinin 45. âyetiyle birleş­tirip hükme dayanak yapan İmam Ebû Hanîfe ile arkadaşları, Müslüman oldukları takdirde hür, köle karşılığında kısas edilir, demişlerdir. İmam Sevrî ile İbn Ebî Leylâ da aynı görüştedirler. Yapılan ciddi araştırmalar­dan, sahabeden Hazreti Ali (R.A.) ve Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'in de böyle dedikleri tesbit olunmuştur. İlim adamlarından bir topluluk aynı gö­rüşe katılmamışlardır. Ne var ki birinci ictihad İslâm'ın eşitlik ilkesine çok daha uygundur. İmam Şafiî, Ahmed bin Hanbel ve İmam Mâlik in ictihad-ları bu konuda ikincilerin görüşüyle birleşmektedir.

Kâfire karşı Müslüman öldürülür mü?

Sahih-i Buharî'nin Ali bin Ebî Tâlib (R.A.)den yaptığı rivayette, Resû-lüllah (A.S.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilmektedir: «Kâfire kar­şılık Müslüman öldürülmez.» [286] Bunun aksine Rabia hadîsinde Resûlüf-lah (A.S,) Efendimizin Hayber fethedildiğinde bir kâfire karşılık bir Müs­lüman'a kısas tatbik ettiği belirtilmektedir. Bu durumda iki rivayet ara­sında bir çelişki mi vardır, yoksa biri diğerini hükümsüz bırakır ölçüde mi­dir? Hadîs araştırıcıları nakledilen bu hadîsin «münkati'» olduğunu ve râ-viler zincirinde Beylemânî gibi zayıf tanınan, bir râvinin tesbit edildiğini ortaya koymuşlardır. O halde birinci hadîs delil getirilmeye daha uygun ve sıhhat bakımından daha güvenilirdir.

Bir kişiye karşılık birkaç kişi öldürülür mü?

Yine Sahîh-i Buharî'nin İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı sahih rivayete göre, birkaç kişi bir erkek çocuğu aldatıp bir yere götürerek öldürmüş­lerdi. İkinei Halîfe Hazreti Ömer (R.A.) öldürme olayını ortaklaşa yaptık­ları gerekçesiyle hepsinin kısasa tabi tutulmasını, yani hepsinin idam edilmesini emretmiş ve sonra şöyle ilâve etmiştir: «San'a halkının hepsi bir adamı öldürmekte ortaklaşa hareket etse, yani hepsi toplanıp bir ada­mı öldürse, hiç tereddüt etmeden hepsini de ölüm cezasına çarptırırım!»

İmam Mâlik'in Muvatta' adlı eserinde de buna yakın bir rivayet var­dır.

İmam Ahmed bin Hanbel, «Cana can, göze göz....» âyetine dayanarak, bir kişiye karşılık bir cemaatin öldürülemiyeceğini söylemiştir. Çünkü âyet eşitliği ve denk bir karşılığı getirmiştir.

Oğluna karşılık babası kısas edilir mi?

Baba kasden ve bilerek oğlunu öldürdüğü takdirde hüküm nedir? Şa­fiî ve Hanefî imamlarına göre sadece diyet gerekir. Çünkü sevgi daha çok aşağıya iner. Bir baba isteyerek oğluna kıymaz. Genel kaide budur. İstis­naî olaylar bu kaideyi bozmaz. İmam Mâlik'e göre, baba bile bile oğlunu, özür ve şüpheye yer vermiyecek şekilde öldürürse kısas gerekir. Ahmed bin Hanbel'e göre kısas gerekmez, diyet gerekir. Çünkü İkinci Halîfe Ömer (R.A.), oğlunu öldüren adamı öldürmedi, fakat ona ağır bir diyet yükledi. [287]

Diğer bir husus da, ayetin başlangıcı, genel anlamı özellemez. Bu bakımdan hürrün köle, erkeğin kadın karşılığında kısas edilmesi âyetin maksadına ters düşmez. Kadının erkek, erkeğin de kadın karşılığında kı­sas yollu öldürülmesi bütün müctehit imamlar tarafından kabul edilmiş­tir. Çünkü kısasla ilgili diğer âyetler, yukarıda konumuzun özünü oluştu­ran âyeti açıklamaktadır. Biri müfesser, diğeri müfessir durumunda sayı­lır. Çünkü eşitlikten maksat, can eşitliğidir, cinsiyet ve sıfat eşitliği, ya da hürlük ve kölelik eşitliği değildir. «Cana can...» bu ihtimalleri kaldır­maktadır. Hem hayat hakkı hepsi için aynı ölçü ve anlamdadır. Özellikle Hanefî imamları bu konu üzerinde durmuş ve eşitliğin ean eşitliği oldu­ğunu isbata çalışmışlardır. [288]

 

Sosyal Yönü

 

İslâm  Dini, tamamen ilâhî olduğundan   hayatı  korumaya  ne  kadar önem veriyorsa, onu devam ettirmeye de aynı ölçüde önem verir. Hayat hakkının son derece saygıdeğer olduğunu söyler. Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suç ve cinayet oldu­ğunu vurgular. Bu nedenle anne kendisini hayatının sonuna kadar öz ço­cuğuna verir. Gerekirse onu kurtarmak için kendini feda eder. Karı-ko-canın uyum içinde birarada yaşaması ailenin devam etmesini, huzur ve sevinç içinde varlıklarını  sürdürmesini  sağlar.  Başka  bir canlıya  hayat hakkı vermek insanın   ruhunun   derinliklerine   işlenmiştir. Bu   bakımdan haksız yere öldürülen bir kişiye herkes üzülür ve katilin ceza görmesini arzular. Ama toplumun huzur içinde yaşama şansına engel olan, davra­nışlarıyla aile ve toplumu devamlı huzursuz eden, vücutta kangren olan bir organ durumuna gelen bir' insanı ne yapmak gerekir? Tedavisi müm­kün olmayan bir organı kesip atmaktan başka çare yoksa, elbetteki, di­ğer organları ve vüeudun diğer   kısımlarının yaşayabilmesini  sağlamak için onu kesmek gerekir. İslâm hem kollektif yaşayışımızı, hem de ferdî ha­yatımızı idame ettirmemizi emreder. Bu nedenle düşüncelerimizi Kur'ân'ın yüksek ahlâk ölçüleri içinde düzene sokmamız, davranışlarımızı başkası­nın zararına yönelmeden disipline etmemiz; insanlıktan yana sevgi, mer­hamet ve şefkat duygularımızı Peygamberirhizin (A.S.) yüce Sünneti doğ­rultusunda geliştirmemiz toplum halinde millet olarak yaşamamızın değiş-miyen yoludur. Bu yolu hiç kimsenin dikenlerle   kapatma   hakkı   yoktur. Düşüncesini, duygularını idare edemiyen, çılgınca yaşamayı, çevresin'r hi­çe sayıp sınırsız hürriyet içinde aklının estiği gibi davranmayı hayatın tek yolu olarak gören; cehaletinden gelen bir tuğyanla ean yakan, kan döken, haklara el uzatan ve her yönüyle toplum içLn zararlı duruma gelen kim­seyi uslandırmak yine toplumun görevidir. Bu uslandırma kan dökmeden önce başvurulacak ilk çaredir. Haksız yere dökülen bir kan varsa, uslan­dırmanın en etkili yolu ve yöntemi, öldürülenin velilerini tatmin için kısas­tır. Bu, yukarıda belirttiğimiz gibi artık işe yaramıyan ve bırakıldığı tak­dirde vücuda zarar veren bir organ durumundadır.

«Kısasta, ey akıl sahipleri sizin için hayat vardır.»

Âyeti, belirtilen gerçeği hatırlatır; insanı uslandırma yolunu en iyi bilen Allah'ın yine İnsanlıktan yana topluma mutluluk va'deden emrini sağduyunun ölçüsüne getirir. [289]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki kısas âyetleriyle öldürülme olayından söz edilmekte ve misillemede toplum için hayat nimeti bulunduğuna dokunularak kamu düzeninin, toplum ev aile yararının, fertlerin huzur içinde yaşamasının önemine dikkatler çekilmektedir.

Aşağıdaki âyetlerle, ölmek üzere olan veya kısas hükmüyle cezalan­dırılmak üzere bulunan kimsenin vasiyet etmesi, ömrünün son demini hayır ve iyiliklerle kapaması tavsiye ediliyor ve yapılan bir vasiyyetin değiştiril­mesinin ağır bir vebal taşıdığı belirtiliyor. Böylece iki âyet arasındaki ilgi, ölüm ve öldürme, ölüm cezasına çarptırılma olayından doğmaktadır. [290]

 

Meali:

 

180—  Birinize ölüm geldiğinde, bir hayır (çokça mal) bırakaçaksa, ana - babaya, yakınlara uygun ve   meşru'   bir biçimde vasiyette   bulun­ması, -Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara yerine getirilmesi bir hak olmak üzere- size farz kılındı.

181—  Artık vasivyeti işittikten sonra onu kim değiştirirse, günah ve vebali değiştirenler üzerinedir. Şüphesiz ki Allah işitendir, bifendir.

182—  Kim de vasiyyet edenin hatâya düşüp haksızlığa kayacağından veya günaha gireceğinden  endişe eder de ilgililerin arasını   düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadisler

 

«Allah şüphesiz her hak sahibinin  hakkını vermiştir.  Bu  bakımdan hiçbir vârise vasiyyet yoktur (caiz değildir).» [291]

«Yanında (mal, emanet ve borç gibi) bir şey bulunur da onu vasiy-

di  îbn Mâce : Enes bin Mâlik (R.A.)den - Ebû Dâvud/vasaya:  5- Daremî/ vasaya: 28

yet etmek ister, fakat üzerinden iki gece geçtiği halde (vasiyyet etmezse uygun olanı yapmamış olur). Ama onun için uygun olan, vasiyyetîni ya­zılı olarak yanında bulundurmasıdir.» (1)

Büyük sahabi Sa'd Hazretleri, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek şöyle dedi:

  Malım var ama mirasçım olarak yalnız bir kızım bulunuyor. Bu durumda matımın üçte ikisini vasiyyet edeyim mi?

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona :

  Hayır, diye cevap verdi ve aralarında şu konuşma oldu ;

  O halde yarısını vasiyyet edeyim?

  Hayır.

  Üçte birini...?

  Üçte biri de çoktur. Çünkü vârislerini zengin ve doygun bırakman, onları insanlara el açan fakirler halinde terketmenden hayırlıdır. [292]

«Doğrusu erkek ve kadın altmış yıl Allah'a itaat üzere amel ettikten sonra ölüm kendilerine gelince vasiyyet hususunda zararlı bir tutum içi­ne girerler de cehennem kendilerine vâcib olur.» [293]

«Vârise vasiyyette bulunmak yoktur.» [294]

 

İniş Sebebi

 

İslâmın ilk yıllarında ölmek üzere olan bir Müslümanın ana-baba sına ve yakınlarına vasiyyet etmesi farz kılınmıştı. Çünkü cahiliyye devrinde halk kendi yakınlarından fazla uzak akrabaya vasiyette bulunur; bunun­la daha çok isim yapmak, tanınmak, şeref ve itibar kazanmak gibi nef-sanî aruzlarını tatmine çalışırlardı. Yakınları fakir de olsa onlara vasi­yet etmezlerdi. Bunun üzerine Allah bu kötü âdeti kaldırmak için yuka­rıdaki âyetleri indirdi. [295]

 

Ayetin Mensûh Olup Olmadığı

 

İslâm'ın ilk yıllarında cahiliye devrinin kötü âdetlerinden birini kaldı­ran bu âyet, önce ana-babaya ve yakınlara vasiyette bulunmanın farz ol­duğu hükmünü taşıyordu. Sonra miras âyeti inip her hak sahibinin hakkı belirlenince bunun hükmü kaldırıldı.

İşte birçok tefsircilerimiz ve ilim adamlarımız âyetin mensûh oldu­ğunu bu açıdan ele alıp değerlendirirler. Ama ilim adamlarımızdan bir kısmı ise, âyetin mensûh olmadığını, yani hükmünün kaldırılmadığını sa­dece Nisa süresindeki miras âyetleriyle tefsîr edildiğini, bunun müfesser, diğerlerinin müfessir ölçü ve anlamında bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bazı ilim adamları da aynı görüşü savunarak âyetin muhkem olduğunu ve kelime dizisi itibariyle genel bir anlam taşıdığını, fakat maksat ve amaç itibariyle Müslüman olmayan veya köle kaydı altında bulunan ana-baba ve bir de vâris olmayan yakınlar hakkında bir hüküm taşıdığını söy­lemiştir. Dahhak, Tavus, el-Hasen ve Taberî de aynı görüşte olanlar ara­sında bulunuyor. Bunlara göre, vâris olmayan yakınlara vasiyyet caizdir. Ne var ki miras olarak bırakılan mal çok denilecek bir nisbette olmalıdır. Âyetin daha çok gayr-i müslim olan ana-baba ile ilgili bulunduğu yoru­munda olanlar ise, şu âyeti de delil olarak getirirler:

«İnsana,  ana  babasına  iyi davranmasını, güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik.» [296]

İlim adamlarımızın çoğuna göre, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu âyet. Nisa süresindeki miras âyetiyle hükümsüz kılınmıştır. Allah Nisa süresin­deki âyetlerle her hak sahibinin hakkını belirlediği için artık vârislere va­siyetin yapılamıyacağı kesinlik kazanmıştır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bunu açıklayarak : «Vârise vasiyyette bulunmak yoktur.» buyurmuştur. [297]

 

Ömrün Sonunun Önemi Ve Sosyal Faaliyet

 

Ömrün sonunun iyiye gitmesi, hayra yönelmesi; ibâdet, zikir ve asil düşüncelerle değerlendirilmesi, diyebiliriz ki Allah'ın insana büyük bir lûtfu ve özel bir ilgisidir. Konumuzun özünü oluşturan âyette bilhassa ölüm

İnsan hayatında sosyal faaliyetin yeri ve değeri hiç bir zaman kü­çümsenemez. İnanmış faziletli kişiler, bulundukları toplulukta, sahip olduk­ları ve eriştikleri meziyetleri, kıymetleri çevrelerindeki insanlarla paylaşan­lardır. Toplum her devirde bu faziletlere muhtaçtır. Yetişmekte olan yeni kuşağa başkası için de çalışmanın zevkini ancak bu ölçüde olanlar ve­rebilir. Diyebiliriz ki, en bozuk toplumlarda bile kendini insanlığa adamış faziletli kişilerin, hayra yönelmiş bahtiyarların, başkasının ısdırabını pay­laşmaya çalışan asil ruhların değeri bilinir. Bu değer, bozulmuş toplumun devası, meydana gelen zedelenmenin onarma unsurudur.

Cemiyet bünyesinde büyük kahramanlara, ülkeyi kurtaran kıymetli devlet adamlarına gösterilen saygının bir benzeri, iyilikten yana olanlara, hayır kurumlarını meydana getirip insanlığın hizmetine sunanlara göste­rilir.

İçinde fazîlet kaynaklarının kuruduğu bir millet, ya da toplum her şe­yini kaybetmiş sayılır. Bunun için Cihan Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.) insanlığa bu faziletleri yetiştirmenin en yüksek düzeyine çıkmış ve dünya tarihinde bir benzeri görülemiyen salih kişileri kendi mektebinde yetiştirmiştir. Yaşlandıkça olgunlaşan insanlara sosyal hizmetlerin en verimli yollarını acarken kendi günlük yaşantısında bunların sayısız mo­dellerini sunmayı ihmal etmemiştir. «İnsanların hayırlısı, insanlara yarar­lı olanıdır» [298]sözü, yüksek bir anlam, derin bir mâna yansıtmaktadır.

Sık sık «Allahım! Tenbellikten, gevezelikten, cimrilikten, korkaklıktan, çok yaşlanmaktan ve ömrün en rezil devresinden (bunama, aklî dengenin bozulması, nefsin azması, hayır ve iyiliğe karşı nefret duyulması devresi) sana sığınırım» [299]diye duâ edip gözyaşı akıtması bize çok şey öğret­mektedir, [300]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerde adam öldürmenin hükmünden, kısas ve bağışla­maktan söz edildi. Bu tür tecâvüzlerin daha cok cehaletten ve nefsi ter­biye etmemekten ileri geldiğine işaret edildikten sonra, sağlam iman ve faziletin hem sahibine, hem de çevresine mutluluk, huzur ve hayır sağlaya­cağı ömrünün son demlerinde bile hayır ile vasiyette bulunacağı en ölçülü ve anlamlı sözlerle anlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle ise nefsi terbiye etmenin yolu ve yöntemi belirtiliyor. [301]

 

Meali:

 

183— Ey imân edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde farz kılındı. Olur ki korunup sakınırsınız.

184__Sizden kim hasta, ya da yolculuk halinde bulunursa, (tutama­dığı) günler sayısınca diğer günlerde tutar, (Fazla yaşlılıktan veya iyileş­mesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) oruç tutmaya güç getiremiyen-lere bir yoksulu (sabah-akşam) doyuracak fidye gerekir. Kim de gönülden (fidyeyi artırıp) hayır yaparsa, bu onun için daha iyidir. Bununla beraber oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır.

 

İniş Sebebi

 

İslâm'ın ilk yıllarında her ay üç gün oruç tutulurdu. Bizden önceki ümmetlerin de aynı sayıda oruç tuttuğu söylenir. Muaz bin Cebel, İbn Mes'ud ve İbn Abbas (Allah hepsinden razı olsun) gibi Ashabın ileri ge­lenlerinden yapılan rivayete göre, Nuh Peygamberden Resûlüllah (A.S.) Efendimize kadar gelip geçen bütün peygamberler ve onların ümmetleri her ay üç gün oruç tutmuşlardır. Allah (C.C.) bunu yukarıdaki âyetle hükümsüz bırakarak sadeoe Ramazan ayının tamamında oruç tutmayı farz kıldı. [302]

 

İlgili Hadîsler

 

«İslâm beş (esas) üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka İlâh ol­madığına, Muhammed (A.S.)ın Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccet­mek..» [303]

«Âdem oğlunun her ameli kendisi içindir; ancak oruç değif, çünkü oruç Benim içindir ve onun karşılığını ancak Ben veririm.» [304]

«İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'ye gitmek üzere Medine'den hareket etti. Bu sırada Ramazan ayında bulu­nuyorduk. Mekke'ye 43 mil kala USFAN mevkiine gelince su istedi. Ge­tirilen suyu herkes görsün diye eliyle yukarıya kaldırdı ve sonra içti. Böylece Mekke'ye varıncaya kadar oruç tutmadı.» [305]

«Kim inanarak ve karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları (kul hakkı hariç) bağışlanır.» [306]

«Oruç sabrın yarısıdır.»   «Oruç bir sütre ve kalkandır.» [307]

«Kutsal   savaşa   çıkın ki ganimet elde edesiniz.   Oruç tutun   ki   sıh­hat bulaşınız. Seyahata çıkın ki zengin olma imkânına kavuşasınız.» [308]

 

Tarihî Yönü

 

Cebel oğlu Muaz (R.A.) diyor ki:

— Namaz ve oruçtan herbiri üçer devre geçirmiştir.

Namazın üç devresi :

1.  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde on yedi ay Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek namaz kıldı. Sonra kıblenin de­ğiştirildiği hakkındaki âyet inince artık Mekke'de kurulan ve ilk mâbed olarak tarihe geçen Kabe'ye yüzçevirip namaz kıldılar.

2.  Ashab namaz için toplanır,  birbirine vaktin  girdiğini  duyurmaya çalışırlardı. Neredeyse bu konuda Hıristiyanlar gibi çan çalmaya başla­yacaklardı. (Böylece bir fikir ortaya atılmıştı). Sonra Ansar'dan Zeyd oğlu Abdullah  (R.A.), ezan ile ilgili gördüğü rü'yayı Resûlüllah  (A.S.)  Efendi­mize anlattı, Zaten Resûlüllah Efendimize de aynı ölçü ve anlamda işa­ret verilmişti. Bilâl'ı çağırıp ezan okumasını emretti. Aynı rü'yayı Hattab oğlu Ömer (R.A.) degörmüştü. Böylece namaza ikinci devre olarak ezan ile davet başladı.

3.  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ashab-ı Kirâm'dan önce Mescid'e ge­lip namaza hazırlanırdı. Arkadan gelen Ashab, namaz kılmakta olan kar­deşlerine kaç rek'at kıldıklarını sorar, aldıkları işarete göre namazlarını tamamlarlardı. Cebel oğlu Muaz (R.A.) bir gün geç geldi. Hiç kimseden kaç rek'at kılındığını  sormadı.  Niyet edip   Resûlüllah   (A.S.)   Efendimize uydu. Resûlüllah (A.S.)   selâm verince, o da kaç rek'ate   yetişemediğini anladı ve kalkıp ona göre namazını tamamladı. Bunun üzerine Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Muaz size bir sünnet öğretti, artık onun yaptığı gibi yapın!»

Orucun Üç Devresi

1. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde her ay üç gün oruç tutardı. Sonra Ramazan orucunun farz olduğu bildirildi, Ancak oruç tutmaya güç getirenler oruç tutmak veya bir yoksulu doyurmak ara­sında serbest bırakıldı.

2.  «Kim   bu   ay'a   (ramazana) hazır olursa oruç tutsun» [309]mealindeki âyet indirilerek bu serbesti kaldı­rıldı. Eyleşik olup da sağlığı yerinde bulunana oruç tutmak farz kılındı. Hasta ve yolcu için ruhsat verildi. Oruç tutmaya güç getiremiyen yaşlı­ların ve iyileşmesi umulmayan hastaların ise, her gün için bir yoksulu do­yurmaları, bir kolaylık olarak belirtildi.

3.  Ramazan orucu farz kılındığında Ashab-ı Kiram akşam iftarından sonra uyumadan önce yer, içer ve cinsî yaklaşmada bulunurlardı. Uyu­duktan sonra fecir doğmadan uyansalar bile bir daha yiyip içmez ve cin-sî yaklaşmada  bulunamazlardı.  «(Ramazan'da) Oruç  (tuttuğunuz günle­rin) geoesi kadınlarınıza cinsel yaklaşmada bulunmanız size helâl kılın­dı.» [310]mealindeki âyet inince bu sıkıntı kalkmış oldu.

Dağfel bin Hanzele'nin (R.A.) Resûlüllah (A.S.)dan yaptığı rivayete göre: Hıristiyanların da yılda bir ay oruç tutmaları kendilerine farz kılın­mıştı. Hükümdarları hastalanınca, şifa bulduğu takdirde buna on gün daha ilâve edeceklerini adamışlardı. Hükümdarları iyileşti ama ağzındaki ağrı kesilmedi, devam etti. Bundan da kurtulursa oruçlarını, yedi gün daha ilâve etmek suretiyle 47 güne çıkaracaklarını adadılar. Hükümdarın ağzı iyileşince adaklarına uydular. Başka bir hükümdarları ise orucu bahar mevsimine alıp 50 gün olarak tamamlanmasını emretti. Onlar da buna uyarak her yıl bahar mevsiminde 50 gün oruç tutmaya başladılar. Ne var ki onların tuttuğu bu oruçla Müslümanların tuttuğu Ramazan orucu ara­sında hem sayı bakımından, hem de sıfat ve şart bakımından bir takım farklar vardır. Tabiînden Hasan Basrî ile Müfessir Süddî de aynı rivayeti benimsemişlerdir. İlim adamlarımızın çoğu ise, ayda üç gün oruç tuttuk­larına ait rivayeti daha sıhhatli bulmuşlardır.

Bazı ilim adamlarına göre ise, her ümmete otuz gün oruç farz kılın­mıştır. Ne ^/or ki onlar buna bir gün başında, bir gün de sonunda ilâve yapa yapa onu 50'ye çıkarmışlardır. Bu nedenle şek günü (Ramazan olup olmadığı kesin bilinmeyen günde) oruç tutmak mekruh sayılmıştır. [311]

 

Âyetteki Benzetme

 

«Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde farz kılındı.»

Bu, farzın farza benzetilmesi anlamınadır. Yani bizden önceki üm­metlere farz kılındığı gibi oruç bize de farz kılındı. Bu nedenle âyetteki benzetme orucun niteliğini, niceliğini ve gün sayısını içermemektedir. Ni­tekim Büyük Müfessir İmam Kurtubî de bu benzetmenin vücubun aslına dönük bulunduğunu, vakit, sayı, nicelik ve nitelikle ilgili olmadığını kay­detmiştir. Ayrıca Cebel oğ. Muaz (R.A.) ile Tabiîn'den Ebû Rebah oğ­lu Ata'dan da, âyetteki benzetmenin sadece orucun farz kıltnışıyla ilgili olduğunu, sıfat ve sayıyla bağlantılı bulunmadığını yansıtır ölçüde sahih bir rivayet yapılmıştır. [312]

 

Diğer Ümmet Ve Milletlerde Oruç

 

Oruç hemen hemen her ümmet ve millette bir ibâdet türü olarak yer almış, daha çok Tanrıya yaklaşma ve nefsi terbiye etme anlam ve duy­gusu içinde yapılagelmiştir. Eski Mısırlıların, Yunanlıların, Romalıların oruç tuttukları bilinmektedir. Bugün hâlâ Hinduların kendilerine has ni­telikte oruç tuttukları tesbit edilmiştir.

Değişmesine rağmen elimizdeki Tevrat nüshalarında orucun farziye-tine delâlet eden açık bir belge yoksa da orucu ve bu ibâdeti yerine ge­tirenler hakkında bir takım Övgüler vardır. Musa Peygamberin 40 gün oruç tuttuğu rivayet yoluyla sabit olmuştur. Bu nedenle orucun belli bir ibâdet olarak süregeldiğini ve dinlerin esasta birleştiğini görmekteyiz. Çünkü semavî dinlerin hepsi aynı kaynaktan gelmedir. Yahudiler de Ori-şelim(Yeruşalim)'in yıkıldığı tarihi hatırlayarak bir hafta oruç tutarlar.

Hıristiyanlara gelince, İncil'de orucun farz kılındığını açıklayan bir belge mevcut değildir. Zekeriya bölümünde onun beşinci ayda perhiz et­mesinden söz edilir. Ayrıca yine bu bölümün yedinci kısmında şu ifadeler yer alır: «Bu yetmiş yıldır, beşinci ayda ve yedinci ayda oruç tuttuğunuz ve dövündüğünüz zaman bana mı, benim için mi oruç tuttunuz? Ve yedi­ğiniz zaman ve içtiğiniz zaman kendiniz için yemiyor musunuz?» [313]

MATTA İncil'i 6/16 bölümünde oruçla ilgili şu sözler yer almakta­dır : «Ve oruç tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın; zira on­lar oruç tutuklarını insanlar görsünler diye, suratlarını asarlar. Doğrusu size derim : Onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sen oruç tuttuğun zaman, başına yağ sür ve yüzünü yıka; tâ ki, insanlara değil, gizlide olan Babana oruçlu görünesin ve gizlide gören Baban (Rabbin) sana ödeyecektir.»

Görülüyor ki İncil'in birkaç yerinde oruç ibâdetinden ve onun sırf Allah için yerine getirilmesinden söz edilmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'deki oruçla ilgili âyetler, Tevrat ve İncil'in oruç konu­sunda da değiştirilen belgelerini düzeltmekte ve bu ibâdetin diğer ümmet­lere de farz olduğunu belirtmektedir. [314]

 

Ahlâkî Yönü

 

Oruç, namaz gibi hayatı disipline eden önemli bir ibâdettir. Allah'ın hoşnudluğuna erişmek, O'na yakın olmak için insanın kendi irâdesini öl­çülü ve anlamlı biçimde kullanarak yemek, içmek ve benzeri ihtiyaçları yerine getirmekten belli bir süre nefsini alıkoyması, bir bakıma melek-leşmeğe yönelmesidir. Bu nedenle diyebiliriz ki oruç, irâdemizin en büyük terbiyecisi, vicdanımızın en usta geliştiricisidir. Allah'a olan imâ­nın ve O'nun yüceliğini için için duymanın bahtiyarlığı; içten dışa, dıştan içe akseden ilâhî sevgi ve saygının belirtisidir. Allah ile beraber olmanın derin anlamını, O'na kul olmanın yüksek zevkini oruç gönüllere işler, na­mazla birleşip bunu bütünleştirir.

Namaz ve oruç gibi yüksek değer taşıyan ve derin anlamı olan iki ibâdet tam bilinçli yapılır, yerine getirilirse, şüphe yok ki insanı olgun-laştırır. Haram ve şüpheli lokmanın kapıdan içeri girmesine, mideye in­mesine engel olur. İnsan haklarına el uzatmayı bir tarafa bırakalım, o hakları en güzel ölçü ve biçimde korumayı öğretir. O bakımdan denilmiş­tir ki ; Oruç, olgun insan olmanın tezgâhı, hayırhah kişi olmanın potası­dır.

Helâl kazanç te'min etmenin huzurunu gönüllere estirir. Vicdan se­rinliğini sağlar. Sofra başında helâl ve temiz bir lokmanın verdiği vicdan huzurunu insan hiç bir yerde duyamaz. Allah'ın lütfettiği nimeti O'nun mülkünde, O'nun denetimi altında Besmele çekerek yemek ve hamde-dereK kalkmak kadar asil bir davranış var mıdır? Aile büyüğünün bu dav­ranışı, terbiye okulunun en yetiştirici ve eğitici maddesini oluşturmaz mı? Çocuklara bundan daha güzel bir terbiye vermek mümkün müdür? Oruç­lu bulunan baba ve annenin sofra başına oturup, «Allahim sana hamdol-sun, bugün de bize helâl bir rızık verdin. Ruhumuzu karartan, vicdanimizi kirleten haram ve insan haklarından bizi korudun. Sana ne kadar şükret-sek yine azdır.» diye dua etmeleri, en güzel öğüt değil midir? [315]

 

Sosyal Yönü

 

«Olur ki korunup sakınırsınız.»

Toplumun dert ve ıstırabını paylaşmak; fakir ve yoksulun sıkıntı ve ihtiyacını gidermek üstün bir fazilettir. Bunu ancak merhamet duyguları gelişmiş insanlar yapabilir. Faziletin kaynağı, sağlam bir imândan sonra, insan sevgisiyle içice bulunmaktır. Oruç bu sevgiyi en derin anlamıyla gönüllere ve dimağlara işleyen müstesna bir ibâdettir. Bunun için her ümmete farz kılındığından söz edilmekte, insanlık için nasıl bir rahmet kapısı açtığına dikkatler çekilmektedir. Namaz ne kadar cemiyet ve ce­maatle kaynaşmayı, onlarla bütünleşme şuurunu geliştirirse, oruç ta o nisbette toplumla ilgi kurmayı, sosyal adaleti sağlamayı, kaynaşıp bü­tünleşmeyi; fakirle zengin arasındaki açıklığı, Allah'a kul, Muhammed'e (A.S.) ümmet olmanın eşitliği içinde kapatmayı gerçekleştirir.

Oruç, Allah'a yakın olmanın verdiği derin bir zevk ile Allah kul­larını sevip saymanın en ölçülü terbiyesini verir. İnsana saygınlık ve ki­şilik kazandırır. Böylece insan toplumun kopmaz bir parçası, tamamlayı­cı bir elemanı olmanın bilincine erişir.

Sık sık oruç tutan ve kendisine hediye olarak sunulan süt ve hurma gibi gıda maddelerini ağzına koymadan fakir ve yoksul arkadaşlarına ve­ren Cihan Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.)ın bu düşünce ve duy­gusunu kelimeyle anlatmak mümkün müdür? Aç bir fakiri doyurmanın verdiği vicdan huzuru ve gönül rahatlığı hangi kelimelerle anlatılabilir? Hele Hazreti Muhammed (A.S.) gibi bir rahmet peygamberinin toplumu eğitmesinde gösterdiği bu asi! davranışların altında nasıl yüksek bir ga­yenin yattığını düşünüyor muyuz? Millet bünyesinde yetişen aydınlarımız böylesine asil ve insanlıktan yana temiz düşüncelerle, rahmet fışkıran bir gönül, ıstırap içinde kıvranan fakirler ve düşkünler için acıyan bir vicdan­la kendilerini donatıp sahneye çıksalardı, ne anarşiye yer kalır, ne de in­sanlar birbirinin kanını emmeye çalışırdı.

Orucun bir başka yararı da, ticarî ilişkilerimizde ve diğer beşerî mü­nasebetlerimizde bize yön vermesi, kendimiz için sevip hoş gördüğümüz şeyleri vatandaşlarımız için de sevip ve hoş görmemize yardımcı olması­dır. Zira oruç, insanî duygularımızı bu konuda hem geliştirir, hem de hare­kete geçirir. Zaten olgun bir insandan beklenilen bu değil midir? [316]

 

Sağlık Yönü

 

Savın ve siyam'ın karşılığında kullandığımız oruç. bir bakıma di­nî perhiz olup belirli günlerde belirli bir süre yiyecekten, içecekten, cin­sel ilişkiden, insanda uyarıcı te'sir yapan sigara ve benzen maddelerden ve bunların verdiği zevkten belli bir amaç (ilâhî rızaya erişmek) için sa­kınıp vazgeçmektir. Görülüyor ki oruç nedeniyle yapılan perhiz sadece günün belirli saatlerinde yapılmaktadır. Bünyeyi sarsmayacak, kansızlığa yol açmayacak ölçüde olan bir perhiz -midede ciddi bir rahatsızlık yoksa-mutlaka yararlıdır. O halde gelişigüzel bir perhiz yarar yerine zarar ve­rir. [317]

Dinî kurallarla birlikte sağlık kurallarına da uyularak yılda bir ay oruç tutmak, gerek ruhsal, gerekse bedensel açıdan yararlı olduğunu din âlim­leri kadar, tib bilginleri de kabul etmişlerdir. O bakımdan otuz gün be­lirli saatlerde tutulan oruç ibâdeti sırf sağlık veya hastalıkla ilgili olan perhizle karıştırılmamalıdır. Çünkü bir ay süreyle vücudu besleyici Ölçüde proteinli ve vitaminli maddeleri almadığımız takdirde sağlık durumumuz hızla bozulur; deride buruşma göze çarpar, başta bir dönme ve sersemlik belirir; zayıflama ve kalp atımında yavaşlama başlar. Gözler anlamsız bakar; mikroplanmaya karşı vücut direncini kaybeder.

Aynı zamanda büyük bir tabib olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Al­lah'tan aldığı emir ve tavsiye üzerine oruç tutan mü'minlerde bu gibi hallerin meydana gelmemesi ve ibâdetin ruhsal gelişmeyi, bedenî güç­lenmeyi, ahlâkî olgunlaşmayı yeterince sağlaması için hem akşamları kâ­fi miktarda gıda almayı, hem de sahura kalkmayı kuvvetli sünnet kılmış; iftar etmeden üstüste oruç tutmayı mekruh ve yararsız saymıştır.

İşte bu sünnete uyularak Müslümanların Ramazanda farklı ve çe­şitli zengin sofra hazırlaması, fakirlere de bu hususta yardım elini uzat­ması, vücudun günlük besin ihtiyacını yeteri kadar karşılamaktadır. O nedenle oruç ibâdeti sağlığımız açısından da çok yararlı ve dinlendi­ricidir. Çünkü midenin dinlenmesi metabolizma bozukluklarını ve bunun sonucu ortaya çıkan bazı hastalıkları önler veya tedavi eder. Yani meta­bolizma bozukluklarını önlemede yardımcı etken olur. Lüzumundan fazla yağlı maddeler yemekten dolayı metabolizmadaki rahatsızlık; yağlı cisim­lerin dokularda toplanmasının yol açtığı hastalıklar, kısmen de olsa oruç­la normale dönme imkânına kavuşur. Daha doğrusu bu konuda hekimin de verdiği ilaca yardımcı olur.

Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz «Mideyi yemek ve içmekle tı-kabasa doldurmaktan sakının. Çünkü fazla yemek bedeni bozar, hastalı­ğa neden olur, namaza karşı gevşeklik doğurur. Yeme ve içmede orta­lama bir yol takip edin. Çünkü böyle yapmanız vücudu düzeltir; hem lü­zumsuz harcamadan uzak tutar. Aynı zamanda Al.jh yağlanmış şişman bedeni sevmez. Kişi şehvetini dinine tercih etmedikçe helak olmaz.» [318]

«Ademoğlu karnından (mide) daha zararlı bir kap doldurmamış­tır.» [319]

«Ümmetim hakkında endişe duyduğum şey, karın (göbek) büyüklü­ğü, uykuya devam etmek, tembellik ve inanç zayıflığıdır.» [320]buyurmuştur. [321]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, orucun bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış bedenî bir ibâdet olduğundan söz edildi; kötülüklerden sakınmada Allah korkusunu derin saygı havası içinde gönüllerde üstün kılmada orucun yüksek anlamdaki tesirine işarette bulunuldu ve hastalık, yolculuk ve yaş­lılıktan dolayı güç getirememe gibi nedenlere dokunularak, ibâdetin şah­sın gücüne ve sağlık durumuna paralel yürütülmesi gereği belirtildi.

Aşağıdaki âyetle oruca zaman süresi olarak belirlenen Ramazan ayına dikkatler çekiliyor; kutsallığın zaman kavramında değil zaman için­de meydana gelen önemli ve yararlı olaylarda olduğu üzerinde durula­rak bu konuda bir ölçü sunuluyor ve sonra teklif edilen ibâdetlerle, veri­len ilâhî emir ve yasaklarla sadece kolaylık irâde edildiği, güçlük isten­mediği özellikle belirtiliyor. [322]

 

Meali:

 

185— (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, içinde Kur'ân, insanlara doğru yolu gösterici ve doğru yolun, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayı­rıcı belgeleri olarak indirildi. Artık sizden kim bu ay'a hazır olursa, oruç tutsun. Kim de hasta olur veya yolculuk halinde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde (kaza etsin). Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. (Bu kolaylığı) sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterip başarılı kıldığı için O'nu ululamanız İçindir. Olur ki şükredersiniz.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah şüphesiz Ramazan orucunu size farz kıldı, ben de (teravih) namazını sünnet kıldım. Kim inanarak, karşılığını sadece Allah'tan bekle­yerek Ramazan'da oruç tutar, namaz kılarsa, anasından doğduğu gün­deki gibi günahlarından çıkar (temizlenir.)» [323]

«Kim (yolculuk halinde) iftar ederse, bu uygun ve güzeldir. Kim de oruç tutarsa, ona bir vebdl ve günah yoktur.»[324]

«Allah'ın size ruhsat verdiği hususa gerekli olun, (O'nun ruhsatına uyun).» [325]

Hamza b. Amr el-Eslemi, Peygamber (A.S.) Efendimize sordu:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben çok oruç tutan bir kimseyim; yolculukta oruç tutayım mı?

Peygamber (A.S.) ona şu cevabı verdi:

  Arzu edersen, tutabilirsin, ister iftar edersin. [326]

«Şüphesiz dininizin (ve dindarlığınızın) en hayırlısı en kolay olanı­dır.» [327]

«Kolaylaştırın zorlaştırrnayın; teskin edin, nefret ve bıkkınlık verme­yin.» [328]

«Müjdeleyin, nefret ve bıkkınlık vermeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırma-yın. Birbirinize uyun (uyum içinde olun) uyuşmazlığa düşmeyin.» [329]

«Batıldan uzak, Hakk'a yönelik koskolay bir din ife gönderildim.» [330]

 

Ramazan Ay'ının Özelliği

 

Konumuzun özünü, mayasını oluşturan âyetle, Kur'ân-ı Kerîm'in Ra­mazan ay'ında indirildiği bildiriliyor. Tefsirlerle hadîsler, Kur'ân'ın tama­mının Ramazan'da Kadir Gecesi'nde Levh-i Mahfuz'dan Dünya Seması'na Beytülizzet'e indirildiğini haber vermektedirler: «Şüphesiz kî biz O'nu (Kur'ân'ı) Kadir Gecesi indirdik.» [331]âyetiyle bilhassa sözü edilen husus belirtiliyor. Duhân Sûresi'nde ise : «Biz onu gerçekten mübarek bir ge­cede indirdik.» [332]buyuruluyor. Bununla da Kadir Gecesinin son derece feyizli, hürmet edilmesi gerekli; bereketli ve rahmet ile mağfirete kapısı açık şerefli bir gece olduğu açıklanıyor.

Kur'ân'tn Levh-i Mahfuz'daki kudret kalemiyle yazılı bulunan tamamı böylesine mübarek bir gecede indirildikten sonra olayların meydana ge­lişine göre parça parça indirilerek 23 yıla yakın bir sürede Resûlâllah (A.S.)1

Efendimizin kalbine inişi tamamlanmıştır. Nitekim ilim adamlarımızdan ço­ğunun tesbiti bu anlam ve ölçüde olmuştur, Başka bir ay'da indirildiği­ni iddia edenlerin ise güvenilir bir dayanakları yoktur, Yani onlar zayıf rivayetlere dayanarak böyle bir iddia ileri sürmüşlerdir.

Ramazan ay't ve Kur'ân'ın indirildiği gece, mübarek, feyizli, rahmet ve bağışlanma özelliğini'taşıytcı bir zaman parçası olduğuna göre, diğer ilâhî kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil ve Sahifeler) hangi ayda veya zaman parçası içinde indirilmiştir? Bu konuda bize en doyurucu bilgiyi ve en sağlam rivayeti, büyük müctehid İmam Ahmed bin Hanbel ile büyük mü-fessir İbn Cerîr Taberî nakletmektedirler. Bu tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

«İbrahim Peygamberin Sahifeleri Ramazan'ın ilk gecesinde; Tevrat, Ramazan'ın altıncı gününde; İncil aynı ay'ın on üçüncü gününde, Kur1-ân-ı Kerîm ise Ramazan'ın yirmi dördünde indirilmiştir.»

Müfessir İbn Kesîr Ebülfidâ'nın açıklamasına göre :

Tevrat, Zebur ve İncil'in hepsi birer bütün halinde peygamberle­rine indirilmiştir. Kur'ân ise bir bütün halinde Levhimahfuz'dan Dün­ya Semâsı'na Beytülizzet'e indirilmiş; oradan da, yukarıda belirttiğimiz gibi olaylara göre parça parça indirilerek 23 yıla yakın bir süre içinde tamamlanmıştır. [333]

 

İbâdette Adalet Ve Eşitlik

 

«Artık sizden kim bu aya hazır olur­sa, oruç tutsun.»

İslâm'ın en son ve en mükemmel din olma özelliği, onun her bölümün­de ve her konusunda kendini açıkça belli eder. Namazın güneş saatına göre ayarlanıp kılınması, yeryüzündeki enlem ve boylamlar üzerinde bulu­nan İslâm ülkelerinde günün her saatinde ezan okunmasını ve Allah'a her an secde edenlerin bulunmasını sağlar. Çünkü güneş her yerde ne aynı anda doğar, ne de aynı anda batar. Bundaki hikmet, günün her zaman parçası içinde yeryüzünde Allah'a ibadet edilmedik bir an geçmesin diye­ti ir,

Oruç ise kamerî yıla göredir, Güneş yılına göre değil. Bu ikisi ara­sında, bilindiği gibi 11 gün fark vardır. Böylece bu ibâdet yılın her mev­siminde tutulsun, mü'minler arasında uzun ve kısa, sıcak ve soğuk'gün­lerde eşitlik sağlansın diye Allah ve Peygamberi bu ibâdetin kamerî seneye göre yerine getirilmesini emretmişlerdir. Böyle olmasaydı, oruç farz kılındığında Ramazan ay'ı yaz mevsimine raslamıştı. Her sene aynı mev­simde tutulması gerekirdi. O nedenle her şene Kuzey Yarımkürede çok sı­cak ve uzun günlerde oruç tutulurken, Güney-Yarımkürede hep kış mevsi­minde ve en kısa günlerde bu ibâdet yerine getirilirdi. Bu da mü'minler ara­sında ibâdet konusunda bir adaletsizlik ve eşitsizlik doğururdu. Ama bütün dünya milletlerine gönderilen İslâm, dünyanın coğrafi durumunu dikkate alarak orucun her dokuz yılda ayrı bir mevsimde tutulmasını ayarlamış ve ibâdette de en güzel ve doyurucu eşitliği getirmiştir. Kanaatımca İslâm'ın cihan dini olduğuna başka delil aramaya lüzum yoktur. Onun yalnız bir millete değil, bütün milletlere gönderilen en son din olduğuna delil bakı­mından bu olay kâfidir. [334]

 

Zaman Kavramı

 

İslâm ve onun kitabı Kur'ân, zamana değil, zaman içinde cereyan eden olaylara değer verir. Kutsallık zamanda değil, onda meydana ge­len ve insanlıktan yana rahmet kapılarını açan olaylardadır. Çünkü zaman kavramı izafîdir. Hem bizim için hakiki zaman biyolojik anlamda gelişti­ğimiz devredir. Diğer zaman bölümleri; yani yıla, aya, güne, saate göre ayarlamamız ve bölmemiz sun'idir. Böyle olmasaydı, yukarıda da belirtti­ğimiz gibi Ramazan ayında farz olan ve yaz mevsimine raslayan orucu her sene yaz mevsiminde tutmamız; nisan ya da haziran ayında sabaha karşı doğan Peygamberimiz (A.S.) Efendimizin doğum gecesini her yıl aynı ay ve günde kutlamamız gerekirdi. Ama İslâm, zamanı değil olayın hatırlan­masını ve değerlendirilmesini emreder.

İşte bütün mübarek gün ve geceler İslâm'a göre aynı hikmete da­yanıp bağlanır. [335]

 

45. Dereceden Yukarıda Oruç

 

45. Dereceden kutuplara doğru 90. dereceye kadar gece ile gündüz anormal biçimde değişmektedir. Güneşin batmasından az sonra doğdu­ğu bölgeler bulunduğu gibi, gece ve gündüzü çok uzun süren bölgeler de vardır. Bu bakımdan 45-90 derece arasındaki bölgelerde namaz ve oruç gibi ibâdetlerin artık güneşin doğuş ve batışına göre değil, normal sayılacak ölçüde gece ve gündüzü plan yakın bir ülkeye göre ayarlan­ması gerekir.

Cihan Peygamberi  Hazreti  Muhammed  (A.S.)  Efendimiz Levhimahfuz'dan alıp öyle konuşur, ilâhî emirle hareket ederdi. Bu nedenle diye­biliriz ki O'nun ilimle ve gelecek günlerde ortaya çıkacak olaylarla ilgili haberlerinin doğruluğu her geçen gün biraz daha iyi anlaşılmaktadır. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz 45-90 derece arasındaki bölgelere de işarette bulunmuş, kıyamete yakın teknik alandaki ilerleme ve gelişmeyle bu böl­gelerin keşfedileceğini önceden haber vermiş ve mesafelerin kısalacağı­na, Deccal'ın çok kısa bir zamanda yeryüzünü dolaşabileceğine dikkat­leri çekmiştir. Sahih Hadîs kitaplarında nakledilen bu rivayetler bize ka­dar ulaşmış bulunuyor.

Ahmed bin Hanbel'in ve Tirmi2î'nin rivayet ve tesbitlerine göre Efen­dimiz (A.S.)' şöyle duyurmuştur:

«Zaman birbirine yaklaşmadıkça, (seri vasıtalarla uzak mesafeler kı-salıp her şey motorize edilerek) insan gücü azalmadıkça kıyamet kop­maz. Öyle ki, yıl ay gibi, ay hafta gibi, hafta bir gün gibi, gün bir saat gi­bi ve saat bir kıvılcımın parlayıp sönmesi gibi kısalacak.» [336]

Ayrıca Nevvas bin Sem'an hadîsiyle Müslim, Ahmed bin Hanbel ve Tirmizî, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin şöyle buyurduğunu tesbit etmiş­lerdir :

«Deccal çıktığında bir gün bir sene gibi, bir gün bir ay gibi, bir gün bir hafta gibi... olacaktır.»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu:

  Ey Allah'ın Peygamberi! O uzun günlerde (bir ay, ya da daha uzun süren gündüzde sadece) beş namaz kâfi gelir mi?

Efendimiz onlara şu cevabı verdi:

  Hayır, ama siz (normal gündüzü olan bir ülkeye göre) zamanı tak­dir edip ayarlama yapın ve ona göre beş vakit namazınızı kılın. [337]

Ashab yine sordu :

  Ya çok kısa olan günlerde (güneş doğduktan kısa bir zaman son­ra battığı yerlerde) beş vakit namazı nasıl kılacağız?

  Uzun günlerde yaptığınız takdir ve ayarlama gibi bir ayarlama ya­parsınız,

Diye cevap verdi.

İşte bu iki hadîsle 45-90 derece arasında bulunan ülke ve bölgelerde nasıl ibâdet edileceği, zaman kavramının nasıl ayarlanacağı çok açık bir ölçü ve biçimde belirtilmiştir.

Bu konuda önemli bir kuralı hatırlatmakta yarar görüyoruz: Farz bir ibâdetin gerçekleşmesinin bağlı bulunduğu şartlardan biri zorunlu bir sebeple ortadan kalkarsa bu, diğer şartların düşmesini ve böylece şartlara bağlı farzın yerine getirilmemesini, farziyet hükmünün kalkmasını gerek­tirir mi?

Zorunlu bir nedene dayanmaksızın şahsın kendi iradesiyle şartlar­dan birini terketmesi meşrutun (şarta bağlı bulunan farzın) gerçekleşme­sini engeller, Bu noksanlık içinde yapılan farz bir ibâdet sahih sayılmaz. Bunun aksine kaçınılmaz bir nedenle terkedilen veya ortadan kalkmış bulunan bir şart, kendisine bağlı bulunan meşrutun gerçekleşmesini, aynı zamanda sıhhatini engellemez. Buna bir örnek verecek olursak, namazı ve bağlı bulunduğu şartları gösterebiliriz :

Kıbleye yönelerek namaz kılmak şarttır. Fakat o yöne yüzçevirme imkânı bulunmadığı bir yerde namaz yine terkedilmez. Bunun gibi avret (utanç) yerlerini örtmek de şarttır. Ama örtünecek hiçbir şey bulamayan kimse, vakit de daralmışsa, o vaziyette oturarak namaz kılar. O halde 45-90 derece arasındaki bölgelerde namazın ve orucun şartlarından biri olan vakit mümkün olmadığında namaz ve oruç terkedilmez. Belli va­kitleri, yani normal vakitleri bulunan yakın bir ülkenin saatına göre dü­zenlenip yerine getirilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur.

Cihan dini olan İslâm, ibâdetleri ve onların bağlı bulunduğu şart ve kuralları yerkürenin her bölgesinde uygulanacak ölçü ve anlamda düzen­lemiştir. Namaz ve oruçtan maksat, zaman ve içindeki belli vakitler değil, ruhen olgunlaşıp Allah'a daha yakın olmak ve Allah'a kul olmanın ölçü ve mânasını ortaya koymaktır. Zaman ve içindeki belli ve belirli saat ve vakitler ibâdeti ayarlamak, ona düzenli bir resmiyet vermek içindir. Tabii mümkün olduğu yere göre bu düzenleme ve resmiyet uygulanır.

Bunun için Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz bu konuda soranlara, ya­kın bölgelere göre takdir edip kılarsınız, buyurmakla, İslâmın bir kez da­ha en son ve en mükemmel din olduğunu, onda bir yanlışlık ve noksan­lığın bulunmadığını, noksanlığın bizim anlayış ve kavrayışımızda olduğu­nu belirtmiştir.

Salât ve selâm O'na ve arkadaşlarına olsun. [338]

 

Ramazan'da Resûlüllah (A.S.) Efendimizle Melek Cebrail'in Karşılıklı Kur'an Okumaları (Mukabele)

 

«O Ramazan ayıdır ki, içinde Kur'ân indirildi.»

İnsana yaradanım tanıtan; âhiretin varlığından tatmin edici ölçüde ha­ber verip onu derin bir ümitsizlikten kurtaran; ruhun ölümsüzlüğünü bil­dirip sonsuz bir hayata aday olarak yaratıldığımızı en doyurucu sözlerle gönüllere işleyen; insanla Allah arasındaki yola, nefis ve şeytanın koy­muş oldukları engelleri kaldırarak onu işlek duruma getiren; gönüllerdeki sonsuz ihtiras ve arzulara tatmin edici ölçüde cevap verip huzur havasını estiren; yaratılışımızın ve dünyaya getirilişimizin hikmetini açıklayarak bi­ze yön veren Kur'ân, bütün bu özellikleriyle indiği gibi korunmaktadır. Tek kelimesi ve bir harfi bile değişmesin diye büyük bir özen gösterilmiş ve bu nedenle de Melek Cebrail (A.S.) her Ramazan ayında inip Pey­gamberimiz (A.S.) Efendimizle karşılıklı Kur'ân okumuşlar1, ve kusursuz bir ölçü ve anlamda hatim yapmışlardır. Peygamber (A.S.) Efendimizin vefat edeceği yılın Ramazanında ise, bu karşılıklı okuma (mukabele) baş­tan sonuna kadar iki defa yapılmıştır.

Bu, Kur'ân'ın indiği gibi tebliğ edildiğini ve indiği gibi hafızalara iş­lendiğini bir defa daha isbatlamaktadır. Böylece Kur'ân'ın hem Ramazan ayında indirilmesi, hem Melek Cebrail ile Peygamberimizin (A.S.) her Ra­mazan mukabele okuması, bize şu güzel sünneti getirmiştir: Özellikle Ra­mazan ayında Kur'ân'ı hatmetmek ve mümkünse camilere gidip mukabe* leyi dinleyip izlemek; kentin camilerinden birinde Teravih namazını ha­timle kılmak...

Yılda bir defa olsun ruhumuza bu lâhutî gıdayı vermemiz ve kendi­mizi bu hava içinde olgunlaştırmamız aklın ve imânın gereği değil midir? Bugün ruhunu bu tür manevî gıdalarla geliştirmeyen milletlerin ve yetişen kuşakların.içine düştüğü madde ve şehvet; hırçınlık ve acımasızlık çuku­runu görmemek mümkün mü?

Evet, Allah bu konuda da bize kolaylık diler, zorluk dilemez. O halde O'nu ululamamız ve O'na gönülden şükretmemiz gerekir. Çünkü Rama­zanda Kur'ân okumak, oruç tutup beş vakit namazla birlikte Teravih sün­netini yehne getirmek, ruhu olgunlaştırmanın ve Allah'a yakın olmanın en kolay ve en güzel yollarından biridir. [339]

 

Ramazanın Sosyal Yapımıza Yön Vermesi

 

Ramazan'da yerine getirilen oruç ibâdeti, sosyal yapımızda mey­dana gelen sarsıntıları ve huzursuzluğa sürüklenen aile bünyesini ona­rır; bu iki yapıya yepyeni bir canlılık ve sevgi havası içinde sağlam bir ka­rakter kazandırır. Dayanışmanın ve sosyal dengenin en samimi ve duyarlı ortamını oluşturur.

Aklını ve gözlerini dünyaya, kalbini ve ruhunu âhirete çeviren ve böylece iki farklı âlem arasında denge kuran; kulağıyla sosyal bünyede­ki zayıf ve güçsüzlerin sesini, vicdaniyle ve Allah'a olan imâniyle Kur'ân'-ın lâhutî nağmesini dinleyen ve bu düzeyde insanlarla sevgi, saygı, mer­hamet, şefkat, yardım ve destek olma bilinci içinde kaynaşan şahıslar­dır ki, millet olmanın anlamını, faziletli bir toplum olmanın seviyesini; Al­lah'ı ve insanları sevmenin sağlam ölçüsünü, milletinin güvenine lâyık aileleri meydana getirmenin tezgahını hazırlama bahtiyarlığına erişmiş­lerdir.

Bugün millet olarak ayakta durabiliyorsak, şüphe yok ki bunda, olgun insanların katkısı, himmet ve hizmeti çok büyüktür. Ramazan ay'ı, oruç, teravih, fitre, sadaka, zekât ve bütün bunların estirdiği çok anlamlı ve yararlı hava, toplumun ötedenberi muhtaç olduğu en yüksek değerler­dir. Bu değerlerdir ki, imân tezgâhında şekillenince insanı bütün mevcu­diyetiyle Allah'a yaklaştırır. Sonsuzluğun saadet âlemine yönelik derin ve köklü ümit kapısını açtırır. Her ân kabre yaklaşan bir fâniye, ölümün yokluk olmadığını, bir elbise ve kıyafet değiştirme, bir evden daha geniş ve huzurlu başka bir eve gitme|< olduğunu öğretir.

Bu kapıyı genişletmek, yolu açmak, gönüllere ümit, vicdanlara serin­lik ve dimağlara berraklık veren Ramazan'ı yaşamak ve yaşatmak, Al­lah'ını, vatanını, milletini ve insanları seven her mü'minin kutsal görevidir.

Böylece âhiret hakkındaki bilgimize ve ona olan imânımıza en güzel anlam ve ölçüyü vermiş oluruz, Diğer bütün nesneler ve insanların çoğu­nu peşinde koşturan madde, bu imân ve onun sağladığı yüksek irfan kar­şısında bir hiç olur. Bütün bunlara karşılık Allah'ı ululamamız ve O'na gö­nülden hamd ve şükürde bulunmamız, kulluğumuzun eriştiği yüksek amacı belgeler. İşte toplumu toplum yapan, ona gerçeklik ve erdemlik kazan­dıranlar bu anlayış ve davranışta olan kullardır. [340]

 

Ramazan Hilâli

 

«Artık sizden kim bu ay'a hazır olursa, oruç tutsun.»

Müfessirlerimiz bu âyetin üç mânaya ihtimali bulunduğu üzerinde durmuşlardır:

1.  «Sizden kim bu ay'a hazır olur (eyleşik halde ulaşır)sa oruç tut­sun.» Nitekim biz yukarıda meal bölümünde âyete bu birinci mânayı uy­gun görerek yorumda bulunmuştuk.

2.  «Sizden  kim  Ramazan'ı  şüpheden  uzak  bir tesbitle  bilirse  oruç tutsun.»

3.  «Sizden kim Ramazan hilâlini görürse oruç tutsun.»

Bu üç yorumdan ve bir de Bakara süresindeki: «Şano hilâllerden so­ruyorlar, de ki: O, insanların yararına ve bir de hac için vakit ölçüleridir.»

mealindeki 189. âyetten anlıyoruz ki. Ramazanın başlangıç ve bitişini belir­leyen belge daha çok hilâldir.

Bugünkü teknik imkânlarla, rasathane hesabiyle hilâli tesbit etmek hem kolay, hem de sıhhatlidir. Ne var ki kamerî aylar 29 ile 30 arasında bir farklılık izler. Böylece kamerî aylar daima kesirlidir. Oruç için yarım ya da günün dörtte biri, ya da birkaç saati değil tam güne ihtiyaç vardır. Rasathane, hilâli görmek yerine, Şaban'ın 29. günü akşam güneş battık­tan şu ana kadar dakika sonra (meselâ) ay görülebilir, der. Halbuki İs­lâm Dini hesaba saygılı olmakla beraber her mü'mine kolaylık olsun diye basit bir ölçü getirmiştir: Hava acık olursa, hilâli görmek, kapalı olursa Şabanı 30 gün olarak tamamlamak.. İslâm'ın koymuş olduğu bu ölçü, rasathane ve her türlü teknik imkândan yoksun sapa yerlerde oturan Müslümanlar için cidden büyük bir kolaylıktır.

Yılın ekseri günleri kapalı geçen ülke ve bölgelere gelince: Onlarda her yıl şaban ayını 30 gün olarak tamamlamak birtakım yanlış ve saptı­rıcı sonuçlar doğurur. Çünkü kameri aylar daha çok 29 gün sürer. Beş on yıl böyle geçecek olursa ayların yeri değişir. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yılın çoğu acık geçen ülkelere hilâli görmeyi ve hava ka­palı olduğunda şaban ayını 30 gün olarak tamamlamayı emrederken yı­lın çoğunda hava kapalı geçen ülke ve bölgeler için hesabı esas göste­rerek şöyle buyurmuştur: «Ay ancak 29 gündür. Hilâli görmedikçe oruç tutmayın; yine hilâli görmedikçe iftar (bayram) etmeyin. Hava size karşı kapalı olursa, ona göre takdir edin  (hesaplayın oruç tutun ve bayram edin).» [341]

Oruç : Âkil, baliğ, sağlıklı ve eyleşik olan her müslümana farzdır. Bu farzın gerçekleşmesi Ramazan'ın sübutuna bağlıdır. Sübutun her müs-lüman için mümkün ve kolay olan ölçü ve anlamda olması gerekir. Bu da rasathanedeki yapılan hesaplarla değil, acık havada güneş battıktan bir müddet sonra (20-25 dakika) hilâli görmekle; hava bulutlu ya da sisli ise Şaban'ı 30 güne tamamlamakla mümkündür. O halde Resûlüllah (A.S.) Efendimizin hilalla ilgili emir ve tavsiyeleri ve âyetin de bir yoruma göre taşıdığı anlam dikkate alınarak ay'ın yirmi dokuzunda güneş battıktan sonra hilâli görmeye çalışmak farz-i kifâyedir. Ancak hava kapalı geçerse, o takdirde hesaba başvurulur.

İlâhî maksat ve muradı en iyi bilen ve Kur'ân'ın yorumunu en uygun biçimde anlayan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuş­tur :

«Ay, yirmi dokuzdur; onu görmedikçe oruç tutmayın. Eğer hava size karşı kapalı ise ona göre takdir edin.» [342]

«Biz ümmî (daha çok okur-yazar olmayan) bir ümmetiz; ne yazarız, ne de hesap yaparız. Bir ay bazen şöyle, bazen de böyledir.»

Râvi bu hadîsi naklettikten sonra Peygamber (A.S.) Efendimizin bu anlatım biçimiyle ay'ın bazen 29, bazen de 30 olduğunu belirtmek iste­diğini ve bunu söylerken de parmağıyla işarette bulunduğunu, söylemiş­tir. [343]

«Allah hilâlleri insanların yararına vakit ölçüleri olarak yaratmıştır. O halde hilâli gördüğünüzde oruç tutun ve onu gördüğünüzde iftar edin. Hava size kapalı olursa (ay'ı) otuz olarak sayıp tamamlayın.» [344]

«Hava size kapalı olursa, ona göre (hesaplayın) takdir edin.» [345]

Din daima kolaylığı emreder. Şer'î bir sakınca olmadığında iki şey arasında bir duraklama olursa, kolay olanını seçmemizi tavsiyede bulunur. Çünkü dinin ve dindarlığın Allah katında en sevimlisi, kolay olanıdır. Anlaşıldığı gibi, hava açık olan bölgelerde hilâli görme kolaylığı emredil­miş, kapalı bölgelerde ise hesaba göre takdir etmemiz tavsiye buyurulmuş-tur.

Bu konuda mezhep imamlarının farklı ictihadlarıni ve bugün İslâm ülkelerinde farklı günlerde Ramazan orucuna başlanılmasının nedenleri­ni, Bakara suresi 189. âyetin tefsirinde açıklıyacağımızdan burada üze­rinde fazla durmayı gerekli görmedik. [346]

 

Fıkhî Yönü

 

«O'nu ululamanız içindir...»

«Allah'ı tekbîr etmeniz..» cümlesini, «O'nu ululamanız» şeklinde anla­şılır bir dille anlatmaya çalıştık.

Fıkıh âlimleri âyetteki bu cümleye dayanarak Fıtır Bayramında tekbîr getirmenin meşru' olduğunu istidlal etmişlerdir. Zahirîlerden Dâ-vud bin Ali el-Esbehanî, bunun vâcib olduğuna hükmederek bu yolda içtihatta bulunmuştur. İmam Ebû Hanîfe'ye göre F ı t ı r bayramında tekbîr meşru değildir. Diğer müctehit imamlara göre, sadece müstahab-dır.

İmam Şafiî bu konuda, Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'in, Urve ve Ebû Seleme'nin, Fıtır bayramı gecesi tekbîr ve tahmîd getirdiklerini (ANahu Ek-ber ANahu Ekber, Lâ ilahe illâllahu vallahu Ekber, Allahu Ekber ve lilla-hi'l-hamd) dediklerini ve bunu Kurban bayramına benzeterek içtihatta bu­lunduklarını rivayet etmiştir.

İbn Abbas (R.A.)ın «Müslümanların Şevval hilâlini gördüklerinde tek­bîr getirmeleri bir haktır.» dediğini İmam Kurtubî kendi tefsirinde naklet-miştir.

İmam Mâlik, Fıtır bayramında evden çıkıldığında tekbîr getirmenin ve imam hutbe için minbere çıkıncaya kadar buna devam etmenin müste-hab olduğunu kendi içtihadına dayanarak söylemiştir. [347]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki   âyetle   Allah,   kullarına   Ramazan'da oruç tutmalarını ve

sayılı günleri tamamlamalarını, sonra da şükrün derin anlamını taşıyan, kulluğun mahviyetini ortaya koyan tekbîr getirmelerini ve böylece Hakk'ı lâyıkıyla övme bahtiyarlığının basamağına yükselmelerini emir ve tavsiye­de bulundu.

Aşağıdaki âyetle, Allah, kullarının her halini bildiğini, sözlerini işit­tiğini, duâ edenlerin meşru' dileklerini kabul buyuracağını ve herkese ame­linin karşılığını mutlaka vereceğini en kısa sözlerle açıklıyor. Sonra da inanan kullarına çok yakın olduğunu hatırlatıp bu konuda gönüllerde be­liren soruyu cevaplandırıyor. Böylece kendisine gönülden bağlı bulunan mü'minlere rahmet, yardım, iyilik ve istek kapılarını açık bulundurduğuna, doğru yola, saadet vadisine erişmenin ancak bu doğrultuda gerçekleşece­ğine dikkatleri çekiyor. [348]

 

Meali:

 

186— Kullarım sana Benden sorarlarsa, şüphesiz ki Ben (onlara çok) yakınım. Bana duâ edince, duâ edenin dileğini kabul ederim. O halde onlar da Benim davetime gelsinler ve Barla inansınlar (imânlarında de­vamlılık göstersinler) ki doğruya erişmiş, saadete kavuşmuş olsunlar.

 

İniş Sebebi

 

İbn Ebî Hâtim'in tesbitine göre, bedevîlerden biri Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek şöyle sordu :

__ Ey Allah'ın Peygamberi!  Rabbimiz yakın   mıdır,   O'na   duâ   edip yalvaralım; yoksa uzak mıdır, O'na Önleyelim?

Peygamber {A.S.) bu soruya cevap vermedi, sadece sustu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kendili­ğinden konuşmazdı. O'nun sözleri ve cevaplan vahye dayanırdı.

İbn Cerîr Taberî'nin tesbitine göre, muhaddislerden Ebû Şeyh el-Esbehanî şu hadîsi rivayet etmiştir: Ashab-ı Kiramdan birkaç zat, Pey­gamber (A.S.) Efendimizden sordular:

— Rabbimiz nerededir?

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indirildi. [349]

 

İlgili Hadîsler

 

Kudsî Hadîs :

«Ben, kulumun bana olan zanm üzereyim (Beni sandığı gibi bula­cak). Beni çağırınca kulumla beraberim.» [350]

«Beni andığı ve dudakları benimle hareket ettiği sürece Ben kulum­la beraberim.» [351]

«Allah şüphesiz, ellerini kendisine açıp hayır dileyen kulunun elleri­ni boş ve umutsuz geri çevirmekten utanır.» [352]

«Herhangi bir Müslüman» Aziz ve Celil olan Allah'a, içinde günah ol­mayan ve yakınlarından ilgi kesikliği bulunmayan duâ ile dilekte bulunur­sa, herhalde Allah şu üç husustan birini ona verir: Ya duasını hemen ka­bul edip dileğini yerine getirir, ya dileğinin karşılığını âhirete bırakır, ya da ondan bunun bir misli kötülüğü giderip uzaklaştırır.» [353]

«Acele etmediğiniz ve «Dua ettim, kabul olunmadı» demediğiniz tak­dirde duanız kabul olunur.» [354]

 

Tarihî Yönü

 

Arap Yarımadasında puta tapanların bir kısmı putların kendilerini Allah'a yaklaştırıcı ve aracı bulunduklarına; bir kısmı da bunların tek kud­ret taşıyan ilâhlar olduğuna, en büyük putun en yüksek kudreti taşıdığı­na inanırlardı.

Birinci gruba girenler, Allah'ın kendilerinden çok uzak bulunduğunu, O'na kavuşmanın mümkün olmadığını, seslerini O'na işittirmenin çok, hem çok zor bir keyfiyet olduğunu düşünerek putlara sarılır, dileklerinin kabul olunması için onları yaklaştırıcı güçler olarak bilirlerdi. Nitekim onlara «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorulduğunda, «Allah» derlerdi. Kur'ân'-da putperestlerin bu düşüncesi anlatılırken  «zülfâ» deyimi  kullanılmıştır.

İkinci gruba girenler ise, kendilerine yardımcı ve destek olarak en yakın ilâhları putları kabul ederler ve bu yakınlığı, görülmeyen ve bilinme­yen gizli bir kudrete tercih ederlerdi.

İşte yılların verdiği bu alışkanlık içindeyken yeni dine giren putpe­restler ve bilhassa bunlardan Bedevi olanlar, son dinin Allah düşüncesi ve kavramı ile ilgili getirmiş olduğu hakikati birden kavrayamadılar, tek ilâh fikrini anlamakta zorluk çektiler. Bu nedenle sık sık Peygamber {A.S.) Efendimize Allah hakkında soru sorma ihtiyacını için için duydular. İl­miyle, kudret ve iradesiyle, rahmet ve inâyetiyle varlık âlemini kapsayan ve her zerresine nüfuz eden Allah'ın inanmışlara çok yakın olduğu ve fakat bu yakınlığın nicelik ve nasıllığını kavramanın mümkün olmadığı bildirildi. Bu yakınlığı ruhumuzla duyabilmemizin, namaz ve oruç gibi yüksek anlam ve derin hikmet taşıyan ve TEVHİD KELİME'sinin paha bi-çiîmez değerde ürünü sayılan ibadetlerle gerçekleşebileceği   hatırlatıldı.

Kur'ân'da uygulanan en önemli metot ve yöntemden biri de her hü­kümden sonra onun teşrii hikmetini ve inanmışlardan yana sağlayacağı yararı belirtmektir. Oruç ve Tekbîr'den sonra, Allah'ın kullarına çok yakın olduğunun açıklanması, oruç ibâdetinin teşrii   hikmetini yansıtmaktadır.

Diğer bir husus da, putperestlerin İslâmiyete girdikten sonra, daha önceleri putların önünde yüksek sesle yalvarıp yakardıkları ve uygun olan ve olmayan dileklerini yerine getirdikleri gibi, Allah'a el kaldırıp yüksek sesle dilekte bulunanları da oluyordu. Nitekim Hayber savaşında henüz duanın adabını öğrenmiyen Müslümanlardan bir topluluk yüksek sesle duâ ediyorlardı. Onların bu ölçüsüz durumlarını gören Peygamber (A.S.) Efen­dimiz şu uyarıda bulunma ihtiyacını duydu :

«Ey insanlar! Kendinizi tutun; çünkü ne sağıra, ne de gaibe duâ edi­yorsunuz. Herşeyi lâyıkıyla işiten ve çok yakın olana duâ ediyorsunuz ki,

O sizinle beraberdir.» [355]

Böylece eğitimde ve yetiştirmede pedagojik bir metot uygulandı, sı­rası gelince uyanlar yapıldı. Yeni dine gönülden sarılan bahtiyarlar kısa zamanda Peygamber (A.S.) Efendimizin terbiyesi doğrultusunda yetişerek herbiri yüksek bir terbiyeci düzeyinde kendini insanlığa vakfetti, [356]

 

Tasavvuf! Yönü

 

«Allah'ın insana yakınlığı» konusunda çok şeyler söylenmiş ve cilt­lerle kitap yazılmıştır. Özellikle tasavvufçuların esrar ve hikmetler vadisin­de en önemli ve çözümü en zor konuları bu olmuştur.

İtim adamlarımızdan çoğuna göre, bu yakınlık ilim iledir. Öyleki Al­lah (C.C.) ilmiyle her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Kullarının söylediklerini işitir, kalblerinden geçenleri bilir; amellerini görür. Kadı Beyzavî de bu açıdan yorumda bulunarak, yakınlık, ilâhî ilmin kemâlini temsil içindir, der. Çünkü O, kullarının söz ve davranışlarını bilir; durumlarından en kü­çük ayrıntılarına kadar haberdardır. O'nun için, zaman ve mekân söz ko­nusu değildir. Gerçi yakınlık ilk bakışta mekân (yer) kavramıyla ilgiliyse de Allah hakkında bu yakınlık temsilî anlam ve ölçüdedir. Zaman ve me­kânı, madde ve ruhu O yaratmıştır. Her şey O'ndan gelmedir. O halde hiç­bir şey O'ndan uzak değildir ve olamaz da. Yarattığı her şey sınırlıdır. O ise sınırsızdır; öncelik ve sonralık O'nun hakkında düşünülemez. Her şey O'nun emriyle vücud bulmuştur ve sonunda her şey O'na döndürülecektir. O halde Allah ile kulları arasında vasıta yoktur. Duâ ederken de sesi yük­seltmek gereksizdir.

Kur'ân'da Allah'ın bu nicelik ve niteliği bilinmeyen, zaman ve mekân kavramlarıyla bağlı olmayan yakınlığından söz edilirken buyuruluyor ki i

«And olsun ki, insanı yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler ver­diğini biliriz. Ve biz, ona şah damarından daha yakınızdir.» [357]

Diğer bir mânayla, Allah kullarına şah damarlarından daha yakındır. Ya kulların O'na olan yakınlığı ne iledir? Kulun Allah'a yakınlığının ilk mertebesi ibâdettir. İmânın değişmiyen ürünü ibâdet, ruhu besleyip ona yeterince gıda sağlayınca, yakınlık artar. Kudsî Hadîste bu konu şöyle açıklanmıştır:

«Kulum en çok farz kıldığım ibâdetle Bana yaklaşır ve durmadan na­file ibâdetle bu yakınlığını artırır; öyleki onu sevmeye başlarım. Sevince de onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Kulum artık Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle yürür.»        

O'ndan uzaklaşmanın ilk kapısı, emirlerine karşı gelmekle gerçekle­şir. Farz kıldığı ibâdetler terkedilince o uzaklaşma sür'atlenir. Bu vadide önce O'nun tevfîk (insana sebepleri kolaylaştırıp doğru yola ulaştırmaya başarılı kılma) ni'metinden uzaklaşma meydana gelir. [358]

 

Duanın Şartları

 

«Dua edenin dileğini kabul ederim.»

Duâ, Peygamber (A.S.) Efendimizin tabirleriyle- «ibâdetin beynidir.» Bu bakımdan onu ibâdet anlamında kullanmışlardır. Çünkü Allah'ın her şe­yi kendi kudretinde bulundurduğuna gönülden inanan mü'minin bu inanç ve şuurla el kaldırıp dileğini arzetmesi güzel bir ibâdettir. Öyle ki kulluğu­nu, aczini, mahviyetini dile getirmesi ve her şeyin Allah'a ait olduğunu bilip teslimiyet göstermesi; ölçüsüz ve sınırsız olan ihtirasını O'nun kapı­sına yönelerek belli bir ölçüde tutması ibâdetin özünü, mutluluğunun ma­yasını oluşturur.

O halde yaradanın mülkünde, O'nun denetimi altında verdiği nimet­lerle yaşamını sürdüren mü'minin zaman zaman el kaldırıp durumunu di­le getirmesi, dileğini arzetmesi; haram lokmadan, küfür ve bozgunculuk­tan uzak bir gönül, yalan ve iftiradan, haksızlık ve kırıcılığa bulaşmaktan temiz bir dil ile olmalı değil midir? Aksi halde yapılan duâ ilâhî huzura yükselmez.

Peygamber (A,S.) Efendimiz bu hususu şu sözleriyle belirterek bu­yurmuştur ki:

«Adam, sacı-sakalı birbirine karışmış ve toztoprak içinde kalmış bir halde yolculuğunu uzatır da ellerini kaldırıp «Ya Rabbî! Ya Rabb!» der. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği de haramdır. Haram ile gıda-lanır. Artık onun duası nerede, nasıl kabul olur?» [359]

Konuyu bu açıdan değerlendirirken duanın şu şartlarla makbul tu­tulacağı sonucuna varılmıştır:

1.  Duâ  edenin,  ihtiyacının   karşılanmasında,  dileğinin  yerine  getiril­mesinde tek ve nihaî kudretin Allah'a ait olduğunu bilmesi,

2.  Bütün sebep ve vasıtaların, hikmet ve esrarın   Cenâb-ı   Hakk'ın kudret elinde bulunduğuna inanması,

3.  Doğru bir niyet, arınmış bir kalb ve yatışmış bir gönül huzuru için­de istekte bulunması; gaflet içinde kararsız ve anlamsız bir kalb perişan­lığı içinde olmaması,

4.  Vicdanını katılık ve siliklikten, mide ve kanını haram ve murdar­dan uzak tutması,

5.  Dileğini, kabul olunur ümidiyle dile getirip tam bir teslimiyet basi­reti içinde söylemesi şarttır.

Allah'tan istenilecek şeyin ise :

a)  Aklî yönden uygun olması,

b)  Dince sakıncalı bulunmaması,

c)  İnsan haklarına dokunmaması, millet hakkını zedelememesi,

d)  Yakınlara zarar getirecek, ya da onları üzecek ölçü ve anlamda olmaması şarttır.

Büyük Velî Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (R.A.) bu konuda diyor ki: «Duanın kabul olunmasının yedi şartı vardır:

1.  Gönülden inleyip sıkıntı ve ihtiyacın acısını için için duyarak göz yaşları içinde Allah'a yalvarmak,

2.  Allah korkusunu üstün bir saygı anlayışı doğrultusunda hissetmek,

3.  Kararsızlık ve şüpheden uzak tam bir ümit beslemek,

4.  Bıkmadan dilek ve haceti sık sık edeple dile getirmek,

5.  Genel ölçüde istemek,  umuma yönelik bir niyetle hayır,  rahmet ve yardım dilemek,

6.  Helâl lokma ile gıdalanmak,

7.  Farz ibâdeti vaktinde yerine getirmeye çalışmak.» İlim adamlarından İbn Atâ' (R.A.) diyor ki:

«Duanın rükünleri, kanatları, sebepleri ve vakitleri vardır: Rükünleri uygun biçimde yerine getirilirse kuvvet kazanır. Kanatlarına uygun biçim­de yapılırsa huzura yükselir. Sebeplerine uygun yapılırsa yerine getiril­me şansına erişir. Vakitlerine uygun olursa kurtuluş sağlar.

Rükünleri : Kalb huzuruna, şefkat ve merhamet duygusuna, alçak gö­nüllülüğe erişmektir. Kanatlan, doğruluktur. Vakitleri, seher vaktidir. Se­bepleri, Peygamber (A.S.) Efendimize salât-u selâm ile başlamaktır.»

Tasavvufçulardan bazısına göre, duanın şartı dörttür:

1.  Vahdet (Allah'ın birliğine imân etmenin şuuru) içinde kalbi koru­mak,

2.  Halk arasında dile hâkim olmak, onu çok ölçülü kullanmak,

3.  Gözü haramdan muhafaza etmek,

4.  Mideyi haramdan pak ve arınmış bulundurmak. Büyük Velî İbrahim Edhem (K:S.) Hazretlerine soruldu :

  Bizim ne halimiz var ki, duâ ediyoruz bir türlü kabul olmuyor? Cevap verdi :

  «Çünkü siz Allah'ı bildiniz ama O'na itaat etmediniz. Peygamber (A.S.)  Efendimizi  bildiniz, fakat O'nun sünnetine uymadınız.  Kur'ân'ı öğ­rendiniz,  ama  onunla  amel   etmediniz.   Allah'ın   nimetlerinden   yediniz, onun şükrünü yerine getirmediniz. Cenneti bildiniz, fakat arzu etmediniz. Cehennemi bildiniz, ama ondan sakınıp kaçınmadınız. Şeytanı bildiniz, fa­kat onunla savaşmadınız, aksine ona uydunuz. Ölümü bildiniz, ama onun için hazırlanmadınız. Ölülerinizi defnettiniz, fakat onlardan ders ve ibret almadınız. Kendi ayıplarınızı bırakıp başkasının ayıp ve kusurlarıyla uğ­raştınız, bu durumda duanız nasıl kabul olsun?» [360]

 

Duanın Daha Cok Kabul Olunduğu Vakitler

 

a)  Fecir doğmasına az kala, seher vakti,

b)  Oruçlunun iftar edeceği vakit,

c)  Ezanla ikamet arası,

d)  Çarşamba günleri öğle ile ikindi arası,

e)  Sıkıntılı anlarda,

f)  Yolculuğa çıkıldığında,

g)  Hastalıklı geçen günlerde,

h) Yağmur yağdığında,

i) Allah yolunda savaşırken düşmana karşı saf bağlayıp hazırlanırken,

İ)  Cuma günü belli olmayan saatte,

k) Kadir Gecesinde,

I)   Berat ve Reğaib gecelerinde,

m)   Peygamber {A.S.J Efendimizin doğduğu seher vaktinde,

n)  Ramazan ayında,

o}   iki dini bayram gecelerinde. [361]

 

Duanın  Psikolojik  Etkisi

 

İnsan yaratılışı gereği sabırsızdır, kararsızdır, acelecidir ve bencil­dir. O bakımdan olaylar karşısında bir anda kalbi daralır, ruhu çıkar gibi olur. Kendisini sevindiren bir şeyle karşılaştığında ise, geçmişin elem ve ıstırap dolu günlerini unutur.

Yine insan, ihtiyaç duyduğu nesnelere karşı aşırı hırslıdır; tezelden yapılmasını ister. Gecikince kıvranır ve kararsızlık içinde kalır.

İşte insanın ruhî yapısı ve karakteri budur! Görünürde küçük, fakat hakikatte çok büyük bir varlıktır. Büyüklüğü ve yaratılışındaki incelik ve üstünlüğü; ilâhî sanatın ondaki mükemmelliği oranında ihtiyacı, istek ve arzuları vardır. Beden yapısı itibariyle bir fili, ya da balinayı ve bu iki yaratığın ihtiyaçlarını inceleyelim : Bunları sayıya dökecek olursak on-onbeşi geçmez. Çünkü bunlar manevî yapılarıyla büyük ve mükemmel de-;ğillerdir; kendilerine Allah'ın en büyük lûtfu olan insanî ruh verilmemiştir. Yani insan ruhuna eşdeğerde bir ruha sahip bulunmuyorlar. Kendilerinde sadece hayvanî ruh vardır. Maddî yapısı itibariyle insan bu yaratıklardan çok küçük olmasına rağmen ihtiyaç ve arzuları, varlık âleminde görülen, bilinen ve duyulan her şeydir. Bunların tümüne kavuşmak mümkün de­ğildir. Onun için insan arzularının tamamını gercekleştiremeden, peşine takılıp erişmek istediği nimetlerin çoğuna kavuşmadan, zevkini kâmil an­lamda tatmin etmeden ömür sermayesinin tükendiğini görür. Dünya onun asıl meskeni değildir. Konaklayan bir yolcudur. Arzu ve ihtiyaçlarını kâ­mil anlam ve ölçüde karşılıyabileceği saadet dolu bir âleme gitmesi ge­rek. Bunun için de önce kılık değiştirmesi; ruhuna yeni bir elbise giydir­mesi şarttır. Gideceği âlemin hayat şartları çok, hem çok değişiktir. Mev­cut beden yapısıyla orada yaşama şansı hiç yoktur. Ama orası, evet sa­dece orası için yaratılmıştır. O halde ruhunun elbisesini değiştirecek, gi­deceği âlemin şartlarına uygun bir bedene sahip olacak değişimden geç­mesi gerekiyor. Bunun için kabir âlemi hazırlanmış, ölüm denilen ev'de­ğiştirme, bir kanun olarak konulmuştur.

Hakikat bu olduğuna göre, insan içindeki boşluğu dolduracak, ihti­raslarını frenliyecek, ihtiyaçlarını sınırlayacak, sıkıntısını giderecek mut­lak bir kudrete sığınır; ümit dalgalarını sunarak büyük bir rahmete el açar. Bu sığınma ve el açmayı en doyurucu ölçü ve biçimde din organize eder. Ruhundaki boşluğu kâmil mânada o doldurur. O bakımdan din İn­sanın en büyük manevî ihtiyacıdır, Hak dine uyan bir mü'min her zaman sabırlıdır, kanaatkardır; ihtirasını yener, sınırsız arzularını frenler. O ne­denle huzurludur, sakindir, ümitlidir. Olana üzülmez, olmayandan dert­lenmez.

Duâ ve ibâdet onun manevî gıdası, ruhunun huzur kaynağı, vicdanı­nın feyiz menbaıdır. Biriken sıkıntıları, toplanan kinleri, maddeye olan is­tekleri ancak bu ikisiyle gidermek, ya da etkisiz hale getirmek mümkündür. Bir anda içini en mahrem biçimde boşaltır, deşarj olur; ama hiç de en­dişe duymaz. El açtığı kudretin ne kadar merhametli olduğunu bilir. Böy­lece o yüce kudretin, sonsuz rahmet sahibinin karşısında aczini ve mah­viyetini dile getirir. Ellerini gönül yatışkanlığı İçinde «âmîn» deyip yüzüne sürünce dileğinin kabul olduğuna inanır. Ama hemen gerçekleşmesini dü­şünmez. Çünkü aceleci değildir.

İşte insan için bundan daha doyurucu bir kaynak var mıdır? Kur'ân ebediyete uzanan ve insanı tatmin eden bu kaynağı şöyle açıklıyor: «Kul­larım sana benden sorarlarsa, şüphesiz ki ben (onlara cok) yakınım. Ba­na duâ edince, duâ edenin dileğini kabul ederim.» [362]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle orucun farz kılınışından. Ramazan ayının öne­minden, Kur'ân'ın bu ayda Dünya Semasına (Beytü'i-İzzete) indirildiğin­den; ruha sunulan bu müstesna gıdanın kalbi ve vicdanı geliştireceğin­den; sosyal ve aile yapılarına sağlayacağı yarardan açtk ve kapalı şe­kilde söz edildi. Sonra kendini bu tür ibâdetlerle olgunlaştıran kullara Al­lah'ın çok yakın olduğu haber verildi.

Aşağıdaki âyetle, mü'minlerin oruç hakkında birtakım farklı yorumlar­da bulunduklarına işaret edilerek, ilâhî beyândan asıl makscrd ve muradın ne olduğu açıklanıyor. Dinin bütün ibâdet bölümleriyle nasıl bir kolaylık sunduğuna, ilâhî ruhsatın katıksız bir rahmet taşıdığına dikkatler çekiliyor. [363]

Meali:

 

187— (Ramazan'da) Oruç (tuttuğunuz günlerin) gecesi kadınlarınıza cinsel yaklaşmada bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbi­se, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah kendinize olan güveni kötüye kullanacağınızı biliyordu. (Bu hususta) tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Artık (geceleri) onlara yaklaşın ve Allah'ın size yazıp takdîr ettiğini di­leyin. Fecirde beyaz iplik siyah iplikten size seçilinceye (gündüzün aydın­lığı, gecenin karanlığından sıyrılıp ayrılıncaya) kadar yeyin, için. Sonra da orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikatta bulunduğunuzda kadınlarınıza (geceleri de) cinsel yaklaşmada bulunmayın. Bunlar Allah'ın sınırlandır; sakın yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açık­lıyor. Ola ki sakınırlar.

 

İniş Sebebi

 

İslâmiyetin ilk yıllarında Müslümanlar Ramazanda karılarına cinsel yaklaşmada bulunmazlar ve bunu bütün bir ay titizlikle sürdürürlerdi. Ne var ki nefsine karşı irâdesine üstünlük sağlayamayan bazı mü'minler bu­na dayanamaz, kendine olan güvenini kötüye kullanır ve cinsel yaklaş­mada bulunurdu.

Onları bu tür sıkıntılardan ve «günah işledim» düşüncesinin meydana getirdiği eziklikten kurtarmak üzere yukarıdaki âyet indi.

Diğer bir rivayete göre, Müslümanlar Ramazan ayında yatsı nama­zını kıldıktan sonra artık ne kadınlarına yaklaşır, ne de bir şey yer ve içerlerdi. Bu onlar için haramdı. Fakat bazı erkekler bu aydaki haram sınırını aşar, geceleri hem kadınlarına yaklaşır, hem de bir şeyler yerlerdi. Ömer bin Hattab (R.A.) da onlardan biri idi. Durum Resûlüllah (A.S.) Efen­dimize arzec'ildiğinde, bu yasağa uymanın çok zor olduğu da anlatıldı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet bir kolaylık ve ruhsat anlamında indi.

İbn Cerir ve Kurtubî'nin başka bir tesbitine göre, mü'minler Rama­zan ve oruçla ilgili ilk inen âyetlerden bu manayı anlamış, kendilerine göre yorumda bulunmuşlardı. O yüzden ortaya birtakım sıkıntılar çıkmış­tı. Cenâb-ı Hak asıl mana ve muradın, onların anlayıp yorumladığı gibi olmadığını bildirerek yukarıdaki âyeti bir açıklama mahiyetinde indirdi.

Özetliyecek olursak :

Bu âyet Allah'tan kullarına bir ruhsat inceliğini taşıyarak inmiştir. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında oruçlu olanlar yatsıya kadar yeyip içebilir, cinsel yaklaşmada bulunabilirlerdi. Uyudukları, ya da yatsı namazını kıl­dıkları takdirde bir daha ikinci gün akşama kadar belirtilen hususları yap­maları haram sayılırdı. Bu yasak Müslümanlarda birtakım sıkıntılara sebep oluyordu. Yukarıdaki âyet bu sıkıntıyı kaldırır mahiyet ve özellikte indi­rilmiştir. [364]

 

İlgili Hadîsler

 

«Beyaz iplik siyah iplikten size seçilinceye kadar...» mealindeki âyet inince sahabeden Adiy bin Hatem (R.A.) âyetin asıl delâlet ettiği mâ­nayı ve kapalı ölçüdeki benzetmeyi anlayamadığı için yatarken yastığının altına biri beyaz, diğeri siyah iki iplik koydu ve onları birbirinden seçin­ceye kadar yeyip içti. Sabah olunca da Peygamber (A.S.) Efendimize du­rumu arzetti. O da :

«O takdirde senin yastığın pek geniştir! Âyetteki iplerden maksat, gündüzün aydınlığının gecenin karanlığından seçilmesidir.» buyurdu.[365]

«Sahura kalkın. Çünkü sahurda bereket vardır.» [366]

«Doğrusu bizimle Kitap ehlinin orucu arasındaki ayrım, sahur yeme­ğidir. (Veya sahur yemektir).» [367]

«Ümmetim iftarı acele edip sahuru geciktirdiği sürece hayır üzere olur.» [368]

«Bilâl'ın ezanı sizi sahurunuzdan alıkoymasın; çünkü o, henüz fecir doğmadan ezan okur. Siz İbn Ummî Mektum'un ezanını işitinceye kadar yeyin, için. Zira o, ancak fecir doğunca ezan okur.» [369]

 

Fıkhî Yönü

 

Ramazan'da oruçlu olanlara akşam olunca yemek, içmek helâldir. Cinsî yaklaşmada bukınmak da böyledir. Fecir doğunca artık bu cevaz kalkar, güneş batıncaya kadar sürer. Güneş batmadan cinsî yaklaşmada bulunan adama hem kaza, hem de keffaret gerekir. Karısına gelince, İmam Mâlik'e göre ona da kaza ve keffaret gerekir. İmam Ebû Yusuf ile rey taraftarı bazı iiim adamları da aynı görüştedirler. İmam Şafii'ye göre, is­ter kadın kocasının bu arzusuna isteyerek, ister zorlanarak uymuş olsun, kendisine sadece bir gün kaza gerekir. Çünkü aynı durumda olup Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimize soran sahabeye. Peygamberimiz (A.S.) bir tek keffaretten söz etmiş, hem sana, hem de karına keffaret gerekir, buyurmamıştır.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre. kadın kocasının arzusuna isteyerek cevap verirse her ikisine de hem kaza, hem keffaret gerekir. Zorlanarak uymak mecburiyetinde kalırsa kendisine yalnız kaza, kocasına ise hem kaza, hem keffaret gerekir.

Oruçlu iken unutarak cinsel yaklaşmada bulunan kimseye Ebû Ha-nîfe ile İmam Şafii'ye göre ne kaza, ne de keffaret gerekir, yani orucu bozulmamış olur.

Herhangi bir sebepten dolayı cünüp olarak sabahlayan kimse için de hüküm aynıdır: Orucu bozulmuş olmaz. Bu nedenle kaza ve keffaret de gerekmez, O halde fecir doğmadan karısıyla cinsel yaklaşmada bulu­nan kimse fecir doğuncaya kadar o vaziyette yani cünüb kalırsa, orucu­na bir zarar gelmez. Sadece yıkanması gerekir. [370]

 

Kari, Koca Arasında İlgi

 

On\ar sizin için bir elbise, siz de on­lar için bir elbisesiniz.»

Karı, koca arasındaki yakınlık ve yaklaşma, başkasıyla olan mubah ve meşru1 ölçüler içindeki yakınlık ve ilginin çok ilerisinde bir anlam ta­şır. Biri diğerinin gönüldaşı ve sır kutusudur. Hiç bir yakına söylenemi-yen hususları, biri diğerine rahatlıkla söyler. Başkasının öğrenmesi ve bil­mesi asla hoş karşılanmayan mahrem konularda da karı, koca birbiri­nin sır arkadaşı ve koruyucu meleğidir.

İnsan hayatında süregelen ve kökü ilk insana dayanan ilâhî kanun­lardan biri de, erkeğin kadına, kadının da erkeğe ihtiyaç duymasıdır. Bu kanunun belirgin hale getirdiği istek, insan ruhunun derinliklerine yer­leşmiştir ve doğuştan vardır. Her iki cinste de bir yuva kurma arzusu, karşılıklı aşk duygularının sönmeyen sıcak havası mevcuttur. Ne var ki bu arzuyu disipline edebilmek ve meşru doğrultuda yürütebilmek için cid­di bir eğitime gereksinme vardır. Çünkü insandan başka diğer bütün can­lılar hem kendileri, hem dünyaları hakkında doğuştan sağlam bir sezişe sahiptirler. Bu bakımdan yanılma payları pek azdır. İnsanlar ise böyle de­ğildir. Onlarda yanılma payı ve oranı çok yüksektir. Çünkü hem kendileri, hem de dünyaları hakkında doğuştan sağlam bir sezgiyi ruhlarında taşı­mamaktadırlar. Buna karşılık onlara akıl, zekâ, hafıza, irâde gibi yüksek değerde birtakım yetenekler verilmiştir. Ölçülü ve eğitime bağlı olarak kullanıldığı takdîrde hem kendileri hakkında, hem de dünyaları hakkında yeterince bilgi ve sezişe sahip olabilirler. Eğitimin lüzumu bu oçıdan ele alınırsa bir kat daha önem kazanır.

Karı, koca arasındaki cinsel yaklaşma, «tenin tene dokunması» anla­mına gelen mübaşere sözcüğü ile kullanılmış; böylece bu yaklaşma çok ince ve zarif bir deyimle anlatılmıştır. Sebebi ise çok acıktır: Karı, koca arasındaki her türlü ilişki mutlak anlamda bir zerafet ve incelik is­temektedir. Çocukların aile çatısı altındaki eğitilmelerinin ciddiyeti de. an­cak bu incelik, zerafet ve nezaket kurallarının gerçekleşmesiyle sağlana­bilir.

Diyebiliriz ki, aile yapısında karı, koca birbirinin tamamlayıcı ve ko­ruyucu elemanlarıdır. Âyet-i kerîme bu hususu en doyurucu bir anlatım biçimiyle sergilemektedir. Bu da Kur'ân'ın az kelimeyle çok mâna orta­ya koymasındaki üstünlüğü ve aile hukukuna.verdiği değerin göz ve gö­nül doldurucu tablosudur.

Karı-kocanın böylesine birbirine bağlılığı, kökü çok derinde olan aşk­tan ve insan soyunu devam ettirme eğiliminden gelir. Ancak bu aşkı ba­sit anlamda düşünmek doğru değildir. Çünkü çiftler arasında sağladığı sevgi ve kaynaşmayı cinsel arzunun çok üstünde oluşturup perçinlemek­tedir.

Bu nedenledir ki insan kendisini ömrünün son demine kadar bir baş­ka insana vermekte ve onun mutluluğuyla mutlu, ıstırabıyla tedirgin ol­maktadır. Sadece dişiyle erkeğin bir çatı altında vücutlarının birleşme­siyle bu yakınlığın sağlandığını iddia etmek, konunun hikmetinden uzak­laşmak olur. Çünkü vücutlarının birleşmesi, ruhlarının ve kaderlerinin bir­leşmesiyle tamamlanıp bütünleşir. Böylece karı-koca arasındaki bu aşk bağlarıyla kaynaşma ve birleşme, ailenin sürekliliğini ve yeni bir neslin sağlam ölçüler düzeyinde gelişmesini ve karı-kocadan her birinin saygı-değerliğini gerçekleştirir. Oruç ve ramazanın aile üzerindeki olumlu et­kilerini belirttiğimiz hususlar açısından değerlendirmekte sayısız yararlar vardır. Ruhun arınması, vicdanın gelişmesi,- kalbin durulması her çağda insan için çok lüzumludur. Oruç ve diğer ibâdetler bu lüzuma cevap ver­mekte ve yüz güldürücü sonuçlar sağlamaktadır. [371]

 

İtikâf İbadeti

 

«Mescidlerde itikatta bulunduğunuzda kadınlarınıza (geceleri de) cinsel yaklaşmada bulunmayın.»

İtikâf: Bir şeye yönelip saygı  ile bağlanmak anlamına gelir. Şeriatte ise, Allah'a ibâdette bulunmak üzere bir müddet mescidde eyleşmektir.

Bu âyetin iniş sebebini müfessirlerimiz şöyle tesbit etmişlerdir : «Resûlüllah (A.S.) Efendimizin arkadaşlarından birkaç kişi Mescid'de itikâf niyetiyle bulunuyorlardı. Onlardan birinin ailesiyle görülecek bir işi oldu­ğunda dışarı çıkar, karısıyla cinsel yaklaşmada bulunur ve boy abdesti al­dıktan sonra tekrar mescide dönerdi. Yukarıdaki âyetle onların itikâf ha­linde mescidde bulunurken dışarı çıkmaları ve cinsel yaklaşmada bulun­maları yasaklandı.»

Oruçluya, geceleri cinsel yaklaşmanın helâl kılındığı açıklanınca, iti-kâfta bulunan kimse için de aynı şeyin geceleri helâl olduğu düşünülebi­leceği dikkate alınarak, onun için ne gündüz ne de gece bunun helâl ol­madığı özel biçimde açıklanmış oldu.

İtikâf, sünnettir. Çoğu ilim adamlarına göre müekked sünnettir ve mescidden başka yerde yerine getirilmesi caiz değildir. Çünkü mescidin diğer yerler üzerinde bir üstünlüğü ve kutsallığı vardır. Cemaat halinde ibâdetin yapıldığı yer olmakla da başka toplantı yerlerinden ayrılmış olu­yor.

Ancak müctehitlerin, itikâfın hangi mescidde yapılabileceği hakkın­daki içtihat ve görüşleri farklıdır: Hz. Ali (R.A.)den yapılan rivayete gö­re, ancak Mescid-i Haram'da yapılması caizdir. Çünkü Kur'ân'da buna şu âyetle işaret edilmiştir: «Ve hani biz Beytullah'ı insanlara dönüp varıla­cak toplantı, sevap ve emniyet yeri kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamın­dan bir namazgah edinin! Ve Biz İbrahim'le İsmail'e: «Evimi tavaf eden­ler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun», diye vahyettik.» [372]

Tabiînden Atâ'a göre, itikâf ancak Mescid-i Haram ile Mescid-i Ne-bevî'de caizdir. Huzeyfe'ye göre, bu iki mescidle birlikte bir de Mescid-i Aksa'da caizdir. Başka mescidlerde caiz değildir.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, imam ve müezzini bulunan ve cemaatle namaz kılınan her câmi'de caizdir.

İmam Şafiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, diğer bütün mescidlerde de itikâfın yapılması caizdir. Çünkü âyette «Mescid­lerde itikatta bulunduğunuzda...» cümlesi genel bir anlam taşımakta, belli birkaç mescidle özellenmemektedir. Ancak ne var ki, içinde beş vakit ce­maatla namaz kılınan câmi'lerde itikâfta bulunmak daha faziletlidir.

Hazreti Âişe Validemiz (R.A.) bu konuda şöyle demiştir;

— «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ramazanın son on gününde itikâfa girerdi. Vefat edinceye kadar bunu terketmedi. Ondan sonra da hanımlan bu ibâdeti sürdürdüler.»

Abdullah bin Ömer (R.A.) da aynı hususu belirtmiştir. Bu sahîh riva­yete dayanılarak, itikâfın Sünnet-i Müekkede olduğu kabul edilmiştir. Ne yazık ki bugün bu sünnet çoğu yerlerde terkedilmiş vaziyettedir. [373]

 

F1khî Yönü

 

a)  İtikâf süresince oruç tutmak şart mıdır?

b)  Adanılmayan itikâf için belli bir süre gerekir mi?

c)  Cinsel yaklaşmaya yol açan okşama, öpme ve benzeri ilişkiler caiz midir?

Bu maddelerle ilgili görüş ve ictihadları geniş biçimde öğrenmek iste­yenler, El-Mebsut, Fetâvâ-i Hindiyye, Fethü'l-Kadîr, Bedayiussanayi' ve benzeri fıkıh kitaplarına müracaat etsinler. [374]

 

İtikâfın Psikolojik Yönden Olumlu Etkileri

 

Nefsimiz üzerinde hâkimiyet kurmamız ve ruhumuzu ilâhî sevgiyle besr iememiz zorunludur. Sınırlı bir ömrü kendi arzumuzla yönetmeğe kalkış­mamız ne bize, ne de topluma yarar sağlar. Varlık âlemi canlısıyla cansı-zıyla Allah'ın eseri olduğuna göre, ruhumuzun derinliğine doğuştan enjek-te edilmiş bulunan Allah sevgisini, yine O'nun değişmiyen sünnetine (ka­nun) göre belirgin hale getirip ibâdetle, duâ ve niyaz ile geliştirmemiz gerekmiyor mu?

Canlı varlıklar arasında yer alıp Allah'ın yüksek kudretinin sanatını akıllara durgunluk verecek ölçü ve anlamda kendinde toplayan insana, Allah yine kendi kudretinin yüceliğine yakışır anlamda birtakım ayrı özel­likler vermiştir. Bunlar o yüce Yaratan'ın insana olan yakın ilgisini, rah­met ve iyiliğini belgelemektedir. Bu ilginin zevkine varabilmek için yine O'nun belirttiği yol ve yöntemle mümkündür. Aksi halde başka doktirin-lerin kalıbına sokulup biçimlendirilmekten kendimizi kurtaramayız. O zaman da beden ve ruhumuzun yapılarına uygun olan bir hayat ölçüsünden uzak kalır; kendimizi ilâhî sünnetin dışına itmeğe zorlamış oluruz ki, bunun so­nucu çok üzücüdür.

İşte mescidlere itikâf ibâdeti niyetiyle kapanmak, ruhumuzun yapısı­na uygun olduğu kadar gıda ihtiyacını da karşılar.

Yılın birkaç gününü, toplumdan ve aile yuvasından uzak, günlük hayatın dışında kendimizi mesçidlerde Allah'a vermemiz, elbetteki ruhumuzu doyurup ona kanış verir. Diyebiliriz ki iç yapımızı tatmin eden, bizi ol-gunlaştırıp topluma daha çok yararlı hale getiren bu ibâdet, İslâm'ın bu alanda sunduğu feyizlerden sadece biridir. Maddî kirlerden temizlenmek, biteviye sürüp giden bir hayat düzeninden sıyrılmak, ruhumuzun tazelen­mesi, dimağımızın dinlenmesi için son derece gereklidir. Bundan dolayı Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz her yıl Ramazan ayının son on gününü itikâf niyetiyle Mescid'de geçirirdi. Vefat edinceye kadar buna devam et­miş ve böylece bunu önemli bir sünneti olarak ümmetine bırakmıştır. Ken­disine peygamberlik verilmeden önce de bu ihtiyacı için için duymuş ve zaman zaman Hira dağına çekilerek mağarada tam bir ruh safiyeti içinde Allah'a kulluk etmenin yüksek ve derin zevkini tatmaya çalışmıştır.

İhtiyaçların çoğaldığı, maddenin daha çok rağbet bulduğu yirminci asrın son yarısında insan ruhu bu tür ibâdetlere daha çok muhtaçtır. Günlük hayatın eziei ve üzücü cenderesi altında ezilen bir insana, ibâdet ekmek, su ve hava kadar lüzumludur. Kendini ibâdet dışında bırakanların çoğu ruhî bunalım geçirmekte ve bir kısmı da bozulan sinir sistemiyle baş-başa kalmaktadır. Uzun yıllardan beri ilim adamları, psikologlar ve dok­torların çoğu dinle ilgilenmedikleri için ibâdetin insan ruhuna neler kazan­dıracağını bilmemektedirler. Ruhî bunalımları, sinir sistemi bozukluklarını ekonomik sıkıntılara ve bazı tatminsizliklere bağlamakla hiç bir bunalım ciddî ölçüde tedavi edilememiş, şifâ verici ilâcın kaynağına inilememiştir. [375]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle oruç ve itikâf ibâdetlerinin öneminden, ruhî yapı­mıza sağladığı yarardan; karı-koca arasındaki yakınlığın derin hikmetin­den söz edilmiş, aile yuvasının nasıl bir anlam taşıdığına dikkatler çekil­mişti.

Aşağıdaki âyetle ibâdetin insan karakteri ve ahlâkı üzerinde bıra­kacağı olumlu tesirin, el emeği, alın teri ile elde edilen helâl lokmanın fert ve aileye sağlayacağı ruhî yüceliğin üzerinde durulmakta; adalet ve hakkaniyetin hassas terazisini ellerinde tutan hâkimlere rüşvet verme­nin, onların da yetkilerini kötüye kullanıp bunu kabul etmelerinin sakın­calarına ve her iki taraf için de büyük günahlara yol açacağına değinil­mekte ve gerekli uyarılar zımnen yapılmaktadır. [376]

 

Meâli:

 

188— Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; insanların mallarından bir kısmını bile bile günah işleyerek yemeniz için onu hâ­kimlere (rüşvet yollu) aktarmayın.

 

İniş Sebebi

 

Eşca' oğlu Abdan el-Hadremî, Imrülkays el-Kindî üzerinde malı (hak­kı) bulunduğunu iddia ederek davacı sıfatıyla peygamber (A.S.) Efendi­mize başvurdu. Davalı olan İmrülkays bu iddiayı red ve inkâr etti. Davacı iddiasını tekrarlayınca davalı yemin etmek istedi, bu nedenle yukarıdaki âyet indirildi. [377]

 

Âyetin Taşıdığı Anlamın Özeti

 

Üzerinde başkasına ait mal bulunur da bu konuda yazılı bir belge, ya da şahit bulunmaz ve bu nedenle borçlu inkâra sapar, hak sahibi hak­kını almak için hâkime başvurur; davalı haksız olduğunu bildiği halde bâ­tıl sebeplere tutunarak inkârda direnir ve yemin ederse, hem zulmetmiş, hem de büyük bir günaha girmiş olur. «Zâlim ve haksız olduğun halde sakın davacı ve davalı olma!» sözü İslâm'ın ahlâk ölçülerinden biridir. [378]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben de ancak bir insanım; davacı ile davalı bana gelirler, biri deli­lini getirmede diğerinden daha güzel ve kuvvetli anlatır da ben ondan yana hükmederim. O halde, kimden yana bir müslümamn  hakkıyla hük-

medersem, bu ancak ateşten bir parçadır; ya onu alıp taşır, ya da bırakıp ayrılır.» [379]

«Şüphesiz ki kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize ha­ram kılınmıştır.» [380]

 

Hukukî Yönü

 

«Mallarınızı aranızda bâtıl (haksız sebeplerle) yemeyin.»

«Haksız sebeplerle» çevrisini yaptığımız «bâtıl» bir bakıma başka­sının malını haklı bir karşılık, yasal bir neden olmaksızın yemektir. İslâm Hukuku, kayda değer bir karşılık olmaksızın başkasına ait malı almayı, kullanmayı -sahibinin rızası alınmamışsa- kesin olarak haram kılmıştır.

Âyetteki «mallarınız» tabiri ümmetin tamamını ve her çeşit malı kap­samaktadır. Ancak şer'î bir nedene dayanılarak (zekât, nafaka, öşür, di­yet, vergi gibi) alınan mallar bu hükmün dışında tutulur.

Haklı bir karşılık olmadan alınan nakit ve malları müfessirlerimiz aşa­ğıda belirttiğimiz gibi birkaç madde halinde sıralamışlardır:

1.  Faiz verip almak. Çünkü bu, karşılıksız alınan ve haklı bir nede­ne dayanmayan fazlalıktır.

2.  Hâkimlere, devlet yetkililerine haksız bir davayı, ya da yasal ol­mayan bir işi kendi lehine sonuca bağlamak için aktarılan mal ve para. Bu da karşılığı olmayan bir maldır ki rüşvet kapsamına girer. Gerek hâ­kim, gerekse diğer devlet görevlileri millete hizmet etme karşılığında ha­zineden para almaktadırlar.

3.  Geçimini  kazanıp sağlayabilen ve çalışma gücünde   olup   zekât alacaklar sınıfına girmeyen kimsenin aldığı zekât ve sadaka. Bu durum­da olan, fakirin hakkına el uzatmıştır; aynı zamanda bunun şer'İ bir kar­şılığı da yoktur.

4.  Okuyup üflemek, muska yazmak, cinleri toplayıp kaybolan eşyadan haber vermek, türbelerin toprağından ve eskimiş örtülerinden dilek sahiplerine dağıtmak suretiyle her birinin karşılığında mal ve para almak, Bunlardan hic birinin satışına, şifâ ve teberrük niyetiyle dağıtılma­sına, cinler aracılığıyla kaybolan eşyayı bulmaya, meydana gelen ruhî hastalığın nedenini bu yollarla tesbite çalışmaya İslâm Şeriatı cevaz ver­memiş ve bunları büyük günahlardan saymıştır.

5.  Bir malı olduğundan daha iyi ve daha yararlı gösterip alıcısını bü-yülercesine aldatarak fahiş fiatla satışını sağlayıp elde edilen kazanç. De­ğerinin üstünde alınan fazlalığın şer'an bir karşılığı yoktur. Bu bakımdan «gabn-i fahiş = fahiş fiatla mal satmak» haram kılınmıştır. Bu konuda beldenin örfüne ve devletin örfe uygun tesbitine uymak gerekir.

6.  Mahkemede yalan yemin, parayla tutulmuş tanık ve benzeri hak­sız yollarla davayı kendi lehine çevirip elde edilen mal ve benzeri haksız menfaatlar.

Hâkimin delil ve belgeleri dikkate alarak verdiği karar hiçbir zaman haramı helâl; bâtılı hak kılamaz. Çünkü hâkim zahire bakarak hükmeder. Yukarıdaki hadîs-i şerif bu konuda bize yeterli delildir. Hâkim de bir in­sandır, hata yapabilir. Bir davada en âdil hükmü insanın kendi vicdanı ve­rir; tabiî gelişen bir vicdan varsa..

7.  Meslek ve iş adamlarının simsar tutup alıcıyı ve ihtiyaç sahibini al­datmaya, başkasının alım-satımına engel olmaya kalkışmaları da bu cüm­ledendir. [381]

 

Avukatlık Mesleğinin Önemi

 

Haklıyı haksızdan ayırt etmek; haksızlığa uğrayanın hakkını sonuna kadar savunmak; haksızı mahkûm etmek elbetteki övgüdeğer bir fa-zîlettir. İslâm'ın iki ana kaynağının ruhu her zaman bu fazileti emreder. Aksi bir yol tutanları kınar ve haksızlıktan yana olanları tel'in eder.

Diyebiliriz ki hukukî mesele ve anlaşmazlıkları adalete uygun an-fam ve biçimde çözümlemeye yetkili ve vesile olan avukat çok duyarlı bir sorumluluk üstlenmiş bulunuyor. Meslek olarak avukatlık, haksızlığa uğrayanı savunma, anlaşmazlıkları hakkaniyet ölçülerine göre çözümle­me düzey ve doğrultusundadır. Bu nedenle de en zor ve fakat en fazi­letli bir meslektir. Ancak haksızı haklı göstermeğe çalışmak; cani ve ırz düşmanını namuslu tanıtmaya gayret etmek, mesleğin kudsiyet ve fazile­tiyle bağdaşmaz.

Sevgili  Peygamberimiz   (A.S.)   Efendimiz  bu   mesleğe  zaman  zaman

işarette bulunarak hem övmüş, hem de büyük bir sorumluluk taşıdığına dikkatleri çekmiştir:

«Hakkı söylemeyip susan kişi dilsiz şeytandır.» [382]

«Haceti (dert ve davası)nı (yetkili makamlara) ulaştırmaya güç ge-^iremiyen kimsenin hacetini siz ulaştırın. Kim, hacetini ulaştırmaya güç getiremiyen kişinin hacetini sultan (devlet yetkilisi, ya da ilgili zat)a ulaştı-rırsa, Allah Teâlâ kıyamet günü onun ayaklarını Sırat üzerinde tesbit eder (kaydırmaz).» [383]

«Müslüman müslümanın kardeşidir; ne ona zulmeder;- ne de onu hak­sızlığa uğramaya terkeder, yardımsız bırakır. Kim kardeşinin haceti (dert ve davası)nı (yerine getirip) yardımcı olursa, Allah da onun hacetinde kendisine yardımcı olur.» [384]

«Kim haksızlığa uğrayan kimseyle -hakkını isbat edinceye kadar- yü­rürse, Allah onun ayaklarını, ayakların kayacağı günde Sırat üzerinde tes­bit eder.» [385]

«Allah'ın, sadece insanların işlerini (dert ve davalarını) görmek için yarattığı öyle kulları var ki insanlar işlerinin düzelmesinde onlara koşup yardım isterler. İşte o kullar Allah'ın azabından güven içindedirler.» [386]

O halde kim hukukî bilgi ve tecrübelerini adaletin gerçekleşmesi yo­lunda haksızlığa uğrayandan yana kullanır; bile bile haksız ve mütecavi­zin suçsuz olduğunu savunmazsa Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu müj­desine lâyık görülmesi umulur. [387]

 

Rüşvetin Sosyal Yapımız Ve Ahlâkımız Üzerindfki Olumsuz Tesirleri

 

Yerine getirilmesi hususunda kanunî yollar açık bulunduğu, ilgili gö­revlinin yapmasında yasal bir sakınca olmadığı veya kanunî yollar kapa­lı olduğu, yapılmasında kanunî sakınca bulunduğu halde yaptırılmak is­tenilen bir işte kanun dışı kolaylık sağlamak için birine para, ya da mal

vermek rüşvettir.

Devlet çarkında işlerin bu yoldan çözümüne kapı açmak sosyal yapımızda, ahlâk anlayışımızda yıkım yapar. Bunu şöyle sıralıyabiliriz :

a)   Devlet otorite ve itibarını sarsar; idarenin tarafsız çalışmadığı en­dişesini doğurur.

b)  Fertlerin kanuna ve uygulayıcılarına olan güvenini yıkar.

c) Ara yere üçüncü şahısların birer parazit gibi girip, çıkar sağlama­sını kolaylaştırır.

d)  Yasaların sağlıklı biçimde işlemediği kanaatini uyandırır.

e)  Adalet terazisinin  hakkaniyetle elde tutulmadığı  inancını yaygın-laştırır,

f)  Toplum  arasında  güvensizlik doğurur.  Haklıyı   haksız  durumuna sokar.

Her ne kadar rüşvet konusunda bir veren, bir de alan varsa ve bun­ların fiili bağımsızsa da ortada zorlayıcı bir neden olmadığı takdirde her ikisi de hem Allah katında, hem kanun karşısında suçludur. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz rüşvet hakkında yirmiye yakın hadîs söyle­miştir. Biz sadece iki tanesini nakletmekle yetiniyoruz :

«Allah'ın laneti, rüşveti verenin de, alanın da üzerinedir.» [388]«Rüşveti veren de, alan da ateştedir.» [389]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle oruçtan. Ramazan ay'ının özelliğinden,, ruhları cilalayıp ferahlatmasından söz edildi. Bu arada ilâhî ruhsata yer verildi ve oruç ayında indirilen Kur'ân'ın insanlar için doğru yolu gösterici olduğu, eğriyle doğruyu, hakla bâtılı kesin hatlarla ayıran hidâyet belgeleri nite­liğini taşıdığı, kısaca Kur'ân'ın insanlar için hidâyetin, yani doğru yolun ve mutlak saadetin tâ kendisi bulunduğu açıklandı ve çok kısa fakat öz­lü cümlelerle geniş anlamlı bir tablo sergilendi, Sonra Allah'ın bu ölçü ve mânada inanan kullarına çok yaktn olduğu; iç temizliğinde çok etkili olan oruç ibâdetinin yüksek hikmetine erişenlerin' herhalde duâ ve ni­yazlarının iyi karşılık göreceği belirtildi. Oruçlu günlerin gecelerindeki zorluğun kaldırıldığına, nefis terbiyesinde başarılı olanların başkasının ma­lını haksız nedenlerle yemiyeceğine; adalet ve hakkaniyet ölçülerinin bozulmasına  yolaçan   rüşvetten  şiddetle   kaçınılmasının    gerekli    olduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetle de belirtilen yoldan asıl amacına ulaştırılan orueun, bu defa vakti üzerinde duruluyor; onun ve hac aylarının tesbiti konusun­da dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Müslümanlara kolaylık olsun di­ye hilâllerin vakit ölçüleri olduğu bildiriliyor, [390]

 

Meal!

 

189— Sana hilâllerden soruyorlar, de ki: O, insanların yararına ve bir de Hac için vakit ölçüleridir. İyilik ve ibâdet, evlere arkalarından gel­meniz (girmeniz) değildir; fakat gerçek iyilik, kötülüklerden sakınıp koru­nan kimsenin (bu ölçü ve anlamda olan) iyiliğidir. Ve artık evlere kapıla­rından girin. Allah'tan korkup O'nunla korunun ki, kurtuluşa eresiniz.

 

İniş Sebebi

 

Ashabdan Cebel oğlu Muaz (R.A.)ın bir gün Resûlüllah (A.S.) Efen­dimize şöyle dediği rivayet edilmiştir:

__ Ey  Allah'ın  Peygamberi!  Yahudiler durmadan  bizden  şu  hilâller­den soruyorlar. Nedir bu ay'ın bazen incelip bir hurma çubuğu durumu-

ma gelmesi, sonra da yavaş yavaş büyüyüp yusyuvarlak olması ve tabii tekrar noksanlaşıp yine bir önceki duruma gelmesi?

Bu soru üzerine yukarıdaki âyet indirildi.

İbn Abbas, (R.A.) Katade ve Rabi'den yapılan rivayette ise, Müslüman­lardan bir cemaat, Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordular:

— Neden ay iki gece çok incelip ne sabah, ne de akşam görünmez duruma gelir; sonra yavaş yavaş büyüyüp tamamlanır? Neden ay'ın du­rumu güneşe benzemez? (Yani güneş noksanlaşmaz, incelmez hep aynı durumda kalır).

Bu soru üzerine yukarıdaki âyet indirildi. [391]

 

Tarihî Yönü

 

Buharı ve Ebû Davud'un, İbn Kesîr ve İbn Cerîr'in tesbitine göre ; Medineli Ansar, bu âyet inmeden önce hac niyetiyle ihrama girip evle­rinden çıktıktan sonra dönüşlerinde evlerinin kapılarından değil, arka­sından ya merdivenle, ya da bir delik açarak içeri avluya girerler ve böy­le yapmayı hac ile ilgili bir ibâdet ve iyilik sayarlardı. Onların bu konu­daki inancı şöyle idi:

Hac ve umreye niyet edip tekbîr, tehlîl ve teibiye getirerek ihrama gir­dikten sonra artık onlarla gök arasına bir perde, ya da engel girmemeliy­di. Bu nedenle evlerinde ihrama girip dışarı çıktıktan sonra bir ihtiyaç için tekrar eve dönmeleri gerektiğinde, evin tavanını kendileriyle gök ara­sında bir perde sayar, bu yüzden üstü açık avluya arka taraftan bir mer­diven ma'rifetiyle, ya da bir delik açarak girerlerdi. Yukarıda da belirtil­diği gibi, onlar buna benzer birçok âdetleri haç ibâdetinden kabul eder, sıkı sıkıya bağlılık gösterirlerdi. Cenâb-ı Hak bu durumda da evlere kapı­larından değil, arkalarından girmenin ibâdet ve gerçek iyilik olmadığını; asıl .iyilik ve taatin Allah'tan korkup yüksek saygı duygusu içinde gü­nahlardan ve kötülüklerden sakınmak olduğunu açıkladı. Çünkü İslâm dini şekilden fazla niyet ve mânaya bakar. Nitekim hadîs-i şerîfte şek­le bağlılığın daha fazla bir anlam taşımadığına dikkatler çekilerek şöyle buyuruluyor:                                          '

«Allah şüphesiz ki sizin suretlerinize (şekil ve kıyafetinize), mal ve servetinize bakmaz. Ama O, ancak sizin kalbierinize ve amellerinize ba­kar.» [392]

Kurtubî, Fethü'l-Kadîr ve İbn Cerîr Taberî'nin tesbitine göre, Hudey-biye yılında (Hicrî 6. yıl), Resülüllah (A.S.) Efendimiz umre için ihra­ma girip tehlîl ve tekbîr getirdikten sonra dışarı çıktı ve az sonra tekrar evine döndü. Ansardan Seleme oğullarından bir adam da ihrâmlı vazi­yette Peygamberimizin arkasısıra içeri girdi. Resülüllah -(A.S.) Efendimiz _ona :

  Neden âdetinizi bozup evin kapısından içeri girdin?

Diyerek (onu gerçek iyiliğin bu olmadığı konusunda kapalı ve dolay­lı bir yoldan uyararak) sordu.

  Siz ihramlı vaziyette girdiniz de ondan..

Diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)  Efendimiz ona :

  Ama ben Ahmesim  (yani  Kureyş kabilesindenim, âdetimiz  sizin âdetinize uymaz bu konuda).

Buyurdu. Bu kez adam şu cevabı verdi:

  Benim dinim sizin dininiz (benim dindarlığım sizin dindarlığınız gi-bi)dir. (Yani dinde biz size uyarız).

Resülüllah (A.S.) Efendimiz onun bu cevabı üzerine bir şey demedi. Sonra da konumuzla ilgili âyet indi. [393]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah hilâlleri insanlar yararına vakit ölçüleri kılmıştır. O halde hi­lâli gördüğünüzde oruç tutun ve yine hilâli gördüğünüzde iftar (bayram) edin. Hava size karşı kapalı (bulutlu, sisli) olursa otuz günü sayıp tamam­layın.» [394]

«Allah hilâlleri (vakit ölçüleri içinde) yaratmıştır. Hilâli gördüğünüz­de oruç tutun; yine onu gördüğünüzde iftar (bayram) edin. Hava size ka­palı olursa, sayıyı otuza tamamlayın.» [395] «Hava size karşı kapalı olursa, ona göre (hesaplayın) takdir edin.» [396]

Bu hadîs yılın çoğunda hava kapalı geçen bölgelerle ilgilidir. Oralarda hava kapalı olduğu takdirde sayı otuz olarak tamamlanmaz, hesaba baş vu­rulur; rasathanenin tesbitiyle amel edilir. [397]

 

İbâdette Kolaylık Prensibi

 

İslâm dini ve onun tebliğcisi Hazreti Muhammed (A.S.), insan ömrü­ne, zaman kavramına değer verir. Sayılı günlerden ibaret olan bir ömrün boşa gitmemesine özen gösterip iki türlü ibâdet ölçü ve anlamını getirir. Bunun için emir ve tavsiyelerde bulunur. İnsan ruhunu yüceltmek, dima­ğını berraklaştırmak, vicdanını yeterince geliştirmek; madde ile ruh, dün­ya ile âhiret arasında denge ve uyum sağlamak ve de yaşamanın gerçek düzenini oluşturmak için iki türlü ibâdete yer verir: Ruhî yapımızdaki boş­luğu doldurmayı, diğer bir deyimle ruhî gereksinmeyi karşılamayı ve bu doğrultuda âhiret saadetine kapı açmayı, sonra da bu imân ve bilinç içinde günlük hayatı düzene sokmayı ve yeterince değerlendirmeyi farz, vacib ve sünnet ibâdetlerle karşılamıştır. Dünya hayatımızı belirli sınıra kadar götürebilmemiz için de meşru' yollardan çalışmayı, ilmî araş­tırmalar yapmayı, teknik alanda ilerlemeyi ve fakat bütün bunları insan­lığın hayrına çevirmeyi getirmiştir. Bu alanda kimseye yük olmadan, baş­ka milletlere köle durumuna düşmeden haysiyetli çalışmayı ibâdet sa­yarken iki ibâdet arasında en sağlam bağlantıyı kurmuştur.

Ancak bütün bunların yapılmasını emrederken amaca ulaşabilmek için kolaylaştırıcı yolları getirmiş, bıkkınlık verecek, sıkıntı yaratacak, ru­hun ve kalbin zevkini öldürecek bütün yolları kapamıştır.

Oruç, hac, kadın halleri ve bazı akidler zaman ölçüsüyle ilgilidir ve hattâ bazen onunla içiçedir. Bu konularda zaman ölçülerinin matematik­sel olarak ele alınmasında birtakım zorluklar ve sıkıntılar başgösterebi-lir. Özellikle okumamışlar için, içinden çıkılmaz bir durum arzedebilir. Hal­buki İslâm'ın genel kuralı, ibâdette kolaylıktır. Bu nedenle ibâdetlerin ço­ğunun kamerî aylara göre yapılması emredilmiştir. Güneş yılına ve hesa­bına göre yapılması için -namaz hariç- çoğu meselelerde kapı açılmamış­tır. Çünkü güneş yılı ancak hesapla bilinebilir.

Ayrıca hac ve oruç gibi iki önemli ibâdetin kamerî yıla göre yapıl­ması coğrafî yönden yeryüzündeki farklı ülkelerde yaşayan mü'minler arasında ibâdette de adalet sağlamayı amaçlar.

Bakara sûresi 185. âyetin açıklamasında bu konuya kısmen yer ve­rilmiştir.

Neden bu meselelerde daha çok pozitif ilimlere yer verilmemiştir? Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz :

Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi, fizik, kimya, ma­tematik ve benzeri pozitif ilimleri insanlara öğretmek için değil; insanları bir olan Allah'a imâna çağırmak, fert ve toplumu bu konuda eğitip dü­zenli, huzurlu bir dünya oluşturmak; yaratılışımızın neden ve niçinini, es­rar ve hikmetini; dünya ile âhiret arasındaki bağı iman ölçüleri içinde gö­nüllere yerleştirmek, dimağlara işlemek ve böylece dünya barışını sağla­mak içindir.

Ne \/ar ki gerek Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, gerekse teblîğ ettiği Ki­tap insan aklına ışık tutmak, onu harekete geçirmek, ataletten kurtarmak için pozitif ilimlere zaman zaman kapı açar, ana fikir ve temel bilgi verir, düşünme imkânı sağlar.

Çünkü ilim bize bitkilerin ilkönce nasıl meydana geldiği, ilk insanın nasıl var olduğu hakkında kesin bilgi vermez. Bir takım varsayımlar or­taya atar, fakat sonuca götürmez. Bütün bunları din açıklar ve kesin so­nuca götürür. İlâhî kitaplarda pozitif ilimlerin detayına inilip yöntemleri açıklansaydı, insan aklını ve irâdesini harekete geçirecek nedenler orta­dan kalkardı, [398]

 

Ay Ve Aylar

 

Araplar Hz. İbrahim ve Hz. İsmail zamanından beri ay birimi- olarak, Ay'ın Dünya çevresindeki dönüşünü esas almışlardı. Müslümanlar da bu takvim düzenini aynen kullandılar. Çünkü ibâdetlerde hem kolaylık, hem de eşitlik sağlamak Kamerî yıla göre mümkün oluyordu.

Ay, Dünya çevresindeki dönüşünü yirmi yedi buçuk günde tamamla­dığı halde, Dünya'nın dönüş yönüne doğru döndüğü için hilâlin iki görün­mesi arasında gecen zaman 29 gün, 12 saat ve 40 dakika kadar tutmak­tadır. Böylece 12 ay, bir güneş yılından 10 gün, 21 saat, 13 saniye eksik gelmektedir. Bu durum 31 yılda bir yıl kaybedilmesine neden olmuşsa da oruç ve hac gibi önemli iki ibâdetin İslâm ülkeleri arasında her dört mev­sime, coğrafî yerine ve durumuna göre rastlamasını sağlamış ve böylece sıcak soğuk mevsimlerin Kuzey Yarımküre ile Güney Yarımküre arasında değişik olmasıyla buralarda yaşayan Müslümanlar için ibâdette de ada­let ve eşitlik esasını getirmiştir.

Bu hesaba göre 33 ay yılı, 32 güneş yılına eşit oluyordu. O yüzden, İslâm'dan öneeki devirde Araplar bazı yılları 13 ay olarak kabul etmek zorunda kaldılar.

Resülüilah (A.S.) Efendimiz bir hutbesinde Cahiliye devrinin bu ade­tinin yersiz olduğunu bildirerek, yılın 12 ay olduğunu belirtti. İslâm Bü-

yükleri, başta İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) olmak üzere hicretin 17. yı­lında hicrî takvim esasını getirdiler. Hicrî takvimde kullanılan ay adları şunlardır: Muharrem, sefer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyülevvel, ce-maziyülâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zil'kade, zilhicce.

Kur'ân'ın 9/36 sûresinde ayların oniki olduğu açık bir şekilde şöyle belirtilmiştir:

«Şüphesiz ayların sayısı, Allah yanında -gökleri ve yeri yarattığı gün-de(n beri) Allah'ın kitabında (planlandığı üzere)- onikidir.»

Ay, yörünge düzlemine göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde kendi et­rafında döner. Dönüş süresi Ay'ın yer etrafında dolanma süresine tama­men eşittir. Bu sürenin eşitliği nedeniyle ve dünyaya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesi sebebiyle hilâller meydana gelir. [399]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle Kur'ân-ı Kerîm'in insanlık için doğru yolun ken­disi bulunduğu; iyiyi kötüden, doğruyu eğriden, imânı küfürden, hakkı bâ­tıldan ayırıcı nitelikte indirildiği; bu nedenle Kur'ân'ın insanlıktan yana hedef ve amacının, bir olan, eşi, dengi've benzeri bulunmayan Allah'a gö­türmek olduğu, saadetin ancak bu doğrultuda yürüyenlere miras kala­cağı belirtildi. Açık ve kapalı sözlerle bu husus en doyurucu biçimde iş­lendi. Nefsi terbiye eden, ruhu yüceltip olgunlaştıran orucun, şefkat ve merhamet duygusunu bilhassa geliştireceğine dikkat çekildi ve hilâller­den söz edilerek hac aylarına atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle hac aylarında, özellikle haram aylarında savaşın haram olduğuna işaret edilerek ancak bu hürmeti çiğneyenlere karşı sava­şın mubah olacağı bildirildi. Ne var ki, İslâm nazarında savaşın son çare bulunduğu, fitnenin durdurulması için bu kapının açılmasında zaruret ol­duğu; savaşmak isteyen inkarcılara karşı Allah yolunda, O'nun dinini yü­celtmek için savaşmanın, fitneyi durdurma bakımından kaçınılmaz sayıl­dığı belirtildi; ancak aşırı gidilmemesi, haksızlık ve zulümde bulunulma­ması tenbîh edildi. Böylece İslâm'ın savaş nedeni ve ölçüsü belirlenmiş oldu. [400]

 

Meali:

 

190—  Sizinle savaşanlarla   Atlah   yolunda   savaşın.   Aşırı   gitmeyin. Çünkü Atlah aşırı gidenleri sevmez.

191—  Size savaş açanları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çı­kardıkları yerden onları çıkarın.   Fitne adam  öldürmekten   daha   kötü­dür. (Yalnız) Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadikça siz de onlarla savaşmayın; ama orada sizi öldürmeye kalkışırlarsa, siz de on­ları öldürün. İnkarcıların cezası işte böyledir.

192—  Eğer inkârdan  (ya da savaştan) vazgeçerlerse, şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir,

193—  Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın; vazgeçerlerse artık düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır.

yükleri, başta İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) olmak üzere hicretin 17. yı­lında hicrî takvim esasını getirdiler. Hicrî takvimde kullanılan ay adları şunlardır: Muharrem, sefer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyülevvel, ce-maziyülâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zil'kade, zilhicce.

Kur'ân'ın 9/36 sûresinde ayların oniki olduğu açık bir şekilde şöyle belirtilmiştir:

«Şüphesiz ayların sayısı, Allah yanında -gökleri ve yeri yarattığı gün-de(n beri) Allah'ın kitabında (planlandığı üzere)- onikidir.»

Ay, yörünge düzlemine göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde kendi et­rafında döner. Dönüş süresi Ay'ın yer etrafında dolanma süresine tama­men eşittir. Bu sürenin eşitliği nedeniyle ve dünyaya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesi sebebiyle hilâller meydana gelir.

 

İniş Sebebi

 

İslâm bilginlerine göre, hicretten önce Müslümanlara savaş emri ve­rilmemiştir. Çünkü karşıt görüşler arasında kuvvet dengesi yoktu. Müs­lümanlar hem sayı ve silâh bakımından azdı, hem de ilk adımda insanlı­ğın sadece saadeti ve huzuru için gönderilen bir dinin savaştan yana ol­madığını anlatmak hikmeti ön plânda yer alıyordu. Zaten İslâm'ın ruhun­da bu hikmet her zaman mevcuttur.

Nitekim Mekke'de inen âyetler, bu ruh ve hikmeti en ölçülü biçim­de yansıtmaktadır. Ayrıca Haram Aylarında Haremeyn dahilinde savaş­manın doğru olmadığı biliniyordu.

«Onları affet ve geç!» âyeti bu hikmeti yansıtıyor. [401]

«Sen artık (kötülüğü) en güzel şekilde sav. O vakit seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost gibi olur.» [402]

«Onların (inkarcı müşriklerin) dediklerine katlan. Onları güzel bir ta­vırla terkedip ayrıl.» [403]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edip orada kendine bir çevre bulup ortam hazırlayınca, Mekke müşrikleri ile Medine Yahudileri iyice kuşkulanmaya başladılar ve gizliden birtakım hazırlıklara koyuldu­lar. Bir yandan da İslâmiyet ve Onun tebliğcisi Son Peygamber Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz aleyhinde fitne ateşini körüklemeye, fesat kazanını kaynatmaya başladılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi,

İbn Abbas (R.A.) bu âyetlerin daha çok Hudeybiye andlaşmasıyla il­gili olduğunu söylemiştir ki müfessirlerimizin çoğu da bu husustan söz etmektedirler. [404]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah yolunda savaşın (kutsal savaştan geri kalmayın); Allah'ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, ama aşırı gitmeyin; ganimet malından aşır-mayın, vefasızlık, acımasızlık etmeyin. Düşmanın organları (el, ayak, ku­lak,

ve kendini mabede (ibâdet yerine) vermiş kişileri, din adamlarını öldür­meyin.» [405]

«Allah'ın ismiyle çıkın; Allah'ı inkâr edenlerle Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin, ganimet malından aşırmayın, haksızlık ve zulümde bulun­mayın- Organları keserek işkencede bulunmayın; çocukları ve kendini mabede vermiş kişileri (din adamlarını) öldürmeyin.» [406]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden soruldu :

  Kahramanlık için savaşan adam, yurdunu ve yakınlarını korumak için savaşan adam ve bir de gösteriş için savaşan adam, bunlardan han­gisi Allah yolundadır?

Cevap verdi:

  Kelimetullah daha yüce olsun diye kim savaşırsa, işte o, Allah yolundadır. [407]

«Şüphesiz ki bu belde (Mekke)yi Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün­den beri haram kılmış (hürmete lâyık görmüş)tür. Bu bakımdan Mekke kı­yamete kadar Allah'ın hürmetiyle haramdır: (İçinde savaş yapılmaz, ağaç­ları kesilmez). Ancak gündüzden bir saat savaş helâl kılınmıştır; o da be­nim şu içinde bulunduğum saattir (Mekke'ye İslâm ordusunun girdiği gün).» [408]

Mekke fethedildiğinde, Resûlüllah (A,S.) Efendimiz şöyle buyurdu :

«Evine girip kapısını kapayan güven içindedir. -Mescid-i Haram'a gi­ren güven içindedir. Ebû Süfyan'ın evine giren de güven içindedir.» [409]

«Allah şüphesiz ki Kur'ân ile defetmiyeceği bazı fenalıkları kılıç (si­lah) ile defeder.» [410]

 

Tarihî Yönü

 

Yukarıdaki hadîslerden anlaşıldığı gibi, İslâm her yönüyle insan­lık dinidir;  merhamet,  şefkat,  zayıfı  korumak;  kadın,  çocuk ve  kendini

mabede vermiş din adamlarını öldürmemek, onlara yardımcı olmak, sa­vaşa katılmayan çifçilere, sanatkâr ve ilim adamlarına, yaşlı ve hasta­lara dokunmamak bu dinin ruhunda ve özünde mevcuttur. Kutsal savaş­lara gönderilen İslâm mücahidlerine başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere dört halife mutiaka bu konuda gereken emir ve tenbihte bu­lunmuşlardır.

İbn Ömer (R.A.) diyor ki :

«Kutsal savaşlardan birinde bulunuyorduk. Savaş alanında düşman tarafından olduğu bilinen bir kadının öldürülmüş olduğunu gören Resû­lüllah (A.S.) Efendimiz üzüldü ve bunu hiç de uygun karşılamadı; aynı za­manda kadınların ve çocukların öldürülmesini çok çirkin ve vahşice bir fiil olarak niteledi.» [411]

Bunun gibi kiliseye sığınmış rahiplerin, yaşlı kişilerin, güven isteye­rek İslâm tarafına sığınanların öldürülmesini yasaklamıştır. Nitekim Bi­rinci Halîfe Hz. Ebûbekir Sıddîk'ın (R.A.) da, Ebû Süfyan oğlu Yezîd'i Şam'a gönderirken aynı emir ve tavsiyelerde bulunduğunu sahih kaynakları­mızda okumaktayız.

İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.), savaşa gönderdiği orduya şu talimatı vermiştir:

«Çocuklar ve savaşa katılmayan çiftçiler, ziraatçılar hakkında Allah'­tan korkun; onları öldürmeyin.»

Emevî Halîfelerinden İkinci Ömer olarak isim yapan Ömer bin Abdül-aziz'in de savaşa katılmayan çiftçileri öldürmediği bilinmektedir. [412]

Kutsal belde Mekke'nin fethinde de Cihan Peygamberi Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimiz aynı merhameti kat kat göstermiş, kendisine fenalık eden, işkencede bulunan en azgın müşrikleri bile affetmiş, sade­ce direnip savaşanları tesirsiz hale getirmeye çalışmış, az kan dökerek çok iş başarma prensibinden asiâ sapmamıştır. Bilhassa savaşmayanla-ra tam güven vermiş ve kimsenin burnunun kanamasına razı olmamıştır. [413]

 

İslâm'ın Savaş Felsefesi

 

«Fitne kalmayın caya ve din yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.»

İslâm'ın savaş felsefesi yukarıdaki âyetlerle ve bilhassa Mekke dev­rinde inen ilâhî beyanlarla gayet açık biçimde belirlenmiştir. Müfessirleri-mizin ve tarihçilerimizin sahîh rivayetlerini dikkate alarak İslâm'ın bu fel­sefesini şöyle özetliyebiliriz :

a} Hiçbir neden ve zorlayıcı sebep yokken savaşa kapı açmak doğ­ru değildir. Ancak savaşa kalkışan inkarcılarla savaşmak gereklidir, Din ve vatan bütünlüğüne göz dikip saldırıya hazırlanan düşmana karşı savaş­mak da böyledir.

b)   Düşman kim olur, hangi milletten ve dinden bulunursa bulunsun, on' ;,ra  karşı aşırı gitmemek, zulümden  kaçınmak,  lüzumsuz yere adam nk ürmekten sakınmak,

c)  Tehlike tesbit edilmedikçe,  üzücü  bir fitnenin  başlatıldığı   sezil-medikçe savaşı başlatmamak,

d)  Savaşa katılmayan din adamlarını, çiftçileri,   ilim adamlarını, sa­natkârları öldürmemek,

e)   Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara dokunmamak,

f)   Bayındır yerleri  yıkmamak,  ağaçlan   kesmemek,   insanlık  için  ya­rarlı sanat değeri olan eserleri yıkmamak,

g)   Dini Allah'a   ait kılıncaya ve fitneyi   durdurup   sulh   ve   selâme­ti sağlayıncaya kadar savaştan geri kalmamak, Allah'ın emri, Peygamber (A.S.) Efendimizin değişmiyen Sünnetidir.

Bunun için yapılan araştırma ve elde edilen istatistiklere göre, Sev­gili Peygamberimiz (A.S.) Efendimizin on yıllık Medine devrinde Müslü­manların yapmış olduğu kutsal savaşların tamamında inkarcılardan 150-160, Müslümanlardan 90-110 kişinin öldürüldüğü anlaşılmıştır, Bugün kü­çük bir bombanın yaptığı yıkım ve öldürdüğü can bunun kat kat üstünde­dir, Hiroşima'ya atılan atom bombasının meydana getirdiği tahribat ve öldürdüğü insan tüyler ürperticidir.

İşte İslâm'ın insan hayatına verdiği değerin anlam ve ölçüsü. O hal­de İslâm daha çok barış dinidir. Ancak tuğyan edenlere, fitne çıkarıp ortalığı alt-üst edenlere karşı tedib eder anlamda savaşçı bir dindir. [414]

 

Fitneyi  Önlemek

 

Bu' 'slâmın suln ve selâmet stratejisidir. Fitne,    çok yönlü bir deyimdir.

1—  Toplumun dinine,  inançlarına saldırmak;  kökleşmiş iyi âdet ve geleneklerin karşısına çıkıp onları çok anlamsız biçimde değiştirmek, kö­kü tarihin çok gerilerine uzanan güzel ahlâk esaslarını yıkmak,

2—  İşte ve dışta kurulan bir takım kötü niyetli ve maksatlı   örgüt­lerle millî bütünlüğü parçalamaya çalışmak; mezhep sürtüşmesine ortam hazırlamak,

3—  Mal ve cana, ırz ve namusa, ilim ve milli kültüre ağır darbe in­dirmek; plânlı ve sistematik olarak bunları değersiz hale getirmeye, ka­dınları birer eğlence ve şehvet vasıtası haline düşürmeye kalkışmak; bir milleti kitle halinde öldürmekten daha yıkıcı ve yok edioi, daha üzücü ve ezicidir.

O nedenle Kur'ân-ı Kerîm, Müslümanların bu tür fitnelere karşı çok uyanık olmalarını emretmiş, bozgunculara fırsat verilmemesini önermiş­tir. İçte ve dışta sulh ve esenliğin, huzur ve sükûnun sağlanması için fitneye karşı önceden önlemler alınmasına dikkatleri çekmiştir. Oünkü savaş, insanın en çok geçici hayatını alır da dünyasını yıkar; fitne hem din ile dünyayı, hem âhiret hayatını yıkar. Milleti birbirine düşman edip içsavaşa sürükler. Zaten kelimenin kök mânası : İçindeki yabancı mad­deyi gidermek için altını ateşe koyup eritmektir. Sonra da bu kelime, in­sanı dert, belâ, üzüntü, azap, itikadsızlık, ruhî bunalım gibi fenalıklara sokmak anlamında kullanılmıştır. Şüphesiz ki ölümü aratan ve onu te-' menni duygusunu harekete geçiren bir   fitne,   ölümden çok beterdir.

İşte Kur'ân böyle bir fitneden söz ediyor. O halde'fitne kalmayınca-ya ve din yalnız Allah'a ait oluncaya kadar inkarcılarla, din, millet ve vatan düşmanlarıyla savaşın..

Fitne daha çok şu iki şeyden kaynaklanır;

1.  Allah'ı ve âhireti inkâr edip fert ve toplumu derin bir çıkmaza ve ezici, yıpratıcı bir ümitsizliğe itmek,

2.  Maddeyi temel  kabul edip bu acıdan  hareketle her şeyi  mubah saymak ve amaca ulaşabilmek için arayerde ahlâk ve faziletten, âdet ve gelenekten ne varsa hepsini çiğneyip geçmek.. [415]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle savaşa kalkışan inkarcılara karsı Allah yolun-da savaşmanın gereğine dokunuldu; ancak bu konuda da haddi aşmanın, insafı elden bırakıp yapılan kötülüğe kat kat ceza vermenin İslâmî ve in­sanî olmadığına dikkatler çekildi; böyle bir tutum ve anlayış içinde olanların Allah tarafından sevilmediği hatırlatıldı. Bir takım haklar çiğnenmiş ve Müslümanlara haksızlık yapılmışsa, buna ancak ve en çok dengiyle kar­şılık vermenin İslâm'ın ruhuna uygun düşeceği bildirildi. Yeryüzünde ilk Mâbed şeref ve kutsallığını taşıyan Mescid-i Haram yanında savaşmanın Allah'a karşı saygısızlık olacağı anlatıldı, ancak Allah düşmanları böyle bir saygısızlık içine girer de Beytullah'ın yanında savaşmaya kalkışırsa, artık mü'minlerin de -elde olmayan bir nedenle- orada savaşmasının caiz olacağına atıfta bulunuldu. Fitne ateşi sönünceye kadar savaşı sürdür­menin amaca ulaşma bakımından lüzumlu olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetle Arap cahiliye devrinden kalma Haram Aylar (Zil­kade, Zilhicce, Muharrem, Recep)da savaşmanın -bu hüküm kaldırılınca­ya kadar- doğru olmayacağı, ancak Arap müşrikleri bu hürmete saygısız­lık eder de bir saldırıya geçerse, bunun karşılıksız bırakılmaması gereği­ne işaret ediliyor. Hürmetlerin birbirine denk olduğu bildiriliyor. Hürmeti ilk bozanın zâlim, mütecaviz ve kan dökücü olduğu dolaylı bir biçimde duyuruluyor. [416]

 

Meali:

 

194— Hürmetli ay hürmetli ay'a karşılıktır. Hürmetler birbirine denk­tir. O halde kim size saldırırsa siz de ona -size saldırdığının misliyle- sal­dırın. Bir d© (bu hususta da) Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah kötülük­lerden kaçınıp kendisinden korkanlarla beraberdir.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hicretin altıncı yılında umre yapmak üzer6 Mekke'ye hareket etmişti. Haram aylarından Zilkade ayında idi. Müş­rikler O'nun ve arkadaşlarının Mekke'ye girmesine engel oldular. Zaten Peygamber (A.S.) savaşmak için çıkmamıştı. Beraberinde'1400 kişi bu­lunuyordu. Bütün ısrarlara rağmen Mekke'liler O'nun bu isteğini olumlu karşılamadılar; üstelik taş ve ok atmak suretiyle bir takım yakışıksız ha­reketlerde bulundular. Müslümanları durmadan tahrik etmelerine ve si­nirlerini, iyice bozmalarına rağmen Rahmet Peygamberi Muhammed (A.S.) savaşa kapı açmadı ve arkadaşlarını yatıştırdı. Böylece aralarında bir anlaşma yapılması kararlaştırıldı. Gelecek sene Mekkeliler üç gün için şehri boşaltacaklar ve Müslümanlar da gelip bu süre içinde KAZA UMRESİ'ni yerine getireceklerdi.

Bu anlaşma uyarınca Resûlüllah (A.S.) Eefndimiz hicretin yedinci yı­lı Kaza Umresini yapmak üzere Mekke'ye yöneldi ve böylece hürmetler birbirine karşılık kabul edildi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Kurtubî'nin tesbitine göre, Mekke müşrikleri, umre için gelen Pey­gamber (A.S.) Efendimize :

  Ya Muhammed! Haram aylarda -ki şimdi Zilkade ayında bulunu­yoruz- savaştan men'edildiniz değil mi?

Diye sordular. Efendimiz de:

  Evet, diye cevap verince, onlar bunu fırsat sayarak savaşa hazır­landılar. Bu hazırlıkla ötedenberi hürmet ettikleri ve her türlü savaş ve vuruşmayı yasak saydıkları  Zilkade ayında  köklü  bir âdeti yıkıyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi ve böyle bir saldırı olursa, haram ayı da olsa ona karşılık vermekte bir sakınca olmadığı bildirildi. Müslüman­lar, bu ilâhî ruhsat üzerine ferahladılar. [417]

 

Tarihî Yönü

 

Hicretin altıncı yılında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çok özlediği Mek­ke'yi görmek ve Allah'ın evini tavaf etmek istiyordu. Umre niyetiyle buna hazırlandı. Haber yıldırım hızıyla çevrede duyuldu. Kısa zamanda 1400 ki­şi umre yapmak üzere hazırlandı. Ama Mekke'ye nasıl gireceklerdi? Sa­vaşla mı, yoksa Mekkeli'lerin müsaadesini alarak mı?

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz, İslâm mücahidlerine : «Hayır bu konuda kesinlikle savaşa kapı açılmayacak ve kan dökülmiyecektir» buyurarak düşüncesini bildirmişti. Çünkü Kureyş bu konuda ona karşı gelir de Mek­ke'ye sokmıyacak olur, ısrar edildiği takdirde silaha başvurulur ve Zil­kade ayında Peygamber (A.S.)ın kan dökmeye sebep olduğu Arap Yarım-

adasında yayılırsa, bu Müslümanlığın aleyhine bir sonuç doğururdu. Haz-reti Peygamber (A.S.) bütün bunları dikkate alarak kesinlikle savaşa fır­sat vermiyeceklerini birkaç defa söyleme ihtiyacını duymuştu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'ye yaklaştığında Kureyş bu konu­da Ona elçi gönderme kararı aldı. Derken son olarak Mes'ud oğlu Urve'yi "gönderdiler. Urve saygısız bir davranış içinde bulunuyordu. Ulu-orta söz­leri, başta Ebû Bekir Sıddîk olmak üzere bütün ashabı hem üzmüş, hem sinirlendirmişti. Peygamber (A.S.) bir anda elektriklenen havayı değişti­riyor ve işi anlaşma ile çözmeye ve sonuca varmaya çalışıyordu. Resû­lüllah (A.S.) «Savaş için gelmediklerini» bir kez daha hatırlattı. Urve de kalkıp ayrıldı. Mekke'ye döndüğünde onlara şu sözleri söylemek zorunda kaldı:

«Ey Mekkeliler! Kisra'yı da, Kayseri de tahtlarında ziyaret ettim. Ha­beş kralı Necaşi ile kendi ülkesinde görüştüm. Rahatlıkla diyebilirim ki, hiçbir hükümdarın kendi adamları tarafından Muhammed kadar sevildi­ğini, sayıldığını görmedim. O abdest almak istediğinde çevresindeki bü­tün arkadaşları hizmete koşar, kimi su getirir, kimi dökmeye çalışır. Mu-hammed'in bir kılı yere düşse, Ona alan üstün saygılarından olsa gerek, o kılı çiğnemez, mutlaka hürmetle kaldırıp saklarlar. Muhammed'e bu de­rece bağlı olan insanların Onu bırakacağını hic sanmam. Vereceğiniz ka­rarda bu hususları dikkate almak zorundasınız.»

İki taraf arasında gidip gelen elçilerden olumlu bir sonuç alınmayın­ca, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kendi taraflarından bir elçi göndermeyi uygun buldu. Hz. Ömer'i bu işle görevlendirdi. Fakat Hz. Ömer (R.A.) ba­şarı sağlayamıyacağını düşünerek özür diledi. Çünkü Mekke'de Adiy oğul­larından güvenebileceği bir kimse yoktu. Kureyş ile aralarındaki düşman­lığın ne derece duyarlı bir noktada olduğunu da düşünmüştü. Bu görev için en uygun şahsın Osman (R.A.) olabileceğini söyledi. Çünkü Hz. Os­man'ın Mekke'de küçümsenmiyecek bir yeri ve ismi vardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ömer'in (R.A.) bu önerisini uygun karşıladı ve Hz. Osman'ı gö­revlendirdi. Hz. Osman (R.A.) derhal Mekke'ye gitti ve ilk rasladığı Mekke-ti Saîd oğlu Eban ile görüştü, elçiliği süresince korunacağına dair ondan söz aldı. Böylece Hz. Osman (R.A.), Mekke ileri gelenlerini topladı ve gö­rüşmeler başladı. Aldığı cevap şu oldu :

  Şayet sen Kabe'yi tavaf amacını güderek geldinse,  kimse sana engel olmayacak, tavafını yap!

Hz. Osman (R.A.) onlara şu karşılığı verdi :

  Resûlüllah (A.S.) Efendimizden önce böyle bir şey yapamam! Biz bu ibâdeti hep birlikte Resûlüllah'ın  (A.S.)  başkanlığında yapmak üzere

geldik. Kurbanlarımız da yanımızda bulunuyor. Savaş için gelmedik, böyle bir niyetimiz kesin olarak söz konusu değildir.

Mekkeliier bu defa ona karşılık olarak şunu söylediler:

— Biz, Muhammed'in bu yıi Mekke'ye girmesine engel olmak için ye­min etmiş bulunuyoruz.

Aralarında söz düellosu sürüp gitti ve böylece Hz. Osman'ın (R.A.) ge­cikmesinden Müslümanlar endişe duymaya başladılar. Çünkü elçinin öldü­rülmesi savaşı kaçınılmaz duruma getirecekti. Bu nedenle toplanıp Rıd­van b i a 11 'nı yaptılar. Hz. Osman öldürülmüşse kesin bir karara var­maları gerekiyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bütün bu hususları dik­kate alarak gereken tedbirleri düşünmeye başladı. Neticede Hz. Osman (R.A.) döndü ve Mekkeli'lerin bu konuda yemin ettiklerini haber verdi. Bu­nun üzerine, âyetin iniş sebebinde belirttiğimiz biçimde bir anlaşma yapıldı.

Bu tarihî konunun tamamını, inşaallah Fetih sûresinin tefsirinde yaz­maya çalışacağız. [418]

 

Bir Şeyi Kutsal Kılma Hakkı Allah'a Ve Peygamberine Aittir

 

«Hürmetler birbirine denktir, (karşılıklıdır).»

Âyette kelimenin çoğul biçimde kullanılması, hürmete lâyık görülen, Allah tarafından kutsallığı bildirilen şeylerin birden fazla olduğunu anlat­mak içindir:

a)   Hürmetli şehir, (Mekke, Medine, Kudüs).

b)  Hürmetli aylar,  (Zilkade, Zilhicce, Muharrem,  Recep). Anoak bu aylarla ilgili hürmet kaldırılmıştır. İleride bundan söz edilecektir..

c)  Hürmetli İhram, (Hac, ya da umre için niyet edilerek giyilen   İ h-râ m 'in hürmeti devam ediyor ve kıyamete kadar devam edecektir).

O halde bir şeyin hürmetli sayılması, ya da kabul edilmesi, kutsal tanıtılması hakkı sadece Allah ve Peygamberine aittir. Allah ve Peygam­beri neyi kutsal saymışsa -ikinci bir açıklama, ya da aksine bir emir ol­madıkça- o kıyamete kadar kutsaldır ve muhteremdir. Araplar tarafından yukarıda ismi geçen dört ayda savaş, yağma, vuruşma, adam öldürme yasak sayılmış ve bu dört aya «Eşhur-i nurum» denilmiştir. İslam'ın ilk yıllarında bu aylara hürmet edilmiş, aynı gelenek sürdürülmüş, sonra bu

hürmet kaldırılmıştır. O nedenle artık bu aylarda savaşmak  haram de­ğildir.

Ancak inkarcılar İsiâm'ın getirdiği hürmetten yararlanmaya çalışır­larsa, örneğin Mekke'de savaşa kapı açarlarsa, o takdirde onlara karşılık vermeğe cevaz verilmiştir.

İslâm'ın hürmet ve kutsallık hakkındaki prensibi bu olunca, iyi niyetle de olsa bazı şeyleri kutsal saymamız, hürmetli kabul etme­miz, dinin ruhuna aykırıdır. Buna bir örnek verelim : Resûlüllah (A.S.} Efen­dimiz Zemzem suyunu şifalı ve bir bakıma hürmetli saymıştır. Biz bu­na kıyasla başka bir suyu hürmetli sayma yetkisine sahip değiliz. Nitekim Rıdvan Bîatı'nın yapıldığı ağaç, Peygamber (A.S.) Efendimizin ve­fatından sonra kutsal sayılmış ve Mekke'ye giden, ya da oradan gelen her Müslüman bu ağacın altında oturmaya ve sırtını ona dayamaya baş­lamıştı. İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) İslâm'ın bu konudaki hikmetini iyi bildiği için, bu ağacı kestirmiştir. Ömer (R.A.)ın Hacer-i Esved hakkında da meşhur bir sözü vardır. Yeri gelince belirteceğiz.

Bundaki hikmet ne olabilir? Tek kelimeyle söyliyelim ki, bu tür dav­ranış ve inançlar yavaş yavaş putperestliğe, şirke kayabilir; gelecek ku­şaklara kötü bir miras bırakabilir. [419]

 

Misliyle Karşılık Vermek

 

«İlk saldıran daha haksızdır.»

Bu nedenle İslâm Dini, karşı taraf saldırmadıkça bîr saldırıya geç­meyi hoş karşılamamıştır. Yukarıdaki âyetle bize bu konuda belli bir öl­çü ve sağlam bir strateji belirlemektedir. Saldırana karşılık vermek ise, bir saldırı değil, saldırının cezasıdır. Dengi ve benzeri bulunmayan bir ko­nuda, misilleme yapılmaz, uygun olanla karşılığı verilir. Buna bir örnek verelim: Çalınan ya da zorla alınan bir eşya hırsızın ya da zorbanın elin­de aynen korunuyorsa alınıp sahibine verilir. Korunmuyorsa, türüne denk bir şeyle karşılanır. O da yoksa kıymeti ödetilir.

Verilen ya da alınan karşılık, karşıdakini zarara sokmak, ya da ona haksızlıkta bulunmak anlamını hiçbir zaman taşımaz Bilâkis saldırganlığı durdurmaya, tekrarlanmasını önlemeye, hakkı savunmaya, ferdin huku­kunu korumaya, kamu düzenini sağlamaya yönelik bir tedbir ve caydırıcı bir müeyyidedir.

İslâm hukukunda «Zarar imkân nisbetinde giderilir» kuralı yer almış­tır. Bu da devletin yetkili organlarınca uygulanır. Fertlerin arzusuna ve keyfine bırakılmaz. Çünkü o zaman anarşi doğar.

Kısas konusunda da değindiğimiz gibi, kamu düzeniyle içice olan konularda ferdin misilleme, dengiyle karşılık alma yetkisi yoktur. An­cak taraflar kendi aralarında anlaşarak böyle bir yola girerlerse, o takdir­de bir sakınca söz konusu değildir. [420]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

«Düşmana karşı bile insaflı olmak, adalet ölçülerini aşmamak.»  İslâmın ruhunda ve özünde mevcut olan bir prensiptir. Gerek bu, gerekse bundan önceki âyetlerle mü'minlerin düşmanlarına karşı tutumları belir­lenmiştir. Barışta olsun, savaşta olsun genel prensip; öldürmenin son ça­re olduğudur. Bir şeyin ıslâhı mümkün olduğu sürece ifsadına gidil­mez. Saldırganlık karşı taraftan ya fiil, ya da fitne tohumlarını serpmek suretiyle gelmedikçe saldırıya geçilmez.

İşte bu tutum ve anlayışta, inanç ve prensipte sağlam bir ahlâk me­todu bulunmaktadır. Birçok savaşlarda Müslüman esirlerin kulak ve burunları kesilirken, düşman esirlerine en ölçülü anlamda ilgi gösteril­miş, karınları doyurulmuş ve hiçbir uzuvlarına dokunulmadan ülkelerine gönderilmiştir. İnsan haklarını korumak ve insana insan olduğu için say­gılı olmak ancak bu dinin başarısı ve gerçekleştirdiği fazilettir. Günü­müzdeki genç neslin çoğu İslâm'ın bu yüceliğini, Müslümanların bu in­sanca rahmet dolu davranışlarını bilmezler. Çünkü bunu işlemek daha çok eğitim yoluyla oiur. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Medine'de açmış ol­duğu irfan okulu bu ölçü ve düzeyde faziletli insanlar yetiştirmiş, böy­lece dünya milletlerine İslâm'ın rahmet ve şefkat sesini duyurmaya çalış­mıştır. [421]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, düşman ile savaşın, karşılıklı saldırıya geçme­nin genel esasları belirlendi. Aşağıdaki âyetle, düşmanın saldırısına karşı çok duyarlı, önlemli ve hazırlıklı olmanın gereğine dokunuluyor; her an bir saldırının olacağı dikkate alınarak, ya da böyle hesap edilerek yete­rince askeri güce ve günün gelişen teknik üstünlüğüne sahip olmanın, sulh ve selâmet için uygun bir yöntem ve kaçınılmaz bir tedbir bulundu­ğuna işaret ediliyor; özlü ve çok anlamlı bir cümleyle dikkatler bu konuya çekiliyor. [422]

 

Meali:

 

195— Allah yolunda (mallarınızı belli bir ölçüye göre) harcayın; ken­di elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın ve (özellikle) İyilikte bulunun, (iş­lerinizi) iyi, yararlı ölçü ve anlamda yapın; çünkü Allah şüphesiz ki iyilik­te bulunanları, iyi yararlı iş yapanları sever.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas, Mücahid, İkrime ve Cübeyr oğlu Saîd (R.A.) den yapılan sahih rivayete göre. Muhacirler (Mekke'den Medine'ye hicret edenler)den bir topluluk, Emevîler devrinde İstanbul'u fethetmek üzere gönderilen or­duya katılmışlardı. Aralarında Büyük Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî (R.A,) bulunuyordu.

Kuşatma sırasında Muhacirlerden bir adam düşman saffına doğru atıldı ve üstün bir kahramanlık göstererek safft yardı; düşmanı kısmen dağıtmakta başarılı oldu. Derken durumu tehlikeye girdi. İslâm mücahid-lerinden bir kısmı: «Kendi eliyle kendini tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın» buyurulmuştur, diyerek üzün­tülerini belirttiler. Bunun üzerine Ebû Eyyub El-Ansarî (R.A.) Hazretleri onları bu konuda uyararak şöyle buyurdu :

«Biz bu âyetin anlamını daha iyi biliriz. Çünkü bizim hakkımızda in­mişti. Peygamber (A.S.) Efendimize arkadaşlık ettik, onunla beraber bir nice olaylara şâhid olduk; elimizden geldiği kadar O'na yardımcı olmaya çalıştık. İslâmiyet yayılıp üstünlük sağlayınca, biz Ansar, Muhacirlerle bir araya geldik, samimi bir duygu içinde dedik ki : «AJlah bizi Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sohbetine eriştirmekle büyük bir lütuf ve iyilikte bu­lundu; O'na yardımcı olma şerefini bize verdi. Artık İslâmiyet yayıldı, Müslümanlar çoğaldı. Zamanında biz bu dine hizmeti, çoluk çopuğumu-za, mal ve mülkümüze tercih ettik. Şimdi ise savaş ağırlığını bıraktı; bun­dan böyle çoluk-çocuğumuza, evimize dönüp ömrümüzün  kalan  kısmını onlarla geçirelim» dedik. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Tehlikenin savaşa hazırlanmamakta, savaşa katılmamakta olduğu bildirildi.» [423]

Tehlikenin Diğer Tefsirleri:

a)  Şam dolaylarında Bizans ile savaşılırken   İslâm   mücahidlerinden biri Rumların safına doğru ilerledi ve büyük bir cesaretle onların üzerine atıldı. Müslüman askerlerinden bir kısmı hayıflanarak :  «Bu adam kendi eliyle kendisini tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da bu kınanmıştır.» diyerek fısıldaştılar. Büyük Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî Hazretleri (R.A.) onların bu görüşüne itiraz etti ve yukarıda belirtildiği gibi, âyetin iniş sebebini açıkladı. [424]

b)  Bir adam Âzıb oğlu Berâ'a (R.A.) sordu :

  Yalnız başıma düşmanın üzerine atılsam, onlar da beni öldürse­ler, kendi elimle kendimi tehlikeye atmış olur muyum?

Cevap verdi :

  Hayır, çünkü Allah, Nisa sûresi 84. âyetle, «Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa teşvik et..» bu­yurmuştur.

c)  Bu tehlike nafaka hakkındadır. Yani Allah yolunda imkân nisbe-tinde mallarımızı harcamamız, orduyu güçlendirmemiz vacibdir. [425]

d)  Asıl  tehlike   kişinin   günah   işleyerek   kendini   felâkete   itmesi  ve bundan dolayı tevbe etmemesidir.

e)  Yine Şam dolaylarında Müslümanlardan biri yalnız başına düşman ordusuna daldı. Mücahitler onun bu davranışını kınadılar. Durumu İslâm Kumandanı Âs oğlu Amr'e bildirdiler. O da adam gönderip mücahidi geri çevirtti ve : «Allah, kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın» buyurmu-yor mu? diyerek uyarıda bulundu. Ancak bu rivayet sıhhatli değildir.

f)  Tehlike,  cimriliktir.  Allah  yolunda  savaşanlara  yardım  etmemek­tir. Tabiînden Hasan el-Basrî Hazretleri âyetteki tehlikeyi böyle yorumla­mış, devlete ve onun ordusuna yardımcı olmamak tehlikenin tâ kendisidir, demiştir

g)  Günah işledikten sonra, «Artık Allah beni affetmez» diyerek ümit-

sizliğe kapılmak ve bu yüzden büsbütün günahlara dalmak tehlikelidir. Âyetin böyle bir anlam taşıdığını söyliyerek tehlikeyi sadece azap ile yo­rumlamışlardır. [426]

h) Savaşa çıkıldığında Müslümanlardan bir kısmı beraberinde yete­rince silâh ve yiyecek maddesi bulundururken, bir kısmı da yiyecek na-"mtna bir şey alamadan aç olarak savaşa katılıyordu. Cenâb-ı Hak, duru­mu elverişli olanlara seslendi: «Allah yolunda (mallarınızı belli bir ölçüye göre) harcayın; kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın.» buyurdu.

i) Allah yolunda harcamak, dinî konularda yapılan iyilik ve bağışlar tehlikeyi önleyicidir. Hacca gidenlere, savaşa katılan mücahitlere, yakın akrabaya, coluk-çocuğa ihtiyaçlarını karşılar ölçüde mal ve para vermek bu cümledendir. Bu konularda harcamamak ise, hem dünyada, hem âhi-rette tehlikeye kapı açar.

Yukarıda sıraladığımız dokuz maddenin hepsi de Allah yolunda, düş­man tehlikesinden korunmak için harcanan mal ve paranın sulh ve se­lâmete yardımcı olacağını, izzet ve şerefli, güçlü ve itibarlı bir millet ola­rak yaşama şansını elde etmeğe imkân sağlayacağını yansıtmaktadır. [427]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah yolunda (bir mücâhidi donatmak suretiyle) harcamada bulu­nan kimseye yediyüz katı sevap yazılır.» [428]

«Kim Allah yolunda (savaşanlar için) bir harcama ayırıp gönderir ve kendisi de evinde oturursa, her dirhemine karşılık yediyüz dirhem; kim de Allah yolunda hem savaşır, hem de Allah için bu yolda harcarsa, her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem (vermişçesine) sevap kazanır.» [429]

«Kim Allah yolunda bir gaziyi donatırsa, kutsai savaşa fiilen katıl­mış sayılır. Kim de savaşa gidenin geride kalan çoluk-çocuğuna ve onun işine hayır ile bakar, yürütürse, o da savaşa katılmış sayılır.» [430]

«Allah yolunda harcayın, elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» [431]

onlarla geçirelim» dedik. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Tehlikenin savaşa hazırlanmamakta, savaşa katılmamakta olduğu bildirildi.» (1)

Tehlikenin Diğer Tefsirleri:

a)  Şam dolaylarında Bizans ile savaşıhrken   İslâm   mücahidlerinden biri Rumların safına doğru ilerledi ve büyük bir cesaretle onların üzerine atıldı. Müslüman askerlerinden bir kısmı hayıflanarak :  «Bu adam kendi eliyle kendisini tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da bu kınanmıştır.» diyerek fısıldaştılar. Büyük Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî Hazretleri (R.A.) onların bu görüşüne itiraz etti ve yukarıda belirtildiği gibi, âyetin  iniş sebebini açıkladı. (2)

b)  Bir adam Âzıb oğlu Berâ'a (R.A.) sordu :

  Yalnız başıma düşmanın üzerine atılsam, onlar da beni öldürse­ler, kendi elimle kendimi tehlikeye atmış olur muyum?

Cevap verdi :

  Hayır, çünkü Allah, Nisa sûresi 84. âyetle, «Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa teşvik et.» bu­yurmuştur.

c)  Bu tehlike nafaka hakkındadır. Yani Allah yolunda imkân nisbe-tinde mallarımızı harcamamız, orduyu güçlendirmemiz vacibdir. (3)

d)  Asıl  tehlike   kişinin   günah   işleyerek   kendini   felâkete   itmesi   ve bundan dolayı tevbe etmemesidir.

e)  Yine Şam dolaylarında Müslümanlardan biri yalnız başına düşman ordusuna daldı. Mücahitler onun bu davranışını kınadılar. Durumu İslâm Kumandanı Âs oğlu Amr'e bildirdiler. O da adam gönderip mücahidi geri devirtti ve : «Allah, kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın» buyurmu-yor mu? diyerek uyarıda bulundu. Ancak bu rivayet sıhhatli değildir.

f)  Tehlike,  cimriliktir.  Allah  yolunda  savaşanlara  yardım  etmemek­tir, Tabiînden Hasan el-Basrî Hazretleri âyetteki tehlikeyi böyle yorumla­mış, devlete ve onun ordusuna yardımcı olmamak tehlikenin tâ kendisidir, demiştir

g)   Günah işledikten sonra, «Artık Allah beni affetmez» diyerek ümit­ti) Kurtubî, tbn Cerîr, îbn Kesir tefsirleri. Ayrıca aynı konu az değişik bi­çimde Ebû Davud, Tirmizî, Nesâ'  ve îbn Ebî Hatim tarafından da rivayet edil­miştir. Bu rivayeti bazı farklarla Ebû Davud ve îbn Kesîr nakletmişlerdir.İbn Ebî Hatim ve İbn Kesîr tefsiri.

sizliğe kapılmak ve bu yüzden büsbütün günahlara dalmak tehlikelidir. Âyetin böyle bir anlam taşıdığını söyiiyerek tehlikeyi sadece azap ile yo­rumlamışlardır.

h) Savaşa çıkıldığında Müslümanlardan bir   kısmı beraberinde yete­rince silâh ve yiyecek maddesi bulundururken, bir kısmı da yiyecek na­zmına bir şey alamadan aç olarak savaşa katılıyordu. Cenâb-ı Hak, duru­mu elverişli olanlara seslendi : «Allah yolunda (mallarınızı belli bir ölçüye göre) harcayın; kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın.» buyurdu.

i) Allah yolunda harcamak, dinî konularda yapılan iyilik ve bağışlar tehlikeyi önleyicidir. Hacca gidenlere, savaşa katılan mücahitlere, yakın akrabaya, coluk-çocuğa ihtiyaçlarını karşılar ölçüde mal ve para vermek bu cümledendir. Bu konularda harcamamak ise, hem dünyada, hem âhi-rette tehlikeye kapı açar.

Yukarıda sıraladığımız dokuz maddenin hepsi de Allah yolunda, düş­man tehlikesinden korunmak için harcanan mal ve paranın sulh ve se­lâmete yardımcı olacağını, izzet ve şerefli, güçlü ve itibarlı bir millet ola­rak yaşama şansını elde etmeğe imkân sağlayacağını yansıtmaktadır. [432]

 

İlgili Hadisler

 

«Allah yolunda (bir mücâhidi donatmak suretiyle) harcamada bulu­nan kimseye yediyüz katı sevap yazılır.»

«Kim Allah yolunda (savaşanlar için) bir harcama ayırıp gönderir ve kendisi de evinde oturursa, her dirhemine karşılık yediyüz dirhem; kim de Allah yolunda hem savaşır, hem de Allah için bu yolda harcarsa, her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem (vermişçesine) sevap kazanır.»

«Kim Allah yolunda bir gaziyi donatırsa, kutsal savaşa fiilen katıl­mış sayılır. Kim de savaşa gidenin geride kalan coluk-cocuğuna ve onun işine hayır ile bakar, yürütürse, o da savaşa katılmış sayılır.»

«Allah yolunda harcayın, elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» [433]

 

İtikadı Ve Fıkhî Yönü

 

Savaşta bir İslâm mücâhidinin yalnız başına düşman üzerine atılıp imândan gelen bir cesaret ve kahramanlıkla içlerine dalmasında dinî bir sakınca var mıdır?

Büyük Müfessir Kurtubiy'e göre, kendinde bu güç ve cesareti bulu­yor ve niyeti de sırf Allah hoşnudluğuna yönelikse bir sakınca yoktur. Ölürse şehîd, kalırsa gazi olur. Kendi eliyle kendini tehlikeye atmış sayıl­maz. Çünkü bu tür cesaret ve kahramanlık düşman askerinin moralini bozar, cesaretini kırar. O nedenle bir tehlike değil, büyük bir tehlikeyi önleyicidir. Ama kendinde böylesine bir güç bulamıyan ve hiç bir sonuç alma yeteneğini taşımayan kimsenin saldırması, körükörüne tehlikeye atılmaktır. Böyle bir atılmada sakınca olabilir.[434]

Nitekim Müslümanların İranlı'larla yaptıkları savaşta süvarilerden bi­ri, daha önce atını fillere alıştırdığından hiç çekinmeden atını fillerin üze­rine sürdü ve gösterdiği kahramanlık sonucu düşman ordusunun önünde yürütülen filleri dağıttı. Böylece fillerden ürken atlar ileri atılma imkânı eide etmiş oldular. Rivayete göre ilk filler üzerine atılan süvari çok geç­meden şehîd düştü. Ama hiçbir sahabe onun kendini tehlikeye attığından söz etmedi. Bunun gibi Yemame savaşında Hanîfe oğulları, etrafı yük­sek duvarlarla çevrili büyük bir bahçeye kapanıp savunmaya geçtiler. Bu­nun üzerine İslâm mücâhidlerinden bir kahraman kendisini bir kalkana koyup içeriye fırlatmalarını söyledi. Onun becerikli ve cesaretli olduğunu bildiklerinden önerisini uygun bulup öyle yaptılar. Yalnız Allah hoşnut­luğuna erişmek için kendini ölüme atan kahraman az bir yarayla amaca ulaştı ve bahçe kapısını açmaya muvaffak oldu. Görülüyor ki, onun böy­le bir tehlikeye yalnız başına atılmasına Ashab itiraz etmemiştir.

Bir kahraman da Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordu :

  Karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek O'nun yofunda sabırla sa­vaşır da bu arada öldürülürsem, benim için ne buyurursun?

Allah Resulü cevap verdi:

  Senin için cennet vardır. [435]

Müfessir Zemahşerî de, Allah yolunda yapılan savaş için harcama­yan, gücü yettiği halde savaşmayan kimseler kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmış olurlar, diyor. [436]

 

Orduyu Güçlendirmek

 

Teknik ve ekonomik yönden güçlü devletler, bu konularda geri kal­mış ülkeleri çeşitli yollardan ve değişik yöntemlerle sömürmektedirler. So­ğuk harbi sürdürmek ve plânlı biçimde Ortadoğu ve Uzakdoğuda. zaman zaman Afrika ülkelerinde mevcut devletler arasına fitne sokup onları kar­şılaştırmak suretiyle bir yandan harp sanayiine pazar hazırlamakta, bir yandan da zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip bulunan mem­leketlerin ekonomik ve teknik yönden güçlenmesini önlemektedirler.

Yukarıda konumuzun özünü oluşturan âyetle, Cenâb-ı Allah, İslâm ülkelerinin bu tuzağa düşmelerini önlemek için sömürücülere karşı yete­rince güçlü ve hazırlıklı olmalarını emrediyor. Müslüman olan her ülkenin kendi ordusunu güçlendirmeleri farzdır. Memleketin ekonomik yönden za-yılfaması; dinî, millî ve ahlâkî yönlerden zayıflaması kadar tehlikeli so­nuçlar ve kapanması güç yaralar açabilir. Alın teri ve el emeğiyle elde ettiklerimizi lüks sayılacak ve aslında ekonomik yapımıza hiçbir şey kat-mıyacak malların ithaline harcamamız, düşmanı ve emperyalistleri güç­lendirir, bize ise olumlu hiçbir şey kazandırmaz, üstelik zayıflatır.

Kur'ân, Allah yolunda harcayın, diye emir verirken, kaynaklarımızdan elde ettiğimiz serveti Allah düşmanlarına değil, ordumuza sarfetmemizi öngörmektedir.

O halde Kur'ân âyetlerini çok dikkatle ve bilinçli biçimde okuma­mız, her konu üzerinde duyarlı şekilde durup ilâhî muradı anlamaya ça­lışmamız gerekmektedir. Hani yeni müslüman olan bir Bedeviye «Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görecek. Kim de zerre kadar bir kö­tülük işlemişse onu görecek.» [437]mealindeki âyet okununca, «Bu bana yeter, bu bana yeter!» diyerek Allah'ın muradını anladığını açıklamıştır. «Allah yolunda harcayın!» cümlesi de şuurlu ve sağlam bir imâna sahip olgun bir insan İçin bu konuda yeter de artar. [438]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Aşağıdaki âyetin bir önceki âyetle olan bağlantısı, hüküm, anlam ve tarihî neden bakımından açık bir ölçüde bulunuyor. Yukarıdaki savaşla il­gili âyet, Haram Ayları, İhram ve Mescid-i Haram konusunu açıklığa ka­vuşturmak içindi. Gerçi âyetler arasında zincirleme bağlantı, orucun hü­kümler1! anlatıldıktan  hemen  sonra  haccın  hükümlerini  anlatmayı  gerektiriyordu. Çünkü zilkade ve zilhicce ayları Ramazan'dan sonra gelir. Ne var ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ramazan'dan sonra umre yapmak üze­re Mekke'ye hareket ettiğinde müşrikler bir savaş hazırlığına başladılar. Umre için Mekke'ye girmek isteyen Peygamberi ve arkadaşlarını ne pa­hasına olursa olsun engellemeyi kararlaştırdılar ve hattâ bu konuda ke­sin yemin ettiler. Bu nedenle Allah savaşla ilgili bazı hükümleri indirdi. Oünkü Haram aylarından zilkade içinde bu yolculuk başlamıştı. Aynı za­manda Haram dahilinde de bir çarpışma meydana gelebilirdi.

Aşağıdaki âyet ise, daha önce geçen hac konusuna bir ek anlamın­da bazı hükümleri içinde taşıyarak indirildi. [439]

 

Meali

 

196— Hac   ve   Umre'yi Allah için tamamlayın.  Bundan alıkonursa-nız, o zaman kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine ulaşınca-

ya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden hasta olan veya başında bir eziyet ve rahatsızlığı bulunan kimseye (kurban yerine varmadan tıraş olursa, bunun için) oruç, ya da sadaka, ya da kurbanlardan bir fidye vâcib olur. Güven içinde olursanız, her kim Haçc'a kadar Umre'den ya­rarlanmak isterse, ona da kurbandan kolay geleni kesmek gerekir. Bunu bulamayan kimseye ise, üç gün Hac'da, yedi de evinize döndüğünüzde oruç tutmak gerekir ki, bunlar tam on gündür. Bu, ailesi (evi ve çocukları) Mesçid-i Harâm'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkup kötülüklerden sa­kının ve bilin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir.

 

İniş Sebebi

 

Bu, daha önce hac ile ilgili iniş sebebiyle birleşmekle beraber, Bu-harî ve Müslim'de şu sebebe de özel biçimde yer verilmiştir:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ca'rane mevkiinde [440]bulunuyordu. Bir adam O'na gelerek dedi ki:

  Üzerinde cübbe ve güzel koku bulunduğu halde Umre için İhrama giren bir adam hakkında ne buyurursunuz?

Peygamber (A.S.) Efendimiz bu soruya cevap vermedi; vahiy gelin­ceye kadar sustu. Sonra başını kaldırıp :

  Soru sahibi nerede? diye seslendi. Adam :

  İşte buradayım.

Deyince, Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :

  Cübbeyi çıkar, süründüğün güzel kokuyu yıka. Sonra da hac için neler yaptınsa aynı şeyleri umren için de yap! [441]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı. Artık hac farizasını yerine getirin.»

Bunun üzerine biri sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! her yıl mı?..

Peygamber (A.S.) Efendimiz sustu, cevap vermedi. Sonra adam bu soruyu üç defa tekrarladı. Peygamber (A.S.):

  «Eğer evet, deseydim, vâcib olurdu ve siz de buna güç getiremez­diniz.» buyurdu. [442]

«Hac ife Umre'yi birbirine tabi' kılın (hac yaptığınızda umre, umre yaptığınızda hac yapın). Çünkü bu ikisi fakirliği ve günahları, körüğün de­mir, altın ve gümüşün yaramaz artıklarını giderdiği gibi giderir. Helâl ka­zanç ile şartlarına uygun yapılan bir haccın karşılığı cennetten başkası değildir.» [443]

«Hac ve Umre'yi Allah için tamamlayın.»

Bu cümleye ilk bakışta, hac ve umreye başlandıktan sonra yarıda bırakılmayıp tamamlanmasının gerekti olduğu anlaşılıyor ve sonra «Bundan alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen kurbanı gönderin», cümlesi yer alıyor ve böylece başlanılan hac, ya da umreyi tamamlama­nın vâcib olduğu hükmü çıkarılıyor. Hac konusunda olduğu gibi umrede de ister vâcib, ister sünnet olsun, başlanıldıktan sonra tamamlanması ge­rekiyor.

«Hac ve Umre'yi Allah için tamamlayın.»

Bu âyet farklı biçimde tefsir edilmiş ve ona göre hüküm çıkarılmıştır;

1.  Eyleştiği yerden ihrama girerek hac ve umreye niyet edip başla­mak.

Ashab ve Tabiîn'den bir kısmı bu ictihad ve görüştedirler.

2.  Eyleştiği yerden ihrama girip hac ve umreden başka bir arzu ta­şımamak ve Mikata gelindiğinde telbiye getirip sesi yükseltmek.

Bu yoruma göre, hac ve umre için ihrama giren kimse ticaret, ya da başka bir ihtiyaç için çıkmış olmamalıdır. Aksi halde yapılan hac, ya da umre tamamen Allah için yapılmış sayılmaz.

Süfyân Sevrî'nin içtihadı bu doğrultudadır.

3.  İkisine birden Mikat'ta niyet edip başlamak.

Bu, Mekhûl'ün içtihadı doğrultusunda bulunuyor. Tabiîn'den birkaç zat da aynı görüştedir.

4. Birini diğerinden ayırıp yalnız olarak yapmak ve Umre'yi hac ay­larının dışında yerine getirmek.

 Çünkü Allah, «Hac .belli aylardır.» buyurmuştur. Abdurrezzak bu içti­hadın Hz. Ömer'e (R.A.) ait olduğunu Zührî'den naklederek tesbit etmiş­tir.

Ancak bu rivayetin sıhhati üzerinde durulmuştur; zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yapmış olduğu dört umrenin de hac aylarına rasladığı bilin­mektedir: Hudeybiyye umresi Zilkade'ye rastladığı gibi hicretin yedinci yılındaki kaza umresi; hicretin sekizinci yılındaki Ca'râne umresi ve son haccında hac ile birlikte yapmış olduğu umre de zilka'de ayına raslamış-tır.

5.  Hac ve Umreyi yerine getirin, demektir.

Bu yolda ictihadda bulunanlara göre umre yapmak vâcibdir. İmam Şafiî'nin de içtihadı bu doğrultudadır.

6.  Hac, yada umre için ihrama girenin, başladığını tamamlamadıkça ihramdan çıkmaması şeklinde yorumlanmıştır.

Bu, başta İbn Abbas (R.A.) olmak üzere Ashab'dan birkaç zat ile Ta­biîn'den birkaç zatın içtihadıdır. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir rivayette şöyle dediği belirlenmiştir: «Hac Arafattır. Umre ise tavaftır.»

7.  Haça tamamla, Umreyi de Allah için yap! demektir.

Bu ictihad ve yoruma göre «umre», «hac» üzerine ma'tuf değildir. O halde umre vâcib değildir.

Ne var ki bu ictihad ve yorum birçok hadîslerin delâlet ettiği açık mânaya uymamaktadır: «Kimin yanında kurban varsa hac ve umre için niyet getirip telbiye ile sesini yükseltsin!» [444]«Umre kıyamete kadar Hac­ca dahildir.»[445] mealindeki hadîsler bu cümledendir.

«Alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen kurbanı gönderin.»

Bu âyetin, hicretin altıncı yılında   Hudeybiye   olayı ile   ilgili   olarak indiği rivayet edilir. Çünkü Mekkeli'ler, umre yapmak isteyen ve bunun için Medine'den hareketle Mekke'ye doğru gelen Peygamber (A.S.) Efen­dimize engel olmuşlardı. Bu durumda beraberlerindeki kurbanlıkları kes­mekle yetinmeleri ve traş olup ihramdan çıkmaları emredilmişti. O gün Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte 1400'e yakın Ashab bulunuyordu. Her yedi kişinin bir deve kurbanına ortak oldukları sahih rivayetle tesbit edilmiştir.

Alıkonulma, ya da engellenmenin nedeni ve hükmü üzerinde farklı ic-tihadlarda bulunulmuştur:

a)  Anoak düşmanın engel olması neden sayılır. Bu, Ashab ve Tabiîn­den birkaç zatın içtihadıdır.

b)   Düşman, hastalık, sakatlık, yolu kaybetme ve benzeri nedenlerdir. Bu içtihatta bulunanlar delil olarak şu hadîsi nakletmişlerdir: «Bir organı kırılan, ya da bir yerinde ağrı ve şiddetli sızı bulunan, ya da topal olan kimse ihramdan çıkar; sonra iyileşince kaza yapar.» [446]

Buna yakın bir hadîsi de İmam Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Ebû Dâ-vud rivayet etmişlerdir. Nitekim Tabiînin büyüklerinden Urve, Mücâhid, Ata', Mukatil ve benzeri ilim adamlarının İbn Mes'ûd ve İbn Zübeyr (R,A.) dan yaptıkları rivayette, «alıkonulma»nın düşman, hastalık, sakatlık gibi nedenler olduğunu tesbit etmişlerdir.

Bu, Sevrî'nin içtihadıdır. Sevrî bu içtihadına dayanak olarak şu ha­dîsi nakletmiştir: Zübeyr kızı Dubaa (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! haccetmek istiyordum, ama rahatsızlık ve sıkıntım var..

Peygamber (A.S.) ona :

  Hacca niyet edip başla, ancak «Benim ihramdan çıkış yerim, alı­konulduğum yerdir» diye şart koş.» tavsiyesinde bulundu. [447]

«Kolayınıza gelen kurbanı..»

a)   Bir koyun.

Bu, Hazreti Ali (R.A.)den rivayet edilmiştir. İmam Mâlik de bu yolda ictihadda bulunmuştur.

b)   Deve, sığır, koyun ve keçinin erkek ve dişisi.

Bu, İbn Abbas (R.A.)dan rivayet edilmiştir.

c)  Kolay geleni ancak bir koyun olabilir. Bu, mezhep sahibi dört imâmın içtihadıdır.

d)  Deve ya da sığır.

Bu, Hazreti Âişe (R.A.) ile İbn Ömer (R.A.)dan rivayet edilmiştir. Da­yanakları ise Hudeybiye yılında Resûlüllah (A.S.) ve Ashabın sadece de­ve ve sığır kurban etmeleridir. Nitekim Hazreti Câbir (R.A.) diyor ki: «Re-sûlültah (A.S.) Efendimiz o gün bize bir deve, ya da sığırda yedi kişi or­tak olmamızı emretmişti.» [448]

e)  Bollukla kıtlık arasında bir hayvan.

 «Kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin.»

Bu cümle, «Hac ve Umre'yi Allah için tamamlayın» cümlesine ma'tuf-tur. O halde, bu, güven halinde iken gereklidir. Engelleme, alıkonulma ha­linde kurbanın yerine ulaşması şart değildir. Nitekim Hudeybiye yılında Peygamber (A.S.) Efendimiz ile arkadaşları Harem'e girmekten alıkonu-lunca, traş olup kurbanlarını Harem dışında kestiler. Güven halinde ise, kurban Harem'e ulaşmadan traş olmak caiz değildir.

«Sizden hasta olan veya başında bir eziyet ve rahatsızlığı bulunan kimseye (Kurban yerine varmadan traş olursa, bunun için) oruç, ya da sadaka, ya da kurbanlardan bir fidye vâcib olur.»

Mealindeki âyete gelince, ashabdan Kâb bin Ucre (R.A.) diyor ki, «yü­zümden, başımdan bit döküldüğü bir halde beni Peygamber (A.S.) Efendi­mize götürdüler. Halimi görünce şöyle buyurdu : «Sende sıkıntı ve zorluk görüyorum. Traş olman için bir koyun bulamaz mısın? Ben de :

  Hayır, dedim. Buyurdu ki:

  O halde ya üç gün oruç tut, ya da altı yoksul ve düşkünü yedir, her birine yarım sâ' (1667 gr. buğday ya da un) ver; sonra da başını traş et.» [449]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu âyeti tefsîr ederken   şu   açıklamayı yaptığını İbn Abbas (R.A.) rivayet etmektedir:

«Nüsuk bir koyundur. Oruç, üç gündür. Fakire, miskine yemek, üç sâ' (buğday veya onun unundan olursa) ya da altı sâ' (hurma, arpa ve üzümden olursa) arasındadır.»

Dört mezhep imamına göre de kurban yerine varmadan traş olursa, bunlardan herhangi birini yerine getirmekte serbesttir.

<(Her kim Haco'a kadar Umre'den yararlanmak isterse, ona da kurbandan kolay geleni kesmek gerekir.»

Buna, «Hacc-i Temettü» denir. Ne var ki âyetin bu cümlesinden K ı -ran ve temettü'ün ikisi de anlaşılıyor. Resûlüllah (A.S.) Efendimi­zin son haccında Kıran mı. Temettü' mü yaptığı kesin olarak tesbit edi­lememiştir. Bu husustaki rivayetler hayli farklıdır. Ancak kurban gönder­diği kesindir. Kolay gelen kurban, koyundur. Sığır da kesilebilir. Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz hanımları için bir sığır boğazlatmışti. Ebû Hüreyre (R.A.), Peygamber (A.S.)ın hanımları o sene temettü'a niyet etmişlerdi, demektedir. İmam Evzaî'nin de tesbiti bu yolda bulunuyor.

Özetliyecek olursak, bu rivayet, Temettü' haccın meşruiyetine delildir. İmrân bin Husayn (R.A.)den yapılan rivayette, deniliyor ki:

«Temettü' Hac ile ilgili âyet Allah'ın Kitabında inmiştir, yani mevcut­tur. Biz de bu haccı, Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte yaptık. Resû­lüllah (A.S.) Efendimizin vefatına kadar bunu değiştirir, ya da yasaklar anlamda bir âyet inmemiştir. [450] Ama bir adam bu konuda kendi re'yiy-le istediğini söylüyor.» [451]

bulamayan kimseye ise, üç gün Hacc'da, yedi de evinize döndüğünüzde oruç tutmak gerekir.»

Bu konudaki içtihat ve tesbitler farklıdır:

a)  Zilhiccenin ilk on günü içinde, Arefe gününden önce tutulması daha uygundur.

b)  İhrama girdiğinde tutması uygun olur. [452]

c)  Şevval ayının başlangıcında tutulması uygun olur.

d) Arefeden iki gün önce başlayıp üçüncü gününü Arefe gününe te­sadüf ettirmek uygun olur. Bu yorum ve içtihat, Şa'bî ve Saîd bin Cü-beyr'e aittir.

e.) Tabiînin büyüklerinden Hasan el-Basrî'ye göre, Arefeden önce bu üç gün orucu tutamıyan, teşrik günlerinde tutar.

İmam Şafiî'nin Kavl-i Cedîd'inde bunun caiz olmadığı belirtilmiş ve delil olarak da şu hadîs nakledilmiştir^ «Teşrik günleri yeme, içme ve Al­lah'ı zikretme günleridir.» [453]

«Yedi (gün) de evinize döndüğünüzde..»

Bu hususta farklı içtihatlar olmuştur:

a)  Yüklerinizin (eşya ve ağırlığınızın) yanına döndüğünüzde..

b)  Bu, yolda tutulması için bir ruhsattır. Mücahid de aynı görüştedir.

c)  Vatanınıza döndüğünüzde.. Bu, İbn Ömer'e (RA) göredir.

İmam Şafiî, İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, bu, yolda da tutulabi­lir. İmam Mâlik'e göre, Minâ'dan dönüldüğünde tutmaya başlanılabilir. Hanefîlere göre ise, Teşrîk günlerinden sonra da tutulabilir, isterse Mek­ke'den ayrılmamış olsun.

Bu' âilesi Mescid-' Harâm'da olmayanlar içindir.»

Çünkü Harem ehli temettü' yapamaz. Mikatla Harem arasında otu­ranlar hakkında ise, farklı içtihatta bulunulmuştur. Bu konuda fazla bil­gi için bak : Kur'ân Ahkâmı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları adlı kitaba. [454]

 

Haccın İslâm Ülkeleri Arasında Birlik Ve Beraberlik Sağlaması

 

İslâm bir yandan hayatın gayesini bütün insanlar için aynı ölçü ve anlamda belirlerken, diğer yandan mü'minleri tek amaç ve tek ideale yö-

neltmek; dava ve dertlerinin, hedef ve mutluluklarının bir olduğunu gö­nüllere en te'sirli biçimde işlemek için, Allah'a kulluğu müşterek bağ ola­rak sergiler.

Bunun için de önoe İslâm ülkelerinin her köy ve kentinde daha çok cuma, cemaat ve bayram namazlanyla bu yüce amacın gerçekleşmesini ve her mü'minin eğitilerek hazır duruma getirilmesini emreder. Sonra da yılda bir defa olmak üzere ve her zengin mü'mine ömründe bir kez farz sayılmak kaydiyle, yeryüzünde insanlar için kurulan ilk mâ be d - Ka­fa e'de biraraya gelmelerini sağlar. Böylece her müslümanın entellektüel ve manevî potansiyel yeteneğini insanlıktan yana verimli duruma getirir; bu düşünce ve inancı en anlamlı biçimde geliştirir. Olgun birer kişi olmanın manevî bütün malzemesini, kıyametten bir tablo oluşturarak sunar.

Hac ibâdeti bir bakıma insan ruhunun kavrayabileceği, kalbinin Al­lah sevgisinden alabileceği aşk ve zevkin derin mânasını, mahşerî bir topluluk içinde gönülden gönüle aktarır. Bir olan, eşi, dengi ve benzeri bulunmayan O Yüee Yaradan'a aynı heyecan ve imân doğrultusunda yö-nelip secde etmenin nasıl bir birliğe çağırdığını ve bunu en doyurucu an­lamda  Tel biye   ile nasıl işlediğini gösterir.

Gönüllerin ve ideallerin birleşmesi, her şeyden önce güçlerin birleş­mesini; Müslümanların dost ve yardımcısının yine Müslümanlar olduğu­nu; bunun için İslâm Ülkeleri arasında düşünce, sanat, ticaret, teknik ve ilim alış-verişinin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu kalb ve kafalara işler.

İşte hac ibâdeti, hayatın gayesini daha çok Allah'a kul olma düzeyin­de noktalarken, olgunlaştırdığı insanlarla İslâm ülkeleri arasında, kökü 1400 senelik bir derinliğe inen birleşme, anlaşma, güç birliği gibi yüksek amaçları gerçekleştirir.

 

Haccın Sosyal Yönü Ve Ahlâkımız Üzerindeki Olumlu Etkileri

 

Asiında bütün ibâdetler insanı günde birkaç defa söz ve davranışla­rında ölçülü ve yararh olmaya davet eder. Daha doğrusu bu asil duygu ve düşünceyi onun kalbinde doğurur. Allah ve Peygamberi tarafından çi­zilmiş bir yolda ümit dolu bir gönülle yürüyüp ilerlemeyi ve adım adım ebedî mutluluğa kapı açmayı öğretir. Genç ve yaşlıya, fakir ve zengine, kadın ve erkeğe, bilgili ve bilgisize, tek kelimeyle aklını kullanabilen, ru­hunu ihtiyaç duyduğu ilâhî maarifle işleyip arındıran her insana günlük yaşamanın bilançosunu hazırlamasını emreder.

Hac ibâdeti bunun  üstünde bir ölçü  getirir.  Binlerce  peygamberin,

velînin, kâmilin ve sâlihin yüzsürdüğü, gözyaşı döküp niyazda bulunduğu yüce bir makamda, yüzbinlerce mü'minle kaynaşıp din kardeşliğinin sı­nır ve ölçü kabul etmez tertemiz havası içinde kutsal Kabe'yi tavaf et­mek, Arafat'ta toplanıp şeytanın bütün ümitlerini boşa çıkarmak kadar insanı olgunlaştıran bir başka yol ve yöntem var mıdır?

İşte bu düşünoe ve inançla hac görevini yerine getiren bir mü'minin sosyal yapımıza olumlu katkısını anlatmaya gerek var mıdır? Lüzumsuz harcamadan kaçınacağı, yalnız kendisi için değil, çevresi ve milleti için mesaisini kullanacağı muhakkaktır.

Bugün ibâdetin bunca feyizli, olumlu ve eğitip yetiştirici havası dışın­da sadece para, kadın ve içkiyle gününü gün etmeye çalışan zavallı top­lumun böylesine olgun ve yararlı insanlara ne kadar muhtaç- bulunduğu­nu anlatmaya lüzum var mıdır? Bu kâmil insanlardır ki savaşlarda mal­larını ve çanlarını Allah için seve seve verirler. Bu olgun insanlardır ki aile yuvasına edep ve terbiye ölçüsü sunarlar. Bu yararlı kişilerdir ki top­lum yapısına yön ve kuvvet verip gerçek huzurun sağlanmasına yardım­cı olurlar. Millî bünye ancak bu kişilerle ayakta durur. Millet bu hayırhah insanlarla mutluluğun havasını teneffüs etme imkânını bulur. [455]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Hac ibâdetinin bir bölümü anlatıldıktan sonra ihrama girip de hac, ya da umre yapmak üzere yola çıkanlar alıkonulduğu zaman beraberle­rindeki kurbanları kesmeleri belirtildi. Kurban yerine varmadan traş olun­maması açıklandı. Sonra da keseeek kurban bulamıyan kimsenin ne yap­ması gerektiğine dokunuldu. Hac yolculuğunda cinsî yaklaşmanın, tartı­şıp sürtüşmenin haram "olduğuna dikkatler çekildikten sonra azıksız çı-kılmaması konusunda uyarı yapıldı ve fakat en hayırlı azığın takva oldu­ğu vurgulandı.

Aşağıdaki âyetlerle de haccın hangi aylarda yapılması, ihrama girmenin süresi ve bütün bu ibâdetler yapılırken Allah'ı çokça an­manın derin anlamı belirtiliyor. Hac ibâdeti özellikle birliği ve beraberliği sağlamaya matuf bulunduğu iç"in kiminin Arafat'dan, kiminin Müzdelife-den akıp gitmesinin bu amaca aykırı olduğu belirtiliyor ve hac aylarında ibâdet yapılırken ticaretle de uğraşmanın sakıncalı olmadığına cevaz ve­riliyor. Her ibâdetin sonunda istiğfar yapmanın önemine" parmak basıla­rak bu ibâdetin de sonunda bolca istiğfarda bulunulması hatırlatılıyor; sonra da yapılacak duanın dünya ile âhiret arasında denge kuracak ölçü ve anlamda olması bir rahmet olarak gönüllere aktarılıyor. [456]

 

Meali:

 

197—  Hac bilinen aylardır (Şevval, Zilka'de, Zilhicce); kim o aylar­da   hacc'i   (ihrama girerek,   sesini   lebbeyk   nidasıyla   yükseltip)   ken­dine farz ederse,  artık   ne  cinsî  yaklaşma  ve  benzeri  davranışlar,   ne şer'î sınırı aşma, ne sövüşme tartışma, ne de sürtüşme ve kavga vardır. Hayırdan ne işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Doğrusu azığın hayır­lısı takva (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden sakınmak)dır. Ve (an­cak) Benden korkun ey akıl sahipleri!

198—  Rabbinizden (ticaret amacıyla) kâr ve yarar istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan akıp geldiğinizde Meş'ar-i  Haram yanında Allah'ı anın. O sizi nasıl doğruya eriştirdiyse, siz de O'nu öylece anın; her ne kadar bundan önce sapık kimselerdendiniz (ama şimdi doğru yola eriştirildiniz.)

199—  Sonra insanların akıp geldiği  yerden   (İslâm   birliğini,   Tevhîd inancı'nın derin anlam ve hikmetini düşünerek) akıp gelin ve Allah'tan gü­nahlarınızın bağışlanmasını dileyin.   Şüphesiz Allah çok   bağışlayan   ve çok merhamet edendir.

200—  Hac ile ilgili ibâdetinizi yerine getirince babalarınızı andığınız gibi, ya da daha güçlü ve içli bir anışlg Allah'ı anın.

İnsanlardan kimi, «Rabbimiz, bize Dünya'da ver» der. Artık onun için Âhiret'te bir nasıp yoktur.

201—  Kimi de, «Rabbimiz! bize Dünya'da da iyilik ve güzellik ver, Âhiret'te de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru» der.

202—  İşte bunlara kazandıklarından nasıp var. Allah ise hesabı ça­buk görendir.

203—  Ve sayılı günlerde Allah'ı anın, Kim iki günde (Minâ'dan ayrıl­mak için) pcele ederse, ona hiçbir günah yoktur. Kim de geri kalırsa, ona da hiçbir günah yoktur. (Tabii bu) Allah'tan korkup günahlardan sakınan

içindir. Artık Allah'tan korkun ve bilin ki elbette siz O'na neşrolunacak­sınız.

 

İniş Sebebi

 

Bu da hacla ilgili diğer sebeplerle birleşir. Ayrıca her âyetin ayrı bir olayı hedef alarak indiğini unutmamak gerekir. İbn Ömer (R.A.)dan so­ruldu :

— Biz hac mevsiminde bir taraftan ibâdetleri yerine getirirken, bir yandan da taşıyıcılık yaparak ücret alıyor ve böylece ticarî işlere de gir­miş bulunuyoruz. Bu durumda haccımız makbul sayılır mı?

İbn Ömer (R.A.) ona şu cevabı verdi:

— Kabe'yi tavaf etmiyor musunuz, Arafat'tan akıp gitmiyor musu­nuz, Cemreleri taşlamıyor musunuz ve başınızı traş etmiyor musunuz? O takdirde ticaretle uğraşmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü aynı soru Pey­gamber (A.S.) Efendimize de sorulduğunda. Efendimiz cevap vermedi, bekledi, sonra yukarıdaki âyet indi. [457]

 

İlgili Hadîsler

 

«Hiçbir kimseye hac aylarının dışında hac için ihrama girmek uygun olmaz.» [458]

«Haç ayları, Şevval, Zilka'de ve Zilhicce'nin ilk on günüdür.» [459]

«Kim hao ibâdetlerini yerine getirir ve Müslümanlar da onun dilinden ve elinden selâmette kalırsa, Allah onun (kul hakkı hâriç) geçmiş günah­larını bağışlar.» [460]

«Teşrik günleri yeme içme ve Allah'ı anma günleridir.» [461]

«Arafat'ın hepsi -Ürene deresi hâriç- vakfe yeridir. Teşrik günlerinin hepsi kurban kesme günleridir.» [462]

«Kim fecir doğmadan Arafat'a (vakfeye) yetişirse, gerçekten o vak­feye yetişmiştir.» [463]

«Kim bu Allah Evine hacceder ve cinsî yaklaşmada, buna yolaçan davranışlarda bulunmaz, günah da işlemezse, anasının onu doğurduğu gündeki gibi günahlardan çıkmış olur.» [464]

 

Âyetlerin Fıkhî Yönü Ve Bu Konulardaki İctihad Farkları

 

 

«Hac b'Hnen aylardır.»

Hac, bilinen ayların hacadır, şeklinde takdîr edilmiştir. Buna göre, hac ayları olan Şevval, Zilka'de ve Zilhicce'de ihrama girmek daha kâ­mil anlam ve ölçüdedir. Bununla beraber yılın her bölümünde hac için ihrama girmek Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî Mezheplerine göre sahihtir. Na-haî ve Sevrî mezhepleri de aynı ietihadda bulunmuşlardır. Şafiî Mezhebi­ne göre, hac için ihrama girebilmek ancak hac aylarında sahih olur.

İmam Şafiî'nin bu konudaki dayanak ve delili, Müslim b. Hâlid ka­nalıyla İbn Abbas ve İkrime (R.A.)den yapılan şu rivayettir: «Hiç kimseye haç ayları dışında hac için ihrama girmek caiz değildir. Çünkü Allah, hac bilinen aylardır, buyurarak haccın ancak bu aylarda yapılmasını tahsis etmiştir.»

Ayrıca İmam Şafiî ve Beyhakî'nin İbn Cüreyc tarikiyle naklettikleri aşağıdaki hadîs de bu mezhebin dayandığı delillerden biri olarak göste­rilmiştir :

«Hiç kimseye hac aylarının dışında hac için ihrama girmek uygun ol­maz.»

Bilinen aylar, İmam Buharî'nin de tesbitine göre, Şevval, Zilka'de ile Zilhicce'nin ilk on günüdür. İbn Cerîr bu rivayeti mevsûlen nakletmiştir. İbn Ömer (R.A.)dan aynı ölçü ve anlamda sahîh bir rivayet yapılmıştır. Hâ­kim de Müstedrek'inde bu mânada bir rivayeti nakletmektedir. İbn Cü-reyc'in hac aylarının Şevval, Zilka'de ve Zilhicce'nin tamamı olduğuna dair İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı rivayet ise mevzu (uydurma)dır.

<<K'm ° aylarda hacca başlar, ya da onu ken­dine farz ederse....»

Yorumlar ve içtihatlar:

a)  İhram giymekle  haccı  kendine gerekli  kılarsa..  Bu,  ihramın   hac ibâdeti için lüzumlu olduğunu gösterir.

b)  Kim hac, ya da umre için ihrama girerse..

Bununla, âyetteki «farz» deyiminden amacın ihram olduğu an­latılır.

c)  İhrâm'a girip sesini telbiye ile yükselttikten sonra  bir yerde ey-leşip kalmaması..

Hac yolculuğuna çıkıldığında bir yerde eyleşip kalmak doğru değil­dir. Yolculuğu sürdürmek gerekir. Bu, Ashab ve Tabiînden birkaç zatın görüş ve yorumudur.

«Artık hacda   refes   (cinsel yaklaşma ve buna yolaçan davranışlar) yoktur.»

a)   Genellikle   refes   deyimi cinsel yaklaşma ve buna yolaçan öp­mek, okşamak ve benzeri davranışlarla tefsir edilmiştir. Kadınların yanın­da cinsel konulardan söz açmak da aynı hüküm kapsamına girer.

b)   İbn Abbas (R.A.) da    refes'i cinsel  konulara  kapı açacak bi­çimde konuşmaktır, diye açıklamıştır.

c)   Refes ,    kadınla sarmaş-dolaş olup öpüşmek ve onu okşamak­tır. İbn Ömer (R.A.)dan da buna benzer bir rivayet yapılmıştır.

«Hacda  f ü s u k  da yoktur.»

Biz bu deyimi, şer'î sınırlan aşıp günah işlemek biçiminde mânalan-dırdık. Diğer yorumlar ve açıklamalar ise şöyledir:

a)  Günah işlemektir.

Bu, İbn   Abbas (R.A.)dan   rivayet   edilmiş   ve   birçok   ilim   adamları aynı mâna üzerinde durmuşlardır.

b)  Harem sınırları içinde Allah'a karşı günah sayılan söz ve davra­nışlardır. Bu, Abdullah bin Ömer'den rivayet edilmiştir. Müfessirlerin ço­ğu bu mânayı benimsemiştir.

c)  Sövmek, kırıcı Ölçüde söz ve davranışlarda bulunmaktır. Bu, İbn Zübeyr (R.A.)dan rivayet edilmiştir.

d)   Kötü lâkap, (takılmış ad) ile çağırmaktır.

Bu,   Dahhak'dan   rivayet edilmiş ve tefsîrcilerimizin bir kısmı bu mânayı uygun bulmuştur.

«Hac'da cidal (dövüşme, tartışma ve sürtüşme de) yoktur.»

Bu cümle üzerinde yorumlar ve rivayetler:

a)  Hac ibâdeti yapılırken tartışmak,  haramdır.  Çünkü  Cenâb-ı  Hak bu ibâdetin farz ve şartlarını belirlemiş ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de diğer bölümlerini yeterince açıklamıştır. İmam Sevrî aynı görüştedir. As­hab ve Tabiînden birkaç zattan da bu anlamda rivayetler yapılmıştır.

b)  İnatlaşıp tartışmak, haramdır.   Nitekim   önceleri  Kureyş   kabilesi Müzdelife'de Meş'ar-i Haram yanında, diğer Araplar ise Arafat'ta durur da her biri kendi davranışının uygun olduğunu iddia edip tartışırlar, söz düellosunda bulunurlardı. Her bir grup kendisinin daha sıhhatli bir ibâ­det yaptığına inanırdı. Kimi de ayrı ayrı yerlerde vakfe yapıp her biri dur­duğu yerde İbrahim Peygamberin vakfe yaptığını söyler ve böylece inat­laşıp giderlerdi.

Allah yukarıdaki âyetle bu tarz sürtüşmenin yasak ve haram oldu­ğunu bildirdi. Çünkü İslâm birlik dinidir. Bölünmenin yeri bu dinde yoktur.

c)  Birinin diğerine hasmane davranması, inatlaşıp öfke ve kinle söz söylemesidir. İbn Abbas (R.A.) ile İmam Nahaî'den yapılan rivayet bu an­lamdadır. Nitekim Temimi diyor ki : «İbn Abbas (R.A.)dan sordum: «Efen­dim,  cidal   nedir?» dedim. Cevap verdi: «Sürtüşmek, inatlaşıp öfkelen­mektir.»

d)  Müslümana kızmamaktır.

<<Azlk ©dinin. Doğrusu azığın hayırlısı takvadır.»

Bu cümle üzerinde yorumlar, rivayetler:

a)  İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, Müslüman Arap­ların bir kısmı'evinden çıkarken yanlarına hiçbir azık almaz ve: «Allah'ın evine hac için gidiyoruz, O bizi nasıl aç bırakır?» derlerdi. Özellikle Ye­men tarafından gelen hacıların çoğu bu anlayış içindeydi. Böylece bun­lar başkası üzerine yük olur, şunun bunun azığıyla geçinmeye çalışırlar­dı. Allah yukarıdaki âyetle bu tutum ve anlayış içinde olanları azıksız hac yolculuğuna çıkmaktan men'etti. Tabii bu emir ve tavsiye bütün mü'min-leredir.

b)  Âhiret için güzel iş, iyi amellerde bulunarak azık hazırlayın.

Bu konuda İbn Atiyye diyor ki (a) kısmındaki mâna zayıftır. Uygun olanı, (b) kısmındaki tefsirdir.

c) Ama azığın hayırlısı (âhiret için hazırlanan) takvadır; o da Allah'tan korkup günahlardan, kötülüklerden sakınmaktır.

«Rabbinizden   (ticaret amacıyla) kâr ve yarar istemenizde size bir günah yoktur.»

Buharî'nin sahih rivayetle tesbitine göre, Ukaz, Mecenne ve Zilme-caz Panayırlarında ticâret malları satılır ve alınırdı. Hac mevsiminde gü­nahtan uzak kalmak için bu yerlerdeki tacirler ticaret yapmak istemezler, kendilerini tertemiz tutmak için büyük bir duyarlık gösterirlerdi. Allah bu aylarda takva ölçüleri içinde ticaretle uğraşmakta bir günah olmadığını açıkladı.

Nitekim Ali bin Ebî Talhâ ile İbn Abbas (R.A.) bu âyetin tefsirinde şöyle demişlerdir: «İhramdan önce de, sonra da alım-satımda bulunmak­ta bir günah ve sakınca yoktur.»

İbn Ömer (R.A.) gibi büyük bir din âliminden, «Hac ibâdetini yapar­ken ticaretle de uğraşan bir adam hakkında ne dersin?» diye soruldu­ğunda, yukarıdaki âyeti okuyarak cevap vermiştir. [465]

«Arafat'tan akıp geldiğinizde Meş'ar-i Ha­ram yanında Allah'ı ânın.»

a)  Fecir doğmadan önce Arafat'a gelip yetişen, orada vakfeye ye­tişmiş sayılır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) üç defa tekrarlıyarak, «Hac, Ara­fat'tır», buyurmuştur.

Arafat'ta vakfenin vakti, Arafe günü zevalden sonra başlayıp tâ ikin­ci günü fecir doğuncaya kadar sürer. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz VEDA HACCINDA, öğle namazını kıldıktan sonra güneş battncaya ka­dar vakfe yapmış ve : «Hac ibâdetlerini bizden alın (öğrenin)!» buyurmuş­tur.

b)  Vakfe konusu ve süresi hakkında Hanefî, Şafiî ve Mâlikî mezhep-lerindeki hüküm, yukarıda belirtilen ölçü ve anlamdadır. İmam Ahmed bin Hanbel'e göre vakfenin vakti, Arafe günü fecir doğduktan sonra başlar ve ikinci günü fecir doğuncaya kadar devam eder.

Arafat: Kurban bayramından bir gün önce hacıların vakfeye durduk­ları dağın özel ismidir. Tanımak, güzel koku sürünmek, gizlemeyip söyle­mek gibi anlamlara gelir. Daha çok Âdem babamızla Havva anamızın bu-

rada biraraya gelip birbirlerini tanıma fırsatı buldukları için bu ismin kulla­nıldığı söylenir. Başka bir rivayete göre İbrahim Peygamberin hac ile ilgili hususları burada bilip tanımış olması veya daha önce Cebrail'in ona anlat­tığı biçimde görüp tanıdığı dikkate alınarak belirtilen isim verilmiştir. Da­ha uygun olan bir başka rivayette ise, hacıların burada biraraya gelip ta­nışmaları bu ismin konulmasına sebep olmuştur, denilmektedir. Arafatın ürene deresinin içinden başka her yanı vakfeye uygundur. Müzdelife'-nin de   M u h a s s i r  deresinden başka her yanı vakfeye uygundur.

Meş'ar-i Haram : En sıhhatli rivayete göre Müzdelife kesiminde bir tepenin ismidir ki, buna Kuzah Tepesi de denilir. Bu tepenin üstünde si-lindirvari bir de taş bulunuyor. Bununla beraber Müzdelife'ye Meş'ar-i Haram da denir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafe gününü överek şöyle buyurmuştur: «Arafe gününün orucu geçmiş yılın ve geriye kalan yılın günahlarını te­mizleyip bağışlanmasına sebep oEur.» [466]

«Duanın en üstünü, Arafe günü yapılanıdır.» [467]

Her iki hadîs de sahih rivayetle sabit olmuştur.

Meş'ar-i Haram da Arafat gibi kutsal bir yerdir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'tan inip Müzdelife'ye geldiğinde Meş'ar-i Haram'da vak­fe yaptı, sabah namazını fecir doğar doğmaz kıldı ve ortalık biraz aydın-lanıncaya kadar bekleyip öylece Minâ'ya doğru hareket etti. [468]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'ta hutbesinin bir bölümünde şöy­le buyurdu :

«Şüphesiz ki bugün Hacc-i Ekber'dir (Farz haccın yapıldığı gündür). Haberiniz olsun ki, şirk ehli (Allah'a ortak koşanlar) ve putlara tapan­lar, bizden önce buraya geldiklerinde bugünde güneş batmadan tam dağ­ların üzerinde sarıkvari bir durum alırken onlar hareket edip ayrılırlardı. Biz ise güneş batmaya yüztutarken ayrılıyoruz. Yine onlar Müzdelife'den güneş doğup dağların üzerinde sarıkvari bir durum alınca ayrılırlardı. Biz ise güneş doğmadan ayrılıyoruz. Tâki bizim Sünnetimiz onlarınkine uy­masın..» [469]

Resûlüllah (A.S,) Efendimiz, Üsâme Hazretleri arkasında onu takip ettiği halde Müzdelife'ye doğru gelirken bir ara :

«Ey insanlar! Sakin olun, kalb yatışkanhğı ve gönül huzuru içinde yü­rüyün..» buyurdu. Müzdelife'ye gelince bir ezan, iki ikametle akşam ile yatsı namazlarını yatsı vaktinde kıldı. Sonra Kasvâ adlı devesine binip Meş'ar-i Haram'a geldi. Kıbleye yüzçevirip Allah'a duâ etti; tekbîr getirdi, tehlîlde bulundu ve Allah'ın birliğini dile getirdi. Fecir doğup ortalık biraz ağarıncaya kadar orada bekledi.

İşte, «Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı ânın» emrinin anlamı budur. Meş'ar-i  Haram :

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müzdelife kesiminde bir tepenin adıdır. Ancak bu konuda ilim adamlarımızın farklı tesbit ve görüşleri olmuştur:

a)   Müzdelife'nin her yanı  Meş'ar-i  Haram'dır.

Bu, büyük sahabi İbn Ömer (R.A.)dan rivayet edilmiştir.

b)   Müzdelife'deki tepe ve yakın  çevresidir..

c)   İki dağın, ya da tepenin arasıdır. Bu, İbn Cüreyc'den rivayet olun­muştur.

Müzdelife  ise  Harem sınırları  içinde bulunuyor.

«Allah'tan mağfiret (günahlarınızın bağışlanma­sını) dileyin.»

İstiğfar (günahların temizlenip bağışlanmasını dilemek) her ibâdet­ten sonra tavsiye edilmiştir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namazı bitirince üç defa istiğfarda bulunurdu. Buharı ve Müslim'in tesbitine gö­re, Peygamber (A.S.) Efendimiz namazdan sonra 33'er defa tesbîh (Süb-hanellah), tahmîd (el-Hamdu lillah) ve tekbîr (Allahu Ekber) getirmeyi men-dup kılmıştır.

«Hac ile ilgili ibâdetlerinizi ye­rine getirince babalarınızı andığınız gibi, ya da daha güçlü ve içli bir anış-la Allah'ı ânın..»

Bu âyet üzerinde farklı yorumlar:

a)   Çocuğun sıcak ve tatlı bir sevgi içinde «anne!, baba!.» yq da «an­neciğim!, babacığım!.» dediği ölçü ve anlamda,  «Allah!.» deyin.

b)   Câhiliyye devrinde Araplar vakfede bulunurken, kimi «Babam şöy­le yedirir ve şöyle şöyle  nesneleri  beraberinde  taşırdı»  der,  kimi,   «Ba-

bam şöyle şöyle yapardı» der ve bundan başka bir anış ve anıları olmaz­dı. Allah mü'minlere bu âdete uymamaları için en hayırlı ve yararlı anış

yolunu ilgili âyetle bildirmiş oldu.

c) Amaç, Allah'ın çok anılmasını sağlamaktır. Aynı zamanda bu ko­nuda hac ibâdetini yapanları teşvîk ederek içten gelen bir sevgi ve say­gıyla sık sık «Allah!.» demelerini hatırlatmak, böylece gönülleri Allah'ın yüceliğinin derin manasıyla doldurmaktır.

«İnsanlardan kimi, «Rabbimiz, bi­ze Dünya'da ver» der. Artık onun için Âhiret'te bir nasıp yoktur.»

Bu konuda farklı rivayet ve yorumlar

a) Bedevilerden bir kısmı vakfeye durduklarında duaları hep dünya ile ilgili olurdu: «Allahım! bize yağmur indir.. Allahım! bu yıl bolluk ve be­reket ihsan eyle.. Alahım! bize güzel çocuklar lûtfeyle..» gibi. Âhiretle jlgi-li istekleri pek olmazdı. Diyebiliriz ki, Arapların çoğu bu konuda Yahudile­rin te'siri altında kalmıştı. Çünkü Yahudilerin dünya saltanatından başka hiçbir dilekleri olmazdı. Bugün yine aynı arzu ve dileklerini sürdürmekteler. Allah, mü'minleri bu konuda da uyardı. Gerek günlük işlerinde, gerek duy­gu ve düşüncelerinde, gerekse beşerî münasebetlerinde, dünya ile âhiret arasında sağlam bir denge kurmalarına işarette bulundu.

«Kimi de Rabbimiz! bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhîrette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru, der. İşte bunlara kazan­dıklarından nasip var.»

Allah böylesine dengeli isteyenleri övüyor. Çünkü hem dünyada, hem âhirette iyilik güzellik istemek bütün hayırlara kapı açar. Şer ve kötülük­lerin kapısını kapar. İçinde ve dışında böylesine sağlam bir inançla denge ve düzen kuran bir mü'min her zaman ve her yerde çevresine ışık olur.

Bazı ilim adamlarına göre, dünya ve âhiret iyiliği, şükreden bir kalb, zikreden bir dil ve sabreden bir beden istemektir.

Çünkü böylesine bir ni'met dünya ve âhiret iyiliklerinin tamamını ken­dinde toplar. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Rabbimiz! dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehen­nem ateşinden koru..» diyerek sık sık duada bulunur ve bununla şükre­den bir kalb, zikreden bir dil, sabreden bir beden isterdi..

Katade, Hz. Enes (R.A.)den rivayet ediyor: «Enes (R.A.)den sordum, dedim ki: Efendim, Resûlüllah (A.S.)ın en çok hangi duayı yaptıklarını bize söyler misin?» Yukarıdaki âyeti okudu ve «İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık bu duayı yapar ve tavsiye ederdi.» [470]

Şeddad oğlu Abdüsselâm da Hz. Enes'e (R.A.) diyor ki :

  Ya Enes! din kardeşlerin senden duâ bekliyor.

Bunun üzerine o yukarıdaki duayı hatırlatarak, «Rabbimiz! dünyada da bize iyifik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Ce­hennem ateşinden koru...» diyerek yalvarıyor. [471]

Yine Hazreti Enes (R.A.)den yapılan rivayete göre, Müslümanlardan bir adam hastalanmıştı. Peygamber (A.S.) Efendimiz onu sormaya gitti. Bir de ne görsün, adam öylesine zayıflamış erimiş ki bir kuş yavrusu ka­dar kalmış! Bunun üzerine ona soruyor:

  Bir şey ile Allah'a duâ ediyor musun? Veya Allah'tan bir şeyler istiyor musun?

O da şu cevabı veriyor:

  Evet, Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'ımdan hep şunu istiyorum : «Allah'ım! Âhirette bana vereceğin cezayı şu dünyada ver..»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:

— Sübhanellah!. Buna güç getiremezsin. «Rabbimiz! dünyada da bi­ze iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru» desen ya!.

Buyurarak o adamı bu konuda uyarıyor, [472]

Başka bir hadîslerinde ise Efendimiz (A.S.) şöyle buyurmuştur:

  «Kabe'de ne kadar bir rükne uğradımsa mutlaka orada bir meie-ğin  âmîn!   dediğini gördüm. O halde siz de rükünlere geldiğinizde şu duayı yapın: «Rabbimiz! dünyada da bize iyilik ve güzellik ver, âhirette de bize iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru..» [473]

<<Ve savı1' 9unlerde AHa"'1  ânın.  Kim iki günde (Minâ'dan ayrılmak için) acele ederse, ona hiçbir günah yoktur..»

Bu âyetle ilgili yorumlar ve rivayetler:

a)  Sayılı günler,    Teşrik    günleridir  (Kurban   Bayramının   ikinci, üçüncü, dördüncü  günleri).  Bilinen günler, Zilhicce'nin  ilk on  günüdür.

Farz namazlardan sonra  «Allahu Ekber, Allahu Ekber......» demekle bu yerine gelmiş olur.

Resûiüljah (A.S.) Efendimiz:

«Arafe günü, Kurban Bayramı günü ve bir de Teşrik günleri biz Müs­lümanların bayramıdır; yeme, içme günlerimizdir.» buyurmuştur. [474]Bu­nunla beraber Arafe günü oruç tutmakta bir sakınca yoktur. [475]

b)   Minâ'da bayramın birinci günü ve teşrik günlerinin ilk iki günü ka­lıp dönmek caiz olduğu gibi teşrikin üç gününde kalmak da caizdir.

c)  İmam Şafiî, «Arafat'ın her yanı vakfe yeridir.   Teşrik   günlerinin hepsinde hayvan boğazlanabilir» mealindeki hadîse dayanarak dört gün içinde kurban kesmenin caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır.

d)  Tekbîre (Allahu Ekber, Allahu Ekber...) Arafe günü sabah nama­zında başlanır, bayramın dördüncü günü ikindiye kadar devam edilir (23 vakit). Meşhur olan görüş ve içtihat budur. Dûrekutnî de bu hususta bir hadîs nakletmiştir; ne var ki merfu' olarak pek sahih kabul edilmemiştir.

Bu tekbîrleri farz namazlardan sonra getirmek Hanefîlere göre vâ-cib, Şâfiîlere göre sünnettir. Aynı zamanda İmam Şafiî'ye göre bu tekbir­lere teşrik günlerinin üçüncü günü güneş guruba gidinceye kadar devam edilir, [476]

 

Yapılan İbâdetle De Dünya Ve Âhiret Arasında Denge Sağlamak

 

Dünya ile bağlantımız, iyilik ve kötülük sınırları içinde sürüp gider. Zevklerimiz, arzularımız ve inançlarımız bizi bu iki kavram akıntısına doğ­ru sürükler, İyilik ve güzellik bir bakıma beden ve ruh yapımızın gerek­tirdiği, gereksinme duyduğu şeyleri yararlı açıdan sağlamak veya düşün­cemizi bu konuda disipline edip davranışlarımızı ilâhî kanuna uydurmak­tır. Çünkü ilâhî kanunlar tamamen bu iki yapımızın esenlik ve mutluluğuna, sağlık ve varlığını devam ettirme ölçü ve anlamına göre konulmuştur. Kötülük ise, iki yapımızın ölçü ve amacına, gaye ve hedefine ters düşer; özellikle ruhî yapımıza afiyet ve berraklık getirmeyen, aynı zamanda ilâhi kanunlarla uyum sağlayamıyan şeylerdir.

Günlük yaşantımızda kendimizi kötülüklerden koruduğumuz, daha doğrusu bedenî ve ruhî yapılarımızın olumlu yönde ihtiyaçlarını; örf, akıl ve dinin belirlediği, ya da çizdiği biçimde karşıladığımız oranda iyi­liğe ve fazilete; güven ve huzura yönelmiş oluruz. Bu fazilet, İslâm dini ile birleşince şüphe yok ki bir yönümüzle de âhirete yönelmiş oluruz. Ru­humuzun, ya da manevî yapımızın en büyük ihtiyacı bu kavramla içiçedir. Onu bundan uzaklaştırdığımız gün dengeyi süratle bozmuş oluruz. Böy­lece bu iki âlem arasındaki bağlantı, günlük hayatımızda kopmaya yüz-tutar.

Evet bu iki âlem arasında sağlam bir bağlantı kurmak zorundayız. Bi.ine ağırlık vermek, ya da tamamen ilgisiz kalmak dengeyi bozar; yönel­diği âlemden kısmen nasibini alır, hepsi o kadar.

Zaten İslâm Dini bu iki âlem arasında dengeyi sağlamak ve bu ko­nudaki ilâhî beyanlara göre insan hayatını düzenlemek üzere gönderil­miştir. Çünkü Yahudiler sadece dünya saltanatına yönelerek, ilk Hıristi­yanlar âhiret kavramına daha cok ağırlık vererek arzulanan dengeyi boz­muşlardır. İslâm bu bozulanı gelişen sosyal yapıya paralel olarak sağla­mak kudretini kendinde taşıyarak sahneye çıkmıştır.

İşte insan bu hakikati anladığı, bildiği ve günlük hayatında yaşadığı nisbette mutludur. Günümüzün insanlarının çoğunun zengin de olsa, yük­sek mevkilerde de bulunsa huzursuz ve dengesiz olmalarının bir ucu bu gerçeğe dayanır.

Kur'ân bu mutluluk getiren dengeyi şu özlü duâ ile dile getirerek in­sanlığın kalbine ve dimağına sunmaya çalışır:

«Rabbimiz! bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhîrette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru..» [477]

 

Ölümden Sonraki Hayat Ve Allah'a Dönmek

 

Varlık âlemi yaratıldığı gayeye doğru milimetre şaşmadan gitmekte ve bağlı bulunduğu kanuna ister istemez uymaktadır. Her tür kendine has bir tekâmül göstermekte, büyük bir kudretin düzenlemesi ve O'nun.yö-netmesiyle varlığını sürdürmektedir. Hiçbir şeyde dengesizlik, düzensiz­lik yoktur. Buna Atom Fiziğinden bir örnek verecek olursak, şöyle belirtebiliriz ; Atomların içindeki pozitif elektrik yükleri, negatif elektrik yükleri ile denge durumundadır. Çünkü varlık âlemi daima kendi içindeki elektri­ğin de dengesini korumaktadır. Mevcut eşyanın en küçük tanecikleri ara­sında başlayan bu denge ve eşitliğe hayran olmamak elde değildir. Bunca ince hesaplarla eşitlik ve denge ilkeleri içinde bu düzeni kuran Allah ne yücedir!.

Ruhların çeşitli fakat dengeli safhalardan geçişlerden sonra beden­lere girmesi, belli bir süre kendini bu kılıfla tanıtması ve sonra eskiyen bu kılıfı değiştirme zorunda kalması hep o yüce kudretin sergilediği şaşmaz kanunlarla yürümektedir.

Ruhun bütün geçişlerinde bir düzensizlik ve dengesizlik yoktur. Çün­kü yaratıldığı andan itibaren sonsuzluğa doğru adım adım yol almakta ve kendisine hazırlanan ebedî saadete tekâmül ederek gitmektedir. Bedene girip, bir süre orada eyleşmesi ve sonra bu elbiseyi değiştirip Berzah âle­mine doğru geçmesi hem ölçülü, hem dengeli bir durum arzetmektedir. Aksi halde bağlı bulunduğu dünyadaki bedenle başka bir âleme geçmesi mümkün değildir. Çünkü iki âlem arasındaki şartlar çok değişiktir. Birin­den diğerine geçebilmesi için geçeceği yerin şartlarına uygun yeni bir elbise, yani bedene girmesi gerekiyor. Bunun için de belli bir süre kabir âleminde bekleyerek tekâmül devresini doldurup öylece geçiş sağlaması şarttır.

Tıpkı Mendeleyev'in[478] kimyasal elementlerin periodik sınıflandırması­nı içeren bir tablo düzenlemesi ve elementleri atom ağırlıklarına göre bir tasnife tabi tutması ve sonunda tabloda bazı boşlukların meydana geldi­ğini tesbit etmesi gibi. Birbirini izleyen sıradaki elementlerin özelliklerinin bir ölçü ve denge dahilinde farklılık ortaya koyduğu görülmüş ve böyleee Mendeleyev bütün dikkatini bu boşluklara yönelterek şu sonuca varmış­tır:

«Varlık âleminde çok ölçülü bir düzen vardır, Her varlık bir takım be­lirli geçişler arzetmekte ve kendine has yerini almaktadır.»

Elementler dizisindeki her boşluk bilinmiyen, henüz keşfedilmiyen elementlere aittir. Bunlar keşfedilince bu düzenlemedeki sıra ve yerlerini alacaklar ve boşluklar dolacaktır. Nitekim bugün o boşluklar dolmuş ve atom ağırlıklarına göre mevcut elementler düzenlemedeki yerlerini almış­lardır.

O halde ruhların da düzenli geçişleri haşre (kabirden kalkıp başka bir âlemde Allah'a dönüp yönelmesi) kadar devam eder ve ahirette son duraklarına erişmekle noktalanır. Şu anda bedenini henüz terketme-miş bulunan ruhların, kabir, Berzah ve Haşır âlemlerindeki yerleri boş beklemektedir. Bunun gibi henüz ruhlar âleminde olup yeryüzüne inme­yen insan ruhlarının da bu âlemdeki düzenlemedeki yerleri boş beklemek­tedir. Beden denilen kılıfın vakti gelip yokluktan varlığa geçiş yapınca ona ait ruh -bir element gibi- gelip yerini ve sırasını alacaktır.

Şüphesiz ki, bu inanç ve bilgi, insanda sorumluluk duygusunu, Al­lah korkusu doğrultusunda geliştirir. Bu örneksiz ve benzersiz düzeni oluşturup sürdüren o sonsuz kudrete kul olmanın zevki ve heyecanı için için hissedilir. Yeme, içme, uyuma gibi gereksinmelerin çok ötesinde ve üstünde bir gayeye erişmek için yaratıldığını idrak eder ve varlık âleminde canlılar düzenleme tablosundaki yerini arayıp bulmaya ve boşluğu doldur­maya yönelir,

Böyleee huzurlu bir hayat, dengeli bir ömür, verimli bir geçiş devresi başlar.

İşte Allah'a dönmenin, O'na hasrolunmanın sağladığı feyizli sonuç budur. Bunun için Kur'ân yukarıdaki âyetle insanlara, özellikle inanmış­lara şöyle sesleniyor:

«Artık Allah'tan korkun ve bitin ki mutlaka siz O'na haşrol una çaksın^.»[479]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle ibâdetin temelini, imân ve takvanın oluşturduğu­na; kalbi bu-yüksek mânayla aydınlatıp düzeltmenin en sağlam, en mak­bul yol olduğuna dokunuldu. Dünyayı Allah hoşnutluğuna uygun ölçüde arzulamanın takvaya ters düşmediğine işaret edildi. Bu nedenle âhirette gözleri aydınlatan bir nasibin, ancak dünyada hazırlanmakla gerçekleşe­ceğine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle imân ve takvanın yerinin sadece kalb olduğu, dilin ancak kalbe tercümanlık yaptığı açıklanıyor. Kalbdeki hakikat cev­herinin en güzel tanığının fazilet dolu ameller olduğu belirtiliyor. Böylece inananların iki kısma ayrıldığına işaret edilerek, biri; içindekinden başka­sını söyleyen ve aslında din ve düzen düşmanı olan münafık ve bozgun­cudan; diğeri ise, içi dışına uyan, kalbiyle dili uyum halinde bulunan ve her konuda Allah hoşnutluğunu dileyen ve bu uğurda canını seve seve vere­bilen kâmil mü'minden söz ediliyor. [480]

 



[1] Tirmizî - İbn Mace - Ahmed b. Hanbel - Hâkim: Şeddad b. Evs (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/302.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/302-303.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/303.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/303-304.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/304.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/304-305.

[7] Tevrat Tesniye :  18/16, 19

[8] »

[9] Matta:   5/18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/305-306.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/306.

[11] Tefsîr-i İbn Kesîr :   C. 1, S.   156

[12] Tefsİr-i Ruhi'l-Maanî Li'I-Âlûsî:  C.  1, S. 363

[13] Meydan LAROUSSE :  Nab maddesi..

[14] Enfal sûresi, âyet:  34

[15] Tevbe sûresi, âyet:   17

[16] Fetih sûresi, âyet: 25

[17] Tevbe sûresi, âyet:  28

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/307-309.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/309-310.

[19] Tefsîr-i Rûhi'l-Maanî Li'1-Âlûsî :   C.  1, S.  363

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/310-311.

[21] Buharl/cumua:   13-  Müslim/salât:   136-  Ebû Dâvud/salât;   52-  Dâremî/ salât:  57- Taberânî/kıble:   12- Ahmed:  2/16, 151, 438, 475, 528- 5/192, 193- 6/69

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/311-312.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/312.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/312-313.

[25] Tefsîr-i Kurtubî i C. 2, S. 80

[26] Bakara sûresi, âyet: 144

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/313-314.

[27] Fazla bilgi için bak:  Yarınlara Doğru / Alexis Carrel:  75

[28] Yarınlara Doğru / Alexis Carrel:  85

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/314-315.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/315-316.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/316-317.

[32] Tefsir-i Kebîr - Fahrüddin el-Râzi C. 1, S. 691

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/317.

[34] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 84 .

[35] Tefsîr-i Rûhi'I-Meânî Li'1-Âlûsî :  C.  1., S. 365

[36] Tefsîr-i Kurtubî:  C. 2, S. 84

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/317-318.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/318.

[38] Esbab-ı Nüzul Li-Nisâburî :  S. 24

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/319-320.

[39] Buharî/tefsîr :  2, 8, 112- Nesâî/cenâiz :   117- Ahmed:  2/317, 350

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/320.

[40] Bu hususta geniş bilgi için bak: Maddiyûn Mezhebinin İzmihlali - İs­mail Pennî

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/320-324.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/324.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/325-326.

[44] Bu hususta geniş bilgi için bak:  Tefsîr-i Kebîr, ilgili âyetin tefsirine

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/326-327.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/327.

[46] Tefsîr-i Kurtubî;  C. 2, S. 88

[47] Tevbe Sûresi, âyet:  48

[48] Mü'rain Sûresi, âyet:  78

[49] İbrahim Sûresi, âyet:  22

[50] Bakara Sûresi, âyet:  117

[51] Hûd Sûresi,  âyet:   58

[52] Tevbe Sûresi, âyet:  24

[53] Nahl  Sûresi,  âyet:   1

[54] Secde Sûresi, âyet: 5

[55] Şûra Sûresi, âyet:   53

[56] Â'li İmran Sûresi, âyet:   154

[57] Talâk Sûresi, âyet: 9

[58]  Hûd Sûresi, âyet:  97

[59] Tefsir-i Kebîr :  C. 1, S. 617

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/327-329.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/329.

[61] Esbab-i Nüzul Li'n-Nisabım :   C.   1,  S.  24-25

[62] îmâm-ı Suyûtiy'e göre bu hadîsin isnadı zayıftır. Veliyüddin el-Irakî de «Böyle bir hadîse vâkıf olmadım.» demiştir.Bu hususta ayrıca bak: Tefsîr-i Tiûhi'l-Maanî: C. \, S. 371

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/330-331.

[63] Ğaşiye Sûresi :   21-22

[64] Kaf Sûresi: 45

[65] Bakara Sûresi :  256

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/331-332.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/332-334.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/334-335.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/335.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/336-337.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/337-338.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/338-339.

[72] Evzaî: Yahya b. Saîd'den, o da Saîd bin Müseyyeb'den, o da Ebû Hü-reyre (R.A.)den merfuan rivayet etmiştir. Tefsîr-i kebîr : C. 2, S. 99 - Buharî/en-biyâ :   8,   isti'zan:    51 - Müslim/fezâil:    151 - Ahmed:    2/322, 418, 435

[73] Tefsîr-i tbn Kesir :  C. 1, S. 166   - tbn Cerîr et-Taberî.

[74] NEMRUT: M.Ö. yaklaşık 2000 yıllarında yaşamış bir Babil hükümdarıdır. Hayatı efsanelere karışmıştır. Bu arada Babil şehrinin kurucusu ve İbrahim Pey­gamberi ateşe atan olduğu söylenir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/340.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/340-341.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/341-342.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/342-343.

[78] Tefsîr-i Kurtubi :  C. 2, S. 96  -  Tefsîr-i Rühi'l- Maanî Li'l-Alûsî :   C.  1, S.   374 Berat   :  112... Ahzab :  35...Mü'minûn :   1...

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/343-344.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/344-345.

[81] Buharı/Medine :  1, enbiyâ :  10, mağazî : 27- Müslim/hac : 445, 446, 455, 458, 459, 462, 464- EbÛ Davud/menasik;   96-  Tirmizî/menakıb :   67-  Nesâî/hac : 110, 111,  120- tbn Mace/menasik :   104T Ahmed ;   1/119,169

[82] Buharî/ilim : 37, hac : 43- Tirmizî/hac : 1, diyat: 13- İbn Mace/menasik: 103-  Ahmed :   1/253, 259,  315-3/199-6/385

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/345-346.

[83] Buharî/i'tisam :  21- Müslim/akdiye \ 15- Ebû Davud/akdiye:  2- Tirmizî/ ahkâm :   2-  Nesâı/kudat :   3-  Beyhaki/ahkam :   3

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/346-347.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/347-348.

[86] îsrâ sûresi, âyet: 20

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/348-349.

[88] Tefsîr-i İbn Kesir:  C.  1, S.  171

[89] »         »         »          »         »

[90] Tefsîr-i Kurtubî :   C.   2,  S.   112-112

[91] Tefsîr-i Kebîr :  C.  1, S. 719

[92] Tefsîr-i Kurtubî :   C. 2, S.  115

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/349-350.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/350.

[94] Bağavî : îrbad b. Sâriye'den.. - Lübabü't-te'vîl : C. 1, S. 84 .

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/351-352.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/352-353.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/353-354.

[97] Tefsir-i Kurtubî : C. 2, S. 123

[98] Hac Sûresi, âyet:  26

[99] Sahîh-i Müslim/hac : 402, 403 - Nesâî/menasik : 128

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/354-355.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/355.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/355-356.

[103] Lübabü't-te'vîl :   1/85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/357.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/357-358.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/359-360.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/360.

[107] Hac Sûresi, âyet ;  78

[108] Nahl Sûresi, âyet:  123

[109] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S. 133

[110] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 134

[111] Hucurât Sûresi, âyet :   14

[112] Tefsîr-i îün Kesir :  C.  1, S.  186

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/360-361.

[113] Tefsir-i Kebîr:   C.  1, S. 748

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/361-362.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/362.

[116] Tefsîr-i Kurtubî :   C.  2, S.   140-141

[117] Tefsîr-i tbn Kesir :  C.  I, S. 186/Tefsîr-i Alûsî :  C. 2, S. 393

[118] Tefsîr-i  Hâzin :   1/86

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/365.

[119] Buharî/şehadet : 29. tefsir : 2. i'tisam : 25, tevhîd :  51- Ebû Dâvud/ilim: 2- Ahmed :  4/136

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/365.

[120] Tefsîr-i Alûsî :  C. 2, S. 396

[121] Tefsîr-i  Hâzin:   C.   1,   S.   86

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/366-368.

[123] Maverdîden nakledilmiştir. Ayrıca Nesâî rivayet etmiştir.

[124] Tefsîr-i Kurtubî :   2/145,   146

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/368-369.

[126] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S.  146

[127] Tefsîr-i Alûsi ;   C. 2, S. 399

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/369.

[129] Tefsîr-i Kurtubî :   C.  2, S.  141

[130] Tefsîr-i İbn Kesir:  C, 1, S. 178

[131] Tefsîr-i Kurtubî :   C. 2,  S.  141

[132] Tefsîr-i Hâzin :  C. 1, S. 397

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/370-371.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/371-372.

[134] Esbabu'n-Nüzul Li-Nisâburi :   S.   26 - Tefsîr-i    tbn Kesîr : C. 1, S. 189

[135] Tefsîr-i Kurtubî ;  C. 2, S.  149

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/373.

[136] Ahmed bin Hanbel :  Ali bin Âsim tarikıyla rivayet etmiştir.

[137] Hafız Ebûbekir bin Murdeveyh - İbn Kesir :   C. 1, S.  191

[138] Tefsîr-i İbn Kesîr :  C.  1, S.  189

[139] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 148-149 - Tefsîr-i tbn Kesîr :  C. 1, S. 190

[140] Ebû Amr Temhid'de  rivayet etmiştir.

[141] Tefsîr-i Kurtubî:  C. 2, S. 149/Tefsîr-i İbn Kesîr ;  C. I, S.  190

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/374-375.

[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/375-377.

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/377-379.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/379-380.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/380.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/380-381.

[147] Esbâb-i  Nüzul :   27

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/383.

[148] Buharî/cumua : 4- Müslim/cumua : 10- Ebû Davud/taharet: 127- Tir-mizî/curaua :   6- Nesâî/eumua:   14-  Taberânî/cumua:   5  Ahmed:   2/460

[149] Taberâni/vukut:   23

[150] Müslim/iman:   137, 140- Ahmed:   1/418, 442, 444- 5/368

[151] Tirmizî/mevakiyt ;   13

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/383-384.

[152] Kitleler Psikolojisi/Gustave le bon

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/384-386.

[154] Bu hususta fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Ruhi'l-maanî Li-1-Alûsî : C. 2, s. ıı.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/386-387.

[156] Bakara Sûresi:  148

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/387-388.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/388-389.

[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/389.

[160] Ahkâmü'l-Kur'ân Li-Kuvayz Mendal

[161] Buharî/tevhîd:  43- Ahmed:  2/251- .Müslim

[162] et-Terğîb ve't-Terğîb - Buharî – Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/390.

[163] Tefsîr-i İbn Kesîr : 1/196

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/391.

[165] Âl-i tmrân sûresi,  âyet :   164

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/391-393.

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/393-394.

[168] İbn Mâce : Abdullah bin Büsür'den Tirmizî/daavat: 4- Ahmed: - 4/188, 190

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/394-395.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/395-396.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/396.

[171] Esbabı'n-Nüzûl / Nisâburî:  S. 27

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/398.

[172] Buharı - Ebû Davud/cenâiz :  23

[173] Buharî/ilim :  45- Müslim/imaret;   150, 151

[174] îbn Mace - Ahmed : 3/38, 61

[175] Buharî - Müslim - İbn Mace/cenâiz ;  55- Ahmed :  1/201

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/398.

[176] Fütuhuşşam/Vâkidî

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/398-400.

[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/400.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/401.

[180] Geniş bilgi için bak :  Tefsîr-i Kurtubî :   C. 2, S.  174

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/401.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/402.

[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/402.

[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/402-403.

[185] Tefsîr-i Haazin :  C.  1, S.  95

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/403-404.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/404.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/405.

[188] Esbab-i Nüzul : C. 1, S. 27/Tefsîr-i Kurtubi:  C. 2, S. 178

[189] Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i İbn Kesir:   1/199

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/406.

[190] Dâre Kutnî.. - Ahmed :  6/422

[191] Tefsîr-i İbn Kesir :  C. 1, S. 199 - Müslim – Nesâî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/406.

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/406-407.

[193] Tlrmizl: Urve bin Zübeyr (R.A.)den - Tefsîr-i İbn Kesir : C. 1, S. 198

[194] Tirmizî :  Hadîstin hasenün..

[195] Dâre Kutnî tahrîc etmiştir - Ahmed :   6/422

[196] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S. 183

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/407-408.

[197] Fazla bilgi için bak : Füyuzat-i Rabbaniye / Celâl Yıldırım tercemesi: 20-25

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/408-409.

[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/409.

[199] Tefsîr-i Kurtubî:   C.  2,  S.   179-180  -  Tefsîr-i  tbn Kesir:   C.   1, S   199/ Tefsîr-i Alûsî:  C. 2, S. 24-25

[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/410.

[201] Tefsîr-i îbn Kesîr/Tefsîr-i İbn Cerîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/412.

[202] Buharî./ ilim: 42, vüdû':  24, hars:  21- Müslim/imân:  229

[203] tbn Mâce/mukaddeme :  24- Ebû Dâvud/ilim :   9-  Tirraizî/ilim :   3- Ah-med :   2/263,  305,   344,   353,  495

[204] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S. 185

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/412.

[205] Tevrat İŞAYA bölümü, bap:  42, belge:   1-5

[206] Incil/Yuhanna bölümü, bap:  16, belge:  7-14

[207] Bernaba;   39/14- 42/13-44/19-54/1, 11-55/20, 24"-82/16 -  96/3, 7 - 96/ 11, 15 - 97/4, 14 - 136/18, 21 - İ37/18, 21 -   163/3, 8 - 220/17, 20 -.208/7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/412-413.

[208] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S. 185

[209] »         »       :   C.   2,   S.   187

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/413414.

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/414.

[211] Sahîh-i Buharî/cenâiz :   1- Ebû Dâvud/cenâiz :   16

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/415.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/415.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/415-416.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/416.

[215] Tefsîr-i Kurtubî:  C. 2, S.  191

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/416.

[216] Tefsîr-i İbn Kesîr :  C. 2, S. 192/Alûsî – Haazın

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/417-418.

[217] Tefsîr-i Kurtubî :  C. 2, S. 201

[218] İbn Mâce : Hz. Âişe (R.A.)dan

[219] îbn Mâce/edeb:   29- Bbû Dâvud/edeb;   104- Tirmizî/fiten:   65-  Ahmed: 2/250,  268, 409, 437, 518  -  5/123

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/418.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/418-420.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/420.

[222] Sahîh-i Buharî/tefsir : 2/25, 3/2, edeb : 20, diyat: 1, hüdud: 19 tevhîd ! 40 46- Muslım/iman: 141, 142- Ebû

Dâvud/talâk: 50-Tirmizî/tefsîr: 1/25- Nesâî/ tahrîm:  44-  Ahmed:   1/380, 423, 434, 464

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/422.

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/422.

[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/423.

[225] Buharl/rikak:  41- Müslim/zikir:   14, 16,  18- Tirmizî/cenâiz:  67- Nesaî/ eenâiz: 10

[226] Buharı - Müslim - Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - îbn Mâce: Âise CRA) dan

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/423-424.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/424.

[229] Lübabu't-te'vîl - Kurtubî - Alûsî : tbn Abbas (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/425.

[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/425-426.

[231] İbn Kesîr :  Hafız îbn Ebûbekir bin Murdeveyh'ten   2/203  - Ahmed:   3/ 321, 399

[232] Sahih-i Müslim/cennet:  63-  Ahmed:   4/162

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/426-427.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/427.

[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/427-429.

[235] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/429.

[236] Tefsîr-i îbn Kesîr - îbn Cerir - Lübabu't-te'vII

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/430.

[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/430-431.

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/431.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/431-432.

[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/432-433.

[241] Müslim/zekât: 65- Tirmizî/tefsîr : 2/36, edeb: 41- Dâremî/rikak: 9- Ah-med: 2/328

[242] Ebû Dâvud/taharet: 41- Tirmizî/taharet:  52- Nesâî/taharet:  46, sayd : 35, miyah: 4- îbn Mâce/taharet : 38, sayd:  18- Taberânî/taharet: 12, sayd: 12-Dâremî/vüdû':  53- Ahmed:  2/237, 361-3/373, '5/365

[243] tbn Mâce/sayd: 9, et'ime: 31- Ebû Dâvud/et'ime: 34- Taberânî/sıfetü'n-Nebî:  30- Ahmed:  2/97

[244] Tlrmizî/libas : 6- tbn Mace/et'lme: 60

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/434.

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/434-435.

[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/435-436.

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/436-437.

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/438.

[249] Tirmizî/Tefsîr :    2/36,   edeb:   41-   Daremî/Rıkak :    9-   Ahmed :    2/328

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/438-439.

[251] Tirmizî/taharet:   52- Ebû Dâvud/taharet:   41- Nesâî/taharet:   46

[252] Sahîh-i Buharî - Müslim :  tbn Ebî Evfâ'dan

[253] Tefsîr-i Kurtubî: C. 2/212

[254] Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre, o da haramdır, yenilmez. Ancak Mesîh adına değil de normal şekilde kestikleri yenilir.

[255] Bak :  Celâl Yıldırım / Kur'ân Ahkâmı ve Mezhep İmamlarının Görüş Parkları:  C:  2/403

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/439-441.

[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/441.

[258] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kebîr Mefatihül-Gayb, Tefsîr-i İbn Kesir. Tefsîr-i Kurtubî ve Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/442-443.

[259] Dâremî / mukaddeme :  20 :  Abdullah bin Ebî Cafer'den mursel olarak.

[260] İbn Asâkir ;  Enes bin Malik'ten.  (Câmiussağîr)

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/443-445.

[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/445.

[263] Fazla bilgi için bak : Tefsir-i İbn Cerîr Taberî - Lübabu't-te'vîl - Tefsîr-i îbn Kesîr. Teîsîr-i Merağî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/446-447.

[264] İbn Ebî Hatim/Hadis munkatı'dır

[265] Sahîh-i Buharı - Müslim/zekât:   25-  Ahmed:   2/245,  252-3/330, 406

[266] Sahîh-i Buharî/zekât: 53, tefsir: 2/48- Müslim/zekât:  101, 102- Ebû Dâ-vud/zekât: 24- Nesâî/zekât: 76- Dâremî/zekât: 2- Taberânî/sıfatünnebî: 7- Ah­ 1/384, 446-   2/260

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/447.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/448.

[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/448-449.

[269] Tirmizî/zekât: 26- Nesâî/zekât: 82- îbn Mâce/zekât:  28- Dâremî/zekât: 37- Ahmed:  4/17,  18

[270] Sahîh-i Müslim/zühd : 42- Buhari/talâk : 25, edeb: 42- Ebû Dâvud/edeb: 123- Tirmizî/birr:   14- Ahmed :  2/375- 5/333

[271] Ankebut sûresi : 45

[272] Meâric sûresi :  19-23

[273] Buharı/ilim:    10-   Müslim/imaret:    175,   zekât :   98,   100-   Tirm izi /ilim : 4- İbn Mâce/mukaddeme :  17- Ahmed :   1/306- 2/234

[274] Taberânî :  İbn Ömer  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/449-452.

[275] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/453-454.

[276] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/454.

[277] Bir vesk   62.400 dirhem, 218.400 gramdır

[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/455-456.

[279] Ebû  Dâvud/diyat :   7-  Tirmizî/diyat :   17-   Nesâî/kasamet;   10,   16-  İbn Mâce/diyat:  23- Dâremî/diyat :   7- Ahmed :   5/10, 11, 12, 16, 18, 19

[280] Buharî/ilim :  39, cihat:   17, diyat :  24, 31- Ebû Dâvud/diyât: 4, 147- Tir-mizî/diyât :    16-   Nesâî/kasamet:   9,   14-   îbn   Mâce/diyât :   21-   Ahmed :    1/29 119,  122

[281] Ebû  Dâvud/diyât:   3

[282] t         »    /diyât:  5-  Ahmed :   3/363

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/456-457.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/457-458.

[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/458-459.

[285] Ebû Dâvud / cihad: 147, diyat: 11 - Nasâî / Kasamet : 10. 13 - tbn Mâce / diyat:  31 - Ahmed:  1/119, 122, - 2/180, 192, 2lı, 215

[286] Buharî / ilim:  39, cihad:  7, diyat:  24, 31  - Ebû Dâvud/diyat:   11. 147 -Tirmizî / diyat:  16 - Nesâî / kasamet:  9,  14 - îbn Mâce / diyat:  21  - Ahmed: 1/79,   119,   122

[287] Geniş bilgi için bak:  îbn Kesir Tefsiri, Lübubu't-te'vîl, Kurtubi, İbn Ce-lir, Alûsî ve Edvaü'l-Beyân tefsirlerine.

[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/459-461.

[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/461-462.

[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/462.

[291] Ahmed bin Hanbel : tbn Ömer (R.A.)dan - Daremî/vasaya:  3

[292] Buharî/cenâiz : 36, vasaya : 2, 3 - Müslim/vasiyet : 5, 7, 8 - Ebû Dâvud/ vasaya: 6, ferâiz : 3- Tİrmizî/cenâiz : 6- Nesâî/vasaya: 3- İbn Mâce/vasaya:  5

[293] îbn Mâce/vasaya: 3- Ahmed: 2/278

[294] Ebû Dâvud/vasaya:  6, büyü':  88- Tirmizî/vasaya:  5- îbn Mâce/vasaya: 6- Ahmed:  4/186

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/463-464.

[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/464.

[296] Ankebut sûresi :  8

[297] Geniş bilgi için bak:  Tefsîr-i Kurtubî, Tefsîr-i îbn Kesir, Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî, Alûsî ve Lübabu't-te'vîl

yaklaştığı vakit, idam (yok etme) cezası giyenlerin son' birkaç gününü ya da saatini en iyi ve en hayırlı biçimde değerlendirmeleri; geriye bol bir servet bırakıyorlarsa, ondan bir kısmını vâris olmayan fakir yakınla­ra vasiyet etmeleri öneriliyor.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/465.

[298] Câmiussağîr : îbn Abbas (R.A.). dan - Buharı/tefsir : 3, fezâil: 9- Müs-lim/iraâret: 71, zühd:  15- Tirmizî/fiten:  15, 45- îbn Mâce/mukaddeme :  11, ti­caret: 62- Ahmed: 3/36, 34, 41

[299] Buharî/cihad : 25, 74 - tefsir : 16, daavat: 36, 38, 40, 42, 44, 46- Müslim/ daavat:  48, 52, 73- Ebû Dâvud/vitir:-32, edeb:   10- Tirmlzî/daavat:  70, 76,  115-Nesâî/istiâze ; 7, 8- İbn Mâce/duâ:  3- Ahmed:  2/185, 186

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/465-466.

[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/467.

[302] Fazla bilgi için bak: îbn Kesîr ve îbn Cerîr tefsirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/468.

[303] Buharî/imân:   1, 2, tefsir :   2/30- Müslim/iman:   19, 22- Tİrmizl/iman: 3-  Nesâî/iman :   13

[304] Müslim/siyam:  161, 163- Nesâİ/siyam :  42- Ahmed:  2/273, 281- Dâremî/ savm: 50- Taberânî/savm : 58

[305] Müslim : îbn Abbas (R.A.)dan

[306] Buharî/iman :   28, siyam :   6-  Müslim/siyam:   203,  müsafirîn:   175-  Ebû Dâvud/ramazan;  1, savm : 57- Tİrmizî/savm :  1, cennet : 4- Nesâîl/siyam:  39-tbn Mâce/ikamet:   173, siyam:  2, 33- Dâremî/savm :  44- Ahmed:  2/232, 241

[307] Buharî/savm: 2, tevhîd: 35- Müslim/siyam :  162, 163- Ebû Dâvud/savm: 25- Tirmizi/iman : 8, cennet: 29- Nesâî/siyam : 42, 43- İbn Mâce/siyam: 1, zühd: 22- Ahmed :   1/195,   196- 2/257

[308] Ahmed :  2/380

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/468-469.

[309] Bakara sûresi :   185

[310] Bakara sûreSi :   187

[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/469-470.

[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/470-471.

[313] Gerçi Kitab-ı Mukaddes'te Zekeriya bölümü Tevrat'a bağlı bir kısımdır. Ama Hz. Yahya ve Meryem İle ilgisinin fazlalığını dikkate alarak bunu Hıristi-yanlarta alâkalı fasılda belirttik.

[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/471-472.

[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/472.

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/473.

[317] Farsça «pehriz» Türkçemizde daha çok «perhiz» şeklinde kullanılır.

[318] Tefsîr-i Ruhu'l-MaanI Alûsl : C. 8, S. 110/Müsned-i Ahmed

[319] Ahmed:  4/132- Tirmizî/zühd:  47- Hâkim

[320] Darekutnî :  Câbir  (R.A.)den Ahmed;  5/90

[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/474-475.

[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/475.

[323] Nesâî : Abdurrahman t>in Avı'tan/siyam: 40- Ahrned :  1/191- 5/246

[324] îbn Kesîr Tefsiri : C. 2/217 - Taberânî/siyam: 45

[325] Müslim/siyam:   99,  105. Nesâî/siyam:  47, 48. Ahmed:   5/58

[326] Buharı - Müslim - Nesâî/siyam:  56- Ahmed:  3/494- 6/343

[327] Ahmed bin Hanbel:  4/338- 5/32

[328] Buharî/mağazi :  60, ahkâm:   22- Müslim  - Daremî/mukaddeme:   24

[329] Buharî - Müslim : Muaz bin Cebel (R.A.)den

[330] Sünen - Ahmed :   5/266-  6/116, 233

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/476-477.

[331] Kadir sûresi :  1

[332] Duhan sûresi: 3

[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/477-478.

[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/478-479.

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/479.

[336] Tirmizî/zühd:   24-   Müslim/ilim:   II,   12-   Ahmed:   2/232,   313,   519,   525, 530, 538

[337] Tirmizî/fiten:  59

[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/479-481.

[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/482.

[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/483.

[341] Buharî/savm: 11- Müslim/siyam: 3- Nesâî/ siyam:  10- Ahmed: 2/63, 456

[342] Buharî/savm:   11, mezâlim;   25, salât  18,  eyman:   20,  22,  24,  nikâh:   83, 91, 92- Müslim/siyam:   5, 6, 9,  11, 14- Tirmizî/savm:   6- Nesâî:   14,   15,  17-  İbn Mace/siyam:  8

[343] Sahîh-i Buharî/savm:  13- Müslim/siyam:   15- Ebû Dâvud/savm:  4- Ne­sâî/ siyam:   17- Ahmed:  2/122

[344] Hâkim Müstedrek'inde  sahih  isnadla  rivayet  etmiştir.  Ayrıca  Ahmed : 1/367 - 2/415 - 5/42

[345] Buharı, Müslim, Ebû Dâvud, Tabarani, Müsned-i Ahmed

[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/484-486.

[347] Fazla bilgi için bak:  Tefsîr-i Kurtubî -  ibn Kesîr - Alûsî  - îbn Cerîr Taberî - Lübabu't-Te'vîl'e ve fıkıh kitaplarından El-Mebsut ile İbn Abidîn'e..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/486.

[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/486-487.

[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/487-488.

[350] Buharî/tevhîd :   15, 35- Müsiim/tevbe:   1, zikir:  2,  19- Tirmizî/zühd:  51, daavat :  131- İbn Mâce/edeb:  58- Dâremî/rikak:  22- Ahmed:  2/251, 315- 3/210-4/106

[351] Buharî/tevhîd:  43- Müsned-i Ahmed

[352] Buharî/daavat : 22- Müslim/zikir: 90, .91- Ebû Dâvud/vitir: 23- İbn Ma-ce/duâ:  7- Taberânî/Kur'ân:  29- Ahmed:  2/487

[353] Ahmed bin Hanbel :  5/438

[354] »        »        »         ;   3/18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/488.

 

[355] Buhârî/Mağazi:   38,   cihad:   131,   deâvat:   50,   68,   kader:   7,   tevhid:   9. Müslim/zikir :  44, 45. Ebu Dâvud/vitir •   26. Tirmizî/deâvat:   57. Ahmed :   4/394, 402, 403, 407, 418, 419

[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/488-490.

[357] Kaf sûresi âyet:   16.

[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/490-491.

[359] Müslim / zefeât : 64. TIrmizî / Tefsir: 2. Dâremî / rikak : 9. Ahmed: 2/328

[360] Münebbihat

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/491-493.

[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/493-494.

[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/494-495.

[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/495.

[364] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/497.

[365] Buharî/tefsîr: 2, savttı:  16- Müsiim/siyam:  34, 35, Nesâî/siyam: 29- Dâ-remî/savm : 7

[366] Nesâî/siyam :   18,   19-   tbn  Mâee/siyam:   22-   Daremî/savm:   9-   Ahmed: 2/377, 4.77-3/32,  99

[367] Müslim/siyam:   46-  Tirmizî/savm:   17-   Nesâî/siyam:   27-  Dâremî/savm: 9- Ahmed: 4/197

[368] Buharî/savm :   45-   Müslim/siyam:   48-   Tirmizî/savm :   13-   îbn   Mâce/ siyam: 24- Dâremî/savm:  11- Ahmed: 5/147, 172

[369] Buharî/ezan:   13,  savm:   17,  talâk:   24-   Müslim/siyam:   39,  41,  43-  Ebû Dâvud/savm:  17- Tirmizî/savm: 15- tbn Mâce/siyam: 23- Ahmed:  1/386, 392,435

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/497-498.

[370] Fazla bilgi için bak: El-Mebsut - Fetevâ-i Hindiyye - îbn Abidîn - Be-dayiussanayi'

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/498-499.

[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/499-500.

[372] Bakara sûresi : 125

[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/500-502.

[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/502.

[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/502-503.

[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/503.

[377]  Tefsîr-i Kurtubi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/504.

[378] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/504.

[379] Buhari/şehadet:   27, hiyel:   10, ahkâm:   20-  Müslim/akziye:  4-  Ebû Dâ-vud/akziye:   7-  Tirmizî/akziye:   11,   18-  Nesâî/kuzat:   12,   33-  îbn  Mâce/ahkâm: 5- Ahmed: 6/203, 290, 307

[380] Buharî/ilim : 37, hac:  132, mağazî:  77. edeb: 43, adahî:  5, hudud:  9, fi-ten:  8, tevhîd:   24- Müslim/hac:   14- Tirmizi/fiten:   6, tefsir:   2/9- Nesâî/kuzat: 36- tbn Mâce/menasik: 76, 84, üten :  2- Ahmed:   1/230

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/504-505.

[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/505-506.

[382] Ahmed bin Hanbel

[383] Taberânî : Ebû Derdâ'dan

[384] Buharı  -  Müslim

[385] İbn EM Dünya

[386] Taberânî :  İbn Ömer  (R.A.)dan

[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/506-507.

[388] İbn Hibbân  - El-Hâkim

[389] Taberâni :  Abdullah bin Amr  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/507-508.

[390] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/508-509.

[391] Esbab-ı nüzul / Nisabûri.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/509-510.

[392] Müslim/birr:  32- İbn Mâce/zühd:  9- Ahmed:  2/285

[393] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/510-511.

[394] Hâkim  - Beyhakî :   İbn Ömer   (R.A.) dan. Sahihtir.

[395] İbn Kesir :   Muhammet!  bin  Câbir'den..   (İlgili  âyetin  tefsirinde) :   Ah­med :  1/367 - 2/415 - 5/42. Hakim :  Sahih isnadla..

[396] Buharî/savm:   5,  11- Müslim/siyâm :   6,  9,  17: Ahmed:   2/5,  13,,63,  145, 259, 263, 281, 287, 415, 422, 430 -  3/229 - 4/23, 321  -   5/42 - 6/149

[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/511-512.

[398] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/512-513.

[399] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/513-514.

[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/514.

[401] Mâide  sûresi  âyet :   13

[402] burun gibi uzuvları)nı kesmeyin; (işkence ile öldürmeyin). Çocukları

Fussilet sûresi âyet:  34

[403] MÜzzemmil sûresi âyet:   10

[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/516.

[405] Müslim-Ahmed :   2/524-   4/240-   5/352,   358

[406] Ahmed :   1/300

[407] Buharî/tevhîd:   28-  Tirmizî/fezail-i  eihad :   28-  İbn  Mâce/cihad:   13

[408] Buharî/cenaiz:  77, ilim:  39, sayd:  9, 10, büyü':  28- lukate:  7, cizye:  22, mağazî:   53, diyat:   8- Müslim/hac:   445, 448, 464- Ebû Dâvud/menasik:   89,  95-Nesâî/hac:   110,  120-  Ahmed:   1/119,  253-   3/119

[409] Ahmed:   2/292, 538- Müslim/cihad:  86- Ebû Dâvud/imaret:   25

[410] Hz. Ali'ye  (R.A.)  isnad edilir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/516-517.

[411] tbn Kesîr - Kurtubi - Fethü'l-Kadir tefsirleri

[412] Kurtubî  -  Alûsî tefsirleri

[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/517-518.

[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/518-519.

[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/519-520.

[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/520-521.

[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/521-522.

[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/522-524.

[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/524-525.

[420] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/525-526.

[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/526.

[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/526.

[423] Kurtubî. îbn Cerîr, İbn Kesir tefsirleri. Ayrıca aynı konu az değişik bi­çimde Ebû Davud, Tirmizî, Nes?'  ve İbn Ebî Hatim tarafından da rivayet edil­miştir.

[424] Bu rivayeti bazı farklarla EDû Davud ve İbn Kesir nakletmişlerdir. .  

[425] İbn Ebî Hatim ve İbn Kesir tefsiri.

[426] îbn Cerîr - îbn Kesir tefsirleri

[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/527-529.

[428] Nesâî/cihad: 45- Tirmizî/cihad: 4- Ahmed:   1/195, 196- 4/322, 345

[429] İbn Mâce

[430] Buharî - Müslim - Tirmizî: Zeyd bin Halid'den.

[431] Buharî: Huaeyfe (R.A.)den

[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/529.

[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/530.

[434] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - İbn Kesir - îbn Cerîr tefsirlerine..

[435] Fazla bilgi için bak :  Mefatihü'1-gayb ve Kurtubî tefsirlerine.

[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/531.

[437] Zilzâl sûresi :   7, 8

[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/531.

[439] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/531-532.

[440] Ca'rane, Mekke ile Tâif arasında bir suyun adıdır; o yer de ayn? isimle anılır. Resûlüllah   (A.S.)  Efendimiz Hünayrı savaşından dönüşlerinde orada  in­miş ve bir mescid yaptırmıştır.

[441] Hadîs  sened-i  sahihle  Yala  b.  Unıeyye'den  rivayet   edilmiştir.  Değişik kelimelerle  birkaç yoldan da  aynı rivayet yapılmıştır.  Buharî/hac :   il,  Umre: 10- Müslim/hac:  6, 8,  10

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/533.

[442] Sahih-i Müslim.

[443] Tirmizî-Nesâî/hac: 6, 50- İbn Mâce/menâsik : 3 Ahmed:  1/25, 387-3/446, 447

[444] Buharî/hac:   77

[445] Ebû Dâvud/menâsik:  23, 56- Müslim/hac:  148- Tirmizi / hac:  87- îbn Mâce/hac:   84

[446] Geniş bilgi için bak : tbn Kesir - Kurtubi - İbn Cerîr tefsirlerine.

[447] Buhari/nikâh:   15- Müslim

[448] Buhari - Müslim/hac : 138

[449] Buharî/tefsir: 2, mağazî : 35, muhser: 5, 8, tıb:  16- Müslim/hac: 82, 86

[450] Buharî-Müslim

[451] Buharı  diyor ki :   tmrân'ın  «bir  adamadan  kasdi,  Hz.  Ömer   (R.A.)dır. Çünkü Hz. Ömer  (R.A.)ın halkı Hacc-i Temettü' yapmaktan men'ettiği rivayet yoluyla bilinmektedir.

[452] Bu, Ibn Abbas'a göredir.

[453] Müslim/siyam: 144, 145- Nesâî/iman: 7- Ahmed: 2/229-3/451, 460-4/335-5/75, 76

[454] Celâl Yıldırım / Kur'ân Ahkâmı:   1971

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/533-539.

[455] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/539-540.

[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/541.

[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/544.

[458] İbn Murdeveyh; Câbir (R.A.)den merfuan rivayet etmiştir - Ahmet: 2/95

[459] Sahîh-i Buharı

[460] Abd bin Hamîd / Müsnedi

[461] Ahmed bin Hanbel:  2/229- 3/45, 460- 4/335- 5/75, 76

[462] Sahîh-i  Müslim

[463] Ahmed bin Hanbel

[464] Sahîh-i Buharî ve Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/544-545.

[465] Bu rivayet mevkuftur, fakat sahihtir.

[466] Müslim, Ebû Dâvud, Ahmed: Ebû Katade'den..

[467] Taberânî / kuran:  32, hac:  246. Müsned-i Ahmed:   3/127, 515

[468] İbn Kesîr diyor ki : Bu rivayet, bu konudaki isnadlarm en güzelidir.

[469] îbn Murdeveyh - Hâkim Müstedrek'inde sahîh senedle rivayet etmiştir.

[470] Ahmed bin Hanbel..

[471] Ebû Nuaym..

[472] Ahmed bin Hanbel..

[473] İbn Murdeveyh.

[474] Ahmed bin Hanbel..

[475] Bilgi için 564. sahifeye bakılması.

[476] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/545-553.

[477] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/553-554.

[478] Mendeleyev. Dimitri İvanoviç  (1834-1907)  Rus fizikçisi.

[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/554-556.

[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1/556.