Din Düşmanlığı Güdenler
İş Başına Gelince
Atom Patlamasına Benzer Bir Tablo
Hep Birden Sulh Ve Selâmete Girin
Dünya Hayatı Yalnız İnkarcılara Mı Süslenmiştir?
Dünya Hayatını Süsleyen Kimdir?
Dünya Hayatında Başarılı Olmanın Nedenleri
Bu Konudaki Rivayetler Ve Yorumlar
İnsan Doğuştan Sosyal Yapıya Bağlıdır
«İnsanlar tek bir ümmet idi...»
İhtiras Ayrılığa, Başolma
Bölünmeye Yolacar
Allah'ın Kulları Hakkında Sünneti Değişmez
Peygamber Ve Çevresinde Yer Alan
Mü'minler Örnek Olma Doruğunda
Bulunuyorlar
Hayırda Öncelikle Gözetilecekler
Zekât Dışında Toplumu Sağlam Ölçülerle Oluşturan Yardımlar
İslam'ın İnsan Kanına Gösterdiği Saygı Ve Sunduğu Değer
Fitne Adam Öldürmekten Daha Ağır Bir Suç Ve Daha Büyük Bir Günahtır
Hamr Kelimesiyle İlgili
Açıklamalar Ve Çözümler
Müslümanların Kitap Ehli Olan Milletlerle İlgi Kurması
Kadın Daha Çok Erkeğin Etkisi
Altındadır
Bu Konuda Kur'an İle Tevrat Arasında Mukayese
Aile Bireyleri Arasında Sevgi Ve Saygı Bağları
İla = Karısına Yaklaşmamaya Yemin
Etmek
Dört Ay Tamamlanınca Kadın Boşanmış Olur Mu?
Rivayetler - Yorumlar - Hükümler
Rahimlerindekini Gizlemeleri Kendilerine Helal Olmaz
Bir Mecliste Bir Defada Üç
Talâk Denilse
Kadına Tanınan Haklar Ve Kolaylıklar
Ana İle Çocuğu Arasındaki Sevgi Bağı
Kocası Ölen Kadinin Ağırbaşlı Davranması Ve Dikkatleri Üzerine Çekecek
Biçimde Süslenmemesi
Kadına İkinci Kez Evlenme
Konusunda Verilen Serbesti
Allah Huzurunda Saygı Ve Edeple Durmak
Boşanan Kadına Örfe Uygun Bir İntifa Sağlanması
Kur'ân İbret Alınacak Tarihî Bir
Olayı Sergiliyor
Allah Yolunda Savaşın Temel İlkesi
Allah'a Ödünç Vermektir
Faizsiz Ödünç Vermenin Çeşitleri
Ve Yolları
Olayin Nedeniyle Birlikte Özeti
Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Ölçüler Ve Hikmetler
Olayın Nedeniyle Birlikte Özeti
Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Öğütler Ve Hikmetler
Peygamberler Arasında Derece Farkı
Peygamberler Arasındaki Farklı
Dereceler
Kişisel Tasarrufun Olmadığı Gün
Allah'ın Varlığına Birliğine
Dosdoğru İnanan Mü'min Sekiz Sırra
Erişir
Ayet-İ Kürsî İle İlgili Yorumlar, Rivayetler
Mü'minin Yardımcısı Ancak Allah'tır
Dünya Kurulalıdan Beri Hak İle Bâtıl, İmân İle Küfür Mücadele
Halindedir
İbrahim Peygamber Hakk'i, Nemrud
Bâtılı Temsil Ediyor
Âyet Günümüzdeki Türedi
Materyalistlere Dikkatimizi Çekiyor
Bu Olayı Yansıtmakta Da Kur'ân Tevrat'ı
Düzeltip Doğrultuyor
Kuşların Ehlileştirilmesi Ve Dört Türden Bir Araya Getirilmesi
Allah Yolunda Harcama Orduyu Güçlendirme
İdealist, Güzel Ahlâklı Mü'min
Yetiştirmek
İslâm Tezgâhında Şekillenen
Mü'minin Harcaması Başka Olur
Üç Önemli Noktaya İşaret Edilmiştir :
Milletlerin Tarih Sahnesinde Yeri Ve Ömrü
Özellikle İki Meyveden Söz Edilmesi (Hurma Ve Üzüm)
Özel Mülkiyete Acık Tutulan Kapi
Özel Mülkiyete Açık Tutulan Kapi
İslâm Sınıf Kavgasına Kapı Açmaz
Doğru Yola Eriştirmek (Hidâyet)
Faizin Haram Kılınmasının Bazı
Nedenleri
Alim-Satım İle Riba Arasındaki Fark
Âyetin Taşıdığı Çok Yönlü Hükümler
İmânın Zaferi - Müslümanların Başarisi
En Zor İş, Erdemli İnsan
Yetiştirmektir
204— İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatı
hakkındaki sözü beğenmene yolaçar ve kalbinde olana Allah'ı şahit tutar.
Halbuki o (din) düşmanlığı güdenlerîn en azılısıdır.
205— İş başına geçince de yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozguncuları hiç sevmez.
206— Ona, Allah'tan kork, denilince onur ve gururu
tutar da kendisini günaha iter. Artık ona Cehennem yeter; orası ne kötü
yataktır.
207— İnsanlardan öylesi de var ki, Allah'ın
hoşnutluğunu dileyerek canını feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatli ve
çok merhametlidir.
Tefsîrcilerimiz bu
konuda birkaç sebep tesbit etmişlerdir:
a) İçinde
küfrü gizleyen ve dışında Müslüman gibi görünüp geçinen Ahnes bin Şerîk adında
bir bozguncu münafık, Bedir savaşında kendi adamlarını geri çekerek İslâm
ordusuna katılmamıştı. Savaştan sonra Peygamber (A-.S.) Efendimize geldi,
yetmiş dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalıştı. Bu adam cidden
tatlı dilli, güzel yüzlü idi. Müslümanlığını tekrar tekrar söyledi ve bu
konuda çok doğru sözlü olduğunu açıkladı. Sonra huzurdan ayrılıp Medine'den
kaçtı. Yolunun üzerindeki Müslümanlara ait ekinleri yaktı ve hayvanları
boğazlayıp uzaklaştı, Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [1]
b) El-Recî' yöresinde öldürülen Habîb ve
arkadaşları hakkında münafıklar şöyle konuştular; «Şu öldürülen Müslümanlara
yazıklar oldu! Ne evlerinde oturabildiler, ne de arkadaşları Muhammed'in
risâletini yerine getirebildiler.»
Yukarıdaki âyet bu ve
benzen münafıklar hakkında inmiştir. [2]
c) İçinde
İnkâr ve bozgunculuk düşüncelerini gizleyen her yalancı, ikiyüzlü ve dönek ruhlu kişiler
hakkında inmiştir. [3]
d) Ashabdan Süheyb er-Rûmî, Mekke'den Medine'ye
hicret etmek isteyince Allah düşmanları ona engel oldular ve ancak bütün
mal ve servetini terkedip bir başına ayrılmaya razı olduğu takdirde bu engeli
kaldıracaklarını söylediler. O da canından çok sevdiği Resûlüllah'a bir an önce
kavuşabilmek için onların bu önerisini kabul etti. O sebeple: «İnsanlardan
öylesi de var ki, Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek canını feda eder...»
mealindeki âyet indi. [4]
Semavî kitaplardan
bazısında şu sözler geçmektedir:
«Allah'ın kullarından
öyle topluluklar var ki, dilleri baldan tatlı, kalb-leri sebîr otundan acıdır.
İnsanlara karşı yumuşak görünüp koyun postuna bürünürler; dünyayı dinleri
karşılığında satın alırlar.»
Allah bu karakterde
olanlara şöyle buyuracaktır:
«Benimle bir dayanak
arayıp kendinizi mi aldatıyorsunuz, yoksa Bana karşı çok cesaretli mi davranıyorsunuz?
Kendi adıma yemin ettim ki, onlara öyle bir fitne musallat edeceğim ki, o fitne
onlardan yumuşak ağırbaşlıyı bile şaşkına çevirecektir.» [5]
«Allah katında
erkeklerin en çok sevilmiyeni, (dine ve Müslümanlara karşı) düşmanlıkta en
azılı olanlarıdır.» [6]
«Münafıkın belirtisi
üçtür;
1. Konuştuğunda yalan söyler,
2. Söz verdiğinde vefasızlık ve
haksızlık eder,
3. Haşımlaştığında Allah'ın koymuş olduğu
sınırları aşar ve açıktan günaha girer,» [7]
«İnsanlardan öylesi
var ki, dünya hayatı hakkındaki sözü beğenmene yolaçar....»
Bugün ekonomik ve
teknik alanlarda kalkınan Batı dünyasının göz kamaştırıcı etkisi altında
kolarak, İslâm Dininin İlerlemeye engel olduğunu dolaylı yoldan anlatan ve
memleketin ancak ekonomik güçle kalkınabileceğini savunan ve manevî değerleri
bir çırpıda geriye iten; bunun için de ekonomik yönde çok gelişmiş ülkeleri
örnek veren ve fakat kalbinde dine karşı kin ve düşmanlık besleyen İslâm
alemindeki yarı aydın bozguncuların ilk bakışta kalkınma ile ilgili sözleri
çoğumuzun hoşuna gidebilir. Ama iyice düşünüp sadece ekonomik alanda kalkınan
fakat derin bir ahlâksızlık ve maddecilik fırtınasına tutulan milletlerin
sonunun nereye varacağına baktığımız ve geçmişteki örneklerini bulup
çıkardığımız zaman dini ahlâk düşmanlığının fertleri, aile ve milletleri nasıl
acımasızca madde çukuruna sürükleyip düşürdüğünü, manevî değerlerini tamamıyla
öldürdüğünü, bu yüzden toplum bünyesinde huzur ve güven bırakmadığını görürüz.
Ne var ki her devirde
dünya hayatı ve düzeni hakkında büyüleyici ölçüde güzel söz söyleyenler,
bulunduğu devrin özelliğine göre değişik metotlar uygulamışlardır, ama
hepsinin amacı bir olmuştur.
Günümüzde ise bunlar
iki ayrı metot ve taktik ya da sloganla sahneye çıkmışlardır: Materyalistler,
aşırı kapitalizmi hedef alarak; aşırı kapitalistler de komünizmi hedef alarak
rollerini göstermektedirler. İslâm Dini bu ikisiyle de uyum halinde değildir ve
olamaz da. Çünkü O, kendine has bir düzen ve ahlâk getirmiştir. O halde
sahnedeki iki grup da içten içe İslâm düşünce ve ahlâkına karşıdırlar. Sırası
gelince bu düşmanlıklarını sergilemekten, yani açığa vurmaktan çekinmezler.
Kur'ân'da yukarıdaki
âyetin ilk cümlesiyle inanmışların dikkati bu iki bozguncu gruba çekilip
gereken uyan yapılıyor. [8]
ce de yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yoketmeğe çalışırlar.»
Hayatın g' esini
servet ve bol nimet ile rahat yaşamakta arayanlar; mutluluğu yüksek bir makama
erişmekte görenler elbetteki aldanmışlar-dır. Bunların çoğunda din düşmanlığı
ruhî bir maraz halindedir. Bu durumda olanların düşünce yapısındaki
karmaşıklığı tarif etmek oldukça zordur. Aslında onlar da çoğu kez
yakalandıkları bu hastalığın menşeini, varacağı noktayı bilemezler. Bildikleri
tek şey, dimağlarıyla mideleri arasındaki sürekli ilgidir. Gerçi birçok kişide
bu hastalık vardır, ancak ortam ve şartlar onu küllemiştir. Şu iki şeyden biri
bu hastalığın, diğer bir deyimle karakterin ortaya çıkmasını kolaylaştırır:
Servet ve makam. Bunun için bir insanın karakterini ya da içindeki ruhî marazı
anlamak bu İki ns-denin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu yüzden insan öz kardeşini,
ya da en yakın arkadaşını bile iyi tanıma şansına sahip değildir.
İslâm bu tiplere
«münafık» ismini vermiş-ve onları,açıktan inkâr edenlerden daha zararlı ve
tehlikeli saymıştır. Nitekim böyleleri iş başına ge-,linçe zehirlerini
akıtmaya, din ve ahlâkı yıkmaya çalışır; din düşmanlığını çeşitli araçlarla
genç kuşağa aşılar ve dini bir öcü gibi tanıtma gayreti içinde olurlar. Manevî
değerleri küçümserler. İşte bozgunculuğun en kötüsü budur. Kur'ân bir nice
âyetleriyie Müslümanları bu konuda uyarır, geçmişte bu yüzden büyük felâketlere
uğrayan milletlerin hayatından ibret dolu parçalar sergiler.
«Eklnî ve nesli vok etmeğe
çalışır.»
Bugünkü deyimle
«ekin», ekonomiyi; «nesil» ise burjuvayı ve pro-leteryayı hatırlatır.
Kafalarında madde ilâhı yatan ve bozgunculuğu amaca ulaşma vasıtası kabul eden
komünistlerle materyalistler, bu iki sınıf arasında çetin bir mücadeleyi oluşturmak
gayretindedirler. Kendilerine uygun iş bulup başa geçince bu arzu ve
gayretlerini eyleme dönüştürürler. Onlara göre, burjuvalar sınırsız kâr
peşinde, proleteryalar yüksek ücret arzusunda olurlar. Bu çekişme sürüp gider;
hem ekonomiyi, hem nesli yok eder.
İşte yukarıdaki âyetle
günümüzün bu önemli olayına dokunulmakta ve bozgunculuğun, yok olmanın asıl
nedeni belirlenip ortaya konmaktadır
Denilebilir ki, Kur'ân
yirminci asrın son yarısında sosyal yapıda meydana gelen önemli değişmelere
parmak basar mı? Rahatlıkla deriz ki, Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz cihan
peygamberi olduğu gibi, kur'ân da insanlık âlemine indirilen en son mesaj ve
süreklilik özelliğini taşıyan bir Kitap'tır. Sosyal yapılar ne kadar değişime
uğrarsa uğrasın, ekonomik yapılarda ne kadar farklı durumlar ortaya çıkarsa
çıksın, ilim ve teknikte ne kadar başarı sağlanırsa sağlansın, mutlaka Kur'ân
âyetleri onların herbirine ışık tutar, teşhisini kor ve uyarısını yapar. Daha
çok kurtulma yollarını gösterir; hastalığın teşhisiyle yetinmez, tedavi
çaresini söyler, lüzumlu devayı takdim
eder.
İşte «İş başına
gelince de ekini ve nesli yok etmeye çalışır.» cümlesiyle yapılan uyarı bunun
bir örneğidir.
Bozgunculuğu sanat
edinip nesli yok etmeğe çalışanlara «Allah'tan kork» denilince de buna hiç ama
hiç tahammülü olmaz; büsbütün inat ve küfründe ısrar eder ve en büyük günahlara
kapı açmakta tereddüt etmez. Artık böylesine ancak Cehennem yeter,
Cenâb-ı Allah bu
bozguncu tiplere karşı inanmışları uyarmakta ve kendini insanlıktan yana
hizmete adamış ve sadece Allah'ı hoşnud-edebilmek için canını feda etmekten
çekinmiyenlerin yetiştirilmesine önem verilmesini hatırlatıyor ve ancak bu
yolda sağlanan ve fazilet doğrultusunda bulunan bir nesille fitne ve
bozgunculuğun önlenebileceğine işaret ediyor.
Çünkü Kur'ân, her
çağın sosyal ve ekonomik, ahlâkî ve kültürel yapısına adalet ve fazîlet
ışığını sunma gücüne sahip bulunuyor. [9]
Yukarıdaki âyetlerle
insanların mü'min, kâfir, münafık olmak üzere üç gruba ayrıldığı; içte
münafıkların, dışta Allah'ı inkâr eden maddecilerin ekini ve nesli yok etme,
hiç olmazsa bozgunculuk ortamı yaratma plânları bulunduğu üzerinde duruldu.
Bunların sosyal bünyede sınıf kavgasına yol* açma gayretlerinin her zaman
mevcut olduğuna dikkatler çekildi ve sonra dünya ile âhiret arasında denge
sağlayan, sınıf kavgası değil, sınıflar arasında hakiki kardeşliğin ölçü ve
anlamını insanlığa sunan ve bu açıdan da bozguncuların karşısında sağlam bir
güç olarak durup fitne ve fesadı önleyen mü'minlerin kendi bünyelerinde sulh ve
.selâmete girmeleri üzerinde duruldu. Aşağıdaki âyetlerle, İnanmışların kişisel
çıkarlarını bir tarafa bırakıp hep birden barış ve esenliğe girmeleri, kendi
aralarında birliği kurmanın en güzel ve sağlam modelini oluşturmaları belirtiliyor.
Buncabelgelere.denemelere rağmen, birlik kuramadıkları için çektikleri
perişanlıklardan sonra kaymanın akılla bağdaşır bir yanı
olmadığ-hatırlatılıyor. [10]
208— Ey imân edenler! Hep birden (Allah'a itaat ve
O'na kul olmanın derin anlam ve hikmetini anlayarak) sulh ve selâmete girin.. Şeytanın adımlarına
uymayın. Şüphesiz ki o, sizin apaçık düşmariinızdır.
209— Size bunca belgeler geldikten sonra
kayarsanız, biliniz ki, Allah çok üstün ve çok güçlüdür; yegâne hikmet sahibidir.
210— Onlar Allah'ın buluttan gölgelikler içinde meleklerle
gelivermesini ve işin hemen bitiriverilmesini mi bekliyorlar? (Halbuki)
işler (eninde sonunda) ancak Allah'a döndürülür.
Yahudilerden İslâm
Dinine giren birkaç kişi, Tevrat'ı daha önce okuyup araştırdıkları için zaman
zaman Tevrat'tan sözedip dururlardı. Kötü niyetleri olmamasına rağmen pek hoş
karşılanacak bir davranış ve anlayış sayılmazdı. Çünkü henüz Kur'ân'ın tamamı
inmemiş, bütün hükümler sergilenmemişti.
Bunun üzerine uyarı anlamında yukarıdaki âyetler
indi. [11]
Silm, ya
da Selm:
a) Hakk'a teslimiyet göstermek, O'na itaat edip
bağlanmak,
b) Hakikati kabullenip boyun eğmek.
c) Toplum bünyesinde barışı sağlamak,
d) İnsan haklarına saygılı olup korumak,
e) İslâm Dini etrafında toplanıp birleşmek gibi
manalara gelir.
Hakk'a teslimiyet
göstermek; Allah'a kui olmanın ölçüsüdür. İlâhî sınırları bilip O'nun
buyruklarına uymak, önce insanın kendi içinde, sonra da dış âleminde
gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği en güzel barış ve kazandığı en uygun
esenliktir. Daha doğrusu ruhun maddeye, imânın inkâra, fazîletin aşağılığa
sağladığı en anlamlı üstünlüktür.
Hakikati kabullenip
boyun eğmek; vicdanen gelişmenin, ruhen arınmanın ve olgun insan olmanın
belirtisidir. Hakikati kabul etmek ne kadar anlamlı ise, onu reddetmek de o
kadar anlamsızdır. Ayni zamanda insanın sağduyu yönünden körpe kaldığına
yeterli delil sayılır. Hak ve hakikate karşı ilgisiz kalıp susmak dilsiz
şeytanla bir olmaya yol açar. Bu anlamda ümmetine ve dolayısıyla insanlık
âlemine seslenen Peygamber (A.S.) Efendimizin bu kavramlara karşı nasıl
düşündürücü bir mâna getirdiğini anlatmaya gerek var mıdır?
Toplum bünyesinde iç
barışı sağlamak; imân, irfan, kültür ve ahlâk alanlarında kâfi derecede payını
ve gıdasını alan kâmil insanların yol ve görevidir. Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin açmış olduğu İslâm Mektebi 22 yıl aralıksız bu ölçüde aydın
Müslüman yetiştirmiş ve böylece içte sağladığı barıştan hareketle cihan
peygamberi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Renkleri, ırkları ve dilleri
ayrı olan, ayni zamanda ilim ve irfan vadisinin çok ötelerinde bir ömür tüketen
insanları kısa zamanda Islâmın bu yüce okulunda birleştirip şekillendirdi.
Habeşli köleyle Kureyşii asilzadeyi kardeş yaptı.
İnsan haklarına
saygılı olmak; Hakk'a teslim olan, sadece Hakk'ın önünde eğilen, işlerini Allah
için yapan bahtiyarların düşünüp geliştirdiği ve tatbikat alanına soktuğu
evrensel anlam taşıyan bir kavramdır. Şüphesiz ki bunun harcını Hz. Muhammed
(A.S.) karmış, temelini de O atmıştır. Bu temel üzerinde yükselen Müslümanlar
insan haklarını en ölçülü biçimde ayakta tutmaya çalışmışlardır. Bunun için
savaşı son çare kabul eden İslâm, haksız yere insan kanının akmasını hiçbir
zaman hoş karşı-lamamıştır. Savaşlarda elde edilen esirlere insanca davranpn
tek millet Müslümanlar olmuştur. Hiçbir esirin burnu kanamadan ülkelerine gönderildiği
bir gerçektir. Herkesin malı, canı, namus ve şerefi muhteremdir; tecavüzden
korunmuştur. Bunlara el ya da dil uzatmak kesinlikle haramdır.
Bunun için rahatlıkla
diyoruz ki, kollektif hayatın başarılı ve huzurlu olması bu gerçeğe bağlı
kalındığı takdirde süreklilik arzeder.
İslâm dini; mutlu
yaşamanın, birbirini sevip sayan bir millet oluşturmanın ve güven içinde
hayata adım atmanın kaynağı ve dayanağıdır. Gücünü, varlığını ve birliğini bu
dinden alan Arapların, ona yıllarca ilgisiz kalmalarıyla nasıl bir çıkmaza
düştüklerini görmekteyiz.
İşte Kur'ân bütün bu
gerçeklere işaret edip özellikle İslâm ahlakıyla yücelen milletlere seslenerek
diyor ki: «Ey imân edenler! Hep birden sulh ve selâmete girin,. Şeytanın
adımlarına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin apaçık düşmanınızdır.» [12]
1— Doğru yoldan ayrılmak, İslâm ahlâk ve fazilet doğrultusundan çıkmak,
2— Hak'tan
yüzçevirip sapmak,
3— Sapıkların ve maddecilerin söz ve
davranışlarını taklîd etmek,
4— İnsanlara dünya cenneti va'deden
materyalistlerin dünya ile ilgili büyüleyici sözlerinin etkisi altında kalmak,
5— Kişisel çıkarların peşine takılıp nefs ve
şeytandan yana bir yol tutmak..
Müslüman bir milletin
sadece ekonomik yönden güçlenmesini düşünmek, mutluluk kapısını açmaz. Çünkü
maddeyle mâna prasında ciddi bir bağlantı ve dengeye de büyük ihtiyaç vardır.
Bu husus hiçbir zaman hafife alınmamalıdır. Dinî duyguların zayıfladığı;
maddeye karşı sınırsız tutkuduygusununkökleştiğitoplumlarda büyük sarsıntılar
başgöster-miştir. Güvensizlik ülkeyi kaplamış, kısa yoldan servet edinme
ihtirası ahlâk ve fazileti çiğnemiştir.
Artık bu ortama itilen
bir toplum her an huzursuzdur; maddeyi temel kurtuluş kabul eden felsefenin tuzağına düşmüştür.
Tefsirler ve yorumlar
bu kötü sonuca işaret ederek henüz imân düzeyinde bulunanlara sesleniyor ve
Kur'ân uyarısını şu sözle noktalıyor:
«Şeytanın adımlarına
uymayın.»
Çünkü insanı dinden,
ahlâk ve erdemlikten uzaklaştıran her şey bir şey-
«Size bunca belgeler
geldikten sonra kayarsanız, biliniz ki, Allah çok üstün ve çok güçlüdür, yegâne
hikmet sahibidir.»
İlâhî Belgeler:
a) İslâmiyet gelmeden önce Arap Yarımadasındaki
putperestlerin perişan ve sefil durumu,
b) Hak dinden uzak toplumların kendi aralarında bir birlik sağlayamadıklarının
hazin tablosu,
c) Annelerinden hür doğan insanların köle diye satıldığı, fakirin, dul kadınların
ve kız çocuklarının açıklı hali,
d) Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimizin fakir ve kölelere kişilik
ve itibar kazandırması,
e) Müslümanlar
arasında, dünyada bir benzeri daha olmayan din kardeşliğinin kurulması, kader birliği
yapıp büyük bir güç oluşturması,
f) Sunulan imân aşkıyla insanların -fakir de
olsalar- son derece mutlu olması ve sınıf farkının kaldırılması,
g) Dünya milletleri bilgisizliğin derin
uykusunda bir tarih tüketirken
Müslümanların yarım asır içinde dünyaya ilmin ve medeniyetin ışığını ulaştırması gibi..
Bunca açık belgeler,
saadet va'deden örnekler gözler önüne serilirken hâlâ da İslâmiyetin nurlu
caddesinden kayıp çıkmak, derin bir gafletin, kötü bir anlayışsızlığın, olup
bitenleri görmemenin eseri değil midir?
Bilinmeli ki Allah'ın
kanunları değişmez. Allah her şeyi hikmetle yapar. Kur'ân'da salih kullara bu
kanun çerçevesinde açılan saadet vadisi şu cümlelerle anlatılıyor: «And olsun
ki, Zikir (=Levhimahfuz veya Tev-ratjden sonra Zebur'da da yeryüzüne
iyi-yararlı kullarım vâris olacak diye yazmışızdır.» [13]
«Onlar Allah'ın
buluttan gölgelikler İçinde meleklerle gelivermesini ve işin hemen
bitirilivermesini mi bekliyorlar?
Muhammed (A.S.)ın hak
peygamber olduğuna ve doğruluğun doruğunda bulunduğuna akıl erdirmeyip hâlâ bu
konuda şüphe içinde kalanlar, bunca açık âyetlerden, akla malzeme sunan
belgelerden sonra ne bekliyorlar? Yoksa Allah'ın, kıyametin kopmasıyla ilgili
kesin buyruğunu, o müthiş saatin gelmesini mi arzuluyorlar?!
Cenâb-ı Hak yukarıdaki
açıklamayla kıyamet saatinin kopmasının oluş biçimlerinden bir safhayı ön bilgi
ölçüsünde bildirerek dikkatleri çekiyor; başka âyetlerle de buna ayrı açıklık
getiriyor:
0 gün sök bevaz
bu'utlar şeklinde (bir görünüm vererek)
yarılıp dağılacak; melekler grup grup indirilecek.» [14]
«Yer sarsılıp parça
parça bölündüğü (sonra da dümdüz duruma geldiği) zaman, Rabbın (emri) gelip
melekler saf saf dizildiği zaman...» [15]
«Kıyamet anında
buluttan gölgelikler inecek ve gök beyaz bulutlar halinde yarılıp parçalanacak..»
Bir Uranyum Atomunun
parçalanmasını düşünün: Herhangi bir yakıtın bir molekülünün verdiğinden
100.000.000 kere daha fazla enerji verdiğini biliyoruz. Bunun sonucu, bir
nötronla bir uranyum kütlesini bombaladığımız zaman bir anda aklın alamıyacağı
kadar yüksek bir enerji elde edilir. İşte bu olaya «Atom Patlaması» denir.
Milyon kere milyar çekirdek, zincirleme bir biçimde parçalanarak müthiş bir
hızla dağılan, ve milyonlarca derece ısı sağlayan milyarlarca taneciği
salıverir.
Böylece «Atom Patlaması»
sonucu milyonlarca tonluk yakıcı ve kavurucu hava önce bir toz bulutu halinde
yükselir ve etrafa yayılmaya başlar. Sanki gökten gölgeliklere benzer bulutlar
iniyormuş gibi olur. Bu, bizim anlayışımıza göre bir benzetmedir.
Çünkü yukarıdaki âyette
atomdan değil kıyametin kopuşundan söz-edilmekte ve bunun bir görünümü tasvir
edilmektedir. Biz de bu tasvirî görünüm ile Atom Patlaması arasında bir
benzetmeye kapı açarak bağlantı kurmaktayız. Kur'ân'ın yirmiden fazla âyetinde
buna yakın görünüm arzeden tasvirler yapılmıştır.-Atom hakkında kesin
bilgilerle bu tasvirler arasında her zaman bir ilgi kurmak mümkündür. Ne var ki
Kur'ân-ı Kerim ne bir kimya kitabıdır, ne de bir fizik kitabı... Onun en
seçkin niteliği, Allah'la kul arasındaki engelleri kaldırmak, ilâhî rahmeti
bütün geniş-Nğiyle Allah kullarına yansıtmak; zaman zaman dikkatleri varlık
âlemine
çekerek Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden sayısız belgeleri gözler önüne sergilemek
ve bu arada bazı ana fikirler koymak suretiyle insan aklını harekete
geçirmektir.
İşte biz Kur'ân'ı bir
bakıma bu açıdan inceliyor ve içindeki bilimsel temel bilgiyi yine ölçülü
biçimde ele alıyor ve bunların sırf beşer aklını ve zekâsını harekete geçirmeye
matuf bulunduğunu belirliyoruz. Uyum ve uygunluk anlamını taşıyan bölümlerde
ise, Kur'ân'ın asıl mümeyyiz vasfını belirtmeye've bu kutsal kitabı taşıdığı
özelliğiyle tanıtmaya çalışıyoruz. Çünkü Kur'ân âyetlerini yerli-yersiz pozitif
bilimler ve buluşlar karşısında zorlamanın rvçbir anlamı yoktur. Bu, yarardan
fazla zarar getirir, [16]
(<Hep
birden>> ile Çevrisini
yaptığımız «kâffe» kelimesiyle İslâm'ın bir
bütün olduğu ve bütünüyle
Tevhîd üzerine
kurulduğu belirleniyor. Sonra da Müslümanların, Allah'ın kitabından ve Hazreti
Muhammed (A.S.)in Sünnetinden kaynaklanan itikadî ve amelî konularda bir
sürtüşmeye, bölünmeye gitmeden ietihad farklarına saygı gösterilerek bir bütün
olmaları hatırlatılıyor. İslâm kavramının birleştirici, barıştırıcı, sınıf
farkını kaldırıci, ilâhî rahmet kapısını devamlı açıcı olan potasında
inananların bütünleşip sulh ve selâmete girmeleri emrediliyor. Bu emir o kadar
önemlidir ki, ne bir ibâdetle emre, ne de bir hayrı yapmayı tavsiyeye benzer.
İbâdet ve hayırların temeli bu emre dayandığı gibi,.hedef ve amacı da bu emirde
noktalanır.
Kendine ya da
mantığına göre İslâm'ı yorumlayan ve kendisine uymayan ya da yorumuyla
bağdaşmayan diğer bütün yorum ve ictihadlara karşı çıkan ve sonunda yine
kendine ve yorumuna uygun bir ekol oluşturup bölünmeye, sürtüşmeye yönelen
Müslümanlar, bu tarz düşünee ve davranışlarıyla, Kur'ân'ın ruhuna, İslâm'ın
Tevhîd ölçüsüne ters düştüklerinin farkında mıdırlar? Dinin sulh ve selâmet,
birlik ve kardeşlik prensibinin sınırını aştıklarını biliyorlar mı? İslâm'ın
lâhutî esas ve prensipleri bir yönüyle bölünmeyi, sürtüşmeyi kaldırmak,
insanları yine Tevhîd düzeyinde kardeş yapmak için insanlıktan yana sunulmamış
mıdır? Müslüman, bilgisizliği ya da şahsî çıkarı veya onuru uğruna dini asıl ölçüsünden
kaydırdığı takdirde nasıl bir ihanete kapı açtığının farkında rm-dır?
İşte Kur'ân lâhutî
kudretinin bütün görkemliğiyle inanmışlara şöyle sesleniyor:
«Ey imân edenler!
Allah'tan gerektiği gibi korkup (fenalıklardan, inkâra sapmaktan) sakının ve
siz ancak Müslüman olarak can verin. Hepiniz birden Allah'ın ipine sanlın,
sakın ayrılıp bölünmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın..» [17]
«Kendilerine acık
belgeler geldikten sonra bölünüp ayrılanlar, tartışıp ayrılığa düşenler gibi
olmayın.» [18]
«(Ey Muhammedi) şüphesiz
ki, hizipleşerek dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyden
onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onların durumu Allah'a kalmıştır. İleride
ne istediklerini onlara haber verecektir.» [19]
İdeolojik düşünce ve
eylemlerin at oynattığı bir dünyada, Kur'ân ve Sünnetin birleştirici ve
uzlaştırıcı doğrultusunda hareket etmeye ne kadar ihtiyaç duyulduğunu
anlatmaya lüzum var mıdır? Zevkine ermeden, bilincine varmadan bir dindarlık
sürdürmek, karanlıkta yürümeye benzer. Sevmeden seyretmek bulanık suya
bakmaktan farksızdır. [20]
Yukarıdaki âyetlerle
mü'minlerin hepsinin birden, sulha, selâmete ve tek kelimeyle Tevhîd Dini'nin
birleştirici, uzlaştırıcı, kaynaştırıcı lâhu-tî havasına girmeleri emredildi.
Ayrılıp bölünmenin, sürtüşüp çözülmenin, gruplaşıp sosyal yapıyı sarsmanın;
azılı din düşmanlarının işine yarayacağına işaret edildi. Kurtuluşun, güçlü ve
şerefli bir millet olarak yaşamanın. Dinin sunduğu birlik potasında
şekillenmekle mümkün olacağına dikkatler çekildi. Aşağıdaki âyetlerle bunca
açık belgelere rağmen, Allah'ın lütfettiği imân ve irfan nimetini küfürle
değiştiren ve bu yüzden dünyada da bir nice felâketlere uğrayan Yahudiler örnek
veriliyor. Bu yüzden tarihin tekerrür edeceğine atıflar yapılıyor ve
Müslümanlar bir kez daha uyarılıyor. [21]
211— Sor
İsrail oğullarına, onlara nice nice açık belge verdik. Kendisine Allah'ın
nimeti geldikten sonra kim onu değiştirirse, şüphesiz ki Allah'ın azabı pek
şiddetlidir.
İsrail oğullarına
indirilen açık belgeler:
1. İbrahim
Peygamber tarafından Filistin'e getirilmeleri,
2. Yusuf Peygamber ma'rifetiyle Mısır'a
yerleşmeleri,
3. Musa Peygamberin onlara sahip çıkması;
sihirbazların gösterilerini, Fir'avn'ın hile ve düzenini boşa çıkarması,
4. Elindeki asanın zaman zaman ilâhî kudreti
yansıtması,
5. Elini koltuklarına sokup Yed-i Beyza mu'cizesi göstermesi,
6. Kızıl Denizin ilâhî kudretle yarılıp geçit
vermesi,
7. Fir'avn ve askerlerinin ayni geçitte
boğulması,
8. Musa Peygamberin elindeki Asa'yı taşa vurup
on iki pınar akıtması,
9. Şiddetli sıcakta bulutun onları
gölgelendirmesi,
10. kendilerine kudret heivasıyla bıldırcın kuşunun
sunulması,
11. İkinci kez Filistin {va'dedilen ülke)
topraklarına gelip yerleşmeleri gibi..
İsrâiloğulları'nâ
İbranîler de denir. Nitekim Tevrat da İbranice inmiştir. Onları ilk Filistin'e
yerleştiren ve böylece toplu halde bir ülkede yaşama şansına eriştiren İbrahim
Peygamberdir.
Sonra
fsrâiloğulları'nın büyük bir kısmı Mısır'a yerleşme imkânı buldu. Yusuf
Peygamberin Mısır'da büyük bir şöhret ve nüfuz kazanması üzerine
İsrâiloğufları'nayo! açmış oldu. M.Ö. XVII. yüzyıla kadar orada yaşama şansına
eriştiler. Yusuf Peygamber sayesinde birçok önemli mevkileri ele geçirdiler.
Orada söz sahibi oldular. Mısır'ın asıl sahipleri ve sakinleri bu durumdan
memnun kalmadılar, yavaş yavaş bir kuşkulanma ve tedirginlik başgösterdi.
Bunun sonucu olarak da Mısır'da İsrâil-oğulları'na karşı derin bir nefret
duygusu yaygınlaştı. Böylece bir baskı rejimine doğru gidildi. Fir'avn onların daha fazla çoğalmasını önlemeyi planladı ve
yeni doğan ürkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Musa adındaki bir çocuk da
tam bu sırada dünyaya geldi. Kur'ân'da açıklandığı gibi, o, bu katliamdan
kurtuldu. Büyüyünce kendisine peygamberlik verildi. Isrâiloğullan'nı bu baskı
rejiminden kurtarmak için Mısır'dan ayırmaya karar verdi. Bütün hazırlıklar
tamamlanınca bir gece Mısır'ı terketti-ler. Fir'avn onları imha etmek üzere
askeriyle birlikte takibe koyuldu. Büyük bir mu'cize olarak Kızıl Deniz Musa
Peygambere açılıp yol verdi. Fir'avn ve askerleri ise, ayni geçitte boğuldular.
Musa Peygamber onları
Sina ve Paran bölgesine getirip yerleştirdi. Bir müddet sonra onları Filistin
topraklarına doğru götürdü. Tûr-i Sina'ya çıkartıp kendilerine va'dolunan
toprakları gösterdi. Böylece İsrâiloğullan ikinci defa Filistin'e yerleşme
imkânını bulmuş oldular. Musa Peygamberin vefatından sonra hayli karışıklıklar
oldu, bölünmeler başladı, derken Davud Peygamber duruma hâkim oldu; Calut'u
öldürerek birliği sağladı. Davud (A.S.) hem peygamberlik, hem hükümdarlık gibi
iki önemli görevi yüklenmiş bulunuyordu. Bu bakımdan da çok etkili olmuş, dünya
saltanatına çok hevesli bulunan İsrâiloğullan'nı derleyip bütünlük sağlayabilmişti.
Bu nedenle
İsrâiloğullan'na yeni bir devir başladı, Davud Peygamber devri (M.Ö. 1025).
Kudüs başkent olarak seçildi. İmar hareketlerine girişildi. Yavaş yavaş
dünyanın sayılı ve güçlü devletleri arasında yer alma şansma erişti.
Davud Peygamberden
sonra oğlu Süleyman Peygamber devri başladı (M.Ö. 974-931). Diyebiliriz ki bu
devir, Isrâiloğullan'nın en parlak devridir. Buna, onların «altın devri» de
denilmiştir.
Nimetler böylece
birbirini izliyor, İsrâiloğullan umulmadık bir refah ve yükseliş içinde tarihin
akışını değiştiriyorlardı. Derken Süleyman Peygamber vefat etti. Dünya
saltanatını tek amaç ve hedef olarak seçen İs-râiloğulları bu büyük peygamberin
ayrılmasıyla asıf karakterlerini ortaya çıkardılar ve kisa zamanda birbirlerine
düştüler. Artık Allah'ın bunca nimetlerini değiştirdikleri için felâketler
birbirini izledi. AJtın devri son bulmuş, felâket ve musibet devri başlamıştı:
a)
Asur'ların İsrail Devletini yıkıp ortadan kaldırması,
b)
Filistin'in yıkılıp yerlebir edilmesi.
c) Babil
kralı Nabukodonosor'un İsrâiloğullan'nı kılıçtan geçirmesi, geriye kalanlarını
Babil'e sürüp esaret zinciri altında uzun yıllar köle olarak çalıştırması,
d) Açlık,
sefalet, hastalıkların bir kâbus gibi üzerlerine çökmesi gibi..
İşte Kur'ân,
İsrâiloğuilan'na İbrahim, Yusuf ve Musa Peygamberler zamanında verilen
belgelerden ve sayısız nimetlerden söz ediyor. Sonra onların derin bir gaflet,
kötü bir nankörlük içinde âhirete sırt çevirdiklerine ve sadece dünya
saltanatı peşine düştüklerine işarette bulunuyor. O yüzden bir iç bölünme ve
parçalanma bedbahtlığına uğradıkları anlatılıyor. İlâhî ni'metleri
değiştirmelerinin cezasının çok ağır olduğu, kalb-lere ve
dimağlaraperçinlenircesine işleniyor.Ayni hatayı işlememek ve aynı sonuca
düşmemek için hiç olmazsa bu milletin tarihine bakmamız öneriliyor.
Doğrusu bu bir
öğüttür; öğüt alan var mıdır? Şüphesiz bu bir ibrettir; ibret alan yok mudur? [22]
Yahudilerden bu dine
girenler pek az olmuştur. Bunun sebebi de açıktır: Yahudi muhafazakârdır ve
ırkçıdır. Ayni zamanda dünya saltana-ttna en hırslı olan bir millettir.
İslâmiyet evrenseldir. Irkçı değildir. Fizikte bileşik kaplar gibi hem dünya,
hem âhiret mutluluğunu beraber dengede tutup yürüten bir dindir.
Bu bakımdan Kur'ân,
Yahudilerin İslâm'a girmeyişinin pek yadırganacak bir tutum olmadığına
özellikle dokunuyor. Çünkü bu millete birçok peygamberler, sayısız nimetler
gönderildiği ve sonra da bir nice mihnet ve esaretler içinde başlan dertten
derde girdiği halde bir türlü âhiret inancının huzur dolu, saadet va'deden
havasına girmemişlerdir. Dünyaya karşı aşırı istekleri, onları, peygamberleri
öldürmeğe kadar itmiştir. Ancak hem krallığı, hem peygamberliği bir arada
yüklenenler onlarla uyum sağlayabilmiştir.
Millî ve sosyal
yapısı, karakter ölçüsü böyle olan bir milletin son dine (İslâm) karşı çıkması
normal sayılır. Yahudiler putperest Arapları sömürüp tefecilik ve ticaret
yoluyla dizginlerini elinde tutuyorlarken İslâm Dini ortaya çıktı. Bu din dünya
milletlerini ırkçılıktan uzak din kardeşliğine çağırıyor, insan haklarını koruyor,
köle ve esirlerden yana ciddi adımlar atıyor, insanı asıl şere.f ve itibarına
yükseltiyordu. Ayni zamanda dünya ile âhiret arasında en sağlam köprüyü
kuruyor; mideden çok kalbe ve kafaya sesleniyordu. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi Yahudiler bu iki /ola karşı çıkıyor, kendilerini Allah'ın has kulları,
diğer insanları bu has kulların hizmetine sunulmuş birer vasıta görüyorlardı.
Bu yüzden son olarak
bir defa daha ilâhi nimetlerin en üstünü olan Hazreti Muhammed'in risâlet
nimetini ittilerve küfrü ona tercîh ettiler, nankörlüğün en kötüsünü bir daha
İşlemiş oldular; o yüzden cerimesini çok ağır ödediler.
Unutmayalım ki bu,
Allah'ın dünya milletleri için koyduğu bir kanundur. Nîmeti küfre çeviren her
millet er-geç bu kanunun hükmünden kendini kurtaramaz. O halde âyette
Müslümanlar için büyük bir uyarı vardır; Isrâiloğulları'nın İslâm'a girmemesi
size yanlış bir ölçü vermiş olmasın.. Maddeye tapan milletlerin bugünkü güçlü
fakat dengesiz, maneviyattan uzak ekonomik yapısı sizi aldatmasın; bunların sonu
mutlaka hüsran ve felâkettir. Onlara uyarsanız ayni sonuca siz de kendinizi
itmiş olursunuz. Çünkü : «Bir millet (ilâhî nimetlere karşı) kendini
değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimetini değiştirici değildir.» [23]
Allah (C.C.)
inanmışlara bir takım emirler verdikten ve bazı şeylerden onları men'ettikten
sonra açık olan İslâm caddesinden ayrılanları ne gibi bir azabın beklediğini
haber verdi. İnsanlara akıl ve yetenekleri ölçüsünde sergilediği belgelerle
hakikati dimağlara ve vicdanlara işleme hikmetini açıkladı ve sonra da İslâmdan
önceki milletlerin ayrılıp sürtüşme ye tartışmaya girdiklerinden dolayı nasıl
üzücü bir sonuca kendilerini ittiklerini örnek'vererek hatırlattı.
Aşağıdaki âyetle,
ayrılıp bölünmenin, sürtüşüp tartışmanın nedenlerine dokunuluyor. Takva üzere
olup geçmişten ders ve ibret alan inanmışların dünya hayatlarını İslâm'ın
hidâyet doğrultusunda ve dünya ile âhiret arasındaki sağlam bağlantı ve
dengesel düzeyinde sürdürmeleri öneriliyor ve kıyamet günü de başkalarından
üstün tutulacakları müjdeleniyor. [24]
212—
«İnkarcılara dünya hayatı pek süslendi; inananlarla alay ediyorlar. Oysa
Allah'tan korkup günah ve kötülüklerden sakınanlar kıyamet günü onların
üstündedir. Allah dilediğine (ni'metler kapısını açıp) hesapsız rızık verir.»
a) Müslümanları yıllarca ekonomik ablukaya
alan Mekkeli inkarcılar, İslâm'a
hizmetten vakit bulup mal edinme imkânı bulamayan mü'minlerle alay ediyorlardı.
b) Münafık (iç yapısı itibariyle inkarcı, dış yapısı
ve görünüşü itibariyle Müslümanlardan Abdullah b. Ubey ve benzeri maddecilerin dolaylı yoldan
alay ederek mü'minlere sataşmaları sürüp gidiyordu.
c) Yahudilerin
hem zengin, hem ileri gelenleri, Müslümanları inandıkları yüce
davalarından vazgeçirmek için hem maddeyi
çok çekici biçimde.gönüllere işlemeyi, hem de fakirlerle alay etmeyi
caydırıcı bir taktik ya da metot olarak kullanıyorlardı.
Bu nedenlerle
yukarıdaki âyet indi. [25]
«İnanmış bir erkek ya
da kadını fakirliğinden ve elindeki azığının azlığından dolayı aşağılayan
kimseyi Allah kıyamet günü (günahlarını) teşhir cezasına çarpar; sonra da onu
rezil ve rüsvay eder.»
«Kim de inanmış bir
erkek ya da kadına yalan kondurur, ya da onda olmayan bir şeyi onun aleyhinde
söylerse, Allah onu, -dünyada uydurup söyledikleri ken'disinden çıkıncaya
kadar- kıyamet günü ateşten bir tepe üzerine bırakır.»
«Şüphesiz ki Allah
katında bir mü'minin azizliği ve şerefi, Mukarrıb (Allah'a en yakın) bir
melekten daha büyüktür. Hem Allah yanında tevbe eden inanmış bir erkek ya da
kadından daha sevimli bir şey yoktur. Kişi çoluk-çocuğu arasında tanındığı gibi
mü'min adam da göklerde öyle tanınır.» [26]
yatı ve onun nimetleri
inkarcılara da, inananlara da süslenmiştir. Bütün insanlar kalbinde taşıdığı bu
arzuyla yasak olmayanlarla, yasak olanlar arasındaki sınırın yanında
bulunuyorlar. Akıl bu sınırın bazı hususlarını farkedebilir, ama yeterli
değildir. Onu tam anlamıyla bize bildiren İlâhî dînlerdir. O halde bu konuda
hürriyetimizi tamamen rasyonel biçimde değil, akıl ve dinin sunduğu malzemeyi
birleştirip yolumuzu aydınlatır ölçüye getirerek kullanmamız gerekir. Ne var
ki küfrün ve maddenin derin çukuruna yuvarlananlar bu konuda hep akılcı davranırlar.
Ashnda akıllarını harekete geçiren nişleridir. Yani onlarda kumandayı his
elinde bulunduruyor, demektir. Bu yüzden yollarını şaşırmış ve tek mutluluğun
dünyada olduğuna gönül vererek onun çekici süsüne kendilerini kaptırmışlardır.
İnanmışlara gelince, onlar bir yandan dünya ve onun süsüyle ve nîmetiyle meşgul
olurken, diğer yandan âhireti unutmamışlardır. Bileşik kaplar misali ikisini de
dengede tutup hedef ve gayelerine doğru gitmektedirler. Böylece dünya ile
âhiret arasında ciddi bir bağ ve dengeli bir köprü kuranlar bunlardır.
«De ki: Allah'ın
kullarına çıkardığı süs ve rızıklardan temiz-pak olanlarını kim haram
kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler içindir. Kıyâmet'te de yine
onlara mahsustur.» [27]
«Şüphesiz ki, biz
yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık; tâ ki onlardan (insanlardan)
hangisinin daha güzel ve daha iyi amel ettiğini deneyelim.n [28]
Görülüyor ki, dünyanın
süs ve nimetleri daha çok inanmışlara sunuluyor. En büyük payın onlar
tarafından alınması bir bakıma öneriliyor. Ne var ki inkarcıların bu hayata
karşı olan ilgileri ve zaafları daha ileri bir sınıra varmıştır. İşte Kur'ân bu
ilgi ve zaaftan söz etmektedir. [29]
Dünya hayatının
süslenmesi; insanların hareket halinde bulunması, onlar için yaratılan
nimetlerin ortaya çıkarılması, gelecek kuşaklara bol nîmetli güzel bir dünya
bırakılması ile yakından ilgilidir. Allah bu hayatı süslemiş ve onu çekici bir
biçimde yaratmıştır. Maden kömürüne ısı ve enerjiyi yerleştirip gizlediği gibi
insanın içine de dünyaya karşı büyük bir ilgi ve köklü bir arzu
yerleştirmiştir. Ne var ki bu süse ulaşmakta ölçülü davranmayı emretmiş ve
hayatın sadece bundan ibaret olmadığını, ileride çok daha güzel bir hayatın
insanı beklediğini haber vermiştir. [30]
a) Geniş ve verimli topraklar üzerinde yaşayanlarla
savaşçı olanlar fazla çalışmaya ve didinmeye alışkın değiller; bu yüzden nüfus
arttıkça ekonomik bünye zayıflar ve fakirlik belirgin hale gelir.
b) Dar topraklar üzerinde yaşayanlar ise geçimlerini
sağlamak için çok çalışmak ihtiyacını duyarlar ve böylece hızlı bir gidişle
bilimsel araştırma ve bilerek çalışma devresine girmiş olurlar. Her geçen gün
ekonomik yapılarında bir gelişme hissedilir.
c) Ölçüsüz mistik bir hava içinde bulunan ve daha çok
âhirete yönelik bulunanların da her geçen gün dünyaya karşı çalışma hevesleri
kırılır; bu yüzden fakirlik üzücü bir düzeye ulaşmış olur. Orta çağda Hıristiyan
Avrupa milletlerinin durumu buna yakın bir ölçüde bulunuyordu. Kilisenin aşırı baskısı ve
İsâ Peygamberin getirdiği dinin daha çok
âhirete yönelik bulunması; Hıristiyan
din adamlarının, ilk özelliğini
kaybetmiş ve birçok değişikliklere uğramakla ilâhi vasfını yitirmiş
İncil'le bütün yeni buluşların, bilimsel çalışmaların karşısına çıkması, dar
topraklar üzerinde yaşayanbu milletlerinhızmı kesmiş, ilerlemesini önlemişti.
Avrupa bu bağı kopardıktan sonradır ki kendini toparlıyabilmîş ve ekonomik
yönden güçlenme ortamını hazırlamıştır.
d) Sıcak iklimde, tropikal bölgelerde ruhî bir ataletin hâkim olması,
çalışma gücünün zayıf ve verimsiz bir seviyede kalması, ekonomik yönden
güçlenmeyi her zaman engellemiştir. Bunun aksine soğuk ya da mutedil
iklimlerde yaşayanların daha hareketli ve çalışkan olduğu, ruhî ataletin
doğurduğu bir gevşekliğin bulunmadığı bilinmektedir.
İslâm Dini dünya
milletlerinin hepsine gönderilen en son din olma itibariyle, her bölgede
yaşayan insanı harekete geçirmek için birçok esas ve prensipler koymuştur.
Bunları özetliyecek olursak, şöyle maddeleşti-rebiliriz :
a) Hayat
hareketten ibarettir. Hareketsiz bir hayat ölgün ve bitkindir. İslâm
düşünürlerinden birinin bu konuda şu özlü sözleri çok anlamlıdır : «Hayat
hakikaten karanlıktır, hızdan mahrum olursa. Her hız gayeye ulaştırıcı değil,
ilimden ölçü ve ışığını almazsa.. Her ilim de mutluluğa
eriştirici değil,
dinden, imândan gücünü almazsa..»
b) Her
şeyin en güzelini ve en iyisini
yapmaya çalışmak Kur'ân'ın koymuş
olduğu prensiptir. Mülk sûresi 2. âyetinde bu husus şöyle açıklanmıştır :
«Hanginizin daha güzel amelde
bulunacağını deneyip ortaya
çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.»
c) İnsan için ancak çalışıp çabalaması var..
d) Bir işi
bitirince durma kalk başka bir işe başla, emri, sağlığı
ve aklî dengesi yerinde olan her Müslüman için geçerlidir.
e) Hiç ölmiyecekmiş gibi dünya için, yarın
ölecekmiş gibi âhiret için çalışmakisejslâm'ıniki dünyahakkındaki görüş ve
tutumunu en ölçülü biçimde yansıtır. Ölçüsüz mistisizm bu dengeyi bozar.
Nitekim çok eski iki uygarlığı dikkate aldığımızda, Sümerlilerin Mısırlılardan daha köklü
ve geniş bir uygarlık kurduklarını görüyoruz. Çünkü Sümerlilerin uygarlığında dünyaya
karşı duyulan aşk ve heyecan, mutluluk
ve kişisel hürriyet daha ileri bir
safhada bulunuyordu. Mısırlıların uygarlığında ise mistisizm daha belirgin
ve hâkim durumda idi. Tam
denge sağlayamadıkları için Sümerliler kadar bu alanda başarılı
olamadılar.
İslâm, yukarıda
belirttiğimiz esas ve prensipleriyle en ölçülü dengeyi getirmekle, hem insan
ruhunu, hem dünya ile olan ilişkisini kuvvetlendirip geliştirmeyi amaç
edinmiştir. Tabii sosyal yapıda uygulanır da bu ölçüsü metod olarak gözönünde
bulundurulursa...
Sırası ve yeri
geldikçe tekrar tekrar bu önemli konuya dönülecek ve yeterli doküman sunulmaya
çalışılacaktır. Çünkü Kur'ân'da bu konuyla ilgili birçok âyetler yer
almaktadır. Ayni bahçenin bu çok çeşitli güllerinin her biri ayrı koku ve ayrı
renktedir. [31]
Allah (C.C.),
Peygamberi Muhammed'e (A.S.) inananların hep birden sulh ve selâmete, İslâm'ın
birlik ve beraberlik havasına girmelerini, ayrılığa düşmemelerini emrettikten
sonra, gerek toplum gerekse millet hayatında sadece insan aklıyla hareket
etmenin yeterli olmayacağına, ilâhî dinin yol göstericiliğine herhalde
gereksinme bulunduğuna işarette bulundu. Aşağıdaki ayetle de haktan yana
olanların üstün geleceğini, hakikate erişip hak doğrultusunda yürüyeceğini;
bunun aksine ayrılığa düşenleri büyük felâketlerin beklediğini hatırlatıyor ve
böylece Sünnetullah'-ın değişmiyeceğine dikkatleri çekiyor. [32]
213—
İnsanlar tek bîr ümmet idi. (Düşünce ve inanç ayrılıklarına düştükleri için)
Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların
ayrılığa düştükleri konularda, aralarında hüküm vermek için beraberlerinde hak
kitaplar indirdi. Ancak ne var ki kitap verilenler kendilerine açık belgeler
geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Bu
nedenle Allah kendi izniyle inananları (diğerlerinin) ayrılığa düştükleri hak
ve hakikate eriştirdi. Allah dilediği kimseyi doğru yola ulaştırır,
«Bizler son olarak
geldik; kıyamet gününde ise önde bulunacağız. Diğer ümmetlere bizden önce Kitap
verilmiştir; bize onlardan sonra verildi. Şu ayrılık gösterdikleri güne (cuma)
Allah bizi eriştirdi. Yarın ise (cumartesi) Yahudilere, yarından sonrası
(pazar) Hıristiyanlaradir.» [33]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz gece kalkıp namaz kıldıktan sonra şu duayı yaptı :
«Ey Cibril'in,
Mikâîl'in ve İsrafil'in Rabbi! Göklerin,
yerin yaradam!. Gizli acık her şeyi bilen!. Allah'ım! Şüphesiz ki,
ayrılığa düştükleri konularda kulların arasında Sen hüküm verirsin. Ayrılığa
düşülen hususta beni hakikate eriştir. Çünkü Sen dilediğini kendi izninle doğru
yola kavuşturursun..» [34]
«Allah'ım! Hakkı hak
olarak bize göster ve ona uymayı bize nasîb et. Bâtılı da bâtıl olarak bize
göster ve ondan sakınmayı bize nasîb eyle; onu bize karmaşık yapma! Sonra
sapmış oluruz. Bizi takva sahipleri (Allah'tan korkup her türlü haram ve
kötülükten sakınan kullarıjna önder eyle!.» [35]
Bu cümleyle ilgili
yorumlar ve rivayetler:
a) Tek ümmet olanlar, Âdem Peygamberle çocukları idi.
b) Nûh Peygamberin gemisine binip kurtulanlar tek bir ümmet olarak
yeniden hayata başladılar,
c) İnsanların hemen hepsinin cehalet ve küfür üzere bulundukları devirlerde, hepsi de inkâr üzere bulunduğundan tek ümmet sayılmışlardır.
d) Âdem Peygamberle Nuh Peygamber arasındaki devrede insanlar
küfür üzere bir ümmet niteliğinde kaldılar.
e) İbrahim
Peygamberin dünyaya geldiği devirde
insanların ezici çoğunluğu bir
ümmet ölçü ve anlamında küfür üzere bulunuyordu.
Bütün bu rivayetler ve
yorumların daha çok ikisi tarihî gerçeklere uymaktadır: Âdem ve çocuklarının
yaşadığı devir. Nûh Peygamberin gemisine binip kurtulanlar Asya'nın verimli
toprakları üzerine yayılarak çoğalmaya ve yavaş yavaş kabileler oluşturmaya
başladılar. Derken farklı görüşler, birbirini tutmayan inançlar ortaya çıktı.
Bu yüzden insanlar birbirine düşman kesildiler; böylece karşıt görüşler,
farklı inançlar arasında çetin mücadeleler başgösterdi. Allah, ayrılığa düşen,
bu insanlara, hakikati bildirmek üzere rahmetinin müjdecisi, azabının
şiddetini haber verici ve insanların düştükleri yanlış yolun felâkete uzandığını
hatırlaücı peygamberler gönderdi.
Tabii o devirlerde
insanların çoğu Asya ve sonra Afrika kıtası üzerinde yaşıyordu. Diğer kıta ve
kesimlerde pek az insan bulunuyordu. Bu pek az insanlar arasında bir ulaşım ve
haberleşme imkânları da yoktu. Ancak her kabileye yine kendilerinden birer
uyarıcı görevlendiriliyordu. Asıl ayrılıp sürtüşme ve vuruşmaya kapı açanlar
Asya kıtasının verimli topraklan üzerindeki kabile ve milletler idi. Dikkat
edilecek olunursa, büyük peygamberlerin hemen hepsi bu kıta üzerinde görev
yapmıştır. Öteki uzak bölgelerdeki küçük kabilelerle temas mümkün olmadığı
İçin birer uyarıcı peygamber göndermekle yetini I m iştir.
Asya kıtasında
peygamberlerin bütün uyarılarına rağmen insanlar ihtirasları yüzünden ayrılığa
düşmekten kendilerini kurtaramamışîardır. [36]
1— Cuma gününde ayrılığa düştüler: Yahudiler cumartesini, Hıristiyanlar
pazar'ı seçtiler. Allah dosdoğru
inananları hakikate eriştirdi, cuma gününü onlara nasîb etti.
Mûsâ Peygamber'den sonra
Yahudilerde bir bölünme başgöster-diyse de Davud ve Süleyman Peygamberler
devrinde bu önlenmiş ve sonra tekrar ayrılma ve bölünmeler sürüp gitmiştir.
2— Kıble
konusunda ayrılığa düştüler: Hıristiyanlar, Meryem'in doğu tarafına
çekilip doğum yaptığını dikkate alarak bu yönü seçtiler. (Aslında bu bir ilâhî
emre dayanmıyordu). Yahudiler,
Kudüs'teki Süleyman Peygamberin Mabedi sayılan Beytülmakdis'i kıble olarak seçtiler. Ama Allah yeryüzünde ilk
yapılan mabedi (Kâ'be'yi) Muhammed (A.S.) ümmetine kıble olarak belirledi.
Böylece ayrılığa düşen ümmetleri bu ilk mabedin yansıttığı TEVHÎD
İNANCI etrafında toplamayı uygun buldu.
Ama Yahudilerle Hıristiyanlar ayrılıkta devam ettiler, Allah'ın son dinine ve
belirlediği kıbleye uymadılar.
3— Namaz konusunda da ayrılığa düştüler: Kimi
sadece rükû1 yapmayı, kimi sadece secde etmeyi, kimi namaz kılarken de konuşmayı, kimi de yürür
halde de namaz kılmayı ibâdet biçimi olarak savundu. Allah bu konuda hak olan
ve ruha yeterli gıdayı sunan biçimi belirleyerek Muhammed (A.S.) Efendimize ve
O'nun ümmetine nasîb eyledi. Bu hidâyetin
kapısını bizlere açtı..
4— Oruç konusunda da ayrılığa düştüler: Kimi
günün yarısında oruç tutmayı, kimi bazı yiyecek maddelerinden perhiz
edilmesini, kimi de gün sayısında farklı sayıları savundu. Allah en
doğrusunu Muhammed (A.S.) Efendimize ve
Onun ümmetine bildirdi. Diğer ümmetlerin
ilâhî doğrultudan bu konuda da ayrıldığını bildirerek hakikati insanlara
anlasınlar diye sergiledi.
5— İbrahim
Peygamber hakkında da ayrılığa düştüler: Yahudiler bu peygamberin Yahudi
olduğunu, Hıristiyanlar onun Nasranî bulunduğunu savundular. Allah bu farklı
görüş ve iddiaları reddederek İbrahim Peygamberin ne Yahudî, ne de Hıristiyan
olduğunu, onun sadece Hanîf -Müslim bir peygamber özelliğini taşıdığını
açıkladı. Günkü İbrahim Peygamber, Musa Peygamber'den önce gelmiştir. Isâ
Peygamber ise Is-râlloğullan'na, bozulan ilâhî dini düzeltmek üzere
gönderilmiştir.
6. İsâ Peygamber
hakkında da ayrılığa düştüler: Yahudiler onun anasına çirkin iftirada
bulunmaktan çekinmediler. Hıristiyanlar ise onu Allah'ın oğlu olarak ilân
ettiler. Allah gerçeği açıklayarak İsâ Peygamberin Meryem'den doğma bir insan
olduğunu, ancak Cibrîl'in üflemesiyle ruhî yapısının daha belirgin öiçü ve
anlamda bulunduğunu bildirdi. Allah'a oğul isnad etmenin küfür olduğunu da yer
yer hatırlatarak Hıristiyan lan uyarmayı diledi. [37]
Ümmet: Bir konu
üzerinde toplanıp ideal ve inanç birliğini sağlayan ve birbirleriyle uyum
halinde olan bir topluluk demektir. Ayrıca Kur'-ân'da buna muhtelif cümleler
arasında değişik anlamlar verilmiştir:
a) Millet; Bu tabir inançlar (akaid) ve Şeriat
temelleri (Usûl-i Şerâyi1)
anlamına da gelir.
b) Aralarında uyum sağlayınca bağlantı bulunan ve bu yüzden bir topluluk haline
gelen insanların hepsi demektir.
c) Zaman anlamında da kullanılmıştır.
d) Kendisine uyulan lider ya da önder mânasına geldiği de olmuştur.
[38]
Birinci tarif ölçüsü
içinde dilleri, ırkları, renkleri ve etnik yapılan ne olursa olsun bir peygambere
inanıp uyan ve kendi aralarında uyum sağlayan bir topluluğa (cemaate) ümmet
denilmiştir.
Âyet'te «İnsanlar tek
bir ümmet idi» denildiğine bakılınca bundan birkaç önemli mesele ortaya
çıkıyor:
1— Yeryüzü
henüz belli kit'alara ayrılmadan, bu konuda jeolojik bir değişime uğramadan az
sayıda insan bir arada yaşıyordu. Allah'a kulluk etmelerini sağlamak için de
onlara peygamberler gönderilmiştir.
2-— Tek bir
ümmet halinde olan insanlar zamanla nüfusun çoğalıp kabileler haline geçmesiyle
inanç ve görüş ayrılığına düştüler; böylece aralarında bölünmeler ve
sürtüşmeler başladı. Bunu gidermek için ilâhî rahmetin müjdecileri, azabın da
habercileri sayılan peygamberler gönderildi. Çünkü birlik ve beraberliği
TEVHÎD akidesinde sağlamaya insan akiı kâfi gelmiyordu. Herhalde âhiretten söz
edecek, hakikatlerin kapılarını açacak, beşer aklını harekete geçirecek
elçilere ihtiyaç vardı,
3— Âdem
Peygamberden sonra, insan sayısı arttıkça bölünmeler, farklı inançlar,
birbirine uymayan düşünceler ortaya çıktı. İnsanlar arasında inanç birliğini
ve sosyal uyumu sağlamak, onları kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınma
aşağılığından kurtarmak için peygamberler gönderildi.
Nûh Peygamber devrinde
meydana gelen tufandan sonra insanlar Asya kıt'ası üzerinde tek ümmet halinde
bulunuyordu. Sonra nüfus artıp çoğalma ve kabileleşmeler meydana gelince etrafa
yayılmaya başladılar. Bu yüzden zamanla farklı inançlar ortaya çıktı ve
toplumlar arasında uyumsuzluk başgösterdi. Allah onları bu tartışma, sürtüşme
ve vuruşma felâketinden kurtarmak, aralarında sulh ve selâmeti sağlamak,
hepsinin yüzünü bir olan Allah'a çevirmek için peygamberler gönderdi.
Birinci maddede
dokunduğumuz gibi, önceleri yeryüzündeki kara parçaları bugünkü biçimde
değildi. Kıtaların çoğu birbirine bitişik idi. Bu kara parçası üzerinde yaşayan
insanların sayısı da pek fazla değildi. Peygamberlik ilk insanla başladığı için
insanların her devirde uyum halinde yaşayabilmeleri peygamberlerle az-çok
sağlanmıştır. Ama ani bir jeolojik değişme meydana gelince, bugünkü kıtalar
oluştu. Böylece dünyanın her tarafına insanlar dağıtılmış oldu. Her kara
parçası üzerinde kalan insanlar kendi başlarına yeniden hayat mücadelesi
vererek yaşamaya koyuldular. Ara yere giren okyanuslar, insanların biraraya
gelmesine engel oldu. Bu nedenle de Allah kıtalar üzerine yayılıp çoğalan
insanlara birer peygamber gönderdi.
Bütün bu
varsayımlardan sonra yerküre üzerinde insanlar varken böylesine bir bölünme ve
kıt'alara dönüşme olmuş mudur? İkinci olarak Nuh Peygamber devrinde meydana
gelen tufan genel anlamda mıdır, yoksa bölgesel midir? Bu iki sorunun cevabını
bulmaya çalışalım; ilim bu konuda bize fazla birdoküman toplayamamıştır.
İnsanların, dördüncü
jeolojik zamanda yaratıldığı sanılıyor. Bu da kesinlik kazanmamıştır. Yerkabuğunun
kıvrım ve yatay durumuna gelmesiyle
büyük bir değişiklik olduğu tahmin edilmektedir. Kıvrımlar, çökme-
ler ve yükselmeler
yeryüzünün bugünkü görünüşünü meydana
getirmiştir.
Ancak şunu diyebiliriz
ki, Allah'ın yüce kudreti kâinatı yaratmakla kalmamış, gelecekteki
düzenlemeleri, tarihî olayları, yeryüzünün insanlar yaratıldıktan sonraki
şeklini de yaratma fiiliyle çizip, Sir James'in dediği gibi, değişmez
kanunlara bağlamıştır,
Bizim, «dünya,
üzerinde yaşayan insanlarla birlikte kıtalara ayrılmıştır» sözümüze gelince,
bu da bir yorum ve varsayımdan öteye geçmez.
Nuh Tufanına gelince,
bunun genel ölçüde bir tufan olmadığım biliyoruz. Çünkü Nûh Peygamber sadece
Asya kıtasının bir böiümü üzerinde belli bir ümmete gönderilmiştir. Bütün
insanlara gönderildiğini isbath-yan hiç bir belge mevcut değildir. Ancak bu
tufanın insanların daha çok eyleştiği bir bölgede meydana geldiğini düşünürsek,
tufandan sonra yaşayan insanların zamanla çoğalıp ayrılığa düştüğünü
söyliyebiliriz. Nuh Peygamberin 950 yıl yaşadığına bakılırsa, uzun bir zaman
mücadele vermiş ve tufandan sonra da bir rivayete göre 350 yıl daha yaşamış ve
bu süre içinde yeni bir ümmet meydana getirmiştir.
İlende sırası geldikçe
bu konuya tekrar dönülecek ve geniş bilgi verilmeye çalışılacaktır. [39]
Allah insanları tek
bir ümmet biçiminde yarattı; hayat düzeyinde onları birbiriyle ilişikli ve
bağlantılı kıldı. Bu nedenle insanda doğuştan bu gereksinme vardır. Aile ve çevre
bunu geliştirip ya verimli ve yararlı, ya da zararlı bir düzeye getirir. Çoğu
fertlerin sıcak dost, yakın komşu, yardım elini uzatan akrabaya su-ekmek kadar
ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Hemen herkesin huzur veren bir aile yuvası
kurmaya çalışması, çoluk-çocuğun kaynaşan ve neşe saçan havasına bir an önce
erişmeyi arzulaması ve sonra sosyal bünyede itibarlı bir yer almaya gayret
göstermesi, daha doğrusu toplumla kaynaşıp günlük hayatı değerlendirme özlemi
duyması, hep Allah'ın doğuştan insan ruhuna yerleştirdiği «sosyal yapıya bağlı
kalma sünneti»dir. O halde her insanın toplum bünyesinde yerini alıp yaşamım
sürdürmesi, beşer hayatı için kaçınılmaz bir gereksinmedir.
Hem insanın ruhî ve
bedenî ihtiyaçlarının yeteri kadar karşılanabilmesi toplum içinde yaşamasıyla
mümkündür. Hiçbir fert yalnız başına bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne
sahip değildir. «İnsan yaratılıştan uygardır ve sosyal yapıya bağlıdır,» sözü bu hakikati yansıtmaktadır.
Ne var ki insanlar
çoğaldıkça, ümmet yapısında nüfus patlaması baş-gösterince, bir takım
gruplaşmalar, farklı düşünceler ve sürtüşmeler meydana gelir. Çünkü insanların
fizyonomisi değişik olduğu gibi karakter ve akılları da farklıdır. Milyonlarca
insanın bir arada uyum içinde yaşaması çok zordur. Her fertten feragat
beklenir; hürriyetinin tamamını kullanmaması istenilir. Bunun için de hayatı
disipline edecek, ruh ve vicdanları geliştirecek, toplumu bir insan bedeni gibi
kabul edeoek ve kendini bu bedenin bir organı sayacak eiddi bir dinî eğitime
ihtiyaç vardır. Dinin ilâhî vasfını bütün özelliğiyle algılamaya beşer aklı
yeterli olmadığından hem peygamberlere, hem de semavî kitaplara gerek
duyulmuştur. «Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi;
insanların ayrılığa düştükleri konularda, aralarında hüküm vermek için
beraberlerinde hak kitaplar indirdi..» âyeti belirtilen hususu açıklamaktadır. [40]
«cAncak ne var ki
kitap verilenler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra aralarındaki
ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler.»
Yahudiler böylesine
bir ihtiras ve onun tabii sonucu olan bölünme yüzünden tarih boyunca felâketten
felâkete uğradığı gibi, Hıristiyan âlemi bir zamanlar böylesine bir ihtiras
nedeniyle,, İsâ Peygamberin açık belgelerle gelecek olan peygamberden haber
vermesine rağmen, dini ölçüsüz ve anlamsız bir baskı unsuru olarak
kullandılar, aşırı taassuba kapılarak İncil'de zaman zaman değişiklikler yapıp
İlâhî niteliğini bozdular. Böylece aralarında bölünmeler meydana geldi, ayrılığa
düştüler. Katolik-lerle Protestanlar arasındo çetin mücadeleler oldu ve bu
uygunsuz sürtüşme ve bölünme hem kiliseye, hem Batılı milletlere pek pahalıya
mal-oldu.
Müslümanlar arasında
da özellikle itikadı atanda mezhep ayrılıkları ve bunun sonucu ortaya çıkan
sürtüşme, tartışma ve devletin üst kademesindeki kişilerin desteğini kazanma
yarışı, asırlarca sürüp gitti. Ehl-i Sünnet ile diğer mezheplerin iddialı
tartışmaları bir nice değerli ilim adamının öldürülmesine, zindanlarda çürüyüp
gitmesine ve Müslüman cemaatının bölünüp
hasımlaşmasına yolaçtı.
İlk asırlarda Hâşimî,
Emevi üstün gelme yarışı, İslâm'ın gücünü, feyizli hamlesini durdurdu ve
binlerce kişinin canına maloldu..
On ikinci asırda had
safhaya varan mezhep kavgaları, Fatımîlerle di-
ğer mezheplerin
Müslüman halkı ekollere ayırması ancak Selâhattin Ey-yubî gibi büyük bir
kumandan ve cok değerli bir devlet adamının gayretiyle hızını kaybetmiştir.
İslâm âleminin bu tür bölünmelerini de fırsat sayan Haçlı sürülerini Anadoluda
I. Kılıcaslan, Suriye ve Kudüs'te Selahat-tin Eyyubî defedebildi,
Salahattin'den sonra
yine bir takım bölünmeler başgöstermiş; çeşitli mezhepler sahneye çıkma fırsatı
bulmuş, başolma sevdası ciddî sarsıntılar meydana getirmiş, bu yüzden farklı
ekoller doğmuş ve Tevhîd akidesi ağır yaralar almıştı. Derken Moğol istilası,
Cengiz Han belâsı başgöstermiş ve bu güçlü İmparator adeta Allah'ın bir te'dîb
aracı olarak İslâm ülkeleri üzerinden bir silindir gibi geçmiştir. Diyebiliriz
ki ilâhî bir uyarı anlamında Müslümanlara ağır bir tokat indirilmiştir.
Bugün yine gerek
ülkemizde, gerekse diğer İslâm ülkelerinde sayısı belirsiz bölünmeler ortaya
çıkmış ve her gecen gün hızını artırmaktadır. Müslüman cemaati parçalayan bu
akımların iç ve dış odaklarca organize edildiği sanılmaktadır. Her mezhep ya da
ekol kendisinin tek kurtarıcı ve hizmet verici olduğunu iddia etmekte, diğer
hic bir ekolle anlaşma, birleşme yoluna girmemektedir. Tabii bu konuda daha
çok dış odakların ve birtakım maksatlı
ellerin olumsuz yöndeki etkileri küçümsenmemelidir.
Özetlemeye
çalıştığımız bu tutum ve gidişin sonu çok üzücü olabilir. Kur'ân'da yukarıda
konumuzu oluşturan âyetle daha önceki milletlerin bu yüzden nasıl bölünüp
felâketlere uğradıkları örnek veriliyor. Gaflet içinde bulunan ve ilk insandan
bü yana şaşmadan hükmünü yürüten Sünnetullah'ın geçmiş milletlere nasıl ibretli
dersler verdiğini hesaba kat-mıyan bazı İslâm ülkeleri ve Müslüman cemaatleri
Tevhîd Aki-desi'nin birleştirici ve barıştırıcı mânasına çağırılıyor. Bu
çağrıya kulak vermiyenler unutmamalıdırlar ki, İlâhî kanunlar, mîlletlerin
hayatlarıyla bağlantılı olan Sünnetler değişmez; hükmünü herhalde yerine
getirir ve böylece tarih bir kez daha tekerrür eder. [41]
Allah (C.C.), insanlar
arasında, bölünen cemaatler bünyesinde uyumun, ancak İslâm'ın katıksız esas ve
kaynaklarıyla, onun tertemiz İlâhî havasında sağlanabileceğini; haktan yana
olanların ayrılık, bölünme ve sürtüşme felâketinden kurtulabileceklerini
müjdeledikten sonra, bu yolda her zaman bir takım sıkıntı ve üzücü olaylarla
karşılanabileceğine işaret ederek gecen milletlerden İmânın mutluluk düzeyine
erişenlerin ilâhî yardıma eriştiklerini haber veriyor. Sonsuzluk saadetine kapı
açan büyük ni'metlerin ancak büyük sıkıntı ve ağır külfetlerle elde edinilebileceğine
dikkatler çekiliyor. [42]
214— Yoksa
siz, kendinizden önce gelenlerin benzer durumu başınıza gelmeden Cennet'e
gireceğinizi mi sandınız?! Onlara ezici-üzücü sıkıntı ve zorluklar gelip
dokundu da sarsıldıkça sarsıldılar, o kadar ki Peygamber ve Onunla beraber
olan inanmışlar: «Allah'ın yardımı ne zaman?!.» diyecek duruma gelmişlerdi.
Haberiniz olsun ki, Allah'ın yardımı elbette yakındır,
Abdurrazzak'in İbn
Cerîr'den yaptığı rivayete göre, bu âyet Ahzab (Hendek Savaşı) günü inmiştir. O
gün Peygamber (A.S.) ve arkadaşları hayli sıkıntı ve engelleme ile burunburuna
gelmişler ve sarsıldıkça sarsılmışlardı. Âyet hem onları teselli etmek hem bu
konudaki Sünnetullah'ı hatırlatmak üzere inmişti. Tabii bu uyarı daha cok İslâm
mücahidlerine yönelik bulunuyordu. [43]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Allah (C.C.) bu
âyetle, mü'min kullarına, dünya denilen uğrağın ve insan karakterini ortaya
çıkaran tezgahın sıkıntı, üzüntü, dert ve ıstırap yeri olduğunu ve inananların
böyle bir uğrakta çetin sınavlardan geçirileceğini, ileride yüksek anlamdaki
ni'metlere çetin mücadeleler verdikten sonra erişilebileceğini haber veriyor ve
bu konuda geçmiş milletlerden ibret alınacak bir tablo sunuyor.» [44]
Nitekim Ahzab günü
Haktanyana olanlar iyice sıkışıp üzüldükleri zaman münafıklar bunu fırsat
bilerek : «Allah ve Peygamberin bize va'det-tığı zafer ve saadet aldatmacadan
başka bir şey değildir!» demişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet inmişti.
Geniş bilgi için..
Ayrıca bu âyetin Uhud
savaşında indiğini söyleyenler de var. Diğer bir tesbite göre,âyetin
rmıhacirler(Mekke'den Medine'ye Allah ve din için göç edenler)le ilgili
bulunduğu, cnları teselli anlamında indiği rivayet edilmektedir. [45]
Sahîh rivayette,
Habbab bin Eret (R.A.) diyor ki: Cok sıkıntılı günlerde bulunuyorduk. Bir
gün Resûlüllah (A.S.) Efendimize dedik
ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Bizim için yardım dilemez misin? Bizim İçin
Allah'a el açıp duâ etmez misin?
Bunun üzerine şöyle
buyurdu :
«Şüphesiz ki sizden
önceki milletlerden inananlar arasından öyleleri gelip geçti ki, başlarının
üstüne testere konuldu da tâ ayaklarına kadar biçip böldü, fakat bu (işkence)
onları dinlerinden döndüremedi. Demir tarak vücutlarına batırıldı, etle kemik
arasına saplanıp kaldı da yine bu (elim durum) onları dinlerinden çeviremedi.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devamla buyurdu ki:
«Vallahi! Allah bu
dâvayı tamamlayacaktır; o kadar ki atlı kişi San'a'-dan kalkıp Hadremevt'e
kadar gidecek de bu yolculuğunda ancak Allah'tan ve bir de davarlarına karşı
kurttan korkacak. Ama (ne yapalım ki) siz acele eden bir milletsiniz!.» [46]
— Büyük dâvalar çok çetin mücadelelerle elde
edilebilir.
— Yüksek ni'metler büyük külfetlerle sağlanır.
— Dünya ve âhiret saadetine kapı açan islâm;
-seviyeli, ciddi ve bilinçli hizmetlerle; kendini Allah yoluna adayan
kahramanlarla, insanlığın mutluluğuna gönül veren inanmış bahtiyarlarla, kesesinin ağzını tereddütsüz açan cömertlerle, kalemlerini çalıştıran düşünürlerle hedef ve amacına erişebilir.
— Hakikat doğrultusunda başarıya ulaşmak, ilâhî
Sünnete dosdoğru uymakla gerçekleşir.
Saadetin sürekli
ni'metine sıkıntılı yollardan geçilerek ulaşılabilir.
İşte bu saydıklarımız,
İlâhî Sünnet (hayat kanunu) dizisinde yer alan, amacı ve ona erişilmesi
belirlenmiş olan yollardır, Kur'ân'da yer yer bu sünnet değişik anlatım
biçimieriyle hatırlatılır.
Yukarıdaki âyet,
insanoğluna, yeryüzüne adım atmasıyla başlayan ve her peygamber ve ümmeti
hakkında şaşmadan hükmünü yürüten; uyanlara, uyum sağlayanlara saadet;
uymayanlara, uyumsuzluk içinde sürtüşenlere azâb yolunu açan ilâhi kanunun ölçü
ve anlamını yansıtıyor. Ne dünyadaki ölçülü ve yararlı bir hürriyete, ne de
âhiretteki sonsuzluk yurduna bunun dışında bir yoldan gidilebilir. Bugün
hürriyet içinde varlığını sürdüren milletler varsa, herhalde Allah'ın insanlar
için sergilediği hayat kanununa az da olsa, bilerek ya da bilmeyerek
uyanlardır. Dünya hayatının mutluluk ve hürriyet içinde geçmesi için bu ne
kadar şartsa, âhıret saadeti ve oradaki sonsuz hayat için de başka bir ölçü ve
anlamda şarttır. O halde Allah'ın yardımı bu kanunlara uyanlaradır. [47]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, İlâhî Sünneti en iyi bilen ve ona kusursuz uyan ve uygulayan
insandır. Çevresindeki inanmışları da aynı düzeyde bulundurmayı ihmal etmezdi.
Bunun için durmadan, dinlenmeden bu sünnet doğrultusunda yürür, engellen
kaldırmaya çalışır; çetin ve sıkıntılı da olsa sonucunun mutlaka saadet
getireceğini kesinlikle bilirdi. Şüphesiz ki bu Sünneti benimseyenler,
içgüdünün arzuladığı sınırsız hürriyeti sınırlar, hayatı disipline edip
yaratılış gayesiyle uyum sağlar.
İşte Peygamber (A.S.)
Efendimiz ile arkadaşları Sünnetullah'm gereğini yapmış, hürriyetin asıl ölçü
ve anlamını belirleyip dengeli ve huzurlu bir hayat yaşamanın şartlarını
kusursuz ölçü ve biçimde ortaya koymuş, kendilerinden sonraki inanmışlara
en güzel örneği sunmuşlardır. [48]
Ayette iki önemli
deyim üzerinde duruluyor:
1— Be'sâ'
2— Darrâ'..
Birincisi : Fitne,
kargaşalık, huzursuzluk, mal ve can
güvensizliği; ikincisi : Çeşitli hastalıklar, sinir sistemini bozan
nedenler, geçim sıkıntısı ve
maddecilerin durmadan toplumu için için kemirmesi; parazit benzeri işsiz aylakların toplumu
tedirgin etmesi ile yorumlanır.
Nitekim Râğıb
el-Esfehânî kendi Müfredatında bu iki kelimenin kapsadığı mânaları şöyle
özetlemiştir:
Be'sâ': Şiddet
demektir. Aklın ve Şeriatın uygun görmediği şeylere de bu isim verilmiştir.
Azâb ve sıkıntı anlamlarını da taşımaktadır.
Darrâ': Genellikle
genişlik, ferahlık, bol ni'met, mutluluk karşıtı olarak yorumlanır.
Ama bütün bunlar neye?
İnsanoğlu neden tuğyan eder? Hem Ya-radanına, hem Onun kusursuz hayat kanunlarına
karşı gelir? Neden inanmışlar bir sürü sıkıntı, elem ve ıstırapla karşılaşır?
Günümüzün insanı neden bu kadar sınırını aşmak, başkasının hak ve hürriyetini
alt-üst etmek ister? Neden iyiye, doğruya, güzele, ahlâk ve fazilete, sağiam ve
köklü dindarlığa karşı çıkar? Bunca hınç ve kin niye?..
Bütün bunların
cevabını yine Kur'ân ve tarih tekrar, tekrar vermiş; şüpheye yer bırakmıyacak
ölçüde geçmiş milletlerin hayatından örnekler getirmiştir: Tez ile antitezin
karşılaşması ve tartışıp üstün gelmeye çalışmasıdır. Hak ile bâtılın çetin
mücadelesi, doğru ile eğrinin boy ölçüşme-sidir. Tezin güç bulması ve kendini
kabul ettirebilmesi için antitezle, hakk'ın .hak olduğunun bilinmesi, bâtıl ile
karşıkarşıya gelmesiyle mümkündür. Aksi halde hem tezin, hem hakkın, hem
doğrunun unutulmaya mahkûm olması mukadderdir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin, çok hırçın, kaba, kan dökücü, hak ve adaleti çiğneyici bir
milletin bünyesinden çıkması ve önce böylesine saldırgan, putlara hayran
kabilelere gönderilmesi, yani ilk adımda onlarla yüzyüze gelmesi, bu yüzden
tarihte bir eşi daha bulunmayan çetin bir müeadele vermesi, sadece tezin güç
kazanması ve yaygınlaşıp etrafta duyulmasına
kapı açılması içindir.
Bugün İslâm bütün
haklılığına ve insanlıktan yana mutluluğun tek doğru habercisi olmasına rağmen
yer yer ve zaman zaman zayıflaması ve bir nice hayat kademelerinden çıkarılıp
kendi kaderine terkedilmesi bir talihsizliktir. Ama bu talihsizliğin altında
büyük hikmetler yatmaktadır. Bu dine çatanlar, onu zayıflatmak hattâ ortadan
kaldırmak isteyenler, inanmışlarla alay edenler, her geçen gün hızını
artırmaktadır. Materyalizm bütün şiddetiyle onu boğmaya çalışmaktadır. İlk
bakışta bu durum bir ümitsizlik havası estirmektedir. Ama hakikatte büyük bir
ümide gebe bulunmaktadır. Bu, hak tezinin, bâtıl denilen antitez karşısında
güçlenme, daha erken hedefe ulaşma fırtınasıdır. İnanmışların birleşip gönül
birliği İçinde Sünnetullah'la uyum
sağlayacakları günü beklemektedir.
Evet bütün bu
çılgınlıklar, sınırsız istekler, kargaşalık ve anarşik olaylar İslâm'a, köklü
tarihimize dönmemizi hazırlamaktadır. Şerrin altında büyük bir hayır
gizlenmiştir, günü gelince sahneye çıkıp Sünnetul-lah'ı bir kez daha
doğrulayacaktır. [49]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanların maddeye karşı olan tutkuları nedeniyle açgözlülüklerinin kabardığı,
bu yüzden de farklı ekollere, sonu gel-miyen sürtüşme ve kavgalara kapı
açtıkları; felâketten felakete uğradıkları örnekleriyle birlikte anlatıldı.
İnanmışların ise dünyada aziz âhirette mutlu olabilmeleri için her türlü
sıkıntıya göğüs germelerinin 'gerektiği önerildi. Aşağıdaki âyetle de, aile ve
sosyal yapının ahenkli ve dengeli ayakta durabilmesi için bireyleri arasında
karşılığı Allah'tan beklenerek ciddi bir dayanışma ve yardımlaşmanın lüzumuna
işaret ediliyor ve daha çok fert ve ailenin yakın çevresine dikkatler
çekiliyor. [50]
215— Sana
neyi harcayacaklarını soruyorlar; de ki: Hayırdan sarfe-Şgınız, and baba, en
yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolda kalmışlar t. Hayırdan ne işlerseniz,
şüphesiz ki Allah onu bilir.
İbn Abbas (R.A.) diyor ki ;
sahip bulunan İbn
Cemûh (R.A.J Re?ve kime sadaka vereyim?
Kurtubî ve îbn Cerîr tefsirleri..
Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.) bir
gün ashabına : «Sadaka verin!» buyurdu. Orada hazır bulunan bir adam sordu :
— Yanımda bir dinar (altın para) var..
Peygamber ona şu
cevabı verdi ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti:
— Onu kendine
harca..
— Yanımda bir dirhem daha var?.
— Onu eşine harca..
— Bir dirhemim daha var?.
— Onu da çocuğuna harca..
— Yanımda bir dirhem daha var?
— Artık onu da daha iyi harcamayı bilirsin.. [51]
Kur'ân'da hayırda,
harcanacak malda ve yardım eii uzatılacak konularda öncelikle gözetilecekler
yukarıdaki âyetle en ölçülü ve anlamlı biçimde sıraya konulup belirtilmiştir:
1. Hayatlarını
çocuklarının yetişmesine veren, kendi sağlıkları pahasına onların
sağlığını koruyan ana, baba..
2. Istıraplı, üzüntülü ve felâketli günlerimizde
koşup bize teselli olan, dertlerimizi paylaşan, her bakımdan yardımcı olmaya
çalışan en yakınlarımız..
3. Kendilerini
besleyip korumaktan âciz kalan;
ana-baba sevgi ve şefkatından yoksun bulunan ve topluma yararlı insanlar olarak
yetiştirilmeleri gereken; her bakımdan ilgiye muhtaç bulunan yetimler..
4. Her türlü maddî gelirden mahrum olan,
hayatını sürdürme İmkânlarını yitiren düşkünler..
5. Memleketinden
uzak, tanınmadık bir yerde yolculuğu için hazırlayıp beraberinde
taşıdığı azığını ve parasını yitiren, ya da elde olmayan bir 80beple vaktinden
önce tüketen ve Allah'tan başka yardımcısı kalmayan yolda kalmışlar.. [52]
Aile toplumun temeli
ve en küçük ünitesidir. Millî bütünlüğün değişmez elementi sayılır. Bu yapısı
sağlam olan fertleri arasında yardımlaşma ve dayanışma bulunan toplum, o
nisbette güçlü ve huzurludur. İslâm, millet yapısında önce fertlerin vicdanını
geliştirmekle işe başlar; sonra aile bünyesini fazilet temeline oturtur ve bu
doğrultuda sağlam karekter-li, temiz vicdanlı, merhamet dolu gönüllere sahip
bir toplum meydana getirir.
Allah'ın sunduğu
sayısız ni'metleri ve bir nice açık belgeleri gören, sonra da bu bilinç içinde
Allah'a kul olmanın vecibelerini yerine getiren bir millet her şeyden önce
birbirini seven, birbirine yardımcı olan olgun insanlarla ölçü ve anlamını,
amaç ve hedefini bulmuş olur. Bölünmekten kurtulur.
Allah bunun için
milletlerin hayatında çetin sınavların bulunduğunu belirtirken, milletlerin
temel yapısını oluşturan aile ve toplum bünyesinde zekât dışındaki
yardımlaşmanın önemine dikkatleri çekiyor. [53]
Yukarıda geçen âyetle
mü'minler arasında en çok ilgi gösterilmesi ve yardım edilmesi öngörülen
sınıflardan ve bu nedenle toplum bünyesinde sağlanacak birlik ve dayanışmadan
bahsedildi. Ülkenin bir bütün olarak düşmana karşı sağlam bağlarla birbirine
bağlı bulunmasının yol ve yöntemleri kısmen anlatıldı. Aşağıdaki âyetle,
insanlara bir sürü dert ve ıstırap kapısı
açan fakat yeryüzündeki azgınlığı, haklara tecavüzü, insan haklarının
çiğnenmesin! önlemek için zorunlu olan savaştan söz ediliyor, bunun dosdoğru
inanmışlara farz kılındığı hatırlatılıyor.
Barış ve esenliğin her zaman savaşa hazır durumda bütün önlemler
alınarak köklü bir güc oluşturulduğunda gerçekleşebileceğine işaret ediliyor.
Ülkede fitne ve kargaşalık çıkarmanın
adam öldürmekten daha beter olduğuna parmak basılarak din ve vatan
düşmanlarının hiç durmadan soğuk ve sıcak savaş peşinde koştukları
belirtiliyor. Soğuk savaşı kültür yoluyla sürdüreceklerine ve böylece
inanmışları dinlerinden döndürmeye
çalışacaklarına ve bilhassa düşmanın bu sinsi metodunun bilinmesinde
büyük bir gereksinme bulunduğuna dokunuluyor.
[54]
216— Savaş (insanî duygularınızın gelişmesinden ve ilâhî rahmeti yansıtan bir
ümmet olmanızdan dolayı), hoşlanmadığınız halde, size farz kılındı. Umulur ki
hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir; sevip hoşlandığınız bir
şey de sizin için şerr olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
217— Sana hürmetli ay (Receb)den, ondaki
savaştan soruyorlar, de ki: Hürmetli
ay'da savaş büyük bir günahtır. (Ama) Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr
etmek ve Mescid-i Harâm'a girmelerine engel olmak, halkını oradan
çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne
adam öldürmekten daha
büyük (bir suç ve günah)tır. Onlar (Allah ve Peygamberini inkâr edenler,
İslâm'ı din olarak kabul etmeyenler) güçleri yetse sizi dininizden
döndürünceye kadar durmadan savaşırlar. Sizden kîm dininden döner de kâfir
olduğu halde ölürse, artık böylelerinin amelleri Dünya'da da, Âhiret'te de
boşa gitmiştir ve işte cehennemlikler ve orada devamlı kalıcılar bunlardır!
218—
Şüphesiz ki, imân edenler, Allah yolunda yurdunu terkedip bütün güçleriyle
Allah yolunda savaşanlar yok mu, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah
ise çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
İslâm tarihinde çok
önemli yeri olan Bedir savaşından iki ay kadar önce Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz, Kureyş kabilesinin durumunu araştırıp öğrenmek için birkaç kişiyi bu
konuda görevlendirmek istedi, Cahş oğlu Abdullah'ı yedi kişilik bir müfrezeye
kumandan ta'yin ederek yola çıkardı. Bu arada iki gün geçtikten sonra açılıp
okunmasını ve İçinde yazılı bulunana göre hareket edilmesini plânladığı kapalı
bir mektubu Abdullah'a verdi. Mektup açıldıktan ve içindeki emir anlaşıldıktan
sonra hiç kimseyi bu yazılı emrin yerine getirilmesinde zorlamamasını bilhassa
hatırlattı.
Sekiz kişilik müfreze
emredilen yönde iki gün yol alıp ilerledikten sonra Abdullah mektubu açtı.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona şu emri veriyordu : «Bu yazılı kâğıda baktığın
zaman durmadan yürü, Mekke ile Taif arasındaki Batninahle adlı kesime
ulaştığında orada Kureyş m durumunu gözetler ve elde edeceğin bilgiyi bize
ulaştırırsın.»
Cahş oğlu Abdullah bu
mektubu okuyunca : «Resûlüllah'ın emrini duydum ve derhal ona uyuyorum» dedi.
Sonra durumu arkadaşlarına anlattı, bu konuda hiç kimseyi zorlayarnayqcağına
dair emir aldığını söyledi ve şunu ilâve etti:«Şehit olmak isteyen benimle
gelsin. Dönmek isteyenin yolu açıktır. Ben herhalde Resûlüllah (A.S.)ın emrini
yerine getirmeye çalışacağım», diyerek hareket etti. Onun çok ciddi olduğunu
gören arkadaşlarından hiç biri geriye kalmadı. Necran'a vardıklarında Sa'd bin
Ebî Vakkas ile Utbe bin Gazvan'ın peşpeşe develeri kayboldu. Onlar develerini
ararken Abdullah diğer arkadaşlarıyla birlikte Nahle denilen yere vardılar. Bu
sırada Kureyş'ten birkaç kişi ticaret kervanıyla oradan geçiyordu. Tarih ise,
cemazilâhir'in son günü idi. Haram aylarından biri sayılan Recep girmeden
çarpışmaya karar verdiler. Kervanı idare edenlerden Amr bin Hddremf'yi bir
okla öldürdüler, Osman bin Abdullah ile Hakem bin Keysan'ı esir ettiler.
Nevfel bin Abdullah adındaki şahıs İse ka-
çıp kurtulabilen. Abdullah
bin Cahş (R.A.) elde ettiği ganimet malından beşte birini Allah ve Peygamberi
için ayırdıktan sonra esirlerle birlikte Medine'ye döndü. Resûlüllah meydana
gelen olayı öğrenince çok üzüldü ve getirilen ganimet malını almadı. Abdullah
bin Cahş ve arkadaşları, Re-sûlüllah'ın üzüldüğünü görünce perişan oldular ve
«artık biz mahvolduk!» diyerek ne yapacaklarını âdeta şaşırdılar. Müşrikler bu
olayı fırsat sayıp Müslümanların Haram aylarından bîri olan Recep'te kan
döktüklerini ve bu olayın Peygamber'in emriyle meydana geldiğini etrafa
yaymaya, İslâmiyet aleyhine propagandaya başladılar. Resûlüllah gelen
müfrezeye «Ben size savaşın diye emir vermedim, neden bu yola girdiniz?!»
derken, Müslümanlar da onları yer yer kınadılar ve «Emredilmedİğinİz halde savaştınız,
kan döktünüz» diyerek üzüntülerini belirttiler. Müşriklerin iddiası bu olayın
Recep ayında meydana geldiği merkezinde idi.
Verilen emre milimetre
şaşmadan uymanın gereği bir kez daha bu olayla anlaşılmış oluyor. Gözetleme
işini bırakıp savaşa kapı açmaları pek uygun bir davranış sayılmadı. Yarar
yerine zarar getirdi. Cenâb-ı Hak iyi niyetle yapılan ve kan dökülmesine sebep
olan bu davranışın, müşriklerin daha önce Müslümanlara yaptıkları kötülükler
karşısında çok hafif kaldığını açıklar anlamda yukarıdaki âyeti indirdi. [55]
a) Haram aylarından biri olan Receb ayında
savaşmak o zaman için haram sayılıyordu. İslâm, ilk yıllarında Arapların bu
âdetini bir bakıma yararlı gördüğü için kaldırmamıştı. Bu nedenle Resûlüllah
{A.S.) Efendimiz getirilen ganimeti almadı.
b) Haksız yere bir adarn,hem de Haram ayında
öldürüldüğü için elde edilen ganimete Peygamber (A.S.) Efendimiz el sürmedi,
getirilen malın tamamını kan pahası olarak öldürülenin kabilesine gönderdi.
c) Emir almadan böyle bir olaya sebep oldukları
için müfrezenin kınanması gerekiyordu. Nitekim hem Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, hem de Ashabın ileri gelenleri onları hayli kınadılar. Böylece
meydana gelen olay bütün Müslümanları
üzdü. Müfreze ise yanlış harekette
bulunduğunun farkına vararak bu kez kendi kendilerini kınadılar.
d) Haram aylarında savaşmanın yasak hükmü,Tevbe
suresinin 30. âyetiyle kaldırıldı. Böylece Arap Yarımadasında iyi bir âdet
sayılan ve artık geçerliliğini kaybeden bir yasağın İslâmın parlak güneşi ve
insanlık-
tan yana getirdiği
geniş ilâhî rahmet karşısında ne gibi değeri olabilirdi?
e) Sekiz kişilik müfreze olayının meydana
geldiği günü Recep değil Cemazilâhir'in son günü sanmışlardı. Bu nedenle
müşriklerle savaşmakta bir sakınca görmemişlerdi. Yoksa henüz hükmü
kaldırıimıyan bir âdete karşı çıkmaları düşünülemezdi. Ama ne var ki Medine'ye
geldiklerinde Resûlüllah'ın «Ben size Haram ayında savaş ile emretmedim!.»
buyurması üzerine, olayın Recep ayında meydana geldiğini anlamış ve fazlasıyla
üzülmüşlerdi.
f) Ortada kötü niyet yoktu. Olan olmuştu, dönüşü
mümkün olmayan bir yola girilmişti. Müşrikler bunu fazlasıyla Müslümanlar
aleyhine İşlemiş ve böylece birçok kabilelerin Müslüman olmasını önlemeye
çalışmışlardı. Allah bundan daha çok büyük bir günah sayılan müşriklerin Müslümanlara
karşı davranışlarını hatırlatarak bu âyeti indirdi:
«Sana hürmetli aydan,
ondaki savaştan soruyorlar, de ki: Hürmetli ay'da savaş büyük bir günahtır.
(Ama) Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek ve Mescid-i Harâm'a
girmelerine engel olmak, halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir
günahtır. Fitne adam öldürmekten daha büyüktür..» [56]
idrâk ettiğimiz
gerçekler sağlam bir nizamın görünümüdür. Meydana gelen olaylar belli bir
kanunun sebepler zincirini sergilemesinin sonucudur. Sebepleri yanlış
değerlendirmek, insan idrâkinin ürünüdür. Bu bakımdan elde edilen sebepleri
önce akıl ve din ölçülerinde değerlendirmek, gerçeğe erişmeyi kolaylaştırır.
Hele Allah'tan alıp öyle konuşan ve hareket eden bir Peygamber işe kumanda
eder, emir ve tavsiyelerde bulunursa, buna çok dikkat etmek, her kelimesi ve
cümlesi üzerinde titizlikle durmak gerekir. Yanlış bir yorum, yanlış sonuçlara
götürür. Cahş oğlu Abdullah'a verilen yazılı emir, yazılı değil de şifahi
olsaydı, biraz su götürürdü. Ama ileriyi gören Rahmet Peygamberi Hazreti
Muhammed (A.S.) yanlış anlaşılmasın veya hafızada değişikliğe uğramasın diye
emri yazr-lı duruma sokmuş, öylece vermişti. Burada iki önemli nokta var:
1. Önemli bir emrin ya da şifrenin önceden
duyulmaması için, kapalı bir zarfa konulup iki gün sonra okunması buyuruluyor.
2. Hatalı bir yola girilmesin, yanlış bir yoruma
neden olmasın diye emir yazılı olarak veriliyor.
Buna rağmen Cahş oğlu
Abdullah gözetleme işinden fazla, kervanı durduruyor ve bir adamın kanına
girerek ganimeti elde ediyor. Kendi anayışına göre iyi bir iş yapmış
bulunuyordu. Ama işin astı ve hikmet! bu yönde değildi. Bu bakımdan kınandı ve
getirdiği ganimet olduğu gibi kan pahası olarak ilgili kabileye gönderildi.
İslâm'ın asıl gaye ve hedefinin kervan soymak, adam öldürmek olmadığını hem
Ashab-ı kirama, hem de bütün kabilelere anlatmak ve duyurmak gerekiyordu. İşte
Peygamber (A.S.) Efendimiz de onu yaptı..
Uhud Savaşında verilen
emre uyulmadığı için savaşın kaderi değişti ve küçük bir itaatsizlik Islama pek
pahalıya mal oldu.
O halde ilk bakışta
aleyhte bir durum da meydana getirse, yine verilen emre aynen uymak gerekir. [57]
İslâm, insan aklını ve
bilincini, algılama ve belleğini sadece görülebilen ve bilinebilen eşya ile
yüzyüze bırakmaz, onu bu dar çerçeveden kurtarıp fizik ötesine doğru yönettir.
Çemberi yavaş yavaş genişleterek sonsuzluğa doğru götürür. İlmin ve ilim
adamının belli bir sınırda kaldığına dikkati çeker, bu sınırın ötesinden haber
veren Peygamberlere ve Kitaplara dikkat etmesini telkin eder.
Bu bakımdan bir yerde
ortam ve onunla bütünleşen akıl ve idrâk kan dökmeyi uygun görür; Peygamber ve
Onun getirdiği Kitap bunu, uygun görmez. Çünkü birinin erişebildiği sınır ve
sonuç, diğerine oranla çok gerilerde kalır. Peygamber onun çok ilerisini,
hikmet ve esrarını görerek ve bilerek konuşur. «A İlah im! eşyanın hakikatini
bana öğret..» diye duada bulunması, bu hususu insanlara hatırlatmak içindir. O
halde biri eşyanın hakikatini, sebeplerin hangi hikmet ve esrar halkasıyla
bağlantılı bulunduğunu görmeden, bilmeden konuşuyor, ya da emir veriyor;
diğeri bunları görerek, bilerek konuşuyor, emir ve tavsiyelerde bulunuyor.
Bu bakımdan Cahş oğlu
Abdullah ile arkadaşları, Kureyş kervanıyla karşılaşınca, kendi akıl ve
İdrâklerine göre bir yargiya vardılar; işin ötesini, esrar ve hikmetini, diğer
bir tabirle eşyanın hakikatini görmeden, bilmeden hareket ettiler. Sonuç hiç
İyi olmadı. Allah ve Peygamberinin sevmediği bir olay meydana geldi. İnsan
kanı döküldü. Peygamber (A.S.) meydana gelen sebeplerin hangi hikmet halkasına
bağlı bulunduğunu ve hakikatin ne olduğunu bilip gördüğü için görünürde bir
zafer sayılan bu olayı kınadı ve ganimeti kabul etmedi.
Öldürülen şahıs, İslâm
düşmanlarının azılılarından olmasına rağmen Peygamber (A.S.) bu davranışı
İslâm'ın cihan dini olma hikmetine aykırı bulmuştu. Amaç insan öldürmek değil,
doğru yolu göstermek, hakikati öğretmektedir. Silah son çaredir. Burada ilk
çare olarak kullanıldığı için Peygamberin {A.S.) tatlı bakışlarında, güler
yüzünde bir değişiklik meydana gelmiş, üzüldüğü her halinden belli olmuştu.
İslâm'ın tertemiz
rahmet havasına giren mü'minlerin savaştan hoşlanmadıkları belirtiliyor. Zira
imân, insanda merhamet ve şefkat duygusunu geliştirir. Ayet'te mü'minlerin bu
duygusuna işaret ediliyor. Ne var ki bu duygu karşı tarafın gönlünde ve
dimağında gelişmediği sürece savaşların ardı arkası kesilmez. Bunun için
İslâm, savaşı bir bakıma, hastaya sunulan ve fakat içinde şifâ taşıyan çok acı
bir ilâca benzetir. Hasta hoşlanmadığı halde şifâ bulmak için onu kullanır. [58]
a) Allah yolunda yürümek isteyenlere karşı engeller
koymak,
b) Allah'ı inkâr edip. inanmışlara saldırmak,
onları üzmeye çalışmak,
c) İbâdet yerlerine gidilmesini, Allah'a secde
edilmesini önlemek, o yerlerdeki halkı sınır dışı etmek..
Kur'ân yukarıdaki
âyetle bu üç maddeyi, iniş sebebine göre önce Mekke ve oraya ibâdet için gitmek
isteyen mü'minler ve onlara engel olmaya çalışan müşrikler hakkında
noktalıyor. Sonra da bu ölçü ve anlamda davranan ve aynı engellerle
karşılaşacak olan bütün inanmışlar hakkında hükmü genelleştiriyor.
Allah'a inanılan bir
ülkede inanmışlara karşı bu anlam ve ölçüde bir politika uygulamanın ağır bir
suç, büyük bir günah olduğu, savaşı başlatıp adam öldürmekten daha beter bir
sonuç doğuracağı hatırlatılıyor. Çünkü :
1— Bir
millet daha çok güzel âdetleriyle, sağlam inançlarıyla ve Allah'a olan
kulluğun güzel anlamıyla varlığını sürdürür ve bütünlüğünü koruyabilir. Dinî
inançlara saygı gösterilmiyen, millî geleneklerin yıkılmasına göz yumulan ve
ibâdet yerlerine karşı iyi niyet beslenmiyen bir ülke-e maddecilik ön plâna
alınmış olur. Madde amaç ve hedef olunca ortadaki ahlâk, fazilet çiğnenir. Çok
geçmeden fakirle zengin arasında derin uçurumlar meydana gelir ve sınıf
kavgasına kapı açılır. Bu da önüne geçilmesi güc, fitne ve kargaşalık doğurur.
2— Spvgi,
saygı, yardımlaşma, dayanışma, insanlıktan yana hizmet ve insan haklan gibi
yüce duygu ve değerler daha çok dindarlık havası
içinde gelişir. Âhiret
kavramı silinip- sorumluluk duygusu kalblerde yer bulamayınca vicdanlar silik,
gönüller katı, istekler sınırsız, haklar anlamsız kalır.
3— Böyle bir
ortamda «Gemisini yürüten kaptandır.» düşüncesi yaygınlaşır; herkes geleceğini
maddî yönden güvenceye almaya yönelir. Üstü örtülü bir soygunculuk, haklara el
uzatmak, kısa yoldan zengin olmak mücadelesi gemi azıya alır.
Bunun için Kur'ân'ın
konumuzu oluşturan âyetiyle, Allah'a ibâdeti engellemenin ve fitne çıkarmanın
adam öldürmekten daha beter olduğu açıklanıyor. [59]
Murted (dinden dönen)
hakkında müctehit imamlar ve diğer ilim adamları farklı görüşler ve ictihadlar
ortaya koymuşlardır: Bu konuda geniş bilgi için fıkıh kitaplarında Murted
Ahkâmına başvurulması tavsiye olunur. [60]
Yukarıdaki âyetlerle
önce «Haram ayı»nda savasın büyük bir günah olduğundan; ama inanmışları Allah
yolundan alıkoymanın, onlara haksız ve caydırıcı bir politika uygulamanın ve
böylece cemaat arasında, millî yapıda fitne ve kargaşalık çıkarmanın daha
büyük bir günah olarak ilâhî hükümde yer aldığından söz edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
inanmışların sinsi ve caydırıcı bir politikanın kurbanı olmamaları için üç
şeye daha çok dikkatli olmalarının gereğine; inkarcılardan esen ve insan
ruhunu öldüren, beşer vicdanını silik hale getiren ve hiçbir zaman İslâmiyetle
uyum sağlayamıyan bir kültüre işaret ediliyor. Birlik ve beraberlik ruhu ve
anlayışı içinde böylesine zehirleyici ve beyin yıkayıcı bir fırtınadan
kurtulabilmek için Kur'ân'ın diğer tavsiyelerine uymakla beraber daha çok
insanı küfre ve ahlâksızlığa doğru çeken içkiden sakınılması, ihtiyaç fazlası
malın -sosyal adaleti gerçekleştirmek, zayıf unsurları güçlendirmek,
inanmışları bütünleştirip İslâm'ın hayat düzeni içinde kuvvetli ve örnek bir
millet yapmak için- lüzumlu görülen yerlere verilmesi; fitnecilere, inkarcılara
ve tek kelimeyle İslâm'ın karşısında olan inkarcılara yem olmaması, toplumu ve
onun birliğini tehdid eden anarşizme ve komünizme alet edilmemesi için kimsesiz
ve sahipsiz çocukların sokaklardan kurtarılması/ dinî ve millî kültürle
beslenip yararlı birer insan durumuna getirilmesi emrediliyor. [61]
219— Sana
h a m r (alkollü İçkî)den ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de
hem büyük günah, hem insanJar için (bazı) faydalar vardır; ama günahları (ve
zararları) yararlarından daha büyüktür.
Ve Sana (Allah için,
O'nun yolunda) neyi harcayacaklarını soruyorlar; de ki: Artanı... Böylece
Allah (Dünya ve Âhiret hakkında) düşünesi-niz diye size âyetlerini açıklıyor.
220— Hem sana yetimlerden soruyorlar, de ki:
Onlardan yana işleri düzeltmek (onların yararına hayırlı teşebbüslerde
bulunmak) daha hayırlıdır. Eğer onlarla
bir arada yaşarsanız, artık onlar kard&şlerinfzdlr. Allah (işlerini
düzenleyip yetimleri yetiştirmeyi, faydalı birer insan yapmayı) bozanı
düzeltenden ayırt edip bilir. Allah dileseydi sizi (bu hususta daha ağır bir
sorumluluk altına sokup) sıkıntıya uğratabilirdi. Şüphesiz ki, Allah yegane
üstün ve sonsuz hikmet sahibidir.
Başlarında Hattab oğlu
Ömer ve Cebel oğlu Muaz (R.A.) bulunduğu halde Ansardan bir cemaat, Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bize içki ve
kumarfm fenalığı) hakkında bir
fetva ver; çünkü her
ikisi de aklı giderici, malı alıp götürücüdür.» Bunun üzerine yukarıdaki ayet
indi. [62]
«Her sarhoş eden şey
hamr'dır ve her sarhoş eden şey haramdır.» [63]
«Dünyada içki içip ona
devam ettiği halde tevbe etmeden ölen kimse, âhirette (cennetin hayat verici)
içkisinden içemez. [64]
Yemen'in Ceysan
bölgesinden gelen bir adam. Peygamber (A.S.) Efendimizden kendi memleketinde
darıdan elde edilen içkiden sordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona :
— Sözünü ettiğin içki sarhoş ediyor mu? Dîye
sorunca, o da :
— Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine
Efendimiz (A.S.):
— Sarhoş eden her şey haramdır, buyurdu. [65]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden baldan elde edilen içkiden sorulduğunda ise şöyle buyurdu :
«Sarhoşluk veren her içki haramdır.» [66]
«Doğrusu üzümden bir
içki, buğdaydan bir içki, arpadan bir içki, hurmadan bir içki elde edilir.
(Başka bir rivayette : Darıdan da bir içki...) Ben sizi her sarhoş eden içkiden
men'ediyorum.» [67]
İmam Tirmizî buna :
«Baldan da bir içki...» cümlesini ekleyerek rivayeti tamamlamıştır.
«İçkinin aJım-satımı
haram kılınmıştır.» [68]
a)
Genellikle Türkçemizde keyif verici vp cjnrhno denilir. Arapcada buna ayni
tarif içinde HAMR 2°?^C aZ limeye yer verilmiş ve birkaç yerde an.lm.ştir.
b) HAMR :
Örtmek, mânasına gelen Hamare fiilinden türetilmiştir.Bu manayla
kad.nın başörtüsüne HİMAR denilir.Örtücü özelliği olanTZlm'o'™T
TiT0 ° T tabir ku"amlır Nitekim
H°<»«° S,û VT
TeteküiT k T tabir ku"amlır- Nitekim H°<»«° =
S,
YETEKUM! = Kaptanın*,
örtünüz! cümlesinde de ayn, fiilin emi «mistir. Icicl. ak., örttüğü, şuuru
perdelediği için "ona HAMR
Diğer bir
yorumla, kendi haline
bırakılıp tahammür ettiâi
Lrsriçkiiere bu isi ™
£ M*
c) Aklı
karıştırdığı, şuuru alt-üst ettiği için MUHAMERA'dan gelme ya da türetilme bir
isim olduğu da söylenir ki bu üc mâna aynı nokta, ya da odakta toplanır
d) HAMR,
iyice kaynatılan, ya da pişirilen üzüm suyudur. Aklı örten diğer içkiler
-sarhoş etmeleri nedeniyle- bunun hükmündedir. Nitekim KIMAR (kumar)ın her
çeşidi haram kılınmişsa da Kur'ân'da sadece MEY-SİR'den yeni isimleri ayrı, on
okun bir araya getirilip her biri için ismine göre bir nasip belirlenmesi ve
böylece kumar oynanmasından söz edilmiş, diğer kumar çeşitleri buna kıyas
edilerek haram sayılmıştır.
e) Müctehit
imamların cumhuruna göre, çoğu sarhoş eden her içkinin çoğu da, azı da
haramdır, İçene had (dinî ceza) gerekir. Hamr'den maksad, üzüm şarabı da olsa
diğer içkiler hem Sünnet, hem kıyas yoluyla hamr hükmündedir,
İmamlardan Ebû Hanîfe,
İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme ve Küfe âlimlerinden rey tarafdarı bir cemaatten,
üzüm ve hurma şarabından' başka iç- ' kilerden çoğu sarhoş edenin azı helâldir,
yani sarhoş olmayacak kadar içene had (şer'î ceza) gerekmez, anlam ve biçiminde
bir rviâyet yapılmışsa da bu görüş çok zayıftır ve Sünnete ters düşmektedir.
Çünkü sahîh hadîslerde böyle bir görüşe yer verilmeyip reddedilmiştir.
Mâide sûresinde bu
konuya tekrar dönülecek ve dah-a
geniş bilgi verilecektir. [69]
1— İmam Şafiî ve arkadaşlarının içtihadına göre
üzüm, hurma, bal, buğday, arpa, pirinç, darı ve benzeri maddelerden elde edilen
içkilerin hepsi -sarhoş ettikleri nedeniyle- haramdır. Azı da çoğunun hükmüne
ta-bi'dir.
Şafiî bu İçtihadında
yukarıdaki âyete yani hamr kelimesinin bütün içkileri içine alan bir deyim
olmasına ve bu konudaki sahih rivayetle bize kadar ulaşan: «Çoğu sarhoş edenin
azı da haramdır,» mealindeki hadîse dayanmıştır, [70]
2— İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadına göre -ki onun
zamanında hadîslerin tamamı toplanamamıştır- hamr sadece üzüm ve hurmadan elde
edi-
. lir. Diğer sarhoş
edici içkiler buna -tahrîm hususunda- kıyas edilir.
İmam Şafiî'nin
yukarıda belirttiğimiz içtihadına göre, sarhoş edici içkilerin içilmesi haram
olduğu gibi, dokunduğu yeri de necis eder. Kita-bu'l-Fıkhi
Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa .adlı kitabın birinci cildinde, Şafiî mezhebine bağlı
fukahaca, kolonya ve ispirto gibi antiseptik olan maddeler ma'fuvattan
sayılmış, böylece Şafiî mezhebinde de bu hususta kolaylaştırıcı bir kapı açık
tutulmuştur.
Adı geçen kitaptaki
yazının çevirisini nakletmekte yarar görüyorum: «Necis sayılan ve ilâçlarla
güzel kokulara karıştırılan ispirto ve benzeri sıvılar, bunları ıslaha ve
yararlı hale getirmeye matuf olduğu nisbet-te ma'fuvattan sayılırlar. Bu,
peyniri yararlı hale sokmak için kullanılan {dana ya da buzağının
kırkbayırından elde edilen) mayaya kıyas edilmiştir.» [71]
İmam Ebû Hanîfe'nin
içtihadına göre, üzüm ve hurmadan elde edilen şaraptan başka diğer içkilerin
içilmesi haramsa da necis sayılmazlar. Çünkü bu konuda bir nass vârid
olmamıştır; âyet sadeee iki maddeden elde edilen şarabı « r i c s = murdar»
-saymıştır. Hadîslerde ise bunların necis olduğuna dair açık bir kayıt mevcut
değildir.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz eserde yine Hanefilerin bu hususla ilgiü görüşüne yer verilirken
sarhoş edici her içkinin azının da çoğu gibi haram olduğu kaydediliyor ve
müftabih olan hükmün bu doğrultuda bulunduğu belirtiliyor, [72]
Şarap, diğer bir
deyimle alkollü içkiler çok eski çağlardan beri bilinir. Semavî dinlerin hemen
hepsi bununla mücadele etmiş, ilâhî yasağı eğitim yoluyla işlerken diğer
taraftan bir takım cezaî müeyyideler de getirmiştir.
Elimizdeki Tevrat'ta
şaraptan söz edilirken şu cümleleri görmekteyiz:
«Ve Rab, Musa'ya
söyleyip dedi : İsrâiloğulları'na söyle ve onlara de:Bir erkek yahut bir kadın
adanan nezir adağını adamak için kendini RABBE ayırırsa, şaraptan ve içkiden
çekinecek; şarap sirkesi ve içki sirkesi
içmiyecek..» [73]
İncil'de ise şu
kayıtlara Taslamaktayız :
«Onlar yemek yerken
İsâ ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve şakirtlere verdi ve dedi: Alın,
yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse alıp şükretti ve onlara vererek dedi:
Bundan hepiniz için. Çünkü bu üe-nim kanım, günahların bağışlanması için bir
çokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babam (Rabbim)ın
melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim ogüne kadar, ben asmanın bu
mahsulünden artık içmiyeceğim.» [74]
«Ve onlara dedi ki: Bu
benim kanım, bir çokları için dökülen ahdin kanıdır. Doğrusu size derim:
Allah'ın melekûtünde onu taze olarak içeceğim güne kadar asmanın mahsulünden
artık içmiyeceğim.» [75]
«Çünkü Rabbin gözünde
büyük olacak, şarap ve içki içmiyecek ve daha anasının karnında Ruhulkudüs'le dolu olacak..» [76]
Fazla bir değişikliğe
uğratılmayan ve en eski İncil olarak kabul edilen BERNABA İncil'inde şarap ve
alkollü içkilerin yasak olduğu daha açık biçimde anlatılmaktadır.
Islâmiyetten önce Arap
Yarımadasında da alkollü içkiler çok yaygın halde idi. İnsan hayatına yepyeni
bir dinamizm getiren, insana ancak uygun olanı, ruhunu, vicdanın' kirletmiyen
şeyleri mubah sayan İslâm Dini, Arapların puta olan bağlılıkları kadar içkiye
olan tutkularını bir çırpıda yasaklamadı,
bu konuda ayrı
ayrı zamanlarda dört âyet
indi. Böylece
indilerinde konu
tahrife uğratılmıştır. Luka încil'in-'"M belge, en doğrusudur.
kademeli bir biçimde
yasağa doğru gidildi; dikkatler içkinin zararına doğru çekildi ve gönüller
iyioe ilâhî emirlere yatıştıktan sonra haram hükmü indirildi:
1. Başta Hattab oğlu Ömer ve Cebel oğlu Muâz bulunduğu halde Peygamber (A.S.) Efendimize gelen mü'minler:
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Bize içki ve kumar(ın kötülüğü) hakkında bir fetva ver; çünkü
ikisi de aklı giderip malı götürmektedir, diyorlardı. Bu devrede sadeee Nahl
Sûresinin 67. âyeti: «Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden sarhoşluk
veren içki ve güzel rızık edinirsiniz.»
mealindeki âyet inmiş
bulunuyordu. İçkinin güzel bir rızık olmadığına dikkatler çekiliyor, kafalarda
biı soru oluşturuluyordu. İlâhî murada kalbi acık bulunan Hazreti Ömer (R,A.),
içki ve kumarın aile ve topluma getirdiği fenalıkları düşünerek bir an önce
yasaklanması için fetva istiyordu. Bunun üzerine yukarıdaki konumuzu
biçimlendiren âyet indi.
2. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Ömer'i
(R.A.) çağırarak inen
âyeti ona okudu. Bunun üzerine Ömer: «Allahım! İçki hakkında bize şifâ
verici bir açıklamada bulun..» diye duâ etti. Bir süre sonra Nisa sûresinin 43.
âyeti şu mealde indi: «Ey imân edenler! Sarhoş iken -ne dediğinizi bi-Mnceye
kadar- namaza yaklaşmayın..»
Bunun üzerine namaza
ikamet edilince Resûlüllah'ın görevlendirdiği bir adam Müslümanlara seslendi:
«Sarhoş iken namaza yaklaşmayın!.»
Bu âyet, içkinin kötü
bir şey olduğuna daha fazla dikkatleri çekiyor, fekat haram kılındığına ait
kesin bir hüküm taşımıyordu. Ne var ki kafalardaki soruyu biraz daha
büyütüyor, aklı eren kişileri düşünmeye sevke-diyordu.
Hz. Ömer (R.A.), yine
tatmin olmadı ve : «Allahım! bize içki hakkında şifa verici bir açıklamada
bulun..» diyerek niyazda bulundu.
3. Bir süre sonra Mâide süresindeki tahrîm
ile ilgili kesinlik öl-cüsündeki âyet indi. Ömer (R.A.) artık tatmin
olmuştu : «Vazgeçtik, vazgeçtik!.» diyerek heyecan dolu bir tonla ilâhî yasağa
kayıtsız uyduklarını dile getirmişti. [77]
«Alkolün zerresi bile
zararlıdır. Kanın 1 santimetre küpünde yani bir gramında alkolün bir miligramı
yani bir gramın binde biri kadar küçük miktarı bulunursa o insanda alkol
zehirlenmesinin bütün belirtileri gözükür. Şayet bu miktar 4-5 miligram kadar
yükselirse zehirlenme şiddetlenir. İçen komaya girer ve belki de bu halde
kurtulamıyarak ölür.
Demek ki alko[ün bir
zerresi bile zehirdir ve insan sağlığına büyük zararlar yapar. Alkol,
diyebiliriz ki insan vücudunun her tarafına zararlıdır, fakat en çok beyin'e
dokunur.
Alkollü içki, içilir
içilmez, mide ve barsaktan kana karışır, vüeudun her tarafına dağılır. Fakat en
çok ve çabuk gidip oturduğu ve zararını gösterdiği yer beyindir.» [78]
Kur'ân'da bu âyetle
çok önemli üç konu üzerinde duruluyor:
1. Alkollü içkiler,
2. İhtiyaç fazlası artakalanı Allah yolunda
gereken yerlere harcamak,
3. Yetimlerden yana işleri en uygun biçimde
düzeltmek ve düzenlemek..
Sosyal yapımızla her
zaman yakından ilgili bulunan bu üç konuyu Müslüman bir millet olarak çözüp
amacına ulaştırmak zorundayız. Alkollü içkiler şişedeki gibi durmaz, yalnız
içene değil yakın ve uzak bütün çevresine de zarar verir.
Vücudu zehirliyen,
aile bütçesini sarsıp yuvayı tedirgin eden ve kişiyi sosyal bünyeye yararlı
olmaktan uzaklaştıran içkiye verilen paranın ondabiri fakirlere, düşkünlere,
yetiştirme yurtları ve çocuk esirgeme kurumlarına verilse, ülkemizde başıboş,
kendi kaderine terkedilmiş tek çocuk kalmaz, millî bünyeyi için için tehdit
eden yüzbinlerce aile yuvasının sıcak ilgisi dışında, eğitim nîmetinden yoksun
gençler ortalıkta başıboş dolaşmaz ve bir takım ideolojilerin kurbanı olmazdı.
Nitekim ikinci ve
üçüncü maddeler özellikle günümüzün sosyal meselelerine bu açıdan kapı açmakta
ve aklı eren her vatandaşın vicdanına ve irfanına seslenmektedir. Bugün
memleketimizde yüzbinlerin üstünde kimsesiz başıboş, eğitimden yoksun, dinî
ahlâktan uzak çocuk ve gericin bulunduğunu biliyoruz. Bunlara yukarıdaki
âyetin doğrultusunda kurtarıcı bir e! uzanmadığı takdirde gelecekte nasıl bir
anarşinin doğacağının haber vermek herhalde keramet ya da kehânet sayılmasa
gerek. [79]
Yukarıdaki âyetlerle
aile ve sosyal yapıyı zedeliyen, fertleri dünya ve âhiret konusunda yararlı
olmayan davranışlar peşinde koşturan içkiden söz edildi. Cemaatleşme şuurunu
geliştiren, zenginle fakir arasındaki mesafeyi kısaltan, sosyal bünyeye güç
kazandıran ve birbakıma sosyal adalet kavramının geçerlik kazanmasına ortam
hazırlayan yardıma dokunuldu; sonra da toplum için her geçen gün öaşlıbaşına
bir problem olan, millî bünyeyi rahatsız eden kimsesiz çocukları korumanın
önemine parmak basıldı. Aşağıdaki âyetlerle bu konuyu tamamlar anlam ve ölçüde
gayr-i müslim kadınlarla evlenme konusu işleniyor; yuvayı dişi kuşun yapacağı
doğrultusunda evlenilecek kadının önemine işaret ediliyor. Aynı din ve inanca
sahip olan kişilerin daha iyi anlaşabileceğine kapı açılıyor, bu nedenle müşrike bir kadınla evlenmektense
Allah ve Resulüne
dosdoğru inanmış bir
cariye, ya da hizmetçi kadınla evlenmenin daha hayırlı sonuç vereceğine
dikkatler çekiliyor. [80]
221— Allah'a
ortak koşup inkâr içinde bulunan kadınlarla -imân edinceye kadar- evlenmeyin.
İnanan bir câriye, Allah'a ortak koşan bir kadından -bu sizi imrendirse bile-
herhalde hayırlıdır. Allah'a ortak koşup inkâr içinde bulunan erkeklerle -imân
edinceye kadar- Müslüman kadınları evlendirmeyin. Herhalde inanan bir köle
Allah'a ortak koşan (hür) bira-damdan -sizin hoşunuza gitse bile- hayırlıdır.
İşte onlar (sizi) ateşe çağırırlar. Allah ise kendi İzniyle Cennet'e ve
mağfirete (günahları temizle-
yip bağışlanmaya)
çağırır da âyetlerini, ibret ve öğüt alsınlar diye insanlara (böylece)
açıklar.
Müfessir Süddî bu
konuda diyor ki:
Ashabdan Abdullah bin
Ravaha (R.A.), siyah bir cariyesine kızdı ve kendine hâkim olamiyarak ona bir
tokat vurdu. Sonra yaptığına pişman oldu. Peygamber'e (A.S.) gelerek durumu
anlattı. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona sordu :
— Sözünü ettiğin cariyenin inancı nedir?
— Oruç tutar, namaz kılar, güzel abdest alır ve
Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed (A.S.)m da Allah'ın kulu ve
peygamberi bulunduğuna tanıklık eder.
Diye cevap verdi.
Peygamber (A.S.):
— Ya Ebâ Abdillah! bu câriye mü'minedir...
Diyerek onun dikkatini
çekti. Abdillah! bin Ravaha, (R.A.) Peygam-ber'in (A.S.) ne demek istediğini
anlamakta gecikmedi; biraz daha üzüldü ve hemen orada sözü' edilen cariyeyle
evlenmeye karar verdi:
— Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a
andolsun ki onu hürriyetine kavuşturup kendisiyle evleneceğim, dedi ve öyle
yaptı. Ne var ki aklı ermiyen bazı adamlar onu câriyesiyle evlendiği için
kınadılar. O nedenle yukarıdaki âyet indi. [81]
«Kadın dört
özelliğinden dolayı nikahlanır: Malı için, soyluluğu İçin, güzelliği için ve
dindarlığı için.. Aman sen dindar olanına zafer bul (onunla evlen) ki ellerin
bereketle dolsun!» [82].
«Dünya yararlanılacak
şeylerin tâ kendisidir. Ama onun en hayırlı yararlanılacak şeyi, dindar iyi
huylu kadındır.» [83]
«Kadınları sırf
güzelliklerinden dolayı nikahlamayın; olur ki güzellikleri onları helak
edebilir. Onları mallarından dolayı da nikahlamayın; olur ki malları onları
itaatsizliğe sürükleyebilir. Kadınlar dindar oldukları için onlarla evlenin,
Andolsun ki dindar olan siyah bir câriye daha iyi ve daha uygundur.» [84]
«Allah'a ortak koşan»
şeklinde çevirisini yaptığımız bu kelime üzerinde bir takım yorumlar yapılmış
ve bazı rivayetlere yer verilmiştir:
a) Puta tapanlar.
b) Puta tapanlarla «Üzeyir Allah'ın oğludur» ve
«İsâ Mesîh Allah'ın oğludur» diyenler.
c) Puta tapanları ve
Kitap ehlinden «Peygamber
Allah'ın oğludur» diyenleri
kapsamaktadır. Mâide
süresindeki âyetle Kitap ehlinden olan kadınlarla evlenmeye cevaz verilince bu
âyet genej ölçüde kalmayıp sadece puta, ateşe, güneşe ve yıldızlara tapanlarla
özellenmiştir.
d) Mâide sûresinin hükmü bu âyetle kaldırılmış
ve puta tapanlarla Yahudi ve Hıristiyanlar da hükmün kapsamına alınmıştır.
İmam Şâfiînin bir
içtihadı da bu anlamdadır. İmam Ebû Hanîfe, Mâide Sûresinde:
«......kendilerine kitap verilen (Yahudi ve HıristiyanJIerin
yiyeceği size
helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir. İnanan iffetli kadınlarla,
sizden önce kendilerine kitap verilenlerin iffetli kadınları, -iffetli
olduğunuz, zina etmediğiniz, gizli dost tutmadığınız halde- (nikâh akdi
yaparak) mehirlerini verdiğinizde (size helâldırlar).» mealindeki âyetin bunu
açıklar anlamda olduğunu söylemiştir. [85]
İmam Mâlik, Evzaî ve
Sevrî de aynı ietihad ve görüştedirler.
e) Abdullah bin Ömer'den, Allah'a ortak koşan
kadınların mü'min erkeklere haram kılınması hakkında sorulduğunda, şu cevabı
vermiştir «Rabbim İsa'dır, diyen bir kadının bu ölçüdeki sözünden daha
büyük bir şirk bilmiyorum.»
f) Ashab ve Tabiînin çoğu ise Kitap ehli kadınlarla evlenmeyi câİ2 görmüşlerdir. Bu
nedenle Abdullah bin Ömer'in (R.A.) yukarıdaki içtihadı hüccet olarak
alınmamıştır, Nitekim Kitap ehlinden birer kadınla evlenen Talha bin Abdullah
ile Hüzeyfe bin Yeman'ı ikinci halîfe Hz. Ömer (R.A.) çağırarak, evlendikleri o
kadınlardan ayrılmalarını emretmiş; bunun üzerine aralarında şu konuşma
geçmiştir:
— Bize kızma, mademki emrediyorsun, onları
boşayalım.
— Boşamanız caiz olsa, nikahlamanız da caiz
sayılırdı. Ama ben bo-şayın demiyorum, sadece sizinle o kadınları birbirinizden
ayırmak İstiyorum.
Başka bir rivayette
ise aralarında şu konuşma geçtiği tesbit edilmiştir :
Hüzeyfe: — Bu
kadınlarla evlenmenin haram olduğunu mu iddia ediyorsun? Bu takdirde onları
derhal salıverelim, gitsinler.
Ömer : — Hayır, haram
olduğunu söylemiyorum; bunu âdet haline getirerek Müslüman kadınlarla
evlenmeyip Kitap ehliyle evlenmeye rağbet edilmesinden endişe ediyorum!. [86]
g) Kitap
ehli kadınlarla evlenmeyi haram sayan bir ashab bilmiyoruz.
h) Ebû
Hanîfe ve arkadaşlarına göre, sadece Kitap ehli olan hür kadınlarla değil,
onların câriyeleriyle de evlenmek caizdir.
i) «Allah'a
ortak koşup inkâr içinde bulunan erkeklerle -imân edinceye kadar- Müslüman
kadınları evlendirmeyin.» cümlesinden, müçtehit imamların bir kısmı nikâhın
ancak veliyle sahîh olacağını istinbat ve is-tidiâl etmişlerdir.
Âyetin açık
anlatımından çıkarabiliriz ki, belirtilen konuda Müslüman kadınların
evlenmesini önlemek veliden ziyade devletin yetkili organlarına bırakılmıştır.
Veliyle velayeti altındaki kişileri karşıkarşıya getirmek, aile bünyesinde
birtakım huzursuzlukların doğmasına neden olur. Devletin yetkili organlarına
bırakmak İse en önleyiei bir yoldur.
«Kadın kadını
evlendirmesin; kadın kendi kendini evlendirmesin!» anlamındaki hadîs [87] ile
«Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikâhla-nirsa, onun nikâhı hükümsüzdür,
onun nikâhı hükümsüzdür, onun nikâhı hükümsüzdür.»[88]
anlamındaki hadîsi, İmam Şafiî ve bir rivayette İmam Mâlik delil olarak almışlar,
böylece velisiz nikâhın sahih olmayacağına hükmetmişlerdir. İmam Azam Ebû
Hanîfe haber-i vahid sayılan bu hadîsleri dayanak olarak almamış, âyetin açık
anlatımından velisiz nikâhın sahîh olduğunu söylemiş ve: «Kadın kendine denk
biriyle iki şâhid huzurunda evlenirse, bu nikâh caiz olur» demiştir. [89]
İslâm bütün milletlere
gönderilen son din olma özelliği ve her ırkla ilgi kurma metodu içinde
varlığını sürdürür. Bilhassa Kitap ehli (Hıristiyan ve Yahudî) olan milletlerle
daha çok ilgi kurmayı öngörür; barış atmosferi içinde siyasal çarkını bu
ölçüye göre çevirir. Kendine has kültürünü rahmet havası İçinde yayarken başka
milletlerin kültürüne kapı açmaz. Ama bunun yanında ilim ve tekniğe olan hayranlığını
belirtir ve bunun için kapılarını sürekli olarak açık bulundurur.
İslâm'ın başka
milletlerle olan ilgisini İki ölçüde belirtmek mümkündür: Kitap ehli
olmayanlar. Kitap ehli olanlar.
Birincilerle olan
ilgisi:
a) İlim ve teknik,
b) Ticarî anlaşmalar,
ç)
Diplomatik görüşmeler. İkincilerle olan ilgisi:
a) İlim ve teknik,
b) Ticarî anlaşmalar,
c) Komünizm ve materyalizm akımlarına karşı
ortak tavır alma, bir güç meydana getirerek en büyük fitneyi önlemeye çalışmak,
d) Ülke ve aile yaran söz konusu olduğunda
onlardan kız almak,
e) Diplomatik görüşmeleri sürdürmek.
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz'in Kitap ehliyle olan ilgisi hem çok ölçülü, hem çok yararlı bir
düzeyde bulunuyordu. Onlar anlaşmaları bozmadıkça Müslümanlar tarafından
yıkıcı bir faaliyet şöyle dursun birinin burnunun kanamasına bile cevaz
verilmemiştir. İslâm ülkelerinde yaşıyan zimmîlere (gayr-i müslim vatandaşlar)
her zaman sıcak ilgi gösterilmiş ve hakları korunmuştur.
Bedir savaşında esir
edilen putperestler bile İmha edilmemiş, okuryazar olanları, kurtuluş akçesi
yerine on tane Müslüman çocuğuna oku-ma-yazma öğretmesi Karşılığında serbest
bırakılmıştır.
Tjcarî konuda hem
Bizans'la, hem Yemen ve Afrika ülkeleriyle alışverişte bulunulmuştur.
Müslümanlar vakit bulduklarında yazın Şam'a, kışın Yemen'e ticarî kervanlar
göndermişlerdir. Kureyş sûresinde bilhassa bu konuya dokunulur ve dikkatleri
çeker anlamda bir açıklama yapılır. Cahiliye devrinde olduğu gibi, Resûiüllah
{A.S.) ve dört halîfe devrinde de bu ülkelerle ticarî münasebetler
sürdürülmüştür.
Kitap ehli olan Yahudi
ve Hıristiyanlarla yukarıda belirtilen konularda sürdürülen ilgiden başka bir
de onların boğazladığı hayvanların Müslümanlara helâl olduğu, onların
hazırladığı yemeğin (Haram bir maddeden yapılmadığı takdirde) Müslümanlara;
Müslümanların da yemeğinin onlara helâl sayıldığı açık bir hüküm olarak
Kur'ân'da yer almıştır. Çünkü onlar da Allah'a inanmaktadırlar. Değişikliğe
uğramasına rağmen ellerindeki semavî kitaplarla kısmen olsun amel
ettiklerinden dolayı hem dinsizlerden, hem putperestlerden daha yakın
sayılmışlardır.
İslâmiyet derin
hikmeti, geniş anlamı ve cihan dini olma özelliği ve ölçüleri içinde
insanlıktan yana getirmiş bulunduğu rahmet ve mutlulukla gönülleri fetheden
hoşgörüsü sayesinde çağlar boyunca dünya milletleri arasında denge unsuru
olmuş ve birçok ülkelerin kendiliğinden Müslüman olmasına vasat ve imkân
sağlamıştır. Arap Yarımadasi'ndaki Hıristiyanlar çok geçmeden îslâmiyete
girmiş ve putperestlerden daha ölçülü bir anlayış içinde bu dine bağlanmışlardır.
Mekke müşriklerinin azgınlık ve küstahlığına karşılık Habeşli Hıristiyanların
görmedikleri halde başta kralları Necaşi olmak üzere son Peygambere ve
getirdiği dine hayranlık duymaları bunun bir kanıtıdır. Buharî'nin, Rum lideri
Hirekl'in son Peygamber hakkındaki bilgi ve ilgisinin yüksek bir düzeyde
bulunmasıyla ilgili naklettiği rivayet ise bu konuda bir başka belge olarak
kitaplarımızda yer almaktadır.
Musevîlik sadece
İsrâiloğulları'na has bir din anlamında bulunduğu için başka dine bağlı bulunan
milletlerle sadece diplomatik ilişkiler kurar, ticarî anlaşmalar yapar, ilim ve
teknik alış-verişinde bulunur, fakat kız verip almaz, kendi dinini yayma
politikası yoktur, buna ihtiyaç da duymaz. Tevrat'ta bu konuda şu kayıtlara
Taslamaktayız:
«Onlarla (diğer
milletlerle) ahdetm iveceksin ve onlara acimiyacaksın ve onlarla hısımlık
etmiyeceksîn; kızını onun oğluna vermiyeceksfn ve onun kızını oğluna
almıyacaksın.» [90]
Hıristiyanlığı kendi
beşerî düşünce ve ihtiraslarına göre yeniden düzenleyen Paul'un da bu konuda
aldığı bazı önlemler vardır. [91]
Kitap ehliyle olan
bunca ilgimize rağmen Müslüman kadınları onlarla evlendirmemize cevaz
verilmemiştir. Kur'ân'da bu konuda hem aile reisine, hem devletin yetkili
organına engel koyması için yetki verilmiştir. Çünkü Kur'ân yüksek hikmetleri
terennüm eden ve Levh-i Mahfuz'dan kaynaklanıp indirilen en mükemmel kitaptır.
Olayları, meseleleri sonuçlarına göre değerlendirip hükme bağlar. Her konuda
ve olayda inanmışların yararını, insan haklarını, dinin selâmetini, milletin
mutluluk ve huzurunu ön plâna alır. Bu nedenlerle Kur'ân diğer milletlerle
olan bütün ilgi ve bağlantılarımızı beş önemli sünnetin korunmasına yöneltir:
1. Son dinin indiği gibi bütün sadeliğiyle
korunması, insan müdahalesinden uzak tutulması, beşer aklına göre
gelişigüzel birtakım yorumlarla
hedefinden saptırılmaması,
2. Dinî ve millî ahlâkın en ölçülü ve tesirli
biçimde korunması, yabancı kültürle karıştırılmaması,
3. Yaşamımızla ilgili ilâhî kanunun (hayat
kanunu) amaç ve nedenselliğinin bilinmesi ve yeteri kadar korunması,
4. Ruhu, vicdanı, akıl ve zekâyı geliştirme
yollarının ve metodlarimn araştırılması ve bu yüksek nî'metlerin bir takım
keyif verici zehirli maddelerle yıpratılmaması,
5. Neslin dinî ve millî yapımıza göre
biçimlendirilmesi ve sağlam bir eğitimle geliştirilip korunması...
Kur'ân ve Sünnetin
öngördüğü bu beş prensibin işlerlik kazanmasında ve yaygın hale gelmesinde
erkek ve kadının rolü çok büyüktür. Ne var ki bu konularda daha çok kadın
erkeğin etkisi altında kalır. Kitap ehlinden olan namuslu kadınlarla evlenmeye
oevâz verilmesinin sebep ve hikmetlerinden biri de budur. İlâhî kanun her zaman
çocuğu annesine tercîh etmiştir. Bu nedenle anne çocuğuna bütün sevgisini sergilerken
baba ise inançlarını ve düşüncelerini enjekte eder. Kısacası anne sevgi, baba
fikir verir.
Görülüyor ki kadın ile
erkek birçok konularda olduğu gibi yetiştirilmekte olan kuşağı eğitmede de
farklıdırlar. Bununla beraber birbirlerini tamamlayıcı elementler gibidirler.
Hayatla ilgili ilâhî sünnet doğrultusunda her biri kendine has görevi yapmak
zorundadır. Aksi halde düzen bozulur. [92]
Yukarıdaki âyetlerle
milletin temel yapısını oluşturan aileden ve onun hangi ölçüler içinde
kurulmasından söz edildi. Aynı dine bağlı bulunan çiftlerin daha çok mutlu
olacaklarına işaretle inanmış bir kadın câriye bile olsa, inanmıyan hür
kadından çok daha hayırlı olduğu anlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle, kurulan aile
yuvasında çiftler arasındaki cinsel yaklaşmadan, kadının aybaşı halinden
kısaca bahsediliyor, hem dini, hem sağlığı korumanın yolları anlatılarak içten
dışa vuran bir temizliğin önemine dikkatler çekiliyor. [93]
222— Sana kadınların ay hâlinden de soruyorlar, de
ki: O bir ezâ (kadını sıkıcı, erkeği tiksindirici, fakat kadın için yararlı)
bir şeydir. Bu sebeple ay hâlinde
iken kadınlardan uzak durun; temizlenmelerine kadar onlara
yaklaşmayın. İyice temizlendikleri
zaman Allah'ın size emrettiği yerden
(üreme organından) onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çokça tev-oe edenleri ve
iyice temizlenenleri sever.
223— Kadınlarınız sizin (ürün veren,
insan yetiştiren) tarlamzdir; arianıza nasıl (ve ne zaman)
isterseniz geliniz. Bir de kendiniz için ön-eaen (güzel ve yararlı) amelleri
sunun; Allah'tan korkun; O'na mutlaka susacağınızı bilin. Ve Sen, inananları
müjdele!
İmam Ahmed bin
Hanbel'in tesbîtine göre: Yahudiler, kadınlarından kan gelmesi halinde bütün
gün mundar kalacaklarına inanırlardı.Onlara göre kadının bu mundar hali yedi
gün sürer, dokunduğu ve yattığı her şey de mundar olur. Yahudi şeriatındaki bu
hükümleri bilen bazı Müslümanlar, kadınların ay halinden sordular. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi.
Bir de Hz. Ömer (R.A.)
ve birkaç ashab cinsel yaklaşmada belli bir biçim ve kural uygulamıyorlardı.
Halbuki Medine'deki Yahudiler bu konuda daha çok kadının sırtüstü yatması
biçiminde bir kural uyguluyor, bunun dışında bir yaklaşmadan doğacak olan
çocuğun şaşı olacağını söylüyorlardı. Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize
nakledildiğinde Bakara sûresinin 223. âyeti indi. [94]
«Aybaşı halinde kadına
cinsel yaklaşmanın dışında her şey yapın
(öpmek, okşamak gibi davranışlarda bulunun!)» [95]
«Şüphesiz ki Allah
hakkı (söylemekten) utanmaz ; Kadınlara dübür-lerinden münasebette
bulunmayın..» [96]
«Karısına dübüründen
cinsi yaklaşmada bulunan bir kimseye Allah rahmet nazarıyla bakmaz.» [97]
«İyice temizlendikleri
zaman onlara yaklaşın.»
a) Kan kesilip ongun, ya da onbeş günün
bitiminde onlara yaklaşın.
b) Kan
kesilip ongun, ya da onbeş gün tamamlanmadan yıkanma-dıkça (boy abdesti
almadıkça) onlara yaklaşmayın.
c) Kan kesilip su ile iyice yıkandıklarında
onlara yaklaşın.
d) Kan kesilip tenasül cihazlarını (üreme
organlarını) iyice yıkadıklarında onlara yaklaşın.
Yukarıda anlamını
sunduğumuz âyetin yorumunda ilim adamları üç mâna üzerinde durmuş, bazı
tefsircilerimiz bunu dörde çıkarmıştır. Karı-koca arasında herhangi bir
tiksinme ve iğrenmeye neden olmaması; gereken temizliğin sağlanması ve üreme
organının mikroplardan gerektiği gibi korunması için son üç yorum, İslâmın
genel prensiplerine daha uygundur. Özellikle (b) ve (c) maddesindeki yorumlar
tavsiyeye daha elverişlidir.
Bu nedenle:
1. Aybaşı
halinde bulunan kadınla cinsel yaklaşmada bulunmak haramdır, büyük günahlardan
sayılmıştır. Bu konuda icmâ' vardır. Bunu helâl sayan kimse dinden çıkar.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz: «Kim ay halindeki kadına cinsel yaklaşmada bulunur veya onu
dübüründen kullanırsa ve bir de kâhine (gaipten haber veren büyücüye) giderse,
Muhammed'e indirilen hakikati inkâr etmiş olur.» [98]
2. Aybaşı halinde bulunan kadına cinsel
yaklaşmada bulunan kimse hem büyük günah işlemiş olur; hem İmam Ahmed bin
Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin «Kavl-i kadîm»ine göre keffaret gerekir. [99]
İmam Ebû Hanîfe, İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'nin «Kavl-i cedid»ine göre keffaret gerekmez, sadece
istiğfarla yetinir.
Tirmizî bu keffareti
şöyle nakletmektedir: «Kadından gelen akıntı henüz kırmızı renkte ise bir
dinar, sararmış vaziyette ise yarım dinar verilir.» İmamların çoğu bu rivayeti
sened olarak almamışlardır.
3. Ay halindeki kadının göbekle diz arası
dışında diğer yerlerini ok-şayıp yararlanmakta bir sakınca yoktur.
4. Ay halinde olan kadına namaz kılmak, oruç
tutmak, câmi'lere girmek, Kur'ân okumak, Mushafa el sürmek, Mushaf'ı taşımak
haramdır.
5. Allah iyice temizlenen, bu konuda da
Peygamber (A.S.) Efendimi-
zin Sünnetine göre
davranan inanmış kadınları ve erkekleri çok sever.
6. Karısını
dübüründen kullanan ise hem büyük, günah işler, hem lanete uğrar. Çünkü
ResûlüJlah (A.S.) Efendimiz: «Karısına dübüründen yaklaşan kimse mel'undür.»
buyurmuştur. [100]
Dölyatağinda belli
nedenlerle içzarı hücrelerinde bir büzülme ve gerilme olur. Bu büzülme
özellikle büklümlü damarcıkların sıkışmasına neden olur; böylece bütünlüğünü
yitiren ve parçalanan bu çok ince damarcıklardan bir kanama gerçekleşir. Bu
kanamaya âdet kanaması adı verilir. İnce damarların başlarının açılması ve
kanamaya devam etmesi döl-yatağının en duyarlı devresidir. Kadının bu devrede
sinir sisteminde bir gerilme, bunun sonucu asap bozukluğu meydana gelir. Bazı
kurallara dikkat edilmediği takdirde aşağıdaki bozukluk ve hastalıklara
yolaçar, ya da açabilir:
a) Yumurtalığın mikrop kaparak iltihaplanmasına
ve erken müdahale edilmediğinde rahmin fonksiyonunu kaybetmesine neden olur.
b) İfraz edilen
kanın erkeğe bulaşması bir takfm
arızalara sebep olur. İdrar yollarında anormal durum meydana gelebilir. Bunun
sonucu spermanın azalması gibi kısırlığa yol açan arızalar zuhur edebilir.
c) Dıştan bazı tehlikeli mikropların tenasül
aletiyle dölyatağına geçmesine ve birtakım hastalıkların ortaya çıkmasına
sebep olur. [101]
Elimizdeki mevcut
Tevrat nüshalarında şu cümlelere Taslamaktayız:
«Kadınlardan kan
gelmesinde, kadının yedi gün mundar sayılması lâzımdır. Bu sırada ona
dokunanlar da bütün gün için mundar olurlar, Böyle bir kadının yattığı yatak,
üzerinde oturduğu her şey mundardır. Bunlara dokunanlar da bütün gün için
mundar olur, ancak yıkanarak ve elbiselerini yıkayarak temizlenebilirler.
Böyle bir kadınla yatan erkek mundar olur ve onun da üzerinde yattığı her şey
mundar sayılır. (Kanı kesilen kadın da İki kumru ya da güvercin palazını kurban
olarak sunmak zorundadır. Ama bundan önce o da yıkanacak ve elbisesini
yıkayacaktır.» [102]
«Âdet mundarlığında
iken çıplaklığını açmak için bir kadına yaklaş-mıyacaksın.» [103]
1. TEVRAT : Aynalı olan kadını sadece yedi gün mundar sayar.
KUR'ÂN :
Kadını bu durumda mundar saymaz, ancak namaz, oruç, Kur'ân okumak, Mushafa el
sürmek, Kabe'yi tavaf etmek ve cami'lere girmek gibi birtakım ibadetleri
yerine getirmesini bu süre içinde yasaklar.
2. TEVRAT : Kadının bu halde yattığı yatağı, üzerinde oturduğu
her şeyi mundar sayar.
KUR'ÂN :
Bunların hiçbirini mundar saymaz. Aslında bunun mundar sayılması için ciddi bir
neden de yoktur.
3. TEVRAT : Ayhali olan kadının dokunduğu eşyaya dokunanların da
mundar sayılacağını açıklar.
KUR'ÂN : Bunların hiçbirini mundar saymaz.
4. TEVRAT: Kanı kesilen kadının iki kumru, ya da güvercin
palazını kurban etmesini emreder.
KUR'ÂN :
Böyle bir vecibe getirmez, herhangi bir öneride bulunmaz.
5. TEVRAT: Erkeğin, âdet
halindeki karısının vücudunu açmasını yasaklar.
KUR'ÂN :
Sadece cinsel yaklaşmayı yasaklar.
Görülüyor ki Kur'ân-ı
Kerîm'de geçen hüküm, çok duyarlı hale ge-ien kadını koruyucudur. Karı-koca
arasındaki ilginin zayıflamasını veya erkeğin tiksinmesini önleyicidir.
Dölyatağına mikrop geçmesini engeller; bunun dışında karı-koca arasındaki
cinsel bağların bîr kısmına devam imkânı verir.
Tevrattaki hükümler
çok sıkıcı ve külfetlidir. Kur'ân her esas ve prensibinde kolaylık getirir;
bir yandan Tevhîd akidesinin esaslarını, toplum düzenini, aile huzurunu
düşünürken, bir yandan da ferdin ve toplumun sağlığını korur. Böylece Tevrat'ın
bu hükümleriyle de günün şartlarına uymadığını, sosyal yapıya hitaptan uzak
bulunduğunu görmekteyiz. Kur an hem onu tashih eder; böylece hem insan
sağlığına ve psikolojik yapısına, hem sosyal bünyesine uygun hükümler getirir. [104]
Yukarıdaki âyetle
karı-koca ilişkileri, aile yuvasının devam ve huzuru için belli kurallara
uyulmasına, koruyucu hekimliğin önemine dokunuldu. Aşağıdaki âyetlerle,
iyilikte bulunmaya, kötülükten kaçınmaya ve insanlar arasını düzeltmemize
Allah isminin engel olarak konulmaması, yani bu tür iyilikleri yapmamaya yemin
edilmemesi, edildiği takdirde keffa-ret verilerek hayırlı olanına yönelinmesi
belirtiliyor; rasgele yeminlerden sorumlu tutulmayacağı haber veriliyor.
Böylece aile yuvasına ve sosyal yapıya iyilikte bulunmaya engel teşkil eden bir
yemin varsa, bunu keffa-retle gidermenin İlâhî rızaya uygun düşeceği çok özlü
bir anlatım biçimiyle yansıtılıyor. [105]
224— İyilik etmeniz, Allah'tan korkup günah ve kötülükden sakınmanız ve insanların arasını
düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinizle
engel yapmayın. Allah işiten ve bilendir.
225— Allah sizi, bilmeyerek rasgele yaptığınız
yeminlerinizden dola-yı sorumlu tutmaz. Ama kalblerinizin kasdettiği
yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
İkinci Halîfe Ebûbekir SIDDÎK {R.A.),
Hazreti Ayşe (R.A.)
hakkında ileri geri konuşan akrabası Mistah'a yardım etmiyeceğine yemin
etmiş,
sonra da merhamet
duygusu onu için için üzmeye başlamıştı; bunun üzerine yukarıdaki âyet
açıklayıcı olarak indi.
Diğer bir rivayette
ise, Ebûbekir Sıddîk (R.A.) evine getirdiği misafirlerle beraber yemek
yemiyeceğine yemin etmişti. Cenâb-ı Hak onun sa-deoe iyilik düşünerek yapmış
olduğu bu yemininin keffaretle bozulmasında yarar bulunduğunu belirtir anlamda
yukarıdaki âyeti indirdi.
Başka bir rivayette,
Abdullah bin Revaha (R.A.), eniştesi Beşir bin Nu'man ile konuşmayacağına yemin
etmişti. Daha sonra bunun hatalı olduğunu anlayarak pişmanlık duymuştu. Ama ne
çare ki yapılan bir yemin vardı, onu bozmak mümkün değildi. İslâm'a büyük
hizmetlerde bulunan bu şerefli aileyi sıkıntıdan kurtarmak ve aynı zamanda
ümmet için de bir rahmet olmak üzere yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [106]
«Andolsun ki, sizden
birinizin ailesi hakkında (aleyhine olacak bir konuda) yemin edip, yemininde
İnat ve ısrarda bulunması, (sonra da yeminini bozup) Allah'ın farz kıldığı
keffareti vermesinden Allah katında çok daha
günah sayılır.» [107]
«Bir şeye yemin eder
de başkasını ondan daha hayırlı görürsen (yeminini bozup) keffaret ver ve daha
hayırlı olan şeyi işle..» [108]
«Ailesi aleyhine yemin
edip bunda inâd ve ısrar eden kimse daha büyük günah işlemiştir; (çok sonra
vereceği) keffaret ona daha fazla yarar sağlamaz.» [109]
«Andolsun ki bir şey
için, -Allah dilerse- başkasını ondan daha hayırlı gördüğümde yemin etmem;
şayet yemin edecek olursam, herhalde yemini bozar, daha hayırlı olanını
yaparım.»[110]
«Ya Abderrahmân bin
Semure! Bir şey için yemin edersin de başkasını ondan daha hayırlı görürsen,
hayırlı olanına gelirsin ve yeminini (bozduğundan dolayı) keffaret verirsin.» [111]
«Adem oğlunun sahip
olmadığı bir şey için ne adak, ne de yemini olur; Allah'a isyan, O'na Karşı
günah işlemekte ve yakınlarından ilgiyi kesmekte de yemin olmaz. Kim bir şey
için yemin eder de başka şeyi ondan daha hayırlı görürse yeminini bozsun ve
hayırlı olanını işlesin. Çünkü (sözü edilen konulardaki yeminin) keffareti,
onu yapmayıp terketmektir.» [112]
«Bilmiyerek rasgele
yemin, adamın kendi evinde; Hayır
vallahi... evet vallahi., (gibi .alışageldiği ve dilinden düşürmediği)
sözlerdir.» [113]
«Allah sizi,
bilmeyerek rasgele yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz...»
Buna İslâm Fıkhında
«Yemin-i Lağv» denir:
a) Hazreti Aişe (R.A.)dan yapılan sahih rivayette
şöyle demiştir: «Kişinin kendi
evinde ve çevresinde konuşurken sözgelimi bir alışkanlık olarak Hayır
vallahi... Evet vallahi.. Değil vallahi., gibi
sözleri, Yemin-i lağv'dır. Bu
tür yeminlerde kalbferinin bir bağlantısı ve kasdı yoktur.» [114]
b) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ok atışı
yarışması yapan bir topluluğun bulunduğu yerden geçiyordu. Atıcıların ağzından
; «İsabet ettin vallahi.. Hedeften saptı vallahi.. Hata ettin vallahi..» gibi
sözler çıkıyor ve tekrarlanıyordu. Peygamber (A.S.)ın yanında bulunan bir adam
dayanamadı ve: «Ey Allah'ın Peygamberi! bunlar yemin ediyorlar», diyerek bu
konuda dinî hükmü öğrenmek istedi. Efendimiz ona şu cevabı verdi:
«— Hayır, hayır, atıcıların
yemini boş ve rasgele anlamsız bir yemindir; bundan dolayı ne keffaret, ne de
cezaî sorumluluk gerekir.» [115]
c) İbrahim Nahaî'ye göre, bir şey üzerine yemin
ettikten sonra yapılan yemini unutmaktır.
d) Zeyd bin Eslem'e göre, adamın, Allah gözümü kör
etsin şu İşi yapmazsam.. Allah beni evimden, malımdan çıkarsın, şu şu işleri
yerine ge-tirmezsem.. gibi rasgele söylediği sözlerdir.
e) Tavus'un İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete
göre, öfkeli halde yapılan yemindir.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
birara Öfkelenip Eş'arilere
binek vermiyeceğine dair yemin etmişti. Sonra bu yeminini bozdu, onlara binek verdi. [116]
f) Saîd bin Cübeyr'in İbn Abbas (R.A.Jdan
yaptığı rivayete göre, bu, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi kendine haram
kılınandır. Böyle bir yeminden dolayı keffaret gerekmez.
g) Saîd bin Müseyyeb'in tesbitine göre,
Ansar'dan iki kardeş aralarında taksim
edilmedik miras malı bulunuyordu. Onlardan
biri diğerine dedi ki:
— Şu mirası artık paylaşalım, olmaz mı? Diğeri
kızdı ve :
— Bir daha paylaşma sözünü edersen malımın
tamamı Kâ'be'nin yüce kapısı.için olsun! diyerek yemin etti veya adadı.
Durum İkinci Halîfe
Hazreti Ömer'e (R.A.) bildirildiğinde, onlara şu cevabı verdi: «Şüphesiz ki
Kabe'nin senin malına ihtiyacı yoktur. Yeminine keffaret ver ve kardeşinle
konuş. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden işittim, buyurdu ki: «Allah'a günah ve
isyan konusunda yaptığın yemin ya da adaktan dolayı sana bir şey gerekmez.
Yakınlarından ilgini kesmekte ve bir de sahip olmadığın bir şey hakkında ne
yemin ne de adak gerekli olur. (Yani bu konularda yapılan yeminden dolayı bir
şey gerekmez).» [117]
h) Adamın
bir şey üzerine -öyle olduğunu sandığı için- Allah ile yemin etmesidir. [118]
1) Günah
işlemek üzere Allah ile yemin etmektir. [119]
Bütün bu rivayetlerden
seçilen ve müetehid imamların çoğu tarafından hükme dayanak kabul edilen (a)
maddesinde Hazreti Aişe Validemiz (R.A.)dan nakledilen tariftir. [120]
İslâm, toplumun en
sağlam dayanağı olan aileye yepyeni bir anlam getirmiş; anneyi âdeta
kutsallaştırmış, «Cennet anaların ayaklan altındadır » sözüyle, ona hiçbir
toplumun gösteremediği saygıyı sunmuştur. Erkeği ise ailenin başı saymış ve
erkeklerin kadınlardan farklı durumlarına ve bu nedenle bir üstünlük taşıdıklarına
dikkatleri çekmiştir, «Erkeklerin onlardan bir üstün derecesi vardır,»,
«Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler; bu nedenle Allah erkekleri kadınlardan
üstün kılmıştır.» [121]
Evet, kan-kocayı
birbirinden farklı kılan şey yalnız üreme aletleri değildir; hücreleri,
psikolojik ve fizyonomik yapıları, yetenekleri, akıl ve irâdeleri de
farklıdır. Hatta kanlan bile cinsiyetlerinin anatomik ve kimyasal
özelliklerini taşımakla bir farklılık arzeder.
İşte İslâm,
çekirdeğinde her zaman hayatlarını birleştiren karı-koca-dan herbirine
-özelliğine göre- iş bölümü konusunda görev vermiş; birinin diğerine yeri ve
zamanı gelince yardımcı olmasını önermiş, birbirlerine karşı saygılı
olmalarını emrettiği gibi, işlerine de saygılı olmalarını belirtmiştir. Aile bünyesinde
bazı sürtüşmeler, tartışmalar olabilir; bunu bir gurur ya da onur meselesi
yapıp yemin ederek yanlış bir tutumda ısrar ve inat etmek saadetin havasını
değiştireceği gibi, ahlâk ve saygınlığın da rengini ve Ölçüsünü değiştirir. Bu
bakımdan karı-kocadan her birine düşen, fedakârlık ve feragattir. Yukarıdaki
âyetle, öfkelenip sözgelimi rasgele yeminlere bağlı kalmanın gerekli olmadığı
hatırlatılırken; aile ve yakınları arasındaki bağları koparacak, birliği,
mutluluğu bozacak, ahlâkı değiştirecek kesinlik ölçü ve anlamındaki yeminlerin
bozulması ve daha hayırlı olanının yapılması belirtiliyor.
Böylece İslâm, ailenin
ve yakınların en medenî ölçüler ve anlayışlar içinde birarada yaşamasını
öngörmekte; kırıcı, bölücü, üzücü ve küçük düşürücü söz ve davranışları
önlemeyi dinî bir vecîbe olarak koymaktadır'[122]
Yukarıdaki âyetle
günah ve kötülüklerden sakınmakta ve insanların arasını düzeltmekte, Allah
adıyla yapılan yemini engel yapmanın doğru bir düşünce ve davranış olmadığı
belirtildi ve sonra sözgelimi rasgele yeminlerin bir hüküm ve anlam taşımadığı
anlatılarak kaib ile kasdedilen ve anlam taşıyan, bağlantı yapılan yeminlerden
sorumlu tutulacağı açıkfandı. Bununla beraber daha hayırlı başka bir şey varsa,
yemini bozup o
şeyi yapmanın uygun
olacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle, yine
yeminin bir başka türüne dokunularak karılarına cinsel yaklaşmada
bulunmayacaklarına dair yemin eden erkeklerin bu müddeti en çok dört ay ile
sınırlıyabilecekleri anlatılıyor. Bu süre içinde karısına yaklaşmak isteyen
erkeklerin keffaret vermek suretiyle bu arzularını yerine getirebilecekleri
bildiriliyor. Ve kısaca boşama konusuna dokunularak, dört ayın geçmesine
rağmen karı-koca arasında bir uyum ve anlaşma sağlanamıyorsa o takdirde ayrılabilecekleri
hatırlatılıyor. [123]
226— Kadınlarına
cinsî yaklaşmada bulunmamaya yemin
edenlere dört ay beklemek gerekir. Şayet erkekler (bu süre bitmeden
keffaret verip karılarına) dönerlerse, şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.
227— Yok eğer boşamaya azmederlerse, (o takdirde
boşayabilirler.) Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.
Cahiliyye
devrinde erkeklerin çoğu
karılarına öfkelendikleri zaman onıarı aileden ayrı bir fert durumuna
düşürmek, onurunu ve annelik vas-nı zedelemek için bir, ya da iki yıl onlara
yaklaşmamaya yemin eder ve u davranışlarıyla böbürlenip kanlarına eziyet
ettiklerini utanmadan soy neraı .İslamiyet kadını birçok konularda ve hayatın
çoğu alanlarında erge eşdeğer kabul ettiği, onun annelik vasfına en üstün
saygıyı sunmakta arala" V°Ilan açık tuttu9u icin kadını bu durumdan da
kurtardı, karıısyla müddet riŞ'ddetlİ
gecimsizlik ve anlaşmazlık bulunduğu
takdirde, bir ondan uzaklaşmayı düşündüğünde kocanın bunu encokdörtaybir
süre ile
sınırlıyabileceğini hükme bağladı ve bir ay süreyle yaklaşmamaya yemin
etmesinin daha uygun olacağına işarette bulundu. Bunun için yukarıdaki âyet
indi. [124]
Bu, Kur'ân'ın yüce
anlatımından anlaşıldığına göre, üç, ya da daha
fazla hüküm
taşımaktadır:
1. Karısına yaklaşmamaya yemin edilen süre dört
aydan az olursa, sürenin bitmesini bekier ve cinsel yaklaşmada bulunmamaya
dikkat edip bu konuda sürenin bitimine kadar sabır gösterir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu konuda da ümmetine örnek vermek için bazı sebeplerden
dolayı bir kısım hanımlarına ya da hepsine bir ay süreyle yaklaşmamaya yemin
etti. 29 gün geçmesini bekledi, sonra onlara yaklaştı. Çünkü kamerî ayların
çoğu 29 gündür. Kadının bu bir aylık süre içinde kocasına cinsel yaklaşmada
bulunması için başvurması doğru olmaz. Erkeğin durumu da böyledir.
2. Yemin süresi dört aydan fazla bir zamanı
kapsıyorsa, kadının dört ayın bitiminde kocasına başvurması câîz olur. Koca bu
durumda ya cinsel yaklaşmada bulunur, ya da hâkim onu karısını boşamaya
zorlar.
3. Dört ay bitmeden koca yeminini bozar,
karısına yaklaşırsa keffa-ret öder. Çünkü bir şeyi yapmamaya yemin eden kimse
bunun aksini yapmayı daha hayırlı görürse, yeminini bırakır, keffaret öder. [125]
İmam Şafiî'nin Kavl-i
cedid'inde bu anlamda bir içtihatta bulunduğunu bilmekteyiz. [126]
Dört ayın bitiminde
koca karısına cinsel konuda yaklaşmıyacak olursa kadın boşanmış sayılır mı? Bu
konuda farklı içtihat ve yorumlar vardır :
a) Dört ayın bitiminde koca boşamadıkça talak
(boşanma) vâki olmaz,
b) Bir talâk vâki olur.
c) Bir ric'î (rec'i) talâk vâki olur.
d) Bir bâin talâk vâki olur.
e) Dört ayın bitiminde koca karısıyla cinsel
yaklaşmada bulunmazsa hâkim boşama karan verir.
Birinci maddedeki
içtihat, hicrî 5. asırdan sonra gelen ilim adamlarının cumhuruna aittir.
İkinci maddedeki içtihat, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mes'ud, Hz. İbn
Ömer, ve Hz. Zeyd bin Sabit'ten rivayet edilmiştir. Ashabın diğer büyüklerinden
buna uymayan rivayetler yapılmıştır. Üçüncü içtihat, Tabiînden Saîd bin
Müseyyeb'e aittir. Dördüncü ictîhad, Mesruk'a aittir. El-Hasen ile İkrime de
ayni görüştedirler. Beşinci içtihat, Buharînin naklettiği sahîh bir rivayettir.
İmam Şafiî de aynı içtihat ve görüştedir. Şafiî'ye göre, dört ayın bitiminde
en az onüc gün bekleme ve düşünme süresi vardır. [127]
Aile yuvası her
yönüyle saygı duyulmaya lâyıktır. Yukarıda belirtilen yeminler onun bu saygınlığını
zedelediğinden Allah'ın hoşnudluğuna uygun bir davranış sayılmamıştır.
Bir adamın mutlu
olabilmesi için bir can yoldaşına ve sıcak bir yuvaya ihtiyacı vardır. Bu can
yoldaşı kadından başkası değildir. O bakımdan karı-koca küçük hesapları,
bencilliği, bilgisizlere has gururu atmış ve aileye olan ihtiyacın yol ve
yöntemlerini kavramışsa, arzulanan yuva sağlam ve temiz duygular üzerine
kurulmuş demektir. Bir de karı-koca arasında inanç ve ideal birliğinin olması
her zaman aranır. Çünkü inanç birliği sorumluluk duygusunu kökleştirir.
Aile reisi olan baba,
lider sayılır. İdare ettiği kişilere doğruluk, merhamet ve şefkatla bağlılık
gösterir, Allah'a olan derin inanç ve saygısını günlük davranışlarıyla
yansıtırsa, aile yapısında en sağlam bağlar kurulmuş, karı-koca bütünleşip
birbirinden kopmaz bir bünye durumunu almış olur. Allah kadına, yetişmekte olan
kuşağın yararı için gereken duygu ve ilgiyi yeterince vermiştir. Böylece
insanlıktan yana en asil düşünce ve davranışın çekirdeğini onun ruhunun derinliğine
yerleştirmiştir. Bu bakımdan çoğu kez babanın en sıhhatli ve güçlü çocuğa,
annenin ise en zayıf ve hastalıklı çocuğa daha fazla ilgi duyduğunu görürüz.
Bu kadar asil bir
duygu ve sevgiye lâyık görülen kadını rasgele kırmak, üzmek ve onurunu zedelemek
için olumsuz yönde bir takım yeminlerde bulunmak, Allah'ın hoşnudluğuna ters
düşer. Cahiliyye devri insanlarının bu yollara başvurmasını Kur'ân kınamakta
ve kadın haklarının çiğnenmesini önlemektedir. Peygamber (A.S,) Efendimiz kendi
sünnet alanındaki davranışlarıyla bu tarz yeminin en çok bir ay süreye bağlanmasının
örneğini vermiştir. Bu da, aralarına soğukluk, anlaşmazlık giren karı-kocanın
bu tutumlarını daha ileri bîr düzeye götürmemeleri için bir müddet birbirinden
cinsel konuda uzak durmaları -şayet koca böyle bir yeminde bulunmuşsa- ailenin
geleceği bakımından belki daha iyi bir sonuç verir.
Bütün bunlarla beraber
karı-koca için her yaşta sabır mutlaka güzel bir anlayış ve tutumdur.
Hizmetçi ve cariyelere
karşı şefkatli ve insanca davranmayı emreden bir dinin evin öz hanımına karşı
nasıl davranılmasını öğütlediğini anlatmaya gerek var mıdır?
İlâ' (Cinsel
yaklaşmada bulunmamaya yemin) İslâm'ın koyduğu bir önlem değildir; Arap
Yarımadası'nda çok yaygın olan bir âdeti en zararsız duruma getirmektir. [128]
Yukarıdaki âyetle,
karısına cinsel yaklaşmada bulunmamak üzere yemin eden kimsenin yaklaşmama
süresini dört ay belirlediği takdirde bu süre dolmadan karısına dönebileceği ve
bu nedenle keffaret ödemesi gerektiği açıklandı. Belirlenen süre içinde
dönmeyip boşamak istediği takdirde, geçinme şansları kalmadığı için
boşayabileceği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle
boşamanın kısmen hükümlerine dokunuluyor, boşandıktan sonra kadının üç ayhali
ya da temizlenme gördükten sonra başka bir kocayla evlenebileceği belirtiliyor.
Şayet iki talâkla bir ayrılma meydana gelmişse, üç ayhali süresi dolmadan
kocanın rücû' edebileceği ve buna başkasından daha haklı bulunduğu özlü bir
anlatımla işleniyor, sonra da kadınlar için erkekler üzerinde, erkekler için de
kadınlar üzerinde örfe uygun denk haklar bulunduğuna dikkatler çekiliyor ve
bununla İslâm'ın kadın haklarını yüksek bir düzeye çıkardığı
anlatılıyor. [129]
228— Boşanan
kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (ya da ayha-linden üç temizlenme)
beklerler, Allah'ın onların dölyatağında yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz; Allah'a ve Âhiret gününe inanıyorlarsa bunu gizlemezler. Kocaları
barışmak; arayı düzeltmek istiyorlarsa, belirlenen bekleme süresi (iddet)
içinde eşlerini geri almaya daha haklıdırlar. Kadınların erkekler üzerinde,
erkeklerin de kadınlar üzerinde örfe uygun denk hakları vardır. Ne var ki
erkeklerin onlar üzerinde bir üstün derecesi mevcuttur. Allah elbette çok
üstündür, çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
Ansardan Yezîd kızı
Esma (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrinde boşanmıştım. O
güne kadar sanan kadınlar için dinin belirlediği bir bekleme süresi yoktu.
Benim boşanmam üzerine Allah iddet (şer'î bekleme süresi) hakkındaki âyeti indirdi.» [130]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Ebû Ceyş kızı Fatıma'ya 'Ayhali günlerinde namazı bırak' buyurdu.»[131]
mak, üzmek ve onurunu
zedelemek için olumsuz yönde bir takım yeminlerde bulunmak, Allah'ın
hoşnudluğuna ters düşer. Cahiliyye devri insanlarının bu yollara başvurmasını
Kur'ân kınamakta ve kadın haklarının çiğnenmesini önlemektedir. Peygamber
(A.S.) Efendimiz kendi sünnet alanındaki davranışlarıyla bu tarz yeminin en çok
bir ay süreye bağlanmasının örneğini vermiştir. Bu da,, aralarına soğukluk,
anlaşmazlık giren karı-kocanın bu tutumlarını daha ileri bir düzeye
götürmemeleri için bir müddet birbirinden cinsel konuda uzak durmaları -şayet
koca böyle bir yeminde bulunmuşsa- ailenin geleceği bakımından belki daha iyi
bir sonuç verir.
Bütün bunlarla beraber
karı-koca için her yaşta sabır mutlaka güzel bir anlayış ve tutumdur.
Hizmetçi ve cariyelere
karşı şefkatli ve insanca davranmayı emreden bir dinin evin öz hanımına karşı
nasıl davranılmasmı öğütlediğini anlatmaya gerek var mıdır?
İlâ' {Cinsel
yaklaşmada bulunmamaya yemin) İslâm'ın koyduğu bir önlem değildir; Arap
Yarımadası'nda çok yaygın olan bir âdeti en zararsız duruma getirmektir. [132]
a) Kendisine cinsel yaklaşmada bulunulan
kadının boşandığında -ayhafi
görür yaşta ve durumda ise- kendi
kendine üç ayhali beklemesi gerekir. Çünkü bu bir ilâhî emirdir. Ayhali
olmayan, ya da kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunulmayan kadınlar hakkındaki
hükümler ayrıdır.
b) Kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunulmadan
nikâhlı kadın boşandığı takdirde böyle bir iddete (şer'î bekleme süresine)
gerek yoktur. Nitekim Ahzâp sûresi 49. âyette : «Ey imân edenler! imân eden
kadınları nikahladıktan sonra kendilerine henüz dokunmadan (cinsel yaklaşma ve ona itici bir davranışta bulunmadan)
boşayacak olursanız, artık sizin için onlar hakkında sayacağınız iddet (şer'î
bekleme süresi) yoktur.» buyuru-luyor,
c) Gebe olup doğum yapmadan boşanan kadın da bu
hükmün dışındadır. Çünkü bu durumdaki
kadınların şer'î bekleme
süresi, doğum yapmasıdır. Nitekim Talâk sûresi 4. âyette: «Gebe
kadınların ise, bekleme süresi, doğum yapmasıyla son bulur.» buyuruluyor.
d) Ay halinden kesilmiş kadınlar boşandığında
onların da iddeti, bu hükmün dışında ayrı bir bekleme süresine bağlıdır. Talâk
sûresi 4. âyette : «Kadınlarınızdan ayhalinden ümitleri kesilmiş olanların
iddetleri hakkında şüphelenirseniz, onların iddeti üç aydır.» buyuruluyor.
Üç ayhali ile
çevirisini yaptığımız «kuru1» kelimesinin anlamı ve bu anlamın sağladığı
hükümler üzerinde ictihadlar ve yorumlar yapılmıştır :
1_ ıraklılar
(rey ve kıyas tarafdan olan ilim adamlarm)a göre bundan maksad, üç ayhafi
görmektir.
2—
Hicazlilar (daha çok nakle bağlı olup rey ve kıyas yapmayan ilim adamların)a
göre, kadının üç temizlenme görmesidir.
İki tarafın da
dayandığı sahîh hadîsler vardır.
3_» İmam Ebû
Hanîfe ile İmam Ahmed bin Hanbel'in içtihadı «üç ayhali» doğrultusundadır.
İmam Şafiî ile İmam Mâlik'in içtihadı, «üç temizlenme» doğrultusundadır.
Bu ictihad ve
yorumlara göre, boşanan kadın, kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunulan ve
ahyali görme durumu olan kadınsa, üç ayhali, ya da üç temizlenme görmedikçe
başkasıyla evlenmesi caiz değildir. Bu durum, kadının hem gebe olmadığını
kanıtlamak, hem onu daha çekici kılmak içindir.
Ayni zamanda kadının
bu şer'î bekleme süresi, tam bir ayrılma değil, belirli bir vakit kocasından
ayrı durmasıdır. Çiftlerin tekrar birbirine ısınıp geriye kalan bir, ya da iki
talâk bağıyla birleşmeleri için uygun bir ortam anlamınadır; biraz da tamamen
boşanmayı önlemek için bir önlemdir. Kocaları bu ortamda, onları geri almaya
başî.asındandaha haklıdırlar. [133]
Kadının
boşandıktan sonra başkasıyla
evlenebilmesi için üç ayhali, ya da üç temizlenme beklemesinin gerekli
kılınmasının bir takım yararları vardır:
a) Boşandığı
kocadan gebe olup olmadığı daha çok bu süre içinde kesinlik kazanır.
Böylece kadının döiyatağındaki çocuğun kime ait olduğu Şüpheden uzak kalır.
Ayrıca kadın istese de bu bekleme süresinde gayri
3şruJ bir yola sapamaz. Şer'î bekleme müddeti
bir bakıma kadını koruyucu bir anlam ve
önlem ölçüsündedir.
b) Kadın boşandıktan sonra henüz ayhali olmadan
ayhali oldum der-
se ve bekleme süresini
cobuk doldurmayı plânlarsa, kocasının kendisine rücû' etme hakkını kaybettirir.
Çünkü bir, ya da iki talâkla boşanan kadının şer'î bekleme,süresi bitmeden
kocasının rücû' hakkı vardır. Kadın bu süre doldu diye iddia ederse, bu hak
kalkmış olur/
c) Ayhali olduğu halde, henüz ayhali olmadım,
derse, gerekmiyen bir nafakayı kendi lehine gerektirmiş olur. [134]
d) Gebe olduğu halde bunu inkâr etmesi,
kocasının rücû' hakkının kalkmasına
neden olur; ne var
ki kadının bu
tür iddiaları normal süreyle uyum halinde olursa, kabul
edilir. Üc ayhali normal olarak ne kadar süreye ihtiyaç gösteriyorsa, o süre
dikkate alınır. Müctehit imamlardan bir kısmı bunun en az müddetini birbuçuk
ay, bir kısmı 60 47 gün olarak hesaplamıştır.
Tıbbî tesbite göre :
Bu kanamalar normal olarak 28 günde bir tekerrür eder. 3-10 gün sürer. Normal
seyri 3-6 gündür. Her ayhali ilkah edilmemiş bir yumurtanın ölümü demektir. Her
ay kadının vücudunda bir tek ilkaha elverişli bir olgunlaşma meydana gelir. Bu
yumurtayı bir ay sağ, öteki ay ise sol yumurtalık verir. Her kadının ayhali
görme şekli kendisine göredir ve bir hastalık araya girmezse âdetten kesilme
cağına kadar devam eder.[135]
İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Şafiî üc ayhalinin en erken ancak 60 günde tamamlanabileceğini
söylemişlerdir. Bunu şöyle açıklayabiliriz : Kadın boşandıktan 4-5 gün sonra
ayhali olursa, belirtilen süre içinde üç ayhali tamamlanmış olur ki bu her
zaman mümkündür. Böylece kadının bu konudaki iddiaları bu süreye göre kabul ya
da red edilir. Başka şahit istenmez. [136]
Kocaları barışmak, arayı düzeltmek istiyorlarsa,
belirlenen bekleme süresi içinde eşlerini geri almaya daha haklıdırlar.»
Bu âyetle, genel
anlamda bir özellendirme yapılmış; üç talâktan aşağı bir boşanma ile boşanmış
ve henüz üç ayhali geçmemişse, bir talâk hakkı kaldığından koca karısını geri
alabilir, hükmü konulmuştur. Üç ayhali bitiminde koca bu hakkını kaybetmiş
olur; ancak kadın da yeniden birleşmek isterse yeni bir nikâh akdinin yapılması
gerekir ve iki şahidle belgelenir. Bunda
icmâ' vardır.
«Kadınların
erkekler üzerinde, erkeklerin de kadınlar üzerinde örfe uygun denk
hakları vardır.»
Kadri yüce ilim
adamlarımız, karı-koca arasındaki örfe uygun denk haklan bu konuda şöyle tesbit
etmişlerdir:
1. Kadın kocasını hergün güler yüzle, tatlı
sözle karşılamalı ve ona gönül çekici bir süslenme fakat sadelik içinde bulunmalıdır. Erkek de karısına çekici, görünmek için
erkekliğine yakışır ölçü ve biçimde süslen-meli, daha çok bu konuda yaşına ve
başına uygun olan bir yol izlemelidir.
Nitekim büyük sahabi İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Doğrusu kanma
çekici görünmem için süslenirim!»
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz de mutlaka önemli bir konu, engelleyici bir neden olmadığı sürece
günlük temizliğini yapar, saç ve sakalını dağınık tutmaz, dişlerini sık sık
temizler ve elbisesinin kirlenmemesine, kir-lenmişse hemen değiştirilmesine ve
yıkanmasına özen gösterirdi. Bu nedenle :
2. Kan koca günde en az bir iki defa dişlerini
fircalamalıdırfar. Dişlerin temizliği ve beyazlığı insana ayrı bir güzellik
verir.
3. Güzel koku sürünmek, her ikisi için de sünnettir. Bunu, kadın,
sokağa çıkarken değil daha çok kendi evinde sırf kocasının ilgisini toplamak
ve çocuklarına güzel örnek olmak için yapmalıdır. Resûlüilah (A.S.) Efendimiz
yaratılışındaki üstünlükleri ve çevresindekiler tarafından
duyulan o lâhutî güzel kokusuna
rağmen gözlerine sürme çekmeyi ve güzel koku sürünmeyi ihmal etmezdi.
Her türlü maddî ve manevî kirlerden temiz olan hanımları da bu sünnette O'na
uyar, günlük temizlik konusunu bu
ölçüde tutar ve tavsatmazlardı.
4. Elleri -mümkün olduğu nisbette- temiz tutmak,
tırnaklan kesmek, ? ve sakal traşına özen göstermek de bu sünnetler arasında
yer alır.
5. Cinsel yaklaşmayı da normal temizlik ölçülerine göre sürdürmenin;
tiksindirici, nefret verici düzensizlik ve dağınıklıktan uzak bulunduranın
psikolojik olarak birçok yararları vardır. Esasen Resûlüilah (A.S.)
tem ı'ü112'11 Sünneti de bu ölçüler içinde
bulunuyordu. Kan ya da koçanın muri2llV°nünden
dikkatsizlik ya da önemsemezliği cinsel
arzunun duruğramasına neden
olabilir. Bunun için ayhali olan kadına cinsel yaklaşmada bulunmak
kesinlikle haram kılınmış ve bu hususta birçok önleyici tavsiyeler yapılmıştır.
Ayrıca gece gec vakit seferden dönen kocanın mümkünse evine girmemesi, geceyi
başka bir yerde geçirmesi öğüt-lenmiştir. Günkü kadın böyle bir vakitte dağınık
bir durumda olabilir, kocası bulunmadığı için temizliğe yeterince dikkat
gösîermiyebiiir. Bu da kocasının ona olan ilgisini zayıflatabilir.
Bu konuyu diğer haklar
bakımından özetliyecek olursak, sonucu belirlemiş oluruz ;
Karı-kocanın birbiri
üzerinde örfe uygun denk haklan vardır:
a) Evlenme
konusunda Hanefî mezhebine göre, hiçbir kadın velisinin mutlak izni ya da
baskısıyla evlendirilemez. Ancak ergen olmayan kız çocukları bu hükmün dışında
bulunuyor. Ayrıca evlenmek isteyenler arasında örfe uygun bir denkleşme ve
uyum yoksa, o takdirde veli böyle bir evlenmeye engel olabilir.
Bu iki konu dışında
kadına evlenme konusunda serbesti tanınmış ve hür irâdesine saygı
gösterilmiştir.
b) Nikâh akdi yapılırken kadın isterse bir
TAHYÎR ve TEFVÎZ (istediği zaman boşanma yetkisi) alabilir. Yani İslâm Aile
Hukuku kadına bu hakkı tanımıştır. Şöyle ki: Nikâh akdi yapılırken kadın:
«İstediğim zaman hâkime başvurup boşanabilirim, ya da ayrılabilirim, yetkisini
bana vermen şartıyla evlenirim, nikâh
akdinde evet, diyebilirim» der,
koca olacak adam da bunu kabul
ederse, boşanma hakkı kadına da verilmiş olur.
Bu da İslâm Aile
Hukukunda kadına, önemli konulardan biri olan boşanma hususunda verilmiş bir
haktır. Bu hakkı istemek, istememek kadının hür irâdesine bırakılmıştır.
c) Kadın, kadınlarla ilgili davaları görmek
üzere hâkime olabilir. Çünkü kadın, kadınlarla ilgili konuları daha iyi bilir
ve mahkemede daha rahat konuşabilir; davalı ya da davacı kadınlar sıkılmadan
müdafaalarını yapabilirler. Daha çok Hanefî imamları buna cevaz vermişlerdir.
d) İlim tahsilinde İslâm, kadın-erkek diye bir
ayrım yapmamış, her iki cinse de bunun
farz olduğunu açıklamıştır. Ne var ki kadın daha çok kendi ruhî ve fizyolojik
yapısına uygun bir dalda tahsil yapmalıdır. Çocuklarına dünya ve âhiret ile
alâkalı doyurucu bilgiyi verecek, bir düzeye gelmeli ve sağlam bir düşünce yapısına erişerek ne kocasının, ne de başkasının uygun olmayan düşüncelerinin
etkisi altında kalmamalıdır.
Şunu da ilâve edelim
ki, yalnız dünya ile ilgili bir öğretim ve eğitim kadını alçak gönüllü yapmaz,
bilâkis çoğunu veya bir kısmını gurura ve şımarıklığa itebilir. Bunun için
İslâm ilim tahsilini iki cinse de farz kılarken daha çok din ve dünya
ilimlerini kasdetmişîir. Çünkü böyle bir bilgi insanı olgunlaştırır.
e) Kadın zengin olduğu takdirde, kocası izin
vermezse bile hacca gidebilir Namaz,
oruç ve zekât gibi şahsın kendisini
ilgilendiren ibâdetleri de hic kimseden izin almaya lüzum duymadan yerine
getirir; bu konuda da kocasının engel olmasına boyun eğmez.
İslâm böylece ibâdet
konusunda da kadının hür irâdesine yeterince saygı duyulmasını emretmiş ve onu
bu hususta erkekle ayni düzeyde tutmuştur.
f) Kadın kendi servetinden örfe uygun ölçü ve
biçimde harcayabilir ve istediği hayrı
yapabilir. Ancak bu konuda kocasıyla
görüşüp ortaklaşa karar vermeleri, aile yuvasının huzuru ve devamlılığı bakımından tavsiye edilmiştir
g) Karı-koca çocuklarını terbiye edip yetiştirmede
birbirine denk ölçülerle sorumlu
tutulmuşlardır.
Bu konuyu daha geniş biçimde Nisa sûresinde
açıklayacağımızdan
burada bir özetini
vermeye çalıştık,
«Ne var ki erkeklerin
kadınlar üzerinde bir üstün derecesi mevcuttur.»
Tefsircilerimiz ve
diğer ilim adamlarımız bu üstünlüğü şöyle tesbit etmişlerdir; çünkü kadın ile
erkeği birbirinden farklı kılan şey yalnız üreme organları değildir;
psikolojik ve fizyolojik yapılan, yetenekleri, akıl ve irâdeleri de farklıdır.
Hattâ kanlan bile cinsiyetlerinin anatomik ve kimyasal özelliklerini taşımakla
bir farklılık arzeder. Aşağıdaki maddeleri de bunlara ilâve edecek olursak,
Kur'ân'ın buyurduğu bir üstün derece kendiliğinden anlaşılmış olur:
1— Erkeklerin fizikî yapısı daha kuvvetli ve
dayanıklıdır.
2— Olaylar karşısında erkekler daha soğukkanlı
ve dayanabilme direncine daha çok sahiptirler
3 Önemli
konuları etraflıca düşünüp sabırla sonuca bağlamakta daha itiyatlı ve
temkinlidirler.
4 Kitleleri
sevk ve idarede ve insan haklarını korumada daha başarılıdırlar.
Ailenin yükünü
taşımakta, ihtiyaçlarını karşılamakta
daha cok kendilerini sorumlu görmektedirler. Bu nedenlerle erkek ailenin reisi sayılmıştır.
Yukarıdaki âyetin az
kelimeyle yüksek bir anlatım gücü taşıması, ka-dın-erkek arasındaki hem
dengenin, hem farkın en güzel ölçü ve anlamını sergilemektedir. Diyebiliriz
kir İslâm'dan önce ne bir sosyal yapı, ne de çıkarılan kanunnamede kadına bu
derece örfe uygun eşit haklar getirilmemiştir. İslâm koyduğu bu ve benzeri
eşsiz hükümleriyle kan-koca haklarını, onların fizikî ve ruhî yapılarına göre
düzenlemiştir. Bu gerçeğin anlaşılabilmesi, Kur'ân'ın yüksek hikmetlerini, en
anlamlı kelimelerle yansıtan âyetlerinin kuru bir çevirisini yapmakla mümkün
değildir. Gelişen ilme ve sosyal yapıya paralel bir açıklamaya herhalde ihtiyaç
vardır. İşte elinizdeki tefsir bu amaca yönelik olarak hazırlanmıştır. [137]
Yukarıdaki âyetle
boşanan kadının şer'î bekleme süresinden ve eğer bu boşama üç talâkla değilse,
koçanın karısını geri almaya daha haklı bulunduğundan söz edildi; sonra da
karı-koca haklarına dokunularak örfe uygun denk yükümlülüğe dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetle boşamanın sayısal durumuna, sayı tamamlanmadan iddet içinde
ya örfe uygun biçimde tutmak, anlaşma ümitleri kalmadığında yine örfe uygun
ölçü ve anlamda güzellikle onu salıvermek hükmü getiriliyor. Bu arada kocasıyla
herhalde geçinemiyen kadının mal (mehir) karşılığında boşanma isteğine
dokunuluyor ve kadının ısrarlı isteği karşısında buna cevaz verilebileceğine
işaret ediliyor. Bunun dışında kocanın boşadığı kadına, daha önce verdiği,
vermekle yükümlü bulunduğu mehir ve diğer bağışları geri almasının helâl
olmadığına dikkatle çekiliyor. [138]
229— Boşama
iki keredir. (Ondan sonra kadım) ya örfe uygun tutmak, ya da kendisine
iyilikte bulunarak salıvermektir, Onlara (örf ve âdete uygun) verdiğinizden
bir şey (geri) almanız size hela! olmaz. Ancak karı koca Allah'ın (evlilik
hakkında) çizdiği sınırlan yerine getirip ayakta tutamıyacaklarından korkar ve
siz de onların bu sınırları koruyup ayakta tutamıyacaklanndan endişe
ederseniz, (bu durumda) kadının ayrılmak için (örfe uygun) hakkından
vazgeçmesinde ikisi için de bir vebâi yoktur. İşte bunlar Allah'ın koyduğu
sınırlar (yasalar)dır; onları haksızlık yaparak aşmayın. Kim artık Allah'ın
sınırlarını aşarsa, onlar evet onlar zâlimlerin kendileridir.
Câhiliyye devrinde
daha çok Arap Yarımadası'nda yaşayanların kadınlara karşı çok haksızca ve
hırçınca davranışları olur, onlara tam bir esir muamelesi yaparlardı. Adam
karısını boşar, henüz iddeti (şer'î bekleme süresi) dolmadan ona döner; bin
defa bile boşasa onu yine elinin altında tutar; istediği zaman yaklaşır;
işkence etmek istediğinde hem yaklaşmaz, hem iddet içinde ona döner, tekrar
boşar, tekrar döner ve böylece yıllarca onu bir oyuncak gibi kullanır dururdu.
Ona ne örfe uygun bir hak tanınmıştı, ne de onun haklarını koruyan bir otorite
mevcuttu. Kadının bu durumda başka bir erkekle evlenip yeniden bir yuva kurma
şansı da hemen hemen yok gibiydi.
İslâm, gönülleri
aydınlatan lâhutî güneşiyle insanlık âlemine yönelince, ayaklar altında
çiğnenen kadın haklarını, onların ruhî, fizikî ve sosyal yapılarına göre korudu
ve bu hususta gereken bütün hukukî müeyyideleri koydu.
Yukarıdaki âyet de bu nedenle indi.
Diğer bir rivayete göre :
İ'slâm'ın ilk
yıllarında adam yüz defa da karısını boşasa, şer'î beklesuresi içinde ona rec'at edebilirdi. Bu tutum kadınların birçok
haknın çiğnenmesine ve insanlık onurunu
kırmaya neden oluyordu. Allah'
kadlr|lann nikâha ve örfe dayalı
haklarını korumak ve erkekleri bu tarz keyfî davranışlardan vazgeçirmek
üzere yukarıdaki âyeti indirdi. [139]
Bir adam, Resûlüllah
(A.S.) Efendimize geldi ve :
— Ey Allah'ın Peygamberi! dedi, Allah boşama iki keredir: Ya örfe uygun tutmak, ya
da güzellikle onu bırakmaktır, buyuruyor. Bunun üçüncüsü nerede?
Efendimiz şu
cevabı verdi:
— «Onu, iyilikte bulunarak salıvermek, üçüncü
su dür.»
Yani iki talâkla
boşadıktan sonra ya onu iddet içinde örfe uygun geri alır, ya da iddeti bitince
üçüncü bir talâkla onu güzellikle salıverir ve kadın bu durumda tamamen
boşanmış olur. [140]
«Herhangi bir kadın
(zorlayıcı bir neden olmaksızın) kocasından boşanmasını isterse, cennet kokusu
ona haram olur.» [141]
«(Zorlayıcı bir neden
olmaksızın) kocasına mal ya da para gibi bir bedel verip boşanmasını isteyen
kadınlar münafıkların tâ kendileridir.» [142]
«Sehi kızı Habibe,
Kays oğlu Sabit ile evlenmişti. Sabit fizyonomi bakımından cok çirkin bir
adamdı. Kadın Hazreti Peygambere başvurup boşanmak istediğini ve : «Andoisun
ki Allah korkusu olmasaydı Sabit yanıma girince onun yüzüne tükürürdüm»
diyerek tiksindiğini anlatmaya çalıştı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ona : «Sâbit'in sana verdiği bahçeyi kendisine geri vermek ister
misin?» diye sordu. Kadın da «Evet»
deyince, Resûlüllah (A.S.) onları ayırdı.» [143]
Şe^'İ boşama iki keredir; şer'î bekleme süresi
içinde koca karısına rec'at edebilir. Çünkü onu ya bir, ya da iki talâkla
bo-Şamışsa, nikâh bağını tutan bir bağ henüz duruyor, demektir. Üçüncü bir
talâk buna eklenince kalan bağın biri de kopmuş ve dönüşü mümkün olmayan bir
yola girilmiştir. Artık kocanın rec'at, ya da yeniden nikâh hakkı kalmaz ve bu
durumda -ileride belirtileceği üzere- kadın başka bir kocayla evlenip
tesadüfen ondan boşanmadıkca birinci kocasıyla evlene-mez.
O halde karısını iki
talâkla boşayan kimsenin önünde iki yol vardır: Ya iddet bitmeden karısına dönmek, ya da iddetin bitmesiyle üç
talâkla onu güzellikle salıvermektir.
Tabii iddet bitmeden üçüncü bir talâk vermekle de kadın
yine tamamen boşanmış olur. [144]
Müslim ve Ahmed bin
Hanbel, Tavus'un jbn Abbas (R.A.)dan naklettiği hadîsi rivayet ederek bize bu
konuda esneklik arzeden bir hüküm getirmişlerdir:
Rivayete göre :
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde, Ebûbekir Sıd-dîk (R.A.)m hilâfet
yıllarında ve ikinci halife Hz. Ömer (R.A.)in hilâfetinin ilk iki yılında, bir
mecliste bir defa söylenen üç talâk bir tek talâk olarak sayılmış ve buna göre
hükümde uygulamaya gidilmiştir. Sonra Hazreti Ömer (R.A.) bu hükümde bir
değişiklik yaparak şöyle bir ictihadda bulunmuştur :
«İnsanlar
kendilerinden yana içinde şefkat ve kolaylık bulunan bir hususta pek acele ettiler.
Bunu onlar hakkında üç talâk saysak ya...» Nitekim bunu bu sözüyle üç talâk
saydı.
Müslim'in rivayetinde
ise, Tavus'tan yapılan nakle göre, Ebû Sahbâ', İbn Abbas'a (R.A.) dedi ki:
«Uygun olmayan görüşünü getir! Gerek Resûlüllah (A,S.) Efendimiz zamanında,
gerekse Ebûbekir (R.A.) devrinde üç talâk bir talâk olarak sayılmıyor muydu?»
Ebû Sahbâ'nın bu sert sorusu üzerine İbn Abbas (R.A.) ona şu cevabı verdi:
«Evet cidden öyle idi. Ömer (R.A.) devrinde insanlar talâk konusunda hiç
düşünmeden ve duraklamadan şerre düştüler. Bunun üzerine Ömer (R.A.) de bir
defada söylenen üç talâkı bir talâk değil, üç talâk saydı (ve böyle bir
ictihadda bulundu).» Bu konuda tam bir icmâ' meydana gelmiş midir? Diyebiliriz
ki, ilim adamlarımızın farklı görüş ve tesbitleri olmuştur. Ayrıca talâk
talâka tabi olur mu, olmaz mı? Bu hususta da ilim adamları farklı görüşler
ortaya koymuşlardır: Tabiîn'in cumhuru ve birçok sahabe, dört mezhep imamları
ve Hz- Ali (R.A.)den yapılan rivayet, talâkın talâkı takip edeceği anlamında-'["'
Yanı bir mecliste üç talâk tabirini bir defada kullanan kimsenin üç Çlâkı da
gitmiş (vaki olmuş) kabul edilir. Çünkü talâk talâka tabi' olur. 1 adaro'anndan
bir cemaat de talâkın talâka tabi' olmayacağı görüşündedir. Bahr sahibi bunu
Ebû Musa'dan ve bir rivayetle de Hz. Ali'den, fbn Abbas'dan (R.A.), Tavus'tan,
Atâ'dan ve Cabir bin Zeyd'den nakietmiş-tir. Kurtuba fakihierinin de bu
ikincilerin görüşünde olduğu rivayet yoluyla anlaşılmıştır. [145]
İkincilerin nakil ve
tercihlerinde ümmet için kolaylık vardır. [146]
Boşanma konusunda
İslâm Fıkhı kadına birtakım haklar ve kolaylıklar getirmiştir; bunları şöyle
özetliyebiliriz:
1. Boşanmada şer'î bekleme süresi,
2. Bu süre içinde bir anlaşma ve uzlaşmaya
varılması, kocanın tekrar karısına rücû' etmesi,
3. Erkeğin ancak iki defa rec'at (dönme)
hakkının olması, (buna ta-lâk-ı ric'î denir).
4. İkinci kez rec'î talâktan sonra kan-kocanin
iyi düşünmeleri ve gelecekleri hakkında öylece bir karara varmaları,
5. Kocanın ayrılmaya karar verdiği takdirde
kadını örfe uygun anlamda güzellikle, iyilikte bulunarak salıvermesi, kadından
yana İslâm'ın getirdiği hükümlerdir.
İslâm, kocanın boşama
konusunda rahat ve hislerinden sıyrılarak düşünebilmesi ve sağlıklı bir sonuca
erişebilmesi için Sünnete uygun bir boşama düzeni getirmiştir. Cinsel yaklaşma
yapılmadan bir temizlenme döneminde bir talâkla boşamasını ve buna eş bir süre
beklemesini tavsiye etmiştir.
Şer'i bekleme
süresinin konulması hem kadının boşandığı takdirde kendine yeniden bir hayat
düzeni kurabilmesi hususunda iyice düşünebilmesini; hem erkeğin attığı bu
adımla bir yuvayı yıkmaya yöneldiğini, bu nedenle sağduyu ölçüleri içinde
düşünebilme imkânına erişebilmesini, hislerinden sıyrılarak konuyu dinî ahlâk
ve millî örfe uygun incelemesini sağlamaktır.
Ayrılma kararı
verildiğinde şartlara ve haklara saygı gösterilmesi, kadının güzellikle
terkedilmesi, kırıcı, üzücü ve küçük düşürücü söz ye davranışlardan
kaçınılması, kadına verilen mehir ve buna yakın anlamdaki
haklar ve bağışların
geri alınmaması, kadına tanınan haklardan bir kısmıdır. Bu yolda hareket
etmek, «İslâm Aile Hukukunda» yer almış hükümlerdendir. [147]
İnsan haklarını yüce
hikmet ve sağlıklı metodiarla koruyan İslâm Dini tefviz ve tahyîr dışında
boşama hakkını kocaya vermiştir. İlk bakışta bir ölçüsüzlük, haksızlık ve
adaletsizlik gibi görünen ve kadın haklarını önemsemiyen bir hüküm görüntüsünde
olan bu konuyu hikmetiyle, ileride doğuracağı yarar ve zararlarıyla
incelediğimizde karşımıza şu haklı tablo çıkar;
1. Boşama yetkisi sadece kadının elinde olsaydı,
geçim sıkıntısı ve benzeri
hususlarda tatminsizliğe uğradığında kendini boşar ve bu yüzden erkeği kaldırılması güç malî
zararlara sokabilirdi. Kendisi ise tatmin olabileceğini sandığı bir iş, bir
yuva bulsun bulmasın fazla bîr zarara uğramazdı. Yeni bir eş bulduğu takdirde
yeni bir mehir, yeni bîr takım haklara kavuşurdu.
Bu yüzden karı-koca
haklarını korumada dengesizlik meydana gelir, daha çok erkeğin zararıyla
neticelenirdi.
2. Boşanma yetkisi karı-kocanın ikisine eşit
anlamda verilseydi, ikisinin bu konuda anlaşmaya varması, görüş birliği
sağlaması çok zor, hattâ çoğu zaman imkânsız olurdu.
3. Aile yuvasında bir baş yerine iki baş ortaya
çıkar, kocanın otoritesini te'sirsiz hale getirebilir, bu yüzden de huzurlu
bir yuva sağlanamazdı. Bazı kadınlar bu yetkisini onur kırıcı bir taktik
olarak kullanabilirdi.
4. Bir başka neden ise, kadının daha duygusal davranması,
erkeğin karar vermede kadından daha sabırlı
bulunmasıdır.
İslâm daha çok boşama
yetkisini erkeğe verirken onu tamamen serbest bırakmamış, birtakım ağır
sorumlulukları ona yüklemek suretiyle bağ-rayıcı müeyyideler koymuştur:
a) Üç
talâkla boşadığı takdirde bir daha geri alması helâl olmaz.
b) Nikâh akdinde belirlenen mehri hemen ödemesi
gerekir.
c) Ayrıca nafaka vermesi, çocuk varsa onların nafakasını düzenli sağlaması ona
yükletilmiş bir haktır. [148]
İslâm Tasavvuf
Tarihinde çok önemli yeri olan Şeyh Muhyiddin Ara-bî (K.S.) Fütuhat-i Mekkiye
adlı paha biçilmez eserindebu konudan, yani kadın erkek arasındaki eşit
haklardan ve erkeğin ondan bazı hususlarda üstün yaratılmasından söz ederken
özetle şöyle diyor:
«Kadın erkekten bir
parçadır. İnsan olmada birleşirler; sonradan bu iki cinse arız olan bir emirden
dolayı birbirinden ayrılırlar. Bu farklılık arzeden emir, erkeklik ve
dişiliktir. Kadın erkekten alınarak yaratılmıştır. Bu nedenle erkek kadına
derin bir ilgi duyar; ona asıl olduğu için de aile reisi olma üstünlüğü
belirgin bir anlam taşır. Erkek kadını bir de kendisindeki bu efendilik yani
aile reisi olma derecesinin verdiği sevgiyle sever. Kadın da, eüz'ün külle
(parçanın bütüne) olan bağlılık ve ilgisiyle erkeği sever. Aslında bu, vatana
olan ilgi ve bağlılığın bir tezahürüdür. Çünkü erkek kadının asıl vatanı
sayılır. Ayrıca onlardan herbiri şehvetin nedeni ve ondan lezzet duyma yeridir.
O bakımdan da birbirine karşı hep ilgi duyarlar.
Bazen kadın olgunlukta
erkeklerin derecesine ulaşır; bazan da erkek kadınların derecesinden aşağıya
doğru iner. Bazan ibâdetlerin hükümlerinde birleşirler, bazan da ayrılırlar.
Ne var ki, erkeğin aklının ka-dınınkine nisbetle bir üstünlüğü vardır. Çünkü
erkek kadından önce yaratılmıştır, ondan önce Yaradanım akledip bilmiştir. Hem
Allah aynı surette iki defa tecelli etmez. Âdem suretinde tecelli edince artık
Havva suretinde tecelli etmemiştir. Böylece İlâhî emir de tekrar etmez. Bir
şahsa da ,ki defa ayrı surette tecelli etmez. İki şahsa da tek surette tecelli
etmez.
İşte erkeği kadından
bir derece üstün tutan özellik budur.» [149]
Yukarıdaki âyetle
karı-koca arasındaki anlaşmazlığa ve bunun giderilme yollarına dokunuldu.
Evlenirken nasıl nezih davranılıyorsa, boşarken de aynı terbiye ve nezaketin
gösterilmesi ve örfe uygun biçimde davranıl-ması hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kadını boşamak isteyen kocanın çok hem çok düşünmesi, ilerisini görerek adım
atması, aksi halde dönüşü mümkün olmayan bir yola girmiş olacağı belirtiliyor.
Kadın haklarının korunmasına özen gösterilmesine bilhassa işaret ediliyor;
aksine bir yol izleyenlerin kendilerine yazık ettikleri vurgulanıyor. [150]
230__ Eğer
koca, karısını (iki kez boşadıktan sonra üçüncü kez) bo-şarsa, artık o kadın
başka biriyle evlenmedikçe ona helâl olmaz. Bu ikin-koca da onu boşarsa,
Allah'ın koymuş olduğu sınırları koruyup ayakta utabileceklerini umarlarsa eski
karı-kocanın birbirine dönüp yeniden evlenmelerinde ikisine de bir günah
yoktur.
İşte bu, bilen bir
topluluk için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.
231— Bir de kadınları boşadığınızda şer'î bekleme
süresini bitirmek üzere iken onları ya
örfe uygun iyilik ölçüleri içinde
tutun, ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde bırakın; haklarına tecavüz için
zararlarına (sakın) tutmayın. Kim böyle yaparsa, kendine yazık etmiş olur.
Allah'ın size olan nimetlerini ve size öğüt vermek için üzerinize indirdiği
Kitap ve hikmeti düşünün. Allah'tan korkun, bilin ki Allah her şeyi yeterince
bilir.
232— Kadınları boşadığınızda şer'î bekleme süresi
sona erince aralarında örfe uygun iyilik ölçüleri içinde anlaştıkları
takdirde, kocalarıyla evlenmelerine
engel olmayın. Bununla sizden Allah'a
ve âhiret gününe inananlara öğüt
veriliyor. Bu sizin için daha uygun ve daha pâk ve nezihtir. Allah bilir, siz
bilmezsiniz.
Adam iki talâkla
karısını boşadıktan sonra üçüncü bir talâkla da bo-şarsa artık boşadığı kadın
ona haram olur ve bir başka adamla evlenme-dikçe, o da onu kendiliğinden
boşamadtkça ilk kocasıyla bir daha birle-şemez. Cahil Araplar, talâk konusunda
da kadını oyuncak gibi kullanır; birkaç defa boşar, yine tutar ve ona hiçbir
hak tanımazlardı. Allah kadınların bu konudaki haklarını korumak üzere
yukarıdaki âyeti indirdi.
Diğer bir rivayette
ise şöyle deniliyor:
Ashabdan Ma'kıl bir
Yesar, bu âyetin kendisi hakkında indiğini şöyle anlatıyor:
«Kızkardeşimi bir
adamla evlendirdim. Bir süre sonra adam kızkar-deşimi (iki talâkla) boşadı.
Kardeşimin şer'î bekleme süresi dolunca veya dolmak üzere iken adam bana geldi
ve karısını geri almak istediğini söyledi. Ben de ona : «Kardeşimi seninle
evlendirdim, onu sana ikram ettim, ama sen onun kıymetini bilmedin ve boşadın.
Şimdi de tekrar almak istiyorsun. Hayır, vallahi bir daha o sana
dönmiyecektir!» dedim. Aslında adam kötü niyet sahibi değildi, aynı zamanda
iyi bir insandı da.. Kız-kardeşim de ona dönmek istiyordu: Bu nedenle
yukarıdaki âyet indi. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz gerekli uyarıda bulundu ve
böylece kizkardeşi-mîn, kocasına dönmesine izin verdim. [151]
Peygamber (A.S.)
Efendimizden soruldu :
__ ya Resûlellah! bir
adam evlendiği kadını üç talâkla boşamış, boşanan kadın başka bir adamla
evlendikten sonra ikinci adam onu, kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan
boşamış. Bu kadın ilk kocasıyla evlenebilir mi, ona helâl olur mu?
Peygamber (A.S.) Efendimiz
şu cevabı vermiştir:
— Hayır, ikinci kocası onun baicağızından, o da
onun balcağızından tadmadıkça ilk kocasına helâl olmaz. [152]
«Allah hülle yaptırana
da, yapana da lanet etsin.[153]
«Kim ciddi ya da şaka
yollu boşar veya köle azâd ederse; ya da nikâhlar veya başkasına nikahlarsa,
bu onun üzerine bir hüküm olarak ge-çerli sayılır.»[154]
Yani nikâh, talâk ve
azâd konularında ağızdan çıkan söz ister ciddi olsun, ister şaka yollu olsun
farketmez.
«Üç şey var ki,
ciddisi de ciddi, şakası da ciddi sayılır; Nikâh, talâk ve rec'at (bir iki
talâkla boşadıktan sonra iddet içinde kadına dönmek)»[155]
«Üç şey var ki onlarda
şaka olmaz: Nikâh, talâk ve köle azâd etmek.» [156]
— «Size eğreti verilen teke (erkek keçijden
haber vereyim mi?»
Diye sorduğunda,
Ashab-ı Kiram :
— Evet, ya Resûlellah! dedi. Buyurdu ki:
— «O, hülle yaptırandır. Allah hülle yaptırana
da, yapana da lanet etsin.» [157]
Boşanma konusu.. İslâm
Aile Hukukunda geniş bir yer kaplamaktadır. Gerek sosyal yapıyla olan ilgisi,
gerek yetişmekte olan kuşakla bağlantısı, gerekse miliî yapıyı ayakta tutmada
temel sayılısı itibariyle ailenin, diğer bir deyimle evliliğin önemi ve gereği
meydandadır. Bu nedenle gerek Kur'ân'da, gerekse Peygamberin Sünnetinde bu
konuya ağırlık verilmiş, her türlü şüpheleri giderecek ölçü ve anlamda
açıklaması yapılmıştır.
Şimdi elimizdeki
kaynak tefsirlere ve fıkıh kitaplarına dönüyor, konuyla ilgili rivayetleri,
yorumları özetlemeye çalışıyoruz :
a) «Eğer
koca karısını boşarsa.....»
Yani üçüncü bir
talâkla boşarsa, artık o kadın başka biriyle evlenme-dikçe ona helâl olmaz. Bu
tarz bir yorumda ilim adamlarının görüş birliği vardır.
Nitekim âyetin ilk
bakışta anlatım biçiminden, şer'î bekleme süresinde iki talâkla boşamış, sonra
üçüncü bir talâkla da boşayarak üçü tamamlamıştır, hükmü anlaşılmaktadır.
b) «Başka
biriyle evlenmedikce» cümlesin-
den ilim adamları
farklı üç hüküm çıkarmışlardır. Bu konuda ictihadlar arasında da farklı
sonuçları görmekteyiz:
1. Medine'nin seçkin din âlimlerinden Saîd
bin Müseyyeb'e ve ona uyanlara göre, diğer bir adamla evlenmekten maksad, mücerret akittir.
Bunda cinse! yaklaşma şart değildir.
Tabiînden büyük müfessir ve fakîh Saîd bin Cübeyr de aynı görüştedir.
2. El-Hasan bin Ebî Hasan'a göre, bu konuda
yalnız cinsel yaklaşma yeterli değildir,
inzâ! da şarttır. Yani nikâh
akdiyle birlikte inzal meydana gelen
bir cinsel yaklaşma şarttır; aksi halde bundan boşandığı takdirde ilk
kocasıyla evlenmesi helâl olmaz,
3. İlim adamlarımızın cumhuruna göre, soyut bir
cinsel yaklaşma yeterlidir; inzal şart değildir. Şöyle ki: İki üreme
(cinsel)organınınsünnet kısımlarının
birleşip kavuşması, başka biriyle nikahlanmış anlamını taşır. Zaten bu tür yaklaşma, cinsel
yaklaşma sayıldığından orucu ve haccı bozar; zina konusunda had gerektirir ve
tam mehir vermek için yeterlidir.
Birincilerin
görüşünde, boşandıktan sonra kadın
başka bir kocayla soyut bir akitle
evlenmiş sayılacağından, bu ölçü ve anlamda ondan da boşanırsa ilk kocasıyla
evlenebilir, sonucu çıkıyor. Bu görüşte rahatlık ve kolaylık vardır. Ne var ki
sahih hadîslerin zahiriyle bağdaşmamaktadır.
İkincilerin görüşü,
sahih hadîsle kısmen bağdaşır anlamdadır. Cumhurun görüşü ise, hadîsin asıl
delâlet ettiği mânayı daha çok yansıtır ölçüdedir
Konuyu usûl ilmine
göre inceliyecek olursak, deriz ki:
Hüküm, isimlerin
başlangıcıyla mı, yoksa sonucuyla mı bağlantı yapar? Başlangıcıyla dersek,
birincilerin görüşünü uygun kabul etmemiz gerekir. Sonucuyla dersek, hem üreme
organlarının iyice kavuşmasını, hem inzal meydana gelmesini şart koşanların
görüşünü uygun kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu tarz nikâhta cinsel yaklaşmada
baicağizın sonuna kadar tadılması aranır.[158]
Nitekim Hazreti Âişe
(R.A.) Validemizden bu anlamda şu hadîs rivayet edilmiştir:
«Adam karısını üç
talâkla boşarsa, o kadın başka biriyle nikahlanıp, nikâhlandığı erkekle
birbirinin balcağızından tadmadıkça ilk kocasına helâl olmaz.» [159]
Mezhep imamları bu
konuda yukarıdaki hadîse ve yakın mânadaki diğer sahih hadîslere dayanarak
delil getirmişlerdir.
c) Boşadığı
kadınla yeniden evlenebilmek için onu müt'a (muvakkat) nikâhla, yani belirli
bir süreyle başkasına nikâh ettirip ona boşattıktan sonra evlenen kimseye
peygamber diliyle lanet edilmiştir. O halde bu maksatla yapılan hülle
kesinlikle haramdır; hem yaptıran, hem yapan ağır bir suç ve büyük bir günah
işlemiş sayılır.
Mezhep imamlarının
çoğu bu ictihad ve görüştedirler. Pek azı farklı bir görüş ortaya koymuşsa da
müftabih değildir. İmam Sevrî bu konuda başka kocayla yapılan nikâh sahihtir,
boşaması şartı ise hükümsüzdür, demiştir. Ünlü hukukçu İbn Ebî Leylâ da ayni
görüştedir. Bu konuda İmam Azam ve arkadaşlarından birbirini tutmayan farklı
rivayetler yapılmışsa da en doğru olanı, hülle şartıyla yapılan nikâhın kadını
ilk kocasına helâl kılmayacağıdır.
Bütün bu görüş ve ictihadlara
rağmen, hüllenin haram olduğuna dair 3hıh hadîsler bize konuyu bütün
açıklığıyla sergilemektedir.
Nitekim İmam Şafiî'den
yapılan bir rivayete göre, nikâh akdinde öne sürülen böyle bir şart, yapılan
akdi hükümsüz kılar. Fasit bir nikâh ise, üç talâkla boşanan bir kadını ilk
kocasına helâl kılmaz. İlim adamlarımızın cumhuru da aynı görüştedirler.
Yapılan sahih rivayete
göre : Hazreti Ömer (R.A.) bu konuyu sert bir diNe tenkit etmiş ve : «Hülle
yaptıranla, yapan tesbit edilip bana getirilirse, ikisini de recm ederim»
demiştir. [160] Oğlu Abdullah bin Ömer,
bunun nedenini sorduğunda halîfe şu cevabı vermiştir: «Çünkü ikisi de zina
suçu işlemiştir.»
«Bir de kadınları boşadığınızda şer'î bekleme
süresini bitirmek üzere iken onları ya örfe uygun iyilik ölçüleri içinde tutun,
ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde bırakın.»
Bu âyet üzerinde
yorumlar:
a) İki talâkla boşanan kadınların iddeti
(şer'î bekleme süresi) bitmek
üzere iken onları örfe uygun iyilik ölçüleri içinde tutun, yani onlara bu ölçü
içinde dönün. Süre sona erdikten sonra artık kocanın dönme hakkı kalmaz.
Kadın isterse birleşebilirler, istemediği
takdirde onu bu konuya kimse zorlayamaz.
b) «Örfe uygun tutun ve örfe uygun saiıverin»den
maksat, kadının kocası üzerindeki haklarının yerine getirilmesidir. Barınak, elbise, günlük yiyecek gereksinmesi ve benzeri
haklar, bunun kapsamına girer ki, bu
daha çok günün örfüne ve şartlarına göre değer taşır. Koca örfe uygun olanı
yerine getirmediği takdirde, kadını bırakması
gerekir. Bunu yapmadığında hâkim, kadının daha fazla
zarara uğramamasını dikkate alarak onu boşattırır.
Nitekim İmam Mâlik,
İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel bu anlamda içtihatta bulunmuşlardır.
Ashab-ı Kiramdan Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Ebû Hüreyre'nin (R.A.) aynı mânada
içtihatta bulundukları sahih rivayetle sabit olmuştur.
Rey tarafdarları bu
konuda bir esneklik getirmeye çalışmışlardır.
«Haklarına tecavüz için
zararlarına (sakın) tutmayın!»
Anlamındaki âyet,
birincilerin içtihadına dayanak olarak alınmıştır.
c) İki
talâkla boşanıp şer'î bekleme süresi sona erince karı-koca birleşmek
isterlerse, örfe uygun bir ortam da mevcutsa o takdirde onlara engel olmak
doğru değildir. Kur'ân bunu açık bir anlatım biçimiyle yasaklamaktadır.
Dolayısıyla velilerle hâkimler uyarılıyor.
Nitekim Ashab'dan
Ma'kıl bin Yesar olayı, konumuzu aydınlatmaktadır. Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin ona : «Eğer mü'min isen kizkardeşinîn Ebû Beddah'la evlenmesine,
birleşmesine engel olma!» buyurması yeterli delildir. [161]
İslâm Hukukunu
tamamlayıcı kaynaklardan biri de, gerek şeriat, gerekse akıl yönünden yararlı
kabul edilen örf ve âdetlerdir. Müslüman halkın bu ölçü ve anlamda
kendiliğinden uyup sürdürdüğü örf ve âdetler, müctehid imamlar, ünlü İslam
hukukçuları tarafından daima dikkate alınmış ve ona göre ictihadda bulunularak
uygun hükümler konulmuştur.
Bu nedenle son asır
içinde yetişen büyük hukukçu Cevdet Paşa, Me-celle'de bu konuyu özetleyip genel
ölçüde bir kural haline getirirken şu sözleri kullanmıştır:
«Beynettüccar
(tacirler arasında) mâruf olan şey beyinlerinde şart gibidir.» (mec: 44}.
«Örfen mâruf olan şey
şart kılınmış gibidir.» (mec: 43). «Örf
ile ta'yîn nas ile ta'yîn gibidir.» (mec: 45) «Âdet muhakkemdir.» (mec: 36).
«Nasın (insanların)
isti'mali bir hüccettir ki onunla amel vâcib olur.» (mec: 37).
O bakımdan İslâm
Hukukunda kabul edilen örfler daima dinin genel ölçüleri ve bir de sağduyu ile
uyum halinde olan iyi ve yararlı alışkanlıkta»" ve geleneklerdir.
Müctehid imamların örfe ve âdete dayalı olan hükümlerini gözden geçirdiğimizde
hemen hepsinin de o günkü Müslüman halkın hayrından yana olduğunu görürüz.
Selçukîler ve daha çok
Osmanlılar devrinde birçok yeni olaylarla, meselelerle
karşılaşıldığı için şer'î hukukun yanında
örfe göre bir takım yasalar ve
yönetmelikler meydana getirilmiştir. Özellikle Kanunînin Kanunnamesinde bunun çok açık örnekleri mevcuttur. Bunlara
«Kanunna-e-ı Al-i Osman» (Osman oğulları
Kanunnamesi) denir ki bu, Şer'i hu-Un
Vonında, ama onun ışığı altında idarî,
malî, cezaî alanlarda Os-
manii örfüne göre,
padişahların sırf kendi otoritelerine dayanarak çıkardıkları kanun ve
nizamların biraraya getirilmiş şeklidir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
gerek şahsî hukukta; gerek aile hukukunda ve gerekse diğer hukukî konularda
«mâruf şekilde» emredilmesi, günün şeriata ve akla uygun örf ve âdetlerine
kapıyı açık tutması anlamını taşır. Nitekim Aile Hukukunda yukarıda konumuzu
oluşturan âyette özellikle boşama konusunda kadının örfe uygun iyilik ölçüleri
içinde tutulması ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde salıverilmesi
emredümektedir. [162]
İslâm saadet güneşi
henüz Mekke'nin ufkunda doğup yükselmeden Arap Yarımadası'nda sayılmıyaoak
kadar kötü âdetler, çirkin gelenekler vardı. Kadının velisi sayılan kişiler,
istemediği halde kızlarını, kizkardeş-lerini ve velisi bulundukları diğer kız
ve kadınları zorla evlendirirlerdi. Kız kendine uygun bir erkekle evlenmek
istese de veli izin vermedikçe bu mümkün olmazdı. O nedenle birtakım suçlar ve
cinayetler işlenir, nice aile yuvalan yıkılırdı. İslâm bu kötü âdetleri 232.
âyetle kaldırdı. Nitekim yukarıda çevirisini sunduğumuz Ma'kıl bin Yesar'ın
kızkardeşinin tekrar kocasıyla birleşmesinde ortaya çıkan engeli kaldıran
Peygamber (A.S.) Efendimizin sözü çok geniş ve o oranda kapsamlı bir anlam
taşımaktadır.
Ayrıca yiae o
devirlerde Araplar arasında hülle usulü çok yaygın idi. Zavallı kadınlar
erkeklerin elinde perişan olur, onur kırıcı davranışlarla her zaman yüzyüze
bırakılırlardı. İslâm Dini bu tarz ahlâk dışı ve annelik şerefini zedeleyici,
kadınlık onurunu kırıcı âdeti de kaldırdı. Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimiz
hülle yaptıranı da, yapanı da lanetledi. Kocasından tamamen boşanan bir kadın
gerçek anlamda evlendikten ve yine gerçek anlamda boşandıktan ve bu hususta
hülle amacı taşımadıktan sonra ilk kocasıyla aniaşabilirse, örfe uygun haklan
koruyabilmeleri şartıyla evlenebilirler.
Tabii ikinci kocayla
evlenme şartı, karısını boşamak istiyen adamı, işin nereye varacağı hakkında
ciddi bir düşünceye sevketmektedir. Dönüşü çok zor, hattâ imkânsız bir yola
adım atarken sonucu dikkate almasını uyarmaktadır. [163]
Yukarıdaki âyetle
evlenme ve boşanma konularının önemli bölümleri açıklandı; kadınların
haklarını daha çok örfe uygun korumafcr: hususunda gerekli uyarılar yapıldı.
Aşağıdaki âyetle, ayrılan, ya da boşanan
çiftlerin çocukları
varsa, onu emzirme ve besleme konusunda ana ve babanın nasıl hareket edeceği,
sorumluluklarının ölçüleri neler olduğu belirtiliyor. Örfe uygun bir yol
tutulmasına, ayrılan karı-kocanın birbirini zarara sokmamasına, ölçülü ve âdil
davranmalarına, duygusal ve peşin hükümlerden sakınmalarına dikkatler
çekiliyor. Ayrıca çocuğun hem anası* na, hem onun sütüne olan ihtiyacı üzerinde
duruluyor. Ana sütü yetmediğinde, ya da emzirmesini engelliyecek zorunlu bir
nedenin araya girmesinde bir sütanne tutulması hatırlatılıyor, babanın bu
konuda sorumlu olduğu bilhassa belirtiliyor. [164]
233__ Analar
çocuklarını, baba, süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa, iki tam yıl
emzirirler. Anaların yiyecek ve giyecekleri örfe uygun biçimde, çocuk kendisine
ait olan babaya gerekir. Herkese ancak Jcüne (malî yapısına) göre sorumluluk
yüklenir. Ne anne çocuğundan olayı, ne
de çocuk kendisine ait olan baba
çocuğundan dolayı zarara uğratılsın. Vârise düşen de aynı şeydir. Ana i!e baba aralarında danışa-ve karşılıklı
anlaşarak çocuğu (iki yıl tamamlanmadan) memeden kes-rak IStfr(erse' kendilerine bir günah
yoktur. Çocuklarınızı sütanne tuta-nzırtmek
isterseniz, emzirme ücretini örfe uygun ölçü ve
miktarda verdiğiniz takdirde üzerinize yine bir vebal yoktur. Allah'tan (bu hususta da) korkun; bilin ki Allah herhalde
yaptıklarınızı görüp bilendir.
Arap Yanmadası'nda
yaşayan halkın gerek nafaka konusunda, gerek çocuğu emzirme, ya da sütanasına
verme konusunda sağlam ve güvenilir bir ölçüleri, yasaları yoktu,
Kadını-boşaa'ığı halde ondan doğan çocuğunun beslenme sorumluluğunu bütün
ağırlığıyla kadına yükleyenler olurdu. Ona nafaka ve ücret diye bir hak
tanıyanları pek azdı. Kur'ân, insan haklarına her konuda olduğu gibi bu konuda
da rahmet kapısını açtı, kadınların ve yavrularının haklarını korudu.
Yukarıdaki âyet daha çok bu nedenle indirilmiştir. [165]
Aile Hukukuyla ilgili
olan evlenme, boşanma, nafaka ve emzirme gibi konuları İslâm en âdil ölçülerle
düzenlemiş, her hak sahibinin hakkının verilmesini, her sorumlu bulunanın
sorumluluk ölçü ve oranını bilmesini emretmiştir.
lar çocuklarını, baba,
süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa, iki tam yıl emzirirler.»
Bu âyetle hem boşanan
annelere, hem boşanmıyan annelere sesle-nilmektedir. Çocuğun beslenmesi önemli
bir konu olduğundan Kur'ân'da buna geniş yer verilmiş ve bu konuda anne ile
babanın sorumlulukları belirtilmiştir:
a) Müfessir Süddiy'e göre, çocuğunu emzirip
beslemede anneler daha uygun ve daha haklıdırlar. Çünkü anne sevgisi hiç bir
sevgi ve ilgiye benzemez. Küçük yavruyu
anne kucağından ayırmak her ikisine de
zarar verir.
Aneak boşanan anne
başka biriyle evlenirse, o takdirde durum değişir, çoeuk için bir sütanne
tutmak daha uygun olur. Bu da babaya düşer.
b) Baba, çocuğunu emziren annenin ücretini, yiyecek ve
giyeceğine, yani asıl ihtiyaçlarına
yetecek ölçüde ödemekle yükümlüdür. Bu yükümlülük için bir sınır
konulmamıştır. Beldenin ve Müslüman
halkın örfüne
göre hareket edilir.
Âyette bu husus şöyle
belirtiliyor: «Anaların yiyecek ve giyecekleri örfe uygun biçimde, çocuk
kendisine ait olan babaya gerekir.»
Anne boşanmamışsa, haliyle
kocası onu yedirip giydirmekle yükümlüdür. Âyet burada daha çok boşanmış
bulunan anaya işaret etmektedir.
Nitekjm Utbe kızı
Hind, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam Ebû Süfyan oldukça
cimri bir adamdır; bana ve
çocuklarıma yeteoek kadar nafaka vermiyor. Ancak ben haberi olmaksızın onun
malından alıp harcasam bir günah altına girmiş olur muyum?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ona şu cevabı verdi:
— Sana ve çocuklarına örfe uygun biçimde
yetecek kadar alabilirsin (veya al..). [166]
e) Çocuğu
iki tam yıl, ya da belirli bir süre emzirmek anneye vâcib midir, yoksa onun
için bir hak ve görev midir? Âyet bu iki mânayı birden içermektedir. İlim
adamlarından bazısına göre, boşanmamış bir anne -örf ve âdetlerinde
uygülanagelen bir yöntem yoksa- çocuğumu emzirmekle yükümlüdür. Örflerinde
sütanneye verme, ya da mama ile besleme varsa, o takdirde anne yükümlü
değildir.
d) İmam Mâiik'e göre, anne hiç bir durumda
yükümlü değildir. Ancak babası ölür, çocuğa da bir mal bırakmazsa o takdirde
anne onu emzirmekle yükümlü tutulur. Ama nafakasına yükümlü sayılmaz.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre, anne belirtilen durumda da yükümlü değildir. Çocuk Beytülmal'dan
harcanan bir parayla emzirtilir.
e) Boşanan kadına çocuğu emzirip beslemek vâcib
değildir. Bu hususta baba yükümlüdür. Meğerki anne kendi istek ve arzusuyla
çocuğu emzirip besleye..
İmam Şafiî'ye göre,
çocuğu emzirtmek ancak babasına, o ölmüşse, çocuğun dedesine vâcibdir. Yani
baba ya da dede çocuğun beslenmesi ve emzirilmesi için anasına ücret vermekle
mükelleftirler. Anasını bu konuda -bazı istisnalarla- zorlayamazlar.
f) Çocuğu iki tam yıl emzirmek şart değildir,
buna gerek de yoktur. Ancak babası böyle bir istek içindeyse, herhangi bir
anlaşmazlığa kapı açmamak için onun bu isteğine uyulur.
Âyette «Babası, süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa..»
cümlesi belirtilen
manâya delâlet etmektedir. İki tam yıl deyiminin getirilmesi, emzirme süresi
üzerinde çocuğun anasıyla babası arasında çıkacak olan muhtemel bir
anlaşmazlığı önlemek içindir.
g) İmam
Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve birçok mezhep imamları ile
mezhepte ictihad yapan müctehidler bu âyete dayanarak, sütanneliğin ve süt
kardeşliğin iki yaşına kadar meydana gelen emzirmeyle gerçekleşebileceğini
söylemişlerdir. İki yaşından sonraki emme ve emzirmenin bu konuya te'siri
yoktur. Hadîste de : «Süt kardeşlik ancak iki yıl içindeki emme ve
emzirmeyledir.» [167]
h) «Çocuğun
{ana rahminde) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır,» [168]
anlamındaki âyete dayananlar süt emme süresini ana rahmindeki süreye göre
belirlemişlerdir. Ana rahminde, örneğin yedi ay kalan çocuğun süt emme süresi
23 aydır.
i) Ücret ve
nafaka konusunda iki taraf da zarara uğratılmamalı; örfe ve bütçeye uygun bir
oran belirlenmelidir.
Anne, babayı daha ağır
yük altına sokmak için çocuğu emzirmekten kaçınmamalı, fazla bir ücret
isteğinde bulunmamalıdır. Baba da, anne çocuğu emzirmek istiyor ve bu konuda
ısrar ediyorsa, buna engel olmamalıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
böylesine duygusal bir engel hem anneye, hem çocuğa zarar verir.
Çocuğun babası ölürse,
aynı sorumluluğu onun vârisi yüklenir. Bu vâris ya babanın, ya da çocuğun
vârisi olabilir. Babası ölen çocuk ona vâris oluyor ve kendisine yeterli bir
mal kalıyorsa, çocuk bu mal ile beslenir. Böyle bir mal kalmamışsa, başka bir
geliri de yoksa, babasının ölümünden sonra çocuğa vâris olabilecek yakınına
onu beslemek, nafakasını vermek gerekli olur. [169]
«Ana, yavrusunu
«biberon»la beslese bile bağrına basmalı, göğsüne yaklaştırmalı, sevgi bağını
koparmamalı.»
Çocuğu emzirmek hem
anne için, hem yavru için yararlıdır. Önce anne sütünün bebek için en iyi gıda
olduğunu biliyoruz. Çünkü anne sütünde gerekli maddeler tam bebe.ğe yeterli
ölçüdedir. Ayrıca bebeği hastalıktan koruyucu özelliği de vardır. Diyebiliriz
ki, anne sütü alan çocuk daha az hastalanır; nezle, astım, bronşit, alerji gibi
illetlerden ve mikroplu hastalıklardan
korunur.
Annenin çocuğunu
emzirmesi, yukarıda belirttiğimiz gibi kendine de faydalıdır. Ana-yavru bağlan
daha çok sağlamlaştığı gibi, süt veren kadın daha çabuk zayıflar. Emzirmek
bedenden günde ortalama 1000 kalori eksiltir. Süt vermek rahmin (döl yatağının)
çabucak toparlanıp doğum- dan önceki
durumuna dönmesine yardımcı olur. Çocuklarını emziren kadınların orta yaşa
gelince yüksek tansiyondan şikâyet etmedikleri de anlaşılmıştır. Bunun nedeni
bilinmemekle beraber süt vermenin tansiyon dengesini sağladığı tesbit edilmiştir.
İdeal süt verme süresi
4-6 aydır. Bununla beraber birkaç hafta bile büyük fayda verir. Emzirmenin
dokuz ay sürmesinde de büyük yararları olduğunu söyliyen uzmanlar vardır. Çünkü
anne sütü hem mükemmel besleyici, hem temiz ve mikropsuzdur. Çocuğa
hastalıklara karşı direnç sağladığı görülmüştür. Çocuğun ayrıca bedenî ve zihnî
gelişmesinde anne sütünün rolü inkâr edilmiyecek bir düzeyde bulunuyor. A-nne
ile çocuk arasındaki duygusal bağı kuvvetlendirmede ise sütün, yani ana memesinin
etkisi çok büyüktür. Sun'i mama hiçbir zaman bu ölçü ve anlamda bir etki
sağlayamaz.
Ne var ki, çocuk yedi
sekiz aylık olunca, hatta altı aylık devresinde bile anne sütünün yanışım
lüzumu kadar besleyici mama alması gerekir. Bu devreden sonra sadece anne
sütüne bağlı bırakılmamalıdır. Bazı uzmanlara göre üç-dört aylık iken anne
sütüyle birlikte mama verilme-üdir. Ama her şeye rağmen anne sütünün çok
yarar-lı olduğu söz götürmez bir gerçektir. [170]
(Anne Sütunun Onemı)
Bu konuda çok şeyler
yazılmıştır. 74 Sayılı Bilim ve Teknik Dergisinde SCIENCE ET VIE adındaki bir
yabancı dergide bununla ilgili çıkan yazıyı aynen nakletmeyi uygun buldum :
«Tarih gözüyle, meme
vermek (emzirmek), bebeklerin beslenmesi bakımından her zaman tek doğal
(tabii) yol olarak görülmüştür, Kur'ân'da «Anneler yavrularını iki yıl süre ile
emzirirler.» diye emredilmektedir. Eski Mısır'da, bebekler üç, İncil'in.bir
bölümünde ise iki yaşına kadar meme emiyorlardı; İsa'dan önce IV. yüzyılda
İsparta'da bir kanun kadınları yavrularını meme ile beslemeye zorunlu
kılıyordu. Hindistan'da bir çocuğun, annesi tarafından ne kadar uzun
emzirilirse o kadar uzun yaşıyacağı sanılıyordu. Hatta çocukların sekiz ya da
dokuz yaşına kadar meme emmesi de pek nadir değildir. Daha kırk sene öncesine
kadar Çinli ve Japon anneler çocuklarına beş altı yaşına kadar meme
veriyorlardı. Fakat Es-kimolar 15 yaşına kadar meme emen çocuklarıyla bu tür
rekoru kırıyorlardı.
Beslenme bilimindeki
gelişmelere paralel olarak meme ile süt vermenin, küçük bir yavrunun tam
olarak beslenmesi bakımından tek yol olduğu anlaşılmaktadır. Bjr uzman şöyle
diyor:
«Besleyici bir karışım
tertibinde memeler, değme bilginin zekâsından usta çıktılar.»
Ana sütü gerçekten
bebek bedeninin gelişmesi için zorunlu olan aylarda bütün temel metabolik
gereksinmeleri tam olarak karşılamaktadır. Süt yaklaşık olarak altıncı aydan
itibaren bebeğin bütün gereksinmelerini karşılamazsa, katı besinlerle
birleştirilerek yine aylarca cok önemli bir rol oynayabilir.
Ana sütü sadece bir
besin olmakla kalmıyor, aynı zamanda bünyenin bulaşıcı hastalık mikroplarına
karşı direnme gücünün artmasına yardım ediyor. Meme ile beslenen çocukların
birçok hastalıklara, özellikle çocuk felcine ve sıtmaya daha az yakalandığı görülmüştür.
Bilhassa ağız sütünün, memeler tarafından hemen doğumdan sonra üretilen ilk
sütten önceki bu sıvının rolü şimdi daha iyi bilinmektedir. Söz konusu sıvı
çocuğun bünyesini enfeksiyonlara ve daha çok bağırsaktakilerle alerjilere karşı
korumaktadır.
Ana sütünün bebekler
tarafından hazmı kolay olduğu gibi anne tarafından herhangi bir hazırlığı da
gerektirmemektedir.» [171]
Yukarıdaki âyetlerle
boşanma konusu, talâk sayısı, şer'î bekleme süresi belirtildikten ve kadın
haklarının korunmasında gereken uyanlar ya5 pıldıktan sonra emzirme konusuna
yer verildi; çocuğun ana sütüne olan gereksinmesine ve karı ile kocanın bu
hususta örfe uygun meşru ölçüler içinde anlaşma yapmalarına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle aynı konuları tamamlayıcı anlam ve ölçüde kocası vefat
eden kadınların şer'î bekleme süresi anlatılıyor, bu durumda olan kadınlara
açıktan evlenme teklifinde bulunulmaması, süre bitmeden gizli bir sözleşmeye
gidilmemesi emr ediliyor. Böylece yaslı ve üzüntülü bulunan bir aileye her
bakımdan saygılı ve ince davranılması hatırlatılıyor. Ancak evlenmeye istekli
olduğunu erkek kapalı bir anlatımla çıtlatırsa bunda bir vebal olmadığı bildiriliyor. [172]
234__
Sizden ölenlerin geriye
bıraktıkları eşleri, kendi
kendilerine
dört ay on gün
beklerler; bekleme süresini doldurunca artık kendi haklarında örfe uygun meşru
biçimde yaptıkları şeylerden dolayı size günah ve sorumluluk yoktur. Allah ne
yaparsanız bilir.
235— Bu
durumda olan kadınlara evlenme isteğinizi kapalı bir şekilde çıtlatmanızda, ya
da içinizde gizli tutmanızda size bir vebal yoktur. Allah bilir ki onları
herhalde ammsıyacaksınız; ama meşru sözler dışında kendileriyle gizlice
sözleşmeyin; gerekli şer'î bekleme süresi sona ermeyince nikâh akdine
kalkışmayın. Bilin ki, Allah içinizde olanları (içinizden geçenleri) bilir.
Artık Allah'tan korkup sakının ve yine bilin ki, Allah çok bağışlayan ve çok
yumuşak ve geniş sabır sahibidir.
İslâm'dan önce ve
İslâm'ın ilk yıllarında erkek ölüp geriye karısını bıraktığında .kadın bir yıl
evde bekler ve bu süre içinde ölen kocasının malıyla geçimini sağlar,
gereksinmelerini karşılardı. Bir yıl geçmeden evle-nemez, şahsî hürriyetini
kullanamazdı. Bu durum, hem kadın için, hem ölenin diğer vârisleri için yararlı
bir sonuç vermiyor, birtakım huzursuzluklar doğuruyor ve kırıcı ölçüde
sürtüşmelere yolaçıyordu. Yukarıdaki âyet her iki tarafın haklarını ve kişisel
hürriyetlerini kullanmaları için bu, süreyi dört ay on güne indirmiş oldu.
Nitekim Bakara sûresi 240. âyetin tefsirinde bu konuya tekrar dönüp iki âyet
arasındaki bağlantıyı açıklamaya çalışacağız.
[173]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Mâlik kızı Furay'â'ya.:
— «Farz olan şer'ı
bekleme süren sona erinceye kadar evinde oturup bekle!» buyurmuştur. [174]
«Allah'a ve âhiret
gününe inanan hiçbir kadına ölü üzerine üç günden fazla (yas tutup) süslenmeyi
terketmesi helâl olmaz. Ancak ölen kocası için dört ay on gün süslenmeyi
terkeder. [175]
«Ümmu Seleme (R.A.)
diyor ki: Bir kadın, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki :
__ ya Resûiellah!
Kızımın kocası öldü. Şimdi de gözü ağrıyor, ona sürme çekebilir miyiz?
Bunun üzerine
Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :
— Hayır, ancak dört ay
on gün sonra. Cahiliyye devrinde sizden birinin kocası ölünce bir yıl
beklerdi.» [176]
Sürme çekmek aslında
süs sayıldığından men'edilmiştir. Ama ilâç olarak kullanmakta hiçbir sakınca
görülmemiştir. Özellikle o devirde ArapYa-rımadası'nda sürme hem kadınlar, hem
erkekler için gözlere sürülen ve rağbet edilen bir süs vasıtası olarak çok
yaygın idi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kocası ölen bir kadını yabancı
erkeklerin nazarından korumak için buna engel olmuştur. Âyette de bu hüküm çok
açık biçimde belirtilmiştir.
«Kocası ölen kadınlar
kendi kendilerine dört ay on gün beklerler..»
Bu düzeyde olan
kadınlar üç farklı durumdadırlar;
1. Ölen kocasıyla cinsel yaklaşmada bulunmuş
olan,
2. Nikâh akdi yapılmış fakat cinsel
yaklaşmada bulunmamış olan,
3. Gebe olan..
Konuyla ilgili âyetin
açık anlatımından bu üç farklı durumda olan kadınların aynı hükmün kapsamına
alındığı anlaşılıyor. Ama ne var ki Talâk sûresi dördüncü âyette: «Gebe
kadınların İse bekleme süresi, doğum yapmasıyla son bulur.» cümlesiyle, gebe
olan kadınlar bu hükmün dışında tutulmuştur. Diğer ikisinin bu hükmün
kapsamında kaldığını ise, şu rivayet açıklığa kavuşturmuştur:
Büyük sahabi İbn
Mes'ud (R.A.)den soruldu :
— Bir kadın
evlendikten sonra koeası, henüz kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan ve
mehir olarak bir nisbet belirlemeden ölürse, kadın ne kadar süre beklemelidir?
Mehir hususunda tam bir mehir mi, yarı bir mehir mi verilmelidir?
İbn Mes'ud (R.A.) bu
soruyu birkaç defa kendisine başvurulduğu halde cevaplandıramadı. Sonra ısrar
edilince dedi ki :
— «Ben bu konuda
sadece kendi görüş ve içtihadıma göre cevap veriyorum; eğer doğru verebilirsem
bu Allah'tan ve Resûlündendir. Hatalı bir cevap verirsem, o benden ve
şeytandandır. Allah 've Resulü benim hatalı cevabımdan beridirler: Bu durumda
olan kadına tam mehir verilir ve onun için şer'î bekleme süresi de gerekir ve
aynı zamanda kocasına vâris de olur.»
Aynı mecliste bulunan
Ma'kıl bin Yesar (R.A.) ayağa kalkıp dedi ki:
Ben Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden işittim,
Berva' binti Vâşık hakkında senin verdiğin hükmü verdi..»
Bunun üzerine İbn
Mes'ud (R.A.) son derece sevindi ve Allah'a ham-detti. [177]
Kadın, ruhî ve fizikî
yapısına uygun bir hayat düzenine kendini hazırladığı oranda saygınlık kazanır.
Böyle bir kadının ruhundaki duyarlık ve incelik kelimelerle anlatılamıyacak
özelliktedir. Aile yuvası onun bu duyarlık ve inceliğine daha anlamlı bir
ağırbaşlılık ve saygınlık getirir. Az-çok kültürlü bir koca, böyle bir eşe
ancak sevgi ve saygı duyar.
Kadının gerçek yapısı
bu olunca, kocasını kaybettiğinde, arada gelişen bağın bir anda koptuğunu
düşünmemeli; kocasına olan sevgi ve bağlılığını dış görünümüyle olsun
belgelemen ve kendine bir anda yönelen istekli gözler, sabırla sonucu bekleme
zorunda kalmalıdırlar.
İslâm dini cinsler
arasındaki bu tür ilgiyi belli bir ölçüde tutmak, manevî çatısı çöken aile
yuvasına şehvetle değil, saygıyla ve sadık bir dost gözüyle bakmayı sağlamak
için kadının dört ay on gün beklemesini ve bu süre içinde süs eşyası
takınmamasını, güzel koku sürünmemesini, göz alıcı, dikkat çekici giysilerden
kendini uzak tutmasını, sürme ve benzeri tuvalet maddeleri kullanmamasını
emreder.
Boşanma ve bir iki
talâk nedeniyle bir süre ayrı yaşama durumunda ise, bu ölçü ve anlamda bir yasak
konulmamıştır. Çünkü kooa yuvayı isteyerek dağıtmış, eşiyle arasındaki bağı
acımasızca koparmış; böylece Alan katında sevilmiyen bir helâli işlemiştir. O
halde boşanan kadın daha fazla tedirgin olmadan kendine uygun bir eş bulmak ve
yine saygınlığını sağlayacak bir çatı altına girme hakkına sahiptir. Bunun
için örfe uygun meşru1 bütün yollar açık tutulmuş ve başkasına engel olma hakkı
verilmemiştir. Bu durumda olan kadının süslenmeyi bırakmasında bir yarar
yoktur.
Fıkıhta (İslâm
Hukukunda) derin bilgi sahibi olan ilim adamlarımız bu konuda şöyle ictihadda
bulunmuşlardır:
a) Kocası ölen kadının şer'î bekleme
süresince süslenmesi, güzel kokular sürünmesi ve benzeri çekici
kıyafetler giyinmesi helâl değildir. Buna muhalefet eden olmamıştır.
b) Rec'î talâkla kocasından ayrı duran kadın her
haliyle süslenebilir.
ç) Bâin
talâkla ayrılan kadın hakkında iki görüş var: En doğrusu, onun da süslenmesinde
bir sakınca olmadığıdır. [178]
«Bu durumda olan
kadınlara evlenme isteğinizi kapalı bir şekilde çıtlatmanızda, ya da içinizde
gizli tutmanızda size bir vebal yoktur.»
Bu âyet üzerindeki
yorumlar - rivayetler:
a) Doğrusu ben evlenmek istiyorum,
b) Şöyle şöyle bir kadınla evlenmek
arzusundayım,
c) Allah'tan karşıma iyi bir kadın çıkarmasını
diliyorum,
d) Kadına çok ihtiyacım var,
e) En iyi bir kadınla evlenmek başlıca arzularım
arasında bulunuyor.
Başta Buharı olmak
üzere Mücâhid, Tavus, Ikrime, Saîd bin Cübeyr, İbrahim Nahaî, Şa'bî, e!-Hasen,
Katade ve Zührî gibi değerli hadisoiler, tefsirciler ve fakihler; çıtlatmayı
belirttiğimiz anlamlardaki sözlerle yorumlamışlardır.
«Kendileriyle gizlice
sözleşmeyîn.»
Bu cümle üzerinde ise
şu yorumlar yapılmıştır:
a) Zina
etmeyiniz.
Hasan Basrî ve İbrahim
Nahaî bu görüştedirler. Onlara uyanların sayısı hayli kabarıktır.
b} İbn Abbas
ve Ali bin Ebî Talha'ya göre, «Ben sana aşığım ve senden başkasıyla
evlenmiyeceğime yemin ettim» gibi sözler söylemeyin, demektir.
c) Mücâhid'e
göre, «Kendini benim için hazırla, çünkü seninle evleneceğim» demeyin,
anlamınadır.
«Şer'î bekleme süresi sona ermeyince nikâh akdine
kalkışmayın.»
İddet (şer'î bekleme
süresi) bitmeden nikâh akdinde bulunmak sahih değildir. Bu süre içinde akid
yapıp evlenenleri hâkim ayırır. İddeti bitince yine aynı erkekle evlenmesi
caiz ve sahih olur mu? Bu hususta iki farklı ictihad var:
1. Cumhura göre, şer'î bekleme süresi
bitmeden nikâh akdi yapan ve hâkimin
müdahalesiyle ayrılan çiftler, iddet bitince yeniden nikâh akdi yaparak
evlenebilirler. Çünkü iddet içinde yapılan
nikâh akdi hükümsüzdür.
2. İmam Mâlik'e göre, bir daha o erkekle
evlenemez; kendisine ebediyen haram olur. İmam bu içtihadını, Hazreti Ömer
(R.A.)den yapılan şu sahih rivayete dayamaktadır;
«Hangi kadın iddeti
içinde nikâhlanırsa kendisini nikahlayan erkek cinsel yaklaşmada bulunmadan
hâkim onları ayırır; sonra kadın yine ölen ilk kocasından dolayı gereken
iddetin geriye kalan kısmını tamamlar; iddet içinde onunla nikâh akdi yapan
erkek, onu isteyenlerden biri olur; ama cinsel yaklaşmada bulunduktan sonra
hâkim onları ayırırsa, bu kez kadın ölen kocasından dolayı gereken iddeti
tamamladıktan sonra ikinci erkekten dolayı da yeni bir iddet tamamlar ve bu
erkekle artık evlenmesi haram olur.»
Nitekim İmam Şafiî de
aynı içtihadı İmam Mâlik'ten naklen rivayet etmiştir.
Bunun nedeni ise,
gerek kadın, gerekse erkek şer'î bekleme süresi bitmeden ilâhî sınıra- uymayıp
evlenmeye kalkışmışlardır. Verilen hüküm ilâhî cezalardan biridir. Tıpkı mirasa
bir an önce kavuşmak için murisini öldüren vârisin miras hakkından mahrum
edilmesi gibi.
Ne var ki, İmam Şafiî,
Kavl-i Cedid'inde «Bu erkekle o kadının iddeti bitince yeniden evlenmeleri
helâl olur,» demiştir. [179]
Şer'î bekleme süresini
dolduran kadın örfe uygun meşru' biçimde kendine çizeceği yeni bir hayat
plânından ancak kendisi sorumludur. İslâm dini burada da kadına, kocası ölüp
dört ay on gün geçtikten sonra meşru ölçüler içinde serbesti tanımış; ne
velisinin, ne de hâkimin karışmasına gerek olmadığını açıklamıştır.
«Örfe uygun meşru
biçimde»
cümlesi de bu durumda
olan bir kadının gayr-i meşru' bir yola sapmasına, hayatını alt-üst edecek
hatalı bir yola girmesine izin verilmiyeceği-ne işarettir.
Görülüyor ki, bu
hususta iki yönden kadın hakları korunmuş ve örfe uygun meşru' yolda hareket etmesinde
tamamen serbest bırakıldığı gibi, gayr-i meşru' bir yola girmesine de müsaade
edilmemesi bildirilmiştir, islâm'ın bu iki hükmü de hem kadından yana, hem de
aile ve sosyal yapıdan yana bir rahmettir. [180]
Yukarıdaki âye.tlerle
kocası ölen kadının dört ay on gün beklemesi gerektiğine dokunuldu ve bu süre
bitince kadının meşru yoldan hareket ettiği takdirde tamamen kendi irâdesine
bırakıldığına, yeni bir yuva kurmada kendisine serbesti verildiğine işaret
edildi. Sonra bu durumda oian kadının şer'î bekleme süresi bitmeden kendini
süsten, başka erkekle açıktan ya da gizli anlaşmaktan koruması gerektiği
belirtildi. Böylece kadının bazı hakları açıklandı; diğer bazı önemli
haklarına aşağıdaki âyetlerle dokunuluyor; daha çok erkeğin iyi niyetine ve
samimi davranışına »reksinme duyan kadının boşandıktan sonra her türlü haktan
mahrum Imesinin ilâhî adalete sığmıyacağına, iyilikten yana olan mü'minlerin ou
haklan en güzel ölçü ve anlamda ödeyeceklerine dikkatler çekiliyor. [181]
236— Kendileriyle cinsel yaklaşmada bulunmadığınız
ya da bir me-hir takdir etmediğiniz
kadınları boşarsamz, üzerinize bir günah ve sorumluluk yoktur. Eli geniş olan
kendi ölçüsüne, eli dar olan da kendi ölçüsüne göre, örfe uygun bir fayda ile
onlara yarar sağlayın. Bu (daha çok) iyilik sevenler, iyilikte bulunmak
isteyenler üzerine bir haktır.
237— Eğer cinsel yaklaşmada bulunmadan önce onları boşar ve kendilerine bir mehir de belirlemişseniz, bunun yarısı onların
hakkıdır; meğerki kadınlar bu hakkı bağışlamış olsunlar veya nikâh akdi elinde
bulunan erkek affetsin. Ama (ey erkekler!) sizin bağışlamanız takvaya daha
yakındır. Bir de aranızdaki üstünlük ve iyiliği, fazilet ölçüsünü unutmayın.
Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı görüp bilendir. [182]
Ansardan bir adam,
Hanîfe oğullarından bir kadınla
evlenmiş, fakat ona bir mehir takdir etmemişti. Evlendikten sonra ona el
sürmeden, yani cinsel yaklaşmada bulunmadan
boşuyor. Bu durumda kadına bir
mehir verip vermiyeceğini ve bundan dolayı
bir sorumluluk gerekip gerekme diğini bilemiyordu. Bunun üzerine yukarıdaki
âyet indi.[183]
Resûlüllal (A.S.) Efendimiz ona: «Boşadığın kadını bir baş örtüsüyle bile olsa
yarar landır,» buyurdu. [184]
Bu konuda müfessır ve
fakihlerin vermiş olduğu çok geniş bilgileri aşağıda özetliyorum :
1. Nikâh akdinde kadına mehir takdir edilmez ve kendisiyle cinsel
yaklaşmada bulunmadan boşanırsa, adam, kadına yarar sağlayacak ölçüde bir hak
verir: Bu hak İmam A'zam, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel'e göre
vâcibdir. İmam Mâlik'e göre,
müstehabdır. Bu hak örfe göre takdir edilir.
2. Şayet nikâh akdinde kadına bir mehir takdir
edilmiş, fakat cinsel yaklaşmada bulunulmadan
boşanmışsa, kocanın ona takdir
edilen bu mehrin yarısını ödemesi gerekir. Bunun dışında ayrıca kadına
yararlanacağı bir hak vermek gerekmez,
3. Biri, kadına yararlanacağı bir hak verilmesi
gerekir şeklindedir; diğeri gerekmez, şeklindedir. Çünkü kadın bu durumda
mehrin tamamını alma hakkına sahiptir. Bu, İmam Azam'ın ve bir rivayete göre,
İmam Ahmed'in içtihadıdır. Abdullah b. Ömer'den (R.A.) yapılan rivayete göre
ise, boşanan her kadına yararlanacağı bir hak vermek gerekir; ancak nikâh
akdinde kendisine mehir takdir edilip cinsel temasta bulunulmadan boşanan kadın
müstesna; ona ancak yarım mehir verilir.
4. Kadının yararlanacağı hakkın oranı nedir? :
Ibn Abbas'a (R.A.)
göre, bu hakkın en yükseği bir hizmetçi tutmaktır. Ortalaması, başörtüsü,
entari ve üstlük olmak üzere üç giysidir. En azı bu orandan aşağı olanıdır.
Sözü edilen üç giysi günün şartlarına ve örfüne göre ayarlanır.
İmam Şafiî de aynı
görüştedir. Nitekim sahih rivayete göre,
Düyük sahabi Abdurrahman bin Avf (R.A.), karısını boşaymca ona yararlanacasiyah
bir cariye vermişti. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sevgili torunu
Hz. Hasan (R.A.) ise
boşadığı kadına on bin dirhem vermiş ve: «Bu,onunla aramızda kurulan iyilik ölçüsü için azdır bile» demiştir.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, bu hak normal mehrin yarısını geçmez. İmam Ahmed bin Hanbel'den yapılan
bir rivayette, giyildiğinde namaz caiz olacak ölçüde bir giysi olması
yeterlidir. Diğer bir rivayette, hâkimin takdirine bırakılır, denilmiştir.
Âyette ise, bu hak, zengin ve fakirin malî yapısına göre takdir edilir, ölçüsü
getirilmiştir ki bu ölçü müctehid imamların içtihadıyla tesbit edilmiştir.
5. Nikâh akdinde mehir takdir edilmediği
takdirde akid sahihtir; kadın bu hakkını gerektiğinde isteyebilir.
6. Evlendiği kadına el dokundurmadan boşarsa :
İmam Şafiî'ye göre sadece halvette bulunmaları mehrin yarısını ödemeyi
gerektirir. Kadına el dokundurduktan sonra boşarsa mehrin tamamını vermesi
vâcibdir. Bu-el dokundurma ister
hakiki mânada, ister
mecazî anlamda olsun farketmez. Âyette bunun için «mess»
tabiri kullanılmıştır ki Şafiî'ye göre, bu cinsel yaklaşma anlamına mecazen
gelir. El dokundurma anlamında ise hakiki manası saydır.
İmam A'zam'a göre
ancak sahih bir halvet, mehrin tamamının ödenmesini gerektirir. Bu, cinsel
yaklaşma anlamında da olabilir, karı-koca-nın yalnız bir odada başbaşa
kalmaları anlamına da gelebilir. [185]
Kadın ile erkek farklı yaratılmıştır. Birinin
yaptığını diğeri yapamıyabilir. Örneğin, çocuk doğurmak, onu emzirmek kadına
hastır. Erkeğin fizikî yapısındaki güç ve dayanıklılık ruhuna kadar sirayet
eder. Böyle bir güç ve dayanıklık kadında pek az raslanır bir özelliktir. O
halde hayatın birçok alanlarında birbirini tamamlayan erkek ile kadın,
evlenirken nasıl içten dışa vuran bir sevgi ve saygıyla birleşiyor ve
kaynaşıyorlarsa, ayrılırken de, boşandıkları zaman da aralarındaki fazîlet
ölçüsündeki sevgi ve saygıyı unutmıyarak aynı doğrultu ve düzeyde aralarındaki
konuyu sonuca bağlamalıdirlar.
Allah ve peygamberi,
kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan boşanan kadının eliboş gönderilmesini
hoş görmüyor, erkeğin malî yapısına göre, örfe uygun yararlanacağı bir hak
belirleyip verilmesini emrediyor. Bu emir, sadece fizikî ve ruhîyapısıyla cok
zarif olan kadına hak tanımak, ona karşı merhametli davranmak gibi anlamlar
taşımaktadır.
Müctehid imamlar
Kur'ân'ın kadından yana olan bu ilâhî emri, yine Kur'ân ve Hadîsin, örf ve
âdetin ışığı altında tefsir edip rahmet saçan hükümler çıkarmışlardır. [186]
Bundan önceki
âyetlerle aile hukukundan bir bölüme yer verildi; kadın haklan açıklandı; ona
ne zaman ve nasıl davranılmasına dokunuldu. Kur'ân'ın yüce hikmet ve
metodlarından biri de ahkâmla ilgili her bölümden sonra ibâdetten, Allah
korkusundan, âhiretteki hesaptan; cennet ve cehennemden sözetmek ve bununla
ilâhî hükmün amaç ve maksadını belirleyip hukukî meseleleri iyi ahlâk ve
faziletle birleştirip bütünleştirmektir.
Bu nedenle aile
hukukunun bir bölümü açıklandıktan sonra namaza, özellikle VUSTA NAMAZ'a devam
ve Allah huzurunda gönül yatışkanlığı ve derin bir saygı duygusu içinde tam
edeple durma konusuna geçiliyor ve aşağıdaki âyetler daha çok bu hikmeti
yansıtıyor. [187]
238—
Namazlara, özellikle orta namaza (ya da daha üstün olan namaza) devam edin,
onu gerektiği gibi koruyun ve Allah'a saygı ve korku do!u bîr Gönül ile el
bağlayıp durun.
239— Eğer
(düşman ve benzeri bir tehlikeden) korkar da (belirlenen şekilde huzurda
duramazsamz) yaya ya da süvari olarak (namazı kılın). Korkuyu atıp güvene
kavuştuğunuzda, size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi Allah'ı anın, namazı
yine (belirlenen şekilde) kılmaya devam edin.
Resûiüliah (A.S.)
Efendimiz öğle namazını ısının en çok arttığı bir vakitte kılardı. Ashaba bu
namazdan daha ağın yoktu. Bunun üzerine öğle namazının daha faziletli olduğu bildirilerek
yukarıdaki âyet indirildi. [188]
Zeyd bin Erkam (R.A.)
diyor ki,:
— «Önceleri biz namaz içinde konuşur,
yanımızdaki arkadaşımızdan bir şey sorar veya ona bir şey hatırlatırdık. Sonra,
«Allah'a saygı ve korku dolu bir gönül ile el bağlayıp durun!» âyeti indi. Biz
de artık namazda konuşmayı terkettik.» [189]
«Bizimle sizin
aranızdaki ahid (sözleşme, anlaşma ve sınır) namazdır. Onu (farziyetinl kabul
etmeyip) terkeden kimse kâfir olur.» [190]
Peygamber (A.S.)
Efendimize soruldu :
— Hangi amel daha üstündür ?
— Vaktinde kılınan namaz, diye cevap verdi. [191]
«Allah katında
amellerin en sevimlisi, ilk vaktinde acele edip kılınan namazdır.» [192]
İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:
— Müşrikler, güneş kızarıncaya ya da
sararıncaya kadar Peygamber (A.S,) Efendimizi ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Bunun
üzerine Efendimiz : «Bizi orta ya da en faziletli namazdan (ikindi
namazından) alıkoydular. Allah onların içlerini ve kalblerini ateş doldursun!» [193] buyurdu.
«Vusta (orta ya da en
faziletli) namaz, ikindi namazıdır,» [194]
Hz. Âişe (R.A.)nin
azadlı kölesi Ebû Yunus diyor ki:
— «Âişe Validemiz,
kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve «Namazlara özellikle orta namaza devam
edin!» âyetine gelince bana haber ver, diye tenbihte bulundu. Ben de bu âyete
geldiğimde kendisine haber verdim. Bana onu şöyte yazdırdı : «Namazlara
özellikle orta namaza ikindi namazına devam edin!» Sonra da şöyle buyurdu:
«Ben bunu (aynı ölçü ve anlamda)
Resûiüliah (A.S.) Efendimizden işittim.» [195]
«Vusta (orta) namaz,
ikindi namazıdır.» [196]
Önce bu kelimeyi çözelim :
Vusta : Evsafın
te'nisidir. Bir şeyin vasatı, en hayırlısı ve en âdil olanıdır. Bu anlamda
Kur'ân'da, «Sizi vasat bir ümmet kıldık» buyurulmuş-tur. [197]
Konumuzu oluşturan
âyette önce genel ölçüde namazlardan sözedil-di, sonra bu namazlara dahil olan
«Vusta Namazı» ayrıca anıldı. Tamim-, den sonra tahsis (genel ölçüden sonra
özetlendirme) o şeyin faziletine delâlet eder.
SALÂT-İ VUSTA'yı Iğrâ
yollu (rağbetlendirme, sıkı biçimde he-esini artırma)
mensup okuyanlar da olmuştur.
Bunun kural olarak anlamı şöyledir: Vusta
namazına rağbet edin, ona gerekli
olun!,
VUSTA NAMAZI'nın hangi
namaz olduğu kesinlikle bilinmemekle beraber sahih rivayetlerin ağırlık
kazandırdığı yorum bize ipucu vermektedir, aerek Ashab-ı kiramdan, gerek
Tabiînden, gerekse değerli ilim adamlarımızdan çok farklı rivayetler ve
görüşler nakledilmiştir. Bunların çoğu sahihtir. Ağırlık, ikindi namazı
olduğunu göstermektedir. Allah daha iyisini bilir. Bütün bu rivayetleri şöyle
özetüyebiliriz :
1. Sabah namazıdır.
Bu, Ashabdan Hz. Ömer,
İbn Ömer, İbn Abbas, Muâz ve Câbir (R.A.) den; Tabiînden Ata', İkrime, Mücâhid
ve Rebi' b. Enes'den rivayet edilmiştir.
İmam Mâlik ile İmâm
Şafiî'nin de ictihadlan bu anlamdadır. Muvat-ta' ve Tirmizî'de bu rivayete yer
verilmiştir. Çünkü Sabah Namazı meş-hud'dür; gece ile gündüz melekleri bu
namaza hazır olur.
2. Öğle namazıdır.
Bu, Ashab'dan Zeyd bin
Sabit, Usame bin Zeyd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Hz. Âişe (R.A.)dan rivayet
edilmiştir. Abdullah bin Şeddad diyor ki: «Bu, aynı zamanda İmam Ebû Hanîfe'nin
içtihadıdır.»
Salat-i Vusta'mn öğle
namazı olduğuna dair Ebû Davud'da, Zeyd bin Sâbit'ten yapılan sahih bir rivayet
de mevcuttur ki bunu iniş sebebinde nakletmiştik.
3. İkindi namazıdır.
Bu, Ashabdan Ali bin
Ebî Tâiib, İbn Mes'ud, Ebû Eyyub, Ebû Hüreyre ve İbn Ömer (R.A.Jden; Tabiînden
Hasan Basrt, İbrahim Nahaî, Katade, Dahhak ve Kelbî'den rivayet edilmiştir.
Bir başka rivayet ve
tesbite göre, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed bin Hanbel'in içtihadı bu
anlamdadır. Tirmizî diyor ki: «Bu, ashabın çoğunun görüşüdür.»
Mâverdî'nin, «Bu, İmam
Şafiî'nin de görüşüdür» dediği bilinmektedir. Müslim kendi sahihinde bu konuda
iki sahih hadîs nakletmiştir ki onları, ilgili hadîs bölümüne yazdık.
4. Akşam namazıdır.
Bu görüşte olanların
delili: Akşam namazının gündüzün aydınlığıyla gecenin karanlığı arasında
kılınması ve öğle ile ikindi namazlarından bir rek'at az, sabah namazından bir
rek'at fazla olması, bu nedenle de vasat bir anlam taşımasıdır.
5. Yatsı namazıdır.
Bu konuda seleften
hiçbir sahih rivayet tesbit edilememiştir. Müteah-hirîn (daha çok hicrî beşinci
asırdan sonra gelen ilim adamlan)ın bir kısmı bu görüştedir. Delilleri ise, bu
namazın, kasır yapılmayan sabah ile akşam namazları arasında olması ve
münafıklara en ağırgeîen namaz olarak
bilinmesidir.
6. Beş vakit
namazdan biridir.
Her gün beş vakit
namaz korunup devam edilsin diye «vusta namazı» belirlenmemiştir. Bunun gibi
Allah, Kadir Gecesi'ni Ramazan'da, İcabet saatini cuma gününde, İsm-i
A'zam'ını diğer isimleri arasında gizlemiştir.
İbn Sirîn de aynı
görüştedir. Rebi' bin Haysem'den sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Beş vakit
namaza devam et, bu arada Orta Namaza da devam etmiş olursun.»
Bütün bu rivayetleri
bir bir delilleriyle gözden geçirdiğimizde daha çok ikisine ağırlık verildiğini
görürüz : Sabah ve ikindi namazı.. Bu ikisinden de ikindi namazını tercih
edenler çoğunluktadır. Çünkü bu husustaki sahih hadîsler daha çoktur.
Cuma namazı olduğunu
söyliyenler de olmuş, bu namazın İslâm'da cemaatleşme şuurunu daha çok
geliştirdiğini deli! olarak göstermişlerdir. [198]
Tekrar söyliyelim ki,
madde ile mâna arasında denge kurmamıza en çok yardımcı olan ve bizi günlük
hayatın üzücü ve yorucu havasından sıyırıp huzura kavuşturan namaz'ın önemini
belirtmek için Allah, VUSTA NAMAZ deyimini anmıştır, [199]
«Eğer (düşman ve benzeri bir tehlikeden)
korkar da (belirlenen şekilde huzurda duramazsanız) yaya, ya da süvari olarak
namaz kılın.»
Buna korkulu anlarda kılınan namaz denir; daha çok savaşta düşmanla
karşılaşıldığında uygulanan kendine has bir namaz şeklidir. Korku namazı iki
kısma ayrılır: Biri bu âyette belirtildiği gibi yaya ya da süvari olarak
hareket halinde ve kıbleye yönelme şartı
olmaksızın kılınan namazdır. Diğeri Nisa sûresinde 102. âyetle
belirtilen namazdır.: «Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak
olursan, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silahlarını da
yanlarına alsınlar. Secde etlerinde n (hemen sonra) arkanızda yerlerini
alsınlar. Bu defa henüz na-noz Almayan diğer kısım gelip seninle beraber namaz
kılsınlar......»
En tehlikeli anlarda
bile insanla Allah arasındaki her türlü engeli kaldırıp ruha üstün bir cesaret
veren, kalbleri yatıştıran namaz gibi yüksek anlam taşıyan bir ibâdeti emreden
İslâm'ın insanla yaradanı arasında nasıl bir ilgi kurduğunu bilmem anlatmaya
gerek var mıdır? Böyle anlarda ölümü önemsiz göstermek kadar sağlam bir eğitim
metodu daha gösterilebilir mi?
Bu konuda yorumlar ve
ictihadlar:
a) Savaş sürüp giderken de namaz terkedilmez.
Çünkü namazın bittiği ve terkedildiği yerde Allah'a uzanan yol kapanmış, insan
ruhunu yücelten basamak kırılmıştır.
Şafiî mezhebine göre
böyle anlarda vakit daralmışsa, mü'min hem savaşır, hem de at üzerinde namazını
kılar. Yaya ise, o vaziyette kılar. Bu durumda kıbleye yönelik bulunmak şart
değildir. Çünkü bir şartın ortadan kalkması diğer şartları beraberinde
düşürmez. Rükû' ve secdeleri baş işaretiyle yaparken secde için biraz daha fazla
başım eğer.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yaya olan kimse o
vaziyette namaz kılmaz, sonra imkân bulunca kaza eder. Çünkü Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Hendek günü öğle ve ikindi namazlarını ancak güneş battıktan sonra
kı-labilmişti. İmam Şafiî yukarıdaki içtihadını ilgtii âyete dayamaktadır. Hendek
günü ise henüz korku namazı hakkındaki âyet inmemişti. Bu âyet o gün inmiş
bulunsaydı herhalde Peygamber (A.S.)
Efendimiz namazı kazaya
bırakmazdı.
c) İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Allah (C.C.) namazı
Peygamberin diliyle memleketimizde eyleşik bulunduğumuzda dört rek'at,
yolculuk halinde bulunduğumuzda iki rek'at ve korkulu anlarda bir rek'at olarak
farz kılmıştır.» (1) Nitekim Tabiîn'in büyüklerinden Hasan el-Basrî ile diğer
bazı ilim adamları bu rivayetle amel etmişlerdir.
d) İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Cumhur-i ulemâya
göre, korku namazı, rek'at sayısı bakımından diğer namazlardan farklı
değildir. Hiç bir vakit yalnız bir rek'at namaz kılmaya ruhsat verilmemiştir. [200]
«Allah'a saygı ve
korku dolu bir gönül ile el bagaj Sahih-I Müslim. kıyıp durun.»
Allah saygı
gösterilmeye ve sevilip korkulmaya daha çok lâyıktır. Fert ve toplum İçin
yüksek gayelere yönelik bulunan NAMAZ ibâdetini-yerine getirirken saygı ve
terbiyenin, gönül yatışkanhğı ve ruh sadeliğinin en üstün anlamını içimizde
taşıyarak durmamız gerekir. Buna KUNÛT denilir. Konumuzu oluşturan âyette önce
namaz konusuna dikkatler çekilmiş, korku namazından söz edilmiş, sonra da bu
hususa yer verilmiştir. Böylece Alîah huzurunda kulluğumuzun gerçek ölçüsü ve
içten dışa vuran samimiyetimizin renk ve mânası hatırlatılmak istenilmiştir.
Aslında KUNÛT , çok
yönlü ve çok anlamlıdır, izah isteyen bir kelimedir. Ama biz bu konudaki yorum
ve rivayetleri özetliyoruz :
1. İstîyerek, iç ve dış yapılarınızı birleştirip
boynunuzu eğerek Allah huzurunda ibâdete durun!
2. İbâdeti farz, vâoib, sünnet ve adabına göre
yerine getirin!
3. İbâdette dünya uğraşılarını unutup gönül
yatışkanlığı ve kalb huzuruyla Allah'a
kulluk edin!
4. Rükû1 ve secdeleri uzatarak ibâdeti (namazı)
yerine getirin!
5. Gözünüzü ve diğer organlarınızı haram ve
şüpheli .şeylerden uzak tutarak ilâhî huzurda durun!
6. Namazda kıyamı uzun tutarak huzurda kulluğun
anlamını yerine getirmeye çalışın!
Buna işaretle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Namazın en üstünü, ku-nûtu uzun olanıdır (ayakta
çok durulanıdır)» buyurmuştur. [201]
7. Konuşmadan, sağa sola iltifat etmeden namazı
kılın!
Nitekim İbn Mes'ud
(R.A.) diyor ki: «Önceleri Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namaz kılarken biz
kendisine selâm verirdik, O da selâmımızı ahrdı. Habeşistan'dan döndüğümüzde
selâm verdik bu kez cevap vermedi. [202]
Sebebini sorduğumuzda «Namazın kendine has bir meşguliyeti var!» buyurdu. [203]
«Korkarsanız yaya, ya da
süvari olarak kılın.»
İsîâm, insan ruhunu
her yerde ve her alanda geliştirir, onunla Allah arasındaki engelleri kaldırır,
mesafeyi kısaltıp yaratılan ile yaratanı bir-araya getirir. Allah ile beraber
olmanın derin zevkine, ince mânasına erişen bir mü'min düşünün, böylesinin
Allah yolunda feda etmiyeceği hiçbir varlığı yoktur.
Kendisi her şeyiyle
birlikte Allah'ındır, emaneti her an teslim etmeye hazırdır. İşte insanı bu
düzeye getiren en sağlam merdiven NAMAZDIR. Bunun için savaş meydanlarında bile
düşman iie çarpışırken namazın kılınması emredilmiştir.
Evet, NAMAZ, yüce
amaçlar uğruna can vermenin yüksek zevkini insan kalbine işler. Vakti gelince
ruhu doyuran NAMAZ'ı kılmaktan daha faziletli bir ibâdet yoktur. Bu ibâdet hem
ruhî, hem de bedenî yönden insanı güçlendirir, şahsiyetini kazandırır ve
kalbleri silik halden kurtarır.
Diyebiliriz ki, bir
milletin büyüklüğü, o milleti meydana getiren fertlerin sağlam bir inanca,
gelişmiş bir vicdana, eğitilmiş bir kafa güoüne, hakka olan derin bağlılığına
ve akıl ile zekâ ni'metlerini en yararlı konularda kullanmasına bağlıdır;
hatta bununla orantılıdır. Bu bakımdan madde ile mâna, dünya ile âhiret,
vicdan ile dış dünya, akıl ile imân, ilim ile ahlâk ve fazilet arasında denge
sağlayamıyan milletlerin yaşama şansı pek azdır, yaşasa bile huzursuzdur,
kararsızdır, karamsardır. [204]
Aile hukukunun bir
bölümü açıklandıktan sonra, insanı ahlaken yükselten, olgunlaştıran, günlük
hayatın düzenli bir ölçüde yürütülmesini kolaylaştıran, maddeyle mâna arasında
tam ahenkli bir dengeyi sağlayan namazdan, özellikle orta namazdan
bahsedildi.Aşağıdaki âyetlerle namazdan feyiz alan, ruh ve vicdanını arındıran
mü'minlerden, kadınların haklarına saygılı olmaları isteniyor. İster kocası
ölsün, ister kendisi boşanmış olsun, her iki halde de kadının birtakım şer'î
hakları vardır. Onları boynu bükük, eli boş kapıdışarı etmenin İslâm'da yeri
olmadığı hatırlatılıyor ve gerek aile hukuku, gerekse şahsî hukuk konusunda çok
dikkatli olmamıza işaret ediliyor. [205]
240— Sizden ölüp de kadınlarını geriye bırakanlar,
kadınları için evlerinden çıkarılmaksızın yılına kadar geçimlerini karşılayacak bir intifa' vasiyyet etsinler.
Bununla beraber evlerinden çıkarlarsa kendi haklarında örfe uygun meşru' biçimde yaptıklarından artık
size hiçbir sorumluluk yoktur. Allah çok üstündün çok güçlüdür ve hikmet
sahibidir.
241— Boşanan
kadınlara da örfe uygun bir yarar sağlanması, Allah'tan korkup günah ve
kötülüklerden sakınanlar üzerine bir haktır.
242— Allah böylece size âyetlerini
açıklıyonolakiaklınızıkullamrsıniz.
Sahih rivayete göre
Tâifli bir adam (ki Hars oğlu Hakîm olduğu söylenir) ana ve babasını, bir de
karısıyla çocuklarını yanına alıp Medine'ye gelip yerleştikten sonra ani bir rahatsızlık
neticesi öldü. Durum derhal Resûlüllah (A,S.) Efendimize bildirildi. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi. Peygamber (A.S.) Efendimiz o adamın malını
çocuklarına ve annesiyle babasına taksim etti; karısına ise, bir hisse
ayırmadı. Sadece kadının bir yıla kadar evde oturmasını ve bu süre içinde
nafakasının karşılanmasını emretti. Kadın kendi arzusuyla senesi dolmadan evden
ayrılmak isterse bu takdirde nafakasının kesileceğini hatırlattı ve mirasçılara
bu yüzden bir sorumluluk gerekmiyeceğini söyledi.
Yapılan ciddi
araştırmalara göre, bu hüküm, henüz miras âyetiyle bundan evvel şer'î bekleme
süresi olarak dört ay, on gün hakkındaki aYet inmeden önceki döneme aittir.
Sonra sözü edilen bu iki âyet inince, bir rivayete göre bunun hükmü tamamen
kaldırılmış, başka bir rivayete 9ore bu sadece bir tavsiye anlamında hükmü devam etmiştir. [206]
Bu konuda farklı
yorumlar ve rivayetler yapılmıştır:
a) Müfessirlerden bir gruba göre, kocası ölen
kadının kocasının evinde bir sene kalabileceği ve bu süre içinde kocasının
malından nafakasının karşılanacağı bir
hüküm olarak belirtilmiş;sonra bu.dörtayongün şer'î bekleme süresi hakkındaki
âyetle; nafaka durumu da Nisa
süresindeki mîras âyetiyle kaldırılmıştır, Nitekim Buharî'nin İbn Zübeyr'den
yaptığı rivayete göre, İbn Zübeyir bir gün Hazreti Osman'a :
— Bakara süresindeki bu âyet, kendisinden önceki âyet ve bir de Nisa süresindeki miras
âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Neden
bunu tekrar Mushafa yazıyorsun?
demiştir.
Hz. Osman bu soruya şu
cevabı vermiştir:
— Yeğenim! Kur'ân'dan hiçbir âyeti yerinden
alıp değiştiremem.,
b) İbn Cerîr Taberî'nin Mücâhid'den yaptığı sahîh rivayete göre, bu âyet
mensûh değil (hükmü kaldırılmamıştır), muhkem (hükmü kıyamete kadar devam eden ahkâmdan)dır.
İddet (şer'î bekleme
süresi) dört ay, on gündür. Sonra Allah bu durumda olan kadınlardan iddetten
sonra yedi ay yirmi gün daha kocalarının evinde kalabileceklerini ve bu süre
içinde -kendilerine isabet eden mirasdan başka- nafakalarının karşılanmasının
uygun olacağını, bunun da vasiyyet yoluyla bir hükme bağlanmasını kocalar
üzerine bir hak olarak koymuştur. Ama kadın kendi arzusuyla evden ayrılırsa,
ölen kocası ve kalan mirasçıları bundan sorumlu değildirler. Çünkü kadın bu
konuda tamamen serbest bırakılmıştır.
Kurtubiy'e göre,
Taberî'nin bu tesbiti doğrudur ve rivayet yoluyla sabittir.
c) Tabiîn'den Atâ'dan da yapılan rivayette,
âyet-i kerîme kocası ölen kadın için bir
yıl iddet (şer'î bekleme süresin)i
gerekli kılan bir hüküm taşımamaktadır. Bu
bakımdan dört ay on gün iddetle ilgili
âyetle nesh olmamış (hükmü kaldırılmamış)tır.
Âyette sadece kadının
kocasının ölümünden sonra kendisine yeni bir hayat yolu seçinceye ve geleceği
hakkında isabetli bir düşünce düzeyine erişinceye kadar hiç olmazsa bir yıl
evde kalması hususunda bir tavsiye vardır. Kadın dilerse bu tavsiyeye uyup bir
yıl kalabilir, dilerse istediği zaman ayrılabilir.
Nitekim İmam Mâlik'ln
Muvatta' adlı kitabında naklettiği
şu rivayet
yukarıdaki görüş ve
içtihadı kuvvetlendirmektedir:
«Malik kızı Furay'a,
kocası öldürüldüğü için dışarıda kalmıştı. Kendi kabilesine dönmek için gelip
Resûlüllah (A.S.) Efendimizden fetva istedi ve şöyle dilekte bulundu :
— Ya Resûlallah! Kocam bana bir oturacak ev ve
nafaka bırakmadan öldürüldü. Kendi kabileme dönmek istiyorum; ne buyurursunuz?
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona önce:
— Evet, kendi kabilene dön, diye emir verdi;
ama az sonra onu çağırtıp tekrar kendisini dinleme ihtiyacını duydu ve:
— Hayır, evinde otur: iddetin (şer'î bekleme
süren) bitinceye kadar bekle.
Bunun üzerine kadın
divor ki: «Kocamın evine döndüm, dört ay on gün oturdum.»
Yine sahîh rivayete
göre, Hazreti Osman (R.A.) zamanında buna benzer bir olay meydana gelmişti.
Doğru bir hüküm verebilmek için Resûlüllah (A.S.) devrinde geçen bir olayı
tesbit etmek gerekiyordu. Bu nedenle yukarıda söz konusu olan kadını çağırdı.
Şimdi Hz. Osman (R.A.) ile bu kadın arasında geçen konuşmayı nakledelim:
Hz. Osman — Kocan
ölünce Resûlüllah (A.S.) Efendimize başvurup durumunu belirlemek istediğin
doğru mudur?
Kadın — Evet
Hz. Osman — Anlatır
mısın?
Kadın — Kocam herhangi
bir vasiyette bulunmadan ve bana bir ev ve nafaka bırakmadan öldürüldü. Durumu
Resûlüllah'a arzettim; kendi abileme dönmek istiyordum. Resûlüllah (A.S.) önce
kabileme gitmemi "ygun gördü, az sonra beni çağırttı ve tekrar dinledikten
sonra, kocamın evine dönmemi ve iddetimi orada tamamlamamı emretti; ben de öyle
yaptım. (1) Bunun üzerine Hazreti Osman ferahladı ve meseleyi hükme bağ-
ResûIüllah
(AS) Efendimizin önce kadına
kabilene dön diye emret-hS°nra> k°Can eVİne dön' iddetini orada imamla
buyurması şu iki se- Ali hme baglıdlr: Ya ° sırada Resûlüllah (AS.) Efendimiz ruhuyla bede-d huzurunda bulunuyor, mâna âleminin esrar
ve hikmetine dalmıştı. Bu an kadını iyice dinliye memişti. Ya da Cebrail yeni
bir hüküm indirmiştir. [207]
Bu konuda da farklı
rivayetler ve yorumlar vardır:
a) Tabiîn'den Said bin Müseyyeb'e göre, bu âyetin hükmü,
Bakara süresindeki şu âyetle kaldırılmıştır: «Eğer cinsel yaklaşmada bulunmadan önce onları boşar ve kendilerine
bir mehir de belirlemişseniz bunun yarısı onların hakkıdır.» [208]
b) Itab b.
Hasîf'e göre, bu, miras âyeti inmeden önce câri bir hüküm idi. Sonra miras
âyetiyle hükmü kaldırılmıştır.
c} Abdullah
bin Ömer'e (R.A.) göre, kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunulmadan boşanan
kadın müstesna, diğer boşanan bütün kadınlara intifa1 (bir yarar) sağlamak
vâcibdir.
İmam Mâlik, İmam
Şafiî, Abdurrazzak ve Abd bin Hamîd de aynı görüş ve içtihatta bulunarak/ İbn
Ömer'in içtihadını benimsemişlerdir.
d) îbn
Münzir'in Hazreti Ali (R.A.)den yaptığı sahîh rivayette boşanan her kadına
-câriye de olsa- bir intifa1 (yarar) sağlanır,
Bu son rivayeti
kuvvetlendiren ikinci bir rivayeti Beyhakî, Câbir b. Abdullah (R.A.)dan naklen
şöyle rivayet ediyor: «Muğîre oğlu Hafs, karısı Fatıma'yı boşamıştı.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hafs'i çağırdı ve: (Kadına bir yarar sağla, ona bir
hak ver!) diye emretti. Hafs de: {Ya Re-sûlellah! Ona verecek bir şey bulamıyorum.)
Diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.): (Hiç olmazsa yarım sâ'
(yaklaşık 1.700 kg.) hurma olsun vermeye çalış!) buyurdu.»
Son iki rivayet kadın
haklarını koruma, onlara boşandıklarında koruyucu bir hak tanıma bakımından
İslâm'ın genel kaidesine daha uygundur. [209]
Gecen âyetlerle aile
hukukundan, kadın haklarından, boşanma ve sonuçlarından söz edildi; gerekli
açıklamalar yapıldı. Ayrıca konuya ağırlık verildi. Çünkü aile milletin temel
taşını ve öz yapısını oluşturur. Bir ülkede hakları yeterince korunmayan ve
sadece seks gözüyle bakıian ve sevilen, aynı zamanda ticarette bir vasıta
haline getirilen kadınlar varsa, o ülkenin temeli bozulmuş, millî yapısı
sarsıntı geçirmiş, sosya! Bünyesi rahatsızlanmıştır; artık o milletin yıkılması
ya da tedavisi zor bir hastalığa yakalandığı için ölüm döşeğinde can
çekiştirmesi pek yakın sayılır.
İşte Kur'ân yüce
hikmetlerini akıl sahiplerine sergilerken, kadın haklarından hemen sonra
hürriyet ve bağımsızlığını kaybeden ve yok olma tehlikesiyle burun buruna gelen
geçmiş milletlerden söz açıyor; Allah'a imân odağında birleşmiyen, insan
haklarını korumaktan âciz kalan bir milletin, anarşinin kurban? olacağına ve bu
nedenle o milletin ölmüş sayılacağına dikkatleri çekiyor.
Aşağıdaki âyet
bilhassa düşünen ve hakka ino.nan milletlere tarihten bir tablo sunuyor. [210]
243—
Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla ülkelerinden çıkanları görmedin
mi? O sebeple Allah onlara «Ölün !» dedi. Sonra da onları diriltti. Şüphesiz ki
Allah insanlara karşı merhamet, şefkat ve yar-aım edicidir. Ne var ki
insanların çoğu şükretmezler.
İbn Bfr milletin aüClü olması, insan sayısının
çokluğuyla değil, faziletli, om, hakka inanmış nesillerin birbirini
izlemesiyledir.
"r?hlikenin e"
korkuncu, maddeyi amaç edinip tezelden zengin ol-1 hQdef seçen ve buna erişmek
için ahlâk ve fazileti çiğneyen, sonra
da bu yüzden birbirini
sevmiyen insanların millet bünyesinde çoğunluğu oluşturması ve böylece ruhla,
kutsal değerlerle madde arasındaki dengenin bozulmasıdır. [211]
Daha önce de
dokunduğumuz gibi, milletlerin de insan gibi, ömrü üç devreye ayrılır:
Çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Çocukluk devri, sağlam bir inanç ve köklü bir
gelenek üzere birleşip, bütünleşmesidir. Bu devrede aile yapısına gereken değer
ve önem verilir; yaratanını bilen, irisan olmanın derin anlamını ve hikmetini
kavrayan, insanlıktan yana ne gibi hizmetlerle yükümlü bulunduğunu, milletine
ve ailesine karşı nasıl bir sorumluluk taşıdığını idrâk eden nesil
yetiştirilirse, o millet süratle gençlik devresine ayak basmış o!ur. Bu devre
milletin geleceğini belgeler: Bir yandan ekonomik ve kültüre! yapı
sağlamlaştırırken diğer yandan dinî ve millî hasletlere; güzel ahlâka ve
feyizli bir eğitim ve öğretime kapı açık tutulur da ciddi hizmetler verilirse,
gençlik devresi sürüp gider. Millet dimdik ayakta durabilme, varlığını koruma
ve devam ettirme şansına erişmiş olur.
Bunun aksine, yabancı
kültüre bütün kapılar açık tutulur, kutsal değerler, millî âdetler eğitim dışı
bırakılır; neslin zekâsı geliştirildiği kadar ruhsal yapısı geliştirilmez,
aklını kullanma yolları öğretildiği kadar vicdanını kullanma yolları
gösterilmez; modern dünyanın ortaya çıkardığı ma-kınalar büyük bir gürültüyle
ekonomik yapıyı geliştirirken, insanlar gayesiz, inançsız, insanlıktan yana
sevimsiz yetiştirilirse, önüne geçilemiye-cek bir patlamaya ortam hazırlanmış
demektir. Bu durumda fertler hem açgözlüdür, hem hırçındır; aile dengesiz ve
düzensizdir. Sosyal yapı ise, dağınık ve perişandır. Artık milletin gençlik
devresi hızla sona erer ve yaşlılık devresi belirgin hole gelir; dönüşü mümkün
olmayan bir yola girilmiş sayılır. Meğer ki Allah, o milletin bu hızlı yok
olma yolunda son nefesini verirken, yeni bir nesil vücuda getirmiş olsun.
İşte yukarıdaki âyetle
daha çok bu gerçeğe parmak basılıyor ve özellikle inanan milletler uyarılıyor.
Başka milletlere yem olmanın, onların kahır ve işkencesi altında yaşamanın ne
büyük bir felâket ve ne acı talihsizlik olduğunu anlayamıyanlar, hür ve
bağımsız yaşamanın ne yüce bir nîmet, ne üstün bir bahtiyarlık olduğunu çok zor
anlayabilirler.
Bu bakımdan her millet
sahip olduğu kuşaklan belirtilen ölçü ve anlamda, yani inançlı ve faziletli
yetiştirmek zorundadır. Yoksa ülke düzensizlikten, kargaşalıktan, hakların
çiğnenmesinden, fertleri birbirini sevmi-
yen bîr toplum
olmaktan kendini kurtaramaz. [212]
«Ülkelerinden
çıkanları görmedin mi?»
Kur'ân-ı Kerîm,
Allah'a inanan milletlerin önüne ibret dolu tarihî bir tabloyu sergilerken millî
bütünlüğünü kaybedip ölüm korkusuyla ülkesinden çıkan milletin kim olduğunu,
sayısının ne kadar bulunduğunu açıklamamıştır. Çünkü Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî
hikmet, kesin tarihi ve sayıyı belirtmek değil, ibret alınacak oiayı en
duyarlı noktasıyla yansıtmaktır. Nitekim âyetin ELEM TERE = Görmedin mi?
sorusuyla başlaması, kalb ile görüp düşünmeyi hatırlatmak içindir. Bundan
sonraki âyetle Allah yolunda savaşmanın emredilmesi ve sonra da
İsrâiloğulları'nın savaş hakkındaki sakat tutumlarına ve ülkelerinden
çıkarılmalarına dokunulması daha çok ölüm korkusuyla ülkelerini terkeden ve bu
yüzden perişanlık içinde ölen milletin, İsrâiloğulları olduğu ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.
Bu konuda Tevrat'ta da
bazı kayıtlar vardır. Bunu özetliyecek olursak tarihî bir olayı hatırlatmış
oluruz :
Mısır'a Yusuf
Peygâ'rnber'in gayretiyle yerleşme imkânı bulan İsrâii-oğulları, orada çoğalıp
iş alanında başarılı olunca Mısır'ın asıl yerlileri kuşkulanmaya başlamışlar ve
Fir'avn'ı onların aleyhine kışkırtmışlardı. İsrâiloğulları'nın maddeye karşı
aşırı tutkusu birçok faziletlerin kaybolmasına, ya da unutulmasına neden
olmuştu. Bu yüzden Mısır'da ekonomik ve sosyal dengeyi bozmuş, millî gelirin
önemli bir bölümünü kendilerinden yana kullanılmasını becermişlerdi. Fir'avn
onları imha etmeyi plânlamış ve ilk önlem olarak yeni doğan çocuklarını yok
etmişti. Bununla da sonuca kısa zamanda erişemiyeceğini anlayınca toplu halde
imhayı düşünmüş ve bunun için birtakım hazırlıklara girişmişti. İsrâiloğulları
ölüm korkusuyla Mısır'ı terketmek zorunda kalmıştı. Tevrat'ın Sayılar bölümünde
belirtildiği üzere bunlar 600.000 kişilik büyük bir topluluk halinde yola
çıkmışlar ve Sina çölünde perişan olmuşlardı. Ruhla beden, maddeyle mâna,
diğer bir deyimle dünya ile âhiret arasındaki dengeyi bozdukları ve yaşlılık
devresine girdikleri için çölde kırk yıl dolaştılar, mevcut kuşak yok du.
Tevrat'ın tabiri ile «Fakat size gelince, sizin leşleriniz bu çölde düşe-, k ve
çocuklarınız kırk yıl çölde çoban olacaklar ve leşleriniz çölde telef °uncava kadar sizin sadakatsizliğinizi taşıyacaklar.»
[213] Çöl
bu millete mezar oldu. İlâhî kanun yerini buldu. Yeni bir kuşak meydana geldi,
İs-râiloğulları yeniden dirilme şansına erişti ve va'dedilen topraklara ayak
bastılar.
Elbetteki Kur'an-ı
Kerrm'i tefsir ederken birçok bilgilerin yanında tarih ve tarih felsefesini de
iyi bilmek gerekir. Aksi halde israiliyata yer verilerek olay hedefinden
saptırılmış olur. [214]
Yukarıdaki âyetle,
Allah'a olan inançlarını yitiren ve maddenin karanlık çukuruna yuvarlanarak
Allah'ın kendilerine lütfetmiş olduğu niee nimetleri unutup nankörlüğün ezici
ve azdırıcı havasına giren İsrâiloğulla-rı'nın uğradıkları vatansızlık ve
hürriyetsizlik felâketinden söz edildi. Sün-netullah'a uymadıkları için ilâhî tokati hakettiklerine
işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetle,
Müslüman milletlere seslenilerek, İsrâiloğullan'nın tarih boyunca uğradıkları
felâkete uğramamaları için, Allah yolunda savaşmaları, bunun için günün
şartlarına göre ölçülü bir stratejiye sahip bulunmaları hatırlatılıyor. Sonra
da dayanışma şuuru içinde hareket edilmesi, Allah yolunda harcanması gereken
her şeyin sakınılmadan harcanması gerektiğine parmak basılıyor. Özellikle
faizsiz, karşılıksız yapılan yardımların, verilen ödünçlerin Allah'a
veriîmişcesine yüce bir anlam taşıdığı açıklanıyor. [215]
244— Allah yolunda savaşın, bilin ki Allah mutlaka
işitir ve bilir.
245— Kimdir
ki Allah'a (faizsiz,
karşılıksız) güzel bir ödünç versin de, Allah onu kat kat artırıp çoğaltsın?!
Allah (şaşmayan kanunu ve sünneti gereği) hem sıkıp daraltır, hem açıp
genişletir ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
«A"an yolunda savaşın.»
Ölüm korkusuyla
ülkesini terkedip aşağılık çukuruna kendini iten milletlerin bağımsızlıklarını
nasıl kaybettiklerine dikkatler çekiliyor. Savaş ruhunu taşımayan, ölümden
korkan ve sadece yeme, içme, uyuma ve benzeri basit gereksinmeleri hayatın tek
gayesi olarak gören toplumlar, ya da milletler kendilerini ölmüş bilmelidirler.
Allah yolunda savaşmasını bilen inanmış bir millet her zaman diridir. Bunun
için yeryüzündeki tuğyanı durdurmak, anarşinin önüne sed çekmek, faziletli
nesiller yetiştirmek için savaş zorunludur. Kur'ân bu nedenle kesin emir
veriyor: «Allah yolunda savaşın!» diyor.
Kur'ân'ın bu yüce emri
ve seslenişi, özellikle Son Peygamber Hz. Mu-hammed (A.S.) tfendimize inanan
bahtiyar Müslümanlara yönelik bulunuyor. Gerek İsrâiloğullan'nın, gerekse
benzeri milletlerin geçmişte uğradıkları zillete uğramamaları için mü'minlerin
hem ruhî, hem bedeni yapılarıyla her zaman savaşa hazır olmaları ve bunun için
büyük fedakârlıklara katlanmaları gerekiyor. Çünkü ölmesini bilmeyen milletler
yaşayamaz; Allah'ını tanımıyan milletler behîmî bir yaşayış sisteminden kurtulamaz;
elde ettiği serveti yüce maksatlar uğruna harcamasını bilmiyen toplumlar da
madde esaretinden kurtulamaz, [216]
a) Allah
sözü (Kelimetullah) daha yüee olsun, Allah'a inanmıyanların azgınlık ve tuğyanı
durdurulsun diye savaşmak,
b) Din
yalnız Allah'a olsun, O'nun indirdiği hak din belirgin hale ge-> üstünlük
sağlasın, vatan ve millet korunsun diye savaşmak, batl1 dinlerin
insanlığı, yaratıldığı gayesinden
uzaklaştırdığında e akk'a karş|
ten|jkejj bjr durum arzettiğinde, vatanın bütünlüğüne göz-saldırıya geçmek için
hazırlandığında bâtılla savaşmak.
c)İnsanları
Allah'a ulaştıran hakikat yolu varken,
mutlaka o yolu kesen, yolcularını
engelleyen bir şer ortaya çıkınca onunla savaşmak,
d) Belirtilen anlam çerçevesinde yapılan
savaşları sadece silâhla değil, aynı zamanda
kalemle, düşünceyle, irşâd ile, dayanışma ve birleşip bütünleşme ile, eğitim ve öğretim
ile, minber ve mihrab ile sürdürmek,
e) Bu yolda Allah için bir yardımda bulunurken ya da ödünç verirken, bunun karşılığında faiz
düşünmemek, Ashab-ı Kiramın hayatını
göz-önüne getirerek her şeyimiz Allah için, din için İslâm'ın ve Müslümanın
azizliği için demek,
f) İslâm
kültürünü milli kültürün uyum
sağlayan kısmıyla bütünleştirerek yaygınlaştırmak, Kur'ân'ın çağa yönelik bulunan kapılarını
ardına kadar açmak, Onun yüceliğini kalblere ve dimağlara ilmin ışığıyla enjek-te etmek,
g) Korkuya
kapılmanın, serden endişe duyup bir kenara çekilmenin, nemelazımcıhğın uyuşturucu
havasına girmenin hiçbir zaman esenlik
ge-tirmiyeceğini ve hiçbir toplumu, ya
da milleti esenlik kıyısına
ulaştırmı-yacağını bilmek, korkunun eceli engelliyemiyeceğini anlamak, Allah yolunda
savaşmanın yolları ve metotlarıdır.
«Kimdir ki
Allah'a güzel bir ödünç versin?»
İslâm buna karz ismini
vermiştir. Çünkü bu kelimenin lügat mânası, kesip ayırmaktır. Allah sözü
(Kelimetullah) daha yüce olsun, inanmışlar hür ve bağımsız yaşıyarak Allah'ın
dinini gönüllere işlesin diye mal ve servet sahiplerinin mevcut imkânlarından
bir bölümünü ayırması, Al-Jah'a sunulan en güzel ödünçtür. Bunun karşılığının
kat kat verileceği va'-dediliyor: Dünyada hür, âhirette hür yaşamak, Allah'ın
.yereceği yüzlerce karşılıktan sadece biridir. Ne yazık ki, Müslümanların çoğu
bu inanç ve anlayıştan yoksun yetiştiği için İslâm ülkeleri jasırtardir
istikrar bulamadı, arzuladığı huzura erişemedi. [218]
Karz'in iki mânası
var: Biri faizsiz ödünç vermek, diğeri Allah'ın dininin yücelmesi için gereken
yardımı yine Allah için yapmaktır. Karz'ı bu iki mânayla ele alıp İslâmın
getirdiği ödünç verme ve yardımda bulunma prensipleriyle değerlendirdiğimiz zaman şöyle bir sıralama yapabiliriz :
1. Zekâtı kuruşuna kadar vermek, sosyal bünyemizdeki zayıflan,
sıkıntıda olanları güçlendirmek, zenginle fakir arasındaki mesafeyi daraltmak,
2. Devlete karşı olan vergi ve benzeri
vecibeleri, yükümlülükleri yerine getirmek ve böylece güçlü, itibarlı bir
millet olma bahtiyarlığına erişmek,
3. İnsanliğın saadet ve selâmeti için
gönderilen İslâm dinini yüceltmekten
yana her inanmış kişinin ekonomik güaü
oranında harcamada bulunmak,
4. Din ve ülke düşmanlarınin saldırısından
korunmak için orduyu ye-terinçe donatmak ve çağın şartlarına uygun biçimde hazırlamak; bu konuda gereken her
türlü yardımı zamanında yapmak,
5. Sosyal yapıda ihtiyaç sahiplerini faizcilerin, tefecilerin pençesinden
kurtarmak ve yardımlaşmayı
birleştirici bir rahmete dönüştürmek için faizsiz ve
karşılıksız ödünç vermek bu ölçü ve anlamda İslâm Bankası açmak,
6. Ticarî alanda
istifçilikten, daha doğrusu
spekülatif anlamdaki düşünee ve
düzenden, fahiş kâr sağlamaktan, kısa yoldan, tezelden zengin olma ihtirasından kaçınmak, servete erişmenin gaye değii, asıl gayeye
ulaşmanın vasıtası olduğunu bilmek ve
bunu eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarmak.
Unutmayalım ki
ülkemizin uğrayacağı ekonomik krizin ve devlet bünyesinde ortaya çıkacak olan güçsüzlüğün zararları hepimizi etkiler, Bunun için
Kur'ân çok kısa fakat geniş anlam taşıyan bir cümleyle bu halatı hatırlatıyor:
«Kimdir ki Allah'a güzel bir ödünç versin de, Allah onu kat kat ««irip
çoğaltsın?!»
Konumuzu meydana
getiren âyetin son bölümü ise, bu hakikati an-Vamıyanların sıkıntıya uğrayacağına dikkatleri çekiyor:
«Allah hem sıkıp daraltır, hem açıp genişletir ve ancak
O'na döndürüleceksiniz.» [219]
A)
Toplumun bütünleştirici birer parçası
sayılan fertler ilâhî ka-nunları bilmez, ya da bildiği halde ihtiraslarından ve
maddeye olan tutkularından ona uymazlarsa,
ilk tokatı bu kanunlardan yerler. İnsanlar bir bakıma eşit yaratılmişlarsa da, birçok yönleriyle
eşit yaratılmamışlardır: Kimi daha akıllı ve yetenekli, kimi daha güçlü ve
cesaretli, kimi bön ve beceriksiz..
Tabii bu farklılığın
bir takım nedenleri vardır; insanların hepsi aynı zekâ, güç ve yetenekle
yaratılmış olsalardı ve hepsi de eşit imkânlara sahip bulunsalardı, hayat
durur, mücadele sona ererdi. Dengesiz, bozuk bir düzen ortaya çıkar, birçok
işler yüzüstü kalırdı. Böylece toplum sıkıldıkça sıkılır, daraldıkça daralırdı.
B) Aşırı hırs, açgözlülük, maddeye karşı ölçüsüz
zaaf insanı yavaş yavaş yüce
duygulardan uzaklaştırır, vicdanı
köreltip erdemlik bağlarını koparır. Durum bu düzeye gelince din, ahlâk,
millet, vatan ve insanlık gibi kutsal kavramlar kelimenin dar kalrbı içinde
kalır ve işte o zaman gönüller daraldıkça daralır; aile ve sosyal
yapılarda huzur havası esmez olur.
C) Bunaltıcı olan bu yollardan ayrılıp toparlanmak, önce Allah'a, sonra millete dönmektir. İşte bu
da ilâhî kanun gereği ferahlatıcı bir genişlik, mutluluk va'deden bir düzene
yönelmektir.
Unutmayalım ki, sözünü
ettiğimiz her iki yolun bitiminde de dönüşümüz Allah'adır. Ama birinci yoi
kararmış bir kalb, maddenin kiriyle kirlenmiş bir ruh ve vicdan ile; ikinci
yol ilâhî kanuna uymanın verdiği huzur ve vicdan berraklığj içinde
gerçekleşir. [220]
Yukarıdaki âyetlerle
hakkı savunmak, düşmanın azgınlık ve küfrünü durdurmak; Allah sözünün daha yüoe
olmasını sağlamak, İslâm'ın insanlığa saadet getiren tek din olduğunu
gönüllere işlemek ve İslâm ülkesinin bağımsızlığını ayakta tutmak için savaş
ile emredildi ve sonra da hürriyet ve bağımsızlık havası içinde yaşamaya,
sosyal yapıyı dengede tutmaya dikkatler çekildi; bunun için de Allah'a ödünç
vermemiz hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle bu
şuura erişemiyen, ihtirasları yüzünden hakkı bırakıp maddeye kul olanların
uğradıkları feci sonuçtan söz ediliyor ve ilâhî kanuna uymayanların hazîn
tablosu sergileniyor. [221]
246— Musa'dan sonra İsrâiioğulları'nın iteri
gelenlerini görmedin mi? Hani peygamberlerinden birine : «Bize bir hükümdar
gönder (ta'yîn et) de Allah yolunda savaşalım,» demişlerdi. O da: «Ya bir de
savaş size farz kılınır da savaşmayacak olursanız?!» demişti. Onlar: «Bize ne
olmuş da Allah yolunda savaşmıyalım;
gerçekten yurtlarımızdan çıkarılıp ailemizden ayrı bırakıldık» diyerek (bu
hususta kararlı olduklarını bildirmişlerdi). Bunun üzerine savaş onlara farz
kılınınca, pek azından başkası (savaşmaktan)
yüzçevirdiler. Allah ise zâlimleri çok iyi bilir.
247— Peygamberleri onlara : «İşte gerçekten Allah
size Tâlût'u hükümdar gönderdi!» dedi.
«Aa! ona bizim üzerimize hükümdar olma (yetki ve hakkı) neden? Hükümdarlığa biz
ondan daha çok hak sahibiyiz (ve lâyıkız); hem ona mal (ve
servetçe) bir bolluk da verilmiş değil» dediler. Peygamber (onların haksız
tepkisine karşı) dedi ki: «Şüphesiz ki Allah onu sizin üzerinize seçmiş ve ona
bilgide ve vücutta bir gelişme ve üstünlük vermiştir. Allah mülkü (saltanat ve
hükümranlığı) dilediğine verir. Allah (mülk ve kudret cihetiyle) çok geniştir;
O her şeyi bilendir.»
248— Hem
peygamberleri onlara dedi ki: «Onun
hükümdarlığının alâmeti, T a b u
t 'un size gelmesidir ki onda
Rabbinizden bir gönül ya-tışkanlığı, Musa ve Harun hanedanından kalma bazı (tarihî) eşya vardır; melekler onu taşıyıp
getirecektir. Şüphesiz ki bunda sizin için -eğer inanmış kimselerseniz- açık
belge ve öğüt vardır.»
İsrâiloğulları yurtlan
olan Filistin'den çıkarıldıktan sonra ülkesiz kalma bedbahtlığına uğradılar.
Peygamberlerinden Aşmuil ya da Samuil'ef[222]
başvurup Allah yolunda savaşmak istediklerini, bunun için de bir hükümdar
tâyin edilmesini söylediler. Halbuki başlarına bu felâket gelmeden önce ne
pegamberlere itibar ettiler, ne de Tevrat'ın gösterdiği yolda yürüdüler.
Üstelik kendilerini Hakk'a davet eden bazı peygamberleri de öldürdüler.
Böylece gizli ve acık bir putperestlik onlarda başgösterdi : Kimi altın ve
gümüşe tapıyor, kimi altından yapılan bazı eşyanın önünde eğilip secde
ediyordu. Hak dinin bağları yavaş yavaş kopmaya başlamıştı ki, Allah onları
uslandırmak ve asıl değerlerine döndürmek için Filistinli'lerin tecâvüzüne
ma'ruz bıraktı. Bu tecâvüz oldukça kanlı geçmiş ve İsrâil-oğullarından binlerce
kişi öldürülmüş, malları yağma edilip yurtlarından kovulmalarına neden olmuştu.
Bu arada içinde ilâhî
ahid (Tevrat Levhaları) bulunan ve Musa Peygamberle Harun Peygamber ailelerine
ait bazı tarihî belgeleri taşıyan Tabut (Sandık) da ellerinden alınmıştı ki bu
onların her şeyi sayılırdı.
İşte İsrâiloğulları
uğradıkları bunca kaybın ve çektikleri türlü elem ve ıstırapların intikamını
almak için çırpınıp duruyorlar, düne kadar öldürmek istedikleri peygambere bu
kez başvurup yardım istiyorlardı. İleri gelenleri toplanıp hal çaresi
düşündüler; halkın felâket günlerinde maneviyata daha çok sarıldıklarını
düşünerek Samuil Peygamberden yardım dilemeğe karar verdiler. Ne var ki
kendilerine pek güvenilrr.Jzdi; dönek insanlardı. Allah'tan fazla maddeye bağlı
idiler; dünya saltanatı onların tek gayesi bulunuyordu. Bu nedenle Samuil
Peygamber onlara seslenerek : «Ya savaş üzerinize farz kılınır da savaşmıyacak
olursanız?!» demek gereğini duymuştu. Nitekim sonuç peygamberin düşündüğü gibi
olmuştu. Onlar ancak, servet sahibi olup peygamber Harun soyundan gelen bir
kimsenin hükümdar olabileceğini savunurlardı. Samuil, her yönüyle liderliğe
lâyık olan Tâlût'u bu göreve atadı. Ama itirazla karşılaştı. İleri gelenlerin
bu konudaki kıstası cok değişikti. [223]
Kur'ân-ı Kerîm'de
önemli tarihî bir olaya kapı açılıp yaşayan insan-!ara Jbret do'u be|aeler
sergilenirken, olayın detayı üzerinde durulmaz, tarihî anlatılmaz; sadece can
noktalarına dokunulur ve inanmış kişilerin kafasını aydınlatacak, kalblerini
harekete geçirecek bölümlere parmak basılır. İnsan aklının rahatça
işleyebilmesine yardımcı olmak irin düşünme melekesine, ya da bununla ilgili
beyin merkezine sinyal verir.
İşte Kur'ân-ı Mecîd'in
yüce hikmeti ve ilâhî metodu bu ölçü ve anlamdadır.
İsrâiloğullan'nın, o
zaman için de dünyanın en önemli ticarî merkezi sayılan, çevre ile ilgi ve
bağlantı kurmada en uygun ülke durumunda bulunan, en verimli topraklar
sayılan, aynı zamanda dünya nüfusunun ço-. ğunun yaşadığı Asya ile Afrika
kıtalarında yer alan iki önemli bölge vardı : Kuzey ve kuzeydoğu Afrika ile
Ortadoğu. Bu nedenle Kür'ân daha çok bu iki merkez, ya da bölgeyle ilgilenir ve
en önemli olayların, büyük peygamberlerin ve gelişmiş medeniyetlerin bu iki
kıta üzerinde meydana geldiğine, kurulup
yıkıldığına özellikle dikkatleri çeker.
Konuyu ve gecen olayı,
Kur'ân'ın sağlam süzgecinden geçtiği şekliyle ele aldığımızda sekiz önemli
uyarı ve hikmetle karşılaşırız:
1. Hükümdar seçiminde ülkenin daha cok ileri gelenlerinin rolü ve önemi her devirde kendini geçerli bir güc olarak
hissettirir. İslâm buna (Ehl-i hall-ü
akd) der. Yani hükümdarı, ülkedeki ileri
gelenlerden meseleleri çözebilen, konulara nüfuz eden ve aklı eren kimseler
seçer.
Ülkenin ileri
gelenlerinin Peygamberle görüşüp bir adamı hükümdar olarak atamasını istemeleri
bize şu gerçeği yansıtmaktadır: İslâm'da hükümdarlığa aday gösterilecek kimse
hakkında daha çok dini bütün ilim adamlarıyla istişare yapılır, onların bu
konudaki görüşü alınır. Seçilecek liderin her yönüyle bir üstünlük arzetmesi
ideal şeklidir. Ama dindar, cesur, akıllı, yetenekli ve dış görünüşüyle de göz
ve gönül doldurucu olması gerekir.
2. Düşmanı altedebilmenin, yeryüzünde maddeyle mana, ruhla beden, dünya ile âhiret arasında sağlam
denge kurabilmenin en uygun ölçüsü, manevî güçle maddî gücü birleştirip bütünleştirmektir. İsrâiloğul-ları'nda her
yönüyle bozulan bu dengenin sağlanabilmesi için onlara gönderilen
peygamberlerin bir kısmı iki önemli görevi birden yüklenmiştir: Hükümdarlık ile
peygamberlik. Davud Peygamberle oğlu
Süleyman Peygamber bunlardan ikisidir.
İslâm ülkelerinde ise
bugünkü şartlara göre de, liderin aynı zamanda sağlam inançlı ve dindar
bulunması şarttır.
3. Savaşmasını
bilmiyen, sadece servet toplamakla uğraşan ve bu yüzden ölümden korkan
topluluklarla bir ülkeyi korumak ve kurtarmak mümkün değildir. Hem
düşmanın bir an önce kahredilmesini dilemek, hem ölümden korkup savaşmamak
birbiriyle bağdaştınlamaz. İşte bu
anlayış ve tutum teinde olan İsrâiloğulları asırlarca hürriyet ve bağımsızlık
nîme-tinden yoksun kalmışlardır.
4. Allah yolunda, din, vatan ve ahlâk uğrunda
gerektiği halde savaşmamak, toplumu ve ülkeyi daha çabuk ölüme götürür.
Böyleleri hem kendilerine, hem de milletlerine büyük haksızlık etmiş olurlar.
5. Seçilecek olan hükümdar, dini, ahlâkı,
fazileti ve ülkeyi ciddi bir tehlikeye düşürmedikçe makamından alınmaz.
6. Liderin değeri, soy ve servetle değil, bilgi,
yetenek, cesaret ve ölçülü beden yapısı iledir. Yani bu hususlarda bir
üstünlük taşıması gerekir. İlmin, yeteneğin ve akıllı olmanın üstünlüğü beden
yapısının üstünlüğüyle ve güzel bir fizyonomik biçimle birleşince cok daha etkili
olur.
7. Allah, insanlar ve milletler için koymuş
olduğu değişmiyen kanunlarına göre hükümdarlığın kapısını şahıslara açık
tutar. Her millet kendi maddî ve manevî yapısına, ölçüsüne göre lider seçer.
İlâhî Sünnete uyanlar başarılı olur ve aynı zamanda milletine rahmet ve
mutluluk havasını getirir.
8. Geçmiş milletlerden geriye
kalan tarihî belgeleri hem korumak, hem dikkatle incelemek ve onlardan
gereken "Sers ve ibreti almak için tarihin derinliklerine göz atmak
şarttır. Tabut içindeki belgelerin
İsrâil-oğulları'na bir kez daha getirilip verilmesi bir uyarıdır.
Tarihini, tarihî değerlerini bilmiyen
ve korumayan, geçmişiyle ilgilenmiyen, ona bir bakıma bağlı kalmayan bir
millet hem ölçüsünü kaybeder, hem sağlam bir nesil yetiştiremez. [224]
AIIah size Tâlut'u
hükümdar gönderdi.»
Tarihî yönü derken,
aynı kaynaktan inen Tevrat ve İncil gibi semavî Kitapların bazı değişmelere
rağmen, birleştikleri noktalar eksik değildir şuranda konumuzu oluşturan olay,
Tevrat'ta da biraz değişik biçimde nıatılmışttr. Kur'an en son kitap olma
özelliğiyle katıksız bir anlatım düzeyinde Tevrat'ta meydana gelen değişikliği
doğrultur ve böylece aynı Kaynaktan kaynaklandıklarına birer örnek verir.
Asm?' Kur'ân'ın Nebiy
(peygamber) diye sözünü ettiği zatın ;?muıi, ya da Samuel olduğu
belirtilmiştir. Kur'ân'ın Tâlût diye bahset-xıgı nukumdardan Tevrat Saul diye
söz eder.
Kav'm ise Samuel'in
sözünü dinlemek istemedi; hayır, herhalde üzerine kümcf b'r hukümdar bulunmalı,
biz de diğer gruplar gibi olarak bize hüarımız hükmetsin; önümüzde bulunup
savaşlarımızı etsin, dediler.»
«Saul {Tâlût} kavminin
ortasında durduğunda omuzundan yukarısı kavmin hepisinden uzun idi.»
«Ama bazı yaramaz
kimseler Sauİ için «Bu adam bizi nasıl kurtaracaktır?» diyerek onu tahkir edip
bir hediye götürmediler.»
«Samuel bütün kavme:
Rabbın seçtiği kimseyi (Saul'u) gördünüz mü? Çünkü kavmin içinde onun benzeri yoktur dedi.» [225]
«Onun hükümdarlığının
alâmeti, Tobut'un size gelmesidir...»
Müfessirlerimizin çoğu
Tabut'un, içinde Tevrat Levhaları bulunan bir sandık olduğunu söylemişler.
Rivayete göre, bu sandık, Musa Peygamberin vefatından sonra kıymeti
bilinmediğinden ve İsrâiloğulları'nin, gönderilen peygamberlere karşı sert ve
hırçın davranmalarından dolayı Allah'ın bir uyarı cezası olarak ortadan
kaybolmuş, daha doğrusu düşmanlarının eline geçmişti. Şimdi Tabut hususundaki
yorum ve rivayetleri sı-ralıyalım:
1. Sandık.
2. Kalb.
Daha çok
tasavvufçulara ve bir de Râğıb el-Esbehanî'ye göre, gönül yatışkanlığının yeri
sandık değil, kalbdir. Nitekim Tevrat'ta deniliyor ki î «Saul (Tâlût) Samuel'in
yanına gitmek için döndüğü gibi Allah ona başka bir yürek verdi.» [226]
3. Altın tepsi.
4. Tevb
maddesinden alınma bir kelimedir, mübalâğa ifade eden dönüp dolaşmak,
demektir.
5. Adem
Peygamber'den kalma bir Tabut.
Bu Tabut (sandık)
içindeki tarihî belgeler şunlar olabilir:
a) Musa Peygamberin Asa'sı,
b) Harun Peygamberin Asâ'sı,
c) Her
ikisinin Asâ'sı,
d).
Tevrat'ın yazılı bulunduğu bazı
levhaların kırık parçaları,
e) Tevrat'ın ilk orijinal nüshası,
f) Musa Peygamberle Harun Peygamberin elbisesi, ayrıca üzerinde
Tevrat'ın bazı bölümleri yazılı iki levha,
g) Bir altın
leğen, Musa Peygamberin Asâ'sı,
Harun Peygamberin sarığı ve
levha parçaları,
h) Asâ ile
bir çift ayakkabı,
i) Âdem
Peygamberden sonra gelecek olan bütün peygamberlerin resimleri ya da
portreleri. [227]
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
sandıktan söz edilmesinin bir başka hikmet ve anlamı, tarihî eşyayı korumayı
öğütlemektir. Çünkü tarihî değeri olan eserler tarihî olayların meydana
gelişini daha doğru ölçü ve biçimde belgeler ve araştırıcılara daha sağlam
bilgi verir. Bunun da yararı inkâr edil-miyecek kadar büyük ve o oranda çok
yönlüdür.
«Melekler onu taşıyıp
getirecektir.»
Meleklerin bu sandığı
koruyup taşıması ve getirip teslim etmesi ise bir mu'oizedir. Diğer bir
yorumla, kaybolan sandığı, içindeki tarihî eşya zayi olmasın diye melekler
devamlı korumuşlardır, denilebilir. [228]
Yukarıda geçen
âyetlerle, lider olmanın iki önemli niteliğinden söz edildi. Bu konuda üstünlük
ve şerefi sadece mal ve servet sahibi olmakta gören İsrâiloğullan'nın ileri
gelenlerinin nasıl yanlış ve anlamsız bir kıstas kullandıkları hatırlatıldı;
bu arada maddeye yönelen, âhireti unutan bir milletin genel yapısında düzenin
sağlanabilmesi için sürekli fakat günün bütün şartları dikkate alınarak dinî
eğitime ve din ahlâkına yer verebilen ve kendisi de bu ölçüler içinde gelişen
bilgili, kültürlü, cesaretli, ülke yararını koruyabilen, sosyal, kültürel ve
ekonomik alanda dengeli ve fırsat eşitliği esasların) bilip uygulama yeteneğini
taşıyan lidere gereksinme bulunduğuna işaret edildi. Bunun için Tâlût sadece
bir örnek olarak verildi. Sonra da tarihte milletlerin bu ölçü ve kavramların
içinde ve dışında geçen hayatlarını iyice anlayabilmek ve ona göre bir yöntem
uygulayabilmek için tarihî eserleri de gözden uzak bulundurmamanın gereği
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
lider vasfını kendinde taşıyan hükümdara özellikle savaş günlerinde ve millî
felâket dönemlerinde uymanın önemine dokunuluyor. Kararsız, itaatsiz, çıkarcı
ve maddeci toplumların milletlerini çok tehlikeli uçurumlara itmekten başka
bir işe yaramadıklarına dolaylı yoldan işaret ediliyor. Bu düzeyde olan bir
milletin, düşmanlara yem olmaktan kendini kurtaramıyacağı hatırlatılıyor.
Ayrıca, Allah'a inanan bir milletin teknik ve imân gücüyle, sayısı çok olan
düşmanı yenebileceği açıklanıyor ve buna bir de örnek veriliyor. [229]
249— T â I û t
orduyla beraber (işleri düzene koyup
şehirden) ayrılıp çıkınca dedi ki: «Şüphesiz Allah bir ırmakla sizi
deneyecektir; ondan su içen benden değildir; sadece ondan tatmayan bendendir,
Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesnadır (onlara izin vardır). Onlardan pek
azının dışında diğerleri o sudan (doyasıya) içtiler. Ne vakit ki T â I û t
ve beraberindeki mü'mînler ırmağı geçtiler, (sağlam bir imân ve irfan
sahibi olmayanlar): «Bugün C â I û t
'a ve ordusuna karşı (durup savaşacak) gücümüz yoktur» dediler. Allah'a kavuşacaklarını kesinlikle
bilenler ise, «Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle- üstün gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir» diyerek (teslimiyet ve tevekkül
gösterdiler).
250— Onlar ( o teslimiyet gösteren mü'minler)
Câlût'a ve onun ordusuna karşı (savaşmak üzere) çıkınca (şöyle duada bulunup) dediler T(i:
«Rabbimiz! Üzerimize sabır (güç ve kudretini) boşalt (tıpkı bolca yağan yağmur
gibi). Ayaklarımızı (savaş alanında, düşman karşısında) sağlam ve sabit tut ve
bize, inkâr ve haksızlık içinde bulunan millete karşı yardım et!»
251— Ve az sonra onları -Allah'ın izniyle- bozguna uğratıp dağıttılar. (İnanmışlar saffında yer aian) Dâvud ise Câlût'u
öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmeti
(saltanat ve peygamberliği bir arada) verdi ve dilediğinden bazı şeyler ona
öğretti. Eğer Allah insanların (azgınlık ve taşkınlığını) birbirleriyle
savmasaydı, yeryüzünün düzeni
herhalde bozulur,
kargaşalık ortalığı
kaplardı. Ama Allah milletlere karşı fazl-u kerem sahibidir, i
252-—
işte bunlar Allah'ın âyetleridir! Onları
sana bütün gerçeğiyle okuyoruz. Şüphesiz
ki sen gönderilen Resullerdensin.
Allah'a dosdoğru
inanan bir lider ya da kumandan ,bütün çarelere başvurup savaş düzenine kendini
hazırlayınca artık büyük bir ümit ve güvenle, sarsılmayan bir inançla hedefine
doğru ilerler. Kuvvet ve kudretin, başarı ve zaferin Allah'a ait olduğunu
bilir. Bütün önlemleri aldıktan sonra el kaldırıp ordusuyla birlikte duâ eder,
yardım ister.
Bu arada samimi olan,
hakk'a gönülden inanan askerlerini iyice tanımak için onları günün şartlarına
göre bazı denemelerden geçirir. Böylece asıl kuvvetini belirlemiş olur. Bu
ölçü, ya da vasıfta olan bir sultan, peygamber vârisi sayılır. Tarihte bu
metotla yola çıkan sultanlar vardır, hepsi de zaferden zafere koşmuş, hem
İslâm'ın, hem milletinin yüzünü güldürmüştür. Tarık b. Ziyadlar, Alpaslanlar,
Selahattinler, Fatihler, Yavuzlar ve Kanuniler bunlardan bir kaçıdır.
Allah, yeryüzünün düzeni
bozulmasın ve bozgunculuk çıkarmak isteyenler başıboş bırakılmasın diye
insanların şer ve fitnesini yine insanlarla savmaktadır. Bu, milletler hakkında
sürüp giden ilâhî sünnetlerden biridir. [230]
1. Lider ya da hükümdarın, milletlerin hayatında
çok önemli rolü vardır. Milletini zillet çukurundan çekip kurtaran büyük
liderler olduğu gibi, milletini yükseldiği şeref düzeyinden esaret zilletine
sürükleyenler de eksik değildir.
Bu bakımdan her millet
liderini seçerken son dereoe dikkatli olmalıdır. Özellikle Müslümanlar bu
önemli hizmeti, Kur'ân doğrultusunda bulunan bilgili, kültürlü, yetenekli ve
cesaretli kişilere vermesini bilmelidirler. Çünkü Tâlût gibi değerli bir lider
ve kumandanı, devrin peygamberi seçip görevlendirmiştir. Kendisine inananlar az
olmalarına rağmen umulmadık bir zafer sağlamışlardır.
2. Değerli bir hükümdar, önemli konularda
milletinin nabzını yoklar, ona göre bir
strateji hazırlar. Kendini milletine
kabul ettiremiyen liderler yalnız kalmış
sayılırlar. Bu durumda öylesinden
hizmet ve başarı beklenemez.
3. Zaferi sayı çokluğunda değil, imân ve irfanda
aramak gerekir. Nice gönülden inanmış az bir topluluk, inanmamış çok
toplulukları -Allah'ın
izniyle- mağlub
etmiştir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Bedir Savaşı, İstiklâl Mücâdelemiz
bunun güzel örneklerinden ikisidir. Tâlût'un zaferinde simgelenen hikmet de
sadece budur.
4. Sayı çokluğuna ve girişilen savaşta bir an
için üstünlüğü sağlamaya aldanip Allah'ın yüce kuvvet ve kudretini unutmak ve
böylece zaferin verdiği sarhoşluk
havasına kapılıp kendini kaybetmek felâket ve aşağılanmanın ilk
belirtisidir.
5. Savaş milletler için bir bakıma zorunludur ve
aynı zamanda ilâhî kanun gereğidir. Yoksa yeryüzünün düzeni
bozulur; milletler arasında anormal biçimde meydana gelen
dengesizlik insanlığın sonu olabilir. Azıp sapıtanları, kendi
milletinin ekonomik, sosyal
yapısını sağlamlaştırmak için
başka milletlere saldıranları durdurmanın yollarından biri de savaştır. [231]
Tâlût ordusuyla
birlikte Filistinlilere ve onları sevk ve idare eden Câ-lût'a karşı çıkıp
savaşmıştır. Sözü edilen ırmağın Şeriâ nehri olduğu söylenir. Tevrat'ta da
aynı konu anlatılır; şu farkla ki, Tâlût'un Şeriâ ırmağından su içilmemesi
konusunda emir verdiği anlatılmaz. Ced'un adında bir kumandanın böyle
yaptığına, yani askerlerinin ırmaktan su içmemelerini tenbih ettiğine yerverir.
Kanaatimce bu ayrı bir olaydır ki Tâlût olayı ile karıştırılmamalıdır.
Tevrat, Tâlût ile
beraber 600 kişinin kaldığını, çoğunun ise savaşa katılmadığını kaydeder. [232]
Bu konuda klâsik
tefsirlerimizde birçok aslı olmayan rivayetlere yer .verilmiştir. Ayrıca bir
kaç tane de zayıf ve münker hadîs nakledenler de olmuştur.
Kur'ân, yukarıda da
belirttiğimiz gibi yüksek hikmetleri, ibret alınacak noktalan sıralar; belli
bir sayı üzerinde durmaz. Çünkü buna gerek de yok. Şevkanî de Fethulkadîr'de
klasik tefsîrlerdeki rivayetleri kısmen naklettikten sonra çoğunun zayıf ve
uydurma olduğuna dikkatleri çeker. [233]
.Bundan önce Allah'ın,
milletlerin hayatıyla ilgili şaşmaz sünnetinden edildi; Hakk'a İnanan bir
milletin maddî ve manevî güçleri bir araya getirip bütünleştirdiğinde, hem
inkâr içinde bocalayan milletlere karşı üstünlük sağhyacağı, hem de uzun
ömürlü olacağı belirtildi. Bir peygamber tarafından hükümdarlığa atanan ve
liderlik vasfını kendinde toplayan Tâ-lût buna örnek verildi.
Savaştan maksat, başka
ülkeleri emperyalist bir düşünceyle istilâ etmek, kaynaklarını ele geçirmek değil,
yeryüzünde düzeni bozan, insanlığı tehdid ve tedirgin eden, azgınlık ve tuğyan
içinde bulunan milletleri, toplumları doğru yola getirmek, fitneyi
durdurmaktır. Allah ismini en yüce kılmak, gönülleri Allah sevgisiyle
doldurmak, insanlığa rahmet, mutluluk ve erdemlik kapılarım açan hak dinin
yayılmasını engelleyenleri tesirsiz hale getirmektir.
Aşağıdaki âyetle,
milletlere ve kabilelere yön veren, yok olmak üzere bulunan toplumların
elinden tutup kurtaran peygamberlerin bir kısmının diğerinden derece
bakımından üstün kılındığı anlatılıyor ve buna açık misaller veriliyor, böylece
ümmetler arasında bütün peygamberlere karşı sevgi ve saygıda denge sağlanması
isteniliyor. [234]
253— İşte bu
peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; onlardan, Allah'ın kendileriyle
söyleştiği kimseler vardır ve bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir.
Meryem oğlu İsa'ya açık belgeler verdik ve onu Rû-
hulkuds (Melek Cibril)
ile destekledik. Eğer Allah dileseydi bunların arkasından gelen (ümmet)ler
kendilerine açık belgeler geldikten sonra artık birbirlerini öldürmezlerdi.
Ama (her şeye rağmen) ayrılıp sürtüştüler: Kimi imân etti, kimi küfre saptı;
fakat Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ne var ki Allah dilediğini
işler.
«Hiç bir peygamber
yoktur ki ona verilenin benzerine insanlar (daha önce) inanmış olmasın. Bana da
verilen, Allah'ın vahyettiğidir (ki bu en büyük mu'cizem Kur'ân'dır). Kıyamet
gününde bana uyanların daha çok olacağını ummaktayım.» [235]
«Bana beş şey verildi
ki, onlar benden önceki hiç bir peygambere verilmemiştir:
1. Bir aylık mesafeden (düşmanlara) korku
salmakla yardım gördüm,
2. Yeryüzünün her tarafı benim için namazgah (namaz kılınan yer) ve temizlik nedeni kılındı. Ümmetimden
herhangi bir adam (temiz olmak şartıyla, nerede olursa olsun) namaz vaktine
erişirse namazını kılsın,
3. Ganimetler bana helâl kılındı, benden önoe
kimseye helâl kılınmadı,
4. Şefaat (makam ve yetkisi) bana verildi,
5. Peygamber(ler) sadece kendi kavimlerine
gönderildi; ben ise bütün insanlara gönderildim.» [236]
«Peygamberler üzerine
altı şey ile üstün tutuldum:
1. Sözlerin
(hüküm ve hikmetleri)
toplayıcı ve çok anlamlı olanları bana
verildi.
2. (Düşmanın kalbine) korku salmakla yardım
gördüm.
3. Ganimetler bana heiâl kılındı.
4. Yeryüzünün her yanı bana namazgah ve temizlik
nedeni kılındı.
5. Ben bütün milletlere (ya da insanlara)
gönderildim.
6. Peygamberler (peygamberlik) benimle son bulup
mühürlendi.» [237]
«Peygamberler arasında
tahyir yapmayın (filân falandan daha hayırlıdır demeyin).» [238]
«Peygamberler arasında
tafdîl yapmayın (filân falandan daha faziletlidir, demeyin)» [239]
«Rabbim katında ben
âdem oğullarının en azizi ve en saygıdeğeriyim.» [240]
«Beni Musa'dan daha
faziletli tutmayın!» [241]
«Beni Musa'dan daha hayırlı tutmayın!» [242]
«İşte bu
peygamberlerin kimini kiminden üstün
kıldık.»
Peygamberlerin hepsi
de faziletli ve hayırlıdırlar. Hepsi de ayni pınardan içmiş, aynı kaynaktan
kaynaklanmıştır. Hepsi de günahlardan korunmuştur; son derece zekidirler.
Allah'tan aldıkları buyrukları eksiksiz yerine getirirler; tek bir kelime
eklemeden olduğu gibi korurlar. Nitekim yukarıdaki hadîslerde Resûlüllah (A,S.)
bu hususu şüphe götürmeyecek anlamda açıklamıştır.
Bizler mü'min olarak,
bütün peygamberlere inanır, hepsini de sever sayarız: İsimlerini açıklayarak :
«Filân peygamber falan peygamberden daha üstündür, ya da daha hayırlıdır»
demeyiz. Peygamberler arasından hiçbirini ayırtetmeyiz. «Allah'ın
peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırtetmeyin.» [243] âyetinde
belirtildiği ölçü ve anlamda onlara inanır, şanlarını yüceltiriz.
Ne var ki,
peygamberlerin gönderildikleri kavim ve milletlerin nüfus sayısına, sosyal
yapısına ve uygarlık ölçüsüne göre ve bir de kendilerine indirilen kitab'a,
sahifelere ve kendilerinden önceki kitaplara ve insanları uyarma ve
irşadlarına göre dereceleri farklıdır. Allah kimini resul olarak görevlendirmiş
ve kendisiyle söyleşmişîir. Kimine kitap indirmiş, kimine birkaç sahife
Vermiştir. Kimini sadece bir kavme, kimini bir millete
göndermiştir. Kimini
birçok mu'cizelerle desteklemiş, kimini Rûhulkuds ile kuvvetlendirmiş, kimini
babasız yaratmıştır. Hz. Muhammed'i de (A.S.) bütün milletlere son peygamber
olarak göndermiştir.
Derece farkı, ne de
olsa aldığı görevin ağırlığı ve tebliğ ettiği esas ve prensiplerin ölçüsü,
seslendiği kavmin çeşitli durumlarına göre basamaklar biçiminde birbirini
izler. Bununla beraber bazı hadîslerde «daha hayırlıdır», «daha üstündür»
şeklinde bir ayrım yapmayın diye tenbihte bulunulmuştur. Bunun birçok nedenleri
vardır; önce şunu belirtelim ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, dinî kültürü
gelişmemiş veya aşın derecede taassuba bağlı kalmış kişiler arasında -ayrı d'me
bağlı bulunuyorlarsa-gereksiz bir tartışma, sürtüşme, iddialaşmaya meydan
vermemek için bunu hatırlatma gereksinmesini duymuştur: «Beni Musa'ya tafdîl
etmeyin (Ondan üstündür, demeyin)» buyurmuştur. Aynı zamanda bu, derin ve köklü
olgunluktan gelen tevazuun bir başka anlatımıdır.
Buharî'nin sahih
rivayetle Ebû Hüreyre (R.A.)den şu hadîsi nakletmesi konuyu daha güze)
açıklamaktadır:
«Biri Müslümanlardan,
diğeri Yahudîerden iki adam birbirine sövüp hakarette bulundular. Müslüman olan
: «Muhammed'i (A.S.) âlemler üzerine seçip beğenen Allah'a andolsun...» diyor.
Yahudi de : «Musa'yı âlemler üzerine seçip beğenen Allah'a hamdolsun,» diyerek
karşılık veriyor. Bunun üzerine Müsiürnan öfkeleniyor ve Yahudinin yüzüne bir
tokat vuruyor. Yahudi durumu gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimize anlatıyor.
Efendimiz, o müslümanı çağırıp durumu soruyor, o da olayı aynen anlatınca,
buyuruyor ki: «Beni Mûsâ üzerine tahyîr etmeyin (ondan daha hayırlıdır,
demeyin). Çünkü insanlar kıyamet gününün dehşetinden yıldırım çarpmış (gibi) o
gün bayılıp düşecekler. Ben. de onlarla birlikte yıldırım çarpmış (gibi)
olacağım. Ne var ki ilk aydan ben olacağım, ayıklığımda ne göreyim, Musa
Arş'ın bir kenarına sıkıca tutunmuş duruyor; artık bilemiyorum, Musa da
bayılanların içinde miydi, benden önce mi ayıldı, yoksa baygınlık
geçirenlerden ayrı tutulanlardan mıydı?..»
Bu ve benzeri
hadîslerle, üstünlüğü, hayırlılığı anlatan hadîsler arasında bir uyumsuzluk,
çelişki var mıdır? Hakikatte böyle bir çelişki ve uyumsuzluk yoktur ve
düşünülemez de. Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, daha çok şu hususları dikkate alarak böyle bir tavsiyede
bulunmuştur:
a) Bu
anlamda olan hadîsler.bir ihtimalyhenüz konuyla ilgili âyet inme-aen
söylenmiştir. [244]
b) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
peygamberlerin en üstünü olduğunu bildiği halde sırf tevazu göstererek
böyle buyurmuştur.
c) Peygamberler arasında, dinlerine ifrat
derecede bağlı olup iddia-laşan farklı dinlere bağlı kişilerin bir ayrım
yapmalarını ve bu yüzden bağlı bulunmadığı peygamberi küçük düşürücü anlamda söz sarfetmelerini önlemek amacıyla
söylenmiştir. Müslümanlar da böyle bir havaya girmesinler diye yumuşatıcı bir anlatım yolu seçilmiştir.
d) Peygamberlik yönünden, gelip geçen bütün
peygamberler arasında bir fark olmadığını, farkın sadece yüklendiği görevin
ağırlığı nisbetin-de bir takım dereceler anlamında olduğunu anlatmak
istemiştir. Nitekim Kur'ân'da bu gerçeğe dokunularak : «(Allah'ın)
peygamberlerinden hiç birini
(diğerinden) ayırd etmeyiz» buyurulmuştur. [245]
e) Allah katında biri diğerinden üstün olabilir,
çoğunun dereceleri oldukça farklıdır.
Ama insanların çoğu bu
üstünlüğün iç yüzünü bilmediğinden Peygamber (A.S.) onların böyle bir ayrıma
gitmelerini uygun görmemiştir. Çünkü Kitap ehlinin kendine göre bir taassubu
vardır, ona dokunulduğu gün sürtüşmeye kapı
açar ve düşmanlık havasını estirmeye başlar. Bu da İslâm'ın cihan dini
olma özelliği ve niteliğiyle bağdaşmaz.
Bütün bu yorum ve
rivayetlerden, âyeti açıklar anlamda tefsir eden, kanaatımca (b) maddesidir.
Nitekim Rahmet Peygamberi (A.S.) Efendimiz buyuruyor ki:
«Ben âdem oğullarının
ulusu ve eföhdisiylm, ama bununla övünmüyorum.» [246]
«Rabbim katında ben
âdem oğullarının en azizi ve en saygıdeğeriyim, (ama bununla övünmüyorum).» [247]
Bu konuda "10'un
üstünde âyet-i kerîme vardır. Onları özetliyeoek olursak, konumuzu oluşturan
âyet ile Bakara süresindeki diğer bir âyet buna yetecektir:
1. Muhammed
(A.S.) Efendimiz hakkında:
«Biz seni bütün
İnsanlara gönderdik.» [248]
«Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.» [249]
2. Mûsa hakkında (Salât-u selâm ona oisun) :
«Onlardan Allah'ın kendileriyle söyleştiği kimseler vardır.»
«Allah Musa'ya seslenip konuştu (ğu gibi sana da vahiy indirdik).» [250]
Âdem Peygamber (A.S.)
hakkında Peygamberimiz (A.S,) den soruldu: — Âdem mursel bir peygamber midir?
__ Evet, o kendisiyle
söyleşilen bir peygamberdir,
Diye cevap vermiştir. [251]
3. İsâ
(A.S.) hakkında
«(Biz) onu Ruhülkuds
(CibriP ile destekledik.» [252]
Görüldüğü gibi, sözünü
ettiğimiz dört peygamber arasındaki derece farkı Resülüliah (A.S.) Efendimizin
risâ!et-i umumiye, diğerlerinin ise ri-sâlet-i hususiye ile gönderilmesidir.
Âdem'e birkaç sahife; diğerlerine ise kitap indirilmiştir. [253]
Allah'ın Yeryüzünde
Milletler Arasında Denge Sağlayan
Kanunu)
«Eğer Allah İsteseydi
bunların ardından gelen (Ümmet)ler birbirlerini öldürmezlerdi.»
«Fakat Allah dileseydi
birbirlerini öldürmezlerdi.»
Yukarıda mealini
yazdığımız Kur'ân'dan iki cümle bize Sünnetullah hakkında bilgi vermektedir.
Şüphesiz ki Allah isteseydi bunca âyet ve mu cizelerden sonra ümmetler arasında
bir tartışma, vuruşma ve öldürüşme olmaz, hepsi de uyum içinde barış havasına
girerlerdi. Evet, Allah'ın kudreti böyle bir hava oluşturmaya elbetteki
yeterlidir. Ama niçin dilemedi? Bunca vuruşmalar, öidürüşmeler, düşmanlıklar,
kanlı savaşlar meydana geldi. Sekiz defa üstüste Haçlı Seferleri düzenlendi,
başta papa olmak üzere Hıristiyan din adamları bunun öncülüğünü yaptı;
yüzbin-lerce insan kanı döküldü ve sonuç olarak iki tarafa da yarar sağlamadı.
Ancak kutuplaşan ayrı din saliklerinin birbirlerini yakından görme imkânı doğdu
ve Batı âlemi, İslâm medeniyetinden görebildiği ne varsa, onun modelini kopya
edip götürdü.
Daha önceleri ise,
nice peygamberler öldürüldü. İsâ Peygamber zor canını kurtardı. Bugün hâlâ
ümmetler arasındaki boy ölçüşme, kendi dinini daha haklı ve üstün gösterme
gayretleri sürüp gitmektedir. Evet bütün bunlar neden?
Sulh ve selâmet dini
olan İslâm, bütün peygamberlere inanmayı, onlara son derece saygılı olmayı
telkîne özen gösterirken; diğer ümmetlerle tartışmaya, iddialaşmaya
gidilmemesini hem emretmiş, hem öğütlemiş-tir.. Kitap ehliyle barış içinde
kalmayı, bazı yönlerden ilgi kurmayı tavsiyede bulunmuştur. Örneğin, onların
kestiği hayvan etini helâl sayması, yemeklerinin de Müslümanlar için helâl
olduğunu açıklaması, kendilerinden kız alınabileceğine cevaz vermesi bu cümledendir.
Hazreti Muhammed
(A.S!) Efendimiz imkânlar ve şartlar elverdiği oranda onlara karşı cok yumuşak
davranmış ve her fırsatta rahmet peygamberi olduğunu isbat etmiştir. Buna
rağmen Haçlılar öldürücü bir güç halinde İslâm âlemi üzerine yürümekte bir
sakınca görmemiştir. Sonra Misyon örgütünü kurmuş, daha çok İslâm ülkelerini
hedef seçerek sistemli ve sürekli dinî propagandaya girişmiştir. Yahudilerin
gerek Hıristi-yanlara, gerekse Müslümanlara karşı sönmek bilmeyen kinlerini,
düşmanlıklarım günümüze kadar hiçbir, evet hiçbir barış suyu söndürememiştir.
İşte Sünnetullahla
ilgili meselenin düğüm noktası, ya da neden ve ni-çinlerin odağı bu! Bütün bu
soruları, neden ve niçinleri çözmek ve cevaplandırmak için SÜNNETULLAH'ı çok
iyi bilmek gerekir. [254]
a) Her olayın bir sebebe dayanması, varlık
âleminde illiyet (kozalite) kanununun her zaman aralıksız işler halde
bulunduğunu gösterir.
b) Milletlerin ve ümmetlerin dine karşı ilgisiz
kalmamaları için yaratılıştan insan ruhuna, tabiatına yerleştirilen din ve
Allah duygusu ve son-
ra da bağlı bulunduğu
her konuda üstün gelme arzusu, ister istemez onu bir tartışmaya, inkâra,
sürtüşmeye ve hatta vuruşmaya götürmekte, ya da itmektedir. İnsan ruhundaki bu
aşırılığı ancak peygamberler, velîler, azizler ve büyük âlimler normale
cevirebilmiştir.
Evet insan ruhunda, ya
da tabiatında bu bağlılık ve ihtiras duygusu olmasaydı dinler üzerinde ne bu
kadar araştırma yapılır, ne milyonlarca kitap yazıHr, ne de tarihî belgeler
toplanırdı. Aksine ise, dinlerin esası unutulur, ya da tamamen silinmeye
yüztutar, kuru bir İnanç havası gönüllerde son çıkış anını beklerdi. Oysa
insanlık için çok lüzumlu olan HAK DİN, her zaman araştırma, inceleme isteyen
bir konudur. İnananların bile kalbinde ve kafasında bir dizi neden ve niçin
gibi birtakım sorular oluşturur. Dinsiz kalmayı tercih edenler bile
kendilerini bu duygudan ve doğurduğu sorulardan kurtaramazlar.
İslâm tarihinde Ehl-i
Sünnet ile Mu'tezile arasındaki birkaç asırlık tartışma, sürtüşme, iddialaşma
geniş bir ilmin doğmasına neden olmuş, yüzlerce Kelâm ve Felsefeyle ilgili
eserlerin, yazılmasını sağlamış ve hızlandırmıştır. Böylesine bir tartışma ve
üstünlük sağlama duygusu olmasaydı, bu konuda İslâm ilim adamları kalem
oynatmaz, araştırma yapmaz ve belki âtıl durumda kalırlardı.
Amelî mezhepler
arasındaki yarışa çıkma, mezhebe aşırı derecede bağlılık binlerce hukukî ve
amelî konularda eser yazılmasına, müctehid imamların dayandıkları delillerin
toplanıp değerlendirilmesine ve birtakım mukayeselere gidilmesine kapı açmış
da İslâm Hukukunda akıllara durgunluk verecek ölçüde bir çalışma yapılmıştır.
İnsan tabiatında
bağlandığı konuda böylesine üstünlük sağlama duygusu ve ihtirası olmasaydı
bugün mezhepler unutulmuş olur; onları bize tanıtacak belki kitap bile
bulunmazdı.
c) Savaşlar,
vuruşmalar, düzenlerin bozulması, ülkelerin yıkılması hem bilimsel araşt\rmayı
hızlandırmış, hem milletleri uyuşukluktan kurtarmıştır. Birinci ve İkinci
Cihan Savaşları bir yandan ülkeleri yıkıp yerle bir ederken ve insan kanını sel
gibi akıtırken diğer yandan savaş ateşinden kurtulup yaşayanlara daha etraflı
ve daha derin ve geniş düşünme imkânı hazırlamıştır. Bugünkü teknik alandaki
ilerleme ve başarının bir nedenini de buna bağlayabiliriz-.
İşte SÜNNETULLAH'ın
bir bakıma anlamı budur! [255]
d) Allah
insanlara kendilerini idare edecek, yaratanını bilecek, hayatın anlamını idrâk
edecek ve insanın ruhunun gereksinmesini anlayacak kadar akıl, zekâ, irâde ve
yetenek vermiştir. Beşer ihtirasını frenliyecek ve üstün gelme gayretini
faydalı alanda kanalize edecek, âhiretin gereğini için için ona duyuracak kitap
ve peygamber gönderilmiştir. Ayrıca Allah her canlı tür için ayrı bir hayat
kanunu koymuştur. Her tür kendi hakkındaki kanuna uymakla devamlılığını ve
huzur içinde yaşamayı sağlayabilir. Uymayanlar ilk cezayı bu kanundan alır.
İşte buna SÜNNETULLAH
denir. İnsan kendi hakkındaki kanuna ya uyar, ya da uymaz. Uyması için kendinde
yeterince akıl vardır; aklını bu konuda ya kullanır, ya da kullanmaz.
Kullanırsa mutlu, kullanmazsa mutsuz olur.
İşte bu da
SÜNNETULLAH'in bir diğer anlamı ve kavramıdır.
Allah varlık âleminden
yana kendi sünnetini koyup sergilerken ilâhî müdahalede pek bulunmaz, sebepler
zincirini koparmaz. Ancak mu'cize-ler ve kerametler bu ölçünün dışındadır.
Evet, işte, «Ama Allah
dileseydi (yani sünnetini kaldırıp ilâhî müdahalesini koysaydı) onlar
birbirlerini öldürmezlerdi,» mealindeki âyetinden anlayabildiklerimiz!.
Allah daha iyisini
bilir ve Allah dilediğini işler. [256]
(Allah Vergisidir)
Bilindiği gibi
Peygamberlik okumakla, çalışıp çabalamakla elde edilen bir meslek değildir.
Allah'ın kullan arasından seçip beğendiği, kendi risâletine lâyık gördüğü
kimselere verilen büyük ve o nisbette şerefli bir hizmettir.
Bir uyarı;
Ayrıca âyette,
Hıristiyanların sadece İsâ Peygambere bağlılık gösterip diğer bazı
peygamberleri kabul etmemekte ya da küçük görmekteki ölçüsüzlüklerine işaret
edilerek bu yüzden çok yanlış bir inanç seçtikleri hatırlatılıyor ve Muhammed
(A.S.) ümmetine de bu nedenle peygamberler hakkında ölçüyü kaçırmamaları;
ilahî beyan sınırını aşmamaları ten-bîh ediliyor. Bu nedenle de İsâ
Peygamberden söz edilirken «Meryem oğlu İsâ» deniliyor, bununla onun da insan
olduğu ve analar tarafından doğurulduğu belirtiliyor. Diğer peygamberler gibi
kendisine peygamberlik verilmiş ve Rûhulkuds ile desteklenmiştir. [257]
Yukarıda geçen
âyetlerle. Kitap ehli olan İsrâiloğulları'nın Musa Peygamberden sonra,
kendilerine verilen bunca nimetler ve sayısız belgelere rağmen nasıl
yozduklarından, maddenin peşine takılarak dünya hayatını âhiret hayatından
üstün tuttuklarından söz edildi; bu yüzden yurtlarından çıkarıldıklarına,
hürriyetlerini kaybettiklerine dîkkatler çekildi. Düzen ve dengesini kaybeden
bir milletin, bünyesinde yeralan birkaç neslin ıstırap içinde kıvrana kıvrana
yok olduğu, yerlerine yeni bir kuşağın geçtiği, ölen bir milletin böylece
tekrar dirildiği gerçeği hatırlatıldı.
Sonra onları dengeli,
düzenli ve şerefli bir hayata eriştirmeye çalışan peygamberlerden bahsedildi;
her peygamberin, karşısına alıp uyarmak istediği kabile ve milletin sosyal,
ekonomik ve kültürel yapılarına ve dertlerine, gereksinmelerine göre bir hizmet
yüklendiğine işaret edildi ve bu nedenle hangi peygamberin dereoe bakımından
üstün olduğuna daha çok hizmetin niteliği kıstas gösterildi.
Aşağıdaki âyetle,
inanmış bir milletin bünyesindeki birleştirici ve bütünleyici bağlardan biri
olan Allah yolunda malî fedakârlıkta bulunup harcamaya geçiliyor. Sosyal
adaletin ayakta durmasını sağlayan nedenlerden birine parmak basılarak
âhirette de bu tür davranışların açacağı saadet kapıları hatırlatılıyor.
İnsanlıktan yana böylesine yararlı sosyal dayanışmadan ancak inkâr ve haksızlık
içinde bir ömür tüketen sapıkların zevk duymayacağına işaret edilerek bu konuda
bilgisiz ve ilgisiz kalanların hem
kendilerine, hem milletlerine yazık ettikleri vurgulanıyor. [258]
254— Ey imân
edenler! İçinde hiçbir alım-satım, içten dostluk ve şefaatin olmadığı gün
gelmeden önce sizi rızıkiandırdığımızdan (Allah için, Allah yolunda) harcayın.
İnkarcılar İse hep o haksızlıkta bulunanlardır.
Dünya ile âhiret bir
bakıma ikiz kardeşlerdir; biri diğerini tamamlayan iki birim gibidir. Dünya
asıl hayata erişmenin yolu ve uğrağıdır. Ruhlarımız yaratıldığı andan itibaren
hep yolculuk halinde bulunuyor, birçok kademeler aşmış, tedricen hayat
süzgecinden geçerek dünyaya kadar yolculuğunu sürdürmüştür. Burası işaret edildiği
gibi sadece bir uğraktır; ruh elbise değiştirmek, yeni bir hazırlık yapmak
zorundadır. Aksi halde gideceği âleme intibak sağlaması mümkün değildir.
Evet, dünya uğrağına
ayak basan insanoğluna tasarruf imkânı verilmiş ve sayısız vasıtalar emrine
sunulmuştur. Yanlış bir tutum ve düşünceyle hedeflerinden sapmamaları,
dosdoğru yoldan ayrılmamaları için de yol gösterici, tehlikeye karşı uyarıcı,
rahmet ile müjdeleyici ve hakikati çekinmeden Allah adına söyleyici evsafta
kendilerine peygamber ve kitap gönderilmiştir,
İşte bu ortam içinde
bulunan her insanın kişisel tasarruf hakkı sınırlı biçimde vardır: Ahm-satımda
bulunabilir, kazanç sağlayabilir, dost edinebilir, kendisine yardımcı ve aracı
bulabilir; sıkıntıya, ya da felâkete uğradığında mal ve servetiyle, şahsî
nüfuzuyla bir çıkış yolu bulabilir.
Ne var ki, bu tasarruf
sağlam imân, güzel amel ile birleşirse hayatı, Allah'ın dilediği anlamda
değerlendirme düzeyine getirmiş olur. O sayede ruh, âhiret hayatına en uygun
elbisenin malzemesine erişmiş sayılır.
Yukarıdaki âyet bu
hakikatin anlatım düzeyinde, söze: «Ey imân edenler!» ünlemiyie başlıyor;
hayatın umut dolu yolunu Allah'a doğru uzatıp, bir umuttan ziyade katıksız bir
inanç ölçüsüne kavuşturuyor. Sonra da dünya hayatında sosyal, ekonomik ve
kültürel dengenin sağlanmasına kapı açıyor; kişisel gayretin, fedakârlık ve
feragatin bunda önemli payı bulunduğunu hatırlatıyor. Âhirette ise -Allah'ın
izni olmaksızın- ne kişisel, ne de toplumsal bir tasarrufa imkân bulunmadığına
işaret ediliyor.
Bu konuda âyet bize
Allah'a inanan her kişiye .hem dünyada, hem âhirette dengeli, ölçülü, huzurlu
ve düzenli bir hayatın üç önemli unsurunu sergiliyor:
1. Zekât, vergi, sadaka ve faizsiz ödünç,
2. Ahm-satımda tüketiciyi de korumak, fahiş kâr
sağlama hevesine kapılmamak,
3. Allah
için gönül dostu edinmek, beşerî münasebetleri geliştirmek, sosyal yapıyı bu
yönden de kuvvetlendirmek.
Böylece dünyayı
birbirini seven insanların ülkesi haline getirmek...
Âyetin son bölümünde
ise bu unsurları verimsiz kılacak, kişisel çıkarları ön plâna alıp her türlü
fazîlet ve kutsal değerlerin üstüne çıkaracak iki tehlikeli anlayış ve tutumu,
gönülleri harekete geçirecek ve insanı derinden derine düşünmeye iteeek bir
anlatım biçimiyle bağlıyor:
1. Hakk'ı, gerçeği görmemek ve katı bir inkâr
içinde olmak,
2. Bunun sonucu bütün bir ömrü haksızlığın boğucu, üzücü ve öldürücü havasına sokup
zararlı hale getirmek.
Kur'ân burada çok
anlamlı İki tabir getirmiş ve bunları mübteda-haber ölçüsünde koyarken birinci
mübtedanın haberini isim cümlesi şeklinde belirleyerek kâfirlerin ancak
zâlimler olduğunu, ilâhî bir teşhis olarak ortaya koymuştur.
Küfür: Hakk'ı inkâr
etmek, hakikati gizlemek ve böylece hem ruhî, hem sosyal yapıda dengeyi
bozmaktır.
Zulüm: Allah'tan
başkasına kulluk etmek, hakkın sınırlarını aşıp insan haklarına el uzatmaktır.
Aynı zamanda hiçbir şeyi lâyık olduğu yere koymamak, işi ehil olana
vermemektir. Diğer bir tarifle, ilâhî hududu çiğnemek, eşyanın tabiatını
değiştirmeye çalışmaktır. [259]
Âyette (Allah için,
Allah yolunda) harcayın!» diye çevirisini yaptığımız «Enfiku» emri üzerinde
Nim adamlarının farklı, fakat temelde birleşen yorum ve görüşleri olmuştur:
a) El-Hasan'a göre zekât günü gelince kuruşuna
kadar vermek, fakirin hakkını geciktirmemektir.
b) Saîd bin
Cübeyr'e göre, hem fakirin
hakkı olan zekâtı vermek, hem de
millet yapısını sağlam temeller üzerinde tutmak için diğer bağışları vermeyi
âdet haline getirmektir.
c) Ibn Atiyye'ye göre, zekât ve sadaka vermekle
beraber, bir de savaş için Allah yolunda orduyu donatmak konusunda gereken
harcamayı yapmaktır.
d) Savaşarak küfür ve tuğyanı altetmektir; malî
yardımda bulunarak haksızlığı, düzensizliği önlemektir. [260]
Yukarıdaki âyetlerle
kişisel çıkarların bir tarafa itilmesi, imân gücüyle ekonomik gücün bir araya
getirilmesi; Allah için Allah yolunda bilerek harcamada bulunulması, böylece
hem dünya hayatında dengeli, seviyeli ve düzenli bir devreye girilmesinin
gerçekleştirilmesi, hem dünya ile âhi-ret arasında sağlam bir ilginin
kurulmasının sağlanması emir ve tavsiye edilmektedir.
Aşağıdaki âyetle, her
zaman diri olan, yarattığını, kusursuz önlemleriyle ayakta tutan ve her canlı
üzerinde kudretiyle durup kimin ne kazandığını bilen; hiç uyumayan, uyuklamıyan
ve şefaat iznini ancak kendi katında bulunduran Allah'ın
yüceliğini,,sonsuzluğunu, kudret ve kuvvetini düşünerek günlük hayatımızı plânlamamız öğütlenmektedir. [261]
255— Allah
ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, ancak O vardır; hep diridir O;
yarattıklarını kudretiyle tedbiriyle tutup duran O; ne uyuklama tutar O'nu, ne
de uyku... Göktekİler ve yerdekiler O'nun. İzni olmaksızın O'nun katında şefaat
edecek olan kim? Yarattıklarının önünde ne var, ar-
kalarında ne var
biiir. Onlar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar,
Kürsü'sü (yüce kudret ve saltanatı) gökleri ve yeri kuşatıp kaplamıştır. Her
ikisini görüp gözetmek O'na ağır gelmez, O, çok yüce ve çok büyüktür.
«Her şeyin bir üst
noktası (doruğu) var, Kur'ân'ın üst noktası Bakara süresidir. Bu surede bir
âyet vardır ki o Kur'ân âyetlerinin önde gelenidir; o, Ayet-i Kürsî'dir.» [262]
Ebü Munzir (R.A.)
diyor ki:
Resûlüllah (A,S.)
Efendimiz bana sordu :
— Ey Ebâ Münzir! bilir misin Allah kitabından
hangi âyet sana göre daha büyük ve kadri daha yücedir?
— Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, dedim.
Tekrar sordu :
— Ya Ebâ Münzir! bilir misin Allah kitabında
hangi âyet sana göre daha büyük ve kadri dqha yücedir?
Cevap verdim:
— ALLAHU LÂ İLAHE İLLÂ HUVE'L-HAYYU'L-KAYYUM
âyetidir, dedim. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz eliyle göğsüme
dokunarak şöyle buyurdu :
— İlim senin için kolay, yararlı ve yüceltici
olsun! [263]
«Kim sabahlarken
Âyet-i Kürsiy'i ve HÂ-MÎM TENZİLÜ'L-KİTAB sûresinin ilk iki âyetin» okursa, o
gün akşama kadar korunmuş olur. Kim de akşamlarken bunları okursa o gece sabaha
kadar korunmuş olur.» [264]
«Ya Ebâ Zer! yedi gök
Kürsü'yle birlikte çöle atılmış bir halka gibidir. Arş'ın Kürsî'ye üstünlüğü,
çölün halkaya nisbetle olan üstünlüğü gibidir.» [265]
Allah’tan başka hiçbir
ilah yoktur.
1. HAYY sıfatına mazhar olarak ruhunun sonsuzluk
sırrı içinde aslına tertemiz dönmesini sağlar.
2. Yaratıldığı özelliği doğrultusunda İlâhî kudretle varlığını korur ve ebediyyen O sonsuz kudretin
rahmetiyle mutlu olur.
3. Nefs, şeytan,
madde ve şehvetin, ilâhî nurun kalbe yansımasını engelliyen bulanık
perdelerini yırtar; ruhunu gaflete sürükleyen bu güçlerin etkisini imânındaki
zevk ve kuvvet oranında hafifletir.
4. Mülkün Allah'a ait olduğunu algılar; göklerde
ve yerde hakiki anlamda tek tasarruf
sahibinin Allah olduğunu için için
düşünerek O'nun yüce huzurunda, O'nun mülkünde ve O'nun lütfettiği nimete el
uzatarak helâl ve haram sınırlarını bilme şuuru içinde tam bir edeple ve imân
kuvvetinden gelen titizlikle teslimiyet gösterir.
5. O'nun
katında O'nun izni
olmaksızın kimsenin şefaat etme yetkisi
bulunmadığını anlar; bunun için günlük işlerinde ve hayatı boyunca Allah için
verir, Allah için alır, Allah ile konuşur, Allah ile düşünür ve Allah için
dost edinir.
6. Allah'ın, yarattıklarının önlerindekini de arkalarındakini de, geçmiş ve geleceklerini de noksansız
bildiğini anlar; günlük hayatım bu ölçü ve anlam sınırı içinde düzene sokma
erdemliğine erişir.
7. Mahlûkatm ise Allah'ın dilediği kadarından
başka, O'nun bildiğinden hiçbir şey
kavrayamadıklarını düşünerek sınırsız
olan ilâhî kudret karşısında aczini, bilgisizliğini, çaresizliğini anlar ve tam. bir teslimiyet içinde Hakk'a
bağlanır.
8. Varlık âleminin büyüklüğü, genişliği ve bir
bakıma bizlere göre sınırsızlığı karşısında
insan aklının ve bilgisinin ne
kadar az bir mesafe aldığını, ne kadar
az şey bildiğini gözlerinin önüne getirerek ilâhî azamet ve kudretin, saltanat
ve ilmin sınırsızlığını ve görkemliğini
astronomik rakamlarla olsun
belirlemenin imkân kapsamına girmediğine inancı bir kat daha artar
ve bu durumda Allah'a yönelmekten başka
çare olmadığını duyar. Böylece O çok yüce Allah'a kul olma bahtiyarlığına erişmenin
zevkini İçin için kalbinde duymaya başlar. [266]
«Allah ki, O'ndan
başka ilâh yoktur.»
Ayet-i Kürsî'de
Allah'ın varlığı ve birliği söz konusu edilerek giriş yapılıyor, sonra da
O'nun yüce kudreti çok anlamlı bir anlatım dizisiyle özetleniyor.
Hemen söyleyelim ki
Allah, hiçbir zaman matematiksel bir denklem gibi çözülmez. Bu konuda önce
kendi yaratılışımizdaki akıllara durgunluk veren plân ve düzene, sonra da
dışımızdaki varlık âleminin şaşmaz kanunlarla fakat insan aklının çok zor
anlayabileceği ince hesaplar ve plânlarla idare edildiğine bakacak olursak,
eserden müessire, sanattan sanatkâra bir geçiş ve idrâk sağlayabiliriz, şöyle
ki:
a) Varlık
âleminde matematiğe dayalı ölçülerle mutlak anlamda bir düzen varsa,
mutlaka bir düzenleyici vardır.
b) Mükemmel bir plân ve program varsa, mutlaka
bir programlayan vardır.
c) Dengeli bir hareket, ölçülü bir düzen varsa;
mutlaka bir denge sağlayan ve düzen kuran vardır.
d) Yaratılıştan mevcut olup, ruhumuzun
derinliğinden sökülüp atıla-mıyan .Allah
fikri ve duygusu varsa, bu fikir ve duygunun çekirdeğini, ya da mayasını
mutlaka.oluşturan bir kudret vardır.
e) Varlık âleminde güneş sistemi gibi birçok
sistemler varsa ve bu sistemler belli
kanunlara bağlı kalıyorsa, mutlaka bir
sistemleştiren ve belli kanunlarına göre idare eden vardır.
İşte Ayet-i Kürsî'nin
ilk cümlesiyle Allah'ın varlığını, birliğini ve. O'ndan başka ilâh olmadığını
Kur'ân açıklarken insan kaibini ve kafasını şu hakikatlere çevirmektedir:
1. Allah, yaratıklarını sonsuz kudretiyle,
erişilmez önlemleriyle ayakta tutmaktadır. Bu kudret (a) ve (b) maddelerinde
anlatımını bulmuştur.
2. O'nu ne uyuklama, ne de uyku tutar. Bu, (c)
maddesinde belirtildiği gibi, ezelden ebede aralıksız ve arızasız sürüp giden
kudretin varlık âlemini şaşmadan belli ve belirli kanunlarıyla gayesine uygun
yönettiğini sembolize eder,
3. İnsan önce, ruhunun derinliğine yerleştirilen
Allah fikri ve duygusu oranında yaradanım bilebilir. Sonra çevre, aile, akıl ve
duygu,eğitim ala-
nında bu düşünceyi
belli ölçüde geliştirir. Onun ilminden kavrayabildiğimiz her zaman sınırlıdır.
Sadece O'nun bize sağladığı imkân nisbetinde bir şeyler biliyoruz. Ne var ki
yaratan hakkındaki duygu ve düşüncemiz geçmiş zamankinden çok daha anlamlı ve
kuvvetlidir. Çünkü bugün kâinat hakkında ilim bize çok şeyler kazandırmıştır.
Ama yine de çok az ve sınırlıdır ve hep sınırlı kalacaktır.
«İzni olmaksızın O'nun katında şefaat edecek
olan kim?»
Ayet-i Kürsî'de geçen
bu cümle, âhirette bile Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin şefaatte bulunma
yetkisi taşımadığını hatırlatmakta ve özellikle şu dünyada bazı fânilerin,
günahkârların günah çıkarmasına kendini yetkili görmesinin ilâhî hakka bir
tecavüz olduğundan habersiz bulunmalarına dolayısıyla işaret edilmektedir.
Hıristiyanlıkta Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına yapılan vaftiz, bir çeşit günah
çıkarma ve günahları bağışlatma işlemidir. Protestanlar da bunu tanrı
mağfiretinin bir sembolü olarak benimsemişlerdir. Vaftiz'in alanı genişletilerek,
her yaştaki İnsanın papaz huzurunda günahlarını dile getirmesinden, kutsal su
ile yıkanıp günahlardan kurtulmuş sayılmasına kadar uzatılmıştır. Aslında
böyle bir işlem, Tevhîd diniyle çelişkilidir. Günahları bağışlama hakkı sadece
Allah'a ve O'nun kıyamet günü yetkili kılacağı kişilerin şefaatine ait bir
konudur. Günahkâr bile olmasa bir insanın, günahkâr başka bir insanın günahlarını
affettirmesi, o sayede ilâhî mağfirete eriştiği hakkında ona kesin konuşması,
ilâhî hakka saygısızlıktır. İslâm dini bu tür inanç ve işlemleri kökünden
kaldırmış, beşerin kendine ait sınırı aşmamasını emretmiş, ilâhî hak ve
sınırlara tecâvüzü büyük günahlardan saymıştır.
İşte yukarıda mealini
verdiğimiz âyet, İslâm'ın bu konudaki inanç esas ve anlamını, kapsam ve maksadını
en açık bir anlatımla yansıtmaktadır. Günahları ikiye ayıran İslâm,
yaratılanla yaratan arasındaki günahların tevbe, istiğfar, duâ ve ibâdetlerle
bağışlanacağına ümit kapısını açık tutmuş; insan haklarıyla ilgili bulunan
günahların ancak ödenmek suretiyle bağışlanabileceğin! açıklamıştır. Böylece
İslâm hem ilâhî adaletin hedefinden şaşmıyacağını belirtmiş, hem de hakların
korunmasına ağırlık ve Kesinlik kazandırmıştır. En son ve en mükemmel din
olmasının özelliklerinden biri de budur!. [267]
a) Yarattığını ilâhî tedbiriyle belli bir düzen
içinde yürüten ve kendi kudretiyle hep var olan,
b) Her can üzerinde kudretiyle, ilmiyle hükümran
olan, kimin ne gibi işte ve eylemde bulunduğunu noksansız bilip ona göre her iş
ve eylemin karşılığını takdir eden,
c) Hiç değişmiyen ve hiç yok olmayan, kudretinin
üstün hükümran-lığıyla varlığına bir başlangıç ve son bulunmayan, [268]
d) Hiç uyumayan, [269]
e) Eşi, dengi ve benzeri olmayan, [270]
a) O bizim bilmediğimiz anlam ve özellikte sade
incidendir. Kalem de incidendir. Kalemin uzunluğu yediyüz yıllık
mesafededir. Kürsî'nin
uzunluğunu Allah'tan başkası bilmez. [271]
b) Allah'ın ilmidir. [272] Bu
manayla, büyük ilim adamlarına
«Kürsî» denilmiştir
c) O'nun varlık âlemini kuşatan sonsuz,
sınırsız ve benzersiz kudretidir.
d) Arş ile birlikte anılan Kürsî'nin niteliğini,
büyüklüğünü ancak Allah bilir.
e) Arş'ın önünde ilâhî hükümranlığın tecelli
ettiği iki kadem misali bir yerdir.
f) Rahmân'ın
Arş'ına oranla sadece iki ayak
konulacak kadar bir basamaktır.
Bütün bu rivayet ve
yorumlardan şu sonucu çıkarabiliriz:
Varlık âlemi tasavvur
edemiyeceğimiz kadar büyük ve geniştir. Devamlı genişlemekte oian kâinattaki
cisimlerin birbirinden ne kadar uzak olduğu ancak ışık yılıyla kısmen olsun
aniatılabilmektedir. Yapılan tesbitlere göre, teleskoplarla görülebilen
yıldızlara oranla dünya boşluğa fırlatılmış bir parmak ucu büyüklüğünde çamur
parçasından farksızdır. Arş ve Kürsî denilen ve ilâhî saltanatın görkemliğini
yansıtan varlıkların cidden büyüklüğünü anlamak çok zordur. Dünyadan milyar
defa büyüklükte yıldızlar mevcuttur. Bu rakamın çok üstünde büyüklükte olan
yıldızlar da vardır. İlim bize bu konuda çok az bilgi sunabilmiştir.
Son yıllarda Wilson
Rasathanesinde çekilen bir fotoğraf bize binlerce ışık yılı uzaklığındaki
yıldız grubunu göstermektedir.
Fezanın ve kâinatın
gerçek büyüklüğünü bilmek çok zordur. Bu konuda belli olmayan bir fikir ne
kadar doyurucudur? Astronomi bilginleri iki bin seneden beri uğraşıp
didinmişler, ama kesin rakama dayalı bir sonuç elde edememişlerdir. Bunun
nedeni, göğe çıplak gözle bakıldığı zaman yıldızların, ay'ın ve güneşin bize
olan uzaklığını tahmini bir şekilde olsa bile anlamanın imkânsız oluşudur.
Kâinatın büyüklüğünü anlamak için yıldızlar arası uzaklığı hesaplamak gerektir.
Işığın hızını
düşünürsek dört saatte vardığı uzaklığın ne kadar uzun olduğu hemen anlaşılır.
Hakikaten de öyledir: Plüton bize beş milyar kilometreden daha uzaktır. Peki
Plüton'dan sonra ne vardır? Hiçbir şey yoktur. Yüzlerce, binlerce, milyarlarca
kilometre boyunca hiçbir şey mevcut değildir. Ancak ondan sonra bize hemen
hemen dört ışık yılı uzaklıkta olup, bir bakıma bize en yakın iki yıldız
vardır: Alfa ve Proksi-ma yıldızlan.
Bize 15 ışık yılı
kadar uzakta on kadar güneş vardır. Bütün diğer yıldızlar ondan da uzaktadır.
Bizim içinde bulunduğumuz Samanyolu'nu meydana getiren yıldızlar fırıl fırıl
dönen bir yuvarlak küme oluştururlar. Saniyede 300 bin kilometre hızla gelen
ışık Samanyolu'nu bir başından öbür ucuna ancak 200 bin yılda gidebilir.
Bunları anlatmamızdan
maksat, kâinatın büyüklüğü hakkında az da olsa bir bilgi vermek ve henüz bize
ışığı ulaşamıyan yıldızlardan da ötede bulunan Arş ve Kürsî'nin hem
büyüklüğünü, hem uzaklığını anlatmaktır. Artfk kâinatın büyüklüğünü tahmin
edebilirsiniz.. İşte yukarıdaki rivayetler bu hakikati bize yansıtmakta, ilâhî
hükümranlığın ne kadar muhteşem olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.,
«O'nun Kürsüsü gökleri
ve yeri kuşatıp kaplamıştır.» cümlesi, Kürsî'nin uzaklık ve büyüklüğü hakkında
bir fikir vermekte ve insanoğlunun dikkatini fezaya çekmektedir. Çünkü biz kâinatın
nasıl bir düzen içinde bulunduğunu, ilâhî saltanatın şaşmayan kanunlarla nasıl
bir önlem içinde varlık âlemini ayakta tuttuğunu anladığımız oranda Allah'a
daha çok yaklaşmış, yani O'nu daha iyi anlamış oluruz. [273]
Bundan önceki âyetle
dinin aslı sayılan TEVHÎD AKİDESİ açıklandı; Allah'ın sıfatlarından bir kısmı
getirilerek Tevhîd'in mana ve maksadına dokunuldu. Varlık alemindeki her şeyin
Allah'a ait olduğu ve her varlığı ilmiy!e,kudretiyle kapsayıp kuşattığı
açıklandı. Sonra ilâhî saltanatın gör-kemliği ve genişliği bizim
anlayabileceğimiz, ya da kavrayabileceğimiz kelimelerle anlatıldı. Bu yüce
kudretin karşısında kendi hiçliğimizi anlayabilmemize işaret edildi. Kâinatın
büyüklüğüne dokunularak Kürsî'nin gökleri ve yeri içine alır büyüklükte
bulunduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
sergilenen bunea belge, akla ışık tutan bunca öyet karşısında aklını, zekâsını
kullanabilen kişilerin TEVHÎD DİNİ olan İslâm'ı anlayarak kabul etmeleri
gerektiği; bu nedenle dinde zorlamaya gerek kalmadığı açıklanıyor ve bu
konudaki belgelerin tümü şu cümle ile belirtiliyor: «Doğru yol, her türlü
hayır; eğri yoldan ve her çeşit sapıklıktan kesinlikle ayrılmış ve apaçık meydana çıkmıştır.» [274]
256 Dinde hiçbir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru
eğriden, hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden, imân küfürden (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır. Artık kim
Hakk'a yönelir de ilâhî sınırları aşan sapıklık »ilgisizliği, azgınlık ve
aşırılığı tammıyarak Allah'a inanırsa, gerçekten
o kopmak nedir
bilmeyen en sağlam kulpa tutunup yapışmıştır, Allah her şeyi işitir ve bilir.
Bu âyet daha çok Ansar
hakkında inmiştir. İsiâm'dan önce, çocuğu doğduktan sonra ölünce, kadınlar
şöyle adarlardı: «Bir çocuğumuz olurda yaşarsa, onu Yahudî dinine sokacağız..»
İslâmiyet güneşi Medine'yi aydınlatınca, Müslüman olan Medineiiler daha önce
adamak suretiyle Yahudi dinine soktukları çocuklarını İslâm'a sokmak
istediler; girmek iste-miyenler hakkında zor kullanmayı planladılar. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi. [275]
Selîm oğullarından
Husayn adında Ansar'dan bir zatın iki oğlu, Şam tüccarlarının telkiniyle Hıristiyan
olmuşlardı. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, Medine'ye gelip İslâmiyet yayılınca
Husayn da Müslüman olmuş ve bu iki oğlunu Müslüman olmaya zorlamıştı. Kabul
etmeyince durum Resû-lüllah'a arzedildi. Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [276]
1. Muhammed
b. Kays b. Ubâde diyor ki:
Mescid-i Saadette
bulunuyordum. Yüzünde Allah sevgi ve korkusunun izleri bulunan, bir adam içeri
girdi. Uzatmaksızın iki rek'at namaz kıldı. Mescid'de bulunan cemaatten bir
kısmı o adamı göstererek: «Bu adam cennet ehlindendir!» dediler. Bunun üzerine
adam dışarı çıkınca kendisini izledim, evine kadar gittim ve dedim ki:
— Efendim, Mescid'e girdiğinizde hakkınızda
şöyle şöyle söylediler, bu hususta ne
dersiniz?
Cevap verdi:
— Subhanellah,
hiç kimseye bilmediği şeyi
söylemek yakışmaz. Ama bunun
nedenini sana anlatayım: Resûiüllah (A.S.) Efendimiz zamanında şöyle bir rü'ya
görmüştüm; sanki oldukça güzel, yeşilliği
bol genişçe bir bahçedeyim. Ortasında demirden bir sütun var, tabanı
yerin altında, üst noktası göklere kadar yükselmişti. Bana, «Bu sütuna çık!» denildi.
Ben de, «Buna çıkmaya güç getiremem» dedim. Bunun üzerine biri gelip arkamdan
elbisemi topladı ve «çık!» dedi. Ben de çıktım, üstündeki kulpa yapıştım,
«iyice tutun» denildi ve bu sırada uyandım. Bu rü'yamı Resûlüllah (A.S.)
Efendimize anlattığımda buyurdu ki : «Gördüğün bahçe İslâm Dinidir. Çıkıp
yükseldiğin sütun bu dinin yüc 'iğini remz eder. Tutunduğun kulp en sağlam
kulptur. Ölünceye kadar islâmiyet üzere bulunacaksın.» [277]
2. Zeyd bin
Eşlem (R.A.) anlatıyor:
İkinci Halîfe Ömer
(R.A.) bir gün yaşlı bir Hıristiyan kadınla karşılaştı ve ona şöyle seslendi :
«Ey kadın! Müslüman ol.» Bunun üzerine kadın ona şu cevabı verdi :«Ben çok
yaşlı bir kadınım, ölüm bana iyice yaklaşmış durumda. (Beni kendi halime
bıraksan ya!)» Kadın bu sözleriyle İslâmiyete girmek istemediğini anlatmış
ofdu. Hazreti Ömer (R.A.) : «Al-lahım! Sen şâhid ol,» dedi ve : «Dinde zorlama
yoktur» mealindeki âyeti okudu. [278]
Konumuzla ilgili
âyetin sadece Kitap ehliyle bağlantılı bulunduğunu, diğer müşrikler hakkında
İslâm'a girmeleri için zor kullanılacağını söyleyenler olmuşsa da Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ile dört halîfe devrindeki tatbikat (uygulama) bu görüşü
reddetmektedir. Nitekim Medineli Ansar'ın daha önce Yahudileştirilen çocukları
hakkındaki düşünceleri ve Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu düşünceye karşı
çıkması ve verdiği cevap; Hazreti Ömer'in (R.A.) yaşlı Hıristiyan kadın
hakkındaki sözü, âyetin hükmünün kaldırılmadığını ve bunun Kitap ehline de has
olmadığını açıkça göstermektedir. Hem burada itibar lâfzın genel anlamınadır,
sebebin özelliğine değildir. Tarihî uygulamalar da bu doğrultuda sürüp
gelmiştir. İslâm devletlerinin de tutumu hep bu anlam ve ölçüde cereyan etmiş;
fethedilen ülkelerin halkının, İslâm'a girmesi için hiçbir zaman zorlama yoluna
başvurularak ele alınmamış, herkes bu konuda serbest bırakılmış, isteyen
Müslüman olmuş, isteyen gayr-i müsfim vatandaş olarak güven içinde kalmıştır.
Ne Emevîler ve Abbasîler devrinde, ne Büyük Selçukîler ve Osmanlılar devrinde
zorlama olmamıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde putperestlerle c-lan
mücadele ve meydana gelen savaşlar her haliy->e ayrı bir özellik
taşımaktadır. Nitekim Kelbî'nin yaptığı
tesbite göre de Arap müşrikleri hakkında «Fitne kalmayıncaya ve din yalnız
Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.» [279]
mealindeki âyet inmiştir. Burada bir zorlamadan ziyade fitnenin kaldırılması,
tuğyanın durdurulması ve son dinin rayına oturtulup dinin yalnız Allah'a ait
olması hikmeti yer almaktadır. Arap Yarımadası Müslüman olduktan ve İslâm Dini
arzulanan biçimde kök saldıktan sonra dinde zorlama yoktur, hükmü
indirilmiştir,
O halde «Dinde hiçbir
zorlama yoktur» âyeti, fitne kalmayıncaya kadar, anlamındaki âyetten sonra
İnmiş ve genel anlam ve ahkâmı ü^ere kalmıştır. [280]
«Dinde hiçbir zorlama yoktur.»
İslâm, ilme kapısını
açık tutan, insan aklına yer veren, beşer ruhuna gereksinme duyduğu gıdayı
sunan dindir. Fert, aile ve toplumun günlük hayatıyla en ölçülü ve anlamlı
biçimde ilgilenir ve bu konuda yeterince malzeme verir. İnsan haklarını bütün
hakların üstünde tutar; ruhla beden, dünya ile âhiret, ibâdet ile günlük iş
arasında denge sağlar. Ölçülerini, kural ve yöntemlerini Allah ve Resulünden
alır; hayat yolunu ilâhî Sünnete göre aydınlatır. Ferdin vicdanını âhiretteki
hesap verme duygusu ile sorumluluk düzeyine getirir; kalbini de ilâhî rahmet ve
adaletin solmayan rengiyle boyar. Aile yuvasına, kan-koca haklarına, imânla
uyum halinde olan akıl ve mantık doğrultusunda seslenir. Öyle ki, bu iki cinsin
her davranışıyla içiçedir ve aydınlatıcıdır.
Toplum yapısını gerçek
kardeşliğin serinletici havasında tutmaya çalışır; bunun için cemaatin rahmet,
ayrılığın, bölünüp dağılmanın azap olduğunu hatırlatır. Bu konuda çok geniş
fakat duyarlı bir sorumluluk ölçüsü getirir: «Sizden biriniz kendisi için arzu
ettiği şeyi din kardeşi için de arzu etmedikçe hakiki mü'min olamaz,» hadîsini
her gün okunup hatırda tutulacak bir öğüt biçiminde sergiler. [281]
Bütün bu ve benzeri
özelliklerinden dolayı İslâm, «Dinde hiçbir zorlama yoktur» derken bunu şu
açık delil ile belgeler: «Şüphesiz doğru eğriden, hak bâtıldan, hidâyet
dalâletten, hayır serden, imân küfürden (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır.» Bu
durumda artık güneşin varlığına delil günesin kendisidir. Sağduyu, kâmil akıl
bunu anlayacak ve birbirinden ayırt edecek güçtedir.
İşte İslâm güneşi
insanlık ufkundan yükselip kalbleri, dimağları ve vicdanları aydınlatırken, bu
güneşi göremiyecek kadar gözlerini kaybetmiş, sıcaklığını duyamıyacak kadar
hissizleşmiş olanları zorlamaya gerek var mıdır? İslâm bunların sadece dumura
uğrayan duygularını, akıl ve vicdanlarını harekete geçirmeğe çalışır. Çünkü din
bir kalb ve vicdan işidir; yani önce bu açıdan insanın içini doldurur.
Sevmiyene zorla sevdirmeye, inanmıyanı zorla inandırmaya kalkışmak abes ile
iştigal olur. Evet imân bir anlayış, bir kavrayış ve bir gönül yatışkanlığı
işidir. Kur'ân-ı Kerîmin ayrı bir bölümünde
Peygambere şöyle seslenilir:
«(Ey Muhammedi) Rabbin
dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de imân ederdi. Hal böyle iken mü'min
olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?!» [282]
Müfessir İbn Kesîr
bu konuda özetle diyor ki:
«Hiçbir kimseyi
İslâm'a girmesi hususunda zorlamayın. Çünkü İslâm çok açık, çok berraktır;
delilleri çok belirgindir, o kadar ki bir kimsenin zorlanarak ona
girdirilmesine ihtiyaç duyulmaz. Allah kimi İslâm'ın doğru yoluna eriştirir,
kalbini açar, gönül gözünü aydınlatırsa, o açık belge ve deliller karşısında
kendiliğinden gelip bu dine girer. Allah kimin de kalbini köreltmiş, kulağını
tıkamış, gözlerini kapamışsa, artık öylesinin zorlanarak dine sokulmasında bir
yarar yoktur.»
Mekke Devri bunun açık
örnekleriyle doludur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz önce İslâm'ın yüceliğini,
gönül alıcı renk ve anlamını, vicdanlara serinlik veren lâhutî havasını
getirip kalblere işledi. Yaratılan ile Yaratan arasındaki engelleri kaldırdı;
Allah sevgisini, din aşkını en köklü ve duyarlı şekilde ruhlara işledi. Sonra
yavaş yavaş ahkâmla ilgili âyetler inmeye başladı. Kişinin aklına göre
kendisine seslenildi, kavrayabileceği biçimde sözler söylendi. Böylece İslâm'a
girdikten sonra hemen hemen ayrılan olmadı. Çünkü din, sevgi ve aşk yoluyla
kalbleri fethetmiş bulunuyordu. [283]
Yukarıdaki âyetle,
İslâm dininin insanlıktan yana taşıdığı hakikatlerle. Yaratan ile yaratılan
arasındaki engelleri kaldırmakla güneş kadar açıklık arzettiği belirtilerek
dinde zorlamaya gerek olmadığı anlatıldı ve bunca açık belgeler karşısında
insan aklına, onun anlayış ve kavrayışına seslenilerek yetinilmesi önerildi. Çünkü güneşin varlığına delil yine
güneşin kendisidir.
Aşağıdaki âyetle
insanın karşıt kuvvetler arasında ciddi bir mücadele verdiğine işaret
ediliyor. Karanlığa sürüklemek isteyen güçlerin çok yaygın ve çeşitli bulunduğu
anlatılıyor; Allah'a imânın mutlak aydınlığa götüreceği; başkasına kul olup
Allah'ı inkâr etmenin sonu gelmiyen karanlıklara sürükiiyeceği hatırlatılıyor. [284]
257— Allah,
imân edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
İnkâr edenlerin dost ve yardımcıları sapık azgınlardır, bâtılı temsil
edenlerdir. Onları aydınlık (hak dinin nûrun)dan karanlıklara çıkarırlar. İşte
onlar Cehennem yaranlarıdır ve onlar orada ebedî kalıcılardır.
Tabiînin ileri gelen
ilim adamlarından Mücâhid'e göre, en son peygamber gelmeden önce, Yahudî ilim
adamları ve bir de İsâ Peygambere inanan bir nice topluluklar, gelecek olan
peygamberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Cenâb-ı Hak, Kureyş Kabilesinin Hâşim
oğullarından Hz. Mu-hammed (A.S.) Efendimizi peygamber olarak gönderince, kendi
soylarından olmadığı için hem Yahudiler, hem de sözü edilen Hıristiyanlar Ona
inanmadılar. Böylece inkârın boğucu ve saptırıcı havası içinde azgın nefislerine,
şeytan ve putlarına yuları tamamen kaptırdılar da bunları onları aydınlıktan
karanlıklara çıkardılar. Yukarıdaki âyet onların bu vadide akıl almaz bir inat
ve inkâr içinde sonu karanlık olan bir yola girdiklerini açıklar ve bâtıldan
yana olanların hayatiarinın her bölümünün ayrı bir karanlık içinde yok yere
eriyip gittiğine işaret eder. [285]
«Allah, imân edenlerin dost ve
yardımcısıdır.»Mü'minin gerçek anlamda dost ve yardımcısı ancak Allah, O'nun peygamberi
ve inanmış din kardeşleridir. İnîân aşkıyla tutuşan, Allah sevgisinin derin
zevki içinde ruhunu her an cilâlıyan mü'minin gönül tahtı üzerinde Allah'tan
başkasının ne bir hükümranlığı, ne de sıcak dostluğu vardır. Mü'min bu durumda
ancak Allah'ın dostluğunu korumaya çalışır, Allah'a dost olanları dost ve
kardeş edinerek cemaatleşme bilinciyle hayatını düzene sokar. Ne var ki bu
vadide yolu tehlikelerden arınmış değildir: Hakk'ın karşısında bâtıl, doğrunun
yanında eğri, aydınlık ile ka-raniık, imân ile küfür, bu vadinin yol
kavşaklarında çoğu kez beraber bulunurlar. Gönülde taht kuran imân saltanatı
bunları ayırt edecek güçtedir. Kendini bâtılın cazibesine kaptırmadan Allah'a
dost olmanın şuuru içinde saadet burcuna doğru emin adımlarla yürürse, Allah'ın
yardımına fazlasıyla lâyık görülür.
İnsanda içgüdünün
fazla rolü olmadığı için akıl yol gösterici ve saadete uzanan yolu
belirleyicidir. Ne var ki yalnız akıl kâfi değildir. Onu imân ve irfanın emrine
verdiğimiz gün, engelleri aşar ve Allah'a uzanan yolu aydınlatmış oluruz. İşte
Kur'ân bu hususa parmak basarak: «Allah, imân edenlerin dost ve yardımcısıdır;
onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır», âyetiyle Hakk'ın gönüllere şifa
veren sesini yansıtmaktadır. Bu ses önce mü'minin içini bir defa daha
aydınlatırken, sonra onun dış âlemini aydınlatır. Akla yol gösteren bu beyânın
nasıl yol gösterici bir kanun, bir metot olduğuna başka bir âyetle şöyle
dokunulur: «Doğrusu (Allah'tan korkup fenalıklardan) sakınanlara şeytandan
vesvese (azıcık bir hayâl sinyali) dokunduğunda Allah'ı anarlar ve hemen
(doğruyu ve gerçeği) görürler.» [286]
işte Allah'ın
karanlıklardan aydınlığa çıkardığı
kulları bunlardır. [287]
Bu mücadelenin ilki
Âdem (A.S.) ile İblis ve imân ile nefs arasında vuku bulmuş ve bir zikzak
çizerek günümüze kadar süregelmiştir. Böylece insanların her devirde : Hakk'a
inanan ve Hakk'ı inkâr eden olmak üzere ikiye ayrıldığını görüyoruz. Karşıt
görüşte olan bu iki grubun uyum halinde bir arada yaşaması ve huzur sağlayıp
bütünleşmesi pek mümkün olmamıştır, Mevlânâ'nın dediği gibi, leyleklerle
kargaların uyum sağlayıp arkadaşlık ve dostluk kurdukları pek görülmemiştir.
Az bir süre bir arada bulunsalar bile sonu kavga ve ayrılmadır. O halde Hakk'a
inanıp gönlünü O'na verenlerin inanmıyanlardan dostluk ve yardım beklemesi
sadece saflık olur. Bir asırdan fazla bir zamandır ki İslâm ülkelerinden bazısı
Avrupa milletleriyle dostluk kurmaya, bazısı Amerika ile yakınlık içinde bulunmaya,
bazısı da materyalizmi esas kabul edip dinsizliği temsil eden komünist
ülkelerle diyalog kurmaya çalışmıştır. Ama sonucuna bakacak olursak bu
dostlardan (!) hiç biri vefa yüzü göstermemiş, kendi çıkarı söz konusu olduğu
sürece yaklaşmış, madalyonun ters yüzünü göstererek sömürmeye çalışmıştır.
Menfaat bağları kesilip, meydana getirdikleri kanal kuruyunca renklerini belli
etmişlerdir. Bunun için Kur'ân'da inanmıyan bir milletin mü'minlere dost
olamıyacağına en az otuz yerde dokunulmakta ve ayrı ayrı anlatım biçiminde
gereken uyanlar yapılmaktadır. Günümüzde İslâm ülkelerinden bir çoğunun içine
düştüğü bataklığın tek nedeni budur, Hakk'a inanmışlar Allah dostluğunun
gölgesi altında kendi aralarında dostluk ve yardımlaşmanın gerçek ölçüsünü sağlayarak
bir bütün oldukları gün, ıstırapları sona erecek, sıkıntıları kalkacak,
düşmanlarının beli kırılacak, Allah'ın sonsuz merhamet ve inayetinden
aralıksız yardım ve rahmet onlara inecektir.
«Sizin dostlarınız
ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve namazı dosdoğru kılıp rükû'u yerine
getirerek zekât veren mü'minlerdir.» [288] mealindeki
âyet-i Kerime, yakalandığımız hastalığın reçetesini sunmaktadır. [289]
Yukarıdaki âyetle imân
ehlinin Allah ile olan bağlantısına dokunuldu, Hakk'ı inkâr edip
yalanlıyanların hiçbir zaman mü'minlerin dost ve yardimcısı olmadığı, onların
gerçek yardımcısının Allah ve dolayısıyla Peygamber ve inanmışlar olduğu
açıklandı. İnkarcıların ise dost ve yardımcısının saadet va'deden caddeden
sapan azgınlar, hakikate karşı gelip tuğyan edenler ve hiçbir sınır
tanımıyanlar olduğu belirtildi. Birincilerin böylece nice karanlıklardan
kurtulup aydınlığa kavuştukları, ikincilerin ise bunun aksine aydınlıktan
karanlıklara çıktıkları özellikle anlatıldı.
Aşağıdaki âyetle
Hak'tan yana olanların er-geç başarıya erişeceğine, yollarının saadete
uzandığına ve hakkı savunmada her zaman üstünlük sağlıyacaklarına temas
ediliyor; bu arada inkarcıların nasıi başarısız ve şaşkınlık içinde kalıp
mefluç bir duruma düşeceklerine dikkatler çekiliyor ve tarihten ibret dolu bir
tablo sergileniyor. [290]
258—
Kendisine Allah (kendi hikmet ve sünneti gereği) mülk verdi diye (ölçüsüzlük ve
aşırılık göstererek) İbrahim ile Rabbi hakkında hüccet getirme yarışına
kalkışıp tartışanı görmedin mi? İbrahim ona: «Benim Rabbim hem diriltir, hem
öldürür» deyince, o : «Ben de diriltir ve öldürürüm» demişti. İbrahim bu defa
: «Allah şüphesiz ki güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir»
deyince, o küfreden sapık şaşırıp kalmış (cevap veremez olmuştu). Öyle ya,
Allah haksızlık eden milleti, doğru yoiu bulmada başarılı kılmaz.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize soruldu :
— Ya Resûlellah! hangi kutsal savaş daha üstün
ve faziletlidir? Cevap verdi:
— Zâlim bir hükümdarın yanında hak olan sözü
söylemektir. [291] «Şehitlerin efendisi ve
büyüğü Abdulmuttalip oğlu Hamza'dır ve
bir
de zalim bir emîrin
karşısına dikilip ona doğru yolu
göstererek iyilikle emreden, kötülükten onu men'eden ve bu yüzden öldürülen
kimsedir.» [292]
«Benden önce Allah'ın
gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, onun ümmetinden (samimi) yardımcıları
bulunmasın ve onun sünnetine tutunup emrine uyanlar olmasın, O yardımcılardan
sonra yerlerini öyle kimseler alır ki, yapmadıklarını söyler, emredilmediklerini
işlerler. İşte kim onlarla eliyle savaşırsa, o mü'mindir; kim diliyle savaşırsa
o da mü'min-dir; kim de kalbiyle savaşırsa o da mü'mindir. Bunun ötesinde bir
hardal tanesi kadar imân yoktur.» [293]
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyilikle emreder, kötülükten men'edersiniz,
ya da çok sürmez Allah kendi tarafından üzerinize bir azâb gönderir de artık
duâ edersinlz,Allah duanızı kabul buyurmaz.» [294]
«Hiçbiriniz kendini
küçümsemesin!»
Bunun üzerine Ashab-ı
kiram dedi ki:
— Ya Resûlellah! bizden biri nasıl kendini
küçümser? Buyurdu ki:
— «Kendisine söz söylemek düştüğünü görür
de o konuda konuşmaz, Cenâb-ı Hak
kıyamet günü ona sorar: Şu ve şu konularda konuşmaktan seni engelliyen neydi?
O da : İnsanlardan korktum, der. Bunun
üzerine Allah ona : Korkulmaya ben daha haklı ve lâyık değilmiydim? diyerek
(hatasını hatırlatır).» [295]
«Din nasihattir, din
nasihattir, din nasihattir (dinin ayakta durması Allah için, Resûlüllah için ve bütün mü'minler için
nasihatçı olmaktır).»
Bunun üzerine Ashab
sordu :
— Kime nasihatçı olmaktır? Cevap verdi:
— Allah'a, Resulüne ve İslâm liderleriyle bütün
mü'minlere. [296]
(Hak ile bâtılın tartışması)
M.Ö. 2000 yıllarında
yaşadığı kabul edilen ve Tevrat'ta, soyu Nuh Peygambere kadar uzanan İbrahim
Peygamberin, ünlü Babil Kralı Nem-rud ile tartışması söz konusu ediliyor.
Nemrud'un güneşe taptığı sanılmaktadır. Dicle'nin sol kıyısında Musul Kentinin
30 km, güneyinde 1845 ve 1949 yıllarında yapılan kazılarda NEMRUD kenti meydana
çıkarılmıştır. Kuvvetli bir ihtimalle bu kent kral Nemrud'un ismini almıştır.
Nîmeti kötüye
kullanmak :
Kur'ân'da bu âyetle
çok önemli bir olaya dikkatler çekiliyor; insanların inançlarının ve iç
yapılarındaki renklerinin daha çok önemli makamlara geçtikleri vakit bütün
açıklığıyla ortaya çıkacağına işaret ediliyor ve bu hususta daha çok insanın
psikolojik yapısı hakkında bilgi verilmek isteniliyor ve İbrahim Peygamberle
tartışan, koyu bir inat ve inkâr karanlığı içinde bulunan Babil kralı örnek
olarak gösteriliyor.
Kendini, varlık
âleminin bir parçası sayıp, hakkında câri olan ve şaşmadan hedef ve maksadına
yönelen ilâhî kanunun gereğine uyduran ve bu yolda ruhunu geldiği gibi tertemiz
koruyan asil insanlar, ne kddar servete ve yüksek makamlara erişirlerse
erişsinler sadece Allah'a olan imânları artar, gönül yatışkanlığı içinde
tevazu ve ağırbaşlılığın, adalet ve doğruluğun en güzel örneklerini vermeye
çalışırlar. Bir Ebûbekir.Sıddîk, bir Ömer Faruk ve bir Ebû Ubeyde bin Cerrah
(Allah hepsinden razı olsun) bu vadide belirtilen ölçüleri muhafaza ederek
yürüyen bahtiyarların ba-Şinda gelir.
Bu bakımdan insanı
insanlık şeref düzeyinde tutan veya insanı olgunluğun doruğuna yükselten,
erdemli bir kişi yapan ne servet, ne de krallıktır. Bütün kuvvet ve kudretin
Allah'a ait olduğunu ve kendisinin bu mülk üzerinde eğreti bulunduğunu anlayıp
düşünebilen bir insan hem kendisiyle Allah arasındaki yolu açmış, hem de
kendisiyle bağlı bulunduğu toplum ya da millet arasındaki engelleri
kaldırmıştır. Böylesi insanlık için bir rahmet ve lûtuftur.
Bu anlayış, inanç ve
ölçülerin dışında kalıp servetin ve makamın verdiği sarhoşluk içinde sınırını
aşan, Allah'a ve hakka başkaldıran, kendini Hakk'ın emrine değil, en büyük
düşmanı sayılan nefsin ve şeytanın emrine veren kimse karekter bozukluğunun
bütün belirtilerini ortaya- koymuştur, Böyiesi için hem dünyada, hem âhirette
perişanlık ve rüsvayhk vardır. İşte âyet bunu belgeliyor ve Allah'a kul
olanlara en sağlam öiçü-yü sunuyor. [297]
«Kendisine Allah mülk verdi diye İbrahim ile
Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi?»
İlâhî inayet ve lütuf
potasında şekillenen İbrahim Peygamberin şüphesiz ki, birtakım özellikleri
vardır. Konumuzu oluşturan âyette onun, her inanmış kimsenin örnek alacağı ölçü
ve anlamda önemli vasıflan belirtiliyor :
a) Hakkı savunurken üstün bir eesaret örneği
ortaya koymuş ve bu rahatlık içinde konuşmuştur.
b) Bu
cesareti kaba kuvvetine güvenerek değil, Allah'a olan imân ve
yakınlığına, Allah'ın kendisine vermiş olduğu
üstün akıl ve zekâsına güvenip dayanarak göstermiştir.
c) Babil kiralının makamını veya güoünü düşünerek değil, Allah'ın sonsuz kuvvet ve kudretini
dikkate alarak delil getirmiş, karşıt görüşte olan inkarcının iddialarını
çürütmüştür.
d) Her akil sahibinin anlayıp kavrayabileceği
kısa fakat çok anlamlı sözlerle hakikati
uzatmadan ortaya koymuş, susturucu
kanıt getirerek karşısındakini şaşkınlık içinde bırakmıştır.
İbrahim Peygamberin
ilk kanıtı hem yeterli, hem de susturucu özellikte bulunuyor. Ne var ki karşıt
görüşte olan kral meseleyi ve İlgili delilini asıl doğrultusundan saptırıp
bunu basit ve âdi yönüyle ele alıyor, kendisinin de öldürme ve diriltme
kudretine sahip bulunduğunu söylüyor.
Bu bir bakıma minderden kaçmanın, acze düşmenin belirtisidir, Hikmetle konuşan
ve karşısındaki inkarcının derin bir çıkmazda bulunduğunu bilen Peygamber, bu
kez ona bütün kaçamak yollarını kapatıp hazır olanlardan herkesin anlayıp
kavrayabileceği ölçüde soru şeklinde bir delil getiriyor. İnkarcı şaşırıp
kalıyor, ben de batıdan getirebilirim, diyemiyor. Çünkü bâtılı savunmanın sonu
hep şaşkınlıktır, mat olmaktır ve perişanlığa
düşmektir. [298]
«Allah haksızlık eden
milleti, doğru yolu bul-mada başarılı kılmaz.»
İslâm'ın fazîlet
tezgâhında şekillenen toplum ve milletlere yaşadıktan çağın özelliklerine göre
malzeme veren bu âyet bize şu hakikatleri sergiliyor:
1. Hakkt savunmak ne pahasına olursa olsun, her
mü'mine vâcibdir. Bu vecibeyi yerine getirmiyenler ağır bir vebal altına
girmişlerdir.
2. İslâm'ın yayılmasını, İslâm
ahlâk ve kültürünün kaiblere ve
dimağlara işlenmesini bilgisiz ve
ilgisiz ellere terketmenin Müslümanları
hiçbir zaman başarıya götüremiyeceğini
bilmek gerektir.
3. Çünkü ilim, İslâm'ın hayatıdır. Onsuz yola çıkmanın doğru olmayacağını
unutmamalıyız. Müslüman milletler bugüne kadar ne çekmişler-se cehaletten tve
ilgisizlikten çekmişlerdir. Hem güçlü
din âlimi yetiştirmek, hem de aydın-kültürlü bir kadro oluşturmak en sağlam ve
kestirme yoldur.
4. Dinin ve dindarlığın feyiz ve kudretini,
Allah yolunda insanlığın mutluluğundan yana olan âlimlerin etrafında toplanıp birleşerek
ortaya koymak şarttır. Bunun için çok sistemli ve. bilinçli hareket etmek
gerekir.
5. Kemmiystten çok keyfiyete, şekilden çok
manaya önem vermek de-ğişmiyen ölçü
olmalıdır. Şekil kurtarıcı ve
mutluluk va'dedici değildir. Hazreti Peygamber (A.S.)
Efendimiz kerpiçten yapılmış tavanı basık binalar içinde dünyanın
en büyük kahramanlarını, devlet adamlarını, ilim ve
irfanla donatılmış kişilerini yetiştirdi.
Orada şekil .yok, mâna ve. ruh hâkimdi, kemmiyyet yok, keyfiyet
mevcuttu.
Bunun gibi keyfiyeti
yüksek anlam taşıyan bir kişi (örneğin İbrahim
Peygamber) binlerce
kişinin yapamadığı önemli bir hizmeti en anlamlı ve yararlı biçimde yerine
getirmiştir.
6. Hak her zaman üstündür; incelebilir fakat
kopmaz. İlk bakışta acı olabilir, ama sonucu tatlıdır ve huzur vericidir. Yeter
ki onun bu kudret ve özelliğini anlayıp savunan bahtiyarlar ilimle imânı,
akılla vicdanı, maddeyle mânayı, dünya ile âhireti paralel yürütmesini bilsinler.
7. Maddecileri te'sirsiz hale getirmenin en uygun yol ve
metodunu İslâm getirmiştir. O
zehiri etkisiz kılan panzehir, İslâmdadır.
Kur'ân 258. âyetle bizi bu konuda yeterince uyarmaktadır. [299]
Geçen âyetle, belli
kanunlarla canlıları diriltmeye ve öldürmeye Allah'ın kadir olduğu, bütün
tasarrufun O'nun kudret elinde bulunduğu belirtildi. Hakk'a karşı gelen
inkarcının bu konuda nasıl yanlış bir yol tuttuğu ve sonunda şaşkınlık içinde
kalıp cevap veremez hale gelip susmak zorunda kaldığı örnek verildi.
Aşağıdaki âyetle
Allah'ın bu kudretine canlı misaller getiriliyor ve böylece imânı zayıf
olanların nasıl bir tavır takınacaklarına, itâhî mu'cize karşısında teslimiyet
gösterip göstermiyeceklerine işaret ediliyor. [300]
259— Veya
çatıları çöküp alti-üstüne gelmiş bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi?
«Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?» demişti. Bunun üzerine Allah
o kimseyi yüz yıl ölü bıraktıktan sonra dirilt-misti ve : «Ne kadar (ölü
vaziyette) kaldın?» diye sormuştu. O da : «Ya bir gün, ya da bir günden az bir
zaman kaldım» diye cevap vermişti. Allah ona: «Hayır, yüz yıl kaldın; öyle
iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır; bir de merkebine dikkat
et! Ve hem bunlar seni insanlara (canlı bir) ibret ve öğüt belgesi kılmamız
içindir. Bir de o kemiklere bak, nasıl biraraya getirip yerli yerince düzene
koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz. Ne vakit ki (Hakk) ona (bu suretle)
apaçık (bir defa daha) belli oldu, dedi ki: «Artık biliyorum ki, Allah'ın
gerçekten gücü her şeye yeter (kalbim iyice buna inanıp yatıştı).»
«Sizden kim bir
kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle
değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin ki bu, imânın en
zayıfıdır.» [301]
Âişe (R.A.) Validemiz
diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum: Ya Resûlellah! dedim. Şüphesiz
ki Allah şiddet ve kahrını yeryüzüne indirmiştir; aralarında salih kişiler de
var, (azgınların ve tuğyan edip hakkı inkâr edenlerin) helâkları sebebiyle
onlar da helak olup gidiyorlar?! Resû-îüllah (A.S.) bana şöyle cevap verdi:
— «Ya Âişe! muhakkak
ki Aziz ve Celil olan Allah şiddet ve kahrını, cezasına hak kazanmışlara
indirdiğinde aralarında salih kişiler varsa, onlar da o kötülerle beraber
helak olurlar, sonra herkes niyetine göre kabrinden kaldırılıp (haşrolur,
hesaba tabi tutulur).» [302]
«İsrailoğulları
günahlara dalınca, âlimleri onları günah ve kötülüklerden men'etmeye
çalıştılarsa da onlar vazgeçmediler. (Sonunda) o âlimler de onlarla beraber
oturdular, yediler ve içtiler, derken Allah onların bir kısmının kalbini bir
kısmına vurdu, (kötülük ve günahlarda birleşip aynı seviyeye geldiler), bu
sebeple Allah onları Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetledi,
isyanlarına karşılık onlara lanet indirdi, çünkü onlar haddi aşıp haksızlıkta bulunan kimseler idi.»
Âişe Validemiz (R.A.)
bu hadîsi naklettikten sonra devamla şunu anlattı: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
sözü buraya getirdikten sonra oturduğu yere dayalı olarak şunu söyledi:
«Hayn-, canımı kudret elinde tutan Allah'a andolsun ki, siz (inkâr, günah ve
kötülüklere) dalanları kahretmediğiniz, Hakka uyma konusunda onları susturup
cevap veremez hale sokmadığınız takdirde (onlarla birlikte helak olmaktan kurtulamazsınız).» [303]
«Veya çatıları çöküp altt-üs-tüne gelmiş bir şehre uğrayan
kimseyi görmedin mi?»
Yüce Yaradan tarihî
bir olayın ibret alınacak bölümünü kudret fırçasıyla tasvir ederek
gözlerimizin önüne sermekte, Hak'tan yüzçeviren bir milletin doğruyu bulmakta
başarılı olması şöyle dursun, büyük felâketlerin onları beklediğini hatırlatmaktadır.
İsrâiloğullarına
Kur'ân'da sık sık temas edilmesi ve geçirdikleri uzun bir tarihin zikzaklı
devrelerinin bazı bölümleri sözkonusu edilerek sunulması, Allah'a inandıktan
sonra madde çukuruna düşüp yolunu kaybeden milletleri uyarmak içindir.
Mısır'dan Filistin'e gelip yerleşen, bu arada verdiği sözü tutmayan, Cenâb-ı
Hakk'a karşı kulluk görevini yerine getirmekte büyük kusur işleyen ve bu
yüzden uzun yıllar vatansız bir halde perişan dolaşan İsrailoğulları, Musa
Peygamberin vefatından sonra yine eski anlayış ve yaşayış vadisine döndüler,
dünya saltanatından başka bir şey düşünemez duruma geldiler. İlâhî kanun üçüncü
kez onlara ağır bir şamar indirdi. Babil Hükümdarı Nabukodonosor (M.Ö. 587)
Filistin üzerine yürüdü. Kudüs'ün altını üstüne getirdi. Halkın bir kısmını
kılıçtan geçirirken, bir kısmını da esir etti. Kaçıp kurtulabilen az
sayıdakiler ise Şam dolaylarına yerleşmek için sığınakaradılar. Böylece
Tevrat'ın tabiriyle kutsal şehir İliya, Urişalim, görenleri ağlatacak bir
felâkete uğradı. Yahudi kralı Hezekiel'in yaptırmış olduğu kanallar ve önemli
eserler yerlebir edilmişti.
İşte yukarıdaki âyetle
özellikle bu olayın nedenleri özetleniyor ve asıl ibret alınacak can noktası
tasvir edilerek tuğyan eden bir milletin kendi kendini nasıl bir bataklığa
sürükleyip soktuğu gözler önüne seriliyor. Bu arada bir yolunu bulup esaret
kaydından kendini kurtarıp Kudüs'e dönen bir zattan söz ediliyor. Kur'ân bu
zatın ismini anmıyor. Çünkü önemli olan o değil, Allah'ın ona gösterdiği ve
bize açıkladığı mu'cize ve eşsiz kudretinin tezahürüdür. Ancak müfessirlerimiz
bu zattan bahsederken Üze-yir, Ermiya, Şa'ya, Hizkıyal ya da Hezekiel gibi
isimler üzerinde durmuşlardır. Allah daha iyisini bilir. Tevrat bu zatın
Hezekiel olduğunu kaydeder.
Merkebiyle şehrin
üzücü ve ağlatıcı görünümüne bakınca, çatıların çöktüğünü, binaların enkaz
haline geldiğini göz yaşları içinde seyretti ve: «Allah nerede, nasıi ve ne
zaman bu şehri yeniden diriltecek? Acaba bir daha bu ülke bayındır hale gelir
mi?» diye kendi kendine söylendi. Çünkü ölenler geri gelmiyecek, tarihî mabedler
eski haline dönmiyecekti. Umut ile umutsuzluk birbirini izliyor, âdeta yarış
yapıyorlardı. Tabii buna şâ-hid olan zat, ya bir peygamber, ya da sâlih erdemli
bir kul idi. Herşeye rağmen umudu önde gidiyor, ama bir ilâhî belgeyle gönüi
yatışkanlığına kavuşmak İstiyordu. Derken Allah o zatı yüz yıl ölü bıraktı,
belki de bitkisel bir hayata soktu. Zaten zaman kavramı nisbî ve izafîdir. O
ölü bir vaziyette dursun, beraberinde taşıdığı yiyecek ve içecekler ilâhî
emirle korundu. Merkebinden ise sadece geriye bir yığın kemik kaldı. Kendisine
yeniden hayat verilince, aradan yüzyıl geçtiğinin farkında değildi. Uyuyup
uyanmlş gibi kendini hissediyordu. Nitekim : «Ne kadar (öiü bir vaziyette)
kaldın? sorusuna, «ya bir gün, ya da bir günden az...» diye cevap vermiştir.
Âyette de belirtildiği gibi, bu olay bir ibret belgesi olarak insanların
nazarına sunulmuştur.
Bırak yıkılan bir
ülkeyi yeniden diriltmeyi, ölüp sadece bir yığın halinde kemikleri kalan bir
hayvanı «ol!» emriyle nasii dirilttiğini Allah o zata göstererek, onu gönül
yatışkanlığına kavuşturdu. O da : «Artık bir kez daha biliyorum ki Allah
hakikaten her şeye kadirdir (gücü yeter),» diyerek tekrar umut dolu bir
teslimiyet gösterdi. (1)
Şüphesiz ki, Kur'ân'da
anlatılan bu olay ilâhî mu'cizelerden biridir. İnsan aklının sınırını aşar,
fizik ötesine dayanır, Mu'cize demek, bir şey hakkındaki kanunu ibtal etmek
suretiyle olağanüstü bir durum meydana getirmektir. Bu yetki de ancak Allah'a
aittir.
Âyeti ikinci bir yoruma göre biraz değişik
tercüme ettik. [304]
TEVRAT Hezekiel bölümü
bap 36'da Kudüs'ün tahribe uğramasından sözedilirken deniliyor ki:
«Mademki sizi virane
ettiler ve milletlerin bakiyesine mülk olasınız diye her yandan sizi yuttular
ve dile düştünüz ve kavmin dedikodusu oldunuz, bundan dolayı ey İsrâiloğuHarı,
Rab Yehova'nın sözünü dinleyin....»
«Ve harap oimuş yerler
yapılacak ve üzerinde insanı ve hayvanı çoğaltacağım.»
Hezekiel bölümü bap
37'de ise yığın haline gelen kemiklerden söz-edilerek deniliyor ki:
«Rabbimin eli üzerimde
idi ve Rabbim Ruhunda beni dışarı çıkardı ve beni vadinin ortasına koydu ve
vadi kemiklerle dolu idi. Onların üzerinden her yandan beni geçirdi ve işte
ovanın yüzünde kemikler pek çoktu ve işte çok kurumuşlardı ve bana dedi:
Âdemoğlu,, bu kemikler diri-lebiiir mi? Ben de : «Ya Rab Yehova, sen bilirsin,
dedim. Ve bana dedi: Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de : Kuru
kemikler, Rab-bin sözünü dinleyin, Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor: İşte
sizin içinize soluk koyacağım ve dirileceksiniz ve üzerinizde et bitireceğim
ve sizi deri ile kaplıyacağım ve bileceksiniz ki ben Rabbim.»
Hezekiel devamla aynı
bölümde diyor ki:
«Ve bana emrolunduğu
gibi peygamberlik ettim ve ben peygamberlik ederken bir gürültü oldu ve işte
bir sarsıntı ve kemiği kemiğine olmak üzere kemikler birbirine yaklaştılar ve
işte üzerinde adaleler vardı ve et bitti ve üstten onların üzerine deri
kapladı.»
Bütün bu cümleler
öldürüldükten sonra sadece kuru kemikleri kalan İsrailoğullan'nın yeniden
diriltildiğini anlatmaktadır. Bu her yönüyle ilâhî kanuna ters düşmektedir.
Çünkü ölen veya öldürülen bir millet kıyamete kadar bir daha diriltilip
yeryüzüne getirilmez. Böylesine câri bir Sünne-tullah yoktur.
Kur'ân bu olayın
hakikatini özetliyerek bir peygamberin ilâhî mu'cize sınırları içinde yüz yıl
bitkisel denilecek anlamda bir ölüm devresine sokulduğunu, bu süre içinde
merkebinin ölüp geriye sadece kemiklerinin kaldığını ve fakat yiyecek ve
içeceklerin bozulmadığını haber vermekte ve bununla, yıkılan, mahvolan bir
milletjn Hakk'a dönüş yaptığı takdirde ilâhî inayet ve rahmetle yeniden
yurtlarına dönebileceklerini, esaret ve
aşağılanmaktan kurtulacaklarını "müjdelemektedir. [305]
İbrahim Peygamber,
Hakkı inkâr edip mülk ve saltanatın verdiği gurur ve şımarıklık havası içinde
tuğyan edip kendini ilâh sanacak kodar küstahlaşan Nemrud'u susturup mat
edince, bu kez ilme'l-yakin'den ay-na'1-yakine yükselmek, ilâhî kudret ve
hikmeti gözleriyle görmek istedi. Böylece ilmî yöndeki inanç ve bilgisini,
duygusuyla görme ölçü ve anlamıyla bir araya getirip imân, akıl ve duygusunu
bu konuda birleştirmek suretiyle gönül yatışkanlığına kavuşmayı
arzuladı. [306]
260— Bir
vakit de İbrahim : «Rabbim! ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster?» demişti.
Allah ona : «İnanmadın mı?» buyurmuştu. O da : «Hayır, inandım (ve inanıyorum)
fakat kalbim yatışsın diye (arzuluyorum)» demişti. Allah : (Öyle ise) kuşlardan
dört tane tut da onları kendine alıştırıp çevir ve parçalayıp her parçasını
bir dağın üzerine koy, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki
Allah çok üstündür, çok güçlüdür ve yegâne hikmet sahibidir.» buyurmuştu.
«Biz (gönül
yatışkanlığı vadisinde) şekki (atıp hakikati gözlerimizle görmekte) İbrahim'den
daha haklıyızdır; hani o: Rabbim! ölüleri nasıl diriltirsin bana göster?
demişti. Allah ona: İnanmadın mı? buyurmuştu. O da, hayır inandım ve
inanıyorum, fakat kalbim yatışsın diye arzuluyorum, demişti.» [307].
«Allah ona : İnanmadın
mı? buyurmuştu, o da, hayır inandım ve inanıyorum... demişti.»
Peygamberler ilâhî
hidayet ve inayete herkesten daha çok mazhar-dırlar. Amentu'da özetini bulan
imân esaslarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Allah'ın buyurduğu hiçbir hususta
şüphe ve tereddüde düşmezler. Çünkü imânla inkâr, yakin ile şekk bir gönülde
birleşemez. Kaldı ki peygamberler Allah'ın indirdiği bütün esas ve prensiplere
kayıtsız şartsız bağlıdırlar ve tam bir teslimiyet içindedirler. Gönül
vadilerinde zan ve şüphenin yeri yoktur. İkinci kez yaratmanın birinci
yaratmadan daha zor olmadığını bilirler, Canlılar hiç yokken, model ve
örnekleri mevcut değilken onları sonsuz kudret ve hikmetiyle yokluk
karanlığından variık alanına çıkaran Allah'ın onları öldürdükten sonra âhiret
hayatı şartlarına uygun yeni bir beden kılıfıyla yaratması cok daha kolay değil
midir? Aslında bu gibi deyimler bizim anlayışımıza göredir. Çünkü Allah
hakkında şu kolay, bu zordur, diye düşünülemez. Kudsî hadîslerdeki bu tür
anlatımlar bizim kavramamızı sağlamak içindir.
İbrahim Peygamber,
Nemrut ile yaptığı tartışmada üstün gelmiştir, Çünkü hak her zaman ve her yerde
üstündür. Hakkı inkâr edenlerin bile çoğu kez -bu üstünlüğün burukluğu
vicdanlarında yatar. İbrahim Peygamber böylece azılı bir kâfir olan, aynı zamanda
güneşe tapan Nemrud'u susturup mat ettikten sonra Allah'ın kendisine lütfettiği
bu başarının verdiği derin zevk içinde bir de ölülerin nasıl diriltileceğim
gözleriyle görmek ve bununla tam bir gönül yatışkanlığı içinde Allah'a olan
kulluğunun rengini ve mânasını daha belirgin hale getirmek ve bağlılığını daha
çok artırmak arzusundaydı, Allah'a olan sarsılmaz güveniyle bu isteğini dile
getirdi.
Diyebiliriz ki İbrahim
Peygamber, bedeniyle dünyada, fakat kalbiyle
ruhuyla Cennette bulunuyordu. Kıyamet günü Cennete girenler nasıl Allah'ın
cemalini, Resûlüllah {A.S.) Efendimizin tatlı yüzünü görmek isterlerse ve
bunda bir şüphe ve tereddüdü giderme düşüncesi yoksa, bunun gibi bir
peygamberin olağanüstü bir şeyin meydana gelmesini istemesinde de bir şüphe ve
tereddüdü giderme düşüncesi mevcut değildir. Sadece bunun zevkini almak, kalbi
yatıştırmak, heyecanı teskin etmek ve neticede Allah'a olan bağlılığının daha
çok kuvvetlenmesini sağlamaktır. [308]
Âyette geçen =
FESURHÜNNE - FESIRHÜNNE İLEYKE cümlesi üzerinde ilim adamlarımız ve büyük
tefsircilerimiz durmuş, daha çok gramatik olarak çözümünü yaparak şu mânalara
delâlet ettiğini ortaya koymuşlardır:
1. Sad harfinin esresiyle okunduğunda, «Onları
tutup parçala birbirine karıştır,» mânası anlaşılır.
2. Sad harfinin ötresiyle okunduğunda, «Onları
kendine çevirip alıştır, evcilleştir,» mânası çıkar.
3. Onları toplayıp bir araya getir, birbirine
karıştır. [309]
4. Onları tutup bağla, sonra da boğazla. [310]
5. Onları parçala, Bu mânanın daha çok SÂRE
YESÛRU'dan geldiği anlaşılır. Nitekim ünlü gramerci Ebû Esved ed-Düelî, bu
fiilin Süryanice-den alınma bir kelime olduğunu ve kesip parçalamak anlamına
delâlet ettiğini söylemiştir. «SAVR» kesmek ve parçalamak, demektir. Ayrıca bunun
Nabticede [311] parçalamak mânasına
geldiği İbn Abbas (R.A.)dan rivayet edilmiştir. [312]
6. Onları kendine çevirip alıştır; bir araya
getir. Nitekim boynu bir yana meyleden kimseye ESVER denir.
7. SARRA-
YUSARRİ'den hapsetmek anlamına geldiğini İmam Kur-tubî, İkrime'den rivayet etmiştir.
Âyeti hadîslerle
tefsir ettiğimizde de cümlenin asıl mâna ve hükmü ortaya çıkmaktadır. Daha çok
mevkuf olarak bize kadar gelen rivayetlerle yukarıda belirttiğimiz mânalar
açıkça anlaşılmaktadır. Kur'ön'ın ilk indiği devirdeki Arapçayı çok iyi bilen
büyük müfessirlerimizin hemen hepsi bu mânalar üzerinde durmuş ve İbrahim
vasıtasıyla tecelli eden büyük bir mu'cizeyi başka yoruma ihtiyaç duymadan
nakletmişlerdir. O halde FESURHÜNNE'den sadece «evcilleştir» mânasını çıkarıp
âyetin asıl delâlet ettiği önemli bir mu'cizeye kapıyı kapamak, mu'cize
hakkında şüpheci olmaktan ileri bir
maksad taşımaz.
Öyleyse ayrı türden
dört kuşun bir araya getirilip boğazlanması, sonra parçalanıp birbirine karıştırılması,
sonra da her parçanın bir dağ üzerine konulduktan sonra ilâhî irâdeyle
bunların İbrahim Peygamberin diliyle çağrıldığında dirilip gelmesi,
yaratmadaki kudretin yüceliğini, ölüleri yeniden diriltmekteki kolaylığın esrar
perdesini aralayıp Hakkı yansıtmaktadır. [313]
Olayın tarihî yönüne
ışık tutan ve konuyu biraz daha açıklayan İbn Ebû Hatim, el-Azame'de Ebû
Şeyh'ten, onun da..İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayette deniliyor ki:
«Bir gün İbrahim
Peygamber deniz kenarına uğramıştı, Habeşlİ olduğu sanılan bir adamın ölüsüyle
karşılaştı. Bir yandan deniz, bir yandan kara hayvanları onun etini parçalayıp
yerken kuşlar da boş durmuyordu. Bu olay İbrahim Peygamberi derin bir düşünceye
itti ve : «Ya Rabbî! Bu ölüyü deniz ve kara hayvanları yiyip bitirmek üzere.
Tabii bu hayvanlar da bir gün ölecek. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana bir
göstergen» diyerek niyazda bulunmuştur. Bunun üzerine sözü edilen büyük mu'cize
meydana gelmiştir. [314]
«B'f kî- Allah C°k üstündür ve yegâne hikmet
sahibidir.»
Aslında varlık
âleminde her gün karşılaştığımız sayısız olayların her biri birer mu'cize niteliğindedir:
Karıncaların kollektif çalışmasından tutun da, arıların ölçülü ve disiplinli
bir aile düzeni ve görev bölümü içinde bal depolamasına kadar; çiçekler
arasındaki tozlaşmadan, dışı-erkek çiftleşmesinden ana rahminde oluşan cenine
kadar,.dünyanın şaşmadan hem kendi ekseni etrafında, hemgüneş etrafında
dönmesinden 23 derece meyilli olmasına kadar, atmosfer tabakasının belli
ölçüdeki kalınlığından dünyanın güneşe olan uzaklığına kadar her olay bir
mu'cize değil de nedir? Bunların hepsi de insanı acze düşüren yüce bir
kudretin eşsiz sanatını sergilemiyor mu? Ünlü ihtilâlci Şeyh Bedrettin
Simevenî'ye: «Bize bir keramet gösterseniz ya?» denildiğinde, «Şu kâinat
kerametlerle doludur, hâlâ keramet mi arıyorsunuz!?» diye cevap vermesi çok
anlamlıdır.
Ne var ki saydığımız
bütün bu olaylar belli kanunlara bağlıdır. Ortada bir illiyet (kozalite) [315]
kanunu var. Nedeni bilinen, hangi kanuna göre oluştuğu anlaşılan, ya da hangi
Sünnete göre hareketini devam ettirdiği kesinlik kazanan olayları tabii kabul
ediyoruz. Alışageldiğimiz ve sebebini bildiğimiz olayların ölçü ve anlamının
dışında kalan olağanüstü vakaları çoğu kez gayr-i tabii sayıyoruz. Hakikatte
ise her iki olayı meydana getiren kudret aynıdır; tabir caizse, aynı sanatkârın
elinden çıkmadır. Dünyanın belli kanunlarla hareketini sağlayan kudret
karşısında bir ölünün dirilmesi daha mı zor, ya da imkânsızdır? Dünya batıdan
doğuya hareketini sürdürmektedir. Bunu tabii kabul ediyoruz. Çünkü belli bir
kanuna göredir. Ama doğudan batıya doğru hareketini sağlayacak bir kanun
konulmamıştır. Şayet böyle bir hareket meydana gelecek olursa bunu yadırgar ve
olağanüstü sayarız. Ama aslında bu iki ayrı yöne hareket İlâhî kudrete nisbetle
aynı ölçü ve anlamdadır. İkisi de birer mu'cize niteliğindedir. Fakat biz
birisini tabii bulduğumuz ve nedenselliğini az-çok anladığımız için mu'cize saymıyoruz.
İnsanın belli
kanunlarla doğup büyümesi ve sonra ölmesi alışılmış ve anlaşılmış bir
sünnettir. Bu bakımdan yadırganmaz. Öldükten sonra dirilmesi alışılmış ve
anlaşılmış olmadığından, ya yadırganmakta, ya da ret ve inkâr edilmektedir.
Aslında her iki olay da aynı ölçü ve değerdedir. Biri ne ise öteki de odur.
Aynı kudret eli onları hazırlamakta, birinin üzerindeki esrar ve hikmet
perdesini aralamakta, diğerini kapalı tutmaktadır.
Tabii bütün bu
konularda insanoğlu büyük bir sınavdan geçirilmektedir.
Demek oluyor ki bütün
bu kanunlar, sünnetler, nedensellik ve sebep-lilikler bize göredir, bunların
hepsi nisbî ve izafîdir. Varlık âleminde başıboş bir şey, sebepsiz bir olay
yoktur. Bunları belli kanunlara bağlayan kudret, her birini bizim aklımızın
alabileceği biçim ve ölçüde sergilemektedir. O kudrete göre ise olağanla,
olağanüstü iki vaka arasında bir fark yoktur, ikisi de aynı tezgâhın
imalatıdır. Dilediği zaman sebep ve illetleri ortadan kaldırır veya
bilmediğimiz illetleri oluşturur da olağanüstü vaka meydana gelir. Çünkü o hem
Aziz'dir, hem Hakîm'dir. [316]
Allah'ın sonsuz ve her
şeye üstün kudreti anlatıldıktan sonra bâtıldan yana olanların gerçek anlamda
bir üstünlük ve başarı elde edemiyecek-lerine, görünürde bir basan sağlasalar
bile sonunun yine başarısızlığa dönüşeceğine, Allah'a imândan uzak bir ilim ve
tekniğin korkunç bir silah olup geri tepeceğine açık ve kapalı biçimde
dikkatler çekildi ve sonra ölümün bir bakıma herkesi aynı seviyeye
getirdiğine, ama kıyamet günü herkesin dirilip ameline göre değer bulacağına
işaret edildi. Bu konuda sergilenen mu'cizeler ilâhî kudreti yansıtır ölçü ve
mânada insan aklını ve vicdanını harekete geçirdi.
Aşağıdaki âyetlerle
imân ve İslâm nimetinin pek ucuza elde edilemi-yeçeğine, her nimetin değerine
orantılı bir külfetin bulunduğuna kapı açılıyor. Allah yolunda büyük gayret ve
himmetler gerektiği anlatılıyor; atılan tohumlardan feyizli bir ürün,
yetiştirilen nesilden imân ve irfanla bezenmiş bir hizmet bekleniyorsa, birçok
fedakârlıklara katlanmanın gerekli olduğu hatırlatılıyor. [317]
261— Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli,
yedi başak bitiren, her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediği kimseye (feyiz ve bereketini)
kat kat artırır. Allah bol bol cömertçe ve-rendir; her şeyi bilir.
262— Onlar ki mallarını Allah yolunda harcar»
sonra da harcadıklarının arkasından başa kakmaz, gönül incitmezler, onlar için
Rabları katında ecir vardır; onlara bir
korku da yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
263— Güzel tatlı bir söz ve bağışlama (kusur görmeme),
peşine eziyet takılan bir sadakadan hayırlıdır. Allah (her şeyden) ganî
(doygun)dur ve halîm (lütuf ile muamele edip incitmeyen, aceleci olmayan)dır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, İslâm çatısı altında toplanıp gönül birliğine erişen bahtiyarlara,
Tebuk savaşına hazırlandığı bir sırada muhtaçlara, teçhizat bulamıyanlara
sadaka^ vermelerini hatırlattı ve bu konuda özendirici anlatımlarda bulundu.
İslâm'a hizmeti ön plânda tutan ve her şeyini Allah ve Resûlüllah yolunda
harcamayı üstün bir ibâdet ve eşsiz bir erdemlik sayanlardan Avf oğlu
Abdurrahman (R.A.) 400 dinar alıp geldi ve : «Ey Allah'ın Resulü! 800 dinarım
vardır; bunun yarısını Rabbime ödünç veriyorum (yani karşılığını sadece O'ndan
bekleyerek harcamak istiyorum) dedi. [318]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Ey Abdarrahman! kendine ayırdığını da, Rabbin
için verdiğini de Allah mübarek etsin!» diyerek memnuniyetini belirtti. Sonra
Hz. Osman (R.A.) söze başlayarak dedi ki: «Ey Allah'ın-Peygamberi! savaşa
katılanlardan teçhizat ve azığı olmayanların ihtiyacını ben karşılamak
istiyorum».
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi.
Bu konuda ikinci bir
rivayet Abdurrahman bin Semure'den yapılmıştır ki, buraya aktarmamızda yarar
görüyorum
Sıkıntıda kalan askeri
donatmak için Hz. Osman (R.A.) bin dinar getirip Resûlüllah (A.S.) Efendimizin
önüne koydu. Efendimiz elini bu altın paraya dokundurarak şöyle duada bulundu:
«Bundan böyle Osman ne
gibi amelde bulunursa (Allah'ın izniyle) ona zarar vermez; Allahim, bugünü
Osman'a unutturma! Ey Osman'ın Rabbi! doğrusu ben Osman'dan razı oldum, ,Sen de
ondan razı ol.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz kıymetbilir büyük bir peygamberdi. Hele kendini Allah yoluna vakfeden
mü'minleri canı kadar sever ve korurdu. Fakirlerle oturmaktan derin bir zevk
alır, herkese bilgisine, görgü ve aklına göre ilgi gösterir, hiç bir kimseyi
kırmamaya çalışırdı. Bu nedenle Hz. Osman'ın yukarıda belirtilen o asil
davranışı O'nu fazlasıyla duygulandırmış, Allah dinine yardım elini uzatan bu
seçkin kişiler için duâ ellerini kaldırdıktan sonra fecir doğuncaya kadar
indirmemişti. [319]
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki:
— Bir adam devesini,
başındaki yuları (üstündeki semeri)le birlikte Allah yolunda sadaka verdi.
Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :
«Andolsun kî kıyamet
günü yularlı (ve semerli) yedi yüz deve ile geleceksin» [320]»
Yani sana o gün yediyüz deve sadaka etmişçesine sevap verilecektir.
«Şüphesiz ki Allah,
âdemoğlunun bir iyiliğini, güzel bir amelini on ilâ yediyüz misline çıkarır;
ancak oruç müstesna, çünkü (Allah): Oruç benim içindir ve onun karşılığını
ancak ben takdir ederim, (buyurmuştur).» [321]
«Kim Alîah yolunda bir
harcamada bulunursa, yediyüz katına yükselir onun harcaması.» [322]
«Kim evinde oturduğu
halde Allah yolunda bir harcamada bulunur, bir nafaka gönderirse, her dirhemine
karşılık kıyamet günü yediyüz dirhem (sevabı) vardır. Kim de hem Allah yolunda
savaşa katılır, hem de bu yolda (askere) harcamada bulunursa, ona her dirhem
karşılığı yediyüz bin dirhem (sevabı) vardır. Çünkü Allah dilediğine kat kat
artırır.» [323]
İbn Murdeveyh diyor
ki:
«Mallarını Allah
yolunda harcayanların misâli......»
mealindeki âyet
inince Peygamber
(A.S.) Efendimiz: «Rabbim, ümmetim için artır», diye duâ etti. Bunun üzerine :
«Kimdir ki Allah'a (faizsiz, karşılıksız) ödünç versin de, Allah onu kat kat
artırıp çoğaltsın?» [324]
âyeti indi. Peygamber (A.S.) yine : «Ya Rab, ümmetim için artır» diye dilekte
bulundu. Bunun üzerine, «Sabredenlere mükâfatları herhalde eksiksiz ve sürekli
olarak ödenecektir» âyeti indi [325]
«Üç kimse var ki Allah
kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve on-Jara rahmet nazarıyla bakmayacak,
onları tezkiye de et m iye çektir; onlar için elem verici azâb vardır:
1. Verdiğini (yaptığı iyiliği) başa kakan,
(gönül inciten),
2. Eteğini yerde sürüyen (kibir ve gururla gezip
dolaşan),
3. Yalan yemin ederek malını satan...» [326]
«Güzel ve iyi söz de
(birer) sadakadır.» [327]
«Ana babasına karşı
gelen yaptığı iyiliği başa kakan, içkiye devam eden ve kaderi yalanlıyan
kimseler Cennet'e girmez.» [328]
«Onlar ki, mallarını Allah yolunda harcarlar»
Âyet-i kerîmede Allah
yolunda harcamanın iki önemli amacı üzerinde durulmuş, ilâhî anlatımın en özlü
biçimiyle Müslüman milletlerin dikkatleri çekilmiştir:
1. Sosyal dayanışmayı geliştirmek, dengeli ve
âdil bir toplum oluşturmak,
2. Hür ve bağımsız yaşayabilmek, iç ve dış
tehlikelerden ülkeyi koruyup savunmayı gerçekleştirmek..
261. Âyet orduyu
güçlendirmenin feyizli sonuçlarını nefis bir örnekle gözler önüne seriyor; bire
yediyüz, diğer bir yönüyle bire yediyüz bin gibi yüksek bir karşılık
va'dediyor. Hem yardım edenin, hem yardım olunanın dünya ve âhirette şerefli,
itibarlı olacağını, üstünlük sağlayabileceğini simgeliyor. Böylece orduyu
güçlendirmenin bereketli bir hayata, nîmet dolu bir ülkeye kapıyı açık
tutacağına ve bundan her ferdin yararlanacağına işarette bulunuluyor; yani
güçlü bir anlatımla ilâhî müjdenin perdesi aralanıyor, O'nun kullarına olan
va'dinin serinletici havası estiriliyor.
Hazret-i Osman'ın
(R.A.) orduya yaptığı bağışı övmekle ve duada bulunmakla bitiremeyen
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini anlatmaya gerek
var mıdır?
Kur'ân bu vadide elde
edilecek maddî ve manevî kazancı birleştirip mutluluk dolu bir hayat iksiri
olarak takdim ediyor. İnanmış bir milletin her zaman bu iksire muhtaç
bulunduğunu vurguluyor. Savaşta orduya fiilen katılamıyan kimse bununla beraber
maddî olarak yardımda bulunabiliyor-sa, harcayacağı her kuruş karşılığı yediyüz
kuruş sevabına; hem katılıyor, hem de yardımda bulunuyorsa, harcayacağı her
kuruş karşılığında yediyüz bin kuruş sevabına erişeceğini müjdeleyen Rahmet
Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.), İslâm ülkelerinin başarı dolu yollarını
açıyor, saadet dolu bir geleceği va'dediyor. Böylece milletle devleti, inanmış
ce-
maatle orduyu kaynaştırıyor; kişileri ferdî çıkar
düşüncesinden kurtarıp insanlıktan yana
hizmetin feyizli, bereketli düzeyine kavuşturuyor.
O halde milletlerin
hayatında bu ölçü ve anlamda nesil yetiştirmenin rolünü hiç bir zaman dikkatten
uzak bulundurmamak gerekir. İslâm ülkelerinin asırlardır uğradığı felâketin
altında bu ihmal ve anlayışsızlığın payı büyüktür. [329]
«Sonra da
harcadıklarının arkasından başa kakmaz, gönül incitmezler...»
262. Âyetle sosyal
yapıyı, aradaki boşluklar doldurularak sapasağlam ayakta tutmanın önemli
sebeplerinden birine dokunuluyor. Bunu özet-liyecek olursak, yapılan iyiliği
başa kakmanın iki ayrı zararı olduğunu görürüz :
1. Yapılan iyiliği asıl amacından saptırır,
karşılık olarak verilecek sevap ve mükâfatı yokeder.
2. Beşerî münasebetlerde sosyal bünyenin
yardımlaşma harcıyla pekişmesinde zedeleyici
nedenler oluşturur. Haysiyet ve onur kırıcılığı sebebiyle kaynaşma
yerine ayrışmayı, bütünleşme yerine
dağılmayı, sevgi yerine kin ve nefreti getirir. Bunun elim sonucu olarak da
kişisel çıkarların ön plâna alınmasını hızlandırır.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
ilâhî terbiye ve ahlâk potasında şekillenen Peygamberin insanlıktan yana
hizmetleri anlatılırken her peygamberin gönül incitmemeye, yapılan hizmeti
başa kakmamgya özen gösterdiği şu sözlerle anlatılıyor:
«Hani Şuâyb onlara:
«Artrk {putlara tapmaktan, haksızlık etmekten, Hakk'a karşı gelmekten) sakınmaz
mısınız? Şüpheniz olmasın ki ben, size (gönderilen) güvenilir bir peygamberim.
Artık Allah'tan korkun ve bana uyun. Bu (hizmetime) karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Benîm (hizmetimin) karşılığı ancak âlemlerin Rabbına aittir.,»
dedi.» [330]
Ayrıca İnsan sûresinde
de bu konuya dokunularak şöyle deniliyor:
«Size ancak Allah
rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür
bekliyoruz.» [331]
Peygamber (A.S.)
Efendimizin feyiz ve mutluluk saçan rahlesinde yetişen Ömer (R.A.), halîfe
bulunduğu yıllarda bir bedevinin ona gelerek aralarında şu konuşma geçtiğini
sahih kaynaklardan okuyup öğrenmekteyiz :
Bedevî —Ey hayırlı
Ömer! Cennet ile mükâfatlandın. Çocuklarım ile' analarına bir şeyler giydir; şu
günlerde bize bir sütre, bir örtü ol. Allah'a yemin ederim ki, bu dediğimi
yapmalısın! .
Ömer — Ya
yapmazsam ne olur?,
Bedevî — Kıyamet günü
benim bugünkü perişan, halimden elbetteki sorulursun. Sorumluluk durağında ya
Cennete, ya da Cehenneme gidilir, başka üçüncü bir yol yoktur.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.A.) ağladı ve kendisine hizmet edene seslenerek : «Benim şu entarimi getir
de bedeviye ver» dedi. Sonra da şu cümleyi ilâve etti : «Bunu, bedevî'nin
hakkımda övgü dolu şiiri için değil, sorumluluk makam ve durağmdaki durumumu,
Allah huzurundaki hesabı düşünerek veriyorum.»
Evet, Peygamber
terbiyesiyle yetişen olgun bir mü'minden ancak böylesine asil bir davranış ve
sorumluluk duygusundan yükselen fazilet dolu bir söz beklenebilir. İşte onlar
böyle idiler!. [332]
«Yedi başak bitiren,
her ba-sağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer.»
Bir taneden yedi başak
bitmesine ve her başakta yüz tanenin oluşmasına dikkatler çekiliyor. Burada
daha cok veya bir bakıma, bilimsel çalışmanın mutlu sonucu hatırlatılıyor. Bu
âyetin ışığı altında Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimizin
Hadîslerini ve büyük ilim adamlarımızın açıklama ve yorumlarını kısmen de olsa
nakletmeyi yararlı görüyoruz :
İmam Kurtubî bu
âyette, ziraatın en verimli düzeye getirilmesi için, onu, ekonomik yapıyı
ayakta tutabilmenin en ileri sanatı ve insanların uğ-raşageldikleri işlerin en
yararlı mesleği haline sokmaya işaret vardır, diyor.
Nitekim Sahih-i
Müslim'de meyvacıhğı geliştirme, boş araziyi ağaçlandırma konusunda Resûlüllah
(A.S,) Efendimizin şöyle buyurduğu tesbit edilmiştir:
«Herhangi bir Müslüman
bir ağaç diker veya ziraî bir ürün eker de ondan bir kuş, ya da insan veya
hayvan yerse mutlaka yenilen şey onun için bir sadaka (vermiş) sayılır.»
Hazreti Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz dikkatlerimizi yerin derinliklerine, toprak altına çekerek şöyle
buyurdu :
«Rızkınızı toprağın
altında (onun derinliklerinde) arayın.» [333]
Görülüyor ki hadîste,
HÂBA-YAHBİ fiilinden türetilen HÂBAYA kelimesiyle iki önemli husus
vurgulanmıştır: Toprak altı ve toprak altında örtülü ve gizli kalan şeyler.
Birincisi ziraatle, diğeri yeraltı madenlerine inmekle gerçekleşir.
Meyve ağacına bir kez
daha dikkatleri çeken Peygamber (A.S.) Efendimiz hurma ağacını örnek vererek
buyuruyor ki:
«Hurma ıstak ve
bataklık bir arazide kök salıp yükselir, kıtlık ve darlıkta yedirip doyurur.» [334]
Bu emir ve tavsiyeleri
gözönünde bulunduran ilim adamları, ziraatçi-liğin farz-ı kifâye olduğunu
söylemişlerdir. Bir belde, kasaba ya da köy halkı ziraati terkettikleri
takdirde devletin yetkili organları onları zi-raate dönmeye zorlar.
Emevî Halîfelerinden
Abdülmelik oğlu Abdullah, devrin ünlü ilim adamlarından İbn Şihab Zührî'yle
karşılaştığında ona dedi ki:
— Ey ulu kişi! beni
her yönden destekleyip tedavi edeaek bir işten haber ver?
İbn Şihab ona şu
cevabı verdi:
— Toprağın altını
araştır; onun hakiki sahibine el aç; umulur ki geniş fakat helâl bir rızka
erişirsin. Hele bir de yeraltı suları fışkırıp akacak olursa...
Abbasî halîfelerinden
Mu'tedid, bir gece rü'yastnda Hz. Ali (R.A.) Efendimizi görmüş. Ondan bir
işaret beklemiş, derken Hz. Ali (R.A.) ona birkürek uzatmış ve: «Bunu al, çünkü
yerin hazinelerinin anahtarıdır,» demiş. [335][336]
Buna «dâva adamı» da
diyebiliriz. İnandığı dâva uğrunda geniş bir feragat anlayışı içinde bulunan ve
gerektiğinde her şeyini bu yolda feda etme inancını taşıyan kimse, büyük
adamdır.
İslâm'ın muhteşem
sarayı ve taşıdığı büyük dâva, küçük himmetler, korkak yüreklerle vücut
bulmamıştır. Evet dâvanın büyüklüğü, vasıtanın küçüklüğü ve şartların
elverişsizliği dikkate alındığında görülecek ki, Cihan Peygamberi Hazreti
Muhammed (A.S.) ile etrafında toplanan bir avuç mü'min nasıl bir feragat ve
fedakârlığa katlanarak İslâm davasının feyizli tohumunu ekip göz ve gönül doldurur
ölçü ve anlamda bir ürün elde etmişlerdir? Evet bunu anlamak mümkün. Çünkü
insanlığın hayrı ve mutluluğu için haraanan bu yüce himmetler, akıtılan geniş
servetler gözleri aydınlatan bir ekin tarlası meydana getirmiştir. İslâm
davasını bu düzeye getirmek ne kadar gayret, himmet ve fedakârlık istiyorsa,
bu tarlayı verimli bir ölçü ve biçimde tutmak, ekiien ahlak ve iman
tohumlarının ürününü en verimli ve yararlı şekilde almak da o oranda himmet ve
gayret istemektedir. Tarla hazırlandı, ekildi, ürün verdi, artık yapılacak başka
bir şey yok, demek, bu feyizli düzeyden kopup zillet çukuruna yuvarlanmak
demektir. Bu tarla her geçen gün biraz daha geliştirilecek, daha verimli ve
olumlu sonuç alabilmenin yol ve yöntemleri yine Resûlül-lah'ın {A.S.) saadet
va'deden işaretlerinden öğrenilerek sistemli bir çalışma devresine
girilecektir.
Günümüzde diken
yetiştirip mevcut düzeni değiştirmek, daha doğrusu bâtılı getirip hakkı yok
etmek için milyarlar harcanıp büyük çabalar sarfedilirken; beyni yıkanmış bir
sürü genç sokağa dökülürken, diğer bir deyimle bu vadide korkunç bir ürün elde
edilirken, mutlak saadet ve rahmet olan hak için, onu bütün anlamıyla ayakta
tutan İslâm için neler yaptık? Yetiştirdiğimiz ve yetiştirmekte olduğumuz
neslin kalitesini davanın yücelik ve büyüklüğüne, va'dettiği esenlik nimetinin
değerine göre hazırlayabildik mi? Yoksa hep şekil ve sayı üzerinde kalıp
keyfiyet ve kaliteyi unuttuk mu? Muhteşem binalar hazırladık, ama içinde neyi
nasıl yetiştireceğimize dikkat ettik mi? Kanaatimce İslâm ülkelerinin bütün sıkıntı
ve geri kalmışlığının bir ucu, belki de en önemlisi buna dayanmaktadır.
Evet Kur'ân bu âyetle,
kendini imân ve ahlâk dâvasına adamış feyizli ve bereketli tanelerin hem çok,
hem kaliteli yetiştirilmesin' emretmektedir. Buna buğday başağını örnek
vermekte, eğitim ve öğretime bu doğrultuda ağırlık verilmesini istemektedir. [337]
İman ve İslânu
haysiyetli yaşamayı ve şerefli bir millet düzeyinde bulunmayı korumak ve
sağlamlaştırmak için en verimli hizmetin Allah yolunda harcamada bulunarak göz
ve gönül dolduracak ölçüde bir dayanışma; iç ve dış düşmanları korkutup
sindirecek bir ordu, insanlıktan yana kendini İslâm ahlâkına vakfedecek sağlam
karekterli bir nesil meydana getirmek olduğu anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minlerbu doğrultuda oldukları takdirde İslâm'a karşı girişilecek her düşünce
ve hareketin, sarfedilecek mal ve gayretin olumlu bir sonuç vermiyeceğine
dikkatler çekiliyor, sonra yine kendilerini imân ve irfan vadisinde sağlamlaştırmak,
Allah'ın sevgili kulları olarak birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmek için
mallarını Allah yolunda harcayanlar bereketli ve göz alıcı bir bahçeye
benzetiliyor; ürünün iki kat sağlanacağı müjdelenerek, mü'minlerin elde edeceği
sonucun daima umduklarının üstünde olacağı hatırlatılıyor. [338]
264— Ey îmân edenler! Allah'a ve âhiret gününe
inanmayıp malını insanlara gösteriş için harcayan kimse gibi,
sadakalarınızı başa kakmak ve gönül incitmekle boşa çıkarmayın. Çünkü onun
misâli, kaygan bir kayaya benzer ki, üzerinde azıcık toprak vardır, derken ona
şiddetli bir yağmur dokunur da dazlak bırakır; işleyegeldiklerî hiç bir şeye
karşılık (bir sevap ve mükâfat) kazanmaya güç getiremezler. Allah inkarcıları
doğru yola eriştirmez. [339]
265— Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek ve
kendilerini (imân ve İslâm, hürriyet ve bağımsızlık vadisinde) kökleştirip
sağlam bir düzeye eriştirmek için mallarını harcayanların misâli, yüksekçe bir
arazideki güzel bahçeye benzer ki, ona bol bol yağmur dokunmuş .da yemişlerini
iki kat vermiştir. Ona bol bol yağmur dokunmasa bile bir çisenti (dokunmak
yeter). Allah işleyegeldiklerinizi görüp bilendir.
«Size karşı
korktuğumun en korkuncu, küçük şirktir.»
Bunun üzerine Ashab sordu :
— Ey Allah'ın Resulü!
küçük şirk nedir?
Buyurdu ki:
— «Riya (gösteriş)dır.
Kullar amelleri karşılığında ceza ve mükâfatlan-dırılacakları gün
gösterişçilere : Dünyada kime gösteriş yaptınızsa onlara gidin, yanlarında bir
karşılık buiabilecekmisiniz bir bakın?! denilecektir.» [340]
«Ortaklıkta ben
ortakların en doygunuyum, hiçbir ihtiyacım yoktur. Kim bir amel işler de ona
benimle birlikte başkasını ortak eder (ibâdeti yaparken başkası görsün diye bir
niyet taşır)sa, onunla o ortağını baş-başa bırakırım.» [341]
«Kim Allah yolunda bir
harcamada bulunursa, kendisine yediyüz katı yazılır.»[342]
«Kim Allah yolunda bir
savaşçıyı donatırsa, gerçekten o da savaşmış sayılır. Kim bir savaşçının
çoluk-çoouğuna hayır ile muamele edip onun yerine velilik yaparsa, doğrusu o da
savaşmış kabul edilir.» [343]
«Kim bir savaşçının
başına gölge sağlar (ona iyi bir yer hazırlar, sıkıntısını giderir de yardımcı
olur)sa Allah da kıyamet günü onu gölgelendirir. Kim de bir savaşçıyı Allah
yolunda donatırsa, ona o savaşçının sevabının bir misli verilir. Kim de içinde
Allah ismi anılan bir mescid yaparsa, Allah onun için Cennette bir ev yapar.» [344]
«Malını insanlara
gösteriş için harcayan kimse gibi...»
264. âyetin son
bölümünden mallarını gösteriş için harcayanların daha çok küfre sapmış
inkarcılar olduğunu anlıyoruz. Kur'ân böylesine bir düşünce ve davranışın köklü
bir imân, mutluluk va'deden güzel bir ahlâkla bağdaşmıyacağına dikkatleri
çekiyor ve bu kadar önünü göremiyen, yarınını düşünemiyen zavallılar gibi
olmayın, diye uyarısını yapıyor ve konunun önemini gönüllere daha etkin
biçimde işlemek için de en uygun örneği sergiliyor.
Allah'a ve âhiret
gününe inanmadığı halde dünya ile ilgili
bir takım gaye ve amaçlarını, ideal ve ihtiraslarını tatmin edip
gerçekleştirmek için mal harcayanların doğru yolu bulup ona erişmede başarılı
olamıya-cakları hatırlatılıyor.
265. âyette Allah
rızasını dileyerek ve imânlarını sağlamlaştırarak, hürriyet ve bağımsızlık
içinde yaşamayı amaç edinen ve bu inanç ve dü-şünoe atmosferi içinde mallarını
Allah yolunda harcayanlardan söz ediliyor. Bunlara kat kat ecir verileceği ve
bol rahmet ve berekete erişecekleri açıklanıyor.
Kur'ân bu açık,fakat
çok zarif ve veciz üslubuyla önemli iki hususa parmak basıyor:
1. Küfür bataklığında azgınlık ve tuğyan içinde bulunan milletler ve toplumlar sapık ideolojilerini yaymak, bu konuda halkın
dikkatini toplayıp onları kendi
saflarına çekmek için iki türlü
harcamada bulunurlar: Biri inançları yıkmaya, diğeri beyinleri yıkamaya yöneliktir. Gösteriş ve gözboyama onların
sanatıdır,
2. Buna karşılık inanmışlar hakkın sesini
duyurmak, küfür ve tuğyanı durdurmak, ya da te'sirsiz hale getirmek; Allah mülkünde
Allah'a kul olanları üstün kılmak
için her türlü gösterişten, basit bir takım beşerî zaaflardan uzak bir harcamada
bulunurlarsa, inkarcıların ektikleri tohum kaygan kaya üzerindeki azıcık
toprağa atılmış gibi olur ki, imânın feyizli hamlelerinden meydana gelen rahmet
o toprağı bir anda silip süpürür de kayayı cascavlak bırakır. Böylece küfrün
bütün çaba ve gayreti boşa gider. Başarısızlık onlaradır. İnanmışlar bu
feyizli hamleyi yapmadıkları, ya da yapamadıkları takdirde, inkâr tohumlan o
azıcık toprakta yeşerme imkânı bulabilir. Bu da küfür ve tuğyanın daha çok
tırmanmasına yardımcı olur.
Mü'minler bu ortamda
fazla sayıda olmasa bile onların şahlanan imânlarından gelen himmet, Allah
yolundaki harcamaları yine de gelişen İslâm bahçesini korur, göz ve gönül
doldurucu ürün sağlamaya bir çisenti sayılır.
İşte Kur'ân bu
hakikati gönüllere işliyor ve bir ara hareketsiz kalan mü'minlere seslenerek,
«ne duruyorsunuz, az da olsa bu bahçeyi sağlıklı sürdürebilmek için bir
katkınız görülsün!» diyor.
Ayrıca dış görünüşüyle
inanmış sayılanlardan mallarını gösteriş için harcayanların durumu,
inkarcıların tutumuna benzetiliyor. Bunların da küçük şirke (bir bakıma Allah'a
ortak koşmak).düştükleri, bu nedenle islâm'a
kayda değer bir hizmetleri olmadığı çok anlamlı ve duyarlı biçimde noktalanıyor. [345]
<<Yüksekçe bir
arazideki güzel bahçeye benzer.,»
İslâm, ruha enginlik,
vicdana açıklık, kafaya berraklık, gönüllere serinlik verir. Terbiyede kemâl,
edepte zerafet, öğretimde aşk ve heyecan, ibâdette sadelik ve gösterişsizlik
ister.
Günlük işlerimizde
doğruluğu, kazançta helâl lokmayı, aile ve toplum hayatımızda düzenli olmayı,
hayırhah davranmayı, insanlıktan yana yararlı olanı düşünmeyi, Allah için
cömert olmayı emreder.
İmânda tahkiki, Allah
yolunda sınırsız fedakârlığı, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed'in (A.S.)
güzel ahlâkını yaymada vakf-ı can etmeyi hizmetlerin en güzeli sayar. Gerçek
cihadın, Allah'a uzanan saadet caddesini bu gibi sâlih amellerle aydınlatmak
olduğunu bildirir.
Bu ölçü ve anlamda
yetişen ve yetiştirilen bir nesli, gönül çekici bir tepe üstünde özenle ve
bilinerek yetiştirilen bir bahçeye benzetir. Böyle bir bahçe uzman ustalarla ve
çok tecrübeli ve bilgili, aynı zamanda imân-İı ve kültürlü ellerle
geliştirildiğinden, bol yağmur yağınca ürününü kat kat verir. Bol yağmur
yağmasa bile bir çisenti kâfi gelir. Ama ilgisizlik, nemelazımcılık ve
kayıtsızlık asla istemez. Yoksa başkasının yağmasına uğrama tehlikesiyle
karşılaşır. Çünkü toprağı, gübresi ve bakımı arzulanan düzeyde bulunuyor. Onun
peyzaj mimarı Hazreti Muhammed (A.S.) dır. P!âr« ise, Cibrîl-i Emîne
hazırlatılmıştır.
İşte Hazreti
Muhammed'in (A.S.) imân ve irfan mektebinde sağlam bir eğitim ve öğretim
görerek biçimlenen nesil de böyledir. Onların her hareketi feyiz, her düşüncesi
berekettir. Bol yağmur gibi bir harcama ve hizmetleri -bir zaman için olmasa
bile- kendi durumlarına göre bilerek attıkları kısa adım, harcadıkları az bir
mal tıpkı bahçeye yarar sağlayan bir çisenti gibidir. Çünkü böylesinin hayrı
sürekli, iyiliği kesintisiz, harcaması gösterişsizdir.
O halde bilerek ve
gayesi belirlenerek atılan her adım, verilen her kuruş kat kat ürün verir.
Bunun aksine İslâm'ı yıkmak, manevî değerleri silmek, nesli bozup yozlaştırmak,
tarihî bağları koparmak ve böylece Allah ve Resulüne inananları asıl
değerlerinden uzaklaştırmak için inkarcılar, maddeciler ve fitneciler ne kadar
harcamada bulunurlarsa bulunsun-
lar, karşılarında
Allah için,O'nun emaneti olan dini için harcayan, hizmet eden bir nesil
bulunduğundan olumlu bir sonuç alamazlar; gayret ve himmetleri boşa gider.
Çünkü Allah inkarcıları böyle bir ortamda doğru yola eriştirmez, başarılı
kılmaz. Gösteriş için mallarını harcayanların iç yapıları bunlara yakındır.
İslâm'ın yüce dâvası böylesine basit ve zavallı kişilerle güç kazanmaz. [346]
«Tesbîten min enfüsihim.»
«Ve kendilerini
kökleştirip sağlam bir düzeye eriştirmek için» şeklinde çevirisini yaptığımız
bu cümle üzerinde farkiı açıklama ve yorumda bulunulmuştur :
a) Mallarını harcamak, diğer ibâdetlerini yerine getirmek suretiyle kendilerini kökleştirip sağlam tutmaya çalışmak için.
b) Kendilerinden bir fedakârlık gösterip İslâm'ı
bir kez daha doğrulamak için..
c) İslâm'ı tasdik, imânı tahkik derecesinde
tutmak için.
d) Hayır ve iyilikte bulunmayı kendilerine
değişmiyen köklü bir görev saymak için..
e) Ektikleri fazîiet ve hayırhahlık tohumlarını
tutturmak ve yeşertmek için..
f) Karşılığının sırf Allah'tan beklendiğini
tesbit edip ortaya koymak için..
Nitekim Tabiînin ileri
gelenlerinden Hasan Basrî Hazretleri diyor ki:
«Peygamber terbiyesi alan
mü'minler, Allah yolunda bir harcama yapmak istediğinde niyetlerini iyice
tesbîte çalışırlardı. Niyetinde Allah rızası katıksız bir ölçüye gelince
harcamada bulunur, şüphe başlayınca beklerlerdi.» [347]
Nefs terbiyesinden
uzak, ruhunu ihmâl etmiş ve kendini çevresine beğendirme hevesine kapılmış, bu
yüzden gösteriş hastalığına tutulmuş kişilerden söz edildi. Bu gibilerde sağlam
bir imân, kâmil bir irfan kökleş-
mediği için hayatları
boyunca iki büyük günah ve gizli şirkin havasında dönüp dolaştıklarına
dikkatler çekildi. Onlar yaptığı iyiliği başa kakar, gönül incitir; ortaya
koyduğu harcama ile halkın övgüsünü kazanmağa çalışırlar.
Kur'ân bu yolda
olanları yerdi ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın gerçek yolunu gösterdi; bol
yağmur alan ve kat kat ürün veren güzel bir bahçeyi misal olarak sundu.
Aşağıdaki âyetle,
Allah rızasını kazanmayı amaç edinmiyen ve her geçen gün hırsı artan, başö
kakmayı, gösteriş yapmayı sanat haline getiren kişilerin bu zavallıca
durumları, ateşli kasırgayla yanan bir bahçeye benzetiliyor. Bu karakterde olan
insanların toplumu ve daha çok kendi çocuklarını nasıl bir felâkete sürükledikleri anlatılıyor. [348]
266— Sizden
biriniz ister mi ki, hurmalık ve üzümlükten güzel bir bahçesi olsun, içinden
ırmaklar aksın; orada kendisinin her çeşit mey-vasi bulunsun da yaşlılık gelip
çatsın ve (iş göremez âciz) zayıf çocukları olsun, derken o bahçeye ateşli bir
kasırga dokunuversin de bahçe olduğu gibi yansın? İşte Allah iyice düşünesiniz
diye size âyetlerini böylece açıklar.
İkinci Halîfe Ömer
(RA) bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yakın arkadaşlarına sordu :
— Aranızdan kim bu âyetin ne hakkında indiğini
bilir? Ashab-ı Kiram :
— Allah daha iyisini bilir, diye cevap verince,
Ömer (R.A.) biraz kızdı ve :
— Evet, ama
siz biliyoruz, ya da bilmiyoruz şeklinde bir cevap verin, dedi. Bunun
üzerine İbn Abbas (R.A.) cevap vererek
dedi ki:
— Bu konuda bir şey biliyorum.
Ömer (R.A.) :
— O halde kardeşim oğlu! kendini küçük görme,
bildiğini söyle, diyerek uyardı. İbn Abbas (R.A.) şöyle dedi:
— Yapılan bir işe örnek verilmiştir.
— Ne gibi bir iş?
— Allah'a itaat
üzere bulunan zengin bir adamın ameli. Sonra da kendisine şeytan gelip
musallat olunca bu kez günah işlemeye başlıyor,
o kadar ki bu günah
ve kötülükleri ateşli bir kasırga gibi onun önceki güzel amellerini en çok
muhtaç bulunduğu bir sırada yakıp kül ediyor. [349]
Diğer bir rivayette
ise Hazreti Ömer'in (R.A.) bu âyetin inişindeki hikmeti şöyle yorumladığı
bildiriliyor:
«Bu, güzel amelde
bulunan ve ömrünün son demlerine gelince bu kez kötü amellere dalan bir adamin
haline, sakat tutumuna örnek veriliyor.» [350]
«Allahım! rızkımın en
geniş tarafını yaşım ilerleyip ömrüm tükenmek üzere iken bana ihsan eyle,»[351]
1. Malını
gösteriş için harcayanların, yaptıkları iyilikleri başa kakarak insan onurunu
kırıcıların acıklı sonucuna bir örnek veriliyor.
2, Ömrün son
yıllarının, değerlendirilip değerlendirilmemesi bakımından, insanın ebediyen
mutlu olup olmaması konularında cok önemli bir yer tuttuğu hatırlatılıyor,
Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık dualarında : «Allahım! ömrün en
rezil (bunama, sapıtıp Hakk'ı unutma) devresinde sana sığınırım» derdi.
3.
Milletlerin tarih sahnesindeki hayatına atıf yapılıyor. Bir milletin yok olma
bedbahtlığına uğramasının nedeni üzerinde duruluyor, işaretler ve sinyaller
veriliyor
Allah'ın bir insana
lütfettiği en büyük nimetlerden biri, onu İslâm ülkesinde inanan bir
ana-babadan ve Hakk'ı bilen bir toplum bünyesinde dünyaya getirmesidir. Gerçi
bu bir hidâyet meselesidir, ama hidâyete giden yolda sebepleri kolaylaştırma
hikmetini unutmamak gerekir. Bu nî-metle gelişip hayatını ve irfanını elde
ettikten sonra servetin ve kültürün verdiği sahte gurura kapılıp bağlı
bulunduğu toplum arasında yine geçici bir şöhrete, övgüye sahip olmak için
Allah'ı unutup gösterişe önem veren, zaman zaman yaptığı iyilikleri başa kakan
ve yavaş yavaş büyük günahlara, küçük şirke dalıp küfre yaklaşan kimsenin kendini
nasıl yakıcı ve yıkıcı bir fırtınaya mâruz bıraktığını bundan daha güzel bir
misalle anlatmak mümkün mü?
Özellikle ömrünün son
yıllarında ahlâk dışı yollara sapan, Allah'a daha çok yaklaşacağı ve imân
nimetinin saadet va'deden kapısına daha çok muhtaç bulunduğu bir dönemde
dizgini nefs ve şeytanın eline teslim eden yaşlı bir adamın, çoluk çocuğuna
imân, irfan, güzei ahlâk, iyi hasletler dolu bir hayat modeli bırakacağı
yerde; yaşına başına, yetişip geliştiği ülke ve toplumun özelliklerine, bağlı
bulunduğu yüce dine yakışmayan kötü örnekler bırakması ne kadar acıklıdır?
Ateşli kasırgayla yanan güzel bir bahçenin hazin durumu ne ise, bu da öyle...
Evet o, herşeyini mahvetmiş bir bedbaht olarak hayata veda eder. [352]
Önceki konularda da
değinildiği gibi, milletlerin de tıpkı insanlar gibi hayatı ve bu hayatın üç
devresi vardır: Çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Yukarıdaki âyetle bir bakıma
milletlerin bu üç devresine işaret ediliyor ve içinde çeşitli meyva bulunan bahçe
buna misâl olarak veriliyor.
Bir millet, gençlik
devresinde ekonomik yönden güçlendiği yani sos-yo-ekonomik dengesini
oluşturduğu kadar, ilim, din, ahlâk ye eğitim konularında da aynı ölçüde
güçlenir, bu iki yapı arasında muvazene sağlar; lükse, israfa, sekse ve
inançsızlığa kapıyı açık tutmaz, ciddi önlemler alır, devlet otoritesini
ülkenin her yerinde bütün ağırlığı ve görkemliğiyie hissettirir; iş ehline
verilir ve erdemli bir nesil yetiştirmede kararlılık gösterirse o milletin
gençlik devresi çok uzun sürer. Aksi halde sür'atle yaşlılık devresine girer ve
bütün bir nesil nimetleriyle birlikte esen bu ateşli kasırgayla yanıp kül
haline gelir. [353]
«Hurmalık ve
üzümlükten güzel bir bahçe...»
Gerçi Kur'ân'daki
ilâhî metot gereği her sahifede ortalama beş altı konuya dokunulur ve böylece
her sınıf insana, ayrı ayrı milletlere hitab edilir. Eş anlamlı kelimeler ve
birkaç mâna taşıyan sözcükler, esneklik arzeden cümleler, daha çok değişen toplumlara ve milletlere ışık tutacak özelliktedir. Bu nedenle
diyebiliriz ki, aklı eren her insan, her toplum ve millet -çağın şartları ne
olursa olsun- Kur'ân'dan nasibini alabilir.
Konuyu bu açıdan
değerlendirince sonuç olarak şunu belirtelim ki, Kur'ân bir yandan Araplara
seslenirken onların daha çok geçim kaynağı olan hurma ve üzümden söz eder. Bir
yandan da «her çeşit meyve» diyerek diğer milletlere seslenir, ve bu arada
bahçenin, meyvenin ve tek kelimeyle ağacın önemine atıfta bulunur.
Ancak konumuzu oluşturan
âyette hurma ve Ü2üm diye iki önemli meyvenin anılmasında belirttiğimiz
hikmetle beraber şu özelliklerine dikkatler çekilmek istenmiştir:
a) Hurma çok yararlı bir meyvadır. Yüzde 72
karbonhidrat taşıdığı için besleyici
niteliği yüksektir. Ekmeğin yerini rahatlıkla tutar. Kurutularak övütülen
hurmadan un yapılır ve uzun müddet dayanır. Tellerinden ip, yapraklarından
sepet yapılır. Tomurcukları da sebze olarak yenir, İçinde çeşitli vitaminler
vardır. Çekirdeği kurutularak kahve yerine kullanılır. Küspesi de hayvanlar
için yararlıdır.
Hurmanın ikiyüzden
fazla çeşidi tesbit edilmiştir, Bu özellikleriyle hurma ailenin geçim kaynağı
sayılır.
b) Üzüm de
besleyici bir meyvadır. Birçok
yararlı tarafları vardır. Madenî
tuzlar, azotlu maddeler bakımından
zengin sayılır. Yüzde 70-80't su, yüzde 12-30'u katı madde (şeker,
madenî tuzlar, azotlu maddeler, organik asitler, tanen ve vitaminler) bulunur. B ve C vitamini bakımından
zengindir.
Ayrıoa üzümün kurusu
uzun müddet dayanır ve açlığı giderecek bir takım özellikler taşır.
Bunun için Kur'ân'da
meyvalar arasında hurma ile üzüme ayrı bir yer verilerek dikkatler çekilmiştir. [354]
Yukarıdaki âyetle,
ömrünün son günlerini mutluluk caddesinden sl-parak berbat eden, kötü
yaşayışıyla çocuklarına kötü örnek olan, daha önce yaptığı bir takım iyilikleri
başa kakıp gönül inciten kişilerin bu acık-. lı ve ibret alınacak durumundan
bahsedildi. İnançsızlık ve ahlâksızlık kasırgasının fert ve aileleri
darmadağın ettiği gibi, milletleri de perişan ettiğinden ve yıkılmanın, yok
olup silinmenin nedenlerinin başında geldiğinden söz edilerek Allah'a dosdoğru
inananlar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
toplum hayatında dengeyi sağlayan, âdi! ölçülerle cemiyeti birbirine bağlayan
yardımlaşmadan, zekât ve sadakadan bahsediliyor. Onur kırıcı söz ve
davranışlardan, malın kötüsünü zekât ve sadaka vermek suretiyle fakirlerin
gönlünde yara açmaktan sakınılması emrediliyor. Nefs ve şeytanın devamlı beşer
ihtirasını kamçıladıkları, cimrilik duygusunu kuvvetlendirdikleri
hatırlatılıyor. Toplum ve milleti ayakta tutan unsurlardan birinin yardımlaşma
olduğuna parmak basılırken Allah'ın bu ölçü ve anlamda düşünüp hareket eden
kişileri mağfiret ve lûtfuna davet ettiği bildiriliyor. [355]
267— Ey imân edenler! Kazandıklarınızın iyi-temiz
olanından ve yerden size çıkardıklarımızdan (Allah için muhtaçlara) harcayın.
Kendinizin göz yummadan alıcısı
olmadığınız bayağı-kötü şeyleri vermeye kalkmayın. Allah'ın (her
şeyden) müstağni ve hep övülmeye lâyık olduğunu bilin.
268— Şeytan sizi fakirlikle tehdîd edip korkutur,
cimrilik ve hayâsızlığa teşvik eder. Allah ise kendi katından bir mağfiret ve
fazla (bir kâr) va'deder. Allah'ın lûtfu ihsanı boldur, O her şeyi bilir.
Câbir (R.A.)den
yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Sadaka-i fitr'ın hurmadan
bir sâ' (3334 gr.) verilmesini emretti. Bunun üzerine bir adam fıtrasını, kötü,
işe yaramaz hurmadan ayırıp getirdi. Yukarıdaki âyet bu nedenle indi. [356]
Diğer sahîh bir
rivayete göre, sadaka ile ilgili emir indiği günlerde Ansardan bir kısmı, hurma
salkımlarını Mescid-i Saadete getirip iki sütun arasına astılar. Muhacirlerden
fakir olanlar yesin diye bu imkânı hazırlamayı uygun buldular.
Mü'minlerden bir kısmı
ise caiz sanarak çürük, dökük ve işe yaramaz şeyleri sadaka niyetiyle getirmeye
başladılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.[357]
«Şüphesiz ki Allah
rızalarınızı aranızda taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da taksim etmiştir. Hem
doğrusu Allah dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Ama dini
(dindarlığı) ancak sevdiğine verir. O halde Allah kime din (ve dindarlık)
vermişse gerçekten onu sevmiştir,
Canımı kudret elinde
bulunduran Allah'a andotsun ki, bir kulun kalbi ve dili müslüman olmadıkça
kendisi müslüman olmuş sayılmaz. Komşuları onun b e v â i k 'İnden güven
içinde olmadıkça dosdoğru imân etmiş sayılmaz.»
Bunun üzerine soruldu:
— Ey Allah'ın Peygamberi! bevâik
nedir? Buyurdu ki:
— «Kişinin aldatması, kin tutması, haksızlıkta bulunup kötülük etmesidir.»
Sonra Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz devamla buyurdu kî:
«Kul haramdan bir mal
kazanıp da onu harcamıya görsün, herhalde o mal onun için hiç de mübarek olmaz.
Onu sadaka vermiye dursun, herhalde kendisinden kabul olunmaz. Onu arkasında
bırakmıya dursun, herhalde -onun için ateşten yana azık olur.
Şüphesiz ki Allah,
kötülüğü ve günahı kötülük ve günahla silmez; ama kötülüğü iyilikle siler.
Çünkü kötülük kötülüğü silmez.» [358]
«İnsanlar üzerine Öyle
bir zaman gelecek ki, kişi aldığına, ele geçirdiğine -helâl mıdır, haram
mıdır?- hiç de aldırış etmiyecek.« [359]
«Hiç kimse elinin
emeğinden yediğinden daha hayırlısını yememiştir.» [360]
«Doğrusu şeytanın
âdemoğluna doğru bir adımı (sinyali) vardır; meleğin de bir adımı
(sinyalı-ilhamı) vardır. [361]Şeytanın
adımına gelince, o şer ile korkutur, hakkı yalanlar. Meleğin adımına gelince, o
hayır va'de-der ve hakkı doğrular. Artık kim kendinde (meleğin) bu sinyalini
duyarsa bilsin ki, o Allah'tandır. Allah'a hamdetsin. Bundan başkasını duyarsa,
şeytandan Allah'a sığınsın.»
Ve sonra Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ilgili âyeti okudu. [362]
«Hiç bir gün yok ki
kullar sabahlayınca iki melek inmiş olmasın. Birisi şöyle der: Allahım! malını
(Senin için muhtaçlara) harcayana, sarfet-tiğinin yerini dolduracak (ölçünün
üstünde) ver. Diğeri ise şöyle der: Allahım! malını (Senin için muhtaçlara)
harcamıyarak elinde tutana telef ver (o malın feyiz ve bereketini gider.» [363]
Kudsî hadîs İle Allah
buyuruyor:
«Malını (Allah için
muhtaçlara) harca ki sana da (rahmet ve bereket, feyiz ve ihsan) harcansın.» [364]
«Kazandıklarınızın
iyi-temiz olanından harcayın.»
a) Ayetin açık anlatımı, kazanılan her
maldan zekât vermenin förz olduğuna
delâlet etmektedir.
b) Yine bu anlatımdan yerden elde edilen her türlü üründen zekât vermenin gerekliliği
anlaşılıyor.
Ne ^or ki bu âyetleri
ilgili hadîsler ve diğer âyetlerle tefsir eden müc-tehit imamlar, genel
ölçüdeki anlamı özelleştirmişler, böylece yerden çıkan ürünlerden hurma, üzüm
ve kut (yaşamak için yenen ve besleyici özelliği olan şey) niteliğindeki tahıl
ve benzeri şeylerden zekât vermenin farz olduğunu istinbat etmişlerdir.
İmam Ebû Hanîfe ise,
âyeti daha çok genelliği üzere tutarak yerden (topraktan) çıkan tahıl, meyva ve
sebzelerden zekât vermenin farz olduğu içtihadında bulunmuştur.
Böylece İmam Ebû Hanîfe
ile Cumhur-i ulemâ arasında bu konuda farklı bir ictihad meydana gelmiştir. Bu
konuda Cumhurun delili şudur: Hz. Muâz (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize
mektup yazarak meyve ve sebzelerden zekât alınıp almmıyacağını sormuş;
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de : «Onlarda bir şey yoktur (zekât farz
değildir)» diye cevap vermiştir. (1)
İmam Mâlik ve İmam
Evzâî'ye göre, zeytinden de, olgunlaşmaya yüz-tutan meyvalardan da zekât vermek
gerekir. Ancak toplanıp kurutulduktan sonra zekât nisbeti çıkarılıp verilir.
Tahıldan ise, harman yapıldığında verilmesi gerekir. [365]
Ayette geçen
harcamadan maksad nedir? Ne, niçin harcanacaktır?:
a) Hz. Ali bin Ebî Tâlib'e (R.A.) ve İbn
Sirîn'e göre farz olan zekâttır.
b) İbn Atiyye, Berâ' bin Âzib, Hasan ve
Katede'den yapılan açık rivayete göre, nafile anlamında olan sadakadır.
c) Kurtubî'ye göre, âyet hem farz olan zekâtı,
hem nafile anlamındaki sadakayı içermektedir. Çünkü bozuk, işe yaramaz malın
zekât olarak verilmesi
men'edilmiştir. Sadaka konusunda ise böyle bir yasak soz-konusu
değildir.
Nitekim çoğu
müfessirlerimize göre de bu âyet hem farz zekâtı, hem nafile sadakayı
kapsamaktadır, yani her iki konuda da malın iyisinden vermek gerekir,
demişlerdir. Bozuk, çürük ve âdi hurma salkımını sadaka olsun diye Mescid'e
getirip sütuna asan oldu. Bunu gören Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Ne kötüdür
bu asılan şey?!» buyurarak, murad-i ilâhiyi açıklamıştır. Hadîsin tamamı
Tîrmizî'de geçer.
d) «Yerden size çıkardıklarımız»a gelince,
bunlar üç kısımda topla-
e) Tirmizî bu hadîs için, «Sahih değildir»
demiştir.
nır: Bitkiler,
ziraatçilikle elde edilen şeyler, madenler ve raslanan defineler..
Bunlardan hangisi
zekât kapsamına girer ve nisab miktarı nedir, ne zaman ve ne nisbette verilir?
Mezheplerin farklı ictihad ve görüşleri olmuş mudur? Bütün bu konular kaynak
fıkıh kitaplarımızda işlenmiştir. Buraya nakletmemiz, tefsirimizin hacmini
büyültür. Biz sadece fıkhî konulardan bir kısmının özetini vermekle
yetiniyoruz. [366]
<<Ve Yerden size
çıkardıklarımızdan harcayın.
Konumuzu oluşturan
âyet bir bakıma dikkatleri yeraltı kaynaklarına çekmektedir. Burada esnek ve
çok anlamlı cümleler kullanılmıştır. Çünkü Altah'ın yeraltında insanların
hizmet yararına hazırlayıp sunduğu ni'met-ler o kadar çoktur ki, bunları
saymakla bitiremeyiz. Kur'ân her çağa ve her millete, gelişen ve değişen her
topluma seslenen Allah'ın en son ve en mükemmel kitabıdır. Hiç bir değişikliğe
uğramadığı için de her kelime ve cümlesi Allah'tan geldiği gibi korunmaktadır.
Bu bakımdan onun her kelime ve cümlesi üzerinde titizlikle durmamız ve ilâhî
muradı çağın gelişen şartlarına göre araştırıp bulmamız gerekmektedir. Aksi
halde Kur'ân'ın içinde yaşadığımız çağa olan kapısı kapalı tutulmuş olur.
«Yerden size
çıkardıklarımız..» sözü, çok anlamlıdır. Sınırlama yoktur. Ni'metin çokluğuna işaret vardır.
Düne kadar tahıl,
hurma, üzüm, altın, gümüş, bakır, demir ve benzeri madenler İle tefsir
ediliyordu. Günümüzde ise bunlarla birlikte diğer hammaddeler, başta petrol ve
kömür olmak üzere yeni yeni bulunan madenlerle yorumlanabilir.
Böyleoe İslâm
ülkelerinin çoğunda demir ve kömür çağı yerini siyah altına terk etti. Petrol
uzmanlarının ifadesine göre Orta-Doğu'da petrol yataklarının aynı tempoyla
işletilmesine devam edilirse, daha yaklaşık 150 yıllık ihtiyat vardır.
Günümüzde ise petrolün nasıl güçlü bir silah olduğunu anlatmaya gerek yoktur.
Müslümanların toprağa ve yeraltına yeniden dönmesi güçlenmesinin işaretidir.
Dinde bunu yasaklıyan bir hüküm şöyle dursun, tahrik ve teşvik eden emir ve
tavsiyeler sayılmıyacak kadar çoktur. Hem bu emir ve tavsiyeler incelendiğinde
göz ve gönül dolduracak ana fikirleri© doludur.
Diyebiliriz ki, zengin
kaynakların bulunması ve yeniden Kur'ân'a dönülmesi, İslâm'ın «Büyük Uyanışı»
nın ilk adımıdır. Kendi aralarında bu iki güç ve kaynaktan kaynaklanarak
birleşirlerse, gökten inen som beyaz nuranî altın (Kur'ân), yerden çıkan siyah
altın (petrol ve kömür), mutlak anlamda üstünlük sağlamaya yetecek en güçlü
silahlardır.
Böylece İslâm'ın
Jeopolitiği, hareket serbestisi içinde ekonomik yönde de sür'atle gelişmeye
uyum sağlar; maddî güç ile manevî gücü birleştirip dengeli, sağlam ve uzun
ömürlü bir sosyo-ekonomik güç meydana çıkar. Zekât, sadaka, faizsiz kredi gibi
müesseselerle sosyal adaleti kurar.
Yukarıdaki âyet
özellikle bu iki noktaya parmak basmıyor mu? Mallarınızın iyisinden sadaka
verin, yerden size çıkardıklarımızla zayıf unsurları güçlendirin, uyarısı
parlak bir güneş ışınları gibi çevremizi aydınlatmıyor mu? [367]
«Kazandıklarınızın
iyi-temiz olanından ve yerden size çıkardıklarımızdan harcayın,.»
islâm kendine has
başlıbaşına bir sistem olup apayrı bir dünya görüşü getirmiştir. Ne
kapitalizme, ne sosyalizme, ne de komünizme uyar. Çünkü ferdî çıkarı daha çok
ön plâna alan, zengini çok daha zengin yapan, fakirden yana olmıyan ve altta
kalanın canı çıksın diyenkapitalizm, «İnsanların hayırlısı, insanlara yararlı
olandır,» ve «Kendin için sevip hoş gördüğün şeyi din kardeşin için de hoş
görmedikçe mü'min olamazsın», prensiplerine ve yukarıda mealini verdiğimiz
âyete ters düşmektedir.
Üretim araçlarını
kontrol altına alıp, kişisel hürriyete imkân vermi-yen, bütün malların
ortaklaşa kullanılmasını savunan ve özel mülkiyeti kökünden yıkıp kaldıran
toplum rejimi diye nitelendirilen komünizm; konumuzu teşkil eden âyetlerin
kişisel hürriyete ve özel mülkiyete tanıdığı geniş fakat fakirden yana haklara
ters düşmektedir, Çünkü zekât ve sadakayı ancak zengin fertler verir, bu da
özel mülkiyete dayanır. Yerden çıkan ürünlerin zekâtını keza toprak sahipleri
muhtaçlara dağıtır. Böylece özel ve kişisel mülkiyet ve hürriyetin en verimli
ve muhtaçtan yana acık kapısını getiren İslâmiyeîin bu ve benzeri izmlerle
bağdaşmasına imkân yoktur.
Özel mülkiyeti kısmen
veya tamamen kaldıran, mübadele ve dağıtım araçlarının bir kısmını ya da
tamamını topluma ait sayan siyasî bir doktrin ve hareket anlamını taşıyan
sosyalizm; özel mülkiyete yer veren, saygı duyan, üretim ve dağıtım
vasıtalarını topluma ait kılmayan, her hak-ki-sahibine teslim eden, herkesin
meşru kazancına kapıyı açık tutan, sosyal dengeyi âdil biçimde ayakta tutmak
için zekât, sadaka, fitre, keffa-ret, faizsiz kredi ve çeşitli yardımlaşmayı
öngören İslâm'a ters düşmektedir.
Yukarıdaki, âyet,
taşıdığı çok geniş anlamıyla, bütün bu izmleri reddeder. Özel mülkiyeti belli
ölçülerle ayakta tutmayı emreder. Fert ve toplum yararına -haklar ölçülü
biçimde korunarak- sosyal adaleti en etkin şekilde gerçekleştirmeyi amaç
edinir. [368]
Geçen âyetle,
Rahmân'ın ilhamını. Şeytanın vesvesesinden ayırmanın; birincisine gönül
kulağını çevirip ruhun asıl gıdasına kapıyı açık bulundurmanın; ikincisinden
tiksinip uzaklaşmanın ve bu ses ve sinyale hemen meyleden ,nefsi terbiye
etmenin aneak sağlam imân, selim akıl ve yararlı ilimle olabileceği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle, bu
üç unsuru içeren hikmetin nasıl bir iyilik ve hayır olduğuna dikkatler
çekiliyor ve akıl sahiplerinin bu konuda iyice düşünüp akıl ve hikmet aracıyla
hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, saadeti bedbahtlıktan
ayırdetmelerinin mümkün olduğuna işaret ediliyor. [369]
269— Allah
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, gerçekten ona çokça hayır
verilmiştir. Bunu da ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.
«Hikmetin başı Allah
korkusudur.» [370]
«Ancak iki şey
hakkında (gıptaya dönüşür anlamda) hased edilir: Bİrİ, Allah'ın kendisine mal
verip onu Hak yolunda harcamaya görevlendirdiği kimse; diğeri Allah'ın
kendisine hikmet verip onunla hükmeden ve başkasına öğreten kimse..» [371]
«Hikmet mü'minin
yitiğidir; onu nerede bulursa toplayıp kendine alsın.» [372]
«Hikmet, soylu kişinin
şerefini artırır, köle olan kulu yükseltir de onu hükümdarlar meclisinde
oturtur.» [373]
«Hikmet on bölümdür.
Dokuz bölümü (ömrü boşa harcamıyarak kendi işiyle meşgul olup, ayartan
kimselerden uzaklaşarak) kendi başına tenha kalmaktadır. Bir bölümü de
(gereksiz yere konuşmayıp) susmaktadır.» [374]
Cok yönlü ve çok
anlamlı olan bu kelime üzerinde birbirine yakın farklı tanımlamalar ve yorumlar
yapılmıştır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralıyabiliriz :
1. Kur'ân'm nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşabihini, önce inen âyetlerle sonra inen âyetlerin
kronolojik sırasını, heiâl ve haram kıldığı şeyleri, örnek ve
benzetmelerini bilmektir.
Bu tarif ve açıklama
üzerinde daha çok İbn Abbas (R.A.) durmuştur.
2. Tabiînden Mücâhid'e göre,
sözün doğrusunu ve isabetli
olanını söylemektir.
3. Leys bin Ebî Sâüm'e göre, ilim, fıkıh ve
Kur'ân'dır.
4. Ebû Ali'ye göre, saygı dolu Allah korkusudur.
Çünkü Allah korkusu hikmetin başıdır.
5. İyi anlayış ve güze! kavrayıştır. Bu tarif
üzerinde daha çok ünlü müctehit İbrahim Nahaî (R.A.) durmuştur.
6. Ebû Mâlik'e göre, Resûiüliah (A.S.)
Efendimizin insan hayatına yön
veren sünnetidir.
7. Zeyd bin Eslem'e göre, akıldır.
8. İmam Mâlik'e göre, Allah'ın dininde anlayış
ve bilgili olmaktır. Bu da ancak Allah'ın insan kalbine yerleştirdiği bir lütuf
ve inayetle gerçekleşir.
9. Müfessir Süddî'ye göre, peygamberliktir.
Cumhura göre hikmet,
peygamberliğe has değildir, daha başka şeyleri, mertebe ve dereceleri de
kapsar.
10. İbn Kasım'a göre, Allah'ın modelsiz ve
örneksiz yaratıp meydana getirdiği yüce eseri üzerinde düşünmektir.
11. EI-Hasan'a
göre, haram ve şüpheli şeylerden
titizlikle kaçınmaktır.
Büyük müfessir Kurtubî
(R.A.) bütün bu tanımlamaların ve yorumların mâna ve maksad yönünden birbirine
yakın olduğunu söyler ve kelimeyi gramatik olarak şöyle belirler:
Hikmet, ihkâm 'dan
masdardır. Bu ise, söz ve davranışla i t kan {sağlamlaşma, bir şeyi iyice
bilme) demektir. Allah'ın Kitabı bir hikmettir; Peygamber (A.S.)ın sünneti de
bir hikmettir. Fazîletten yana anlatılan her şey de hikmettir. Çünkü hikmetin
aslı, insanı ölçüsüzlük ve dengesizlikten alıkoyan şeydir. Bu nedenle ilim,
insanı bu durumlara düşmekten koruduğu için hikmet sayılmıştır. Kur'ân, akıl ve
anlayış da böyledir.
12. İrâdeye yön veren yararlı ilimlerdir. Çünkü
hikmetin aracı aklidir.
Büyük müfessir
Fahrüddin Râzî (R.A.), Mefatihüigayb'de bu kelimenin yorumunu yaparken bazı
rivayetlere de yer vermiştir. Özetle diyor ki;
«Hikmet, Kur'ân'da
dört biçimde yorumlanmıştır:
1. Kur'ân öğütleri,
2. Anlayış ve ilim.
3. Kur'ân,
4. Peygamberlik.. [375]
Bütün bu yorumlar
gerçekleştiğinde bir ucu gelip ilme dayanır. İnsanlara ise az bilgi verilmiştir.
Hikmeti, doğru olanı
yapmak ve isabetli hareket etmekle yorumlamanın sınırı, beşerî gücümüze göre
Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmamız-dır. Bu mânanın dayandığı temel ise,
Resûiüllah (A.S.) Efendimizin : «Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın..» hadîsidir.
İşte hikmeti bu iki
anlamın dışına çıkarmak mümkün değildir. Çünkü insanın asıl olgunluk ve
erdemliği iki şeyde kendini gösterir, diğer bir deyimle açığa vurur: Hakk'ı
hak olduğu için bilip tanımak, iyilik ve insanlıktan yana düşünmeyi mutlak
hayır olduğu için işlemek.. Birincisinin ilme ve ona uygun idrâke, ikincisinin
isabetli ve doğru olanı yapmaya dayandığını Kur'ân'dan öğreniyoruz. Nitekim :
İbrahim Peygamber
(A.S.) ; «Rabbim! Bana hüküm lütfet» demiştir. Bu nazarî hikmettir. Hemen sonra
: «Ve beni iyi kulların arasına kat..» diyerek amelî hikmeti arzulamıştır.
Musa Peygambere (A.S.)
Allah şöyle seslenmişti : «Şüphesiz ki Ben Allah'ım, Benden başka ilâh
yoktur.,» Bu nazarî hikmettir. Bundan hemen sonra şu emir eklenmiştir: «Bana
kulluk edin..» Bu da amelî hikmettir.
İsâ Peygamber {A.S.) :
«Ben Allah'ın kuluyum.,» demişti. Bu nazarî hikmettir. Sonra da : «Rabbim bana
namaz ve zekât ile emretti..» diyerek amelî hikmete kapı açmıştır.
Cenâb-i Hak,
Muhammed'e (A.S.) hitapla; «Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur..» buyurmuştur.
Bu nazarî hikmettir. Sonra da ; «Kusurlarından dolayı istiğfar et.» buyurarak
amelî hikmetten söz etmiştir.
Allah, diğer bütün
peygamberleri kasdederek (salât u selâm hepsine olsun) : «Allah kendi
buyruğundan (haberli kılmak için) kullarından dilediğine melekleri ruh ile
indirir de : Benden başka hiçbir ilâh olmadığını»
buyurarak kullarını
yürümekte oldukları yolun tehlikesine karşı uyarmalarını ister. Bu, nazarî
hikmettir. Bundan hemen sonra, «O halde bana kar-Ş» gelmekten sakının!»
buyurması ise amelî hikmeti yansıtır. [376]
İşte Kur'ân bu ilâhî
metotla insanî kemâlin (olgunluk) ancak
bu iki kuvvetle gerçekleşebileceğini anlatır. [377]
Bu üçü, insan
hayatının iki kanadını, beden ve ruh yapısının birleşme sentezini, dünya ile
âhiret bağlantısının asıl mâna ve maksadını formüle edip meydana getiren
sehpadır. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle bilhassa hikmetin mayasını oluşturan bu
üç kavrama işaret edilmiştir. Çünkü hakkın sesini duyup ona kulak vermek;
şeytanın, nefs anteniyle kalbe ve dimağa yolladığı sinyali anlamak önce bir
imân ve akıl işidir. Birinin saadet va'dettiğini, diğerinin felâkete sürüklemek
istediğini farketmek, imân ve akıldan
güç alan ilim işidir.
Kur'ân bu üçlü
sentezin çokça iyiliğe götüreceğini, daha doğrusu dünya ve âhiret hayrına
ancak bununla erişilebileceğini noktalıyor.
Onun için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, «Hikmet mü'minin yitiğidir.»[378]
«İlim İslâmın hayatı, imânın direğidir.» [379]
«Kişinin aklı tamamlanmadıkça dini tamamlanmaz..» [380]
buyurarak bu hakikati en ölçülü biçimde yansıt-m»şt.r. [381]
Geçen âyetlerle,
gösteriş için harcanan ve bir de harcandıktan sonra başa kakılan, gönül
incitilen maldan ve onun sahibinden söz edildi. Allah yolunda harcanan malın
ve tertemiz duygularla İslâm cemaatine yardım elini uzatanın değer taşıdığı ve
Allah katında mükâfata lâyık bulunduğu hatırlatıldı ve sonra bu doğrultuda
düşünüp imândan gelen sese kulak vererek hareket etmenin bir hikmet konusu
bulunduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetler,
hangi düşünce ve inanca dayanırsa dayansın yapılan iyiliklerin ve ortaya konan
harcamaların herhalde Allah tarafından bilindiği belirtiliyor ve böylece gizli
maksat taşımanın hiç kimseye yarar sağlamıyacağı hatırlatılarak sosyal yapıda
zengin-fakir ilişkilerinin gerçek ölçüsü veriliyor; iki tarafın da onur
kırıcı, yüzsüzlüğe yolaçıcı davranışlardan kaçınmaları isteniliyor. Allah'ın
mülkünde O'nun ni'metini O'nun kullarına verirken çok dikkatli davranılmasının
gerektiğine, zenginle fakir, işverenle işçi arasında dengeli, ölçülü bir
kardeşliğin kurulmasına büyük bir gereksinme olduğuna İşaret ediliyor[382]
270— Nafakadan ne harcadınız veya adaktan ne
adadınızsa herhalde Allah onu bilir. Zâlimlerin yardımcıları yoktur.
271— Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer
onu gizler de öylece fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır ve
(Allah bu sebeple) günahlarınızdan bir kısmını örter (de bağışlar). Allah
yaptıklarınızdan elbette haberlidir, (onları yeterince bilir).
272— Onları doğru yola iletip eriştirmek sana
gerekmez, (senin görev sınırına girmez). Ama Allah dilediği kimseyi doğru yola
eriştirir. Hayır (ve iylik)den ne harcarsanız bunun yararı kendinizedir. Zaten
siz ancak Allah rızasını gözeterek
harcarsınız. Hayırdan ne harcarsanız
karşılığı tastamam verilir ve siz haksızlığa uğramış olmazsınız.
273— (Sadakalarınızı), kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşmayan (kapı kapı
gezmiyen) fakirlere (verin) ki, onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını
bilmeyen, onları zengin sanır.
Onları (sîz Allah yolunda
olanlar) çehrelerinden tanırsınız; insanlardan yüzsüzlük ederek istemezler.
(Evet) hayırdan ne harcarsanız şüphesiz ki Allah onu bilir.
274— Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve
açık (hayır işleyerek) harcarlar, işte onların ecir (karşılık verilecek
mükâfatları Rabları kalındadır. Onlar üzerine bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir
de..
Ashab-ı Kirâm'dan
birkaç zat Resûlüllah (A.S.) Efendimize, açık ve gizli verilen sadakadan
hangisinin daha iyi olduğunu sordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.
Diğer bir rivayete
göre:
Hazreti Ali (R.A.)nin
dört dirhemi vardı; birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açık
olarak fakirlere harcadı. Bu sebeple yukarıdaki Ugili âyet indi. [383]
Ayrıca Kurtubî'nin
tesbitine göre, 272. âyet şu sebebe bağlı olarak inmiştir:
Önceleri Müslümanlar,
inanırlar da İslâm'a girerler umuduyla
gayr-i müslimlere de sadaka verirlerdi. Sonra «Onları doğru yola iletip eriştirmek
sana gerekmez» uyarısı indi. Yani verdiğiniz sadaka ile böyle bir sonuç
beklemenize gerek yoktur. Çünkü Allah dilediğini doğru yoia eriştirir. Size
düşen görev, doğru yola irşad etmektir.
Nitekim Ebûbekir
Sıddîk (R.A.)ın kızı Esma (R.A.) bir ara kâfir olan dedesi Ebû Kuhafe'ye sadaka
vermek istedi, fakat küfür üzere olduğunu düşünerek vazgeçti. Bunun üzerine
yukarıdaki ilgili âyet indi. Böylece gayr-i müslimlere de -muhtaç durumda
bulunuyorlarsa- sadaka verilebileceği anlaşılıyor. Tabii zekât, Müslüman
fakirlerin hakkıdır, başkasına verilmez.
İbn Ebî Hâtim'in
rivayetine göre, İbn Abbas (R.A.) in şöyle dediği tes-bit edilmiştir;
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz bize ancak Müslüman halka sadaka vermemizi emretti. Sonra bu (ilgili)
âyet inince gayr-i müslimlere de sadaka vermemize cevaz kapısı açılmış oldu.»
İbn Ebî Şeybe'nin
tesbitine göre ise, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ashabına : «Ancak sizin
dininizden olanlara sadaka verin!» diye emretmiştir. Bunun üzerine 272. âyet
inmiştir.
Bütün bu rivayetlerden
şu sonucu çıkarabiliriz:
Zekât sadece Müslüman
fakirlerine ve Kur'ân'ın belirttiği Müslümanlardan sekiz sınıfa verilebilir.
Sadaka ise hem Müslüman fakirlere, hem de gayr-i müslim fakirlere verilebilir. [384]
Sadaka ile ilgili
âyetler ardarda inmeye başlayınca Hz. Ömer (R.A.} servetinin yarısını, Hz.
Ebûbekir Sıddîk (R.A.) ise tamamını alıp Resûlüllah (A.S.) Efendimize
getirdiler ve fakirlerle Allah yolunda savaşan muhtaçlara dağıtılmasını
dilediler. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ömer'e sordu:
— Ya Ömer! geriye çocukların için ne bıraktın?
Ömer (R.A.) şu cevabı
verdi:
— Yarısını onlara bıraktım..
Sonra Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Ebûbekir Sıddîk'a sordu:
— Ya Ebâbekir! geriye çocukların için ne
bıraktın?
— Allah ve Resulünün
(müjdeleyici anlamda) verdikleri sözü bıraktım, diye cevap verdi. Bu sınırsız
cömertlik karşısında Hz. Ömer fazlasıyla duygulandı ve nemli gözlerini
Ebûbekir'e çevirerek şöyle demekten kendini alamadı: «Evet, ya Ebâbekir! ne
kadar bir hayır kapısını açmada yola çıkildiysa, mutlaka sen daha erken oraya
vardın.» [385]
«Yedi kimse vardır ki,
Allah onları kendi gölgesinden başka bîr gölgenin bulunmayacağı günde gölgelendirecektir:
1. Âdil hükümdar,
2. Allah'a İbâdet ve kulluğun (derin mânası)
içinde gelişen genç,
3. Allah için sevişen, bu sevgi üzere biraraya
gelip bu sevgiyle ayrılan iki adam,
4. Câmi'den çıktıktan sonra tekrar oraya
dönünceye kadar kalbi camiye bağlı kalan kimse,
5. Yalnız başına bulunduğunda Allah'ı anıp
gözleri yaşaran kimse,
6. Soylu güzel bir kadın kendine çağırdığında,
«Ben, âlemlerin Rab-binden korkarım» diyen adam,
7. Bir sadaka verirken onu sağ elinin verdiğini
sol eli bilmîyecek biçimde gizli tutan kimse.. [386]
«Yanında kendini
doygun kılacak kadar malı bulunan kimse, buna rağmen dilenirse, o ancak
Cehennemden bir kor {ateş parçası) istemiş olur.» [387]
«Kur'ân'ı açıktan
okuyan, açıktan sadaka veren gibidir. Kur'ân'ı gizli (içinden) okuyan, gizli
sadaka veren gibidir.» [388]
«Zengine ve bir de
güçlü, azası sağlam sıhhatli olana sadaka helâl olmaz.» [389]
«Yoksul, kapı kapı
dolaşıp bir iki hurma, bir iki lokmayla, bir iki yemekle (ilgi gösterip)
çevirdiğin kimse değildir. Ama yoksul, kendini doygun kılacak bir şey
bulamıyan ve farkedilîp tanınmadığı için de kendisine sadaka verilmiyen, (aynı
zamanda bu durumuna rağmen) insanlardan bir şey istemiyen kimsedir.» [390]
«Kimin kırk dirhemi
olduğu holde dilenirse yüzsüzlük etmiş olur.» [391]
«Hayır ve iyilikten ne harcarsanız bunun
yararı kendinizedir.»
İslâm, kapitalist
ülkelerde olduğu gibi emek-sermaye çatışmasına neden olan grev ve lokavta yer
vermemiştir. İşçinin hakkının korunmasını, işverenin, malına haksız tecavüzün
önlenmesini devletin yetki ve otoritesine bırakmıştır. Bunun yanisıra
sermayenin mahdut ellerde birikmesini, vergi, zekât ve benzeri sosyal
yardımlaşma kurumlarını harekete geçirerek önler. Üretici, tüketici ve işçiyi
olumsuz yönde etkiliyen grev ve lokavta kapı açmadan, meseleyi iki tarafın
haklan zedelenmeden çözer. Bunun aksine günümüzde kapitalist ülkelerde
emek-sermaye çatışması devlet otoritesinin dışına çıktığı ve böylece grev ve
lokavt sonucu üretici ve tüketicinin çıkarları zedelendiği için çözümü çok zor
sosyo-ekonomik tepkilere yol açmıştır. Kısacası emekle sermaye arasında uzun
vadeli bir uzlaşma sağlamak başlıbaşma bir ütke meselesi haline gelmiştir.
İslâm sınıf kavgasına,
hiç olmazsa sürtüşmesine kapı açan bu tür yollan kapamış, zenginle fakir,
işverenle işçiyi makul şartlarla kardeş yapmıştır. «Yanınızda çalışanlar sizin
kardeşlerinizde, Allah onları sizin elinizin altında bulunduruyor: Yediğinizden
onlara yedirin, giydiğinizden onlara giydirin. Güç getiremiyecekleri yükü
onlara yüklemeye kalkışmayın, böyle bir durum meydana gelirse onlara yardımcı
olun..» [392] mealindeki hadîs-i
şerîf, bu iki sınıf arasındaki kardeşlik bağının en güzel ve anlamlı ölçüsünü
sunmaktadır.
Konumuzu oluşturan
âyetlerle de yapılan iyiliklerin, onur kırıcı biçimde olması önlenmekte,
böylece fakirle zengin arasındaki mesafe bir bakıma kaldırılmaktadır.
Sınıflar arasındaki
sürtüşmeye kapı açmayı önleyen bu âyetlerin yorumunu yaparken önemli noktaları
sıralamakta yarar vardır:
1. Yapılan
her iyiliğin, adanan her adağın ne için ve ne amaçla yapıldığını Allah bilir
ve ancak Allah rızası gözetilerek ve fakirden, muhtaçtan bir karşılık
beklenmiyerek yapılan hayrı, iyiliği ve adağı kabul eder ve bunun karşılığını
hem dünyada, hem âhirette noksansız verir. Dünyadaki karşılığı, üretimin
durmaması ve tarafların olumsuz yönde etkilenmemesi, fiatların artıp
tüketiciyi zor duruma düşürmemesi ile yorumlanabilir. Ahiretteki karşılığı
mutlak saadettir.
Gösteriş için, halkın
övgüsünü kazanmayı amaç edinilerek yapılan iyilik ve hayrı kabui etmez. Çünkü
bu tür davranış ve düşüncede hem gizli bir şîrk yatmakta, hem de fakir ve
muhtacın onuru zedelenmektedir.
2. Elindeki mal ve servetini Allah yolunda
harcamıyarak, toplum yapısında sosyal adaletin sağlanmasına bu açıdan darbe
indirenleri, Allah, ilâhî sünnete uymadıkları için hem dünyada, hem âhirette
cezalandırır; O'nun kanunları değişmez.
Servet biriktirmeyi tek amaç olarak
seçen maddeciler böylece hem kendilerine, hem bağlı bulundukları topluluk ve
millete büyük bir haksızlık etmiş sayılırlar. Bu yüzden sosyal yapıda bir
dengesizlik meydana gelir; sınıflar arasında çetin bir sürtüşme başlar, üretici
ve tüketici büyük kayıplara uğrarsa, artık Allah o haksızlara yardım etmez.
Çünkü : «Zalimlerin yardımcıları yoktur..»
3. Onur kırıcı, haysiyet zedeleyici olmaması,
muhtaçların gönül rahatlığıyla yapılan yardımı yiyebilmeleri için sadakaları
(zekât ve benzeri yardımları) gizlilik
ölçüleri içinde fakirlere vermek çok
daha hayırlıdır. Hem güzel
ahiâkın iyi örneklerinden biridir. Başkası da yardımda bulunsun diye bir
teşvik anlam ve niyeti taşıyorsa, açıkça verilmesi de iyi olur.
4. Hidâyet genellikle iki kısma ayrılır: Biri,
hayır ve saadet yoluna ulaşmada başarılı kılmaktır ki bu, Allah'a aittir.
Diğeri, hayır ve saadet yolunu göstermektir ki bu. Peygamber (A.S.) Efendimiz
ile ümmetinden irşat etme yetkisinde olanların görevidir.
Bundan çıkarılan sonuç
şudur:
Peygamberin ve O'nun
yolunda bulunan mürşitlerin asıl görevi, toplumun kültürel, sosyo-ekonomik,
psikolojik ve aile yapılarını, millî duygularını dikkate alarak onlara iyilik
ve saadet yolunu göstermek, kul ile Allah arasındaki caddeyi onlara gösterip
belirlemektir.
İşte hidayete
ulaştırmada insana tanınan sınır buraya kadardır. Şöy-leki: Allah için, O'nun
rızasını elde etmek niyetiyle hizmete atılan mürşitler, beşerî bütün güç ve
yeteneklerini ortaya koyarak insanları hakka ir-şâd ederler. Ama doğru yola,
hakka ve saadete ulaştırmak (hidâyet) Allah'a aittir. Çünkü Kur'ân : «Onları
doğru yola iletip eriştirmek sana gerekmez, (senin görev sınırına girmez). Ama
Allah dilediği kimseyi doğru yola eriştirir.» buyuruyor. Başka bir âyetle de
şöyle hatırlatılıyor: «Rabbın dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de imân
ederdi. Hal böyle iken mü'min olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?!
Allah'ın İzni olmadıkça hiçbir kimse imân etmez.» [393]
5. Bu sınırı ve anlamını bilen, inceliğini imân
ve akıl ölçüleri içinde kavrayan mü'minler Allah rızasını gözeterek harcarlar
da içlerinde bir sıkıntı duymazlar; gerekirse gayr-i
müsiimlerden fakir ve muhtaç vatandaşlara sadaka verir, fakat bununla onları
hidâyete (hak dine) eriştireceğini düşünmez, sadece doğru yoiu gösterme
niyetiyle hareket ederler. Çünkü hayır ve iyilikten ne harcarlarsa bunun
yararını hem dünyada, hem âhirette göreceklerine inanırlar.
6. Toplum yapısında insan olmanın anlamını kavramış,
imân terbiyesiyle ruhunu geliştirmiş nice fakirler var ki, bu niteliklerinden dolayı hiç kimseye
durumlarından söz etmezler, yüzsüzlük yapmazlar. Onların çehresinde îmân, irfan,
kanaat, sabır ve Allah'a kul olmanın belirtileri her zaman belirgindir.
Böylelerini, daha çok oluşturulan
hayır kurumlarıyla tesbit edip
yardımda bulunmak, yine topluma verilen bir görevdir. Ayrıca Resûlüllah (A.S.)
devrinde bu husus bir yandan da devletin görevleri arasında bulunuyordu.
Toplanılan zekâtı ayrı bir fon meydana getirerek fakirlere zamanında
ulaştırırdı.
«(Sadakalarınızı)
kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşa-miyan fakirlere (verin)..»
Mealindeki âyette sözü
edilen bu fakirler kimlerdir?
a) Kendilerini savaş için Allah yoluna vakfeden
ve bu yüzden ticaret ve sanatla uğraşmaya vakit bulamıyan kahraman gazilerdir.
Onları her bakımdan, özellikle maddî yönden desteklemek Müslüman
zenginlerin görevidir.
b) Allah yolunda savaştan savaşa koşup yaralanan
ve bu yüzden iş göremiyecek duruma gelen malûl gazilerdir. Müslüman zenginler
ya doğrudan, ya da devlet eliyle açılan bir fon aracılığıyla bunlara yardım
elini uzatmalıdırlar.
ç) İslâm
uğrunda yurdunu, malını ve yakınlarını terkedip Medine'ye gelerek yerleşen ve
fakat ev bulamayıp Mescid-i Saadetin bitişiğindeki hurma dallarından yapılan
gölgeliğin altında toplanan ve asıl görevleri, Peygamber (A.S.) Efendimizin
Sünnetini, emir ve yasaklarını tesbit edip öğrenmek olan Ashab-ı Suffadır. [394]
7. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık
harcayanların, mükâfatları Rableri katındadır. Kur'ân bu mükâfatı iki biçimde
noktalıyor:
a) «Onlar üzerinde bir korku yoktur,
b) Ve onlar üzülmeyeceklerdir..»
Sözü edilen korku,
biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki kısımdır: Dünyadaki korku,
fakirle zengin arasındaki mesafeyi açmak, sınıf kavgasına ortam hazırlamak ve
böylece materyalizm belâsı ve komünizm fırtınası ile yüzyüze gelmektir. O halde
kendi ülkesinde sağlam ölçüler içinde dinî ve millî bir eğitim süzgecinden
geçtikten sonra sınıflar arasındaki açıklığı bir uçurum haline gelmeden
kapatan inanmış zenginlere ve orta hallilere korku yoktur. Çünkü sosyal
adaletin gerçek ve vazgeçilmez elementleri harekete geçirilmiştir.
Âhiretteki korku,
dünyada iken görevini yerine getirmemenin, kişisel çıkarını her şeyin üstünde
tutmanın doğurduğu eiim sonuçların hazırladığı, ilâhî adalete uygun bir
azâbdır.
Bunun gibi sözü edilen
üzüntü de, biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki kısımdır: Dünyadaki
üzüntü, mevcut nîmetin elden gitmesi, insanların birbirine düşman kesilip
saldırması ve huzurlu bir hayatı va'de-den kapıların kapanmasıdir. Çünkü
dünyadaki ıstırapların en kötülerinden biri, mevcut nîmetin elden gitmesinden
doğan üzüntüdür. Hele bir de, kişide sağlam bir imân ve arınmış bir ruh yoksa,
neticesi ya kalp krizi, ya da intihar olur.
Âhiretteki üzüntü,
Allah'ın verdiği araçları yerinde, amacında kullanmamanın ve bu yüzden
İnsanlara yararlı bir kişi olamamanın sürüklediği bataklığın bütün açıklığıyla
ortaya çıkmasıdır. [395]
«Eğer onu gizler de
öylece fakirlere verirseniz o ne güzel!»
Yukarıdaki âyette
geçen sadakadan maksad, tetavvu' olanıdır. Çünkü zekât gayr-ı müslimlere
verilmez. İlim adamlarımız bu konuda görüş birliği halindedir. Dayanak ve
dilleri ise, şu hadîstir: Resûlüilah (A.S.) Efendimiz Müslüman cemaate hitap
ederek :
«Zekâtı
zenginlerinizden alıp fakirlerinize
vermekle emrolundum.»
buyurmuştur. [396]
O halde gayr-i
müsiimlere sadece yardım olarak sadaka verilir. Müslüman fakirlerin hakkı olan
zekât ve fitre veriimez.
Nitekim Resûlüilah
{A.S.) Efendimiz, Muâz'ı (R.A.} Yemen'e gönderdiğinde ona : «Zekâtı onların
(Müslümanların) zenginlerinden al, fakirlerine dağıt.» buyurmuştu. [397]
1. Dilencilik:
Ahmed bin Hanbel'den,
«Ne zaman dilenmek mubahtır?» diye sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: «Kişinin
yanında gıdasını ve yaşamasını karşılayacak bir şey bulunmadığı zaman...»
İlim adamlarından Ebû
Abdullah'a soruldu :
— Bir kimse sıkıntıya düşer, muztar durumda
kalırsa dilenebilir mi?
— Evet, diye cevap vermiştir. Soran devam
etmiş:
— Peki ama yüzsuyu dökmek, onurunu kırmak
istemezse?.,
— Bu onun için daha hayırlıdır. Çünkü Müslüman
bir üikede bir kişinin açlıktan öldüğünü sanmıyorum. Allah onun rızkına
herhalde bir sebep yaratır. Çünkü Peygamber (A.S,) : «Kim iffetli olur,
yüzsüzlük etmezse Allah onun iffet ve onurunu korur.» buyurmuştur. [398]
Ebubekir (R.A.) diyor
ki:
Peygamber (A.S.)
Efendimizden soruldu:
— Yiyecek bir şey bulamıyan kimse dilenir mi,
yoksa ölmüş hayvan etini mi yer?
Buyurdu ki:
— Birisinden bir şey isteme imkânı varken ölü
hayvan etinden hiç yenilir mi?
Yüzsuyu dökemiyen
fakirleri tesbit edip onların halini Müslüman zenginlere duyurmak sünnettir.
Nitekim yalınayak, yarı çıplak bir vaziyetteki bir topluluk Resûlüilah (A.S.)
Efendimize gelmişti. Onların bu acıklı halini gören Peygamber, Ashabına:
«Bunlara zekât ve sadaka verin» diye emretmişti.
Ebû Ömer (R.A.) bu
konuda Resûlüllah (A.S.)ın şöyle buyurduğunu da kaydediyor: «Fakirler için
şefaatçi olun ki sevap kazanasınız.»
Ahmed bin Hanbel de
buna cevaz vermiş ve rivayetleri doğrulamıştır. Ebû Dâvud ve Nesâî'nin
yaptıkları rivayete göre: Firâs oğullarından bir adam. Peygamber (A.S.)
Efendimize geldi ve:
— Dilenebilir miyim?
Diye sordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ona : — Hayır, rasgele değil, ancak sâlih kişilerden iste,
buyurdu.
Muhtaç durumda olup
dilenmiyen bir fakire yardım gönderilince reddetmesi doğru olur mu? Hayır,
kabui etmesi Sünnete uygundur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hazreti
Ömer'e bir şeyler göndermişti. Ömer (R.A.) onu kabul etmiyerek geri çevirmişti.
Resûlüllah (A.S.) ona :
— Ya Ömer! neden geri çevirdin? Diye sorunca, o
şu cevabı vermişti:
— Siz bize, bir şey almamanız daha hayırlıdır,
buyurmadmiz mı? Bunun üzerine Resûiüllah (A.S.) Efendimiz:
— Evet, ama benim dediğim dilencilik yoluyla
ilgilidir. Dilenmeksizin birisinin gönderdiği yardımı kabui edersin. Çünkü bu
Allah'ın sana ayırdığı bir rızıktır.
Hz. Ömer (R.A.) bu
açıklamayı dinledikten sonra şöyle yemin etti:
— Vallahi, bundan böyle kimseden bir şey
dilenmiyeceğim ve bana gönderilen hiçbir yardımı da geri çevirmiyeceğim. [399]
Yine bu konuda diğer
sahih bir rivayete göre, Hz. Ömer (R.A.) diyor ki: Peygamber (A.S.) bana bazen
bağışta bulunurdu. Ben de: «Bunu daha fakire verseniz ya?, derdim. Bir gün
yine bana bir mal bağışladı. Ben de: «Benden daha fakire verseniz ya?»
dediğimde şöyle buyurdu : «İstemeye kalkışmadığın halde sana şu maldan bir
şeyler gelirse, onu al; gel-miyenin peşine nefsini takma!» [400]
Durumu iyi olduğu
halde yüzsüzlük edip ısrarla istemek haramdır. Ama kişi sıkıntıda olursa, ısrar
etmek iyi olmamakla beraber dilenebilir.[401]
«Ama Allah dilediği
kimseyi doğru yola eriştirir.»
Doğru yola
eriştirmekle çevirisini yaptığımız «hidâyet» iki anlam taşır: Biri, hayır ve
saadet yoluna iletip başarıya eriştirmektir ki Ebû Suud Efendinin deyimiyle,
«Arzulanan şeye ulaştırıcı olan özel hidâyet»tir. Bu anlamdaki hidâyet Allah'a
aittir; beşer yetkisinin sınırı dışında kalır. Çünkü mürşit ancak hayır ve
saadet yoluna irşat etmekle yükümlü ve görevlidir ki, hidâyetin ikinci anlamı
budur.
Hayır ve saadet yoluna
eriştiren ve eriştirici olan ancak Allah olduğuna göre, mürşidin bu konudaki
irşadının yeri ve anlamı ne olabilir? Buna daha çok pratikten bir örnek
verelim : Büyük bir kentin istasyonuna gelen yabancı, kentin hiçbir semtini
bilmiyor, yol gösteren bir kimse arıyor. Hayırhahlardan ya da görevlilerden
biri ona kenti tarif ediyor ve aynı zamanda eline o kentin haritasını da
veriyor. Böylece yol göstericinin görevi bitmiş oluyor. Kentte arzuladığı yeri
bulup gitmesi için bu kez aklını, zekâsını ve yeteneğini kullanması gerekiyor.
O takdirde Allah da ona yardımcı olur.
İşte Peygamber ve
O'nun yolundaki mürşitlerin görevi, insan aklını, zekâ ve yeteneğini harekete
geçirmek, saadet caddesini göstermek ve yoldaki engellerden, tehlikelerden,
konaklama yerlerinden haber vermektir. Artık yolu bulup yürümek, engel ve
tehlikeleri bir bir düşünüp tedbir almak, yolcuya düşer. Bu da ancak ilâhî
kanuna uyarak akli, zekâyı ve bütün yetenekleri kullanmaya bağlıdır. Çünkü
bunları kullanmak ilâhî sünnete uymak demektir. O'nun sünnetine uyulunca da
hidâyet bulmaya namzet olmaktır. Böylece Allah'ın has inayet ve hidâyeti
tecelli eder de o kulu doğru yola eriştirir. Tabii dilediği kimse için bu
böyledir. [402]
Geçen âyetlerle Allah
rızası için harcanan sadakadan ve onun faziletinden, topluma sağlayacağı
yararlardan sözedildi. Aşağıdaki âyetlerle, fakiri çok fakir, zengini çok
zengin eden, alın teri döküp kazananın kazan-cmın,hic çalışmayıp sadece
parasını kullanan tefeciye ulaşmasını sağlayan ribâ (faiz)in zararlarından,
fert ve toplumu nasıl kemirdiğinden, den-9eyi bozucu, her şeyi maddeye
bağlayıcı bir nitelik taşıdığından, sömürü-
cü bir sistemin tuzağı
ve kapitalizmin sosyal adaleti yıkan bir oyunu bulunduğundan önemli fakat
uyarıcı biçimde bahsedilmektedir. [403]
275— Riba (= faiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak
Şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar. Bu, onların «Ahm-satım da faiz gibidir»,
demelerin-dendir. Halbuki Allah ahm-satımı helâi, faizi haram kılmıştır. Artık
bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişi kendisine,
işi hakkındaki hüküm ise Allah'a aittir. Kim de faize döner, önce olduğu gibi
faizcilik yapmaya tekrar başlarsa, işte onlar Cehennemliktir, orada hep
kalıcılardır.
276— Allah faizi, bereketini gidererek hep
azaltır; sadakaları ise bereketlendirip arttırır. Hem Allah çok inkarcı hiçbir
günahkârı sevmez.
277— Şüphesiz ki imân edip yararlı işlerde
bulunan, namazı kılıp zekâtı verenlerin mükâfat ve sevapları Rabları
kalındadır. Hem onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
278— Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden
arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsanız (Rabbinizin emrine uyun).
279— Yok eğer böyle yapmazsanız, artık
Allah'a ve Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilin.
Eğer tevbe edip (faizcilikten vazgeçerseniz) ana sermayeniz sizindir. Artık ne
haksızlık eder, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
280— Eğer borçlu sıkıntıda ise, onu, bir kolaylık
bulununcaya kadar beklemek (uygun olur).
(Alacağınızı) sadaka olarak
bağışlarsanız sizin için -eğer bilirseniz- daha hayırlıdır.
281— Allah'a
döndürüleceğiniz ve sonra da herkese
kazandığının (karşılığı) eksiksiz verileceği günden (o gündeki hesaptan)
korkun. Onlara haksızlık da edilmiyecektir.
Bu âyetlerinAbbas bin
Abdüimuttalib ile Osman bin Afvan (Allah ikisinden de razı olsun) hakkında
indiği söylenir. Faizini hurma almak üzere bir adama ödünç para vermişlerdi.
Hurma zamanı gelince borçlu, onlara başvurarak tahakkuk eden faizi ödediği
takdirde çoluk-çocuğuna yetecek hurma kalmayacağım, bunun için biriken faizin
yarısını ertelemelerini, buna karşılık ayrıca belli nisbette faiz ödeyeceğini
teklîf etti. Onlar da kabul ettiler. Süre dolunca faizlerini istediler, borçlu
büsbütün zor durumda kaldı. Bunun üzerine, ilim adamlarından Atâ' ve İkrime'ye
göre, ribâ ile ilgili âyet indi.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz Abbas ile Osman'ı çağırıp ilâhî emri teb-lîğ ettiğinde her ikisi de
faizden vazgeçip sadece verdikleri borcu aldılar.[404]
Bu konuda birkaç
rivayet daha vardır, asıl tema anlaşıldığından nakletmeye gerek görmedik.
Ancak Zeyd bin Eslem'den yapılan şu rivayeti belirtmemizde yarar vardır:
Mekke'de Sakafîlerden
Amr oğulları ile Mahzûmîlerden Muğîre oğulları arasında câhiliyye günlerinden,
kalma ribâ (faiz) borcu bulunuyordu. Bunlar İslâm'a girince Sakiflîler bu
borcun ödenmesini talep ettiler. Mah-zumîler ise, «Biz İslâm'a girdik, İslâmî
bir kazancımızdan faiz veremeyiz» dediler. Bunun üzerine mesele Mekke valisi,
ya da naibi İtab bin ÜSEYD'e intikal ettirildi. O da bir mektup yazarak konuyu
Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordu. O sebeple «Ey imân edenler! Allah'tan
korkun, faizden orta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsanız..» mealindeki
âyet indi. [405][406]
«Mi'rac gecesi bir
ırmak kenarına geldik (kan gibi kırmızı olduğunu sanıyorum). Irmak'ta bir
adamın yüzdüğünü ve kenarında çokça taş toplamış bir adamın durduğunu, yüzen
adam kıyıya doğru yaklaştıkça ağzına o adamın birer taş attığını, onun da
atılan bu taşları yuttuğunu gördüm. Gördüğüm bu temsilin neyi ifade ettiğini
sorduğumda, Cibril: «Dünyada iken ribâ (faiz) yiyeni temsil ediyor, diye cevap
verdi.» [407]
«Ribâ yetmiş bölümdür;
en kolay (hafif) kısmı, adamın kendi anasıyla evlenmesi (gibi)dir.»[408]
«İnsanlar üzerine bir
zaman gelecek (hepsi de) ribâ (faiz) yiyecek,» Bunun üzerine soruldu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanların hepsi de
mi yiyeceK?
— Verniyenin de tozu dumanı burnuna
ulaşacaktır. Diye cevap verdi.: [409]
«Doğrusu Allah ribâ
yiyene, yedirene, şahidterine ve kâtibine lanet etmiştir.» [410]
«Şüphesiz ki Allah
sadakayı kabul eder, onu sağ eli (rahmeti)yle alır; sizden biriniz nasıl
tay'ıni besleyip büyütürse, öylece Allah sadakayı artırıp, çoğaltır; o kadar
ki bir lokması UHUD dağı gibi olur.» [411]
«Kim sıkıntıda bulunan
borçluya mühlet verirse, ona her geçen gün İçin o alacağı kadar sadaka sevabı
vardır.» [412]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin VEDA' HUTBESİNDE faizle ilgili sözlerinin çevirisi:
«Yanında bir emanet
bulunan kimse, bu emaneti kime aitse ona vermelidir.
«Her türlü ribâ (faiz)
yasaktır. Ana sermayeniz sizindir, ne haksızlık ediniz, ne de haksızlığa
uğrayınız, (Veya ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız).
«Allah ribâ (faiz)
yoktur, diyor. Abdulmuttalib oğlu Abbas'in bütün faiz (muamelesi) yasaktır.» [413]
Bu konuda önce
müfessîrlerimizin yorum ve görüşlerini aktarmayı, sonra da iktisatçılarımızın
görüş ve tesbitlerine yer vermeyi uygun bulduk :
Müfessir Alâuddin,
Lübabutte'vîİ' de diyor ki:
«Ribâ'nın haram
kılınmasının bir takım nedenleri vardır; bunları dört madde halinde
özetliyebiliriz:
1. Ribâ (faiz) başkasına ait bir mah karşılıksız
(ivazsız olarak) almaktır.
2. Ticaretle uğraşmayı engellemek, hiç
yorulmadan başkasının kazancıyla oturup geçinmeye kapı açmaktır.
3. Toplum arasında faizsiz ödünç vermek gibi
güzel bir yardımlaşma, ma'kul bir örf ve âdetin, (kâmil bir Sünnetin)
kalkmasına sebep olmaktır ve her şeyin maddi karşılıkla değerlendirilmesini
yaygınlaştırmaktır.
4. Hiç bir neden dikkate alınmasa bile, değil mi
ki Allah faizi haram kılmıştır, ona kayıtsız ve şartsız uymamız gerekmektedir.
Çünkü ilâhî tekliflerin hepsinin neden ve hikmetini bilmiyebiliriz. Ama bize
gereken, sadece o emre uymak, inanmak, sonra da gerekirse hikmetini
araştırmaktır. Fahruddin Râzî, Mefatihülgayb adlı tefsirinde özetle diyor ki :
«Faiz iie sadaka
arasında tezat yönünden ilgi bulunduğu için bir-arada anılmışlardır. Çünkü
sadaka, Allah yolunda isteyerek malı harcamak, dış görünüşüyle malı azaltma
fedakârlığını göstermektir. Faiz ise, iiâhî yasağa rağmen başkasının emeğine el
uzatıp karşılıksız bir fazlalık sağlamakla malı artırmaktın Bunun için Allah
faizin bereketini giderir; sadaka olarak verilen malın feyiz ve bereketini
çoğaltır.»
Diğer nedenler:
a) Faiz ve faizcilik toplum yapısında belli bir
zümreyi ciddi kazanç yollarından çekip almaya, emek sarfetmeden hazıra konmaya,
daha doğrusu başkasının emeğiyle geçinmeye iter. Böylece her geçen gün gelir
sağlamanın bu en kolay ve kârlı yolunu işlek hale getirip hızlandırır.
b) Toplum yapısında dayanışma ve merhamet
duygusunu ve bunun taşıdığı yüce anlamı öldürür. Faizsiz ödünç vermenin bütün
kapılarını kapatır. Fertler arasındaki ilgi ve yakınlığın tek değer ölçüsünün
madde olduğu inancını kökleştirir.
c) Gönüllerden merhameti, vicdanlardan şefkati
ve acıma duygusunu siler; yavaş yavaş tefeci ve faizciyle sömürülenler
arasında düşmanlığa ortam hazırlar. Fakirle zengin arasındaki uçurumu biraz
daha derin-leştirir.
d) Allah insanlar arasındaki ilgi ve muameleyi
karşılıklı hak ve vazife şuuruna, sevgi ve saygı temeline, merhamet ve şefkat
duygularına bağlamıştır. Faiz bunların tümünü yıkıp insanî duyguları yok
etmektedir. [414]
Ayeti âyetle; âyeti
hadîslerle ve bunları iniş ve söyleniş sebepleriyle tefsîr etmesini, bu yoldan
hüküm çıkarmasını bilmiyenler bu konuda da fahiş hata yaparlar ve kendi
bilgisizliklerini İslâm'a malederek Müslümanların sağlam inancını bozmaya,
saadete uzanan yollarını tıkamaya Çalışırlar. Allah kendi Kitabında faizi dört
kademede açıklamış, bir önceki beyânını bir sonraki beyanıyla açıklığa
kavuşturarak pedagojik bir yöntem uygulamıştır. Bunun sebebi açıktır: Çok
yaygın bir haramı bir anda yasaklamak, kademeli olarak tahrim nedenlerini
getirmeden bir çırpıda önüne sed çekmek, başarıya götürmez, insanın psikolojik
yapısı, nefsin harama olan ilgisi tek kademeli bir yasağa karşı daima tepki
gösterir. Bunun için Allah içki hakkındaki yasakta olduğu gibi, faiz hakkındaki
yasağı da tedricen kademeli bir yöntem uygulayarak indirmiş ve böylece ilâhî
yasağın hedef ve gayesine ulaşmasını sağlamıştır.
O haide Kur'ân'dan
herhangi bir konu hakkındaki âyetlerden sadece birini ele alıp hüküm çıkarmak
hiçbir zaman sıhhatli ve isabetli değildir. Müctehit imamlar, ünlü hukukçular,
bir mesele hakkında dinin hükmünü belirlemek için, o mesele hakkındaki bütün
âyetleri, hadîsleri, tarihî olayları ve iniş ile söyleniş sebeplerini bir
araya getirdikten, hangi âyetin daha önce indiğini, hangi hadîsin daha önce
söylendiğini, hangisinin mücmel, hangsinin müfesser olduğunu tesbit ettikten
sonra gerekli sonuca varabiimişlerdir. Yoksa rasgele bir âyet, ya da hadîs ele
alınarak hüküm çıkarılmamıştır.
Hemen ifade edelim ki,
belirttiğimiz yöntemde bir uygulamaya geçebilmek veya belirlenen ölçü ve
anlamda bir hüküm çıkarabilmek köklü bir tahsil, geniş bir araştırma, kuvvetli
bir hafıza ve çok sabırlı tarama ister. Günümüzde bu özellikleri olmayan, fakat
bilgili geçinen, dinde kendini yetkili sayan türediler: «Ey imân edenler! faizi
kat kat artırarak yemeyin..» âyetine dayanarak -başka hiçbir araştırmaya,
delilleri toplamaya, diğer âyet ve hadîsleri tesbite lüzum görmeden mal bulmuş
mağribî gibi-ribâ'nın sadece kat kat yani katmerli olanı yasaklanmıştır, deme
cesaretini kendilerinde buluyorlar. Şüphesiz ki, bilgisiz cesur olur. Fer
konuyu o konuda ilim yapmış yetkili uzmanına bırakmak en insaflıca ve en akıllıca
bir yoldur. Aksi halde meseleler içinden çıkılmaz bir hal, çözümü yapılamaz
bir düğüm olup kalır.
O halde ribâ yasağıyla
ilgili dört kademeyi açıklamamızda büyük yarar vardır. Dört kademeyle ilgili
âyetlerden biri Mekke'de, üçü İse Medine'de inmiştir.
1. Mekke'de bu konuda ilk inen âyetle şöyle
buyurulmuştur:
«İnsanların mallarında
artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnudluğunu
dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir). İşte bunlar (zekât verenler onun)
karşılığını kat kat artıranlardır.» [415]
Bu âyetle ribânin
haram olduğu açıklanmıyor; inanmışların dikkati çekiliyor ve bu konuda onların
kafasında bir soru, vicdanlarında bir istifham meydana getiriliyor. «Ribâ'nın
Allah katında hiçbir sevabı yoktur ve o hiçbir zaman bereketli bir ortam
doğurmaz» denilerek akıl erenlerin bu konuda İyiee düşünmelerini ve bir vicdan
muhasebesi yapmalarını istiyor.
2. Medine'de.ikinci kadeemde inen âyetle şöyle
buyuruluyor:
«Yahudilerden
(çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundanalıkoy-maları, rnen'ediidikleri
halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri
sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan İyi ve temiz şeyleri onlara
haram kıldık ve yine onlardan küfür üzere kalanlara elem verici bir azâb
hazırladık.» [416]
Bu âyetle, ribânın
yani faizciliğin Yahudi milletini ne hale düşürdüğü, nasıl da sömürücü bir
millet durumuna getirdiği ve bundan dolayı onlara elem verici bir azabın (hem
dünyada, hem âhirette) hazırlandığı haber verilerek, Müslüman milletler
uyarılıyor ve birinci âyetle kafalarında oluşturulan soru biraz daha
büyütülüyor.
İlâhî yasaklara
uymayan inkarcıları acıklı bir azabın beklediğine bilhassa dikkatler
çekiliyor. Âdil ölçülere bağlı dengeli bir ekonomik yapının sapasağlam ayakta
durmasına ters düşen sebeplerden birine işaret edilerek, faizciliğin ön plana
alınıp rağbet gördüğü bir toplumda hem ekonomik yapının ağır darbe alacağı, hem
gelir dağılımında çok sakat bir yol izleneceği vicdanlara işleniyor.
Burada yine ribâ'nın
Müslümanlara haram kılındığı açıklanmıyor, ama ona doğru açılmak istenen kapı
biraz daha aralanıyor.
3. Medine'de
üçüncü kademede inen âyetle, Arap tefecilerinin aşırı denecek ölçü ve anlamda
kat kat faiz almaları yasaklanıyor; böylece ri-ba'nın haram olduğu az kapalı
bir anlatımla bildiriliyor:
«Ey imân edenler!
Fâiz'i kat kat artırarak yemeyin. Allah'a (karşı gelmekten ve O'nun
buyruklarına karşı durmak)dan sakının ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza
erişesiniz.» [417]
Böylece Müslümanlara
ilk faiz yasağı konulmuş oldu. Kafalarda büyüyen ve zaman zaman tertemiz
vicdanları sızlatan soru cevabını bulup çözüme kavuşturuldu. Fakat ne var ki
bu konuda bir kapı açık tutuldu; ribâ'nın tamamının haram kılındığı kesinlikle
anlaşılmıyordu. Bu nedenle riba hakkında şüpheler çoğaldı, fakat kalbler ve
kafalar da yavaş yavaş bu yasağa yatıştı. Farklı görüş ve yorumlar birbirini
izledi: Kimi kat kat riba almak haramdır, azına cevaz vardır, dedi. Kimi, içki
gibi, çoğu haram kılınan bir şeyin azı da haramdır, sonucunu çıkardı; derken
dördüncü kademede ribanın tamamının haram kılındığı şüphe götürmeyecek bir
anlatımla açıklandı. Zaten gönüller buna hazır duruma getirilmiş bulunuyordu:
a) «— Riba
(faiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak
şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar..»
b>— Kim
de faize döner, önce olduğu gibi faizcilik yapmaya tekrar başlarsa...»
c) «— Allah faizi, bereketini gidererek hep
azaltır...»
d) «— Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden
arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsamz..»
Mealindeki konumuzu
oluşturan âyetler indi. Böylece hem basit, hem mürekkep faiz yasaklandı.
Sahih rivayet ve
tesbitlere göre, Kur'ân'dan en son inen âyetlerden biri de konumuzu oluşturan
faiz hakkındaki âyetlerdir. Hatta Hazreti Ömer (R.A.) diyor ki:
«Ribâ (faiz) âyeti,
Kur'ân'ın en son inen âyetlerindendir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu bize
daha geniş biçimde açıklama zamanı bulmadan aramızdan ayrıldı. O halde artık
hem riba'yı. hem ribâ şüphesi taşıyan muameleleri bırakın!.» [418]
İslâmî kaynaklara göre
riba kelime olarak «mutlak fazlalık, ar-tıklık» demektir. Bir şeyde fazlalık ve
artış meydana geldiğinde «reba'ş-şey'u yerbu» denilir.
Serî ıstılah (terim)
olarak daha çok şu iki anlamda kullanılmıştır:
a) Ana sermaye, yerinde kalmak şartıyla
borçludan vadenin her uzatılmasına karşılık artık bir paranın alınması,
Buna «Nesi' Ribası»
denir. Bugünkü kapitalist sistemde va'de farkı denildiği gibi.
b) Bir şeyin kendi cinsiyle bir fazlalık
karşılığında alınıp satılması.
Buna «FazI Riba'sı»
denir. Örneğin : Bir kilo Polatlı buğdayını, bir-buçuk kilo Konya buğdayı
karşılığında satmak..
İşte Riba'yı kesin
olarak yasaklıyan âyet indiğinde Arap Yarımadasında faizin bu İki şekli vardı
ve çok yaygın bulunuyordu.
Ibn Cerîr diyor ki:
«Bir adamın diğeri
üzerinde belli bir süreyle va'deli
olarak ödünç
verdiği malı veya
parası bulunuyordu. Va'de dolunca ana sermayeyi ister, borçlu bunu verecek
durumda değilse, sürenin yani va'denin uzatılması karşılığında faiz
belirlenirdi. Bazen bu birkaç kat oluncaya kadar sürüp gider ve borçlu, ana
sermaye bir tarafa biriken ve mürekkeb faiz denilen riba'yı ödemekıen âciz
kalırdı.»
Kur'ân-ı Kerîm'in
kesinlikle haram kılıp yasakladığı ribâ işte bu iki şekliyle Araplarda
uygulananı idi. Zaten kelimenin «el» tanımlama edatıy-la kullanılması,
«Er-Ribâ» denilmesi, daha çok bu iki şekli yansıtmaktadır. Hiç bir müfessir ve
araştırıcı buna muhalefet etmemiş, aksi bir yorum ya da görüş ortaya
koymamıştır. Müctehit İmamların da bu konuda görüş ve ictihad birliği, ilim
adamlarının da icmâ'ı vardır. [419]
islâm'a göre
tanımlamasını yaptığımız fazlalığa RİBA denilirken, kapitalist topluluklarda
buna FAİZ denilmektedir. Anlam ve hüküm bakımından bu ikisi arasında bir fark
yoktur, Nitekim Prof. M.A. MENNAN bu konuda diyor ki:
«Kur'ân'daki riba
deyimiyle kapitalist toplumlarda uygulanan faiz arasında bir fark varsa, bu
yalnızca oranlar arasında bir derece farkıdır. Çünkü riba da, faiz de ana para
üzerinden alınan bir fazlalıktır.»
Gerçi klasik
iktisatçılardan bir kısmı faiz'i toprak rantına (yıllık gelir) benzetmiş ve
paranın faize verilmesini, toprağını kendisi işletmeyen mülk sahibinin onu
kiralaması ile aynı ölçüde görmüşse de bu çok farklı bir kıyastır; ikisinin
aynı menatta birleşmesi mümkün değildir.
Faiz'i iktisadî
gelişme için gerekli görenler ve ister istemez bunu İslâm'a sokmaya çalışanlar
her bakımdan aldanmışlardır. Çünkü İslâm'ın iktisadî gelişmesi ancak tekâmülcü
bir mânada yöneltilebilir ve bu muhteşem canlı kudret Kur'ân'ın özünde
mevcuttur. «Başka bir sisteme yönelmesine gerek yoktur. O başlı başına yepyeni
ve çok kudretli bir sistemdir.»[420]
Konumuzu oluşturan
ayetle : «Alım-satım da faiz gibidir» diyenlere karşı, «Allah alım-satımı
helâl, faizi haram kılmıştır» buyuruimaktadır.
Böylece bu iki kavram
arasında mâna, muhteva, kapsam, değer ve
sonuç bakımından çok
yönlü fark bulunduğu belirtilmiştir. Son asrın değerli müfessirlerinden
Elmalıh Hamdi YAZ1R, HAK DİNİ KUR'AN DİLİ adlı tefsirinde bu iki kavram
arasındaki farkları detaylı ele alıp incelemiş, neden ve niçinleri üzerinde
yeterince durmuştur. Meraklılara tavsiye ederiz. Diğer yandan Prof. M,A.
MENNAN'in İslâm Ekonomisi Teori ve Pratik adlı eserinde Kâr ve Faiz üzerinde
durularak deniliyor ki :
«İslâm'ın kâr anlayışı
farklıdır ve kâr sınırlıdır.[421]
Kapitalistlerin sağladığı sınırsız ve anormal kârlar açıkça toplumun
sömürülmesini hedef almıştır. Bu tür kârlar kapitalist ekonominin ana
özelliklerinden olan tekel ve kartellerin bir sonucudur. Ama İslâm, tekeli,
malın biriktirilmesini, fiatların yükselmesini beklemek amacıyla üretimi
piyasaya sürmeyip stokta bekletmeyi tamamen yasaklamıştır. Çünkü kapitalist
ekonomide çok yaygın olan bu tür davranışlar iyilikle, bağışla, yardımlaşma
duygusuyla ve toplum yararıyla taban tabana zıttır. İslâm normal bir kâra izin
vermektedir. Normal kârı şöylece tanımltyabiliriz: Yeni kuruluşun belirli bir
üretim veya hizmete başlamak, eski bir kuruluşun da sıyrılmak eğilimini
göstermediği gelir düzeyi. Bu eğilim de yeterli değildir. Unutulmaması gerekli
temel ilke, toplumda hiçbir kişinin üretim projesindeki hak ettiği payından
yoksun bırakılmamasıdır.
İslâm, normal kârı,
alım-satım ölçülen içinde kabul ederken faizi yasaklamıştır. Dikkatle gözden
geçirilirse görülür ki, kâr ve faizde kazanç ve muamele yapı bakımından
birbirinden farklıdır. Faizde, ödünç veren, ana para ve faizi sağlama
bağladıktan sonra paranın kullanımına karışmamaktadır. Kârda ise firma sahibi,
paranın kullanma yeri ve şekli ile doğrudan doğruya ilgilidir.
Buradan şu sonuç
çıkmaktadır: Faiz üretken bir uğraşın sonucu değildir; oysa kâr üretken bir
uğraş sonunda sağlanmaktadır. Faizde ödünç verenin üretken bir uğraşı
olmadığından girişimci tesiri eksiktir. Oysa kârda bu tesir tüm üretim ve
pazarlama boyunca canlılığını korumaktadır. Şöyle ki, faiz durumunda sermaye
sahibi üretim işlemiyle ilgili değildir. Halbuki kârda sermaye sahibi
sermayesinin ekonomik olarak kullanma yeri ve tarzım kendisi tesbit
etmektedir. Burada girişimci kârını arttırmak amacıyla yeni buluşlara
gidebilir ve gereksinmeleri karşılamak için yeni ürünlerin ortaya çıkmasını
sağlayabilir.
Böylece kâr gelişmeye
yol açmakta ve bir bakıma geliştirme çabalarının da bir karşılığı olmaktadır.
Nihayet faiz durumunda zarar etkeni yoktur. Çünkü faiz belirlidir, sabittir.
Oysa kâr girişimcinin yüklendiği riskin bir karşılığıdır. Girişimcinin geliri
kesin ve belirli değildir. Kâr belirsizdir. Çünkü fizikî ve zihnî yetenekleri
yönünden üstün olanlar daha yüksek kâr sağlayabilirler. Bu, çok yönlü
farklardan ötürü İslâm faizi yasaklamış ve kâra izin vermiştir.»
Şüphesiz Allah
alım-satımı helâl, faizi haram kıldı.
Ayrıca bu konuda
Mefatihülgayb Tefsirinin C. 2, S. 530-531 bölümüne müracaat edilmesi tavsiye
olunur. [422]
Faizin tarihi çok
gerilere gitmektedir. Yapılan ciddiaraştirmalaragöre. Eflatun, YASALAR adlı kitabında faizi kötülemektedir.
Romalılar ilk dönemlerinde faizi yasaklamış, sonraları faiz oranını başıboş
bırakmayıp yasaya bağlamışlardır.
Tevrat'ın elimizdeki
nüshalarında da faizin yasak kılındığını açıklayan bir takım belgeler
mevcuttur:
«Eğer kavmime, yanında
olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacı olmıyacaksın; onun üzerine
faiz komıyacaksın.» [423]
Musa Şeriatında
Yasaklar
«Garibe haksızlık
etmiyeceksin ve ona gadretmiyeceksin; çünkü siz Mısır diyarında gariptiniz. Hiç
bir dul kadını ve öksüzü incitmiyeceksin!.. Eğer kavmime, yanında olan bir
yoksula ödünç para verirsen, ona karşı tefeci gibi olmıyacaksın, onun üzerine
faiz komıyacaksın.» [424]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah yolunda harcamanın, sadaka vermenin önem ve yararı, toplum yapısında
meydana getireceği dayanışma ve yaklaşmaya dikkatler çekilerek belirtildikten
sonra, cemiyet bünyesindeki manevî değer ölçülerini tahrîb eden ve her şeyi
maddî karşılıkla değerlendiren; alın teriyle çalışma, insanlıktan yana yardım
elini uzatma, İslâm kardeşliğinin derin anlamı gibi sosyal bağları koparan
faizciliğin zararı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
helâl sayılan alım-satımın en doğru yolda ve an-tamda yürütülmesinin bazı
ölçüleri veriliyor, Kâtib-i Adi = Noter'in önemine ve yerine değiniliyor.
Böylece insan haklarının Korunması, sürtüşme, tartışma, yalan ve inkâra neden
olacak kapıların ticarî alanda da kapatılması emrediliyor. [425]
282— Ey imân
edenler! Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandığınızda, onu yazın;
aranızdan doğrulukla tanınmış bir kâtip de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi
yazmaktan çekinmesin, yazsın. Bir de üzerinde hak bulunan (borçlu) da yazdırsın
ve Rabbı olan Allah'tan korksun, (borcundan ve vâdesinden) bir şey
eksiltmesin. Eğer borçlu {malını düşünmeden ya da bilmeden harcayan) bir bön
veya zayıf, ya da yazdıramıyacak kadar âcizse, velisi doğruluk ölçüleri içinde
yazdırsın ve erkeklerinizden iki de şâhid tutun; eğer ikisi de erkek olarak
bulunamıyorsa, o takdirde şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unutunca
diğerinin ona hatırlatması için iki kadın (tutun). Şahitler çağrıldıklarında
kaçınmasınlar. Borç az olsun, çok olsun onu vâdesine kadar yazmaktan üşenmeyin.
Bu, Allah katında adalet ölçü ve anlamına daha uygundur; şahitlik için en
sağlam ve şüpheye düşmemeniz için de en yakın olanıdır.
Ancak aranızda hemen
devredeceğiniz peşin bir ticaret (alım-satım) ise, o takdirde bunu yazmamanızda
size bir vebal yoktur. (Yazmalarında ise bir sakınca sözkonusu değildir). Alım
satımda bulunduğunuzda da şahit tutun, yazana da, şahitlik edene de zarar
verilmesin, (gerekirse ikisinin de mesâisi değerlendirilsin). Eğer zarar
verirseniz, herhalde bu sizin doğru yoldan çıkmanız olur. Allah'tan korkun;
Allah size (en doğrusunu) öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre: Faizcilik yasaklandıktan sonra Selem'e {para peşin, mal
veresiye yapılan satış)a cevaz vermek üzere bu âyet indi. Çünkü Medine
halkının selem ile alım-satımda bulundukları yaygın idi.
Bununla beraber âyet
alım-satımla ilgili bütün borç ve vâdeleri kapsamaktadır.[426]
Diğer bir rivayette
ise deniliyor ki :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde, ora halkı hurma alım-satımında bir-iki
yıl i s lâf yapar (alacağı malın karşılığını nakit olarak peşin verir)lerdi. Bu
bir bakıma Selem işlemiydi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara
şöyle buyurdu :
— «Sizden kim hurma
alır da i s I â f eder (bedelini peşin verir)se onu belli ve belirli ölçek ve
tartıyla ve süreyi belirlemek suretiyle uygu-lasın.» [427]
Bu hüküm yukarıdaki
âyete dayandırılıyordu. [428]
«Size büyük günahların
en büyüğünden haber vereyim mi?»
Resûlüllah (A.S.}
Efendimiz bu cümleyi üç defa tekrarladıktan sonra buyurdu ki:
«Allah'a ortak koşmak,
ana-babaya karşı gelmek ve yalan yere şahitlikte bulunmaktır.» [429]
«Kim ehil olmadığı
halde bir Müslüman aleyhine şahitlikte bulunursa, ateşteki yerine hazırlansın.»
[430]
«Üç kimse var ki,
Allah'a dua ederler, duaları kabul olunmaz:
1. Fena huylu, kötü ahlâklı olan karısını
boşamayan erkek,
2. Yetime, malını henüz ergenlik çağına girmeden
veren adam,
3. Bir adama faizsiz ödünç verip buna şahit
tutmayan kimse...» [431]
«Birbirinize belirli
bir süreye kadar borçlandığınizdaronu yazın...»
İslâm, yukarıda
mealini verdiğimiz âyetle de insan, haklarını 1400 yıl önce en ölçülü biçim ve
anlamda korumuş, toplum yapısında güven ve doğruluğun temelini atmıştır.
«Kâtib-i Adi», bugünkü tabirle Noter ve Noterlik nedir henüz bilinmezken,
hakları korumak, haksızlığı önlemek babında açtığı birçok kapılar, koyduğu bir
nice esaslardan biri de bu olmuştur.
Kur'ân'da toplumla
ilgili emirler, yasaklar ve cezaların uygulama yetkisi daha çok devletin
salahiyetli merci'lerine verilmiştir. Örneğin kısas ve hadler bu cümledendir.
Ahm-satım işlemlerinde, borçlanma ve benzeri konularda senet hazırlamakla
ilgili emir ise hem resmî, hem özel anlamda bir hüküm taşımaktadır. Âyetin
cümleleri arasındaki bağlantı bu iki hususu yansıtmakta ve böylece devletin
küçük bir köy ya da kasabaya ta'yin edemediği bir Kötib-i Adl'i, o yerin söz
sahibi ve aklı eren kişilerinin bununla yükümlü bulunduğu söz konusudur. Ancak
her iki durumda da güvenilir olduğu kabul edilen bir kâtibin atanması şarttır.
Aynı zamanda kâtibin bilgi, tahsil ve tecrübesinin de bu konuya müsait olması
gerekir.
Kur'ân'da bu önemli
konuda kullanılan «Kâtİbün bi'l-adl» terkibi sonraları «Kâtib-i adi» olarak
senet ve bir takım günlük işlemlere resmiyet ve güvenirlik kazandıran özel, ya
da resmî kâtipler için kullanılmıştır. 1908'-den önce Osmanlı İmparatorluğunda
bu görevi büyük şehir merkezlerinde «Aidatlı Mukavelat Muharrirleri», kaza ve
nahiye gibi küçük merkezlerde ise mahkeme başkâtipleri yürütürdü. Sonra özel
bir kanunla «Kâtib-İ adl»e daha başka bir resmiyet ve yetki tanınmıştır.
Daha gerilere
gidilecek olursa, bu işin kadı ve nâibleri tarafından yürütüldüğünü
görmekteyiz. 1877'de Mecelle'nin «Beyyinat = Şahidlendir-meler ve
belgelendirmelerde ilgili bölümü kabul edilip yürürlüğe konunca, belge, senet
ve benzeri şeyleri düzenleme ve tasdîk işlerinin yetkili bir organ tarafından
yürütülmesi lüzumu hissedildi. Bu nedenle Fransız Noter Kanunundan çevrilen
«Mukavelat Muharrirleri Nizamnamesi» kabul edildi.
Aslında böyle bir
aktarmaya ve çeviriye gerek yoktu. Çünkü Kur'ân ve Sünnet bunun esaslarını
koymuş, ana tema olarak lüzumlu dokümanı vermiştir. Hukukçulara düşen, bu ana
temanın ışığı altında konuyu değerlendirmek ve millî yapımıza, sosyal ve aile
düzenimize, ayrıca örf ve âdetlerimize göre bir düzenleme ve açıklamaya
gitmekti. Öyle yapılmadı da, yorulmaya, araştırmaya gerek duymadan yabancı
milletlerin kendi sosyal yapılarına göre hazırladıkları kanunları, yönetmelik
ve tüzükleri çevirmekle yetinildi.
Roma Hukukunda da
bugünkü şekil ve anlamda bir noter ve noterlik kurumu yoktu. Fakat buna ihtiyaç
duyulmuş ve özel anlamda yetkili kâtipler tutularak bu iş yürütülmüştü.
Diyebiliriz ki. Hukuk
Tarihinde bunun ilk esasını, ana temasını biçimlendiren, hem resmiyet, hem
Özellik kazandıran İslâm Dini olmuştur, Konumuzun özünü oluşturan âyet tamamen
bununla İlgilidir.
İnsan haklarını,
topium yapısındaki fertlerin karşılıklı güven içinde iş görebilmelerini koruyup
sağlamakla içice bulunan «Kâtib-i Adi» kurumu, tarih boyunca nice
haksızlıkları, sürtüşme ve tartışmaları, hileli alım-satım-da bulunmaları
önlemiş; zayıflardan yana ağırlık getirmiş olması bakımından da büyük bir önem
arzetmiştir ve etmektedir. [432]
1_ Borç
verip almak ticarî konularda caizdir. Çünkü bunda kolaylık vardır. Kur'ân bunu
genel anlamda belirtmiştir: «Birbirinize belirli bir süreye kadar
borçlandığınızda, onu yazın..»
2— Borç
süresinin belirlenmesi gerekir. Bu, daha çok anlaşmazlığı, haksızlık ve
doğrudan sapmayı önlemek içindir. Aynı zamanda unutkanlık insanın tabiatında
vardır. Yapılan anlaşma ve sözleşmeyi, borçlanma ve diğer hususları yazmakla bu
gibi yanlışlıklar giderilmiş olur.
3__ Borcun
miktarını, süresini, kimin kime borçlu olduğunu belirtmek
de vaciptir. Bu,
hafızalarda meydana gelen değişiklik ve unutkanlığı, borçlunun inkâra
sapmasını, alacaklının fazla bir nisbet istemesini önlemek içindir.
4—Borcu,
Devletin ta'yin ettiği veya toplumun güvenip belirlediği, doğruluğu kabul
edilen bir kâtibin yazması gerekir. Bu, hem taraflara, hem topiuma güven vermek
içindir. Ortaya çıkacak gereksiz iddialara ve ihtilâflara engel olur.
Böylece rasgele
kişilerin kâtip olarak görevlendirilmemesi; adalet ölçülerini ve bu konudaki
mevzuatı bilen, aynı zamanda Allah'a inanan, çevresine güven telkin eden
adamlardan seçilmesi öneriliyor.
5—Doğruluğu
kabul edilen kâtibin, dinin ve örfün öngördüğü bilgi ve ihtisasa sahip
bulunması lâzımdır. Sadece okur-yazar olması yeterli değildir. «Kâtibün
bi'l-adli» terkibi bütün bu özellikleri içerip yansıtmaktadır.
Bu, daha çok her işin
ehline verilmesini hatırlatan bir ilâhî buyruktur. Çünkü İslâm'da «adâlet»in
bir bakıma tarifi şöyledir: «Her şeyi uygun bulunduğu yere koymak, her işi
ehline vermektir.» Bunun aksi zulüm ve haksızlıktır.
6—Borçlu,
borcunun miktarını, ödeme süresini ve şartlarını açık bîr anlatımla kâtib-i
adl'e yazdırma I id ir. Bu, daha çok yazılacak senette borçlunun bizzat
ifadesinin yer alması, herhangi bir yanlışlığa meydan vermemesi içindir.
Borçlu senedi
yazdırırken, önce Allah'tan korkmalı, sonra da üzerindeki haktan bir şey
eksiltmeksizîn olduğu gibi dikte etmelidir. Bazı esnek
cümleler kullanarak
ileride bir haksızlığa neden olmamaya özen göstermelidir. Kâtibin de bu
hususlara yeterince dikkat etmesi gerekir.
7. Borçlu bön ya da yaşlılıktan veya, bir
hastalıktan dolayı âciz ise, ya da yazdırmasını beceremiyorsa, kâtip onun
ifâdesini yazmamalı, doğFuluâu bilinen velisini istemelidir.
Bu, geri zekâlıları,
bunakları, söz söyleme yeteneğini1 kaybetmişleri, hasta ve âcizleri,
açıkgözlerin hileli yollarından korumaya .matuf bir önlemdir ve emir
niteliğindedir.
8. Müslüman erkeklerden iki kişi, bu mümkün
olmadığında, bir erkek, iki kadın şahit tutmak, senedin sıhhatli biçimde
hazırlanması için şarttır.
Bu, hem ileride ortaya
çıkacak muhtemel ihtilafları, hem bir tarafın haksızlığa sapmasını önlemek
içindir. Ancak şahitlerin, iki tarafın razı olacağı kişilerden olması gerekir.
9. Şahitlerin, zorunlu bir sebep olmadıkça, şahitlikten
kaçınmaları doğru değildir. Çünkü toplum yapısında fertler her zaman
birbirine muhtaç durumdadırlar. Sosyal yapının selâmeti, düzenin devamı için
her fert kendine düşeni yapmakla yükümlüdür. Bu bir farz-i kifâyedir.
O nedenle Kur'ân'ın
açık anlatımından anlaşılan şudur: Hiç kimse şahitliğe yanaşmazsa, hepsi
günahkâr olur.
10. Kur'ân
«Kâtib-i Adl»in gereğini
belirttikten sonra bunun gerekçesini
şu üç cümleyle özetliyor:
a) Böyle yazıp belgelendirmeniz Allah katında
-bu konuda- en âdil yol ve yöntemdir.
b) Şahit tutmanızda en kuvvetli dayanaktır.
Çünkü hazırlanan senette alacaklının, borçlunun ve şahitlerin imzası vardır.
c) Şüphe ve kuşkuya düşmemeniz için en yakın
nedendir.
11. Ancak aranızda hemen devredeceğiniz, elden
ele vereceğiniz peşin bir alım-satım ise, Kâtib-i adl'e yazdırmanıza gerek
yoktur. Ne var ki, bu tür alış-verişinizi de gizli yapmayın; gözönünde açık
biçimde yapmanızda yarar vardır.
12. Kâtib-i adi ile ilgili emirler vücubu mu,
nedbi mi gerektirir?
a) Atâ', İbn
Cüreyc ve Nahaî'ye göre, vücubu gerektirir. İbn Cerîr Ta-berî de bu görüşü
benimsemiştir.
b) Cumhur-i
fukahaya göre emir nedb içindir. [433]
«O takdirde
şahitlerden razı olacağınız bir
erkek, biri unutunca
diğerinin ona hatırlatması İçin iki kadın (tutun).»
İslâm Hukukunda şahitlikte
genellikle iki kadın bir erkek yerini tutmaktadır. Bu belki ilk bakışta ferdin
mantığına ters düşer ya da onunla uyum sağlayamaz gibi görünür. Fakat kadının
psikolojik yapısı incelendiğinde getirilen hukukî ölçünün ne kadar yerinde
olduğu kendiliğinden anlaşılır:
a) Kadın erkeğe nisbetle daha duyguludur.
Duygusallık ve duyarlık normalin üstünde olunca aklın ve zekânın normal
çalışmasını ve olayları bütün incelikleriyle kavrayabilmelerini engeller. Hafızaya da sağlam bir kayıt iletmez.
b) Kadının erkekler arasına girip durum alması,
bir anda zihninde tasarladığı hayale kapılıp olayı ona göre değerlendirebilir.
Böylece şahit olarak tutulduğu olayı objektif olarak görüp kavraması zorlaşır.
c) Az heyecan kadının zihnini karıştırabilir ve
bu nedenle olayı bir blok halinde bütünüyle görür, fakat nüanslarını ayırt
edemez veya etmi-yebilir.
d) Hele bir de kadın, kocasıyla bir tartışmada
bulunmuş, komşusuyla biraz tartışmış, yada küçük yavrusunu evde tek veya hasta
bırakmişsa, onun şahit tutulduğu konuya ne kadar ilgi duyacağını anlatmaya
gerek yoktur. Kadının bu durumda bütünüyle hisleri faal haldedir; kalbi ve kafası
konudan çok hissiyle bağlı kaldığı olaylarla meşguldür. Yani birinci konuya
karşı daha çok duyarlıdır. İkinci konuya ya tamamen ilgisiz ya da kısmen
ilgisizdir.
e) Kitleler Psikolojisi adlı eserde GUSTAVE LE
BON, kadın psikolojisi hakkında diyor ki:
«Kitle hislerinin
aşırılığı ve sadeliği, onları şüpheden ve kararsızlıktan uzak bulundurur.
Kadınlar gibi, kitleler de hemen büyük ifratlara (aşırılıklara) giderler.
Ortaya atılan herhangi bir şüphe derhal münakaşa kabul etmez bir gerçeğe
çevrilir.»[434]
Bir başka yerde de
şöyle yazıyor:
«Şu noktaya dikkat
edilmelidir ki, bu gibi yanlış teşhisler genellikle kadınlar ve çocuklar gibi
daha çok te'sir altında kalanlar tarafından yapılmaktadır.» [435]
İşte bu ve başka
nedenlerle İslâm Dini ve onun kendine has hukukî sistemi, şahitlik konusunda
iki kadını bir erkek yerine koymuştur. [436]
Yukarıdaki âyetle
Noter ve Noterliğin ana teması açıklandı ve böylece insan haklarının korunma
yollarından biri daha sergilenerek İslâm'ın insanlık dini olduğu bir kez daha
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
yolculuk halinde Kâtib-i Adi (Noter) bulunmadığında bir rehin karşılığında
birbirine borçlanabileceklerine ruhsat veriliyor; diğer bir deyimle, zarurî
hallerde bu konuda bazı önlemlere işaret ediliyor. Sonra da birbirine
güveniyorlarsa, o takdirde rehine gerek olmadığı belirtiliyor ve böylece
yolculuk halinde rehin bulup vermenin de birtakım zorlukları dikkate alınarak
-karşılıklı güven beslendiği takdirde- rehinsiz borçlanmanın cevaz kapısı açık
tutuluyor. [437]
283— Eğer yolculuk halinde iseniz ve bir kâtip de
bulamıyorsanız, o takdirde alınan bir rehin yeter. Ama eğer birbirinize karşı
güven besliyorsanız, güvenilen kimse üzerindeki emâneti (ve borcu) ödesin;
Rabbi olan Allah'tan korksun. Bir de şahitliği gizlemeyin. Onu kim gizlerse,
herhalde kalbi günahkârdır. Allah işlediklerinizi bilir.
284— Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi
hesaba çeker, sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah'ın
kudreti her şeye yeter.
«Resulüllah (A.S.)
Efendimiz vefat ettiğinde kalkanı otuz
vask arpa karşılığında bir
Yahudide rehin bulunuyordu.» [438]
«El'in rehin olarak
aldığına, onu ödeyinceye kadar sahibi kefil (ve borçlu)dur.» [439]
Âyette Kâtib-i Adl'in
bulunmadığı zaman birbirine belirli bir süreye kadar borçlanan mü'minlerin
nasıl ve ne yolda hareket etmeleri gerektiği üzerinde duruluyor. Bu nedenle
âyette bir kaç hükmün ana teması veriliyor:
1— Yolculuk halinde kâtip, ya da kalem-kâğıt
te'min edilemediği takdirde verdiği borca karşılık rehin alması, en doğru ve
en sıhhatli bir işlemdir.
2— Rehin işlemi yolculuk halinde Kitabullah ile,
eyleşik-yerleşik halde Sünnet-i Resûlüllah ile sabit olmuş ve her iki halde de
cevazına kapı açılmıştır.
3— Yolculuk halinin dışında hazerî (eyleşik)
olanlar için kâtip, ya da kalem-kâğıt temin etme zorluğu söz konusu değildir.
Çünkü her kasaba ve köyde az-çok bazı imkânlar vardır. Ancak sapa ve dağlık
köylerde böyle bir imkânsızlık ortaya çıkarsa, o takdirde rehin işlemine
gidilmelidir.
4— Kasaba ve köylerde eyleşik olanlardan daha
çok ticaretle uğraşanların her zaman yanlarında kalem-kâğıt bulundurmaları
sünnettir.
5—Müslüman
olan her ferdin günlük işlerini sıhhatli ve düzenli biçimde yürütebilmesi ve
insan haklarını gereği gibi koruyabilmesi için en azından okur-yazar olması gerekir.
Çünkü buna hem âyette, hem hadîste işaret vardır. «İlim tahsil etmek her
müslümana farzdır» [440]
mealindeki sahih hadîsle bilhassa belirtilen husus açıklanmıştır.
6— Yolculuk
ve benzeri hallerde kâtip, ya da kalem-kâğıt bulunamadığında, borçlanmak için
gösterilen birinci yol rehin idi. İkinci yol ise, ödüne veren ile ödünç alan
birbirine güveniyorlarsa, o takdirde bir kolaylık olmak üzere rehinsiz ödünç
vermenin caiz olduğudur.
Bu durumda borçtu
Allah'tan korksun, güveni kötüye kullanmasın ve emaneti (borcu) alacaklıya
vakti gelince noksansız ödesin ve bilsin ki: Kul hakkı affolunmaz, onu
ödemekten başka yol yoktur. (Denizde şehid düşenler müstesna).
O halde borçlanma
konusunda sözü edilen üç belge (= Yazmak, şâ-hid tutmak ve rehin işlemine
gitmek) mümkün olmuyorsa, o zaman karşılıklı güven esas tutulur.
7— Alimler
cumhuruna göre, konumuzu oluşturan müdayene âyeti nâsih değildir. Şöyleki: Bu
âyet bir önceki 282. âyeti nesheder (hükümsüz bırakır) anlamda değildir. Çünkü
bu âyetin ondan sonra indiğini ve neshettiğini belgeliyen hiçbir sahih rivayet
ve tesbit yoktur.
8— Şahitler
çağrıldıkları zaman gördüklerini, bildiklerini söylemekle yükümlüdürler.
Gizlemeleri ise büyük bir günah ve cezayı gerektiren bir suçtur. İbn Abbas
(R.A.) da bunu büyük günahlardan saymıştır. Sahih olan da budur. Çünkü Kur'ân,
imânın odak ve merkezi-sayılan kalbin günahkâr olduğunu söylerken, şahitliği
gizlemenin imânı zedeleyip yıkacağına işaret ediyor.
9— Âyette
din, örf ve aklın kötü gördüğü şeyi yapmak nasıl bir ceza ve azaba yol
açıyorsa, bunların iyi ve yararlı kabul ettiği şeyi yapmaktan kaçınmanın, insan
haklarını koruma hususunda mü'mine düşen görevi yerine getirmemenin de öylece
azaba kapı açacağı dolaylı şekilde anlatılıyor. Ancak bu genel bir kaide
halinde câri değildir, istisnaları vardır.
Karşılıklı güveni kötüye kullanmamak,
Müslümanlar adına çok önemli bir husustur. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 23
senelik risâlet ve irşad devresinin bir ucu bu güveni sağlamaya yöneliktir.
Güvenin sarsıldığı bir toplulukta İslâm'ın tertemiz havası kalmamış sayılır.
Bunun için konumuzla
İlgili âyeti izleyen ikinci âyette:
«Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açık-lasanız da, gizleseniz de
Allah onunla sizi hesaba çeker...» buyurulmuş-tur. [441]
Kur'ân «İçinizdekini
açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker..» âyetiyle daha
çok iç terbiyeye, vicdan berraklığına dikkatleri çekmektedir. Çünkü olgun ve
erdemli insan olmanın yolu önce iç terbiyeden geçer. Düşünceleri iyiye, güzele ve
doğruya çevirmek ve imân doğrultusunda berraklaştırmak iç terbiyenin ideal
anlam ve ölçüsüdür. Bu düzeye gelebilmek çok ciddi bir mücadele ve sabırla
yuğrulmuş sağlam bir irâde ve hepsinden önce de zevkine erişilmiş bir imân
ister. Kur'ân ic terbiyeyi, Allah ile kul arasındaki engelleri kaldırmak ve
mesafeyi kisaltmak anlamında değerlendirirken içimizden geçenlerin Allah
tarafından mutlak surette bilindiğini ve bundan dolayı sorumluluk taşıdığımızı
vurgular. Sorumluluğun amacına uygun bir ölçüde iç âlemimizde etkin duruma
gelebilmesini de -yukarıda belirttiğimiz gibi- ciddi bir mücadele, sabırla
yuğrulmuş bir irâde ve zevkine erişilmiş bir imâna bağlar.
Ve artık bu makam
erdemlik makamıdır, olgunluk ve hayırhahhk makamıdır. İdeal mü'min olmanın
içten dışa, dıştan içe vuran rengi ve aydınlığıdır. Nitekim Resülûllah (A.S.)
Efendimize imân eden Ashabın ölçü ve derecesi böyle İdi. [442]
Yukarıdaki âyette,
«İçinizdekini açıklasamz da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker, sonra
da dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder..» buyurularak gönülden geçen iyi
ya da kötü düşüncelerin de karşılık göreceği hatırlatılırken bir yandan
düşünce selâmeti ve vicdan berraklığının önemine dokunuldu; bir yandan da
insanların gözüne ve kulağına kapalı fakat Allah'a her an açık bulunan insan
kalbinin ve dimağının düşünüp tasarladığı hususların insanlığımıza ve
Müslümanlığımıza yakışır ve yaraşır anlam ve ölçüde olmasına dikkatler
çekildi.
Aşağıdaki âyette ise,
iç yapımızla ilgili bu hususun açıklaması yapılıyor; içimizden geçen iyi ve
kötü şeylerin tatbikattaki yerine dokunuluyor: İyi düşüncelerimiz tatbikatta
yer bulunca, iki yönden bir sevap getireceğine, yer bulmadığı takdirde sırf
iyi düşündüğümüz için me'cur olacağımıza; kötü düşüncelerimiz tatbikatta yer
bulmadığı takdirde günahı gerektirmi-yeceğine, yer bulduğu takdirde buna neden
olacağına işaret ediliyor ve esasen insanın bu tür düşüncelerden içini
arındırmasının çok zor olduğuna, bu yüzden de Allah'ın güç getiremiyeceğimiz
bir teklifle kullarını sorumlu tutmayacağına dokunuluyor. [443]
285— Peygamber, Rabbinden indirilene imân etti;
mü'minler de, hepsi de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inandılar ve: «Peygamberlerinden hiç birini (diğerinden) ayırt
etmeyiz» dediler ve: «İşittik, itaat ettik ey Rabbimiz! mağfiretini dileriz,
varışımız anoak Sanadır» derler.
286— Allah her kişiyi ancak gücünün yeteceğiyle
mükellef tutar; herkesin
kazandığı (iyilik ve güzellik) kendi yararınadır; yüklendiği(kötülük ve vebal)
kendi zararınadır. Ey Rabbimiz! Unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu
tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin ağır bir yükü yükleme. Ey
Rabbimiz! Güç getiremiyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla,
bize merhamet et.. Sensin Mevtamız (yegâne sahibimiz, koruyucumuz ve yakın
dostumuz).. Artık kâfir milletlere karşı bize yardım et.
«İçİnizdekini
açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker...» âyeti inince,
Ashab-ı Kiramın gönlüne, başka hiç bir şeyden gir-miyen bir endişe ve korku
girdi. Bunun üzerine Resulüllah (A.S.) Efendimiz onlara : «İşittik, itaat
ettik ve teslim olduk, deyin» diye buyurdu. Böylece Allah onların kalbine imân
gücünü (bir kez daha) atıp yerleştirdi. Bu nedenle de yukarıdaki âyet indi. [444]
Cibril (A.S.),
Resulüllah (A.S.) Efendimize şöyle demişti:
— «Ya Muhammedi Allah şüphesiz ki seni ve
ümmetini övdü; bu nedenle Allah'tan (dileğin ne ise) iste, sana verir.»
Bunun üzerine
Resulüllah (A.S.) Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine yapmış olduğu telkinle
şöyle dilekte bulundu:
— «Rabbimiz! bağışlamam diliyorum, varış
Sanadır.» [445]
«Ümmetimden yanılma,
unutma ve bir de zorlanmak (suretiyle meydana gelen günah ve kusurlar)
kaldırılmıştır. (Bunlar amel defterine yazılmaz),» [446]
«Kulum bir kötülük
yapmayı ipinden geçirirse, onu yazmayın. Ancak onu işlerse bir kötülük olarak
yazın. Ama bir İyilik yapmayı düşünürse, onu işlemese bile yine de onun için
bir İyilik yazın; işlerse on İyilik olarak yazın..» [447]
«Kim Bakara suresinin
sonundaki iki âyeti gece okursa, ona yeter.» [448]
«Arş'ın altındaki
hazinelerden bana Bakara sûresinin son kısmı verildi; bu, benden önce hiç bir
peygambere verilmemiştir.» [449]
İbn Kesîr'in Müslim
tarikiyle tesbit ettiği sahih hadîste ise şöyle buyurulmuştur:
«Mi'rac gecesi
Resûlüllah (A.S.) Efendimize üç şey verilmiştir: Beş vakit namaz, Bakara
sûresinin son kısmı ve Ümmetinden, sür'atle (küfür) tehlikesine düşüren
şeylerden biriyle Allah'a ortak koşmayanları bağışlamak...» [450]
1. El-Hasan, Mücahid ve Dahhak'e göre bu âyet
Mi'rac olayıyla bağlantılıdır. Sahih kaynaklarda Mi'rac gecesi
Resûlüllah (A.S.) Efendimize verilen üç şeyden biri de Bakara
sûresinin son iki âyeti olduğu belirtilmiştir.
2. Kur'ân-ı Kerîm'deki
bütün âyetlerin Cibrîl (A.S.)
tarafından Peygamber (A.S.) Efendimize .getirilip ilka edildiği halde, ancak konumuzu oluşturan iki âyeti,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arada vasıta bulunmaksızın telakki etmiştir.
3. Resûlüllah
(A.S.) Mi'rac gecesi varacağı makama
ulaşınca Cibril'in işareti
üzerine, Rabbine şu sözlerle saygısını sunmuştur: ET-TE-HİYYÂTÜ LİLLAHİ
VE'S-SALÂVATÜ VET-TAYYİBATÜ.. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onun bu
ta'zimatına karşılık : ES-SELÂMU ALEYKE EYYU-HENNEBİYYÜ VE RAHMETULLAHİ VE
BEREKÂTUHU buyurmuştu. Bu kez Peygamber (A.S.) Efendimiz.ümmetinin
de bu feyiz ve inayetten payını ve nasibini almasını dileyerek : «ES-SELÂMU
ALEYNÂ VE ALÂ İBADİL-LAHİ'S-SÂLİHÎN diye duada
bulunmuştu. Cebrail de
gökteki meleklerle birlikte hepsi birden
bu havaya girerek : EŞHEDÜ ELLÂ İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHÜ
VE RESÛLÜHÜ sözüyle şe-hadette bulunmuşlar, Allah'ın varlığını ve birliğini,
son peygamber Hz. Muhammed'in
Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu bir defa daha tasdîk etmişlerdi.
Bunun üzerine Cenâb'ı
Allah, Bakara sûresinin son iki âyetini kendinden bir rahmet, inayet ve
iltifat olmak üzere Kulu Muhammed'e ve O'nun ümmetine hediye etti:
«Peygamber (Muhammed),
Rabbinden indirilene imân etti; Mü'min-ler de...»
Evet bu âyeti onların
şükrüne karşılık olarak sunmuştur.
4. İmân etti, cümlesiyle çevirisini yaptığımız
«ÂMENE» burada daha tasdîk anlammadır.
5. «İşittik ve itaat ettik.» Yani kabul edip
uyduk, demektir.
6. «Teklif» burada insana zor gelen, sıkıntı ve
meşakkat veren emir ve sorumluluktur. «Vüs'» ise, güç ve imkân demektir.
Nitekim Kur'ân'da buna
iki ayrı yerde dokunularak buyuruluyor ki:
«Allah size kolaylık
ister, zorluk istemez.» [451]
«(Allah) dinde size
hiçbir zorluk meydana getirmedi.» [452]
7. Güç getirilmiyecek teklif
aklen caizse de İslâm şeriatında buna yer verilmemiştir. Şeriatte güç
getirilmiyecek bir emir yoktur, [453]
İnsanları yine insan
olma doğrultusunda eğiten, içlerini {kafa ve gönüllerini Jnefs, şeytan, madde
ve şehvet fırtınalarından koruyup Allah'a kul olmanın derin anlamını ve zevkini
gönüllere -titiz ve duyarlı bir ressam gibi- elindeki kudret fırçasıyla
işleyip nakşeden Peygamber (A.S.) Efendimiz, uyguladığı ilâhî metotla İslâm davasında
başarılı olmuş ve çeyrek asırda bir benzeri görülmemiş büyük bir inkılâp
yapmış; iç rahatlığına, imân saadetine ve vicdan berraklığına erişen sağlam
iradeli bir cemaat oluşturmuştur. Kur'ân bu başarıyı «ÂMENE'R-RESÛL..» sözüyle
övmekte ve İslâm'ın bu ölçü ve imân cevherini bütün sadeliğiyle içinde taşıyan
mü'minlerle zafere ulaştığını, bundan böyle de aynı cevhere sâ-hip çıkanların
zaferden zafere koşacağını müjdeliyor.
Çünkü Mi'rac
başlıbaşına İslâm medeniyetinin yüceliğini ve onun gün geçtikçe yüceleceğini
anlatmaktadır. Bu mübarek gecede konumuzu oluşturan iki âyetin, arada Cibril
olmaksızın doğrudan doğruya Resûlüllah {A.S.) Efendimize sunulması, İslâm ve
İmânın mutlak zaferini İçermektedir.
O halde ümmetin
dağılıp fesada uğratıldığı yirminci asrın son yarısında bu cevheri bütün
incelik ve sadeliğiyle içinde taşıyan bir nesle ve onları Hazreti Muhammed'in
(A.S.) bir benzeri olmayan metoduyla eğitip irşâd eden güçlü mürşitlere daha
çok ihtiyaç duyulmaktadır.
Konumuzun ana temasını
meydana getiren âyetin, hergün yatsı namazından sonra birçok cami'lerde
okunmasının sır ve hikmetlerinden biri de budur. [454]
«Rabbımız! unutacak,
ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma..»
Eğitilmesi,
yetiştirilmesi ve olgunlaştınlması en zor canlı varlık, insandır. Ondaki akıl,
zekâ, irâde, hafıza ve yetenekleri, yine onun ruhuna gıda verir, vicdanını
geliştirir, imân ve irfanını kuvvetlendirir anlamda ka-nalize etmek kolay bir
iş değildir. Büyük himmetler, geniş masraflar, dinamik kafalar, yüksek
irâdeler, sabırlı çalışmalar ister.
İşte İnsan maddesini
bu açıdan ele alıp, onun madde ve mana yapılarını paralel biçimde eğiten en
büyük müessese, İslâmiyettir.
Konuyu bu açıdan
değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki:
İnsan ne kadar
olgunlaşırsa olgunlaşsın, ne kadar iç âlemini güzel-leştirirse güzelleşirsin,
Allah'ın ona verdiği sayısız ni'metler, açtığı rahmet ve mağfiret kapılarının
genişliği ve yüceliği karşısında yine de kusurludur ve günahkârdır.
Peygamberler müstesna.
Her şeyi bir tarafa
bırakıp sadece akıl, düşünce, hafıza ve zekâ ni'-metlerini ele alalım; bunlarla
ihsana sunulan has ilgiyi gözönüne getirelim : Hangi ibâdet, duâ ve iyi
davranışımız bunlara karşılık şükür olabilir? Verilen nîmet, kıymet ve ölçüsü
takdir edilemiyecek kadar üstün, ortaya konulan şükür ise bir takım vesvese ve
şüphelerle dolu..
İşte Kur'ân bu
hakikati yansıtırken insana hep kusurlu bulunduğunu, her an Allah'ına muhtaç
olduğunu hatırlatarak duanın en güzelini, kulluğun en anlamlı yanını telkin
yolu ile öğretiyor. Unutma ve yanılmanın insana has hallerden bulunduğuna
dikkatleri çekiyor. Bunun için de Allah'tan her dem af, rahmet ve bağışlanma
istememizi hatırlatıyor.
Şüphesiz ki bu telkîn
ve hatırlatma, insan eğitmenin en verimli tezgâhıdır. Bu tezgâhı işler duruma
getirmek ise, mü'minlerin görevidir. Bu görev farzdır. İnkârı nankörlük, terki
büyük günahtır. [455]
«Hepsi de Allah'a,
O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve:
«Peygamberlerinden hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz,»
dediler..»
Kur'ân'da bu âyetle de
semavî dinler arasında olumlu yönde bir diyalog kurulması öngörülmüştür. Gerçi
bütün hak dinlerde barışa yer verilmiş ve bir sonraki dinin bir öncekini
tamamladığı açıklanmışsa da beşerî zaaf ve taassub zamanla bu hakikati
anlaşılmaz hale getirmiş, ilâhî kitaplara kendi görüşlerini, zaaf ve
temayüllerini sokarak onları aslından uzaklaştırmalardır. Kur'ân bu kayıt ve
tahriften her zaman uzak tutulmuş ve indiği gibi korunmuştur.
Kur'ân'ın insanlığa
sunduğu barışın nedeni açıktır:
a) İlâhî dinlerin hepsi aynı kaynaktan
kaynaklanmış ve aynı esasta birleşmiştir. Bu açıdan ilâhî dinlerin hepsi bir
bütünlük arzeder.
b) Dinlerin amaç ve hedefi birdir: İnsanlarla
Allah arasındaki'engelleri kaldırmak, maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında
denge sağlayıp insan unsurunu Allah'ın dilediği biçim ve anlamda terbiye
etmektir.
c) Âyet ve mu'cizeyle desteklenen, hak peygamber
olduğu Allah tarafından bildirilen bütün peygamberlere -derece bakımından
farklı durumları olsa bile- inanmak, bu yönden aralarında fark gözetmeksizin
hepsini Allah elçileri olarak kabul etmek, dinlerin esas ve amacının gereğidir.
Her peygamberi sevip saymak, dindarlığın icâbıdır. Reddetmek, inkâr etmek,
küçümsemek ise, dinin esasından çıkmak,
akideyi bozmak, anla-mınadır. Diğer bir
deyimle dinler arasındaki ortaklaşa bağı koparmaktır.
Yahudi ve
Hıristiyanlar böyle bir inkâra saptıkları ve dinler arasındaki bağı
kopardıkları için insanlığa büyük zararlar vermiş, beşer kanının dökülmesine
yol açmışlardır.
Dinler arasındaki
ortaklaşa bağı biraz daha açıklayacak olursak, onları bir zincirin halkalarına
benzetebiliriz, her halka bir öncekiyle bağlantı kurar ve tamamlanır. Ne var
ki ilim, teknik ve sosyal alanda milletlerin ilerlemesi ve yeniden birçok
buluşların ortaya konulması sürekli bir te* kâmüle kapı açmıştır. Dinler de bu
tekâmül doğrultusunda tekâmül ede ede son halkasına gelip dayanmıştır. Her
gelen dîn, bir öneekini tamamlamış, onu doğrulamış ve beşerin gelişen sosyal
.kültürel ve teknik yapısına cevap verecek esas ve prensiplerle ortaya
konulmuştur. Değişen sosyal yapıya uyum soğlayamıyan bir kanunu, uyum
sağlayabilen yeni bir kanunla yürürlükten kaldırmak ne ise, dinler arasındaki
durum da odur. O halde son çıkarılan kanunu kabul etmemek, ya da yürürlükten
kaldırılan kanunun mevcudiyetini, vâznnı inkâr etmek ne kadar gülünç ve
mantıksızsa, dinler arasında da böyle bir yargıya varmak o ölçüde gülünç ve
mantıksızdır.
Böylece Kur'ân, dinî
taassubu akıl ve mantık ölçüleri üstünde tutan Yahudi ve Hıristiyanların, din
adına dinin esas ve amacından ayrıldıklarına işaret ederek son din olan
İslâm'ın, koparılan bu bağları, kesilen diyalogu yeniden kurmaya yöneldiğini
ve Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imân etme
istikametinde ilâhî dinlerin barış içinde TEVHÎD esasında birleşmelerini
önermekte ve barıştan yana geniş bir kapı açık tutmaktadır. [456]
Bakara sûresine, Allah
tarafından indirildiğinde hiçbir şüphe bulunmayan Kur'ân'ın, Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlar için doğru yolun kendisi olduğu, doğru yola ileten
ilâhî rehber bulunduğu anlatılarak başlanmış; Kur'ân'ın bu özelliği sûrenin her
âyetiyle belgelenip isbat edildikten sonra, ilâhî dinleri, dinlerin en son ve
en mükemmel halkası olan İslâmiyetle barışa, birleşmeye, Tevhîd potasında
bütünleşmeye davet etmekle sona ermiş ve bu yolda mü'minlerin Allah ile olan
bağlarının hikmet ve anlamı, insanlıktan yana barış ve kardeşlik havası
estirilerek sergilenmiştir.
Bu sûrenin tefsirini
tamamlamayı bize kolaylaştırıp nasip eden Allah'a, çöldeki kumlar,
denizlerdeki katreler, ağaçlardaki yapraklar sayısınca hamd-u senalar olsun..
Salât-u selâm da Efendimiz Muhammed Mustafa'ya (SAV.) ve O'na dosdoğru uyanlara
olsun.. [457]
[1] Süddi - Kurtubî - îbn Kesir - îbn Cerîr -
Lübabu't-Te'vîl tefsirleri
[2] Kurtubî - Îbn Kesir - îbn Cerîr : Îbn Abbas
(R.A.)dan..
[3] Katade . Mücâhid..
[4] îbn Kesir - Fehülkadir : Îbn Abbas ve Enes (R.A.)dan..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/557-558.
[5] Tirmizî - Kurtubî - Îbn Kesîr..
[6] Buharî / tefsir: 2, 37, mezalim: 15, ahkâm: 34. Müslim
/ ilim- 5 Tİrral zî / tefsir: 2, 22.
Nesâî / kaza: 34. Ahmed: 6/55, 63, 205.
[7] Buhari / imân: 24, şahadat: 28, edeb: 69. Müslim /
İmân: 107, 109. Tir. mizî / imân: 14. Nesâî / imân: 20.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/558-559.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/559.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/560-561.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/561.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/562.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/562-564.
[13] Enbiyâ sûresi âyet: 105.
[14] Furkan sûresi:
25
[15] Fecr sûresi:
21-22
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/564-566.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/566-567.
[17] Al-i îmrân sûresi âyet: 102-103.
[18] i "
» » » :
105.
[19] En'am sûresi âyet: 159.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/567-568.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/568.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/569-571.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/571-572.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/572.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/573.
[26] Kurtubî,
Hz. Ali'den (R.A.),
kaynağını göstermeden rivayet
etmiştir: 3/29.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/573.
[27] A'ral sûresi âyet: 32
[28] Kehf sûresi âyet: 7
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/574.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/574-575.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/575-576.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/576.
[33] Buhari -
Müslim..
[34] Buharî - Müslim : Âişe (RJUdan..
[35] îbn Kesîr / Duâ-i me'sûre..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/577-578.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/578-579.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/579-580.
[38] Bak: Knbiya: 92, A'raf: 181, Hûd: 8, Nahi: 120.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/580-582.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/582-583.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/583-584.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/584.
[43] Aynı rivayeti îbn Münzir de Katade'den naklen
yapmıştır.
[44] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, İbn Cerîr, îbn Kesir,
Lübabu't-Te'vîl ve fethuikadîr tefsirlerine
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/585-586.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/586.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/586-587.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/587.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/587-589.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/589.
[51] Ahmed bin
Hanbel - Nesâi..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/589-590.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/590.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/591.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/591.
[55] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, İbn Cerîr, İbn Kesir,
Lübabutte'vîl ve Fet-hulkadîr tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/593-594.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/594-595.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/595-596.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/596-597.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/597-598.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/598.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/598.
[62] Lübabu't-Te'viî
- Alûsi tefsirleri..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/599-600.
[63] Müslim / eşribe:
73. Ebu Davud
/ eşribe: 5.
Tirmizi / eşribe:
1. İbn Mâce / eşribe: 9. Ahmed: 2
/ 16, 29, 31, 105, 134, 137.
[64] Buharı / eşribe;
1. Müslim / eşribe: 77. Tirmizî /
eşribe; 1. İbn Mâce 1 eçribe: 2. Daremi / eşribe: 2. Taberanî / eşribe: 11. Ahmed:
2 / 19,22, 28 -5/98, 106,
123, 142.
[65] Müslim :
Câbir (R.A.)den..
[66] Ebû Dâvud / eşribe; 5- Müslim / eşribe: 73. Tirmizi /
eşribe: 1. îbn Mâce / eşribe: 9.
[67] Buharı - Müslim :
Hz. Âişe (R.A.)dan. Ebu Davud /
eşribe: 4.
[68] Ahmed bin Hanbel:
1/25, 230, 244. Tirmizi / büyü':
37, 58. Nesâi / büyü : 9, 93. İbn Mâce / eşribe: 7, ticaret: 11.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/600.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/601.
[70] Ebu Davud / eşribe: 5. Tirmizî / eşribe: 3. Nesâî /
eşribe: 25. îbn Mâ-ce / eşribe: 10.
Daremî / eşribe: 8. Ahmed: 2/91, 167,
179, 3/343.
[71] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibî'l-Arbaa : C. 1, S. 19 '/ Mısır baskı: 1939
[72] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa : C. 2, S. 16 /
Mısır üçüncü baskı; ?
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/602.
[73] Tevrat-Sayılar :
Bap 6.
[74] Matta:
26-27-28-29.
[75] Markos: 22-25.
[76] Luka: 15.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/603-604.
[78] Fazla bilgi için bak: uyuşturucu ve Keyif Verici Zehirler - Korunma
ve Faruk Bayülkem - Ankara:' 1968.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/604-605.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/605.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/605-606.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/607.
[82] Buharî / mîkat: 15. Ebû Dâvud / nikâh: 2. Müslim /
reda': 53. Tirmizt/ nikah: 4. Nesâî / nikâh: 10, 13. Ibn Mâce / nikâh: 6.
Daremî / nikâh: 4. Ta-°eranî / nikâh: 21. Ahmed: 3/302. 4/428.
[83] Müslim / redâ': 59. Nesâİ / nikâh: 15. Ahmed: 2/168.
[84] îbn Mâce - Müslim
/ tefsir: 7.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/607-608.
[85] Mâide sûresi âyet:
5.
[86] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, Alûsî ve tbn Cerîr
tefsirlerine..
[87] Dârekutnî.
[88] Ebû Dâvud / nikâh:
19. Tirmizî / nikâh: 14. Dâremî 7
nikâh: 11. Ah-: 6/47, 66, 166.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/608-609.
[90] Tevrat / Tesniye: 7/2-4.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/610-611.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/612.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/613.
[94] Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden birinci
konuda soru soranların
Sabit bin Dahdah, Useyd bin Hudayr ve Ubbad bin Bişir (R.A.) olduğunu
Kurtubî ve İbn Cerîr nakletmişlerdir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614.
[95] Müslim :
Enes (R.AJden.
[96] Ahmed bin Hanbel - Nesâi - İbn Mâce - Beyhakî:
Huzeyme'den..
[97] Tirmizî - Nesâî - İbn Mâce / nikâh : 20. Ahmed : 2/344.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614.
[98] Tirmizî / taharet: 102, redâ': 12. tbn Mâce / nikâh:
29. Dâremî / vudü1: 114. Ahmed:
1/86 - 6/305.
[99] Keffaret, kan henüz kırmızı renkte ise bir dinar, sarı
renkte ise yarım dinardır. Bir dinar 10 dirhem saf gümüş değerinde altın
paradır.
[100] Ebû Dâvud / nifcâh: 45. Ahmed: 2/444, 479.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614-616.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/616.
[102] LeviUler:
15/19-24.
[103] » : 18/19.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/616-617.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/618.
[106] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, tbn Cerir,
Mefatihülgayb, Alûsl ve Fet-hulkadîr tefsirlerine.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/618-619.
[107] Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[108] Buharî : Abdurrahman bin Semure'de
[109] Bunari : Ebû Hüreyre'den (r.A.).
[110] Buharî " Müslim : Ebû Musâ el-Aş'arl
<R.A.)den.
[111] Buharî . Müslim : Abdurrahman bin Semure (R.A.)den.
[112] Ahmed bin Hanbel.
[113] Ebû Dâvud / eyman:
6/45.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/619-620.
[114] Tefsîr-i tbn Kesîr:
1/267.
[115] Fethulkadîr ve Kurtubİ tefsirleri / İlgili âyet.
[116] Kurtubî / ilgili âyet..
[117] İbn Kesî: 1/267.
[118] İbn Cerir : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[119] Ibn Eb! Hatim : Saîd bin Cübeyr'den.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/620-621.
[121] Bakara Sûresi :
228, Nisa âüresi: 34
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/622.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/622-623.
[124] Kurtubî, İtin Cerîr tefsirleri ve Esbab-i Nüzul /
Nisaburî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/623-624.
[125] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud - Tirmizî.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/624.
[127] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, tbn Cerîr, îbn Kesir ve
Fethulkadîr tefsirlerine ve kaynak fıkıh kitaplarına..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/624-625.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/625-626.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/626.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/627.
[131] Ebû Dâvud - Nesâi : Urve bin Zübeyr (R.A.)dan.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/627-628.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/628-629.
[134] Fazla bilgi için bak: Kurtubî ve Fethulkadîr
tefsirlerine. Ayrıca bu konuyla ilgili kaynak fıkıh kitaplarına.
[135] Fazla bilgi için bak :
Sağlık Ansiklopedisi «Âdet görme» maddesine ve Sağlık Kılavuzu : 1970
baskı aynı maddeye..
[136] Fazla bilgi için bak : Kurtubî ve Alusî tefsirlerine.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/629-634.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/634.
[139] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, îbn Cerîr, İbn Kesir,
AIüsî, Fethulkadîr tefsirlerine ve Nisaburî'nin Esbab-i Nüzul'üne.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/635-636.
[140] Ahmed bin Hanbel - Ebû Rezîn.
[141] Tirmizî - bû Dâvud - îbn Mâce - Ahmed bin Hanbel :
Sevbân (R.A.)den.
[142] Tirmizi . İbn Cerîr
: Sevbân (R.A.)den.
[143] İbn Mâce,
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/636.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/636-637.
[145] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Menar: C. 2, S. 386. Ve
kaynak fıkıh kitaplarına. Ayrıca Kur'ân Ahkâmı / C. Yıldırım..
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/637-638.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/638-639.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/639.
[149] Fütuhat-i MeHüye : I/679
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/640.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/640.
[151] Esbab-ı Nüzul / Nisaburi - îbn Cerîr - Mefatihü'1-Gayb
tefsirleri..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/642.
[152] Buharî: Talâk konusunda - Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud
- Nesâİ -îbn Mâce : Talâk konusunda. Taberânî: Nikâh konusunda.
[153] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud ve Tirmizî: Nikâh. Nesâî
: Talâk,.
[154] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî : Talâk konusu / îbn
Mes'ud'dan.
[155] Ebû Dâvud : Talâk konusunda.
[156] Taberânî: Nikah konusunda.
[157] Ahmed bin Hanbel - Nesâî - tbn Mâce : Nikâh konusu /
Îbn Mes'ud'dan.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/643.
[158] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - Alûsî
tefsirleri
[159] Dârekutnî : Hz. Âişe (R.A.)dan.
[160] Kurtubî - tbn Cerîr tefsirleri.
[161] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/644-647.
[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/947-948.
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/648.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/648-649.
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/650.
[166] Darekutnî, Kurtubî ve Ibn Cerîr.
[167] Darekutnî.
[168] Ahkâf sûresi âyet:
15.
[169] Bu konuda fazla bilgi için bak:
Kurtubî, Alûsî, İbn Cerîr, İbn Kesir, Mefatihülgayb ve Fethulkadîr
tefsirlerine. Ayrıca kaynak fıkıh kitaplarına..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/650-652.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/653.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/654-655.
[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/655.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/656.
[174] Ebû Dâvud - Tirmizî - Nesâî - Taberânî - Darekutnî
: Talâk konusu
[175] Buharı - Müslim :
Ümmu Habibe ve Zeyneb (R.A.)dan.
[176] Buharî - Müslim: Ümmu Seleme (R.A.)dan.
[177] İmam Ahmed bin Hanbel - Tirmizî ve Eshabı Sünen : İbn
Mes'ud (r.aJ dan. Tirmizî bu hadîsi sahih görmüştür.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/656-658.
[178] Rec'i talâk, yeniden nikâhı gerektirmiyen boşanma.
Bain talâk, yeniden nikâhı gerektiren boşanma.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/658-661.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/661.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/661.
[182] Mehr mihir : Nikâh
akdi yapılırken erkek tarafından verilen para (Mehr-1 muaccel). Aynı
para boşanırken verilmeye geciktirilirse
ona (Mehr-i müeccel denir .Yada ölüm
halinde verilmesi kararlaştırılan para.
[183] Lübabu't-Te'vîl Tefsiri.
[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/662-663.
[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/663-664.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/664-665.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/665.
[188] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - îbn Kesir
- Lübabu't-Te'vîl -Fethulkadir - Alûsî ve Mefâtihül gayb tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/666.
[189] Eshab-ı .Sünen.
[190] » p
[191] Buharî - Müslim.
[192] Ahmed bin Hanbel, Tirmizl, Ebû Dâvud.
[193] Müslim : îbn Mes'ud
(R.A)den.
[194] Tirmizi Semure
bin Cündeb (R.A.)den.
[195] Müslim : Ebû
Yunus'tan
[196] Müslim . Tirmizî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
2/666-667.
[197] Bakara sûresi âyet: 143.
[198] Fazla bilgi için bak: Alûsi, îbn Cerîr, Mefatihülgayb,
tbn Kesîr, Fethul-"kadir Nisaburî ve Meragî tefsirlerine..
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/667-669.
[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/669-670.
[201] Sahih-i Müslim / müsafirîn: 164, 165. Tirmizî / salât:
168.
[202] Sahih-i Müslim / müsafirîn: 164, 165. Tirmizî / salât:
168.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/670-671.
[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/671-672.
[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/672.
[206] Lübabü't-te'vîl.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/673.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/674-675.
[208] Bakara sûresVâyet: 237.
[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/676.
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/676-677.
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/677-678.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/678-679.
[213] Tevrat, Sayılar:
14/32, 33.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/679-680.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/680.
[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/681.
[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/681-682.
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/682.
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/683-684.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/684.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/684-685.
[222] Bu isimler Tevrat'ta geçmekte ve peygamber oldukları
belirtilmektedir. Konumuzu oluşturan olaya Tevrat'ta da dokunulmuş ve aynı
isimlere yer verilmiştir. Kur'ân'da ise, sadece «peygamberlerine..» denilerek
o peygamberin ismi anılmamıştır.
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/686-687.
[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/687-689.
[225] Fazla bilgi için bak: Tevrat: I. Samuel / Bap: 12 ve
Birinci Krallar : 18-24-27 bablanna.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/689-690.
[226] I. KIRALLAR
: 10/10.
[227] Fazla bilgi için bak:
Kurtubî " ibn Kesir " ibn Cerîr "alusi Fethul kadir
Mefatihul gayb ve Nisaburi tefsirlerine.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/690-691.
[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/691-692.
[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/694.
[231] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/694-695.
[232] Bak :
Tevrat / İ.
KIRALLAR : 13/75.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/695.
[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/695-696.
[235] Buharî - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[236] * > : Câbir bin Abdullah (R.A.)dan.
[237] Müslim : Ebû
Hüreyre (R.AJden.
[238] Buharî - Müslim
: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[239] Buhar! - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[240] Kurtubî : Kendi tefsirinde.
[241] Buharî;
[242] >
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/697-698.
[243] Bakara sûresi : 285.
[244] Sevkanî / Pethulkadîr.
[245] Bakara sûresi âyet : 285.
[246] Müslim / Fezaii bahsinde..
[247] Taberânî / Sened-i sahihle.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/698-700.
[248] Sebe' sûresi âyet
: 28
[249] Enbiyâ sûresi âyet :
107
[250] Nisa sûresi âyet :
164
[251] Kurtubi Tefsiri : 3/284 Mısır baskı ?
[252] Bakara sûresi: 253
[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/700-701.
[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/701-702.
[255] Sünnetullah'ı bu anlamda açıklarken, kan dökülmesini,
savaşların sti-rüP gitmesini arzu ettiğimiz sanılmasın. Milletlerin mantığı
budur. Sünnetullah ne uyum halinde olup olmama bu mantığa bağlıdır.
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/702-704.
[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/704.
[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/705.
[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/706-707.
[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/707.
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/708.
[262] Buharı - Tirmizİ : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[263] Müslim - Ebû Munzir (K.A.)den.
[264] Tirmizî : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[265] Beyhakî / Sahih senecüe rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/709.
[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/710.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/711-712.
[268] Bu, tbn Abbas'a (R.A.) göredir.
[269] Beyhakî Uyunuttefsir'den..
[270] Bu, Kelbiy'e göredir.
[271] İbn Asâkir kendi tarihinde Hz. Ali (R.A.)den rivayet etmiştir.
[272] Taberânî : îbn Abbas'dan rivayet etmiştir.
[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/713-715.
[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/715.
[275] Ebû Dâvud - Nesâî - îbn Cerir - îbn Münzir - Beyhakî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716.
[276] Kurtubî - îbn Kesir - tbn Cerîr - Fethulkadîr - Alûsî
tefsirleri.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716.
[277] Buharî . Müslim : Ahmed btn Hanbel.
[278] Kurtubi : 3/280
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716-717.
[279] Bakara sûresi âyet :
193.
[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/717-718.
[281] Müslim / iman: 71, 72. Buharî / iman: 7. Tirmizî / kıyamet: 59. Ne-sâî / iman: 10,
33. îbn Mâce / mukaddeme: 9, cenâiz: 1.
Dâremî / isti'zan: 5, rikak: 29. Ahmed:
1/89 - 3/171, 206, 251, 272, 278.
[282] Yûnus sûresi âyet : 99.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/718-719.
[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/719-720.
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/720-721.
[286] A'raf sûresi âyet : 201.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/721.
[288] Mâide süresi âyet : 55.
[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/722.
[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/722-723.
[291] Nesâî : Ebû
Abdillah'tan sahih bir senedle..
[292] Tirmizî :
Câbir (R.A.)den, sahih isnadla
rivayet etmiştir
[293] Müslim : îbn Mes'ud
(R.A.)den.
[294] Tirmizî : Huzeyfe
(R.A.)den, (Hadîstin
hasenün garlbün).
[295] îbn Mâce : Ebû
Said el-Hudrî (R.A.)den.
[296] Buharı - Müslim : Temim ed-Dârî (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/724-725.
[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/725-726.
[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/726-727.
[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/727-728.
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/728.
[301] Müslim - Tirmizî - îbn Mâce - Nesâî Ebû Saîd
el-Hudriy'den.
[302] îbn Hibbân kendi Sahîh'inde rivayet etmiştir. Hadîs
sahihtir.
[303] İbn Mâce : Ebû Ubeyd (R.A.)den mursel olarak rivayet
etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/729-730.
[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/730-731.
[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/732-733.
[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/733.
[307] Buhari - Müslim : Ebû Hureyre (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/734.
[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/734-735.
[309] Lübabu't-Te'vîl:
1955 / Kurtubi:
5/302 / Fethulkadîr.
[310] İbn Kesîr :
Mısır ?
[311] Kurtubî Tefsiri:
3/300-301.
[312] Nabt-Nebt: Süryanilerden bir takım olup Arap Yarımadasının kuzeyinde otururdu.
[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/735-736.
[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/736.
[315] Kozalite : Fel. Nedensellik. Sebeplilik. Nedeni sonuca
bağlayan bağ.
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/736-738.
[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/738.
[318] Abdurrahman (R.A.)ın Allah'ın hoşnudluğuna erişmek
için yapmış olduğu yardımın 400 değil, 4000 dinar olduğunu rivayet edenler de
vardır. Allah daha iyisini bilir.
[319] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - tbn Cerîr - Alûsî -
Fethulkadîr tefsirlerine
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/740.
[320] Müslim - Nesâi.
[321] Ahmed bin Hanbel : tbn Mes'ud (R.A.)den.
[322] » :
Hüseyn bin Ali (R.A.)den.
[323] İbn Ebî Hatim : İmran bin Hüseyn bin Ali (R.A.)den
[324] Bakara sûresi âyet : 245.
[325] İbn Hibban - îbn Ebî Hatim.
[326] Müslim : Ebû Zfsc (R.A.)den.
[327] Müslim Ebu Zer
(R.A) den.
[328] İbn Kesir
: İbn
Murdeveyh'den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/740-742.
[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/742-743.
[330] Şuâra sûresi âyet : 177-180.
[331] însan sûresi âyet : 9.
[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/743-744.
[333] Darekutni -
Beyhakî - Taberânî : Hz. Ayşe (R.A.)
dan. Hadisin senedi zayıftır.
[334] Kurtubî : 3/306 - Taberânî / nida: 75.
[335] > : »/
>
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/744-745.
[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/746.
[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/747.
[339] Fazla bilgi için bak: İbrahim sûresi âyet: 18'in tefsirine.
[340] Ahmed bin Hanbel - Beyhakî.
[341] Müslim : Ebû Hüreyre
(R.A.)den.
[342] Nesâî . Tirmizî : Huraym bin Fâtik (R.A.)den.
[343] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizî - Nesâî : Zeyd b. Halid'den.
[344] îbn Hibban kendi Sahîh'inde - Beyhakî : Ömer b. Hattab
(R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/748-749.
[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/749-751.
[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/751-752.
[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/752.
[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/752-753.
[349] Buharı ve diğer Sünen sahipleri..
[350] İbn Cerîr Taberî Tefsiri.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/754-755.
[351] Hâkim, Müstedrek'inde rivayet etmiştir, sahihtir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/755.
[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/755-756.
[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/756.
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/756-757.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/757-758.
[356] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî.
[357] îbn Cerîr - İbn Mâce.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/759.
[358] Ahıned bin Hanbel : Abdullah bin Mes'ud (R.A.)den.
[359] Buharî : Ebû Hüreyre
(R-A.)den.
[360] Buharî : Mikdam (R.A.)den.
[361] Şeytanın adımı (sinyali) vesvesedir. Meleğin adımı
(sinyali) ilhamdır.
[362] Tirmizî : Hadisün hasenün garibim.
[363] Buharî - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[364] »
> > »
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/759-760.
[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/760-761.
[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/761-762.
[367] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/762-763.
[368] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/763-764.
[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/764.
[370] El-HaJtîm - İbn Lâl : ibn Mes'ud (R.A.)deu. Sahihtir.
[371] Buharî-MtisIim-Nesâî-lbn Mâce : ibn Mes'ud (R.A.)den.
[372] Kudaî kendi Müsnedinde Zeyd bin Eslem'den mursel
olarak rivayet etmigtir. Tirmizî ve EI-Askerî :
Ebû Hüreyre'den.. Senedinde zayıf sayılan İbrahim b. Fazıl vardır.
(KegfÜ'l-Hafa)
[373] ibn Adly El-Kâmil'de - EbûjNuaym Hülye"de rivayet
etmigtir. Irakiy'e göre, bunun senedi zayıftır. Al-Askerî bunun mevkuf olduğumu
tesbit etmigtir.
[374] İbn Adiy _ İbn Lâl: Ebû Hüreyre <R.A.)den.
Zehebiy'e güre isnadında şüphe vardır. Bak: Mîzanü'l-İ'tidal: 4/594
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/765.
[375] En'am: 89 - Lokman: 54 _ Nisa: 20 - Bakara: 251-231 -
Meryem: 12 _ Lokman: 12. âyetler.. Ayrıca Nahl: 125 Bakara: 269'a.
[376] Nahl sûresi: 2
[377] Mefatihul gayb / Fahrüddin Bâzî: C. 2/515. Matbaa-i Âmire.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/765-768.
[378] Tirmizi: Hadistin garibün
[379] Ebu Şeyh: îbn Abbas (R.A.)dan. Camiüssagir
[380] İbn. Hibban: Enes (R.A.)den - Hâkim ve Ebu Nuaym (Bu
hadisi zayıf sayanlar olmuştur.)
[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/768.
[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/768.
[383] Esbabü'n-Nüzul/Nisaburî - Kurtubî ve îbn Cerir
tefsirleri.
[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/770-771.
[385] Ibn Kesir tefsiri: 1/323 Mısır baskı?
[386] Buharî - Müslim: E tu Hareyre (R.A)den.
[387] Ebu Davud - Ahmed b. Hanbel.
[388] Tirmizi - Nesâl - Ahmed b. Hambel
[389] Ebu Davud - Tirmizi
[390] Ahmed b. Hanbel
[391] Ahmed b. Hambel.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/771-773.
[392] Buhar* / iman: 22, ıtık: 15. - Müslim / Eyman: 40.
[393] Yunus sûresi: 99, 100,
[394] Fazla bilgi için bak: FethÜlkadir / Şevkant -
Mefatihülgayb / Fahruddin Râzî tefsirlerine
[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/773-776.
[396] Buharl / zekat: 1, 63, Magazi: 60, Müslim / imân: 29 -
Ebü Davud: 5 - Tir-mizi / zekat: 6 - Nesa'i / zekat: 1, 46 - İbn Mâce / zekat:
1 - Dâremi / zekat:l Ahmed: 1/223
[397] Buhari / zekat: 6 - Nesa'i / zekat: 1, 46 _ îbn Mâce /
zekat 1 . Dâremî / zekat: 1 . Ahmed: 1/233
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/776-777.
[398] Müsned-i Ahmed: 3/3, 9, 12, 44 - Buhari' / zekat: 18 -
Müslim / zekat: 124
[399] Malik: Zeyd b, Eslem'den. Sahihtir.
[400] Müslim . Nesâi: Ibn Ömer (R.A.)den.
[401] Fazla bilgi için bak: Kurtubî _ Ibn Cerir ve Ibn
Kesir, tefsirleri.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/777-778.
[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/779.
[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/779-780.
[404] Esbabün Nüzul / Nisaburt
[405] Genig bilgi için bak: Kurtubî - tbn Kesir - îbn Cerlr
ve Lübabutte'vil tefsirleri.
[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/782-783.
[407] Buharî - Eshabi Sünen: Semure b. Cündüp (R.A.)den.
[408] Ibn Mâce . Ebu Hureyre (R.A.)den.
[409] Ebu Davud - Nesa'l - îbn Mâce: Bbu Hureyre (R.A.)dan.
[410] Eahab-ı Sünen
[411] Ibn Eb! Hatim - BeyhaM
[412] Ahmed b. Hanbel.
[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/783-784.
[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/784-785.
[415] Rum sûresi âyet
: 39
[416] Nisa sûresi âyet:
160-161
[417] Âl-i Imrân sûresi âyet: 130.
[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/785-788.
[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/788-789.
[420] İslâm Ekonomisi Teori ve Pratik.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/789.
[421] Bu sınırı örf ve vicdan belirler.
[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/789-791.
[423] TEVRAT/Ki tabı Mukaddes Şirketi: 958. Çıkış Kısmı: s.
76, bab: 22/25
[424] Musa ve Yahudilik/Hayrullîih ÖRS _ Remzi Kitabevi:
1966.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/791.
[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/791-792.
[426] Kurtubî-îbn
Cerîr Tefsirleri.
[427] Buharı - Müslim - Lübubutte'vîl Tefsiri.
[428] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 2/794-795.
[429] Buharî - Müslim - Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[430] Ahmed b. Hanbel: Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[431] El-Hûkim: îsnâd-i sahihle..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/795.
[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/795-797.
[433] Geniş, bilgi için bak: Mefatihülgaybe ve Kurtubîrile
tbn Cerir Tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/797-799.
[434] Kitleler Psikolojisi: 55/1969
[435] Kitleler Psikolojisi: 51/1969
[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/799-800.
[437] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/800.
[438] Buharî - Müslim: Enes bin Mâlik (R.A.)den.Vask:
Şeı"î : 218,400 kg. Örfî : 199,680 kg.dır.
[439] Ahmed bin Hanbel - İbn Asâkir: Sened-i sahihle.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/801-802.
[440] ibn Mâce/Mukaddeme: 17
[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/802-803.
[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/803-804.
[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/804.
[444] Sahlh-i Müslim: Ibn Abbas (R.A.)dan. Kurtubl - tbn
Cerîr Taberl.. / Nisabû-rl'nin Esbab-ı Nüzul'ünde ise, buna geniş yer
verilmigtir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/806.
[445] Bagavî: Hâkim bin Câbir (R.A.)den.
[446] TaberânI:Sevbân (R.A.)den. Sahihtir.
Not: Bunların hükmü
değil de günahı kaldırılmıştır. Nitekim hata yollu adam öldürene diyet
gerekmektedir. Zorlanarak zina etmek ya da adam öldürmek mubah sayılmamaktadır.
(Münâvî: Feybülkadîr).
[447] Buharî-Müslim: Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[448] Buharî - Müslim: Ahmed bin Hanbel.
[449] îbn Murdeveyh: El-Egcaî hadîsinden rivayet etmiştir.
[450] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/806-807.
[451] Bakara sûresi âyet: 185.
[452] Hac sûresi âyet: 78.
[453] Fazla bilgi için bak: Kurtubt ve îbn Cerîr
Tefsirlerine..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/807-808.
[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/808.
[455] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/809.
[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/809-811.
[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/811.