Allah'ın Varlığı Ve Birliği Konusu
Ömrün Sonunun Önemi Ve Sosyal Faaliyet
Diğer Ümmet Ve Milletlerde Oruç
Ramazan'da Resûlüllah (A.S.) Efendimizle Melek Cebrail'in Karşılıklı
Kur'an Okumaları (Mukabele)
Ramazanın Sosyal Yapımıza Yön Vermesi
Duanın Daha Cok Kabul Olunduğu Vakitler
İtikâfın Psikolojik Yönden Olumlu Etkileri
Rüşvetin Sosyal Yapımız Ve Ahlâkımız Üzerindfki Olumsuz Tesirleri
Bir Şeyi Kutsal Kılma Hakkı Allah'a Ve Peygamberine Aittir
Haccın İslâm Ülkeleri Arasında Birlik Ve Beraberlik Sağlaması
Haccın Sosyal Yönü Ve Ahlâkımız Üzerindeki Olumlu Etkileri
Âyetlerin Fıkhî Yönü Ve Bu Konulardaki İctihad Farkları
Yapılan İbâdetle De Dünya Ve Âhiret Arasında Denge Sağlamak
Ölümden Sonraki Hayat Ve Allah'a Dönmek
Zeki ve anlayışlı, kendini
kontrol edip bilen ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz olan ise,
kendini kötü arzularının peşinde sürükleyen ve (bununla beraber) Allah'dan
(saadet yurdu) temenni edendir.» [1]
Kuruntu, karakterle
ilgili genel psikoloji kapsamına giren ruhî bir haldir. Psikanalizcilerin de
araştırmalarına konu olmuştur. Çünkü şuuraltı kargaşalıklarından ileri gelen
ruh ve fizik bozuklukları bir takım kuruntulara yol açabilir.
Kuruntuya kapılan
tipler olduğu gibi kitleler de eksik olmamıştır. .Böyle olan toplumlarda
gerçeği araştırma temayülü pek azdır. Ekseriya telkin yoluyla bağlandığı
manevî değerleri üstün sayma ve bunun fevkinde başka bir değere yer vermeme inancı
hâkimdir. Tıpkı Yahudilerde olduğu gibi.. Kendilerini en üstün bir ümmet kabul
etmeleri, başka milletleri köle saymaları ve diğer bütün insanların Yahudi
milletinin mutlu yaşaması için yaratılmış hadimler olduğunu iddia etmeleri bu
cümledendir. İşte böyle olan toplumlar iddialarını doğrulayacak, aynı zamanda
akıl ve mantık yoluyla kesin sonuç doğuracak bir belge getirmekten ziyade onu
tükenmiyen bir zihin hali olarak muhafazaya çalışırlar.
Kuruntu ayrılması zor
bir inanç halini alınca artık bağlı bulunduğu konuda tekâmülü soysuzlaştırır.
Buna kitleler taassubu da denilebilir. Burada akıl ve muhakeme yolu kapalıdır;
telkin ile meydana gelen ve toplumun manevî bünyesini saran bir iddia
mevcuttur. Böyle bir iddiayı taşıyanların -Gustave Le Bon'un dediği gibi-
meyil ve muhabbetleri hiçbir zaman iyi hükümdarlara, büyük azizlere değil,
kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur.
Buna kıyasla
Yahudilerin de meyil ve muhabbeti hiçbir zaman en büyük peygamber Hazret-i
Muhammed'e (A.S.) olmamıştır. Bilâkis onu kötülemek ve dâvasını baltalamak için
ne lazımsa her şeyi yapmışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm onların
bu halet-i ruhiyelerinden bahsederken Emâ-niy tabirini kullanmıştır. Bu,
«ümniye»nin çoğul şeklidir. Ümniye : Gerçekleşmesi zor veya mümkün olmayan
şeyleri temenni etmek, boş kuruntu kurmak, telkin neticesi bir şeyi gerçek
kabul edip inatla onu iddia etmek, zan ve takdirde bulunmak, yalan-dolan
uydurmak gibi mânalara gelir. [2]
Dünyada maddî
varlığımızı belli bir süre yaşatabilmemiz için üç şeye muhtaç bulunuyoruz:
Hava, su, güneş... Bu üçünden birini yitirdiğimiz zaman artık yaşama imkânımız
kalmaz. Fakat yalnız et, kan, kemik ve sinirlerin yaşamasını, diğer bir tabirle
varlığını sağlamamız kâfi midir? Asıl bu maddelere canlılık vasfını veren ve
onlara kumanda eden manevî bir varlığımız yok mudur? Var olduğunu kabul edecek
olursak -ki mutlaka vardır- Onun hayatiyetini ne ile koruyabiliriz? sorusu
ortaya çıkar.
O halde insan madde
ile mânanın birleşiminden meydana gelmiştir. Maddî varlığımızla diğer
canlılarla birleşir, manevî varlığımızla onlardan ayrılırız. Yukarıdaki âyet
manevî varlığımız yani ruhumuz için hava, su ve güneş kadar lüzumlu olan üç
şeyden bahsediyor: İslâm, imân ve ihsan...
Bu üçünün sonucu olan bir de mükâfat... Ruhumuzun Allah'tan geldiği gibi
tertemiz kalabilmesi ve ilâhî ma'rifete erişebilmesi için bu üç şeye muhtaç
bulunduğunu bütün dinler belirtmiştir. En son din olan islâmiyet ise bu
ihtiyacı ilim ve akıl ölçülerine de yer vermek suretiyle şekillendirmiştir.
İSLÂM :
İnsanın kalb ve vicdanını her türlü kötülüklerden temizliyen, hakkı kabul edip
ona boyun eğmeği öğreten, beşerî nefis ve şehvet bataklığından çıkarıp
selâmete eriştiren ebedî bir gıdadır.
İMÂN : Tek
olan, eşi-dengi bulunmayan Allah'a bağlanmayı gerçekleştirir. Yok olma
ümitsizliğini silip atar. Hayatı en güzel şekilde düzenler. Sevgi ve saygının
zevkini, Hakk'a kulluğun asıl manasını aşılar. İnsan haklarına hürmeti
öğretir. Diyebiliriz ki ruhumuzun en çok muhtaç olduğu gıda işte budur!.
İHSAN : Her
şeyi lâyık olduğu şekilde güzel yapmak, her şeyde Allah'ın sanatının
güzelliğini görmek, bu nedenle Allah'ı görür gibi, O'nun güzelliğini seyreder
ölçüde ibâdet etmek; günlük 'yaşantılarımızda Allah'ın bizi gördüğünü içten
sezip ona göre söz ve hareketlerimizi, düşünce ve arzularımızı düzenlemek
demektir. İşte güneş nasıl eşyaya ışık, renk ve mâna veriyorsa İhsan da ruha
ışık, renk ve mâna veriyor. [3]
Bütün bu
manevî gıdaların . emin sonucu,
hiç şüphesiz ki ebedî
saadettir. Çünkü imân, yüksek ahlâk ve fazîletin hedefi budur. Bu hedef hiç
şaşmaz. İmân, ahlâk ve fazîlet şu dünyada hedefine ulaşmıyacak olursa, mutlaka
âhirette ulaşacaktır.
Güneş, su ve havayı
yeteri kadar almanın neticesi, belli bir süre sağlık ve mutluluk içinde
yaşamaktır. İslâm, imân ve ihsan'ın feyizli iksirini almanın sonucu ise, sonu
gelmiyen, hastalığı ve ölümü olmayan bir hayata erişmektir.
Bunun içindir ki
Cenâb-ı Hak bu ihtiyaçları, her türlü kin, haset, iftira, hakkı inkâr, maddeye tapınma
hastalıklarından kurtulabilen mü'-minlere hatırlatıyor «Kim Allah'ı görürcesine (bir duygu taşır da
ibâdet ve günlük işlerinde) kendini Allah'ı verip tam bir teslimiyet
gösterirse, işte onun için Rabbi katında mükâfat vardır...» [4]
Isrâîloğulları,
bilhassa millî ve sosyal anlamıyla diğer cemiyet ve milletlerin zararına,
sonucu hayal olan bir ideal peşinde bulunuyorlar. Onlara göre kendileri
yeryüzünde Allah'ın has ve güzide kulları ve O'nun tek sevgilileridirler. Diğer
milletler ise sadece İsrâîloğullan'na hizmet etmek, onların varlığını devamda
vasıta olarak çalışmak için yaratılmışlardır. Nitekim Mâide sûresi 18. âyet
ile onların bu vehme dayalı iddialarından bahsedilerek buyuruluyor ki: «Yahudi
ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler.» Bu gülünç
iddia asırlarca Yahudî ve Hıristiyanların can kurtaran simidi olmuş, kitleler
bu cümlenin tesiri altına alınmış, onun kuruntu sahasına sokulmuştur. Böylece
bu kuruntu iki milletin ruhunda, diğer milletlere karşı bir üstünlük hissini;
kendilerinden olmayan kimseleri aşağı görme gururunu doğurmuştur. Yahudilerin
tarih boyunca diğer milletleri çeşitli yollardan sömürerek yaşamaları, her memlekette
ithalat ve ihracatı kendi inhisarları altına alıp ticari hayata hâkim olmaları,
tefeciliğin en kötü şeklini tatbik etmek suretiyle başka milletten
olanların kanını emmeleri; Hıristiyanların haçlı seferlerini tertiplemeleri, dünya ilim
ve medeniyetine hizmet etmiş Müslümanları yeryüzünden kaldırma gayretleri bir
yönüyle bu vehmin elim neticesidir. [5]
Âyette geçen {h û d)
kelimesinin «Yahudi» mânasına olduğunu Ferrâ' kabul etmiştir. Fazla harfler
hazfedilerek kısaltılmıştır. Ahfeşe göre, «hûd» kelimesi, «hâid»in çoğul
şeklidir.
BURHAN :
Kesin bilgi veren delil, demektir. Çoğulu «Berâhîn»dir.
EMÂNİY :
Umniye'nin çoğul şeklidir. Bunu şeddeli okuyanlar da var... Gönülden geçirilen
boş ve hayalî şeyler- yalan ve uydurma zanna dayalı takdirler demektir.
İSLÂM: Silm
maddesinden teslimiyet, boyun eğip razı olmak, bir şeyi tertemiz lekesiz
tutmak, esenliğe ulaşmak veya esenliğe kavuşturmak gibi manaları ifâde eder. [6]
113—
Yahudiler, «Hıristiyanlar kayda değer bir şey (hak bir din) üzere
değillerdir,» dediler. Hıristiyanlar da, «Yahudiler kayda değer bir şey (hak
bir din) üzere değillerdir,» dediler. Halbuki her iki taraf da kendilerine ait
kitapları okurlar. Böylece bu hususta bilgisi olmayanlar da (tak-lît yolunu
seçerek) onların dediği gibi demeye başladılar. Allah kıyamet günü ayrılığa
düştükleri hususta onlar arasında hükmedecektir.
Yahudi ve Hıristiyan
din adamlarının birbirlerini küçümsemesi, birinin diğeri için hak üzerine
olmadığını iddia eder anlamda ileri geri söz sarfetmesi konu ediliyor; sonra da
iki tarafın haksızlık ettiğine dikitler çekilerek Tevrat
ve İncil'in onları
yalanlar mahiyette belgeler
taşıdığına işarette
bulunuluyor. Çünkü insan eliyle hayli tahrifata uğramalarına rağmen Tevrat ve
İncil'de aydınlatıcı bilgiler mevcuttur. Tevrat'ta Musa Peygamberden sonra peygamber
gönderileceği açık şekilde yazılıdır :
«Onlar için kardeşleri
arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim her şeyi
onlara söyliyecek.» [7]
«Ben Yehovayım, ismim
odur; ve izzetimi bir başkasına, ve hamdimi oyma putlara vermiyeceğim. İşte,
öncekiler vaki oldu, ve yenileri (gelecek peygamberleri) ben bildiriyorum;
oniar meydana çıkmadan önce size işittiriyorum.» [8]
İncil'de ise İsa
Peygamberin İsrâîloğultarı'na şöyle dediği yazılıdır:
«Sanmayın ki, ben
şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam
etmeğe geldim.» [9]
Birçok müfessirlere
göre, Yahudilerin Kâ'be-i Muazzama'ya karşı olan tutumları, zamanında
Hıristiyanların Beytü'l-Makdis'i ibâdete kapalı tutup yıkmaları ve Yahudilerin
sistemli propagandasının te'siri altında kalan Mekke müşriklerinin Hudeybiye
senesinde Resûlüliah (A.S.) ile arkadaşlarının Kabe'yi tavaf etmelerine
şiddetle engel olmaları, ilk mabet olarak yeryüzüne konulan Kâ'be'yi tamamen
bir puthane şekline sokmaları, genel olarak mabetlerde ibâdet edilmesini ve
Allah'ın isminin bu kudsî yerlerde anılmasının engellenmesini hedef tutuyordu.
Mabede karşı, bu derece şuursuzca hasım olan Yahudî ve Hıristiyanların artık
Allah'ın dostları ve sevgilileri sayılmaları nasıl düşünülebilir? Zira Allah'a
ibâdet edilmesine engel olmaları, din ve vicdan hürriyetine ağır bir darbe
indirmek, insan haklarını çiğneyip hiçe saymak demektir. Bu ise en büyük zulümdür.
İşte aşağıdaki âyet-i
kerimeyle bu hakikat beyân edilmekte ve iki sınıf kitap ehlinin ilâhî sevgiyi
kaybettikleri belirtilmektedir. [10]
114__ Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına (ya da
namaz kılınıp ibâdet edilmesine) engel olup bunu yasaklayan ve onların yıkılıp
viran hale gelmesine çalışanlardan daha zâlim kim (olabilir)? Bunlar ancak
mescitlere endişe ve korku içinde girebilirler. Dünyada rüsvaylık onlaradır,
âhirette de büyük azap onlar içindir.
Başta müfessir İbn
Cerir et-Taberî, Hafız İmaduddin İbn Kesîr, Kur-tubî ve Âlûsî olmak üzere
rivayet yollarını tesbit eden ekseri müfessirlerce bu âyet, Kudüs'ü fethedip
Beytü'l-Makdis'i yıkan Buhtunnasar ve onun meşrebinde olup mabetlerde Allah
adının anılmasını men'eden ve onları yıkıp viran hâle getiren zâlimler hakkında
inmiştir.
Kâbe-i Muazzama'yı
puthane yapıp tevhit ehlinin oraya girmesine, ibâdet etmesine engel olan Mekke
putperestleri de bu cümledendir.
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre, bu âyet, başka milletlerin Beytü'l-Makdis'e girip ibâdet
etmelerine imkân vermiyen Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. [11]
Rûhu'l-Maanî sahibi
Âlûsî ise bu âyet-i kerîmenin özellikle Roma Kayseri Teytus (Titos) ve avanesi
hakkında indiğini kaydetmektedir. Romalılar Kudüs dolaylarında
İsrâiloğulları'yla yaptıkları savaş neticesinde
Kudüs'ü fiilen işgal
etmiş, Beytü't-Makdis'i yıkmış, Tevrat'ı yakmış ve bu mâbedde domuz boğazlayıp
içini kokmuş etlerle kirletmek suretiyle en büyük hakareti reva görmüşlerdi. [12]
Bütün bu nakil ve
rivayetlerle beraber çoğu tefsirçiiere göre, bu âyet-i kerîme, Beytü'l-Makdis'i
yıkan Buhtannasar ve Müslümanların girip ibâdet etmesine Kabe'yi kapatan Mekke
müşrikleri hakkında İnmiştir.
Buhtunnasar, Babil
hükümdarlarından üçüne verilen müşterek bir isimdir. M.Ö. 605-562 yılları
arasında Babil'de saltanat süren NABUPO-LASSAR'ın oğlu NABUKODONOSOR
(Buhtannasar) 593 yılında Kudüs üzerine yürüdü. Kudüs kralını tutukladı ve
halkını esir alarak Babiolania'ya götürdü. Fakat Kudüs'ün bağımsızlığına
dokunmayarak SEDAKİAS adlı birini kral ta'yîn etti. Ancak bu yeni kral da kısa
bir zamanda TYR ile birlikte Babil'e düşmanca davranarak Mısır'a yanaştı.
Buhtannasar NABUKODONOSOR ikinci defa Kudüs'e yürüdü. Şehri M.Ö. 586'da ele
geçirdi. Kudüs kralının gözlerini oydurarak Babiî'e götürdü, oğullarını idam
ettirdi. [13]
Rivayetlere göre bu
arada Beytü'i-Makdis de tahrip edilmişti. Fakat asıl tahrip NERON'dan sonra
Roma Kayserlerinden OSPASYONOS ve oğlu TİTOS'un saltanat devirlerinde (M.S. 73
yılında) olmuştur. Bu tarihte Beytü'l-Makdis'in ikinci defa bir evvelkine
nisbetle daha kötü şekilde tah-rîp edildiği bilinmektedir. İşte yukarıdaki
âyet, hem Buhtannasar'ın hem Mekke müşriklerinin, hem de onların bu aşırılık ve
azgınlığına sevinen Yahudî ve Hıristiyanların bu yoldaki tutumlarının büyük bir
zulüm olduğunu beyân ediyor.
Putperestlerin bu
tutumlarını tasvir eden diğer âyetlere gelince:
«(Sen ve istiğfar eden
mü'minler aralarında bulunmayınca) Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oysa
onlar (mü'minleri) Mescid-i Haram'a (girmekten) men'ediyorlar. (Bununla beraber)
onlar O Mescid'in dostları ve lâyıkları da değillerdir. Onun dostları ve
lâyıkları ancak muttaki (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan
sakınanlardır. Ama ne var ki, onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.» [14]
«Allah'a ortak koşan
putperestler, kendi aleyhlerine küfür İle şeha-dette bulunup dururlarken
Allah'ın mescitlerini İmar etmeleri uygun ve yakışır değildir. İşte bunların
(iyilik adına) yaptıkları
boşa gitmiştir ve ateşte onlar
temelli kalıcılardır.» [15]
«İnkârda ısrar edip
sizi Mescid'i Haram'dan alıkoyanlar, hediyelik kurbanlarınızı yerine
ulaştırmanıza engel olanlar, onlardır.» [16]
Durum bu olunca Hicrî
dokuzuncu yılda Resûlüllah (A.S.) Mekke'yi fethettiğinde Cibrîl-i Emîn şu
emirle indi:
«EV imân
&*Qn]eri müşrikler (Allah'a ortak
koşanlar) ancak murdardırlar. Bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar.» [17]
Mekke
putperestlerinin, en eski mabet olan Kâ'be'yi, Tevhit Dini mensupları olan
Müslümanlardan kıskanmalarının ve onların oraya girip ibadet etmelerine engel
olmalarının sebebi, sadece koyu bir taassup ve karanlık bir cehalet idi.
Taassup aşırı muhafazakârlığı, cehalet ise kin ve tecavüzü, zulüm ve tuğyanı
doğuruyordu. İşte müşrikler böylesine bir doğum sancısı içinde bulunuyorlardı.
Yoksa onların mabedi ibadete kapalı tutmaları bir ilim ve hikmete dayanmıyordu.
Yüksek ahlâk kurallarını getiren, medeniyetin en hayırlı kaidesini kuran,
ilim, ahlâk ve faziletle sar-maş-dolaş olan bir dine karşı çıkmak, onu
söndürmeye çalışmak başka hiçbir şeyle ifâde edilemez! Zira karanlık ancak
cehalettedir; geri kalmak ancak aşırı taassuptadır.
Mescid-i Haram'ı asıl
gayesinden uzaklaştırıp orayı bir puthane yapmak, tevhit erbabını oraya
yaklaştırmamak büyük bir zulüm olarak vasıflandırılıyor. Çünkü mabetler ancak
ilim ve ahlâkın, Allah'a kulluğun ve insanlığa hizmetin telkîn edildiği
mukaddes yerlerdir. İnsanın ruhen ve vicdanen en çok eğitildiği; yüksek ahlâk,
derin bir vecd, sağlam bir imân, şuurlu bir kahramanlık ve âlicenaplık gibi
yüksek meziyetleri iktisap ettiği birer eğitim merkezleridir. Bu merkezlen
ibâdete kapalı tutmak, gayesinin dışında kullanmak, yıkılıp enkaz haline
gelmesine yol açmak veya göz yummak, hem ilme, hem güze! ahlâka, hem de fazîlet
dolu bir medeniyete ve insan haklarına karşı büyük bir zulüm ve ihanettir.
Mabedin insan ruhu ve vicdanı üzerindeki derin tesirlerini kim inkâr edebilir?
Maddenin boğucu ve öldürücü çukuruna düşen bedbahtlar müstesna!.. Manasını
idrak ederek Mabede girip tam bir teslimiyet içinde ibadet eden ve ruhen
yükselen kişilerin tarih boyunca insanlıktan yana yapmış oldukları hizmetler,
ferağat-i nefs içinde vermiş oldukları müstesna örnekler sayılmıyacak kadar
çoktur. Savaşlarda zulüm ve tuğyanı durdurmak için aziz canlarını seve seve
veren şehitler, serhadlarda at koşturan gaziler, fakir ve kimsesizleri kendi
nefislerine tercih eden merhametli ve şefkat-lılar, memleket menfaatlerini
kendi şahsî çıkarlarının üstünde tutan gelişmiş vicdan sahipleri hep mabet
terbiyesi almış bahtiyarlar değil midirler? Bu terbiyeden mahrum kalan nesillerin
anarşizme nasıl kaydıklarını, vatanlarını nasıl sattıklarını, memleketi nasıl
harap ettiklerini tarihin birçok devirlerinde görmemek mümkün mü? Müslüman ve
hatta diğer milletlerin kurtulma ve yükselme yolu, minarelerle fabrika
bacalarının beraber yükselmesi, işçinin ve patronun yanyana neni mâbedde, hem
de iş yerinde bulunmasıdır. [18]
Mabetlerin ibâdete
kapalı tutulması konusunda : «Allah'ın mescidle-rînde O'nun adının anılmasına
(ya da namaz kılınıp ibâdet edilmesine) engel olup bunu yasaklayan ve onların
yıkılıp viran hale gelmesine çalışanlardan daha zâlim kim (olabilir)?»
mealindeki âyetin iniş sebebi her ne kadar hususiyet arzediyorsa da sebebin
hususiliği mananın delâletindeki umumiliğe mani' teşkil etmez. [19]
Böyle bir tutum ve
davranış neden büyük bir zulüm olarak vasıflandırılmıştır? Cemiyetler ve
milletler ancak manevî değerlerle yaşar, ibadet ve mabet ile de sevgi-saygı,
yardım, dayanışma, merhamet ve şefkat ruhuna sahip olurlar. Bu mana ve ruhtan
mahrum olan cemiyetlerin çoğu yalnız maddî kıymetler peşinde koşarlar, behimî
bir hayat onlarda revaç bulur. Şahsî menfaatler, şehevî arzular ön plâna
alınır. Yardımlaşma hissi körelir. Vicdanlar katılaşır; merhamet ve şefkat
hissi dumura uğrar. İç aydınlığı diye bir şey kalmaz. Zira ruhu ancak mabetler
ve orada yapılan ibadetler aydınlatır. Allah'a bağlanmak, O'nun hoşnutluğuna
erişmek inancı ise cemiyet bünyesindeki dengeyi sağlar, huzur ve sükûn havasını
devam ettirir. Tarih boyunca mabetlerin insan nesline nasıl yön verdiğini,
oralarda gönül toprağına atılan ilim, ahlâk ve fazîlet tohumlannın kısa zamanda
nasıl gelişip neşv-u nema bulduğunu bilmem anlatmaya lüzum var mıdır? Bunun
ilk örneğini en mükemmel şekilde veren bizzat Peygamber Efendimizdir (A.S.).
Mescid-i Saadet sadece ibâdet yeri değil, aynı zamanda bir ilim ve irfan
merkezi idi. Bu merkezde eğitilen mü'minler kısa zamanda fazîlet ve kemalatın
zirvesine yükseliyor, deve çobanı, büyük bir devlet adamı olabiliyor; talanoı
bir kimse büyük bir kumandan seviyesine erişebiliyordu. Savaşa çıkmadan önce
camilerde toplu halde yapılan duâ ve niyazların, okunan fetih âyetlerinin
ruhlar üzerinde meydana getirdiği müsbet tesir mevcut ordunun gücünü on misli
artırmamış mıydı? Bu sebeple üç bin kişilik mütevazi bir ordunun yüz bin
kişilik bir orduyla savaştığını güvenilir tarihçilerimiz nakletmektedirler.
Sultan Fâtih'in İstanbulu fethedince ilk iş olarak Ayasofya mabedine gidip
şükran borcu olarak namaz kıldığı, duâ edip sevinç gözyaşları döktüğü bir
gerçektir.
Bunun içindir ki,
cemiyetler ve milletler her şeyi iâyık olduğu şekilde korumak ve gerektiği yere
koymakla yükümlü tutulmuşlardır. Zira böyle yapmak adalettir; aksi ise
zulümdür. Mabetler, Allah'a kulluk etmenin, ruh ve vicdan cihetiyle gelişmenin,
dalkavukluk ve bedbahtlıktan kurtulmanın en elverişli okullarıdır. Sınıf
farkının kalktığı, cemiyetin* gönüi gö-nüle verdiği, tam bir kardeşlik sırrına
erişildiği eğitim merkezleri yine mabetlerdir. İnsanların en tabii hakkı olan
ibadete ve mâbade yasak koymak, ibadethaneleri yıkıp viran hale getirmek
onları gayesinin hilâfına kullanmak demektir. Bu ise zulmün tâ kendisidir.
Çünkü bir şey ne kadar çok gaye ve maksadından uzaklaşırsa o nisbette zulüme
lâyık görülmüş olur.
Zulmün sonu ise
rüsvaylık ve felâkettir. Kur'ân-ı Kerîm bu felâket ve rusvayhgın sırası
geldikçe gerçekleşeceğini bindörtyüz sene önce «Dünyada rüsvaylık onlaradır,
âhirette büyük azap onlar İçindir» âyetiyle haber vermiş ve haber verdiği gibi
de çıkmıştır. Önce Anadolu'nun ve sonra İstanbul'un Bizans'ın elinden alınması
bu cümledendir. Bizans (Roma) imparatorluğu, mabetleri seksüel konularda
kullandıkları, ruhanî havayı mâbedlerden boşalttıkları için tarih sahnesinden
silinmeye mahkûm oldu; yani bu koça imparatorluğun yıkılmasının başlıca
sebeplerinden biri de bu idi. Milletler için dünyada en büyük rüsvaylık
istiklâlini kaybetmek veya tarih sahnesinden silinmektir. [20]
Bilhassa Mâlikîler bu
âyet-i kerîmeye dayanarak, yani bununla istidlâl ederek kadını, hac ibâdetini
yerine getirmekten ve mescidlere girmekten alıkoymanın caiz olmadığını
söylemişlerdir. Kadın bu durumda, yanında mahremlerinden biri bulunsun
bulunmasın ibâdetini -şartlar gerçekleştiği takdirde- yapmakla mükelleftir.
Ancak bir fitne çıkma endişesi halinde bu ruhsat ve cevaz kalkar. Bunun içindir
ki Hazret-i Peygamber (A.S.) : «Allah'ın cariyelerini (yani kadınları)
mescidlerden menetmeyi-niz!» buyurmuştur. [21]
İkinci bir husus da :
Mescitleri gayesinden başka şeylerde kullanmanın caiz olmadığıdır. [22]
Harab: Viran etmek ve
muattal hale getirmek anlamındadır cümlesindeki «lâm» harfi liyakat bakımından
ya ihtisas veya istihkak içindir.
(Htzy): Katil ve
aşağılık, rüsvaylık, boyunduruk altına girmek, esarete düşmek gibi mânalara
gelir.
114. âyetin meali
kısaca şöyledir: Müslümanlar gerek Beytü'l-Mak-dis'i, gerekse Kâbe-i
Muazzama'yı ele geçirip zaptettikleri zaman artık müşriklerin, Yahudi ve
Hıristiyanların bu yerlere girmesi lâyık olmiyacak; girmek isteseler bile korku
ve endişe içinde girecekler, Müslümanların onları girmekten men'edeceği
endişesini taşıyacaklar. [23]
Gerek Babil
hükümdarlarının Beytü'l-Makdis'i tahripleri, gerekse Mekke putperestlerinin
Mescid-i Haram'a girmekten Müslümanları men'-etmeleri ve onların bu bilgisizce
ve şuursuzca davranışlarını alkışlayan Yahudilerin yıkıcı faaliyetleri hem
Resûlüllah (A.S.) Efendimizi, hem de Onun yakın arkadaşlarını üzüyor; bilhassa
kendi yurtlarındaki ilk mabede girip ibâdet etmelerine bir türlü imkân
vermemeleri, bu tevhit ve irfan ordusunda derin yaralar açıyordu. Zira insanın
kendi öz vatanından zorla çıkarılmasından daha hazîn manzara ne olabilir?
Sadece çıkmakla da iş bitmiyor, bir yabancı gibi gelip Kabe'yi tavaf etmek
istiyorlar, buna da müsaade edilmiyordu. Aşağıdaki âyet onları hem teselli
ediyor, hem de bu
ordunun yakın
gelecekte doğu ve batıda birçok zaferler elde edeceğine işarette bulunuyor.
«Doğu da Allah'ındır,
batı da...» cümlesi gelecek günlerin parlak ve gönül ferahlatıcı havasını
estiriyor, imân ve irfanın er-geç muzaffer olacağını müjdeliyor. [24]
115— Doğu da
Allah'ındır, batı da... Ne yana yönelirseniz Allah'ın vechi (ilim ve kudreti,
hoşnutluk ve sevabı) oradadır. Şüphesiz ki AIIah(ın ilim ve kudreti) çok
geniştir ve O her şeyi bilir.
Kurtubî'nin tesbîtine
göre Abdullah bin Amr bin Rabiâ şöyle demiştir: Bu âyet, karanlık bir gecede
Kible'den başka bir cihete yönelip namaz kılanlar hakkında inmiştir. Böylece
âyet, amellerin niyetlere göre değer aldığını, bilmiyerek başka bir tarafa
yönelip namaz kılmakla niyette bir değişiklik olmıyacağını hatırlatıyor.
Tirmizî'nin tahrîc ettiğine göre ise, Abdullah'ın babası şöyle anlatıyor:
«Çok karanlık bir
gecede Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile birlikte bir seferde bulunuyorduk. O
gece hiç birimiz kıble cihetini bilemedik. Bu sebeple de hemen hepimiz kendi
bulunduğu cihete yönelip namaz kılmıştı. Sabah olunca durumu Hazret-i
Peygamber'e anlattığımızda yukarıdaki âyet indi.» [25]
Katade'ye göre bu
âyet, Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki: Kral Ne-caşı Habeşistan'da öldüğünde,
Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz, yurtlarından göçeden Müslümanları bağrına
basan ve gıyaben kendisini tasdi
dîk eden bu muhterem
hükümdarın cenaze namazını Medine dışında kılmıştı. Bunun üzerine Ashab-i
kiram :
— Ey Allah'ın Resulü!
Bizim kıblemizden başka bir cinete yöneüp namaz kılan bir adamın cenaze
namazını mı kılıyorsunuz? diye sorduklarında yukarıdaki âyet onların bu
sorusuna cevap olarak iniyor.
Rivayete göre, Necaşî
ölünceye kadar Beytü'l-makdis'e yönelerek namaz kılmıştı. Anlaşılan kıblenin
değiştiğinden habersiz bulunuyordu.
İbn Zeyd'in tesbîtine
göre, bu âyet, Müslümanlar yüzlerini Beytü'l-makdis'den çevirip Kâ'be-i
Muazzama'ya yönelerek namaz kılmaya başladıkları zaman, Yahudilerin : «Bunları
ötedenberi bulundukları kıbleden döndüren sebep nedir?» diye sorduklarında
onlara cevaben inmiştir.
Bir ihtimale göre ise
yukandaki âyet;
«Siz de (ey
mü'minler!) nerede bulunursanız (namazda) yüzünüzü oraya doğru çevirin.»
âyetiyle nesholurimuş-tur. [26]
«Doğu da Allah'ındır,
batı da...» cümlesi zaman ve mekân mefhumlarının nisbî ve izafî olduğunu
göstermektedir. Astronomi açısından bu iki kavramı düşünecek olursak şu
neticeye varırız: Astronomi bize ancak kâinatın (zaman ve mekânın) bugünkü
nizamını, mekânın yüceliğini ve boşluğunu; bizim de bunun içinde cirimden
ibaret olduğumuzu bildiriyor. Tabii ki bu konuda felsefecilerle
matematikçilerin görüş ve tarifleri daha başkadır.
Zaman ve mekânın izafî
olduğunu gösteren bir diğer husus, gelecekten haber verme fenomenleridir.
İlham, gelecekten haber verme ve bugünkü tâbirle telepatiyi dikkate alan ilim
adamları diyorlar ki: «Bizde aniden diğer insanlarla irtibat kurmamızı
sağlayan bir ajan mevcuttur. Düşüncenin intikal sür'ati asla öfçülememiştir.
Bunun enstantane olarak (aniden) vukubulduğu görülüyor. Bu sür'atin ışık
sür'atinden mi yoksa daha mı hızlı olduğunu bilmemiz gerekecektir. Gerçekten
enstantane olarak yani aynı anda intikal ediyorsa bu mesele zaman ve mekân
dışına çıkabiliyor demektir. Böyle ise tamamen ruhî kuvvet karşısındayız,
geleceği haber verme olayında idrakimizin zaman ve mekân dışına çıktığı
besbelli.» [27]
İlim bu konuda bize şu
gerçeği de getirmiştir: Madde ancak zaman ve mekân içinde hareket edebilir. O
halde cevhersiz zaman ve mekân ol-mıyacağı gibi zaman ve mekân dışında da madde
olamaz. «Doğu da Allah'ındır, batı da...» cümlesi, .maddî kayıtlardan münezzeh
olan Allah'ın zaman ve mekân dışında olduğunu, yani zaman ve mekân
kavramlarıyla mukayyed bulunmadığını, bu kavramların maddî birer varlık olan
bizlerle kayıtlı olduğunu ifade etmektedir. Cismimiz madde âleminden bir parça
olduğu için zaman ve mekân kavramlarıyla içice bağlantılıdır. Ruhumuz ise
melekût âleminden olduğu için bu kavramların ötesindedir. Gelecekten haber
verme yeteneği ruhumuzun özelliklerinden biri olmak haysiyetiyle bunun
sür'atini ölçmek mümkün değildir.
Yarınlara Doğru adlı
eserde bu iki kavramla ilgili ilmî izahlar yapılırken deniliyor ki: «Bizim
için gerçek zaman, dünyanın dönüşü veya bir rakkasın hareketleriyle ölçülen
zaman değil, organlarımızın tekâmülü ve iç çevremize bağlı olan zamandır.
Herkes için zaman birimi işte buradadır. Bu olayın sür'ati her birimiz için
gerçek ölçüdür. Muayyen bir propor-siyonda farklılık arzeder. Herkes kendine
has bir sür'atle büyür, ihtiyarlar. Fizikî zaman değişse, dünyanın dönüş hızı
artsa veya azalsa, bizim fizyolojik zamanımız değişmez.» [28]
Organlarımızın zaman
ve mekânla ilişkisi bu olunca, onun tekâmülünü, ruhî tekâmülden ayırmak
gerekir. Ruhî tekâmül bu melekût alemiyle ilgili bulunduğu için zaman ve mekân
kavramlarının dışında kalır. O halde zaman ve mekân kavramları maddî
varlığımızın tekâmülüyle bilinmekte ve ona nisbetle bir mâna taşımaktadırlar.
Zamanın onlara bölünmesi aklımız tarafından verilen sun'ilikten başka bir şey
değildir.
Nitekim kâinatın
özellikleri uzay, zaman, madde, enerji ve gravıtas-yon gibi birkaç temel
niceliğe indirilmiştir. Ancak Einstein özel izafilik na-zariyesiyle madde ile
enerjinin aynı olduğunu, genel izafîlik nazariyesiyle de uzay-zaman
sürekliliğinin bölünmezliğini göstermiştir. [29]
Allah'ın her şeye
hâkim olduğuna, ilim ve kudretinin bütün varlık âlemini kapsadığına,
mevcut.eşyanın her birinin O'nun varlığına, birliğine, ebedî ve ezelî olduğuna
delâlet eden birer belge niteliğinde bulunduğuna içten inanan; «doğu da
Allah'ındır, batı da... Ne yana yönelirseniz O'nun ilmi, kudreti, rızası
oradadır,» gerçeğine erişen bir mü'min, günlük hayatını böyle bir imanın yüksek
ahlâk ve fazilet prensiplerine bağlılık içinde geçirir. Onun yaşayışında tam
bir sadelik, tevazu ve ruhî temizlik hâkimdir.
«Bugünün en önemli
meselesi, insana Allah'ı duyurmaktır» sözü bu gerçeği terennüm etmektedir.
Allah'ı bilmek ve tanımak, insana güven ve ümit verir; bu açıdan ikinci bir
hayata inanmak insanı yüksek ahlâk sahibi yapar. «Doğu da Allah'ındır, batı
da...» cümlesi, varlık âleminin Allah'a ait olduğunu, yegane hükümran olarak
O'nun bulunduğunu, mevcut eşya üzerinde iğreti olarak bir intikal devresi
geçireceğimizi beyân etmekte ve böylece bizi maddenin esaretinden kurtarıp, mânanın
geniş ve o nisbette güven ve huzur dolu havasına kavuşturmaktadır. Artık başkasının
mülküne tecavüz etmek, toprak için savaşlara girişmek ve bunun için insan kanı
dökmek, milletleri huzursuz etmek hiçbir zaman ideal bir yol olarak
düşünülemez. [30]
Fizik âleminde
yerçekimi kanunu ne ise insanlar âleminde de Allah'ı bilip O'nun ilim ve
kudretinin doğuyu da, batıyı da içine aldığına, diğer bîr tâbirle bütün varlık
âlemini kapsadığına inanmak ve bu köklü inançla cemiyet bünyesinde sevgi ve saygı,
adalet ve fazîlet bağlarını kurmak da öylesine bir temel kanundur. Bu temel
kanun bozulduğu gün artık ne insanlığın, ne de toplu halde bir arada yaşamanın
mânası kalır.. Her şey alt üst olur, beşerin hayat nizamı kökünden yıkılır.
Bu bakımdan tek Allah'a
inanmak, O'nun üstün, aynı zamanda sonsuz kudret ve azametini duymak insanları
birleştirir, kaynaştırır, cemiyet yapısını en sağlam temeie oturtur. Bunun aksi
bir yol ve düşünce ise ayırıcı, bölücü ve bozucu olur. Çünkü gerçek imân
sevgiyi, inkâr ve sapıklık ise kin ve düşmanlığı doğurur. Sevgi ise her yerde
birleştirir; kin ve düşmanlık- ise ayırır. İnsanları ilâhî rızaya uygun bir
ölçüde birleştiren her şey sevap, onun rızası hilâfına ayıran her şey günahtır.
«Doğu da Allah'ındır,
batı da..» O halde O'na inanan doğulu Üe batılı arasında fark yoktur. Üstünlük
doğulu, ya da batılı olmakta değil, Allah'a dosdoğru inanıp O'nun kudret ve
azametini, ilim ve rahmetini her yerde duymak ve ona göre amel etmektedir.
Ayrıca âyet-i
kerîmede, İslâm düşmanları ne kadar böylesine bir imân halesinin dışında kalıp
hırçinlaşır ve ne kadar kötü düşünür ve mütecaviz
davranırsa
davransınlar, dosdoğru imân edenlerin, Müslüman ismini alan bahtiyarların
mutlaka başarı sağlıyacağına, payidar olacağına, kıt'alara yayılacağına, doğuda
da, batıda da bir nice zaferler elde edeceğine, Kur'-ân-ı Kerîm'in doğuda da
batıda-da okunacağına, Allah-u ekber sesinin her iki cihette de yükseleceğine
işaret vardır. [31]
Başta İmam Ebû Hanîfe
ve İmam Mâlik olmak üzere Süfyan-i Sevrî, İbn Mübarek, Ahmed bin Hanbel ve
İshak bin Rahuye bu âyetten istidlal ederek şu hükmü çıkarmışlardır: Sisli,
bulutlu bir havada veya zifirî karanlık bir gecede kıbleden başka tarafa
yönelip namaz kıldıktan sonra durum anlaşılacak olursa, o namazı yeniden
kılmaya lüzum yoktur. Kılınmış bulunan namaz caizdir. Ancak İmam Mâlik, «Vakit
içinde iadesi müstehabdır» demiştir.
Ayrıca gaibin cenaze
namazı kılınacağını bu âyetten istidlal edenler olmuştur. İmam-ı Şafiî de aynı
görüştedir.
Diğer bir husus da,
yolculuk halinde olan bir kimse nafile namazları binit üstünde kıbleye yönelme
şartı olmaksızın kılabilir. Yani biniti hangi cihete doğru giderse gitsin o, o
vaziyette nafile namaz kılabilir. Çünkü doğu da Allah'ındır, batı da... [32]
Nitekim Saîd bin
Cübeyr (R.A.) âyet-i kerîmenin bu husus hakkında indiğini İbn Ömer (R.A.)dan
rivayetle tesbît etmiştir. Resûlüllah (A.S.)in Mekke'den Medine'ye dönüşlerinde
biniti üzerinde Medine'ye doğru yol alırken nafile namaz kıldıkları sahîh
kaynaklardan bilinmektedir. [33]
dan murat, O'nun
rızası ve sevabıdır. Ayrıca «Allah» lafzına izafe eden «vech»in yorumunda
âlimlerin görüşleri farklıdır. İlimde derin'eşen bilginlere göre bu, «vücud =
varlık»a râci'dir. «Vücud»a «vech» tâbiri verilmesi kelimede yapılan bir
mecazdır.
İbn Fürûk'a göre :
Bazan sıfat anılır da ondan mevsûf kasdedilir. «Falanın ilmine baktım»
cümlesinden maksat o ilmin sahibine baktım demektir. Bunun gibi «vech»
zikredilir de ondan «vücud» kasdedilir.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre ise, «vech» Allah'tan ibarettir. Yani O'nun zatına veya kâinatı kuşatan kudret ve
ilim sıfatlarına delâlet eder. [34]
Âlûsiy'e göre,
«vech»den maksat, cihettir. Diğer bâzı tefsircilere göre bununla «Zat»
kasdediliyor. da oldu9u gibi. [35]
«Vâsi'»den murat, Allah kullarına dinlerinde genişlik
gösteren, onları sıkmayan, güçlerinin üstünde onlara teklifte bulunmayandır.
Veya Allah'ın ilmi her şeyi içine almıştır. Ferra'a göre, Allah'ın cömertliği,
vergisi her şeyi kapsamıştır. [36]
Yukarıdaki âyetle,
ibâdetten maksadın Allah/ı bilmek ve O'nun buyruklarına uymak olduğu,
Beytü'l-makdis'e veya Kâ'be-i muazzama'yo yönelmenin ibâdette disiplin,
intizam ve birliği sağlamaya matuf bulunduğu; bir yerin mukaddes sayılmasının o
yerde cereyan eden olaylarla ilgili olduğu belirtilmiş ve ibadetten asıl
maksadın ne olduğunu anlayamayan Hıristiyan ve Yahudilere uyarıcı ölçüde cevap
verilmişti.
Aşağıdaki âyet-i
kerîmelerle de bu iki milletle putperestlerin şaşkınlıklarının yalnız kıble ve
ibâdet konusu olmadığı, Allah hakkında da çok yanlış bilgilere sahip
bulundukları beyan ediliyor; aynı zamanda zât-i ilâhinin her şeyden müstağni,
beşerî her türlü sıfattan münezzeh olduğu; varlık âleminin ancak O yüce
kudretin «ol!» emriyle vücut bulduğu vecîz bir üslûpla İfâde edilmekte ve zât-i
ilâhiyi tenzîh etmek suretiyle kendi milletine en doğru ve en sağlam akideyi
telkinde bulunan İbrahim Pey-gamber'den bahsedilmekte ve misaller
verilmektedir. [37]
116— Hem onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar), Allah
çocuk edindi, dediler. Allah (bu gibi beşeri sıfatlardan) münezzehtir. Bilâkis
göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'na aittir, hepsi de O'na boyun eğip
buyruğuna hazır vaziyettedir.
117— (Allah) gökleri ve yeri örneksiz yaratandır.
O bir şeyi (yaratmayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi, ona sadece «ol!»
der, o da oluverir.
118— (Gerçeği) bilmeyenler, «Allah bizimle konuşsa
ya..» Veya «bize bir âyet (mu'cize, açık belge) gelse ya..» derler. Bunlardan
öncekiler de tıpkı bunların dedikleri gibi demişlerdi. Kalbleri ne kadar birbirine
ben-zemiş! Hakikati bilip şüpheden kurtulanlara âyetlerimizi yeterince açıklamışızdır.
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın mutlak varlık ve kudretine dikkatler çekilerek varlık âleminde
hükümran olan kanunlarına bilhassa işaret ediliyor. Âyetlerin bu açıdan iniş
sebebine gelince :
Tevhît akidesinin
yüksek anlammdan, Hakk'a kulluğun seviyeli mânasından adım adım uzaklaşan
madde putperestliğine kapı açan Yahudiler, «Üzeyr, Allah'ın oğludur!» diyecek
kadar basiretsizlik gösterdiler. Hazret-i İsa'(A.S.)yı olduğundan fazla
tanıtmak için ona uluhiyet izafe ederek Allah'a eş-ortak koşan Hıristiyanlar,
«Mesîh, Allah'ın oğludur,» dediler. Böyleoe peygamberlerin getirmiş olduğu
tevhît esasını kökünden yıkmak suretiyle hem Allah'a, hem de peygamberine âsi
oldular.
Mekke müşrikleri ise,
«Melekler Allah'ın kızlarıdır» demek suretiyle hem Kâ'be'ye, hem de onun
sahibine büyük bir saygısızlık gösterdiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi. [38]
«Şanı yüce Allah
buyuruyor: Ademoğlu beni yalanladı; halbuki bu ona lâyık değildir (veya bu onun
hakkı değildir). O bana sövüp saydı. Halbuki bu ona lâyık değildir. Beni
yalanlamasına gelince: Onu daha önce varlık âlemine gelip vücut bulduğu gibi,
(öldükten sonra) yeniden iade etmeğe güç getiremezmişim! Bana sövüp saymasına
gelince : Benim çocuğum olduğunu iddia etmesidir. Eş ve çocuk edinmekten
kendimi tenzîh ederim.» [39]
âyeti bize şu
hususları öğretiyor: Hepsi O'nun huzurunda eğilir. Hepsi O'nun ibâdet edilmeye
lâyık olduğunu ikrar eder. Hepsi kıyamet günü O'nun huzurunda ayakta durup
bekler. Hepsi kıyamet günü O'na mutlak bir itaatle itaat eder. O ne derse o
olur; her şey «ol» emrine bağlıdır.
Yukarıdaki cümlenin
belirtilen manalara delâlet ettiğini ekseri tef-sîrcifer ifade etmişlerdir.
Yerde ve göklerde ne varsa hepsi de Ailah'ın emrine boyun eğer, hiçbir varlık
O'nun buyruklarına, mevcut kanunlarına muhalefet etmez ve edemez de.. Öyleki
Allah, varlık âleminde vücut bulan canlı cansız her şeyi ayrı bir kanuna
bağlamıştır. Her varlık bağlı bulunduğu kanuna göre yerini alır ve bu anlamla
ayrı bir özellik taşır.
Dünya, güneş, ay ve
yıldızlardan herbiri bağlı bulunduğu kanuna uyarak kendi yörüngesinde hareket
eder ve asla şaşmaz. İşte bu şaş-mazlık, mutlak bir itaati ifade eder. İsimlerin
düşmesi, yer değiştirmesi gelişi güzel değil, bir çekim kanununa bağlı olduğu
içindir. Kâinattaki sürekli değişmeler hep birer kanun icabıdır. Kozmik
hareketler, bir nitrojen çevrimi, bir karbon çevrimi bu değişmenin içindedir ve
belli kanunlara göredir. Hulâsa : Meydana gelen her olayın illiyet kanunuyla
sıkı bir bağlantısı vardır. Konuyu bu açıdan inceliyecek olursak, mesele daha
kolay anlaşılmış ve âyet-i kerîmenin delâlet ettiği mâna meydana çıkmış olur.
Bu yoldan bir «İlk illet»in lüzumu ve zarureti kendiliğinden anlaşılır. Allah,
ilk illet olunca diğer bütün illetlerin bu «İlk illetsin koymuş olduğu illiyet
kanununa bağlı bulunduğu kesinlik kazanmış olur.
«(Allah) gökleri ve
yeri örneksiz yaratandır.»
Gökler ve yeryüzü şu
iki şeye irca1 edilir: Madde ve enerji. İlmin bu hususta vardığı sonuç: Ne
madde, ne de enerji yok olmuyor. Böylece 1 madde ve enerji korunma (tahaffuz)
kanunu meydana çıkmış oluyor. Her kanun ilk illete irca* edilir. Bu kanuna göre
maddeyle enerji aynı şeydir. Özel izafilik teorisi bunu değişmiyen bir kanun
olarak niteler. Ancak önce madde mi yaratılmış, yoksa enerji mi? Her ne kadar
bu hususta ilk akla gelen tavuk-yumurta meselesiyse de, Kur'ân'da kâinatın
oluşumu hakkında verilen bilgiden, önce sonsuz kudret sahibi olan «İlk illet»
(Al-lah)ın enerjiyi yarattığı anlaşılmaktadır. Fussifet sûresi 11. âyette göklerin
önce «dûhân = subuharı, gaz enerji» hâlinde olduğu belirtiliyor.
Bazı Mim adamlarına
göre ise, her cisim elektrikle şarj edilmiş zerreler kolleksiyonudur. İster
enerji denilsin, ister elektrik zerreleri denilsin, bunu hudutsuz kudretinin
tecellisiyle yaradan İlk illet, enerjiden veya elektrik zerrelerinden en bedî'
varlıklar meydana getirmiştir.
«Vücut bulandan daha
bedî' ve daha mükemmelini (meydana getirmek) imkân dahilinde değildir.» (1)
Bugün bir kaplumbağa yaratılmamış olsaydt veya bir bukalemun varlık âleminde
vücut bulmayıp meçhuliyette kalsaydı, biz o şekilde bir varlık düşünemezdik.
Kendi muhayyilemizi harekete getirip bir hayvan şekli çizdiğimiz zaman bunu ancak
mevcut hayvanların her birinden bir parça örnek alarak yapabiliyoruz.
O halde kâinatın
şimdiki bedî' hali, devamlı bir tekâmülün neticesi midir, yoksa «of!» emrine
bağlı bir oluşumun eseri midir? Bize göre, «ol!» emrine bağlı bir tekâmülün
örneksiz ve benzersiz eseridir. Ancak buradaki tekâmülden kasdımız. varlık
âleminde her şeyin cins ve türünün özelliğine göre basamak basamak"
olgunlaşmasıdır.
.? Muhitîln Arabi'ye veya İmam Gazâlî'ye
ait olduğu söylenir, için bak : el-tbrîz
/ Abdulaziz Dabbağ İleride bu hususa daha geniş yer verilecek, kâinatın
yaratılışı ve Allah'ın bunu en bedî1 şekilde ve nitelikte imkân sahasına
getirmesi ilmî görüşlere ve buluşlara dayanılarak izah edilecektir.
(yaratmayı)
hükmedip yerine getirmek istedi mî, ona sadece «ol!» der, o da
oluverir.»
Bu beyân, varlıkların
Allah'ın zatından kopma, ayrılma birer parça olmadığını ve esasen O'nun
zatının teğayyur (başkalaşma) etmiyeceğim gösteriyor. Aksi halde «İlk illet»in
bu değişmesini, değişime uğramasını illetsiz kabul etmek olur ki, bu, illiyet
(kozalite) kanununa ters düşer.
Meseleyi bu açıdan
inceliyecek olursak, yukarıdaki âyetin «Vahdet-i vücut (— panteizm)
felsefesini» temelinden yıktığını görürüz. Batılı felsefecilere göre, Allah
kâinatın bizzat kendisidir. Bunun ilimde karşılığı «pan-teizmsdir. İslâm
felsefecileriyle tasavvufçularının bahsettiği «Vahdet-i vücut» felsefesi
bundan bazı hususlarda ayrılır.
İşte bu görüş ve
anlayışa nazaran çeşitli varlıklar, tek varlığın çeşitli görüntüleridir. Şeyh
Muhyiddîn el-Arabî buna «mezâhir» der. Her varlık, bütünün bir parçası değil,
bütünün kendisidir. Nitekim Alman mistiği Meis-ter ECKHARD (1260-1327), «İnsan
küçük bir tanrıdır» demiştir. «Gerçek insandadır. Bilmek, bilenle bilinenin
özce bir olmalarını gerektirir.»
Böylece onlara göre,
yani panteistlere göre tanrı her bitkide ve her canlıda bütünüyle yaşamaktadır.
Bütün sırların anahtarı içimizdedir; içimize bakarsak göremiyeceğimiz hiçbir
şey kalmıyacaktır.
Hallaç-ı Mansûr bunu
kısmen olsun okşar mahiyette şöyle ifâdeye çalışmıştır: «Ben, Hakk'ım yani
Tann'nın kendisiyim!» Şüphesiz ki Hallaç bunu ifâde ederken büyük bir istiğrak
hali içindeydi. Mânevi basamaklardan bir-ikisine yükselip orada ilâhî
füyuzatın sırrına mazhar olunca kendinden geçmiş, maddî varlığı ruhî varlığıyla
birleşip o da bir nev'i ruh kesilince elinde olmayarak bu sözü söylemiştir.
Bunun için Hallac'ı bu iddiasında ma'zur görenler bir hayli çoktur.
islâm «Vahdet-i
vücutçularına göre bu konuyu özetliyecek olursak : Bütün varlık vücut yönünden
Allah'ın aynıdır; fakat taayyün haysiyetiyle O'nun gayridir. Gayriyet
(başkalık) itibarîdir. Gerçekte hepsi de Allah'ın kendisidir. Denizde meydana
gelen su kabarcıkları ve dalgalar hakikatte denizin tâ kendisidir; taayyün
itibariyle suyun (denizin) gayridir. Serap da böyledir. Çünkü serap hakikatte
su suretinde zahir olan görüntüden başka şey değildir. Özetlediğimiz bütün bu
felsefî görüşlerin «O bir şeyi (yaratmayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi,
ona sadece
«ol!» der, o da
oluverir.» mealindeki âyetle reddi mümkündür. Çünkü Hâ-lık ile mahlûk (=
Yaradan ile yaratılan) bir olamaz, yani ikisi aynı şey değildir. Bunun gibi
ibadet edenle kendisine İbâdet edilen de aynı şey olamaz. Aksi halde ibadet
manasız, teklîaft-i ilâhiye bir nev'i maksatsız ve gafesiz birer emirden ibaret
kalırdı.
Yalnız şunu ifâde
edelim ki İslâmiyette meydana çıkan «Vahdet-i vücut» mezhebiyle Batılıların
felsefe kitaplarında görülen <ıpanteizm» felsefesi arasında, yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi büyük farklar mevcuttur.
Vaha"et-i vüout
felsefesi, diğer bir tabirle mezhebi, âyet ve hadîslere, keşif ve ilhamlara,
manevî basamaklarda yükselmeye, misal ve melekût alemiyle irtibat kurmaya
dayanır. Vahdet-i vücut mezhebinde âhiret hayatına yer verilir. Panteizmde ise
buna yer verilmemiştir. Yine bu felsefeye göre, biz, tek varlığın sür'atle
zeval bulan tezahürlerinden başka değiliz; ondan koptuk, yine O'nda fena
bulacağız.
Panteizmdeki bu görüş
cidden gülünçtür. Çünkü bizim cismimiz bir bakıma bakidir. Zira onu meydana
getiren karbon ve sair elemanlar başka bir mevcut olmakta devam edecektir. Bu
ancak bize başkası olacağımızı yani istihale geçireceğimizi te'min eder, bizim
şahsiyetimizi kurtarır. [40] Zira
onlara göre : eşya vücud-u Hak ile kaim ve gerçekte ise ancak akıl ve hisde
mevcut birtakım zail olan suretlerden ibarettir. Vücud-u Hak'dan neş'et edip
yine ona dönecektir.
Bütün bu farklarla
beraber her iki görüş de «ol!» emriyle bağdaşa-mamakta ve ona ters düşmektedir.
«Allah bizimle konuşsa ya...»
İlk illet olan,
öncesi, sonrası olmayan, künh-ü hakikati bilinmiyen, keyfiyet ve kemiyet
kapsamına girmiyen, zaman ve mekân dışında kalan sonsuz kudret sahibi Allah ile
konuşmak ya da konuşabilmek birtakım şartlara bağlanmıştır:
a) Cismanî varlıktan sıyrılmak,
b) Ruhun faaliyetlerini bütün cepheleriyle
harekete geçirmek,
c) İlâhî nuru aksettirmek için kalbi mâsivadan
boşaltmak,
d) İlâhî kelâmın harfsiz,
sadasız ve keyfiyetsiz tecellisine
mazhar olmak; aynı zamanda kalbi buna
uygun şekilde hazırlamak, yani önce
meleklerin ilhamına
mazhariyet peyda ederek kalbi ilâhî kelâma hazırlamak, sonra rü'ya yoluyla bu
ortamı kuvvetlendirmek şarttır. Bütün bu şartlar ancak Allah'ın lütuf buyurup
in'am ettiği peygamberlerde tecelli eder. [41]
Yahudiler bir taraftan
Allah'a babalık isnat ederken diğer taraftan Üzeyr peygamberin Allah'ın oğlu
olduğunu iddia etmek suretiyle; her vesileyle kendini Allah'ın kulu olarak
tanıtmaya çalışan Hazret-i Muham-med'in (A.S.) kadrini küçültmek, itibarını
düşürmek maksadını güdüyorlardı. Bu yanlış felsefeye göre oğul kuldan çok
üstündür. Oğul varken kul ve köle veliahd olamaz.
Ayrıca Hazret-i
Muhammed'i (A.S.) zor duruma düşürmek, onu davasından vazgeçirmek için «Allah
ne diye bizimle konuşmuyor veya O'ndan bize niçin bir âyet gelmiyor?» diyerek
peygamberlik görevinin fazilet ve şerefini hafife alıyorlardı. Halbuki Kur'ân-ı
Kerîm bir taraftan aslından uzaklaştırılan Tevrat'ı tashîh ediyor, bir taraftan
ilâhî belgelen gelecek çağların yükselme grafiğine göre beyân edip sıralıyor,
diğer taraftan da kendi muarızlarına, hasımlarına ilmin hakemliği altında
meydan okuyordu. Buna imân etmiyenler sadece kin ve aşırı taassupla hareket
edip bilgisizlik ve şuursuzlukları sebebiyle hakikati göremiyor,
anlıyamıyorlar-dı. Kur'ân onlara Allah sözünü getiriyor, her belge Allah'ın
diliyle konuşuyor; her varlık bağlı bulunduğu kanun gereğince Allah'ın
birliğini, kudret ve azametini isbat ediyordu. Ama ne yazık ki onlarda yani
inanmı-yanlarda bu gerçekleri anlayabilecek sağlam bir kafa, selim bir kalb yoktu.
Tek mahrum oldukları nîmet de bu idi. Bu yüzden yalan, iftira, kin ve haset
havası içinde ahlâksızlığın en kötüsünü işliyor, zaman zaman bunu daha da ileri
götürerek Allah ve peygamberine karşı isyanda bulunmak suretiyle küstahlığın
en kaba şeklini meydana koyuyorlardı.
Görülüyor ki insana
yüksek ahlâkı aşılıyan, beşer huyunu güzelleştiren, ferdi insan-i kâmil yapan,
Allah'a inanmak, O'nun varlığını, birliğini idrak edip buyruklarına kayıtsız
şartsız bağlanmaktır. Bu inancı kaybeden ya da bundan mahrum kalan fert ve
aileler zamanla âhiret diye ikinci bir hayatı kabul etmedikleri, kıyamet günü
adaletin tecelli edeceğine ihtimal vermedikleri için nefislerini tatmin
kavgasına tutulur ve böylece beşer için lüzumlu olan iyi vasıflan, güzel
huyları kaybederler. [42]
İslâm güneşinin doğup
Tevhit ufkunda yavaş yavaş yükselerek etrafı aydınlattığı devirlerde, bu
güneşin parlak ve göz alıcı ziyasından müteessir olan kötü niyet sahibi
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mekke putperestlerinden herbiri ayrı bir metotla
bu güneşi balçıkla sıvamaya kalkıştılar.
Yahudiler
materyalizmin, ruhları öldürücü, vicdanları silik hale getirici kesîf havası
içinde türlü yollara başvurdular:
a) Dünya
milletleri arasından yalnız kendilerinin cennete girecekle-
b) Yahudi dininde olanların Allah'ın güzide
dostları ve seçkin yakınları olduklarını,
c) Hazret-i
Muhammed'in (A.S.) sözünde
durmadığını, Allah'dan indiğini
iddia ettiği Kur'ân'ı istediği gibi değiştirebileceğini,
d) Isrâiloğullan'na gönderilen
Üzeyr peygamberin Allah'ın
oğlu olduğunu söylediler.
Bütün bunlar, dünya
milletlerini zillet ve meskenetten kurtaracak, ilim ve medeniyetin çift kanatlı
kapısını insanlığa açacak, cemiyet ve milletleri sömürülmekten kurtaracak ölçü
ve kudrette olan Kur'ân'a ve onun tebliğatçısı Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı
bir direnişti. Çünkü Hazret-i Muhammed (A.S.) Allah'dan kendisine inen bu
üstün ve o nisbette beşere yol gösterici prensipleri yaymakta, onları bir tül
perde gibi beşerin kalbine işlemekte başarılı olursa, Yahudilerin insanlığı
sömürme, milletleri kemirme, faiz yoluyla cemiyetlerin kanını emme prensipleri
alt-üst olur, başkasının sırtından geçinme ve sonra da efendilik taslama imkân
ve yolları kalkardı.
Yahudilerin bu direniş
ve. saldırıları hâlâ durmamıştır. Dün bu iddiaları ortaya atıp Mekke ve
civarındaki putperestlerle birleşip İslâmiyet! silik hâle getirmeye
çalıştıkları gibi bugün de beynelmilel komünizm ve Siyonizm felsefesini
geliştirerek bir taraftan dünya milletlerinin basma anarşizmi körüklemekte,
diğer taraftan komünizmle birleşen materyalizmi uyuşturucu bir afyon olarak
eğitim ve neşriyat yoluyla yetişmekte olan nesillere yutturmakta ve böylece
eğitim potasında şekillenen nesli millî tarihinden ve manevî değerlerinden
kopuk yetiştirmektedirler. Yahudi He-gel'in diyalektik felsefesi ve Kari
MARX'ın materyalizm ve komünizm felsefesi dünya milletlerinin, özellikle İslâm
âleminin baş belâsı haline getirilmiştir.
Böylece insan
duygularını ve içtimaî biçimleri gerektiren şeyin ekonomik menfaatler olduğu
meydana atılmış; bu açıdan töreler, ahlâk, din, felsefe, estetik, edebiyat,
güzel sanatlar, siyasî kuruluşlar, hukuk, ne varsa hepsi cemiyet bünyesinde
basamak basamak meydana gelen dönüşümün değişik safhalarında kendisini
gösteren maddi menfaatler düzeninin ifâdesinden başka bir şey olmadığı şekline
sokulmaya çalışılmıştır.
Demek ki, dün Allah'a
oğul isnat etmek suretiyle akideleri alt-üst eden Yahudiler, bugün başka bir
metot ve felsefeyle meydana çıkmak suretiyle aynı tahribatı daha ustaca yapmaktadırlar.
Hıristiyan âlemi de bu felsefenin tesiri altında kalarak Allah hakkındaki
tevhit akidesini bozmuşlar ve böylece yavaş yavaş materyalizm felsefesinin
boğucu bataklığına kendilerini sürüklemişlerdir.
Bu yüzden dünya bir
tehlikeyle karşı karşıya bulunuyor. Çare bulunmazsa sonu insanlık için büyük
bir felâket olacaktır. [43]
Çocuk baba cinsinden
meydana gelir. Babalık vasfını taşıyan her varlığın sonradan meydana gelmesi,
yani onun da bir başkasının çocuğu olması gerekir. Bu zarurî bir teselsüldür ki
ilk insana kadar uzayıp gider, Allah, mahiyeti, hakikati bilinmeyen, öncesi ve
sonu olmayan, zaman, mekân, madde, enerji gibi kayıtfarla kayıtlanmayan mutlak
bir varlıktır. Bütün bu vasıf ve kayıtlara bağlı ve bağlantılı olan insan O'nun
evladı olabilir mi? Evlatlık, cins, tür ve sonradan olmakliği; Allah ise
vahdaniyeti, sübutu, öncesizlik ve sonrasızlığı gerektiriyor, ilim, din, akıl
ve mantık bu hususta birleşir. İlim bunu biyolojik açıdan gayr-i mümkün sayar.
Din bunu küfür kabul eder. Akıl muhal görür. Mantık ise reddeder.
O halde Allah bir işi
yapmak, bir şeyi icat etmek isteyince sadece ona «ol» der, o da oluverir.
O'nunla yarattıkları arasındaki ilgi hâhki-yet
ve mahlûkıyettir.
Yarattıkları O'ndan
kopma, O'ndan meydana gelme bir eser değildir ve olamaz da. Aksi halde illiyet
ve ma'Iûliyyet devam eder, sonu gelmezdi. Buna ilimde «teselsül» denir.
Teselsül ise muhaldir.
Eski şeriatlarda,
yaratmakta ilk illet olması nedeniyle Allah hakkında «Baba» tâbiri
kullanılırdı. Tenasül yoluyla olan babaya «küçük baba», Allah'a ise «büyük
baba» demek bir çeşit âdet halini almıştı. Tevrat'da bu tâbir yer yer
kullanılmıştır. Bugün bile bir hayli tahrife uğramasına rağmen «baba» tâbirine
sık sık rastlanmaktadır. Dinler ve şeriatlar istismarcı ve menfaatçi ellerde
değişip özelliğini ve asliyetini kaybedince bu
tâbiri «vilâdet»
mânasında kullanan bilgisizler çoğalmış ve böylece «Üzeyr,, Allah'ın oğludur»,
«Mesîh, Allah'ın oğlu, melekler de O'nun kızıdır» diyecek kadar ileri
gidilmiştir.
Büyük müfessir
Fahrüddîn er-Râzî bunun itikadı yönünü şöyle izah eder: «Varlığı vacip olandan
başka her mevcudun varlığı mümkündür. Varlığı mümkün olan herşey sonradan
olmadır. Sonradan olan herşey ise, vücudu vacip olan zatın yarattığıdır. Bu
ikisi hiçbir zaman aynı şey olamaz.» [44]
Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi de O'nundur. O'nun yarattığı ve \mülküdür. Ruhlar ve cisimler âlemi
O'nundur. O'nun ilim ve kudreti, irâde ve rahmeti hem bunların bâtını, hem de
zahiridir. Hepsi de O'nun varlığıyla var olmuş, O'nun fiiliyle fail olma
durumuna gelmiştir. Allah mutlak varlıktır; O'nsuz hiçbir şey mevcut olamaz,
Taayyün eden varlıklar O'nun sıfat ve esmasının tecellisidir. Gökleri ve yeri
maddesiz ve müd-detsiz, örneksiz ve benzersiz meydana getirmiştir. Bütün bunlar
O'nun zâtının birer gölgesi, isminin ziyasıdır. Bir şeye irâdesi taalluk
edince o şey vücut bulur; enerji ve nur madde olur; madde'parçalanıp enerji ve
nur hâlini alır. [45]
S ü b h â n e : Mastar
olarak mahzûf fiiliyle mensuptur. Beri kılmak, tenzîh etmek, noksan ve mahlûk?
sıfatlardan uzak tutmak anlamlarında kullanılır.
K u n û t: İtaat
etmek, baş eğmek, emre uymak, kanunlara râm olmak, ibâdet yollu önünde
eğilmek, ubudiyette bulunmak üzere edeple ayakta durmak, namaz kılmak gibi
mânalara delâlet eder.
B e d î' : Örneksiz ve
benzersiz yaratıp meydana getirici, modelsiz icat edip en uygun biçimi verici,
tarifsiz ve misalsiz yapıp yakıştırıcı gibi mânalara delâlet eder. Mübdi' de
aynı mânaya gelir [46]
E m r : Çoğul şekli
«umur» olarak gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime oniki mânada kullanılmış veya
oniki mânaya delâlet eder şekliyle beyân edilmiştir:
1. Din manasında... de olduğu gibi. [47]
2. Söz ve buyruk mânasında... de olduğu gibi [48]
3. Azap mânasında... da olduğu gibi.. [49]
4. İsâ peygamber kasdedilmiştir. de olduğu gibi.
[50]
5. Helak mânasında... Hûd kavmi kasdedilerek bu âyette olduğu
gibi. [51]
6. Mekke fethi
kasdedilmiştir. âyetinde olduğu
gibi. [52]
7. Kıyamet mânasında... da olduğu gibi. [53]
8. Kaza mânasında... de olduğu gibi. [54]
9. Halkın durumuna delâlet eden mânalarda... de
olduğu gibi. [55]
10. Nusret (yardım) mânasında... de olduğu gibi.
[56]
11. Günah mânasında... olduğu gibi. [57]
12. Şe'n ve fiil mânalarında... de olduğu gibi. [58]
Kaza: Fiildir. İrâde
etmek, hüküm vermek, yaratmak, duyurmak, emretmek, cevap veremez hale getirmek,
susturmak, takdîr etmek gibi mânalara gelir. [59]
Yukarıdaki âyetlerle
Yahudi ve Hıristiyanların Allah hakkında nasıl yanlış bir akideye sahip
oldukları beyan edildikten sonra, Allah'ın evlât edinmekten münezzeh bulunduğu,
kâinatta olan ve oluşan her şeyin «ol!» emriyle sonradan vücuda geldiği bir
takım ana fikirlerle ifade edilmiş, böylece «Tevhit akidesi» bütün sadeliğiyle
korunmuştur.
Aşağıdaki âyetlerle de,
hakikata yanaşmayan Yahudi ve Hıristiyanların çoğunun kıyamete kadar kör bir
taassup, inat ve kinle yuğrulmuş bir tutum içinde bâtılı müdafaa edeceklerine
ve hiçbir zaman Hazret-i Mu-hammed'den (A.S.) ve O'nun getirmiş olduğu en son
dinden memnun kat-mıyacaklarına, hoşnut olmayacaklarına dikkatler çekiliyor.
Onların düşünce ve
tutumu böyle de olsa, Hazret-i Muhammed (A.S.) hak ile gönderilmiştir. O ancak
üzerine gerekeni yapmakla yükümlü bulunuyordu. Tebliğ görevini hakkıyla
yapmış, hidâyeti Allah'ın iradesine aklı ve zekâyı kullanmayı beşerin idrakine
terketmiştir. Bunun için âyette O'nun bütün bir insanlık için kurtuluş
müjdecisi olduğu, eğri yola sapıp bâtılda ısrar edenleri bu kötü âkibetten
uyarıcı bulunduğu hatırlatılıyor. [60]
119— Şüphesiz ki Biz Seni bir müjdeci ve (sonucu
felâket olacak yolun tehlikesini) haber verip uyarıcı olarak hak İle
gönderdik. Cehennemliklerden artık Sen mes'ul değilsin.
120— Ne Yahudiler,
ne de Hıristiyanlar, onların dinine uymadıkça Senden asla
hoşnut olmayacaklar. (Onlara)
de ki: Elbette
(İslâm'ın ilettiği) yol, Allah'ın doğru yoludur. Sana gelen bunca
ilimden sonra (bilfarz) onların heveslerine uyacak olursan, and olsun ki, artık Allah'tan Senin için ne hakiki bir
dost, ne de gerçek bir yardımcı vardır.
121— Kendilerine kitap verdiklerimizden bilgili ve
yetkili) kimseler önce onu gerçek mânada
(anlayarak) gönüllerine indirerek okurlar. İşte onlar, buna imân ederler. Her
kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir.
Âyeti kerîmenin iniş
sebebi, fiilinin malûm ve meçhul okunmasına göre değişmektedir. Malûm
okuyanlara göre, bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in«Keşke ana ve babamın ne
yaptığını bir bilseydim!» demesi üzerine 119. âyet iniyor. [61]
Meçhul okuyanlara göre ise, Resûlüllah (A.S.) : «Cenâb-ı Allah Yahudilere
şiddet ve azabını indirmiş olsaydı belki imân ederlerdi!» buyurdu. Bunun
üzerine, «Şüphesiz ki Biz Seni bir müjdeci ve (sonucu felâket olacak yolun
tehlikesini) haber verip uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Cehennemliklerden
artık Sen mes'ul değilsin.» mealindeki âyet iniyor. [62]
Peygamberler ilâhî
rahmetin birer eseri olarak gönderilmişlerdir. Onların görevi genel olarak iki
noktada toplanır: a) Allah'ın canlılara olan geniş rahmetini en uygun ve o
ölçüde müessir bir ifâdeyle müjdelemek. b) İnsanların saptıkları tehlikeli
yolun sonunun bedbahtlığa sebep, olacağını haber vermek.
Peygamber ve Ona vâris
olanlar bu metot ile hareket etmekle vazifelidirler. Her vazifenin bir ölçü,
sınır ve kuralı vardır. Vazife bunlar dahilinde yerine getirildiği müddetçe
muhteremdir ve faydalıdır. Bu çerçevenin dışına taştığı vakitlerde ise, ölçü
ve değerini kaybeder de fayda yerine zarar getirebilir. Gönülleri fethedeceği
yerde nefrete yol açabilir. Zira dinî ve ahlâkî tebliğden gaye ve maksat
insanları ıslâh edip hakikate ulaştırmaktır. Islâh ve hakikati kabul ise
zorla, tehdit ve şiddetle değil; sevgiyle, hakikati en güzel dille anlatmakla
sağlanabilir. Çünkü insan psikolojisi böyledir. O halde gerek peygamberler,
gerekse onların ilmine vâris olanlar bu görevi yerine getirirken önce kendileri
teblîğ ettikleri hakikatlerle yaşar, tatbikatta bunun en güzel örneklerini
verir; sonra da muhatap edindikleri kimselerin sosyal, psikolojik ve ırkî
durumlarını dikkate alırlar. Teblîğ metotlarını bu açıdan değerlendirdikten
sonra teblîğ-de bulundukları insanların durumunu Allah'a bırakırlar; onların
bundan sonraki tutumlarından, sapıklıklarından ve o yüzden cehennemlik olmalarından
sorumlu tutulmazlar.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
gerçeğe ve ilâhî metoda birkaç yerde daha temas edilerek buyuruluyor ki:
«Öğüt ver; çünkü sen
ancak bir öğütçüsün. İnsanlar üzerine musallat (bir bekçi) değilsin.» [63]
«Biz, onların neler
söylediklerini biliriz. Sen, onlar üzerinde zorbalık yapan değilsin.» [64]
«Dinde hiçbir zorlama
yoktur. Şüphesiz doğru eğriden, hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden,
imân küfürden (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır.» [65]
Peygamber insanı en
şerefli ve en medenî seviyeye yükseltmek için çalışır; insanın orijinalliğini
savunan ve bunu isbat eden zekâ ve şuuru harekete geçirir. Ona, onun
yaratılışındaki yüksekliğe uygun bir doğrultu ta'yin eder. Kötü yolda olduğunu
hatırlatmak için şuuruna; hakikati arayıp bulması için zekâsına sinyal; ruhuna
gıda verir, vicdanına neşter vurur.
İnsan bu sinyal ve
neşterler neticesi kendine gelir de yaratıhşindaki üstünlüğü anlarsa şu gerçeğe
kapı açmış olur:
Bitkiler maddeye bağlı
kalmaktan kurtulamadığı için bitki olarak kaldılar. Hayvanlar maddeyi
aşamadıkları için aşağı bir seviyede duraklayıp kaldılar. İnsan ise maddeyi
aşıp mânaya yükseldiği, fizik ötesine kapı açtığı için insanlık şeref mevkiine
erişti. O, maddeyi aşamadığı takdirde iç manasıyla, ruhî yapısıyla insan
değildir. O halde insan şu cismanî âlemde rahmet müjdecisini, tehlike
habercisini anlamıyacak ya da ona kulak ve gönül vermiyecek olursa, insanlık
vadisinde sadece kendini aldatmış olur; bunun neticesi olarak birtakım herzeler
savurur; hakikati bilmediğini de idrak edemediği için kendisine hem dünyada,
hem de âhirette rüs-vaylık hazırlamış olur.
Evet, maddeye bağlanıp
lâhutî sese kulak ve gönül vermiyenler hep böyle olmuştur, Ateizm ve komünizm
bu basiretsizliğin mahsulü, materyalizm bu yanlış yolun öncüsüdür.
Âlemlere rahmet olarak
gönderilen Resûlüllah (A.S.) beşeri, bahsedilen basiretsizlikten kurtarmak
için bilhassa Yahudilerle Hıristiyanlara son derece müşfik davranıyor; Tevhit
Dinine girmeleri, maddî kesafeti aşmaları için en güzel davet metodunu
kullanıyordu. Fakat ne yazık ki onlar bir türlü Resûlüllah'ı (A.S.)
anlayamadılar ya da anlamak istemediler.
Aksi bir yol takip
ettiler; Resûlüllah'ı (A.S.) kendilerine uymaya davet ettiler. Nitekim Kur'ân
onların bu tutumuna temas ederek buyuruyor ki: «Ne yahudiler, ne de
Hıristiyanlar, onların dinine uymadıkça Senden asla hoşnut olmayaoük'ir.
(Onlara) de ki: Elbette (İslâm'ın ilettiği) yol, Allah'ın doğru yoludur.» Bu
yol beşeri, bitki ve hayvanlar seviyesinden kurtarmakta, insanî yaratılıştaki yüksek gayeye doğru götürmektedir. Bu, gerçeğe karşı çıkıp aşırı taassup
göstermek, ruhu öldürmek ve vicdanı köreltmek demektir. Böyle olunca da aradaki
mesafe kapatılmaz; kin ve haset ateşinin vermiş olduğu gayrışuurî bir tecavüz
devam eder. Yahu-dî ve Hıristiyanların İslâm güneşine karşı -birbirlerini
sevmedikleri halde birleşerek-
çıkmalarının sebebi işte
budur. Tarih boyunca
Yahudilerin Müslümanlara karşı sömürücü ve içinden kemirici ve birbirine
düşürücü tutum ve zihniyeti bir ân olsun gevşememiş, her geçen gün biraz daha
başka isim ve metotlar altında artmış ve hızlanmıştır. Hıristiyanlar önce Haçlı
Seferlerini tertipleyip ilâhî nuru
söndürmeye çalışmışlar; bundan sonuç alamayınca bu kez misyon
teşkilâtını kurmuş, İslâmı
kökünden yıkmak için ona «Orta çağ kanunu», «Hurafeler dini»,
«Gericiliğin sebebi», «Çöl bedevisinin
ilkel dini (!)» gibi çeşitli adlar
takmışlar ve bunu ilim adına, medeniyet adına maarifimize kadar sokmaya
muvaffak olmuşlardır. Müslümanların bir kısmında, özellikle bazı aydın
tabakada bir aşağılık duygusu belirmiş, bu sebeple millî ve dinî değerler
yavaş yavaş unutulmaya yüztutmuştur. Sait Halim Paşa'nın dediği gibi, «Artık
biz, memleketimizin mes'ut olması için Avrupa kanunlarını terceme etmenin kâfi
geleceğini zannettik. Bu kanunların
bizde kabul ve tatbik olunabilmesi için ise yapılacak birkaç
değişikliğin yeteceğini hayal ettik, Meselâ : Adalet sistemimizi ıslâh etmek
için Fransa adalet sistemini esas aldık. Maarifimizi ıslâh etmek için de aynı
şekilde hareket ettik. Tabii elde edilen neticeler daha da zararlı oldu.» Daha
doğrusu bir taraftan da Hıristiyan âlemini memnun etmek için bu yolu tuttuk.
Onlara uymak suretiyle kurtulacağımızı zannettik. Metbû' iken tâbi' olduk.
Onlar için hazırlanan elbiseyi hiçbir
değişikliğe uğratmadan giymek
hatasına düştük. Bununla beraber onları hoşnut edemedik,
edemeyiz de. Çünkü hoşnut olmalarının tek yolu ve çaresi, onların dinine uymak,
kendimizi Avrupa milletleri gibi Hıristiyan ilân etmemizdir. Bunun dışında
kalan her türlü benzeme özentisi boş ve te'sirsizdir.
İşte bizi bizden, öz
kaynağımızdan uzaklaştıran bu uyduluk yarışı olmuştur. Kur'ân bu hatalı yolun
sonunun selâmet olmayacağını asırlarca önce ilân etmiştir,
«(Onlara) de ki:
Elbette (İslâm'ın ilettiği) yol, Allah'ın doğru yoludur.» Bu yolda mutlak bir
kurtuluş ve yükselme vardır. Bunu idrâk etmi-yerek Yahudi ve Hıristiyanların
arzu ve hevesine kapılıp onlara uyacak olursanız artık size ne bir dost, ne de
bir yardımcı bulunur. Öğle değil midir? Asırlardır Müslüman milletlerin haklı
dâvalarında, onların dış meselelerinde onlara yardım eden olmamış, hep yalnız
kalmışlardır. Son Kıbrıs dâvamızda Batılıların ve diğer Hıristiyan ve Yahudî
milletlerin tutumu bunu bir kez daha isbat etmiştir.
İşte bunun içindir ki
Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Kerîminde: «Sana gelen bunca ilimden sonra (bilfarz)
onların heveslerine uyacak olursan, and olsun ki, artık Allah'tan Senin için
ne hakiki bir dost, ne de gerçek bir yardımcı vardır.» buyurmak suretiyle
başka milletlere uydu olmanın elîm neticesini haber veriyor.
«Kendilerine kitap
verdiklerimiz (den bilgili ve yetkili) kimseler önce onu gerçek mânada
(anlayarak) gönüllerine indirerek okurlar. İşte onlar, buna imân ederler.»
Yahudi olup Tevrat'ı
bu ölçüde okuyan ve Kur'ân'ın sesine kulak veren Abdullah bin Selâm, Vehb bin
Münebbih gibi şuurlu bilginler Müslüman oldular, Hem İncil'i, hem de Kur'ân'ı
bilerek, anlayarak okuyan ve kendisini taassup ve inat girdabından kurtaran
Hıristiyan din adamları ve bilginleri İslâmiyeti seçmekte tereddüt
göstermediler. Selmân-i Farisi ve Rojer Garaudy gibi zatları örnek
gösterebiliriz.
Müslüman milletler de
Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'ın beyân buyurduğu ölçü ve anlamda tam bir şuur içinde
okudukları devirlerde hep yükseldiler; ilme ve medeniyete, yüksek ahlâk ve
fazilete büyük hizmetlerde bulundular. Sadece hizmet değil, bütün bunların
temelini atıp anafikirlerini koydular. İnkâra ya da şüpheye düşüp diğer
milletlerin büyüleyici te'si-rine girince zarara uğradılar. Kur'ân bu hakikati
çok kesin olarak ifâde ediyor. «Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara
uğrayanların kendileridir.» [66]
Kitap insana fikir ve
mâna veren, yön ve doğrultu ta'yin eden bir vasıtadır. Bu vasıtanın ne kadar
faydalı olanını seçer ve seçileni ne kadar iyi kullanır, ifâde edilen
fikirleri ne kadar iyi ineeler, üzerinde tarafsız olarak düşünürsek o kadar
gerçeği bulmuş oluruz. Özellikle bu kitap, Allah Kelâmı olursa, o takdirde
ilgimizi her taraftan kesip bütün mevcudiyetimizle her âyet ve belgesi üzerinde
durmamız gerekir. Müfessir Alûsı bunun usûl ve adabını özetliyerek birkaç madde
halinde tesbit edip bize ışık tutmuştur:
1. Bir
şeyler öğrenmek niyetiyle okumak.
2. Dikkati tamamen okunan parça üzerinde
toplamak,
3. Kalbin en samimi himmetini biraraya getirip
okunan şeyin mânası üzerinde derinden derine durmak,
4. Kelime ve eümleier arasındaki bağlantılara
dikkat etmek, her kelime ve cümlenin delâlet ettiği anlamı iyiee kavrayabilmek
için önceden hazırlıklı olmak,
5. Emir ve yasaklarını derin bir hassasiyetle
takip edip herbiri üzerinde, esrar ve hikmetini düşünerek durmak,
6. Önemli fikirleri not etmek... [67]
Kendilerine kitap
verilenlerden insaf erbabı ve akliselim sahipleri ile Mekke putperestlerinden
hakikati idrâk edenler Allah Kelâmını dinledikçe gönüllerinde bir incelme ve
yumuşama meydana geldi. Arapçadan ziyâde Allahça olan bu kitabı okuyup
basiretle tetkik ettikçe gönüllerinin sema-sjnı kaplayan küfür bulutları yavaş
yavaş dağılmaya başladı. Böylece Hazret-i Muhammed'e (A.S.) imân etmenin en
doğru ve .en sağlam yol olduğunu anlamakta gecikmediler. Bunun aksine küfür
vadisinde bocalayıp bir ömür yıpratanlar ve kitabı kendi çıkarından yana
değiştirmeye çalışanlar ise, imân devletine nail olamamışlar, içlerindeki kin
ve garaz havasının uyuşturucu te'siriyle hem kendilerini, hem de başkalarını
he-lâka sürüklemişlerdir.
Yukarıdaki âyetle bu
hususa işaret edilirken, ilâhî beyânı dinlerken ya da okurken bilhassa nelere
dikkat edilmesinin gerekli olduğuna atıfta bulunulmuştur.
Yahudiler Tevrat'ı iyi
tetkik etmiş olsalardı, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) müstesna vasıflarına
atıflar yapan belgeleri, bu belgelerin delâlet ettiği derin mânaları inceleyip,
bütün bunları Peygamber Efendimizin (A.S.) ahlâk, fazilet, ilim ve irşat dolu
hayatıyla karşılaştırmış olsalardı nankör bir millet olma durumuna düşmezlerdi.
Aşağıdaki âyetler, bir
defa daha Allah'ın Yahudilere olan üstün nimetlerini hatırlatıyor. Onları
insaf ve irfana davet ediyor. Çünkü ilâhî rahmet ilâhî gazabın önüne geçmiştir.
Bu hatırlatma o rahmetin tecellilerinden biridir. [68]
122— Ey İsrâîloğulları! Size iyilik ve ihsanda
bulunduğum (bunca) nimetlerimi ve sizi (bir zamanlar diğer) milletlere
karşı üstün tuttuğumu hatırlayın,
123— Ve sakının o günden ki, kimse kimseden yana
bir şey ödeyemez, kimseden fidye (kurtuluş akçesi) kabul olunmaz ve kimseye de
(Allah'ın izni olmaksızın) şefaat fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar.
Yahudilerle Arapların
Ebûlekber (en büyük baba) kabul ettikleri tek peygamber, Hazreti İbrahim'dir.
Yahudiler İbrahim peygamberin oğlu İs-hak peygamberin oğlu Yakub (A.S.)ın
soyundandırlar. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ise, Hazret-i İbrahim'in oğlu Hz.
İsmail'in soyundandrr, Tevrat'-da da buna dair bazı kayıtiar mevcuttur. Ayrıca
Hazret-i Peygamber (A.S.)ın geleceğini ve O'nun birkaç özelliğini belirten
belgeler, tahriflere rağmen Tevrat'da yer almaktadır.
Şüphesiz ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Yahudilerin İbrahim peygamberde birleşmesi,
onlar için kayda değer bir nimetti. Aynı zamanda soylarının Yakub Peygambere
ulaşması ve bu arada bîr nice peygamberlerin bu millete gönderilmesi de
yadedilecek nimetler arasında bulunuyordu.
Allah'ın
İsrâîloğuflan'na oian bunca nimetlerine ve açık belgelerine karşılık onların inat
ve aşırılıkta fsrar etmeleri,
bu yüzden Resûiüiiah (A.S.) Efendimizin beklenen
peygamber olmadığını iddia etmeleri üzerine yukarıdaki âyet indi. [69]
Varlık âleminde var
olmak, varlıklarını devam ettirebilmek için bitkiler mineralleri; hayvanlar
bitkileri; insanlar hem bitkileri, hem de hayvanları yiyip tüketmekte ve bu
kanun böyle sürüp gitmektedir. Böylece her varlık ileriye doğru kendini itiyor;
yukarılara doğru yükselmeye çalışıyor. Her biri fıtratındaki özelliğine göre
yerini ta'yîne yöneliyor. Büyük balıklar küçük balıkları yutuyor. Kuşlar
böcekleri kapıp kursağına indiriyor. Güçlü canavarlar kendilerinden güçsüz
olanları parçalayıp yiyor. İnsanları birbirinin şerrinden, milletleri
birbirinin istilâsından koruyup kurtarmak için Allah ayrı ayrı kanunlar
koymuştur. Güçlüye adaleti, zayıfa haddini bilmeyi, zengine cömert ve âlicenap
olmayı, fakire sabır kaftanına bürünmeyi öğretiyor. İnsanlar için değer ölçüsü
olarak imân, ilim, ahlâk, fazilet ve medeniyeti sunuyor. Bu değerlerin doruğuna
yükselen fert, cemiyet ve milletleri örnek olarak takdim ediyor. Diğer cemiyet
ve milletlerin aynı seviyeye yükselmesi için ardarda peygamber ve kitap
gönderiyor. Böylece insanı, insan kemirerek yaşamaktan, bir milleti diğer bir milleti
ezip sömürmekten men'ediyor. Bu fazileti şiar edinen milletlere kadri yüce
nimetlerin kapısını acıyor. Şiar edinmiyen milletleri ise tekrar tekrar,
rahmetinin icâbı olarak uyarıyor.
İşte İsrâîloğullan'nı
Mısır'da kemirip sömürmek, ezip imha etmek isteyen Fir'avn'a, ilâhî rahmetten
gelen uyarmalar yapılıyor; insanlara zulmetmenin hiçbir kimseye iyilik ve
mutluluk getirrhiyeeeği hatırlatılıyor. Buna rağmen tutum ve düşüncelerinde
inat eden Fir'avn'a belâ iniyor; zulme uğrayan İsrâîloğullan'nı kurtpracak Musa
Peygamber görevlendiriliyor. Şüphesiz ki bu ve benzeri nimetlerle o devrin
milletlerinden üstün tutulan İsrâîloğulları örnek bir millet olma imkânlarına
kavuşturulmuştu. Çok geçmeden onlar bu nimetin kıymetini takdirden âciz kalıp
unuttular; hayvanlar âleminde olduğu gibi, kendilerinden daha zayıf cemiyetleri
sömürmeye, kanlarını emmeye koyuldular; Tevrat'ı kendi fena tutumlarına uygun
bir şekilde yorumladılar. Cenâb-ı Hak rahmet ve adaletinin eseri olarak onları
bu zulme giden yoldan ayırmak için birkaç peygamber göndermek suretiyle
uyardıysa da doğru yola gelmek ve girmek istemediler. Çoğu bu adalet ve
rahmetin hikmetini anlayamadı. Böylece onlar daha güçlü ve daha insafsız
milletlerin zulüm ve istilâsına ma'ruz kaldılar. Son olarak onları Hazret-i
Muhammed (A.S.) ile uyardı; Kur'ân-ı Kerîm'de İs-râiloğulları'nın tarih boyunca
geçirdikleri safhalar bir şerit gibi işlenip gözlerinin önüne serildi, fakat ne
çare, İsrâiloğullan Allah'ın adaletle bağ-
lantılı bulunan bu
lûtfunu ve geniş rahmetini idrâk edemediler veya etmek istemediler; Yaratana
karşı nankörlüğün en kötü örneklerini gösterdiler.
Kur'ân-ı Kerîm onların
bu nankörlüklerinin karşılığını kıyamet günü nasıl göreceklerini en bedî' bir
uslûbla beyân ediyor; aynı zamanda orada her şeyin hakikatini bilen mutlak
hâkim Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda sağlam bir imân, güzel amel ve iyi niyetten
başka hiçbir şeyin yarar sağ-lamiyacağına dikkatlerimiz çekiliyor:
«Ve sakının o günden
ki, kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye (kurtuluş akçesi)
kabul olunmaz ve kimseye de (Allah'ın izni olmaksızın) şefaat fayda vermez,
onlar yardım da olunmazlar.»
Evet o gün ilâhî
adaletin icâbı olarak dünyada insan sömüren, başkasının kanını emenler elîm
bir azap görecek, kurtuluş akçesi asiâ fayda vermiyecek; sömürülen ne kadar
zayıf olursa olsun herhalde yardım görecek, Allah'ın adaletinden tecelli
edecek inayet ve nusrata erişecek; böylece hak ve adalet bütün berraklığıyla
yerini bulacak, kimseye zulmedil-miyecektir. [70]
Allah, yukarıdaki
âyetlerle hâlen aşırı bir nankörlük içinde bulunan İsrâiloğullan'na vermiş
olduğu nîmetlerini beyân ettikten sonra bu milletin gerek dinlerinde, gerek
itikatlarında, gerekse yaşantılarında nasıl inhisarcı olduklarına, kendi
çıkarları uğruna nasıl yanlış bir yol tuttuklarına ve bu yüzden tarih boyunoa
gelen peygamberlere karşı nasıl şirretçe davrandıklarına işaret ediyor ve
kitap ehli olanlar tarafından kadr-u kıymeti, fazîlet ve keremi kabul edilen
İbrahim Peygambere dikkatleri çekiyor.
Yahudiler bu büyük
peygamberin soyundan olduklarını bilip söyledikleri halde neden onun yolundan
ayrılıyor ve yine onun soyundan olup hayırlı duasının bereketiyle ilâhî
inayete mazhar olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı neden hasmane hareket
ediyorlardı? Doğrusu onların bu tutumu ile iddiaları tam bir tezat hâlinde
idi..
Yahudilerle Hz.
İbrahim (A.S.) arasındaki tezadı özetliyecek olursak:
a) İbrahim Peygamber (A.S.) insanlara değer
vermiş, onların haklarına saygı göstermiş ve bu sayede onlara imâm (önder)
olmuştu. Yahu-dilerde bu meziyetlerden hiçbiri yoktur.
b) İbrahim
Peygamber'in (A.S.) soyundan
zâlim olanlara ilâhî rahmetin
eseri olan imametin erişemiyeceği bildirilmiştir. Halbuki Yahudiler hem
kendilerinden bir kurtarıcının geleceğini ümitle bekliyor, hem de tam bir zulüm
ve tuğyan havası içinde bulunuyorlardı.
c) Hac, Hazret-i Muhammed'in
(A.S.) dininin
özelliklerinden bindir. Kabe'yi yapıp
halkı ona davet eden ise Hazret-i İbrahim'dir. Yahudiler hem İbrahim Peygamberi
sevdiklerini iddia eder, hem de onun üstün saygı gösterdiği Kabe'ye hürmet
etmezler.
d) Kıble,
Beytü'l-makdis'den Kâbe-i muazzamaya
çevrildiğinde Yahudiler
buna kızmış ve bu konuda Müslümanları devamlı
yermişlerdi. Halbuki bu mukaddes bina Hazret-i İbrahim'in de kıblesi
idi.
İşte Kur'ân'da
aşağıdaki âyetle bu hususlara işaret ediliyor; böylece Yahudi, Hıristiyan ve
Mekke müşriklerinin gerçeğe uymayan iddialarının ne kadar gülünç olduğu
meydana konuluyor. [71]
124— Ve
hatırlayın o zamanı ki, Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş, o da
onları tamamlayıp yerine getirince, (Allah) ona : «Seni insanlara imam (bir
rehber, bir önder) yapacağım» demişti. İbrahim: «Benim neslimden de...»
deyince, Allah: «Benim ahdim (imamet ve önderlik rahmetim) zâlimlere erişmez,»
buyurmuştu.
Yahudilerle Mekke
müşrikleri İbrahim Peygamberi sevip saydıklarını söyledikleri halde bir türlü
onun yolunda yürümüyor ve onun soyundan olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.)
uymuyorlardı. Onların bu iddiaların-
da samimi
olmadıklarını Müslümanlara bildirmek üzere yukarıdaki âyet indi.
«Hazret-i İbrahim
(A.S.) yüzyirmi yaşında iken sünnet oldu ve ondan sonra seksen yıl daha
yaşadı.» [72]
«Allah'ın İbrahim
Peygambere neden «Halil» ismini verdiğini size bildireyim mi? İbrahim
Peygamber ne kadar sabahlar ve ne kadar akşamlarsa hep şu teşbihini yapardı:
Sübhânellahi hîne tümsune ve hîne tusbi-hûn ve lehü'l-hamdu fi's semavati
ve'l-arzi ve aşiyyen ve hine tuzhi-rûn!» [73]
M.Ö. yaklaşık 2000 yıllarında
geldiği kabul edilen İbrahim Peygamber, çok ağır şartlar altında ve aşılması
zor birtakım engellerle karşıkarşıya gelmiş durumdaydı. Devrin hükümdarı Nemrut
onu şiddetle takip ediyordu. Hazret-i İbrahim'in saadet vadeden dâvetine
büsbütün kızan bu hükümdar onu hazırlamış olduğu bir münazarada da yenemeyince
ateşe attırdı. Fakat ilâhî bir mu'cize olarak ateş onu yakmadı. Bu akıllara
durgunluk veren mu'cize karşısında büsbütün inat ve küfrü artan Nemrut artık
İbrahim Peygamber'in başka yoldan yok edilmesini tasarladı. Yapılacak başka
şey kalmamıştı. Bütün irşat ve mu'cizelere rağmen inanmayan, bilâkis ilâhlığını
ilân eden Babil'in bu azgın hükümdarıyla daha fazla uğraşmakta bir fayda
olmadığını anlayan Hazret-i İbrahim oradan hicret etmek zorunda kaldı. Önce
Harran'a uğradı; bir müddet sonra da yeğeni Lût Peygamberi alıp Filistin'e
gittiği ve oradan da Mısır'a geçtiği söylenir. İkinci karısı Hacer'in Mısır
hükümdarı tarafından kendisine hediye edildiği bazı kayıtlardan
anlaşılmaktadır. [74]
Bazı hadîs-i şeriflere
göre 200, Tevrat'a göre 175 yıl yaşamış ve el-Halîl'de (Herbon) atalarının
mezarlığına defnedilmiştir.
Hazret-i İbrahim
{A.S.) bu arada birçok şeylerle imtihan edilmiş, gerek fıtrî yeteneği ve irsî
meziyeti, gerekse Allah'ın kendisine vermiş olduğu peygamberlik payesi
sayesinde hepsini de başarıyla yerine getirmiştir. Bunları özetliyecek olursak
:
a) Beden sağlığı ve iç dış temizliğiyle...
b) 30 kadar İslâmî prensiplerle...
c) Yıldızlar, ay ve güneş ile... \
d) Nemrut
ile...
e) Oğlunu kurban etme emriyle...
f) Ateşe atılmakla...
g) Sünnet olunmakla...
h)
Hicret ile... [75]
Alldh kullarını,
vermiş olduğu irsî meziyetler, fıtrî isti'datlar; sonradan lütfedilen veya elde
edilen çeşitli nimetleriyle imtihan eder. Bütün bu nimetleri gerektiği şekilde
koruyan, kullanılmasında başarı gösteren ve bu sayede yükseldiği ya da eriştiği
makam ve rütbelerle hakka daha çok bağlanıp boyun eğen, her hâl-u kârda
haddini aşmıyan kullarına, ilâhî rahmetinin icâbı olarak önderlik, rehberlik,
nebilik ve resûllük kapılarını açar ve bunun için yolları kolaylaştırır.
Risâlet ve imamet,
önderlik ve rehberlik mevkiine gelen bir kimse, zulme uğrayanların elinden
tutar, Allah'ın canlılar için koymuş olduğu kanunları en uygun bir ifâdeyle
anlatır; mutluluk caddesini bütün genişlik ve temizliğiyle açar. Zâlimleri, en
yakını bile olsa himaye etmemekle önderlik ahlâkının en güzel örneğini, halkı
idare sanatının en üstün başarısını vermiş olur. Görevini bu anlam içinde
yerine getiren peygamber ise, peygamberliğine yakışanı yapmış olur. Lider ya da
hükümdar ise bu nimetin şükrünü yerine getirmiş sayılır.
Allah için Allah
yolunda almış olduğu görevi adalet, hakkaniyet ve yüksek ahlâk anlayışı içinde
yerine getiren önder hiçbir zaman taraf tutmaz; gerektiği zaman öz evladını ve
babasını bile cezalandırır. Çünkü akrabalık et ve kan bağından ziyade, din,
ahlâk ve fazîlet bağlarıyla birleşmelidir. O halde inanmış bir lider ya da
önder bu üç niteliği kendinde taşıyan kimseleri, bu vasıfta olmayan akrabasına
tercîh eder. Halkı adalet ölçüleri içinde idare etme çarkının bir ucu kendi
elinde bulunurken diğer uçlarını en dindar yüksek ahlâk sahibi, bilgili ve
faziletli kişilerin eline verir. Nitekim İbrahim Peygamber kan ve et yoluyla
kendisinin yakınları olarak bilinen kimseleri terkedip, dosdoğru inanıp fazîlet
mücadelesini Hak uğrunda yapan kimselerle arkadaş oldu. Babası inanmadığı için
onu da terketmek zorunda kaldı. Çünkü hak kavramı vazifenin kudsiyetiyle
birleşince hatır ve gönül, baba ve ana, kardeş ve evlâd dinlemez. Onun
dinlediği tek şey bu yolun yolcusu olanların imân ve irfanından yükselen
sestir. İşte İbrahim Peygamber de böyle yapmıştı. Hazret-i Muhammed (A.S.) ise,
bunun kıyas ve nisbet kabul etmez örneklerini vermiştir.
Zâlimleri, ahlâksızları,
midecileri ve dalkavukları iş başına getiren, onları önemli mevki'lere
yerleştiren lider, bu hareketiyle ahlâkın temeline dinamit koymuş, dinin yüksek
hedefine sırt çevirmiştir. İbrahim Peygamber kendi soyu için de imamet
nimetini istediğinde Allah ona: «Benim ahdim zâlimlere erişmez!» buyurmuş ve
böylece zâlimlerin, ahlâksızların, dalkavuk ve nankörlerin bu göreve lâyık
olmadığını, böylelerinin liderlik mevkiine yükseltilmesinin ilâhî rızasına
uygun düşmiyeceğinr hatırlatmıştır.
İslâm'ın birinci ve
ikinci halîfeleri, Resûlüllah (A.S.)dan almış oldukları ilim, irfan, ahlâk ve
fazîlet ışığıyla kendi devirlerinde en yüksek mevki'lere en üstün ahlâklı, en
sağlam akideli ve Allah'ından en cok korkan zatları seçip getirmişlerdir. Bu
sebeple her iki halîfe devrinde İslâm'ın ve Müslümanların yüzü gülmüş, başka
milletler onlara gıbta etmiş, adalet her tarafa yayılmış, yüksek ahlâk, ilim ve
fazîlet takdir görmüş, bilginler görülmedik bir saygı ve itibara mazhar
olmuşlardır. [76]
Hükümdarlık ya da liderlik
ve önderlik; hattâ cami imamlığı babadan evlâda geçen bir miras değildir.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu önemli meselede çizdiği yol, bütün dünya milletlerine
ışık tutacak, sağlam ölçüler verecek, devlet nizamını metin temellere oturtacak
niteliktedir. İslâm her şeyin lâyık olduğu yere konulmasını ve görevin ancak
ehil olana tevdi' edilmesini adalet sayar; bunun aksini zulüm olarak
vasıflandırır,
İbrahim Peygamber,
yaratılışı itibariyle birtakım üstün kabiliyetler taşıyordu. Fizikî yapısı
gıpta edilecek şekildeydi. Zekâ ve hafızası son derece kuvvetli idi. İleriyi
görebilme, insan psikolojisinden anlayabilme yeteneğine sahipti. Hak ve
adaletin âşığı idi. Onun bu üstünlüklerinden dolayı Allah ona hem
peygamberlik, hem de halka önderlik görevini vermiştir. Yıllarca denenmiş,
başarıları görülmüş, şahsî ihtirastan uzak olduğu anlaşılmış üstün yetenekli
insanları bulup lider seçmek, özellikle Allah'a inanmış cemiyetlerin ve
milletlerin başta gelen görevidir. İbrahim Peygamber de bir hayli denemelerden
geçirilmiş, bir nice kelimelerle imtihan edilmiş ve bütün bunları lâyıkıyla
başardığı için kendisine imamet görevi verilmiştir.
Bunun üzerine İbrahim
Peygamber : «Benim zürriyetimden de bazı kimselere bu görevi lütfet!» diye dua
etmiş, Allah ona : «Zâlimler benim ahdime (imamet ve önderlik rahmetime)
erişemez,» buyurmuştu. Zira zâlimler, ahlâksızlar, çıkarcılar yeryüzünde Allah
adına hükümdarlık yapmaya, liderlik etmeye asla lâyık değillerdir. Bilhassa
Kur'ân adına bir milletin başına getirilecek kimsede, yukarıda ana hatlarıyla
belirttiğimiz vasıfların bulunması şarttır. Bu vasıfları taşımıyan bir kimseyi
lider olarak seçmek ilâhî rızaya uygun olmadığı gibi, Kur'ân'ın temel
prensibine de aykırıdır.
O haide Kur'ân'a göre
liderlik :
a) Babadan evlâda geçen bir miras ya da bir hak
değildir.
b) Seçme şuuruna sahip halkın kendi arasından
bulup seçeceği güvenilir bir şahsiyet olmalıdır.
c) Lider, her şeyi lâyık olduğu yere koyan,
görevi ancak ehil olana veren anlayışta bulunmalıdır.
İşte İbrahim Peygamber
böyle idi. Kendisiyle babasının dini ve itikadı, ahlâk ve maarifi değişik
olduğu için ondan irsî her türlü bağları koparmıştı. Soyu için imamet görevini
isterken, bunun derin manası üzerinde durmuştu. Bununla beraber Allah o manayı
daha açık şekilde hem ona, hem de ondan sonra gelecek olan peygamberlere ve en
son Hazret-i Muhammed (A.S.) ile onun ümmetine ifâde etmiştir. [77]
İBTİLÂ: Belâ
kökünden artık bir masdardır. Deneme ve tecrübe anlamlarına gelir. Daha çok bir
şeyin kapalı tarafına anlamak ya da iyi tarafını meydana çıkarmak manasında
kullanılır.
İBRAHİM : Maverdiyye
göre, Süryanice bir isim olup aslı Abra-ham'dır. İbn Atiyye'ye göre, Arapça bir
isim olup aslı «Ebû Rahîm»dir.
KELİ MAT : Kelimenin
çoğul şeklidir. Bunların 30 kadar İslâmî prensipler olduğu; on tanesinin
Berat süresindeki âyetleri, on tanesinin Ahzâb süresindeki avet"leri, geriye kalan on tanesinin de
Mü'minûn süresindeki âyetleri olduğu İbn Abbas ve başka müfessirler tarafından
ifâde edilmiştir. [78]O
halde İbrahim Peygamber (A.S.) bir takım İslâmî prensiplerle imtihan
edilmişti.
İbn Tavus'un
rivayetine göre, bu kelimeler, beşi başla, beşi de bedenle ilgili olmak üzere
on kelime idi. Baştaki olanlar: Bıyıkları kısaltmak, ağzı çalkalamak, buruna
su vermekle, misvak kullanmak, saçları taramak idi. Bedende olanlar ise :
Tırnakları kesmek, koltuk ve etek tıraşı olmak, sünnet olmak, defi hacetten
sonra su ile temizlenmek idi.
ZÜRRİYET:
Zerr kökündendir, Zeree'den alındığını, hemzesinin bilahare hazfolunduğunu
söyleyenler de var.. [79]
Yukarıdaki âyetle,
imamet görevinin ya da payesinin zâlimlere lâyık olmadığı beyan edilmiş,
hükümdarlığın babadan evlâda intikal eden bir mîras olmadığına bilhassa
dikkatler çekilmiş, işarette bulunulmuştur.
Hazret-i İbrahim
(A.S.) bu beyana dayanarak rızık konusunu imamet konusuna kıyas etmiş ve bu
açıdan «Burada (Mekke) oturanlardan Allah'a ve âhiret gününe imân edenleri
türlü meyvalarla rizıklandır!» diye duada bulunmuştu.
Allah (C.C.) aşağıdaki
âyetlerle bu tarz bir kıyasın doğru olmadığını açıklıyarak rızkın dünyada bütün
insanları {mü'min, kâfir her sınıfı) kapsayan bir nîmet olduğunu; imamet
nîmetiyle aynı şey olmadığını hatırlatıyor. [80]
125— Ve hani biz Beytullah'ı insanlara dönüp
varılacak toplantı, sevap ve emniyet yeri kılmıştık. Siz de İbrahim'in
makamından bir namazgah edinin! Ve Biz İbrahim'le İsmail'e : «Evimizi tavaf edenler, ibâdete kapananlar,
rükû' ve secde edenler için tertemiz tutun,» diye vahyettik.
126— O vakit İbrahim, «Rabbim! Burayı emîn bir
befde eyle, burada oturanları, (onlardan) Allah'a ve âhiret gününe inananları
türlü meyvalarla (gıdalarla) rızıklandır» demişti de Allah, «Küfre sapanları
da (yaşadıkları) az bir süre yararlandırırım da sonra onları Cehennem azâbıyla
(karşı karşıya kalma) zorunda bırakırım. Varılacak yer ne fenadır!» buyurmuştu.
«Şüphe yok ki,
İbrahim, Beytullah'ı haram kılıp emîn bir befde olarak tanıtmıştır. Ben de şu
iki kara taşlı tepeler arasındaki Medine'yi haram kıldım. Artık onun avı
avlanmaz, dikenli bitkileri ve ağaçları koparıt-maz.» [81]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Mekke'yi fethettiği gün ise şöyle buyurmuştu :
«Şüphesiz ki bu belde
(Mekke), Allah onu, gökleri ve yeri yarattığı günden beri haram kılmış (hürmet
edilir kılmış)tır. Bu nedenle o, Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar haram
(muhterem)dir. Hakikat, benden önce bu beldede savaşmak hiç kimseye helâl
kılınmamıştır. Bana da ancak günün bir saatında helâl kılındı. Evet o,
kıyamete kadar Allah'ın hürmetiyle haramdır. Dikeni koparılmaz, avı ürkütülmez,
yitiği alınmaz, ancak onu tanıtmak için alan müstesna... otu da koparılmaz.» [82]
İbrahim Peygamber
(A.S.) imamet nîmetiyle rızık nîmeti arasındaki farkı dikkate almadan bir kıyas
yapmıştı. Allah onun bu kıyasının doğru olmadığını beyân etmiş ve olayı bize
nakletmekle ictihad ve kıyas konularında peygamberlerin de hatâ
yapabileceklerine işarette bulunmuştur.
Çünkü kıyas; doğru iki
hükümden üçüncü bir hüküm çıkarmaktır. İslâm hukukunda ise, bir konu hakkında
açık ve kesin hüküm bildiren âyet ve hadîs olmaması halinde âyet ve hadîse
dayalı olan benzeri konulardan yararlanılarak çıkarılan hüküm, anlamında
kullanılır. O halde doğru iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarabilmek için,
makîsle makîsünaleyhin menatta birleşmesi, yani menatlarınm aynı olması
gerekir. Halbuki imamet ile nzık aynı menatta birleşmiyor. Bu bakımdan birini
diğerine kıyas ederek hüküm çıkarmak hatalı olur.
Kâmil bir ictihad için
kıyasa da ihtiyaç vardır. Hükümleri çıkarmak ve açıklamak, aynı zamanda çıkarılan
bu hükümleri tatbik sahasına koymak; hem o konunun kemâl noktasına ulaşmakla,
hem de ona gereği gibi nüfuz edip murat ve maksadın ne olduğunu tesbît etmekle
mümkündür. Bununla beraber kıyas yollarını gözonünde bulundurmak lâzımdır.
Bir şeyin maksadına
nüfuz etmek için beşerî bütün yeteneği sarfetrriek gerekir. Beşerî yetenekler
çok farklı olduğu, kişinin akıl, zekâ, hafıza ve ilmî müktesebatına göre hüküm
çıkarma imkânına sahip bulunduğu için, gerek çıkarılan hükümlerde, gerekse
kıyaslamada bir takım hataların olması muhtemeldir. Peygamberlerin yetenekleri
diğer insanlara nisbetle çok kuvvetli olmakla beraber onlardan bir kısmı
yaptıkları kıyas ve ictihadlarda hata yapabilmişlerdir. Hazret-i İbrahim
(A.S.) da onlardan biridir.
O halde herhangi bir
müctehid imam için «O hatâ yapmamıştır; ictihad ve kıyaslarında mutlak isabet
vardır!» denilemez. Çünkü içtihadın hatâ ve sevaba ihtimali vardır. Buna
işaretle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:
«Hâkim hükmedeceği
zaman ictihadda bulunur da bunda isabet ederse, kendisine iki sevap vardır.
Hükmedeceği zaman ictihadda bulunur da bunda hatâ ederse, kendisine (ictihadda
bulunduğu için) bir sevap vardır.» [83]
buyurmuştur. [84]
Allah ve Resulüne
dosdoğru imân edenler için mukaddes yer olarak ilân edilen Kâbe-i Muazzama,
«İslâm» kelimesinin varlık âlemini aydınlatan nurundan ışık alanların en
güvenilir toplantı yeridir. Allah, Tevhit Aki-desi'nin yeryüzünde şekillenip
sembolleşen dört duvarını İbrahim ile İsmail peygamberin temiz elleriyle
yükseltirken burayı emîn bir makam; yüksek gayelerin gerçekleşmesi için ideal
bir toplanti mahalli kılarken buraya gelip el kaldıran, duâ ve niyazda
bulunanların bol bol sevaplara nail olacakları bir mâbed yapmıştır.
İşte bu mabedin her
tarafı İbrahim Peygamber'in makamı sayılmış ve böylece mü'minlere namazgah
kılınmıştır. İbâdet, eden ve Allah'a, namaz kılmak suretiyle rükû' ve secde
eden Müslüman cemaati, birlik şuuru içinde gönül gönüle verdiği Kabe'de üç
türlü temizliğin en güzel örneğini ortaya koymalıdır, şöyle ki:
1. Başta Kâbe-i muazzama olmak üzere bütün
mâbedlerin dip-bucak temizlenmesi,
2. Hem kalbin, hem de bütün mâbedlerin her türlü
put ve şirkten, yalan ve hayasızlıktan arınması.
3. Mâbedlere
özellikle Kâbe-i muazzama'ya temiz bir kalb, kir ve pastan paklanmış bir
elbiseyle gitmenin sağlanması...
Bunun içindir ki
Cenâb-ı Hak, İbrahim Peygamberle İsmail Peygambere : «Evimi, tavaf edenler,
ibâdette kapananlar, rükû' ve secde edenler için tertemiz tutun!» buyurmuştur.
Şüphesiz ki bu emir
medenî yaşamanın ilk emridir. Yukarıda belirtilen üç türlü temizliğe
kavuşmayan milletler ve cemiyetler, başka alanlarda ilerleseler bile,
medeniyetin temelini kuramamışlar sayılır. Mâ-bedlerin, toplantı yerlerinin
temizliği beden ve elbise temiziiğiyle birleşince dış temizlik meydana gelir.
Gönül temiziiğiyle de fikir ve anlayış berraklığı gerçekleşir.
O halde milletlerin
ümitsizlikten uzak huzur dolu bir hayat sürmeleri mabede bağlanmıştır.
Mâbedlerin bu huzur havasını estirebilmesi ise, her türlü şirkten, puttan ve resimlerden
temiz tutulmasına bağlıdır. Gönüller ise ancak böyle olan mâbedlerde manevî
temizliğe kavuşabilir ve lüzumlu gıdasını alabilir. [85]
Allah, imamet gibi
şerefli bir hizmeti, sadece Hakk'a ve âhiret gününe inanan bahtiyarlara lâyık
görmüş, bu inançdan kendini mahrum bırakanların, mü'minlere önder olmasını
ilâhi rızasına uygun bulmamıştır.
Rızık konusunda ise,
ilâhî rahmeti, mü'min, kâfir, müslim, gayr-i müs-lim herkesi içine almış, bütün
canlıları kapsamıştır. İsrâ sûresinde bu husus daha açık şekilde beyân
ediliyor: «Herbirine : Onlara da, bunlara da Rabbinin bağış ve ihsanından
ardarda veririz. Zaten Rabbinin bağış ve ihsanı (kimselerden) yasaklanmış
değildir.» [86]
O halde Müslümanlar,
biri önderlik, diğeri rtzık olmak üzere iki önemli meselede hassas davranmak
zorundadırlar. Birinci mesele ihmal edilirse, hürriyet ve istiklâlleri
ellerinden gidebilir. Dini ve millî değerleri tedricen yabancı âdetlerle yer
değiştirebilir. Bugüne kadar birçok İslâm memleketlerinde Kur'ân'ın tarîf ettiği
ölçüde önder ve lider yetişmediği veya yetiştirilmediği veya bunları
yetiştirecek müesseseler ilim ve imandan, ahlâk ve fazîletten güç almadığı için
yabancıların istilasına uğradılar, yıl-laryılı hem sömürüldüler, hem de başka
milletlerin kültürünün esiri,haline geldiler. Nitekim liderlik nimetinden uzaklaşan
Mısır'daki Fatımîler, Su-
riyedeki Atabeyler;
tam Hıristiyan âlemine yem olacakları sırada, liderliğin en üstün vasıflarını
kendinde taşıyan Selahaddin Eyyûbî onların imdadına yetişip iki devleti bir
araya getirerek kudretli ve mahir ellerine aldıktan sonra haçlı sürülerini
bozguna uğrattı; Kudüs'ü fethederek İslâm âleminin bir kez daha yüzünü
güldürdü. İslâm-Türk tarihinde bunun daha birçok örnekleri mevcuttur.
İkinci meseleye
gelince : Yeryüzü nimetleri hiçbir kimseden, ya da milletten geri bırakılmamış;
rızık kapısı her ferde ve topluluğa açık tutulmuş; bu kapıdan girebilmek ise
ilmî ve şuurlu çalışma kanununa bağlanmıştır. Dini ve itikadı ne olursa olsun
dünya nimetlerine en çok kavuşanlar şüphesiz ki en iyi çalışanlar olmuştur. O
halde Müslüman milletler Allah'ın bu değişmiyen kanununu sadece bilmekle
kalmamalı, aynı zamanda bunun fiilî örneklerini vermelidirler. Böylece
iktisadî savaşa girişen yabancı milletler karşısında dimdik ayakta durabilir,
yenilgiye uğramadan varlığını koruyabilirler.
Ancak ne var ki,
Müslümanlar kendileri için hayatî önemi olan bu iki meseleyi gerçekleştirmeye
yönelirken maddeyle mânayı, ilimle inancı paralel yürütmek, her konuda bu
dengeyi sağlamak mecburiyetindedirler. Çünkü İslâm'ın bünyesine ancak dengeli
bir çalışma uyabilir. Fikir adamı Halil CİBRAN bu hususu şu cümlelerle ifâdeye
çalışmıştır:
«Hayat hakikaten
karanlıktır, hızdan mahrum olursa. Her hız neticesizdir, ilimden ışığını
almazsa,. Her ilim de arzu edilen faydayı sağlamaz imândan yoksun, bulunursa,
ya da imândan güç ve kuvvet almazsa!..» [87]
Ahidnâ: Ahid'den
maksat, burada ya «vahiy», ya da «emir» manasınadır. Yani onlara vahyettik
veya emrettik.[88]
Akifîn: Kabe'de
eyleşenler veya dıştan gelip orada i'tikâfa girenler.. [89]
Ma ka m-1 İbrahim :
a) İbrahim Peygamberin ayakta durduğu yer..
b) İbrahim Peygamber Kâbe-i muazzamayı yaparken
ayağının altına koyup üzerine çıktığı taş.. (Sahîh-i Müslim).
c) İsmail Peygamberin karısı tarafından
İbrahim (A.S.)ın ayağı altına konulan
taş.. (Müfessir Suddî)
d) Mescid-i Haram'ın hepsi.. (İbn
Abbas-İkrime-Atâ')
e) Arafe ve Müzdelife (Atâ)
f) Harem-i şerîfin her yanı..
(Nahaî-Mücâhid-Şa'bî) [90]Bu
makamı musalla edinmekten mnksat:
a) Orada duâ etmek (Mücâhid)
b) Kıble edinmek (el-Hasen)
c) Orada namaz kılmak (Katade-Suddî) [91]
Nitekim Buharî'nin İbn
Ömer (R.A.)dan yapmış olduğu rivayete göre, Resûlüllah (A.S.). Usame bin Zeyd,
Bilâl, Osman bin Talha ile birlikte Kabe binasının içine girdiler ve kapıyı
kapadılar. İçerden çıktıklarında Bilâl'dan, Resûlüllah (A.S.)ın namaz kılıp
kılmadığı soruluyor, «İki yemanî amud arasında kıldı» diye cevap veriyor. [92]
Ne Yahudî ne de
Hıristiyan olan, bu iki dinden çok önce gelip Hanîf Dini'nin büyük tebliğatçısı
bulunan İbrahim Peygamber (A.S.) sadece Kâ-be-i Muazzamayı temizlemekle ve
orayı ibâdet edenlere hazır vaziyete getirip şirkten ve nifaktan paklamakla
kalmayıp, önce yapılan bu şerefli hizmetin sırf ilâhî hoşnutluğa vesile olmasını
dilemiş ve sonra da kendi soyundan Hakk'a boyun eğen bir milletin meydana
gelmesini ve gelecek milletlerin Tevhit akidesinden mahrum kalmaması için büyük
bir peygamberin gönderilmesini gönülden istemiş, böylece gelecek nesiller için
hayırhah olmanın en güzel örneğini vermiştir,
Aşağıdaki âyetler onun
bu hayırhahlığını ve insanlıktan yana olan yüksek duygularını aksettirmekte ve
bu acıdan Allah'a ve âhiret gününe inanan insanların hem yaşadığı devirde, hem
de kendilerinden sonraki devirde yaşayan ve yaşayacak olan nesillere hayırlı
bir çığır açmalarının gerektiğine işaret edilmektedir. [93]
127— Hani İbrahim ve İsmail, Beyt-i Şerifin
temellerini yükseltiyor-dular da birlikte (şöyle duâ ediyorlardı): «Ey
Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur, şüphesiz ki daima işiten, hakkıyla bilen
ancak Sensin.
128— Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak Sana
boyun eğmekte' sabit kıl, soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösterip boyun
eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibâdetimizi göster. Tevbelerimizi de kabul
buyur. Şüphesiz ki tevbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan Sensin
Sen!.
129— Ey Rabbimiz! Onlara kendilerinden bir
peygamber gönder ki, üzerlerine Senin âyetlerini okusun, kendilerine kitabı ve
hikmeti öğretsin, onları (her türlü şirk ve isyandan) temizlesin. Şüphesiz ki
Sen çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibisin.
«Ben, Allah katında
peygamberlerin sonuncusu olarak yazılıydım ve işte o devrede Âdem henüz
çamurdan bir suret olarak bulunuyordu. Ben
ilk durumumu da size bildireyim:
Ben, İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi, annemin ben doğunca gördüğü rü'yayım;
doğduğum esnada parlak bir nûr annem için meydana gelmiş de ona Şam saraylarını
aydınlatıp göstermişti.» [94]
«Hani İbrahim ve
İsmail, Beyt-i Şerifin temellerini yükseltiyordular da birlikte (şöyle duâ
ediyorlardı)....»
Mealindeki âyetle,
ifâde kudretinin bütün yüksekliği ve derin te'si-riyle aile yuvasında
yetişmekte olan yarının büyüklerini nasıl eğitmenin yollarını gösteren Kur'ân,
bu konuda Müslümanlara ışık tutar mahiyette ana fikirler veriyor:
a) Aile reisi olan baba aynı zamanda bilgili ve
çocuk psikolojisinden, onun eğitiminden anlayan bir kişi olmalıdır. Bununla
beraber Allah'ı tanıyan, gönülden O'na teslîm olan ve bu anlayış içinde manevî
değerlere saygı gösteren; sadeoe saygı göstermekle de kalmayıp bu değerlerin gönüllerde
yeretmesme hizmeti cana minnet bilen olmalıdır.
b) Baba belirtilen yolda kendisine en iyi
arkadaş ve dost olarak evlâdını seçmeli, onu zorlayarak değil, fakat
inandırarak, hevesini artırarak manevî değerlere ısındırmalıdır. Nitekim
İbrahim Peygamber böyle yapmış,
oğlu İsmail'i de, İshak'ı da sistemli bir şekilde eğiterek kendisine en iyi
vâris yapmıştır.
c) Baba evlâdını mabede alıştırmalı, kutsal
yerlere hizmetin aşk ve imânını ona enjekte etmesini bilmelidir. Âyette bu
husus açık bir ifâdeyle beyân edilerek : «Hani İbrahim ve İsmail, Beyt-i
Şerifin temellerini yükseltiyordular...» deniliyor ve âdeta bu manzara
geçmişin derinliklerinden alınıp bugünkü neslin gözleri önüne seriliyor.
Böylece İsmail'e, mabede hizmetin en derin zevki aşılanmış oluyordu.
d) İnsanla Allah arasında manevî köprü olan ve
beşer kalbini ümit ışıklarıyla doldurup ona hayat ve hareket veren duâ, ailenin
günlük prensipleri arasında bulunmalıdır. İşte İbrahim Peygamber (A.S.) bu
hususta da bizlere örnek olarak gösteriliyor; o, İsmail ile birlikte Kabe'nin
yanıba-şında başını göklere kaldırıp âlemlerin Rabbine en içli duasını
sunuyordu.
Geleoek neslin iman
nîmetiyle yeryüzünde başarılı bir hayat sürmesini, insan ruhunda yalnız tek
olan Allah kavramının yerleşip hâkim olmasını gönülden yalvararak istiyordu.
O halde her aile
reisi, bir taraftan kendi çocuklarına yön verirken, diğer taraftan gelecek olan
nesillerin sağlam temeller üzerinde gelişebilmelerini sağlamak için ciddi
mesailer sarfetmelidir. [95]
«Ey Rabbimiz! İkimizi
Müslüman olarak Sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da Sana teslimiyet
gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir.»
İşte milletlerin
ayakta durmasının; varlıklarını tam bir huzur, refah ve kardeşlik havası içinde
hür ve bağımsız olarak devam ettirebilmelerinin iki önemli temel prensibi:
Yaşamakta olan kuşağın ve onları idare eden kadronun Allah'a boyun1 eğmesinin
ve bu teslimiyette şuurlu hareket etmesinin gerekliliği.. Âyette gecen
«Müslimeyn» kelimesi «lâm» harfiyle gelince olgun bir boyun eğmeyi, içten
gelen bir arzu ile Hakk'a teslîm olmayı ifâde eder. Kendi milletlerini sevk ve
idare etmekle emrolunan İbrahim Peygamber ile İsmail Peygamber, yüklenmiş oldukları
bu ağır ve o nisbette mesuliyetli hizmeti başarıya ulaştırmak için önce
kâinatın yegâne sahibi olan ve asıl mülkün tasarrufunu kudret elinde
bulunduran Allah'a arz-ı teslimiyette bulundular; sonra da geleeek nesillere
en iyi ölçü ve mânada örnek olma yollarını araştırdılar ve gerekli sebeplere
başvurarak dualarını şu cümlelerle arz ettiler: «Soyumuzdan da Sana teslimiyet
gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir!» dediler. İşte bu düşünce ve
davranışlar da memleketin geleceğini güvene almanın, başarıya ulaştırmanın
ikinci yolu ve esasıdır.
Ayrıca ilâhî
tecellinin merkezi, tevhit akidesinin odaki olan Kâbe-i muazzamanın ebediyen
Müslümanların kıblesi ve tavaf yeri olarak kalmasını Hazret-i Adem'den İbrahim
Peygambere kadar birçok devirler geçiren, putperestlerin istilasına uğrayan bu
kutsal yerlerin, insanlığın sulh-u selametinden yana tek teslimiyet merkezi
olarak devamını gönül dolusu imanla isteyen o büyük peygamber; ilâhî belgeleri
okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek ve onları her türlü şirk ve
putperestlik kirlerinden temizleyecek bir Resul gönderilmesini niyaz etmişti.
Onun bu duasına
işaretle Peygamber {A.S.) Efendimiz: «Ben babam İbrahim'in duâsıyım!»
buyurmuştur.
İbrahim Peygamberin,
gençliğinin henüz baharında bulunan oğlu İsmail Peygamber ile birlikte bu
mukaddes mabedin temellerini yükseltip önce kendileri, sonra gelecek nesil için
duâ etmelerinin diğer önemli bir hususiyeti de, sağlam karakterli, milletini
içten seven, aile yuvasının kutsallığını bilen ve bu anlamda milletinin
belkemiğini teşkil eden genç kuşağa dikkatleri çevirmek, onların bu ölçü ve
imân atmosferi içinde yetişmelerini sağlamaktır. Çünkü millet yapısında önemli
yeri olan aile ve evlilik kurumlarını yıkmak için iki yoldan hareket edilir:
1. Burjuvazinin dayandığı esasları ve manevî değerleri yıkmak; 2. Aile
müessesesinden uzak, dinî ve millî değerlerden kopuk genç bir nesil
yetiştirmek,. Tıpkı bugün komünistlerin yaptığı ve komünist manifestoda yer
aldığı gibi..
Bu iki yol nerede
işlek hale getirilmişse orada cemiyet ve aile soy-suziaştınlmış, millet
tarihinden kopmuş, insan denilen varlık, et kan ve kemikten ibaret bir canlı
sayılmıştır.
Yukarıda mealini
yazdığımız, İbrahim Peygamberle ilgili âyette bu ve benzeri ideolojilere karşı
uyanık bulunmamıza işaretler vardır. [96]
Kâbe-i muazzama ne
zaman, kim tarafından yapılmıştır? Bu konudaki rivayetler çok farklıdır. Cafer
bin Muhammed'in rivayetine göre, Allah, Adem peygamberi yaratmak istediğinde
melekler O'na «Biz seni hamdinle tesbîh ve seni takdis edip dururken yeryüzünde
bozgunculuk edecek, kan dökecek olanı mı yaratacaksın?» demeleri üzerine Allah
: «Sizin bilemiyeceğinizi elbette ben bilirim!» buyurmuştu.
Melekler ilâhî
gazabdan korkmuş, O'nun Arş'ına sığınarak orayı yedi defa tavaf etmişlerdi.
Böylece Allah onlardan hoşnut olmuş ve onlara şöyle buyurmuştu : «Yeryüzünde
benim için bir mâbed yapın; tâki gazap edeceğim kimseler oraya sığınıp yedi
defa tavafta bulunacak olurlarsa, onları da bağışiıyayım.» İşte bu emir üzerine
ilk önce Kabe melekler tarafından yapılmıştır.
İbn İshâk'ın
rivayetine göre, Kureyşliler Kabe'nin bulunduğu yeri kazdıklarında, üzerinde
«Ben ki Allah'ım, Bekke (Mekke)nin sahibiyim. Burayı, gökleri ve yeri
yarattığım; güneş ve ay'ı tasvir ettiğim gün yarattım!» anlamında Süryanice bir
kitabeye rastlıyorlar. Aynı ibareyi şu cümleler takip ediyordu : «Burayı hakka
yönelmiş yedi melekle kuşatıp onlara tavaf ettirdim. Burası, iki dağ (Ebû
Kubeys ile el-Ahmer) yerlerinden ayrılıp gitmedikçe yok olmaz. Burası su ve süt
konusunda ehline mübarektir.» [97]
Bu rivayetten,
Kabe'nin çok önceleri yani Adem Peygamber Üe başladığını, zaman zaman tahribat
görerek Hazret-i İbrahim (A.S.) devrinde yerlebir olduğunu ve ilâhi emir
üzerine İbrahim Peygamber tarafından ilk temelinin izlerine rastlandığını ve bu
temeller yükseltilerek yeniden inşâ edildiğini anlıyoruz. Nitekim Hac sûresinde
buna temasla : «Hani bir vakit fceytü'l-Haram'ın yerini İbrahim'e
hatırlattık...» buyuruluyor. [98]
Asr-ı Saadete tekaddüm
eden yıllarda çeşitli sebeplerle yıkılan Kabe'nin Kureyş ileri gelenleri
tarafından yapıldığını ise şu hadîsten öğreniyoruz :
«Ya Âişe! Eğer senin
kabilenin şirkten kurtulmaları yakın zamanda > olmamış olsaydı Kabe'yi yıkar
yerlebir ederdim; biri doğusunda,
diğeri batısında olmak üzere iki kapılı yapar ve Hicir'den yana altı
zira' bir fazlalık ilâve ederdim. Çünkü Kureyş Kâ'be'yi İnşâ ettiği zaman onu
küçült-müştür.» [99]
Kabe tarihi hakkında
ileride daha geniş bilgi verilecektir. [100]
Kavaid: Kaide'nin
çoğul şeklidir. Ferrâ' ve Ebû Ubeyd'e göre, «temeller» demektir. Kissaî'ye
göre, «duvarlar» demektir.
Hikmet:
a) Söz ve fiilde doğruyu bulma, gerçeği anlama
ve hakikate isabet etme bilgisi,
b) Bilgisizlik ve hatâya kapı açmayan bilgi,
c) Eşyayı hakikatıyla bilmek gibi mânalara gelir.
Âyette geçen «hikmet» kelimesi bunlarla beraber, dinî buyrukları esrar ve
hikmetiyie bilmek anlamında daha meşhurdur. [101]
Yahudi ve
Hıristiyanlar, İbrahim Peygamberin soyundan geldikleri ve onu bir peygamber kabul ettikleri halde Hanîf Dini'nden ve
İbrahim'in
Hakk'aolan
teslimiyetinden yüzçevirirler de yanlış yolda inatla yürümeye devam ederler.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu husus her iki millete de hatırlatılıyor; ayrıca Yahudilerin daha çok
bağlandıkları Yakub Peygamberin de kendi oğullarına dedesi İbrahim'in dinini
ve teslimiyetini tavsiye ettiğine parmak basılıyor. Böylece bilhassa
Yahudilerin bu tavsiyeye hiç de uymadıkları bir defa daha gözler önüne
serilerek gerekli uyarma yapılıyor. [102]
130—
İbrahim'in dininden ve açmış ofduğu (yüksek ahlâk ve sağlam sünnet) yolundan,
kendini bilmeyen beyinsizden başka kim
yüzçevirir?
And olsun ki, Biz onu
dünyada (peygamberlik "e önderlik görevi için) seçip beğendik, âhirette
de elbette O, (kurtuluşa erişen) iyi-yarariı kişilerdendir.
131— Ve hani Rabbin ona : «Teslimiyette devam et!»
deyince, o da, «âlemlerin Rabbine teslim olup (boyun eğdim)» demişti.
132— Bunu (dini ve teslimiyeti) İbrahim kendi
oğullarına tavsiye etti. Yâkub da tavsiyede bulunarak (dedi ki): «Oğullarım!
Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Artık siz de ancak müslüman olarak
(Hakk'a gönülden bağlanıp boyun eğerek) can verin.»
133— Yoksa (ey Yahudiler ve ey Hıristiyanlar!)
Yâkub'a ölüm hazır olunca siz orada bulunuyor muydunuz? Hani Yâkub ( o sırada)
oğullarına: «Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?» demişti de, onlar da, «Senin
Tanrına, babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tek olan Tanrısına ibâdet
edeceğiz, biz ancak O'na teslim olmuşuzdur» diye cevap vermişlerdi.
134— O bir ümmetdi ki gelip geçti. Onların
kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size aittir. Onların
işlediklerinden sorulacak değilsiniz.
Yahudi bilginlerinden
Abdullah bin Selâm Müslüman olduktan sonra oğulları Seleme ile Muhacir'i
İslama çağırarak onlara şöyle demişti : «Allah Teâlâ Tevrat'da İsmail
oğullarından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim; ona uyan hakikata
kavuşacak, uymayan lânetlenecektir.» buyurmuştur. Bunun üzerine Seleme,
Müslümanlığı kabul edip küfürden kurtuldu. Muhacir ise küfründe ısrar etti. Bu
sebeple yukarıdaki âyet indi. [103]
İbrahim Peygamberin
dini, tevhit dini idi. Onun şeriatı ve yüksek ahlâk yolu, tamamen beşer
karakterine, milletlerin sosyal yapılarına ve insanların mutluluğuna yönelmiş
bulunuyordu. İbrahim Peygamberin insanlıktan yana açmış olduğu çığır bugün
bile birçok hatlarıyla tazeliğini korumaktadır. Bunları özetliyecek olursak;
Onun dini ve şeriatı daha iyi anlaşılmış olur ve ondan yüzçevirenin cidden,
kendini biimiyen bir beyinsiz olduğuna kolayca hükmedilir:
1— İbrahim Peygamber (A.S.), Hanîf
Dini (bâtıldan uzak, Hakka
dosdoğru yönelmiş tevhît dini) üzere idi. Bu bakımdan o, yıllarca hak
kavramının gönüllere işlemesi, bâtılın yok olması uğrunda çok ciddi mücâdelelerde
bulunmuş, bu vadide övgüye değer görevler yapmıştır.
2— Kendi
milletinin isyan ve inkârına
rağmen İbrahim Peygamber onlara : «Ey kavmim, ben sizin
eş-ortak koştuğunuz putperestlikten beriyim» diyerek, açıktan açığa onların
yanlış yolda olduğunu çeşitli misallerle anlatmaya çalışmıştır.
3— İbrahim Peygamber, azgın inkarcılara karşı
Allah'ın varlığını, birliğini, sonsuz kudretini dile getirerek şöyle
seslenmişti: «Ben yüzümü (bütün varlığımı) gökleri ve yeri yaradan Allah'a
çevirdim. Bâtıldan uzak, hakka yönelmiş bulunuyorum; ben hiç bir zaman
müşriklerden (Allah'a eş-ortak koşanlardan) değilim.»
4— Küfür üzerinde ısrar edip duran babasına da
aynı şekilde seslenerek şöyle demişti : «Ben sizden de beriyim, sizin
tapageldiğiniz putlardan da...»
İbrahim Peygamber
böylece insanları hakikata eriştirmek için hem söylüyor, hem de söylediklerini
yaşıyordu. İnanmayan babasından her türlü ilişkilerini kesmesi bunun
belgelerinden biridir.
5— İbrahim Peygamber dış ve iç temizliğini en
güzei mânada kendinde birleştiren büyük bir peygamberdi. Saç taramak, tırnak
kesmek, dişleri fırçalamak, koltuk ve kasıkları traş etmek, güzei koku
sürünmek,' herkese güler yüz göstermek onun sünnetleri arasında bulunuyordu.
6— İbrahim Peygamber, hem ağır başlı, hem de son
derece yumuşak huylu, yufka yürekli idi. Gerek kendi yakınlarının, gerekse
bağlı bulunduğu milletinin kurtulması için bu sıfatlarını en uygun tarzda
kullanmasını bildi. İnsanları zulümden, taşa-ağaca ibâdetten, putların önünde başeğme
basitliğinden, sac-sakal birbirine karışmışlığın,
tırnak ve bıyık uzamışlığın vahşi
görünüşünden kurtarmak için sabırlı hizmetlerde bulunmayı kendine huy edindi.
7— Ailesine ve çocuklarına, dindar ve medenî yaşamanın, yüksek ahlâkı temsil
etmenin yollarını öğretmiş, böylece onları yaşadıkları çağın insanlarına örnek
olacak seviyeye yükseltmiştir.
Özet olarak
sıraladığımız maddelerden, İbrahim Peygamberin önder olmaya lâyık bulunduğunu,
övgüye değer bir aile reisi olduğunu, ondan yüz-çevirenlerin kör taassup, aşırı
cehalete saplanıp kaldıklarını anlıyoruz. [104]
bir ümmetti ki, gelip
geçti. Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size aittir.
Onların işlediklerinden sorulacak değilsiniz.»
Gelip gecen milletler
bir takım iyi, ya da kötü izler bırakıp gitmişlerdir. Açmış oldukları iyi veya
kötü çığırların sevap ve vebali kendilerine aittir. Ancak kötü çığır açanlar
bundan dolayı gelecek nesillerin aynı çığırda yürümelerinden doğacak vebalin
bir mislini de yükleneceklerdir. Açtıkları iyi çığırda yürüyenlerin elde
edeceği sevabın bir misline de nail olacaklarına dair sahîh haberler gelmiştir.
Bunun aksine gelecek kuşaklar, gelip geçmiş milletlerin yaptıklarından sorumlu
değillerdir.
Geçmiş milletleri,
ilim, ahlâk ve fazilet ölçüleri içinde taklît etmek ve fakat gelecek milletler
için daha iyisini ve mükemmelini meydana getirmek ve bu açıdan taklidin dar
çerçevesini aşıp hızlı bir tekâmülün öncüsü ya da habercisi olmak gericilik
değil, ilericiliktir. Nitekim dinler arasındaki gelişmede de kademeli bir
tekâmül olmuş, İslâm Diniyle bu gelişme tekâmülün doruğuna yükselmiştir.
İlim, ahlâk ve
medeniyette, geçmiş milletlerin* kat'etmiş oldukları mesafenin belli sınırında
kalıp ileriye gitmemek ve onlardan biraz daha geride kalmak şüphesiz ki
gericiliğin ta kendisidir.
Görülüyor ki,
Kur'ân'da, milletlerin elde ettikleri başarıların veya geliştirdikleri fena
ahlâkın tek sorumlusunun yine kendilerinin olduğu bildiriliyor ve kötü ahlâkta
onların izinden gideceklerin sorumluluğunun ise her iki tarafa râci' olduğu
kapalı bir şekilde işaretleniyor.
Baba ile evlât, dede
ile torun arasındaki münasebet de bundan farksızdır. Baba ve dedesinin kötü
ahlâk konusunda vermiş oldukları fena örnekleri bir tarafa itip tekâmüle ayak
uydurarak güzel ahlâkın, fazilet dolu ilmin peşinde koşan evlât, baba ve
dedesinin işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Fâzîlet ışığı yayan babanın evlâdı
ise bu ışığı çoğaltacağı ve daha da verimli hale getireceği yerde söndürecek
olursa, onun babasıyla iftihar etmesi sadece bir kuruntudan ibaret kalır.
Bunun içindir ki,
Hazret-i İbrahim (A.S.), gelecek kuşakların Hakk'a teslimiyet gösteren bir
millet olabilmeleri için duâ ederken kendisinden daha üstün (kitap ve hikmet
öğretecek) bir nebinin gönderilmesini gönülden istiyordu. Bu, yalnız gelecek
nesillerin daha başarılı ve daha yararlı olmalarına duâ etmek değil, aynı
zamanda bunun önceden en sağlam temelini ve en uygun ortamını hazırlamak
demektir. [105]
Kelbi'ye göre, Yakub
Peygamber Mısır'a girdiğinde ora halkının çoğunun putlara, ateş ve ineğe
taptıklarını gördü. Bu durum onu hem üzdü, hem de kendi evlât ve torunlarının
geleceği hakkında gerekli bütün çare ve metotlara başvurmaktan ve sonra Allah'a
tevekkülden başka yol olmadığını düşünerek harekete geçti. İlk iş olarak
oğullarını topladı, durumu detaylı olarak onlara anlattı ve sonra dedi ki:
«Oğullarım! Şüphesiz
ki Allah size bu dini seçip beğendi. Artık siz ancak Hakk'a teslimiyet içinde
can verin.»
Bu tavsiyesinden sonra
ikinci önemli tavsiyesini ölmek üzere iken yaptı. O, oğullarına şöyle diyordu :
«Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?» Bununla oğullarından kesin söz almak
ve böylece ilerideki kuşakların neye ibâdet etmelerinin gerektiğini her türlü
şüpheden uzak tutmak istiyordu. Oğullan ise ona şu cevabı verdi: «Senin
Tanrına, babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın tek olan Tanrı'sına ibâdet
edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur!»
İbrahim Peygamber'in
de arzusu ve duası bu yolda olmuştu. Onun duası Hazret-i Muhammed (A.S.)
hakkında İlâhî irâdeye muvafık düşmüştü. Tevrat'ta da Peygamberimizin
gönderileceğine dair beş kadar belge mevcuttur. Birinci kitap 9-20 bölümler.
İşaya 22. bölüm, beşinci kitap 11. bölümde bunların kalıntılarına rastlamak
mümkün.'[106]
İslâm Akıncılarından
bir kısmı bu âyetle istidlal ederek İbrahim Peygamberin şeriatı -hükmü
kaldırılanlar müstesna- bizim için de şeriattır, demişlerdir.
Nitekim [107]
âyetiyle [108]âyetinde bu husus biraz
daha açıklanmıştır. [109]
«İslâm» kelimesi Arap
dilinde boyun eğip teslim olmak demektir. Bu mânayla her İslâm, imân değildir;
fakat her imân, İslâmdır da.. Çünkü Allah'a imân eden, herhalde O'na teslîm
olup boyun eğmiştir. Ama her boyun eğen, imân etmiş sayılmaz. Çünkü bu
teslimiyet tehdît yoluyla olmuş olabilir.
Kaderîciîerle
Haricîlere göre, İslâm aynı zamanda imân demektir, imân da İslâm... O halde bu
iki mezhebe göre her müslüman mü'mindir; aynı zamanda her mü'min de müslimdir. [110]
Ehl-i sünnetin bu
husustaki diğer bir delili de :
«Bedeviler, «imân
ettik» dediler. De ki: Siz imân etmediniz, belki İslâm'a girdik (zahiren
teslimiyet gösterdik) deyin. İmân henüz kalblerinize girmedi.» âyetidir.[111]
Diğer bir \ delilleri de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ganimet dağıtırken orada
bulunanlardan birine bir şey vermediği, bunun üzerine Sa'd b. Ebî Vakkas'ın
(R.A.):
— Ya Resûlellah! falana da veriniz, çünkü o
mü'mindir, diye hatırlatması ve Resûlüllah (A.S.)ın ona :
— Belki müslimdir, diye cevap vermesidir.
Bununla bu iki sıfatın bir olmadığı beyân edilmiştir.
Ayrıca İslâm
fıkıhçılarından bazısı 133. âyetle istidlal ederek, dedeyi baba gibi sayıp
mîrasta kardeşlerin baba ile düşeceği gibi dede ile de düşeceklerine
hükmetmişlerdir. Ebû Bekir Sıddık (R.A.)nin da görüşü böyledir. Hazret-i Âişe
validemiz (R.A.)ın da içtihadı bu merkezdedir. Ebû Ha-nife'nin de mezhebi
budur. [112]
Eslim:
a) Dinini tevhît akidesi üzere Allah'a hâlis
kıl, demektir.
b) Boyun eğ, huşu üzere bulun anlamındadır.
Millet: Çoğu zaman din ve şeriat manasında kullanılır.
Ümmet: İmam
maddesinden alınma çoğul bir isimdir; halka ve kitlelere önderlik yapacak olan
cemaate denir.
H a nîf:
a) Dosdoğru olan..
b) Allah'a teslimiyet gösterip O'nun buyruklarının dışına çıkmayan. (Muhammed bin Kâ'b el-Karazî).
c) Allah'ın dinine bütün mevcudiyetiyle
meyleden.
d) Hakka uyan.
e) Amelini hâlis kılan. [113]
Manalarına gelir. [114]
Yahudî ve
Hıristiyanlar bir taraftan ha nîf dinine sırt çevirirken, diğer taraftan
hidâyetin kendi din ve akidelerinde olduğunu, bu nedenle kurtuluşun Yahudî ya
da Hıristiyan olmakla gerçekleşebileceğini iddia edip durmuşlardır. Yukarıdaki
âyetlerle her iki milletin de İbrahim Peygamberle Yakub Peygamberin
tavsiyeleri dışına çıktıkları ve böylece hakiki hidâyet yolundan bizzat kendilerinin uzaklaştıkları beyân ediliyor.
Aşağıdaki âyetlerle de
vahye dayalı semavî dinler arasında esasta bir fark olmadığına, bütün
peygamberlere inanmanın gereğine dikkatler çekiliyor ve böylece her biri ayrı
bir hidâyet yolunda bulunduğunu iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların ne kadar
tezatlara düştükleri ve bu yüzden gülünç oldukları özlü bir ibareyle
anlatılıyor ve sonra ilâhî hidâyetin tek yol olduğu, bunun da İslâmiyetle
tamamlandığı, Allah'ın fıtrî boyası olan imân ve teslimiyetin ancak tevhit
burcunda kendini göstereceği hatırlatılıyor. [115]
135__
(Onların bunca yanlış ve o nisbette sapık tutumları yetmiyormuş gibi bir de)
«Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız» dediler. De ki: Hayır,
(elbette bir dine uymam gerekiyorsa) Hakk'a dosdoğru yönelmiş bulunan
İbrahim'in dinine uyarız. O hiç bir zaman Allah'a eş-ortak koşanlardan olmadı.
136— Deyiniz ki, biz Allah'a ve bize indirilene,
İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve
Esbat'a (Yakub Peygamberin torunlarına) indirilene; Musa ve İsa'ya ve (diğer)
peygamberlere Rableri tarafından verilen (sahi-fe, kitap ve vahy)e îmân ettik.
Onlardan hiçbirini diğerinden farklı tutmayız. Biz ancak Allah'a boyun eğen
Müslümanlardanız.
137— Eğer onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) sizin
imân ettiğiniz gibi imân ederlerse elbette doğru yolu bulurlar. Yok eğer
yüzçevirecek olurlarsa, ancak ayrı (bir yola) düşmüş olurlar. Bu takdirde de
Allah onlara karşı Sana yeter ve O, gereği gibi işiten ve bilendir.
138— Allah'ın (değişmiyen) boyasına gerekli olun!
Boya cîhetiyle Allah'tan daha güzel kim? Biz ancak O'na ibâdet ederiz.
139— De ki: Allah hakkında bizimle tartışıp
çekişiyor musunuz? Halbuki O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim
işlediklerimizin (karşılığı) bize aittir, sizin işlediklerinizin (karşılığı)
size aittir. Biz ancak O'na içten gelen katıksız bir ciddiyet ve samimiyetle
bağlanmışızdır.
140— Yoksa siz İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın,
Yakub ve Esbat (Onun torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı
söylüyorsunuz?! De ki: Sizler mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah
tarafından yanındaki bir şehadeti bilerek saklayandan daha zâlim kim olabilir?
Allah sizin yapageldikleriniz şeylerden hiç de gafil değildir.
141— Onlar birer ümmeti ki gelip geçti.
Onların kazandıkları ken-dilerinedir;
sizin de kazandıklarınız sizedir. Onların yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaksınız.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, Yahudilerden bir grup, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek,
«peygamberlerden hangisine inanalım?» diye sordular. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [116]
Saîd bin Cübeyr
(Rahmetü'llahi aleyhjin yaptığı rivayete göre, Yahudilerden Abdullah bin
Sûriyâ el-A'ver bir gün Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki: «Gerçek
hidâyet (doğru yol) bizim üzerinde bulunduğumuz yoldur. Bize uy ki hidâyete
eresin!» Ve sonra Hıristiyanlardan bir kısmı da buna benzer bir teklifte
bulunmuşlardı. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [117]
Bu konuda İbn Abbas
(R.A.)dan yapılan diğer bir rivayete göre, Yahudi liderlerinden Kâb b. Eşref,
Mâlik b. Sayf, Vehb b. Yahûd, Ebî Yâsır bin Ahteb ile Beni Neccar
Hıristiyanlarından Seyyid, Akıb ve arkadaşları bir toplantıda Müslümanlarla
din konusunda münakaşa ettiler, ileri geri bir şeyler söylediler; her grup
kendi dininin hak olduğunu, diğerinin bâtıl bulunduğunu iddia ediyor ve
Yahudiler Musa Peygamberin daha üstün, Tevrat'ın daha mükemmel bir kitap
olduğunu isbata çalışıyorlar; böylece İsa Peygamber ile Muhammed Peygamberi,
dolayısıyla İncil ve Kur'ân'ı inkâra kalkışıyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler iniyor. [118]
Buharî'nin Ebû Hüreyre
(R.A.)den tahrîc ettiği rivayete göre, kitap ehlinden olanlardan bir kısım din
adamları Tevrat'ı İbrânice okur, Arapçaya çevirerek Müslümanlara açıklayıp
anlatırlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Müslümanlara şu tenbîhte bulundu :
«Kitap ehlini ne
tasdik edin, ne de tekzîb edin! Sadece onlara deyin ki: Biz Allah'a ve bize
indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve onun torunlarına indirilene, Musa
ve İsa'ya ve (diğer) peygamberlere Rabları tarafından verilene imân ettik!...» [119]
Yahudiler hem Allah'a
eş-ortak koşuyor, hem de «Yahudi olun ki doğru yolu bulaşınız!» diyerek
başkasını, özellikle Müslümanları kendi dinlerine davet ediyorlardı. Aslında
bu davet ciddi değildi. Çünkü Yahudî ancak kendi milletinden olanları çağırır
ve onları himaye eder. Başkasını çağırması diğer dinleri ve onların sosyal
bünyelerini yıkmaya ve dağıtmaya matuftu. Hıristiyanlar da doğru yolun ancak
Nasranîlikte bulunduğunu iddia ediyor ve başka milletleri buna davette üstün
bir gayret gösteriyorlardı. Halbuki onlar da üc tanrı (teslis) fikrini yaymaya
ve böylece Allah'a eş-ortak koşmaya çalışıyorlardı, Yahudiler, İbrahim, İshak
ve Ya-kub peygamberleri tutuyor, Musa Peygamberin üstünlüğünü savunuyorlardı.
Bu yanlış tutum içinde Yahudiler hem İsa Peygamberi, hem de Mu-hammed
Peygamberi, dolayısıyla İncil ve Kur'ân'ı reddediyorlardı. Hıristiyanlar ise,
İsa Peygamberi Allah'ın oğlu kabul ettikleri için onun üstünlüğünü savunuyor,
İbrahim peygamberi de kabul ediyorlardı.
Böylece her iki millet
de açık bir tezat içinde bulunuyor; zaman zaman bu tezatlar atmosferinde ahlâk
sınırlarını aşıyor, diğer milletleri ezip sömürme, yıkıp mahvetme maksadını
güdüyorlardı. Yahudiler ancak Harun Peygamber soyundan olanları ruhanî reis
seçiyor; Tevrat'ın haber verdiği peygamberin İsrâîloğulları'ndan geleceğini
bekliyorlardı. Hıristiyanlar ise yeni yeni azizler bekliyor, hem İbrahim'in,
hem de Musa ve İsa'nın yolundan ayrılmış oluyorlardı.
Mealini yazdığımız
âyetlerle bu iki milletin nasıl bir basîretsizük içinde şaşkınlık gösterdikleri,
Yahudilik boyası olarak yalnız Musa'yı ve Yahudî milletinin seçkin bir millet
olduğunu kabul etmeleri tasvîr ediliyor. Hıristiyanlık boyası olarak yalnız
vaftiz yaptıkları, onlarca hazırlanan suya girenin artık değişmiyen bir renge
boyandığı da ana hatlarıyla çiziliyor. Halbuki bütün dinler ve peygamberler
Tevhit akidesini ana prensipleriyle getirmiştir. Bu bakımdan peygamberler
arasında fark gözetmek, kimini üstün, kimini aşağı görmek veya reddetmek bu
akideye tamamen aykırıdır.
Isiâm ise bütün
insanlar için değişmiyen tek bir boya ya da renk getirmiş, buna «Allah ve
Resulüne gönülden imân» ismini vermiştir. Bu boyanın göz alıcı renginin
parlaklığında ve sabitliğinde bütün peygamberleri kabul etmeyi, onların
hepsine saygı göstermeyi, nakşedip işlemiştir. «De ki: Hayır, (elbette bir dine
uymam gerekiyorsa) Hakk'a dosdoğru yönelmiş bulunan İbrahim'in dinine uyarız. O
hic bir zaman Allah'a eş-ortak koşanlardan olmadı.» Mealindeki âyet o boyayla
çizilen bir motiftir. Tevhît akidesinin kapısını bütün milletlere açık tutan
ve gelip geçen binlerce peygamberin getirdiği tek boyayla onu boyayan İslâmî
fırça şu cümlelerle Yahudî ve Hıristiyanların ayrı bir boyayla boyanmak
istediklerini, bu yüzden îevhît akidesinin dışına çıktıklarını ilân ediyor:
«Deyiniz ki, biz
Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve Esbat'a
(Yakub Peygamberin torunlarına) indirilen; Musa ve İsa'ya ve (diğer)
peygamberlere Rableri tarafından verilen (sahife, kitap ve vahy)e imân ettik.
Onlardan hiçbirini diğerinden farklı tutmayız. Biz ancak Allah'a boyun eğen
Müslümanlardanız.»
Tevhît dininin esasını
kendi çıkarları uğruna değiştirip asliyetinden uzaklaştıran Yahudî ve
Hıristiyanlar fasit bir daire içinde İslâmın sosyal yapısını da sarsmaya
başlayınca, «Eğer onlar (Yahudifer ve Hıristiyanlar) sizin imân ettiğiniz gibi
imân ederlerse elbette doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüzçevirecek olurlarsa,
ancak (bir yola) düşmüş olurlar. Bu takdirde de Allah onlara karşı Sana yeter
ve O, gereği gibi işiten ve bilendir.» âyetinin sırrı tecelli etti. Resûlüllah
(A.S.) Beni Kurayza'yı te'dîp etti, bir kısmını Medine dışına çıkmaya mecbur
tuttu. Beni Nadîr'ı da olduğu gibi Medine'den çıkarıp diyar-i küfre sürdü. Kalanlardan
da cizye aldı. [120]
İşte bu, İslâm'ın
apaçık bir delili oldu. Keskin bir kılıç hissini verdi, etrafı aydınlatan göz
kamaştırıcı bir nur olarak arz-ı endam etti. Bundan sonra tevhît burcunda
bulunan Müslümanlar insanlığa şöyle seslendiler:
Biz bütün
peygamberlere inanırız. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Çünkü
hepsi de aynı kaynaktan beslenmiş, aynı güneşten ışık ve enerji almış, hepsi de
yeryüzünde Allah'ın halîfesi olarak yüklenmiş oldukları nübüvvet ve risaleîi
hakkıyla yerine getirmeğe çalışmıştır.
Biz Müslüman olarak
ilim ve hikmetin, adalet ve hakşinaslığın âşığıyız; bu değerleri nerede ve
kimde bulursak -isterse o kimse putperest ya da ateşperest olsun- alırız.
İmanımız en sağlam terazimizdir. Aklımız en iyi ölçümüzdür. Hakkı hak olduğu
için benimser ve savunuruz. Bizimle birlikte tevhît burcuna yükselmek isteyen
herkesi kabul ederiz ve bu burca yükselen her insanı kardeş sayarız.
Allah bizi, ebedle
ezel arasını dolduran boyasıyla boyadı, hepimizin rengi, İslâm ve imândır.
Bundan dolayı kendimizi bahtiyar kabul ediyoruz. Çünkü bu boyadan daha güzel
bir boya yoktur. O, ebediyen solmaz. Biz ancak bu renkle Allah'a kulluk ederiz,
ibâdeti O'na hâlis kılarız. Dünya metaı uğruna ne tevhît burcunu yıkar, ne de
boyandığımız boyayı değiştiririz. Fanilerin önünde eğilmez, dalkavukluk yapmayız!
İLMİ YÖNÜ «Allah'ın (değişmiyen) boyasına gerekli olun! Boya cihetiyle
Allah'tan daha güzel kim?»
Bu cümlelerde geçen
sibğa kelimesine tefsîrciler birkaç mâna vermişlerdir. Ayrıca ondan Allah'ın
varlık alemindeki eşyada meydana getirdiği renklerin tümü kasdediîiyor,
Nitekim İbn Ebû Hatim ile İbn Murde-veyh'in yaptıkları sahîh rivayete göre :
İsrâiloğulları bir gün Musa Peygambere sormuşlar:
— Ey Allah'ın peygamberi! Senin Rabbin boya
yapar mı? Musa Peygamber böyle bir soruya üzülmüş ve :
— Allah'tan korkun, böyle sorular sormayın!,
diye cevap vermişti. Bunun üzerine
Allah, Musa peygambere vahyederek buyurmuştu ki: «De ki, ben kırmızı, beyaz,
siyah ve daha başka renkler yaratırım.» [121]
Önce şunu kaydedelim
ki Allah'ın insanlara olan büyük lütuf ve nî-metlerinden biri de renkleri
görmek ve ayırt edebilmek yeteneğidir. Renkler tabiatta yararlı bir görev
yapmakla beraber, büyük zevk de verirler. Hayvanların pek çoğunun renkleri
ayırtedemediği ve dünyayı siyah ile kurşuni renklerde gördükleri söylenmektedir.
Gerek klorofilin güneş
enerjisini (foton denilen tanecikleri) yaprağa gelince kapması ve renk verici
kimyasal bir madde halinde kendini hissettirmesi, gerekse renk dizisinde tayf
denilen renklerin meydana gelmesi, Allah'ın örnek kabul etmiyen üstün san'atını
ve O'nun bu husustaki şaşmayan belli kanunlarını gösterir. Meselâ: Yaprakları
meydana getiren milyonlarca hücreden birini alıp inceliyecek olursak, hücrenin
ince bir selülozlu zar tabakasıyla çevrili olduğunu ve içinde bir çok canlı
oluşukların bulunduğu «sitoplazma»yı görürüz. İşte bu canlı oluşuklar arasında
bulunan «plast»lardan klorofil tutanlar vardır. Bu, yapraktaki cazip rengi
sağlamaktadır. Beyaz ışık olarak gördüğümüz şey gerçekte gök kuşağının bütün
renklerinden meydana gelmiştir. Beyaz ışık tayf hâlinde yani renkler halinde
ayrılabilir.
İşte bütün bu
incelikler ve üstün sanatla işlenen renkler Allah'ın varlığına, birliğine,
kanunlarının şaşmazlığına, kudretinin her şeyde hâkim
ve nâfız bulunduğuna
delâlet etmektedir. Maddedeki renklere ne kadar ihtiyaç varsa, gönlümüz ve
gözümüz bundan ne kadar zevk alıyorsa, mânadaki iman rengine de ruhumuzun o
nisbette, belki daha fazla ihtiyacı vardır. Ruhun en çok zevk aldığı renk,
Tevhît burcunda dalgalanan imân ve irfan rengidir.
Yukarıdaki âyetle bu
maddî ve manevî iki çeşit renk arasında kuvvetli bir irtibat kurulmakta,
birinden diğerine intikal etmek-suretiyle asıl yaratanın kudretini sezmeye yol
açılmaktadır. [122]
Hıristiyanlardan
birinin çocuğu olunca, doğumunun yedinci günü onu ma'mudiyye tabir edilen bir
suya sokarak vaftiz yaparlar. Ancak bundan sonra o çocuk dosdoğru Hıristiyan
sayılır. Bu, bir çeşit sünnet yerine geçer, anne ve baba için o gün bayram
sayılır.
Allah bunun uygun bir
sünnet olmadığını, asıl en güzel boyanın «İslâm Dinine» girmek, tevhît
akidesine bağlanmak olduğunu beyân ediyor.
İslâm fakîhlerinden
bazısı, âyette geçen sibğa kelimesini gusletmek = yıkanmak anlamına alarak
İslâm'a girmek isteyen bir gayr-i müs-limin gusletmesinin vâcib olduğunu
istidlal etmişlerdir. [123]
Ancak bu vü-cub, teâbbudîdir (ibadetle ilgilidir).
Nitekim bu hususta
sünnet vârid olmuştur: Kays bin Âsim ile Süma-me bin Esâl, Müslüman
olduklarında Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara gusletmelerini emretmişti. [124]
Ebû Hüreyre (R.A.)ın
rivayetine göre: Peygamber (A.S.) Sümame'ye Ebû Talha'nm bahçe duvarının
yanında gusletmesini emretti. Sümame bu emir üzerine yıkanıp iki rek'at namaz
kıldıktan sonra dönüp gelince, Peygamber (A.S.) Efendimiz : «Arkadaşınızın
Müslüman oluşu güzel oldu!» buyurdu.
Saîd bin Cübeyr'e
göre, yeni Müslüman olmuş bir kimsenin yıkanması sünnettir. [125]
«Biz ancak O'na içten gelen katıksız bir
ciddiyet ve samimiyetle bağlanmışızdır.»
Âyetteki muhlisin
sıfatını, «içten gelen katıksız bir samimiyet şeklinde» tefsir edip
mânalandırdıksa da aslında ihlâs çok yönlü bir terimdir. Özellikle
tasavvufcuların buna geniş yer verdiği malumdur.
Cüneyd-i Bağdadi'ye
göre, İhlâs: Allah ile kul arasında öyle bir sırdır ki, onu ne bir melek bilir
ki yazıp kaydedebilsin; ne de bir şeytan bilir ki ifsat edebilsin.
Ruvaym'e göre ihlâs :
Öyle bir ameldir ki sahibi onunla her iki dünyada da ne bir karşılık, ne de
omuzlarındaki meleklerden bir hisse bekler.
Ebû Kasım el-Kuşeyrî
ihlâsı şu hadîsle değerlendirmiştir: Peygamber (A.S.) buyuruyor ki:
«Cebrail'den ihlös'ın mânasını sordum; bana dedi ki, onu ben Rabbimden sordum.
Rabbim şöyle buyurdu: İhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır ki onu kullarımdan
sevdiğim kimsenin gönlüne bırakırım.» [126]
Saîd bin Cübeyr'e
göre, ihlâs : Allah'a, Onun aininde hiçbir şeyi eş-ortak etmemek, amelde ondan
başkasını görmemektir.
Fudayl'e göre : Ameli,
insanlar görür diye terketmek riyadır. İnsanlar için, onlar görsün diye amelde
bulunmak ise küfürdür. İhlâs ise, Allah'ın seni bu ikisinden kurtarıp afiyete
eriştirmesidir. [127]
Huzayfe el-Mar'aşiy'e
göre ihlâs : Kulun zahirde ve bâtındaki fiil ve amellerinin aynı ölçüde
olmasıdır.
Ebû Yakub el-Makfûf'a
göre : Kulun kötülüklerini gizlediği gibi iyiliklerini de gizlemesidir. [128]
İbrahim, İsmail: Özel
isimlerdir. Halil ve Sibveyh'e göre, bunların çoğul şekli, Berâhim,
Semâil'dir. Küfelilere göre, Berâhime ve Semâile'dir. Muhammed bin Yezd'e göre,
Ebârih, Esömi'dir. İshak da böyledir. [129]
E s b a t: Yakub
Peygamberin oniki oğluna ve bunlardan meydana gelen oniki kabileye verilen
çoğul isimdir. Tekili, «sibt» gelir. Bu kelime İs-râiloğuları'nda bir çeşit
kabile, boy anlamında kullanılmıştır, «sibt» maddesinin kök mânası ise, (b)
harfinin sükûnuyla birbiri ardına gelmek, demektir, (b) harfinin fethasiyla
ağaç demektir. [130]İsrail
ya da İshak'ın evlâdına verilen bir isim de olabilir. Nitekim «Biz,
İsrâiloğuliarı'nı ayrı ayrı topluluk halinde on iki boy'a ayırdık.» A'raf
Sûresi 160. âyet bu mânayı kuvvetlendirmektedir.
İbn Abbas'a göre :
Nûh, Şuayb, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed
(hepsine salât-u selâmlar olsun!) müstesna, diğer bütün peygamberler
İsrâiloğulları'ndan gelmiştir. [131]
Şikak: Mücâdele,
muhalefet, haddi aşmak gibi anlamlara gelir. « ş ı k k » kökündendir; taraf
mânasını ifâde eder.
Sİ bğ a:
a) Allah'ın dini. Mahzûf olan «ittebiû» veya
«ilzemû» fiiliyle mensuptur.
b) Sünnet olmak. Nitekim İbrahim Peygamber de
sünnet olmuştur,
c) İslâm ve
tevhide dayalı imân.
İhlâs: İbâdeti, halkın
övgü ve yergisi düşünülmeksizin Allah için hâlis kılmaktır.
Hanîf: Hanf kökünden
gelen bir sıfattır; meyletmek anlamına delâlet eder. İbn Abbas (R.A,)a göre;
Hanîf: bütün dinlerden yüzçevirip İslâm'a yönelen kimsedir. Araplar, her
hacceden ve sünnet olan kimseye «hanîf» derlerdi. [132]
Yahudî ve
Hıristiyanlar, varlık âlemine renk ve mâna veren ilâhî boyayla boyanmaktan
uzaklaşıp bütün peygamberlerin temelini atıp geliştirdikleri tevhit ve
teslimiyet burcundan kendilerini aşağı attılar. Tıpkı toprak üzerine tuzakla
birlikte serpilen donelere gözü kararmış bir şekilde yukardan iniş yapan aç
kuşlar gibi. Böylece onlar ayrı bir boyaya boyanmak istediler: Yahudilerin
aradığı boya, maddecilik idi. Hıristiyanların ise teslis
(üç tanrı fikri) ve vaftiz idi.
Aşağıdaki âyetlerde,
bu iki milletin tevhît burcundan düştükten sonra kendilerini bilemez
oldukları; doğunun da batının da Allah'a ait bulunduğunu, O'nun rahmet,
kudret, azamet ve ilminin her yanda tecelli etti-
ğini unutarak
Müslümanların, tevhit akidesinin mihrakı ve bütün resû! ve peygamberlerin
yönelip yüzsürdüğü Kabe cihetine yönelmesini kınayıp ayıpladıkları en manalı
cümlelerle beyân ediliyor ve Müslümanların yeryüzünde, adalet örnekleri, hak
şahitleri oldukları; âhirette de diğer milletlere karşı şahit gösterilecekleri
hatırlatılıyor. [133]
142— İnsanlardan
kendini bilmeyen beyinsizler,
«Müslümanları bulundukları kibleden çeviren nedir?» diyecekler. De ki:
«Doğu da Allah'ındır, Batı da Allah'ındır. O, kimi dilerse doğru yola iletir.
143— Ve işte böylece sizi (ifratla tefrit
arasında) vasat bir ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı adalet
örnekleri, hak şahitleri olasınız. Peygamber de size hakkıyla şahit
olsun.
Üstünde durduğun (arzu
edip istediğin Beytullah'ı) kıble yapışımız da sırf Peygamber'e uyanları,
gerisi gerisine döneceklerden bilip ayırt etmemiz içindir. Her ne kadar bu,
Allah'ın doğru yola ilettiklerinden başkasına ağır gelirse de (böyledir).
Allah imânınızı zayi edip boşa çıkaracak değildir. Elbette Alfah, insanlara
şefkatla yaklaşıp çokça rahmet edendir; aynı zamanda o çok merhametlidir.
144— Şüphesiz ki Biz, yüzünü (ilâhî buyruğu
bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık Seni -and olsun ki-
hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz: (Bundan böyle namazda) yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey mü'minler!) nerede bulunursanız
(namazda) yüzünüzü oraya doğru çevirin. Kendilerine kitap verilenler bunun
Rab'-lerinden gelme bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların
yaptıklarından habersiz değildir.»
Hazret-i Peygamber
(A.S.) onalti, ya da onyedi ay Beytülmakdis'e doğru namaz kıldı. Böylece
namazda Kâbe-i Muazzama arkalarında kalıyor ve bunun için kıblenin değişmesini
çok arzu ediyordu, derken yukarıdaki âyetler indi. [134]
Kıble değiştirilmeden
önce Beytülmakdis'e yönelip namaz kılan ve henüz Kabe'ye yönelmeden ölen
mü'minler hakkında endişe duyanlar oldu, bilhassa Yahudiler bu hususta
Müslümanların endişesini artırıyorlar-dı. Bunun üzerine, «Allah imânınızı zayi
edip boşa çıkaracak değildir.» mealindeki âyet indi. [135]
Hazret-i Âişe (R.A.)
Validemizden yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.J Efendimiz buyurdular ki:
«Kitap ehli (Yahudi ve
Hıristiyanlar), Allah'ın bizi eriştirdiği, onların da sapıttığı cuma gününe
karşı; yine Allah'ın bizi eriştirdiği ve onların da sapıttığı kıbleye karşı ve
bir de bizim imam arkasında «amîn» dememize karşı kıskandıkları gibi hiçbir
şeyde bizi bu kadar kıskanmazlar!» [136]
Câbir bin Abdullah
(R.A.) dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.), diğer milletlere şahit
olmamızı şöyle ifâde buyurdular:
«Ben ve ümmetim
kıyamet günü yüksekçe mahşer ehline hâkim bir tepe üzerinde bulunuruz.
İnsanlardan herkes bizden biri olmayı arzu eder ve milleti tarafından
yalanlanan her peygamber için Rabbı tarafından kendisine verilen risâleti
tebliğ ettiğine dair şahitlik ederiz.» [137]
Mâlik'in İbn Ömer
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre, bir grup mü'min Küba'da sabah namazını
kılarken bir haberci onlara gelerek şu haberi verdi: «Bu gece Resûlüllah'a
(A.S.) Kur'ân indi. (Namazda) Kabe'ye yönelmekle emrolundu. Siz de artık
yüzünüzü KÂBE'ye döndürün!»
Bunun üzerine o grup
mü'min başlamış oldukları namazı bozmadan yüzlerini Şam cihetinden Kabe'ye
doğru döndürdüler. [138]
Buharî'nin Berâ' bin
Âzıb (R.A.)den tahrîc ettiğine göre, Resûlülİah (A.S.) Efendimiz Beytülmakdis'e
doğru ya onaltı, ya da onyedi ay namaz kıldı. Ancak Kabe'nin kıble olmasını çok
arzu ediyordu. Kabe'ye doğru ilk kıldıkları namaz, ikindi namazı oldu.
Peygamber (A.S.) ile birlikte bu namazı kılan bir sahabi dışarı çıktı, başka
bir mescide uğradı ki orada namaz kılan mü'minler rükû'da bulunuyorlardı.
Sahabi onlara şöyle seslendi : «Ben Allah için şahitlik ederim ki, Peygamberle
birlikte Kabe'ye doğru namaz kıldık!» bu haber üzerine onlar rükû'dan
kalkmadan Kabe'ye doğru namaz kılmak üzere oldukları yerde döndüler. Bu mescide
«Mesci-dü'l-kıbleteyn» yani iki kıble mescidi denildi.
Başka bir rivayete
göre, bu âyetler, Hazret-i Peygamber (A.S.) Beni Seleme mescidinde öğle
namazını kıldırırken ikinci rek'atte iken indi. Resûlüllah (A.S.) namazı
bozmadan olduğu yerde KÂBE'ye doğru döndü. [139]
Diğer bir tesbîte göre
ise, Nüveyle binti Eşlem (R.A.) diyor ki: «Biz öğle namazını kılıyorduk; Abbad
bin Beşîr el-Kayziy gelerek dedi ki: «Hakikat Resûlüllah (A.S.)
Beytüimakdis'den yüzçevirip Beytülharam'ı kıble edindi, yüzünü oraya döndürdü!»
Bunun üzerine mescidde bulunan cemaatten erkekler kadınların yerine, kadınlar
da erkeklerin yerine geçip yüzlerini Kabe'ye çevirdiler.» [140]
Bir başka rivayete
göre de kıble değişince Kabe'ye doğru ilk namaz kılan Ebû Saîd bin Muailâ (R.A.) olmuştur. Hazret-i Peygamber
(A.S.) minberde iken kıblenin değiştirildiğini haber verince, tam o
sırada Rt> Saîd Mescid'in önünden geçiyordu. Bu haberi duyunca henüz
Resûlüllah minberden inmeden o Kabe'ye yönelerek iki rek'at namaz kıldı. [141]
Kıblenin değişmesi
İslâm tarihinde önemli olaylardan biridir. Ancak bunun tarihçesi hakkında
birtakım farklı görüşler ve rivayetler vardır;
a) Buharî'nin tesbitine göre bu olay Resûlüllah
(A.S.)ın Medine'ye hicretinden onaltı ya da onyedi ay sonra meydana gelmiştir.
Dâre-Kutnî'nin tahrîc ettiği rivayette de Hazret-i Berâ' (R.A.) aynı şeyi ifâde
ediyor, ancak kesin tarih olarak «onaltı ay» söylüyor.
b) İmâm Mâlik'in Yahya bin Saîd'den, onun da
Saîd bin Müseyyeb (R.A.)den yaptığı rivayete göre, kıble tahvili. Bedir
savaşından iki ay önce olmuştur.
c) İbrahim bin
İshak'a göre, bu olay, hicrî
ikinci yıl recep ayında meydana
gelmiştir.
d) Ebû
Hatim el-Büsri'ye göre,
Müslümanlar Beytülmakdis'e doğru
onyedi ay üç gün yönelip namaz kıldıktan sonra kıble değişmiş ve bu olay Şaban
ayının ortasında salı gününe rastlamıştır.
Resûlüİlah'sn (A.S.)
Kabe'ye yönelmeden önce onaltı, ya da onyedi ay Beytülmakdis'e yönelip namaz
kılması kendi re'y-u ictihadiyle mi olmuştur, yoksa ilâhî işaret ya da beyân
üzerine mi? Bu hususta tarihçilerle rivâyeîçilerin görüşleri farklıdır:
A--
el-Hasen'e göre bu, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin re'y-u ictiha-diyle olmuştur.
İkrime ve Ebû Aliye de aynı görüştedirler.
B— Taberi'ye
göre, Resûlüllah (A.S.) namaz kılarken bu iki mukaddes yerden birine
yönelmekte serbest bırakılmış, o da Yahudiler imâna gelir umuduyla
Beytülmakdîs'e yönelmiştir.
C— Zeccac'a
göre, öteden beri Kabe'ye alışan ve orayı kendilerince de mukaddes mekân ve
mâbed kabul eden Mekke ve civarındaki müşrikleri denemek için Beytülmakdis
kıble olarak tercih edilmişti.
D— İbn Abbas
(R.A.) ve cumhura göre, her iki kıbleye yönelmek de ilâhî vahiy ile olmuştur.
Önce Beytülrnakdis'e yönelmesi için emredilmiş, sonra bu neshedilerek Kabe'ye
yönelmekle emredilmiştir. Cumhur bu hususta Allah'ın :
«Üstünde durduğun (arzu edip istediğin
Beytullah'ı) kıble yapışımız da sırf Peygambere uyanları, gerisi gerisine
döneceklerden bilip ayırt etmemiz içindir.» buyruğuyla istidlal etmiştir.
Diğer bir husus da :
Resûlüllah (A.S.)
Medine'ye hicret etmeden önce Kabe'ye yönelerek mi namaz kılıyordu, yoksa
Beytülmakdîse mi? Gerek râvilerin, gerekse tarihçilerin bu meseledeki
görüşleri farklıdır:
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, hem Mekke'de, hem de Medîne'de Bey-tülmakdis'e yönelerek namaz kılmıştır.
Yalnız Medine'de bu, 17 ay sürmüştür.
Ebû Amr'e göre,
Mekke'de bulunduğu sürece İbrahim'le İsmail'in yaptığı gibi O da Kabe'ye
yönelerek namaz kılmıştır. Medine'ye hicret ettikten sonra 16 ay, ya da 17 ay
Beytuimakdis'e yönelerek namaz kılmıştır. Böyle yapmasından maksat, Yahudileri
İslâmiyete ısındırmaktı. Onların İslâm Dinine girmiyeceklerini, kendi bâtıl
inançlarında ısrar edeceklerini anlayınca İbrahim Peygamberin kıblesi olan
Kabe'ye yönelmeyi arzu etmiş ve bu arzusu yerine getirilmiştir.
Bu tarihî olaydan
çıkarılan sonuç şudur:
Hazret-i Peygamber (A.S.) Mekke'de iken Beytuimakdis'e yönelmiş olsaydı, Kabe'ye
fazlasıyla bağlı bulunan Mekke müşrikleri onu bu hususta kınayacak, İslâmiyete
bu yüzden girmek istemediklerini belki ileri süreceklerdi. Medine'ye hicret
ettikten sonra Beytuimakdis'e yönelmesi ise, Yahudilerin buna benzer bir
itirazına meydan vermemek içindi. Neticede bu vadide hem Mekke müşrikleri, hem
de Medine ve civarı Yahudileri imtihanı kaybederek dünyada da, âhirette de
zarara uğrayanlardan oldular. İslâm güneşi ise, her gün biraz daha yükselmekte
ve cihanı aydınlatmakta devam etmektedir. [142]
«Ve işte böylece sizi
(ifratla tefrit arasında) vasat bîr ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı
adalet örnekleri, hak şahitleri olasınız. Peygamber de size hakkıyla şahit
olsun.»
Ümmet-i Muhammed,
ifrat ve tefritten uzak, itidal ölçüleri, adalet kıstasları olarak yetişip
gelişen bir millettir. Ne kendi haklarına tecavüze razı olurlar, ne de
kendileri başkasının hakkına tecavüz ederler. Herkese karşı adalet ve
hakkaniyet ölçüleri içinde hareket ederler. Yeryüzünde hak şahitleri olarak
üstün medeniyet modelleri gösterirler. Onların mümeyyiz vasıflarından birkaçı
da işte budur.
Muhammed (A.S.)ın
ümmetinin hak şahitleri oldukları hem dünyada, hem de âhirette görülür. Dünyada
hakkı temsîl ederler, insan haklarını en hassas şekilde korur, ilâhî rahmetin
sıcak havasını donmuş kalblere estirirler; aleyhlerine bile olsa doğruluktan
asla ayrılmazlar. Kardeşlik bağlarını geliştirir, dayanışma ruhunu onlar
harekete geçirirler. Allah'ın yeryüzünde tecelli eden hilafet ve temsîl
emanetini onlar taşırlar. Allah'ın insanlara olan umumî mânada geniş rahmet ve
atıfetini onlar yaşar ve yaşatırlar. Ayrıca onların birbirleri hakkındaki
şahitlikleri de Allah katında makbul tutulur. Nitekim Sahîh-i Müslim'de Enes
bin Mâlik (R.A.)den yapılan rivayete göre, Medîne'de bir cenaze kabre
götürülürken, tanıyanları onu övdüler, hayrile andılar. Bunu duyan Peygamber
(A.S.) : «Vâcib oldu, vâcib oldu, vâcib oldu!» buyurdu. Sonra başka bir cenaze
daha geçirildi, onu da yerdiler. Peygamber (A.S,) Efendimiz yine : «Vâcib oldu,
vâcib oldu, vâcib oldu!» buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i
Ömer (R.A.), Peygambere (A.S.) şöyle sordu:
— Anam-babam size feda
olsun! Önce bir cenaze geçirildi, onu övenler oldu. Siz de vâcib oldu,
buyurdunuz ve bunu üc defa tekrarladınız. Sonra bir başkası geçirildi, onu
yerenler oldu. Siz yine vâcib oldu, buyurdunuz ve bunu üç defa tekrarladınız?
Hazret-i Peygamber
(A.S.) Ömer'e :
— Ya Ömer! Siz
yeryüzünde kimi hayır ile anar, iyilikle överseniz cennet ona vâcib olur. Kimi
de şer ile anıp yererseniz, ona da cehennem vâcib olur. Çünkü siz (mü'minler)
yeryüzünde Hak şahitlerisiniz!»
Diye cevap verdi ve
bunu üç defa tekrarladı.
Ubade bin Sâmıt
(R.A.)den yapılan başka bir rivayete göre, Resûlül-iah (A.S.) şöyle buyurdu :
«Ümmetime üç haslet verildi ki bu ancak peygamberlere verilmiştir:
1. Allah bir peygamber gönderdiğinde ona, «Dua
et ki kabul edeyim!» buyurmuştur. Benim ümmetime de aynı şekilde emretmiştir.
2. Allah gönderdiği her peygambere, «Allah dinde
sizin üzerinize bir güçlük koymadı!» buyurmuştur. Aynı şekilde benim ümmetime
de beyanda bulunmuştur.
3. Allah her peygamberi kendi milletine şahit
tutmuştur. Benim ümmetimi bütün insanlar üzerine şahit kılmıştır.
Âhirette ise :
Peygamber Efendimiz
ile onun ümmeti diğer peygamberlere şahit olacaklar. Nitekim Sahîh-i Buharî'de
Ebû Saîd el-Hudri'den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) şöyle
buyurmuştur:
«Kıyamet günü Nûh
Peygamber çağrılacak. Nûh, buyur Allah'ım buyur! emrine amadeyim! diyecek.
Allah ona :
— Ya
Nûh! yüklenmiş olduğun risâlet
(peygamberlik görevin)i tebliğ ettin mi?
Diye soracak, Nûh :
— Evet, ya Rabbi! tebliğ ettim, diyecek. Bu kez
Allah onun ümmetine soracak:
— Nûh size tebliğ etti mi?
Onlar inkâra sapıp
cevap verecekler:
— Hayır, bize uyarıcı gelmedi! diyecekler.
Bunun üzerine Allah bu defa Nuh'a soracak :
Ya Nûh! bu hususta kim
sana şahitlik eder? Nûh ;
— Muhammed ile O'nun
ümmeti teblîğ görevimi yaptığıma şahitlik ederler.»
İşte Kur'ân'da buna
işaret edilerek buyuruluyor ki: «Sizi (ifratla tefrit arasında) vasat bir
ümmet kıldık ki, bütün insanlara karşı adalet örnekleri, hak şahitleri
olasınız. Peygamber de size hakkıyla şahit olsun.»
Vasat bir ümmet
oluşlarının diğer bir mânası da şudur:
Daha önce gelen
ümmetlerden bir kısmı daha çok dünyaya meyletmiş, âhireti ihmâi ya da
terketmişlerdir; Yahudiler gibi. Diğer bir kısmı ise, daha çok âhirete meyletmiş,
dünyayı ihmâl etmiştir. İsâ Peygamberle kendisine uyan havariler gibi.
Muhammed Peygamberle (A.S.) O'nun ümmeti bu ikisi arasında bir yol tutmuş, hem
dünyayı, hem de âhireti bir-arada kucaklamıştır. Hiç ölmiyecekmiş gibi dünya
için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı ana prensip olarak kabul
etmişlerdir.
Böylece İslâm hem
ruhun, hem de cesedin hakkını vermiş, ikisini de gı-dalandırmak suretiyle
maddeyle mânayı paralel yürütmüştür. [143]
Kıblenin
değiştirilmesinde Kur'ân'ı Kerîm'de nâsıh ve mensûh âyetlerin bulunduğuna açık
delîl vardır. Kur'ân'da ilk neshedilen âyet, kıble hakkındaki hükümdür.
Ayrıca bundan,
Sünnetin âyet ile nesholunduğunu istidlal edenler vardır. Çünkü onlara göre,
Resûlüllah (A.S.)ın Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılması hakkında ilâhî bir
beyân mevcut değildir; hüküm sünnet cihetiyle sübut bulmuştur.
Diğer bir husus da,
haber-i vâhidle amel etmenin caiz olduğuna dair istidlaldir. Çünkü kıblenin
değiştirildiğini Kubâ halkına haber veren bir kişi idi. Nitekim Peygamber
(A.S.)ın bâzı emirlerini tebliğe tek bir kişiyi me'mur ettiği tarihen
sabittir. Ancak bu hal, Resûlüllah (A.S.)ın vefatından sonra kaldırılmış;
haber-i vahide bâzı hususlarda, özellikle Kur'ân'-la ilgili âyetlerde itibar
edilmemiştir.
«Bütün insanlara karşı
adalet örnekleri, hak şahitleri olasınız!» mealindeki âyetten bir kaç fıkhı
hüküm istinbat edilmiştir:
1. Birinin diğeri üzerine şahitliği ancak âdi! olmak şartıyla
kobul edilir.
2. İcmâ'ın sıhhatına ve vardıkları hükümlerin
vücubuna delâlet vardır. O halde her asır, kendinden sonraki asra hak
şahitleridir. Meselâ :
Sahabe-i Kiramın dinî
hususlardaki söz ve beyanları onlardan sonra gelen tabiîne hüccet ve şahittir.
Tabiînin dinî hususlardaki söz ve beyanları kendilerinden sonra gelenler
(tebe-i tabiîn) için hüccet ve şahittir... [144]
Süfehâ: Sefîh'in çoğul
şeklidir. Daha çok aklı hafif bön kimse hakkında kullanılır. Seyrek dokunmuş
ince elbiseye de «sevbün sefîhün»
derler. (Müfredat-i Rağıb).
Muarrice göre, sefîh
iftiracı, yalancı aynı zamanda bildiğinin aksini iddia eöen kimseye verilen bir
sıfattır. Kurtûbî'ye göre, çokça zulmeden bilgisiz kimse demektir.
Âyetteki «süfehâ»dan
maksat, Medîne Yahudileri ile Mekke müşrikleri ve o tiynette olan herkesdir.
Vasat: Orta, ortalama,
mutedil demektir. Peygamber (A.S.)ın ümmeti, diğer peygamberlerin derecesinden
aşağı ise de onların ümmetlerinden bir hayli yukardadırlar. Böylece vasat bir
ümmet oluyor. İfrat ve tef-rît arasında bir yol takip etmek de bu kelimenin
kapsamına girmektedir.
Vasat, aynı zamanda
«adalet» demektir. Bu mânayla ümmet-i Muhammed hem kendi aralarında, hem de
başka milletlere karşı adaletle davranırlar.
Rağıb'a göre vasat:
İki eşit tarafı olan şeyin ortası, cömertlikle cimrilik arası; hayırla şer
ortası gibi mânalarda da kullanılır. Ayrıca bu kelime, seçilmiş, beğenilmiş
anlamına da gelir. Fakat âyette geçen va-sat'dan maksat, daha çok adalet olsa
gerek. Nitekim diğer bir âyette geçen «evsatuhum, a'deluhüm» ile tefsîr
edilmiştir. Cevheri kendi Sıhah'ında «Ümmeten vasatan» terkibini, «ümmeten
adlen» olarak mânalandırmıştır. Şâir Züheyr de aşağıdaki mısra'ında vasat'ı
aynı anlamda kullanmıştır:
«Onlar vasat (âdil)
kimselerdir ki, gecelerden bir gece şiddetli musibetler indiği zaman halk
onların hükmüne razı olur.» [145]
Adaletten ayrılan,
ifratla tefrit arasını bir türlü bulamayan, Allah'a kullukta aynı kıble
üzerinde diğer ümmetlerle birleşmeyen, bu yüzden dinden asıl gayenin ne
olduğunu bilemez hale gelen Yahudi ve Hıristi-
yanların İbrahim
(A.S.)ın Hanîf yolundan nasıl uzaklaştıkları ve aşırı bir taassupla Muhammed'i
(A.S.) nasıl reddettikleri beyân edildikten ve Muhammed (A.S.)ın ümmetinin bu
iki milletin tutumunun aksine adalet örnekleri, hak şahitleri bulunduklarına
dikkatler çekildikten sonra Allah'a kullukta bütün insanların birleşmesi
gerektiğinin lüzumu belirtiliyor; kıble olarak ilk kurulan mabedin (Kabe),
Allah'a dosdoğru imân eden milletlerin müşterek kıblesi olduğu anlatılıyor.
Ve sonra hakkın ancak
Allah'dan olduğuna, bir şeyi hak ya da kutsal saymaya başkasının yetkili
bulunmadığına atıflar yapılıyor. Bu nedenle Yahudi ve Hıristiyanların kendi
anlayış ve heveslerine göre kıble tâyin etmelerinin ilâhî rızaya uygun
düşmediğine, aslında doğunun da batının da Allah'a ait olduğuna, doğu ya da
batıyı kıble seçmenin daha fazla bir mâna taşımadığına; Kâbe-i Muazzamanın
ibâdet için kıble olarak gösterilmesinde ise inanan milletler için bir nice
hayırların mevcut bulunduğuna işaretler
yapılıyor. [146]
145— And olsun ki, kendilerine kitap verilenlere
her türlü âyet {delil, belge, kanıt)ı getirsen yine de Senin kıblene uymazlar.
(Elbetteki) Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onların kimi kiminin
(Yahudiler Hıristiyanların, Hıristiyanlar da Yahudilerin) kıblesine zaten uyacak
değillerdir.
And olsun kî, Sana
gelen bunca ilimden sonra kalkar da (farzedelim) onların arzu ve heveslerine
uyacak olursan, şüphesiz ki o zaman Sen de zâlimlerden olursun.
146— Kendilerine
kitap verdiklerimiz (Yahudiler
ile Hıristiyanlar) O'nu (son
peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla beraber onlardan
bir kısmı bilip durdukları halde hakkı gizlerler.
147— Hak dâima Rabbin katındandır. Artık şüpheye
düşenlerden olma sakın!.
148— Her milletin bir yönü, yolu ve yöntemi vardır
ki ona doğru yönelir. Siz ise (ey Muhammed ümmeti!) hayırlara yönelip (bu
hususta) bir-birinizle yarışın. Nerede olursanız olun AHah hepinizi topiayip
biraraya getirecektir. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye kudreti yeter.
149— Her nereden (yola) çıkarsan cık, (namazda)
yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir. Şüphesiz ki bu, Rabbin tarafından (verilen) hak
(bir emir) dir. Allah yapacaklarınızdan habersiz değildir.
150— (Evet,
Peygamberim!) Nereden çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-I Haram tarafına
çevir. Siz de (ey mü'minler!) nerede olursanız olun, yüzünüzü (namazda) o
tarafa doğru döndürün; tâki insanlar için aleyhinize bir hüccet kalmasın; ancak
içlerinden zulmedenler hâriç. Siz artık onlardan korkmayın, Benden korkun; hem
size olan nimetimi tamamlayayım; ola ki doğru yolu bulursunuz.
Kendilerine kitap
verilen Yahudi ve Hıristiyan ruhanî reisleri, öz oğullarını tanıdıkları gibi
Hazret-i Muhammedi (A.S.) de, Tevrat ve İncil'de yazılı olan sıfatlarından
bilip tanırlardı.
Nitekim Yahudi ilim
adamlarından Abdullah bin Selâm ve arkadaşları, Peygamber (A.S.) Efendimizi
birçok özellikleriyle bilip tanıdıkları için bunlardan bir kaçı İslâmiyet!
kabul etmekte tereddüt etmedi. Abdullah bin Selâm bir ara : «Andolsun ki ben
Resûlüllah (A.S.) efendimizi öz evladımdan daha iyi tanır ve bilirim!» diyerek
gerçeği ve Tevrat'da yazılı bulunan sıfatların hak olduğunu bir defa daha
duyurmak istemişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) ona :
— Ya Abdullah! Bu nasıl olur? Diye sorunca, o
şu cevabı vermiştir:
— Evet, ben, Muhammed'in Resûlüllah olduğuna
şahadet ediyorum; bunda hiç bir şüphe ve tereddüdüm yoktur ve olamaz da. Ama
kendi öz evlâdım hakkındaki şahadetim bu nisbette kuvvetli değildir. Çünkü anasının
bir şey yapıp yapmadığı hakkında kesin bilgim yoktur!
Hıristiyan olan Selmân
el-Fârisî ile Temîm ed-Dârî'nin bilgileri ve şahitlikleri Abdullah bin
Selâm'ın şahitliğinden daha zayıf değildi.
Yukarıdaki âyet,
bilhassa bunlar ve benzeri ilim adamlarının belirtilen şekildeki şahadetlerini
konu edinerek inmiştir. [147]
«Ey Muhammed ümmeti!
Hayırlara yönelip birbirinizle yarışın.»
Kurtubî'ye göre, buradaki
hayırlardan maksat, vaktin evvelinde
kılınacak namazdır. Ebû Hüreyre (R.A.)nin rivayetine göre, Resûlüllah
(A.S.) buyurdular ki:
«Öğlenin ilk vaktinde
namaza giden, bir deve hediye (ya da kurban) eden kimse gibi (sevap kazanır).
Ondan biraz sonra giden, bir inek hediye eden kimse gibidir. Ondan sonra giden
bir koç hediye eden gibidir. Ondan az sonra giden bir tavuk hediye eden kimse
gibidir. Ondan biraz sonra giden ise (sevapta) bir yumurta hediye eden kimse
gibidir.» [148]
Yine Ebû Hüreyre
(R.A.)nin rivayet ettiği başka bir hadîste buyurulu-yor.ki :
«Şüphesiz sizden
biriniz namazı vaktinde kılar; halbuki vaktin evvelinden terkedip kaçırdığı
kısım onun çoluk-çocuğundan ve malından kendisine daha hayırlıdır!» [149]
«Amellerin hayırlısı
vaktin evvelinde kılman namazdır.» [150]
«Vaktin evveli ilâhî
hoşnutluktur. Vaktin ortası ilâhî rahmettir. Vaktin sonu ise ilâhî aftır.» [151]
«And olsun ki kendilerine kitap verilenlere
her türlü âyet (defil, belge, kanıt)! getirsen yine de senin kıblene uymazlar.
(Elbette ki) Sen de onların kıblesine uyacak değilsin!»
Kitlelerin taassubu,
ferdin taassup ve muhafazakârlığına hic benzemez. «Fert itiraz ve münakaşayı
kabul edebilir, fakat kalabalığın buna asla tahammülü yoktur.» [152]
Bu sözde büyük bir
hakikat payı var. Yahudi kitlesi bütün açık belgelere, Tevrat'daki yazılı
vasıflara rağmen bâtılda ısrar edip aşırı taassup gösterdiler. Bu yüzden bütün
semavî kitapların müjdelediği en son peygamberi kabul etmediler. «Bizim için
başka bir kurtarıcı gelecek, biz ancak onu bekleriz, başkasına uymayız»
dediler. Ama onların aksine kendini kitlenin boğucu havasından kurtarıp akl-i
selîmin meltemine kavuşturan Abdullah bin Selâm ve benzen ilim adamları, en son
peygambere uymakta tereddüt etmediler. Hazret-i Peygamberle (A.S.) ilgili
kayıtları ve belgeleri toplayıp akıl ve mantığın süzgecinden geçirdiler.
Görülüyor ki Yahudiler
kitle taassubunun en koyusunu kendi dinî ve millî bünyelerinde saklıyan bir
millettir. Tarih boyunoa onlar bu tutumlarının birtakım dünyevî yararlarını
görmüşlerse de zararları ve ıstırapları daha büyük çapta olmuştur. Asırlarca
yurtsuz kalmaları, Sina çölünde perişan olmaları, Babil esaretleri ve nihayet
ilâhî hışma uğramaları ve üzerlerine zillet ve meskenetin inmesi bu
ısıtraplardan bir kısmıdır.
Yahudilerin inat ve
taassupları o dereceye varmıştı ki, kendi milletlerinden başka diğer
milletleri bir çeşit köle kabul etmişler, onları sömürüp kemirmeyi dinî bir
vecîbe sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Başka milletlerden gelen azizlere
itibar etmemişler, gönderilen birçok peygamberleri öldürmüş, ya da
memleketlerinden kovmuşlardır. Zaman zaman Tevrat'ın açık belgelerini değiştirmişler,
Hazret-i Muhammed (A.S.) hakkındaki işaretleri kendi arzularına göre tahrife
uğratmışlardır. Onlar için va'dolunan mukaddes topraklar ve bu toprakların
koynunda yer alan Beytülmakdis, vazgeçilmesi mümkün olmayan büyük bir dâva
olmuş, asırlarca bunun tahakkuku için plânlar hazırlamışlardır. Onlara göre bu
mâbedden daha kutsal, ya da mübarek başka bir yer olamaz.
İşte Yahudilerin bu
yanlış tutumu, birtakım haksızlıklara, ahlâksızlıklara yol açmış, Yahudi
olmayan hiçbir kimseye hayat hakkı tanımamak gibi gayr-i insanî düşünceler
onların kafasında sabit bir fikir hâlini almış ve bütün fertlerine sirayet
etmiştir.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bu milleti memnun etmek ve kalblerini Islâmiyete ısındırmak için
Medîne'de 16 ya da 17 ay onların kıblesine yöneldiği halde yine de onlarda en
küçük bir değişiklik meydana getiremedi. Bilâkis sinsice düşmanlıkları her gün
biraz daha artıyordu. Çünkü Hazret-i Muhammed (A.S.) İsrâiloğulları'nın bir
boyundan, ya da Harun soyundan gelen bir peygamber değildi. Bu yüzden bütün
çabalar neticesiz kaldı.
Halbuki hak dinler,
Allah'ın birliği inancı doğrultusunda bütün insan-' lann kurtulmasını, tüm
hakların korunmasını, gönderilen peygamberlerin hepsinin saygı görmesini hedef
olarak seçmiştir. Güzel ahlâkı, sosyal hayatın beden ve rûh sağlığı içinde
gelişmesine temel yapmış, hukukta insanların eşit tutulmasını esas olarak
kabul etmiştir.
Yahudiler taassupları
icabı Tevrat'ı kısmen, ya da yer yer tamamen değiştirdikleri halde onda hâlâ
Muhammed (A.S.)ın geleceğine dair belgeler mevcuttur. Buna bir misal verecek
olursak, TEVRAT-İŞAYA kitabı 42.
babda aynen yazılı
olanı nakletmemiz kâfidir;
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum : Ruhumu onun
üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağirmıyacak ve
sesini (fazla) yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmiyeoek. Ezilmiş kamışı
kirmıyacak ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada
hakkı pekiştirinceye kadar zayiflamiyacak ve cesareti kınlmıyacak ve adalar
Onun şeriatını bekliyecekler.»
Yahudiler bütün bu
hakikatlara rağmen son peygamberi imha etmek ve böylece İslâm nurunu söndürmek
için korkunç plânlar hazırladılar. Hayber'de Resûlüllah'a (A.S.) zehirli kuzu
ikram (!) ettiler.
Ama yahudiler ne kadar
kendi heveslerine, kör taassuplarına bağlı kaldılarsa, mü'minler de o nisbette
ve daha fazlasıyla Allah ve Resulüne bağlı kaldılar; ilâhî buyrukları her şeyin
üstünde tuttular. Hiçbir zaman ne Peygamber (A.S.) Efendimiz, ne de O'nun
inanmış şuurlu ümmeti gayr-i müslimlerin arzu ve heveslerine uymadılar. Bunun
aksine uyan beyinsizler çıkacak olursa, Kur'ân bu gibiler hakkında en güzel hükmünü
vermiştir: «Kendine yazık edenler.»
Günümüzde batılı
ülkelerin âdetlerini taklit edenler eksik değildir. Yılbaşı gecesini kutlamak,
o geceyi caz-saz, içki, kumar ve sair günahlarla renklendirmek, cenaze başında
saygı duruşunda bulunmak, çeienk götürmek bunlardan bir kısmıdır.
Hiç şüphe edilmesin
ki, bu çeşit taklitler, bir bakıma Hıristiyanların kıblesine dönmektir.
Kur'ân-i Kerîm bilhassa buna dokunuyor ve Müslümanları taklit çukuruna
düşmekten korumak için en açık belgeler getiriyor. [153]
«Onların kimi kiminin
kıblesine zaten uyacak değillerdir.»
Yukarıdaki âyetle de
ifâde edildiği gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar sadece Kâbe-i Muazzama'ya
yönelmeyi reddetmiyorlar, aynı zamanda birbirlerinin kıblesine saygı
göstermeyi de hoş görmüyorlar. O halde bu iki miliet, İsiâm'a karşı
birleşebiliyor; fakat başbaşa kalınca aralarındaki bağ kopuyor. İsâ Peygamber,
İsrâiloğullan'na gönderilmiş bir peygamber olmakla beraber Yahudiler bir türlü
ona uymak istememiş, üstelik onu öldürmeye kalkışmış ve böylece
Hıristiyanlarla birleşme imkânları ortadan
kalkmış, bu yüzden
kıblelerini bile değiştirmişlerdir.
Aslında iki millet de
Kudüs'deki mabedi kendi mâbedleri olarak tanırlar, fakat ibâdetlerinde kıble
olarak Hıristiyanlar doğuya yönelirler, Yahudiler İse Beytülmakdis'e,.
İbn Kayyım el-Cevzî
diyor ki:
«Gerek Yahudilerin,
gerekse Hıristiyanların yöneldikleri kıble, ilâhî vahiy ve emirle olmamıştır.
Bu tamamen kendi aralarındaki ruhanî reislerin telkin ve tesiriyle meydana
gelmiştir. Hıristiyanlar doğu tarafını, Yahudiler ise tabu kabul ettikleri
kayayı seçtiler ve bu kaya Beytülmakdis'-in yanında tesbit ettikleri yerden
kaybolunca (bir rivayete göre göğe çıkmıştır) o yeri kıble edindiler.»
Tevrat'ta buna dair bir kayıt mevcut değildir. Başka bir yerde kayıt aramaya
da lüzum yoktur. Çünkü İsrail milletinin ilk bin yıllık tarihini anlatan
başlıca kaynak Tevrat'tır. Bu kitabı meydana getiren oniki kitabın en eskisi
M.Ö. VII. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Daha eski oldukları sanılan bazı yazılar
da Hz. Musa'ya atfedilmektedir (M.Ö. 14-13 yüzyıl). Tevrat'ın son kitapları
ise, M.S. II. yüzyılda biraraya getirilmiştir.
Görülüyor ki Musa
Peygambere inen Tevrat bir hayii zaman geçtikten sonra toplanıp biraraya
getirilmiştir. Bu gerçeği, sadece tarihî vesikalar değil, bizzat İsrail
milleti tarafından yazılan kayıtlardan da öğrenmiş bulunuyoruz.
Hıristiyan din
adamlarının kıble konusundaki iddia ve uydurmalarına gelince: Hz. İsa çarmıha
gerildikten (!) sonra ortadan kaybolmuş, papazlardan biri Hz. İsa'ya
rastladığını ve onun şu tavsiyede bulunduğunu iddia etmiş; İsâ Peygamber sözde
ona demiş ki: «Güneş benim çok sevdiğim bîr yıldızdır. Her gün benim selâmımı
alır. Milletime de ki, namaz kılarlarken (ibâdet ederlerken) güneşe
yönelsinler!»
Hıristiyan milleti bu
uydurma haberi getiren papazı doğrulamış ve böylece ibâdetlerinde doğu tarafını
"kıble edinmişlerdir. [154]
Ayrıca, Hazret-i
Meryem'in doğu tarafına çekilip doğum yapmasının da bunda büyük tesiri
bulunduğunu unutmamak gerekir. [155]
«Sen de onların
kıblesine uyacak değilsin.»
«Her milletin bir
yönü, yolu ve yöntemi vardır ki ona doğru yönelir.»[156]
Bu iki cümlede, İslâm
milletlerinin hedef ve gayesi ta'yin edilmiş ve ibâdette kendilerine seçilip
beğenilen kıble belirlenmiştir. Bu husustaki ilâhî emirler kesindir; yorum
kabul etmez. O halde kıbleyi değiştirme yetkisi ne peygambere, ne de
ümmetinden herhangi bir ferde verilmiştir. Hiç bir ilim adamı, ya da müctehit
bunu değiştirmeye salahiyetli değildir ve olamaz da.. Namazda kıblenin farz
kılınmasının sebebi işte budur. O halde kıblenin farziyetini inkâr eden küfre
düşer; namazda başka bir cihete yönelenin ibâdeti makbul değildir. Zarurî
haller müstesna..
Kıble hakkındaki
âyetin tekrarı, gelecekte de kıblenin aynı cihet olacağını te'kid içindir.
«And olsun ki, Sana
gelen bunca ilimden sonra kalkar da (farzede-lim) onların arzu ve heveslerine
uyacak olursan şüphesiz ki o zaman sen de zâlimlerden olursun.»
Bu âyetten çıkarılan
hükümlere gelince, şöyle sıralayabiliriz:
a) Müşriklere ya da kitap ehline itikat ve
ibâdette uyan, onların arzusuna göre ibâdet eden kimse dinden çıkmış olur
b) Onların kötü âdet ve geleneklerini, gayr-i
ahlâkî yaşayışlarını tak-lît edenler ise büyük günah işlemiş olurlar.
c) Kıble ehli, yani Kâbe-i Muazzama'ya yüz
çeviren, orayı kıble ka-' bul eden kimse tekfîr olunmaz. [157]
Mescid-i Haram'a
yönelmek hakkında üç emir vardır. Bunun sebep ve hikmeti üzerinde duranların
görüşleri kısmen olsun farklıdır:
a) İslâm'da ilk nesih olayı kıble hakkında vuku'
bulmuştur. Bu sebep le tekrar ve te'kide lüzum hâsıl olmuştur. (İbn Abbas R.A.)
b) İnen üç emir arasında ahval ve şartlara göre
bazı nüanslar vardır. Birinci emir Mekke'de Kabe'yi görenlere ya da
görebilme durumunda olanlaradır.
İkinci emir Mekke'de olup Kabe'yi göremiyenler içindir. Üçüncü emir Mekke
dışındaki bölgelerde bulunanlar
içindir. (Fahrüddin er-Râzi)
c) Kurtubi'ye göre: Birinci emir Mekke'de
oturanlar içindir. İkinci emir diğer şehir ve kasabalarda
oturanlar içindir. Üçüncü emir yola çıkanlar, seyahat edenler içindir.
«Tâki insanlar için
aleyhinize bir hüccet kalmasın!»
Mealindeki âyet şöyle
yorumlanmıştır: Kitap ehli (Yahudi ve Hıristiyan) din adamları, Tevrat ve
İncil'de son gelen peygamberin ümmetinin Kâbe-i Muazzama'ya yönelip ibâdet
edecekleri hakkında birtakım işaret ve belgelere rastlamışlardı. Eğer Kabe'ye
yönelme emri inmeseydi, onlar bu açıdan da delil getirip Hazret-i Muhammed'in
(A.S.) son peygamber olmadığını iddia eder, inkârlarında belgeli konuşurlardı. [158]
Yukarıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamberin sünnetleri kısmen beyan edildikten, O'nun Hakk'a dosdoğru
yönelip teslimiyetinden bahsedildikten ve insanlık için ilâhî vergi olan bu
nimetlerin cemiyet ve milletlerin tekâmülüne paralel yükselme kaydettiğine
işaret edildikten sonra, en son peygamber Hz. Muhammed (A.S.)ın
gönderilmesiyle bu nîmetin tamamlanıp doruğuna yükseldiği ve artık
Müslümanların Allah'ı gönülden anıp O'na şükretmeleri gerektiği, bunca nîmete
karşı nankörlüğün küfre kapı açacağı en duyarlı cümlelerle ifâde edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
son peygamberin bilhassa ilim ve hikmetle gönderildiğine, ilim ve hikmetin
beşer için yollarını aydınlatıcı tek meş'ale olarak bulunduğuna, bu meş'aleden
mahrum kalanların üstün bir varlık ve kudret gösteremiyeceklerine dikkatler
çekiliyor. [159]
151— Nitekim içinizden size bir peygamber
gönderdik, sizi (ruhunuzun yüceliğiyle ters düşen, insanlığınızın ölçüsünü
zedeleyen, ebedî mutluluğunuza engel olan her kötü şeyden) temizler; size
kitap ve hikmeti öğretir; size bilmediğiniz şeyleri öğretip belletir.
152— O halde anın Beni, anayım sizi; şükredin Bana
ve sakın nankörlük etmeyin.
«Allah'a itaat edip
O'na boyun eğen kimse, -namazı, orucu ve hayırlı işi az bile olsa- cidden
Allah'ı anmıştır. O'na isyan eden kimse, -namazı, orucu ve hayırlı işi çok da
olsa yine de- Allah'ı unutmuş sayılır.» [160]
Azîz ve Celîl olan
Allah buyuruyor;
«Ben kulumla
beraberim; kulum beni andığı ve dudakları benimle hareket ettiği müddetçe.» [161]
Yine Azîz ve Celîl
olan Allah buyuruyor:
«Beni kendi nefsinde
anan kimseyi, kendi nefsimde anarım. Beni bir toplulukda anan kimseyi daha
hayırlı bir toplulukta anarım.» [162]
İbrahim Peygamberin
(A.S.) sünnetleri, daha çok İslâmî sünnetlerin bir benzeri ya da onların ilk
modelleridir. Bunun kemâl derecesi, Hazret-i Mu-hammed (A.S.) ile vücud
bulmuştur. O halde Allah'ın insanlara olan üstün nîmetleriniıı başında, onlara
ilâhî belgeleri okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve daha bilmedikleri nice
şeyleri belleten, bütün bunlarla beraber onları her türlü kir ve pastan
temizliyen bir peygamberin gönderilmesi gelir.
Nimeti ihsan edenin
anılması ve O'na yürekten şükrediimesi, O'nun vermiş olduğu nimetin ölçüsünde
olmalı değil midir?
O halde Allah'a olan
bağlılığımız, kalbimizin idrâkî ve O'nun büyüklüğüne karşı uyanıklığıyla
ölçülür. Bu nisbet arttıkça insanın ruhî yapısı gelişip cilalanır; ahlâkı
güzelleşir, hayr-u hasenatı çoğalır; fazîlet dolu örnekler vermeye başlar.
Unutmayalım ki, Allah'ı daha çok ibâdet ve itaatı-mızla, teslimiyet ve
tevazuumuzla anmış oluruz. Bunlarsız bir anış çok yavan kalır. Kul Allah'ı
ibâdet ve teslimiyetiyle anınca, Allah bir yandan nîmetini artırır, bir yandan
da onu rahmet, sevap ve saadetle yâdeder.
Hazret-i Musa (A.S.) ;
«Ya Rabbî, Sana nasıl şükredeyim?» diyerek, O'nun hoşnutluğuna uygun
şükretmenin kemâl mertebesini öğrenmek istemişti. Bunun üzerine Allah (C.C.)
ona : «Beni sürekli anacaksın, unutmayacaksın!» buyurmuştu. [163]
Hasan Basrî
(Rahmetuilahi aleyh) diyor ki:
«Âyetin tefsîrini bu
hadîslerin ışığında şöyle bağhyabiliriz: Beni, size farz kıldığım ibâdetlerle
anın ki ben de sizin için kendime gerekli kıldığım sevap vğ rahmetimle sizi
anayım.» [164]
Bütün milletlere
gönderilen en son peygamber Hazret-i Muhammed (A,S.)m insanlığa getirmiş olduğu
cihan değerindeki ilim ve hikmetler, yukarıdaki âyetlerle altı madde halinde
özetlenmiştir:
1. Bu peygamber insanların içinden seçilip
gönderilmiştir.
2. İnanan milletlere Allah'ın âyetlerini ve açık
belgelerini getirip okuyan odur.
3. İnsanları maddî,. manevî her türlü kirden, daha doğrusu insanın yaratılışındaki şeref ve yüksekliğe
yakışmıyan her çeşit murdarlıktan temizler.
4-5.
Kendisine uyan bahtiyarlara kitap ve hikmeti en tesirli şekilde öğretir.
6. Ve
insanların bilmediği bir nice dinî, tarihî, uhrevî ve metafizikle ilgili
hakikatleri pedagojik bir metotla işleyip öğretir.
Bunun içindir ki
Allah, Âl-i İmrân sûresinde bu peygamberin gönderilmesini büyük bir lütuf
olarak tasvir ediyor: «And olsun ki, Allah, daha önce açık bir sapıklık içinde
bulunurlarken, mü'minlere yine kendilerinden, onlara Allah'ın âyetlerini
okuyan, onları (küfrün kirlerinden) temizleyip arıtan, onlara kitap ve hikmeti
öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur.» [165]
Milletlerin madde
çukurundan kurtulabilmelerinin, cehalet (Allah ve âhiret hakkında bilgisizlik)
duvarını aşabilmelerinin, ruhî ve vicdanî yapılarıyla gelişebilmelerinin, ilim
ve felsefede selâmet sahiline ulaşabilmelerinin, fizik ve metafizikle ilgili
gerçekleri ve hakikatleri öğrenebilmelerinin tek dayanağı ve şaşmayan hedefi,
en son peygambere uymaktır.
Tarih boyunca
vicdanların kararması, kalblerin katılaşması, ruhların ilâhî mâarifi yansıtamaz
hale gelmesi, peygamber terbiyesinden uzak, ya da mahrum kalmalarından
kaynaklanmıştır.
Peki insanlığın
özlediği, özlemini çektiği nedir? Son peygamber neler getirmiştir? Bu iki
önemli soruyu incelediğimiz ve yukarıdaki âyeti göz-önünde bulundurduğumuz
zaman göreceğiz ki, sağduyu sahipleri birçok tecrübelerden sonra, önce dürüst,
sağlam iradeli, azimli, cesur, âdil, insanların, özellikle kendi milletini
canından daha çok seven ve onların kurtuluşu ve mutluluğu için her türlü
fedakârlığa katlanan ve nihayet kendi yaşayışını normalin altındaki halk
tabakasının yaşayışiyla birleştiren, bütün bunların üstünde Allah'a samimi
olarak inanıp bağlanan liderlerin hasretini her dönemde çekmektedirler.
İkinci olarak :
İnsanları yine insan karakterine yakışmayan her türlü maddî ve manevî kirlerden
paklayacak, onları hayvanı duyguların çok üstüne çıkaracak, milletleri en
güzel huylarla donatacak, başlan fânilerin önünde eğilmekten kurtaracak büyük
bir kurtarıcıyı sabırsızlıkla beklemektedirler.
Üçüncü olarak :
İnsanların manevî boşluğunu dolduracak, ruhî ihtiyaçlarını karşılayacak,
onları ümitsizlikten kurtarıp ebediliğin
umudunu getirecek bir sihirli ele ihtiyaç hissetmektedirler.
Dördüncü olarak İnsanlığa dünyanın mânasını, çalışmanın
maksat. ve hedefini, iktisadî gücün anlamını, milletler arasında sulhun
devamının lüzumunu, başka milletleri sömürerek geçinmek isteyen milletleri
terbiye etmenin gereğini, insanca yaşamanın yollarını öğretecek, büyük dâhileri
bir an önce görmek istemektedirler.
Beşinci olarak :
İnsanları fiziğin dar çerçevesinden çıkarıp metafiziğin derinliğine götürecek,
maddeyle mâna, ruhla cesed arasında denge kuracak; tarihî olayların esrar ve
hikmetini dimağlara zerkedecek büyük ruh mimarlarının yetişmesini gönülden
arzulamaktadırlar.
Beşeriyetin belli
başlı özlemi bunlar olunca, daha uzaklara, milletler arasında bunları
gerçekleştirebilenleri aramaya lüzum yoktur. İşte en son Nebi Hazret-i Muhammed
(A.S.) bütün bunları cevaplandıran, bu boşlukları doldurabilen bir
peygamberdir. Kur'ân O'nun insanlıktan yana altı üstün vasfını sıralarken bütün
milletleri uyarmaya çalışmaktadır. [166]
«Nitekim içinizden
size bir peygamber gönderdik..»
İnsanlara gönderilen
peygamberlerin yine insanlardan olmasının hikmeti : Varlık âleminde her şey
daha çok kendi cinsiyle kaynaşıp anlaşır. Vahşi ormanlarda, ya da tenha bir
çölde yalnız başına kalan insan, en çok yine bir insan görme arzusunu taşır ve
bu yalnızlık biraz daha sürecek olursa, hayalinden insanlar ve tanıdıkları
kimseler geçmeye başlar. Geceleri rüyasında insanlar arasında bulunduğunu,
onlara kavuştuğunu görür.
Öyleki her canlı,
hayatı kendi cinsinin özelliğine doğru çekmekte ve ona benzetmeye özenmektedir.
Nitekim bazı aileler evinde beslediği kedi ya da köpeği eğiterek kendine
yaklaştırır ve bir insan gibi hareket etmesini sağlamaya çalışır. Bugün
sirklerde terbiye edilen çeşitli hayvanları zevkle seyredenler milyonları
aşmaktadır. Bu zevk daha çok terbiye edilen hayvanın bazı hareketlerinde insana
benzemesinden kaynaklanır.
Yine bu hayvanlar
sahneden ayrılınca herbiri kendi cinsi araşma katılmakta ve oniar arasında
yaşamayı tercîh etmektedir.
Öyle değil midir?
Varlık âleminde aynı cinsten moleküller bile bir arada bulunmasalardı
mineraller meydana gelmiyecekti. Bir elementi incele-
diğimiz zaman
moleküllerin birbirine nasıl sımsıkı tutunduklarını, onların bu kollektif
tutunmasını zedeliyecek, ya da sarsacak güçlere nasıl mukavemet
gösterdiklerini görürüz.
Diyebiliriz ki
tabiatta aynı cins ve türden olan bitkiler ve hayvanların bir arada
bulunmasını, ahenk ve anlaşma prensipi içinde yaşamasını gerektiren tek şey,
ilâhî kanunun ve bağlı bulunduğu plânın varlık alemindeki hükümranlığıdır.
Ancak hayvanî, ya da
nebatî toplulaşmalarla insanî toplulaşma arasında büyük fark vardır. Hayvanî
ve nebatî toplulaşma ve kollektif tutunmada şuurlu bir düzen yoktur ve olamaz
da. İnsanî toplulaşma ve kollektif tutunma bunun tamamen aksinedir. İnsandaki
şuur ve idrak sosyal düzeni ve içice yaşamanın zaruretini ve nihayet insan
şahsiyetini meydana koyuyor.
İşte bu nedenledir ki
Allah, insanların şuur ve idrâkini yükseltmek, ona en sağlam doğrultuyu vermek
için yine kendilerinden peygamber gönderiyor, böylece kaynaşma, anlaşma,
kurumlaşma ve kollektif tutunma daha kolay oluyor.
«Nitekim içinizden
size bir peygamber gönderdik» mealindeki âyet bu gerçeğe ışık tutmakta ve ana
fikrini vermektedir. [167]
Ebû Usâme en-Nehdî
diyor ki:
«Ben Allah'ın hangi ân
ve saatte bizi andığını bilirim!»
Bunun üzerine
kendisine soruluyor:
— Nasıl bilirsiniz? O, cevap veriyor:
— O'nu andığımız zaman. Çünkü Kur'ân'da
buyuruyor: «Anın Beni anayım sizi!»
Müfessir Süddî diyor
ki:
«Herhangi' bir kul
Allah'ı anacak olursa, herhalde Allah da onu anar; şöyleki: Mü'min O'nu anınca,
O da onu rahmetiyle, mağfiretiyle anar. Kâfir O'nu anacak olursa, O da onu
azap ile anar!»
ZünnÛn-el-Mısrî diyor
ki:
«Kim içten gelen bir
inanç ve sevgiyle Allah'ı anarsa, bu anısının yanında başka bütün şeyleri
unutur, sadece Allah ile ilgili şeyleri hatırlar.» Muaz bin Cebel (R.A.) diyor
ki ;
«Kulu Allah'ın
azabından en çok kurtaran şey, muhakkak ki O'nu içten gelen bir sevgiyle
anmaktır. Nitekim bir Bedevi, Resûiüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:
— Ya Resûlellah! Üzerimde İslâm şeriatının
(meseleleri) bir hayli çoğaldı, (bunların hepsini nasıl taşıyabilirim?) Bana
öyle bir amelden haber ver ki, ona teşebbüs edip (hakkıyla) yapayım?
Bunun üzerine
Resûiüllah (A.S.) :
— Dilin dâima Allah'ı anmakla ıslak bulunsun! Buyurdu.
[168]
Hikmet'in, dinî,
tasavvufî, ilmî, felsefî, siyasî ve sosyal bir takım anlamları vardır.
Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde geçen bu kelime, bazen bunların bir kısmıyla,
bâzan da tümüyle ilgilidir. Hazret-i Peygamber (A.S.) hikmet ile gönderilen,
hikmetle konuşan, hikmeti öğreten en büyük peygamberdir. İnsan karakterine yön
veren, ruhları hikmetle geliştiren, gönüllere hikmet pınarları akıtan eşsiz
bir öğretmendir. Toplu hayatı hikmet düzeyine çıkaran, fertleri sosyal kurumun
en ahenkli şekline kavuşturan, hikmet bağlarıyla gönüllerini biraraya getiren
yegâne terbiyecidir. İlmi hikmetle aksettiren müstesna bir dahidir.
Cibrîl-i Emîn
vasıtasıyla indirilen, bu Büyük Resulün kalbine sunulan hikmet'e gelince :
a) İlâhî hakikatların damla damla gönül havuzuna
inmesidir.
b) Kur'ân'ın derin mânası, İslâmın cihanşümul
kaideleri ve ana prensipleridir.
c) İlâhî kudret karşısında, sonradan olma
eşyanın sırrının araştırılmasıdır.
d) Beşer ruhunun yüksekliğini, melekût alemiyle
olan ilgisini bilmek ya da bunu keşfetmek sanatıdır.
e) İnsan düşüncesinin derinliğine ışık tutma,
varlığın mahiyetini çözme becerisidir. İnsanla varlık âlemi ve insanla Allah
arasındaki bağlantıların anlaşılmasıdır.
f) Aklın ötesinde, basiretle müşahede etmenin
anahtarıdır.
g) İnsanın kendinden geçmesi, benliğini aşması
ve böylece aşk havası içinde erimesidir. Diğer bir tabirle hakikate erişmenin
sihirli anahtarıdır. İnsan denilen varlığın göründüğünden çok daha yüksek
olduğunu idrûk etmenin yoludur. İmândan destek gören derin bir sezgidir.
O halde «hikmet»,
tasavvuf! yönden daha çok akla değil köklü bir imana dayanır; onunla gelişir.
Bu konudaki hikmetin alanı deneyden çok imân müşahededen çok basirettir. [169]
İnsanları, peşine takıldıkları
nefsanî arzularının çoğundan vazgeçirme' hayvanî hislerine yön vermek çok
zordur. Bunun için kudretli ellerle işienecsk sistemli eğitim tezgâhlarına
ihtiyaç vardır. Şüphesiz ki böyle Lir eğitimde ilk akla gelen manevî gereç :
sabır, imân, ilim, hikmet ve bun-iarı Sihhatla uygulayacak; eğitilecek kişileri
maddi ve manevî her türlü kir ve pastan temizliyecek terbiyecidir.
Yukarıdaki âyetlerle,
bütün bu özellikleri kendi nefsinde en mükemmel şekiide taşıyan son Nebî'nin
gönderildiğinden bahsedilir; aşağıdaki âyetlerle de o Nebî'nin kurmuş olduğu
ilim ve yüksek ahlâk mektebinin verimliliğinin devamı için sabır ve namaz ile
Hak'tan yardım istenilmesi telkîn edilir. [170]
153— Ey imân
edenler! Sabır ve namaz ile (Hak'tan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah
sabredenlerle beraberdir,
154_
(Sabredip de) Allah yolunda öldürülenler için «ölüler» demeyin; bilâkis onlar
dirilerdir, ama siz farkında değilsiniz.
155— And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık
ile, biraz da maldan, candan ve ürünlerden
noksanlık vermekle deneriz.
Artık sabredenleri müjdele..
156— Onlar ki kendilerine bîr musibet dokunduğu
zaman «Biz Allah'a âitiz ve sonunda
O'na döndürüleceğiz» derler.
157_ işte
onlar (o sabredip Allah'a bağlılık ve tesiimivet gösterenler var ya) onlara,
Rab'Iarından bol mağfiretler ve rahmet vardır. Doğru yola erişenler de
onlardır.
154. âyet, Bedir
şehîtleri hakkında inmiştir ve o ölçüde olan her şe-hîde şâmildir.
Müslümanların müşriklerle yapmış olduğu bu ilk meydan muharebesinde Ansardan
sekiz, Muhacirlerden altı mücâhit Allah yolunda can vermişti. Bazı aklı
ermiyenler, Aliah yolunda şehît düşenler hakkında, «öldüler ve bu yüzden dünya
nimetlerinden ve bu nimetlerin lezzetlerinden mahrum kaldılar» gibi sözler
sarfetîiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetin indiği rivayet edilir. [171]
«(Sevabı büyük olan)
sabır ancak ilk sadamededir.» [172]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e biri gelerek sordu :
— Ya Resûlellah!
Birisi kahramanlık göstermek için, birisi hamiy-yet (yurdunu, aile ve
yakınlarını koruma gayreti) için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan
hangisi Allah yolundadır?
«Ancak, Allah kelimesi
daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır!» buyurdu. [173]
«Mü'mine herhangi bir
acı, bîr dert ve zahmet, bir hastalık ve bir üzüntü, hattâ onu mahzun edecek
bir keder dokunmaya dursun, mutlaka bu sebeple onun günahları (kul hakkı hâriç)
temizlenmiş olur.» [174]
«Kime bîr musibet
dokunur, o da musibetini hatırlatır veya hatırlar da bunun için yeniden «İnnâ
Mllah ve innâ ileyhi râciûn» derse, o musibetin dokunma zamanı (ve tesiri)
geçmiş bile olsa, Allah ona dokunduğu günde verdiği sevabın bir mislini yazar.»
[175]
İnsana, ölümü aşağı
gözle görme, onu hafife alma, önemsiz sayma ruhunu veren bir takım mânevi değerler
vardır. Ama hiçbiri sağlam bir imândan sonra sabretmek ve namaz kılmak kadar
tesirli değildir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin putperest ve ateşperestlerle
bütün mücâdeleleri sabır ve namaz havası içinde cereyan etmiştir. İnsan şu üç
boyutlu âlemde nice nimetlerle ve nice dert ve felâketlerle karşı karşıya
bulunuyor. Hayatın iki ağlamak arasında bir tebessümden ibaret olduğunu
söylü-yenler ne güzel ifâde etmişlerdir. Rivayete göre, Hz. Âdem'in çamuru şekillendikten
sonra üzerine kırk gün yağmur yağmıştır; bunun otuz dokuz günü hüzün, bir günü
neş'e yağmuru imiş. Görülüyor ki bir gün lehimize ise, ikinci gün aleyhimize
oluyor ve hayat bu zikzakı çizerek son durağına kadar uzanıyor.
Gerçek bu olduğuna
göre, doğumla ölüm arasındaki mesafeyi faziletle, sabır ve ibâdetle doldurmak
için hareket etmek zorundayız. Aneak ilimden güç ve ölçüsünü almamış bir
hareket insanı gayesine ulaştırmaktan çok uzaktır. Sadeee ilimden güç alması
da kâfi değildir. İlmin de din ile birleşmesi, imândan destek görmesi gerekir.
O halde ilmin insanı mutluluk hedefine ulaştırabilmesinin tek şartı, sağlam
bir itikadla yüksek ahlâktır.
O bakımdan diyebiliriz
ki, hareket ilmin ışığından mahrum olursa kı-sırlaşır, karanlıkta yol aldığı
için yeteri kadar yarar sağlayamaz;, çoğu zaman zararlı bile olur. Ve bu
vadide hareketi aydınlatan ilim yalnız madde yani fizikle başbaşa kalır da din
ve yüksek ahlâkla birleşmiyeeek olursa, yavaş yavaş materyalizme doğru kayar;
manevî değerler sahneden çekilir. İnsanlık için, dertlerini arzedeeek, mânevi
boşluklarını dolduracak, ruhlarını tatmin edeeek hakikatler kalmadığı için,
mutlak bir umutsuzluk ve huzursuzluk başgösterir. Bu hal tedrîeen anarşizme
vasat hazırlar. Artık bu ortamda hareket ve ilmin düzeltioi rolü olmaz. Bunun
sonueu olarak vatan, millet, ahlâk ve fazîlet, şehitlik ve gazilik birer kuru
mefhumdan ibaret kalır.
Bunun içindir ki
Kur'ân, imânın bir bölümünü teşkil eden sabır ve namazı, mânevi iki büyük
destek olarak sunuyor; savaşta sabrın ve imânın güç ve enerji verdiğine işaret
ediyor. Mü'minleri harekete getirip şahlandıran bu güç, ölümü küçük ve önemsiz
gösterir. Şehît düşenlerin aslında ölmediklerini, Allah katında diri
bulunduklarını, üstün nimetlerle rızıklan-dıkiarını söz ve ifâdenin en üstün
kuvvetiyle anlatıyor.
İslâm kumandanı Halid
bin Velid (R.A.)ın Bizans başkumandanına verdiği tarihî oevap bunun güzel
örneklerinden biridir:
«A zavallılar, biz
eğer ölümden korkan bir millet olsaydık, herhalde elimize kılıç alıp buralara
kadar gelmezdik!.» [176]
Görülüyor ki nimetle
külfet orantılıdır. İmân ve İslâm gibi büyük bir nimetin külfeti de o nisbette
büyüktür. İmân ve İslâm uğrunda Allah için can vermek bu külfetin bir kısmını,
fakat son merhalesini teşkil eder. [177]
Hukukta, ölüm,
kişiliğin sona ermesidir, diye tarîf edilir. Kişilik sona erdikten sonra ruhanî
bir hayat başlar mı, başlamaz mı? Ruh da bedenle .birlikte ölümü tadar mı
tadmaz mı? Bu soru hukukî tarifin dışında kalır. Daha çok bunu din, felsefe ve
tasavvuf cevaplandırır. İlâhî olan dinlerin hepsi ruhun ölümsüzlüğünü ve
âhirette yıpranmaz ve ölmez bir başka bedene girmek suretiyle ebedileşeceğini
kabul eder. Özellikle İslâm dininde bu konu daha da açıklığa kavuşturulmuş;
ruhun kendine has bir varlığı ve asıl mayası bulunduğu beyân edilmiştir. Bakara
sûresi 154; Âl-i İmrân sûresi 169 ve Hac sûresi 58. âyetlerle ruhun ölümsüzlüğü
ve özellikle şehitlerin ruhlarının Allah katında daha yüksek makamlara
yükseltileceği kesinlikle ifâde edilmiştir.
O halde insanî olan
her ruh, bedeni terk ettikten sonra yine diridir; şuurludur; nereden geldiğini,
şimdi nerede bulunduğunu çok iyi bilir, Allah'ın varlık alemindeki
hükümranlığını, kanunlarının her varlıkta hâkim olduğunu daha iyi anlar.
Melekût âleminden haberdar olur. Misal ve berzah âlemleriyle temasa geçer.
Dünyadaki hatalarına, ihmallerine, günahlarına hayıflanır, pişmanlık duyar;
tekrar dünyaya dönmek ister.
Hukukta, kişiliğin
sona ermesiyle; biyolojide, canlı varlıklarda görülen hayatî fonksiyonların
bir daha tekrarlanmamak üzere sona ermesiyle târîf edilen ölüme, dinde ayrı
bir tarîf verilmiş, tasavvufta bu tarifin ışığı altında onun asıl mayası
anlatılmış; Allah'a dönüşü, O'nunla olan ilgisi belirtilmiş; ruhçu felsefe
doktrinleri bu konuda ahlâkla alâkalı bir delil de ileri sürmüşlerdir.
Bütün bu tarîf ve
tesbitlerden ölmenin yok olmak demek olmadığı anlaşılır. Ölüm, bir evden başka
bir eve, bir âlemden başka bir âleme göçtür. Nitekim tasavvufçulara göre
insanda biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere iki rûh vardır. Birincisi
hücrelerin Ölmesiyle birlikte ölür. İkincisi ise ölümsüzdür, ebedî saadete
namzettir.
Ruhla ilgili ilmî ve
tasavvufî görüşe daha çok İSRÂ sûresi 85. âyetin tefsîrinde yer verilecektir. [178]
Şehîtler ilâhî
nîmetlerin sonsuzluğuna erişmek için daima diridirler. Ruhları, Allah katında
üstün makamlarda manevî lezzetler içinde bahtiyardırlar. O halde ömrü küfrün
karanlığı içinde geçenlerin de öldükten sonra, ruhları şehîtlerin ruhlarının
aksine azap içinde kalacaklardır. Böylece bu âyetten kabir azabının
mevcudiyetine istidlal edilmiştir.
Ayrıca ruhların
cesedlerden ayrıldıktan sonra kendilerine has birer varlık oldukları,
mayalarının bulunduğu, bu sebeple nimetle azabı, rahmetle gazabı idrâk etmekte
oldukları yine bu âyetten çıkarılmıştır. [179]
Sehl bin Abdullah et-Tüsterî
diyor ki:
«Sabır, başlıbaşına
bir iştir. Onu ciddiyetle sonuçlandırmak gerekir. İki türlü sabır vardır: Biri,
Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren şeyleri işlememek için sabretmek. Bunu
kendi nefsinde gerçekleştirene «mücâhit» denir. Çünkü nefis, şeytan, şehvet ve
hırs ile mücadele etmiştir. Diğeri, Allah'a kullukta ve ibâdeti yerine
getirmekte sabırlı olmak. Böylesine «âbid» denir; ibâdeti sabır göstererek zevk
içinde yaptığı için.
İşte bu iki hususta
sabreden kimseyi Allah kendi kazasına rıza göstermeye vâris kılar. Kazaya
rızanın belirtisi, nefse hoş gelen ve hoş gel-miyen şeylere karşı kalbin
sükûnet içinde bulunmasıdır.»
Havass'a göre semereli
ve sabit bir sabır, Kur'ân ve sünnetinin hükümlerini tatbikte gösterilenidir.
Ruveym'e göre sabır,
şikâyeti terketmektir.
Zünnun-i Mısriy'e göre
sabır, her hal-u kârda Allah'dan yardım istemektir.
Üstat Ebû Ali'ye göre
: Sabrın sının, takdire itiraz etmemendir. Ancak başa gelen belâdan şikâyet
kasdi olmaksızın bahsetmek sabra aykırı değildir. [180]
Sonuç olarak sabır;
Başarının ilk basamağı, imânın desteği, ahlâkın dayanağı, ilmin anahtarı,
hikmetin öncüsüdür. [181]
Hasan el-Basri'ye
göre, şehitlerin diri oluşlarından maksat, dünyadaki dirilik gibi değildir.
Çünkü ruh cesedden ayrılmıştır. Bu, mâna âlemine has başka bir diriliktir.
Allah'ın latif sıfatından akıp gelen rıziklar onların ruhuna arzedilir. Onun
için her an huzur ve rahat içindedirler.
«Allah yolunda
öldürülenler için «ölüler» demeyin» cümlesinden maksat, onları diğer ölüler
seviyesinde görmeyin. Şehitlerin ruhları cennette uçuşan yeşil kuşların
kursaklarında-dır. Cennete giren hiçbir kimse tekrar yeryüzüne dönmek istemez,
ancak şehitler müstesna, onlar şehitliğin üstün mertebesini, Allah katındaki
kur-biyetlerini gördükçe tekrar dünyaya dönmek, Allah yolunda savaşıp tekrar
şehit olmak isteyecekler. Böylece şehitlerin Rableri katında hakikî bir hayatları
vardır. Bu hayat daimidir; elemsiz ve kedersizdir. [182]
Gönülden gelen bir
arzu ile hem bedenen, hem de ruhen kılınan bir namaz bedenimizi tanzim eder,
organlarımızın faaliyetlerini normale çevirir; her iki dünyamızla ilgili
görevlerimizi bize en uygun ve en kısa yoldan öğretir. Sosyal hayatın derin
mânasını, ferdin cemiyetle olan ilişkisini gönüllere işler. Bütün ibâdetlere
öncülük eder. Kul ile Allah arasındaki perdelerin kalkmasını sağlar; tek
kelimeyle kulu Allah ile konuşturur. [183]
Biz Allah'a âitiz ve sonunda O'na dönücüleriz.»
«Her şey aslına
döner.» Ata sözünde hakikat payı büyüktür. İnsanlar hiç yok iken, yokluğun
karanlığında bulunurken varlık âlemine getirildiler. Ruhları, madde âleminden
olan beden elbisesine büründüler. Zira madde âleminde belli bir müddet maddeyle
kaynaşabilmek için bu gerekli idi. Ruhlar bu âlemde, büründükleri cismani
elbiseleri eskiyinceye kadar kalmakla emroiunmuşlardır. Böylece onların dönüşü
ilk merci'leri olacaktır. Ancak bu dönüş zaman ve mekân kanunlarının
ötesindedir. Ruhlar melekût âlemine yükselirler; o âlemde artık zaman ve mekân
sürekliliği de yoktur. Fenadan bakaya, maddeden mânaya, dünyadan âhi-rete bir
geçiş ve süresiz kalış vardır. Artık ruh cisme tabi' değil, çişim çürüse de,
yansa da, yenilse de- ruha tabi'dir. Ruhla cisim arasında manevî ve fakat
mahiyeti bilinmiyen bir irtibat mevcuttur ki bu, kabirlerden kalkıncaya kadar
devam eder.
Vahdet-i vücutçular bu
âyete dayanarak kendi tezlerini isbata çalışırlar. Çünkü onlara göre bütün
kâinat, Allah'ın görünüş alanına çıkışdır, yalnız Allah vardır. İnsan taşıdığı
ilâhi vasfflar yüzünden Allah'dan ayrı bir varlık değildir. Ölüm insanın hakiki
yurdu olan Allah katına varışı, Allah'ın zatında ölümsüzlüğe ulaşmasıdır. Ölüm
yaşamaktır. Ölümsüzlük denen «Hayât-ı câvidanî» Hak ile hak olmaktır. İnsan
ölümünden önce ölüm (ölmeden önce ölmek) ile ölümsüzlüğe ulaşır. Ölümden önce
ölüm ve insanın dünyaya, bu geçici, eğreti olan varlıklara bağlanan
duygularından (nefs ile ilgili varlıklardan) sıyrılması, Ölüms.üzlüğe engel
olan geçici dün-^ya bağlarından, isteklerden (heva ve heves) kapmasıdır. Bu
nedenle vahdet-i vücudcular ölen bir kimsenin ardından öldü demezler. «Hakka
yürüdü», «Allah katına gitti» derler.
Batılı panteistlerin
bu konudaki görüşü biraz daha değişiktir. [184]
Âyet-i kerimenin iniş
sebebinden şu tarihi olayı hatırlıyoruz : Hicrî ikinci, Milâdî 14 Mart 624
yılında Mekke ile Medine'yi birleştiren yol üzerinde engebeli bW arazide
Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında meydana gelen savaş, İslâm tarihine
«Bedir harbi» adı altında geçmiştir. Müslümanlardan 312 ya da 313 mücâhit,
müşriklerden 950 kişilik bir ordu karşılaşmışlardı. Bu savaşla Müslümanlar
artık pasif mukavemetten aktif mukavemete geçmiş bulunuyorlardı.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin yüksek irfan mektebinde yetişen mü'-minler, Allah'ın izniyle galip gelmiş
ve fakat aşağıda isimleri yazılı 14 mücâhidi şehît olarak vermişlerdi :
Muhacirlerden :
1. Übeyde bin Hars (R.A.)
2. Umayr bin Ebî Vakkas (R.A.)
3. Âkil bin Bekir (R.A.)
4. Mihcâ' Mevlâ Ömer bin Hattab (R.A.)
5. Safvan bin Beyzâ' (R.A.).
6. Züşşimaleyn Umayr bin Abdi Amr (R.A.)-
Ansardan :
1. Sa'd bin Hayseme (R.A.)
2. Mübeşşir bin Abd bin Münzir (R.A.)
3. Yezid bin Hars {R.A.)
4. Umayr bin Humâm (R.A.)
5. Râfi' bin Muallâ (R.A.)
6. Harise bin Süraka (R.A.)
7. Avf bin Hars (R.A.)
8. Muâvvız bin Hars (R.A.) [185]
B e I v: Kök mânası
mihnet, demektir. Burada mihnete dayalı imtihan kasdedilmiştir.
Musîbet: Mü'mini üzen
her şeye şâmildir. Nitekim bir gece Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin çırası
sönüvermişti. O, «Biz Allah'tanız ve nihayet O'no dönücüleriz!» diyerek
istircâ'da bulunmuştu. Bunun üzerine İkrime (R.A.) soruyor: «Ya Resûlellah, bu
da bir musîbet midir?» Resûlül-lah (A.S.) cevap veriyor: «Evet, mü'mine eziyet
veren her şey musîbet-tir!»
S a I â v a t:
Allah'tan kullarına ise, af, rahmet, bereket ve teşrîf demektir. Zeccac'a göre,
gufran anlamındadır.
M a a : Bu kelime daha çok metbu' (uyulan)a dahii
olmayı ifâde eder.
Meselâ, Ali maa Ömer'e
= Ali Ömer'le beraberdir; yani onun mâiye-tindedir, ona yardımcıdır; onun
dayanağıdır ve desteğidir. «Allah sabredenlerle beraberdir» yani ilâhî irâde,
kullarının irâdesini takip eder. Bu, lütuf ve merhamet yönünden bir ilâhî
tenezzül sayılır. Sabredenler bu lût-fa mazhar olurlar. [186]
Yukarıdaki âyetlerle
gönülleri dolduran imân ve irfan gibi iki yüksek manevî değerin etrafı
aydınlatan nurunu söndürmek isteyen
müşriklerle
ciddi ve fakat metotlu
bir şekilde savaşabilmek için iki tane manevî si-iaha sarılmanın lüzumundan
bahsedilmiş ve bu silahlar, «sabır» ve «namaz» olarak belirlenmiştir.
Aşağıdaki âyetle,
insanı bu yüksek değer ve güçten uzaklaştıracak iç alemindeki nefis denilen
düşman ile de mücâdelenin ihmal edilmemesine işaret ediliyor; bunun için de
sabırla namazın yanında «tavaf» ve «sa'y»in yararları üzerinde duruluyor.
Ayrıca, Mekke
fethinden önce inen bu âyetlerle yakın bir gelecekte KÂBE'nin Müslümanların
eline geçeceği, oranın putlardan ve her türlü maddî ve manevî necasetten
paklanacağı, böylece Mekke başta olmak üzere İslâm fütuhatının genişliyeceği
müjdeleniyordu. Unutmayalım ki bu müjde Allah'ın mü'minlere olan sayısız
nimetlerinin o dönem için son halkasını teşkil ediyordu. Nitekim Mekke'nin
fethinden sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin son hac vazifesini yerine
getirirken, «Bugün size dininizi kemâle erdirdim, nimetimi üzerinize
tamamladım.» mealindeki Mâide sûresi 3. âyeti, bu müjdenin mutlu sonucunu
hatırlatıyordu. [187]
158—
Şüphesiz ki, Safa ile M er ve Allah'ın (ibâdet yerleri olarak gösterdiği)
alâmetlerdir. Artık kim Beyti (Kabe'yi) hacceder veya umre (niyetiyle) ziyaret
ederse, bu ikisini tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Her kim de gönülden
(kendisine vâcib olmadığı halde) bir hayır ve iyilik işlerse, şüphesiz ki Allah
(onu mükâfatlandırarak) şükrün karşılığını verendir ve O her şeyi bilendir.
Hazret-i Âişe
Validemiz (R.A.)dan yapılan rivayete göre, bu âyet An-sar hakkında inmiştir.
Medîneli Müslümanlar Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekindiler. Zira
câhiliye devrinde İsaf ile Naile adında iki put, bu iki tepede bulundurulurdu.
İslâmiyet gelince bu iki putu da kırmıştı; fakat Müslümanlar bir türlü bu
tepeler arasında gidip gelmeye gönül veremiyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki
âyet, sa'yetmekte bir günah olmadığına delâlet eder anlamda indirilmiştir. [188]
Ayrıca Buharî'nin Âsim
bin Süleyman'dan yaptığı rivayette, Âsim diyor ki: Enes bin Mâlik (R.A.)den
Safa ile Merve'den sorduğumda bana şu cevabı verdi :
«Biz bu iki tepe
(arasında gidip ge!me)yi câhiliye âdetlerinden bilip kabul ederdik; İslâmiyet
gelince artık bu düşüncemizin yeri kalmadı. O sebeple Allah yukarıdaki âyeti
indirdi.» [189]
«Safa ile Merve
arasında sa'yedin. Çünkü Allah sa'yetmeyi üzerinize yazmıştır.» [190]
«Şüphesiz Safa ife
Merve Allah'ın (ibâdet yerini gösterir dinî) belirtilerdendir; Allah'ın
başladığıyla başlayın!» [191]
Allah'ın dinî belirti
yerleri olan Safa ile Merve tepeleri bir bakıma hayatın hareket noktasıyla
bitiş noktasını; doğumla ölüm arasındaki hareketin, derin mânasını; ahlâkın
pozitif ve negatif uçlarını birleştirmek suretiyle meydana çıkacak olan
fazîlet ışığını ifâde etmektedir. Safa'dan Merve'ye dört gidiş, Merve'den
Safa'ya üç dönüş, hayatta her gidişin bir dönüşü olduğunu, Allah'dan başka
hiçbir şeyin sonsuzluğa uzanıp nihayetsiz olmadığını hatırlatıyor.
Ahlâkımıza yön veren,
sosyal hayatımıza hareket getiren bu hususlan biraz açıklıyacak olursak şöyle
özetleyip sıralayabiliriz:
a) Hayatın bir hareket noktası, bir de bitiş
noktası vardır. Ömür bu İki nokta arasında değer ölçüsünü bulacak bir sermayedir.
Safa'dan Merve tepesine yol alırken iki yeşil mil arasında hızlanmak, ömrün
ortalarında daha çok hareketli ve fakat ölçülü ve temkinli olmayı telkin eder.
b) Hareketli olması gereken ömrün hedefine doğru
yol alırken hareketinin ilâhî nizama uyması ve hiçbir canlıya, özellikle din
kardeşine zarar verecek veya
onları üzecek serbestide
olmaması gerekir. Safa ile Merve
arasındaki sa'yimizde başkasına eziyet etmemek; rahat yürüyebilmek için şunu,
bunu itip kakmamak tenbih edilmemiş midir?
İşte tıpkı böyle olan bir ömür, güzel ahlâkın tatlı meyvalarını
verebilir, etrafına feyiz ve bereket saçabilir.
c) Ahlâkın biri müsbet, diğeri menfi olmak üzere
iki ucu vardır. Güzel ahlâk olmayınca kötü ahlâkın ne olduğu; kötü ahlâk da
olmayınca iyi ahlâkın ne demek olduğu zor anlaşılır. Safa'dan Merve'ye yol
alırken güzel ahlâkın nurlu yolunu görmeye çalışıyor; onun yararlı semeresini
elde etmek için çırpınıyoruz. [192]
Hz. Urve bin Zübeyr
(R.A.) diyor ki; Âişe Validemize (R.A.) dedim ki:
— Safa ile Merve arasında sa'yetmiyen kimseye birşey gerekmez! Ben de şahsen
bunları tavaf etmiyecek olursam hiçbir beis görmüyorum.
Bunun üzerine Hz. Âişe
(R.A.) :
— Söylediğin hiç de uygun değildir, ey kız
kardeşimin oğlu! Safa ile Merve arasını hem Resûlüllah (A.S.), hem de
Müslümanlar tavaf ettiler. Bunları ancak Müşellel'deki Menat putuna tehlîl
getiren azgın müşrikler tavaf etmezler! Cenâb-ı Allah bu hususta şu âyeti
indirmiştir:
«Artık kim Beyt'i
(Kabe'yi) hacceder veya umre (niyetiyle)
ziyaret ederse, bu ikisini tavaf etmesinde bir sakınca yoktur.»
Eğer senin dediğin
gibi olsaydı, «Bu ikisini tavaf etmemesinde kendisine bir günah yoktur.»
şeklinde inmesi gerekirdi, diye cevap verdi. [193]
Buharî'nin tahrîcinde
ise, Hazret-i Âişe (R.A.) diyor ki:
«Safa ile Merve
arasını tavaf etmeyi Resûlüllah (A.S.) sünnet kılmıştır. Nitekim Tirmizî'nin
Câbir bin Abdullah (R.A.)dan yaptığı rivayete göre Resûlüllah (A.S.)
Mekke'ye gelip Kabe'yi
yedi defa tavaf
etti ve
<Siz de İbrahim'in
makamından bir namaz-gah edinin!» mealindeki 124. âyeti okudu ve makamın
arkasında namaz kıldı; sonra Hacerülesved'e gelerek istilâmda bulundu ve :
«Allah'ın başladığıyla başlıyoruz!» deyip önce Safa tepesine çıktı ve «Şüphesiz
ki, Sefa ile Merue Allah'ın (ibâdet yerleri olarak gösterdiği)
alâmetlerdendir.» âyetini okudu. [194]
İmam Şâfîî ile İmâm
Ahmed bin Hanbel'e göre Safa ile Merve arasında sa'yetmek rükündür. İmâm
Mâlik'in mezhebince de meşhur olan budur. Deiilieri ise, «Sa'yediniz; çünkü
gerçekten Allah size sa'yetmeyi farz kılmıştır.» mealindeki hadîstir. [195]
İmâm Ebû Hanîfe, Sevri
ve Şa'bİ'ye göre sünnettir. Ancak bu sünnet vacip kuvvetindedir. Hazret-i Âişe
(R.A.) aynı görüştedir. İbn Abbas, İbn Zübeyr, Enes bin Mâlik ve İbn Sirîn'e
göre, tetavvu'dur. [196]
Mutasavvıflara göre
nefsin yedi mertebesi vardır. Bu mertebeleri sabır, imân ve irfan zevki içinde
yavaş yavaş aşan ve en son mertebeye ulaşan kimse kendi mertebesine yükselmiş
oiur. Nefsin yedi mertebesini burada özetlemekle yetineceğiz. Bunun tasavvuf?
izahını nefisle ilgili âyetlerin tefsirinde vereceğiz.
Ancak şunu ifâde
edelim ki, gerek Kâbe-i Muazzama'nın etrafında yedi defa dönmenin, gerekse Safa
ile Merve arasında yedi defa sa'yetme-nin, nefsin yedi mertebesini ve her
tavafla bir mertebeyi aşmanın derin mânası söz konusudur.
1. Nefs-i emmâre
2. Nefs-i levvâme
3. Nefs-i mülheme
4. Nefs-i mütmainne
5. Nefs-i râdiye
6. Nefs-i mardiyye
7. .Nefs-i
kâmile..[197]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Câhiliye devrinde şeytan ruhlu bazı kimseler vardı; bunlar bütün gece
Safa ile Merve arasında zahidlik yapıp oynarlardı. Kâbe-i Muazzama'da olduğu
gibi, bu iki tepe arasında da bir hayli put bulunurdu.»
Şâ'bî (R.A.) diyor ki:
«Câhiliye devrinde
Safa tepesinde İsaf adında bir put, Merve tepesinde de Naile adında başka bir
put vardı. Müslümanlar bu durumu çok iyi bildikleri ve o devirlerde
müşriklerin tavaf yapınca bu putlara el sürdüklerini hatırladıkları için
Kabe'yi tavaf ederler, fakat Safa ile Merve arasında sa'yetmezlerdi.
Müslümanların bu iki tepe arasında tavaf yapmalarında bir günah olmadığını
Allah beyân buyurarak konumuzla ilgili âyeti indirmiştir.»
Kurtubî'nin rivayetine
göre, Âdem Peygamber Safa tepesinde, Havva anamız da Merve tepesinde namaz
kıldıkları ve bu tepeleri kutsal saydıkları için onlara Safa ve Merve isimleri
verilmiştir.
Çoğu müfessirlerimizin
yapmış oldukları rivayete göre, İbrahim Peygamber Hacer ile İsmail'i getirip
Mekke vadisine koyup ayrıldıktan sonra, Hacer ile oğlu İsmail güneşin tesiriyle
kısa bir müddet sonra susadılar. Susuzluk tesirini artırınca Hacer, yavrusunun
çığlıklarına dayanamıyarak Safa ile Merve arasında koşarak su aramıştı. O bir
taraftan su ararken bir taraftan da Kabe'nin bulunduğu yere bırakmış olduğu
yavrusunu gözetliyor, ona bir zarar gelmesin diye daha fazla uzaklara
gitmiyor, bu iki tepe arasında mekik dokuyordu. Yorulup yavrusuna döndüğünde
çocuğun ayaklarının dokunduğu yerden su fışkırdığını sevinçle gördü. Allah'ın,
kendilerine dokunan sıkıntıdan sonra bu nîmetiyle genişlik getirmesine hamd-u
sena etti ve göz yaşlarını tutamadı.
Rivayetlere göre,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Safa ile Merve arasında sa'yederken, müşriklere
karşı güçlü ve azimli olduklarını göstermek için seğirtmişti. Biz de hem
Hacer'i, hem de Resûlüllah (A.S.) Efendimizi taklît ederek bu iki tepe arasında
koşarak sa'yediyoruz. [198]
Safa: Lügatte, kaygan
taş demektir. Bilahare Kabe'nin yakınındaki tepeye isim.olmuştur. Bu kelimenin
«safv» kökünden müştak olduğunu söyleyenler de var; toprak ve çamurdan paklandığı
için tepeye bu isim verilmiştir.
Merve: Merv
kelimesinin tekiliair. Merv, yumuşak, ya da sert küçücük taşlara denilir. [199]
Şeâir: Şaire ya da
şiare kelimelerinin çoğul şeklidir. Lügat mânası, belirli, demektir. Terim
olarak, dinî belirtiler ve ibâdet yerlerinden belli ve belirtili olanlar
demektir. Burada ise, ibâdet için Allah'ın belirttiği yerler, demektir.
Umre: Ziyaret anlamına
gelir. Fıkıhta ise yedi defa Kabe'yi ziyaret (tavaf) edip iki rek'at namaz
kıldıktan sonra Safa ile Merve arasında sa'yetmek ve sonra da traş olmaktan
ibarettir. Ancak daha önce ihram giyip umreye niyet getirmek gerekir.
C ü n a h : Günah,
vebal, yanlış ibâdet gibi mânalara gelir. Lügat olarak meyletmek anlamına
gelir.
Tavaf: Buradaki tavaf,
ıstılah olarak Safa ile Merve arasında sa'yetmekten ibarettir. Lügat olarak,
bir şeyin etrafını dolaşmak, bir şeyi gezip ziyaret etmek demektir. [200]
159-160—
Şüphesiz ki, indirdiğimiz o açık belgeleri ve doğru yolu, Kitap'ta insanlara
açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de
lânetçiler lanet eder. Ancak tevbe edip kendini düzeltenler ve hakkı açıklayıp
ortaya koyanlar bu lanetin dışında kalır. İşte Ben onların tövbesini kabul
ederim. (Çünkü) tevbeleri çokça kabul eden, geniş rahmette bulunan ancak
Benim.
161— (Hakkı, doğruyu) inkâr edip de inkarcı
oldukları halde ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve insanların
hepsinin laneti onlaradır.
162— Lanette
devamlı kalıcılardır; azap
onlardan hafifletilmez ve (bir ân olsun) azaptan geri bırakılıp
bekletilmezler.
Bu âyetler, kutsal
kitaplarda (Tevrat ve İncil'de) yazılı bulunan en son peygamber Hazreti
Muhammed (A.S.)in geleceği ve bir takım sıfatlan hakkındaki ilâhî belgeleri
gizleyip insanlardan saklayan ve böylece hem ilme, hem de tarihe ve gerçeğe
ihanet eden Kitap ehlini lanetler anlam-, da inmiştir. [201]
«Eğer Allah'ın
Kitabındaki bir âyetten olmasaydı hiç kimseye bir şey anlatmaz (bir hadîs
nakletmez) d i m. O âyet şudur: Şüphesiz ki, indirdiğimiz o açık belgeleri ve
doğru yolu, Kitap'ta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu?...» [202]
«Kim bir bilgiden
sorulur da (bildiği halde) onu gizlerse, Allah kıyamet günü onu ateşten bir
gem ile gemler.» [203]
«(İlim ve) hikmeti
ehlinden esirgemeyin, sonra onlara zulmedersiniz. İlim ve hikmeti ehil olmayana
bırakmayın, sonra ilme ve hikmete yazık etmiş olursunuz.» [204]
Bu ve benzeri
âyetlerle Tevrat ve incil'de yazılı bulunan en son peygamberle ilgili
belgelerin Kitap Ehli tarafından gizlendiği, birçok Tevrat ve İncil
nüshalarından çıkarıldığı, ya da değiştirildiği haber veriliyor. Âyetlerin
1400 yıl geriye giden iniş tarihleri dikkate alınınca, bu uzun süre içinde
aşırı derecede müteassıp bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilginleri Tevrat ve
İncil'de hayli değişikliler yapmışlardır. Öyleki: Tevrat'ta hem bu belgelerin,
hem de âhiretle ilgili ilâhî haberlerin hepsi çıkarılmış ve unutulmaya
terkedilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm gerek bu âyetlerle, gerekse bu mânaya delâlet
eden diğer âyetlerle onların bu tarz ihanet ve nankörlüklerini bir defa daha
açığa vurmaktadır. Bununla beraber günümüzde Tevrat ve İncil olduğu iddia
edilen kitaplarda son peygamberden yarı-kapah şekilde de olsa söz edildiğini
görmekteyiz.
Tevrat:
«İşte, kendisine
destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum : Ruhumu
onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmayacak ve
sesini yükseitmiyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak
ve tüten fitili söndür-miyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı
pekiştirinceye kadar zayıflamıyacak ve adalar onun şeriatını bekliyecekler.» [205]
İncil:
«İsa diyor: Bununla
beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü
gitmezsem, Tesellici size gelmez. Fakat gidersem, Onu size gönderirim. Ve o
geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir;
günah için, çünkü bana imân etmezler; salâh için, çünkü babama gidiyorum ve
artık beni göremezsiniz ve hüküm için, çünkü bu dünyanın reisine
hükmedilmiştir.»
«Size söyleyecek daha
çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsı-nı. Fakat o hakikat Ruhu gelince,
size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemiyecektir; fakat
her ne işitirse söyliyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni
ta'ziz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.» [206]
Bernaba İncil'inin 16
yerinde Hz. Muhammed'den (A.S.) ismen bahsedilmiştir. [207]
İnsanları inkâra,
dinden olmadığı halde dindenmiş gibi birtakım uydurmalara çağıran kimse, bütün
bu yaptıklarından pişmanlık duyar da Allah'a tevbe ederse, Allah onun tevbesini
kabul buyurur. Çünkü insanlıktan yana rahmet ve şefkatle dolu olan Sevgili
Peygamberimiz (A.S.) Efendimizin, bu karakterde olup tevbe eden kimseleri kınamadığını,
bilâkis onları kabul edip ilgi gösterdiğini biliyoruz.
Bu âyetlere
dayanılarak kâfirlere lanet etmenin caiz olduğunu söyleyenler, delil olarak
dört halifenin okudukları Kunut'ta, inkarcılara, tuğyan edip küfür içinde
kalanlara lanet ettiklerini göstermişlerdir. Ancak ilim adamlarından bir kısmı,
küfrü belli ve kendisi inkarcı olarak belirlenmiş kimselere lanet etmenin doğru
olmadığını, çünkü Allah'ın onlara ömürlerinin sonuna doğru nasıl bir kapı
açacağının bilinmediğini söylemişlerdir.
Diğer bir husus da
şudur: İlim sahibi olan kimseden ilmî bir konu sorulduğunda, bir meselenin
çözümü istendiğinde, eğer biliyorsa cevaplandırması vacibdir. [208]
Belli şahısların ismi
üzerinde durmadan kâfirlerin hepsine -Allah'ı, Peygamberi ve Kitab'ı inkâr edip
yeryüzünde fesat çıkardıkları için- lanet etmenin caiz olduğunda ilim adamları
görüş birliğine varmışlardır. [209]
163—
Tanrınız tek bir tanrıdır. Ondan başka tanrı yoktur. O'nun merhameti çoktur,
rahmeti sonsuzdur.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Kureyş kâfirleri.
Peygamber (A.S.) Efendimize şöyle bir soru yönelttiler : Bize Rabbin soyundan
haber verir misin? Bunun üzerine İHLÂS sûresi ile bu âyet indi. Çünkü bu
ölçüsüz isteği ortaya atan inkarcıların o gün için 360 putu bulunuyordu.» Tek
tanrı düşüncesini, bir türlü gelişmemiş kafalarına sığdıramıyorlardı.
Günümüzde milyonlarca sergilenmiş belgeler karşısında bir türlü Allah'ın
varlığını, maddenin küfüyle paslanan kalblerine ve kafalarına girdiremiyen
yarım aydınların onlardan ne farkı var? [210]
«Kimin en son sözü LÂ
İLAHE İLLALLAH olursa, Cennete girer.» [211]
Hakk'ı inkâr eden
lanete, gerçeği görüp ortaya koyan övgüye lâyıktır. Varlık alemindeki düzen,
işleyiş, şaşmadan hedefe gidiş; güneş sisteminin günlük, aylık, yıllık
hareketi; atom çekirdeğinin etrafındaki elektronların düzenli dönmesi; fezada
bulunan milyonlarca yıldızların kendi yörüngelerinde sapmadan hareketini
sürdürmesi, belli ve şaşmaz kanunların varlığını ve bu kanunların bir merkeze
bağlı bulunmasının zorunlu-ğunu, o merkezin de dengi, benzeri olmayan bir
Allah'ın sonsuz kudretini yansıttığını isbat etmektedir. [212]
a) Kâinatın
bir yaratanının olmadığı bir an için varsayılsa, bu, insan aklını derin bir
çıkmaza sokar. Çünkü Allah'ın yokluğunu isbat etmek, O'nun varlığını isbat
etmekten çok daha zordur. Varlık âleminde her şey kendine has bir kanuna bağlı
olarak varlığını koruyup sürdürmekte ve yine belli kanunlara göre şekil
değiştirmektedir. Başıboş, gayesiz hiçbir eşyaya raslamak mümkün değildir. Her
şeyin mutlaka bir şey için yaratıldığı ilmî olarak da kesinlik kazanmıştır.
O halde eksiksiz bir
düzen içinde şaşmayan kanunlarla idare edilen kâinatı kör tesadüfe bırakmak,
hakikati akıl ve iman ölçüleri dışına itmek ve onu basitleştirip ilmî ölçülerin
dışına itmek olur. Her şeyden önce insanın yaratılışındaki incelik,
mükemmellik; ruhu ile maddesi arasındaki uyum çok üstün bir yaratanın
varlığını, eşsiz bir sanatkârın eksiksiz sanat eserini isbat etmektedir. Bütün
bunlar tesadüfü reddetmekte; birbirine bağlı, fakat biri diğerini tamamlayan
milyonlarca kanunun işler vaziyette olduğunu göstermektedir. Çünkü insan
yapısı dahil her şey bir gayeye yönelmekte, niçin yaratıldığını ortaya
koymaktadır ve sonunda varılan gayenin bir ve tek olduğunu kanıtlamaktadır.
b) Sonunda
varılan bir ve tek gaye Allah'tır. O birdir, ortağı yoktur. İki ilâh olsaydı
düzen bozulur, hiçbir varlık yaratıldığı ölçü ve kanuna göre kalma imkânını
bulamazdı. Bir tanrı yaparken diğeri yıkar, böylece her
şey alt-üst olurdu.
Çünkü bir ülkede iki hükümdarın uyuşup anlaştığı görülmemiştir. [213]
Bu âyet, dünya
saltanatı peşinde koşan ve maddeyi tek kurtarıcı sayan Yahudileri; !sâ
Peygamberi Allah'ın oğlu sanan veya öyle kabul eden ve bu yanlış akideden
hareketle üç ilâh inancını ortaya atan Hıristiyan-ları susturucu cevap
niteliğini taşımaktadır. Maddeyi ön plana alıp materyalizme kapı açmak küfür
olduğu gibi, üç ilâh akidesini savunmak da küfür ve şirke dayalı inkârdır.
163. âyet Allah'ın varlığını ve birliğini açıklarken sonra gelen âyetlerle de
bunun belgeleri, insan aklını harekete geçiren, düşüncesine berraklık getiren
müşahhas örnekleri sergilenmektedir.
Ayrıca ilim ahlâkını
telkin etmekte, insan vicdanına seslenip dikkatleri kâinat kitabına
çekmektedir. [214]
Ünlü Velî Şiblî
Hazretleri «Allah» der, «Lö ilahe» demezdi. Bunun sebebi sorulunca da şu
cevabı verirdi: «İnkâr kelimesinde yakalanıp, ikrar kelimesine ulaşmadan
duraklayıp kalmaktan endişe ediyorum!»
Müfessir İmam Kurtubî
diyor ki:
«Şiblî'nin bu görüşü,
hakikati olmayan çok ince bir ilimdir ki kendisine mahsustur. Çünkü Cenâb-ı
Hak yukarıdaki âyette olduğu gibi bu sözü, nefy-u isbat (olumsuz-olumîu) biçim
ve ölçüde kendi Kitabında belirtmiş; Lâ ilahe illallah, diyenlere büyük
sevaplar vereceğini peygamberinin diliyle açıklamıştır. «Son sözü lâ ilahe
illallah olan kimse Cennete girer» cümlesiyle kullarına derin zevk veren
rahmet kapısını açmış, ilâhî müjdeyi peygamberinin aracılığıyla inananlara
duyurmuştur.
Bundan maksat, kalb
ile inanmaktır. O halde «Lâ ilahe» dedikten sonra «illallah» demeğe vakit
bulmadan ölen kimsenin amacı, Allah'ın varlığını, birliğini dile getirmek
olduğundan, olumsuz kelime üzerinde kalmasına rağmen Ehli sünnet âlimlerinin
görüş birliğiyle o kimse cennet ehlin-dendir.» [215]
164—
Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeylerle denizde akıp giden
gemilerde; Allah'ın gökten indirip, öldükten sonra yeryüzünü dirilttiği suda
ve her canlıyı orada serpiştirip yaymasında, gökle yer arasında göreve hazır
bekleyen rüzgârların ve bulutların değiştirilip döndü-rülmesinde, aklını
kullanan bir topluluk için nice belgeler ve deliller vardır.
Saîd bin Cübeyr
(R.A.)in İbn Abbas (R.A.) dan yapmış olduğu rivayete göre : Kureyş'ten bir
topluluk Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki:
— «Rabbine, at ve silah satın alıp
savaşabilmemiz için şu Safa tepesini altın yapmasını dua edip iste. Eğer duan kabul
olursa hem sana imân eder, hem de seninle birlikte savaşırız.»
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara dedi ki:
— «Allah'a dua edip Safa tepesini altın
yapmasını dilersem ve bu dileğim yerine gelirse, bana inanacağınıza kesin söz
verir misiniz?»
Peygamberinle
önerisini kabul edip söz verdiler ve çok kesin konuştular. Peygamber (A.S.) da
Rabbine dua etti. Cebrail (A.S.) geldi ve Allah'ın şu emrini getirdi; «Senin
duan üzerine Safa tepesini altın yapayım, ama bu mu'cizeden sonra ya bir de inanmazlarsa,
varlık âleminde hiç kimseye vermediğim bir azap ile onları cezalandırırım.»
Rahmet Peygamberi
Hazreti Muhammed (A.S.)ın insanlara karşı şefkat ve merhamet duygusu harekete
geldi ve şöyle niyazda bulundu: «Hayır, Ya Rab! Benimle kavmimi bırak; ben
onları günden güne davet edeceğim.»
Peygamber (A.S.)ın bu
isteği üzerine Cenâb-ı Hak Safa tepesini altın yapmadı, fakat dünya durdukça
bütün aklı eren insanlara delil ve belge olsun diye ondan daha büyük
mu'cizesini ve kudretini ortaya koyarak yerkürenin ve göklerin yaratılışını,
gemilerin denizlerde belli ölçü ve kanunlarla süzülüşünü, rüzgarların ve
bulutların değişmiyen kanunlarla evirilip çevirilişini, ölmüş yerin inen
yağmurlarla nasıl dirilip hayat fışkırttığını belirterek yukarıdaki âyeti indirdi.
[216]
«Bu âyeti okuyup da
derinden derine düşünüp ibret almayana yazıklar olsun!» [217]
Hazreti Âişe Validemiz
(R.A.) diyor ki :
Peygamberimiz (A.S.)
Efendimiz ufukta bulutun belirip üzerimize doğru geldiğini görünce şöyle duada
bulundu : «Allahım! Gönderilen şeyin şerrinden sana sığınırız..» [218]
«Rüzgara sövmeyin, dil
uzatmayın; çünkü rüzgar Allah'ın rahmeti ve sunduğu bir rahatlıktır. O, rahmet
ve azap ile de gelir. Ama siz Allah'tan onun hayırlı olmasını dileyin; şer
olmasından da Allah'a sığının.» [219]
Allah kendi varlığını
ve birliğini sekiz belgeyle sıralarken insan aklına yer vermiş; sebep ile
müsebbibi meydana getiren; eser ile eseri ortaya koyan arasındaki ilgiyi,
nedenselliği aklın kavrayışına bırakmıştır.
Gece ile gündüzün
birbirini izlemesi, günlerin ve yılların uzunluğu, mevsimlerin birbirini takip
etmesi hep dünyamızın hareketlerinden ileri gelmektedir. Hemen hemen hiçbir
olay yeryüzündeki hayatı düzenleyen bu olay kadar önemli değildir.
Dünyamızın eksen
eğikliği, kutuplardan basıklığı, dörtte üçünün denizle kaplı bulunması,
dağların iklim ve sağlığımız üzerindeki dengeli etkileri; güneş ısısının
hergün yüzbinlerce metreküp suyu buharlaştırarak yeryüzünden atmosfere doğru
yükseltip bulutları oluşturması ve bunun ufacık su zerrecikleri haline
dönüşmesi hep yüksek bir matematikçinin ve büyük bir fizikçinin varlığına
delâlet eder.
İşte Allah, yüksek
matematiğin ve üstün ölçüdeki fizik kanununun kendi kudretiyle vücut bulduğunu
haber verirken insan aklına ışık tutuyor, sağlam düşünebilmesi için yeterli
malzemeyi ve önfikri veriyor.
Fezaya yine ilâhî
kudretinin yüksek hesaplarıyla serpiştirdiği milyonlarca yıldızlara, kümelere,
sistemlere gök adını veriyoruz. Gök küresini gecenin iki ayrı vaktinde
gözetliyecek olursak, yıldızlar bu kısa süre içinde bile yerlerini
değiştirirler. Yıldızlar, Kutup Yıldızı doğrultusundaki gök küresi kutbu
etrafında dönerler, Bu dönüş hareketi görümser, yani gerçekten olmayan bir
harekettir. Çünkü dünyamızın kendi ekseni etrafında dönmesinden ötürü yıldızlar
bize gördüğümüz şekilde hareket ediyormuş gibi gözükür.
Bunun için Cenâb-ı Hak
yukarıdaki âyette :
«Şüphesiz ki, göklerin
ve yerin yaratılmasında» buyurarak önce dikkatimizi göklere, sonra da
yerküreye çekmiştir.
İlâhî Kudretin
Yüceliği:
Dünyamız her yıl 950
milyon km. uzunluğunda bir eğri çizer. (Yörüngesel Dönme Hareketi) Bu yolculuk
365 gün sürer. Saatte hızı 107.000 km, yani saniyede ortalama 29.723 m. dir.
Ama biz bu korkunç hızı farket: meyiz. Şimdi dünyamızın, bu başdöndürücü hizla
dönerken birdenbire durduğunu düşünelim. O zaman korkunç bir darbeye uğramış
gibi Dünyamızın bütün molekülleri dağılacak ve akkor durumunda müthiş bir bulut
uzayı kaplayacaktır. Belki kıyamet Dünyamızın durmasıyla kopacaktır. Yüce
kudret dünyayı kendi varlığına bir delil ve belge olarak gösterirken bu konuda
aklımızı kullanmamızı hatırlatıyor. Bütün bu hareketleri ve başdöndürücü hızı
bir tesadüf eseri değil, yüksek kudretten gelen ince bir hesabın dengeli
sonucudur.
Soğuk ve sıcak hava
kütlelerinin yer değiştirmesiyle meydana gelen rüzgarın belli bir kanuna göre
vücut bulduğu üzerinde duruluyor, Allah'ın varlığına ayrı bir delil olarak
insan akimin önüne konuyor. Böylece varlık âleminde her olayın belli bir gayeye
doğru yol aldığını, hareket ettiğini, oluşup değiştiğini anlıyoruz. Bilinçsiz,
akılsız bir tabiatın bu kadar düzenli ve hesaplı olayları meydana getirmesi
düşünülemez. Düşünülmesi herhalde duygusal bir inkârın, kuru bir İnadın sonucu
sayılabilir, hepsi o kadar. [220]
Allah (C.C.)
yukarıdaki âyetle yüce kudretinin belgesel eserlerini, açık delillerini insan
aklından yana sergiledikten sonra aşağıdaki âyetlerle, bu konuda sağduyusunu,
doğuştan mevcut olan yeteneğini kullanmayıp Allah'tan başka ilâhlara inanan,
tabiatı yaratıcı bir kudret kabul eden yan aydınların, ya da bilgisizlik
çukurunda ruhen ve aklen körpe kalmış kişilerin bu yanlış inancına, temeli
olmayan inat ve inkârına dokunarak, onlarla gönülden Allah'a ve O'nun yüce
kudretine inanmışlar arasındaki açık farka düşündürücü bir kapı açıyor. [221]
165—
İnsanlardan bir kısmı Allah'tan başkasını (O'na) denk ve ortak edinirler de
Allah'ı sever gibi onları severler. İmân edenlerin ise Allah'ı sevmesi çok
daha köklü ve devamlıdır. O zulmedip kendilerine yazık edenler azabı
görecekleri zaman bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın çok
şiddetli azap edici bulunduğunu bir bilselerdi!.
166—167— O
zaman uyutanlar azabı görünce kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar ve
aralarındaki bütün bağlar kopuverir. Onlara uyanlar ise, «Ah! bir daha bizim
için dünyaya dönüş olsaydı, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydık» derler. Böylece Allah onlara yaptıklarını hasret ve pişmanlıklar
olarak gösterecektir ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir.
Allah bundan önceki
âyetlerle varlığını ve birliğini sekiz belgeyle insan aklına sunarken
birliğine ters düşen tutum ve inançları yeriyor ve yukarıdaki âyetlerle
kendisine başkasını denk tutan inkarcıların dünyadaki durumunu ve âhirette
uğrayacakları şiddetli azabı ve dünyada iken uy-
duklan kimselerin kendilerinden' nasıl uzaklaşacağını, bu
yüzden derin bir hasret ve pişmanlık içinde kalacaklarını bildiriyor.
Abdullah bin Mes'ud
(R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimize,
— Hangi günah daha büyüktür? Diye sorduğumda,
buyurdu ki:
— «Allah'a (başkasını) denk tutmandır; halbuki
O seni yaratmıştır.» [222]
Sonradan meydana gelen
ve varlık âleminde yer alan fânileri, ya da insan eliyle yontulup
şekillendirilen putları; kitleleri sürükleyen liderleri Allah'a denk tutmak,
Allah'ı sever gibi bunları sevmek, ilâhî hakka karşı büyük bir tecavüz sayılır;
aynı zamanda iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırdetme özelliğini taşıyan aklı
lâyık olduğu ölçü ve anlamda kullanmamaktır. Çünkü insanı diğer yaratıklardan
ayırıp üstün ve başarılı bir canlı halinde ayakta tutan akıl, sonradan olma,
eskiyip çürümeye mahkûm olan varlıklara tapınmayı gülünç sayar. Yaratıcılığın
en yüksek ve en mükemmel tezgâhında insanı var eden bir Allah'a ortak koşmak,
nankörlüğün en kötüsü, vicdanı bozmanın en fenası, kulluk ahlâkını yıkan sebeplerin
.en korkuncudur.
Günümüzün aydın
geçinenlerinin çoğunun dilinden düşmeyen şu sözler oldukça dikkat çekicidir:
«Tabiat şu canlıyı güçlü kılmıştır.», «Doğa şu canlı hakkında cömert
davranmıştır.», «Tabiat böyle düzenlemiştir.» Bu sözlerden tabiatın Allah'a
denk tutulduğu veya Allah'ın inkâr edildiği sonucunu çıkarıyoruz. Birtakım
kanunlara bağlı olan şuursuz bir tabiatın, böylesine mükemmel bir düzeni ve bu
düzenin içinde yeralan insanı birtakım tesadüflerle oluşturması, .imkân
alanına getirmesi ve bunu devam ettirmesi nasıl düşünülebilir? Kâinatın
hikmet, esrar, belge ve delil dolu kitabını görebilen bir göz, işitebilen bir
kulak, anlayabilen bir kalb ve çözümünü yapabilen bir akıl elbetteki bu gibi
inanç ve iddiaları kökünden reddeder. [223]
Bir olan, eşi-ortağı,
dengi ve benzeri bulunmayan bir ilâha inanmak ve inanç çerçevesi içinde O'na
tapınmak şüphesiz ki toplumu gaye ve ideal birliğine ulaştırır; aralarında
bölünme ve sürtüşmeyi çekişme ve itişmeyi önler; dengeli ve huzurlu bir hayat
ortamını sağlar. Bunun aksine bir yol tutup Allah'tan başka bir varlığa
taparcasına gönül vermek ve herkesin anlayış ve çıkarına göre bir güç ve
dayanak aramak, toplum düzenini bozar, mezhep kavgalarına kapı açar.
Liderleri, başkanları, ileri gelen önemli şahısları Allah'ı sever gibi sevmek;
lüzumundan fazla ilgi gösterip bağlanmak, taparcasına önlerinde eğilmek hem
sapıklık, hem de ipsan onurunu, toplumun manevî yapısını kırıcı ve yıkıcıdır.
Bir ülkede tek lider değil de birkaç lider bulunacağına göre, lidere ilâhî
sıfatları yakıştırıp aşırı derecede sevgi göstermek bölünmeyi, ikilik
doğurmayı ve hiçbir zaman uygun karşılanmıyacak tartışma ve sürtüşmeyi
hızlandırır. Millî bünye büyük zarar görür.
İşte Kur'ân «Allah'ı
sever gibi onları severler» cümlesiyle bu tip insanları yermekte ve böylesine
aşırı bir bağlanışın küfre yol açtığına dikkatleri çekmekte; bütünleşmenin ve
huzur içinde yaşamanın tek yolunun Allah sevgisi olduğunu öğütlemektedir. [224]
Zevkine erilmiş sağlam
imân, derin sevgiye kapı açar. Ne var ki birini Allah için sevmek başka,
Allah'ı sever gibi sevmek daha başkadır. Allah'ı sevmek, O'nun muhabbet havası
içinde zevklerin en yüeesini ve en nefisini tadmak ise, olgun mü'min için en
yüksek gayedir. Birinci ölçüdeki sevgide sevap ve rahmet vardır. İkinei
türdeki sevgide günah ve şirk (Allah'a ortak, denk ve benzer) koşmak anlamı
vardır. Üçüncü sevgi ise peygamberlerin, velîlerin, salihlerin ve büyük
âlimlerin yolu ve sünnetidir.
«İmâ" edenlerin
ise Allah'ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır.» Cümlesi, hakikî tasavufun
temelini, ruha gıdanın en yararlı dozajını yansıtır. Bunun için Sevgili
Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz hadîs-i şeriflerinde :
«Kim Allah'a kavuşmayı
(ölmeden evvel ölme sırrına erişmeyi) severse, Allah da ona kavuşmayı sever.
Kim Allah'a kavuşmayı sevmezse,
Allah da ona kavuşmayı
sevmez.» [225]
Buyurarak sevginin
karşılıklı olduğuna dikkatleri çekmiş ve böylesine bir istek ve muhabbetin çok
sağlam bir imana dayandığını başka hadîslerinde belirtmişlerdir. Kudsî bir
hadîste ise şöyle buyuruluyor:
«Kulum daha çok,
kendisine farz kıldığım ibâdetle Bana yaklaşır; sonra kulum durmadan nafile
ibâdetle bu yaklaşmasını artırır, tâki onu sevmeye başlarım; sevince de onun
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık
benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür. Bu durumda Benden
isterse veririm, Bana sığınırsa onu korurum. Yaptığım hiçbir şeyde tereddüt
etmedim; ancak mü'min kulumun canını almakta tereddüdüm oldu: O, ölümden
hoşlanmaz, Ben de onun kötü söz ve davranışlarda bulunmasından hoşlanmam, ama
onun için ölümden kurtuluş yoktur.» [226]
Cenâb-ı Hak bir
insanda iki kalb yaratmadığı için bir gönülde iki sevgi birleşemez. Allah'ı
sever gibi başkasını sevmek tevhîd'i zedeler, ruhu gıdasız bırakır, aslına
ulaşma yollarını tıkar. O bakımdan hakiki imân, Allah'a çok sevmenin tek çaresi
ve en sağlam temelidir. [227]
Bundan önoeki
âyetlerle, Allah'ın varlığı, birliği açıklandı, yaratmada O'nun kendi başına
bulunduğu, kimsenin O'na ortak ve denk olmadığı bildirildi. İlâhî sevginin ölçü
ve anlamına dokunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle
yerdeki nimetlerden söz ediliyor; bunlardan insan sağlığına zararlı olan, ruhî
yapıyı tahrîp eden maddelerden kaçınılması ve herkesin kendine ait helâl ve
temiz rızıktan yemesi emrediliyor. [228]
168— Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve
temiz olarak ye-yin; şeytanın adımlarına uymayın (ona adım uydurmayın). Çünkü o
size apaçık bir düşmandır.
169— O ancak size kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a
karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Sakîf, Huzaa ve Müdlec
oğullan aahiliye devrinde doğan beşinci erkek deveyi, kulağını yarıp
salıverirler, başlarına bir dert gelince veya yerine gelmesi arzulanan bir
muradları olunca onun için putlara bir deve adayıp, onu da salıverirlerdi. Bir
de koyun dişi doğurursa kendilerine, erkek doğurursa putlara tahsîs ederler ve
bu üç türden yemeği kendilerine haram kılarlardı. Helâl ve haram kılma
yetkisinin Allah'a ait olduğunu bilmezler ve bu yüzden kötü âdetleri üzerinde
ısrarla dururlardı. İslâmiyet gelince bu âdetleri bir bir yıkmaya başladı ve
yukarıdaki âyet onları bu gibi bâtıl inançlardan vazgeçirmek üzere indirildi. [229]
«Yeryüzündeki
şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin.»
Yeryüzündeki
ni'metlerin helâl ve temiz olanlarından yeyin; bu sınırı Gşıp şeytanın
adımlarına uymayın. Allah ancak sizin beden ve ruh sağlığınıza zarar getirmiyecek
maddeieri helâl kılmıştır. Çünkü helâi, haram; temiz ve murdar biz insanlara
nisbetledir. Allah'a nisbetle değildir. Nitekim insanlara nisbetle mevcut
nimetlerin dört kısma ayrıldığını görüyoruz:
a) Helâl nimetler,
b) Haram nimetler,
c) Temiz ve yararlı nimetler,
d) Murdar ve zararlı nimetler.
Helâl nimetler,
başkasına ait olmayıp meşru' yoldan elde edilenidir. Kişinin kendi elemeği ve
alın teriyle ticaret, ziraat ve sanattan elde ettiği bu cümledendir.
Haram nimetler, ya
başkasına ait olup meşru' olmayan yoldan elde edilenidir, ya da başkasına ait
değildir, ama beden ve ruh afiyetine zararlıdır. Yetim malı, faiz, hırsızlık,
kumar yoluyla elde edilen nimetlerle domuz eti, ölmüş hayvan eti, alkollü ve
uyuşturucu maddeler bu cümledendir.
Temiz nimetler hem
helâldir, hem de ölçülü kullanılırsa sağlığımıza zararlı değildir. Murdar
nimetler, hem helâl değildir, hem de beden ve ruh sağlığımıza zararlıdır.
Özellikle bazı gıda maddelerinin insan karakteri üzerinde de bir takım olumlu
ve olumsuz tesirlerini unutmamak gerekir.
Konumuzla ilgili
bilimsel açıklamayı daha çok En'am ve A'raf sûrelerinin tefsirinde
yapacağımızdan burada üzerinde daha fazla durmaya lüzum görmedik. [230]
Yukarıdaki âyet
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin meclisinde okununca sahabenin ileri gelenlerinden
Vakkas oğlu Sa'd (R.A.) ayağa kalkarak Resûlüllah (A.S.) Efendimize şöyle
ricada bulundu :
— «Ya Resûlellah! Allah'a duâ edin de beni
duası kabul olunan bir adam kılsın..»
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) ona buyurdu ki i
— «Ya Sa'd! Yiyeceğini temiz ve helâl ölçü ve
anlamda bulundur ki duası makbul bir kimse olasın. Muhammed'in canını kudret
elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, adam haram lokmayı midesine indirir
de kırk gün (duası) kabul olunmaz. Hangi kulun eti (bedeni) haram, murdar ve
faizden yeşerip gelişirse ateş ona daha lâyıktır.» [231]
Kudsl Hadîs :
«Allah Teâlâ
buyuruyor: Kullarıma bağışlayıp verdiğim her mat, onlar içi" (Çizdiğim
sınırlar içinde) helâldir. Hem kullarımı Ha, if (Hakk'a yönelik) olarak
yarattım. Sonra şeytan gelip onları dinlerinden uzaklaştırdı ve sürükleyip
götürdü. Ben de bu kez onlara helâl kıldığın (şeylerden bir kısmını) haram
kıldım.» [232]
Her haram lokma bir
hakkın zayi olmasını; her murdar şey, ruh ya da beden sağlığının bozulmasını ve
insan karakteri üzerinde olumsuz tesir yapmasını hazırlar. Midemize inen her
helâl ve temiz lokma düşüncemizi berraklaştırır, kanımızı temizler, vicdanımızı
geliştirir ve imânımıza güç kazandırır. O halde insan yaşadığı sürece bu iki ayrı
lokma ile karşı karşıyadır. Hangisini seçerse ona göre bir imân ve ahlâk
ölçüsüne erişir.
Hayatın canlılık
kazanmasının, insanın ataletten kurtulmasının bir sebebi de içimizdeki ve
dışımızdaki karşıt kuvvetlerin çarpışıp tartışması, sürtüşüp itişmesidir.
İçimizde imân ve irfan ile şekillenmiş vicdanımızı melek destekler. Kötülüğe ve
günaha eğik bir halde bulunan nefsimize ise, şeytan yardım eder. Haram ve
murdara doğru akıp gitme hevesini taşıyan nefsimizi akıl, imân ve irâdemizin
denetimine vermiyecek olursak, mutlaka o. şeytanla birleşip, onun olumsuz yönde
etkiliyen sinyallerine hedef olarak kötü arzularının yerine gelmesini sağlar.
Böylece insanın şehevî duygusu hareket ve canlılık kazanır; o yüzden bir takım
hakların çiğnenmesine, ahlâk ve faziletin çökmesine yol acar. Çünkü nefis bu
vadide şeytana adım ve ayak uydurmuştur. Halbuki şeytan insana apaçık bir
düşmandır; o ancak kötülük ve hayasızlığı emreder. [233]
«O size: Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.»
Allah'a karşı
bilmediğimiz şeyleri genellikle
üç grupta toplamamız mümkündür:
a) Allah'ın zatı ve mahiyeti,
b) O'nun gayb alemindeki esrar ve hikmeti,
c) Helâl ve haram, murdar ve temiz şeyler
hakkında kendi akıl ve mantığımıza göre hüküm vermemizin ruh ve karakterimiz
üzerindeki olumsuz tesirleri.
Allah öncesiz ve
sonsuz (ezelî ve ebedî)dir. Hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey O'na denk ve eş
olamaz. O, ilmiyle, kudretiyle, rahmet ve inâyetiyle varlık âlemini kuşattığı
için, sonradan olma varlıkların O'nun zatını ve mahiyetini bilmesine imkân
yoktur. Diğer bir deyimle, sınırlı olan bir varlık, sınırsız olan bir varlığı
ne bilgisiyle, ne idrak ve hafızasıyla kapsayıp kuşatamaz. Bizim aklımız da,
bilgimiz de sınırlıdır. Ancak belli bir çizgiye kadar uzanabiliriz. O çizgiyi
aşmaya kalktığımızda itikadı bir fırtınaya yakalanırız, gönül gemimiz alt-üst
olur. Bununla beraber Allah'ın zatı hakkında bilgi edinme arzusu insanın içinde
hep mevcuttur. Şeytan haram lokmayla, murdar nesneyle açık kapı bulunca bu arzumuzu
harekete geçirmek için sinyal gönderir, Bu sinyallerin tesirinden
korunabilme-mizin tek yolu, sağlam imân ve sonra da helâl ve temiz bir rızıka
gerekli olmamızdır.
Allah'ın varlık
âleminde öyle esrar ve hikmetleri var ki, onları fiziksel ve matematiksel
yollarla çözmeğe, üzerindeki perdeyi kaldırmaya çalışmak bizi müsbet bir
sonuoa götürmez; üstelik şüphemizi artırır. Örneğin, cennet ve cehennemi,
onlardaki nîmet ve azabı günümüzün gelişen ilmiyle, tekniğiyle anlamamız hiçbir
zaman mümkün değildir. Çünkü bizim bilgi ve tekniğimiz dünyadaki şartlara ve
mevcut kanunlara göredir. Halbuki esrar ve hikmetler alemindeki şartlar ve
kanunlar cok değişik ve farklıdır. Meselâ, cennette güneş, bulut, yağmur, gece
ve gündüz yoktur. İnsan toprağa intikal etmeden oradaki şartlar içinde
yaşayamaz; kıyamet günündeki kalkışımız o âlemdeki şartlara ve kanunlara uygun
biçimdeki bir bünye ile olacaktır. Ama ne var ki bütün bunları anlamak ve öğrenmek
istiyoruz; kendimizi zorluyor, aklımızı ve mantığımızı harekete ge-, ciriyoruz;
emekliye emekliye gelip belli ve belirli bir sınırda takılıp kalıyoruz. Şeytan
bu sınırda bizi ileriye doğru itmeğe çalışıyor. Dönüş yapmamız en sıhhatli
çaredir. Aksi halde şeytan önce şüphemizi artırmak, sonra yanlış hükümler
vermemizi hazırlamak ve inkâra sapmamızı sağlamak ister.
Helâl ve haram, murdar
ve temiz konusunda da aklımız ve deneylerimiz yeterli değildir. Örneğin, domuz
etini batı ülkeleri yerler ve bunda bir sakınca görmezler. Halbuki bu hayvanın
et ve yağının ruh ve karakter uzerinde de olumsuz tesirleri bulunduğu
görülmüştür.
Kendi sınırlı ölçü ve
tesbitlerimize dayanarak «Allah neden bu hayvanın etini haram kılmıştır?»
diyerek itirazda bulunmamız, Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylemek olur
ki bu, hem büyük bir günahtır; yanlış bir itikat çerçevesine alınırsa küfürdür;
hem de şeytanın bu konudaki vesvese sinyallerine alet olmaktır.
Gerçi son yıllarda bu
konuda ilmî araştırmalar hızlanmış ve bazı ipuçları tesbit edilmiştir. Yeri
gelince gerekli açıklama yapılacaktır. [234]
Allah, insanlar için
yararlı ve zararlı şeyleri özetledikten, ömür sermayesinin helâl ve temiz
nîmetlerle değerlendirilmesini hatırlattıktan; bu konularda da şeytana ayak
uydurmanın üzücü bir kötülüğe ve sonuca götüreceğinden söz ettikten sonra
insanları, özellikle inkâr ve inadında direnip aklını ve vicdanını harekete
geçirmeyenleri Kur'ân'a uymaya çağırmış, atalarının yanlış yolda hayatlarını
berbat ettiklerini belirterek ha-kikata karşı dilsiz, sağır ve kör
kalmamalarını önermiştir. [235]
170— Onlara, «Allah'ın indirdiğine uyun»
denilince, «hayır biz baba ve dedelerimizi üzerinde bulduğumuz şeye uyarız»
derler. Ya baba ve dedeleri bir şey akledememiş ve doğru yolu bulamamışlarsa?
171— İnkâra sapıp küfür üzere kalanların durumu,
bağırıp çağırmaktan başka bir şey işitmeyen (ve tıpkı davarlara seslenen
çoban) gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledip
anlayamazlar.
Bu âyetler puta
tapanlar ve bilhassa Yahudilerden bir topluluk hakkında inmiştir. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz onları İslâm'a davet ettiğinde, «Hayır, biz babalarımızın
üzerinde bulunduğu şeye uyarız» dediler. Bu körükörüne bağlanmak, geçmişin
bilgisizlik perdesi altında kalmak onlar için çok kötü sonuçlar doğurdu. Allahonların
bu şuursuzca sözlerine karşılık onları sağırlık, dilsizlik ve körlükle
vasıflandırdı. [236]
İslâm eğitimle
başlamış ve onunla gelişmiştir.
Hazreti Peygamber (A.S.)
Efendimiz aynı zamanda büyük bir eğitimci, hurafa ve kötü âdetleri yıkan eşsiz
bir inkılapçı idi. Yukarıdaki âyetlerle insanları bir takım uyuşturucu hurafa
ve yanlış inançlardan kurtarmanın gereğine işaret ediliyor; geçmişin verimsiz,
eskimiş kötü ve zararlı gelenek ve inançlarına saplanıp kalmanın insanı sağır,
dilsiz ve kör durumuna düşüreceği haber veriliyor. Gerçekte geleceğin
büyükleri, bugünün küçükleri sayılan çocukları ciddi, doğru, yararlı ve
geliştirici bir eğitim süzgecinden geçirmemiz, onların körpe kalbine ve
dimağına hakkın varlığını ve sevgisini işlememiz Allah'ın değişmiyen bir emri
ve sağlam karakterli bir neslin devamını sağlamanın gerçek yolu ve metodudur. [237]
«Hayır, biz baba ve
dedelerimizi üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler.»
Gerek peygamberlere,
gerekse onların getirdiği esas ve prensipler üzerinde ilmî yeteneğini kullanan
büyük ilim adamlarına uyarken, sağırlar, dilsizler ve körler gibi şuursuzca
bağlanıp kalmamak; Allah'ın insana en büyük lûtuflarından biri olan aklı
harekete geçirmek, zekâ ve yeteneği kullanmak suretiyle o şeylerin yararlarını
ve hikmetlerini araştırmak gerekir. Zira bilerek, anlayarak inanmak çok daha
köklü ve kalıcı olur. O bakımdan T e v hîd Akidesi konusunda taklidin sıhatli
olmadığı söylenmiştir. Nitekim aşağıda bu hususu biraz daha açıklıyoruz. [238]
Bu âyetlerle, önce
Arapların katı bir bilgisizlik ve inat içinde bulundukları, her yeniliğin
karşısına koyu bir taassupla çıktıkları ve atalarından ne görmüş ve
işitmişlerse körükörüne ona bağlanıp kaldıkları; hakkı araştırıcı olmadıkları
bildiriliyor. Sonra ölçüsüz ve anlamsız bir taklîde kurban oldukları, bu yüzden
her geçen gün haktan uzaklaştıkları hatırlatılıyor. Çünkü her konuda atalara
uymak, geçmişin iyi ve kötü, yaraflı ve zararlı inanç ve âdetine bağlanıp
kalmak; geleceğin mutluluk va'de-den ve hakkı yansıtan gerçeklerine karşı
hareketsizliği, ya da onları reddetmeği öğütler.
Peygamberlerin
getirdiği hakikatler ise, bu kaidenin dışındadır. Çünkü Allah'ı sıfatlarıyla
bilmenin ve O'na karşı kulluk görevini yerine getirmenin ölçü ve anlamı ancak
peygamberin bildirdiği esas ve prensiplerle gerçekleşebilir. İnsan aklı bunu
tamamen anlayıp kavramaya, kurallarını tesbite yeterli değildir. O halde dinî.
inançlarda ve ibâdet hususlarında atalarımıza değil, gönderilen son peygambere
uymamız gereklidir. Ancak ne var ki, Peygambere de uyarken. Onun getirdiği
esaslar ve prensipleri kabul ederken az yukarıda belirttiğimiz gibi, aklımızı
kullanmamız, vicdanımızın sesini duyarak bağlanmamız şarttır. Böylece kendimizi
körü-körüne taklîdden kurtarmış oluruz ve imânımızı tahkika eriştirmiş bulunuruz.
Dindarlığın en güzeli ve en sağlamı da budur.
Kitap ehlinden olan
Yahudi ve Hıristiyanlara en son inen ve tekâmül edegelen dinlerin en son
halkası olan İslâmiyete ve o dinin kitabı Kur'ân'a uymalarının akıl ve vicdan
gereği olduğu bildirilirken, insan aklına ve vicdanına bilhassa bu önemli
konuda geniş yer veriliyor. Atalarının koyu bir bilgisizlik ve aşın bir
taassup, aynı zamanda körükörüne bir taklîd yüzünden akıllarını ve
anlayışlarını kullanamadıklarından hakikati bulamadıkları, Hakk'a
kavuşamadıkları bilhassa belirtiliyor. Halbuki akıl denilen ilâhî nîmet insana
hakikati arayıp bulmak için verilmiştir. Bu yolda kullanılmayan ve taassubun
kurbanı olan akıl yaratıldığı gayenin dışına itilmiş olur. Böylece insan sadece
çobanın sürmesiyle hareket eden, onun bağırıp çağırmasıyla duran ve daha çok
çobanın irâdesine bağlı kalan bir sürü koyundan farksız sayılır. Bu duruma
kendini düşürenler gayet tabii Hakk'ın sesini işitmiyen, delilleri ve âyetleri
görmeyen, sorulanı dosdoğru cevaplandıramıyan sağırlar, dilsizler ve körlerdir.
İmam Kurtubî bu konuda
diyor ki:
«Ataları bâtılda
taklîd etmek yerilmiştir. Çünkü böyle bir taklîd küfür ve günahla ilgilidir.
Hakkı taklîd ise yerilmemiştir. Qünkü «Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun»
emri bu kapıyı acık tutmuştur. Ancak çoğu ilim adamlarımıza göre itikatta
taklîd doğru değildir. Çünkü her mü'mine Tevhît konusunu okuyup öğrenmek
farzdır. Dinî hükümlerde ise Allah'ın Kitabından ve Peygamberin Sünnetinden bunları
çıkaracak bilgiye sahip değilse, o takdirde çıkarabilen müctehitleri, ilim
adamlarını takiîd etmesi vaaib olur.» [239]
Allah, yukarıda geçen
âyetlerle kendisinden başkasını ilâh kabul edenlerin veya başkasını kendisine
denk tutanların durumunu açıkladıktan sonra kullarından yana helâl ve mubah
kıldığı şeylerde yarar; haram, murdar ve mekruh saydığı şeylerde zarar
bulunduğuna dikkatleri çekerek yeryüzündeki nimetlerin temiz ve helâl
olanından yemelerini önerdi. Sonra da atalarını körükörüne taklîd eden
inkarcıların bu kötü tutum ve davranışını kınadı ve onların bu acıklı halini
çobanla sürü arasındaki bağırıp haykırmaya benzeterek sürünün kendi
irâdesinde hareket etmedi-
qini sadece çobanın bağırıp cağ.rmasıyla
birşeyler yaptığını, kendilerini idare edecek akıllarının bulunmadığını misal
olarak gösterdi.
Aşağıda mealini
verdiğimi 172-173. âyetlerle bu kez mü'mınlere hi-tab ederek, doğru yolu
bulmada, ilâhî beyânları anlayıp kavramada herkesten daha lâyık bulunduklarına
işarette bulunuyor; sonra da yeryüzündeki nîmetlerin ancak temiz ve helâl
olanından yemelerini ve buna kar-snik aönülden Allah'a şükrederek O'nun
mülkünde, O'nun nimetini yine S'nun huzurunda ve denetimi altında O'nun emrine
ve tavsiyelerine uygun ölçü ve biçimde kullanmalarını, söz ve davranışlarıyla
ortaya koymalarını hatırlatıyor. [240]
172— Ey imân edenler! Sizi rızıklandırdiğımız
şeylerin iyi ve temiz olanından yeyin. Eğer yalnız Allah'a tapıp kulluk
ediyorsanız O'na şükredin.
173— O, ancak size ölüyü (ölü hayvan etini), kanı,
domuz etini; bir de Allah'dan başkası adına boğazlanan hayvanı haram kılmıştır. Ama (açlıktan) darda kalana (başkasının
hakkına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak şartıyla) günah yoktur.
Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
«Şüphesiz kî Allah
güzel ve temizdir ve ancak güzel ve temiz şeyi kabul eder. Allah peygamberlere
emrettiğini mü'minlere de emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey peygamberler!
Temiz şeylerden yeyin; güzel ve yararlı amelde bulunun. Ve ey mü'minler! Siz de
size rizık olarak verdiğimizin temiz ve helâl olanlarından yeyin.»
Resülüllah (A.S,)
Efendimiz devamla buyurdu ki:
«Adam saç sakalı
karışık tozlu bir vaziyette yolculuğunu uzatır da elini göğe kaldırıp: Ya
Rabbî! Ya Rabbî! der; halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır;
haramla gıdalanmıştır; artık onun duası nerede ve nasıl kabul olur?!» [241]
«Denizin suyu temiz,
ölüsü helâldir.» [242]
«Bize iki ölü (hayvan)
ve iki kan helâl kılınmıştır: Balık ve çekirge; ciğer ve dalak.» [243]
Büyük sahabi Selmân
Farisî (R.A.) diyor ki:
Peygamber (A.S.)
Efendimizden (Mecusîlerin hazırladığı) yağ ve peynirden, bir de yaban
eşeğinden sorulduğunda şöyle buyurdu :
«Helâl, Allah'ın kendi
Kitabında helâl kıldığı şeylerdir; haram Allah'ın kendi Kitabında haram kıldığı
şeylerdir. Bu konuda söz etmediği şeyler ise, bağışladığı (af kapsamına
soktuğu) şeylerdir (onları mubah saymıştır).» [244]
172. Âyetle,
inanmışlara, kendilerine ait rızıkiardan da ancak iyi ve temiz olanlarını
yemeleri emredilmiştir. Bu emir, hayatı korumak için günlük protein ve kalori
ihtiyacı nisbetinde yemekle ilgiliyse vücud içindir. Misafirle birlikte oturup
yemekle ilgiliyse sünnete yakın bir anlam taşır.
Bu ikisinin dışındaki
hallerde yemekle ilgiliyse mubahlık ifâde eder. Her üç durumda da sağlığımızın
korunmasına işaret edilmektedir. Çünkü insan, iyi. güzel ve temiz
yaratılmıştır. Bedenine yerleşen ruh, Allah'tan geldiği için daima iyiye,
güzele, temize ve helâla eğiktir. Melekler de böyledir. Bu nedenle murdar ve
zararlı, haram ve şüpheli şeylerden yememiz sağlığımızı bozacağı gibi,
bunların çoğu ruhumuzu da kirletip paslandırır. Meleklerin bize yaklaşmasına
engel olur.
Varlık âleminde her
canlı, yaratılışındaki özelliğe göre gıdalanır. Koyuna et, yağ ve yumurta gibi
proteinli gıda maddeleri yedirirsek .bundan son derece rahatsız olur. Aslana ot
verecek olursak dönüp bakmaz. Hiçbir canlıya sunulmayan çok çeşitli ve zengin
nîmet sofrası insanlara sunulmuştur. Ama bu kadar bol çeşit ve zenginlik
içinde her şeyin kapısı ardına kadar ona da açılmamış; beden ve ruh yapısına,
aile ve topluma zarar verecek şeylerden men'edilmiştir. Çünkü insan en şerefli
ve en mükemmel canlı olarak yaratıldığından ona en temiz ve yararlı gıda maddeleri"
helâl ve mubah kılınmıştır. Hem ona sunulan yiyecek maddeleri onun yaratılışındaki
özelliğine denktir. Kur'ân ona «AHSEN-İ TAKVÎM = En güzel biçim» sözünü
yakıştırırken HELÂL-TAYYİB anlamında rızkını kendisine helâl ve temiz bir
kanaldan elde etmesini öğütler. O halde insan hem yaratılışındaki en güzel
biçime, hem de ruhundaki yüceliğe ve kendisine sunulan bol ve o nisbette
zengin çeşitli nimetlere karşı sabah akşam şük-retmeli, günlük hayatının her
safha ve döneminde Allah'ı üstün bir sevgi ve saygıyla hatırlamalı değil midir?
«Eğer yalnız Allah'a
tapıp kulluk ediyorsanız O'na şükredin.» cümlesi işte bunu ifade eder. [245]
Yukarıdaki âyetlerle
birçok haramlar arasından önemli dört madde üzerinde durulmuştur. Çünkü bunlar
daha çok o devirde Arapların üzerinde ısrarla durup helâl saydıkları maddeler
olmakla beraber, günümüzde de bunları murdar ve zararlı saymıyarak
yararlanmaya çalışanlar eksik değildir. Özellikle Hıristiyan milletler, bu
dört maddeyi yemekte bir sakınca görmemektedirler. Gerçi ilim adamları bunların
zararları üzerinde durmuştur. Ama kilise karşı çıkmayınca buna aldırış eden
olmamıştır. Bilindiği gibi Tevrat ve İncil'de helâl ve haram üzerinde detaylı
yazılı belgeler bulunmamaktadır. Zamanla değiştirile değiştirile aslından
uzaklaştırılıp insanların zevk ve arzusuna göre bir şekil almıştır. Kur'ân-ı
Kerîm her türlü beşeri müdahaleden korunduğundan ve tek kelime ve harfi bile
değiştirilmediğinden ilâhî ahkâmı olduğu gibi yansıtmakta ve böylece insan için
yararlı ve zararlı maddeleri belirlemektedir. Şimdi sözü edilen dört maddenin
haram sayılmasının hikmeti üzerinde duralım: [246]
Ölmüş bir hayvanın eti
insan sağlığına zararlıdır. Normal şekilde boğazlama ameliyesi yapılmadığından
vücuttaki kan dışarı akmamış oluyor. Kan ise kısa zamanda kokuşan bir maddedir.
Kokuşunca da birtakım zararlı bakterilerin sür'atle oluşmasını sağlar. Kokuşan
bir maddede oluşan bakteriler toksin denen zehirler meydana getirirler; bunlar
içinde buluduğu ortama atılır ve orada toksik bulaştırma yapar. Kanın,
kokuşması kısa zamanda ete te'sir eder, aynı ortam ette de oluşur.
Denilebilir ki, ölü
bir hayvanın, bir hastalıktan değil de, bir süsme, yuvarlanma, yüksekten düşme,
ya da ağır yaralanma sonucu ölmüş ol-masj ve kanı kokuşmadan yenilmesi ne zarar
verir? Buna şu cevabı verebiliriz : Önce Allah bunu haram kıldığı için artık
bir yaran ve zararı var mıdır? diye üzerinde şüpheyle durmak doğru değildir.
Sonra bir şeyin azına, hafifine cevaz verildiği takdirde onun çoğunun ve ağırının
önüne geçmek mümkün değildir. Bir kaşık şarap da pek zarar vermez. Ama buna
cevaz verildiği takdirde şarabı haram kılmanın anlamı kalmaz. Bir de insanları
haram ve murdar şeyleri alıp satmaktan, yeyip yedirmekten daha çok din korur,
Allah korkusu engel olur. Bu konuda gelişen vicdan ilâhî bekçilik görevini
yerine getirir.
Kan, yukarıda
belirttiğimiz gibi çok çabuk kokuşan bir sıvıdır. Özellikle İslâm'ın haram
saydığı kan, akıtılmış ofamdır. Yani hayvan boğazlandıktan sonra dışarıya
akıtılan kan haram, içinde kalan ve artık dışarı çıkmayan kan helâldir.
Hayvanın İslâmî biçimde boğazlanmasından sonra haliyle et ve damarlarda az da
olsa kan kalır. Bulunduğu ortam içinde belirsiz hale gelip zararlı olmaktan
çıkar,
İlmî araştırmalar,
laboratuvar çalışmaları domuz etinin insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler
yaptığını tesbit etmiştir. Bunları birkaç madde halinde sıralayabiliriz :
a) Domuz eli
ruh ve karakter üzerinde olumsuz yönde etki yapar.
Daha çok günlük
protein ihtiyacını bu etten karşılayan kimselerde kıs-Kançiık ve gayret
duyguları dumura uğrar. İbn HALDUN birçok kabileler üzerinde yapmış olduğu
ciddi araştırmalarında hayvanî etlerin ruh ve karakter üzerindeki tesirlerini
çok açık ve belirgin gördüğünü kaydetmiştir. Bugün bu etin Batı ülkelerinde
yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz yöndeki etkilerini bilmekteyiz.
b) Vücuttaki (E) vitaminini tahrip ettiği ve bu
yüzden hormonlara te'-siri ve cinsî kudretin azalmasına yol açtığı görülmüştür.
Özellikle domuz yağının bu husustaki tahribatı daha fazladır, diyenler her
geçen gün artmaktadır.
c) Domuz yağı, diğer hayvansal yağlara oranla
daha ağır olduğundan fazla miktarda ve devamlı yenince kolesterol'ün damar kenarlarında
birikmesine yol açtığı anlaşılmış, diğer yağlarda ise bu zararın daha az
nisbette bulunduğu görülmüştür.
d) Domuz etinde meydana gelen trişin denilen
kurtçukların zararlı ve öldürücü nitelikte olduğu, toksin
salgı yaptığı bilinmektedir, Bu tür parazitler —20 dereoede ancak
ölebiliyor. Trişinlerin 2 ilâ 4 derecelerde ette 250 gün, —15 derecede 15 gün
yaşadığı tesbit edilmiştir.
Halbuki domuz etleri
âdet olduğu gibi dondurucu depolarda —10 derecede bırakılmaktadır. Bu yüzden
gelişmiş ülkelerde bile sık sık ölüm olaylarına raslanmakta ve bir takım
çareler araştırılmaktadır. Nitekim son yıllarda Amerika ve Kanada
istatistiklerinden anlaşıldığına göre bu iki ülke halkının % 18'i trişinoz
hastalığından muzdariptir. Bu hastalık bilindiği gibi domuzun adalelerinde
mevcut trişinin faaliyetinden meydana gelir. Sözü edilen trişinin bir kere
insan adalesinde yer aldıktan sonra bir daha antibiyotikler veya başka
ilâçlarla tedavisi pek mümkün olmamaktadır.
Buna bir örnek verecek
olursak, Kore savaşında kalb hastalığından ölen ve ortalama yaşları 22 olan 300
Amerikan askeri, yapılan otopsi muayenesinde, hepsinin bol miktarda domuz eti
ve yağı yedikleri; savaşın verdiği asabî gerginlik neticesi yağ yakma
makanizmalarının bozulmasıyla öldükleri tesbiî edilmiştir. Tabii, trişinlerin
salgıladığı toksinleri de unutmamak gerek. Halbuki Japon askerlerinde bu tür
ölüm onlara oranla % 90 düşük idi. Çünkü Japon askerleri daha çok balık ve
pirinçle besleniyorlardı.
Bütün bu olumsuz yönde
tesir edici sebepleri bir tarafa bırakacak olursak biz mü'minlere göre, ister
sözü edilen olumsuz etkileri olsun, ister olmasın, değilmi ki Allah domuz
etini haram kılmıştır; o takdirde mutlaka zararlıdır ve kaçınmamız
gerekmektedir. [247]
4.
Allah'dan Başkası Adına Boğazlanan Hayvan
Allah'ın insanların
yararlanması için yaratıp lütfettiği hayvanlardan eti yenenleri avladığımız, ya
da boğazladığımız zaman, onu bizim elimize ve istifademize veren Yüce Kudreti
hatırlayarak «Bismillah = Allah adıyla» dememiz kadar tabii ne olabilir? O'nun
verdiği nîmete el uzatırken O'nun adını anmak, kadirbilirliğin, nezaket ve
terbiyenin gereği değil midir? Ciğerimizi kirleten bir sigaraya, dudaklarımızı
burkan acı bir kahveye teşekkürü bir nezaket sayarken, sayılmıyacak kadar
çeşitli nimetlerini önümüze seren ve bünyemizin temel taşını teşkil eden
hayvansal ete, boğazlamak üzere elimizi uzatırken Bismillah dememiz
küçümsenecek bir davranış mıdır?
Bunun için Fikir Adamı
Halil CİBRAN, Nebî adlı eserinde bu konuya dokunarak diyor ki: «Bir hayvanı
boğazlarken için için ona de ki: «Seni benim elime sunan Kudret, bir gün beni
de daha kudretli ellere teslim edecektir.»
Tevrat ve İncil'de bu
mevzu :
Yahudi ve
Hıristiyanların, Allah'ın haram kıldığı şeylerden yemeleri ve bunda bir sakınca
görmemeleri, dinlerinin verdiği bir cevaz değildir. Çünkü ne Tevrat, ne de
İncil'de bunların helâl olduğuna ait bir kayıt yoktur. Üstelik Matta İncili:
26/26 bölümünde şarabın İsâ (A.S.) tarafından yasaklandığı yazılıdır. Domuz
hakında ise şu kayıtlara raslamaktayız: «Ve İsâ onlara derhal izin vermekle
temiz olmayan ruhlar çıkıp domuzlara girdiler.» Markos, Bab 3/13'de gayet açık
bir anlatım içinde domuzlara temiz ruhların değil, kabirlerden çıkan kötü
ruhların girdiğini bildirmekte ve domuz hakkında az da olsa bir bilgi
vermektedir. Kitab-ı Mu-kaddes'in son baskılarında her nedense bu cümle
değiştirilmiş, ayrı bir anlatım kalıbına sokulmuştur. Ama eski harflerle
basılan nüshalarda belirttiğimiz cümleye her zaman rastlamak mümkün. [248]
İnsanın
yaratılışındaki azizlik ve ruhundaki mükemmellik başka bir yaratıkla kıyas
edilmiyecek bir özellik ve anlam taşır. Rûh melek sıfatında; nefs ve beden
diğer canlılara yakın bir nitelik taşır. Tnsana, bu azizliğine ve kendinden
üst ve ait tabakadaki varlıkların sıfat ve niteliğini birleştirip taşımasına
uygun ölçü ve değerde nice nimetler sunulmuştur. Onlardan yararlanırken ruhun
yüceliğini zedeliyecek, beden sağlığını bozacak nesnelerden şiddetle
kaçınmamız gerekir. Bu bakımdan insanı kendi kudret eliyle yaradan Allah
onun bu mükemmelliğine, şeref
ve
azizliğine uygun
olmayan maddeleri haram, uygun ve yararlı olanlarını helâl kılmıştır. Onun
içindir ki, helâl lokma, duâ ve ibâdetin Allah'a yükselip kabul olunmasını
sağlar. Ruhun paslanmasını, vicdanın silik hale gelmesini önler. Haram lokma
bunun tam aksine sebep olur. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz:
«Ey insanlar! Şüphesiz
ki Allah güzeldir, temizdir; ancak güzel ve temiz oianı kabul eder.» [249]
Buyurmuştur.
Bu bakımdan helâl
lokma vicdana serinlik, ruha rahatlık, kalbe güç ve esenlik verir. Toplum
bünyesinde haksızlığa, sürtüşüp itişmeye kapı açmaz. Herkes canından ve
malından endişe duymayıp qüven içinde yaşar. Haram lokma, haksızlığa yolaçar,
güveni sarsar, toplum yapısında huzursuzluk doğurur. [250]
Ümmetin âlimleri,
ölmüş hayvan etinin haram olduğunda birleşmiş, görüş birliğine varmışlardır.
Ancak bu genel kaideden İslâm Şeriatı balıkla çekirgeyi ayırmıştır. Çünkü
Peygamber {A.S.) Efendimiz: «Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir.» buyurmuştur.
[251]
Çekirge konusunda İbn
Ebî Evfâ (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, şu husus nakledilmektedir:
«Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte yedi, ya da altı kutsal savaşa
katıldık; onunla beraber bulunduğum günlerde açlığımızı gidermek için çekirge
yedik. ResûiüNah (A.S.) bizi bundan alıkoymadı.» [252]
Bilindiği gibi balık
boğazlanmaz. Ancak ölüp de su üstüne çıkan balık, İmam Mâlik ile İmam Şafii'ye
göre yenir. İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları bunu mekruh saymışlardır. Çekirge
konusunda da imamların içtihatları farklı olmuştur: İmam Ebû Hanîfe ile İmam
Şâfiiy'e göre dirisi de, ölüsü de yenir. İmam Mâlik e göre ölüsü yenmez. Dirisi
ise başı ko-parıldıktan ve ateşte pişirildikten sonra yenir.
Kan'in haram olduğunda
imamların görüş birliği bilinmekle beraber, bazı hususlarında farklı ictihadda
bulundukları tesbit edilmiştir. Kanın haram ve necis (murdar) olduğunda da
ittifakı vardır. Bu nedenlekan yenmez, haramdır. İmam Şâfiiy'e
göre, ister akıtılmış olsun, ister olmasın kan mutlaka haramdır. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre, balığın kanı haram değildir. Boğazlandıktan sonra etin içinde
kalan kan da böyledir. Nitekim Hazreti Âişe Validemiz (R.A.) «Resûlüllah (A.S.}
zamanında eti tencereye koyup pişirirken içindeki kandan dolayı suyu iyice
sararırdı, biz de ondan yerdik; Resûlüllah (A.S.) buna engel olmazdı» diyor. [253]
Domuzun bütün
parçalarıyla birlikte haram olduğunda bu ümmetin âlimleri ittifak etmiştir.
Allah'ın bu hayvanın yalnız etinden söz etmesi, daha çok yararlanılan kısmı
olduğu içindir. Domuzun necis (murdar) olduğu hakkında da ilim adamlarının
çoğunun görüş birliği vardır. İmam Mâlik'e göre domuz murdar değildir, ancak
eti haramdır, yenilmez. Dokunduğu yeri necis yapmaz. Diğer bütün hayvanlar da
bu İmam'a göre böyledir, yani necis sayılmazlar. Bu konuda hayvanların temiz
sayılmasının sebebi, hayattır. İmam Şafiî domuzun yaladığı yerin bir defa
olsun yıkanması gerekir, demiştir. Üç defa yıkanması daha uygun olur.
Allah'tan başkası
için boğazlanan hayvandan maksat, bazı ilim adamlarına göre
puta tapanların boğazladıklarıdır. O nedenle onlara göre Hıristiyanların Mesîh
adına boğazladığı hayvan yenilir, haram değildir. Nitekim buna Ata', Mekhûl,
el-Hasen, Şa'bî ve Saîd bin Müseyyeb cevaz vermişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Allah
Kitap ehlinin boğazladığı hayvanların helâl olduğunu, genel bir anlatım ve
deyimle açıklamıştır. [254]
Muztar durum (çaresiz kalıp yapmak zorunda
bulunma hali) geniş açıklama isteyen bir mesele olmakla beraber âyette bunun
sınırlan belirlenip özetlenmiştir: Bir kimse Allah'ın haram kıldığı şeylerden
birini, açlık sebebiyle ölmekten korktuğu ve bunu açlığını giderip ölme-yeçek
kadar yemek zorunda kaldığı için yerse, şu iki şartla caizdir: Nefsinin fazla
yeme, başkasının hakkına tecavüz etme istek ve arzusuna uymamak; ihtiyaç
oranını aşmamak.. Bu bakımdan açlıktan ölüm derecesine varan kimse, bulduğu
haram şeyden canını kurtaracak kadar yemez de bu yüzden ölürse, intihar
ölçüsünde bir anlam ve hüküm taşıdığı için cehenneme girer. Çünkü yaşama hakkı
muhteremdir ve korunması gereklidir.
Görülüyor ki âyette
zaruret sınırlanmış, şahısların arzusuna bırakrlmamıştır. Sahîh-i Buharî'de de
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, zaruret miktarını soran sahabeye yukarıda
belirtilen şartlar çerçevesi içinde sınırlanmış bir ölçü verdiği
belirtilmiştir. İslâm Hukukunda «Zaruretler kendi miktarıyla takdîr olunur.»
kaidesi konumuzu oluşturan âyetten istidlal edilmiştir. Bunu şöyle
açıklayabiliriz : Kaçınılmaz bir nedenle mubah olan bir şey ancak zaruret
miktannca mubah olur. Fazlası mubah değildir. Çünkü haramı mubah kılan cevaz
illeti, zarureti aşmakla kalkmış oluyor; bu bakımdan fazlası zarûretsiz alınmış
ölçüsüne giriyor. [255]
Buna bir örnek verelim : Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse, tehlikeyi atlatacak
miktarda başkasına ait odun ve yakıttan -ileride bedelini ödemek niyetiyle-
kullanabilir; fazlası ise haramdır.
O halde «Başkasının
hakkına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak şartıyla» denilince, bundan,
açlıktan ölmek üzere bulunan kimse başkasına ait bir yiyeceğe ancak-bedelini
veya mislini ödemek niyetiyie-el uzatır da ölmeyecek kadar yerse, bu mubah
sayılır, hükmü anlaşılmaktadır. [256]
Allah, yukarıdaki
âyetlerle temiz şeylerin yenilmesinin mubah olduğunu bildirdikten; insan
sağlığına zararlı, ruh ve karakteri olumsuz yönde etkileyen murdar şeyleri
açıkladıktan; diğer milletlerin bu ölçü ve sınırın dışına taşıp kendi arzu ve
anlayışlarına göre nimetlerden yararlandıklarını yererek asıl uyulması gereken
doğru yolu belirttikten sonra, aşağıdaki âyetlerle Kitap ehlinin (Yahudi ve
Hıristiyan) bu gibi aşırılıkla kalmayıp Tevrat ve İncil'deki bazı hakikatleri
gizlediklerini, son peygamber Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimizle ilgili
belgeleri ya kısmen, ya da tamamen değiştirip karşılığında önemsiz bir değer
aldıklarını ve bu yüzden Kitapta ayrılığa düşmekle derin bir çıkmaza
düştüklerini haber veriyor. Müslümanların böyle bir çıkmaza düşmemelerini
dolaylı yoldan hatırlatarak uyarıda bulunuyor.
[257]
174— Şüphesiz ki Allah'ın indirdiği kitaptan bir
şeyi gizleyip onu az bir değere değiştirenler yok mu, işte onlar karınlarında
ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları
temize çıkarmaz (ayıp ve günahlardan temizlemez); onlara elem verici bir azap
vardır.
175— İşte onlardır ki doğru yolun karşılığında
sapıklığı, günahlardan arınıp temizlenme yerine azabı satın almışlardır. Bunlar
ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!
176— Bu azap, Allah'ın Kitabını hak olarak
indirmesindendir. Kitap hakkında ayrılığa düşenler, elbetteki uzak bir ayrılık
(derin bir çıkmaz) içindedirler.
Yahudi bilginleri,
peygamberler zincirinin son halkası Hazreti Mu-hammed (A.S.) ile ilgili
Tevrat'taki belgeleri ve bu belgelerde anlamını bulan sıfatlarını, dinî
liderlik ellerinden çıkmasın diye
gizlediler. Ayrıca
Yahudiler kendi
milletlerinden bir peygamberin geleceğini bekliyorlardı. Yahudi olmayan
Mekke'nin Kureyş kabilesinin Haşim oğullarından bir zatın peygamber olarak
gönderildiğini duyunca, tavırlarını değiştirdiler. Tevrat'ta karışık bir durum
meydana getirdiler ve inkâra saptılar. Bile bile hakka karşı gelip doğru yola
girmediler. Doğru yolun karşılığında (onu inkâr etmek pahasına) sapıklığı,
günahlardan arınma, temizlenme yerine azabı satın aldılar. Yukarıdaki âyetler
Yahudilerin ve o anlayış ve iddiada bulunanların yanlış yolda olduklarını
açıklar ve hakikati yansıtır ölçüde indi.
Mekke putperestleri de
Kur'ân hakkında derin bir çıkmaza düşüp kimi bu «sihirdir», kimi «önce gelip
geçenlerin uydurmalarıdır», kimi de «şiirdir» dedi. Allah onların şaşkınlık ve
ölçüsüzlük içinde ne dediklerini bilmediklerini hatırlatarak hakikati bildirdi.
[258]
Âyetin iniş sebebi bir
özellik anlatımı içinde de olsa Allah'ın Kitabındaki hükümleri değiştirenleri,
hakikatleri gizleyenleri; İslâmı, günün gayri İslâmî sistemine uydurmaya
çalışanları ve bu açıdan İslâm'ın başlıbaşına bir sistem, bir hayat dini
olmadığını, gelişen şartlara cevap verecek güçte bulunmadığını iddia edenleri
de taşıdığı hükmün kapsamına almaktadır. İmam Kurtubî bu hususta şöyle diyor:
«Âyet iniş sebebiyle
geçmiş bir olaydan haber verse bile, hakkı bazı çıkarları uğruna gizleyen
Müslümanları da kapsamına almaktadır.»
Günümüzde Yahudi ve
Hıristiyanlardan fazla İslâmiyeti ve bu dinin kitabı Kur'ân'ı bütünüyle
anlayamayan Müslümanlardan bir kısmının kendi dinlerini günün şartlarına
uydurma gayretleri çok düşündürücüdür. Âyetlerle, dikkatler bu hususa
çekilmekte ve son dinin sâlikleri uyarılmaktadır. Dîn ilâhî olduğundan indiği
ölçü ve anlamda korunması gerekir. Aksi halde ilâhî olma özellik ve vasfını
kaybeder ve daha önceki dinlerin aslından uzaklaşıp yozlaştığı gibi yozlaşır
da aslını kaybeder. Ne var ki, son dini kıyamete kadar koruma işini Cenâb-ı Hak
kendi üzerine almış, kullarına bırakmamıştır. Hıristiyanların sadece günah
çıkarma yöntemleri, ibâdet şekilleri, faizi mubah görmeleri, domuz eti
yemeleri ve alkollü maddeleri helâl sayıp bununla ibâdetlerine renk katmaları,
İsâ Peygamberin getirdiği Hak Dinin zamanla ne hale getirildiğini, aslından
nasıl uzaklaştırıldığını, günün şartlarına uydurulmaya çalışıldığını göstermeğe
yeter. Ancak Hıristiyanlıkla İslâmiyet arasında büyük farklar vardır.
Hıristiyanlık İsrailoğulları'na gönderilmiş bir dindir. Aşırı derecede maddeye
önem veren Yahudiler'in bir /üzünü âhirete döndürmek için ruhî yapısı çok
kuvetli olan İsâ Peygamberin onlarla çok çetin mücadeleleri olmuştur. Demek
istiyoruz ki, gerek Musevilik, gerek İsevilik bütün milletlere gönderilmiş
birer evrensel din değildir. Bu özellik ancak İslâmiyet-te mevcuttur. Günkü son
din vasfını taşıyan İslâmiyet kıyamete kadar evrensel bir anlam taşıyarak
devam edecektir. Gelişen sosyal yapıya, yükselen ilim ve kültüre yön verecek
ve medeniyetlerin önünde yürüyüp gidecek bir kudrettedir.
Bu nedenle İslâm Dini
günümüze kadar ilâhî vasfını hiç fire vermeden koruduğu İçin, dün olduğu gibi
bugün de o bir bütündür, bölünmeyi kabul etmez. Allah'ın Peygamberine,
insanlıktan yana indirdiği esas ve prensiplere dokunmaya, onları değiştirmeye
hiç kimsenin hakkı yoktur. Müctehit imamlar bile bu açık beyânlar (nüsus)
üzerinde ictihadda bulunamamışlardır.
«Mevrid-i nassda
içtihada mesağ yoktur.» manâsındaki Mecellenin genel hukukî kaidesi bu hakikati
yansıtır. O halde dinin esaslarını, nassla-rını değiştirmek hem itikadsızlığa,
hem de ahlâksızlığa delâlet eder. Hakkında nass bulunmayan meseleler, konular
üzerinde ise rasgele sıradan kimseler değil, İslâmî ilimler üzerinde ciddi
tahsîl görmüş, Kur'ân ve Hadîs ilimlerini ve dilini, bu dilin gramerini,
terimlerini yeteri kadar bilen ve içtihat seviyesine erişen güçlü âlimler
konuşabilir. Aksi halde herkesin aklî kavrayışına, mantık ve bilgisine göre birtakım
dinler ortaya çıkmış olur.
Bunun cevabını yine
Kur'ân vermektedir;
«Kitap hakkında
ayrılığa düşenler,
elbetteki uzak bir
ayrılık (derin bir
çıkmaz) içindedirler.»
Fetva makamındakiler:
Âyette diğer bir
yoruma göre, fetva makamında oturan müftünün din adına konuşurken, soruları
cevaplandırırken çok dikkatli bulunması, şahısların istek ve arzularına göre
fetva vermekten kaçınması gerekir. Çünkü din, babalarımızdan miras kalan ve
istediğimiz gibi tasarrufumuza imkân veren bir mal değildir. Her çağda yaşayan
kuşağın manevî susuzluğunu giderebilen, toplum ve aileye yön veren, mutluluk
havası getiren ilâhî bir düzendir; değişme ve bölünme kabul etmez. Hele bir
yarar, ya da çıkar karşılığında dinin esas ve hükümlerini değiştirmek, din
adına işlenen büyük bir cinayet sayılır. Böylesine bir yarar ve çıkar ateşten
başka
bir şey değildir.
Büyük müctehit İmam Mâlik'e 40 soru yöneltildiğinde, cevaplarını hemen
hazırhyamadığı için 36 tanesine «bilmiyorum» demiş, dördünü terleyerek cevaplandırabilmiştir.
Din adına konuşmanın
önemine birçok hadîslerle işaret edilmişse de biz burada sadece iki tanesini
nakletmekle yetiniyoruz :
«Fetva vermeye en
cesaretli olanınız, ateşe karşı en yürekli olanı-nızdır.» [259]
«Şüphesiz (Benim bu
getirdiğim) ilim, dininizdir, O halde dininizi kimden alıyorsanız ona dikkat
ediniz.» [260]
Evet, Allah, Kitabını
hak olarak indirmiştir. Allah Kitabı haktan ve doğruluktan başkasını kabul
etmez. Hakk'a üstün gelmeye çalışanlar sonunda yenilir, perişan olurlar. [261]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın indirdiği Kitap'tan birşeyler gizleyip onu az ve önemsiz bir değere
değiştiren Kitap ehlinin bu tür inanç ve davranışları, inat ve inkârları
yerilmekte ve Allah'ın insanlığın saadetinden yana indirdiği kitaplarda
değişiklik yapmanın yine insanlıktan yana en büyük kötülük olduğu
hatırlatılmakta ve son dine bağlanan mü'minlerin özellikle bu konuda çok
dikkatli olmaları uyarılmaktadır.
Aşağıdaki âyetle de.
Kitap Ehlinin sadece Allah'ın indirdiği belgeleri gizlemekle kalmayıp
Kudüs'deki kutsal mâbed Beytülmakdîs'e yönelmeyi bırakıp Mekke'deki Kabe'ye
gönül veren ve namaz kılarken oraya yüzçe-viren Müslümanları kınamaya ve
yaptıkları ibâdetlerinin Allah katında makbul olmadığını iddiaya başladıkları;
Mekke'ye yönelmenin peygamberler diniyle bağdaşmadığını etrafa yaymakta çok
ileri gittikleri bildiriliyor. Sonra da asıl iyiliğin, erdemli olmanın ve
hakiki imânı taşımanın doğuya,, batıya yönelmek olmadığı; gerçek iyiliğin,
hakiki imânın, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygambere
gönülden ve bilinçli olarak inanmak olduğu haber veriliyor. [262]
177—
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz (hakiki imânı yansıtan) iyilik ve
erdemlik değildir. Ama (gerçek) iyilik ve erdemlik: Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, kitaba ve peygamberlere inananların, malı -ona olan sevgisiyle-
yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve
esirleri kurtarmaya harcayanların; namaz kılan ve zekât verenlerin; andlaşıp
anlaştıkları zaman verdikleri sözü yerine getirenlerin; zorda, darda ve
savaşın kızıştığında sabredenlerin (bu durumları ve imânları)dır. İşte
bunlardır doğru olanlar ve bunlardır korunup sakınanlar!
Hıristiyanlar doğuya,
Medine ve çevresinde yaşayan Yahudiler kuzey batılarına düşen Beytülmakdis'e
yüzlerini çevirip ibâdetlerini yaparlardı. Bu
nedenle herbiri gerçek
iyiliğin, erdemliğin yöneldikleri
tarafta oldu-
ğunu iddia edip
dururdu.
İslâm'ın ilk
yıllarında Kelime-i Şahadeti getirip Müslüman olanlar, namaz henüz farz
kılınmadığı ve kıble de belirlenmediği için kendilerine uygun gelen cihete
yönelip ibadetlerini yaparlardı. Bu inanç ve durum üzerine öldüklerinde cennet
onlara vâcib olurdu. Hicretten birbucuk yıl önce namaz farz kılınınca Müslümanlar
hep birlikte Beytülmakdis'e yüz-cevirip ibâdetlerini yaparlardı. Medine'ye
hicret edildikten sonra kıble değiştirilip Mekke'deki kutsal mâbed Kabe'ye
yüzlerini çevirip ibâdet etmeğe başladıklarında, daha önce bu şerefe erişmeden
ölen Müslümanlar için hayıflandılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Hakiki
imân ve iyiliğin doğuya, batıya yönelmek olmadığı bildirilerek Yahudiler
susturuldu, ,, mü'minler sevindirildi. [263]
Ebû Zer (R.A.),
Resûlüllah (A.S.) Efendimizden, «İmân nedir?» diye sorduğunda, Efendimiz
yukarıdaki âyeti okumuştu. İkinci defa sorduğunda yine aynı âyeti okumuş,
üçüncü defa sorduğunda, şöyle buyurmuştu : «Bir iyilik ettiğinde kalbin
(vicdanın) bu işlediğini seviyor; bir kötülükte bulunduğunda kalbin ona kızıp
üzülüyorsa (bu imânın kendisidir).» [264]
Bir adam, sevgili
Peygamberimiz (A.S,) Efendimize gelip şunu sordu:
— Hangi sadaka ecir (sevap ve karşılık)
bakımından daha büyüktür? Buyurdu ki :
— Sıhhatli olduğun, içinde mala karşı tutkun
bulunduğu, fakirlikten korktuğun, zenginliği umduğun bir devrede verdiğin
sadaka... Bir de sadaka vermeyi, can boğaza gelip falana şu kadar, filâna şu
kadar diyeceğin zamana geciktirme. Zaten o zaman malın falan ve filânındır. [265]
«Miskin, şu dönüp
dolaşan, bir iki hurma, bir iki lokmayla geri çevirdiğin kimse değildir; lâkin
miskin kendisini doygun kılan bir zenginlik bu-lamiyan ve kendisine dikkat
edilmediğinden sadaka verilmiyen kimsedir.» [266]
Hicretten önce
Müslümanlar Kudüs'deki kutsal mâbed Beytülmak-dis'e yüzçevirip ibâdet
ederlerdi. Bu durumda Mekke'deki kutsal mâbed Kabe onların arkasında
kalmıyordu. Medine'ye hicret ettiklerinde durum değişti, Müslümanlar
Beytülmakdis'e yönelirlerken bu defa Kabe arkalarında kalıyordu. Yeryüzünde
ilk yapılan ve İbrahim Peygamber tarafından temelleri yükseltilen, aynı
zamanda Beytullah sayılan Kabe'ye, ibâdet ederken arka çevirmek, başta
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün Müslümanları üzüyordu. Hicretten
16 ya da 17 ay sonra recep veya şaban- ayında öğle namazında kıblenin
değiştirilmesi hakkında ilâhî emir indi. Seleme oğulları mescidinde öğle
namazını kılmakta olan Müslümanlar bu emri duyunca son iki rek'atte
namazlarını bozmadan Kabe'ye yöneldiler.
Bunun üzerine Medine
Yahudileri, Müslümanların bu tutumunu şiddetle kınadılar, Beytülmakdis'ten
başka yöne yüzcevirip yapılan ibâdeti Allah'ın kabul etmiyeceğini iddia
ettiler. Bu tür sataşma, tartışma sürüp gitti. Cenâb-ı Allah hakiki imânın ve
imândan fışkıran iyilik ve erdemli-ğin doğuya batıya yönelmek olmadığını yukarıdaki
âyetlerle açıkladı. Kabul edilen gerçek imânın Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inanmak olduğuna dikkatleri çekerek
Müslümanları bir defa daha huzur ve gönül yatışkanlığına eriştirdi, inatçı Yahudileri
de böylece susturdu. [267]
İnanç dizisinde sözü
edilen beş şeye imân etmek, diğer bütün itikadı esasları içermektedir. O halde
belirtilen beş şeye gönülden inanmak imânın temeli, Müslümanın değişmiyen
bağlantısıdır.
Allah'a inanmak, her
şeyin başı, insan olmanın ölçüsü, mü'min olmanın derin mânâsıdır. Çünkü bu,
her iyiliğin esası, erdemliğin kaynağı, kâinatı anlamanın en sağlam
anahtarıdır. Hayrın başlangıcı bu inanç sınırından başlar da ebediyete doğru
uzanıp gider. Dünya hayatının nedeni, ölmenin sırrı, kıyametin maksat ve
gayesi bununla anlaşılır.
Âhirete imân, ikinci
kademede, birinci kademedeki imânı tamamlar. Dünyada fazilet ve iyiliğin tek
hedefinin mutluluk olduğunu gönüllere işler. Ölümlü hayatta fazîlet ve iyilik
bu hedefini çoğu kez bu-
lamadığına göre,
ikinci bir hayatın varlığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Hak dinler bu
ikinci hayata «âhiret» diyor.
İmânın bu ikinci
kademesi sorumluluk duygusunu oluşturup vicdanı .geliştiriyor. İnsan haklarına
saygılı olmayı hatırlatıp toplum bünyesinde fazîlet tohumlarını
filizlendiriyor.
Üçüncü kademede meleklere imân, vahye
inanmanın aslını oluşturmaktadır. Çünkü Allah sözünü peygamberlere getiren, meleklerdir.
Meleğin varlığını inkâr, önce vahyi, sonra Kitap ve peygamberliği inkârı
gerektirir. Bütün bunları kabul etmemek, âhiretin mevcudiyetini reddetmektir.
Kitab'a inanmak, bizi basit bir âlemden yüce
bir âleme doğru çekip götürmekte, Allah'ın kullarından neler beklediğini
öğretip kul ile Rabbi arasında en sağlam ve en doğru ilgiyi sağlamaktadır.
İnsan aklıyla bilinmesi mümkün olmayan kutsî âlemden haber getirmekte, hayatın
hem gayesini, hem de hedefini gönüllere işlemektedir. Kelimenin tekil olarak
konulması, kitap ehlinden her birinin bir olan Allah'a dosdoğru inandığı
takdirde, diğer hak dinlerin hepsine, önoe ve sonra gönderilenine inanması
gereğini yansıtmaya yönelik bulunuyor.
Peygamberlere inanmak, onların kul ile Allah
arasında açmış oldukları geniş caddede yürümeyi, ilâhî terbiye ve mükemmellik
düzeyinde bulunan o bahtiyarları örnek almayı gerektirir. İnsan ruhunu tatmin
eden, gönülleri dolduran, vicdanları serinleten hakikatleri ancak Peygamberlerden
işitmek mümkündür. Onları birer dâhi gibi görmek, çok akıllı ve zeki kabul edip
söyledikleri sözleri insan düşüncesinin ürünü saymak çok basit bir benzetme ve
illetsiz bir kıyas olur. [268]
Yardım yapılacak,
merhamet eli uzatılacakların başında «zevilkurbâ» (yakınlar)nın öne alınmasını,
ona öncelik tanınmasını hatırlatır. İyiliğe herkesten çok insanın yakınları
lâyıktır. Onlardan ilgiyi kesmek, ilâhî rahmete açık olan kapıyı kapamaktır.
«Miskinlere verdiğin sadaka, bir sadaka sayılır. Ama yakınlarına verdiğin
sadaka iki sadaka sayılır.» buyuran Peygamberimiz (A.S.) bunun önemini
belirtmiştir. [269]
Yetimlere yardımda
bulunmak, onlara şefkat kucağını açmak, toplumun üzerimizdeki haklarından
biridir. Bu bakımdan Sevgili Peygamberimiz (A.S.) yetimliğin acısını için için
duyan bir insan olarak da on-lan her bakımdan korumuş ve korumamızı tavsiye
etmiştir:
«Kendisine veya
başkasına ait yetimin (korunup bakılmasını) üzerine alan kimse var ya, benimle
o, şu iki parmak gibi birarada cennetteyiz.» [270]
Kendi haline
terkedilen yetimlerin bir gün cemiyet bünyesinde önlenmesi zor problemler
doğuracağını unutmamak gerekir. Babasız bir çocuğu topluma kazandırmak,
şüphesiz ki hizmetlerin en güzeli, merhametin en anlamlısıdır.
«Yoksullar» diye çevirdiğimiz «mesakîn»
kelimesi, kendilerine yetecek kadar yiyecek ve giyeceği elde etmeğe güç
getiremiyen, acizlik içinde kıvranıp yüzsuyu dökmeyen kişilere verilen bir
sıfattır. Cemiyetin bir parçası sayılan bu zavallıları korumak, onlara yardım
elini uzatmak her Müslümana düşen bir vecibedir. İkinci Halîfe Hazreti Ömer
(R.A.) bir gün Medine sokaklarından birinde titrek adımlarla zor yürüyebilen
bir adama rasladı. Derhal ilgilendi ve bir gayr-i müslim vatandaş olduğunu
öğrenince üzüldü, «Bu adamlar güçleri yerinde iken devlete vergi ödediler.
Bugün onları perişan bir halde bırakmamız hiçbir insaf ölçüsüne girmez» dedi
ve derhal Beytülmâl (İslâm hâzinesi)den ona maaş .bağladı.
«Yolda kalmış» diye
çevirdiğimiz «İbn-i sebîl = yol oğlu», İslâmın şefkat ve merhamet havası içinde
kullandığı bir deyimdir. Memleketine, çoluk-çocuğuna, tanıdıklarına hemen
yetişme imkânını bulamı-yan bir yolcu aslında zengin de olsa, bu durumda
yardıma muhtaç bulunuyorsa, ona yardım elini uzatmak Müslümanın şanındandır.
Yol ve yolculuk onun anası, babası, yakını ve her şeyi sayılır. Böylelerine
yardım, Müslümanlar arasındaki güveni artırır.
«Dilenenlerde gelince:
Bunlar, ihtiyaçların sokağa çıkardığı fakirlerdir. Aslında İslâm'a göre
dilenmek haramdır. Ne var ki sıkıntıya düşen, aç kalan kimselerle cemiyet
ilgilenmiyorsa, o takdirde günlük nafakalarını elde etmek için böylelerinin
kapı kapı dolaşıp
dilenmesine cevaz verilmiştir.
Köle ve esirlerin yardıma muhtaç
bulunduklarını anlatmaya lüzum görmüyoruz. Bütün bunlara yardım etmek zekâta
bağlı bir konu değildir. Bunlar için belli bir zaman ve yer de söz konusu
olamaz. Cömertlik imânın gereğidir,
«Namazı kılan» Allah hakiki imân ve faziletin
ölçü ve anlamını açıkladıktan sonra, böyle bir imânın merhamet duygularını
nasıl kamçılayacağına işaret etti ve sosyal yapımızdaki katkılarını sıraladı ve
arkasından imânın ikinci derecede, fakat birinci derecedeki meyvaları kadar
önemli ve yararlı meyvala-nnı belirtirken «namaz kılmayı» öne aldı. Çünkü namaz
küfürle imân arasında aiâmet-i farikadır. Yakınlara, fakirlere, yoksullara,
yetimlere, yolda kalmışlara, esir ve kölelere yardım etmek .gelişen vicdanın
gereği, Allah'a kul olmanın rahmetle yoğrulmuş ölçüsüdür, Namaz kılmak, ruhun
gıdası, olgun insan olmanın yolu, Allah'a karşı görevlerimizin en üstünü ve en
şereflisidir. Nitekim âyette, en uygun biçimde derin anlamıyla birlikte bilincine
erişilmiş bir namaz kasdedilmiştir. Böyle bir namaz iyilik ve erdem-liğin
rüknü, imânın sağlam dayanağıdır,
Kur'ân'da namazın
dünyada iken insana sağlayacağı yararlar şu sözlerle anlatılmaktadır:
«(Ey Peygamber!)
Kitaptan sana vahyedileni oku; namazı kılmaya devam et; çünkü namaz cidden ahlâk
dışı davranışlardan, (dîne, akla ve sahîh örfe ters düşen) uygunsuz şeyden
alıkoyar.» [271]
«Şüphesiz ki insan,
hırslı açgözlü yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokununca basar feryadı.
Bir iyilik erişince de (kıskanır da onu başkasından) men'eder, Ancak şunlar
müstesna: Namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler.» [272]
«Zekât veren» İslâm dininde namazın ne kadar
önemli bir yeri varsa, zekâtın da o derecede ve belki sosyal yönden daha
anlamlı bir yeri vardır. Kur'ân'da pek az yerde namazdan söz edilirken zekât
onunla birlikte anlatılmaz. Böylece bu iki ibâdet -biri bedenî, diğeri malî
olmak üzere- iyilik ve er-demliğin omurgasını oluşturmaktadır. Diğer bir
deyimle namaz, rûh ve vicdanı arındırmakta,
zekât gönü! rahatlığı, iç
huzuru doğurmaktadır. O nedenle her biri imânın açık belgeleri, İslâm'ın farklı
belirtileridir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden sonra zekât vermemekte direnen bazı Arap kabileleri üzerine
birinci halîfe Ebû Bekir (R.A.) asker göndermiştir. Yeri gelince bu konuya
tekrar döneceğiz. Ancak diyebiliriz ki zekâtı gerektiği halde veımiyen kimse,
İslâm'ın büyük rükünlerinden birini yıkmış sayılır. Aynı zamanda manevî alanda
imânı kökünden sarsıp mefluç hale getirmiş olur.
İslâm'ın insanlık dini
olduğunu, sosyal adaleti en uygun biçimde gerçekleştirici bulunduğunu,
insanlıktan yana her türlü hayır ve fazilet kapılarını acık tuttuğunu bilmeyen
bazı bilgisizler, zekâttan kurtulmanın çarelerini araştırırlar. Ya malını
nisabdan düşürmek için senesi dolmadan bir kısmını karısına bağışlar, ya da
gelir getiren bir gayr-i menkule yatırırlar. İnancı çok zayıf olanlardan bir
kısmı da kendine göre bir çare düşünür: Malının zekatını bir torba içine
yerleştirip zekâta müstehak olan bir fakire verdikten sonra aynı torbanın o
fakir tarafından kendisine bağışlanmasını sağlar ve sonra da fakirin eline
birkaç kuruş sıkıştırıp meseleyi çözdüğünü zanneder. Üstelik buldukları bu
çareye «çare-i şer'iyye» derler. Bu da işledikleri büyük günaha bir büyük günah
daha ekliyerek İslâm şeriatını küçültmeye, kıymetini düşürmeye yönelik, bir
düşünce ve harekettir. el-Merağî'nin dediği gibi, bu tarz hile ve çareler
Şeriatten değildir. Allah hem Kitabının yetmiş yerinde zekâttan söz etsin,
verilmesini emretsin, teşvikte bulunsun; vermiyeni elim bir azap ile korkutsun,
hem de göndermiş olduğu dinde bu gibi basit ve ölçüsüz hile ve çarelere kapı
açsın; mümkün müdür? Evet bu tür hile ve çareler şer'î değil, sadece şeytanîdir.
Daha doğrusu Allah'ın hükmüne razı olmamak, onu değiştirmeğe kalkışmaktır.
Dinde bilgili ve anlayışlı
olmak, Allah'ın kulları hakkında hayır dolu iradesidir, Bu irâdenin yönelmediği
bir kulda arzulanan dinî anlayışın bulunması çok zordur. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buna temasla buyuruyor ki :
«Allah kimin hakkında
hayır murat ederse, onu dinde bilgili ve anlayışlı kılar.»,[273]
«İbâdetin en üstünü,
fıkıh (dinde bilgili ve anlayışlı olmak)tır. Dindarlığın en üstünü haram ve
şüpheli şeylerden kaçınmak, iffetli yaşamaktır.» [274]
İyilik ve erdemliğin
günlük yaşantımızdaki yerini, sosyal yapımızda-ki önemini belirttikten sonra
ahlâkımız üzerindeki olumlu etkilerine geçiyoruz. Allah sağlam bir imânın
yararlı meyvasını iyilik ve fazîlet potasında şekillendirdikten sonra bunun
insan ahlakıyla olan bağlantısını iki önemli hususta noktalamaktadır:
«Andlaşıp anlaştıkları
zaman verdikleri sözü yerine getirenler..»
Allah'a dosdoğru imân
edenlerin bir konuda andlaşması ve verdikleri söz, son dereee önemlidir.
Doğruyu söylemek, ahde vefa etmek, yapılan andlaşma ve anlaşmaları bozmamak
güzel ve köklü ahlâkın belirtisi olduğu gibi, kök salmış bir imânın da ayrılmaz
parçasıdır. İnsanlar arasından yine onlardan yana çıkarılmış en hayırlı ümmet,
son peygamberin ümmeti olduğuna göre, onların her söz ve davranışı diğer
insanlar için sadece örnek ve model niteliğini taşımalıdır. İşte Kur'ân'da
onların bu özelliğine parmak basılmakta ve dikkatler bu konuya çekilmektedir.
Ancak yapılan andlaşma
Allah ve Resulünün emir ve tavsiyelerine uygun olmadığı zaman veya dininin
esaslarıyla ters düştüğü takdirde hüküm değişir.
Dünyanın huzur içinde
ve bayındır bir ölçüde devamı için yapılan andlaşmalara bağlı kalmak
gereklidir. Hele bunu bozan Müslümanlar olursa, o zaman sulh ve selâmet dini
olan İslâm'a ihanet edilmiş, Kur'ân'ın hakemliği bir tarafa itilmiş sayılır. Milletler
arasındaki çatışmanın, kabileler arasındaki itişmenin, akraba arasındaki
gerginliğin bir uau, ahde vefasızlığa dayanır. Mahkemelerimizde cereyan eden
bu tür davaların %75'ni ihanet, verilen sözü yerine getirmemek, ahde vefa
etmemek ve yakınların, komşu ve çevrenin haklarına dolaylı yoldan el uzatmak
oluşturmaktadır.
«Zorda ve darda,.»
diye çevirdiğimiz «be'sâ ve darrâ'» kelimelerini şöyle de açıklayabiliriz:
Bü's': Sıkıntı ve fakirliktir. Darrâ': İnsana zarar veren hastalık ve yara;
kıymetli bir şeyi kaybetme, sevdiğinden uzak kalmaktır, Be's'i ise kızışan
savaşla yorumlayanlar çoğunluktadır.
Allah'ın sözü edilen
üç durumda sabretmeyi övmesi ve sabredilmeye değer diğer şeylerden bahsetmemesi
bu üç şeyin çok önemli olduğunu belirtmek ve bunlara karşı sabırlı olan bir
mü'minin diğer şeylere karşı rahatlıkla sabredeceğini hatırlatmak içindir.
İnsan irâdesi ve bu
irâdeyle gelişen rûh, bütün olgunluk ve irfanını daha çok sözü edilen üç olay
karşısında isbat edebilir. Bunun için Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşın
kızışıp iki ordu karşı karşıya geldiği zaman savaş alanından kaçmayı büyük
günahlardan saymış ve böy-lesinin tevbesinin kabul olunacağında şüphe izhâr
etmiştir.
Sağlam bir imân
maneviyatı kuvvetlendirir, cesareti artırır, Allah yolunda ölmeyi şereflerin
en üstünü kabul eder ve bu uğurda hayatı hiçe saymanın yüksek şuur ve anlamını
gönüllere ve dimağlara işler. Hakiki imândan mahrum olanlar ise, yaşamayı her
zaman ölmeğt, tercih ederler. Savaşa isteyerek değil, kanunlara boyun eğmek
zorunda bulundukları için katılırlar. Bu nedenle insanlık tarihinde Allah'a
gönülden inanıp bağlananlardan daha kahramanca savaşanlar, onlar gibi Allah
yolunda ölmeye can atanlar pek az görülmüştür.
«İşte bunlardır doğru olanlar ve bunlardır
korunup sakınanlar (Allah'tan korkup yaşayışını ilâhî sınırlar içinde düzene
sokanlar.)» [275]
Yukarıdaki âyetle
imânın esasları, iyilik ve erdemliğin mâna ve hedefi, sonuç ve gayesi;
ibâdetin önemi; dikkat çekici üç durumda sabretmenin derin anlamı
belirtildikten ve bütün bunların sağlam bir imân doğrultusunda
gerçekleşebileceğinden; Allah korkusu ve O'na olan üstün sevgi ve saygı
düzeyinde gerçek değerini bulacağından söz edildikten sonra; aşağıdaki
âyetlerle, böylesine semereli bir imân ve irfana erişen mü'minlerin kısas
konusunda adalet ölçülerini aşmayacağı ve gerekirse misillemeyi bırakıp kısmî
bir bağışlamaya gidebileceği ve böylece bir canı, ölümü hak etmesine rağmen
hayat nimetine kavuşturmanın inceliği üzerinde duruluyor; iyilik ve faziletin
kaynağı sayılan bir İmânın adalet ölçülerine, eşit haklara saygılı bulunacağına
işaret ediliyor ve sonra da kısas (misilleme)in felsefesi yapılarak sebep ve
hikmeti belirtiliyor; ölüm cezasının karşısında olanlara toplum psikolojisini,
insan denilen bu meçhulü iyi tanımaya çalışmalarını dolaylı yoldan tenbih
ederek akıllarını kullanmaları öneriliyor. [276]
178—Ey imân
edenler! Öldürülenler hakkında size kısas (eşit şekilde karşılık = misilleme)
farz kılındı: Hürre hür, köleye köle, dişiye dişi... Bununla beraber (kim
(öldürülenin) kardeşinden az da olsa bağışlanırsa (kısas düşer); kendisine
örfe uymak ve bağışlayana diyeti güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden
bir hafifletme ve rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun
için elem verici bir azap vardır.
179_ Hem
kısasta, ey akıl sahipleri sizin için hayat vardır. Olaki (Allah'tan korkup)
sakınırsınız.
İslâm'dan önce Arap
Yarımadasında öldürülenler hakkında âdil bir misilleme yoktu. Soylulardan biri
adam öldürürse kısas yapılmaz, az bir diyet ödemek suretiyle meseleyi
kapatırdı. Fakirlerden ve aristokrat olmayanlardan biri adam öldürürse ya
kısas yapılır, ya da çok ağır bir diyet ödemek zorunda bırakılırdı. Buna bir
örnek verelim : Medine'de Ku-rayz oğullarıyla Nadir oğulları arasında çetin bir
çatışma ve vuruşma, öldürüşme sürüp gitmekteydi. Ne var ki Kurayz oğulları
diğerlerine üstünlük sağladığı için Nadir oğullarından birini, Kurayz
oğullarından biri öldürürse kısas yapılmaz sadece 100 vesk hurma [277] diyet
olarak verilirdi. Kurayz oğullarından birini, Nadir oğullarından biri
öldürürse, kısastan vazgeçildiği takdirde 200 vesk hurma ödenirdi. Bu
adaletsizlik ve eşitsizlik sadece Araplarda değil, dünyanın birçok ülkelerinde
vardı ve yaygındı. Daha da gerilere doğru gidilirse Hammurabi'nin Kanunnamesinde
de buna yakın bir takım eşitsizliklere raslamak mümkün. Allah bu adaletsizliği
de kaldırmak, kamu düzenini korumak, herkes için eşit haklar getirerek toplumu
huzura kavuşturmak için yukarıdaki âyetleri indirdi.
Diğer bir tesbite
göre, Yahudi şeriatında kısas kesindir; yani adam öldüren mutlaka öldürülür.
Öldürülenin velisine, affetme yetkisi tanınmamıştır. Nitekim Tevrat'ın Çıkış
bölümü 21/13'de şöyle yazılıdır; «Bir kimseyi vurarak öldüren kimse mutlaka öldürülecektir.
Ama isteyerek olmayıp da Tanrı rasgetirdiyse onun siğınabilmesi için sana bir
yer ta'yin edeceğim. (Sürgün edilmesi gerekir),»
Hıristiyanlarda ise
adam öldürene kısas yapılmaz, diyet ödetilir ve bu kesindir. Diyet kısasa
çevrilemez. Matta İncil'i 5/38'de şöyle yazılıdır: «Göz yerine göz, diş yerine
diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koma ve senin
sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir.»
Kur'ân-ı Kerîm bu
ikisi arasında bir adalet ve de hafifletme getirmiştir. Kısası getirmekle kan
gütme davasını önlemiş, öldürülenin velisine af yetkisi tanımakla insan
hayatına saygı göstermiştir. Yukarıdaki âyetler bu iki gerçeği yansıtmak üzere
indirilmiştir. [278]
«Kölesini öldüreni
öldürürüz. Kölesinin bir organını kesenin aynı organını keseriz. Kölesini iğdiş
yapanı iğdiş yaparız.» [279]
«Öldürülen bir kâfire
karşılık bir Müslüman öldürülmez.» [280]
«(Veli olarak) kime
bir öldürme ya da organ kesilme (olayı) dokunursa, şu üç şeyden birini seçmekte
serbesttir: Kısas uygulamak, affetmek; diyet almak. Bunların dışında dördüncü
bir yol tutarsa, onun ellerini tutun. Bundan sonra kim tecâvüzde bulunursa,
onun için ebedî kalacağı cehennem ateşi var.»[281]
«Diyet aldıktan sonra
katili öldüren adamı ben artık affetmem.» [282]
İslâm Hukuku Kitap ve
Sünnetten kaynaklanan ve kendi başına toplum hayatını düzenleyen, kamu
yararını güven altına alan bir sistemdir. Uygulamada ferde ceza verme yetkisi
tanımaz, cezalandırmayı otoriteye bırakır. Böylece haksız tecavüzieri, keyfi
hareketleri önler.
Kısas bir bakıma özel
hukuk kapsamına girer. Yani fertler arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Eşitlik
ilkesiyle hareket edip zayıfı güçlüye, köleyi efendiye ezdirmez. Milliyeti,
ırkı ve rengi ne olursa olsun herkese adalet nimetini farklılık göstermeden
sunar.
Büyük Müfessir İmam
Kurtubî, kısasta ferde yetki tanınmadığına değinerek diyor ki:
«Öldürme olayında
kısası (misilleme) ancak emir sahipleri (devletin yetkili organları) uygular.
İlim adamlarının bu hususta görüş birliği vardır. Çünkü âyetteki hitap topluma
yapılmıştır. Devlet toplumu temsil eder. Peygamber (A.S.) Efendimiz ile dört
halîfe devrindeki uygulama da bu ölçüde bulunuyordu. Mü'mİnlerin hepsinin
biraraya gelip bu gibi hukukî müeyyideleri uygulamaları mümkün değildir. Onları
temsil eden sultan (devlet gücü) hepsinin adına hükmeder ve kendi bünyesinde
bir özellik taşır.»
İslâm Hukuku ile
pozitif hukuk ve Hammurabi kanunlarından başlayarak Roma Hukukuna gelinceye
kadar ortaya konulan yazılı kanunnameler arasında bazı hususlarda benzerlik
olmakla beraber birçok hususlarda birbirinden farklıdırlar. Bu konuda ciddi
araştırmalarda bulunanlar, hukukun insanla başladığını iddia eder ve Âdem
Peygamberin iki oğlu arasındaki anlaşmazlık, sonra da Kabil'in Habil'i öldürmesi
örnek gösterilir.
Hammurabi Kanunları
ise ancak dört bin yıllık bîr geçmişe sahiptir. Babil medeniyetinin klasik bir
anıtı sayılan bu Kanunnamede de İnsanİarın kanun karşısında eşit tutulmadığı
görülmektedir. Buna bir örnek verecek olursak, kısas konusundaki şu maddeyi
gösterebiliriz : «Oyulan göz, kırılan kof veya diş için suçlu hür insan değilse
kısas (m isi Nem e) kanunu uygulanır. Hür insansa, tazminatla yetinilir.» [283]
Ölüm cezası, işlenen
suçun karşılığı olarak tarih boyunca ibret verici, gözü dönmüş katilleri
durdurucu bir müeyyide niteliğinde kabul edilmiştir. İslâm Hukuku ölüm
cezasını bazı hafifletici sebeplerle belli bir düzeye getirmiş ve kısasın
kesin olmadığını, öldürülenin velisi affettiği takdirde kısasın düşeceğini
bildirmiştir. Böylece İslâm Hukuku bu konuda da bir esneklik prensibine kapıyı
açık tutmuştur. Yukarıdaki âyetle kısastan söz edilirken «Kim (öldürülenin)
kardeşinden az da olsa bağışlanırsa (kısas, düşer).» cümlesi yer alır. Bu,
kısasın kesin ve değişmiyen bir müeyyide ve hüküm olmadığını ortaya
koymaktadır. Anlaşmak ve barışmak el-betteki hayırlıdır. Ne var ki kamu
yararını ve düzenini dikkate alarak, kısas düşünce ağır bir diyet şekli
getirmiştir.
Hafifletici sebepten
söz ederken şunu hatırlatmakta fayda görüyoruz: Bu yetki öldürülenin velisine
verilmiş, hâkime veya otoriteye verilmemiştir. Nedeni gayet açıktır:
a) Öldürülenin velisinde kan gütme arzusunun
sona ermesini, kin ve öfke ateşinin sönmesini sağlar.
b) Bu yüzden arası iyice açılan iki ailenin, ya
da kabilenin birbirine insancıl duygularla yaklaşmalarına kapı açar.
c) Hak ve adalet yerini bulmuştur, düşüncesinin
hakim olmasına ve çevreye ibret dolu bir tablo sunulmasına yardımcı olur.
Bu ve benzeri
nedenlerle birçok gelişmiş ülkelerde, medenî memleketlerde ölüm cezasına
dokunulmamış veya kaldırıldıktan sonra toplum yapısı bu ihtiyacı için için
duyduğundan tekrar getirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre'yi
bunlar arasında gösterebiliriz.
Bugün hâlâ ölüm
cezasının kaikması, ya da kalkmaması veya yeniden getirilmesi hakkında açık
oturumlar, bilimsel toplantılar, ciddi araştırmalar sürdürülmektedir. İslâm'ın
ana Kitab'ı Kur'ân'da ölüm cezası bir müeyyide ve hüküm olarak konulurken bunun
hem hafifletici kapıları açık bırakılmış, hem de felsefesi işlenmiştir. Aklını
hukukî konularda, kamu yararında ve aile huzurunda kullanan ve işleten kişilere
kısasın sebep ve hikmeti açıklanmıştır:
«Kısasta, ey akıl sahipleri sizin için
hayat vardır.»
Şöyle ki: Öldürülen
kişi otorite tarafından ölüm cezasına çarptırılınca kan gütme davası kalkar,
böylece hayat başlar. Birini öldürmek isteyen ve fakat öldürüleceğini hesaba
katarak bu fiilinden vazgeçen kimsenin bu nedenle kendini frenlemesiyle yine
hayat başlar. Ayrıca kamu kesiminde de hayat hakkını ayakta tutmaya neden olur;
eşitlik ilkeleri çerçevesinde ve adalet ölçüleri içinde yerine getirilen kısas ve diğer ölüm cezaları, toplumu bir bakıma eğitir. Şahsî
kin ve intikam duygularını frenler. Böylece yeniden kan dökme fırsatını
ortadan kaldırır, adaletin yerini bulduğu kanaatini doğurur. Genel veya kısmî
bir affa umut bağlayıp cinayet işlemek isteyenlerden bu umudu kaldırır. Devlet gücünün ağırlığını her yerde
kusursuz hissettirir. Cana kıyanın canına
kıyılacağını, ev yıkanın evinin yıkılacağını tereddüde yer bırakmadan
kafalara ve vicdanlara işler. Resûlüllah (A.S.) devrinde bunun mutlu
sonuçlarını kitaplardan okumaktayız. Tatbik imkânı bulduğu cağlarda da
hapishanelerin boş denilecek kadar iyice
tenha kaldığını bilmekteyiz. Günümüzde
Kur'ân'm bu hükmünün
uygulandığı Suudi Arabistan'da hapishanelerde trafik suçlularından başkasının bulunmadığı
yapılan istatistiklerden anlaşılmıştır. [284]
» Mü'minlerin
(Müslümanların) kanları birbirine denktir.» [285]
Bu hadîsle istidlal
eden ve bunu «Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş..»
mealindeki Mâide sûresinin 45. âyetiyle birleştirip hükme dayanak yapan İmam
Ebû Hanîfe ile arkadaşları, Müslüman oldukları takdirde hür, köle karşılığında
kısas edilir, demişlerdir. İmam Sevrî ile İbn Ebî Leylâ da aynı görüştedirler.
Yapılan ciddi araştırmalardan, sahabeden Hazreti Ali (R.A.) ve Tabiînden Saîd
bin Müseyyeb'in de böyle dedikleri tesbit olunmuştur. İlim adamlarından bir
topluluk aynı görüşe katılmamışlardır. Ne var ki birinci ictihad İslâm'ın
eşitlik ilkesine çok daha uygundur. İmam Şafiî, Ahmed bin Hanbel ve İmam Mâlik
in ictihad-ları bu konuda ikincilerin görüşüyle birleşmektedir.
Kâfire karşı Müslüman
öldürülür mü?
Sahih-i Buharî'nin Ali
bin Ebî Tâlib (R.A.)den yaptığı rivayette, Resû-lüllah (A.S.) Efendimizin şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: «Kâfire karşılık Müslüman öldürülmez.» [286]
Bunun aksine Rabia hadîsinde Resûlüf-lah (A.S,) Efendimizin Hayber
fethedildiğinde bir kâfire karşılık bir Müslüman'a kısas tatbik ettiği
belirtilmektedir. Bu durumda iki rivayet arasında bir çelişki mi vardır, yoksa
biri diğerini hükümsüz bırakır ölçüde midir? Hadîs araştırıcıları nakledilen
bu hadîsin «münkati'» olduğunu ve râ-viler zincirinde Beylemânî gibi zayıf
tanınan, bir râvinin tesbit edildiğini ortaya koymuşlardır. O halde birinci
hadîs delil getirilmeye daha uygun ve sıhhat bakımından daha güvenilirdir.
Bir kişiye karşılık
birkaç kişi öldürülür mü?
Yine Sahîh-i
Buharî'nin İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı sahih rivayete göre, birkaç kişi bir
erkek çocuğu aldatıp bir yere götürerek öldürmüşlerdi. İkinei Halîfe Hazreti
Ömer (R.A.) öldürme olayını ortaklaşa yaptıkları gerekçesiyle hepsinin kısasa
tabi tutulmasını, yani hepsinin idam edilmesini emretmiş ve sonra şöyle ilâve etmiştir:
«San'a halkının hepsi bir adamı öldürmekte ortaklaşa hareket etse, yani hepsi
toplanıp bir adamı öldürse, hiç tereddüt etmeden hepsini de ölüm cezasına
çarptırırım!»
İmam Mâlik'in Muvatta'
adlı eserinde de buna yakın bir rivayet vardır.
İmam Ahmed bin Hanbel,
«Cana can, göze göz....» âyetine dayanarak, bir kişiye karşılık bir cemaatin
öldürülemiyeceğini söylemiştir. Çünkü âyet eşitliği ve denk bir karşılığı
getirmiştir.
Oğluna karşılık babası
kısas edilir mi?
Baba kasden ve bilerek
oğlunu öldürdüğü takdirde hüküm nedir? Şafiî ve Hanefî imamlarına göre sadece
diyet gerekir. Çünkü sevgi daha çok aşağıya iner. Bir baba isteyerek oğluna
kıymaz. Genel kaide budur. İstisnaî olaylar bu kaideyi bozmaz. İmam Mâlik'e
göre, baba bile bile oğlunu, özür ve şüpheye yer vermiyecek şekilde öldürürse
kısas gerekir. Ahmed bin Hanbel'e göre kısas gerekmez, diyet gerekir. Çünkü
İkinci Halîfe Ömer (R.A.), oğlunu öldüren adamı öldürmedi, fakat ona ağır bir
diyet yükledi. [287]
Diğer bir husus da,
ayetin başlangıcı, genel anlamı özellemez. Bu bakımdan hürrün köle, erkeğin
kadın karşılığında kısas edilmesi âyetin maksadına ters düşmez. Kadının erkek,
erkeğin de kadın karşılığında kısas yollu öldürülmesi bütün müctehit imamlar
tarafından kabul edilmiştir. Çünkü kısasla ilgili diğer âyetler, yukarıda
konumuzun özünü oluşturan âyeti açıklamaktadır. Biri müfesser, diğeri müfessir
durumunda sayılır. Çünkü eşitlikten maksat, can eşitliğidir, cinsiyet ve sıfat
eşitliği, ya da hürlük ve kölelik eşitliği değildir. «Cana can...» bu
ihtimalleri kaldırmaktadır. Hem hayat hakkı hepsi için aynı ölçü ve
anlamdadır. Özellikle Hanefî imamları bu konu üzerinde durmuş ve eşitliğin ean
eşitliği olduğunu isbata çalışmışlardır. [288]
İslâm Dini, tamamen ilâhî olduğundan hayatı
korumaya ne kadar önem veriyorsa, onu devam ettirmeye de
aynı ölçüde önem verir. Hayat hakkının son derece saygıdeğer olduğunu söyler.
Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suç
ve cinayet olduğunu vurgular. Bu nedenle anne kendisini hayatının sonuna kadar
öz çocuğuna verir. Gerekirse onu kurtarmak için kendini feda eder.
Karı-ko-canın uyum içinde birarada yaşaması ailenin devam etmesini, huzur ve
sevinç içinde varlıklarını
sürdürmesini sağlar. Başka
bir canlıya hayat hakkı vermek
insanın ruhunun derinliklerine işlenmiştir. Bu bakımdan haksız yere öldürülen bir kişiye
herkes üzülür ve katilin ceza görmesini arzular. Ama toplumun huzur içinde
yaşama şansına engel olan, davranışlarıyla aile ve toplumu devamlı huzursuz
eden, vücutta kangren olan bir organ durumuna gelen bir' insanı ne yapmak
gerekir? Tedavisi mümkün olmayan bir organı kesip atmaktan başka çare yoksa,
elbetteki, diğer organları ve vüeudun diğer
kısımlarının yaşayabilmesini
sağlamak için onu kesmek gerekir. İslâm hem kollektif yaşayışımızı, hem
de ferdî hayatımızı idame ettirmemizi emreder. Bu nedenle düşüncelerimizi
Kur'ân'ın yüksek ahlâk ölçüleri içinde düzene sokmamız, davranışlarımızı
başkasının zararına yönelmeden disipline etmemiz; insanlıktan yana sevgi, merhamet
ve şefkat duygularımızı Peygamberirhizin (A.S.) yüce Sünneti doğrultusunda
geliştirmemiz toplum halinde millet olarak yaşamamızın değiş-miyen yoludur. Bu
yolu hiç kimsenin dikenlerle
kapatma hakkı yoktur. Düşüncesini, duygularını idare
edemiyen, çılgınca yaşamayı, çevresin'r hiçe sayıp sınırsız hürriyet içinde
aklının estiği gibi davranmayı hayatın tek yolu olarak gören; cehaletinden
gelen bir tuğyanla ean yakan, kan döken, haklara el uzatan ve her yönüyle
toplum içLn zararlı duruma gelen kimseyi uslandırmak yine toplumun görevidir.
Bu uslandırma kan dökmeden önce başvurulacak ilk çaredir. Haksız yere dökülen
bir kan varsa, uslandırmanın en etkili yolu ve yöntemi, öldürülenin velilerini
tatmin için kısastır. Bu, yukarıda belirttiğimiz gibi artık işe yaramıyan ve
bırakıldığı takdirde vücuda zarar veren bir organ durumundadır.
«Kısasta, ey akıl
sahipleri sizin için hayat vardır.»
Âyeti, belirtilen
gerçeği hatırlatır; insanı uslandırma yolunu en iyi bilen Allah'ın yine
İnsanlıktan yana topluma mutluluk va'deden emrini sağduyunun ölçüsüne getirir. [289]
Yukarıdaki kısas
âyetleriyle öldürülme olayından söz edilmekte ve misillemede toplum için hayat
nimeti bulunduğuna dokunularak kamu düzeninin, toplum ev aile yararının,
fertlerin huzur içinde yaşamasının önemine dikkatler çekilmektedir.
Aşağıdaki âyetlerle,
ölmek üzere olan veya kısas hükmüyle cezalandırılmak üzere bulunan kimsenin
vasiyet etmesi, ömrünün son demini hayır ve iyiliklerle kapaması tavsiye
ediliyor ve yapılan bir vasiyyetin değiştirilmesinin ağır bir vebal taşıdığı
belirtiliyor. Böylece iki âyet arasındaki ilgi, ölüm ve öldürme, ölüm cezasına
çarptırılma olayından doğmaktadır. [290]
180— Birinize ölüm geldiğinde, bir hayır (çokça
mal) bırakaçaksa, ana - babaya, yakınlara uygun ve meşru'
bir biçimde vasiyette bulunması,
-Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara yerine getirilmesi bir hak olmak
üzere- size farz kılındı.
181— Artık vasivyeti işittikten sonra onu kim
değiştirirse, günah ve vebali değiştirenler üzerinedir. Şüphesiz ki Allah
işitendir, bifendir.
182— Kim de vasiyyet edenin hatâya düşüp
haksızlığa kayacağından veya günaha gireceğinden endişe eder de ilgililerin arasını düzeltirse, ona hiç bir günah yoktur. Allah
çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
«Allah şüphesiz her
hak sahibinin hakkını vermiştir. Bu
bakımdan hiçbir vârise vasiyyet yoktur (caiz değildir).» [291]
«Yanında (mal, emanet
ve borç gibi) bir şey bulunur da onu vasiy-
di îbn Mâce : Enes bin Mâlik (R.A.)den - Ebû
Dâvud/vasaya: 5- Daremî/ vasaya: 28
yet etmek ister, fakat
üzerinden iki gece geçtiği halde (vasiyyet etmezse uygun olanı yapmamış olur).
Ama onun için uygun olan, vasiyyetîni yazılı olarak yanında bulundurmasıdir.» (1)
Büyük sahabi Sa'd
Hazretleri, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek şöyle dedi:
— Malım var ama mirasçım olarak yalnız bir
kızım bulunuyor. Bu durumda matımın üçte ikisini vasiyyet edeyim mi?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ona :
— Hayır, diye cevap verdi ve aralarında şu
konuşma oldu ;
— O halde yarısını vasiyyet edeyim?
— Hayır.
— Üçte birini...?
— Üçte biri de çoktur. Çünkü vârislerini zengin
ve doygun bırakman, onları insanlara el açan fakirler halinde terketmenden
hayırlıdır. [292]
«Doğrusu erkek ve kadın
altmış yıl Allah'a itaat üzere amel ettikten sonra ölüm kendilerine gelince
vasiyyet hususunda zararlı bir tutum içine girerler de cehennem kendilerine
vâcib olur.» [293]
«Vârise vasiyyette
bulunmak yoktur.» [294]
İslâmın ilk yıllarında
ölmek üzere olan bir Müslümanın ana-baba sına ve yakınlarına vasiyyet etmesi
farz kılınmıştı. Çünkü cahiliyye devrinde halk kendi yakınlarından fazla uzak
akrabaya vasiyette bulunur; bununla daha çok isim yapmak, tanınmak, şeref ve
itibar kazanmak gibi nef-sanî aruzlarını tatmine çalışırlardı. Yakınları fakir
de olsa onlara vasiyet etmezlerdi. Bunun üzerine Allah bu kötü âdeti kaldırmak
için yukarıdaki âyetleri indirdi. [295]
İslâm'ın ilk
yıllarında cahiliye devrinin kötü âdetlerinden birini kaldıran bu âyet, önce
ana-babaya ve yakınlara vasiyette bulunmanın farz olduğu hükmünü taşıyordu.
Sonra miras âyeti inip her hak sahibinin hakkı belirlenince bunun hükmü
kaldırıldı.
İşte birçok
tefsircilerimiz ve ilim adamlarımız âyetin mensûh olduğunu bu açıdan ele alıp
değerlendirirler. Ama ilim adamlarımızdan bir kısmı ise, âyetin mensûh
olmadığını, yani hükmünün kaldırılmadığını sadece Nisa süresindeki miras
âyetleriyle tefsîr edildiğini, bunun müfesser, diğerlerinin müfessir ölçü ve
anlamında bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bazı ilim adamları da aynı görüşü
savunarak âyetin muhkem olduğunu ve kelime dizisi itibariyle genel bir anlam
taşıdığını, fakat maksat ve amaç itibariyle Müslüman olmayan veya köle kaydı
altında bulunan ana-baba ve bir de vâris olmayan yakınlar hakkında bir hüküm
taşıdığını söylemiştir. Dahhak, Tavus, el-Hasen ve Taberî de aynı görüşte
olanlar arasında bulunuyor. Bunlara göre, vâris olmayan yakınlara vasiyyet
caizdir. Ne var ki miras olarak bırakılan mal çok denilecek bir nisbette
olmalıdır. Âyetin daha çok gayr-i müslim olan ana-baba ile ilgili bulunduğu
yorumunda olanlar ise, şu âyeti de delil olarak getirirler:
«İnsana, ana
babasına iyi davranmasını,
güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik.» [296]
İlim adamlarımızın
çoğuna göre, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu âyet. Nisa süresindeki miras
âyetiyle hükümsüz kılınmıştır. Allah Nisa süresindeki âyetlerle her hak
sahibinin hakkını belirlediği için artık vârislere vasiyetin yapılamıyacağı
kesinlik kazanmıştır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bunu açıklayarak :
«Vârise vasiyyette bulunmak yoktur.» buyurmuştur. [297]
Ömrün sonunun iyiye
gitmesi, hayra yönelmesi; ibâdet, zikir ve asil düşüncelerle değerlendirilmesi,
diyebiliriz ki Allah'ın insana büyük bir lûtfu ve özel bir ilgisidir. Konumuzun
özünü oluşturan âyette bilhassa ölüm
İnsan hayatında sosyal
faaliyetin yeri ve değeri hiç bir zaman küçümsenemez. İnanmış faziletli
kişiler, bulundukları toplulukta, sahip oldukları ve eriştikleri meziyetleri,
kıymetleri çevrelerindeki insanlarla paylaşanlardır. Toplum her devirde bu
faziletlere muhtaçtır. Yetişmekte olan yeni kuşağa başkası için de çalışmanın
zevkini ancak bu ölçüde olanlar verebilir. Diyebiliriz ki, en bozuk
toplumlarda bile kendini insanlığa adamış faziletli kişilerin, hayra yönelmiş
bahtiyarların, başkasının ısdırabını paylaşmaya çalışan asil ruhların değeri
bilinir. Bu değer, bozulmuş toplumun devası, meydana gelen zedelenmenin onarma
unsurudur.
Cemiyet bünyesinde büyük
kahramanlara, ülkeyi kurtaran kıymetli devlet adamlarına gösterilen saygının
bir benzeri, iyilikten yana olanlara, hayır kurumlarını meydana getirip
insanlığın hizmetine sunanlara gösterilir.
İçinde fazîlet
kaynaklarının kuruduğu bir millet, ya da toplum her şeyini kaybetmiş sayılır.
Bunun için Cihan Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.) insanlığa bu faziletleri
yetiştirmenin en yüksek düzeyine çıkmış ve dünya tarihinde bir benzeri
görülemiyen salih kişileri kendi mektebinde yetiştirmiştir. Yaşlandıkça olgunlaşan
insanlara sosyal hizmetlerin en verimli yollarını acarken kendi günlük
yaşantısında bunların sayısız modellerini sunmayı ihmal etmemiştir.
«İnsanların hayırlısı, insanlara yararlı olanıdır» [298]sözü,
yüksek bir anlam, derin bir mâna yansıtmaktadır.
Sık sık «Allahım!
Tenbellikten, gevezelikten, cimrilikten, korkaklıktan, çok yaşlanmaktan ve
ömrün en rezil devresinden (bunama, aklî dengenin bozulması, nefsin azması,
hayır ve iyiliğe karşı nefret duyulması devresi) sana sığınırım» [299]diye
duâ edip gözyaşı akıtması bize çok şey öğretmektedir, [300]
Yukarıdaki âyetlerde
adam öldürmenin hükmünden, kısas ve bağışlamaktan söz edildi. Bu tür
tecâvüzlerin daha cok cehaletten ve nefsi terbiye etmemekten ileri geldiğine
işaret edildikten sonra, sağlam iman ve faziletin hem sahibine, hem de
çevresine mutluluk, huzur ve hayır sağlayacağı ömrünün son demlerinde bile
hayır ile vasiyette bulunacağı en ölçülü ve anlamlı sözlerle anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle ise nefsi terbiye etmenin yolu ve yöntemi belirtiliyor. [301]
183— Ey imân
edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde
farz kılındı. Olur ki korunup sakınırsınız.
184__Sizden kim hasta,
ya da yolculuk halinde bulunursa, (tutamadığı) günler sayısınca diğer günlerde
tutar, (Fazla yaşlılıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı)
oruç tutmaya güç getiremiyen-lere bir yoksulu (sabah-akşam) doyuracak fidye
gerekir. Kim de gönülden (fidyeyi artırıp) hayır yaparsa, bu onun için daha
iyidir. Bununla beraber oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için hayırlıdır.
İslâm'ın ilk
yıllarında her ay üç gün oruç tutulurdu. Bizden önceki ümmetlerin de aynı
sayıda oruç tuttuğu söylenir. Muaz bin Cebel, İbn Mes'ud ve İbn Abbas (Allah
hepsinden razı olsun) gibi Ashabın ileri gelenlerinden yapılan rivayete göre,
Nuh Peygamberden Resûlüllah (A.S.) Efendimize kadar gelip geçen bütün
peygamberler ve onların ümmetleri her ay üç gün oruç tutmuşlardır. Allah (C.C.)
bunu yukarıdaki âyetle hükümsüz bırakarak sadeoe Ramazan ayının tamamında oruç
tutmayı farz kıldı. [302]
«İslâm beş (esas)
üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka İlâh olmadığına, Muhammed (A.S.)ın
Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan
orucunu tutmak ve haccetmek..» [303]
«Âdem oğlunun her
ameli kendisi içindir; ancak oruç değif, çünkü oruç Benim içindir ve onun
karşılığını ancak Ben veririm.» [304]
«İbn Abbas (R.A.)
diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'ye gitmek üzere Medine'den hareket
etti. Bu sırada Ramazan ayında bulunuyorduk. Mekke'ye 43 mil kala USFAN
mevkiine gelince su istedi. Getirilen suyu herkes görsün diye eliyle yukarıya
kaldırdı ve sonra içti. Böylece Mekke'ye varıncaya kadar oruç tutmadı.» [305]
«Kim inanarak ve
karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş
günahları (kul hakkı hariç) bağışlanır.» [306]
«Oruç sabrın
yarısıdır.» «Oruç bir sütre ve
kalkandır.» [307]
«Kutsal savaşa
çıkın ki ganimet elde edesiniz.
Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız. Seyahata çıkın ki zengin
olma imkânına kavuşasınız.» [308]
Cebel oğlu Muaz (R.A.)
diyor ki:
— Namaz ve oruçtan
herbiri üçer devre geçirmiştir.
Namazın üç devresi :
1. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret
ettiklerinde on yedi ay Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek namaz kıldı. Sonra
kıblenin değiştirildiği hakkındaki âyet inince artık Mekke'de kurulan ve ilk
mâbed olarak tarihe geçen Kabe'ye yüzçevirip namaz kıldılar.
2. Ashab namaz için toplanır, birbirine vaktin girdiğini
duyurmaya çalışırlardı. Neredeyse bu konuda Hıristiyanlar gibi çan
çalmaya başlayacaklardı. (Böylece bir fikir ortaya atılmıştı). Sonra Ansar'dan
Zeyd oğlu Abdullah (R.A.), ezan ile
ilgili gördüğü rü'yayı Resûlüllah
(A.S.) Efendimize anlattı, Zaten
Resûlüllah Efendimize de aynı ölçü ve anlamda işaret verilmişti. Bilâl'ı
çağırıp ezan okumasını emretti. Aynı rü'yayı Hattab oğlu Ömer (R.A.)
degörmüştü. Böylece namaza ikinci devre olarak ezan ile davet başladı.
3. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ashab-ı
Kirâm'dan önce Mescid'e gelip namaza hazırlanırdı. Arkadan gelen Ashab, namaz
kılmakta olan kardeşlerine kaç rek'at kıldıklarını sorar, aldıkları işarete
göre namazlarını tamamlarlardı. Cebel oğlu Muaz (R.A.) bir gün geç geldi. Hiç
kimseden kaç rek'at kılındığını
sormadı. Niyet edip Resûlüllah
(A.S.) Efendimize uydu.
Resûlüllah (A.S.) selâm verince, o da
kaç rek'ate yetişemediğini anladı ve
kalkıp ona göre namazını tamamladı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
şöyle buyurdu : «Muaz size bir sünnet öğretti, artık onun yaptığı gibi yapın!»
Orucun Üç Devresi
1.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde her ay üç gün oruç
tutardı. Sonra Ramazan orucunun farz olduğu bildirildi, Ancak oruç tutmaya güç
getirenler oruç tutmak veya bir yoksulu doyurmak arasında serbest bırakıldı.
2. «Kim
bu ay'a (ramazana) hazır olursa oruç tutsun» [309]mealindeki
âyet indirilerek bu serbesti kaldırıldı. Eyleşik olup da sağlığı yerinde
bulunana oruç tutmak farz kılındı. Hasta ve yolcu için ruhsat verildi. Oruç
tutmaya güç getiremiyen yaşlıların ve iyileşmesi umulmayan hastaların ise, her
gün için bir yoksulu doyurmaları, bir kolaylık olarak belirtildi.
3. Ramazan orucu farz kılındığında Ashab-ı Kiram
akşam iftarından sonra uyumadan önce yer, içer ve cinsî yaklaşmada
bulunurlardı. Uyuduktan sonra fecir doğmadan uyansalar bile bir daha yiyip
içmez ve cin-sî yaklaşmada
bulunamazlardı. «(Ramazan'da)
Oruç (tuttuğunuz günlerin) geoesi
kadınlarınıza cinsel yaklaşmada bulunmanız size helâl kılındı.» [310]mealindeki
âyet inince bu sıkıntı kalkmış oldu.
Dağfel bin Hanzele'nin
(R.A.) Resûlüllah (A.S.)dan yaptığı rivayete göre: Hıristiyanların da yılda bir
ay oruç tutmaları kendilerine farz kılınmıştı. Hükümdarları hastalanınca, şifa
bulduğu takdirde buna on gün daha ilâve edeceklerini adamışlardı. Hükümdarları
iyileşti ama ağzındaki ağrı kesilmedi, devam etti. Bundan da kurtulursa
oruçlarını, yedi gün daha ilâve etmek suretiyle 47 güne çıkaracaklarını
adadılar. Hükümdarın ağzı iyileşince adaklarına uydular. Başka bir hükümdarları
ise orucu bahar mevsimine alıp 50 gün olarak tamamlanmasını emretti. Onlar da
buna uyarak her yıl bahar mevsiminde 50 gün oruç tutmaya başladılar. Ne var ki
onların tuttuğu bu oruçla Müslümanların tuttuğu Ramazan orucu arasında hem
sayı bakımından, hem de sıfat ve şart bakımından bir takım farklar vardır.
Tabiînden Hasan Basrî ile Müfessir Süddî de aynı rivayeti benimsemişlerdir.
İlim adamlarımızın çoğu ise, ayda üç gün oruç tuttuklarına ait rivayeti daha
sıhhatli bulmuşlardır.
Bazı ilim adamlarına göre
ise, her ümmete otuz gün oruç farz kılınmıştır. Ne ^/or ki onlar buna bir gün
başında, bir gün de sonunda ilâve yapa yapa onu 50'ye çıkarmışlardır. Bu
nedenle şek günü (Ramazan olup olmadığı kesin bilinmeyen günde) oruç tutmak
mekruh sayılmıştır. [311]
«Oruç sizden
öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde farz kılındı.»
Bu, farzın farza
benzetilmesi anlamınadır. Yani bizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi
oruç bize de farz kılındı. Bu nedenle âyetteki benzetme orucun niteliğini,
niceliğini ve gün sayısını içermemektedir. Nitekim Büyük Müfessir İmam Kurtubî
de bu benzetmenin vücubun aslına dönük bulunduğunu, vakit, sayı, nicelik ve
nitelikle ilgili olmadığını kaydetmiştir. Ayrıca Cebel oğ. Muaz (R.A.) ile
Tabiîn'den Ebû Rebah oğlu Ata'dan da, âyetteki benzetmenin sadece orucun farz
kıltnışıyla ilgili olduğunu, sıfat ve sayıyla bağlantılı bulunmadığını yansıtır
ölçüde sahih bir rivayet yapılmıştır. [312]
Oruç hemen hemen her
ümmet ve millette bir ibâdet türü olarak yer almış, daha çok Tanrıya yaklaşma
ve nefsi terbiye etme anlam ve duygusu içinde yapılagelmiştir. Eski
Mısırlıların, Yunanlıların, Romalıların oruç tuttukları bilinmektedir. Bugün
hâlâ Hinduların kendilerine has nitelikte oruç tuttukları tesbit edilmiştir.
Değişmesine rağmen
elimizdeki Tevrat nüshalarında orucun farziye-tine delâlet eden açık bir belge
yoksa da orucu ve bu ibâdeti yerine getirenler hakkında bir takım Övgüler
vardır. Musa Peygamberin 40 gün oruç tuttuğu rivayet yoluyla sabit olmuştur. Bu
nedenle orucun belli bir ibâdet olarak süregeldiğini ve dinlerin esasta
birleştiğini görmekteyiz. Çünkü semavî dinlerin hepsi aynı kaynaktan gelmedir.
Yahudiler de Ori-şelim(Yeruşalim)'in yıkıldığı tarihi hatırlayarak bir hafta
oruç tutarlar.
Hıristiyanlara
gelince, İncil'de orucun farz kılındığını açıklayan bir belge mevcut değildir.
Zekeriya bölümünde onun beşinci ayda perhiz etmesinden söz edilir. Ayrıca yine
bu bölümün yedinci kısmında şu ifadeler yer alır: «Bu yetmiş yıldır, beşinci
ayda ve yedinci ayda oruç tuttuğunuz ve dövündüğünüz zaman bana mı, benim için
mi oruç tuttunuz? Ve yediğiniz zaman ve içtiğiniz zaman kendiniz için yemiyor
musunuz?» [313]
MATTA İncil'i 6/16
bölümünde oruçla ilgili şu sözler yer almaktadır : «Ve oruç tuttuğunuz zaman,
ikiyüzlüler gibi surat asmayın; zira onlar oruç tutuklarını insanlar görsünler
diye, suratlarını asarlar. Doğrusu size derim : Onlar karşılıklarını aldılar.
Fakat sen oruç tuttuğun zaman, başına yağ sür ve yüzünü yıka; tâ ki, insanlara
değil, gizlide olan Babana oruçlu görünesin ve gizlide gören Baban (Rabbin)
sana ödeyecektir.»
Görülüyor ki İncil'in
birkaç yerinde oruç ibâdetinden ve onun sırf Allah için yerine getirilmesinden
söz edilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'deki
oruçla ilgili âyetler, Tevrat ve İncil'in oruç konusunda da değiştirilen
belgelerini düzeltmekte ve bu ibâdetin diğer ümmetlere de farz olduğunu
belirtmektedir. [314]
Oruç, namaz gibi
hayatı disipline eden önemli bir ibâdettir. Allah'ın hoşnudluğuna erişmek, O'na
yakın olmak için insanın kendi irâdesini ölçülü ve anlamlı biçimde kullanarak
yemek, içmek ve benzeri ihtiyaçları yerine getirmekten belli bir süre nefsini
alıkoyması, bir bakıma melek-leşmeğe yönelmesidir. Bu nedenle diyebiliriz ki
oruç, irâdemizin en büyük terbiyecisi, vicdanımızın en usta geliştiricisidir.
Allah'a olan imânın ve O'nun yüceliğini için için duymanın bahtiyarlığı; içten
dışa, dıştan içe akseden ilâhî sevgi ve saygının belirtisidir. Allah ile
beraber olmanın derin anlamını, O'na kul olmanın yüksek zevkini oruç gönüllere
işler, namazla birleşip bunu bütünleştirir.
Namaz ve oruç gibi
yüksek değer taşıyan ve derin anlamı olan iki ibâdet tam bilinçli yapılır,
yerine getirilirse, şüphe yok ki insanı olgun-laştırır. Haram ve şüpheli
lokmanın kapıdan içeri girmesine, mideye inmesine engel olur. İnsan haklarına
el uzatmayı bir tarafa bırakalım, o hakları en güzel ölçü ve biçimde korumayı
öğretir. O bakımdan denilmiştir ki ; Oruç, olgun insan olmanın tezgâhı,
hayırhah kişi olmanın potasıdır.
Helâl kazanç te'min
etmenin huzurunu gönüllere estirir. Vicdan serinliğini sağlar. Sofra başında
helâl ve temiz bir lokmanın verdiği vicdan huzurunu insan hiç bir yerde
duyamaz. Allah'ın lütfettiği nimeti O'nun mülkünde, O'nun denetimi altında
Besmele çekerek yemek ve hamde-dereK kalkmak kadar asil bir davranış var mıdır?
Aile büyüğünün bu davranışı, terbiye okulunun en yetiştirici ve eğitici
maddesini oluşturmaz mı? Çocuklara bundan daha güzel bir terbiye vermek mümkün
müdür? Oruçlu bulunan baba ve annenin sofra başına oturup, «Allahim sana
hamdol-sun, bugün de bize helâl bir rızık verdin. Ruhumuzu karartan,
vicdanimizi kirleten haram ve insan haklarından bizi korudun. Sana ne kadar
şükret-sek yine azdır.» diye dua etmeleri, en güzel öğüt değil midir? [315]
«Olur ki korunup
sakınırsınız.»
Toplumun dert ve
ıstırabını paylaşmak; fakir ve yoksulun sıkıntı ve ihtiyacını gidermek üstün
bir fazilettir. Bunu ancak merhamet duyguları gelişmiş insanlar yapabilir.
Faziletin kaynağı, sağlam bir imândan sonra, insan sevgisiyle içice
bulunmaktır. Oruç bu sevgiyi en derin anlamıyla gönüllere ve dimağlara işleyen
müstesna bir ibâdettir. Bunun için her ümmete farz kılındığından söz edilmekte,
insanlık için nasıl bir rahmet kapısı açtığına dikkatler çekilmektedir. Namaz
ne kadar cemiyet ve cemaatle kaynaşmayı, onlarla bütünleşme şuurunu
geliştirirse, oruç ta o nisbette toplumla ilgi kurmayı, sosyal adaleti
sağlamayı, kaynaşıp bütünleşmeyi; fakirle zengin arasındaki açıklığı, Allah'a
kul, Muhammed'e (A.S.) ümmet olmanın eşitliği içinde kapatmayı gerçekleştirir.
Oruç, Allah'a yakın
olmanın verdiği derin bir zevk ile Allah kullarını sevip saymanın en ölçülü
terbiyesini verir. İnsana saygınlık ve kişilik kazandırır. Böylece insan
toplumun kopmaz bir parçası, tamamlayıcı bir elemanı olmanın bilincine erişir.
Sık sık oruç tutan ve
kendisine hediye olarak sunulan süt ve hurma gibi gıda maddelerini ağzına
koymadan fakir ve yoksul arkadaşlarına veren Cihan Peygamberi Hazreti Muhammed
(A.S.)ın bu düşünce ve duygusunu kelimeyle anlatmak mümkün müdür? Aç bir
fakiri doyurmanın verdiği vicdan huzuru ve gönül rahatlığı hangi kelimelerle
anlatılabilir? Hele Hazreti Muhammed (A.S.) gibi bir rahmet peygamberinin
toplumu eğitmesinde gösterdiği bu asi! davranışların altında nasıl yüksek bir
gayenin yattığını düşünüyor muyuz? Millet bünyesinde yetişen aydınlarımız
böylesine asil ve insanlıktan yana temiz düşüncelerle, rahmet fışkıran bir
gönül, ıstırap içinde kıvranan fakirler ve düşkünler için acıyan bir vicdanla
kendilerini donatıp sahneye çıksalardı, ne anarşiye yer kalır, ne de insanlar
birbirinin kanını emmeye çalışırdı.
Orucun bir başka
yararı da, ticarî ilişkilerimizde ve diğer beşerî münasebetlerimizde bize yön
vermesi, kendimiz için sevip hoş gördüğümüz şeyleri vatandaşlarımız için de
sevip ve hoş görmemize yardımcı olmasıdır. Zira oruç, insanî duygularımızı bu
konuda hem geliştirir, hem de harekete geçirir. Zaten olgun bir insandan
beklenilen bu değil midir? [316]
Savın ve siyam'ın
karşılığında kullandığımız oruç. bir bakıma dinî perhiz olup belirli günlerde
belirli bir süre yiyecekten, içecekten, cinsel ilişkiden, insanda uyarıcı
te'sir yapan sigara ve benzen maddelerden ve bunların verdiği zevkten belli bir
amaç (ilâhî rızaya erişmek) için sakınıp vazgeçmektir. Görülüyor ki oruç
nedeniyle yapılan perhiz sadece günün belirli saatlerinde yapılmaktadır.
Bünyeyi sarsmayacak, kansızlığa yol açmayacak ölçüde olan bir perhiz -midede
ciddi bir rahatsızlık yoksa-mutlaka yararlıdır. O halde gelişigüzel bir perhiz yarar
yerine zarar verir. [317]
Dinî kurallarla
birlikte sağlık kurallarına da uyularak yılda bir ay oruç tutmak, gerek ruhsal,
gerekse bedensel açıdan yararlı olduğunu din âlimleri kadar, tib bilginleri de
kabul etmişlerdir. O bakımdan otuz gün belirli saatlerde tutulan oruç ibâdeti
sırf sağlık veya hastalıkla ilgili olan perhizle karıştırılmamalıdır. Çünkü bir
ay süreyle vücudu besleyici Ölçüde proteinli ve vitaminli maddeleri almadığımız
takdirde sağlık durumumuz hızla bozulur; deride buruşma göze çarpar, başta bir
dönme ve sersemlik belirir; zayıflama ve kalp atımında yavaşlama başlar. Gözler
anlamsız bakar; mikroplanmaya karşı vücut direncini kaybeder.
Aynı zamanda büyük bir
tabib olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Allah'tan aldığı emir ve tavsiye
üzerine oruç tutan mü'minlerde bu gibi hallerin meydana gelmemesi ve ibâdetin
ruhsal gelişmeyi, bedenî güçlenmeyi, ahlâkî olgunlaşmayı yeterince sağlaması
için hem akşamları kâfi miktarda gıda almayı, hem de sahura kalkmayı kuvvetli
sünnet kılmış; iftar etmeden üstüste oruç tutmayı mekruh ve yararsız saymıştır.
İşte bu sünnete
uyularak Müslümanların Ramazanda farklı ve çeşitli zengin sofra hazırlaması,
fakirlere de bu hususta yardım elini uzatması, vücudun günlük besin ihtiyacını
yeteri kadar karşılamaktadır. O nedenle oruç ibâdeti sağlığımız açısından da
çok yararlı ve dinlendiricidir. Çünkü midenin dinlenmesi metabolizma
bozukluklarını ve bunun sonucu ortaya çıkan bazı hastalıkları önler veya tedavi
eder. Yani metabolizma bozukluklarını önlemede yardımcı etken olur. Lüzumundan
fazla yağlı maddeler yemekten dolayı metabolizmadaki rahatsızlık; yağlı cisimlerin
dokularda toplanmasının yol açtığı hastalıklar, kısmen de olsa oruçla normale
dönme imkânına kavuşur. Daha doğrusu bu konuda hekimin de verdiği ilaca
yardımcı olur.
Bunun için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz «Mideyi yemek ve içmekle tı-kabasa doldurmaktan sakının. Çünkü
fazla yemek bedeni bozar, hastalığa neden olur, namaza karşı gevşeklik
doğurur. Yeme ve içmede ortalama bir yol takip edin. Çünkü böyle yapmanız
vücudu düzeltir; hem lüzumsuz harcamadan uzak tutar. Aynı zamanda Al.jh
yağlanmış şişman bedeni sevmez. Kişi şehvetini dinine tercih etmedikçe helak
olmaz.» [318]
«Ademoğlu karnından
(mide) daha zararlı bir kap doldurmamıştır.» [319]
«Ümmetim hakkında endişe
duyduğum şey, karın (göbek) büyüklüğü, uykuya devam etmek, tembellik ve inanç
zayıflığıdır.» [320]buyurmuştur. [321]
Yukarıdaki âyetle,
orucun bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış bedenî bir ibâdet olduğundan
söz edildi; kötülüklerden sakınmada Allah korkusunu derin saygı havası içinde
gönüllerde üstün kılmada orucun yüksek anlamdaki tesirine işarette bulunuldu ve
hastalık, yolculuk ve yaşlılıktan dolayı güç getirememe gibi nedenlere
dokunularak, ibâdetin şahsın gücüne ve sağlık durumuna paralel yürütülmesi
gereği belirtildi.
Aşağıdaki âyetle oruca
zaman süresi olarak belirlenen Ramazan ayına dikkatler çekiliyor; kutsallığın
zaman kavramında değil zaman içinde meydana gelen önemli ve yararlı olaylarda
olduğu üzerinde durularak bu konuda bir ölçü sunuluyor ve sonra teklif edilen
ibâdetlerle, verilen ilâhî emir ve yasaklarla sadece kolaylık irâde edildiği,
güçlük istenmediği özellikle belirtiliyor. [322]
185— (O
sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, içinde Kur'ân, insanlara doğru yolu gösterici
ve doğru yolun, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırıcı belgeleri olarak
indirildi. Artık sizden kim bu ay'a hazır olursa, oruç tutsun. Kim de hasta
olur veya yolculuk halinde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer
günlerde (kaza etsin). Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. (Bu
kolaylığı) sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterip başarılı kıldığı için O'nu
ululamanız İçindir. Olur ki şükredersiniz.
«Allah şüphesiz
Ramazan orucunu size farz kıldı, ben de (teravih) namazını sünnet kıldım. Kim
inanarak, karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç tutar, namaz
kılarsa, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından çıkar (temizlenir.)» [323]
«Kim (yolculuk
halinde) iftar ederse, bu uygun ve güzeldir. Kim de oruç tutarsa, ona bir vebdl
ve günah yoktur.»[324]
«Allah'ın size ruhsat
verdiği hususa gerekli olun, (O'nun ruhsatına uyun).» [325]
Hamza b. Amr
el-Eslemi, Peygamber (A.S.) Efendimize sordu:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben çok oruç tutan bir
kimseyim; yolculukta oruç tutayım mı?
Peygamber (A.S.) ona
şu cevabı verdi:
— Arzu edersen, tutabilirsin, ister iftar
edersin. [326]
«Şüphesiz dininizin
(ve dindarlığınızın) en hayırlısı en kolay olanıdır.» [327]
«Kolaylaştırın
zorlaştırrnayın; teskin edin, nefret ve bıkkınlık vermeyin.» [328]
«Müjdeleyin, nefret ve
bıkkınlık vermeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırma-yın. Birbirinize uyun (uyum
içinde olun) uyuşmazlığa düşmeyin.» [329]
«Batıldan uzak, Hakk'a
yönelik koskolay bir din ife gönderildim.» [330]
Konumuzun özünü,
mayasını oluşturan âyetle, Kur'ân-ı Kerîm'in Ramazan ay'ında indirildiği
bildiriliyor. Tefsirlerle hadîsler, Kur'ân'ın tamamının Ramazan'da Kadir
Gecesi'nde Levh-i Mahfuz'dan Dünya Seması'na Beytülizzet'e indirildiğini haber
vermektedirler: «Şüphesiz kî biz O'nu (Kur'ân'ı) Kadir Gecesi indirdik.» [331]âyetiyle
bilhassa sözü edilen husus belirtiliyor. Duhân Sûresi'nde ise : «Biz onu
gerçekten mübarek bir gecede indirdik.» [332]buyuruluyor.
Bununla da Kadir Gecesinin son derece feyizli, hürmet edilmesi gerekli; bereketli
ve rahmet ile mağfirete kapısı açık şerefli bir gece olduğu açıklanıyor.
Kur'ân'tn Levh-i
Mahfuz'daki kudret kalemiyle yazılı bulunan tamamı böylesine mübarek bir gecede
indirildikten sonra olayların meydana gelişine göre parça parça indirilerek 23
yıla yakın bir sürede Resûlâllah (A.S.)1
Efendimizin kalbine
inişi tamamlanmıştır. Nitekim ilim adamlarımızdan çoğunun tesbiti bu anlam ve
ölçüde olmuştur, Başka bir ay'da indirildiğini iddia edenlerin ise güvenilir
bir dayanakları yoktur, Yani onlar zayıf rivayetlere dayanarak böyle bir iddia
ileri sürmüşlerdir.
Ramazan ay't ve
Kur'ân'ın indirildiği gece, mübarek, feyizli, rahmet ve bağışlanma
özelliğini'taşıytcı bir zaman parçası olduğuna göre, diğer ilâhî kitaplar
(Tevrat, Zebur, İncil ve Sahifeler) hangi ayda veya zaman parçası içinde
indirilmiştir? Bu konuda bize en doyurucu bilgiyi ve en sağlam rivayeti, büyük
müctehid İmam Ahmed bin Hanbel ile büyük mü-fessir İbn Cerîr Taberî
nakletmektedirler. Bu tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«İbrahim Peygamberin
Sahifeleri Ramazan'ın ilk gecesinde; Tevrat, Ramazan'ın altıncı gününde; İncil
aynı ay'ın on üçüncü gününde, Kur1-ân-ı Kerîm ise Ramazan'ın yirmi dördünde
indirilmiştir.»
Müfessir İbn Kesîr
Ebülfidâ'nın açıklamasına göre :
Tevrat, Zebur ve
İncil'in hepsi birer bütün halinde peygamberlerine indirilmiştir. Kur'ân ise
bir bütün halinde Levhimahfuz'dan Dünya Semâsı'na Beytülizzet'e indirilmiş;
oradan da, yukarıda belirttiğimiz gibi olaylara göre parça parça indirilerek 23
yıla yakın bir süre içinde tamamlanmıştır. [333]
«Artık sizden kim bu
aya hazır olursa, oruç tutsun.»
İslâm'ın en son ve en
mükemmel din olma özelliği, onun her bölümünde ve her konusunda kendini açıkça
belli eder. Namazın güneş saatına göre ayarlanıp kılınması, yeryüzündeki enlem
ve boylamlar üzerinde bulunan İslâm ülkelerinde günün her saatinde ezan
okunmasını ve Allah'a her an secde edenlerin bulunmasını sağlar. Çünkü güneş
her yerde ne aynı anda doğar, ne de aynı anda batar. Bundaki hikmet, günün her
zaman parçası içinde yeryüzünde Allah'a ibadet edilmedik bir an geçmesin diyeti
ir,
Oruç ise kamerî yıla
göredir, Güneş yılına göre değil. Bu ikisi arasında, bilindiği gibi 11 gün
fark vardır. Böylece bu ibâdet yılın her mevsiminde tutulsun, mü'minler
arasında uzun ve kısa, sıcak ve soğuk'günlerde eşitlik sağlansın diye Allah ve
Peygamberi bu ibâdetin kamerî seneye göre yerine getirilmesini emretmişlerdir.
Böyle olmasaydı, oruç farz kılındığında Ramazan ay'ı yaz mevsimine raslamıştı.
Her sene aynı mevsimde tutulması gerekirdi. O nedenle her şene Kuzey
Yarımkürede çok sıcak ve uzun günlerde oruç tutulurken, Güney-Yarımkürede hep
kış mevsiminde ve en kısa günlerde bu ibâdet yerine getirilirdi. Bu da
mü'minler arasında ibâdet konusunda bir adaletsizlik ve eşitsizlik doğururdu.
Ama bütün dünya milletlerine gönderilen İslâm, dünyanın coğrafi durumunu
dikkate alarak orucun her dokuz yılda ayrı bir mevsimde tutulmasını ayarlamış
ve ibâdette de en güzel ve doyurucu eşitliği getirmiştir. Kanaatımca İslâm'ın
cihan dini olduğuna başka delil aramaya lüzum yoktur. Onun yalnız bir millete
değil, bütün milletlere gönderilen en son din olduğuna delil bakımından bu
olay kâfidir. [334]
İslâm ve onun kitabı
Kur'ân, zamana değil, zaman içinde cereyan eden olaylara değer verir. Kutsallık
zamanda değil, onda meydana gelen ve insanlıktan yana rahmet kapılarını açan
olaylardadır. Çünkü zaman kavramı izafîdir. Hem bizim için hakiki zaman
biyolojik anlamda geliştiğimiz devredir. Diğer zaman bölümleri; yani yıla,
aya, güne, saate göre ayarlamamız ve bölmemiz sun'idir. Böyle olmasaydı,
yukarıda da belirttiğimiz gibi Ramazan ayında farz olan ve yaz mevsimine
raslayan orucu her sene yaz mevsiminde tutmamız; nisan ya da haziran ayında
sabaha karşı doğan Peygamberimiz (A.S.) Efendimizin doğum gecesini her yıl aynı
ay ve günde kutlamamız gerekirdi. Ama İslâm, zamanı değil olayın hatırlanmasını
ve değerlendirilmesini emreder.
İşte bütün mübarek gün
ve geceler İslâm'a göre aynı hikmete dayanıp bağlanır. [335]
45. Dereceden
kutuplara doğru 90. dereceye kadar gece ile gündüz anormal biçimde
değişmektedir. Güneşin batmasından az sonra doğduğu bölgeler bulunduğu gibi,
gece ve gündüzü çok uzun süren bölgeler de vardır. Bu bakımdan 45-90 derece
arasındaki bölgelerde namaz ve oruç gibi ibâdetlerin artık güneşin doğuş ve
batışına göre değil, normal sayılacak ölçüde gece ve gündüzü plan yakın bir
ülkeye göre ayarlanması gerekir.
Cihan Peygamberi Hazreti
Muhammed (A.S.) Efendimiz Levhimahfuz'dan alıp öyle konuşur,
ilâhî emirle hareket ederdi. Bu nedenle diyebiliriz ki O'nun ilimle ve gelecek
günlerde ortaya çıkacak olaylarla ilgili haberlerinin doğruluğu her geçen gün
biraz daha iyi anlaşılmaktadır. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz 45-90 derece
arasındaki bölgelere de işarette bulunmuş, kıyamete yakın teknik alandaki
ilerleme ve gelişmeyle bu bölgelerin keşfedileceğini önceden haber vermiş ve
mesafelerin kısalacağına, Deccal'ın çok kısa bir zamanda yeryüzünü
dolaşabileceğine dikkatleri çekmiştir. Sahih Hadîs kitaplarında nakledilen bu
rivayetler bize kadar ulaşmış bulunuyor.
Ahmed bin Hanbel'in ve
Tirmi2î'nin rivayet ve tesbitlerine göre Efendimiz (A.S.)' şöyle duyurmuştur:
«Zaman birbirine
yaklaşmadıkça, (seri vasıtalarla uzak mesafeler kı-salıp her şey motorize
edilerek) insan gücü azalmadıkça kıyamet kopmaz. Öyle ki, yıl ay gibi, ay
hafta gibi, hafta bir gün gibi, gün bir saat gibi ve saat bir kıvılcımın
parlayıp sönmesi gibi kısalacak.» [336]
Ayrıca Nevvas bin
Sem'an hadîsiyle Müslim, Ahmed bin Hanbel ve Tirmizî, Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin şöyle buyurduğunu tesbit etmişlerdir :
«Deccal çıktığında bir
gün bir sene gibi, bir gün bir ay gibi, bir gün bir hafta gibi... olacaktır.»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram sordu:
— Ey Allah'ın Peygamberi! O uzun günlerde (bir
ay, ya da daha uzun süren gündüzde sadece) beş namaz kâfi gelir mi?
Efendimiz onlara şu
cevabı verdi:
— Hayır, ama siz (normal gündüzü olan bir
ülkeye göre) zamanı takdir edip ayarlama yapın ve ona göre beş vakit namazınızı
kılın. [337]
Ashab yine sordu :
— Ya çok kısa olan günlerde (güneş doğduktan
kısa bir zaman sonra battığı yerlerde) beş vakit namazı nasıl kılacağız?
— Uzun günlerde yaptığınız takdir ve ayarlama
gibi bir ayarlama yaparsınız,
Diye cevap verdi.
İşte bu iki hadîsle
45-90 derece arasında bulunan ülke ve bölgelerde nasıl ibâdet edileceği, zaman
kavramının nasıl ayarlanacağı çok açık bir ölçü ve biçimde belirtilmiştir.
Bu konuda önemli bir
kuralı hatırlatmakta yarar görüyoruz: Farz bir ibâdetin gerçekleşmesinin bağlı
bulunduğu şartlardan biri zorunlu bir sebeple ortadan kalkarsa bu, diğer
şartların düşmesini ve böylece şartlara bağlı farzın yerine getirilmemesini,
farziyet hükmünün kalkmasını gerektirir mi?
Zorunlu bir nedene
dayanmaksızın şahsın kendi iradesiyle şartlardan birini terketmesi meşrutun
(şarta bağlı bulunan farzın) gerçekleşmesini engeller, Bu noksanlık içinde
yapılan farz bir ibâdet sahih sayılmaz. Bunun aksine kaçınılmaz bir nedenle
terkedilen veya ortadan kalkmış bulunan bir şart, kendisine bağlı bulunan
meşrutun gerçekleşmesini, aynı zamanda sıhhatini engellemez. Buna bir örnek
verecek olursak, namazı ve bağlı bulunduğu şartları gösterebiliriz :
Kıbleye yönelerek
namaz kılmak şarttır. Fakat o yöne yüzçevirme imkânı bulunmadığı bir yerde namaz
yine terkedilmez. Bunun gibi avret (utanç) yerlerini örtmek de şarttır. Ama
örtünecek hiçbir şey bulamayan kimse, vakit de daralmışsa, o vaziyette oturarak
namaz kılar. O halde 45-90 derece arasındaki bölgelerde namazın ve orucun
şartlarından biri olan vakit mümkün olmadığında namaz ve oruç terkedilmez.
Belli vakitleri, yani normal vakitleri bulunan yakın bir ülkenin saatına göre
düzenlenip yerine getirilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur.
Cihan dini olan İslâm,
ibâdetleri ve onların bağlı bulunduğu şart ve kuralları yerkürenin her
bölgesinde uygulanacak ölçü ve anlamda düzenlemiştir. Namaz ve oruçtan maksat,
zaman ve içindeki belli vakitler değil, ruhen olgunlaşıp Allah'a daha yakın
olmak ve Allah'a kul olmanın ölçü ve mânasını ortaya koymaktır. Zaman ve
içindeki belli ve belirli saat ve vakitler ibâdeti ayarlamak, ona düzenli bir
resmiyet vermek içindir. Tabii mümkün olduğu yere göre bu düzenleme ve resmiyet
uygulanır.
Bunun için
Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz bu konuda soranlara, yakın bölgelere göre takdir
edip kılarsınız, buyurmakla, İslâmın bir kez daha en son ve en mükemmel din
olduğunu, onda bir yanlışlık ve noksanlığın bulunmadığını, noksanlığın bizim
anlayış ve kavrayışımızda olduğunu belirtmiştir.
Salât ve selâm O'na ve
arkadaşlarına olsun. [338]
«O Ramazan ayıdır ki,
içinde Kur'ân indirildi.»
İnsana yaradanım
tanıtan; âhiretin varlığından tatmin edici ölçüde haber verip onu derin bir
ümitsizlikten kurtaran; ruhun ölümsüzlüğünü bildirip sonsuz bir hayata aday
olarak yaratıldığımızı en doyurucu sözlerle gönüllere işleyen; insanla Allah
arasındaki yola, nefis ve şeytanın koymuş oldukları engelleri kaldırarak onu
işlek duruma getiren; gönüllerdeki sonsuz ihtiras ve arzulara tatmin edici
ölçüde cevap verip huzur havasını estiren; yaratılışımızın ve dünyaya
getirilişimizin hikmetini açıklayarak bize yön veren Kur'ân, bütün bu
özellikleriyle indiği gibi korunmaktadır. Tek kelimesi ve bir harfi bile değişmesin
diye büyük bir özen gösterilmiş ve bu nedenle de Melek Cebrail (A.S.) her
Ramazan ayında inip Peygamberimiz (A.S.) Efendimizle karşılıklı Kur'ân
okumuşlar1, ve kusursuz bir ölçü ve anlamda hatim yapmışlardır. Peygamber
(A.S.) Efendimizin vefat edeceği yılın Ramazanında ise, bu karşılıklı okuma
(mukabele) baştan sonuna kadar iki defa yapılmıştır.
Bu, Kur'ân'ın indiği
gibi tebliğ edildiğini ve indiği gibi hafızalara işlendiğini bir defa daha
isbatlamaktadır. Böylece Kur'ân'ın hem Ramazan ayında indirilmesi, hem Melek
Cebrail ile Peygamberimizin (A.S.) her Ramazan mukabele okuması, bize şu güzel
sünneti getirmiştir: Özellikle Ramazan ayında Kur'ân'ı hatmetmek ve mümkünse
camilere gidip mukabe* leyi dinleyip izlemek; kentin camilerinden birinde Teravih
namazını hatimle kılmak...
Yılda bir defa olsun
ruhumuza bu lâhutî gıdayı vermemiz ve kendimizi bu hava içinde
olgunlaştırmamız aklın ve imânın gereği değil midir? Bugün ruhunu bu tür manevî
gıdalarla geliştirmeyen milletlerin ve yetişen kuşakların.içine düştüğü madde
ve şehvet; hırçınlık ve acımasızlık çukurunu görmemek mümkün mü?
Evet, Allah bu konuda
da bize kolaylık diler, zorluk dilemez. O halde O'nu ululamamız ve O'na
gönülden şükretmemiz gerekir. Çünkü Ramazanda Kur'ân okumak, oruç tutup beş vakit
namazla birlikte Teravih sünnetini yehne getirmek, ruhu olgunlaştırmanın ve
Allah'a yakın olmanın en kolay ve en güzel yollarından biridir. [339]
Ramazan'da yerine
getirilen oruç ibâdeti, sosyal yapımızda meydana gelen sarsıntıları ve
huzursuzluğa sürüklenen aile bünyesini onarır; bu iki yapıya yepyeni bir
canlılık ve sevgi havası içinde sağlam bir karakter kazandırır. Dayanışmanın
ve sosyal dengenin en samimi ve duyarlı ortamını oluşturur.
Aklını ve gözlerini dünyaya,
kalbini ve ruhunu âhirete çeviren ve böylece iki farklı âlem arasında denge
kuran; kulağıyla sosyal bünyedeki zayıf ve güçsüzlerin sesini, vicdaniyle ve
Allah'a olan imâniyle Kur'ân'-ın lâhutî nağmesini dinleyen ve bu düzeyde
insanlarla sevgi, saygı, merhamet, şefkat, yardım ve destek olma bilinci
içinde kaynaşan şahıslardır ki, millet olmanın anlamını, faziletli bir toplum
olmanın seviyesini; Allah'ı ve insanları sevmenin sağlam ölçüsünü, milletinin
güvenine lâyık aileleri meydana getirmenin tezgahını hazırlama bahtiyarlığına
erişmişlerdir.
Bugün millet olarak
ayakta durabiliyorsak, şüphe yok ki bunda, olgun insanların katkısı, himmet ve
hizmeti çok büyüktür. Ramazan ay'ı, oruç, teravih, fitre, sadaka, zekât ve
bütün bunların estirdiği çok anlamlı ve yararlı hava, toplumun ötedenberi
muhtaç olduğu en yüksek değerlerdir. Bu değerlerdir ki, imân tezgâhında
şekillenince insanı bütün mevcudiyetiyle Allah'a yaklaştırır. Sonsuzluğun
saadet âlemine yönelik derin ve köklü ümit kapısını açtırır. Her ân kabre
yaklaşan bir fâniye, ölümün yokluk olmadığını, bir elbise ve kıyafet
değiştirme, bir evden daha geniş ve huzurlu başka bir eve gitme|< olduğunu
öğretir.
Bu kapıyı genişletmek,
yolu açmak, gönüllere ümit, vicdanlara serinlik ve dimağlara berraklık veren
Ramazan'ı yaşamak ve yaşatmak, Allah'ını, vatanını, milletini ve insanları
seven her mü'minin kutsal görevidir.
Böylece âhiret
hakkındaki bilgimize ve ona olan imânımıza en güzel anlam ve ölçüyü vermiş
oluruz, Diğer bütün nesneler ve insanların çoğunu peşinde koşturan madde, bu
imân ve onun sağladığı yüksek irfan karşısında bir hiç olur. Bütün bunlara
karşılık Allah'ı ululamamız ve O'na gönülden hamd ve şükürde bulunmamız,
kulluğumuzun eriştiği yüksek amacı belgeler. İşte toplumu toplum yapan, ona gerçeklik
ve erdemlik kazandıranlar bu anlayış ve davranışta olan kullardır. [340]
«Artık sizden kim bu
ay'a hazır olursa, oruç tutsun.»
Müfessirlerimiz bu
âyetin üç mânaya ihtimali bulunduğu üzerinde durmuşlardır:
1. «Sizden kim bu ay'a hazır olur (eyleşik halde
ulaşır)sa oruç tutsun.» Nitekim biz yukarıda meal bölümünde âyete bu birinci
mânayı uygun görerek yorumda bulunmuştuk.
2. «Sizden
kim Ramazan'ı şüpheden
uzak bir tesbitle bilirse
oruç tutsun.»
3. «Sizden kim Ramazan hilâlini görürse oruç
tutsun.»
Bu üç yorumdan ve bir
de Bakara süresindeki: «Şano hilâllerden soruyorlar, de ki: O, insanların
yararına ve bir de hac için vakit ölçüleridir.»
mealindeki 189.
âyetten anlıyoruz ki. Ramazanın başlangıç ve bitişini belirleyen belge daha
çok hilâldir.
Bugünkü teknik
imkânlarla, rasathane hesabiyle hilâli tesbit etmek hem kolay, hem de
sıhhatlidir. Ne var ki kamerî aylar 29 ile 30 arasında bir farklılık izler.
Böylece kamerî aylar daima kesirlidir. Oruç için yarım ya da günün dörtte biri,
ya da birkaç saati değil tam güne ihtiyaç vardır. Rasathane, hilâli görmek
yerine, Şaban'ın 29. günü akşam güneş battıktan şu ana kadar dakika sonra
(meselâ) ay görülebilir, der. Halbuki İslâm Dini hesaba saygılı olmakla
beraber her mü'mine kolaylık olsun diye basit bir ölçü getirmiştir: Hava acık
olursa, hilâli görmek, kapalı olursa Şabanı 30 gün olarak tamamlamak.. İslâm'ın
koymuş olduğu bu ölçü, rasathane ve her türlü teknik imkândan yoksun sapa
yerlerde oturan Müslümanlar için cidden büyük bir kolaylıktır.
Yılın ekseri günleri
kapalı geçen ülke ve bölgelere gelince: Onlarda her yıl şaban ayını 30 gün
olarak tamamlamak birtakım yanlış ve saptırıcı sonuçlar doğurur. Çünkü kameri
aylar daha çok 29 gün sürer. Beş on yıl böyle geçecek olursa ayların yeri
değişir. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yılın çoğu acık geçen ülkelere
hilâli görmeyi ve hava kapalı olduğunda şaban ayını 30 gün olarak tamamlamayı
emrederken yılın çoğunda hava kapalı geçen ülke ve bölgeler için hesabı esas
göstererek şöyle buyurmuştur: «Ay ancak 29 gündür. Hilâli görmedikçe oruç
tutmayın; yine hilâli görmedikçe iftar (bayram) etmeyin. Hava size karşı kapalı
olursa, ona göre takdir edin (hesaplayın
oruç tutun ve bayram edin).» [341]
Oruç : Âkil, baliğ,
sağlıklı ve eyleşik olan her müslümana farzdır. Bu farzın gerçekleşmesi
Ramazan'ın sübutuna bağlıdır. Sübutun her müs-lüman için mümkün ve kolay olan
ölçü ve anlamda olması gerekir. Bu da rasathanedeki yapılan hesaplarla değil,
acık havada güneş battıktan bir müddet sonra (20-25 dakika) hilâli görmekle;
hava bulutlu ya da sisli ise Şaban'ı 30 güne tamamlamakla mümkündür. O halde
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin hilalla ilgili emir ve tavsiyeleri ve âyetin de
bir yoruma göre taşıdığı anlam dikkate alınarak ay'ın yirmi dokuzunda güneş battıktan
sonra hilâli görmeye çalışmak farz-i kifâyedir. Ancak hava kapalı geçerse, o
takdirde hesaba başvurulur.
İlâhî maksat ve muradı
en iyi bilen ve Kur'ân'ın yorumunu en uygun biçimde anlayan Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur :
«Ay, yirmi dokuzdur;
onu görmedikçe oruç tutmayın. Eğer hava size karşı kapalı ise ona göre takdir
edin.» [342]
«Biz ümmî (daha çok
okur-yazar olmayan) bir ümmetiz; ne yazarız, ne de hesap yaparız. Bir ay bazen
şöyle, bazen de böyledir.»
Râvi bu hadîsi naklettikten
sonra Peygamber (A.S.) Efendimizin bu anlatım biçimiyle ay'ın bazen 29, bazen
de 30 olduğunu belirtmek istediğini ve bunu söylerken de parmağıyla işarette
bulunduğunu, söylemiştir. [343]
«Allah hilâlleri
insanların yararına vakit ölçüleri olarak yaratmıştır. O halde hilâli
gördüğünüzde oruç tutun ve onu gördüğünüzde iftar edin. Hava size kapalı olursa
(ay'ı) otuz olarak sayıp tamamlayın.» [344]
«Hava size kapalı
olursa, ona göre (hesaplayın) takdir edin.» [345]
Din daima kolaylığı
emreder. Şer'î bir sakınca olmadığında iki şey arasında bir duraklama olursa,
kolay olanını seçmemizi tavsiyede bulunur. Çünkü dinin ve dindarlığın Allah
katında en sevimlisi, kolay olanıdır. Anlaşıldığı gibi, hava açık olan
bölgelerde hilâli görme kolaylığı emredilmiş, kapalı bölgelerde ise hesaba
göre takdir etmemiz tavsiye buyurulmuş-tur.
Bu konuda mezhep
imamlarının farklı ictihadlarıni ve bugün İslâm ülkelerinde farklı günlerde
Ramazan orucuna başlanılmasının nedenlerini, Bakara suresi 189. âyetin
tefsirinde açıklıyacağımızdan burada üzerinde fazla durmayı gerekli görmedik. [346]
«O'nu ululamanız
içindir...»
«Allah'ı tekbîr
etmeniz..» cümlesini, «O'nu ululamanız» şeklinde anlaşılır bir dille anlatmaya
çalıştık.
Fıkıh âlimleri
âyetteki bu cümleye dayanarak Fıtır Bayramında tekbîr getirmenin meşru'
olduğunu istidlal etmişlerdir. Zahirîlerden Dâ-vud bin Ali el-Esbehanî, bunun
vâcib olduğuna hükmederek bu yolda içtihatta bulunmuştur. İmam Ebû Hanîfe'ye
göre F ı t ı r bayramında tekbîr meşru değildir. Diğer müctehit imamlara göre,
sadece müstahab-dır.
İmam Şafiî bu konuda,
Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'in, Urve ve Ebû Seleme'nin, Fıtır bayramı gecesi
tekbîr ve tahmîd getirdiklerini (ANahu Ek-ber ANahu Ekber, Lâ ilahe illâllahu
vallahu Ekber, Allahu Ekber ve lilla-hi'l-hamd) dediklerini ve bunu Kurban
bayramına benzeterek içtihatta bulunduklarını rivayet etmiştir.
İbn Abbas (R.A.)ın
«Müslümanların Şevval hilâlini gördüklerinde tekbîr getirmeleri bir haktır.»
dediğini İmam Kurtubî kendi tefsirinde naklet-miştir.
İmam Mâlik, Fıtır
bayramında evden çıkıldığında tekbîr getirmenin ve imam hutbe için minbere
çıkıncaya kadar buna devam etmenin müste-hab olduğunu kendi içtihadına
dayanarak söylemiştir. [347]
Yukarıdaki âyetle
Allah, kullarına Ramazan'da oruç tutmalarını ve
sayılı günleri
tamamlamalarını, sonra da şükrün derin anlamını taşıyan, kulluğun mahviyetini
ortaya koyan tekbîr getirmelerini ve böylece Hakk'ı lâyıkıyla övme
bahtiyarlığının basamağına yükselmelerini emir ve tavsiyede bulundu.
Aşağıdaki âyetle,
Allah, kullarının her halini bildiğini, sözlerini işittiğini, duâ edenlerin
meşru' dileklerini kabul buyuracağını ve herkese amelinin karşılığını mutlaka
vereceğini en kısa sözlerle açıklıyor. Sonra da inanan kullarına çok yakın
olduğunu hatırlatıp bu konuda gönüllerde beliren soruyu cevaplandırıyor.
Böylece kendisine gönülden bağlı bulunan mü'minlere rahmet, yardım, iyilik ve
istek kapılarını açık bulundurduğuna, doğru yola, saadet vadisine erişmenin
ancak bu doğrultuda gerçekleşeceğine dikkatleri çekiyor. [348]
186—
Kullarım sana Benden sorarlarsa, şüphesiz ki Ben (onlara çok) yakınım. Bana duâ
edince, duâ edenin dileğini kabul ederim. O halde onlar da Benim davetime
gelsinler ve Barla inansınlar (imânlarında devamlılık göstersinler) ki doğruya
erişmiş, saadete kavuşmuş olsunlar.
İbn Ebî Hâtim'in
tesbitine göre, bedevîlerden biri Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek şöyle
sordu :
__ Ey Allah'ın
Peygamberi! Rabbimiz yakın mıdır,
O'na duâ edip yalvaralım; yoksa uzak mıdır, O'na
Önleyelim?
Peygamber {A.S.) bu
soruya cevap vermedi, sadece sustu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Çünkü
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kendiliğinden konuşmazdı. O'nun sözleri ve
cevaplan vahye dayanırdı.
İbn Cerîr Taberî'nin
tesbitine göre, muhaddislerden Ebû Şeyh el-Esbehanî şu hadîsi rivayet etmiştir:
Ashab-ı Kiramdan birkaç zat, Peygamber (A.S.) Efendimizden sordular:
— Rabbimiz nerededir?
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indirildi. [349]
Kudsî Hadîs :
«Ben, kulumun bana
olan zanm üzereyim (Beni sandığı gibi bulacak). Beni çağırınca kulumla
beraberim.» [350]
«Beni andığı ve
dudakları benimle hareket ettiği sürece Ben kulumla beraberim.» [351]
«Allah şüphesiz,
ellerini kendisine açıp hayır dileyen kulunun ellerini boş ve umutsuz geri çevirmekten
utanır.» [352]
«Herhangi bir
Müslüman» Aziz ve Celil olan Allah'a, içinde günah olmayan ve yakınlarından
ilgi kesikliği bulunmayan duâ ile dilekte bulunursa, herhalde Allah şu üç
husustan birini ona verir: Ya duasını hemen kabul edip dileğini yerine
getirir, ya dileğinin karşılığını âhirete bırakır, ya da ondan bunun bir misli
kötülüğü giderip uzaklaştırır.» [353]
«Acele etmediğiniz ve
«Dua ettim, kabul olunmadı» demediğiniz takdirde duanız kabul olunur.» [354]
Arap Yarımadasında
puta tapanların bir kısmı putların kendilerini Allah'a yaklaştırıcı ve aracı
bulunduklarına; bir kısmı da bunların tek kudret taşıyan ilâhlar olduğuna, en
büyük putun en yüksek kudreti taşıdığına inanırlardı.
Birinci gruba
girenler, Allah'ın kendilerinden çok uzak bulunduğunu, O'na kavuşmanın mümkün
olmadığını, seslerini O'na işittirmenin çok, hem çok zor bir keyfiyet olduğunu
düşünerek putlara sarılır, dileklerinin kabul olunması için onları yaklaştırıcı
güçler olarak bilirlerdi. Nitekim onlara «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye
sorulduğunda, «Allah» derlerdi. Kur'ân'-da putperestlerin bu düşüncesi
anlatılırken «zülfâ» deyimi kullanılmıştır.
İkinci gruba girenler
ise, kendilerine yardımcı ve destek olarak en yakın ilâhları putları kabul
ederler ve bu yakınlığı, görülmeyen ve bilinmeyen gizli bir kudrete tercih
ederlerdi.
İşte yılların verdiği
bu alışkanlık içindeyken yeni dine giren putperestler ve bilhassa bunlardan
Bedevi olanlar, son dinin Allah düşüncesi ve kavramı ile ilgili getirmiş olduğu
hakikati birden kavrayamadılar, tek ilâh fikrini anlamakta zorluk çektiler. Bu
nedenle sık sık Peygamber {A.S.) Efendimize Allah hakkında soru sorma
ihtiyacını için için duydular. İlmiyle, kudret ve iradesiyle, rahmet ve
inâyetiyle varlık âlemini kapsayan ve her zerresine nüfuz eden Allah'ın
inanmışlara çok yakın olduğu ve fakat bu yakınlığın nicelik ve nasıllığını
kavramanın mümkün olmadığı bildirildi. Bu yakınlığı ruhumuzla duyabilmemizin,
namaz ve oruç gibi yüksek anlam ve derin hikmet taşıyan ve TEVHİD KELİME'sinin paha
bi-çiîmez değerde ürünü sayılan ibadetlerle gerçekleşebileceği hatırlatıldı.
Kur'ân'da uygulanan en
önemli metot ve yöntemden biri de her hükümden sonra onun teşrii hikmetini ve
inanmışlardan yana sağlayacağı yararı belirtmektir. Oruç ve Tekbîr'den sonra,
Allah'ın kullarına çok yakın olduğunun açıklanması, oruç ibâdetinin teşrii hikmetini yansıtmaktadır.
Diğer bir husus da,
putperestlerin İslâmiyete girdikten sonra, daha önceleri putların önünde yüksek
sesle yalvarıp yakardıkları ve uygun olan ve olmayan dileklerini yerine
getirdikleri gibi, Allah'a el kaldırıp yüksek sesle dilekte bulunanları da
oluyordu. Nitekim Hayber savaşında henüz duanın adabını öğrenmiyen
Müslümanlardan bir topluluk yüksek sesle duâ ediyorlardı. Onların bu ölçüsüz
durumlarını gören Peygamber (A.S.) Efendimiz şu uyarıda bulunma ihtiyacını
duydu :
«Ey insanlar!
Kendinizi tutun; çünkü ne sağıra, ne de gaibe duâ ediyorsunuz. Herşeyi
lâyıkıyla işiten ve çok yakın olana duâ ediyorsunuz ki,
O sizinle beraberdir.»
[355]
Böylece eğitimde ve
yetiştirmede pedagojik bir metot uygulandı, sırası gelince uyanlar yapıldı.
Yeni dine gönülden sarılan bahtiyarlar kısa zamanda Peygamber (A.S.)
Efendimizin terbiyesi doğrultusunda yetişerek herbiri yüksek bir terbiyeci
düzeyinde kendini insanlığa vakfetti, [356]
«Allah'ın insana
yakınlığı» konusunda çok şeyler söylenmiş ve ciltlerle kitap yazılmıştır.
Özellikle tasavvufçuların esrar ve hikmetler vadisinde en önemli ve çözümü en
zor konuları bu olmuştur.
İtim adamlarımızdan
çoğuna göre, bu yakınlık ilim iledir. Öyleki Allah (C.C.) ilmiyle her şeyi
kapsayıp kuşatmıştır. Kullarının söylediklerini işitir, kalblerinden geçenleri
bilir; amellerini görür. Kadı Beyzavî de bu açıdan yorumda bulunarak, yakınlık,
ilâhî ilmin kemâlini temsil içindir, der. Çünkü O, kullarının söz ve
davranışlarını bilir; durumlarından en küçük ayrıntılarına kadar haberdardır.
O'nun için, zaman ve mekân söz konusu değildir. Gerçi yakınlık ilk bakışta
mekân (yer) kavramıyla ilgiliyse de Allah hakkında bu yakınlık temsilî anlam ve
ölçüdedir. Zaman ve mekânı, madde ve ruhu O yaratmıştır. Her şey O'ndan
gelmedir. O halde hiçbir şey O'ndan uzak değildir ve olamaz da. Yarattığı her
şey sınırlıdır. O ise sınırsızdır; öncelik ve sonralık O'nun hakkında
düşünülemez. Her şey O'nun emriyle vücud bulmuştur ve sonunda her şey O'na
döndürülecektir. O halde Allah ile kulları arasında vasıta yoktur. Duâ ederken
de sesi yükseltmek gereksizdir.
Kur'ân'da Allah'ın bu
nicelik ve niteliği bilinmeyen, zaman ve mekân kavramlarıyla bağlı olmayan
yakınlığından söz edilirken buyuruluyor ki i
«And olsun ki, insanı
yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliriz. Ve biz, ona şah
damarından daha yakınızdir.» [357]
Diğer bir mânayla,
Allah kullarına şah damarlarından daha yakındır. Ya kulların O'na olan
yakınlığı ne iledir? Kulun Allah'a yakınlığının ilk mertebesi ibâdettir. İmânın
değişmiyen ürünü ibâdet, ruhu besleyip ona yeterince gıda sağlayınca, yakınlık
artar. Kudsî Hadîste bu konu şöyle açıklanmıştır:
«Kulum en çok farz
kıldığım ibâdetle Bana yaklaşır ve durmadan nafile ibâdetle bu yakınlığını
artırır; öyleki onu sevmeye başlarım. Sevince de onun gören gözü, işiten
kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Kulum artık Benimle işitir, Benimle
görür, Benimle tutar, Benimle yürür.»
O'ndan uzaklaşmanın
ilk kapısı, emirlerine karşı gelmekle gerçekleşir. Farz kıldığı ibâdetler
terkedilince o uzaklaşma sür'atlenir. Bu vadide önce O'nun tevfîk (insana
sebepleri kolaylaştırıp doğru yola ulaştırmaya başarılı kılma) ni'metinden uzaklaşma
meydana gelir. [358]
«Dua edenin dileğini
kabul ederim.»
Duâ, Peygamber (A.S.)
Efendimizin tabirleriyle- «ibâdetin beynidir.» Bu bakımdan onu ibâdet anlamında
kullanmışlardır. Çünkü Allah'ın her şeyi kendi kudretinde bulundurduğuna gönülden
inanan mü'minin bu inanç ve şuurla el kaldırıp dileğini arzetmesi güzel bir
ibâdettir. Öyle ki kulluğunu, aczini, mahviyetini dile getirmesi ve her şeyin
Allah'a ait olduğunu bilip teslimiyet göstermesi; ölçüsüz ve sınırsız olan
ihtirasını O'nun kapısına yönelerek belli bir ölçüde tutması ibâdetin özünü,
mutluluğunun mayasını oluşturur.
O halde yaradanın
mülkünde, O'nun denetimi altında verdiği nimetlerle yaşamını sürdüren mü'minin
zaman zaman el kaldırıp durumunu dile getirmesi, dileğini arzetmesi; haram
lokmadan, küfür ve bozgunculuktan uzak bir gönül, yalan ve iftiradan,
haksızlık ve kırıcılığa bulaşmaktan temiz bir dil ile olmalı değil midir? Aksi
halde yapılan duâ ilâhî huzura yükselmez.
Peygamber (A,S.)
Efendimiz bu hususu şu sözleriyle belirterek buyurmuştur ki:
«Adam, sacı-sakalı
birbirine karışmış ve toztoprak içinde kalmış bir halde yolculuğunu uzatır da
ellerini kaldırıp «Ya Rabbî! Ya Rabb!» der. Oysa yediği haram, içtiği haram,
giydiği de haramdır. Haram ile gıda-lanır. Artık onun duası nerede, nasıl kabul
olur?» [359]
Konuyu bu açıdan
değerlendirirken duanın şu şartlarla makbul tutulacağı sonucuna varılmıştır:
1. Duâ
edenin, ihtiyacının karşılanmasında, dileğinin
yerine getirilmesinde tek ve
nihaî kudretin Allah'a ait olduğunu bilmesi,
2. Bütün sebep ve vasıtaların, hikmet ve
esrarın Cenâb-ı Hakk'ın kudret elinde bulunduğuna inanması,
3. Doğru bir niyet, arınmış bir kalb ve yatışmış
bir gönül huzuru içinde istekte bulunması; gaflet içinde kararsız ve anlamsız
bir kalb perişanlığı içinde olmaması,
4. Vicdanını katılık ve siliklikten, mide ve
kanını haram ve murdardan uzak tutması,
5. Dileğini, kabul olunur ümidiyle dile getirip
tam bir teslimiyet basireti içinde söylemesi şarttır.
Allah'tan istenilecek
şeyin ise :
a) Aklî yönden uygun olması,
b) Dince sakıncalı bulunmaması,
c) İnsan haklarına dokunmaması, millet hakkını
zedelememesi,
d) Yakınlara zarar getirecek, ya da onları
üzecek ölçü ve anlamda olmaması şarttır.
Büyük Velî Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî (R.A.) bu konuda diyor ki: «Duanın kabul olunmasının yedi
şartı vardır:
1. Gönülden inleyip sıkıntı ve ihtiyacın acısını
için için duyarak göz yaşları içinde Allah'a yalvarmak,
2. Allah korkusunu üstün bir saygı anlayışı
doğrultusunda hissetmek,
3. Kararsızlık ve şüpheden uzak tam bir ümit
beslemek,
4. Bıkmadan dilek ve haceti sık sık edeple dile
getirmek,
5. Genel ölçüde istemek, umuma yönelik bir niyetle hayır, rahmet ve yardım dilemek,
6. Helâl lokma ile gıdalanmak,
7. Farz ibâdeti vaktinde yerine getirmeye
çalışmak.» İlim adamlarından İbn Atâ' (R.A.) diyor ki:
«Duanın rükünleri,
kanatları, sebepleri ve vakitleri vardır: Rükünleri uygun biçimde yerine
getirilirse kuvvet kazanır. Kanatlarına uygun biçimde yapılırsa huzura
yükselir. Sebeplerine uygun yapılırsa yerine getirilme şansına erişir.
Vakitlerine uygun olursa kurtuluş sağlar.
Rükünleri : Kalb
huzuruna, şefkat ve merhamet duygusuna, alçak gönüllülüğe erişmektir.
Kanatlan, doğruluktur. Vakitleri, seher vaktidir. Sebepleri, Peygamber (A.S.)
Efendimize salât-u selâm ile başlamaktır.»
Tasavvufçulardan
bazısına göre, duanın şartı dörttür:
1. Vahdet (Allah'ın birliğine imân etmenin
şuuru) içinde kalbi korumak,
2. Halk arasında dile hâkim olmak, onu çok
ölçülü kullanmak,
3. Gözü haramdan muhafaza etmek,
4. Mideyi haramdan pak ve arınmış bulundurmak.
Büyük Velî İbrahim Edhem (K:S.) Hazretlerine soruldu :
— Bizim ne halimiz var ki, duâ ediyoruz bir
türlü kabul olmuyor? Cevap verdi :
— «Çünkü siz Allah'ı bildiniz ama O'na itaat
etmediniz. Peygamber (A.S.)
Efendimizi bildiniz, fakat O'nun
sünnetine uymadınız. Kur'ân'ı öğrendiniz, ama
onunla amel etmediniz.
Allah'ın nimetlerinden yediniz, onun şükrünü yerine getirmediniz.
Cenneti bildiniz, fakat arzu etmediniz. Cehennemi bildiniz, ama ondan sakınıp
kaçınmadınız. Şeytanı bildiniz, fakat onunla savaşmadınız, aksine ona uydunuz.
Ölümü bildiniz, ama onun için hazırlanmadınız. Ölülerinizi defnettiniz, fakat
onlardan ders ve ibret almadınız. Kendi ayıplarınızı bırakıp başkasının ayıp ve
kusurlarıyla uğraştınız, bu durumda duanız nasıl kabul olsun?» [360]
a) Fecir doğmasına az kala, seher vakti,
b) Oruçlunun iftar edeceği vakit,
c) Ezanla ikamet arası,
d) Çarşamba günleri öğle ile ikindi arası,
e) Sıkıntılı anlarda,
f) Yolculuğa çıkıldığında,
g) Hastalıklı geçen günlerde,
h) Yağmur
yağdığında,
i) Allah
yolunda savaşırken düşmana karşı saf bağlayıp hazırlanırken,
İ) Cuma günü belli olmayan saatte,
k) Kadir
Gecesinde,
I)
Berat ve Reğaib gecelerinde,
m) Peygamber {A.S.J Efendimizin doğduğu seher
vaktinde,
n) Ramazan ayında,
o} iki dini bayram gecelerinde. [361]
İnsan yaratılışı
gereği sabırsızdır, kararsızdır, acelecidir ve bencildir. O bakımdan olaylar
karşısında bir anda kalbi daralır, ruhu çıkar gibi olur. Kendisini sevindiren
bir şeyle karşılaştığında ise, geçmişin elem ve ıstırap dolu günlerini unutur.
Yine insan, ihtiyaç
duyduğu nesnelere karşı aşırı hırslıdır; tezelden yapılmasını ister. Gecikince
kıvranır ve kararsızlık içinde kalır.
İşte insanın ruhî
yapısı ve karakteri budur! Görünürde küçük, fakat hakikatte çok büyük bir
varlıktır. Büyüklüğü ve yaratılışındaki incelik ve üstünlüğü; ilâhî sanatın
ondaki mükemmelliği oranında ihtiyacı, istek ve arzuları vardır. Beden yapısı
itibariyle bir fili, ya da balinayı ve bu iki yaratığın ihtiyaçlarını
inceleyelim : Bunları sayıya dökecek olursak on-onbeşi geçmez. Çünkü bunlar
manevî yapılarıyla büyük ve mükemmel de-;ğillerdir; kendilerine Allah'ın en
büyük lûtfu olan insanî ruh verilmemiştir. Yani insan ruhuna eşdeğerde bir ruha
sahip bulunmuyorlar. Kendilerinde sadece hayvanî ruh vardır. Maddî yapısı
itibariyle insan bu yaratıklardan çok küçük olmasına rağmen ihtiyaç ve
arzuları, varlık âleminde görülen, bilinen ve duyulan her şeydir. Bunların
tümüne kavuşmak mümkün değildir. Onun için insan arzularının tamamını
gercekleştiremeden, peşine takılıp erişmek istediği nimetlerin çoğuna
kavuşmadan, zevkini kâmil anlamda tatmin etmeden ömür sermayesinin tükendiğini
görür. Dünya onun asıl meskeni değildir. Konaklayan bir yolcudur. Arzu ve
ihtiyaçlarını kâmil anlam ve ölçüde karşılıyabileceği saadet dolu bir âleme
gitmesi gerek. Bunun için de önce kılık değiştirmesi; ruhuna yeni bir elbise
giydirmesi şarttır. Gideceği âlemin hayat şartları çok, hem çok değişiktir.
Mevcut beden yapısıyla orada yaşama şansı hiç yoktur. Ama orası, evet sadece
orası için yaratılmıştır. O halde ruhunun elbisesini değiştirecek, gideceği
âlemin şartlarına uygun bir bedene sahip olacak değişimden geçmesi gerekiyor.
Bunun için kabir âlemi hazırlanmış, ölüm denilen ev'değiştirme, bir kanun
olarak konulmuştur.
Hakikat bu olduğuna
göre, insan içindeki boşluğu dolduracak, ihtiraslarını frenliyecek,
ihtiyaçlarını sınırlayacak, sıkıntısını giderecek mutlak bir kudrete sığınır;
ümit dalgalarını sunarak büyük bir rahmete el açar. Bu sığınma ve el açmayı en
doyurucu ölçü ve biçimde din organize eder. Ruhundaki boşluğu kâmil mânada o
doldurur. O bakımdan din İnsanın en büyük manevî ihtiyacıdır, Hak dine uyan
bir mü'min her zaman sabırlıdır, kanaatkardır; ihtirasını yener, sınırsız
arzularını frenler. O nedenle huzurludur, sakindir, ümitlidir. Olana üzülmez,
olmayandan dertlenmez.
Duâ ve ibâdet onun
manevî gıdası, ruhunun huzur kaynağı, vicdanının feyiz menbaıdır. Biriken
sıkıntıları, toplanan kinleri, maddeye olan istekleri ancak bu ikisiyle
gidermek, ya da etkisiz hale getirmek mümkündür. Bir anda içini en mahrem
biçimde boşaltır, deşarj olur; ama hiç de endişe duymaz. El açtığı kudretin ne
kadar merhametli olduğunu bilir. Böylece o yüce kudretin, sonsuz rahmet
sahibinin karşısında aczini ve mahviyetini dile getirir. Ellerini gönül
yatışkanlığı İçinde «âmîn» deyip yüzüne sürünce dileğinin kabul olduğuna
inanır. Ama hemen gerçekleşmesini düşünmez. Çünkü aceleci değildir.
İşte insan için bundan
daha doyurucu bir kaynak var mıdır? Kur'ân ebediyete uzanan ve insanı tatmin
eden bu kaynağı şöyle açıklıyor: «Kullarım sana benden sorarlarsa, şüphesiz ki
ben (onlara cok) yakınım. Bana duâ edince, duâ edenin dileğini kabul ederim.» [362]
Yukarıdaki âyetle
orucun farz kılınışından. Ramazan ayının öneminden, Kur'ân'ın bu ayda Dünya
Semasına (Beytü'i-İzzete) indirildiğinden; ruha sunulan bu müstesna gıdanın
kalbi ve vicdanı geliştireceğinden; sosyal ve aile yapılarına sağlayacağı
yarardan açtk ve kapalı şekilde söz edildi. Sonra kendini bu tür ibâdetlerle
olgunlaştıran kullara Allah'ın çok yakın olduğu haber verildi.
Aşağıdaki âyetle,
mü'minlerin oruç hakkında birtakım farklı yorumlarda bulunduklarına işaret
edilerek, ilâhî beyândan asıl makscrd ve muradın ne olduğu açıklanıyor. Dinin
bütün ibâdet bölümleriyle nasıl bir kolaylık sunduğuna, ilâhî ruhsatın katıksız
bir rahmet taşıdığına dikkatler çekiliyor. [363]
187—
(Ramazan'da) Oruç (tuttuğunuz günlerin) gecesi kadınlarınıza cinsel yaklaşmada
bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için
bir elbisesiniz. Allah kendinize olan güveni kötüye kullanacağınızı biliyordu.
(Bu hususta) tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Artık (geceleri) onlara
yaklaşın ve Allah'ın size yazıp takdîr ettiğini dileyin. Fecirde beyaz iplik
siyah iplikten size seçilinceye (gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığından
sıyrılıp ayrılıncaya) kadar yeyin, için. Sonra da orucu geceye kadar tamamlayın.
Mescidlerde itikatta bulunduğunuzda kadınlarınıza (geceleri de) cinsel
yaklaşmada bulunmayın. Bunlar Allah'ın sınırlandır; sakın yaklaşmayın. İşte
Allah âyetlerini böylece insanlara açıklıyor. Ola ki sakınırlar.
İslâmiyetin ilk yıllarında
Müslümanlar Ramazanda karılarına cinsel yaklaşmada bulunmazlar ve bunu bütün
bir ay titizlikle sürdürürlerdi. Ne var ki nefsine karşı irâdesine üstünlük
sağlayamayan bazı mü'minler buna dayanamaz, kendine olan güvenini kötüye
kullanır ve cinsel yaklaşmada bulunurdu.
Onları bu tür
sıkıntılardan ve «günah işledim» düşüncesinin meydana getirdiği eziklikten
kurtarmak üzere yukarıdaki âyet indi.
Diğer bir rivayete
göre, Müslümanlar Ramazan ayında yatsı namazını kıldıktan sonra artık ne
kadınlarına yaklaşır, ne de bir şey yer ve içerlerdi. Bu onlar için haramdı.
Fakat bazı erkekler bu aydaki haram sınırını aşar, geceleri hem kadınlarına
yaklaşır, hem de bir şeyler yerlerdi. Ömer bin Hattab (R.A.) da onlardan biri
idi. Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzec'ildiğinde, bu yasağa uymanın çok
zor olduğu da anlatıldı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet bir kolaylık ve ruhsat
anlamında indi.
İbn Cerir ve
Kurtubî'nin başka bir tesbitine göre, mü'minler Ramazan ve oruçla ilgili ilk
inen âyetlerden bu manayı anlamış, kendilerine göre yorumda bulunmuşlardı. O
yüzden ortaya birtakım sıkıntılar çıkmıştı. Cenâb-ı Hak asıl mana ve muradın,
onların anlayıp yorumladığı gibi olmadığını bildirerek yukarıdaki âyeti bir
açıklama mahiyetinde indirdi.
Özetliyecek olursak :
Bu âyet Allah'tan
kullarına bir ruhsat inceliğini taşıyarak inmiştir. Çünkü İslâm'ın ilk
yıllarında oruçlu olanlar yatsıya kadar yeyip içebilir, cinsel yaklaşmada
bulunabilirlerdi. Uyudukları, ya da yatsı namazını kıldıkları takdirde bir
daha ikinci gün akşama kadar belirtilen hususları yapmaları haram sayılırdı.
Bu yasak Müslümanlarda birtakım sıkıntılara sebep oluyordu. Yukarıdaki âyet bu
sıkıntıyı kaldırır mahiyet ve özellikte indirilmiştir. [364]
«Beyaz iplik siyah
iplikten size seçilinceye kadar...» mealindeki âyet inince sahabeden Adiy bin
Hatem (R.A.) âyetin asıl delâlet ettiği mânayı ve kapalı ölçüdeki benzetmeyi
anlayamadığı için yatarken yastığının altına biri beyaz, diğeri siyah iki iplik
koydu ve onları birbirinden seçinceye kadar yeyip içti. Sabah olunca da
Peygamber (A.S.) Efendimize durumu arzetti. O da :
«O takdirde senin
yastığın pek geniştir! Âyetteki iplerden maksat, gündüzün aydınlığının gecenin
karanlığından seçilmesidir.» buyurdu.[365]
«Sahura kalkın. Çünkü
sahurda bereket vardır.» [366]
«Doğrusu bizimle Kitap
ehlinin orucu arasındaki ayrım, sahur yemeğidir. (Veya sahur yemektir).» [367]
«Ümmetim iftarı acele
edip sahuru geciktirdiği sürece hayır üzere olur.» [368]
«Bilâl'ın ezanı sizi
sahurunuzdan alıkoymasın; çünkü o, henüz fecir doğmadan ezan okur. Siz İbn Ummî
Mektum'un ezanını işitinceye kadar yeyin, için. Zira o, ancak fecir doğunca
ezan okur.» [369]
Ramazan'da oruçlu
olanlara akşam olunca yemek, içmek helâldir. Cinsî yaklaşmada bukınmak da
böyledir. Fecir doğunca artık bu cevaz kalkar, güneş batıncaya kadar sürer.
Güneş batmadan cinsî yaklaşmada bulunan adama hem kaza, hem de keffaret
gerekir. Karısına gelince, İmam Mâlik'e göre ona da kaza ve keffaret gerekir.
İmam Ebû Yusuf ile rey taraftarı bazı iiim adamları da aynı görüştedirler. İmam
Şafii'ye göre, ister kadın kocasının bu arzusuna isteyerek, ister zorlanarak
uymuş olsun, kendisine sadece bir gün kaza gerekir. Çünkü aynı durumda olup
Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimize soran sahabeye. Peygamberimiz (A.S.) bir
tek keffaretten söz etmiş, hem sana, hem de karına keffaret gerekir,
buyurmamıştır.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre. kadın kocasının arzusuna isteyerek cevap verirse her ikisine de hem kaza,
hem keffaret gerekir. Zorlanarak uymak mecburiyetinde kalırsa kendisine yalnız kaza,
kocasına ise hem kaza, hem keffaret gerekir.
Oruçlu iken unutarak
cinsel yaklaşmada bulunan kimseye Ebû Ha-nîfe ile İmam Şafii'ye göre ne kaza,
ne de keffaret gerekir, yani orucu bozulmamış olur.
Herhangi bir sebepten
dolayı cünüp olarak sabahlayan kimse için de hüküm aynıdır: Orucu bozulmuş
olmaz. Bu nedenle kaza ve keffaret de gerekmez, O halde fecir doğmadan
karısıyla cinsel yaklaşmada bulunan kimse fecir doğuncaya kadar o vaziyette
yani cünüb kalırsa, orucuna bir zarar gelmez. Sadece yıkanması gerekir. [370]
On\ar sizin için bir
elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz.»
Karı, koca arasındaki
yakınlık ve yaklaşma, başkasıyla olan mubah ve meşru1 ölçüler içindeki yakınlık
ve ilginin çok ilerisinde bir anlam taşır. Biri diğerinin gönüldaşı ve sır
kutusudur. Hiç bir yakına söylenemi-yen hususları, biri diğerine rahatlıkla
söyler. Başkasının öğrenmesi ve bilmesi asla hoş karşılanmayan mahrem
konularda da karı, koca birbirinin sır arkadaşı ve koruyucu meleğidir.
İnsan hayatında
süregelen ve kökü ilk insana dayanan ilâhî kanunlardan biri de, erkeğin
kadına, kadının da erkeğe ihtiyaç duymasıdır. Bu kanunun belirgin hale
getirdiği istek, insan ruhunun derinliklerine yerleşmiştir ve doğuştan vardır.
Her iki cinste de bir yuva kurma arzusu, karşılıklı aşk duygularının sönmeyen
sıcak havası mevcuttur. Ne var ki bu arzuyu disipline edebilmek ve meşru
doğrultuda yürütebilmek için ciddi bir eğitime gereksinme vardır. Çünkü
insandan başka diğer bütün canlılar hem kendileri, hem dünyaları hakkında
doğuştan sağlam bir sezişe sahiptirler. Bu bakımdan yanılma payları pek azdır.
İnsanlar ise böyle değildir. Onlarda yanılma payı ve oranı çok yüksektir.
Çünkü hem kendileri, hem de dünyaları hakkında doğuştan sağlam bir sezgiyi
ruhlarında taşımamaktadırlar. Buna karşılık onlara akıl, zekâ, hafıza, irâde
gibi yüksek değerde birtakım yetenekler verilmiştir. Ölçülü ve eğitime bağlı
olarak kullanıldığı takdîrde hem kendileri hakkında, hem de dünyaları hakkında
yeterince bilgi ve sezişe sahip olabilirler. Eğitimin lüzumu bu oçıdan ele
alınırsa bir kat daha önem kazanır.
Karı, koca arasındaki
cinsel yaklaşma, «tenin tene dokunması» anlamına gelen mübaşere sözcüğü ile
kullanılmış; böylece bu yaklaşma çok ince ve zarif bir deyimle anlatılmıştır.
Sebebi ise çok acıktır: Karı, koca arasındaki her türlü ilişki mutlak anlamda
bir zerafet ve incelik istemektedir. Çocukların aile çatısı altındaki
eğitilmelerinin ciddiyeti de. ancak bu incelik, zerafet ve nezaket
kurallarının gerçekleşmesiyle sağlanabilir.
Diyebiliriz ki, aile
yapısında karı, koca birbirinin tamamlayıcı ve koruyucu elemanlarıdır. Âyet-i
kerîme bu hususu en doyurucu bir anlatım biçimiyle sergilemektedir. Bu da
Kur'ân'ın az kelimeyle çok mâna ortaya koymasındaki üstünlüğü ve aile hukukuna.verdiği
değerin göz ve gönül doldurucu tablosudur.
Karı-kocanın böylesine
birbirine bağlılığı, kökü çok derinde olan aşktan ve insan soyunu devam
ettirme eğiliminden gelir. Ancak bu aşkı basit anlamda düşünmek doğru
değildir. Çünkü çiftler arasında sağladığı sevgi ve kaynaşmayı cinsel arzunun
çok üstünde oluşturup perçinlemektedir.
Bu nedenledir ki insan
kendisini ömrünün son demine kadar bir başka insana vermekte ve onun
mutluluğuyla mutlu, ıstırabıyla tedirgin olmaktadır. Sadece dişiyle erkeğin bir
çatı altında vücutlarının birleşmesiyle bu yakınlığın sağlandığını iddia
etmek, konunun hikmetinden uzaklaşmak olur. Çünkü vücutlarının birleşmesi,
ruhlarının ve kaderlerinin birleşmesiyle tamamlanıp bütünleşir. Böylece
karı-koca arasındaki bu aşk bağlarıyla kaynaşma ve birleşme, ailenin
sürekliliğini ve yeni bir neslin sağlam ölçüler düzeyinde gelişmesini ve
karı-kocadan her birinin saygı-değerliğini gerçekleştirir. Oruç ve ramazanın
aile üzerindeki olumlu etkilerini belirttiğimiz hususlar açısından değerlendirmekte
sayısız yararlar vardır. Ruhun arınması, vicdanın gelişmesi,- kalbin durulması
her çağda insan için çok lüzumludur. Oruç ve diğer ibâdetler bu lüzuma cevap
vermekte ve yüz güldürücü sonuçlar sağlamaktadır. [371]
«Mescidlerde itikatta
bulunduğunuzda kadınlarınıza (geceleri de) cinsel yaklaşmada bulunmayın.»
İtikâf: Bir şeye
yönelip saygı ile bağlanmak anlamına
gelir. Şeriatte ise, Allah'a ibâdette bulunmak üzere bir müddet mescidde
eyleşmektir.
Bu âyetin iniş
sebebini müfessirlerimiz şöyle tesbit etmişlerdir : «Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin arkadaşlarından birkaç kişi Mescid'de itikâf niyetiyle
bulunuyorlardı. Onlardan birinin ailesiyle görülecek bir işi olduğunda dışarı
çıkar, karısıyla cinsel yaklaşmada bulunur ve boy abdesti aldıktan sonra
tekrar mescide dönerdi. Yukarıdaki âyetle onların itikâf halinde mescidde
bulunurken dışarı çıkmaları ve cinsel yaklaşmada bulunmaları yasaklandı.»
Oruçluya, geceleri
cinsel yaklaşmanın helâl kılındığı açıklanınca, iti-kâfta bulunan kimse için de
aynı şeyin geceleri helâl olduğu düşünülebileceği dikkate alınarak, onun için
ne gündüz ne de gece bunun helâl olmadığı özel biçimde açıklanmış oldu.
İtikâf, sünnettir.
Çoğu ilim adamlarına göre müekked sünnettir ve mescidden başka yerde yerine
getirilmesi caiz değildir. Çünkü mescidin diğer yerler üzerinde bir üstünlüğü
ve kutsallığı vardır. Cemaat halinde ibâdetin yapıldığı yer olmakla da başka
toplantı yerlerinden ayrılmış oluyor.
Ancak müctehitlerin,
itikâfın hangi mescidde yapılabileceği hakkındaki içtihat ve görüşleri
farklıdır: Hz. Ali (R.A.)den yapılan rivayete göre, ancak Mescid-i Haram'da
yapılması caizdir. Çünkü Kur'ân'da buna şu âyetle işaret edilmiştir: «Ve hani
biz Beytullah'ı insanlara dönüp varılacak toplantı, sevap ve emniyet yeri
kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin! Ve Biz İbrahim'le
İsmail'e: «Evimi tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için
tertemiz tutun», diye vahyettik.» [372]
Tabiînden Atâ'a göre,
itikâf ancak Mescid-i Haram ile Mescid-i Ne-bevî'de caizdir. Huzeyfe'ye göre,
bu iki mescidle birlikte bir de Mescid-i Aksa'da caizdir. Başka mescidlerde
caiz değildir.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, imam ve müezzini bulunan ve cemaatle namaz kılınan her câmi'de caizdir.
İmam Şafiî, İmam Mâlik
ve İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, diğer bütün mescidlerde de itikâfın yapılması
caizdir. Çünkü âyette «Mescidlerde itikatta bulunduğunuzda...» cümlesi genel
bir anlam taşımakta, belli birkaç mescidle özellenmemektedir. Ancak ne var ki,
içinde beş vakit cemaatla namaz kılınan câmi'lerde itikâfta bulunmak daha
faziletlidir.
Hazreti Âişe Validemiz
(R.A.) bu konuda şöyle demiştir;
— «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Ramazanın son on gününde itikâfa girerdi. Vefat edinceye kadar bunu
terketmedi. Ondan sonra da hanımlan bu ibâdeti sürdürdüler.»
Abdullah bin Ömer
(R.A.) da aynı hususu belirtmiştir. Bu sahîh rivayete dayanılarak, itikâfın
Sünnet-i Müekkede olduğu kabul edilmiştir. Ne yazık ki bugün bu sünnet çoğu
yerlerde terkedilmiş vaziyettedir. [373]
a) İtikâf süresince oruç tutmak şart mıdır?
b) Adanılmayan itikâf için belli bir süre
gerekir mi?
c) Cinsel yaklaşmaya yol açan okşama, öpme ve
benzeri ilişkiler caiz midir?
Bu maddelerle ilgili
görüş ve ictihadları geniş biçimde öğrenmek isteyenler, El-Mebsut, Fetâvâ-i
Hindiyye, Fethü'l-Kadîr, Bedayiussanayi' ve benzeri fıkıh kitaplarına müracaat
etsinler. [374]
Nefsimiz üzerinde
hâkimiyet kurmamız ve ruhumuzu ilâhî sevgiyle besr iememiz zorunludur. Sınırlı
bir ömrü kendi arzumuzla yönetmeğe kalkışmamız ne bize, ne de topluma yarar
sağlar. Varlık âlemi canlısıyla cansı-zıyla Allah'ın eseri olduğuna göre,
ruhumuzun derinliğine doğuştan enjek-te edilmiş bulunan Allah sevgisini, yine
O'nun değişmiyen sünnetine (kanun) göre belirgin hale getirip ibâdetle, duâ ve
niyaz ile geliştirmemiz gerekmiyor mu?
Canlı varlıklar
arasında yer alıp Allah'ın yüksek kudretinin sanatını akıllara durgunluk
verecek ölçü ve anlamda kendinde toplayan insana, Allah yine kendi kudretinin
yüceliğine yakışır anlamda birtakım ayrı özellikler vermiştir. Bunlar o yüce
Yaratan'ın insana olan yakın ilgisini, rahmet ve iyiliğini belgelemektedir. Bu
ilginin zevkine varabilmek için yine O'nun belirttiği yol ve yöntemle
mümkündür. Aksi halde başka doktirin-lerin kalıbına sokulup biçimlendirilmekten
kendimizi kurtaramayız. O zaman da beden ve ruhumuzun yapılarına uygun olan bir
hayat ölçüsünden uzak kalır; kendimizi ilâhî sünnetin dışına itmeğe zorlamış
oluruz ki, bunun sonucu çok üzücüdür.
İşte mescidlere itikâf
ibâdeti niyetiyle kapanmak, ruhumuzun yapısına uygun olduğu kadar gıda
ihtiyacını da karşılar.
Yılın birkaç gününü,
toplumdan ve aile yuvasından uzak, günlük hayatın dışında kendimizi mesçidlerde
Allah'a vermemiz, elbetteki ruhumuzu doyurup ona kanış verir. Diyebiliriz ki iç
yapımızı tatmin eden, bizi ol-gunlaştırıp topluma daha çok yararlı hale getiren
bu ibâdet, İslâm'ın bu alanda sunduğu feyizlerden sadece biridir. Maddî
kirlerden temizlenmek, biteviye sürüp giden bir hayat düzeninden sıyrılmak,
ruhumuzun tazelenmesi, dimağımızın dinlenmesi için son derece gereklidir.
Bundan dolayı Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz her yıl Ramazan ayının son on
gününü itikâf niyetiyle Mescid'de geçirirdi. Vefat edinceye kadar buna devam etmiş
ve böylece bunu önemli bir sünneti olarak ümmetine bırakmıştır. Kendisine
peygamberlik verilmeden önce de bu ihtiyacı için için duymuş ve zaman zaman
Hira dağına çekilerek mağarada tam bir ruh safiyeti içinde Allah'a kulluk
etmenin yüksek ve derin zevkini tatmaya çalışmıştır.
İhtiyaçların
çoğaldığı, maddenin daha çok rağbet bulduğu yirminci asrın son yarısında insan
ruhu bu tür ibâdetlere daha çok muhtaçtır. Günlük hayatın eziei ve üzücü
cenderesi altında ezilen bir insana, ibâdet ekmek, su ve hava kadar lüzumludur.
Kendini ibâdet dışında bırakanların çoğu ruhî bunalım geçirmekte ve bir kısmı
da bozulan sinir sistemiyle baş-başa kalmaktadır. Uzun yıllardan beri ilim
adamları, psikologlar ve doktorların çoğu dinle ilgilenmedikleri için ibâdetin
insan ruhuna neler kazandıracağını bilmemektedirler. Ruhî bunalımları, sinir
sistemi bozukluklarını ekonomik sıkıntılara ve bazı tatminsizliklere bağlamakla
hiç bir bunalım ciddî ölçüde tedavi edilememiş, şifâ verici ilâcın kaynağına
inilememiştir. [375]
Yukarıdaki âyetle oruç
ve itikâf ibâdetlerinin öneminden, ruhî yapımıza sağladığı yarardan; karı-koca
arasındaki yakınlığın derin hikmetinden söz edilmiş, aile yuvasının nasıl bir
anlam taşıdığına dikkatler çekilmişti.
Aşağıdaki âyetle
ibâdetin insan karakteri ve ahlâkı üzerinde bırakacağı olumlu tesirin, el
emeği, alın teri ile elde edilen helâl lokmanın fert ve aileye sağlayacağı ruhî
yüceliğin üzerinde durulmakta; adalet ve hakkaniyetin hassas terazisini
ellerinde tutan hâkimlere rüşvet vermenin, onların da yetkilerini kötüye
kullanıp bunu kabul etmelerinin sakıncalarına ve her iki taraf için de büyük
günahlara yol açacağına değinilmekte ve gerekli uyarılar zımnen yapılmaktadır. [376]
188—
Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; insanların mallarından bir
kısmını bile bile günah işleyerek yemeniz için onu hâkimlere (rüşvet yollu)
aktarmayın.
Eşca' oğlu Abdan
el-Hadremî, Imrülkays el-Kindî üzerinde malı (hakkı) bulunduğunu iddia ederek
davacı sıfatıyla peygamber (A.S.) Efendimize başvurdu. Davalı olan İmrülkays
bu iddiayı red ve inkâr etti. Davacı iddiasını tekrarlayınca davalı yemin etmek
istedi, bu nedenle yukarıdaki âyet indirildi. [377]
Üzerinde başkasına ait
mal bulunur da bu konuda yazılı bir belge, ya da şahit bulunmaz ve bu nedenle
borçlu inkâra sapar, hak sahibi hakkını almak için hâkime başvurur; davalı
haksız olduğunu bildiği halde bâtıl sebeplere tutunarak inkârda direnir ve
yemin ederse, hem zulmetmiş, hem de büyük bir günaha girmiş olur. «Zâlim ve
haksız olduğun halde sakın davacı ve davalı olma!» sözü İslâm'ın ahlâk
ölçülerinden biridir. [378]
«Ben de ancak bir
insanım; davacı ile davalı bana gelirler, biri delilini getirmede diğerinden
daha güzel ve kuvvetli anlatır da ben ondan yana hükmederim. O halde, kimden
yana bir müslümamn hakkıyla hük-
medersem, bu ancak
ateşten bir parçadır; ya onu alıp taşır, ya da bırakıp ayrılır.» [379]
«Şüphesiz ki
kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize haram kılınmıştır.» [380]
«Mallarınızı aranızda
bâtıl (haksız sebeplerle) yemeyin.»
«Haksız sebeplerle»
çevrisini yaptığımız «bâtıl» bir bakıma başkasının malını haklı bir karşılık,
yasal bir neden olmaksızın yemektir. İslâm Hukuku, kayda değer bir karşılık
olmaksızın başkasına ait malı almayı, kullanmayı -sahibinin rızası alınmamışsa-
kesin olarak haram kılmıştır.
Âyetteki «mallarınız»
tabiri ümmetin tamamını ve her çeşit malı kapsamaktadır. Ancak şer'î bir
nedene dayanılarak (zekât, nafaka, öşür, diyet, vergi gibi) alınan mallar bu
hükmün dışında tutulur.
Haklı bir karşılık
olmadan alınan nakit ve malları müfessirlerimiz aşağıda belirttiğimiz gibi
birkaç madde halinde sıralamışlardır:
1. Faiz verip almak. Çünkü bu, karşılıksız
alınan ve haklı bir nedene dayanmayan fazlalıktır.
2. Hâkimlere, devlet yetkililerine haksız bir
davayı, ya da yasal olmayan bir işi kendi lehine sonuca bağlamak için
aktarılan mal ve para. Bu da karşılığı olmayan bir maldır ki rüşvet kapsamına
girer. Gerek hâkim, gerekse diğer devlet görevlileri millete hizmet etme
karşılığında hazineden para almaktadırlar.
3. Geçimini
kazanıp sağlayabilen ve çalışma gücünde
olup zekât alacaklar sınıfına
girmeyen kimsenin aldığı zekât ve sadaka. Bu durumda olan, fakirin hakkına el
uzatmıştır; aynı zamanda bunun şer'İ bir karşılığı da yoktur.
4. Okuyup üflemek, muska yazmak, cinleri
toplayıp kaybolan eşyadan haber vermek, türbelerin toprağından ve eskimiş
örtülerinden dilek sahiplerine dağıtmak suretiyle her birinin karşılığında mal
ve para almak, Bunlardan hic birinin satışına, şifâ ve teberrük niyetiyle
dağıtılmasına, cinler aracılığıyla kaybolan eşyayı bulmaya, meydana gelen ruhî
hastalığın nedenini bu yollarla tesbite çalışmaya İslâm Şeriatı cevaz vermemiş
ve bunları büyük günahlardan saymıştır.
5. Bir malı olduğundan daha iyi ve daha yararlı
gösterip alıcısını bü-yülercesine aldatarak fahiş fiatla satışını sağlayıp elde
edilen kazanç. Değerinin üstünde alınan fazlalığın şer'an bir karşılığı
yoktur. Bu bakımdan «gabn-i fahiş = fahiş fiatla mal satmak» haram kılınmıştır.
Bu konuda beldenin örfüne ve devletin örfe uygun tesbitine uymak gerekir.
6. Mahkemede yalan yemin, parayla tutulmuş tanık
ve benzeri haksız yollarla davayı kendi lehine çevirip elde edilen mal ve
benzeri haksız menfaatlar.
Hâkimin delil ve
belgeleri dikkate alarak verdiği karar hiçbir zaman haramı helâl; bâtılı hak
kılamaz. Çünkü hâkim zahire bakarak hükmeder. Yukarıdaki hadîs-i şerif bu
konuda bize yeterli delildir. Hâkim de bir insandır, hata yapabilir. Bir
davada en âdil hükmü insanın kendi vicdanı verir; tabiî gelişen bir vicdan
varsa..
7. Meslek ve iş adamlarının simsar tutup alıcıyı
ve ihtiyaç sahibini aldatmaya, başkasının alım-satımına engel olmaya
kalkışmaları da bu cümledendir. [381]
Haklıyı haksızdan
ayırt etmek; haksızlığa uğrayanın hakkını sonuna kadar savunmak; haksızı mahkûm
etmek elbetteki övgüdeğer bir fa-zîlettir. İslâm'ın iki ana kaynağının ruhu her
zaman bu fazileti emreder. Aksi bir yol tutanları kınar ve haksızlıktan yana olanları
tel'in eder.
Diyebiliriz ki hukukî
mesele ve anlaşmazlıkları adalete uygun an-fam ve biçimde çözümlemeye yetkili
ve vesile olan avukat çok duyarlı bir sorumluluk üstlenmiş bulunuyor. Meslek
olarak avukatlık, haksızlığa uğrayanı savunma, anlaşmazlıkları hakkaniyet
ölçülerine göre çözümleme düzey ve doğrultusundadır. Bu nedenle de en zor ve
fakat en faziletli bir meslektir. Ancak haksızı haklı göstermeğe çalışmak;
cani ve ırz düşmanını namuslu tanıtmaya gayret etmek, mesleğin kudsiyet ve
faziletiyle bağdaşmaz.
Sevgili Peygamberimiz (A.S.)
Efendimiz bu mesleğe
zaman zaman
işarette bulunarak hem
övmüş, hem de büyük bir sorumluluk taşıdığına dikkatleri çekmiştir:
«Hakkı söylemeyip
susan kişi dilsiz şeytandır.» [382]
«Haceti (dert ve
davası)nı (yetkili makamlara) ulaştırmaya güç ge-^iremiyen kimsenin hacetini
siz ulaştırın. Kim, hacetini ulaştırmaya güç getiremiyen kişinin hacetini
sultan (devlet yetkilisi, ya da ilgili zat)a ulaştı-rırsa, Allah Teâlâ kıyamet
günü onun ayaklarını Sırat üzerinde tesbit eder (kaydırmaz).» [383]
«Müslüman müslümanın
kardeşidir; ne ona zulmeder;- ne de onu haksızlığa uğramaya terkeder,
yardımsız bırakır. Kim kardeşinin haceti (dert ve davası)nı (yerine getirip)
yardımcı olursa, Allah da onun hacetinde kendisine yardımcı olur.» [384]
«Kim haksızlığa
uğrayan kimseyle -hakkını isbat edinceye kadar- yürürse, Allah onun
ayaklarını, ayakların kayacağı günde Sırat üzerinde tesbit eder.» [385]
«Allah'ın, sadece
insanların işlerini (dert ve davalarını) görmek için yarattığı öyle kulları var
ki insanlar işlerinin düzelmesinde onlara koşup yardım isterler. İşte o kullar
Allah'ın azabından güven içindedirler.» [386]
O halde kim hukukî
bilgi ve tecrübelerini adaletin gerçekleşmesi yolunda haksızlığa uğrayandan
yana kullanır; bile bile haksız ve mütecavizin suçsuz olduğunu savunmazsa
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu müjdesine lâyık görülmesi umulur. [387]
Yerine getirilmesi
hususunda kanunî yollar açık bulunduğu, ilgili görevlinin yapmasında yasal bir
sakınca olmadığı veya kanunî yollar kapalı olduğu, yapılmasında kanunî sakınca
bulunduğu halde yaptırılmak istenilen bir işte kanun dışı kolaylık sağlamak
için birine para, ya da mal
vermek rüşvettir.
Devlet çarkında
işlerin bu yoldan çözümüne kapı açmak sosyal yapımızda, ahlâk anlayışımızda
yıkım yapar. Bunu şöyle sıralıyabiliriz :
a) Devlet otorite ve itibarını sarsar; idarenin
tarafsız çalışmadığı endişesini doğurur.
b) Fertlerin kanuna ve uygulayıcılarına olan
güvenini yıkar.
c) Ara yere
üçüncü şahısların birer parazit gibi girip, çıkar sağlamasını kolaylaştırır.
d) Yasaların sağlıklı biçimde işlemediği
kanaatini uyandırır.
e) Adalet terazisinin hakkaniyetle elde tutulmadığı inancını yaygın-laştırır,
f) Toplum
arasında güvensizlik
doğurur. Haklıyı haksız
durumuna sokar.
Her ne kadar rüşvet
konusunda bir veren, bir de alan varsa ve bunların fiili bağımsızsa da ortada
zorlayıcı bir neden olmadığı takdirde her ikisi de hem Allah katında, hem kanun
karşısında suçludur. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz rüşvet hakkında
yirmiye yakın hadîs söylemiştir. Biz sadece iki tanesini nakletmekle
yetiniyoruz :
«Allah'ın laneti,
rüşveti verenin de, alanın da üzerinedir.» [388]«Rüşveti
veren de, alan da ateştedir.» [389]
Yukarıdaki âyetle
oruçtan. Ramazan ay'ının özelliğinden,, ruhları cilalayıp ferahlatmasından söz
edildi. Bu arada ilâhî ruhsata yer verildi ve oruç ayında indirilen Kur'ân'ın
insanlar için doğru yolu gösterici olduğu, eğriyle doğruyu, hakla bâtılı kesin
hatlarla ayıran hidâyet belgeleri niteliğini taşıdığı, kısaca Kur'ân'ın
insanlar için hidâyetin, yani doğru yolun ve mutlak saadetin tâ kendisi
bulunduğu açıklandı ve çok kısa fakat özlü cümlelerle geniş anlamlı bir tablo
sergilendi, Sonra Allah'ın bu ölçü ve mânada inanan kullarına çok yaktn olduğu;
iç temizliğinde çok etkili olan oruç ibâdetinin yüksek hikmetine erişenlerin'
herhalde duâ ve niyazlarının iyi karşılık göreceği belirtildi. Oruçlu günlerin
gecelerindeki zorluğun kaldırıldığına, nefis terbiyesinde başarılı olanların
başkasının malını haksız nedenlerle yemiyeceğine; adalet ve hakkaniyet
ölçülerinin bozulmasına yolaçan rüşvetten
şiddetle kaçınılmasının gerekli
olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetle de
belirtilen yoldan asıl amacına ulaştırılan orueun, bu defa vakti üzerinde
duruluyor; onun ve hac aylarının tesbiti konusunda dünyanın çeşitli
ülkelerinde yaşayan Müslümanlara kolaylık olsun diye hilâllerin vakit ölçüleri
olduğu bildiriliyor, [390]
189— Sana
hilâllerden soruyorlar, de ki: O, insanların yararına ve bir de Hac için vakit
ölçüleridir. İyilik ve ibâdet, evlere arkalarından gelmeniz (girmeniz)
değildir; fakat gerçek iyilik, kötülüklerden sakınıp korunan kimsenin (bu ölçü
ve anlamda olan) iyiliğidir. Ve artık evlere kapılarından girin. Allah'tan
korkup O'nunla korunun ki, kurtuluşa eresiniz.
Ashabdan Cebel oğlu
Muaz (R.A.)ın bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimize şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
__ Ey Allah'ın
Peygamberi! Yahudiler durmadan bizden
şu hilâllerden soruyorlar. Nedir
bu ay'ın bazen incelip bir hurma çubuğu durumu-
ma gelmesi, sonra da
yavaş yavaş büyüyüp yusyuvarlak olması ve tabii tekrar noksanlaşıp yine bir
önceki duruma gelmesi?
Bu soru üzerine
yukarıdaki âyet indirildi.
İbn Abbas, (R.A.)
Katade ve Rabi'den yapılan rivayette ise, Müslümanlardan bir cemaat,
Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordular:
— Neden ay iki gece
çok incelip ne sabah, ne de akşam görünmez duruma gelir; sonra yavaş yavaş
büyüyüp tamamlanır? Neden ay'ın durumu güneşe benzemez? (Yani güneş
noksanlaşmaz, incelmez hep aynı durumda kalır).
Bu soru üzerine
yukarıdaki âyet indirildi. [391]
Buharı ve Ebû
Davud'un, İbn Kesîr ve İbn Cerîr'in tesbitine göre ; Medineli Ansar, bu âyet
inmeden önce hac niyetiyle ihrama girip evlerinden çıktıktan sonra
dönüşlerinde evlerinin kapılarından değil, arkasından ya merdivenle, ya da bir
delik açarak içeri avluya girerler ve böyle yapmayı hac ile ilgili bir ibâdet
ve iyilik sayarlardı. Onların bu konudaki inancı şöyle idi:
Hac ve umreye niyet
edip tekbîr, tehlîl ve teibiye getirerek ihrama girdikten sonra artık onlarla
gök arasına bir perde, ya da engel girmemeliydi. Bu nedenle evlerinde ihrama
girip dışarı çıktıktan sonra bir ihtiyaç için tekrar eve dönmeleri gerektiğinde,
evin tavanını kendileriyle gök arasında bir perde sayar, bu yüzden üstü açık
avluya arka taraftan bir merdiven ma'rifetiyle, ya da bir delik açarak
girerlerdi. Yukarıda da belirtildiği gibi, onlar buna benzer birçok âdetleri
haç ibâdetinden kabul eder, sıkı sıkıya bağlılık gösterirlerdi. Cenâb-ı Hak bu
durumda da evlere kapılarından değil, arkalarından girmenin ibâdet ve gerçek
iyilik olmadığını; asıl .iyilik ve taatin Allah'tan korkup yüksek saygı duygusu
içinde günahlardan ve kötülüklerden sakınmak olduğunu açıkladı. Çünkü İslâm
dini şekilden fazla niyet ve mânaya bakar. Nitekim hadîs-i şerîfte şekle
bağlılığın daha fazla bir anlam taşımadığına dikkatler çekilerek şöyle
buyuruluyor: '
«Allah şüphesiz ki
sizin suretlerinize (şekil ve kıyafetinize), mal ve servetinize bakmaz. Ama O,
ancak sizin kalbierinize ve amellerinize bakar.» [392]
Kurtubî, Fethü'l-Kadîr
ve İbn Cerîr Taberî'nin tesbitine göre, Hudey-biye yılında (Hicrî 6. yıl),
Resülüllah (A.S.) Efendimiz umre için ihrama girip tehlîl ve tekbîr
getirdikten sonra dışarı çıktı ve az sonra tekrar evine döndü. Ansardan Seleme
oğullarından bir adam da ihrâmlı vaziyette Peygamberimizin arkasısıra içeri
girdi. Resülüllah -(A.S.) Efendimiz _ona :
— Neden âdetinizi bozup evin kapısından içeri
girdin?
Diyerek (onu gerçek
iyiliğin bu olmadığı konusunda kapalı ve dolaylı bir yoldan uyararak) sordu.
— Siz ihramlı vaziyette girdiniz de ondan..
Diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz
ona :
— Ama ben Ahmesim (yani
Kureyş kabilesindenim, âdetimiz
sizin âdetinize uymaz bu konuda).
Buyurdu. Bu kez adam
şu cevabı verdi:
— Benim dinim sizin dininiz (benim dindarlığım
sizin dindarlığınız gi-bi)dir. (Yani dinde biz size uyarız).
Resülüllah (A.S.)
Efendimiz onun bu cevabı üzerine bir şey demedi. Sonra da konumuzla ilgili âyet
indi. [393]
«Allah hilâlleri
insanlar yararına vakit ölçüleri kılmıştır. O halde hilâli gördüğünüzde oruç
tutun ve yine hilâli gördüğünüzde iftar (bayram) edin. Hava size karşı kapalı
(bulutlu, sisli) olursa otuz günü sayıp tamamlayın.» [394]
«Allah hilâlleri
(vakit ölçüleri içinde) yaratmıştır. Hilâli gördüğünüzde oruç tutun; yine onu
gördüğünüzde iftar (bayram) edin. Hava size kapalı olursa, sayıyı otuza tamamlayın.»
[395] «Hava
size karşı kapalı olursa, ona göre (hesaplayın) takdir edin.» [396]
Bu hadîs yılın çoğunda
hava kapalı geçen bölgelerle ilgilidir. Oralarda hava kapalı olduğu takdirde
sayı otuz olarak tamamlanmaz, hesaba baş vurulur; rasathanenin tesbitiyle amel
edilir. [397]
İslâm dini ve onun
tebliğcisi Hazreti Muhammed (A.S.), insan ömrüne, zaman kavramına değer verir.
Sayılı günlerden ibaret olan bir ömrün boşa gitmemesine özen gösterip iki türlü
ibâdet ölçü ve anlamını getirir. Bunun için emir ve tavsiyelerde bulunur. İnsan
ruhunu yüceltmek, dimağını berraklaştırmak, vicdanını yeterince geliştirmek;
madde ile ruh, dünya ile âhiret arasında denge ve uyum sağlamak ve de
yaşamanın gerçek düzenini oluşturmak için iki türlü ibâdete yer verir: Ruhî
yapımızdaki boşluğu doldurmayı, diğer bir deyimle ruhî gereksinmeyi
karşılamayı ve bu doğrultuda âhiret saadetine kapı açmayı, sonra da bu imân ve
bilinç içinde günlük hayatı düzene sokmayı ve yeterince değerlendirmeyi farz,
vacib ve sünnet ibâdetlerle karşılamıştır. Dünya hayatımızı belirli sınıra
kadar götürebilmemiz için de meşru' yollardan çalışmayı, ilmî araştırmalar
yapmayı, teknik alanda ilerlemeyi ve fakat bütün bunları insanlığın hayrına
çevirmeyi getirmiştir. Bu alanda kimseye yük olmadan, başka milletlere köle
durumuna düşmeden haysiyetli çalışmayı ibâdet sayarken iki ibâdet arasında en
sağlam bağlantıyı kurmuştur.
Ancak bütün bunların
yapılmasını emrederken amaca ulaşabilmek için kolaylaştırıcı yolları getirmiş,
bıkkınlık verecek, sıkıntı yaratacak, ruhun ve kalbin zevkini öldürecek bütün
yolları kapamıştır.
Oruç, hac, kadın
halleri ve bazı akidler zaman ölçüsüyle ilgilidir ve hattâ bazen onunla
içiçedir. Bu konularda zaman ölçülerinin matematiksel olarak ele alınmasında
birtakım zorluklar ve sıkıntılar başgösterebi-lir. Özellikle okumamışlar için,
içinden çıkılmaz bir durum arzedebilir. Halbuki İslâm'ın genel kuralı,
ibâdette kolaylıktır. Bu nedenle ibâdetlerin çoğunun kamerî aylara göre
yapılması emredilmiştir. Güneş yılına ve hesabına göre yapılması için -namaz
hariç- çoğu meselelerde kapı açılmamıştır. Çünkü güneş yılı ancak hesapla
bilinebilir.
Ayrıca hac ve oruç
gibi iki önemli ibâdetin kamerî yıla göre yapılması coğrafî yönden
yeryüzündeki farklı ülkelerde yaşayan mü'minler arasında ibâdette de adalet
sağlamayı amaçlar.
Bakara sûresi 185.
âyetin açıklamasında bu konuya kısmen yer verilmiştir.
Neden bu meselelerde
daha çok pozitif ilimlere yer verilmemiştir? Bu soruyu şöyle
cevaplandırabiliriz :
Peygamberlerin gönderilmesi,
kitapların indirilmesi, fizik, kimya, matematik ve benzeri pozitif ilimleri
insanlara öğretmek için değil; insanları bir olan Allah'a imâna çağırmak, fert
ve toplumu bu konuda eğitip düzenli, huzurlu bir dünya oluşturmak;
yaratılışımızın neden ve niçinini, esrar ve hikmetini; dünya ile âhiret
arasındaki bağı iman ölçüleri içinde gönüllere yerleştirmek, dimağlara işlemek
ve böylece dünya barışını sağlamak içindir.
Ne \/ar ki gerek
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, gerekse teblîğ ettiği Kitap insan aklına ışık
tutmak, onu harekete geçirmek, ataletten kurtarmak için pozitif ilimlere zaman
zaman kapı açar, ana fikir ve temel bilgi verir, düşünme imkânı sağlar.
Çünkü ilim bize
bitkilerin ilkönce nasıl meydana geldiği, ilk insanın nasıl var olduğu hakkında
kesin bilgi vermez. Bir takım varsayımlar ortaya atar, fakat sonuca götürmez.
Bütün bunları din açıklar ve kesin sonuca götürür. İlâhî kitaplarda pozitif
ilimlerin detayına inilip yöntemleri açıklansaydı, insan aklını ve irâdesini
harekete geçirecek nedenler ortadan kalkardı,
[398]
Araplar Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail zamanından beri ay birimi- olarak, Ay'ın Dünya çevresindeki dönüşünü
esas almışlardı. Müslümanlar da bu takvim düzenini aynen kullandılar. Çünkü
ibâdetlerde hem kolaylık, hem de eşitlik sağlamak Kamerî yıla göre mümkün
oluyordu.
Ay, Dünya çevresindeki
dönüşünü yirmi yedi buçuk günde tamamladığı halde, Dünya'nın dönüş yönüne
doğru döndüğü için hilâlin iki görünmesi arasında gecen zaman 29 gün, 12 saat
ve 40 dakika kadar tutmaktadır. Böylece 12 ay, bir güneş yılından 10 gün, 21
saat, 13 saniye eksik gelmektedir. Bu durum 31 yılda bir yıl kaybedilmesine
neden olmuşsa da oruç ve hac gibi önemli iki ibâdetin İslâm ülkeleri arasında
her dört mevsime, coğrafî yerine ve durumuna göre rastlamasını sağlamış ve
böylece sıcak soğuk mevsimlerin Kuzey Yarımküre ile Güney Yarımküre arasında
değişik olmasıyla buralarda yaşayan Müslümanlar için ibâdette de adalet ve
eşitlik esasını getirmiştir.
Bu hesaba göre 33 ay
yılı, 32 güneş yılına eşit oluyordu. O yüzden, İslâm'dan öneeki devirde Araplar
bazı yılları 13 ay olarak kabul etmek zorunda kaldılar.
Resülüilah (A.S.)
Efendimiz bir hutbesinde Cahiliye devrinin bu adetinin yersiz olduğunu
bildirerek, yılın 12 ay olduğunu belirtti. İslâm Bü-
yükleri, başta İkinci
Halîfe Hz. Ömer (R.A.) olmak üzere hicretin 17. yılında hicrî takvim esasını
getirdiler. Hicrî takvimde kullanılan ay adları şunlardır: Muharrem, sefer,
rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyülevvel, ce-maziyülâhir, recep, şaban, ramazan,
şevval, zil'kade, zilhicce.
Kur'ân'ın 9/36
sûresinde ayların oniki olduğu açık bir şekilde şöyle belirtilmiştir:
«Şüphesiz ayların
sayısı, Allah yanında -gökleri ve yeri yarattığı gün-de(n beri) Allah'ın
kitabında (planlandığı üzere)- onikidir.»
Ay, yörünge düzlemine
göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde kendi etrafında döner. Dönüş süresi Ay'ın
yer etrafında dolanma süresine tamamen eşittir. Bu sürenin eşitliği nedeniyle
ve dünyaya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesi sebebiyle
hilâller meydana gelir. [399]
Yukarıdaki âyetle
Kur'ân-ı Kerîm'in insanlık için doğru yolun kendisi bulunduğu; iyiyi kötüden,
doğruyu eğriden, imânı küfürden, hakkı bâtıldan ayırıcı nitelikte indirildiği;
bu nedenle Kur'ân'ın insanlıktan yana hedef ve amacının, bir olan, eşi,
dengi've benzeri bulunmayan Allah'a götürmek olduğu, saadetin ancak bu
doğrultuda yürüyenlere miras kalacağı belirtildi. Açık ve kapalı sözlerle bu
husus en doyurucu biçimde işlendi. Nefsi terbiye eden, ruhu yüceltip olgunlaştıran
orucun, şefkat ve merhamet duygusunu bilhassa geliştireceğine dikkat çekildi ve
hilâllerden söz edilerek hac aylarına atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
hac aylarında, özellikle haram aylarında savaşın haram olduğuna işaret edilerek
ancak bu hürmeti çiğneyenlere karşı savaşın mubah olacağı bildirildi. Ne var
ki, İslâm nazarında savaşın son çare bulunduğu, fitnenin durdurulması için bu
kapının açılmasında zaruret olduğu; savaşmak isteyen inkarcılara karşı Allah
yolunda, O'nun dinini yüceltmek için savaşmanın, fitneyi durdurma bakımından
kaçınılmaz sayıldığı belirtildi; ancak aşırı gidilmemesi, haksızlık ve zulümde
bulunulmaması tenbîh edildi. Böylece İslâm'ın savaş nedeni ve ölçüsü
belirlenmiş oldu. [400]
190— Sizinle savaşanlarla Atlah
yolunda savaşın. Aşırı
gitmeyin. Çünkü Atlah aşırı gidenleri sevmez.
191— Size savaş açanları nerede yakalarsanız
öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. Fitne adam
öldürmekten daha kötüdür. (Yalnız) Mescid-i Haram yanında onlar
sizinle savaşmadikça siz de onlarla savaşmayın; ama orada sizi öldürmeye
kalkışırlarsa, siz de onları öldürün. İnkarcıların cezası işte böyledir.
192— Eğer inkârdan
(ya da savaştan) vazgeçerlerse, şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir,
193— Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'a ait
oluncaya kadar onlarla savaşın; vazgeçerlerse artık düşmanlık ancak zâlimlere
karşıdır.
yükleri, başta İkinci
Halîfe Hz. Ömer (R.A.) olmak üzere hicretin 17. yılında hicrî takvim esasını
getirdiler. Hicrî takvimde kullanılan ay adları şunlardır: Muharrem, sefer,
rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyülevvel, ce-maziyülâhir, recep, şaban, ramazan,
şevval, zil'kade, zilhicce.
Kur'ân'ın 9/36
sûresinde ayların oniki olduğu açık bir şekilde şöyle belirtilmiştir:
«Şüphesiz ayların
sayısı, Allah yanında -gökleri ve yeri yarattığı gün-de(n beri) Allah'ın
kitabında (planlandığı üzere)- onikidir.»
Ay, yörünge düzlemine
göre 83° 30' eğik bir eksen üzerinde kendi etrafında döner. Dönüş süresi Ay'ın
yer etrafında dolanma süresine tamamen eşittir. Bu sürenin eşitliği nedeniyle
ve dünyaya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesi sebebiyle
hilâller meydana gelir.
İslâm bilginlerine
göre, hicretten önce Müslümanlara savaş emri verilmemiştir. Çünkü karşıt
görüşler arasında kuvvet dengesi yoktu. Müslümanlar hem sayı ve silâh
bakımından azdı, hem de ilk adımda insanlığın sadece saadeti ve huzuru için
gönderilen bir dinin savaştan yana olmadığını anlatmak hikmeti ön plânda yer
alıyordu. Zaten İslâm'ın ruhunda bu hikmet her zaman mevcuttur.
Nitekim Mekke'de inen
âyetler, bu ruh ve hikmeti en ölçülü biçimde yansıtmaktadır. Ayrıca Haram
Aylarında Haremeyn dahilinde savaşmanın doğru olmadığı biliniyordu.
«Onları affet ve geç!»
âyeti bu hikmeti yansıtıyor. [401]
«Sen artık (kötülüğü)
en güzel şekilde sav. O vakit seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse sıcak
bir dost gibi olur.» [402]
«Onların (inkarcı
müşriklerin) dediklerine katlan. Onları güzel bir tavırla terkedip ayrıl.» [403]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
Medine'ye hicret edip orada kendine bir çevre bulup ortam hazırlayınca, Mekke
müşrikleri ile Medine Yahudileri iyice kuşkulanmaya başladılar ve gizliden
birtakım hazırlıklara koyuldular. Bir yandan da İslâmiyet ve Onun tebliğcisi
Son Peygamber Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz aleyhinde fitne ateşini
körüklemeye, fesat kazanını kaynatmaya başladılar. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi,
İbn Abbas (R.A.) bu
âyetlerin daha çok Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu söylemiştir ki
müfessirlerimizin çoğu da bu husustan söz etmektedirler. [404]
«Allah yolunda savaşın
(kutsal savaştan geri kalmayın); Allah'ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, ama
aşırı gitmeyin; ganimet malından aşır-mayın, vefasızlık, acımasızlık etmeyin.
Düşmanın organları (el, ayak, kulak,
ve kendini mabede
(ibâdet yerine) vermiş kişileri, din adamlarını öldürmeyin.» [405]
«Allah'ın ismiyle
çıkın; Allah'ı inkâr edenlerle Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin, ganimet
malından aşırmayın, haksızlık ve zulümde bulunmayın- Organları keserek
işkencede bulunmayın; çocukları ve kendini mabede vermiş kişileri (din
adamlarını) öldürmeyin.» [406]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden soruldu :
— Kahramanlık için savaşan adam, yurdunu ve
yakınlarını korumak için savaşan adam ve bir de gösteriş için savaşan adam,
bunlardan hangisi Allah yolundadır?
Cevap verdi:
— Kelimetullah daha yüce olsun diye kim
savaşırsa, işte o, Allah yolundadır. [407]
«Şüphesiz ki bu belde
(Mekke)yi Allah, gökleri ve yeri yarattığı günden beri haram kılmış (hürmete
lâyık görmüş)tür. Bu bakımdan Mekke kıyamete kadar Allah'ın hürmetiyle
haramdır: (İçinde savaş yapılmaz, ağaçları kesilmez). Ancak gündüzden bir saat
savaş helâl kılınmıştır; o da benim şu içinde bulunduğum saattir (Mekke'ye
İslâm ordusunun girdiği gün).» [408]
Mekke fethedildiğinde,
Resûlüllah (A,S.) Efendimiz şöyle buyurdu :
«Evine girip kapısını
kapayan güven içindedir. -Mescid-i Haram'a giren güven içindedir. Ebû
Süfyan'ın evine giren de güven içindedir.» [409]
«Allah şüphesiz ki
Kur'ân ile defetmiyeceği bazı fenalıkları kılıç (silah) ile defeder.» [410]
Yukarıdaki hadîslerden
anlaşıldığı gibi, İslâm her yönüyle insanlık dinidir; merhamet,
şefkat, zayıfı korumak;
kadın, çocuk ve kendini
mabede vermiş din
adamlarını öldürmemek, onlara yardımcı olmak, savaşa katılmayan çifçilere,
sanatkâr ve ilim adamlarına, yaşlı ve hastalara dokunmamak bu dinin ruhunda ve
özünde mevcuttur. Kutsal savaşlara gönderilen İslâm mücahidlerine başta
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere dört halife mutiaka bu konuda gereken
emir ve tenbihte bulunmuşlardır.
İbn Ömer (R.A.) diyor
ki :
«Kutsal savaşlardan
birinde bulunuyorduk. Savaş alanında düşman tarafından olduğu bilinen bir
kadının öldürülmüş olduğunu gören Resûlüllah (A.S.) Efendimiz üzüldü ve bunu
hiç de uygun karşılamadı; aynı zamanda kadınların ve çocukların öldürülmesini
çok çirkin ve vahşice bir fiil olarak niteledi.» [411]
Bunun gibi kiliseye
sığınmış rahiplerin, yaşlı kişilerin, güven isteyerek İslâm tarafına
sığınanların öldürülmesini yasaklamıştır. Nitekim Birinci Halîfe Hz. Ebûbekir
Sıddîk'ın (R.A.) da, Ebû Süfyan oğlu Yezîd'i Şam'a gönderirken aynı emir ve
tavsiyelerde bulunduğunu sahih kaynaklarımızda okumaktayız.
İkinci Halîfe Hz. Ömer
(R.A.), savaşa gönderdiği orduya şu talimatı vermiştir:
«Çocuklar ve savaşa
katılmayan çiftçiler, ziraatçılar hakkında Allah'tan korkun; onları
öldürmeyin.»
Emevî Halîfelerinden
İkinci Ömer olarak isim yapan Ömer bin Abdül-aziz'in de savaşa katılmayan
çiftçileri öldürmediği bilinmektedir. [412]
Kutsal belde Mekke'nin
fethinde de Cihan Peygamberi Hazreti Mu-hammed (A.S.) Efendimiz aynı merhameti
kat kat göstermiş, kendisine fenalık eden, işkencede bulunan en azgın
müşrikleri bile affetmiş, sadece direnip savaşanları tesirsiz hale getirmeye
çalışmış, az kan dökerek çok iş başarma prensibinden asiâ sapmamıştır. Bilhassa
savaşmayanla-ra tam güven vermiş ve kimsenin burnunun kanamasına razı
olmamıştır. [413]
«Fitne kalmayın caya
ve din yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.»
İslâm'ın savaş felsefesi
yukarıdaki âyetlerle ve bilhassa Mekke devrinde inen ilâhî beyanlarla gayet
açık biçimde belirlenmiştir. Müfessirleri-mizin ve tarihçilerimizin sahîh
rivayetlerini dikkate alarak İslâm'ın bu felsefesini şöyle özetliyebiliriz :
a} Hiçbir
neden ve zorlayıcı sebep yokken savaşa kapı açmak doğru değildir. Ancak savaşa
kalkışan inkarcılarla savaşmak gereklidir, Din ve vatan bütünlüğüne göz dikip
saldırıya hazırlanan düşmana karşı savaşmak da böyledir.
b) Düşman kim olur, hangi milletten ve dinden
bulunursa bulunsun, on' ;,ra karşı aşırı
gitmemek, zulümden kaçınmak, lüzumsuz yere adam nk ürmekten sakınmak,
c) Tehlike tesbit edilmedikçe, üzücü
bir fitnenin başlatıldığı sezil-medikçe savaşı başlatmamak,
d) Savaşa katılmayan din adamlarını, çiftçileri, ilim adamlarını, sanatkârları öldürmemek,
e) Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara
dokunmamak,
f) Bayındır yerleri yıkmamak,
ağaçlan kesmemek, insanlık
için yararlı sanat değeri olan
eserleri yıkmamak,
g) Dini Allah'a ait kılıncaya ve fitneyi durdurup
sulh ve selâmeti sağlayıncaya kadar savaştan geri
kalmamak, Allah'ın emri, Peygamber (A.S.) Efendimizin değişmiyen Sünnetidir.
Bunun için yapılan
araştırma ve elde edilen istatistiklere göre, Sevgili Peygamberimiz (A.S.)
Efendimizin on yıllık Medine devrinde Müslümanların yapmış olduğu kutsal
savaşların tamamında inkarcılardan 150-160, Müslümanlardan 90-110 kişinin
öldürüldüğü anlaşılmıştır, Bugün küçük bir bombanın yaptığı yıkım ve öldürdüğü
can bunun kat kat üstündedir, Hiroşima'ya atılan atom bombasının meydana
getirdiği tahribat ve öldürdüğü insan tüyler ürperticidir.
İşte İslâm'ın insan
hayatına verdiği değerin anlam ve ölçüsü. O halde İslâm daha çok barış
dinidir. Ancak tuğyan edenlere, fitne çıkarıp ortalığı alt-üst edenlere karşı
tedib eder anlamda savaşçı bir dindir. [414]
Bu' 'slâmın suln ve
selâmet stratejisidir. Fitne, çok
yönlü bir deyimdir.
1— Toplumun dinine, inançlarına saldırmak; kökleşmiş iyi âdet ve geleneklerin karşısına
çıkıp onları çok anlamsız biçimde değiştirmek, kökü tarihin çok gerilerine
uzanan güzel ahlâk esaslarını yıkmak,
2— İşte ve dışta kurulan bir takım kötü niyetli
ve maksatlı örgütlerle millî bütünlüğü
parçalamaya çalışmak; mezhep sürtüşmesine ortam hazırlamak,
3— Mal ve cana, ırz ve namusa, ilim ve milli
kültüre ağır darbe indirmek; plânlı ve sistematik olarak bunları değersiz hale
getirmeye, kadınları birer eğlence ve şehvet vasıtası haline düşürmeye
kalkışmak; bir milleti kitle halinde öldürmekten daha yıkıcı ve yok edioi, daha
üzücü ve ezicidir.
O nedenle Kur'ân-ı
Kerîm, Müslümanların bu tür fitnelere karşı çok uyanık olmalarını emretmiş,
bozgunculara fırsat verilmemesini önermiştir. İçte ve dışta sulh ve esenliğin,
huzur ve sükûnun sağlanması için fitneye karşı önceden önlemler alınmasına
dikkatleri çekmiştir. Oünkü savaş, insanın en çok geçici hayatını alır da
dünyasını yıkar; fitne hem din ile dünyayı, hem âhiret hayatını yıkar. Milleti
birbirine düşman edip içsavaşa sürükler. Zaten kelimenin kök mânası : İçindeki
yabancı maddeyi gidermek için altını ateşe koyup eritmektir. Sonra da bu
kelime, insanı dert, belâ, üzüntü, azap, itikadsızlık, ruhî bunalım gibi
fenalıklara sokmak anlamında kullanılmıştır. Şüphesiz ki ölümü aratan ve onu
te-' menni duygusunu harekete geçiren bir
fitne, ölümden çok beterdir.
İşte Kur'ân böyle bir
fitneden söz ediyor. O halde'fitne kalmayınca-ya ve din yalnız Allah'a ait
oluncaya kadar inkarcılarla, din, millet ve vatan düşmanlarıyla savaşın..
Fitne daha çok şu iki
şeyden kaynaklanır;
1. Allah'ı ve âhireti inkâr edip fert ve toplumu
derin bir çıkmaza ve ezici, yıpratıcı bir ümitsizliğe itmek,
2. Maddeyi temel
kabul edip bu acıdan hareketle
her şeyi mubah saymak ve amaca
ulaşabilmek için arayerde ahlâk ve faziletten, âdet ve gelenekten ne varsa
hepsini çiğneyip geçmek.. [415]
Yukarıdaki âyetlerle
savaşa kalkışan inkarcılara karsı Allah yolun-da savaşmanın gereğine dokunuldu;
ancak bu konuda da haddi aşmanın, insafı elden bırakıp yapılan kötülüğe kat kat
ceza vermenin İslâmî ve insanî olmadığına dikkatler çekildi; böyle bir tutum
ve anlayış içinde olanların Allah tarafından sevilmediği hatırlatıldı. Bir
takım haklar çiğnenmiş ve Müslümanlara haksızlık yapılmışsa, buna ancak ve en
çok dengiyle karşılık vermenin İslâm'ın ruhuna uygun düşeceği bildirildi.
Yeryüzünde ilk Mâbed şeref ve kutsallığını taşıyan Mescid-i Haram yanında
savaşmanın Allah'a karşı saygısızlık olacağı anlatıldı, ancak Allah düşmanları
böyle bir saygısızlık içine girer de Beytullah'ın yanında savaşmaya kalkışırsa,
artık mü'minlerin de -elde olmayan bir nedenle- orada savaşmasının caiz
olacağına atıfta bulunuldu. Fitne ateşi sönünceye kadar savaşı sürdürmenin
amaca ulaşma bakımından lüzumlu olduğu belirtildi.
Aşağıdaki âyetle Arap
cahiliye devrinden kalma Haram Aylar (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep)da
savaşmanın -bu hüküm kaldırılıncaya kadar- doğru olmayacağı, ancak Arap
müşrikleri bu hürmete saygısızlık eder de bir saldırıya geçerse, bunun
karşılıksız bırakılmaması gereğine işaret ediliyor. Hürmetlerin birbirine denk
olduğu bildiriliyor. Hürmeti ilk bozanın zâlim, mütecaviz ve kan dökücü olduğu
dolaylı bir biçimde duyuruluyor. [416]
194—
Hürmetli ay hürmetli ay'a karşılıktır. Hürmetler birbirine denktir. O halde
kim size saldırırsa siz de ona -size saldırdığının misliyle- saldırın. Bir d©
(bu hususta da) Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah kötülüklerden kaçınıp
kendisinden korkanlarla beraberdir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz hicretin altıncı yılında umre yapmak üzer6 Mekke'ye hareket etmişti.
Haram aylarından Zilkade ayında idi. Müşrikler O'nun ve arkadaşlarının
Mekke'ye girmesine engel oldular. Zaten Peygamber (A.S.) savaşmak için
çıkmamıştı. Beraberinde'1400 kişi bulunuyordu. Bütün ısrarlara rağmen
Mekke'liler O'nun bu isteğini olumlu karşılamadılar; üstelik taş ve ok atmak
suretiyle bir takım yakışıksız hareketlerde bulundular. Müslümanları durmadan
tahrik etmelerine ve sinirlerini, iyice bozmalarına rağmen Rahmet Peygamberi
Muhammed (A.S.) savaşa kapı açmadı ve arkadaşlarını yatıştırdı. Böylece
aralarında bir anlaşma yapılması kararlaştırıldı. Gelecek sene Mekkeliler üç
gün için şehri boşaltacaklar ve Müslümanlar da gelip bu süre içinde KAZA
UMRESİ'ni yerine getireceklerdi.
Bu anlaşma uyarınca
Resûlüllah (A.S.) Eefndimiz hicretin yedinci yılı Kaza Umresini yapmak üzere
Mekke'ye yöneldi ve böylece hürmetler birbirine karşılık kabul edildi. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi.
Kurtubî'nin tesbitine
göre, Mekke müşrikleri, umre için gelen Peygamber (A.S.) Efendimize :
— Ya Muhammed! Haram aylarda -ki şimdi Zilkade
ayında bulunuyoruz- savaştan men'edildiniz değil mi?
Diye sordular.
Efendimiz de:
— Evet, diye cevap verince, onlar bunu fırsat
sayarak savaşa hazırlandılar. Bu hazırlıkla ötedenberi hürmet ettikleri ve her
türlü savaş ve vuruşmayı yasak saydıkları
Zilkade ayında köklü bir âdeti yıkıyorlardı. Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi ve böyle bir saldırı olursa, haram ayı da olsa ona
karşılık vermekte bir sakınca olmadığı bildirildi. Müslümanlar, bu ilâhî
ruhsat üzerine ferahladılar. [417]
Hicretin altıncı
yılında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çok özlediği Mekke'yi görmek ve Allah'ın
evini tavaf etmek istiyordu. Umre niyetiyle buna hazırlandı. Haber yıldırım
hızıyla çevrede duyuldu. Kısa zamanda 1400 kişi umre yapmak üzere hazırlandı.
Ama Mekke'ye nasıl gireceklerdi? Savaşla mı, yoksa Mekkeli'lerin müsaadesini
alarak mı?
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz, İslâm mücahidlerine : «Hayır bu konuda kesinlikle savaşa kapı
açılmayacak ve kan dökülmiyecektir» buyurarak düşüncesini bildirmişti. Çünkü
Kureyş bu konuda ona karşı gelir de Mekke'ye sokmıyacak olur, ısrar edildiği
takdirde silaha başvurulur ve Zilkade ayında Peygamber (A.S.)ın kan dökmeye
sebep olduğu Arap Yarım-
adasında yayılırsa, bu
Müslümanlığın aleyhine bir sonuç doğururdu. Haz-reti Peygamber (A.S.) bütün
bunları dikkate alarak kesinlikle savaşa fırsat vermiyeceklerini birkaç defa
söyleme ihtiyacını duymuştu.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke'ye yaklaştığında Kureyş bu konuda Ona elçi gönderme kararı
aldı. Derken son olarak Mes'ud oğlu Urve'yi "gönderdiler. Urve saygısız
bir davranış içinde bulunuyordu. Ulu-orta sözleri, başta Ebû Bekir Sıddîk
olmak üzere bütün ashabı hem üzmüş, hem sinirlendirmişti. Peygamber (A.S.) bir
anda elektriklenen havayı değiştiriyor ve işi anlaşma ile çözmeye ve sonuca
varmaya çalışıyordu. Resûlüllah (A.S.) «Savaş için gelmediklerini» bir kez
daha hatırlattı. Urve de kalkıp ayrıldı. Mekke'ye döndüğünde onlara şu sözleri
söylemek zorunda kaldı:
«Ey Mekkeliler! Kisra'yı
da, Kayseri de tahtlarında ziyaret ettim. Habeş kralı Necaşi ile kendi
ülkesinde görüştüm. Rahatlıkla diyebilirim ki, hiçbir hükümdarın kendi adamları
tarafından Muhammed kadar sevildiğini, sayıldığını görmedim. O abdest almak
istediğinde çevresindeki bütün arkadaşları hizmete koşar, kimi su getirir,
kimi dökmeye çalışır. Mu-hammed'in bir kılı yere düşse, Ona alan üstün
saygılarından olsa gerek, o kılı çiğnemez, mutlaka hürmetle kaldırıp saklarlar.
Muhammed'e bu derece bağlı olan insanların Onu bırakacağını hic sanmam.
Vereceğiniz kararda bu hususları dikkate almak zorundasınız.»
İki taraf arasında
gidip gelen elçilerden olumlu bir sonuç alınmayınca, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz kendi taraflarından bir elçi göndermeyi uygun buldu. Hz. Ömer'i bu
işle görevlendirdi. Fakat Hz. Ömer (R.A.) başarı sağlayamıyacağını düşünerek
özür diledi. Çünkü Mekke'de Adiy oğullarından güvenebileceği bir kimse yoktu.
Kureyş ile aralarındaki düşmanlığın ne derece duyarlı bir noktada olduğunu da
düşünmüştü. Bu görev için en uygun şahsın Osman (R.A.) olabileceğini söyledi.
Çünkü Hz. Osman'ın Mekke'de küçümsenmiyecek bir yeri ve ismi vardı. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Ömer'in (R.A.) bu önerisini uygun karşıladı ve Hz. Osman'ı görevlendirdi.
Hz. Osman (R.A.) derhal Mekke'ye gitti ve ilk rasladığı Mekke-ti Saîd oğlu Eban
ile görüştü, elçiliği süresince korunacağına dair ondan söz aldı. Böylece Hz.
Osman (R.A.), Mekke ileri gelenlerini topladı ve görüşmeler başladı. Aldığı
cevap şu oldu :
— Şayet sen Kabe'yi tavaf amacını güderek
geldinse, kimse sana engel olmayacak,
tavafını yap!
Hz. Osman (R.A.)
onlara şu karşılığı verdi :
— Resûlüllah (A.S.) Efendimizden önce böyle bir
şey yapamam! Biz bu ibâdeti hep birlikte Resûlüllah'ın (A.S.)
başkanlığında yapmak üzere
geldik. Kurbanlarımız
da yanımızda bulunuyor. Savaş için gelmedik, böyle bir niyetimiz kesin olarak
söz konusu değildir.
Mekkeliier bu defa ona
karşılık olarak şunu söylediler:
— Biz, Muhammed'in bu
yıi Mekke'ye girmesine engel olmak için yemin etmiş bulunuyoruz.
Aralarında söz
düellosu sürüp gitti ve böylece Hz. Osman'ın (R.A.) gecikmesinden Müslümanlar
endişe duymaya başladılar. Çünkü elçinin öldürülmesi savaşı kaçınılmaz duruma
getirecekti. Bu nedenle toplanıp Rıdvan b i a 11 'nı yaptılar. Hz. Osman öldürülmüşse
kesin bir karara varmaları gerekiyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bütün bu
hususları dikkate alarak gereken tedbirleri düşünmeye başladı. Neticede Hz.
Osman (R.A.) döndü ve Mekkeli'lerin bu konuda yemin ettiklerini haber verdi. Bunun
üzerine, âyetin iniş sebebinde belirttiğimiz biçimde bir anlaşma yapıldı.
Bu tarihî konunun
tamamını, inşaallah Fetih sûresinin tefsirinde yazmaya çalışacağız. [418]
«Hürmetler birbirine
denktir, (karşılıklıdır).»
Âyette kelimenin çoğul
biçimde kullanılması, hürmete lâyık görülen, Allah tarafından kutsallığı
bildirilen şeylerin birden fazla olduğunu anlatmak içindir:
a) Hürmetli şehir, (Mekke, Medine, Kudüs).
b) Hürmetli aylar, (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep). Anoak bu aylarla ilgili hürmet
kaldırılmıştır. İleride bundan söz edilecektir..
c) Hürmetli İhram, (Hac, ya da umre için niyet
edilerek giyilen İ h-râ m 'in hürmeti
devam ediyor ve kıyamete kadar devam edecektir).
O halde bir şeyin
hürmetli sayılması, ya da kabul edilmesi, kutsal tanıtılması hakkı sadece Allah
ve Peygamberine aittir. Allah ve Peygamberi neyi kutsal saymışsa -ikinci bir
açıklama, ya da aksine bir emir olmadıkça- o kıyamete kadar kutsaldır ve
muhteremdir. Araplar tarafından yukarıda ismi geçen dört ayda savaş, yağma,
vuruşma, adam öldürme yasak sayılmış ve bu dört aya «Eşhur-i nurum»
denilmiştir. İslam'ın ilk yıllarında bu aylara hürmet edilmiş, aynı gelenek
sürdürülmüş, sonra bu
hürmet kaldırılmıştır.
O nedenle artık bu aylarda savaşmak
haram değildir.
Ancak inkarcılar
İsiâm'ın getirdiği hürmetten yararlanmaya çalışırlarsa, örneğin Mekke'de
savaşa kapı açarlarsa, o takdirde onlara karşılık vermeğe cevaz verilmiştir.
İslâm'ın hürmet ve
kutsallık hakkındaki prensibi bu olunca, iyi niyetle de olsa bazı şeyleri
kutsal saymamız, hürmetli kabul etmemiz, dinin ruhuna aykırıdır. Buna bir
örnek verelim : Resûlüllah (A.S.} Efendimiz Zemzem suyunu şifalı ve bir bakıma
hürmetli saymıştır. Biz buna kıyasla başka bir suyu hürmetli sayma yetkisine
sahip değiliz. Nitekim Rıdvan Bîatı'nın yapıldığı ağaç, Peygamber (A.S.)
Efendimizin vefatından sonra kutsal sayılmış ve Mekke'ye giden, ya da oradan
gelen her Müslüman bu ağacın altında oturmaya ve sırtını ona dayamaya başlamıştı.
İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) İslâm'ın bu konudaki hikmetini iyi bildiği için,
bu ağacı kestirmiştir. Ömer (R.A.)ın Hacer-i Esved hakkında da meşhur bir sözü
vardır. Yeri gelince belirteceğiz.
Bundaki hikmet ne
olabilir? Tek kelimeyle söyliyelim ki, bu tür davranış ve inançlar yavaş yavaş
putperestliğe, şirke kayabilir; gelecek kuşaklara kötü bir miras bırakabilir. [419]
«İlk saldıran daha
haksızdır.»
Bu nedenle İslâm Dini,
karşı taraf saldırmadıkça bîr saldırıya geçmeyi hoş karşılamamıştır.
Yukarıdaki âyetle bize bu konuda belli bir ölçü ve sağlam bir strateji
belirlemektedir. Saldırana karşılık vermek ise, bir saldırı değil, saldırının
cezasıdır. Dengi ve benzeri bulunmayan bir konuda, misilleme yapılmaz, uygun
olanla karşılığı verilir. Buna bir örnek verelim: Çalınan ya da zorla alınan
bir eşya hırsızın ya da zorbanın elinde aynen korunuyorsa alınıp sahibine
verilir. Korunmuyorsa, türüne denk bir şeyle karşılanır. O da yoksa kıymeti
ödetilir.
Verilen ya da alınan
karşılık, karşıdakini zarara sokmak, ya da ona haksızlıkta bulunmak anlamını
hiçbir zaman taşımaz Bilâkis saldırganlığı durdurmaya, tekrarlanmasını
önlemeye, hakkı savunmaya, ferdin hukukunu korumaya, kamu düzenini sağlamaya
yönelik bir tedbir ve caydırıcı bir müeyyidedir.
İslâm hukukunda «Zarar
imkân nisbetinde giderilir» kuralı yer almıştır. Bu da devletin yetkili
organlarınca uygulanır. Fertlerin arzusuna ve keyfine bırakılmaz. Çünkü o zaman
anarşi doğar.
Kısas konusunda da
değindiğimiz gibi, kamu düzeniyle içice olan konularda ferdin misilleme,
dengiyle karşılık alma yetkisi yoktur. Ancak taraflar kendi aralarında
anlaşarak böyle bir yola girerlerse, o takdirde bir sakınca söz konusu
değildir. [420]
«Düşmana karşı bile
insaflı olmak, adalet ölçülerini aşmamak.»
İslâmın ruhunda ve özünde mevcut olan bir prensiptir. Gerek bu, gerekse
bundan önceki âyetlerle mü'minlerin düşmanlarına karşı tutumları belirlenmiştir.
Barışta olsun, savaşta olsun genel prensip; öldürmenin son çare olduğudur. Bir
şeyin ıslâhı mümkün olduğu sürece ifsadına gidilmez. Saldırganlık karşı
taraftan ya fiil, ya da fitne tohumlarını serpmek suretiyle gelmedikçe
saldırıya geçilmez.
İşte bu tutum ve
anlayışta, inanç ve prensipte sağlam bir ahlâk metodu bulunmaktadır. Birçok
savaşlarda Müslüman esirlerin kulak ve burunları kesilirken, düşman esirlerine
en ölçülü anlamda ilgi gösterilmiş, karınları doyurulmuş ve hiçbir uzuvlarına
dokunulmadan ülkelerine gönderilmiştir. İnsan haklarını korumak ve insana insan
olduğu için saygılı olmak ancak bu dinin başarısı ve gerçekleştirdiği
fazilettir. Günümüzdeki genç neslin çoğu İslâm'ın bu yüceliğini, Müslümanların
bu insanca rahmet dolu davranışlarını bilmezler. Çünkü bunu işlemek daha çok
eğitim yoluyla oiur. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Medine'de açmış olduğu
irfan okulu bu ölçü ve düzeyde faziletli insanlar yetiştirmiş, böylece dünya
milletlerine İslâm'ın rahmet ve şefkat sesini duyurmaya çalışmıştır. [421]
Yukarıdaki âyetle,
düşman ile savaşın, karşılıklı saldırıya geçmenin genel esasları belirlendi.
Aşağıdaki âyetle, düşmanın saldırısına karşı çok duyarlı, önlemli ve hazırlıklı
olmanın gereğine dokunuluyor; her an bir saldırının olacağı dikkate alınarak,
ya da böyle hesap edilerek yeterince askeri güce ve günün gelişen teknik
üstünlüğüne sahip olmanın, sulh ve selâmet için uygun bir yöntem ve kaçınılmaz
bir tedbir bulunduğuna işaret ediliyor; özlü ve çok anlamlı bir cümleyle
dikkatler bu konuya çekiliyor. [422]
195— Allah
yolunda (mallarınızı belli bir ölçüye göre) harcayın; kendi elinizle
(kendinizi) tehlikeye atmayın ve (özellikle) İyilikte bulunun, (işlerinizi)
iyi, yararlı ölçü ve anlamda yapın; çünkü Allah şüphesiz ki iyilikte
bulunanları, iyi yararlı iş yapanları sever.
İbn Abbas, Mücahid,
İkrime ve Cübeyr oğlu Saîd (R.A.) den yapılan sahih rivayete göre. Muhacirler
(Mekke'den Medine'ye hicret edenler)den bir topluluk, Emevîler devrinde
İstanbul'u fethetmek üzere gönderilen orduya katılmışlardı. Aralarında Büyük
Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî (R.A,) bulunuyordu.
Kuşatma sırasında
Muhacirlerden bir adam düşman saffına doğru atıldı ve üstün bir kahramanlık
göstererek safft yardı; düşmanı kısmen dağıtmakta başarılı oldu. Derken durumu
tehlikeye girdi. İslâm mücahid-lerinden bir kısmı: «Kendi eliyle kendini
tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın»
buyurulmuştur, diyerek üzüntülerini belirttiler. Bunun üzerine Ebû Eyyub
El-Ansarî (R.A.) Hazretleri onları bu konuda uyararak şöyle buyurdu :
«Biz bu âyetin anlamını
daha iyi biliriz. Çünkü bizim hakkımızda inmişti. Peygamber (A.S.) Efendimize
arkadaşlık ettik, onunla beraber bir nice olaylara şâhid olduk; elimizden
geldiği kadar O'na yardımcı olmaya çalıştık. İslâmiyet yayılıp üstünlük
sağlayınca, biz Ansar, Muhacirlerle bir araya geldik, samimi bir duygu içinde
dedik ki : «AJlah bizi Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sohbetine eriştirmekle
büyük bir lütuf ve iyilikte bulundu; O'na yardımcı olma şerefini bize verdi.
Artık İslâmiyet yayıldı, Müslümanlar çoğaldı. Zamanında biz bu dine hizmeti,
çoluk çopuğumu-za, mal ve mülkümüze tercih ettik. Şimdi ise savaş ağırlığını
bıraktı; bundan böyle çoluk-çocuğumuza, evimize dönüp ömrümüzün kalan
kısmını onlarla geçirelim» dedik. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.
Tehlikenin savaşa hazırlanmamakta, savaşa katılmamakta olduğu bildirildi.» [423]
Tehlikenin Diğer
Tefsirleri:
a) Şam dolaylarında Bizans ile savaşılırken İslâm
mücahidlerinden biri Rumların safına doğru ilerledi ve büyük bir
cesaretle onların üzerine atıldı. Müslüman askerlerinden bir kısmı hayıflanarak
: «Bu adam kendi eliyle kendisini
tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da bu kınanmıştır.» diyerek fısıldaştılar. Büyük
Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî Hazretleri (R.A.) onların bu görüşüne itiraz etti ve
yukarıda belirtildiği gibi, âyetin iniş sebebini açıkladı. [424]
b) Bir adam Âzıb oğlu Berâ'a (R.A.) sordu :
— Yalnız başıma düşmanın üzerine atılsam, onlar
da beni öldürseler, kendi elimle kendimi tehlikeye atmış olur muyum?
Cevap verdi :
— Hayır, çünkü Allah, Nisa sûresi 84. âyetle,
«Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa
teşvik et..» buyurmuştur.
c) Bu tehlike nafaka hakkındadır. Yani Allah
yolunda imkân nisbe-tinde mallarımızı harcamamız, orduyu güçlendirmemiz
vacibdir. [425]
d) Asıl
tehlike kişinin günah
işleyerek kendini felâkete
itmesi ve bundan dolayı tevbe
etmemesidir.
e) Yine Şam dolaylarında Müslümanlardan biri
yalnız başına düşman ordusuna daldı. Mücahitler onun bu davranışını kınadılar.
Durumu İslâm Kumandanı Âs oğlu Amr'e bildirdiler. O da adam gönderip mücahidi
geri çevirtti ve : «Allah, kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın»
buyurmu-yor mu? diyerek uyarıda bulundu. Ancak bu rivayet sıhhatli değildir.
f) Tehlike,
cimriliktir. Allah yolunda
savaşanlara yardım etmemektir. Tabiînden Hasan el-Basrî
Hazretleri âyetteki tehlikeyi böyle yorumlamış, devlete ve onun ordusuna
yardımcı olmamak tehlikenin tâ kendisidir, demiştir
g) Günah işledikten sonra, «Artık Allah beni
affetmez» diyerek ümit-
sizliğe kapılmak ve bu
yüzden büsbütün günahlara dalmak tehlikelidir. Âyetin böyle bir anlam
taşıdığını söyliyerek tehlikeyi sadece azap ile yorumlamışlardır. [426]
h) Savaşa
çıkıldığında Müslümanlardan bir kısmı beraberinde yeterince silâh ve yiyecek
maddesi bulundururken, bir kısmı da yiyecek na-"mtna bir şey alamadan aç
olarak savaşa katılıyordu. Cenâb-ı Hak, durumu elverişli olanlara seslendi:
«Allah yolunda (mallarınızı belli bir ölçüye göre) harcayın; kendi elinizle
(kendinizi) tehlikeye atmayın.» buyurdu.
i) Allah yolunda
harcamak, dinî konularda yapılan iyilik ve bağışlar tehlikeyi önleyicidir.
Hacca gidenlere, savaşa katılan mücahitlere, yakın akrabaya, coluk-çocuğa
ihtiyaçlarını karşılar ölçüde mal ve para vermek bu cümledendir. Bu konularda
harcamamak ise, hem dünyada, hem âhi-rette tehlikeye kapı açar.
Yukarıda sıraladığımız
dokuz maddenin hepsi de Allah yolunda, düşman tehlikesinden korunmak için
harcanan mal ve paranın sulh ve selâmete yardımcı olacağını, izzet ve şerefli,
güçlü ve itibarlı bir millet olarak yaşama şansını elde etmeğe imkân
sağlayacağını yansıtmaktadır. [427]
«Allah yolunda (bir
mücâhidi donatmak suretiyle) harcamada bulunan kimseye yediyüz katı sevap
yazılır.» [428]
«Kim Allah yolunda
(savaşanlar için) bir harcama ayırıp gönderir ve kendisi de evinde oturursa,
her dirhemine karşılık yediyüz dirhem; kim de Allah yolunda hem savaşır, hem de
Allah için bu yolda harcarsa, her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem
(vermişçesine) sevap kazanır.» [429]
«Kim Allah yolunda bir
gaziyi donatırsa, kutsai savaşa fiilen katılmış sayılır. Kim de savaşa gidenin
geride kalan çoluk-çocuğuna ve onun işine hayır ile bakar, yürütürse, o da
savaşa katılmış sayılır.» [430]
«Allah yolunda
harcayın, elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» [431]
onlarla geçirelim»
dedik. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Tehlikenin savaşa hazırlanmamakta,
savaşa katılmamakta olduğu bildirildi.» (1)
Tehlikenin Diğer
Tefsirleri:
a) Şam dolaylarında Bizans ile savaşıhrken İslâm
mücahidlerinden biri Rumların safına doğru ilerledi ve büyük bir
cesaretle onların üzerine atıldı. Müslüman askerlerinden bir kısmı hayıflanarak
: «Bu adam kendi eliyle kendisini
tehlikeye attı. Halbuki Kur'ân'da bu kınanmıştır.» diyerek fısıldaştılar. Büyük
Sahabi Ebû Eyyub El-Ansarî Hazretleri (R.A.) onların bu görüşüne itiraz etti ve
yukarıda belirtildiği gibi, âyetin iniş
sebebini açıkladı. (2)
b) Bir adam Âzıb oğlu Berâ'a (R.A.) sordu :
— Yalnız başıma düşmanın üzerine atılsam, onlar
da beni öldürseler, kendi elimle kendimi tehlikeye atmış olur muyum?
Cevap verdi :
— Hayır, çünkü Allah, Nisa sûresi 84. âyetle,
«Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa
teşvik et.» buyurmuştur.
c) Bu tehlike nafaka hakkındadır. Yani Allah
yolunda imkân nisbe-tinde mallarımızı harcamamız, orduyu güçlendirmemiz
vacibdir. (3)
d) Asıl
tehlike kişinin günah
işleyerek kendini felâkete
itmesi ve bundan dolayı tevbe
etmemesidir.
e) Yine Şam dolaylarında Müslümanlardan biri
yalnız başına düşman ordusuna daldı. Mücahitler onun bu davranışını kınadılar.
Durumu İslâm Kumandanı Âs oğlu Amr'e bildirdiler. O da adam gönderip mücahidi
geri devirtti ve : «Allah, kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın»
buyurmu-yor mu? diyerek uyarıda bulundu. Ancak bu rivayet sıhhatli değildir.
f) Tehlike,
cimriliktir. Allah yolunda
savaşanlara yardım etmemektir, Tabiînden Hasan el-Basrî
Hazretleri âyetteki tehlikeyi böyle yorumlamış, devlete ve onun ordusuna
yardımcı olmamak tehlikenin tâ kendisidir, demiştir
g) Günah işledikten sonra, «Artık Allah beni
affetmez» diyerek ümitti) Kurtubî, tbn Cerîr, îbn Kesir tefsirleri. Ayrıca
aynı konu az değişik biçimde Ebû Davud, Tirmizî, Nesâ' ve îbn Ebî Hatim tarafından da rivayet edilmiştir.
Bu rivayeti bazı farklarla Ebû Davud ve îbn Kesîr nakletmişlerdir.İbn Ebî Hatim
ve İbn Kesîr tefsiri.
sizliğe kapılmak ve bu
yüzden büsbütün günahlara dalmak tehlikelidir. Âyetin böyle bir anlam
taşıdığını söyiiyerek tehlikeyi sadece azap ile yorumlamışlardır.
h) Savaşa
çıkıldığında Müslümanlardan bir kısmı
beraberinde yeterince silâh ve yiyecek maddesi bulundururken, bir kısmı da
yiyecek nazmına bir şey alamadan aç olarak savaşa katılıyordu. Cenâb-ı Hak,
durumu elverişli olanlara seslendi : «Allah yolunda (mallarınızı belli bir
ölçüye göre) harcayın; kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın.» buyurdu.
i) Allah
yolunda harcamak, dinî konularda yapılan iyilik ve bağışlar tehlikeyi
önleyicidir. Hacca gidenlere, savaşa katılan mücahitlere, yakın akrabaya,
coluk-çocuğa ihtiyaçlarını karşılar ölçüde mal ve para vermek bu cümledendir.
Bu konularda harcamamak ise, hem dünyada, hem âhi-rette tehlikeye kapı açar.
Yukarıda sıraladığımız
dokuz maddenin hepsi de Allah yolunda, düşman tehlikesinden korunmak için
harcanan mal ve paranın sulh ve selâmete yardımcı olacağını, izzet ve şerefli,
güçlü ve itibarlı bir millet olarak yaşama şansını elde etmeğe imkân
sağlayacağını yansıtmaktadır. [432]
«Allah yolunda (bir
mücâhidi donatmak suretiyle) harcamada bulunan kimseye yediyüz katı sevap
yazılır.»
«Kim Allah yolunda
(savaşanlar için) bir harcama ayırıp gönderir ve kendisi de evinde oturursa,
her dirhemine karşılık yediyüz dirhem; kim de Allah yolunda hem savaşır, hem de
Allah için bu yolda harcarsa, her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem
(vermişçesine) sevap kazanır.»
«Kim Allah yolunda bir
gaziyi donatırsa, kutsal savaşa fiilen katılmış sayılır. Kim de savaşa gidenin
geride kalan coluk-cocuğuna ve onun işine hayır ile bakar, yürütürse, o da
savaşa katılmış sayılır.»
«Allah yolunda
harcayın, elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» [433]
Savaşta bir İslâm
mücâhidinin yalnız başına düşman üzerine atılıp imândan gelen bir cesaret ve
kahramanlıkla içlerine dalmasında dinî bir sakınca var mıdır?
Büyük Müfessir
Kurtubiy'e göre, kendinde bu güç ve cesareti buluyor ve niyeti de sırf Allah
hoşnudluğuna yönelikse bir sakınca yoktur. Ölürse şehîd, kalırsa gazi olur.
Kendi eliyle kendini tehlikeye atmış sayılmaz. Çünkü bu tür cesaret ve
kahramanlık düşman askerinin moralini bozar, cesaretini kırar. O nedenle bir
tehlike değil, büyük bir tehlikeyi önleyicidir. Ama kendinde böylesine bir güç
bulamıyan ve hiç bir sonuç alma yeteneğini taşımayan kimsenin saldırması,
körükörüne tehlikeye atılmaktır. Böyle bir atılmada sakınca olabilir.[434]
Nitekim Müslümanların
İranlı'larla yaptıkları savaşta süvarilerden biri, daha önce atını fillere
alıştırdığından hiç çekinmeden atını fillerin üzerine sürdü ve gösterdiği
kahramanlık sonucu düşman ordusunun önünde yürütülen filleri dağıttı. Böylece
fillerden ürken atlar ileri atılma imkânı eide etmiş oldular. Rivayete göre ilk
filler üzerine atılan süvari çok geçmeden şehîd düştü. Ama hiçbir sahabe onun
kendini tehlikeye attığından söz etmedi. Bunun gibi Yemame savaşında Hanîfe
oğulları, etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçeye kapanıp savunmaya
geçtiler. Bunun üzerine İslâm mücâhidlerinden bir kahraman kendisini bir
kalkana koyup içeriye fırlatmalarını söyledi. Onun becerikli ve cesaretli
olduğunu bildiklerinden önerisini uygun bulup öyle yaptılar. Yalnız Allah
hoşnutluğuna erişmek için kendini ölüme atan kahraman az bir yarayla amaca
ulaştı ve bahçe kapısını açmaya muvaffak oldu. Görülüyor ki, onun böyle bir
tehlikeye yalnız başına atılmasına Ashab itiraz etmemiştir.
Bir kahraman da
Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordu :
— Karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek O'nun
yofunda sabırla savaşır da bu arada öldürülürsem, benim için ne buyurursun?
Allah Resulü cevap
verdi:
— Senin için cennet vardır. [435]
Müfessir Zemahşerî de,
Allah yolunda yapılan savaş için harcamayan, gücü yettiği halde savaşmayan
kimseler kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmış olurlar, diyor. [436]
Teknik ve ekonomik
yönden güçlü devletler, bu konularda geri kalmış ülkeleri çeşitli yollardan ve
değişik yöntemlerle sömürmektedirler. Soğuk harbi sürdürmek ve plânlı biçimde
Ortadoğu ve Uzakdoğuda. zaman zaman Afrika ülkelerinde mevcut devletler arasına
fitne sokup onları karşılaştırmak suretiyle bir yandan harp sanayiine pazar
hazırlamakta, bir yandan da zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip
bulunan memleketlerin ekonomik ve teknik yönden güçlenmesini önlemektedirler.
Yukarıda konumuzun
özünü oluşturan âyetle, Cenâb-ı Allah, İslâm ülkelerinin bu tuzağa düşmelerini
önlemek için sömürücülere karşı yeterince güçlü ve hazırlıklı olmalarını
emrediyor. Müslüman olan her ülkenin kendi ordusunu güçlendirmeleri farzdır.
Memleketin ekonomik yönden za-yılfaması; dinî, millî ve ahlâkî yönlerden
zayıflaması kadar tehlikeli sonuçlar ve kapanması güç yaralar açabilir. Alın
teri ve el emeğiyle elde ettiklerimizi lüks sayılacak ve aslında ekonomik
yapımıza hiçbir şey kat-mıyacak malların ithaline harcamamız, düşmanı ve
emperyalistleri güçlendirir, bize ise olumlu hiçbir şey kazandırmaz, üstelik
zayıflatır.
Kur'ân, Allah yolunda
harcayın, diye emir verirken, kaynaklarımızdan elde ettiğimiz serveti Allah
düşmanlarına değil, ordumuza sarfetmemizi öngörmektedir.
O halde Kur'ân
âyetlerini çok dikkatle ve bilinçli biçimde okumamız, her konu üzerinde
duyarlı şekilde durup ilâhî muradı anlamaya çalışmamız gerekmektedir. Hani
yeni müslüman olan bir Bedeviye «Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu
görecek. Kim de zerre kadar bir kötülük işlemişse onu görecek.» [437]mealindeki
âyet okununca, «Bu bana yeter, bu bana yeter!» diyerek Allah'ın muradını
anladığını açıklamıştır. «Allah yolunda harcayın!» cümlesi de şuurlu ve sağlam
bir imâna sahip olgun bir insan İçin bu konuda yeter de artar. [438]
Aşağıdaki âyetin bir
önceki âyetle olan bağlantısı, hüküm, anlam ve tarihî neden bakımından açık bir
ölçüde bulunuyor. Yukarıdaki savaşla ilgili âyet, Haram Ayları, İhram ve
Mescid-i Haram konusunu açıklığa kavuşturmak içindi. Gerçi âyetler arasında
zincirleme bağlantı, orucun hükümler1! anlatıldıktan hemen
sonra haccın hükümlerini
anlatmayı gerektiriyordu. Çünkü
zilkade ve zilhicce ayları Ramazan'dan sonra gelir. Ne var ki Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Ramazan'dan sonra umre yapmak üzere Mekke'ye hareket ettiğinde
müşrikler bir savaş hazırlığına başladılar. Umre için Mekke'ye girmek isteyen
Peygamberi ve arkadaşlarını ne pahasına olursa olsun engellemeyi
kararlaştırdılar ve hattâ bu konuda kesin yemin ettiler. Bu nedenle Allah
savaşla ilgili bazı hükümleri indirdi. Oünkü Haram aylarından zilkade içinde bu
yolculuk başlamıştı. Aynı zamanda Haram dahilinde de bir çarpışma meydana
gelebilirdi.
Aşağıdaki âyet ise,
daha önce geçen hac konusuna bir ek anlamında bazı hükümleri içinde taşıyarak
indirildi. [439]
196—
Hac ve
Umre'yi Allah için tamamlayın.
Bundan alıkonursa-nız, o zaman kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban
yerine ulaşınca-
ya kadar başlarınızı
tıraş etmeyin. Sizden hasta olan veya başında bir eziyet ve rahatsızlığı
bulunan kimseye (kurban yerine varmadan tıraş olursa, bunun için) oruç, ya da
sadaka, ya da kurbanlardan bir fidye vâcib olur. Güven içinde olursanız, her
kim Haçc'a kadar Umre'den yararlanmak isterse, ona da kurbandan kolay geleni
kesmek gerekir. Bunu bulamayan kimseye ise, üç gün Hac'da, yedi de evinize
döndüğünüzde oruç tutmak gerekir ki, bunlar tam on gündür. Bu, ailesi (evi ve
çocukları) Mesçid-i Harâm'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkup kötülüklerden
sakının ve bilin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir.
Bu, daha önce hac ile
ilgili iniş sebebiyle birleşmekle beraber, Bu-harî ve Müslim'de şu sebebe de
özel biçimde yer verilmiştir:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Ca'rane mevkiinde [440]bulunuyordu.
Bir adam O'na gelerek dedi ki:
— Üzerinde cübbe ve güzel koku bulunduğu halde
Umre için İhrama giren bir adam hakkında ne buyurursunuz?
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bu soruya cevap vermedi; vahiy gelinceye kadar sustu. Sonra başını
kaldırıp :
— Soru sahibi nerede? diye seslendi. Adam :
— İşte buradayım.
Deyince, Efendimiz
(A.S.) şöyle buyurdu :
— Cübbeyi çıkar, süründüğün güzel kokuyu yıka.
Sonra da hac için neler yaptınsa aynı şeyleri umren için de yap! [441]
«Ey insanlar! Allah
size haccı farz kıldı. Artık hac farizasını yerine getirin.»
Bunun üzerine biri
sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! her yıl mı?..
Peygamber (A.S.)
Efendimiz sustu, cevap vermedi. Sonra adam bu soruyu üç defa tekrarladı.
Peygamber (A.S.):
— «Eğer evet, deseydim, vâcib olurdu ve siz de
buna güç getiremezdiniz.» buyurdu. [442]
«Hac ife Umre'yi
birbirine tabi' kılın (hac yaptığınızda umre, umre yaptığınızda hac yapın).
Çünkü bu ikisi fakirliği ve günahları, körüğün demir, altın ve gümüşün yaramaz
artıklarını giderdiği gibi giderir. Helâl kazanç ile şartlarına uygun yapılan
bir haccın karşılığı cennetten başkası değildir.» [443]
«Hac ve Umre'yi Allah
için tamamlayın.»
Bu cümleye ilk
bakışta, hac ve umreye başlandıktan sonra yarıda bırakılmayıp tamamlanmasının
gerekti olduğu anlaşılıyor ve sonra «Bundan alıkonursanız, o zaman kolayınıza
gelen kurbanı gönderin», cümlesi yer alıyor ve böylece başlanılan hac, ya da
umreyi tamamlamanın vâcib olduğu hükmü çıkarılıyor. Hac konusunda olduğu gibi
umrede de ister vâcib, ister sünnet olsun, başlanıldıktan sonra tamamlanması gerekiyor.
«Hac ve Umre'yi Allah
için tamamlayın.»
Bu âyet farklı biçimde
tefsir edilmiş ve ona göre hüküm çıkarılmıştır;
1. Eyleştiği yerden ihrama girerek hac ve umreye
niyet edip başlamak.
Ashab ve Tabiîn'den
bir kısmı bu ictihad ve görüştedirler.
2. Eyleştiği yerden ihrama girip hac ve umreden
başka bir arzu taşımamak ve Mikata gelindiğinde telbiye getirip sesi
yükseltmek.
Bu yoruma göre, hac ve
umre için ihrama giren kimse ticaret, ya da başka bir ihtiyaç için çıkmış
olmamalıdır. Aksi halde yapılan hac, ya da umre tamamen Allah için yapılmış
sayılmaz.
Süfyân Sevrî'nin
içtihadı bu doğrultudadır.
3. İkisine birden Mikat'ta niyet edip başlamak.
Bu, Mekhûl'ün içtihadı
doğrultusunda bulunuyor. Tabiîn'den birkaç zat da aynı görüştedir.
4. Birini
diğerinden ayırıp yalnız olarak yapmak ve Umre'yi hac aylarının dışında yerine
getirmek.
Çünkü Allah, «Hac .belli aylardır.»
buyurmuştur. Abdurrezzak bu içtihadın Hz. Ömer'e (R.A.) ait olduğunu Zührî'den
naklederek tesbit etmiştir.
Ancak bu rivayetin
sıhhati üzerinde durulmuştur; zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yapmış olduğu
dört umrenin de hac aylarına rasladığı bilinmektedir: Hudeybiyye umresi
Zilkade'ye rastladığı gibi hicretin yedinci yılındaki kaza umresi; hicretin
sekizinci yılındaki Ca'râne umresi ve son haccında hac ile birlikte yapmış
olduğu umre de zilka'de ayına raslamış-tır.
5. Hac ve Umreyi yerine getirin, demektir.
Bu yolda ictihadda
bulunanlara göre umre yapmak vâcibdir. İmam Şafiî'nin de içtihadı bu
doğrultudadır.
6. Hac, yada umre için ihrama girenin,
başladığını tamamlamadıkça ihramdan çıkmaması şeklinde yorumlanmıştır.
Bu, başta İbn Abbas
(R.A.) olmak üzere Ashab'dan birkaç zat ile Tabiîn'den birkaç zatın
içtihadıdır. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir rivayette şöyle dediği
belirlenmiştir: «Hac Arafattır. Umre ise tavaftır.»
7. Haça tamamla, Umreyi de Allah için yap!
demektir.
Bu ictihad ve yoruma
göre «umre», «hac» üzerine ma'tuf değildir. O halde umre vâcib değildir.
Ne var ki bu ictihad
ve yorum birçok hadîslerin delâlet ettiği açık mânaya uymamaktadır: «Kimin
yanında kurban varsa hac ve umre için niyet getirip telbiye ile sesini
yükseltsin!» [444]«Umre kıyamete kadar Hacca
dahildir.»[445] mealindeki hadîsler bu
cümledendir.
«Alıkonursanız, o
zaman kolayınıza gelen kurbanı gönderin.»
Bu âyetin, hicretin
altıncı yılında Hudeybiye olayı ile
ilgili olarak indiği rivayet
edilir. Çünkü Mekkeli'ler, umre yapmak isteyen ve bunun için Medine'den
hareketle Mekke'ye doğru gelen Peygamber (A.S.) Efendimize engel olmuşlardı.
Bu durumda beraberlerindeki kurbanlıkları kesmekle yetinmeleri ve traş olup
ihramdan çıkmaları emredilmişti. O gün Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte
1400'e yakın Ashab bulunuyordu. Her yedi kişinin bir deve kurbanına ortak
oldukları sahih rivayetle tesbit edilmiştir.
Alıkonulma, ya da
engellenmenin nedeni ve hükmü üzerinde farklı ic-tihadlarda bulunulmuştur:
a) Anoak düşmanın engel olması neden sayılır. Bu,
Ashab ve Tabiînden birkaç zatın içtihadıdır.
b) Düşman, hastalık, sakatlık, yolu kaybetme ve
benzeri nedenlerdir. Bu içtihatta bulunanlar delil olarak şu hadîsi
nakletmişlerdir: «Bir organı kırılan, ya da bir yerinde ağrı ve şiddetli sızı
bulunan, ya da topal olan kimse ihramdan çıkar; sonra iyileşince kaza yapar.» [446]
Buna yakın bir hadîsi
de İmam Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Ebû Dâ-vud rivayet etmişlerdir. Nitekim
Tabiînin büyüklerinden Urve, Mücâhid, Ata', Mukatil ve benzeri ilim adamlarının
İbn Mes'ûd ve İbn Zübeyr (R,A.) dan yaptıkları rivayette, «alıkonulma»nın
düşman, hastalık, sakatlık gibi nedenler olduğunu tesbit etmişlerdir.
Bu, Sevrî'nin
içtihadıdır. Sevrî bu içtihadına dayanak olarak şu hadîsi nakletmiştir: Zübeyr
kızı Dubaa (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! haccetmek istiyordum,
ama rahatsızlık ve sıkıntım var..
Peygamber (A.S.) ona :
— Hacca niyet edip başla, ancak «Benim ihramdan
çıkış yerim, alıkonulduğum yerdir» diye şart koş.» tavsiyesinde bulundu. [447]
«Kolayınıza gelen
kurbanı..»
a) Bir koyun.
Bu, Hazreti Ali
(R.A.)den rivayet edilmiştir. İmam Mâlik de bu yolda ictihadda bulunmuştur.
b) Deve, sığır, koyun ve keçinin erkek ve
dişisi.
Bu, İbn Abbas
(R.A.)dan rivayet edilmiştir.
c) Kolay geleni ancak bir koyun olabilir. Bu,
mezhep sahibi dört imâmın içtihadıdır.
d) Deve ya da sığır.
Bu, Hazreti Âişe
(R.A.) ile İbn Ömer (R.A.)dan rivayet edilmiştir. Dayanakları ise Hudeybiye
yılında Resûlüllah (A.S.) ve Ashabın sadece deve ve sığır kurban etmeleridir.
Nitekim Hazreti Câbir (R.A.) diyor ki: «Re-sûlültah (A.S.) Efendimiz o gün bize
bir deve, ya da sığırda yedi kişi ortak olmamızı emretmişti.» [448]
e) Bollukla kıtlık arasında bir hayvan.
«Kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı
traş etmeyin.»
Bu cümle, «Hac ve
Umre'yi Allah için tamamlayın» cümlesine ma'tuf-tur. O halde, bu, güven halinde
iken gereklidir. Engelleme, alıkonulma halinde kurbanın yerine ulaşması şart
değildir. Nitekim Hudeybiye yılında Peygamber (A.S.) Efendimiz ile arkadaşları
Harem'e girmekten alıkonu-lunca, traş olup kurbanlarını Harem dışında kestiler.
Güven halinde ise, kurban Harem'e ulaşmadan traş olmak caiz değildir.
«Sizden hasta olan
veya başında bir eziyet ve rahatsızlığı bulunan kimseye (Kurban yerine varmadan
traş olursa, bunun için) oruç, ya da sadaka, ya da kurbanlardan bir fidye vâcib
olur.»
Mealindeki âyete
gelince, ashabdan Kâb bin Ucre (R.A.) diyor ki, «yüzümden, başımdan bit
döküldüğü bir halde beni Peygamber (A.S.) Efendimize götürdüler. Halimi
görünce şöyle buyurdu : «Sende sıkıntı ve zorluk görüyorum. Traş olman için bir
koyun bulamaz mısın? Ben de :
— Hayır, dedim. Buyurdu ki:
— O halde ya üç gün oruç tut, ya da altı yoksul
ve düşkünü yedir, her birine yarım sâ' (1667 gr. buğday ya da un) ver; sonra da
başını traş et.» [449]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin bu âyeti tefsîr ederken
şu açıklamayı yaptığını İbn
Abbas (R.A.) rivayet etmektedir:
«Nüsuk bir koyundur.
Oruç, üç gündür. Fakire, miskine yemek, üç sâ' (buğday veya onun unundan
olursa) ya da altı sâ' (hurma, arpa ve üzümden olursa) arasındadır.»
Dört mezhep imamına
göre de kurban yerine varmadan traş olursa, bunlardan herhangi birini yerine
getirmekte serbesttir.
<(Her kim Haco'a
kadar Umre'den yararlanmak isterse, ona da kurbandan kolay geleni kesmek
gerekir.»
Buna, «Hacc-i Temettü»
denir. Ne var ki âyetin bu cümlesinden K ı -ran ve temettü'ün ikisi de
anlaşılıyor. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin son haccında Kıran mı. Temettü' mü
yaptığı kesin olarak tesbit edilememiştir. Bu husustaki rivayetler hayli
farklıdır. Ancak kurban gönderdiği kesindir. Kolay gelen kurban, koyundur.
Sığır da kesilebilir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hanımları için bir sığır
boğazlatmışti. Ebû Hüreyre (R.A.), Peygamber (A.S.)ın hanımları o sene
temettü'a niyet etmişlerdi, demektedir. İmam Evzaî'nin de tesbiti bu yolda
bulunuyor.
Özetliyecek olursak,
bu rivayet, Temettü' haccın meşruiyetine delildir. İmrân bin Husayn (R.A.)den
yapılan rivayette, deniliyor ki:
«Temettü' Hac ile
ilgili âyet Allah'ın Kitabında inmiştir, yani mevcuttur. Biz de bu haccı,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte yaptık. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin
vefatına kadar bunu değiştirir, ya da yasaklar anlamda bir âyet inmemiştir. [450] Ama
bir adam bu konuda kendi re'yiy-le istediğini söylüyor.» [451]
bulamayan kimseye ise,
üç gün Hacc'da, yedi de evinize döndüğünüzde oruç tutmak gerekir.»
Bu konudaki içtihat ve
tesbitler farklıdır:
a) Zilhiccenin ilk on günü içinde, Arefe
gününden önce tutulması daha uygundur.
b) İhrama girdiğinde tutması uygun olur. [452]
c) Şevval ayının başlangıcında tutulması uygun
olur.
d) Arefeden
iki gün önce başlayıp üçüncü gününü Arefe gününe tesadüf ettirmek uygun olur.
Bu yorum ve içtihat, Şa'bî ve Saîd bin Cü-beyr'e aittir.
e.) Tabiînin
büyüklerinden Hasan el-Basrî'ye göre, Arefeden önce bu üç gün orucu tutamıyan,
teşrik günlerinde tutar.
İmam Şafiî'nin Kavl-i
Cedîd'inde bunun caiz olmadığı belirtilmiş ve delil olarak da şu hadîs
nakledilmiştir^ «Teşrik günleri yeme, içme ve Allah'ı zikretme günleridir.» [453]
«Yedi (gün) de evinize
döndüğünüzde..»
Bu hususta farklı
içtihatlar olmuştur:
a) Yüklerinizin (eşya ve ağırlığınızın) yanına
döndüğünüzde..
b) Bu, yolda tutulması için bir ruhsattır.
Mücahid de aynı görüştedir.
c) Vatanınıza döndüğünüzde.. Bu, İbn Ömer'e (RA)
göredir.
İmam Şafiî, İmam Ahmed
bin Hanbel'e göre, bu, yolda da tutulabilir. İmam Mâlik'e göre, Minâ'dan
dönüldüğünde tutmaya başlanılabilir. Hanefîlere göre ise, Teşrîk günlerinden
sonra da tutulabilir, isterse Mekke'den ayrılmamış olsun.
Bu' âilesi Mescid-'
Harâm'da olmayanlar içindir.»
Çünkü Harem ehli
temettü' yapamaz. Mikatla Harem arasında oturanlar hakkında ise, farklı
içtihatta bulunulmuştur. Bu konuda fazla bilgi için bak : Kur'ân Ahkâmı ve
Mezhep İmamlarının Görüş Farkları adlı kitaba. [454]
İslâm bir yandan
hayatın gayesini bütün insanlar için aynı ölçü ve anlamda belirlerken, diğer
yandan mü'minleri tek amaç ve tek ideale yö-
neltmek; dava ve
dertlerinin, hedef ve mutluluklarının bir olduğunu gönüllere en te'sirli
biçimde işlemek için, Allah'a kulluğu müşterek bağ olarak sergiler.
Bunun için de önoe
İslâm ülkelerinin her köy ve kentinde daha çok cuma, cemaat ve bayram
namazlanyla bu yüce amacın gerçekleşmesini ve her mü'minin eğitilerek hazır
duruma getirilmesini emreder. Sonra da yılda bir defa olmak üzere ve her zengin
mü'mine ömründe bir kez farz sayılmak kaydiyle, yeryüzünde insanlar için
kurulan ilk mâ be d - Kafa e'de biraraya gelmelerini sağlar. Böylece her
müslümanın entellektüel ve manevî potansiyel yeteneğini insanlıktan yana
verimli duruma getirir; bu düşünce ve inancı en anlamlı biçimde geliştirir.
Olgun birer kişi olmanın manevî bütün malzemesini, kıyametten bir tablo
oluşturarak sunar.
Hac ibâdeti bir bakıma
insan ruhunun kavrayabileceği, kalbinin Allah sevgisinden alabileceği aşk ve
zevkin derin mânasını, mahşerî bir topluluk içinde gönülden gönüle aktarır. Bir
olan, eşi, dengi ve benzeri bulunmayan O Yüee Yaradan'a aynı heyecan ve imân
doğrultusunda yö-nelip secde etmenin nasıl bir birliğe çağırdığını ve bunu en
doyurucu anlamda Tel biye ile nasıl işlediğini gösterir.
Gönüllerin ve
ideallerin birleşmesi, her şeyden önce güçlerin birleşmesini; Müslümanların
dost ve yardımcısının yine Müslümanlar olduğunu; bunun için İslâm Ülkeleri
arasında düşünce, sanat, ticaret, teknik ve ilim alış-verişinin kaçınılmaz bir
ihtiyaç olduğunu kalb ve kafalara işler.
İşte hac ibâdeti,
hayatın gayesini daha çok Allah'a kul olma düzeyinde noktalarken, olgunlaştırdığı
insanlarla İslâm ülkeleri arasında, kökü 1400 senelik bir derinliğe inen
birleşme, anlaşma, güç birliği gibi yüksek amaçları gerçekleştirir.
Asiında bütün
ibâdetler insanı günde birkaç defa söz ve davranışlarında ölçülü ve yararh
olmaya davet eder. Daha doğrusu bu asil duygu ve düşünceyi onun kalbinde
doğurur. Allah ve Peygamberi tarafından çizilmiş bir yolda ümit dolu bir
gönülle yürüyüp ilerlemeyi ve adım adım ebedî mutluluğa kapı açmayı öğretir.
Genç ve yaşlıya, fakir ve zengine, kadın ve erkeğe, bilgili ve bilgisize, tek
kelimeyle aklını kullanabilen, ruhunu ihtiyaç duyduğu ilâhî maarifle işleyip
arındıran her insana günlük yaşamanın bilançosunu hazırlamasını emreder.
Hac ibâdeti bunun üstünde bir ölçü getirir.
Binlerce peygamberin,
velînin, kâmilin ve
sâlihin yüzsürdüğü, gözyaşı döküp niyazda bulunduğu yüce bir makamda,
yüzbinlerce mü'minle kaynaşıp din kardeşliğinin sınır ve ölçü kabul etmez
tertemiz havası içinde kutsal Kabe'yi tavaf etmek, Arafat'ta toplanıp şeytanın
bütün ümitlerini boşa çıkarmak kadar insanı olgunlaştıran bir başka yol ve
yöntem var mıdır?
İşte bu düşünoe ve
inançla hac görevini yerine getiren bir mü'minin sosyal yapımıza olumlu
katkısını anlatmaya gerek var mıdır? Lüzumsuz harcamadan kaçınacağı, yalnız
kendisi için değil, çevresi ve milleti için mesaisini kullanacağı muhakkaktır.
Bugün ibâdetin bunca
feyizli, olumlu ve eğitip yetiştirici havası dışında sadece para, kadın ve
içkiyle gününü gün etmeye çalışan zavallı toplumun böylesine olgun ve yararlı
insanlara ne kadar muhtaç- bulunduğunu anlatmaya lüzum var mıdır? Bu kâmil
insanlardır ki savaşlarda mallarını ve çanlarını Allah için seve seve
verirler. Bu olgun insanlardır ki aile yuvasına edep ve terbiye ölçüsü
sunarlar. Bu yararlı kişilerdir ki toplum yapısına yön ve kuvvet verip gerçek
huzurun sağlanmasına yardımcı olurlar. Millî bünye ancak bu kişilerle ayakta
durur. Millet bu hayırhah insanlarla mutluluğun havasını teneffüs etme imkânını
bulur. [455]
Hac ibâdetinin bir
bölümü anlatıldıktan sonra ihrama girip de hac, ya da umre yapmak üzere yola
çıkanlar alıkonulduğu zaman beraberlerindeki kurbanları kesmeleri belirtildi.
Kurban yerine varmadan traş olunmaması açıklandı. Sonra da keseeek kurban
bulamıyan kimsenin ne yapması gerektiğine dokunuldu. Hac yolculuğunda cinsî
yaklaşmanın, tartışıp sürtüşmenin haram "olduğuna dikkatler çekildikten
sonra azıksız çı-kılmaması konusunda uyarı yapıldı ve fakat en hayırlı azığın
takva olduğu vurgulandı.
Aşağıdaki âyetlerle de
haccın hangi aylarda yapılması, ihrama girmenin süresi ve bütün bu ibâdetler
yapılırken Allah'ı çokça anmanın derin anlamı belirtiliyor. Hac ibâdeti
özellikle birliği ve beraberliği sağlamaya matuf bulunduğu iç"in kiminin
Arafat'dan, kiminin Müzdelife-den akıp gitmesinin bu amaca aykırı olduğu
belirtiliyor ve hac aylarında ibâdet yapılırken ticaretle de uğraşmanın
sakıncalı olmadığına cevaz veriliyor. Her ibâdetin sonunda istiğfar yapmanın
önemine" parmak basılarak bu ibâdetin de sonunda bolca istiğfarda
bulunulması hatırlatılıyor; sonra da yapılacak duanın dünya ile âhiret arasında
denge kuracak ölçü ve anlamda olması bir rahmet olarak gönüllere aktarılıyor. [456]
197— Hac bilinen aylardır (Şevval, Zilka'de, Zilhicce);
kim o aylarda hacc'i (ihrama girerek, sesini
lebbeyk nidasıyla yükseltip)
kendine farz ederse, artık ne
cinsî yaklaşma ve
benzeri davranışlar, ne şer'î sınırı aşma, ne sövüşme tartışma,
ne de sürtüşme ve kavga vardır. Hayırdan ne işlerseniz Allah onu bilir. Azık
edinin. Doğrusu azığın hayırlısı takva (Allah'tan saygı ile korkup
kötülüklerden sakınmak)dır. Ve (ancak) Benden korkun ey akıl sahipleri!
198— Rabbinizden (ticaret amacıyla) kâr ve yarar
istemenizde size bir günah yoktur. Arafat'tan akıp geldiğinizde Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı anın. O sizi nasıl
doğruya eriştirdiyse, siz de O'nu öylece anın; her ne kadar bundan önce sapık
kimselerdendiniz (ama şimdi doğru yola eriştirildiniz.)
199— Sonra insanların akıp geldiği yerden
(İslâm birliğini, Tevhîd inancı'nın derin anlam ve hikmetini
düşünerek) akıp gelin ve Allah'tan günahlarınızın bağışlanmasını dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.
200— Hac ile ilgili ibâdetinizi yerine getirince
babalarınızı andığınız gibi, ya da daha güçlü ve içli bir anışlg Allah'ı anın.
İnsanlardan kimi,
«Rabbimiz, bize Dünya'da ver» der. Artık onun için Âhiret'te bir nasıp yoktur.
201— Kimi de, «Rabbimiz! bize Dünya'da da iyilik
ve güzellik ver, Âhiret'te de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden
koru» der.
202— İşte bunlara kazandıklarından nasıp var.
Allah ise hesabı çabuk görendir.
203— Ve sayılı günlerde Allah'ı anın, Kim iki
günde (Minâ'dan ayrılmak için) pcele ederse, ona hiçbir günah yoktur. Kim de
geri kalırsa, ona da hiçbir günah yoktur. (Tabii bu) Allah'tan korkup
günahlardan sakınan
içindir. Artık
Allah'tan korkun ve bilin ki elbette siz O'na neşrolunacaksınız.
Bu da hacla ilgili
diğer sebeplerle birleşir. Ayrıca her âyetin ayrı bir olayı hedef alarak
indiğini unutmamak gerekir. İbn Ömer (R.A.)dan soruldu :
— Biz hac mevsiminde
bir taraftan ibâdetleri yerine getirirken, bir yandan da taşıyıcılık yaparak
ücret alıyor ve böylece ticarî işlere de girmiş bulunuyoruz. Bu durumda
haccımız makbul sayılır mı?
İbn Ömer (R.A.) ona şu
cevabı verdi:
— Kabe'yi tavaf
etmiyor musunuz, Arafat'tan akıp gitmiyor musunuz, Cemreleri taşlamıyor
musunuz ve başınızı traş etmiyor musunuz? O takdirde ticaretle uğraşmanızda bir
sakınca yoktur. Çünkü aynı soru Peygamber (A.S.) Efendimize de sorulduğunda.
Efendimiz cevap vermedi, bekledi, sonra yukarıdaki âyet indi. [457]
«Hiçbir kimseye hac
aylarının dışında hac için ihrama girmek uygun olmaz.» [458]
«Haç ayları, Şevval,
Zilka'de ve Zilhicce'nin ilk on günüdür.» [459]
«Kim hao ibâdetlerini
yerine getirir ve Müslümanlar da onun dilinden ve elinden selâmette kalırsa,
Allah onun (kul hakkı hâriç) geçmiş günahlarını bağışlar.» [460]
«Teşrik günleri yeme
içme ve Allah'ı anma günleridir.» [461]
«Arafat'ın hepsi
-Ürene deresi hâriç- vakfe yeridir. Teşrik günlerinin hepsi kurban kesme
günleridir.» [462]
«Kim fecir doğmadan
Arafat'a (vakfeye) yetişirse, gerçekten o vakfeye yetişmiştir.» [463]
«Kim bu Allah Evine
hacceder ve cinsî yaklaşmada, buna yolaçan davranışlarda bulunmaz, günah da
işlemezse, anasının onu doğurduğu gündeki gibi günahlardan çıkmış olur.» [464]
«Hac b'Hnen aylardır.»
Hac, bilinen ayların
hacadır, şeklinde takdîr edilmiştir. Buna göre, hac ayları olan Şevval,
Zilka'de ve Zilhicce'de ihrama girmek daha kâmil anlam ve ölçüdedir. Bununla
beraber yılın her bölümünde hac için ihrama girmek Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî
Mezheplerine göre sahihtir. Na-haî ve Sevrî mezhepleri de aynı ietihadda bulunmuşlardır.
Şafiî Mezhebine göre, hac için ihrama girebilmek ancak hac aylarında sahih
olur.
İmam Şafiî'nin bu
konudaki dayanak ve delili, Müslim b. Hâlid kanalıyla İbn Abbas ve İkrime
(R.A.)den yapılan şu rivayettir: «Hiç kimseye haç ayları dışında hac için
ihrama girmek caiz değildir. Çünkü Allah, hac bilinen aylardır, buyurarak
haccın ancak bu aylarda yapılmasını tahsis etmiştir.»
Ayrıca İmam Şafiî ve
Beyhakî'nin İbn Cüreyc tarikiyle naklettikleri aşağıdaki hadîs de bu mezhebin
dayandığı delillerden biri olarak gösterilmiştir :
«Hiç kimseye hac
aylarının dışında hac için ihrama girmek uygun olmaz.»
Bilinen aylar, İmam
Buharî'nin de tesbitine göre, Şevval, Zilka'de ile Zilhicce'nin ilk on günüdür.
İbn Cerîr bu rivayeti mevsûlen nakletmiştir. İbn Ömer (R.A.)dan aynı ölçü ve
anlamda sahîh bir rivayet yapılmıştır. Hâkim de Müstedrek'inde bu mânada bir
rivayeti nakletmektedir. İbn Cü-reyc'in hac aylarının Şevval, Zilka'de ve
Zilhicce'nin tamamı olduğuna dair İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı rivayet ise mevzu
(uydurma)dır.
<<K'm ° aylarda
hacca başlar, ya da onu kendine farz ederse....»
Yorumlar ve
içtihatlar:
a) İhram giymekle haccı
kendine gerekli kılarsa.. Bu,
ihramın hac ibâdeti için lüzumlu
olduğunu gösterir.
b) Kim hac, ya da umre için ihrama girerse..
Bununla, âyetteki
«farz» deyiminden amacın ihram olduğu anlatılır.
c) İhrâm'a girip sesini telbiye ile
yükselttikten sonra bir yerde ey-leşip
kalmaması..
Hac yolculuğuna
çıkıldığında bir yerde eyleşip kalmak doğru değildir. Yolculuğu sürdürmek
gerekir. Bu, Ashab ve Tabiînden birkaç zatın görüş ve yorumudur.
«Artık hacda refes
(cinsel yaklaşma ve buna yolaçan davranışlar) yoktur.»
a) Genellikle
refes deyimi cinsel yaklaşma ve
buna yolaçan öpmek, okşamak ve benzeri davranışlarla tefsir edilmiştir.
Kadınların yanında cinsel konulardan söz açmak da aynı hüküm kapsamına girer.
b) İbn Abbas (R.A.) da refes'i cinsel konulara
kapı açacak biçimde konuşmaktır, diye açıklamıştır.
c) Refes ,
kadınla sarmaş-dolaş olup öpüşmek ve onu okşamaktır. İbn Ömer (R.A.)dan
da buna benzer bir rivayet yapılmıştır.
«Hacda f ü s u k
da yoktur.»
Biz bu deyimi, şer'î
sınırlan aşıp günah işlemek biçiminde mânalan-dırdık. Diğer yorumlar ve
açıklamalar ise şöyledir:
a) Günah işlemektir.
Bu, İbn Abbas (R.A.)dan rivayet
edilmiş ve birçok
ilim adamları aynı mâna üzerinde
durmuşlardır.
b) Harem sınırları içinde Allah'a karşı günah
sayılan söz ve davranışlardır. Bu, Abdullah bin Ömer'den rivayet edilmiştir.
Müfessirlerin çoğu bu mânayı benimsemiştir.
c) Sövmek, kırıcı Ölçüde söz ve davranışlarda
bulunmaktır. Bu, İbn Zübeyr (R.A.)dan rivayet edilmiştir.
d) Kötü lâkap, (takılmış ad) ile çağırmaktır.
Bu, Dahhak'dan
rivayet edilmiş ve tefsîrcilerimizin bir kısmı bu mânayı uygun bulmuştur.
«Hac'da cidal
(dövüşme, tartışma ve sürtüşme de) yoktur.»
Bu cümle üzerinde
yorumlar ve rivayetler:
a) Hac ibâdeti yapılırken tartışmak, haramdır.
Çünkü Cenâb-ı Hak bu ibâdetin farz ve şartlarını belirlemiş
ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de diğer bölümlerini yeterince açıklamıştır.
İmam Sevrî aynı görüştedir. Ashab ve Tabiînden birkaç zattan da bu anlamda
rivayetler yapılmıştır.
b) İnatlaşıp tartışmak, haramdır. Nitekim
önceleri Kureyş kabilesi Müzdelife'de Meş'ar-i Haram
yanında, diğer Araplar ise Arafat'ta durur da her biri kendi davranışının uygun
olduğunu iddia edip tartışırlar, söz düellosunda bulunurlardı. Her bir grup
kendisinin daha sıhhatli bir ibâdet yaptığına inanırdı. Kimi de ayrı ayrı
yerlerde vakfe yapıp her biri durduğu yerde İbrahim Peygamberin vakfe
yaptığını söyler ve böylece inatlaşıp giderlerdi.
Allah yukarıdaki
âyetle bu tarz sürtüşmenin yasak ve haram olduğunu bildirdi. Çünkü İslâm
birlik dinidir. Bölünmenin yeri bu dinde yoktur.
c) Birinin diğerine hasmane davranması,
inatlaşıp öfke ve kinle söz söylemesidir. İbn Abbas (R.A.) ile İmam Nahaî'den
yapılan rivayet bu anlamdadır. Nitekim Temimi diyor ki : «İbn Abbas (R.A.)dan
sordum: «Efendim, cidal nedir?» dedim. Cevap verdi: «Sürtüşmek,
inatlaşıp öfkelenmektir.»
d) Müslümana kızmamaktır.
<<Azlk ©dinin.
Doğrusu azığın hayırlısı takvadır.»
Bu cümle üzerinde
yorumlar, rivayetler:
a) İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahih rivayete
göre, Müslüman Arapların bir kısmı'evinden çıkarken yanlarına hiçbir azık
almaz ve: «Allah'ın evine hac için gidiyoruz, O bizi nasıl aç bırakır?»
derlerdi. Özellikle Yemen tarafından gelen hacıların çoğu bu anlayış
içindeydi. Böylece bunlar başkası üzerine yük olur, şunun bunun azığıyla
geçinmeye çalışırlardı. Allah yukarıdaki âyetle bu tutum ve anlayış içinde
olanları azıksız hac yolculuğuna çıkmaktan men'etti. Tabii bu emir ve tavsiye
bütün mü'min-leredir.
b) Âhiret için güzel iş, iyi amellerde bulunarak
azık hazırlayın.
Bu konuda İbn Atiyye
diyor ki (a) kısmındaki mâna zayıftır. Uygun olanı, (b) kısmındaki tefsirdir.
c) Ama
azığın hayırlısı (âhiret için hazırlanan) takvadır; o da Allah'tan korkup
günahlardan, kötülüklerden sakınmaktır.
«Rabbinizden (ticaret amacıyla) kâr ve yarar istemenizde
size bir günah yoktur.»
Buharî'nin sahih rivayetle
tesbitine göre, Ukaz, Mecenne ve Zilme-caz Panayırlarında ticâret malları
satılır ve alınırdı. Hac mevsiminde günahtan uzak kalmak için bu yerlerdeki
tacirler ticaret yapmak istemezler, kendilerini tertemiz tutmak için büyük bir
duyarlık gösterirlerdi. Allah bu aylarda takva ölçüleri içinde ticaretle
uğraşmakta bir günah olmadığını açıkladı.
Nitekim Ali bin Ebî
Talhâ ile İbn Abbas (R.A.) bu âyetin tefsirinde şöyle demişlerdir: «İhramdan
önce de, sonra da alım-satımda bulunmakta bir günah ve sakınca yoktur.»
İbn Ömer (R.A.) gibi
büyük bir din âliminden, «Hac ibâdetini yaparken ticaretle de uğraşan bir adam
hakkında ne dersin?» diye sorulduğunda, yukarıdaki âyeti okuyarak cevap
vermiştir. [465]
«Arafat'tan akıp
geldiğinizde Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı ânın.»
a) Fecir doğmadan önce Arafat'a gelip yetişen,
orada vakfeye yetişmiş sayılır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) üç defa tekrarlıyarak,
«Hac, Arafat'tır», buyurmuştur.
Arafat'ta vakfenin
vakti, Arafe günü zevalden sonra başlayıp tâ ikinci günü fecir doğuncaya kadar
sürer. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz VEDA HACCINDA, öğle namazını
kıldıktan sonra güneş battncaya kadar vakfe yapmış ve : «Hac ibâdetlerini
bizden alın (öğrenin)!» buyurmuştur.
b) Vakfe konusu ve süresi hakkında Hanefî, Şafiî
ve Mâlikî mezhep-lerindeki hüküm, yukarıda belirtilen ölçü ve anlamdadır. İmam
Ahmed bin Hanbel'e göre vakfenin vakti, Arafe günü fecir doğduktan sonra başlar
ve ikinci günü fecir doğuncaya kadar devam eder.
Arafat: Kurban
bayramından bir gün önce hacıların vakfeye durdukları dağın özel ismidir.
Tanımak, güzel koku sürünmek, gizlemeyip söylemek gibi anlamlara gelir. Daha
çok Âdem babamızla Havva anamızın bu-
rada biraraya gelip
birbirlerini tanıma fırsatı buldukları için bu ismin kullanıldığı söylenir.
Başka bir rivayete göre İbrahim Peygamberin hac ile ilgili hususları burada
bilip tanımış olması veya daha önce Cebrail'in ona anlattığı biçimde görüp
tanıdığı dikkate alınarak belirtilen isim verilmiştir. Daha uygun olan bir
başka rivayette ise, hacıların burada biraraya gelip tanışmaları bu ismin
konulmasına sebep olmuştur, denilmektedir. Arafatın ürene deresinin içinden
başka her yanı vakfeye uygundur. Müzdelife'-nin de M u h a s s i r deresinden başka her yanı vakfeye uygundur.
Meş'ar-i Haram : En
sıhhatli rivayete göre Müzdelife kesiminde bir tepenin ismidir ki, buna Kuzah
Tepesi de denilir. Bu tepenin üstünde si-lindirvari bir de taş bulunuyor.
Bununla beraber Müzdelife'ye Meş'ar-i Haram da denir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Arafe gününü överek şöyle buyurmuştur: «Arafe gününün orucu geçmiş
yılın ve geriye kalan yılın günahlarını temizleyip bağışlanmasına sebep oEur.»
[466]
«Duanın en üstünü,
Arafe günü yapılanıdır.» [467]
Her iki hadîs de sahih
rivayetle sabit olmuştur.
Meş'ar-i Haram da
Arafat gibi kutsal bir yerdir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'tan inip
Müzdelife'ye geldiğinde Meş'ar-i Haram'da vakfe yaptı, sabah namazını fecir
doğar doğmaz kıldı ve ortalık biraz aydın-lanıncaya kadar bekleyip öylece
Minâ'ya doğru hareket etti. [468]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Arafat'ta hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurdu :
«Şüphesiz ki bugün
Hacc-i Ekber'dir (Farz haccın yapıldığı gündür). Haberiniz olsun ki, şirk ehli
(Allah'a ortak koşanlar) ve putlara tapanlar, bizden önce buraya geldiklerinde
bugünde güneş batmadan tam dağların üzerinde sarıkvari bir durum alırken onlar
hareket edip ayrılırlardı. Biz ise güneş batmaya yüztutarken ayrılıyoruz. Yine
onlar Müzdelife'den güneş doğup dağların üzerinde sarıkvari bir durum alınca
ayrılırlardı. Biz ise güneş doğmadan ayrılıyoruz. Tâki bizim Sünnetimiz
onlarınkine uymasın..» [469]
Resûlüllah (A.S,)
Efendimiz, Üsâme Hazretleri arkasında onu takip ettiği halde Müzdelife'ye doğru
gelirken bir ara :
«Ey insanlar! Sakin
olun, kalb yatışkanhğı ve gönül huzuru içinde yürüyün..» buyurdu. Müzdelife'ye
gelince bir ezan, iki ikametle akşam ile yatsı namazlarını yatsı vaktinde
kıldı. Sonra Kasvâ adlı devesine binip Meş'ar-i Haram'a geldi. Kıbleye
yüzçevirip Allah'a duâ etti; tekbîr getirdi, tehlîlde bulundu ve Allah'ın
birliğini dile getirdi. Fecir doğup ortalık biraz ağarıncaya kadar orada
bekledi.
İşte, «Meş'ar-i Haram
yanında Allah'ı ânın» emrinin anlamı budur. Meş'ar-i Haram :
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Müzdelife kesiminde bir tepenin adıdır. Ancak bu konuda
ilim adamlarımızın farklı tesbit ve görüşleri olmuştur:
a) Müzdelife'nin her yanı Meş'ar-i
Haram'dır.
Bu, büyük sahabi İbn
Ömer (R.A.)dan rivayet edilmiştir.
b) Müzdelife'deki tepe ve yakın çevresidir..
c) İki dağın, ya da tepenin arasıdır. Bu, İbn
Cüreyc'den rivayet olunmuştur.
Müzdelife ise
Harem sınırları içinde bulunuyor.
«Allah'tan mağfiret
(günahlarınızın bağışlanmasını) dileyin.»
İstiğfar (günahların
temizlenip bağışlanmasını dilemek) her ibâdetten sonra tavsiye edilmiştir.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namazı bitirince üç defa istiğfarda
bulunurdu. Buharı ve Müslim'in tesbitine göre, Peygamber (A.S.) Efendimiz
namazdan sonra 33'er defa tesbîh (Süb-hanellah), tahmîd (el-Hamdu lillah) ve
tekbîr (Allahu Ekber) getirmeyi men-dup kılmıştır.
«Hac ile ilgili
ibâdetlerinizi yerine getirince babalarınızı andığınız gibi, ya da daha güçlü
ve içli bir anış-la Allah'ı ânın..»
Bu âyet üzerinde
farklı yorumlar:
a) Çocuğun sıcak ve tatlı bir sevgi içinde
«anne!, baba!.» yq da «anneciğim!, babacığım!.» dediği ölçü ve anlamda, «Allah!.» deyin.
b) Câhiliyye devrinde Araplar vakfede
bulunurken, kimi «Babam şöyle yedirir ve şöyle şöyle nesneleri
beraberinde taşırdı» der,
kimi, «Ba-
bam şöyle şöyle
yapardı» der ve bundan başka bir anış ve anıları olmazdı. Allah mü'minlere bu
âdete uymamaları için en hayırlı ve yararlı anış
yolunu ilgili âyetle
bildirmiş oldu.
c) Amaç,
Allah'ın çok anılmasını sağlamaktır. Aynı zamanda bu konuda hac ibâdetini
yapanları teşvîk ederek içten gelen bir sevgi ve saygıyla sık sık «Allah!.»
demelerini hatırlatmak, böylece gönülleri Allah'ın yüceliğinin derin manasıyla
doldurmaktır.
«İnsanlardan kimi,
«Rabbimiz, bize Dünya'da ver» der. Artık onun için Âhiret'te bir nasıp
yoktur.»
Bu konuda farklı
rivayet ve yorumlar
a) Bedevilerden
bir kısmı vakfeye durduklarında duaları hep dünya ile ilgili olurdu: «Allahım!
bize yağmur indir.. Allahım! bu yıl bolluk ve bereket ihsan eyle.. Alahım!
bize güzel çocuklar lûtfeyle..» gibi. Âhiretle jlgi-li istekleri pek olmazdı.
Diyebiliriz ki, Arapların çoğu bu konuda Yahudilerin te'siri altında kalmıştı.
Çünkü Yahudilerin dünya saltanatından başka hiçbir dilekleri olmazdı. Bugün
yine aynı arzu ve dileklerini sürdürmekteler. Allah, mü'minleri bu konuda da
uyardı. Gerek günlük işlerinde, gerek duygu ve düşüncelerinde, gerekse beşerî
münasebetlerinde, dünya ile âhiret arasında sağlam bir denge kurmalarına
işarette bulundu.
«Kimi de Rabbimiz!
bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhîrette de iyilik ve güzellik ver ve
bizi Cehennem ateşinden koru, der. İşte bunlara kazandıklarından nasip var.»
Allah böylesine
dengeli isteyenleri övüyor. Çünkü hem dünyada, hem âhirette iyilik güzellik
istemek bütün hayırlara kapı açar. Şer ve kötülüklerin kapısını kapar. İçinde
ve dışında böylesine sağlam bir inançla denge ve düzen kuran bir mü'min her
zaman ve her yerde çevresine ışık olur.
Bazı ilim adamlarına
göre, dünya ve âhiret iyiliği, şükreden bir kalb, zikreden bir dil ve sabreden
bir beden istemektir.
Çünkü böylesine bir
ni'met dünya ve âhiret iyiliklerinin tamamını kendinde toplar. Bunun için
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Rabbimiz! dünyada da iyilik ve güzellik ver,
âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru..» diyerek
sık sık duada bulunur ve bununla şükreden bir kalb, zikreden bir dil, sabreden
bir beden isterdi..
Katade, Hz. Enes
(R.A.)den rivayet ediyor: «Enes (R.A.)den sordum, dedim ki: Efendim, Resûlüllah
(A.S.)ın en çok hangi duayı yaptıklarını bize söyler misin?» Yukarıdaki âyeti
okudu ve «İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık bu duayı yapar ve tavsiye
ederdi.» [470]
Şeddad oğlu Abdüsselâm
da Hz. Enes'e (R.A.) diyor ki :
— Ya Enes! din kardeşlerin senden duâ bekliyor.
Bunun üzerine o
yukarıdaki duayı hatırlatarak, «Rabbimiz! dünyada da bize iyifik ve güzellik
ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru...»
diyerek yalvarıyor. [471]
Yine Hazreti Enes
(R.A.)den yapılan rivayete göre, Müslümanlardan bir adam hastalanmıştı.
Peygamber (A.S.) Efendimiz onu sormaya gitti. Bir de ne görsün, adam öylesine
zayıflamış erimiş ki bir kuş yavrusu kadar kalmış! Bunun üzerine ona soruyor:
— Bir şey ile Allah'a duâ ediyor musun? Veya
Allah'tan bir şeyler istiyor musun?
O da şu cevabı
veriyor:
— Evet, Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'ımdan hep
şunu istiyorum : «Allah'ım! Âhirette bana vereceğin cezayı şu dünyada ver..»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz:
— Sübhanellah!. Buna
güç getiremezsin. «Rabbimiz! dünyada da bize iyilik ve güzellik ver, âhirette
de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru» desen ya!.
Buyurarak o adamı bu
konuda uyarıyor, [472]
Başka bir hadîslerinde
ise Efendimiz (A.S.) şöyle buyurmuştur:
— «Kabe'de ne kadar bir rükne uğradımsa mutlaka
orada bir meie-ğin âmîn! dediğini gördüm. O halde siz de rükünlere
geldiğinizde şu duayı yapın: «Rabbimiz! dünyada da bize iyilik ve güzellik ver,
âhirette de bize iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinden koru..» [473]
<<Ve savı1'
9unlerde AHa"'1 ânın. Kim iki günde (Minâ'dan ayrılmak için) acele
ederse, ona hiçbir günah yoktur..»
Bu âyetle ilgili
yorumlar ve rivayetler:
a) Sayılı günler, Teşrik
günleridir (Kurban Bayramının
ikinci, üçüncü, dördüncü
günleri). Bilinen günler,
Zilhicce'nin ilk on günüdür.
Farz namazlardan
sonra «Allahu Ekber, Allahu Ekber......»
demekle bu yerine gelmiş olur.
Resûiüljah (A.S.)
Efendimiz:
«Arafe günü, Kurban
Bayramı günü ve bir de Teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır; yeme, içme
günlerimizdir.» buyurmuştur. [474]Bununla
beraber Arafe günü oruç tutmakta bir sakınca yoktur. [475]
b) Minâ'da bayramın birinci günü ve teşrik
günlerinin ilk iki günü kalıp dönmek caiz olduğu gibi teşrikin üç gününde
kalmak da caizdir.
c) İmam Şafiî, «Arafat'ın her yanı vakfe
yeridir. Teşrik günlerinin hepsinde hayvan boğazlanabilir»
mealindeki hadîse dayanarak dört gün içinde kurban kesmenin caiz olduğu hükmünü
çıkarmıştır.
d) Tekbîre (Allahu Ekber, Allahu Ekber...) Arafe
günü sabah namazında başlanır, bayramın dördüncü günü ikindiye kadar devam
edilir (23 vakit). Meşhur olan görüş ve içtihat budur. Dûrekutnî de bu hususta
bir hadîs nakletmiştir; ne var ki merfu' olarak pek sahih kabul edilmemiştir.
Bu tekbîrleri farz
namazlardan sonra getirmek Hanefîlere göre vâ-cib, Şâfiîlere göre sünnettir.
Aynı zamanda İmam Şafiî'ye göre bu tekbirlere teşrik günlerinin üçüncü günü
güneş guruba gidinceye kadar devam edilir, [476]
Dünya ile bağlantımız,
iyilik ve kötülük sınırları içinde sürüp gider. Zevklerimiz, arzularımız ve
inançlarımız bizi bu iki kavram akıntısına doğru sürükler, İyilik ve güzellik
bir bakıma beden ve ruh yapımızın gerektirdiği, gereksinme duyduğu şeyleri
yararlı açıdan sağlamak veya düşüncemizi bu konuda disipline edip
davranışlarımızı ilâhî kanuna uydurmaktır. Çünkü ilâhî kanunlar tamamen bu iki
yapımızın esenlik ve mutluluğuna, sağlık ve varlığını devam ettirme ölçü ve
anlamına göre konulmuştur. Kötülük ise, iki yapımızın ölçü ve amacına, gaye ve
hedefine ters düşer; özellikle ruhî yapımıza afiyet ve berraklık getirmeyen,
aynı zamanda ilâhi kanunlarla uyum sağlayamıyan şeylerdir.
Günlük yaşantımızda
kendimizi kötülüklerden koruduğumuz, daha doğrusu bedenî ve ruhî yapılarımızın
olumlu yönde ihtiyaçlarını; örf, akıl ve dinin belirlediği, ya da çizdiği
biçimde karşıladığımız oranda iyiliğe ve fazilete; güven ve huzura yönelmiş
oluruz. Bu fazilet, İslâm dini ile birleşince şüphe yok ki bir yönümüzle de
âhirete yönelmiş oluruz. Ruhumuzun, ya da manevî yapımızın en büyük ihtiyacı
bu kavramla içiçedir. Onu bundan uzaklaştırdığımız gün dengeyi süratle bozmuş
oluruz. Böylece bu iki âlem arasındaki bağlantı, günlük hayatımızda kopmaya
yüz-tutar.
Evet bu iki âlem
arasında sağlam bir bağlantı kurmak zorundayız. Bi.ine ağırlık vermek, ya da
tamamen ilgisiz kalmak dengeyi bozar; yöneldiği âlemden kısmen nasibini alır,
hepsi o kadar.
Zaten İslâm Dini bu
iki âlem arasında dengeyi sağlamak ve bu konudaki ilâhî beyanlara göre insan
hayatını düzenlemek üzere gönderilmiştir. Çünkü Yahudiler sadece dünya
saltanatına yönelerek, ilk Hıristiyanlar âhiret kavramına daha cok ağırlık
vererek arzulanan dengeyi bozmuşlardır. İslâm bu bozulanı gelişen sosyal
yapıya paralel olarak sağlamak kudretini kendinde taşıyarak sahneye çıkmıştır.
İşte insan bu hakikati
anladığı, bildiği ve günlük hayatında yaşadığı nisbette mutludur. Günümüzün insanlarının
çoğunun zengin de olsa, yüksek mevkilerde de bulunsa huzursuz ve dengesiz
olmalarının bir ucu bu gerçeğe dayanır.
Kur'ân bu mutluluk
getiren dengeyi şu özlü duâ ile dile getirerek insanlığın kalbine ve dimağına
sunmaya çalışır:
«Rabbimiz! bize
dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhîrette de iyilik ve güzellik ver ve bizi
Cehennem ateşinden koru..» [477]
Varlık âlemi
yaratıldığı gayeye doğru milimetre şaşmadan gitmekte ve bağlı bulunduğu kanuna
ister istemez uymaktadır. Her tür kendine has bir tekâmül göstermekte, büyük
bir kudretin düzenlemesi ve O'nun.yö-netmesiyle varlığını sürdürmektedir.
Hiçbir şeyde dengesizlik, düzensizlik yoktur. Buna Atom Fiziğinden bir örnek
verecek olursak, şöyle belirtebiliriz ; Atomların içindeki pozitif elektrik
yükleri, negatif elektrik yükleri ile denge durumundadır. Çünkü varlık âlemi
daima kendi içindeki elektriğin de dengesini korumaktadır. Mevcut eşyanın en
küçük tanecikleri arasında başlayan bu denge ve eşitliğe hayran olmamak elde
değildir. Bunca ince hesaplarla eşitlik ve denge ilkeleri içinde bu düzeni
kuran Allah ne yücedir!.
Ruhların çeşitli fakat
dengeli safhalardan geçişlerden sonra bedenlere girmesi, belli bir süre
kendini bu kılıfla tanıtması ve sonra eskiyen bu kılıfı değiştirme zorunda
kalması hep o yüce kudretin sergilediği şaşmaz kanunlarla yürümektedir.
Ruhun bütün
geçişlerinde bir düzensizlik ve dengesizlik yoktur. Çünkü yaratıldığı andan
itibaren sonsuzluğa doğru adım adım yol almakta ve kendisine hazırlanan ebedî
saadete tekâmül ederek gitmektedir. Bedene girip, bir süre orada eyleşmesi ve
sonra bu elbiseyi değiştirip Berzah âlemine doğru geçmesi hem ölçülü, hem
dengeli bir durum arzetmektedir. Aksi halde bağlı bulunduğu dünyadaki bedenle
başka bir âleme geçmesi mümkün değildir. Çünkü iki âlem arasındaki şartlar çok
değişiktir. Birinden diğerine geçebilmesi için geçeceği yerin şartlarına uygun
yeni bir elbise, yani bedene girmesi gerekiyor. Bunun için de belli bir süre
kabir âleminde bekleyerek tekâmül devresini doldurup öylece geçiş sağlaması
şarttır.
Tıpkı Mendeleyev'in[478]
kimyasal elementlerin periodik sınıflandırmasını içeren bir tablo düzenlemesi
ve elementleri atom ağırlıklarına göre bir tasnife tabi tutması ve sonunda
tabloda bazı boşlukların meydana geldiğini tesbit etmesi gibi. Birbirini
izleyen sıradaki elementlerin özelliklerinin bir ölçü ve denge dahilinde
farklılık ortaya koyduğu görülmüş ve böyleee Mendeleyev bütün dikkatini bu
boşluklara yönelterek şu sonuca varmıştır:
«Varlık âleminde çok
ölçülü bir düzen vardır, Her varlık bir takım belirli geçişler arzetmekte ve
kendine has yerini almaktadır.»
Elementler dizisindeki
her boşluk bilinmiyen, henüz keşfedilmiyen elementlere aittir. Bunlar
keşfedilince bu düzenlemedeki sıra ve yerlerini alacaklar ve boşluklar
dolacaktır. Nitekim bugün o boşluklar dolmuş ve atom ağırlıklarına göre mevcut
elementler düzenlemedeki yerlerini almışlardır.
O halde ruhların da
düzenli geçişleri haşre (kabirden kalkıp başka bir âlemde Allah'a dönüp
yönelmesi) kadar devam eder ve ahirette son duraklarına erişmekle noktalanır.
Şu anda bedenini henüz terketme-miş bulunan ruhların, kabir, Berzah ve Haşır
âlemlerindeki yerleri boş beklemektedir. Bunun gibi henüz ruhlar âleminde olup
yeryüzüne inmeyen insan ruhlarının da bu âlemdeki düzenlemedeki yerleri boş
beklemektedir. Beden denilen kılıfın vakti gelip yokluktan varlığa geçiş
yapınca ona ait ruh -bir element gibi- gelip yerini ve sırasını alacaktır.
Şüphesiz ki, bu inanç
ve bilgi, insanda sorumluluk duygusunu, Allah korkusu doğrultusunda
geliştirir. Bu örneksiz ve benzersiz düzeni oluşturup sürdüren o sonsuz kudrete
kul olmanın zevki ve heyecanı için için hissedilir. Yeme, içme, uyuma gibi
gereksinmelerin çok ötesinde ve üstünde bir gayeye erişmek için yaratıldığını idrak
eder ve varlık âleminde canlılar düzenleme tablosundaki yerini arayıp bulmaya
ve boşluğu doldurmaya yönelir,
Böyleee huzurlu bir
hayat, dengeli bir ömür, verimli bir geçiş devresi başlar.
İşte Allah'a dönmenin,
O'na hasrolunmanın sağladığı feyizli sonuç budur. Bunun için Kur'ân yukarıdaki
âyetle insanlara, özellikle inanmışlara şöyle sesleniyor:
«Artık Allah'tan
korkun ve bitin ki mutlaka siz O'na haşrol una çaksın^.»[479]
Yukarıdaki âyetlerle
ibâdetin temelini, imân ve takvanın oluşturduğuna; kalbi bu-yüksek mânayla
aydınlatıp düzeltmenin en sağlam, en makbul yol olduğuna dokunuldu. Dünyayı
Allah hoşnutluğuna uygun ölçüde arzulamanın takvaya ters düşmediğine işaret
edildi. Bu nedenle âhirette gözleri aydınlatan bir nasibin, ancak dünyada
hazırlanmakla gerçekleşeceğine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
imân ve takvanın yerinin sadece kalb olduğu, dilin ancak kalbe tercümanlık
yaptığı açıklanıyor. Kalbdeki hakikat cevherinin en güzel tanığının fazilet
dolu ameller olduğu belirtiliyor. Böylece inananların iki kısma ayrıldığına
işaret edilerek, biri; içindekinden başkasını söyleyen ve aslında din ve düzen
düşmanı olan münafık ve bozguncudan; diğeri ise, içi dışına uyan, kalbiyle
dili uyum halinde bulunan ve her konuda Allah hoşnutluğunu dileyen ve bu uğurda
canını seve seve verebilen kâmil mü'minden söz ediliyor. [480]
[1] Tirmizî - İbn Mace - Ahmed b. Hanbel - Hâkim: Şeddad
b. Evs (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/302.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/302-303.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/303.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/303-304.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/304.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/304-305.
[7] Tevrat Tesniye :
18/16, 19
[8] »
[9] Matta: 5/18
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/305-306.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/306.
[11] Tefsîr-i İbn Kesîr :
C. 1, S. 156
[12] Tefsİr-i Ruhi'l-Maanî Li'I-Âlûsî: C. 1,
S. 363
[13] Meydan LAROUSSE :
Nab maddesi..
[14] Enfal sûresi, âyet:
34
[15] Tevbe sûresi, âyet:
17
[16] Fetih sûresi, âyet: 25
[17] Tevbe sûresi, âyet:
28
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/307-309.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/309-310.
[19] Tefsîr-i Rûhi'l-Maanî Li'1-Âlûsî : C. 1,
S. 363
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/310-311.
[21] Buharl/cumua:
13- Müslim/salât: 136-
Ebû Dâvud/salât; 52- Dâremî/ salât: 57- Taberânî/kıble: 12- Ahmed:
2/16, 151, 438, 475, 528- 5/192, 193- 6/69
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/311-312.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/312.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/312-313.
[25] Tefsîr-i Kurtubî i C. 2, S. 80
[26] Bakara sûresi, âyet: 144
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/313-314.
[27] Fazla bilgi için bak:
Yarınlara Doğru / Alexis Carrel:
75
[28] Yarınlara Doğru / Alexis Carrel: 85
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/314-315.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/315-316.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/316-317.
[32] Tefsir-i Kebîr - Fahrüddin el-Râzi C. 1, S. 691
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/317.
[34] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 84 .
[35] Tefsîr-i Rûhi'I-Meânî Li'1-Âlûsî : C. 1.,
S. 365
[36] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 2, S. 84
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/317-318.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/318.
[38] Esbab-ı Nüzul Li-Nisâburî : S. 24
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/319-320.
[39] Buharî/tefsîr :
2, 8, 112- Nesâî/cenâiz : 117-
Ahmed: 2/317, 350
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/320.
[40] Bu hususta geniş bilgi için bak: Maddiyûn Mezhebinin
İzmihlali - İsmail Pennî
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/320-324.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/324.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/325-326.
[44] Bu hususta geniş bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr, ilgili âyetin tefsirine
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/326-327.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/327.
[46] Tefsîr-i Kurtubî;
C. 2, S. 88
[47] Tevbe Sûresi, âyet:
48
[48] Mü'rain Sûresi, âyet:
78
[49] İbrahim Sûresi, âyet:
22
[50] Bakara Sûresi, âyet:
117
[51] Hûd Sûresi,
âyet: 58
[52] Tevbe Sûresi, âyet:
24
[53] Nahl
Sûresi, âyet: 1
[54] Secde Sûresi, âyet: 5
[55] Şûra Sûresi, âyet:
53
[56] Â'li İmran Sûresi, âyet: 154
[57] Talâk Sûresi, âyet: 9
[58] Hûd Sûresi,
âyet: 97
[59] Tefsir-i Kebîr :
C. 1, S. 617
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/327-329.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/329.
[61] Esbab-i Nüzul Li'n-Nisabım : C.
1, S. 24-25
[62] îmâm-ı Suyûtiy'e göre bu hadîsin isnadı zayıftır.
Veliyüddin el-Irakî de «Böyle bir hadîse vâkıf olmadım.» demiştir.Bu hususta
ayrıca bak: Tefsîr-i Tiûhi'l-Maanî: C. \, S. 371
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/330-331.
[63] Ğaşiye Sûresi :
21-22
[64] Kaf Sûresi: 45
[65] Bakara Sûresi :
256
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/331-332.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/332-334.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/334-335.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/335.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/336-337.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/337-338.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/338-339.
[72] Evzaî: Yahya b. Saîd'den, o da Saîd bin Müseyyeb'den,
o da Ebû Hü-reyre (R.A.)den merfuan rivayet etmiştir. Tefsîr-i kebîr : C. 2, S.
99 - Buharî/en-biyâ : 8, isti'zan:
51 - Müslim/fezâil: 151 -
Ahmed: 2/322, 418, 435
[73] Tefsîr-i tbn Kesir :
C. 1, S. 166 - tbn Cerîr
et-Taberî.
[74] NEMRUT: M.Ö. yaklaşık 2000 yıllarında yaşamış bir
Babil hükümdarıdır. Hayatı efsanelere karışmıştır. Bu arada Babil şehrinin
kurucusu ve İbrahim Peygamberi ateşe atan olduğu söylenir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/340.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/340-341.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/341-342.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/342-343.
[78] Tefsîr-i Kurtubi :
C. 2, S. 96 - Tefsîr-i Rühi'l- Maanî Li'l-Alûsî : C. 1,
S. 374 Berat :
112... Ahzab : 35...Mü'minûn : 1...
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/343-344.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/344-345.
[81] Buharı/Medine :
1, enbiyâ : 10, mağazî : 27-
Müslim/hac : 445, 446, 455, 458, 459, 462, 464- EbÛ Davud/menasik; 96-
Tirmizî/menakıb : 67- Nesâî/hac : 110, 111, 120- tbn Mace/menasik : 104T Ahmed ; 1/119,169
[82] Buharî/ilim : 37, hac : 43- Tirmizî/hac : 1, diyat:
13- İbn Mace/menasik: 103- Ahmed : 1/253, 259,
315-3/199-6/385
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/345-346.
[83] Buharî/i'tisam :
21- Müslim/akdiye \ 15- Ebû Davud/akdiye: 2- Tirmizî/ ahkâm : 2-
Nesâı/kudat : 3- Beyhaki/ahkam : 3
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/346-347.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/347-348.
[86] îsrâ sûresi, âyet: 20
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/348-349.
[88] Tefsîr-i İbn Kesir:
C. 1, S. 171
[89] » » » » »
[90] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S.
112-112
[91] Tefsîr-i Kebîr :
C. 1, S. 719
[92] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 115
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/349-350.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/350.
[94] Bağavî : îrbad b. Sâriye'den.. - Lübabü't-te'vîl : C.
1, S. 84 .
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/351-352.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/352-353.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/353-354.
[97] Tefsir-i Kurtubî : C. 2, S. 123
[98] Hac Sûresi, âyet:
26
[99] Sahîh-i Müslim/hac : 402, 403 - Nesâî/menasik : 128
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/354-355.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/355.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/355-356.
[103] Lübabü't-te'vîl :
1/85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/357.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/357-358.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/359-360.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/360.
[107] Hac Sûresi, âyet ;
78
[108] Nahl Sûresi, âyet:
123
[109] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 133
[110] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 134
[111] Hucurât Sûresi, âyet : 14
[112] Tefsîr-i îün Kesir :
C. 1, S. 186
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/360-361.
[113] Tefsir-i Kebîr:
C. 1, S. 748
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/361-362.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/362.
[116] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 140-141
[117] Tefsîr-i tbn Kesir :
C. I, S. 186/Tefsîr-i Alûsî
: C. 2, S. 393
[118] Tefsîr-i Hâzin
: 1/86
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/365.
[119] Buharî/şehadet : 29. tefsir : 2. i'tisam : 25, tevhîd
: 51- Ebû Dâvud/ilim: 2- Ahmed : 4/136
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/365.
[120] Tefsîr-i Alûsî :
C. 2, S. 396
[121] Tefsîr-i
Hâzin: C. 1,
S. 86
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/366-368.
[123] Maverdîden nakledilmiştir. Ayrıca Nesâî rivayet
etmiştir.
[124] Tefsîr-i Kurtubî :
2/145, 146
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/368-369.
[126] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 146
[127] Tefsîr-i Alûsi ;
C. 2, S. 399
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/369.
[129] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 141
[130] Tefsîr-i İbn Kesir:
C, 1, S. 178
[131] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 141
[132] Tefsîr-i Hâzin :
C. 1, S. 397
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/370-371.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/371-372.
[134] Esbabu'n-Nüzul Li-Nisâburi : S.
26 - Tefsîr-i tbn Kesîr : C. 1,
S. 189
[135] Tefsîr-i Kurtubî ; C. 2, S.
149
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/373.
[136] Ahmed bin Hanbel :
Ali bin Âsim tarikıyla rivayet etmiştir.
[137] Hafız Ebûbekir bin Murdeveyh - İbn Kesir : C. 1, S.
191
[138] Tefsîr-i İbn Kesîr :
C. 1, S. 189
[139] Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 148-149 - Tefsîr-i tbn
Kesîr : C. 1, S. 190
[140] Ebû Amr Temhid'de
rivayet etmiştir.
[141] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 2, S. 149/Tefsîr-i İbn Kesîr ;
C. I, S. 190
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/374-375.
[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/375-377.
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/377-379.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/379-380.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/380.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/380-381.
[147] Esbâb-i Nüzul
: 27
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/383.
[148] Buharî/cumua : 4- Müslim/cumua : 10- Ebû
Davud/taharet: 127- Tir-mizî/curaua :
6- Nesâî/eumua: 14- Taberânî/cumua: 5
Ahmed: 2/460
[149] Taberâni/vukut:
23
[150] Müslim/iman:
137, 140- Ahmed: 1/418, 442,
444- 5/368
[151] Tirmizî/mevakiyt ;
13
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/383-384.
[152] Kitleler Psikolojisi/Gustave le bon
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/384-386.
[154] Bu hususta fazla bilgi için bak : Tefsîr-i
Ruhi'l-maanî Li-1-Alûsî : C. 2, s. ıı.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/386-387.
[156] Bakara Sûresi:
148
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/387-388.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/388-389.
[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/389.
[160] Ahkâmü'l-Kur'ân Li-Kuvayz Mendal
[161] Buharî/tevhîd:
43- Ahmed: 2/251- .Müslim
[162] et-Terğîb ve't-Terğîb - Buharî – Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/390.
[163] Tefsîr-i İbn Kesîr : 1/196
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/391.
[165] Âl-i tmrân sûresi,
âyet : 164
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/391-393.
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/393-394.
[168] İbn Mâce : Abdullah bin Büsür'den Tirmizî/daavat: 4-
Ahmed: - 4/188, 190
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/394-395.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/395-396.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/396.
[171] Esbabı'n-Nüzûl / Nisâburî: S. 27
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/398.
[172] Buharı - Ebû Davud/cenâiz : 23
[173] Buharî/ilim :
45- Müslim/imaret; 150, 151
[174] îbn Mace - Ahmed : 3/38, 61
[175] Buharî - Müslim - İbn Mace/cenâiz ; 55- Ahmed :
1/201
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/398.
[176] Fütuhuşşam/Vâkidî
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/398-400.
[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/400.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/401.
[180] Geniş bilgi için bak :
Tefsîr-i Kurtubî : C. 2, S. 174
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/401.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/402.
[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/402.
[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/402-403.
[185] Tefsîr-i Haazin :
C. 1, S. 95
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/403-404.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/404.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/405.
[188] Esbab-i Nüzul : C. 1, S. 27/Tefsîr-i Kurtubi: C. 2, S. 178
[189] Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i İbn Kesir: 1/199
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/406.
[190] Dâre Kutnî.. - Ahmed :
6/422
[191] Tefsîr-i İbn Kesir :
C. 1, S. 199 - Müslim – Nesâî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/406.
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/406-407.
[193] Tlrmizl: Urve bin Zübeyr (R.A.)den - Tefsîr-i İbn
Kesir : C. 1, S. 198
[194] Tirmizî :
Hadîstin hasenün..
[195] Dâre Kutnî tahrîc etmiştir - Ahmed : 6/422
[196] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 183
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/407-408.
[197] Fazla bilgi için bak : Füyuzat-i Rabbaniye / Celâl
Yıldırım tercemesi: 20-25
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/408-409.
[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/409.
[199] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 2, S.
179-180 - Tefsîr-i
tbn Kesir: C. 1, S
199/ Tefsîr-i Alûsî: C. 2, S.
24-25
[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/410.
[201] Tefsîr-i îbn Kesîr/Tefsîr-i İbn Cerîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/412.
[202] Buharî./ ilim: 42, vüdû': 24, hars:
21- Müslim/imân: 229
[203] tbn Mâce/mukaddeme :
24- Ebû Dâvud/ilim : 9- Tirraizî/ilim : 3- Ah-med :
2/263, 305, 344,
353, 495
[204] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 185
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/412.
[205] Tevrat İŞAYA bölümü, bap: 42, belge:
1-5
[206] Incil/Yuhanna bölümü, bap: 16, belge:
7-14
[207] Bernaba;
39/14- 42/13-44/19-54/1, 11-55/20, 24"-82/16 - 96/3, 7 - 96/ 11, 15 - 97/4, 14 - 136/18, 21
- İ37/18, 21 - 163/3, 8 - 220/17, 20 -.208/7
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/412-413.
[208] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 185
[209] » » :
C. 2, S.
187
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/413414.
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/414.
[211] Sahîh-i Buharî/cenâiz : 1- Ebû Dâvud/cenâiz : 16
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/415.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/415.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/415-416.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/416.
[215] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 2, S. 191
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/416.
[216] Tefsîr-i İbn Kesîr :
C. 2, S. 192/Alûsî – Haazın
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/417-418.
[217] Tefsîr-i Kurtubî :
C. 2, S. 201
[218] İbn Mâce : Hz. Âişe (R.A.)dan
[219] îbn Mâce/edeb:
29- Bbû Dâvud/edeb; 104-
Tirmizî/fiten: 65- Ahmed: 2/250,
268, 409, 437, 518 - 5/123
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/418.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/418-420.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/420.
[222] Sahîh-i Buharî/tefsir : 2/25, 3/2, edeb : 20, diyat:
1, hüdud: 19 tevhîd ! 40 46- Muslım/iman: 141, 142- Ebû
Dâvud/talâk:
50-Tirmizî/tefsîr: 1/25- Nesâî/ tahrîm:
44- Ahmed: 1/380, 423, 434, 464
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/422.
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/422.
[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/423.
[225] Buharl/rikak:
41- Müslim/zikir: 14, 16, 18- Tirmizî/cenâiz: 67- Nesaî/ eenâiz: 10
[226] Buharı - Müslim - Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - îbn
Mâce: Âise CRA) dan
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/423-424.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/424.
[229] Lübabu't-te'vîl - Kurtubî - Alûsî : tbn Abbas
(R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/425.
[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/425-426.
[231] İbn Kesîr :
Hafız îbn Ebûbekir bin Murdeveyh'ten
2/203 - Ahmed: 3/ 321, 399
[232] Sahih-i Müslim/cennet:
63- Ahmed: 4/162
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/426-427.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/427.
[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/427-429.
[235] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/429.
[236] Tefsîr-i îbn Kesîr - îbn Cerir - Lübabu't-te'vII
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/430.
[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/430-431.
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/431.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/431-432.
[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/432-433.
[241] Müslim/zekât: 65- Tirmizî/tefsîr : 2/36, edeb: 41-
Dâremî/rikak: 9- Ah-med: 2/328
[242] Ebû Dâvud/taharet: 41- Tirmizî/taharet: 52- Nesâî/taharet: 46, sayd : 35, miyah: 4- îbn Mâce/taharet :
38, sayd: 18- Taberânî/taharet: 12,
sayd: 12-Dâremî/vüdû': 53- Ahmed: 2/237, 361-3/373, '5/365
[243] tbn Mâce/sayd: 9, et'ime: 31- Ebû Dâvud/et'ime: 34-
Taberânî/sıfetü'n-Nebî: 30- Ahmed: 2/97
[244] Tlrmizî/libas : 6- tbn Mace/et'lme: 60
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/434.
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/434-435.
[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/435-436.
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/436-437.
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/438.
[249] Tirmizî/Tefsîr :
2/36, edeb: 41-
Daremî/Rıkak : 9- Ahmed :
2/328
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/438-439.
[251] Tirmizî/taharet:
52- Ebû Dâvud/taharet: 41-
Nesâî/taharet: 46
[252] Sahîh-i Buharî - Müslim : tbn Ebî Evfâ'dan
[253] Tefsîr-i Kurtubî: C. 2/212
[254] Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre, o da
haramdır, yenilmez. Ancak Mesîh adına değil de normal şekilde kestikleri
yenilir.
[255] Bak : Celâl Yıldırım
/ Kur'ân Ahkâmı ve Mezhep İmamlarının Görüş Parkları: C:
2/403
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/439-441.
[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/441.
[258] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kebîr Mefatihül-Gayb,
Tefsîr-i İbn Kesir. Tefsîr-i Kurtubî ve Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/442-443.
[259] Dâremî / mukaddeme :
20 : Abdullah bin Ebî Cafer'den
mursel olarak.
[260] İbn Asâkir ;
Enes bin Malik'ten. (Câmiussağîr)
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/443-445.
[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/445.
[263] Fazla bilgi için bak : Tefsir-i İbn Cerîr Taberî -
Lübabu't-te'vîl - Tefsîr-i îbn Kesîr. Teîsîr-i Merağî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/446-447.
[264] İbn Ebî Hatim/Hadis munkatı'dır
[265] Sahîh-i Buharı - Müslim/zekât: 25-
Ahmed: 2/245, 252-3/330, 406
[266] Sahîh-i Buharî/zekât: 53, tefsir: 2/48-
Müslim/zekât: 101, 102- Ebû
Dâ-vud/zekât: 24- Nesâî/zekât: 76- Dâremî/zekât: 2- Taberânî/sıfatünnebî: 7- Ah
1/384, 446- 2/260
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/447.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/448.
[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/448-449.
[269] Tirmizî/zekât: 26- Nesâî/zekât: 82- îbn
Mâce/zekât: 28- Dâremî/zekât: 37-
Ahmed: 4/17, 18
[270] Sahîh-i Müslim/zühd : 42- Buhari/talâk : 25, edeb: 42-
Ebû Dâvud/edeb: 123- Tirmizî/birr: 14-
Ahmed : 2/375- 5/333
[271] Ankebut sûresi : 45
[272] Meâric sûresi :
19-23
[273] Buharı/ilim:
10- Müslim/imaret: 175,
zekât : 98, 100-
Tirm izi /ilim : 4- İbn Mâce/mukaddeme :
17- Ahmed : 1/306- 2/234
[274] Taberânî : İbn
Ömer (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/449-452.
[275] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/453-454.
[276] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/454.
[277] Bir vesk
62.400 dirhem, 218.400 gramdır
[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/455-456.
[279] Ebû Dâvud/diyat
: 7-
Tirmizî/diyat : 17- Nesâî/kasamet; 10,
16- İbn Mâce/diyat: 23- Dâremî/diyat : 7- Ahmed :
5/10, 11, 12, 16, 18, 19
[280] Buharî/ilim :
39, cihat: 17, diyat : 24, 31- Ebû Dâvud/diyât: 4, 147-
Tir-mizî/diyât : 16- Nesâî/kasamet: 9,
14- îbn Mâce/diyât : 21-
Ahmed : 1/29 119, 122
[281] Ebû
Dâvud/diyât: 3
[282] t » /diyât:
5- Ahmed : 3/363
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/456-457.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/457-458.
[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/458-459.
[285] Ebû Dâvud / cihad: 147, diyat: 11 - Nasâî / Kasamet :
10. 13 - tbn Mâce / diyat: 31 -
Ahmed: 1/119, 122, - 2/180, 192, 2lı,
215
[286] Buharî / ilim: 39, cihad:
7, diyat: 24, 31 - Ebû Dâvud/diyat: 11. 147 -Tirmizî / diyat: 16 - Nesâî / kasamet: 9, 14
- îbn Mâce / diyat: 21 - Ahmed: 1/79, 119,
122
[287] Geniş bilgi için bak:
îbn Kesir Tefsiri, Lübubu't-te'vîl, Kurtubi, İbn Ce-lir, Alûsî ve Edvaü'l-Beyân
tefsirlerine.
[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/459-461.
[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/461-462.
[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/462.
[291] Ahmed bin Hanbel : tbn Ömer (R.A.)dan -
Daremî/vasaya: 3
[292] Buharî/cenâiz : 36, vasaya : 2, 3 - Müslim/vasiyet :
5, 7, 8 - Ebû Dâvud/ vasaya: 6, ferâiz : 3- Tİrmizî/cenâiz : 6- Nesâî/vasaya:
3- İbn Mâce/vasaya: 5
[293] îbn Mâce/vasaya: 3- Ahmed: 2/278
[294] Ebû Dâvud/vasaya:
6, büyü': 88-
Tirmizî/vasaya: 5- îbn Mâce/vasaya: 6-
Ahmed: 4/186
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/463-464.
[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/464.
[296] Ankebut sûresi :
8
[297] Geniş bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî, Tefsîr-i îbn Kesir, Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî, Alûsî
ve Lübabu't-te'vîl
yaklaştığı vakit, idam
(yok etme) cezası giyenlerin son' birkaç gününü ya da saatini en iyi ve en
hayırlı biçimde değerlendirmeleri; geriye bol bir servet bırakıyorlarsa, ondan
bir kısmını vâris olmayan fakir yakınlara vasiyet etmeleri öneriliyor.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/465.
[298] Câmiussağîr : îbn Abbas (R.A.). dan - Buharı/tefsir :
3, fezâil: 9- Müs-lim/iraâret: 71, zühd:
15- Tirmizî/fiten: 15, 45- îbn
Mâce/mukaddeme : 11, ticaret: 62-
Ahmed: 3/36, 34, 41
[299] Buharî/cihad : 25, 74 - tefsir : 16, daavat: 36, 38,
40, 42, 44, 46- Müslim/ daavat: 48, 52,
73- Ebû Dâvud/vitir:-32, edeb: 10-
Tirmlzî/daavat: 70, 76, 115-Nesâî/istiâze ; 7, 8- İbn Mâce/duâ: 3- Ahmed:
2/185, 186
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/465-466.
[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/467.
[302] Fazla bilgi için bak: îbn Kesîr ve îbn Cerîr
tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/468.
[303] Buharî/imân:
1, 2, tefsir : 2/30-
Müslim/iman: 19, 22- Tİrmizl/iman:
3- Nesâî/iman : 13
[304] Müslim/siyam:
161, 163- Nesâİ/siyam : 42-
Ahmed: 2/273, 281- Dâremî/ savm: 50-
Taberânî/savm : 58
[305] Müslim : îbn Abbas (R.A.)dan
[306] Buharî/iman :
28, siyam : 6- Müslim/siyam: 203,
müsafirîn: 175- Ebû Dâvud/ramazan; 1, savm : 57- Tİrmizî/savm : 1, cennet : 4- Nesâîl/siyam: 39-tbn Mâce/ikamet: 173, siyam:
2, 33- Dâremî/savm : 44-
Ahmed: 2/232, 241
[307] Buharî/savm: 2, tevhîd: 35- Müslim/siyam : 162, 163- Ebû Dâvud/savm: 25- Tirmizi/iman :
8, cennet: 29- Nesâî/siyam : 42, 43- İbn Mâce/siyam: 1, zühd: 22- Ahmed : 1/195,
196- 2/257
[308] Ahmed : 2/380
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/468-469.
[309] Bakara sûresi :
185
[310] Bakara sûreSi :
187
[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/469-470.
[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/470-471.
[313] Gerçi Kitab-ı Mukaddes'te Zekeriya bölümü Tevrat'a
bağlı bir kısımdır. Ama Hz. Yahya ve Meryem İle ilgisinin fazlalığını dikkate
alarak bunu Hıristi-yanlarta alâkalı fasılda belirttik.
[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/471-472.
[315] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/472.
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/473.
[317] Farsça «pehriz» Türkçemizde daha çok «perhiz» şeklinde
kullanılır.
[318] Tefsîr-i Ruhu'l-MaanI Alûsl : C. 8, S. 110/Müsned-i
Ahmed
[319] Ahmed: 4/132-
Tirmizî/zühd: 47- Hâkim
[320] Darekutnî :
Câbir (R.A.)den Ahmed; 5/90
[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/474-475.
[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/475.
[323] Nesâî : Abdurrahman t>in Avı'tan/siyam: 40- Ahrned
: 1/191- 5/246
[324] îbn Kesîr Tefsiri : C. 2/217 - Taberânî/siyam: 45
[325] Müslim/siyam:
99, 105. Nesâî/siyam: 47, 48. Ahmed: 5/58
[326] Buharı - Müslim - Nesâî/siyam: 56- Ahmed:
3/494- 6/343
[327] Ahmed bin Hanbel:
4/338- 5/32
[328] Buharî/mağazi :
60, ahkâm: 22- Müslim - Daremî/mukaddeme: 24
[329] Buharî - Müslim : Muaz bin Cebel (R.A.)den
[330] Sünen - Ahmed :
5/266- 6/116, 233
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/476-477.
[331] Kadir sûresi :
1
[332] Duhan sûresi: 3
[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/477-478.
[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/478-479.
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/479.
[336] Tirmizî/zühd:
24- Müslim/ilim: II,
12- Ahmed: 2/232,
313, 519, 525, 530, 538
[337] Tirmizî/fiten:
59
[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/479-481.
[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/482.
[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/483.
[341] Buharî/savm: 11- Müslim/siyam: 3- Nesâî/ siyam: 10- Ahmed: 2/63, 456
[342] Buharî/savm:
11, mezâlim; 25, salât 18,
eyman: 20, 22,
24, nikâh: 83, 91, 92- Müslim/siyam: 5, 6, 9,
11, 14- Tirmizî/savm: 6-
Nesâî: 14, 15,
17- İbn Mace/siyam: 8
[343] Sahîh-i Buharî/savm:
13- Müslim/siyam: 15- Ebû
Dâvud/savm: 4- Nesâî/ siyam: 17- Ahmed:
2/122
[344] Hâkim Müstedrek'inde
sahih isnadla rivayet
etmiştir. Ayrıca Ahmed : 1/367 - 2/415 - 5/42
[345] Buharı, Müslim, Ebû Dâvud, Tabarani, Müsned-i Ahmed
[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/484-486.
[347] Fazla bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî - ibn Kesîr -
Alûsî - îbn Cerîr Taberî -
Lübabu't-Te'vîl'e ve fıkıh kitaplarından El-Mebsut ile İbn Abidîn'e..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/486.
[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/486-487.
[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/487-488.
[350] Buharî/tevhîd :
15, 35- Müsiim/tevbe: 1,
zikir: 2, 19- Tirmizî/zühd: 51, daavat :
131- İbn Mâce/edeb: 58-
Dâremî/rikak: 22- Ahmed: 2/251, 315- 3/210-4/106
[351] Buharî/tevhîd:
43- Müsned-i Ahmed
[352] Buharî/daavat : 22- Müslim/zikir: 90, .91- Ebû
Dâvud/vitir: 23- İbn Ma-ce/duâ: 7-
Taberânî/Kur'ân: 29- Ahmed: 2/487
[353] Ahmed bin Hanbel :
5/438
[355] Buhârî/Mağazi:
38, cihad: 131,
deâvat: 50, 68,
kader: 7, tevhid:
9. Müslim/zikir : 44, 45. Ebu
Dâvud/vitir • 26. Tirmizî/deâvat: 57. Ahmed :
4/394, 402, 403, 407, 418, 419
[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/488-490.
[357] Kaf sûresi âyet:
16.
[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/490-491.
[359] Müslim / zefeât : 64. TIrmizî / Tefsir: 2. Dâremî /
rikak : 9. Ahmed: 2/328
[360] Münebbihat
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/491-493.
[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/493-494.
[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/494-495.
[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/495.
[364] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/497.
[365] Buharî/tefsîr: 2, savttı: 16- Müsiim/siyam: 34, 35, Nesâî/siyam: 29- Dâ-remî/savm : 7
[366] Nesâî/siyam :
18, 19- tbn Mâee/siyam:
22- Daremî/savm: 9-
Ahmed: 2/377, 4.77-3/32, 99
[367] Müslim/siyam:
46- Tirmizî/savm: 17-
Nesâî/siyam: 27- Dâremî/savm: 9- Ahmed: 4/197
[368] Buharî/savm :
45- Müslim/siyam: 48-
Tirmizî/savm : 13- îbn
Mâce/ siyam: 24- Dâremî/savm: 11-
Ahmed: 5/147, 172
[369] Buharî/ezan:
13, savm: 17,
talâk: 24- Müslim/siyam: 39,
41, 43- Ebû Dâvud/savm: 17- Tirmizî/savm: 15- tbn Mâce/siyam: 23-
Ahmed: 1/386, 392,435
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/497-498.
[370] Fazla bilgi için bak: El-Mebsut - Fetevâ-i Hindiyye -
îbn Abidîn - Be-dayiussanayi'
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/498-499.
[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/499-500.
[372] Bakara sûresi : 125
[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/500-502.
[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/502.
[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/502-503.
[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/503.
[377] Tefsîr-i
Kurtubi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/504.
[378] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/504.
[379] Buhari/şehadet:
27, hiyel: 10, ahkâm: 20-
Müslim/akziye: 4- Ebû Dâ-vud/akziye: 7-
Tirmizî/akziye: 11, 18-
Nesâî/kuzat: 12, 33-
îbn Mâce/ahkâm: 5- Ahmed: 6/203,
290, 307
[380] Buharî/ilim : 37, hac:
132, mağazî: 77. edeb: 43,
adahî: 5, hudud: 9, fi-ten:
8, tevhîd: 24- Müslim/hac: 14- Tirmizi/fiten: 6, tefsir:
2/9- Nesâî/kuzat: 36- tbn Mâce/menasik: 76, 84, üten : 2- Ahmed:
1/230
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/504-505.
[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/505-506.
[382] Ahmed bin Hanbel
[383] Taberânî : Ebû Derdâ'dan
[384] Buharı - Müslim
[385] İbn EM Dünya
[386] Taberânî : İbn
Ömer (R.A.)dan
[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/506-507.
[388] İbn Hibbân -
El-Hâkim
[389] Taberâni :
Abdullah bin Amr (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/507-508.
[390] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/508-509.
[391] Esbab-ı nüzul / Nisabûri.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/509-510.
[392] Müslim/birr:
32- İbn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/285
[393] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/510-511.
[394] Hâkim - Beyhakî
: İbn Ömer (R.A.) dan. Sahihtir.
[395] İbn Kesir :
Muhammet! bin Câbir'den..
(İlgili âyetin tefsirinde) : Ahmed :
1/367 - 2/415 - 5/42. Hakim :
Sahih isnadla..
[396] Buharî/savm:
5, 11- Müslim/siyâm : 6,
9, 17: Ahmed: 2/5,
13,,63, 145, 259, 263, 281, 287,
415, 422, 430 - 3/229 - 4/23, 321 -
5/42 - 6/149
[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/511-512.
[398] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/512-513.
[399] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/513-514.
[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/514.
[401] Mâide
sûresi âyet : 13
[402] burun gibi uzuvları)nı kesmeyin; (işkence ile
öldürmeyin). Çocukları
Fussilet sûresi âyet: 34
[403] MÜzzemmil sûresi âyet: 10
[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/516.
[405] Müslim-Ahmed :
2/524- 4/240- 5/352,
358
[406] Ahmed : 1/300
[407] Buharî/tevhîd:
28- Tirmizî/fezail-i eihad :
28- İbn Mâce/cihad:
13
[408] Buharî/cenaiz:
77, ilim: 39, sayd: 9, 10, büyü':
28- lukate: 7, cizye: 22, mağazî:
53, diyat: 8- Müslim/hac: 445, 448, 464- Ebû Dâvud/menasik: 89,
95-Nesâî/hac: 110, 120-
Ahmed: 1/119, 253-
3/119
[409] Ahmed: 2/292,
538- Müslim/cihad: 86- Ebû
Dâvud/imaret: 25
[410] Hz. Ali'ye
(R.A.) isnad edilir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/516-517.
[411] tbn Kesîr - Kurtubi - Fethü'l-Kadir tefsirleri
[412] Kurtubî - Alûsî tefsirleri
[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/517-518.
[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/518-519.
[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/519-520.
[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/520-521.
[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/521-522.
[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/522-524.
[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/524-525.
[420] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/525-526.
[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/526.
[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/526.
[423] Kurtubî. îbn Cerîr, İbn Kesir tefsirleri. Ayrıca aynı
konu az değişik biçimde Ebû Davud, Tirmizî, Nes?' ve İbn Ebî Hatim tarafından da rivayet edilmiştir.
[424] Bu rivayeti bazı farklarla EDû Davud ve İbn Kesir
nakletmişlerdir. .
[425] İbn Ebî Hatim ve İbn Kesir tefsiri.
[426] îbn Cerîr - îbn Kesir tefsirleri
[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/527-529.
[428] Nesâî/cihad: 45- Tirmizî/cihad: 4- Ahmed: 1/195, 196- 4/322, 345
[429] İbn Mâce
[430] Buharî - Müslim - Tirmizî: Zeyd bin Halid'den.
[431] Buharî: Huaeyfe (R.A.)den
[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/529.
[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/530.
[434] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - İbn Kesir - îbn Cerîr
tefsirlerine..
[435] Fazla bilgi için bak :
Mefatihü'1-gayb ve Kurtubî tefsirlerine.
[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/531.
[437] Zilzâl sûresi :
7, 8
[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/531.
[439] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/531-532.
[440] Ca'rane, Mekke ile Tâif arasında bir suyun adıdır; o
yer de ayn? isimle anılır. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Hünayrı
savaşından dönüşlerinde orada inmiş ve
bir mescid yaptırmıştır.
[441] Hadîs
sened-i sahihle Yala
b. Unıeyye'den rivayet
edilmiştir. Değişik
kelimelerle birkaç yoldan da aynı rivayet yapılmıştır. Buharî/hac :
il, Umre: 10- Müslim/hac: 6, 8,
10
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/533.
[442] Sahih-i Müslim.
[443] Tirmizî-Nesâî/hac: 6, 50- İbn Mâce/menâsik : 3
Ahmed: 1/25, 387-3/446, 447
[444] Buharî/hac: 77
[445] Ebû Dâvud/menâsik:
23, 56- Müslim/hac: 148- Tirmizi
/ hac: 87- îbn
Mâce/hac:
84
[446] Geniş bilgi için bak : tbn Kesir - Kurtubi - İbn Cerîr
tefsirlerine.
[447] Buhari/nikâh:
15- Müslim
[448] Buhari - Müslim/hac : 138
[449] Buharî/tefsir: 2, mağazî : 35, muhser: 5, 8, tıb: 16- Müslim/hac: 82, 86
[450] Buharî-Müslim
[451] Buharı diyor ki
: tmrân'ın «bir
adamadan kasdi, Hz.
Ömer (R.A.)dır. Çünkü Hz.
Ömer (R.A.)ın halkı Hacc-i Temettü'
yapmaktan men'ettiği rivayet yoluyla bilinmektedir.
[452] Bu, Ibn Abbas'a göredir.
[453] Müslim/siyam: 144, 145- Nesâî/iman: 7- Ahmed:
2/229-3/451, 460-4/335-5/75, 76
[454] Celâl Yıldırım / Kur'ân Ahkâmı: 1971
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/533-539.
[455] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/539-540.
[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/541.
[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/544.
[458] İbn Murdeveyh; Câbir (R.A.)den merfuan rivayet
etmiştir - Ahmet: 2/95
[459] Sahîh-i Buharı
[460] Abd bin Hamîd / Müsnedi
[461] Ahmed bin Hanbel:
2/229- 3/45, 460- 4/335- 5/75, 76
[462] Sahîh-i Müslim
[463] Ahmed bin Hanbel
[464] Sahîh-i Buharî ve Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
1/544-545.
[465] Bu rivayet mevkuftur, fakat sahihtir.
[466] Müslim, Ebû Dâvud, Ahmed: Ebû Katade'den..
[467] Taberânî / kuran:
32, hac: 246. Müsned-i
Ahmed: 3/127, 515
[468] İbn Kesîr diyor ki : Bu rivayet, bu konudaki isnadlarm
en güzelidir.
[469] îbn Murdeveyh - Hâkim Müstedrek'inde sahîh senedle
rivayet etmiştir.
[470] Ahmed bin Hanbel..
[471] Ebû Nuaym..
[472] Ahmed bin Hanbel..
[473] İbn Murdeveyh.
[474] Ahmed bin Hanbel..
[475] Bilgi için 564. sahifeye bakılması.
[476] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/545-553.
[477] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/553-554.
[478] Mendeleyev. Dimitri İvanoviç (1834-1907)
Rus fizikçisi.
[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/554-556.
[480] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 1/556.