Meali: 7

İniş Sebebi 7

İlgili Hadîsler. 7

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 7

Din  Düşmanlığı   Güdenler  İş Başına Gelince. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali; 9

İniş Sebebi 9

Barış Ve Esenlik. 9

Şeytanın  Adımları 10

Atom Patlamasına Benzer Bir Tablo. 11

Hep Birden Sulh Ve Selâmete Girin. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali 12

Tarihî Yönü. 12

Yahudilerin  İslâm'a Girmeyişi 13

Âyetler Arasında  Bağlantı 13

Meali 14

İniş Sebebi 14

İlgili  Hadîsler. 14

Dünya Hayatı Yalnız İnkarcılara Mı Süslenmiştir?. 14

Dünya Hayatını Süsleyen Kimdir?. 14

Dünya Hayatında   Başarılı  Olmanın Nedenleri 15

Âyetler  Arasında Bağlantı 15

Meali : 16

İlgili Hadîsler. 16

İnsanlar Tek  Bir Ümmet İdi 16

Bu Konudaki Rivayetler Ve Yorumlar. 16

İnsanlar Tek Bir  Ümmet İdi 17

İnsan  Doğuştan Sosyal Yapıya   Bağlıdır. 18

«İnsanlar tek bir ümmet idi...». 18

İhtiras Ayrılığa,  Başolma Bölünmeye Yolacar. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali". 19

İniş Sebebi 19

İlgili Hadîsler. 20

Allah'ın  Kulları Hakkında  Sünneti Değişmez. 20

Peygamber Ve  Çevresinde Yer Alan Mü'minler Örnek  Olma Doruğunda Bulunuyorlar  20

Ayetin Bugünümüzle İlgisi 20

Âyetler Arasında Bağlanti 21

Meali 21

İniş Sebebi 21

Hayırda Öncelikle  Gözetilecekler. 22

Zekât Dışında Toplumu Sağlam Ölçülerle Oluşturan Yardımlar. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali 22

İniş Sebebi 23

Yorumlar-Rivâyetler. 23

Verilen Emrin Dişina Çıkmamak. 24

İslam'ın İnsan Kanına Gösterdiği Saygı Ve Sunduğu Değer. 24

Fitne Adam Öldürmekten Daha Ağır Bir Suç Ve Daha Büyük Bir Günahtır  25

Fıkhî Yönü. 25

Âyetler Arasinda Bağlantı 25

Meâli: 25

İniş Sebebi 26

İlgili Hadîsler. 26

Hamr   Kelimesiyle İlgili Açıklamalar Ve Çözümler. 26

F1khî Yönü. 27

Tarihi   Yönü. 27

Tıbbî Yönü. 28

Sosyal Yönü. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 29

İniş Sebebi 29

İlgili Hadîsler. 29

Müşrik. 29

Müslümanların Kitap Ehli Olan Milletlerle İlgi Kurması 30

Kadın Daha Çok Erkeğin  Etkisi Altındadır. 31

Âyetler Arasında  Bağlantı 32

Meali 32

İniş Sebebi 32

İlgili Hadîsler. 32

Yorumlar - Rivayetler. 32

Sağlık Yönü. 33

Bu Konuda Kur'an İle Tevrat Arasında Mukayese. 33

Âyetler Arasında Bağlanti 34

Meali: 34

İniş Sebebi 34

İlgili Hadîsler. 34

Yorumlar  Rivayetler. 35

Aile Bireyleri Arasında Sevgi Ve Saygı Bağları 36

Âyetler Arasinda  Bağlantı 36

Meali : 36

İniş Sebebi 36

İla  = Karısına Yaklaşmamaya Yemin Etmek. 37

Dört Ay Tamamlanınca Kadın Boşanmış Olur Mu?. 37

Aile Yuvasının Saygınlığı 37

Âyetler Arasında Bağlantı 38

Meali : 38

İniş Sebebi 38

İlgili Hadîsler. 38

Rivayetler - Yorumlar - Hükümler. 38

Rahimlerindekini Gizlemeleri Kendilerine Helal Olmaz. 39

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali' 41

İniş Sebebi 41

İlgili Hadîsler. 42

Boşama İki Keredir. 42

Bir Mecliste Bir  Defada Üç Talâk  Denilse. 42

Kadına Tanınan Haklar Ve Kolaylıklar. 43

Boşanma Yetkisi 43

Tasavvufi Yönü. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali 44

İniş Sebebi 44

İlgili Hadîsler. 44

Rivayetler - Yorumlar. 45

İslâm   Hukukunda Örfün Yeri 46

Tarihî Yönü. 47

Âyetler Arasında Bağlantı 47

Meali : 47

İniş Sebebi 47

Rivayetler - Yorumlar. 48

Ana İle Çocuğu Arasındaki Sevgi Bağı 49

İlmî Yönü. 49

Âyetler Arasında  Bağlantı 50

Meali  : 50

İniş Sebebi 50

İlgili Hadîsler. 50

Kocası Ölen Kadinin Ağırbaşlı Davranması Ve Dikkatleri Üzerine  Çekecek  Biçimde  Süslenmemesi 51

Kadına İkinci Kez  Evlenme Konusunda Verilen Serbesti 52

Ayetler Arasında Bağlantı 52

Meali : 52

İniş Sebebi 53

Rivayetler – Yorumlar. 53

Boşanan Kadına Tanınan Hak. 53

Âyetler Arasında Bağlantı 54

Meali 54

İniş Sebebi 54

İlgili  Hadîsler. 54

Vusta Namazı 55

Korkulu Anlarda Kılınan  Namaz. 56

Allah Huzurunda Saygı Ve Edeple Durmak. 56

Savaşırken De Namaz Kılmak. 57

Âyetler Arasında Bağlantı 57

Meali : 57

İniş Sebebi 57

Âyetin Taşıdığı   Hüküm.. 58

Boşanan Kadına Örfe Uygun Bir İntifa Sağlanması 58

Ayetler Arasında Bağlantı 59

Meali : 59

Yorum.. 59

Milletlerin Yaşama Şansi 59

Tarihî Yönü. 60

Âyetler Arasında Bağlantı 60

Meali : 61

Kur'ân İbret Alınacak Tarihî Bir  Olayı Sergiliyor. 61

Allah Yolunda Savaşın Anlami 61

Allah Yolunda Savaşın Temel  İlkesi Allah'a Ödünç Vermektir. 61

Faizsiz  Ödünç Vermenin Çeşitleri Ve Yolları 62

Sıkıp Daraltma. 62

Âyetler Arasında   Bağlantı 62

Meali  : 62

Olayin  Nedeniyle Birlikte Özeti 63

Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Ölçüler Ve Hikmetler. 63

Tarihi Yönü Ve Tevrat 64

Tabut İsmi   Hakkında Yorumlar. 64

Âyetler Arasında Bağlantı 65

Meâli : 65

Olayın Nedeniyle Birlikte Özeti 66

Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Öğütler Ve   Hikmetler. 66

Tarihî Yönü. 66

Ayetler Arasında Bağlantı 67

Meali 67

İlgili Hadisler. 67

Peygamberler Arasında Derece  Farkı 67

Peygamberler  Arasındaki Farklı Dereceler. 69

Sünnetullah. 69

Sünnetullah  Nedir?. 69

Peygamberlik Vehbîdir. 70

Ayetler Arasında Bağlantı 70

Meali : 71

Kişisel Tasarrufun Olmadığı Gün. 71

Yorumlar – Rivayetler. 72

Âyetler Arasında Bağlantı 72

Meali : 72

İlgili Hadîsler. 72

Allah'ın Varlığına Birliğine  Dosdoğru İnanan Mü'min Sekiz Sırra  Erişir  73

Allah'ın Varlığı 73

Ayet-İ Kürsî İle İlgili Yorumlar, Rivayetler. 74

El-Kayyum.. 74

Kürsî 74

Âyetler Arasında Bağlantı 75

Meali 75

İniş  Sebebi 75

Diğer Bir Rivayet: 75

Konuyla İlgili Tarihî Olaylar. 75

Âyetin Hükmü Kaldırılmamıştır. 76

Dinde Zorlama Yoktur. 76

Âyetler Arasında Bağlantı 77

Meali : 77

İniş Sebebi 77

Mü'minin Yardımcısı Ancak Allah'tır. 77

Dünya Kurulalıdan   Beri   Hak İle Bâtıl, İmân İle Küfür Mücadele Halindedir  78

Âyetler Arasında Bağlantı 78

Meali : 78

İlgili Hadîsler. 79

Tarihte  Önemli Bir Olay. 79

İbrahim Peygamber Hakk'i,  Nemrud Bâtılı Temsil Ediyor. 80

Âyet Günümüzdeki   Türedi Materyalistlere Dikkatimizi  Çekiyor. 80

Âyetler Arasında Bağlantı 80

Meali : 81

İlgili  Hadîsler. 81

Tarihî  Yönü. 81

Bu Olayı Yansıtmakta Da Kur'ân Tevrat'ı  Düzeltip Doğrultuyor. 82

Âyetler Arasında Bağlantı 82

Meali: 83

İlgili Hadîs. 83

İtikadı Yönü. 83

Kuşların Ehlileştirilmesi Ve Dört Türden Bir Araya Getirilmesi 83

Tarihî Yönü. 84

Mu'cizeye  Dikkat 84

Âyetler Arasında Bağlantı 85

Meali : 85

İniş Sebebi 85

İlgili Hadîsler. 85

Allah Yolunda Harcama Orduyu Güçlendirme. 86

Yapılan İyiliği   Başa Kakmak. 86

Kur'ân'da Ziraat 87

İdealist, Güzel Ahlâklı  Mü'min Yetiştirmek. 88

Âyetler Arasında Bağlantı 88

Meali : 88

İlgili Hadîsler. 89

Gösteriş İçin Harcanan Mal 89

İslâm Tezgâhında Şekillenen   Mü'minin Harcaması Başka Olur. 90

Yorumlar - Rivayetler. 90

Âyetler Arasında Bağlantı 90

Meali   : 91

İniş Sebebi 91

İlgili Hadîsler. 91

Üç Önemli Noktaya İşaret Edilmiştir : 91

Milletlerin Tarih Sahnesinde Yeri Ve Ömrü. 92

Özellikle İki Meyveden  Söz  Edilmesi (Hurma Ve Üzüm) 92

Ayetler Arasında Bağlantı 92

Meali 93

İniş Sebebi 93

İlgili Hadîsler. 93

Fıkhî Yönü. 94

Yorumlar - Rivayetler. 94

Özel Mülkiyete Acık Tutulan Kapi 94

Özel Mülkiyete Açık Tutulan Kapi 95

Âyetler Arasında Bağlanti 95

Meali : 95

İlgili Hadîsler. 95

Hikmet Nedir?. 96

İlim, Akıl Ve İmân. 97

Âyetler Arasında Bağlantı 97

Meali: 97

İniş Sebebi 98

İlgili Hadisler. 98

İslâm Sınıf Kavgasına Kapı Açmaz. 99

Fıkhî Yönü. 100

İtikadı Yönü. 101

Doğru   Yola  Eriştirmek (Hidâyet) 101

Âyetler  Arasinda  Bağlantı 102

Meali : 102

İlgili Hadîsler. 103

Faizin Haram Kılınmasının Bazı  Nedenleri 103

Faiz Yasağında Dört Kademe. 104

Riba'nın Tanimi 105

Riba  Faiz. 105

Alim-Satım İle Riba Arasındaki Fark. 105

Diğer Semavî Dinlerde Faiz. 106

Âyetler Arasında Bağlantı 106

Meali  ; 107

İniş Sebebi 107

İlgili Hadîsler. 107

İnsan Haklarını Korumak. 107

Âyetin Taşıdığı  Çok Yönlü Hükümler. 108

Kadinin  Şahitliği 109

Âyetler Arasında Bağlantı 109

Meâli : 110

İlgili Hadîsler. 110

Hukukî Yönü (Hükümler..) 110

İç Terbiye. 111

Âyetler Arasında Bağlantı 111

Meali : 111

İniş Sebebi 111

İlgili Hadîsler. 111

Rivayetler - Yorumlar. 112

İmânın Zaferi - Müslümanların Başarisi 113

En Zor İş, Erdemli İnsan  Yetiştirmektir. 113

Barıştan Yana. 113

Bakara Sûresi Biterken: 114


Meali:                                                             

 

204—  İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatı hakkındaki sözü be­ğenmene yolaçar ve kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o (din) düşmanlığı güdenlerîn en azılısıdır.

205—  İş başına geçince de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, eki­ni ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozguncuları hiç sevmez.

206—  Ona, Allah'tan kork, denilince onur ve gururu tutar da kendi­sini günaha iter. Artık ona Cehennem yeter; orası ne kötü yataktır.

207—  İnsanlardan öylesi de var ki, Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek canını feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatli ve çok merhametlidir.

 

İniş Sebebi

 

Tefsîrcilerimiz bu konuda birkaç sebep tesbit etmişlerdir:

a) İçinde küfrü gizleyen ve dışında Müslüman gibi görünüp geçinen Ahnes bin Şerîk adında bir bozguncu münafık, Bedir savaşında kendi adamlarını geri çekerek İslâm ordusuna katılmamıştı. Savaştan sonra Peygamber (A-.S.) Efendimize geldi, yetmiş dereden su getirip kendini te­mize çıkarmaya çalıştı. Bu adam cidden tatlı dilli, güzel yüzlü idi. Müs­lümanlığını tekrar tekrar söyledi ve bu konuda çok doğru sözlü olduğunu açıkladı. Sonra huzurdan ayrılıp Medine'den kaçtı. Yolunun üzerindeki Müslümanlara ait ekinleri yaktı ve hayvanları boğazlayıp uzaklaştı, Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [1]

b)  El-Recî' yöresinde öldürülen Habîb ve arkadaşları hakkında mü­nafıklar şöyle konuştular; «Şu öldürülen Müslümanlara yazıklar oldu! Ne evlerinde oturabildiler, ne de arkadaşları Muhammed'in risâletini yerine getirebildiler.»

Yukarıdaki âyet bu ve benzen münafıklar hakkında inmiştir. [2]

c)  İçinde  İnkâr ve bozgunculuk düşüncelerini gizleyen  her yalancı, ikiyüzlü ve dönek ruhlu kişiler hakkında inmiştir. [3]

d)  Ashabdan Süheyb er-Rûmî, Mekke'den    Medine'ye    hicret etmek isteyince Allah düşmanları ona engel oldular ve ancak bütün mal ve ser­vetini terkedip bir başına ayrılmaya razı olduğu takdirde bu engeli kaldı­racaklarını söylediler. O da canından çok sevdiği Resûlüllah'a bir an ön­ce kavuşabilmek için onların bu önerisini kabul etti. O sebeple: «İnsan­lardan öylesi de var ki, Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek canını feda eder...» mealindeki âyet indi. [4]

 

 

İlgili Hadîsler

 

Semavî kitaplardan bazısında şu sözler geçmektedir:

«Allah'ın kullarından öyle topluluklar var ki, dilleri baldan tatlı, kalb-leri sebîr otundan acıdır. İnsanlara karşı yumuşak görünüp koyun postu­na bürünürler; dünyayı dinleri karşılığında satın alırlar.»

Allah bu karakterde olanlara şöyle buyuracaktır:

«Benimle bir dayanak arayıp kendinizi mi aldatıyorsunuz, yoksa Ba­na karşı çok cesaretli mi davranıyorsunuz? Kendi adıma yemin ettim ki, onlara öyle bir fitne musallat edeceğim ki, o fitne onlardan yumuşak ağır­başlıyı bile şaşkına çevirecektir.» [5]

«Allah katında erkeklerin en çok sevilmiyeni, (dine ve Müslümanlara karşı) düşmanlıkta en azılı olanlarıdır.» [6]

«Münafıkın belirtisi üçtür;

1.  Konuştuğunda yalan söyler,

2.  Söz verdiğinde  vefasızlık ve  haksızlık eder,

3.  Haşımlaştığında Allah'ın koymuş olduğu sınırları aşar ve açıktan günaha girer,» [7]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

«İnsanlardan  öylesi  var ki, dünya hayatı hakkındaki sözü beğenmene yolaçar....»

Bugün ekonomik ve teknik alanlarda kalkınan Batı dünyasının göz ka­maştırıcı etkisi altında kolarak, İslâm Dininin İlerlemeye engel olduğunu dolaylı yoldan anlatan ve memleketin ancak ekonomik güçle kalkınabi­leceğini savunan ve manevî değerleri bir çırpıda geriye iten; bunun için de ekonomik yönde çok gelişmiş ülkeleri örnek veren ve fakat kalbinde dine karşı kin ve düşmanlık besleyen İslâm alemindeki yarı aydın bozgun­cuların ilk bakışta kalkınma ile ilgili sözleri çoğumuzun hoşuna gidebilir. Ama iyice düşünüp sadece ekonomik alanda kalkınan fakat derin bir ah­lâksızlık ve maddecilik fırtınasına tutulan milletlerin sonunun nereye va­racağına baktığımız ve geçmişteki örneklerini bulup çıkardığımız zaman dini ahlâk düşmanlığının fertleri, aile ve milletleri nasıl acımasızca mad­de çukuruna sürükleyip düşürdüğünü, manevî değerlerini tamamıyla öl­dürdüğünü, bu yüzden toplum bünyesinde huzur ve güven bırakmadığını görürüz.

Ne var ki her devirde dünya hayatı ve düzeni hakkında büyüleyici öl­çüde güzel söz söyleyenler, bulunduğu devrin özelliğine göre değişik me­totlar uygulamışlardır, ama hepsinin amacı bir olmuştur.

Günümüzde ise bunlar iki ayrı metot ve taktik ya da sloganla sah­neye çıkmışlardır: Materyalistler, aşırı kapitalizmi hedef alarak; aşırı ka­pitalistler de komünizmi hedef alarak rollerini göstermektedirler. İslâm Dini bu ikisiyle de uyum halinde değildir ve olamaz da. Çünkü O, ken­dine has bir düzen ve ahlâk getirmiştir. O halde sahnedeki iki grup da içten içe İslâm düşünce ve ahlâkına karşıdırlar. Sırası gelince bu düş­manlıklarını sergilemekten, yani açığa vurmaktan çekinmezler.

Kur'ân'da yukarıdaki âyetin ilk cümlesiyle inanmışların dikkati bu iki bozguncu gruba çekilip gereken uyan yapılıyor. [8]

 

Din  Düşmanlığı   Güdenler  İş Başına Gelince

 

ce de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yoketmeğe ça­lışırlar.»

Hayatın g' esini servet ve bol nimet ile rahat yaşamakta arayanlar; mutluluğu yüksek bir makama erişmekte görenler elbetteki aldanmışlar-dır. Bunların çoğunda din düşmanlığı ruhî bir maraz halindedir. Bu du­rumda olanların düşünce yapısındaki karmaşıklığı tarif etmek oldukça zordur. Aslında onlar da çoğu kez yakalandıkları bu hastalığın menşeini, varacağı noktayı bilemezler. Bildikleri tek şey, dimağlarıyla mideleri ara­sındaki sürekli ilgidir. Gerçi birçok kişide bu hastalık vardır, ancak ortam ve şartlar onu küllemiştir. Şu iki şeyden biri bu hastalığın, diğer bir de­yimle karakterin ortaya çıkmasını kolaylaştırır: Servet ve makam. Bunun için bir insanın karakterini ya da içindeki ruhî marazı anlamak bu İki ns-denin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu yüzden insan öz kardeşini, ya da en yakın arkadaşını bile iyi tanıma şansına sahip değildir.

İslâm bu tiplere «münafık» ismini vermiş-ve onları,açıktan inkâr eden­lerden daha zararlı ve tehlikeli saymıştır. Nitekim böyleleri iş başına ge-,linçe zehirlerini akıtmaya, din ve ahlâkı yıkmaya çalışır; din düşmanlığını çeşitli araçlarla genç kuşağa aşılar ve dini bir öcü gibi tanıtma gayreti içinde olurlar. Manevî değerleri küçümserler. İşte bozgunculuğun en kö­tüsü budur. Kur'ân bir nice âyetleriyie Müslümanları bu konuda uyarır, geçmişte bu yüzden büyük felâketlere uğrayan milletlerin hayatından ib­ret dolu parçalar sergiler.

«Eklnî ve nesli vok etmeğe çalışır.»

Bugünkü deyimle «ekin», ekonomiyi; «nesil» ise burjuvayı ve pro-leteryayı hatırlatır. Kafalarında madde ilâhı yatan ve bozgunculuğu ama­ca ulaşma vasıtası kabul eden komünistlerle materyalistler, bu iki sınıf arasında çetin bir mücadeleyi oluşturmak gayretindedirler. Kendilerine uygun iş bulup başa geçince bu arzu ve gayretlerini eyleme dönüştürür­ler. Onlara göre, burjuvalar sınırsız kâr peşinde, proleteryalar yüksek üc­ret arzusunda olurlar. Bu çekişme sürüp gider; hem ekonomiyi, hem nes­li yok eder.

İşte yukarıdaki âyetle günümüzün bu önemli olayına dokunulmakta ve bozgunculuğun, yok olmanın asıl nedeni belirlenip ortaya konmakta­dır

Denilebilir ki, Kur'ân yirminci asrın son yarısında sosyal yapıda meydana gelen önemli değişmelere parmak basar mı? Rahatlıkla deriz ki, Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimiz cihan peygamberi olduğu gibi, kur'­ân da insanlık âlemine indirilen en son mesaj ve süreklilik özelliğini taşı­yan bir Kitap'tır. Sosyal yapılar ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, eko­nomik yapılarda ne kadar farklı durumlar ortaya çıkarsa çıksın, ilim ve teknikte ne kadar başarı sağlanırsa sağlansın, mutlaka Kur'ân âyetleri on­ların herbirine ışık tutar, teşhisini kor ve uyarısını yapar. Daha çok kur­tulma yollarını gösterir; hastalığın teşhisiyle yetinmez, tedavi çaresini söy­ler,  lüzumlu devayı takdim eder.

İşte «İş başına gelince de ekini ve nesli yok etmeye çalışır.» cümle­siyle yapılan uyarı bunun bir örneğidir.

Bozgunculuğu sanat edinip nesli yok etmeğe çalışanlara «Allah'tan kork» denilince de buna hiç ama hiç tahammülü olmaz; büsbütün inat ve küfründe ısrar eder ve en büyük günahlara kapı açmakta tereddüt et­mez. Artık böylesine ancak Cehennem yeter,

Cenâb-ı Allah bu bozguncu tiplere karşı inanmışları uyarmakta ve kendini insanlıktan yana hizmete adamış ve sadece Allah'ı hoşnud-edebilmek için canını feda etmekten çekinmiyenlerin yetiştirilmesine önem verilmesini hatırlatıyor ve ancak bu yolda sağlanan ve fazilet doğ­rultusunda bulunan bir nesille fitne ve bozgunculuğun önlenebileceğine işaret ediyor.

Çünkü Kur'ân, her çağın sosyal ve ekonomik, ahlâkî ve kültürel ya­pısına adalet ve fazîlet ışığını sunma gücüne sahip bulunuyor. [9]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle insanların mü'min, kâfir, münafık olmak üzere üç gruba ayrıldığı; içte münafıkların, dışta Allah'ı inkâr eden maddecile­rin ekini ve nesli yok etme, hiç olmazsa bozgunculuk ortamı yaratma plânları bulunduğu üzerinde duruldu. Bunların sosyal bünyede sınıf kav­gasına yol* açma gayretlerinin her zaman mevcut olduğuna dikkatler çe­kildi ve sonra dünya ile âhiret arasında denge sağlayan, sınıf kavgası de­ğil, sınıflar arasında hakiki kardeşliğin ölçü ve anlamını insanlığa sunan ve bu açıdan da bozguncuların karşısında sağlam bir güç olarak durup fitne ve fesadı önleyen mü'minlerin kendi bünyelerinde sulh ve .selâmete girmeleri üzerinde duruldu. Aşağıdaki âyetlerle, İnanmışların kişisel çı­karlarını bir tarafa bırakıp hep birden barış ve esenliğe girmeleri, kendi aralarında birliği kurmanın en güzel ve sağlam modelini oluşturmaları be­lirtiliyor. Buncabelgelere.denemelere rağmen, birlik kuramadıkları için çek­tikleri perişanlıklardan sonra kaymanın akılla bağdaşır bir yanı olmadığ-hatırlatılıyor. [10]

 

Meali;

 

208—  Ey imân edenler! Hep birden (Allah'a itaat ve O'na kul olma­nın derin anlam ve hikmetini anlayarak)  sulh ve selâmete girin.. Şeyta­nın adımlarına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin apaçık düşmariinızdır.

209—  Size bunca belgeler geldikten sonra kayarsanız, biliniz ki, Al­lah çok üstün ve çok güçlüdür; yegâne hikmet sahibidir.

210—  Onlar Allah'ın   buluttan gölgelikler içinde   meleklerle   geliver­mesini ve işin hemen bitiriverilmesini mi bekliyorlar? (Halbuki) işler (enin­de sonunda) ancak Allah'a döndürülür.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerden İslâm Dinine giren birkaç kişi, Tevrat'ı daha önce oku­yup araştırdıkları için zaman zaman Tevrat'tan sözedip dururlardı. Kötü niyetleri olmamasına rağmen pek hoş karşılanacak bir davranış ve anla­yış sayılmazdı. Çünkü henüz Kur'ân'ın tamamı inmemiş, bütün hüküm­ler sergilenmemişti.

Bunun  üzerine uyarı anlamında yukarıdaki âyetler indi. [11]

 

Barış Ve Esenlik

 

Silm,    ya    da    Selm:

a)  Hakk'a teslimiyet göstermek, O'na itaat edip bağlanmak,

b)  Hakikati kabullenip boyun  eğmek.

c)  Toplum bünyesinde barışı sağlamak,

d)  İnsan haklarına saygılı  olup korumak,

e)  İslâm Dini etrafında toplanıp birleşmek gibi manalara gelir.

Hakk'a teslimiyet göstermek; Allah'a kui olmanın ölçüsüdür. İlâhî sı­nırları bilip O'nun buyruklarına uymak, önce insanın kendi içinde, sonra da dış âleminde gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği en güzel barış ve kazandığı en uygun esenliktir. Daha doğrusu ruhun maddeye, imânın in­kâra, fazîletin aşağılığa sağladığı en anlamlı üstünlüktür.

Hakikati kabullenip boyun eğmek; vicdanen gelişmenin, ruhen arın­manın ve olgun insan olmanın belirtisidir. Hakikati kabul etmek ne ka­dar anlamlı ise, onu reddetmek de o kadar anlamsızdır. Ayni zamanda in­sanın sağduyu yönünden körpe kaldığına yeterli delil sayılır. Hak ve ha­kikate karşı ilgisiz kalıp susmak dilsiz şeytanla bir olmaya yol açar. Bu anlamda ümmetine ve dolayısıyla insanlık âlemine seslenen Peygamber (A.S.) Efendimizin bu kavramlara karşı nasıl düşündürücü bir mâna getir­diğini anlatmaya gerek var mıdır?

Toplum bünyesinde iç barışı sağlamak; imân, irfan, kültür ve ahlâk alanlarında kâfi derecede payını ve gıdasını alan kâmil insanların yol ve görevidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin açmış olduğu İslâm Mektebi 22 yıl aralıksız bu ölçüde aydın Müslüman yetiştirmiş ve böylece içte sağla­dığı barıştan hareketle cihan peygamberi olduğunu bir kez daha kanıt­lamıştır. Renkleri, ırkları ve dilleri ayrı olan, ayni zamanda ilim ve irfan vadisinin çok ötelerinde bir ömür tüketen insanları kısa zamanda Islâmın bu yüce okulunda birleştirip şekillendirdi. Habeşli köleyle Kureyşii asil­zadeyi kardeş yaptı.

İnsan haklarına saygılı olmak; Hakk'a teslim olan, sadece Hakk'ın önünde eğilen, işlerini Allah için yapan bahtiyarların düşünüp geliştirdiği ve tatbikat alanına soktuğu evrensel anlam taşıyan bir kavramdır. Şüp­hesiz ki bunun harcını Hz. Muhammed (A.S.) karmış, temelini de O atmış­tır. Bu temel üzerinde yükselen Müslümanlar insan haklarını en ölçülü biçimde ayakta tutmaya çalışmışlardır. Bunun için savaşı son çare kabul eden İslâm, haksız yere insan kanının akmasını hiçbir zaman hoş karşı-lamamıştır. Savaşlarda elde edilen esirlere insanca davranpn tek millet Müslümanlar olmuştur. Hiçbir esirin burnu kanamadan ülkelerine gönde­rildiği bir gerçektir. Herkesin malı, canı, namus ve şerefi muhteremdir; te­cavüzden korunmuştur. Bunlara el ya da dil uzatmak kesinlikle haram­dır.

Bunun için rahatlıkla diyoruz ki, kollektif hayatın başarılı ve huzurlu olması bu gerçeğe bağlı kalındığı takdirde süreklilik arzeder.

İslâm dini; mutlu yaşamanın, birbirini sevip sayan bir millet oluştur­manın ve güven içinde hayata adım atmanın kaynağı ve dayanağıdır. Gü­cünü, varlığını ve birliğini bu dinden alan Arapların, ona yıllarca ilgisiz kalmalarıyla nasıl bir çıkmaza düştüklerini görmekteyiz.

İşte Kur'ân bütün bu gerçeklere işaret edip özellikle İslâm ahlakıyla yücelen milletlere seslenerek diyor ki: «Ey imân edenler! Hep birden sulh ve selâmete girin,. Şeytanın adımlarına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin ap­açık düşmanınızdır.» [12]

 

Şeytanın  Adımları

 

1—  Doğru yoldan ayrılmak,   İslâm ahlâk ve fazilet    doğrultusundan çıkmak,

2—  Hak'tan  yüzçevirip sapmak,

3—  Sapıkların ve maddecilerin söz ve davranışlarını taklîd etmek,

4—  İnsanlara dünya cenneti va'deden materyalistlerin dünya ile il­gili büyüleyici sözlerinin etkisi altında kalmak,

5—  Kişisel çıkarların peşine takılıp nefs ve şeytandan yana  bir yol tutmak..

Müslüman bir milletin sadece ekonomik yönden güçlenmesini dü­şünmek, mutluluk kapısını açmaz. Çünkü maddeyle mâna prasında cid­di bir bağlantı ve dengeye de büyük ihtiyaç vardır. Bu husus hiçbir za­man hafife alınmamalıdır. Dinî duyguların zayıfladığı; maddeye karşı sı­nırsız tutkuduygusununkökleştiğitoplumlarda büyük sarsıntılar başgöster-miştir. Güvensizlik ülkeyi kaplamış, kısa yoldan servet edinme ihtirası ah­lâk ve fazileti çiğnemiştir.

Artık bu ortama itilen bir toplum her an huzursuzdur; maddeyi temel kurtuluş  kabul eden felsefenin tuzağına düşmüştür.

Tefsirler ve yorumlar bu kötü sonuca işaret ederek henüz imân dü­zeyinde bulunanlara sesleniyor ve Kur'ân uyarısını şu sözle noktalıyor:

«Şeytanın adımlarına uymayın.»

Çünkü insanı dinden, ahlâk ve erdemlikten uzaklaştıran her şey bir şey-

«Size bunca bel­geler geldikten sonra kayarsanız, biliniz ki, Allah çok üstün ve çok güçlüdür, yegâne hikmet sahibidir.»

İlâhî Belgeler:

a)  İslâmiyet gelmeden önce Arap Yarımadasındaki putperestlerin pe­rişan ve sefil durumu,

b)  Hak dinden uzak toplumların  kendi aralarında bir birlik sağlaya­madıklarının hazin tablosu,

c)  Annelerinden hür doğan insanların  köle diye satıldığı, fakirin, dul kadınların ve kız çocuklarının açıklı hali,

d)  Hazreti Muhammed  (A.S.) Efendimizin fakir ve kölelere kişilik ve itibar kazandırması,

e)  Müslümanlar   arasında,   dünyada   bir benzeri daha olmayan   din kardeşliğinin kurulması, kader birliği yapıp büyük bir güç oluşturması,

f)  Sunulan imân aşkıyla insanların -fakir de olsalar- son derece mut­lu olması ve sınıf farkının kaldırılması,

g)  Dünya milletleri bilgisizliğin derin uykusunda   bir tarih tüketirken Müslümanların   yarım asır içinde dünyaya   ilmin ve medeniyetin   ışığını ulaştırması gibi..

Bunca açık belgeler, saadet va'deden örnekler gözler önüne serilir­ken hâlâ da İslâmiyetin nurlu caddesinden kayıp çıkmak, derin bir gafle­tin, kötü bir anlayışsızlığın, olup bitenleri görmemenin eseri değil midir?

Bilinmeli ki Allah'ın kanunları değişmez. Allah her şeyi hikmetle ya­par. Kur'ân'da salih kullara bu kanun çerçevesinde açılan saadet vadisi şu cümlelerle anlatılıyor: «And olsun ki, Zikir (=Levhimahfuz veya Tev-ratjden sonra Zebur'da da yeryüzüne iyi-yararlı kullarım vâris olacak diye yazmışızdır.» [13]

«Onlar Allah'ın buluttan gölgelikler İçinde meleklerle gelivermesini ve işin hemen bitirilivermesini mi bekliyorlar?

Muhammed (A.S.)ın hak peygamber olduğuna ve doğruluğun doru­ğunda bulunduğuna akıl erdirmeyip hâlâ bu konuda şüphe içinde kalan­lar, bunca açık âyetlerden, akla malzeme sunan belgelerden sonra ne bekliyorlar? Yoksa Allah'ın, kıyametin kopmasıyla ilgili kesin buyruğunu, o müthiş saatin gelmesini mi arzuluyorlar?!

Cenâb-ı Hak yukarıdaki açıklamayla kıyamet saatinin kopmasının oluş biçimlerinden bir safhayı ön bilgi ölçüsünde bildirerek dikkatleri çe­kiyor; başka âyetlerle de buna ayrı açıklık getiriyor:

0 gün sök bevaz bu'utlar şeklinde (bir görünüm   vererek) yarılıp   dağılacak;   melekler grup grup indirilecek.» [14]

«Yer sarsılıp parça parça bölündüğü (son­ra da dümdüz duruma geldiği) zaman, Rabbın (emri) gelip melekler saf saf dizildiği zaman...» [15]

 

Atom Patlamasına Benzer Bir Tablo

 

«Kıyamet anında buluttan gölgelikler inecek ve gök beyaz bulutlar halinde yarılıp parçalanacak..»

Bir Uranyum Atomunun parçalanmasını düşünün: Herhangi bir yakı­tın bir molekülünün verdiğinden 100.000.000 kere daha fazla enerji ver­diğini biliyoruz. Bunun sonucu, bir nötronla bir uranyum kütlesini bom­baladığımız zaman bir anda aklın alamıyacağı kadar yüksek bir enerji elde edilir. İşte bu olaya «Atom Patlaması» denir. Milyon kere milyar çe­kirdek, zincirleme bir biçimde parçalanarak müthiş bir hızla dağılan, ve milyonlarca derece ısı sağlayan milyarlarca taneciği salıverir.

Böylece «Atom Patlaması» sonucu milyonlarca tonluk yakıcı ve ka­vurucu hava önce bir toz bulutu halinde yükselir ve etrafa yayılmaya baş­lar. Sanki gökten gölgeliklere benzer bulutlar iniyormuş gibi olur. Bu, bi­zim anlayışımıza göre bir benzetmedir.

Çünkü yukarıdaki âyette atomdan değil kıyametin kopuşundan söz-edilmekte ve bunun bir görünümü tasvir edilmektedir. Biz de bu tasvirî görünüm ile Atom Patlaması arasında bir benzetmeye kapı açarak bağ­lantı kurmaktayız. Kur'ân'ın yirmiden fazla âyetinde buna yakın görünüm arzeden tasvirler yapılmıştır.-Atom hakkında kesin bilgilerle bu tasvirler arasında her zaman bir ilgi kurmak mümkündür. Ne var ki Kur'ân-ı Ke­rim ne bir kimya kitabıdır, ne de bir fizik kitabı... Onun en seçkin niteli­ği, Allah'la kul arasındaki engelleri kaldırmak, ilâhî rahmeti bütün geniş-Nğiyle Allah kullarına yansıtmak; zaman zaman dikkatleri varlık âlemine

çekerek Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden sayısız belgeleri göz­ler önüne sergilemek ve bu arada bazı ana fikirler koymak suretiyle in­san aklını harekete geçirmektir.

İşte biz Kur'ân'ı bir bakıma bu açıdan inceliyor ve içindeki bilimsel temel bilgiyi yine ölçülü biçimde ele alıyor ve bunların sırf beşer aklını ve zekâsını harekete geçirmeye matuf bulunduğunu belirliyoruz. Uyum ve uygunluk anlamını taşıyan bölümlerde ise, Kur'ân'ın asıl mümeyyiz vasfını belirtmeye've bu kutsal kitabı taşıdığı özelliğiyle tanıtmaya çalışıyoruz. Çünkü Kur'ân âyetlerini yerli-yersiz pozitif bilimler ve buluşlar karşısın­da zorlamanın rvçbir anlamı yoktur. Bu, yarardan fazla zarar getirir, [16]

 

Hep Birden Sulh Ve Selâmete Girin

 

(<Hep birden>>  ile Çevrisini yaptığımız    «kâffe»   kelimesiyle İslâm'ın   bir   bütün olduğu ve bütünüyle

Tevhîd üzerine kurulduğu belirleniyor. Sonra da Müslümanların, Allah'ın kitabından ve Hazreti Muhammed (A.S.)in Sünnetinden kay­naklanan itikadî ve amelî konularda bir sürtüşmeye, bölünmeye git­meden ietihad farklarına saygı gösterilerek bir bütün olmaları hatır­latılıyor. İslâm kavramının birleştirici, barıştırıcı, sınıf farkını kaldırıci, ilâhî rahmet kapısını devamlı açıcı olan potasında inananların bütünle­şip sulh ve selâmete girmeleri emrediliyor. Bu emir o kadar önemlidir ki, ne bir ibâdetle emre, ne de bir hayrı yapmayı tavsiyeye benzer. İbâdet ve hayırların temeli bu emre dayandığı gibi,.hedef ve amacı da bu emirde noktalanır.

Kendine ya da mantığına göre İslâm'ı yorumlayan ve kendisine uy­mayan ya da yorumuyla bağdaşmayan diğer bütün yorum ve ictihadlara karşı çıkan ve sonunda yine kendine ve yorumuna uygun bir ekol oluş­turup bölünmeye, sürtüşmeye yönelen Müslümanlar, bu tarz düşünee ve davranışlarıyla, Kur'ân'ın ruhuna, İslâm'ın Tevhîd ölçüsüne ters düş­tüklerinin farkında mıdırlar? Dinin sulh ve selâmet, birlik ve kardeşlik prensibinin sınırını aştıklarını biliyorlar mı? İslâm'ın lâhutî esas ve pren­sipleri bir yönüyle bölünmeyi, sürtüşmeyi kaldırmak, insanları yine Tev­hîd düzeyinde kardeş yapmak için insanlıktan yana sunulmamış mıdır? Müslüman, bilgisizliği ya da şahsî çıkarı veya onuru uğruna dini asıl öl­çüsünden kaydırdığı takdirde nasıl bir ihanete kapı açtığının farkında rm-dır?

İşte Kur'ân lâhutî kudretinin bütün görkemliğiyle inanmışlara şöyle sesleniyor:

«Ey imân edenler! Allah'tan gerektiği gibi korkup (fenalıklardan, in­kâra sapmaktan) sakının ve siz ancak Müslüman olarak can verin. Hepi­niz birden Allah'ın ipine sanlın, sakın ayrılıp bölünmeyin. Allah'ın üzeri­nizdeki nimetini anın..» [17]

«Kendilerine acık belgeler geldikten sonra bölünüp ayrılanlar, tartı­şıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.» [18]

«(Ey Muhammedi) şüphesiz ki, hizipleşerek dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyden onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onla­rın durumu Allah'a kalmıştır. İleride ne istediklerini onlara haber vere­cektir.» [19]

İdeolojik düşünce ve eylemlerin at oynattığı bir dünyada, Kur'ân ve Sünnetin birleştirici ve uzlaştırıcı doğrultusunda hareket etmeye ne ka­dar ihtiyaç duyulduğunu anlatmaya lüzum var mıdır? Zevkine ermeden, bilincine varmadan bir dindarlık sürdürmek, karanlıkta yürümeye benzer. Sevmeden seyretmek bulanık suya bakmaktan farksızdır. [20]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle mü'minlerin hepsinin birden, sulha, selâmete ve tek kelimeyle Tevhîd Dini'nin birleştirici, uzlaştırıcı, kaynaştırıcı lâhu-tî havasına girmeleri emredildi. Ayrılıp bölünmenin, sürtüşüp çözülmenin, gruplaşıp sosyal yapıyı sarsmanın; azılı din düşmanlarının işine yaraya­cağına işaret edildi. Kurtuluşun, güçlü ve şerefli bir millet olarak ya­şamanın. Dinin sunduğu birlik potasında şekillenmekle mümkün ola­cağına dikkatler çekildi. Aşağıdaki âyetlerle bunca açık belgelere rağmen, Allah'ın lütfettiği imân ve irfan nimetini küfürle değiştiren ve bu yüzden dünyada da bir nice felâketlere uğrayan Yahudiler örnek veriliyor. Bu yüzden tarihin tekerrür edeceğine atıflar yapılıyor ve Müslümanlar bir kez daha uyarılıyor. [21]

 

Meali

 

211— Sor İsrail oğullarına, onlara nice nice açık belge verdik. Ken­disine Allah'ın nimeti geldikten sonra kim onu değiştirirse, şüphesiz ki Allah'ın azabı pek şiddetlidir.

İsrail oğullarına indirilen açık belgeler:

1.  İbrahim  Peygamber tarafından Filistin'e getirilmeleri,

2.  Yusuf Peygamber ma'rifetiyle Mısır'a yerleşmeleri,

3.  Musa Peygamberin onlara sahip çıkması; sihirbazların gösterileri­ni, Fir'avn'ın hile ve düzenini boşa çıkarması,

4.  Elindeki asanın zaman zaman ilâhî kudreti yansıtması,

5.  Elini koltuklarına sokup Yed-i  Beyza mu'cizesi göstermesi,

6.  Kızıl Denizin ilâhî kudretle yarılıp geçit vermesi,

7.  Fir'avn ve askerlerinin ayni geçitte boğulması,

8.  Musa Peygamberin elindeki Asa'yı taşa  vurup  on iki pınar akıt­ması,

9.  Şiddetli sıcakta bulutun onları gölgelendirmesi,

10.  kendilerine kudret heivasıyla bıldırcın  kuşunun  sunulması,

11.  İkinci kez Filistin {va'dedilen ülke) topraklarına gelip yerleşmeleri gibi..

 

Tarihî Yönü

 

İsrâiloğulları'nâ İbranîler de denir. Nitekim Tevrat da İbranice inmiş­tir. Onları ilk Filistin'e yerleştiren ve böylece toplu halde bir ülkede ya­şama şansına eriştiren İbrahim Peygamberdir.

Sonra fsrâiloğulları'nın büyük bir kısmı Mısır'a yerleşme imkânı bul­du. Yusuf Peygamberin Mısır'da büyük bir şöhret ve nüfuz kazanması üzerine İsrâiloğufları'nayo! açmış oldu. M.Ö. XVII. yüzyıla kadar orada ya­şama şansına eriştiler. Yusuf Peygamber sayesinde birçok önemli mev­kileri ele geçirdiler. Orada söz sahibi oldular. Mısır'ın asıl sahipleri ve sakinleri bu durumdan memnun kalmadılar, yavaş yavaş bir kuşkulan­ma ve tedirginlik başgösterdi. Bunun sonucu olarak da Mısır'da İsrâil-oğulları'na karşı derin bir nefret duygusu yaygınlaştı. Böylece bir baskı rejimine doğru gidildi. Fir'avn onların  daha fazla çoğalmasını önlemeyi planladı ve yeni doğan ürkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Musa adındaki bir çocuk da tam bu sırada dünyaya geldi. Kur'ân'da açıklandığı gibi, o, bu katliamdan kurtuldu. Büyüyünce kendisine peygamberlik ve­rildi. Isrâiloğullan'nı bu baskı rejiminden kurtarmak için Mısır'dan ayırma­ya karar verdi. Bütün hazırlıklar tamamlanınca bir gece Mısır'ı terketti-ler. Fir'avn onları imha etmek üzere askeriyle birlikte takibe koyuldu. Bü­yük bir mu'cize olarak Kızıl Deniz Musa Peygambere açılıp yol verdi. Fir'avn ve askerleri ise, ayni geçitte boğuldular.

Musa Peygamber onları Sina ve Paran bölgesine getirip yerleştirdi. Bir müddet sonra onları Filistin topraklarına doğru götürdü. Tûr-i Sina'ya çıkartıp kendilerine va'dolunan toprakları gösterdi. Böylece İsrâiloğullan ikinci defa Filistin'e yerleşme imkânını bulmuş oldular. Musa Peygam­berin vefatından sonra hayli karışıklıklar oldu, bölünmeler başladı, der­ken Davud Peygamber duruma hâkim oldu; Calut'u öldürerek birliği sağ­ladı. Davud (A.S.) hem peygamberlik, hem hükümdarlık gibi iki önemli görevi yüklenmiş bulunuyordu. Bu bakımdan da çok etkili olmuş, dünya saltanatına çok hevesli bulunan İsrâiloğullan'nı derleyip bütünlük sağla­yabilmişti.

Bu nedenle İsrâiloğullan'na yeni bir devir başladı, Davud Peygam­ber devri (M.Ö. 1025). Kudüs başkent olarak seçildi. İmar hareketlerine girişildi. Yavaş yavaş dünyanın sayılı ve güçlü devletleri arasında yer al­ma şansma erişti.

Davud Peygamberden sonra oğlu Süleyman Peygamber devri başla­dı (M.Ö. 974-931). Diyebiliriz ki bu devir, Isrâiloğullan'nın en parlak dev­ridir. Buna, onların «altın devri» de denilmiştir.

Nimetler böylece birbirini izliyor, İsrâiloğullan umulmadık bir refah ve yükseliş içinde tarihin akışını değiştiriyorlardı. Derken Süleyman Pey­gamber vefat etti. Dünya saltanatını tek amaç ve hedef olarak seçen İs-râiloğulları bu büyük peygamberin ayrılmasıyla asıf karakterlerini ortaya çıkardılar ve kisa zamanda birbirlerine düştüler. Artık Allah'ın bunca ni­metlerini değiştirdikleri için felâketler birbirini izledi. AJtın devri son bul­muş, felâket ve musibet devri başlamıştı:

a) Asur'ların İsrail Devletini yıkıp ortadan kaldırması,

b) Filistin'in yıkılıp yerlebir edilmesi.

c) Babil kralı Nabukodonosor'un İsrâiloğullan'nı kılıçtan geçirmesi, geriye kalanlarını Babil'e sürüp esaret zinciri altında uzun yıllar köle ola­rak çalıştırması,

d) Açlık, sefalet, hastalıkların bir kâbus gibi üzerlerine çökmesi gi­bi..

İşte Kur'ân, İsrâiloğuilan'na İbrahim, Yusuf ve Musa Peygamberler zamanında verilen belgelerden ve sayısız nimetlerden söz ediyor. Sonra onların derin bir gaflet, kötü bir nankörlük içinde âhirete sırt çevirdikle­rine ve sadece dünya saltanatı peşine düştüklerine işarette bulunuyor. O yüzden bir iç bölünme ve parçalanma bedbahtlığına uğradıkları anla­tılıyor. İlâhî ni'metleri değiştirmelerinin cezasının çok ağır olduğu, kalb-lere ve dimağlaraperçinlenircesine işleniyor.Ayni hatayı işlememek ve ay­nı sonuca düşmemek için hiç olmazsa bu milletin tarihine bakmamız öne­riliyor.

Doğrusu bu bir öğüttür; öğüt alan var mıdır? Şüphesiz bu bir ibrettir; ibret alan yok mudur? [22]

 

Yahudilerin  İslâm'a Girmeyişi

 

Yahudilerden bu dine girenler pek az olmuştur. Bunun sebebi de açıktır: Yahudi muhafazakârdır ve ırkçıdır. Ayni zamanda dünya saltana-ttna en hırslı olan bir millettir. İslâmiyet evrenseldir. Irkçı değildir. Fizikte bileşik kaplar gibi hem dünya, hem âhiret mutluluğunu beraber dengede tutup yürüten bir dindir.

Bu bakımdan Kur'ân, Yahudilerin İslâm'a girmeyişinin pek yadırgana­cak bir tutum olmadığına özellikle dokunuyor. Çünkü bu millete birçok peygamberler, sayısız nimetler gönderildiği ve sonra da bir nice mihnet ve esaretler içinde başlan dertten derde girdiği halde bir türlü âhiret inancının huzur dolu, saadet va'deden havasına girmemişlerdir. Dünyaya karşı aşırı istekleri, onları, peygamberleri öldürmeğe kadar itmiştir. An­cak hem krallığı, hem peygamberliği bir arada yüklenenler onlarla uyum sağlayabilmiştir.

Millî ve sosyal yapısı, karakter ölçüsü böyle olan bir milletin son di­ne (İslâm) karşı çıkması normal sayılır. Yahudiler putperest Arapları sö­mürüp tefecilik ve ticaret yoluyla dizginlerini elinde tutuyorlarken İslâm Dini ortaya çıktı. Bu din dünya milletlerini ırkçılıktan uzak din kardeşliği­ne çağırıyor, insan haklarını koruyor, köle ve esirlerden yana ciddi adım­lar atıyor, insanı asıl şere.f ve itibarına yükseltiyordu. Ayni zamanda dün­ya ile âhiret arasında en sağlam köprüyü kuruyor; mideden çok kalbe ve kafaya sesleniyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yahudiler bu iki /ola karşı çıkıyor, kendilerini Allah'ın has kulları, diğer insanları bu has kulların hizmetine sunulmuş birer vasıta  görüyorlardı.

Bu yüzden son olarak bir defa daha ilâhi nimetlerin en üstünü olan Hazreti Muhammed'in risâlet nimetini ittilerve küfrü ona tercîh ettiler, nan­körlüğün en kötüsünü bir daha İşlemiş oldular; o yüzden cerimesini çok ağır ödediler.

Unutmayalım ki bu, Allah'ın dünya milletleri için koyduğu bir kanun­dur. Nîmeti küfre çeviren her millet er-geç bu kanunun hükmünden ken­dini kurtaramaz. O halde âyette Müslümanlar için büyük bir uyarı vardır; Isrâiloğulları'nın İslâm'a girmemesi size yanlış bir ölçü vermiş olmasın.. Maddeye tapan milletlerin bugünkü güçlü fakat dengesiz, maneviyattan uzak ekonomik yapısı sizi aldatmasın; bunların sonu mutlaka hüsran ve felâkettir. Onlara uyarsanız ayni sonuca siz de kendinizi itmiş olursu­nuz. Çünkü : «Bir millet (ilâhî nimetlere karşı) kendini değiştirmedikçe Al­lah onlara verdiği nimetini değiştirici değildir.» [23]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Allah (C.C.) inanmışlara bir takım emirler verdikten ve bazı şeyler­den onları men'ettikten sonra açık olan İslâm caddesinden ayrılanları ne gibi bir azabın beklediğini haber verdi. İnsanlara akıl ve yetenekleri öl­çüsünde sergilediği belgelerle hakikati dimağlara ve vicdanlara işleme hikmetini açıkladı ve sonra da İslâmdan önceki milletlerin ayrılıp sürtüş­me ye tartışmaya girdiklerinden dolayı nasıl üzücü bir sonuca kendilerini ittiklerini örnek'vererek hatırlattı.

Aşağıdaki âyetle, ayrılıp bölünmenin, sürtüşüp tartışmanın nedenle­rine dokunuluyor. Takva üzere olup geçmişten ders ve ibret alan inan­mışların dünya hayatlarını İslâm'ın hidâyet doğrultusunda ve dünya ile âhiret arasındaki sağlam bağlantı ve dengesel düzeyinde sürdürmeleri öneriliyor ve kıyamet günü de başkalarından üstün tutulacakları müjdele­niyor. [24]

 

Meali

 

212— «İnkarcılara dünya hayatı pek süslendi; inananlarla alay edi­yorlar. Oysa Allah'tan korkup günah ve kötülüklerden sakınanlar kıyamet günü onların üstündedir. Allah dilediğine (ni'metler kapısını açıp) hesap­sız rızık verir.»

 

İniş Sebebi

 

a)  Müslümanları yıllarca ekonomik ablukaya alan  Mekkeli inkarcılar, İslâm'a hizmetten vakit bulup mal edinme imkânı bulamayan mü'minlerle alay ediyorlardı.

b)  Münafık (iç yapısı itibariyle inkarcı, dış yapısı ve görünüşü itiba­riyle Müslümanlardan Abdullah b.  Ubey ve benzeri maddecilerin dolaylı yoldan alay ederek mü'minlere sataşmaları sürüp gidiyordu.

c)  Yahudilerin   hem zengin, hem   ileri  gelenleri, Müslümanları inan­dıkları yüce davalarından vazgeçirmek için hem maddeyi  çok çekici bi­çimde.gönüllere işlemeyi, hem de fakirlerle alay etmeyi caydırıcı bir tak­tik ya da metot olarak kullanıyorlardı.

Bu nedenlerle yukarıdaki âyet indi. [25]

 

İlgili  Hadîsler

 

«İnanmış bir erkek ya da kadını fakirliğinden ve elindeki azığının az­lığından dolayı aşağılayan kimseyi Allah kıyamet günü (günahlarını) teşhir cezasına çarpar; sonra da onu rezil ve rüsvay eder.»

«Kim de inanmış bir erkek ya da kadına yalan kondurur, ya da onda olmayan bir şeyi onun aleyhinde söylerse, Allah onu, -dünyada uydurup söyledikleri ken'disinden çıkıncaya kadar- kıyamet günü ateşten bir tepe üzerine bırakır.»

«Şüphesiz ki Allah katında bir mü'minin azizliği ve şerefi, Mukarrıb (Allah'a en yakın) bir melekten daha büyüktür. Hem Allah yanında tevbe eden inanmış bir erkek ya da kadından daha sevimli bir şey yoktur. Kişi çoluk-çocuğu arasında tanındığı gibi mü'min adam da göklerde öyle ta­nınır.» [26]

 

Dünya Hayatı Yalnız İnkarcılara Mı Süslenmiştir?

 

yatı ve onun nimetleri inkarcılara da, inananlara da süslenmiştir. Bütün insanlar kalbinde taşıdığı bu arzuyla yasak olmayanlarla, yasak olanlar arasındaki sınırın yanında bulunuyorlar. Akıl bu sınırın bazı hususlarını farkedebilir, ama yeterli değildir. Onu tam anlamıyla bize bildiren İlâhî dînlerdir. O halde bu konuda hürriyetimizi tamamen rasyonel biçimde de­ğil, akıl ve dinin sunduğu malzemeyi birleştirip yolumuzu aydınlatır ölçü­ye getirerek kullanmamız gerekir. Ne var ki küfrün ve maddenin derin çukuruna yuvarlananlar bu konuda hep akılcı davranırlar. Ashnda akıl­larını harekete geçiren nişleridir. Yani onlarda kumandayı his elinde bu­lunduruyor, demektir. Bu yüzden yollarını şaşırmış ve tek mutluluğun dün­yada olduğuna gönül vererek onun çekici süsüne kendilerini kaptırmış­lardır. İnanmışlara gelince, onlar bir yandan dünya ve onun süsüyle ve nîmetiyle meşgul olurken, diğer yandan âhireti unutmamışlardır. Bileşik kaplar misali ikisini de dengede tutup hedef ve gayelerine doğru gitmek­tedirler. Böylece dünya ile âhiret arasında ciddi bir bağ ve dengeli bir köprü kuranlar bunlardır.

«De ki: Allah'ın kullarına çıkardığı süs ve rızıklardan temiz-pak olanlarını kim haram kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler içindir. Kıyâmet'te de yine onlara mahsustur.» [27]

«Şüphesiz ki, biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık; tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin daha güzel ve daha iyi amel ettiğini deneyelim.n [28]

Görülüyor ki, dünyanın süs ve nimetleri daha çok inanmışlara sunu­luyor. En büyük payın onlar tarafından alınması bir bakıma öneriliyor. Ne var ki inkarcıların bu hayata karşı olan ilgileri ve zaafları daha ileri bir sınıra varmıştır. İşte Kur'ân bu ilgi ve zaaftan söz etmektedir. [29]

 

Dünya Hayatını Süsleyen Kimdir?

 

Dünya hayatının süslenmesi; insanların hareket halinde bulunması, onlar için yaratılan nimetlerin ortaya çıkarılması, gelecek kuşaklara bol nîmetli güzel bir dünya bırakılması ile yakından ilgilidir. Allah bu hayatı süslemiş ve onu çekici bir biçimde yaratmıştır. Maden kömürüne ısı ve enerjiyi yerleştirip gizlediği gibi insanın içine de dünyaya karşı büyük bir ilgi ve köklü bir arzu yerleştirmiştir. Ne var ki bu süse ulaşmakta ölçülü davranmayı emretmiş ve hayatın sadece bundan ibaret olmadığını, ileri­de çok daha güzel bir hayatın insanı beklediğini haber vermiştir. [30]

 

Dünya Hayatında   Başarılı  Olmanın Nedenleri

 

a)  Geniş ve verimli topraklar üzerinde yaşayanlarla savaşçı olanlar fazla çalışmaya ve didinmeye alışkın değiller; bu yüzden nüfus arttıkça ekonomik bünye zayıflar ve fakirlik belirgin  hale gelir.

b)  Dar topraklar üzerinde yaşayanlar ise geçimlerini sağlamak için çok çalışmak ihtiyacını duyarlar ve böylece hızlı bir gidişle bilimsel araş­tırma ve bilerek çalışma devresine girmiş olurlar. Her geçen gün ekono­mik yapılarında bir gelişme hissedilir.

c)  Ölçüsüz mistik bir hava içinde bulunan ve daha çok âhirete yö­nelik bulunanların da her geçen gün dünyaya karşı çalışma hevesleri kı­rılır; bu yüzden fakirlik üzücü bir düzeye ulaşmış olur. Orta çağda Hıris­tiyan Avrupa  milletlerinin   durumu buna yakın bir ölçüde    bulunuyordu. Kilisenin aşırı baskısı ve İsâ  Peygamberin getirdiği dinin daha çok âhi­rete yönelik bulunması; Hıristiyan  din adamlarının, ilk özelliğini   kaybet­miş ve birçok değişikliklere uğramakla ilâhi vasfını yitirmiş İncil'le bütün yeni buluşların, bilimsel çalışmaların karşısına çıkması, dar topraklar üze­rinde yaşayanbu milletlerinhızmı kesmiş, ilerlemesini önlemişti. Avrupa bu bağı kopardıktan sonradır ki kendini toparlıyabilmîş ve ekonomik yönden güçlenme ortamını hazırlamıştır.

d)  Sıcak iklimde, tropikal  bölgelerde ruhî bir ataletin hâkim olması, çalışma gücünün zayıf ve verimsiz bir seviyede kalması, ekonomik yön­den güçlenmeyi her zaman engellemiştir. Bunun aksine soğuk ya da mu­tedil iklimlerde yaşayanların daha hareketli ve çalışkan olduğu, ruhî ata­letin doğurduğu bir gevşekliğin bulunmadığı bilinmektedir.

İslâm Dini dünya milletlerinin hepsine gönderilen en son din olma itibariyle, her bölgede yaşayan insanı harekete geçirmek için birçok esas ve prensipler koymuştur. Bunları özetliyecek olursak, şöyle maddeleşti-rebiliriz :

a) Hayat hareketten ibarettir. Hareketsiz bir hayat ölgün ve bitkin­dir. İslâm düşünürlerinden birinin bu konuda şu özlü sözleri çok anlamlı­dır : «Hayat hakikaten karanlıktır, hızdan mahrum olursa. Her hız gaye­ye ulaştırıcı değil, ilimden ölçü ve ışığını almazsa.. Her ilim de mutluluğa

eriştirici değil, dinden, imândan gücünü almazsa..»

b)  Her  şeyin en güzelini ve en iyisini   yapmaya  çalışmak Kur'ân'ın koymuş olduğu prensiptir. Mülk sûresi 2. âyetinde bu husus şöyle açık­lanmıştır : «Hanginizin daha güzel amelde  bulunacağını deneyip  ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.»

c)  İnsan için ancak çalışıp çabalaması   var..

d)  Bir işi  bitirince durma kalk başka bir işe başla,  emri, sağlığı  ve aklî dengesi yerinde olan her Müslüman   için geçerlidir.

e)  Hiç ölmiyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmakisejslâm'ıniki dünyahakkındaki görüş ve tutumunu en ölçülü bi­çimde yansıtır. Ölçüsüz mistisizm bu dengeyi bozar. Nitekim çok eski iki uygarlığı dikkate aldığımızda, Sümerlilerin   Mısırlılardan daha  köklü   ve geniş bir uygarlık kurduklarını görüyoruz.  Çünkü Sümerlilerin uygarlığın­da dünyaya karşı duyulan  aşk ve heyecan, mutluluk ve kişisel   hürriyet daha ileri bir safhada bulunuyordu. Mısırlıların uygarlığında ise mistisizm daha belirgin ve  hâkim durumda idi.  Tam  denge sağlayamadıkları için Sümerliler kadar bu alanda başarılı olamadılar.

İslâm, yukarıda belirttiğimiz esas ve prensipleriyle en ölçülü dengeyi getirmekle, hem insan ruhunu, hem dünya ile olan ilişkisini kuvvetlen­dirip geliştirmeyi amaç edinmiştir. Tabii sosyal yapıda uygulanır da bu ölçüsü metod olarak gözönünde bulundurulursa...

Sırası ve yeri geldikçe tekrar tekrar bu önemli konuya dönülecek ve yeterli doküman sunulmaya çalışılacaktır. Çünkü Kur'ân'da bu konuyla ilgili birçok âyetler yer almaktadır. Ayni bahçenin bu çok çeşitli gülleri­nin her biri ayrı koku ve ayrı renktedir. [31]

 

Âyetler  Arasında Bağlantı

 

Allah (C.C.), Peygamberi Muhammed'e (A.S.) inananların hep birden sulh ve selâmete, İslâm'ın birlik ve beraberlik havasına girmelerini, ayrı­lığa düşmemelerini emrettikten sonra, gerek toplum gerekse millet ha­yatında sadece insan aklıyla hareket etmenin yeterli olmayacağına, ilâhî dinin yol göstericiliğine herhalde gereksinme bulunduğuna işarette bu­lundu. Aşağıdaki ayetle de haktan yana olanların üstün geleceğini, ha­kikate erişip hak doğrultusunda yürüyeceğini; bunun aksine ayrılığa dü­şenleri büyük felâketlerin beklediğini hatırlatıyor ve böylece Sünnetullah'-ın değişmiyeceğine dikkatleri çekiyor. [32]

 

Meali :

 

213— İnsanlar tek bîr ümmet idi. (Düşünce ve inanç ayrılıklarına düştükleri için) Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gön­derdi; insanların ayrılığa düştükleri konularda, aralarında hüküm vermek için beraberlerinde hak kitaplar indirdi. Ancak ne var ki kitap verilenler kendilerine açık belgeler geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Bu nedenle Allah kendi izniyle inananları (diğer­lerinin) ayrılığa düştükleri hak ve hakikate eriştirdi. Allah dilediği kimse­yi doğru yola ulaştırır,

 

İlgili Hadîsler

 

«Bizler son olarak geldik; kıyamet gününde ise önde bulunacağız. Diğer ümmetlere bizden önce Kitap verilmiştir; bize onlardan sonra ve­rildi. Şu ayrılık gösterdikleri güne (cuma) Allah bizi eriştirdi. Yarın ise (cumartesi) Yahudilere, yarından sonrası (pazar)  Hıristiyanlaradir.» [33]

Peygamber (A.S.) Efendimiz gece kalkıp namaz kıldıktan sonra şu duayı yaptı :

«Ey Cibril'in, Mikâîl'in ve İsrafil'in    Rabbi!    Göklerin,   yerin yaradam!. Gizli acık her şeyi bilen!. Allah'ım! Şüphesiz ki, ayrılığa düştükleri ko­nularda kulların arasında Sen hüküm verirsin. Ayrılığa düşülen hususta beni hakikate eriştir. Çünkü Sen dilediğini kendi izninle doğru yola ka­vuşturursun..» [34]

«Allah'ım! Hakkı hak olarak bize göster ve ona uymayı bize nasîb et. Bâtılı da bâtıl olarak bize göster ve ondan sakınmayı bize nasîb eyle; onu bize karmaşık yapma! Sonra sapmış oluruz. Bizi takva sahipleri (Al­lah'tan korkup her türlü haram ve kötülükten sakınan kullarıjna önder eyle!.» [35]

 

İnsanlar Tek  Bir Ümmet İdi

 

Bu cümleyle ilgili yorumlar ve rivayetler:

a)  Tek ümmet olanlar, Âdem Peygamberle   çocukları idi.

b)  Nûh Peygamberin gemisine  binip kurtulanlar tek bir ümmet ola­rak yeniden hayata başladılar,

c)  İnsanların hemen hepsinin cehalet   ve küfür üzere   bulundukları devirlerde,  hepsi de inkâr üzere bulunduğundan  tek ümmet sayılmışlar­dır.

d)  Âdem Peygamberle  Nuh Peygamber arasındaki devrede insanlar küfür üzere bir ümmet niteliğinde kaldılar.

e) İbrahim Peygamberin dünyaya geldiği devirde  insanların ezici  ço­ğunluğu bir ümmet ölçü ve anlamında küfür üzere bulunuyordu.

Bütün bu rivayetler ve yorumların daha çok ikisi tarihî gerçeklere uymaktadır: Âdem ve çocuklarının yaşadığı devir. Nûh Peygamberin ge­misine binip kurtulanlar Asya'nın verimli toprakları üzerine yayılarak ço­ğalmaya ve yavaş yavaş kabileler oluşturmaya başladılar. Derken farklı görüşler, birbirini tutmayan inançlar ortaya çıktı. Bu yüzden insanlar bir­birine düşman kesildiler; böylece karşıt görüşler, farklı inançlar arasında çetin mücadeleler başgösterdi. Allah, ayrılığa düşen, bu insanlara, haki­kati bildirmek üzere rahmetinin müjdecisi, azabının şiddetini haber verici ve insanların düştükleri yanlış yolun felâkete uzandığını hatırlaücı pey­gamberler gönderdi.

Tabii o devirlerde insanların çoğu Asya ve sonra Afrika kıtası üze­rinde yaşıyordu. Diğer kıta ve kesimlerde pek az insan bulunuyordu. Bu pek az insanlar arasında bir ulaşım ve haberleşme imkânları da yoktu. Ancak her kabileye yine kendilerinden birer uyarıcı görevlendiriliyordu. Asıl ayrılıp sürtüşme ve vuruşmaya kapı açanlar Asya kıtasının verimli topraklan üzerindeki kabile ve milletler idi. Dikkat edilecek olunursa, bü­yük peygamberlerin hemen hepsi bu kıta üzerinde görev yapmıştır. Öte­ki uzak bölgelerdeki küçük kabilelerle temas mümkün olmadığı İçin birer uyarıcı peygamber göndermekle yetini I m iştir.

Asya kıtasında peygamberlerin bütün uyarılarına rağmen insanlar ih­tirasları yüzünden ayrılığa düşmekten kendilerini kurtaramamışîardır. [36]

 

Bu Konudaki Rivayetler Ve Yorumlar

 

1—  Cuma gününde ayrılığa düştüler:   Yahudiler cumartesini, Hıris­tiyanlar pazar'ı seçtiler. Allah dosdoğru  inananları hakikate eriştirdi, cu­ma gününü onlara nasîb etti.

Mûsâ Peygamber'den sonra Yahudilerde bir bölünme başgöster-diyse de Davud ve Süleyman Peygamberler devrinde bu önlenmiş ve sonra tekrar ayrılma ve bölünmeler sürüp gitmiştir.

2—  Kıble   konusunda ayrılığa düştüler: Hıristiyanlar, Meryem'in do­ğu tarafına çekilip doğum yaptığını dikkate alarak bu yönü seçtiler. (As­lında bu bir ilâhî emre  dayanmıyordu). Yahudiler, Kudüs'teki Süleyman Peygamberin Mabedi sayılan    Beytülmakdis'i kıble   olarak seçtiler. Ama Allah yeryüzünde ilk yapılan mabedi (Kâ'be'yi) Muhammed (A.S.) ümme­tine kıble olarak belirledi. Böylece  ayrılığa düşen   ümmetleri bu ilk ma­bedin yansıttığı TEVHÎD İNANCI   etrafında toplamayı uygun buldu. Ama Yahudilerle Hıristiyanlar ayrılıkta devam ettiler, Allah'ın son dinine ve be­lirlediği kıbleye uymadılar.

3—  Namaz konusunda da ayrılığa düştüler: Kimi sadece rükû1 yap­mayı, kimi sadece secde etmeyi, kimi  namaz kılarken de konuşmayı, ki­mi de yürür halde de namaz kılmayı ibâdet biçimi olarak savundu. Allah bu konuda hak olan ve ruha yeterli gıdayı sunan biçimi belirleyerek Mu­hammed (A.S.) Efendimize ve O'nun  ümmetine nasîb eyledi. Bu hidâye­tin kapısını bizlere açtı..

4—  Oruç konusunda da ayrılığa düştüler: Kimi günün yarısında oruç tutmayı, kimi bazı yiyecek maddelerinden perhiz edilmesini, kimi de gün sayısında farklı sayıları savundu. Allah en doğrusunu  Muhammed (A.S.) Efendimize ve Onun ümmetine bildirdi. Diğer  ümmetlerin ilâhî doğrultu­dan bu konuda da ayrıldığını bildirerek hakikati insanlara anlasınlar diye sergiledi.

5— İbrahim Peygamber hakkında da ayrılığa düştüler: Yahudiler bu peygamberin Yahudi olduğunu, Hıristiyanlar onun Nasranî bulunduğunu savundular. Allah bu farklı görüş ve iddiaları reddederek İbrahim Pey­gamberin ne Yahudî, ne de Hıristiyan olduğunu, onun sadece Hanîf -Müslim bir peygamber özelliğini taşıdığını açıkladı. Günkü İbrahim Peygamber, Musa Peygamber'den önce gelmiştir. Isâ Peygamber ise Is-râlloğullan'na, bozulan ilâhî dini düzeltmek üzere gönderilmiştir.

6. İsâ Peygamber hakkında da ayrılığa düştüler: Yahudiler onun ana­sına çirkin iftirada bulunmaktan çekinmediler. Hıristiyanlar ise onu Al­lah'ın oğlu olarak ilân ettiler. Allah gerçeği açıklayarak İsâ Peygamberin Meryem'den doğma bir insan olduğunu, ancak Cibrîl'in üflemesiyle ruhî yapısının daha belirgin öiçü ve anlamda bulunduğunu bildirdi. Allah'a oğul isnad etmenin küfür olduğunu da yer yer hatırlatarak Hıristiyan lan uyar­mayı diledi. [37]

 

İnsanlar Tek Bir  Ümmet İdi

 

Ümmet: Bir konu üzerinde toplanıp ideal ve inanç birliğini sağ­layan ve birbirleriyle uyum halinde olan bir topluluk demektir. Ayrıca Kur'-ân'da buna muhtelif cümleler arasında  değişik anlamlar verilmiştir:

a)  Millet; Bu tabir inançlar (akaid) ve Şeriat temelleri (Usûl-i Şerâyi1)

anlamına da gelir.

b)  Aralarında uyum  sağlayınca bağlantı  bulunan ve bu yüzden bir topluluk haline gelen insanların hepsi demektir.

c)  Zaman anlamında da kullanılmıştır.

d)  Kendisine uyulan  lider ya da önder mânasına geldiği de olmuş­tur. [38]

Birinci tarif ölçüsü içinde dilleri, ırkları, renkleri ve etnik yapılan ne olursa olsun bir peygambere inanıp uyan ve kendi aralarında uyum sağ­layan bir topluluğa (cemaate)   ümmet   denilmiştir.

Âyet'te «İnsanlar tek bir ümmet idi» denildiğine bakılınca bundan bir­kaç önemli mesele ortaya çıkıyor:

1— Yeryüzü henüz belli kit'alara ayrılmadan, bu konuda jeolojik bir değişime uğramadan az sayıda insan bir arada yaşıyordu. Allah'a kul­luk etmelerini sağlamak için de onlara peygamberler gönderilmiştir.

2-— Tek bir ümmet halinde olan insanlar zamanla nüfusun çoğalıp kabileler haline geçmesiyle inanç ve görüş ayrılığına düştüler; böylece aralarında bölünmeler ve sürtüşmeler başladı. Bunu gidermek için ilâhî rahmetin müjdecileri, azabın da habercileri sayılan peygamberler gönde­rildi. Çünkü birlik ve beraberliği TEVHÎD akidesinde sağlamaya insan akiı kâfi gelmiyordu. Herhalde âhiretten söz edecek, hakikatlerin kapıla­rını açacak, beşer aklını harekete geçirecek elçilere ihtiyaç vardı,

3— Âdem Peygamberden sonra, insan sayısı arttıkça bölünmeler, farklı inançlar, birbirine uymayan düşünceler ortaya çıktı. İnsanlar ara­sında inanç birliğini ve sosyal uyumu sağlamak, onları kendi elleriyle yap­tıkları putlara tapınma aşağılığından kurtarmak için peygamberler gön­derildi.

Nûh Peygamber devrinde meydana gelen tufandan sonra insan­lar Asya kıt'ası üzerinde tek ümmet halinde bulunuyordu. Sonra nüfus artıp çoğalma ve kabileleşmeler meydana gelince etrafa yayılmaya baş­ladılar. Bu yüzden zamanla farklı inançlar ortaya çıktı ve toplumlar ara­sında uyumsuzluk başgösterdi. Allah onları bu tartışma, sürtüşme ve vu­ruşma felâketinden kurtarmak, aralarında sulh ve selâmeti sağlamak, hepsinin yüzünü bir olan Allah'a çevirmek için peygamberler gönderdi.

Birinci maddede dokunduğumuz gibi, önceleri yeryüzündeki ka­ra parçaları bugünkü biçimde değildi. Kıtaların çoğu birbirine bitişik idi. Bu kara parçası üzerinde yaşayan insanların sayısı da pek fazla değildi. Peygamberlik ilk insanla başladığı için insanların her devirde uyum ha­linde yaşayabilmeleri peygamberlerle az-çok sağlanmıştır. Ama ani bir jeolojik değişme meydana gelince, bugünkü kıtalar oluştu. Böylece dün­yanın her tarafına insanlar dağıtılmış oldu. Her kara parçası üzerinde ka­lan insanlar kendi başlarına yeniden hayat mücadelesi vererek yaşama­ya koyuldular. Ara yere giren okyanuslar, insanların biraraya gelmesine engel oldu. Bu nedenle de Allah kıtalar üzerine yayılıp çoğalan insanlara birer peygamber gönderdi.

Bütün bu varsayımlardan sonra yerküre üzerinde insanlar varken böylesine bir bölünme ve kıt'alara dönüşme olmuş mudur? İkinci olarak Nuh Peygamber devrinde meydana gelen tufan genel anlamda mıdır, yoksa bölgesel midir? Bu iki sorunun cevabını bulmaya çalışalım; ilim bu konu­da bize fazla birdoküman  toplayamamıştır.

İnsanların, dördüncü jeolojik zamanda yaratıldığı sanılıyor. Bu da ke­sinlik kazanmamıştır. Yerkabuğunun kıvrım ve yatay durumuna gelme­siyle  büyük bir değişiklik olduğu tahmin edilmektedir. Kıvrımlar, çökme-

ler ve yükselmeler yeryüzünün  bugünkü görünüşünü meydana getirmiş­tir.

Ancak şunu diyebiliriz ki, Allah'ın yüce kudreti kâinatı yaratmakla kalmamış, gelecekteki düzenlemeleri, tarihî olayları, yeryüzünün insan­lar yaratıldıktan sonraki şeklini de yaratma fiiliyle çizip, Sir James'in de­diği gibi, değişmez kanunlara bağlamıştır,

Bizim, «dünya, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte kıtalara ayrılmış­tır» sözümüze gelince, bu da bir yorum ve varsayımdan öteye geçmez.

Nuh Tufanına gelince, bunun genel ölçüde bir tufan olmadığım bili­yoruz. Çünkü Nûh Peygamber sadece Asya kıtasının bir böiümü üzerin­de belli bir ümmete gönderilmiştir. Bütün insanlara gönderildiğini isbath-yan hiç bir belge mevcut değildir. Ancak bu tufanın insanların daha çok eyleştiği bir bölgede meydana geldiğini düşünürsek, tufandan sonra ya­şayan insanların zamanla çoğalıp ayrılığa düştüğünü söyliyebiliriz. Nuh Peygamberin 950 yıl yaşadığına bakılırsa, uzun bir zaman mücadele ver­miş ve tufandan sonra da bir rivayete göre 350 yıl daha yaşamış ve bu süre içinde yeni bir ümmet meydana getirmiştir.

İlende sırası geldikçe bu konuya tekrar dönülecek ve geniş bilgi ve­rilmeye  çalışılacaktır. [39]

 

İnsan  Doğuştan Sosyal Yapıya   Bağlıdır

 

 «İnsanlar tek bir ümmet idi...»

Allah insanları tek bir ümmet biçiminde yarattı; hayat düzeyinde on­ları birbiriyle ilişikli ve bağlantılı kıldı. Bu nedenle insanda doğuştan bu gereksinme vardır. Aile ve çevre bunu geliştirip ya verimli ve yararlı, ya da zararlı bir düzeye getirir. Çoğu fertlerin sıcak dost, yakın komşu, yar­dım elini uzatan akrabaya su-ekmek kadar ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Hemen herkesin huzur veren bir aile yuvası kurmaya çalışması, çoluk-çocuğun kaynaşan ve neşe saçan havasına bir an önce erişmeyi arzu­laması ve sonra sosyal bünyede itibarlı bir yer almaya gayret gösterme­si, daha doğrusu toplumla kaynaşıp günlük hayatı değerlendirme özlemi duyması, hep Allah'ın doğuştan insan ruhuna yerleştirdiği «sosyal yapı­ya bağlı kalma sünneti»dir. O halde her insanın toplum bünyesinde yeri­ni alıp yaşamım sürdürmesi, beşer hayatı için kaçınılmaz bir gereksin­medir.

Hem insanın ruhî ve bedenî ihtiyaçlarının yeteri kadar karşılanabil­mesi toplum içinde yaşamasıyla mümkündür. Hiçbir fert yalnız başına bü­tün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip değildir. «İnsan yaratılıştan uygardır ve sosyal yapıya bağlıdır,»  sözü bu hakikati yansıtmaktadır.

Ne var ki insanlar çoğaldıkça, ümmet yapısında nüfus patlaması baş-gösterince, bir takım gruplaşmalar, farklı düşünceler ve sürtüşmeler mey­dana gelir. Çünkü insanların fizyonomisi değişik olduğu gibi karakter ve akılları da farklıdır. Milyonlarca insanın bir arada uyum içinde yaşaması çok zordur. Her fertten feragat beklenir; hürriyetinin tamamını kullan­maması istenilir. Bunun için de hayatı disipline edecek, ruh ve vicdanları geliştirecek, toplumu bir insan bedeni gibi kabul edeoek ve kendini bu bedenin bir organı sayacak eiddi bir dinî eğitime ihtiyaç vardır. Dinin ilâ­hî vasfını bütün özelliğiyle algılamaya beşer aklı yeterli olmadığından hem peygamberlere, hem de semavî kitaplara gerek duyulmuştur. «Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların ayrı­lığa düştükleri konularda, aralarında hüküm vermek için beraberlerinde hak kitaplar indirdi..» âyeti belirtilen hususu açıklamaktadır. [40]

 

İhtiras Ayrılığa,  Başolma Bölünmeye Yolacar

 

«cAncak ne var ki kitap verilenler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler.»

Yahudiler böylesine bir ihtiras ve onun tabii sonucu olan bölünme yüzünden tarih boyunca felâketten felâkete uğradığı gibi, Hıristiyan âle­mi bir zamanlar böylesine bir ihtiras nedeniyle,, İsâ Peygamberin açık bel­gelerle gelecek olan peygamberden haber vermesine rağmen, dini ölçü­süz ve anlamsız bir baskı unsuru olarak kullandılar, aşırı taassuba kapı­larak İncil'de zaman zaman değişiklikler yapıp İlâhî niteliğini bozdular. Böylece aralarında bölünmeler meydana geldi, ayrılığa düştüler. Katolik-lerle Protestanlar arasındo çetin mücadeleler oldu ve bu uygunsuz sür­tüşme ve bölünme hem kiliseye, hem Batılı milletlere pek pahalıya mal-oldu.

Müslümanlar arasında da özellikle itikadı atanda mezhep ayrılıkları ve bunun sonucu ortaya çıkan sürtüşme, tartışma ve devletin üst kademe­sindeki kişilerin desteğini kazanma yarışı, asırlarca sürüp gitti. Ehl-i Sün­net ile diğer mezheplerin iddialı tartışmaları bir nice değerli ilim adamı­nın öldürülmesine, zindanlarda çürüyüp gitmesine ve Müslüman cemaa­tının bölünüp  hasımlaşmasına yolaçtı.

İlk asırlarda Hâşimî, Emevi üstün gelme yarışı, İslâm'ın gücünü, fe­yizli hamlesini durdurdu ve binlerce kişinin canına maloldu..

On ikinci asırda had safhaya varan mezhep kavgaları, Fatımîlerle di-

ğer mezheplerin Müslüman halkı ekollere ayırması ancak Selâhattin Ey-yubî gibi büyük bir kumandan ve cok değerli bir devlet adamının gayre­tiyle hızını kaybetmiştir. İslâm âleminin bu tür bölünmelerini de fırsat sa­yan Haçlı sürülerini Anadoluda I. Kılıcaslan, Suriye ve Kudüs'te Selahat-tin Eyyubî defedebildi,

Salahattin'den sonra yine bir takım bölünmeler başgöstermiş; çeşitli mezhepler sahneye çıkma fırsatı bulmuş, başolma sevdası ciddî sarsın­tılar meydana getirmiş, bu yüzden farklı ekoller doğmuş ve Tevhîd aki­desi ağır yaralar almıştı. Derken Moğol istilası, Cengiz Han belâsı baş­göstermiş ve bu güçlü İmparator adeta Allah'ın bir te'dîb aracı olarak İs­lâm ülkeleri üzerinden bir silindir gibi geçmiştir. Diyebiliriz ki ilâhî bir uyarı anlamında Müslümanlara ağır bir tokat indirilmiştir.

Bugün yine gerek ülkemizde, gerekse diğer İslâm ülkelerinde sayısı belirsiz bölünmeler ortaya çıkmış ve her gecen gün hızını artırmaktadır. Müslüman cemaati parçalayan bu akımların iç ve dış odaklarca organize edildiği sanılmaktadır. Her mezhep ya da ekol kendisinin tek kurtarıcı ve hizmet verici olduğunu iddia etmekte, diğer hic bir ekolle anlaşma, bir­leşme yoluna girmemektedir. Tabii bu konuda daha çok dış odakların ve birtakım  maksatlı ellerin olumsuz yöndeki etkileri  küçümsenmemelidir.

Özetlemeye çalıştığımız bu tutum ve gidişin sonu çok üzücü olabi­lir. Kur'ân'da yukarıda konumuzu oluşturan âyetle daha önceki millet­lerin bu yüzden nasıl bölünüp felâketlere uğradıkları örnek veriliyor. Gaf­let içinde bulunan ve ilk insandan bü yana şaşmadan hükmünü yürüten Sünnetullah'ın geçmiş milletlere nasıl ibretli dersler verdiğini hesaba kat-mıyan bazı İslâm ülkeleri ve Müslüman cemaatleri Tevhîd Aki-desi'nin birleştirici ve barıştırıcı mânasına çağırılıyor. Bu çağrıya kulak vermiyenler unutmamalıdırlar ki, İlâhî kanunlar, mîlletlerin hayatlarıyla bağlantılı olan Sünnetler değişmez; hükmünü herhalde yerine getirir ve böylece tarih bir kez daha tekerrür eder. [41]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah (C.C.), insanlar arasında, bölünen cemaatler bünyesinde uyu­mun, ancak İslâm'ın katıksız esas ve kaynaklarıyla, onun tertemiz İlâhî havasında sağlanabileceğini; haktan yana olanların ayrılık, bölünme ve sürtüşme felâketinden kurtulabileceklerini müjdeledikten sonra, bu yol­da her zaman bir takım sıkıntı ve üzücü olaylarla karşılanabileceğine işa­ret ederek gecen milletlerden İmânın mutluluk düzeyine erişenlerin ilâhî yardıma eriştiklerini haber veriyor. Sonsuzluk saadetine kapı açan büyük ni'metlerin ancak büyük sıkıntı ve ağır külfetlerle elde edinilebileceğine dikkatler çekiliyor. [42]

 

Meali"

 

214— Yoksa siz, kendinizden önce gelenlerin benzer durumu başını­za gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?! Onlara ezici-üzücü sı­kıntı ve zorluklar gelip dokundu da sarsıldıkça sarsıldılar, o kadar ki Pey­gamber ve Onunla beraber olan inanmışlar: «Allah'ın yardımı ne za­man?!.» diyecek duruma gelmişlerdi. Haberiniz olsun ki, Allah'ın yardımı elbette yakındır,

 

İniş Sebebi

 

Abdurrazzak'in İbn Cerîr'den yaptığı rivayete göre, bu âyet Ahzab (Hendek Savaşı) günü inmiştir. O gün Peygamber (A.S.) ve arkadaşları hayli sıkıntı ve engelleme ile burunburuna gelmişler ve sarsıldıkça sar­sılmışlardı. Âyet hem onları teselli etmek hem bu konudaki Sünnetullah'ı hatırlatmak üzere inmişti. Tabii bu uyarı daha cok İslâm mücahidlerine yönelik   bulunuyordu. [43]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Allah (C.C.) bu âyetle, mü'min kullarına, dünya denilen uğrağın ve insan karakterini ortaya çıkaran tezgahın sıkıntı, üzüntü, dert ve ıstırap yeri olduğunu ve inananların böyle bir uğrakta çetin sınavlardan geçirile­ceğini, ileride yüksek anlamdaki ni'metlere çetin mücadeleler verdikten sonra erişilebileceğini haber veriyor ve bu konuda geçmiş milletlerden ibret alınacak bir tablo sunuyor.» [44]

Nitekim Ahzab günü Haktanyana olanlar iyice sıkışıp üzüldükleri za­man münafıklar bunu fırsat bilerek : «Allah ve Peygamberin bize va'det-tığı zafer ve saadet aldatmacadan başka bir şey değildir!» demişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet  inmişti.

 Geniş bilgi için..

Ayrıca bu âyetin Uhud savaşında indiğini söyleyenler de var. Diğer bir tesbite göre,âyetin rmıhacirler(Mekke'den Medine'ye Allah ve din için göç edenler)le ilgili bulunduğu, cnları teselli anlamında indiği rivayet edil­mektedir. [45]

İlgili Hadîsler

 

Sahîh rivayette, Habbab bin Eret (R.A.) diyor ki: Cok sıkıntılı günlerde bulunuyorduk. Bir gün  Resûlüllah (A.S.) Efen­dimize dedik ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi!  Bizim için yardım dilemez misin? Bizim İçin Allah'a el açıp duâ etmez misin?

Bunun üzerine şöyle buyurdu :

«Şüphesiz ki sizden önceki milletlerden inananlar arasından öy­leleri gelip geçti ki, başlarının üstüne testere konuldu da tâ ayaklarına kadar biçip böldü, fakat bu (işkence) onları dinlerinden döndüremedi. De­mir tarak vücutlarına batırıldı, etle kemik arasına saplanıp kaldı da yine bu (elim durum) onları dinlerinden çeviremedi.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devamla buyurdu  ki:

«Vallahi! Allah bu dâvayı tamamlayacaktır; o kadar ki atlı kişi San'a'-dan kalkıp Hadremevt'e kadar gidecek de bu yolculuğunda ancak Allah'­tan ve bir de davarlarına karşı kurttan korkacak. Ama (ne yapalım ki) siz acele eden bir milletsiniz!.» [46]

 

Allah'ın  Kulları Hakkında  Sünneti Değişmez

 

  Büyük dâvalar çok çetin mücadelelerle elde edilebilir.

  Yüksek ni'metler büyük külfetlerle sağlanır.

  Dünya ve âhiret saadetine kapı açan islâm; -seviyeli, ciddi ve bi­linçli hizmetlerle; kendini Allah yoluna adayan kahramanlarla, insanlığın mutluluğuna gönül veren inanmış  bahtiyarlarla, kesesinin  ağzını tered­dütsüz açan cömertlerle,   kalemlerini çalıştıran   düşünürlerle    hedef ve amacına erişebilir.

  Hakikat doğrultusunda başarıya ulaşmak, ilâhî Sünnete dosdoğru uymakla gerçekleşir.

Saadetin sürekli ni'metine sıkıntılı yollardan geçilerek ulaşılabilir.

İşte bu saydıklarımız, İlâhî Sünnet (hayat kanunu) dizisinde yer alan, amacı ve ona erişilmesi belirlenmiş olan yollardır, Kur'ân'da yer yer bu sünnet değişik anlatım biçimieriyle hatırlatılır.

Yukarıdaki âyet, insanoğluna, yeryüzüne adım atmasıyla başlayan ve her peygamber ve ümmeti hakkında şaşmadan hükmünü yürüten; uyanlara, uyum sağlayanlara saadet; uymayanlara, uyumsuzluk içinde sürtüşenlere azâb yolunu açan ilâhi kanunun ölçü ve anlamını yansıtı­yor. Ne dünyadaki ölçülü ve yararlı bir hürriyete, ne de âhiretteki sonsuz­luk yurduna bunun dışında bir yoldan gidilebilir. Bugün hürriyet içinde varlığını sürdüren milletler varsa, herhalde Allah'ın insanlar için sergile­diği hayat kanununa az da olsa, bilerek ya da bilmeyerek uyanlardır. Dünya hayatının mutluluk ve hürriyet içinde geçmesi için bu ne kadar şartsa, âhıret saadeti ve oradaki sonsuz hayat için de başka bir ölçü ve anlamda şarttır. O halde Allah'ın yardımı bu kanunlara uyanlaradır. [47]

 

Peygamber Ve  Çevresinde Yer Alan Mü'minler Örnek  Olma Doruğunda Bulunuyorlar

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz, İlâhî Sünneti en iyi bilen ve ona kusur­suz uyan ve uygulayan insandır. Çevresindeki inanmışları da aynı düzey­de bulundurmayı ihmal etmezdi. Bunun için durmadan, dinlenmeden bu sünnet doğrultusunda yürür, engellen kaldırmaya çalışır; çetin ve sıkın­tılı da olsa sonucunun mutlaka saadet getireceğini kesinlikle bilirdi. Şüp­hesiz ki bu Sünneti benimseyenler, içgüdünün arzuladığı sınırsız hürriye­ti sınırlar, hayatı disipline edip yaratılış gayesiyle uyum sağlar.

İşte Peygamber (A.S.) Efendimiz ile arkadaşları Sünnetullah'm gere­ğini yapmış, hürriyetin asıl ölçü ve anlamını belirleyip dengeli ve huzur­lu bir hayat yaşamanın şartlarını kusursuz ölçü ve biçimde ortaya koy­muş, kendilerinden sonraki inanmışlara en  güzel örneği sunmuşlardır. [48]

 

Ayetin Bugünümüzle İlgisi

 

Ayette iki önemli deyim üzerinde duruluyor:

1—  Be'sâ'

2—  Darrâ'..

Birincisi : Fitne, kargaşalık, huzursuzluk, mal ve can  güvensizliği; ikincisi : Çeşitli hastalıklar, sinir sistemini bozan nedenler,  geçim sıkın­tısı ve maddecilerin durmadan toplumu için için kemirmesi;  parazit ben­zeri işsiz aylakların toplumu tedirgin etmesi ile yorumlanır.

Nitekim Râğıb el-Esfehânî kendi Müfredatında bu iki kelimenin kap­sadığı mânaları şöyle özetlemiştir:

Be'sâ': Şiddet demektir. Aklın ve Şeriatın uygun görmediği şeylere de bu isim verilmiştir. Azâb ve sıkıntı anlamlarını da taşımaktadır.

Darrâ': Genellikle genişlik, ferahlık, bol ni'met, mutluluk karşıtı ola­rak yorumlanır.

Ama bütün bunlar neye? İnsanoğlu neden tuğyan eder? Hem Ya-radanına, hem Onun kusursuz hayat kanunlarına karşı gelir? Neden inanmışlar bir sürü sıkıntı, elem ve ıstırapla karşılaşır? Günümüzün in­sanı neden bu kadar sınırını aşmak, başkasının hak ve hürriyetini alt-üst etmek ister? Neden iyiye, doğruya, güzele, ahlâk ve fazilete, sağiam ve köklü dindarlığa karşı çıkar? Bunca hınç ve kin niye?..

Bütün bunların cevabını yine Kur'ân ve tarih tekrar, tekrar vermiş; şüpheye yer bırakmıyacak ölçüde geçmiş milletlerin hayatından örnekler getirmiştir: Tez ile antitezin karşılaşması ve tartışıp üstün gelmeye çalış­masıdır. Hak ile bâtılın çetin mücadelesi, doğru ile eğrinin boy ölçüşme-sidir. Tezin güç bulması ve kendini kabul ettirebilmesi için antitezle, hakk'ın .hak olduğunun bilinmesi, bâtıl ile karşıkarşıya gelmesiyle müm­kündür. Aksi halde hem tezin, hem hakkın, hem doğrunun unutulmaya mahkûm olması mukadderdir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, çok hırçın, kaba, kan dökücü, hak ve adaleti çiğneyici bir milletin bünyesinden çıkması ve önce böylesine sal­dırgan, putlara hayran kabilelere gönderilmesi, yani ilk adımda onlarla yüzyüze gelmesi, bu yüzden tarihte bir eşi daha bulunmayan çetin bir müeadele vermesi, sadece tezin güç kazanması ve yaygınlaşıp etrafta duyulmasına  kapı açılması  içindir.

Bugün İslâm bütün haklılığına ve insanlıktan yana mutluluğun tek doğru habercisi olmasına rağmen yer yer ve zaman zaman zayıflaması ve bir nice hayat kademelerinden çıkarılıp kendi kaderine terkedilmesi bir talihsizliktir. Ama bu talihsizliğin altında büyük hikmetler yatmaktadır. Bu dine çatanlar, onu zayıflatmak hattâ ortadan kaldırmak isteyenler, inanmışlarla alay edenler, her geçen gün hızını artırmaktadır. Materya­lizm bütün şiddetiyle onu boğmaya çalışmaktadır. İlk bakışta bu durum bir ümitsizlik havası estirmektedir. Ama hakikatte büyük bir ümide gebe bulunmaktadır. Bu, hak tezinin, bâtıl denilen antitez karşısında güçlen­me, daha erken hedefe ulaşma fırtınasıdır. İnanmışların birleşip gönül birliği   İçinde Sünnetullah'la uyum sağlayacakları günü beklemektedir.

Evet bütün bu çılgınlıklar, sınırsız istekler, kargaşalık ve anarşik olaylar İslâm'a, köklü tarihimize dönmemizi hazırlamaktadır. Şerrin al­tında büyük bir hayır gizlenmiştir, günü gelince sahneye çıkıp Sünnetul-lah'ı bir kez daha doğrulayacaktır. [49]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanların maddeye karşı olan tutkuları nede­niyle açgözlülüklerinin kabardığı, bu yüzden de farklı ekollere, sonu gel-miyen sürtüşme ve kavgalara kapı açtıkları; felâketten felakete uğradık­ları örnekleriyle birlikte anlatıldı. İnanmışların ise dünyada aziz âhirette mutlu olabilmeleri için her türlü sıkıntıya göğüs germelerinin 'gerektiği önerildi. Aşağıdaki âyetle de, aile ve sosyal yapının ahenkli ve dengeli ayakta durabilmesi için bireyleri arasında karşılığı Allah'tan beklenerek ciddi bir dayanışma ve yardımlaşmanın lüzumuna işaret ediliyor ve daha çok fert ve ailenin yakın çevresine dikkatler çekiliyor. [50]

 

Meali

 

215— Sana neyi harcayacaklarını soruyorlar; de ki: Hayırdan sarfe-Şgınız, and baba, en yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolda kalmışlar t. Hayırdan ne işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas  (R.A.) diyor ki ;

sahip bulunan İbn Cemûh (R.A.J   Re?ve kime sadaka vereyim?

 Kurtubî ve îbn Cerîr tefsirleri..

Ebû Hüreyre   (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) bir gün ashabına : «Sadaka verin!» buyurdu. Ora­da hazır bulunan bir adam sordu :

  Yanımda bir dinar (altın  para) var..

Peygamber ona şu cevabı verdi ve aralarındaki konuşma şöyle de­vam etti:

  Onu kendine  harca..

  Yanımda bir dirhem daha var?.

  Onu eşine harca..

  Bir dirhemim daha var?.

  Onu da çocuğuna harca..

  Yanımda bir dirhem daha var?

  Artık onu da daha iyi harcamayı bilirsin.. [51]

 

Hayırda Öncelikle  Gözetilecekler

 

Kur'ân'da hayırda, harcanacak malda ve yardım eii uzatılacak konu­larda öncelikle gözetilecekler yukarıdaki âyetle en ölçülü ve anlamlı bi­çimde sıraya  konulup belirtilmiştir:

1.  Hayatlarını  çocuklarının yetişmesine veren, kendi sağlıkları paha­sına onların sağlığını koruyan ana, baba..

2.  Istıraplı, üzüntülü ve felâketli günlerimizde koşup bize teselli olan, dertlerimizi paylaşan, her bakımdan yardımcı olmaya çalışan en yakın­larımız..

3.  Kendilerini   besleyip korumaktan   âciz kalan; ana-baba sevgi ve şefkatından yoksun bulunan ve topluma yararlı insanlar olarak yetiştiril­meleri gereken; her bakımdan ilgiye muhtaç bulunan  yetimler..

4.  Her türlü maddî gelirden mahrum olan, hayatını sürdürme İmkân­larını yitiren düşkünler..

5.  Memleketinden  uzak, tanınmadık bir yerde yolculuğu için hazırla­yıp beraberinde taşıdığı azığını ve parasını yitiren, ya da elde olmayan bir 80beple vaktinden önce tüketen ve Allah'tan başka yardımcısı kalma­yan yolda kalmışlar.. [52]

 

Zekât Dışında Toplumu Sağlam Ölçülerle Oluşturan Yardımlar

 

Aile toplumun temeli ve en küçük ünitesidir. Millî bütünlüğün değiş­mez elementi sayılır. Bu yapısı sağlam olan fertleri arasında yardımlaş­ma ve dayanışma bulunan toplum, o nisbette güçlü ve huzurludur. İslâm, millet yapısında önce fertlerin vicdanını geliştirmekle işe başlar; sonra aile bünyesini fazilet temeline oturtur ve bu doğrultuda sağlam karekter-li, temiz vicdanlı, merhamet dolu gönüllere sahip bir toplum meydana ge­tirir.

Allah'ın sunduğu sayısız ni'metleri ve bir nice açık belgeleri gören, sonra da bu bilinç içinde Allah'a kul olmanın vecibelerini yerine getiren bir millet her şeyden önce birbirini seven, birbirine yardımcı olan olgun insanlarla ölçü ve anlamını, amaç ve hedefini bulmuş olur. Bölünmekten kurtulur.

Allah bunun için milletlerin hayatında çetin sınavların bulunduğunu belirtirken, milletlerin temel yapısını oluşturan aile ve toplum bünyesin­de zekât dışındaki yardımlaşmanın önemine dikkatleri çekiyor. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle mü'minler arasında en çok ilgi gösterilmesi ve yardım edilmesi öngörülen sınıflardan ve bu nedenle toplum bünyesinde sağlanacak birlik ve dayanışmadan bahsedildi. Ülkenin bir bütün olarak düşmana karşı sağlam bağlarla birbirine bağlı bulunmasının yol ve yön­temleri kısmen anlatıldı. Aşağıdaki âyetle, insanlara bir sürü dert ve ıs­tırap kapısı  açan fakat yeryüzündeki azgınlığı, haklara tecavüzü, insan haklarının çiğnenmesin! önlemek için zorunlu olan savaştan söz ediliyor, bunun dosdoğru inanmışlara farz kılındığı hatırlatılıyor.  Barış ve esenli­ğin her zaman savaşa hazır durumda bütün önlemler alınarak köklü bir güc oluşturulduğunda gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Ülkede  fitne ve kargaşalık çıkarmanın adam öldürmekten daha beter olduğuna par­mak basılarak din ve vatan düşmanlarının hiç durmadan soğuk ve sıcak savaş peşinde koştukları belirtiliyor. Soğuk savaşı kültür yoluyla sürdü­receklerine ve böylece inanmışları dinlerinden döndürmeye  çalışacakla­rına ve bilhassa düşmanın bu sinsi metodunun bilinmesinde büyük bir ge­reksinme bulunduğuna dokunuluyor. [54]

 

Meali

 

216—  Savaş (insanî   duygularınızın    gelişmesinden ve ilâhî rahmeti yansıtan bir ümmet olmanızdan dolayı), hoşlanmadığınız halde, size farz kılındı. Umulur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir; sevip hoşlandığınız bir şey de sizin için şerr olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217—  Sana hürmetli ay (Receb)den, ondaki savaştan  soruyorlar, de ki: Hürmetli ay'da savaş büyük bir günahtır. (Ama) Allah yolundan alı­koymak, onu inkâr etmek ve Mescid-i Harâm'a girmelerine engel olmak, halkını oradan çıkarmak,  Allah katında daha   büyük bir günahtır.   Fitne

adam öldürmekten daha büyük (bir suç ve günah)tır. Onlar (Allah ve Peygamberini inkâr edenler, İslâm'ı din olarak kabul etmeyenler) güçle­ri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar durmadan savaşırlar. Sizden kîm dininden döner de kâfir olduğu halde ölürse, artık böylelerinin amel­leri Dünya'da da, Âhiret'te de boşa gitmiştir ve işte cehennemlikler ve orada devamlı kalıcılar bunlardır!

218— Şüphesiz ki, imân edenler, Allah yolunda yurdunu terkedip bütün güçleriyle Allah yolunda savaşanlar yok mu, işte onlar Allah'ın rah­metini umarlar. Allah ise çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

İslâm tarihinde çok önemli yeri olan Bedir savaşından iki ay kadar önce Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, Kureyş kabilesinin durumunu araştırıp öğrenmek için birkaç kişiyi bu konuda görevlendirmek istedi, Cahş oğlu Abdullah'ı yedi kişilik bir müfrezeye kumandan ta'yin ederek yola çıkar­dı. Bu arada iki gün geçtikten sonra açılıp okunmasını ve İçinde yazılı bulunana göre hareket edilmesini plânladığı kapalı bir mektubu Abdul­lah'a verdi. Mektup açıldıktan ve içindeki emir anlaşıldıktan sonra hiç kimseyi bu yazılı emrin yerine getirilmesinde zorlamamasını bilhassa ha­tırlattı.

Sekiz kişilik müfreze emredilen yönde iki gün yol alıp ilerledikten sonra Abdullah mektubu açtı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona şu emri ve­riyordu : «Bu yazılı kâğıda baktığın zaman durmadan yürü, Mekke ile Taif arasındaki Batninahle adlı kesime ulaştığında orada Kureyş m du­rumunu gözetler ve elde edeceğin bilgiyi bize ulaştırırsın.»

Cahş oğlu Abdullah bu mektubu okuyunca : «Resûlüllah'ın emrini duydum ve derhal ona uyuyorum» dedi. Sonra durumu arkadaşlarına an­lattı, bu konuda hiç kimseyi zorlayarnayqcağına dair emir aldığını söyledi ve şunu ilâve etti:«Şehit olmak isteyen benimle gelsin. Dönmek isteye­nin yolu açıktır. Ben herhalde Resûlüllah (A.S.)ın emrini yerine getirme­ye çalışacağım», diyerek hareket etti. Onun çok ciddi olduğunu gören arkadaşlarından hiç biri geriye kalmadı. Necran'a vardıklarında Sa'd bin Ebî Vakkas ile Utbe bin Gazvan'ın peşpeşe develeri kayboldu. Onlar de­velerini ararken Abdullah diğer arkadaşlarıyla birlikte Nahle denilen yere vardılar. Bu sırada Kureyş'ten birkaç kişi ticaret kervanıyla oradan geçi­yordu. Tarih ise, cemazilâhir'in son günü idi. Haram aylarından biri sa­yılan Recep girmeden çarpışmaya karar verdiler. Kervanı idare edenler­den Amr bin Hddremf'yi bir okla öldürdüler, Osman bin Abdullah ile Ha­kem bin Keysan'ı esir ettiler. Nevfel bin Abdullah adındaki şahıs İse ka-

çıp kurtulabilen. Abdullah bin Cahş (R.A.) elde ettiği ganimet malından beşte birini Allah ve Peygamberi için ayırdıktan sonra esirlerle birlikte Medine'ye döndü. Resûlüllah meydana gelen olayı öğrenince çok üzüldü ve getirilen ganimet malını almadı. Abdullah bin Cahş ve arkadaşları, Re-sûlüllah'ın üzüldüğünü görünce perişan oldular ve «artık biz mahvolduk!» diyerek ne yapacaklarını âdeta şaşırdılar. Müşrikler bu olayı fırsat sayıp Müslümanların Haram aylarından bîri olan Recep'te kan döktüklerini ve bu olayın Peygamber'in emriyle meydana geldiğini etrafa yaymaya, İs­lâmiyet aleyhine propagandaya başladılar. Resûlüllah gelen müfrezeye «Ben size savaşın diye emir vermedim, neden bu yola girdiniz?!» derken, Müslümanlar da onları yer yer kınadılar ve «Emredilmedİğinİz halde sa­vaştınız, kan döktünüz» diyerek üzüntülerini belirttiler. Müşriklerin iddia­sı bu olayın Recep ayında meydana geldiği merkezinde idi.

Verilen emre milimetre şaşmadan uymanın gereği bir kez daha bu olayla anlaşılmış oluyor. Gözetleme işini bırakıp savaşa kapı açmaları pek uygun bir davranış sayılmadı. Yarar yerine zarar getirdi. Cenâb-ı Hak iyi niyetle yapılan ve kan dökülmesine sebep olan bu davranışın, müş­riklerin daha önce Müslümanlara yaptıkları kötülükler karşısında çok ha­fif kaldığını açıklar anlamda yukarıdaki âyeti indirdi. [55]

 

Yorumlar-Rivâyetler

 

a)  Haram aylarından biri olan Receb ayında savaşmak o zaman için haram sayılıyordu. İslâm, ilk yıllarında Arapların bu âdetini bir bakıma yararlı gördüğü için kaldırmamıştı. Bu nedenle Resûlüllah {A.S.) Efendi­miz getirilen ganimeti almadı.

b)  Haksız yere bir adarn,hem de Haram ayında öldürüldüğü için el­de edilen ganimete Peygamber (A.S.) Efendimiz el sürmedi, getirilen ma­lın tamamını kan pahası olarak öldürülenin kabilesine gönderdi.

c)  Emir almadan böyle bir olaya sebep oldukları için müfrezenin kı­nanması gerekiyordu. Nitekim hem Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hem de Ashabın ileri gelenleri onları hayli kınadılar. Böylece meydana gelen olay bütün  Müslümanları üzdü. Müfreze ise yanlış  harekette bulunduğunun farkına vararak bu kez kendi kendilerini kınadılar.

d)  Haram aylarında savaşmanın yasak hükmü,Tevbe suresinin 30. âyetiyle kaldırıldı. Böylece Arap Yarımadasında iyi bir âdet sayılan ve ar­tık geçerliliğini kaybeden bir yasağın İslâmın parlak güneşi ve insanlık-

tan yana getirdiği geniş ilâhî rahmet karşısında ne gibi değeri olabilirdi?

e)  Sekiz kişilik müfreze olayının meydana geldiği günü Recep değil Cemazilâhir'in son günü sanmışlardı. Bu nedenle müşriklerle savaşmak­ta bir sakınca görmemişlerdi. Yoksa henüz hükmü kaldırıimıyan bir âde­te karşı çıkmaları düşünülemezdi. Ama ne var ki Medine'ye geldiklerinde Resûlüllah'ın «Ben size Haram ayında savaş ile emretmedim!.» buyurma­sı üzerine, olayın Recep ayında meydana geldiğini anlamış ve fazlasıyla üzülmüşlerdi.

f)  Ortada kötü niyet yoktu. Olan olmuştu, dönüşü mümkün olmayan bir yola girilmişti. Müşrikler bunu fazlasıyla Müslümanlar aleyhine İşle­miş ve böylece birçok kabilelerin Müslüman olmasını önlemeye çalışmış­lardı. Allah bundan daha çok büyük bir günah sayılan müşriklerin Müs­lümanlara karşı davranışlarını hatırlatarak bu âyeti indirdi:

«Sana hürmetli aydan, ondaki savaştan soruyorlar, de ki: Hürmetli ay'da savaş büyük bir günahtır. (Ama) Allah yolundan alıkoymak, onu in­kâr etmek ve Mescid-i Harâm'a girmelerine engel olmak, halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne adam öldürmek­ten daha büyüktür..» [56]

 

Verilen Emrin Dişina Çıkmamak

 

idrâk ettiğimiz gerçekler sağlam bir nizamın görünümüdür. Meyda­na gelen olaylar belli bir kanunun sebepler zincirini sergilemesinin sonu­cudur. Sebepleri yanlış değerlendirmek, insan idrâkinin ürünüdür. Bu ba­kımdan elde edilen sebepleri önce akıl ve din ölçülerinde değerlendirmek, gerçeğe erişmeyi kolaylaştırır. Hele Allah'tan alıp öyle konuşan ve hare­ket eden bir Peygamber işe kumanda eder, emir ve tavsiyelerde bulunur­sa, buna çok dikkat etmek, her kelimesi ve cümlesi üzerinde titizlikle dur­mak gerekir. Yanlış bir yorum, yanlış sonuçlara götürür. Cahş oğlu Ab­dullah'a verilen yazılı emir, yazılı değil de şifahi olsaydı, biraz su götü­rürdü. Ama ileriyi gören Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.) yanlış anlaşılmasın veya hafızada değişikliğe uğramasın diye emri yazr-lı duruma sokmuş, öylece vermişti. Burada iki önemli nokta var:

1.  Önemli bir emrin ya da şifrenin önceden duyulmaması için, kapa­lı bir zarfa konulup iki gün sonra okunması buyuruluyor.

2.  Hatalı bir yola girilmesin, yanlış bir yoruma neden olmasın diye emir yazılı olarak veriliyor.

Buna rağmen Cahş oğlu Abdullah gözetleme işinden fazla, kervanı durduruyor ve bir adamın kanına girerek ganimeti elde ediyor. Kendi anayışına göre iyi bir iş yapmış bulunuyordu. Ama işin astı ve hikmet! bu yönde değildi. Bu bakımdan kınandı ve getirdiği ganimet olduğu gibi kan pahası olarak ilgili kabileye gönderildi. İslâm'ın asıl gaye ve hedefinin kervan soymak, adam öldürmek olmadığını hem Ashab-ı kirama, hem de bütün kabilelere anlatmak ve duyurmak gerekiyordu. İşte Peygamber (A.S.) Efendimiz de onu yaptı..

Uhud Savaşında verilen emre uyulmadığı için savaşın kaderi değişti ve küçük bir itaatsizlik Islama pek pahalıya mal oldu.

O halde ilk bakışta aleyhte bir durum da meydana getirse, yine veri­len emre aynen uymak gerekir. [57]

 

İslam'ın İnsan Kanına Gösterdiği Saygı Ve Sunduğu Değer

 

İslâm, insan aklını ve bilincini, algılama ve belleğini sadece görüle­bilen ve bilinebilen eşya ile yüzyüze bırakmaz, onu bu dar çerçeveden kurtarıp fizik ötesine doğru yönettir. Çemberi yavaş yavaş genişleterek sonsuzluğa doğru götürür. İlmin ve ilim adamının belli bir sınırda kaldığı­na dikkati çeker, bu sınırın ötesinden haber veren Peygamberlere ve Ki­taplara dikkat etmesini telkin eder.

Bu bakımdan bir yerde ortam ve onunla bütünleşen akıl ve idrâk kan dökmeyi uygun görür; Peygamber ve Onun getirdiği Kitap bunu, uygun görmez. Çünkü birinin erişebildiği sınır ve sonuç, diğerine oranla çok ge­rilerde kalır. Peygamber onun çok ilerisini, hikmet ve esrarını görerek ve bilerek konuşur. «A İlah im! eşyanın hakikatini bana öğret..» diye duada bulunması, bu hususu insanlara hatırlatmak içindir. O halde biri eşyanın hakikatini, sebeplerin hangi hikmet ve esrar halkasıyla bağlantılı bulun­duğunu görmeden, bilmeden konuşuyor, ya da emir veriyor; diğeri bun­ları görerek, bilerek konuşuyor, emir ve tavsiyelerde bulunuyor.

Bu bakımdan Cahş oğlu Abdullah ile arkadaşları, Kureyş kervanıyla karşılaşınca, kendi akıl ve İdrâklerine göre bir yargiya vardılar; işin öte­sini, esrar ve hikmetini, diğer bir tabirle eşyanın hakikatini görmeden, bil­meden hareket ettiler. Sonuç hiç İyi olmadı. Allah ve Peygamberinin sev­mediği bir olay meydana geldi. İnsan kanı döküldü. Peygamber (A.S.) meydana gelen sebeplerin hangi hikmet halkasına bağlı bulunduğunu ve hakikatin ne olduğunu bilip gördüğü için görünürde bir zafer sayılan bu olayı kınadı ve ganimeti kabul etmedi.

Öldürülen şahıs, İslâm düşmanlarının azılılarından olmasına rağmen Peygamber (A.S.) bu davranışı İslâm'ın cihan dini olma hikmetine aykırı bulmuştu. Amaç insan öldürmek değil, doğru yolu göstermek, hakikati öğ­retmektedir. Silah son çaredir. Burada ilk çare olarak kullanıldığı için Pey­gamberin {A.S.) tatlı bakışlarında, güler yüzünde bir değişiklik meydana gelmiş, üzüldüğü her halinden belli olmuştu.

İslâm'ın tertemiz rahmet havasına giren mü'minlerin savaştan hoşlan­madıkları belirtiliyor. Zira imân, insanda merhamet ve şefkat duygusunu geliştirir. Ayet'te mü'minlerin bu duygusuna işaret ediliyor. Ne var ki bu duygu karşı tarafın gönlünde ve dimağında gelişmediği sürece savaşla­rın ardı arkası kesilmez. Bunun için İslâm, savaşı bir bakıma, hastaya su­nulan ve fakat içinde şifâ taşıyan çok acı bir ilâca benzetir. Hasta hoş­lanmadığı halde şifâ bulmak için onu kullanır. [58]

 

Fitne Adam Öldürmekten Daha Ağır Bir Suç Ve Daha Büyük Bir Günahtır

 

a)  Allah yolunda yürümek isteyenlere karşı engeller koymak,

b)  Allah'ı inkâr edip. inanmışlara saldırmak, onları üzmeye çalışmak,

c)  İbâdet yerlerine gidilmesini, Allah'a secde edilmesini önlemek, o yerlerdeki halkı sınır dışı etmek..

Kur'ân yukarıdaki âyetle bu üç maddeyi, iniş sebebine göre önce Mekke ve oraya ibâdet için gitmek isteyen mü'minler ve onlara engel ol­maya çalışan müşrikler hakkında noktalıyor. Sonra da bu ölçü ve anlam­da davranan ve aynı engellerle karşılaşacak olan bütün inanmışlar hak­kında hükmü genelleştiriyor.

Allah'a inanılan bir ülkede inanmışlara karşı bu anlam ve ölçüde bir politika uygulamanın ağır bir suç, büyük bir günah olduğu, savaşı başla­tıp adam öldürmekten daha beter bir sonuç doğuracağı hatırlatılıyor. Çünkü :

1— Bir millet daha çok güzel âdetleriyle, sağlam inançlarıyla ve Al­lah'a olan kulluğun güzel anlamıyla varlığını sürdürür ve bütünlüğünü ko­ruyabilir. Dinî inançlara saygı gösterilmiyen, millî geleneklerin yıkılması­na göz yumulan ve ibâdet yerlerine karşı iyi niyet beslenmiyen bir ülke-e maddecilik ön plâna alınmış olur. Madde amaç ve hedef olunca orta­daki ahlâk, fazilet çiğnenir. Çok geçmeden fakirle zengin arasında derin uçurumlar meydana gelir ve sınıf kavgasına kapı açılır. Bu da önüne ge­çilmesi güc, fitne ve kargaşalık doğurur.

2— Spvgi, saygı, yardımlaşma, dayanışma, insanlıktan yana hizmet ve insan haklan gibi yüce duygu ve değerler daha çok dindarlık havası

içinde gelişir. Âhiret kavramı silinip- sorumluluk duygusu kalblerde yer bulamayınca vicdanlar silik, gönüller katı, istekler sınırsız, haklar anlam­sız kalır.

3— Böyle bir ortamda «Gemisini yürüten kaptandır.» düşüncesi yaygınlaşır; herkes geleceğini maddî yönden güvenceye almaya yönelir. Üstü örtülü bir soygunculuk, haklara el uzatmak, kısa yoldan zengin ol­mak mücadelesi gemi azıya alır.

Bunun için Kur'ân'ın konumuzu oluşturan âyetiyle, Allah'a ibâdeti engellemenin ve fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha beter olduğu açıklanıyor. [59]

 

Fıkhî Yönü

 

Murted (dinden dönen) hakkında müctehit imamlar ve diğer ilim adamları farklı görüşler ve ictihadlar ortaya koymuşlardır: Bu konuda ge­niş bilgi için fıkıh kitaplarında Murted Ahkâmına başvurulması tavsiye olunur. [60]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle önce «Haram ayı»nda savasın büyük bir günah olduğundan; ama inanmışları Allah yolundan alıkoymanın, onlara haksız ve caydırıcı bir politika uygulamanın ve böylece cemaat arasında, millî ya­pıda fitne ve kargaşalık çıkarmanın daha büyük bir günah olarak ilâhî hükümde yer aldığından söz edildi.

Aşağıdaki âyetlerle inanmışların sinsi ve caydırıcı bir politikanın kur­banı olmamaları için üç şeye daha çok dikkatli olmalarının gereğine; in­karcılardan esen ve insan ruhunu öldüren, beşer vicdanını silik hale ge­tiren ve hiçbir zaman İslâmiyetle uyum sağlayamıyan bir kültüre işaret ediliyor. Birlik ve beraberlik ruhu ve anlayışı içinde böylesine zehirleyici ve beyin yıkayıcı bir fırtınadan kurtulabilmek için Kur'ân'ın diğer tavsiyele­rine uymakla beraber daha çok insanı küfre ve ahlâksızlığa doğru çeken içkiden sakınılması, ihtiyaç fazlası malın -sosyal adaleti gerçekleştirmek, zayıf unsurları güçlendirmek, inanmışları bütünleştirip İslâm'ın hayat dü­zeni içinde kuvvetli ve örnek bir millet yapmak için- lüzumlu görülen yerlere verilmesi; fitnecilere, inkarcılara ve tek kelimeyle İslâm'ın karşı­sında olan inkarcılara yem olmaması, toplumu ve onun birliğini tehdid eden anarşizme ve komünizme alet edilmemesi için kimsesiz ve sahipsiz çocukların sokaklardan kurtarılması/ dinî ve millî kültürle beslenip yarar­lı birer insan durumuna getirilmesi emrediliyor. [61]

 

Meâli:

 

219—  Sana    h a m r    (alkollü İçkî)den  ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de hem büyük günah, hem insanJar için (bazı) faydalar var­dır; ama günahları (ve zararları) yararlarından daha büyüktür.

Ve Sana (Allah için, O'nun yolunda) neyi harcayacaklarını soruyor­lar; de ki: Artanı... Böylece Allah (Dünya ve Âhiret hakkında) düşünesi-niz diye size âyetlerini açıklıyor.

220—  Hem sana yetimlerden soruyorlar, de ki: Onlardan yana işleri düzeltmek (onların yararına hayırlı teşebbüslerde bulunmak) daha hayır­lıdır. Eğer  onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar kard&şlerinfzdlr. Al­lah (işlerini düzenleyip yetimleri yetiştirmeyi, faydalı birer insan yapmayı) bozanı düzeltenden ayırt edip bilir. Allah dileseydi sizi (bu hususta daha ağır bir sorumluluk altına sokup) sıkıntıya uğratabilirdi. Şüphesiz ki, Al­lah yegane üstün ve sonsuz hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Başlarında Hattab oğlu Ömer ve Cebel oğlu Muaz (R.A.) bulunduğu halde Ansardan bir cemaat, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bize içki ve kumarfm fenalığı) hakkında bir

fetva ver; çünkü her ikisi de aklı giderici, malı alıp götürücüdür.» Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. [62]

 

İlgili Hadîsler

 

«Her sarhoş eden şey hamr'dır ve her sarhoş eden şey haram­dır.» [63]

«Dünyada içki içip ona devam ettiği halde tevbe etmeden ölen kim­se, âhirette (cennetin hayat verici) içkisinden içemez. [64]

Yemen'in Ceysan bölgesinden gelen bir adam. Peygamber (A.S.) Efendimizden kendi memleketinde darıdan elde edilen içkiden sordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona :

  Sözünü ettiğin içki sarhoş ediyor mu? Dîye sorunca, o da :

  Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.):

  Sarhoş eden her şey haramdır, buyurdu. [65]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden baldan elde edilen içkiden soruldu­ğunda ise şöyle buyurdu : «Sarhoşluk veren her içki haramdır.» [66]

«Doğrusu üzümden bir içki, buğdaydan bir içki, arpadan bir içki, hur­madan bir içki elde edilir. (Başka bir rivayette : Darıdan da bir içki...) Ben sizi her sarhoş eden içkiden men'ediyorum.» [67]

İmam Tirmizî buna : «Baldan da bir içki...» cümlesini ekleyerek riva­yeti tamamlamıştır.

«İçkinin aJım-satımı haram kılınmıştır.» [68]

 

Hamr   Kelimesiyle İlgili Açıklamalar Ve Çözümler

 

a) Genellikle Türkçemizde keyif verici vp cjnrhno denilir. Arapcada buna ayni tarif içinde HAMR 2°?^C aZ limeye yer verilmiş ve birkaç yerde an.lm.ştir.                              

b) HAMR : Örtmek,  mânasına gelen  Hamare fiilinden türetilmiştir.Bu manayla kad.nın başörtüsüne HİMAR denilir.Örtücü özelliği olanTZlm'o'™T

TiT0   ° T tabir ku"amlır Nitekim H°<»«°  S,û VT

TeteküiT   k T tabir ku"amlır- Nitekim H°<»«° = S,

YETEKUM! = Kaptanın*, örtünüz! cümlesinde de ayn, fiilin emi «mistir. Icicl. ak., örttüğü, şuuru perdelediği için "ona HAMR

Diğer bir yorumla,  kendi  haline  bırakılıp tahammür ettiâi

Lrsriçkiiere bu isi ™ £ M*

c) Aklı karıştırdığı, şuuru alt-üst ettiği için MUHAMERA'dan gelme ya da türetilme bir isim olduğu da söylenir ki bu üc mâna aynı nokta, ya da odakta toplanır

d) HAMR, iyice kaynatılan, ya da pişirilen üzüm suyudur. Aklı ör­ten diğer içkiler -sarhoş etmeleri nedeniyle- bunun hükmündedir. Nitekim KIMAR (kumar)ın her çeşidi haram kılınmişsa da Kur'ân'da sadece MEY-SİR'den yeni isimleri ayrı, on okun bir araya getirilip her biri için ismine göre bir nasip belirlenmesi ve böylece kumar oynanmasından söz edil­miş, diğer kumar çeşitleri buna kıyas edilerek haram sayılmıştır.

e) Müctehit imamların cumhuruna göre, çoğu sarhoş eden her iç­kinin çoğu da, azı da haramdır, İçene had (dinî ceza) gerekir. Hamr'den maksad, üzüm şarabı da olsa diğer içkiler hem Sünnet, hem kıyas yoluy­la hamr hükmündedir,

İmamlardan Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme ve Küfe âlim­lerinden rey tarafdarı bir cemaatten, üzüm ve hurma şarabından' başka iç- ' kilerden çoğu sarhoş edenin azı helâldir, yani sarhoş olmayacak kadar içene had (şer'î ceza) gerekmez, anlam ve biçiminde bir rviâyet yapılmış­sa da bu görüş çok zayıftır ve Sünnete ters düşmektedir. Çünkü sahîh hadîslerde böyle bir görüşe yer verilmeyip reddedilmiştir.

Mâide sûresinde bu konuya tekrar dönülecek ve dah-a  geniş  bilgi verilecektir. [69]

 

F1khî Yönü

 

1—  İmam Şafiî ve arkadaşlarının içtihadına göre üzüm, hurma, bal, buğday, arpa, pirinç, darı ve benzeri maddelerden elde edilen içkilerin hepsi -sarhoş ettikleri nedeniyle- haramdır. Azı da çoğunun hükmüne ta-bi'dir.

Şafiî bu İçtihadında yukarıdaki âyete yani hamr kelimesinin bütün içkileri içine alan bir deyim olmasına ve bu konudaki sahih rivayetle bize kadar ulaşan: «Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır,» mealindeki hadîse dayanmıştır, [70]

2—  İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadına göre -ki onun zamanında hadîs­lerin tamamı toplanamamıştır- hamr sadece üzüm ve hurmadan elde edi-

. lir. Diğer sarhoş edici içkiler buna -tahrîm hususunda- kıyas edilir.

İmam Şafiî'nin yukarıda belirttiğimiz içtihadına göre, sarhoş edici iç­kilerin içilmesi haram olduğu gibi, dokunduğu yeri de necis eder. Kita-bu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa .adlı kitabın birinci cildinde, Şafiî mez­hebine bağlı fukahaca, kolonya ve ispirto gibi antiseptik olan maddeler ma'fuvattan sayılmış, böylece Şafiî mezhebinde de bu hususta kolaylaş­tırıcı bir kapı açık tutulmuştur.

Adı geçen kitaptaki yazının çevirisini nakletmekte yarar görüyorum: «Necis sayılan ve ilâçlarla güzel kokulara karıştırılan ispirto ve ben­zeri sıvılar, bunları ıslaha ve yararlı hale getirmeye matuf olduğu nisbet-te ma'fuvattan sayılırlar. Bu, peyniri yararlı hale sokmak için kullanılan {dana ya da buzağının kırkbayırından elde edilen) mayaya kıyas edilmiş­tir.» [71]

İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadına göre, üzüm ve hurmadan elde edilen şaraptan başka diğer içkilerin içilmesi haramsa da necis sayılmazlar. Çünkü bu konuda bir nass vârid olmamıştır; âyet sadeee iki maddeden elde edilen şarabı « r i c s = murdar» -saymıştır. Hadîslerde ise bunla­rın necis olduğuna dair açık bir kayıt mevcut değildir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz eserde yine Hanefilerin bu hususla ilgiü görüşüne yer verilirken sarhoş edici her içkinin azının da çoğu gibi haram olduğu kaydediliyor ve müftabih olan hükmün bu doğrultuda bulunduğu belirtiliyor, [72]

 

Tarihi   Yönü

 

Şarap, diğer bir deyimle alkollü içkiler çok eski çağlardan beri bili­nir. Semavî dinlerin hemen hepsi bununla mücadele etmiş, ilâhî yasağı eğitim yoluyla işlerken diğer taraftan bir takım cezaî müeyyideler de ge­tirmiştir.

Elimizdeki Tevrat'ta şaraptan söz edilirken şu cümleleri görmekteyiz:

«Ve Rab, Musa'ya söyleyip dedi : İsrâiloğulları'na söyle ve onlara de:Bir erkek yahut bir kadın adanan nezir adağını adamak için kendini RABBE ayırırsa, şaraptan ve içkiden çekinecek; şarap sirkesi ve içki sirkesi

içmiyecek..» [73]

İncil'de ise şu kayıtlara Taslamaktayız :

«Onlar yemek yerken İsâ ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve şakirtlere verdi ve dedi: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse alıp şükretti ve onlara vererek dedi: Bundan hepiniz için. Çünkü bu üe-nim kanım, günahların bağışlanması için bir çokları uğrunda dökülen ah­din kanıdır. Fakat ben size derim: Babam (Rabbim)ın melekûtunda sizin­le taze olarak onu içeceğim ogüne kadar, ben asmanın bu mahsulünden artık içmiyeceğim.» [74]

«Ve onlara dedi ki: Bu benim kanım, bir çokları için dökülen ahdin kanıdır. Doğrusu size derim: Allah'ın melekûtünde onu taze olarak içece­ğim güne kadar asmanın mahsulünden artık içmiyeceğim.» [75]

«Çünkü Rabbin gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmiyecek ve daha anasının  karnında Ruhulkudüs'le dolu olacak..» [76]

Fazla bir değişikliğe uğratılmayan ve en eski İncil olarak kabul edi­len BERNABA İncil'inde şarap ve alkollü içkilerin yasak olduğu daha açık biçimde anlatılmaktadır.

Islâmiyetten önce Arap Yarımadasında da alkollü içkiler çok yaygın halde idi. İnsan hayatına yepyeni bir dinamizm getiren, insana ancak uy­gun olanı, ruhunu, vicdanın' kirletmiyen şeyleri mubah sayan İslâm Dini, Arapların puta olan bağlılıkları kadar içkiye olan tutkularını bir çırpıda yasaklamadı,  bu  konuda  ayrı  ayrı  zamanlarda  dört âyet  indi.  Böylece

indilerinde konu tahrife uğratılmıştır. Luka încil'in-'"M belge, en doğrusudur.

kademeli bir biçimde yasağa doğru gidildi; dikkatler içkinin zararına doğ­ru çekildi ve gönüller iyioe ilâhî emirlere yatıştıktan sonra haram hükmü indirildi:

1.  Başta Hattab oğlu Ömer ve Cebel oğlu  Muâz bulunduğu  halde Peygamber (A.S.)  Efendimize gelen  mü'minler:

— Ey Allah'ın Peygamberi! Bize içki ve kumar(ın kötülüğü) hakkın­da bir fetva ver; çünkü ikisi de aklı giderip malı götürmektedir, diyorlar­dı. Bu devrede sadeee Nahl Sûresinin 67. âyeti: «Hurma ağaçlarının mey­velerinden ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık edinirsiniz.»

mealindeki âyet inmiş bulunuyordu. İçkinin güzel bir rızık olmadığına dik­katler çekiliyor, kafalarda biı soru oluşturuluyordu. İlâhî murada kalbi acık bulunan Hazreti Ömer (R,A.), içki ve kumarın aile ve topluma getir­diği fenalıkları düşünerek bir an önce yasaklanması için fetva istiyordu. Bunun üzerine yukarıdaki konumuzu biçimlendiren âyet indi.

2.  Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz,   Ömer'i  (R.A.)   çağırarak  inen   âyeti ona okudu. Bunun üzerine Ömer: «Allahım! İçki hakkında bize şifâ verici bir açıklamada bulun..» diye duâ etti. Bir süre sonra Nisa sûresinin 43. âyeti şu mealde indi: «Ey imân edenler! Sarhoş iken -ne dediğinizi bi-Mnceye kadar- namaza yaklaşmayın..»

Bunun üzerine namaza ikamet edilince Resûlüllah'ın görevlendirdiği bir adam Müslümanlara seslendi: «Sarhoş iken namaza yaklaşmayın!.»

Bu âyet, içkinin kötü bir şey olduğuna daha fazla dikkatleri çekiyor, fekat haram kılındığına ait kesin bir hüküm taşımıyordu. Ne var ki kafa­lardaki soruyu biraz daha büyütüyor, aklı eren kişileri düşünmeye sevke-diyordu.

Hz. Ömer (R.A.), yine tatmin olmadı ve : «Allahım! bize içki hakkında şifa verici bir açıklamada bulun..» diyerek niyazda bulundu.

3.  Bir süre sonra Mâide süresindeki   tahrîm   ile ilgili kesinlik öl-cüsündeki âyet indi. Ömer (R.A.) artık tatmin olmuştu : «Vazgeçtik, vaz­geçtik!.»    diyerek heyecan dolu bir tonla ilâhî yasağa kayıtsız uyduklarını dile getirmişti. [77]

 

Tıbbî Yönü

 

«Alkolün zerresi bile zararlıdır. Kanın 1 santimetre küpünde yani bir gramında alkolün bir miligramı yani bir gramın binde biri kadar küçük miktarı bulunursa o insanda alkol zehirlenmesinin bütün belirtileri gözü­kür. Şayet bu miktar 4-5 miligram kadar yükselirse zehirlenme şiddetle­nir. İçen komaya girer ve belki de bu halde kurtulamıyarak ölür.

Demek ki alko[ün bir zerresi bile zehirdir ve insan sağlığına büyük zararlar yapar. Alkol, diyebiliriz ki insan vücudunun her tarafına zararlı­dır, fakat en çok beyin'e dokunur.

Alkollü içki, içilir içilmez, mide ve barsaktan kana karışır, vüeudun her tarafına dağılır. Fakat en çok ve çabuk gidip oturduğu ve zararını gösterdiği yer beyindir.» [78]

 

Sosyal Yönü

 

Kur'ân'da bu âyetle çok önemli üç konu üzerinde duruluyor:

1.  Alkollü içkiler,

2.  İhtiyaç fazlası artakalanı Allah yolunda gereken yerlere harcamak,

3.  Yetimlerden yana işleri en uygun biçimde düzeltmek ve düzenle­mek..

Sosyal yapımızla her zaman yakından ilgili bulunan bu üç konuyu Müslüman bir millet olarak çözüp amacına ulaştırmak zorundayız. Alkol­lü içkiler şişedeki gibi durmaz, yalnız içene değil yakın ve uzak bütün çev­resine de zarar verir.

Vücudu zehirliyen, aile bütçesini sarsıp yuvayı tedirgin eden ve ki­şiyi sosyal bünyeye yararlı olmaktan uzaklaştıran içkiye verilen paranın ondabiri fakirlere, düşkünlere, yetiştirme yurtları ve çocuk esirgeme ku­rumlarına verilse, ülkemizde başıboş, kendi kaderine terkedilmiş tek ço­cuk kalmaz, millî bünyeyi için için tehdit eden yüzbinlerce aile yuvasının sıcak ilgisi dışında, eğitim nîmetinden yoksun gençler ortalıkta başıboş do­laşmaz ve bir takım ideolojilerin kurbanı olmazdı.

Nitekim ikinci ve üçüncü maddeler özellikle günümüzün sosyal me­selelerine bu açıdan kapı açmakta ve aklı eren her vatandaşın vicdanına ve irfanına seslenmektedir. Bugün memleketimizde yüzbinlerin üstünde kimsesiz başıboş, eğitimden yoksun, dinî ahlâktan uzak çocuk ve geri­cin bulunduğunu biliyoruz. Bunlara yukarıdaki âyetin doğrultusunda kur­tarıcı bir e! uzanmadığı takdirde gelecekte nasıl bir anarşinin doğacağın­ın haber vermek herhalde keramet ya da kehânet sayılmasa gerek. [79]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle aile ve sosyal yapıyı zedeliyen, fertleri dünya ve âhiret konusunda yararlı olmayan davranışlar peşinde koşturan içkiden söz edildi. Cemaatleşme şuurunu geliştiren, zenginle fakir arasındaki mesafeyi kısaltan, sosyal bünyeye güç kazandıran ve birbakıma sosyal adalet kavramının geçerlik kazanmasına ortam hazırlayan yardıma doku­nuldu; sonra da toplum için her geçen gün öaşlıbaşına bir problem olan, millî bünyeyi rahatsız eden kimsesiz çocukları korumanın önemine par­mak basıldı. Aşağıdaki âyetlerle bu konuyu tamamlar anlam ve ölçüde gayr-i müslim kadınlarla evlenme konusu işleniyor; yuvayı dişi kuşun ya­pacağı doğrultusunda evlenilecek kadının önemine işaret ediliyor. Aynı din ve inanca sahip olan kişilerin daha iyi anlaşabileceğine kapı açılıyor, bu nedenle             müşrike bir kadınla evlenmektense Allah ve Resulüne

dosdoğru inanmış bir cariye, ya da hizmetçi kadınla evlenmenin daha ha­yırlı sonuç vereceğine dikkatler çekiliyor. [80]

 

Meali:

 

221— Allah'a ortak koşup inkâr içinde bulunan kadınlarla -imân edin­ceye kadar- evlenmeyin. İnanan bir câriye, Allah'a ortak koşan bir kadın­dan -bu sizi imrendirse bile- herhalde hayırlıdır. Allah'a ortak koşup in­kâr içinde bulunan erkeklerle -imân edinceye kadar- Müslüman kadınları evlendirmeyin. Herhalde inanan bir köle Allah'a ortak koşan (hür) bira-damdan -sizin hoşunuza gitse bile- hayırlıdır. İşte onlar (sizi) ateşe ça­ğırırlar. Allah ise kendi İzniyle Cennet'e ve mağfirete (günahları temizle-

yip bağışlanmaya) çağırır da âyetlerini, ibret ve öğüt alsınlar diye insan­lara (böylece) açıklar.

 

İniş Sebebi

 

Müfessir Süddî bu konuda diyor ki:

Ashabdan Abdullah bin Ravaha (R.A.), siyah bir cariyesine kızdı ve kendine hâkim olamiyarak ona bir tokat vurdu. Sonra yaptığına pişman oldu. Peygamber'e (A.S.) gelerek durumu anlattı. Peygamber (A.S.) Efen­dimiz ona sordu :

  Sözünü ettiğin cariyenin inancı nedir?

  Oruç tutar, namaz kılar, güzel abdest alır ve Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed (A.S.)m da Allah'ın kulu ve peygamberi bulun­duğuna tanıklık eder.

Diye cevap verdi. Peygamber (A.S.):

  Ya Ebâ Abdillah! bu câriye mü'minedir...

Diyerek onun dikkatini çekti. Abdillah! bin Ravaha, (R.A.) Peygam-ber'in (A.S.) ne demek istediğini anlamakta gecikmedi; biraz daha üzüldü ve hemen orada sözü' edilen cariyeyle evlenmeye karar verdi:

  Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki onu hürriyetine kavuşturup kendisiyle evleneceğim, dedi ve öyle yaptı. Ne var ki aklı ermiyen bazı adamlar onu câriyesiyle evlendiği için kınadılar. O nedenle yukarıdaki âyet indi. [81]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kadın dört özelliğinden dolayı nikahlanır: Malı için, soyluluğu İçin, güzelliği için ve dindarlığı için.. Aman sen dindar olanına zafer bul (onun­la evlen) ki ellerin bereketle dolsun!» [82].

«Dünya yararlanılacak şeylerin tâ kendisidir. Ama onun en hayırlı ya­rarlanılacak şeyi, dindar iyi huylu kadındır.» [83]

«Kadınları sırf güzelliklerinden dolayı nikahlamayın; olur ki güzellik­leri onları helak edebilir. Onları mallarından dolayı da nikahlamayın; olur ki malları onları itaatsizliğe sürükleyebilir. Kadınlar dindar oldukları için onlarla evlenin, Andolsun ki dindar olan siyah bir câriye daha iyi ve da­ha uygundur.» [84]

 

Müşrik

 

«Allah'a ortak koşan» şeklinde çevirisini yaptığımız bu kelime üze­rinde bir takım yorumlar yapılmış ve bazı rivayetlere yer verilmiştir:

a)  Puta tapanlar.

b)  Puta tapanlarla «Üzeyir Allah'ın oğludur» ve «İsâ Mesîh Allah'ın oğludur» diyenler.

c)  Puta tapanları  ve  Kitap ehlinden   «Peygamber Allah'ın oğludur» diyenleri  kapsamaktadır.  Mâide süresindeki  âyetle  Kitap ehlinden  olan kadınlarla evlenmeye cevaz verilince bu âyet genej ölçüde kalmayıp sa­dece puta, ateşe, güneşe ve yıldızlara tapanlarla özellenmiştir.

d)  Mâide sûresinin hükmü bu âyetle kaldırılmış ve puta tapanlarla Yahudi ve Hıristiyanlar da hükmün kapsamına alınmıştır.

İmam Şâfiînin bir içtihadı da bu anlamdadır. İmam Ebû Hanîfe, Mâi­de Sûresinde: «......kendilerine kitap verilen (Yahudi ve HıristiyanJIerin

yiyeceği size helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir. İnanan iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin iffetli kadınları, -if­fetli olduğunuz, zina etmediğiniz, gizli dost tutmadığınız halde- (nikâh ak­di yaparak) mehirlerini verdiğinizde (size helâldırlar).» mealindeki âyetin bunu açıklar anlamda olduğunu söylemiştir. [85]

İmam Mâlik, Evzaî ve Sevrî de aynı ietihad ve görüştedirler.

e)  Abdullah bin Ömer'den, Allah'a ortak koşan kadınların mü'min er­keklere haram kılınması hakkında   sorulduğunda,   şu cevabı   vermiştir «Rabbim İsa'dır, diyen bir kadının bu ölçüdeki sözünden daha büyük bir şirk   bilmiyorum.»

f)  Ashab ve Tabiînin çoğu ise Kitap ehli  kadınlarla evlenmeyi câİ2 görmüşlerdir. Bu nedenle Abdullah bin Ömer'in (R.A.) yukarıdaki içtihadı hüccet olarak alınmamıştır, Nitekim Kitap ehlinden birer kadınla evlenen Talha bin Abdullah ile Hüzeyfe bin Yeman'ı ikinci halîfe Hz. Ömer (R.A.) çağırarak, evlendikleri o kadınlardan ayrılmalarını emretmiş; bunun üze­rine aralarında şu konuşma geçmiştir:

  Bize kızma, mademki emrediyorsun, onları boşayalım.

  Boşamanız caiz olsa, nikahlamanız da caiz sayılırdı. Ama ben bo-şayın demiyorum, sadece sizinle o kadınları birbirinizden ayırmak İstiyo­rum.

Başka bir rivayette ise aralarında şu konuşma geçtiği tesbit edil­miştir :

Hüzeyfe: — Bu kadınlarla evlenmenin haram olduğunu mu iddia edi­yorsun? Bu takdirde onları derhal salıverelim, gitsinler.

Ömer : — Hayır, haram olduğunu söylemiyorum; bunu âdet haline getirerek Müslüman kadınlarla evlenmeyip Kitap ehliyle evlenmeye rağ­bet edilmesinden endişe ediyorum!. [86]

g) Kitap ehli kadınlarla evlenmeyi haram sayan bir ashab bilmiyoruz.

h) Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, sadece Kitap ehli olan hür ka­dınlarla değil, onların câriyeleriyle de evlenmek caizdir.

i) «Allah'a ortak koşup inkâr içinde bulunan erkeklerle -imân edin­ceye kadar- Müslüman kadınları evlendirmeyin.» cümlesinden, müçtehit imamların bir kısmı nikâhın ancak veliyle sahîh olacağını istinbat ve is-tidiâl etmişlerdir.

Âyetin açık anlatımından çıkarabiliriz ki, belirtilen konuda Müslüman ka­dınların evlenmesini önlemek veliden ziyade devletin yetkili organlarına bırakılmıştır. Veliyle velayeti altındaki kişileri karşıkarşıya getirmek, aile bünyesinde birtakım huzursuzlukların doğmasına neden olur. Devletin yetkili organlarına bırakmak İse en önleyiei bir yoldur.

«Kadın kadını evlendirmesin; kadın kendi kendini evlendirmesin!» anlamındaki hadîs [87] ile «Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikâhla-nirsa, onun nikâhı hükümsüzdür, onun nikâhı hükümsüzdür, onun nikâhı hükümsüzdür.»[88] anlamındaki hadîsi, İmam Şafiî ve bir rivayette İmam Mâlik delil olarak almışlar, böylece velisiz nikâhın sahih olmayacağına hükmetmişlerdir. İmam Azam Ebû Hanîfe haber-i vahid sayılan bu ha­dîsleri dayanak olarak almamış, âyetin açık anlatımından velisiz nikâhın sahîh olduğunu söylemiş ve: «Kadın kendine denk biriyle iki şâhid huzu­runda evlenirse, bu nikâh caiz olur» demiştir. [89]

 

Müslümanların Kitap Ehli Olan Milletlerle İlgi Kurması

 

İslâm bütün milletlere gönderilen son din olma özelliği ve her ırkla ilgi kurma metodu içinde varlığını sürdürür. Bilhassa Kitap ehli (Hıristiyan ve Yahudî) olan milletlerle daha çok ilgi kurmayı öngörür; barış atmosfe­ri içinde siyasal çarkını bu ölçüye göre çevirir. Kendine has kültürünü rahmet havası İçinde yayarken başka milletlerin kültürüne kapı açmaz. Ama bunun yanında ilim ve tekniğe olan hayranlığını belirtir ve bunun için kapılarını sürekli olarak açık bulundurur.

İslâm'ın başka milletlerle olan ilgisini İki ölçüde belirtmek mümkün­dür: Kitap ehli olmayanlar. Kitap ehli olanlar.

Birincilerle olan ilgisi:

a)  İlim ve teknik,

b)  Ticarî anlaşmalar,

ç) Diplomatik görüşmeler. İkincilerle olan ilgisi:

a)  İlim ve teknik,

b)  Ticarî anlaşmalar,

c)  Komünizm ve materyalizm akımlarına karşı ortak tavır alma, bir güç meydana getirerek en büyük fitneyi önlemeye çalışmak,

d)  Ülke ve aile yaran söz konusu olduğunda onlardan kız almak,

e)  Diplomatik görüşmeleri sürdürmek.

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'in Kitap ehliyle olan ilgisi hem çok ölçü­lü, hem çok yararlı bir düzeyde bulunuyordu. Onlar anlaşmaları bozma­dıkça Müslümanlar tarafından yıkıcı bir faaliyet şöyle dursun birinin bur­nunun kanamasına bile cevaz verilmemiştir. İslâm ülkelerinde yaşıyan zimmîlere (gayr-i müslim vatandaşlar) her zaman sıcak ilgi gösterilmiş ve hakları korunmuştur.

Bedir savaşında esir edilen putperestler bile İmha edilmemiş, okur­yazar olanları, kurtuluş akçesi yerine on tane Müslüman çocuğuna oku-ma-yazma öğretmesi Karşılığında serbest bırakılmıştır.

Tjcarî konuda hem Bizans'la, hem Yemen ve Afrika ülkeleriyle alış­verişte bulunulmuştur. Müslümanlar vakit bulduklarında yazın Şam'a, kışın Yemen'e ticarî kervanlar göndermişlerdir. Kureyş sûresinde bilhassa bu konuya dokunulur ve dikkatleri çeker anlamda bir açıklama yapılır. Cahiliye devrinde olduğu gibi, Resûiüllah {A.S.) ve dört halîfe devrinde de bu ülkelerle ticarî münasebetler sürdürülmüştür.

Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlarla yukarıda belirtilen konular­da sürdürülen ilgiden başka bir de onların boğazladığı hayvanların Müs­lümanlara helâl olduğu, onların hazırladığı yemeğin (Haram bir madde­den yapılmadığı takdirde) Müslümanlara; Müslümanların da yemeğinin onlara helâl sayıldığı açık bir hüküm olarak Kur'ân'da yer almıştır. Çün­kü onlar da Allah'a inanmaktadırlar. Değişikliğe uğramasına rağmen el­lerindeki semavî kitaplarla kısmen olsun amel ettiklerinden dolayı hem dinsizlerden, hem putperestlerden daha yakın sayılmışlardır.

İslâmiyet derin hikmeti, geniş anlamı ve cihan dini olma özelliği ve ölçüleri içinde insanlıktan yana getirmiş bulunduğu rahmet ve mutluluk­la gönülleri fetheden hoşgörüsü sayesinde çağlar boyunca dünya millet­leri arasında denge unsuru olmuş ve birçok ülkelerin kendiliğinden Müs­lüman olmasına vasat ve imkân sağlamıştır. Arap Yarımadasi'ndaki Hı­ristiyanlar çok geçmeden îslâmiyete girmiş ve putperestlerden daha öl­çülü bir anlayış içinde bu dine bağlanmışlardır. Mekke müşriklerinin az­gınlık ve küstahlığına karşılık Habeşli Hıristiyanların görmedikleri halde başta kralları Necaşi olmak üzere son Peygambere ve getirdiği dine hay­ranlık duymaları bunun bir kanıtıdır. Buharî'nin, Rum lideri Hirekl'in son Peygamber hakkındaki bilgi ve ilgisinin yüksek bir düzeyde bulunmasıyla ilgili naklettiği rivayet ise bu konuda bir başka belge olarak kitaplarımızda yer almaktadır.

Musevîlik sadece İsrâiloğulları'na has bir din anlamında bulunduğu için başka dine bağlı bulunan milletlerle sadece diplomatik ilişkiler kurar, ticarî anlaşmalar yapar, ilim ve teknik alış-verişinde bulunur, fakat kız verip almaz, kendi dinini yayma politikası yoktur, buna ihtiyaç da duy­maz. Tevrat'ta bu konuda şu kayıtlara Taslamaktayız:

«Onlarla (diğer milletlerle) ahdetm iveceksin ve onlara acimiyacaksın ve onlarla hısımlık etmiyeceksîn; kızını onun oğluna vermiyeceksfn ve onun kızını oğluna almıyacaksın.» [90]

Hıristiyanlığı kendi beşerî düşünce ve ihtiraslarına göre yeniden dü­zenleyen Paul'un da bu konuda aldığı bazı önlemler vardır. [91]

 

Kadın Daha Çok Erkeğin  Etkisi Altındadır

 

Kitap ehliyle olan bunca ilgimize rağmen Müslüman kadınları onlar­la evlendirmemize cevaz verilmemiştir. Kur'ân'da bu konuda hem aile reisine, hem devletin yetkili organına engel koyması için yetki verilmiş­tir. Çünkü Kur'ân yüksek hikmetleri terennüm eden ve Levh-i Mahfuz'dan kaynaklanıp indirilen en mükemmel kitaptır. Olayları, meseleleri sonuçla­rına göre değerlendirip hükme bağlar. Her konuda ve olayda inanmışla­rın yararını, insan haklarını, dinin selâmetini, milletin mutluluk ve huzu­runu ön plâna alır. Bu nedenlerle Kur'ân diğer milletlerle olan bütün ilgi ve bağlantılarımızı beş önemli sünnetin korunmasına yöneltir:

1.  Son dinin indiği gibi bütün sadeliğiyle korunması, insan müdaha­lesinden uzak tutulması, beşer aklına göre gelişigüzel  birtakım yorum­larla hedefinden saptırılmaması,

2.  Dinî ve millî ahlâkın en ölçülü ve tesirli biçimde korunması, ya­bancı kültürle karıştırılmaması,

3.  Yaşamımızla ilgili ilâhî kanunun (hayat kanunu) amaç ve neden­selliğinin bilinmesi ve yeteri kadar korunması,

4.  Ruhu, vicdanı, akıl ve zekâyı geliştirme yollarının ve metodlarimn araştırılması ve bu yüksek nî'metlerin bir takım keyif verici zehirli mad­delerle yıpratılmaması,

5.  Neslin dinî ve millî yapımıza göre biçimlendirilmesi ve sağlam bir eğitimle geliştirilip korunması...

Kur'ân ve Sünnetin öngördüğü bu beş prensibin işlerlik kazanmasın­da ve yaygın hale gelmesinde erkek ve kadının rolü çok büyüktür. Ne var ki bu konularda daha çok kadın erkeğin etkisi altında kalır. Kitap ehlinden olan namuslu kadınlarla evlenmeye oevâz verilmesinin sebep ve hikmetlerinden biri de budur. İlâhî kanun her zaman çocuğu annesine tercîh etmiştir. Bu nedenle anne çocuğuna bütün sevgisini sergilerken baba ise inançlarını ve düşüncelerini enjekte eder. Kısacası anne sevgi, baba fikir verir.

Görülüyor ki kadın ile erkek birçok konularda olduğu gibi yetiştiril­mekte olan kuşağı eğitmede de farklıdırlar. Bununla beraber birbirlerini tamamlayıcı elementler gibidirler. Hayatla ilgili ilâhî sünnet doğrultusun­da her biri kendine has görevi yapmak zorundadır. Aksi halde düzen bo­zulur. [92]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle milletin temel yapısını oluşturan aileden ve onun hangi ölçüler içinde kurulmasından söz edildi. Aynı dine bağlı bulunan çiftlerin daha çok mutlu olacaklarına işaretle inanmış bir kadın câriye bile olsa, inanmıyan hür kadından çok daha hayırlı olduğu anlatıldı. Aşa­ğıdaki âyetlerle, kurulan aile yuvasında çiftler arasındaki cinsel yaklaş­madan, kadının aybaşı halinden kısaca bahsediliyor, hem dini, hem sağ­lığı korumanın yolları anlatılarak içten dışa vuran bir temizliğin önemine dikkatler çekiliyor. [93]

 

Meali

 

222—  Sana kadınların ay hâlinden de soruyorlar, de ki: O bir ezâ (kadını sıkıcı, erkeği tiksindirici, fakat kadın için yararlı) bir şeydir. Bu se­beple ay hâlinde  iken  kadınlardan uzak  durun; temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. İyice    temizlendikleri zaman   Allah'ın size emrettiği yerden (üreme organından) onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çokça tev-oe edenleri ve iyice temizlenenleri sever.

223—  Kadınlarınız sizin  (ürün veren,   insan   yetiştiren)   tarlamzdir; arianıza nasıl (ve ne zaman) isterseniz geliniz. Bir de kendiniz için ön-eaen (güzel ve yararlı) amelleri sunun; Allah'tan korkun; O'na mutlaka susacağınızı bilin. Ve Sen, inananları müjdele!

 

İniş Sebebi

 

İmam Ahmed bin Hanbel'in tesbîtine göre: Yahudiler, kadınlarından kan gelmesi halinde bütün gün mundar kalacaklarına inanırlardı.Onlara göre kadının bu mundar hali yedi gün sürer, dokunduğu ve yattığı her şey de mundar olur. Yahudi şeriatındaki bu hükümleri bilen bazı Müslü­manlar, kadınların ay halinden sordular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Bir de Hz. Ömer (R.A.) ve birkaç ashab cinsel yaklaşmada belli bir biçim ve kural uygulamıyorlardı. Halbuki Medine'deki Yahudiler bu ko­nuda daha çok kadının sırtüstü yatması biçiminde bir kural uyguluyor, bunun dışında bir yaklaşmadan doğacak olan çocuğun şaşı olacağını söylüyorlardı. Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize nakledildiğinde Baka­ra sûresinin 223. âyeti indi. [94]

 

İlgili Hadîsler

 

«Aybaşı halinde kadına cinsel yaklaşmanın  dışında her şey yapın (öpmek, okşamak gibi davranışlarda bulunun!)» [95]

«Şüphesiz ki Allah hakkı (söylemekten) utanmaz ; Kadınlara dübür-lerinden münasebette bulunmayın..» [96]

«Karısına dübüründen cinsi yaklaşmada bulunan bir kimseye Allah rahmet nazarıyla bakmaz.» [97]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«İyice temizlendikleri zaman onlara yaklaşın.»

a)   Kan kesilip ongun, ya da onbeş günün bitiminde onlara yaklaşın.

b) Kan kesilip ongun, ya da onbeş gün tamamlanmadan yıkanma-dıkça (boy abdesti almadıkça) onlara yaklaşmayın.

c)  Kan kesilip su ile iyice yıkandıklarında onlara yaklaşın.

d)  Kan kesilip tenasül cihazlarını (üreme organlarını) iyice yıkadık­larında onlara yaklaşın.

Yukarıda anlamını sunduğumuz âyetin yorumunda ilim adamları üç mâna üzerinde durmuş, bazı tefsircilerimiz bunu dörde çıkarmıştır. Karı-koca arasında herhangi bir tiksinme ve iğrenmeye neden olmaması; ge­reken temizliğin sağlanması ve üreme organının mikroplardan gerektiği gibi korunması için son üç yorum, İslâmın genel prensiplerine daha uy­gundur. Özellikle (b) ve (c) maddesindeki yorumlar tavsiyeye daha elve­rişlidir.

Bu nedenle:

1. Aybaşı halinde bulunan kadınla cinsel yaklaşmada bulunmak ha­ramdır, büyük günahlardan sayılmıştır. Bu konuda icmâ' vardır. Bunu he­lâl sayan kimse dinden çıkar.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Kim ay halindeki kadına cinsel yaklaş­mada bulunur veya onu dübüründen kullanırsa ve bir de kâhine (gaipten haber veren büyücüye) giderse, Muhammed'e indirilen hakikati inkâr et­miş olur.» [98]

2.  Aybaşı halinde bulunan kadına cinsel yaklaşmada bulunan kimse hem büyük günah işlemiş olur; hem İmam Ahmed bin Hanbel'e ve İmam Şafiî'nin «Kavl-i kadîm»ine göre keffaret gerekir. [99]

İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin «Kavl-i cedid»ine gö­re keffaret gerekmez, sadece istiğfarla yetinir.

Tirmizî bu keffareti şöyle nakletmektedir: «Kadından gelen akıntı he­nüz kırmızı renkte ise bir dinar, sararmış vaziyette ise yarım dinar veri­lir.» İmamların çoğu bu rivayeti sened olarak almamışlardır.

3.  Ay halindeki kadının göbekle diz arası dışında diğer yerlerini ok-şayıp yararlanmakta bir sakınca yoktur.

4.  Ay halinde olan kadına namaz kılmak, oruç tutmak, câmi'lere gir­mek, Kur'ân okumak, Mushafa el sürmek, Mushaf'ı taşımak haramdır.

5.  Allah iyice temizlenen, bu konuda da Peygamber (A.S.) Efendimi-

zin Sünnetine göre davranan inanmış kadınları ve erkekleri çok sever.

6. Karısını dübüründen kullanan ise hem büyük, günah işler, hem lanete uğrar. Çünkü ResûlüJlah (A.S.) Efendimiz: «Karısına dübüründen yaklaşan kimse mel'undür.» buyurmuştur. [100]

 

Sağlık Yönü

 

Dölyatağinda belli nedenlerle içzarı hücrelerinde bir büzülme ve ge­rilme olur. Bu büzülme özellikle büklümlü damarcıkların sıkışmasına ne­den olur; böylece bütünlüğünü yitiren ve parçalanan bu çok ince damar­cıklardan bir kanama gerçekleşir. Bu kanamaya âdet kanaması adı ve­rilir. İnce damarların başlarının açılması ve kanamaya devam etmesi döl-yatağının en duyarlı devresidir. Kadının bu devrede sinir sisteminde bir gerilme, bunun sonucu asap bozukluğu meydana gelir. Bazı kurallara dikkat edilmediği takdirde aşağıdaki bozukluk ve hastalıklara yolaçar, ya da açabilir:

a)  Yumurtalığın mikrop kaparak iltihaplanmasına ve erken müdahale edilmediğinde rahmin fonksiyonunu kaybetmesine neden olur.

b)  İfraz edilen  kanın erkeğe bulaşması  bir takfm arızalara sebep olur. İdrar yollarında anormal durum meydana gelebilir. Bunun sonucu spermanın azalması gibi kısırlığa yol açan arızalar zuhur edebilir.

c)  Dıştan bazı tehlikeli mikropların tenasül aletiyle dölyatağına geç­mesine ve birtakım hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olur. [101]

 

Bu Konuda Kur'an İle Tevrat Arasında Mukayese

 

Elimizdeki mevcut Tevrat nüshalarında şu cümlelere Taslamaktayız:

«Kadınlardan kan gelmesinde, kadının yedi gün mundar sayılması lâ­zımdır. Bu sırada ona dokunanlar da bütün gün için mundar olurlar, Böy­le bir kadının yattığı yatak, üzerinde oturduğu her şey mundardır. Bun­lara dokunanlar da bütün gün için mundar olur, ancak yıkanarak ve el­biselerini yıkayarak temizlenebilirler. Böyle bir kadınla yatan erkek mun­dar olur ve onun da üzerinde yattığı her şey mundar sayılır. (Kanı kesilen kadın da İki kumru ya da güvercin palazını kurban olarak sunmak zorundadır. Ama bundan önce o da yıkanacak ve elbisesini yıkayacaktır.» [102]

«Âdet mundarlığında iken çıplaklığını açmak için bir kadına yaklaş-mıyacaksın.» [103]

1.  TEVRAT : Aynalı olan kadını sadece yedi gün mundar sayar.

KUR'ÂN : Kadını bu durumda mundar saymaz, ancak namaz, oruç, Kur'ân okumak, Mushafa el sürmek, Kabe'yi tavaf etmek ve cami'lere gir­mek gibi birtakım ibadetleri yerine getirmesini bu süre içinde yasaklar.

2.  TEVRAT : Kadının bu halde yattığı yatağı, üzerinde oturduğu her şeyi mundar sayar.

KUR'ÂN : Bunların hiçbirini mundar saymaz. Aslında bunun mundar sayılması için ciddi bir neden de yoktur.

3.  TEVRAT : Ayhali olan kadının dokunduğu eşyaya dokunanların da mundar sayılacağını açıklar.

KUR'ÂN :  Bunların hiçbirini mundar saymaz.

4.  TEVRAT: Kanı kesilen kadının iki kumru, ya da güvercin palazını kurban etmesini emreder.

KUR'ÂN : Böyle bir vecibe getirmez, herhangi bir öneride bulunmaz.

5.  TEVRAT: Erkeğin,  âdet halindeki karısının    vücudunu    açmasını yasaklar.

KUR'ÂN : Sadece cinsel   yaklaşmayı yasaklar.

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de geçen hüküm, çok duyarlı hale ge-ien kadını koruyucudur. Karı-koca arasındaki ilginin zayıflamasını veya erkeğin tiksinmesini önleyicidir. Dölyatağına mikrop geçmesini engeller; bunun dışında karı-koca arasındaki cinsel bağların bîr kısmına devam im­kânı verir.

Tevrattaki hükümler çok sıkıcı ve külfetlidir. Kur'ân her esas ve pren­sibinde kolaylık getirir; bir yandan Tevhîd akidesinin esaslarını, toplum düzenini, aile huzurunu düşünürken, bir yandan da ferdin ve toplumun sağlığını korur. Böylece Tevrat'ın bu hükümleriyle de günün şartlarına uymadığını, sosyal yapıya hitaptan uzak bulunduğunu görmekteyiz. Kur an hem onu tashih eder; böylece hem insan sağlığına ve psikolojik yapısına, hem sosyal bünyesine uygun hükümler getirir. [104]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetle karı-koca ilişkileri, aile yuvasının devam ve huzu­ru için belli kurallara uyulmasına, koruyucu hekimliğin önemine dokunul­du. Aşağıdaki âyetlerle, iyilikte bulunmaya, kötülükten kaçınmaya ve in­sanlar arasını düzeltmemize Allah isminin engel olarak konulmaması, ya­ni bu tür iyilikleri yapmamaya yemin edilmemesi, edildiği takdirde keffa-ret verilerek hayırlı olanına yönelinmesi belirtiliyor; rasgele yeminlerden sorumlu tutulmayacağı haber veriliyor. Böylece aile yuvasına ve sosyal yapıya iyilikte bulunmaya engel teşkil eden bir yemin varsa, bunu keffa-retle gidermenin İlâhî rızaya uygun düşeceği çok özlü bir anlatım biçi­miyle yansıtılıyor. [105]

 

Meali:

 

224—  İyilik etmeniz, Allah'tan   korkup günah ve kötülükden   sakın­manız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinizle  engel yapmayın. Allah işiten ve bilendir.

225—  Allah sizi, bilmeyerek rasgele yaptığınız yeminlerinizden dola-yı sorumlu tutmaz. Ama kalblerinizin kasdettiği yeminlerden dolayı sorum­lu tutar. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

İkinci   Halîfe Ebûbekir SIDDÎK   {R.A.),  Hazreti   Ayşe  (R.A.)  hakkında ileri geri konuşan akrabası Mistah'a yardım etmiyeceğine yemin etmiş,

sonra da merhamet duygusu onu için için üzmeye başlamıştı; bunun üze­rine yukarıdaki âyet açıklayıcı olarak indi.

Diğer bir rivayette ise, Ebûbekir Sıddîk (R.A.) evine getirdiği misafir­lerle beraber yemek yemiyeceğine yemin etmişti. Cenâb-ı Hak onun sa-deoe iyilik düşünerek yapmış olduğu bu yemininin keffaretle bozulmasın­da yarar bulunduğunu belirtir anlamda yukarıdaki âyeti indirdi.

Başka bir rivayette, Abdullah bin Revaha (R.A.), eniştesi Beşir bin Nu'man ile konuşmayacağına yemin etmişti. Daha sonra bunun hatalı ol­duğunu anlayarak pişmanlık duymuştu. Ama ne çare ki yapılan bir yemin vardı, onu bozmak mümkün değildi. İslâm'a büyük hizmetlerde bulunan bu şerefli aileyi sıkıntıdan kurtarmak ve aynı zamanda ümmet için de bir rahmet olmak üzere yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [106]

 

İlgili Hadîsler

 

«Andolsun ki, sizden birinizin ailesi hakkında (aleyhine olacak bir konuda) yemin edip, yemininde İnat ve ısrarda bulunması, (sonra da ye­minini bozup) Allah'ın farz kıldığı keffareti vermesinden Allah katında çok daha   günah sayılır.» [107]

«Bir şeye yemin eder de başkasını ondan daha hayırlı görürsen (ye­minini bozup) keffaret ver ve daha hayırlı olan şeyi işle..» [108]

«Ailesi aleyhine yemin edip bunda inâd ve ısrar eden kimse daha bü­yük günah işlemiştir; (çok sonra vereceği) keffaret ona daha fazla yarar sağlamaz.» [109]

«Andolsun ki bir şey için, -Allah dilerse- başkasını ondan daha ha­yırlı gördüğümde yemin etmem; şayet yemin edecek olursam, herhalde yemini bozar, daha hayırlı olanını yaparım.»[110]

«Ya Abderrahmân bin Semure! Bir şey için yemin edersin de başka­sını ondan daha hayırlı görürsen, hayırlı olanına gelirsin ve yeminini (boz­duğundan dolayı) keffaret verirsin.» [111]

«Adem oğlunun sahip olmadığı bir şey için ne adak, ne de yemini olur; Allah'a isyan, O'na Karşı günah işlemekte ve yakınlarından ilgiyi kes­mekte de yemin olmaz. Kim bir şey için yemin eder de başka şeyi ondan daha hayırlı görürse yeminini bozsun ve hayırlı olanını işlesin. Çünkü (sö­zü edilen konulardaki yeminin) keffareti, onu yapmayıp terketmektir.» [112]

«Bilmiyerek   rasgele   yemin, adamın kendi evinde; Hayır   vallahi... evet vallahi., (gibi .alışageldiği ve dilinden düşürmediği) sözlerdir.» [113]

 

Yorumlar  Rivayetler

 

«Allah sizi, bilmeyerek rasgele yaptığınız yeminlerinizden dolayı so­rumlu tutmaz...»

Buna İslâm Fıkhında «Yemin-i Lağv» denir:

a)  Hazreti Aişe (R.A.)dan yapılan sahih   rivayette   şöyle   demiştir: «Kişinin kendi evinde ve çevresinde konuşurken sözgelimi bir alışkanlık olarak Hayır vallahi... Evet vallahi.. Değil vallahi., gibi   sözleri,   Yemin-i lağv'dır. Bu tür yeminlerde kalbferinin bir bağlantısı ve kasdı yoktur.» [114]

b)  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ok atışı yarışması yapan bir toplulu­ğun bulunduğu yerden geçiyordu. Atıcıların ağzından ; «İsabet ettin val­lahi.. Hedeften saptı vallahi.. Hata ettin vallahi..» gibi sözler çıkıyor ve tekrarlanıyordu. Peygamber (A.S.)ın yanında bulunan bir adam dayana­madı ve: «Ey Allah'ın Peygamberi! bunlar yemin ediyorlar», diyerek bu konuda dinî hükmü öğrenmek istedi. Efendimiz ona şu cevabı verdi:

«— Hayır, hayır, atıcıların yemini boş ve rasgele anlamsız bir yemin­dir; bundan dolayı ne keffaret, ne de cezaî sorumluluk gerekir.» [115]

c)  İbrahim Nahaî'ye göre, bir şey üzerine yemin ettikten sonra yapı­lan yemini unutmaktır.

d)  Zeyd bin Eslem'e göre, adamın, Allah gözümü kör etsin şu İşi yap­mazsam.. Allah beni evimden, malımdan çıkarsın, şu şu işleri yerine ge-tirmezsem.. gibi rasgele söylediği sözlerdir.

e)  Tavus'un İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, öfkeli  halde yapılan yemindir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz    birara    Öfkelenip Eş'arilere binek vermiyeceğine dair yemin etmişti. Sonra bu yeminini boz­du, onlara  binek verdi. [116]

f)  Saîd bin Cübeyr'in İbn Abbas (R.A.Jdan yaptığı rivayete göre, bu, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi kendine haram kılınandır. Böyle bir yemin­den dolayı keffaret gerekmez.

g)  Saîd bin Müseyyeb'in tesbitine göre, Ansar'dan iki kardeş arala­rında  taksim edilmedik miras malı bulunuyordu. Onlardan   biri diğerine dedi ki:

  Şu mirası artık paylaşalım, olmaz mı? Diğeri kızdı ve :

  Bir daha paylaşma sözünü edersen malımın tamamı Kâ'be'nin yü­ce kapısı.için olsun! diyerek yemin etti veya adadı.

Durum İkinci Halîfe Hazreti Ömer'e (R.A.) bildirildiğinde, onlara şu cevabı verdi: «Şüphesiz ki Kabe'nin senin malına ihtiyacı yoktur. Yemi­nine keffaret ver ve kardeşinle konuş. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden işittim, buyurdu ki: «Allah'a günah ve isyan konusunda yaptığın yemin ya da adaktan dolayı sana bir şey gerekmez. Yakınlarından ilgini kesmek­te ve bir de sahip olmadığın bir şey hakkında ne yemin ne de adak ge­rekli olur. (Yani bu konularda yapılan yeminden dolayı bir şey gerek­mez).» [117]

h) Adamın bir şey üzerine -öyle olduğunu sandığı için- Allah ile ye­min etmesidir. [118]

1) Günah işlemek üzere Allah ile yemin etmektir. [119]

Bütün bu rivayetlerden seçilen ve müetehid imamların çoğu tarafın­dan hükme dayanak kabul edilen (a) maddesinde Hazreti Aişe Validemiz (R.A.)dan nakledilen tariftir. [120]

 

Aile Bireyleri Arasında Sevgi Ve Saygı Bağları

 

İslâm, toplumun en sağlam dayanağı olan aileye yepyeni bir anlam getirmiş; anneyi âdeta kutsallaştırmış, «Cennet anaların ayaklan altında­dır » sözüyle, ona hiçbir toplumun gösteremediği saygıyı sunmuştur. Er­keği ise ailenin başı saymış ve erkeklerin kadınlardan farklı durumlarına ve bu nedenle bir üstünlük taşıdıklarına dikkatleri çekmiştir, «Erkeklerin onlardan bir üstün derecesi vardır,», «Erkekler kadınlar üzerine hakim­dirler; bu nedenle Allah erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır.» [121]

Evet, kan-kocayı birbirinden farklı kılan şey yalnız üreme aletleri de­ğildir; hücreleri, psikolojik ve fizyonomik yapıları, yetenekleri, akıl ve irâ­deleri de farklıdır. Hatta kanlan bile cinsiyetlerinin anatomik ve kimya­sal özelliklerini taşımakla bir farklılık arzeder.

İşte İslâm, çekirdeğinde her zaman hayatlarını birleştiren karı-koca-dan herbirine -özelliğine göre- iş bölümü konusunda görev vermiş; biri­nin diğerine yeri ve zamanı gelince yardımcı olmasını önermiş, birbirle­rine karşı saygılı olmalarını emrettiği gibi, işlerine de saygılı olmalarını belirtmiştir. Aile bünyesinde bazı sürtüşmeler, tartışmalar olabilir; bunu bir gurur ya da onur meselesi yapıp yemin ederek yanlış bir tutumda ıs­rar ve inat etmek saadetin havasını değiştireceği gibi, ahlâk ve saygın­lığın da rengini ve Ölçüsünü değiştirir. Bu bakımdan karı-kocadan her bi­rine düşen, fedakârlık ve feragattir. Yukarıdaki âyetle, öfkelenip sözgeli­mi rasgele yeminlere bağlı kalmanın gerekli olmadığı hatırlatılırken; aile ve yakınları arasındaki bağları koparacak, birliği, mutluluğu bozacak, ah­lâkı değiştirecek kesinlik ölçü ve anlamındaki yeminlerin bozulması ve daha hayırlı olanının yapılması belirtiliyor.

Böylece İslâm, ailenin ve yakınların en medenî ölçüler ve anlayışlar içinde birarada yaşamasını öngörmekte; kırıcı, bölücü, üzücü ve küçük düşürücü söz ve davranışları önlemeyi dinî bir vecîbe olarak koymakta­dır'[122]

 

Âyetler Arasinda  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle günah ve kötülüklerden sakınmakta ve insanların arasını düzeltmekte, Allah adıyla yapılan yemini engel yapmanın doğru bir düşünce ve davranış olmadığı belirtildi ve sonra sözgelimi rasgele ye­minlerin bir hüküm ve anlam taşımadığı anlatılarak kaib ile kasdedilen ve anlam taşıyan, bağlantı yapılan yeminlerden sorumlu tutulacağı açıkfandı. Bununla beraber daha hayırlı başka bir şey varsa, yemini bozup o

şeyi yapmanın uygun olacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, yine yeminin bir başka türüne dokunularak karı­larına cinsel yaklaşmada bulunmayacaklarına dair yemin eden erkekle­rin bu müddeti en çok dört ay ile sınırlıyabilecekleri anlatılıyor. Bu süre içinde karısına yaklaşmak isteyen erkeklerin keffaret vermek suretiyle bu arzularını yerine getirebilecekleri bildiriliyor. Ve kısaca boşama konu­suna dokunularak, dört ayın geçmesine rağmen karı-koca arasında bir uyum ve anlaşma sağlanamıyorsa o takdirde ayrılabilecekleri hatırlatılı­yor. [123]

 

Meali :

 

226—  Kadınlarına  cinsî yaklaşmada  bulunmamaya  yemin  edenlere dört ay beklemek gerekir. Şayet erkekler (bu süre bitmeden keffaret ve­rip karılarına) dönerlerse, şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok mer­hamet edendir.

227—  Yok eğer boşamaya azmederlerse, (o takdirde boşayabilirler.) Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Cahiliyye devrinde  erkeklerin  çoğu   karılarına  öfkelendikleri  zaman onıarı aileden ayrı bir fert durumuna düşürmek, onurunu ve annelik vas-nı zedelemek için bir, ya da iki yıl onlara yaklaşmamaya yemin eder ve u davranışlarıyla böbürlenip kanlarına eziyet ettiklerini utanmadan soy neraı .İslamiyet kadını birçok konularda ve hayatın çoğu alanlarında er­ge eşdeğer kabul ettiği, onun annelik vasfına en üstün saygıyı sunmakta arala" V°Ilan açık tuttu9u icin kadını bu durumdan da kurtardı, karıısyla müddet     riŞ'ddetlİ gecimsizlik ve anlaşmazlık bulunduğu   takdirde, bir ondan uzaklaşmayı düşündüğünde kocanın bunu encokdörtaybir

süre ile sınırlıyabileceğini hükme bağladı ve bir ay süreyle yaklaşma­maya yemin etmesinin daha uygun olacağına işarette bulundu. Bunun için yukarıdaki âyet indi. [124]

 

İla  = Karısına Yaklaşmamaya Yemin Etmek

 

Bu, Kur'ân'ın yüce anlatımından anlaşıldığına göre, üç, ya da daha

fazla hüküm taşımaktadır:

1.  Karısına yaklaşmamaya yemin edilen süre dört aydan az olursa, sürenin bitmesini bekier ve cinsel yaklaşmada bulunmamaya dikkat edip bu konuda sürenin bitimine kadar sabır gösterir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda da ümmetine örnek vermek için bazı sebeplerden dolayı bir kısım hanımlarına ya da hepsine bir ay süreyle yaklaşmamaya yemin etti. 29 gün geçmesini bekledi, sonra onlara yaklaştı. Çünkü kamerî ayların çoğu 29 gündür. Kadının bu bir aylık süre içinde kocasına cinsel yaklaşmada bulunması için başvurması doğru olmaz. Erkeğin durumu da böyledir.

2.  Yemin süresi dört aydan fazla bir zamanı kapsıyorsa, kadının dört ayın bitiminde kocasına başvurması câîz olur. Koca bu durumda ya cin­sel yaklaşmada bulunur, ya da hâkim onu karısını boşamaya zorlar.

3.  Dört ay bitmeden koca yeminini bozar, karısına yaklaşırsa keffa-ret öder. Çünkü bir şeyi yapmamaya yemin eden kimse bunun aksini yap­mayı daha hayırlı görürse, yeminini bırakır, keffaret öder. [125]

İmam Şafiî'nin Kavl-i cedid'inde bu anlamda bir içtihatta bulundu­ğunu bilmekteyiz. [126]

 

Dört Ay Tamamlanınca Kadın Boşanmış Olur Mu?

 

Dört ayın bitiminde koca karısına cinsel konuda yaklaşmıyacak olur­sa kadın boşanmış sayılır mı? Bu konuda farklı içtihat ve yorumlar var­dır :

a)   Dört ayın bitiminde koca boşamadıkça talak (boşanma) vâki ol­maz,

b)  Bir talâk vâki olur.

c)  Bir ric'î (rec'i) talâk vâki olur.

d)  Bir bâin talâk vâki olur.

e)  Dört ayın bitiminde koca karısıyla cinsel yaklaşmada bulunmaz­sa hâkim boşama karan verir.

Birinci maddedeki içtihat, hicrî 5. asırdan sonra gelen ilim adamla­rının cumhuruna aittir. İkinci maddedeki içtihat, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mes'ud, Hz. İbn Ömer, ve Hz. Zeyd bin Sabit'ten rivayet edilmiştir. Ashabın diğer büyüklerinden buna uymayan rivayetler yapıl­mıştır. Üçüncü içtihat, Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'e aittir. Dördüncü ictîhad, Mesruk'a aittir. El-Hasen ile İkrime de ayni görüştedirler. Beşin­ci içtihat, Buharînin naklettiği sahîh bir rivayettir. İmam Şafiî de aynı iç­tihat ve görüştedir. Şafiî'ye göre, dört ayın bitiminde en az onüc gün bek­leme ve düşünme süresi vardır. [127]

 

Aile Yuvasının Saygınlığı

 

Aile yuvası her yönüyle saygı duyulmaya lâyıktır. Yukarıda belirtilen yeminler onun bu saygınlığını zedelediğinden Allah'ın hoşnudluğuna uy­gun bir davranış sayılmamıştır.

Bir adamın mutlu olabilmesi için bir can yoldaşına ve sıcak bir yu­vaya ihtiyacı vardır. Bu can yoldaşı kadından başkası değildir. O bakım­dan karı-koca küçük hesapları, bencilliği, bilgisizlere has gururu atmış ve aileye olan ihtiyacın yol ve yöntemlerini kavramışsa, arzulanan yuva sağlam ve temiz duygular üzerine kurulmuş demektir. Bir de karı-koca arasında inanç ve ideal birliğinin olması her zaman aranır. Çünkü inanç birliği sorumluluk duygusunu kökleştirir.

Aile reisi olan baba, lider sayılır. İdare ettiği kişilere doğruluk, mer­hamet ve şefkatla bağlılık gösterir, Allah'a olan derin inanç ve saygısını günlük davranışlarıyla yansıtırsa, aile yapısında en sağlam bağlar kurul­muş, karı-koca bütünleşip birbirinden kopmaz bir bünye durumunu almış olur. Allah kadına, yetişmekte olan kuşağın yararı için gereken duygu ve ilgiyi yeterince vermiştir. Böylece insanlıktan yana en asil düşünce ve davranışın çekirdeğini onun ruhunun derinliğine yerleştirmiştir. Bu ba­kımdan çoğu kez babanın en sıhhatli ve güçlü çocuğa, annenin ise en za­yıf ve hastalıklı çocuğa daha fazla ilgi duyduğunu görürüz.

Bu kadar asil bir duygu ve sevgiye lâyık görülen kadını rasgele kırmak, üzmek ve onurunu zedelemek için olumsuz yönde bir takım yemin­lerde bulunmak, Allah'ın hoşnudluğuna ters düşer. Cahiliyye devri insan­larının bu yollara başvurmasını Kur'ân kınamakta ve kadın haklarının çiğnenmesini önlemektedir. Peygamber (A.S,) Efendimiz kendi sünnet alanındaki davranışlarıyla bu tarz yeminin en çok bir ay süreye bağ­lanmasının örneğini vermiştir. Bu da, aralarına soğukluk, anlaşmazlık gi­ren karı-kocanın bu tutumlarını daha ileri bîr düzeye götürmemeleri için bir müddet birbirinden cinsel konuda uzak durmaları -şayet koca böyle bir yeminde bulunmuşsa- ailenin geleceği bakımından belki daha iyi bir sonuç verir.

Bütün bunlarla beraber karı-koca için her yaşta sabır mutlaka güzel bir anlayış ve tutumdur.

Hizmetçi ve cariyelere karşı şefkatli ve insanca davranmayı emreden bir dinin evin öz hanımına karşı nasıl davranılmasını öğütlediğini anlat­maya gerek var mıdır?

İlâ' (Cinsel yaklaşmada bulunmamaya yemin) İslâm'ın koyduğu bir önlem değildir; Arap Yarımadası'nda çok yaygın olan bir âdeti en zarar­sız duruma getirmektir. [128]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, karısına cinsel yaklaşmada bulunmamak üzere yemin eden kimsenin yaklaşmama süresini dört ay belirlediği takdirde bu süre dolmadan karısına dönebileceği ve bu nedenle keffaret ödemesi gerektiği açıklandı. Belirlenen süre içinde dönmeyip boşamak istediği takdirde, geçinme şansları kalmadığı için boşayabileceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle boşamanın kısmen hükümlerine dokunuluyor, bo­şandıktan sonra kadının üç ayhali ya da temizlenme gördükten sonra başka bir kocayla evlenebileceği belirtiliyor. Şayet iki talâkla bir ayrılma meydana gelmişse, üç ayhali süresi dolmadan kocanın rücû' edebileceği ve buna başkasından daha haklı bulunduğu özlü bir anlatımla işleniyor, sonra da kadınlar için erkekler üzerinde, erkekler için de kadınlar üzerin­de örfe uygun denk haklar bulunduğuna dikkatler çekiliyor ve bununla İslâm'ın  kadın  haklarını yüksek bir düzeye çıkardığı anlatılıyor. [129]

 

Meali :

 

228— Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (ya da ayha-linden üç temizlenme) beklerler, Allah'ın onların dölyatağında yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz; Allah'a ve Âhiret gününe inanıyorlar­sa bunu gizlemezler. Kocaları barışmak; arayı düzeltmek istiyorlarsa, be­lirlenen bekleme süresi (iddet) içinde eşlerini geri almaya daha haklıdır­lar. Kadınların erkekler üzerinde, erkeklerin de kadınlar üzerinde örfe uy­gun denk hakları vardır. Ne var ki erkeklerin onlar üzerinde bir üstün de­recesi mevcuttur. Allah elbette çok üstündür, çok güçlüdür ve hikmet sa­hibidir.

 

İniş Sebebi

 

Ansardan Yezîd kızı Esma (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah   (A.S.)  Efendimiz devrinde boşanmıştım.  O güne kadar sanan kadınlar için dinin belirlediği bir bekleme süresi yoktu. Benim boşanmam üzerine Allah iddet (şer'î bekleme süresi) hakkındaki âyeti in­dirdi.» [130]

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ebû Ceyş kızı Fatıma'ya 'Ayhali günle­rinde namazı bırak' buyurdu.»[131]

mak, üzmek ve onurunu zedelemek için olumsuz yönde bir takım yemin­lerde bulunmak, Allah'ın hoşnudluğuna ters düşer. Cahiliyye devri insan­larının bu yollara başvurmasını Kur'ân kınamakta ve kadın haklarının çiğnenmesini önlemektedir. Peygamber (A.S.) Efendimiz kendi sünnet alanındaki davranışlarıyla bu tarz yeminin en çok bir ay süreye bağ­lanmasının örneğini vermiştir. Bu da,, aralarına soğukluk, anlaşmazlık gi­ren karı-kocanın bu tutumlarını daha ileri bir düzeye götürmemeleri için bir müddet birbirinden cinsel konuda uzak durmaları -şayet koca böyle bir yeminde bulunmuşsa- ailenin geleceği bakımından belki daha iyi bir sonuç verir.

Bütün bunlarla beraber karı-koca için her yaşta sabır mutlaka güzel bir anlayış ve tutumdur.

Hizmetçi ve cariyelere karşı şefkatli ve insanca davranmayı emreden bir dinin evin öz hanımına karşı nasıl davranılmasmı öğütlediğini anlat­maya gerek var mıdır?

İlâ' {Cinsel yaklaşmada bulunmamaya yemin) İslâm'ın koyduğu bir önlem değildir; Arap Yarımadası'nda çok yaygın olan bir âdeti en zarar­sız duruma getirmektir. [132]

 

Rivayetler - Yorumlar - Hükümler

 

a)  Kendisine cinsel yaklaşmada   bulunulan    kadının    boşandığında -ayhafi görür yaşta ve durumda  ise- kendi kendine üç ayhali beklemesi gerekir. Çünkü bu bir ilâhî emirdir. Ayhali olmayan, ya da kendisiyle cin­sel yaklaşmada bulunulmayan kadınlar hakkındaki hükümler ayrıdır.

b)  Kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunulmadan nikâhlı kadın boşan­dığı takdirde böyle bir iddete (şer'î bekleme süresine) gerek yoktur. Nite­kim Ahzâp sûresi 49. âyette : «Ey imân edenler! imân eden kadınları ni­kahladıktan sonra kendilerine henüz dokunmadan   (cinsel yaklaşma   ve ona itici bir davranışta bulunmadan) boşayacak olursanız, artık sizin için onlar hakkında sayacağınız iddet (şer'î bekleme süresi) yoktur.» buyuru-luyor,

c)  Gebe olup doğum yapmadan boşanan kadın da bu hükmün dı­şındadır. Çünkü bu durumdaki   kadınların şer'î bekleme    süresi, doğum yapmasıdır. Nitekim Talâk sûresi 4. âyette: «Gebe kadınların ise, bekle­me süresi, doğum yapmasıyla son bulur.» buyuruluyor.

d)  Ay halinden kesilmiş kadınlar boşandığında onların da iddeti, bu hükmün dışında ayrı bir bekleme süresine bağlıdır. Talâk sûresi 4. âyet­te : «Kadınlarınızdan ayhalinden ümitleri kesilmiş olanların iddetleri hakkında şüphelenirseniz, onların iddeti üç aydır.» buyuruluyor.

Üç ayhali ile çevirisini yaptığımız «kuru1» kelimesinin anlamı ve bu anlamın sağladığı hükümler üzerinde ictihadlar ve yorumlar yapılmış­tır :

1_ ıraklılar (rey ve kıyas tarafdan olan ilim adamlarm)a göre bun­dan maksad, üç ayhafi görmektir.

2— Hicazlilar (daha çok nakle bağlı olup rey ve kıyas yapmayan ilim adamların)a göre, kadının üç temizlenme görmesidir.

İki tarafın da dayandığı sahîh hadîsler vardır.

3_» İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed bin Hanbel'in içtihadı «üç ay­hali» doğrultusundadır. İmam Şafiî ile İmam Mâlik'in içtihadı, «üç temiz­lenme»  doğrultusundadır.

Bu ictihad ve yorumlara göre, boşanan kadın, kendisiyle cinsel yak­laşmada bulunulan ve ahyali görme durumu olan kadınsa, üç ayhali, ya da üç temizlenme görmedikçe başkasıyla evlenmesi caiz değildir. Bu du­rum, kadının hem gebe olmadığını kanıtlamak, hem onu daha çekici kıl­mak içindir.

Ayni zamanda kadının bu şer'î bekleme süresi, tam bir ayrılma de­ğil, belirli bir vakit kocasından ayrı durmasıdır. Çiftlerin tekrar birbirine ısınıp geriye kalan bir, ya da iki talâk bağıyla birleşmeleri için uygun bir ortam anlamınadır; biraz da tamamen boşanmayı önlemek için bir ön­lemdir. Kocaları bu ortamda, onları geri almaya başî.asındandaha haklı­dırlar. [133]

 

Rahimlerindekini Gizlemeleri Kendilerine Helal Olmaz

 

Kadının boşandıktan  sonra başkasıyla evlenebilmesi için üç ayhali, ya da üç temizlenme beklemesinin gerekli kılınmasının bir takım yararları vardır:

a)  Boşandığı  kocadan gebe olup olmadığı daha çok bu süre içinde kesinlik kazanır. Böylece kadının döiyatağındaki çocuğun kime ait olduğu Şüpheden uzak kalır. Ayrıca kadın istese de bu bekleme süresinde gayri

3şruJ  bir yola sapamaz. Şer'î bekleme müddeti bir  bakıma kadını ko­ruyucu bir anlam ve önlem ölçüsündedir.

b)   Kadın boşandıktan sonra henüz ayhali olmadan ayhali oldum der-

se ve bekleme süresini cobuk doldurmayı plânlarsa, kocasının kendisine rücû' etme hakkını kaybettirir. Çünkü bir, ya da iki talâkla boşanan ka­dının şer'î bekleme,süresi bitmeden kocasının rücû' hakkı vardır. Kadın bu süre doldu diye iddia ederse, bu hak kalkmış olur/

c)  Ayhali olduğu halde, henüz ayhali olmadım, derse, gerekmiyen bir nafakayı kendi lehine gerektirmiş olur. [134]

d)  Gebe olduğu halde bunu inkâr etmesi, kocasının rücû' hakkının kalkmasına    neden   olur; ne   var    ki    kadının   bu   tür   iddiaları   normal süreyle uyum halinde olursa, kabul edilir. Üc ayhali normal olarak ne ka­dar süreye ihtiyaç gösteriyorsa, o süre dikkate alınır. Müctehit imamlar­dan bir kısmı bunun en az müddetini birbuçuk ay, bir kısmı 60 47 gün olarak hesaplamıştır.

Tıbbî tesbite göre : Bu kanamalar normal olarak 28 günde bir te­kerrür eder. 3-10 gün sürer. Normal seyri 3-6 gündür. Her ayhali ilkah edilmemiş bir yumurtanın ölümü demektir. Her ay kadının vücudunda bir tek ilkaha elverişli bir olgunlaşma meydana gelir. Bu yumurtayı bir ay sağ, öteki ay ise sol yumurtalık verir. Her kadının ayhali görme şekli ken­disine göredir ve bir hastalık araya girmezse âdetten kesilme cağına ka­dar devam eder.[135]

İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şafiî üc ayhalinin en erken ancak 60 gün­de tamamlanabileceğini söylemişlerdir. Bunu şöyle açıklayabiliriz : Kadın boşandıktan 4-5 gün sonra ayhali olursa, belirtilen süre içinde üç ayhali tamamlanmış olur ki bu her zaman mümkündür. Böylece kadının bu ko­nudaki iddiaları bu süreye göre kabul ya da red edilir. Başka şahit isten­mez. [136]

Kocaları   barışmak, arayı düzeltmek istiyorlarsa, belirlenen bekleme süresi içinde eşlerini ge­ri almaya daha haklıdırlar.»

Bu âyetle, genel anlamda bir özellendirme yapılmış; üç talâktan aşa­ğı bir boşanma ile boşanmış ve henüz üç ayhali geçmemişse, bir talâk hakkı kaldığından koca karısını geri alabilir, hükmü konulmuştur. Üç ay­hali bitiminde koca bu hakkını kaybetmiş olur; ancak kadın da yeniden birleşmek isterse yeni bir nikâh akdinin yapılması gerekir ve iki  şahidle belgelenir. Bunda icmâ' vardır.

 «Kadınların   erkekler üzerinde, erkeklerin de kadınlar üzerinde örfe uygun denk hakları vardır.»

Kadri yüce ilim adamlarımız, karı-koca arasındaki örfe uygun denk haklan bu konuda şöyle tesbit etmişlerdir:

1.  Kadın kocasını hergün güler yüzle, tatlı sözle karşılamalı ve ona gönül çekici bir süslenme fakat sadelik içinde    bulunmalıdır.    Erkek de karısına çekici, görünmek için erkekliğine yakışır ölçü ve biçimde süslen-meli, daha çok bu konuda yaşına ve başına uygun olan bir yol izleme­lidir.

Nitekim büyük sahabi  İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Doğrusu kanma çekici görünmem için süslenirim!»

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz de mutlaka önemli bir konu, engelleyici bir neden olmadığı sürece günlük temizliğini yapar, saç ve sakalını dağı­nık tutmaz, dişlerini sık sık temizler ve elbisesinin kirlenmemesine, kir-lenmişse hemen değiştirilmesine ve yıkanmasına özen gösterirdi. Bu ne­denle :

2.  Kan koca günde en az bir iki defa dişlerini fircalamalıdırfar. Diş­lerin temizliği ve beyazlığı insana ayrı bir güzellik verir.

3.  Güzel koku sürünmek,   her ikisi için de sünnettir. Bunu, kadın, sokağa çıkarken değil daha çok kendi evinde sırf kocasının ilgisini top­lamak ve çocuklarına güzel örnek olmak için yapmalıdır. Resûlüilah (A.S.) Efendimiz yaratılışındaki üstünlükleri ve çevresindekiler    tarafından   du­yulan o lâhutî güzel kokusuna  rağmen gözlerine sürme çekmeyi ve gü­zel koku sürünmeyi ihmal etmezdi. Her türlü maddî ve manevî kirlerden temiz olan hanımları da bu sünnette O'na uyar, günlük temizlik konusu­nu  bu ölçüde  tutar ve tavsatmazlardı.

4.  Elleri -mümkün olduğu nisbette- temiz tutmak, tırnaklan kesmek, ? ve sakal traşına özen göstermek de bu sünnetler arasında yer alır.

5.  Cinsel yaklaşmayı  da normal temizlik ölçülerine göre sürdürme­nin; tiksindirici, nefret verici düzensizlik ve dağınıklıktan uzak bulundur­anın psikolojik olarak birçok yararları vardır. Esasen Resûlüilah (A.S.)

tem   ı'ü112'11 Sünneti de bu ölçüler içinde bulunuyordu. Kan ya da koçanın muri2llV°nünden   dikkatsizlik ya da önemsemezliği cinsel   arzunun duruğramasına neden   olabilir.  Bunun için ayhali   olan kadına cinsel yaklaşmada bulunmak kesinlikle haram kılınmış ve bu hususta birçok önleyici tavsiyeler yapılmıştır. Ayrıca gece gec vakit seferden dönen ko­canın mümkünse evine girmemesi, geceyi başka bir yerde geçirmesi öğüt-lenmiştir. Günkü kadın böyle bir vakitte dağınık bir durumda olabilir, ko­cası bulunmadığı için temizliğe yeterince dikkat gösîermiyebiiir. Bu da kocasının ona olan ilgisini zayıflatabilir.

Bu konuyu diğer haklar bakımından özetliyecek olursak, sonucu be­lirlemiş oluruz ;

Karı-kocanın birbiri üzerinde örfe uygun denk haklan vardır:

a) Evlenme konusunda Hanefî mezhebine göre, hiçbir kadın velisi­nin mutlak izni ya da baskısıyla evlendirilemez. Ancak ergen olmayan kız çocukları bu hükmün dışında bulunuyor. Ayrıca evlenmek isteyenler ara­sında örfe uygun bir denkleşme ve uyum yoksa, o takdirde veli böyle bir evlenmeye engel olabilir.

Bu iki konu dışında kadına evlenme konusunda serbesti tanınmış ve hür irâdesine saygı gösterilmiştir.

b)  Nikâh akdi yapılırken kadın isterse bir TAHYÎR ve TEFVÎZ (istediği zaman boşanma yetkisi) alabilir. Yani İslâm Aile Hukuku kadına bu hak­kı tanımıştır. Şöyle ki: Nikâh akdi yapılırken kadın: «İstediğim zaman hâ­kime başvurup boşanabilirim, ya da ayrılabilirim, yetkisini bana vermen şartıyla   evlenirim,   nikâh   akdinde   evet,   diyebilirim»   der,   koca   olacak adam da bunu kabul ederse, boşanma hakkı kadına da verilmiş olur.

Bu da İslâm Aile Hukukunda kadına, önemli konulardan biri olan bo­şanma hususunda verilmiş bir haktır. Bu hakkı istemek, istememek ka­dının hür irâdesine bırakılmıştır.

c)  Kadın, kadınlarla ilgili davaları görmek üzere hâkime olabilir. Çün­kü kadın, kadınlarla ilgili konuları daha iyi bilir ve mahkemede daha rahat konuşabilir; davalı ya da davacı kadınlar sıkılmadan müdafaalarını ya­pabilirler. Daha çok Hanefî imamları buna cevaz vermişlerdir.

d)  İlim tahsilinde İslâm, kadın-erkek diye bir ayrım yapmamış,  her iki cinse de bunun farz olduğunu açıklamıştır. Ne var ki kadın daha çok kendi ruhî ve fizyolojik yapısına uygun bir dalda tahsil yapmalıdır. Ço­cuklarına dünya ve âhiret ile alâkalı doyurucu bilgiyi verecek, bir düzeye gelmeli ve sağlam  bir düşünce yapısına  erişerek ne kocasının,  ne de başkasının uygun olmayan düşüncelerinin etkisi altında kalmamalıdır.

Şunu da ilâve edelim ki, yalnız dünya ile ilgili bir öğretim ve eğitim kadını alçak gönüllü yapmaz, bilâkis çoğunu veya bir kısmını gurura ve şımarıklığa itebilir. Bunun için İslâm ilim tahsilini iki cinse de farz kılar­ken daha çok din ve dünya ilimlerini kasdetmişîir. Çünkü böyle bir bilgi insanı olgunlaştırır.

e)  Kadın zengin olduğu takdirde, kocası izin vermezse bile hacca gi­debilir  Namaz, oruç ve zekât gibi şahsın  kendisini ilgilendiren ibâdetleri de hic kimseden izin almaya lüzum duymadan yerine getirir; bu konuda da kocasının engel olmasına boyun eğmez.

İslâm böylece ibâdet konusunda da kadının hür irâdesine yeterince saygı duyulmasını emretmiş ve onu bu hususta erkekle ayni düzeyde tut­muştur.

f)   Kadın kendi servetinden örfe uygun ölçü ve biçimde  harcayabilir ve istediği hayrı yapabilir. Ancak bu konuda  kocasıyla görüşüp ortakla­şa karar vermeleri, aile yuvasının huzuru ve devamlılığı  bakımından tav­siye edilmiştir

g)  Karı-koca çocuklarını terbiye edip yetiştirmede birbirine denk öl­çülerle  sorumlu tutulmuşlardır.

Bu  konuyu daha geniş biçimde Nisa  sûresinde   açıklayacağımızdan

burada bir özetini vermeye çalıştık,

«Ne var ki erkeklerin kadınlar    üzerinde   bir üstün derecesi mevcuttur.»

Tefsircilerimiz ve diğer ilim adamlarımız bu üstünlüğü şöyle tesbit etmişlerdir; çünkü kadın ile erkeği birbirinden farklı kılan şey yalnız üre­me organları değildir; psikolojik ve fizyolojik yapılan, yetenekleri, akıl ve irâdeleri de farklıdır. Hattâ kanlan bile cinsiyetlerinin anatomik ve kim­yasal özelliklerini taşımakla bir farklılık arzeder. Aşağıdaki maddeleri de bunlara ilâve edecek olursak, Kur'ân'ın buyurduğu bir üstün derece ken­diliğinden anlaşılmış olur:

1—  Erkeklerin fizikî yapısı daha kuvvetli ve dayanıklıdır.

2—  Olaylar karşısında erkekler daha soğukkanlı ve dayanabilme di­rencine daha çok sahiptirler

3      Önemli konuları  etraflıca düşünüp sabırla    sonuca bağlamakta daha itiyatlı ve temkinlidirler.

4      Kitleleri sevk ve idarede ve insan haklarını korumada daha ba­şarılıdırlar.

Ailenin yükünü taşımakta,   ihtiyaçlarını  karşılamakta   daha cok kendilerini sorumlu görmektedirler. Bu  nedenlerle erkek ailenin reisi sa­yılmıştır.

Yukarıdaki âyetin az kelimeyle yüksek bir anlatım gücü taşıması, ka-dın-erkek arasındaki hem dengenin, hem farkın en güzel ölçü ve anlamı­nı sergilemektedir. Diyebiliriz kir İslâm'dan önce ne bir sosyal yapı, ne de çıkarılan kanunnamede kadına bu derece örfe uygun eşit haklar ge­tirilmemiştir. İslâm koyduğu bu ve benzeri eşsiz hükümleriyle kan-koca haklarını, onların fizikî ve ruhî yapılarına göre düzenlemiştir. Bu ger­çeğin anlaşılabilmesi, Kur'ân'ın yüksek hikmetlerini, en anlamlı kelime­lerle yansıtan âyetlerinin kuru bir çevirisini yapmakla mümkün değildir. Gelişen ilme ve sosyal yapıya paralel bir açıklamaya herhalde ihtiyaç var­dır. İşte elinizdeki tefsir bu amaca yönelik olarak hazırlanmıştır. [137]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle boşanan kadının şer'î bekleme süresinden ve eğer bu boşama üç talâkla değilse, koçanın karısını geri almaya daha haklı bulunduğundan söz edildi; sonra da karı-koca haklarına dokunularak ör­fe uygun denk yükümlülüğe dikkatler çekildi. Aşağıdaki âyetle boşama­nın sayısal durumuna, sayı tamamlanmadan iddet içinde ya örfe uygun biçimde tutmak, anlaşma ümitleri kalmadığında yine örfe uygun ölçü ve anlamda güzellikle onu salıvermek hükmü getiriliyor. Bu arada kocasıyla herhalde geçinemiyen kadının mal (mehir) karşılığında boşanma isteğine dokunuluyor ve kadının ısrarlı isteği karşısında buna cevaz verilebileceği­ne işaret ediliyor. Bunun dışında kocanın boşadığı kadına, daha önce ver­diği, vermekle yükümlü bulunduğu mehir ve diğer bağışları geri almasının helâl olmadığına dikkatle çekiliyor. [138]

 

Meali'

 

229— Boşama iki keredir. (Ondan sonra kadım) ya örfe uygun tut­mak, ya da kendisine iyilikte bulunarak salıvermektir, Onlara (örf ve âde­te uygun) verdiğinizden bir şey (geri) almanız size hela! olmaz. Ancak karı koca Allah'ın (evlilik hakkında) çizdiği sınırlan yerine getirip ayakta tutamıyacaklarından korkar ve siz de onların bu sınırları koruyup ayak­ta tutamıyacaklanndan endişe ederseniz, (bu durumda) kadının ayrılmak için (örfe uygun) hakkından vazgeçmesinde ikisi için de bir vebâi yok­tur. İşte bunlar Allah'ın koyduğu sınırlar (yasalar)dır; onları haksızlık ya­parak aşmayın. Kim artık Allah'ın sınırlarını aşarsa, onlar evet onlar zâ­limlerin kendileridir.

 

İniş Sebebi

 

Câhiliyye devrinde daha çok Arap Yarımadası'nda yaşayanların ka­dınlara karşı çok haksızca ve hırçınca davranışları olur, onlara tam bir esir muamelesi yaparlardı. Adam karısını boşar, henüz iddeti (şer'î bek­leme süresi) dolmadan ona döner; bin defa bile boşasa onu yine elinin altında tutar; istediği zaman yaklaşır; işkence etmek istediğinde hem yaklaşmaz, hem iddet içinde ona döner, tekrar boşar, tekrar döner ve böylece yıllarca onu bir oyuncak gibi kullanır dururdu. Ona ne örfe uy­gun bir hak tanınmıştı, ne de onun haklarını koruyan bir otorite mevcut­tu. Kadının bu durumda başka bir erkekle evlenip yeniden bir yuva kur­ma şansı da hemen hemen yok gibiydi.

İslâm, gönülleri aydınlatan lâhutî güneşiyle insanlık âlemine yöne­lince, ayaklar altında çiğnenen kadın haklarını, onların ruhî, fizikî ve sosyal yapılarına göre korudu ve bu hususta gereken bütün hukukî mü­eyyideleri  koydu.  Yukarıdaki âyet de bu nedenle indi.

Diğer   bir rivayete göre :

İ'slâm'ın ilk yıllarında adam yüz defa da karısını boşasa, şer'î beklesuresi içinde ona  rec'at edebilirdi. Bu tutum kadınların   birçok   haknın çiğnenmesine ve insanlık onurunu   kırmaya   neden oluyordu. Allah' kadlr|lann nikâha  ve örfe dayalı haklarını korumak ve  erkekleri   bu tarz keyfî davranışlardan vazgeçirmek üzere yukarıdaki  âyeti indirdi. [139]

 

İlgili Hadîsler

 

Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimize geldi ve :

  Ey Allah'ın Peygamberi! dedi, Allah  boşama iki keredir: Ya örfe uygun tutmak, ya da güzellikle onu bırakmaktır, buyuruyor. Bunun üçün­cüsü  nerede?

Efendimiz şu cevabı  verdi:

  «Onu, iyilikte bulunarak salıvermek, üçüncü su dür.»

Yani iki talâkla boşadıktan sonra ya onu iddet içinde örfe uygun geri alır, ya da iddeti bitince üçüncü bir talâkla onu güzellikle salıverir ve kadın bu durumda tamamen boşanmış olur. [140]

«Herhangi bir kadın (zorlayıcı bir neden olmaksızın) kocasından bo­şanmasını isterse, cennet kokusu ona haram olur.» [141]

«(Zorlayıcı bir neden olmaksızın) kocasına mal ya da para gibi bir bedel verip boşanmasını isteyen kadınlar münafıkların tâ kendileridir.» [142]

«Sehi kızı Habibe, Kays oğlu Sabit ile evlenmişti. Sabit fizyonomi ba­kımından cok çirkin bir adamdı. Kadın Hazreti Peygambere başvurup bo­şanmak istediğini ve : «Andoisun ki Allah korkusu olmasaydı Sabit yanı­ma girince onun yüzüne tükürürdüm» diyerek tiksindiğini anlatmaya ça­lıştı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Sâbit'in sana ver­diği bahçeyi kendisine geri vermek ister misin?» diye sordu. Kadın da «Evet»  deyince, Resûlüllah (A.S.) onları ayırdı.» [143]

 

Boşama İki Keredir

 

 Şe^'İ boşama iki keredir; şer'î bekleme süresi için­de koca karısına rec'at edebilir. Çünkü onu ya bir, ya da iki talâkla bo-Şamışsa, nikâh bağını tutan bir bağ henüz duruyor, demektir. Üçüncü bir talâk buna eklenince kalan bağın biri de kopmuş ve dönüşü mümkün olmayan bir yola girilmiştir. Artık kocanın rec'at, ya da yeniden nikâh hak­kı kalmaz ve bu durumda -ileride belirtileceği üzere- kadın başka bir ko­cayla evlenip tesadüfen ondan boşanmadıkca birinci kocasıyla evlene-mez.

O halde karısını iki talâkla boşayan kimsenin önünde iki yol vardır: Ya iddet bitmeden  karısına dönmek, ya da iddetin bitmesiyle üç talâkla onu  güzellikle salıvermektir. Tabii   iddet   bitmeden üçüncü bir talâk vermekle de kadın yine tamamen boşanmış olur. [144]

 

Bir Mecliste Bir  Defada Üç Talâk  Denilse

 

Müslim ve Ahmed bin Hanbel, Tavus'un jbn Abbas (R.A.)dan nak­lettiği hadîsi rivayet ederek bize bu konuda esneklik arzeden bir hüküm getirmişlerdir:

Rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde, Ebûbekir Sıd-dîk (R.A.)m hilâfet yıllarında ve ikinci halife Hz. Ömer (R.A.)in hilâfetinin ilk iki yılında, bir mecliste bir defa söylenen üç talâk bir tek talâk olarak sayılmış ve buna göre hükümde uygulamaya gidilmiştir. Sonra Hazreti Ömer (R.A.) bu hükümde bir değişiklik yaparak şöyle bir ictihadda bu­lunmuştur :

«İnsanlar kendilerinden yana içinde şefkat ve kolaylık bulunan bir hususta pek acele ettiler. Bunu onlar hakkında üç talâk saysak ya...» Nitekim bunu bu sözüyle üç talâk saydı.

Müslim'in rivayetinde ise, Tavus'tan yapılan nakle göre, Ebû Sahbâ', İbn Abbas'a (R.A.) dedi ki: «Uygun olmayan görüşünü getir! Gerek Re­sûlüllah (A,S.) Efendimiz zamanında, gerekse Ebûbekir (R.A.) devrinde üç talâk bir talâk olarak sayılmıyor muydu?» Ebû Sahbâ'nın bu sert sorusu üzerine İbn Abbas (R.A.) ona şu cevabı verdi: «Evet cidden öyle idi. Ömer (R.A.) devrinde insanlar talâk konusunda hiç düşünmeden ve duraklama­dan şerre düştüler. Bunun üzerine Ömer (R.A.) de bir defada söylenen üç talâkı bir talâk değil, üç talâk saydı (ve böyle bir ictihadda bulundu).» Bu konuda tam bir icmâ' meydana gelmiş midir? Diyebiliriz ki, ilim adam­larımızın farklı görüş ve tesbitleri olmuştur. Ayrıca talâk talâka tabi olur mu, olmaz mı? Bu hususta da ilim adamları farklı görüşler ortaya koy­muşlardır: Tabiîn'in cumhuru ve birçok sahabe, dört mezhep imamları ve Hz- Ali (R.A.)den yapılan rivayet, talâkın talâkı takip edeceği anlamında-'["' Yanı bir mecliste üç talâk tabirini bir defada kullanan kimsenin üç Çlâkı da gitmiş (vaki olmuş) kabul edilir. Çünkü talâk talâka tabi' olur. 1 adaro'anndan bir cemaat de talâkın talâka tabi' olmayacağı görüşündedir. Bahr sahibi bunu Ebû Musa'dan ve bir rivayetle de Hz. Ali'den, fbn Abbas'dan (R.A.), Tavus'tan, Atâ'dan ve Cabir bin Zeyd'den nakietmiş-tir. Kurtuba fakihierinin de bu ikincilerin görüşünde olduğu rivayet yo­luyla anlaşılmıştır. [145]

İkincilerin nakil ve tercihlerinde ümmet için kolaylık vardır. [146]

 

Kadına Tanınan Haklar Ve Kolaylıklar

 

Boşanma konusunda İslâm Fıkhı kadına birtakım haklar ve kolay­lıklar getirmiştir; bunları şöyle özetliyebiliriz:

1.  Boşanmada şer'î bekleme süresi,

2.  Bu süre içinde bir anlaşma ve uzlaşmaya varılması, kocanın tek­rar karısına rücû' etmesi,

3.  Erkeğin ancak iki defa rec'at (dönme) hakkının olması, (buna ta-lâk-ı ric'î denir).

4.  İkinci kez rec'î talâktan sonra kan-kocanin iyi düşünmeleri ve ge­lecekleri hakkında öylece bir karara varmaları,

5.  Kocanın ayrılmaya karar verdiği takdirde kadını örfe uygun an­lamda güzellikle, iyilikte bulunarak salıvermesi, kadından yana İslâm'ın getirdiği hükümlerdir.

İslâm, kocanın boşama konusunda rahat ve hislerinden sıyrılarak dü­şünebilmesi ve sağlıklı bir sonuca erişebilmesi için Sünnete uygun bir boşama düzeni getirmiştir. Cinsel yaklaşma yapılmadan bir temizlenme döneminde bir talâkla boşamasını ve buna eş bir süre beklemesini tavsi­ye etmiştir.

Şer'i bekleme süresinin konulması hem kadının boşandığı takdirde kendine yeniden bir hayat düzeni kurabilmesi hususunda iyice düşüne­bilmesini; hem erkeğin attığı bu adımla bir yuvayı yıkmaya yöneldiğini, bu nedenle sağduyu ölçüleri içinde düşünebilme imkânına erişebilmesi­ni, hislerinden sıyrılarak konuyu dinî ahlâk ve millî örfe uygun inceleme­sini sağlamaktır.

Ayrılma kararı verildiğinde şartlara ve haklara saygı gösterilmesi, ka­dının güzellikle terkedilmesi, kırıcı, üzücü ve küçük düşürücü söz ye dav­ranışlardan kaçınılması, kadına verilen mehir ve buna yakın anlamdaki

haklar ve bağışların geri alınmaması, kadına tanınan haklardan bir kıs­mıdır. Bu yolda hareket etmek, «İslâm Aile Hukukunda» yer almış hüküm­lerdendir. [147]

 

Boşanma Yetkisi

 

İnsan haklarını yüce hikmet ve sağlıklı metodiarla koruyan İslâm Di­ni tefviz ve tahyîr dışında boşama hakkını kocaya vermiştir. İlk bakışta bir ölçüsüzlük, haksızlık ve adaletsizlik gibi görünen ve kadın haklarını önemsemiyen bir hüküm görüntüsünde olan bu konuyu hikmetiyle, ileri­de doğuracağı yarar ve zararlarıyla incelediğimizde karşımıza şu haklı tablo çıkar;

1.  Boşama yetkisi sadece kadının elinde olsaydı, geçim sıkıntısı  ve benzeri hususlarda  tatminsizliğe uğradığında  kendini boşar ve  bu yüz­den erkeği kaldırılması güç malî zararlara sokabilirdi. Kendisi ise tatmin olabileceğini sandığı bir iş, bir yuva bulsun bulmasın fazla bîr zarara uğ­ramazdı. Yeni bir eş bulduğu takdirde yeni bir mehir, yeni bîr takım hak­lara kavuşurdu.

Bu yüzden karı-koca haklarını korumada dengesizlik meydana gelir, daha çok erkeğin zararıyla neticelenirdi.

2.  Boşanma yetkisi karı-kocanın ikisine eşit anlamda verilseydi, iki­sinin bu konuda anlaşmaya varması, görüş birliği sağlaması çok zor, hat­tâ çoğu zaman imkânsız olurdu.

3.  Aile yuvasında bir baş yerine iki baş ortaya çıkar, kocanın otori­tesini te'sirsiz hale getirebilir, bu yüzden de huzurlu bir yuva sağlanamaz­dı. Bazı kadınlar bu yetkisini onur kırıcı bir taktik olarak kullanabilirdi.

4.  Bir başka neden ise, kadının daha duygusal davranması, erkeğin karar vermede kadından daha sabırlı  bulunmasıdır.

İslâm daha çok boşama yetkisini erkeğe verirken onu tamamen ser­best bırakmamış, birtakım ağır sorumlulukları ona yüklemek suretiyle bağ-rayıcı müeyyideler koymuştur:

a) Üç talâkla boşadığı takdirde bir daha geri alması helâl olmaz.

b)  Nikâh akdinde belirlenen mehri hemen ödemesi gerekir.

c)  Ayrıca nafaka vermesi, çocuk   varsa onların    nafakasını düzenli sağlaması ona yükletilmiş bir haktır. [148]

 

Tasavvufi Yönü

 

İslâm Tasavvuf Tarihinde çok önemli yeri olan Şeyh Muhyiddin Ara-bî (K.S.) Fütuhat-i Mekkiye adlı paha biçilmez eserindebu konudan, yani kadın erkek arasındaki eşit haklardan ve erkeğin ondan bazı hususlarda üstün yaratılmasından söz ederken özetle şöyle diyor:

«Kadın erkekten bir parçadır. İnsan olmada birleşirler; sonradan bu iki cinse arız olan bir emirden dolayı birbirinden ayrılırlar. Bu farklılık arzeden emir, erkeklik ve dişiliktir. Kadın erkekten alınarak yaratılmıştır. Bu nedenle erkek kadına derin bir ilgi duyar; ona asıl olduğu için de aile reisi olma üstünlüğü belirgin bir anlam taşır. Erkek kadını bir de kendi­sindeki bu efendilik yani aile reisi olma derecesinin verdiği sevgiyle se­ver. Kadın da, eüz'ün külle (parçanın bütüne) olan bağlılık ve ilgisiyle er­keği sever. Aslında bu, vatana olan ilgi ve bağlılığın bir tezahürüdür. Çünkü erkek kadının asıl vatanı sayılır. Ayrıca onlardan herbiri şehvetin nedeni ve ondan lezzet duyma yeridir. O bakımdan da birbirine karşı hep ilgi duyarlar.

Bazen kadın olgunlukta erkeklerin derecesine ulaşır; bazan da er­kek kadınların derecesinden aşağıya doğru iner. Bazan ibâdetlerin hü­kümlerinde birleşirler, bazan da ayrılırlar. Ne var ki, erkeğin aklının ka-dınınkine nisbetle bir üstünlüğü vardır. Çünkü erkek kadından önce ya­ratılmıştır, ondan önce Yaradanım akledip bilmiştir. Hem Allah aynı su­rette iki defa tecelli etmez. Âdem suretinde tecelli edince artık Havva su­retinde tecelli etmemiştir. Böylece İlâhî emir de tekrar etmez. Bir şahsa da ,ki defa ayrı surette tecelli etmez. İki şahsa da tek surette tecelli et­mez.

İşte erkeği kadından bir derece üstün tutan özellik budur.» [149]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle karı-koca arasındaki anlaşmazlığa ve bunun gide­rilme yollarına dokunuldu. Evlenirken nasıl nezih davranılıyorsa, boşarken de aynı terbiye ve nezaketin gösterilmesi ve örfe uygun biçimde davranıl-ması hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, kadını boşamak isteyen kocanın çok hem çok düşünmesi, ilerisini görerek adım atması, aksi halde dönüşü mümkün ol­mayan bir yola girmiş olacağı belirtiliyor. Kadın haklarının korunmasına özen gösterilmesine bilhassa işaret ediliyor; aksine bir yol izleyenlerin kendilerine yazık ettikleri vurgulanıyor. [150]

 

Meali

 

230__ Eğer koca, karısını (iki kez boşadıktan sonra üçüncü kez) bo-şarsa, artık o kadın başka biriyle evlenmedikçe ona helâl olmaz. Bu ikin-koca da onu boşarsa, Allah'ın koymuş olduğu sınırları koruyup ayakta utabileceklerini umarlarsa eski karı-kocanın birbirine dönüp yeniden ev­lenmelerinde ikisine de bir günah yoktur.

İşte bu, bilen bir topluluk için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.

231—  Bir de kadınları boşadığınızda şer'î bekleme süresini bitirmek üzere iken  onları ya örfe uygun iyilik ölçüleri   içinde tutun, ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde bırakın; haklarına tecavüz için zararlarına (sa­kın) tutmayın. Kim böyle yaparsa, kendine yazık etmiş olur. Allah'ın size olan nimetlerini ve size öğüt vermek için üzerinize indirdiği Kitap ve hik­meti düşünün. Allah'tan korkun, bilin ki Allah her şeyi yeterince bilir.

232—  Kadınları boşadığınızda şer'î bekleme süresi sona erince ara­larında örfe uygun iyilik ölçüleri içinde anlaştıkları takdirde,  kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.   Bununla sizden Allah'a ve   âhiret gününe inananlara öğüt veriliyor. Bu sizin için daha uygun ve daha pâk ve nezih­tir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

İniş Sebebi

 

Adam iki talâkla karısını boşadıktan sonra üçüncü bir talâkla da bo-şarsa artık boşadığı kadın ona haram olur ve bir başka adamla evlenme-dikçe, o da onu kendiliğinden boşamadtkça ilk kocasıyla bir daha birle-şemez. Cahil Araplar, talâk konusunda da kadını oyuncak gibi kullanır; birkaç defa boşar, yine tutar ve ona hiçbir hak tanımazlardı. Allah ka­dınların bu konudaki haklarını korumak üzere yukarıdaki âyeti indirdi.

Diğer bir rivayette ise şöyle deniliyor:

Ashabdan Ma'kıl bir Yesar, bu âyetin kendisi hakkında indiğini şöyle anlatıyor:

«Kızkardeşimi bir adamla evlendirdim. Bir süre sonra adam kızkar-deşimi (iki talâkla) boşadı. Kardeşimin şer'î bekleme süresi dolunca ve­ya dolmak üzere iken adam bana geldi ve karısını geri almak istediğini söyledi. Ben de ona : «Kardeşimi seninle evlendirdim, onu sana ikram et­tim, ama sen onun kıymetini bilmedin ve boşadın. Şimdi de tekrar almak istiyorsun. Hayır, vallahi bir daha o sana dönmiyecektir!» dedim. Aslın­da adam kötü niyet sahibi değildi, aynı zamanda iyi bir insandı da.. Kız-kardeşim de ona dönmek istiyordu: Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz gerekli uyarıda bulundu ve böylece kizkardeşi-mîn, kocasına dönmesine izin verdim. [151]

 

İlgili Hadîsler

 

Peygamber (A.S.) Efendimizden soruldu :

__ ya Resûlellah! bir adam evlendiği kadını üç talâkla boşamış, bo­şanan kadın başka bir adamla evlendikten sonra ikinci adam onu, ken­disiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan boşamış. Bu kadın ilk kocasıyla evlenebilir mi, ona helâl olur mu?

Peygamber (A.S.) Efendimiz şu cevabı vermiştir:

  Hayır, ikinci kocası onun baicağızından, o da onun balcağızından tadmadıkça ilk kocasına helâl olmaz. [152]

«Allah hülle yaptırana da, yapana da lanet etsin.[153]

«Kim ciddi ya da şaka yollu boşar veya köle azâd ederse; ya da ni­kâhlar veya başkasına nikahlarsa, bu onun üzerine bir hüküm olarak ge-çerli sayılır.»[154]

Yani nikâh, talâk ve azâd konularında ağızdan çıkan söz ister ciddi olsun, ister şaka yollu olsun farketmez.

«Üç şey var ki, ciddisi de ciddi, şakası da ciddi sayılır; Nikâh, talâk ve rec'at (bir iki talâkla boşadıktan sonra iddet içinde kadına dön­mek)»[155]

«Üç şey var ki onlarda şaka olmaz: Nikâh, talâk ve köle azâd et­mek.» [156]

  «Size eğreti verilen teke (erkek keçijden haber vereyim mi?»

Diye sorduğunda, Ashab-ı Kiram :

  Evet, ya Resûlellah! dedi. Buyurdu ki:

  «O, hülle yaptırandır. Allah hülle yaptırana da, yapana da lanet etsin.» [157]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

Boşanma konusu.. İslâm Aile Hukukunda geniş bir yer kaplamaktadır. Gerek sosyal yapıyla olan ilgisi, gerek yetişmekte olan kuşakla bağlan­tısı, gerekse miliî yapıyı ayakta tutmada temel sayılısı itibariyle ailenin, diğer bir deyimle evliliğin önemi ve gereği meydandadır. Bu nedenle ge­rek Kur'ân'da, gerekse Peygamberin Sünnetinde bu konuya ağırlık veril­miş, her türlü şüpheleri giderecek ölçü ve anlamda açıklaması yapılmıştır.

Şimdi elimizdeki kaynak tefsirlere ve fıkıh kitaplarına dönüyor, ko­nuyla ilgili rivayetleri, yorumları özetlemeye çalışıyoruz :

a) «Eğer koca karısını boşarsa.....»

Yani üçüncü bir talâkla boşarsa, artık o kadın başka biriyle evlenme-dikçe ona helâl olmaz. Bu tarz bir yorumda ilim adamlarının görüş birliği vardır.

Nitekim âyetin ilk bakışta anlatım biçiminden, şer'î bekleme süresin­de iki talâkla boşamış, sonra üçüncü bir talâkla da boşayarak üçü tamam­lamıştır, hükmü anlaşılmaktadır.

b) «Başka biriyle evlenmedikce» cümlesin-

den ilim adamları farklı üç hüküm çıkarmışlardır. Bu konuda ictihadlar ara­sında da farklı sonuçları görmekteyiz:

1.  Medine'nin seçkin din âlimlerinden Saîd bin   Müseyyeb'e ve ona uyanlara  göre, diğer bir adamla  evlenmekten maksad, mücerret akittir. Bunda  cinse! yaklaşma şart değildir. Tabiînden büyük müfessir ve fakîh Saîd bin Cübeyr de aynı görüştedir.

2.  El-Hasan bin Ebî Hasan'a göre, bu konuda yalnız cinsel yaklaşma yeterli değildir,  inzâ! da şarttır.  Yani nikâh akdiyle birlikte inzal meyda­na  gelen bir cinsel yaklaşma şarttır; aksi halde bundan boşandığı tak­dirde ilk kocasıyla evlenmesi  helâl olmaz,

3.  İlim adamlarımızın cumhuruna göre, soyut bir cinsel yaklaşma ye­terlidir; inzal şart değildir. Şöyle ki: İki üreme (cinsel)organınınsünnet kı­sımlarının  birleşip kavuşması, başka biriyle nikahlanmış anlamını   taşır. Zaten bu tür yaklaşma, cinsel yaklaşma sayıldığından orucu ve haccı bo­zar; zina konusunda had gerektirir ve tam mehir vermek için yeterlidir.

Birincilerin görüşünde,    boşandıktan sonra kadın başka  bir kocayla soyut bir akitle evlenmiş sayılacağından, bu ölçü ve anlamda ondan da boşanırsa ilk kocasıyla evlenebilir, sonucu çıkıyor. Bu görüşte rahatlık ve kolaylık vardır. Ne var ki sahih hadîslerin zahiriyle bağdaşmamaktadır.

İkincilerin görüşü, sahih hadîsle kısmen bağdaşır anlamdadır. Cum­hurun görüşü ise, hadîsin asıl delâlet ettiği mânayı daha çok yansıtır öl­çüdedir

Konuyu usûl ilmine göre inceliyecek olursak, deriz ki:

Hüküm, isimlerin başlangıcıyla mı, yoksa sonucuyla mı bağlantı ya­par? Başlangıcıyla dersek, birincilerin görüşünü uygun kabul etmemiz ge­rekir. Sonucuyla dersek, hem üreme organlarının iyice kavuşmasını, hem inzal meydana gelmesini şart koşanların görüşünü uygun kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu tarz nikâhta cinsel yaklaşmada baicağizın sonuna ka­dar tadılması aranır.[158]

Nitekim Hazreti Âişe (R.A.) Validemizden bu anlamda şu hadîs riva­yet edilmiştir:

«Adam karısını üç talâkla boşarsa, o kadın başka biriyle nikahlanıp, nikâhlandığı erkekle birbirinin balcağızından tadmadıkça ilk kocasına he­lâl olmaz.» [159]

Mezhep imamları bu konuda yukarıdaki hadîse ve yakın mânadaki diğer sahih hadîslere dayanarak delil getirmişlerdir.

c) Boşadığı kadınla yeniden evlenebilmek için onu müt'a (muvakkat) nikâhla, yani belirli bir süreyle başkasına nikâh ettirip ona boşattıktan sonra evlenen kimseye peygamber diliyle lanet edilmiştir. O halde bu maksatla yapılan hülle kesinlikle haramdır; hem yaptıran, hem yapan ağır bir suç ve büyük bir günah işlemiş sayılır.

Mezhep imamlarının çoğu bu ictihad ve görüştedirler. Pek azı farklı bir görüş ortaya koymuşsa da müftabih değildir. İmam Sevrî bu konuda başka kocayla yapılan nikâh sahihtir, boşaması şartı ise hükümsüzdür, demiştir. Ünlü hukukçu İbn Ebî Leylâ da ayni görüştedir. Bu konuda İmam Azam ve arkadaşlarından birbirini tutmayan farklı rivayetler yapılmışsa da en doğru olanı, hülle şartıyla yapılan nikâhın kadını ilk kocasına helâl kılmayacağıdır.

Bütün bu görüş ve ictihadlara rağmen, hüllenin haram olduğuna dair 3hıh hadîsler bize konuyu bütün açıklığıyla sergilemektedir.

Nitekim İmam Şafiî'den yapılan bir rivayete göre, nikâh akdinde öne sürülen böyle bir şart, yapılan akdi hükümsüz kılar. Fasit bir nikâh ise, üç talâkla boşanan bir kadını ilk kocasına helâl kılmaz. İlim adamlarımı­zın cumhuru da aynı görüştedirler.

Yapılan sahih rivayete göre : Hazreti Ömer (R.A.) bu konuyu sert bir diNe tenkit etmiş ve : «Hülle yaptıranla, yapan tesbit edilip bana getiri­lirse, ikisini de recm ederim» demiştir. [160] Oğlu Abdullah bin Ömer, bu­nun nedenini sorduğunda halîfe şu cevabı vermiştir: «Çünkü ikisi de zina suçu işlemiştir.»

 «Bir de kadınları boşadığınızda şer'î bekleme süresini bitirmek üzere iken onları ya örfe uygun iyilik ölçüleri içinde tutun, ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde bırakın.»

Bu âyet üzerinde yorumlar:

a)  İki talâkla boşanan kadınların  iddeti  (şer'î bekleme süresi)  bit­mek üzere iken onları örfe uygun iyilik ölçüleri içinde tutun, yani onlara bu ölçü içinde dönün. Süre sona erdikten sonra artık kocanın dönme hak­kı   kalmaz.   Kadın   isterse   birleşebilirler,   istemediği   takdirde   onu   bu konuya kimse zorlayamaz.

b)  «Örfe uygun tutun ve örfe uygun saiıverin»den maksat, kadının ko­cası üzerindeki haklarının yerine getirilmesidir.   Barınak, elbise,  günlük yiyecek gereksinmesi ve benzeri haklar, bunun  kapsamına girer ki, bu daha çok günün örfüne ve şartlarına göre değer taşır. Koca örfe uygun olanı yerine getirmediği takdirde, kadını bırakması   gerekir.   Bunu   yap­madığında hâkim, kadının daha fazla zarara uğramamasını dikkate ala­rak onu boşattırır.

Nitekim İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel bu an­lamda içtihatta bulunmuşlardır. Ashab-ı Kiramdan Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Ebû Hüreyre'nin (R.A.) aynı mânada içtihatta bulundukları sahih ri­vayetle sabit olmuştur.

Rey tarafdarları bu konuda bir esneklik getirmeye çalışmışlardır.

 «Haklarına tecavüz   için   zararlarına   (sa­kın) tutmayın!»

Anlamındaki âyet, birincilerin içtihadına dayanak olarak alınmıştır.

c) İki talâkla boşanıp şer'î bekleme süresi sona erince karı-koca bir­leşmek isterlerse, örfe uygun bir ortam da mevcutsa o takdirde onlara engel olmak doğru değildir. Kur'ân bunu açık bir anlatım biçimiyle yasak­lamaktadır. Dolayısıyla velilerle hâkimler uyarılıyor.

Nitekim Ashab'dan Ma'kıl bin Yesar olayı, konumuzu aydınlatmak­tadır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ona : «Eğer mü'min isen kizkardeşinîn Ebû Beddah'la evlenmesine, birleşmesine engel olma!» buyurması yeterli delildir. [161]

 

İslâm   Hukukunda Örfün Yeri

 

İslâm Hukukunu tamamlayıcı kaynaklardan biri de, gerek şeriat, ge­rekse akıl yönünden yararlı kabul edilen örf ve âdetlerdir. Müslüman hal­kın bu ölçü ve anlamda kendiliğinden uyup sürdürdüğü örf ve âdetler, müctehid imamlar, ünlü İslam hukukçuları tarafından daima dikkate alın­mış ve ona göre ictihadda bulunularak uygun hükümler konulmuştur.

Bu nedenle son asır içinde yetişen büyük hukukçu Cevdet Paşa, Me-celle'de bu konuyu özetleyip genel ölçüde bir kural haline getirirken şu sözleri kullanmıştır:

«Beynettüccar (tacirler arasında) mâruf olan şey beyinlerinde şart gi­bidir.»   (mec: 44}.

«Örfen mâruf olan şey şart kılınmış gibidir.»  (mec: 43). «Örf ile ta'yîn nas ile ta'yîn gibidir.» (mec: 45) «Âdet muhakkemdir.» (mec:  36).

«Nasın (insanların) isti'mali bir hüccettir ki onunla amel vâcib olur.» (mec: 37).

O bakımdan İslâm Hukukunda kabul edilen örfler daima dinin genel ölçüleri ve bir de sağduyu ile uyum halinde olan iyi ve yararlı alışkanlık­ta»" ve geleneklerdir. Müctehid imamların örfe ve âdete dayalı olan hü­kümlerini gözden geçirdiğimizde hemen hepsinin de o günkü Müslüman halkın hayrından yana olduğunu görürüz.

Selçukîler ve daha çok Osmanlılar    devrinde   birçok yeni olaylarla, meselelerle karşılaşıldığı için şer'î hukukun yanında  örfe göre bir takım yasalar ve  yönetmelikler meydana getirilmiştir. Özellikle   Kanunînin Ka­nunnamesinde bunun   çok açık örnekleri mevcuttur. Bunlara «Kanunna-e-ı Al-i  Osman» (Osman oğulları Kanunnamesi)   denir ki bu, Şer'i hu-Un Vonında, ama   onun ışığı altında idarî, malî, cezaî alanlarda   Os-

manii örfüne göre, padişahların sırf kendi otoritelerine dayanarak çıkar­dıkları kanun ve nizamların biraraya getirilmiş şeklidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de gerek şahsî hukukta; gerek aile hukukunda ve ge­rekse diğer hukukî konularda «mâruf şekilde» emredilmesi, günün şeriata ve akla uygun örf ve âdetlerine kapıyı açık tutması anlamını taşır. Nitekim Aile Hukukunda yukarıda konumuzu oluşturan âyette özellikle boşama konusunda kadının örfe uygun iyilik ölçüleri içinde tutulması ya da örfe uygun iyilik ölçüleri içinde salıverilmesi emredümektedir. [162]

 

Tarihî Yönü

 

İslâm saadet güneşi henüz Mekke'nin ufkunda doğup yükselmeden Arap Yarımadası'nda sayılmıyaoak kadar kötü âdetler, çirkin gelenekler vardı. Kadının velisi sayılan kişiler, istemediği halde kızlarını, kizkardeş-lerini ve velisi bulundukları diğer kız ve kadınları zorla evlendirirlerdi. Kız kendine uygun bir erkekle evlenmek istese de veli izin vermedikçe bu mümkün olmazdı. O nedenle birtakım suçlar ve cinayetler işlenir, nice aile yuvalan yıkılırdı. İslâm bu kötü âdetleri 232. âyetle kaldırdı. Nitekim yukarıda çevirisini sunduğumuz Ma'kıl bin Yesar'ın kızkardeşinin tekrar kocasıyla birleşmesinde ortaya çıkan engeli kaldıran Peygamber (A.S.) Efendimizin sözü çok geniş ve o oranda kapsamlı bir anlam taşımaktadır.

Ayrıca yiae o devirlerde Araplar arasında hülle usulü çok yaygın idi. Zavallı kadınlar erkeklerin elinde perişan olur, onur kırıcı davranışlar­la her zaman yüzyüze bırakılırlardı. İslâm Dini bu tarz ahlâk dışı ve an­nelik şerefini zedeleyici, kadınlık onurunu kırıcı âdeti de kaldırdı. Haz-reti Peygamber (A.S.) Efendimiz hülle yaptıranı da, yapanı da lanet­ledi. Kocasından tamamen boşanan bir kadın gerçek anlamda evlendik­ten ve yine gerçek anlamda boşandıktan ve bu hususta hülle amacı ta­şımadıktan sonra ilk kocasıyla aniaşabilirse, örfe uygun haklan koruya­bilmeleri şartıyla evlenebilirler.

Tabii ikinci kocayla evlenme şartı, karısını boşamak istiyen adamı, işin nereye varacağı hakkında ciddi bir düşünceye sevketmektedir. Dö­nüşü çok zor, hattâ imkânsız bir yola adım atarken sonucu dikkate al­masını uyarmaktadır. [163]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle evlenme ve boşanma konularının önemli bölümle­ri açıklandı; kadınların haklarını daha çok örfe uygun korumafcr: husu­sunda gerekli uyarılar yapıldı. Aşağıdaki âyetle, ayrılan, ya da boşanan

çiftlerin çocukları varsa, onu emzirme ve besleme konusunda ana ve ba­banın nasıl hareket edeceği, sorumluluklarının ölçüleri neler olduğu be­lirtiliyor. Örfe uygun bir yol tutulmasına, ayrılan karı-kocanın birbirini za­rara sokmamasına, ölçülü ve âdil davranmalarına, duygusal ve peşin hü­kümlerden sakınmalarına dikkatler çekiliyor. Ayrıca çocuğun hem anası* na, hem onun sütüne olan ihtiyacı üzerinde duruluyor. Ana sütü yetme­diğinde, ya da emzirmesini engelliyecek zorunlu bir nedenin araya gir­mesinde bir sütanne tutulması hatırlatılıyor, babanın bu konuda sorumlu olduğu bilhassa belirtiliyor. [164]

 

Meali :

 

233__ Analar çocuklarını, baba, süt emzirme süresinin tamamlanma­sını istiyorsa, iki tam yıl emzirirler. Anaların yiyecek ve giyecekleri örfe uygun biçimde, çocuk kendisine ait olan babaya gerekir. Herkese ancak Jcüne (malî yapısına) göre sorumluluk yüklenir.   Ne anne çocuğundan olayı, ne de çocuk  kendisine ait olan baba çocuğundan dolayı zarara uğratılsın. Vârise düşen de aynı şeydir.  Ana i!e baba aralarında danışa-ve karşılıklı anlaşarak çocuğu (iki yıl tamamlanmadan) memeden kes-rak   IStfr(erse' kendilerine bir günah yoktur.  Çocuklarınızı sütanne tuta-nzırtmek isterseniz, emzirme ücretini  örfe  uygun ölçü ve  miktarda verdiğiniz takdirde üzerinize yine bir vebal  yoktur. Allah'tan (bu  hususta da) korkun; bilin ki Allah herhalde yaptıklarınızı  görüp bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Arap Yanmadası'nda yaşayan halkın gerek nafaka konusunda, gerek çocuğu emzirme, ya da sütanasına verme konusunda sağlam ve güvenilir bir ölçüleri, yasaları yoktu, Kadını-boşaa'ığı halde ondan doğan çocuğunun beslenme sorumluluğunu bütün ağırlığıyla kadına yükleyen­ler olurdu. Ona nafaka ve ücret diye bir hak tanıyanları pek azdı. Kur'ân, insan haklarına her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmet kapısını açtı, kadınların ve yavrularının haklarını korudu. Yukarıdaki âyet daha çok bu nedenle indirilmiştir. [165]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

Aile Hukukuyla ilgili olan evlenme, boşanma, nafaka ve emzirme gi­bi konuları İslâm en âdil ölçülerle düzenlemiş, her hak sahibinin hakkının verilmesini, her sorumlu bulunanın sorumluluk ölçü ve oranını bilmesini emretmiştir.

lar çocuklarını, baba, süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa, iki tam yıl emzirirler.»

Bu âyetle hem boşanan annelere, hem boşanmıyan annelere sesle-nilmektedir. Çocuğun beslenmesi önemli bir konu olduğundan Kur'ân'da buna geniş yer verilmiş ve bu konuda anne ile babanın sorumlulukları be­lirtilmiştir:

a)  Müfessir Süddiy'e göre, çocuğunu emzirip beslemede anneler da­ha uygun ve daha haklıdırlar. Çünkü anne sevgisi hiç bir sevgi ve ilgiye benzemez. Küçük  yavruyu anne kucağından ayırmak her  ikisine de za­rar verir.

Aneak boşanan anne başka biriyle evlenirse, o takdirde durum de­ğişir, çoeuk için bir sütanne tutmak daha uygun olur. Bu da babaya dü­şer.

b)  Baba, çocuğunu  emziren annenin ücretini, yiyecek ve giyeceğine, yani asıl  ihtiyaçlarına yetecek ölçüde ödemekle yükümlüdür. Bu yüküm­lülük için bir sınır konulmamıştır.   Beldenin ve Müslüman halkın örfüne

göre hareket edilir.

Âyette bu husus şöyle belirtiliyor: «Anaların yiyecek ve giyecekleri örfe uygun biçimde, çocuk kendisine ait olan babaya gerekir.»

Anne boşanmamışsa, haliyle kocası onu yedirip giydirmekle yüküm­lüdür. Âyet burada daha çok boşanmış bulunan anaya işaret etmektedir.

Nitekjm  Utbe kızı  Hind,  Peygamber (A.S.)   Efendimize gelerek dedi ki:                                                                           

  Ey Allah'ın Peygamberi! Kocam Ebû Süfyan   oldukça   cimri   bir adamdır; bana ve çocuklarıma yeteoek kadar nafaka vermiyor. Ancak ben haberi olmaksızın onun malından alıp harcasam bir günah altına girmiş olur muyum?

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi:

  Sana ve çocuklarına örfe uygun biçimde yetecek kadar alabilir­sin (veya al..). [166]

e) Çocuğu iki tam yıl, ya da belirli bir süre emzirmek anneye vâcib midir, yoksa onun için bir hak ve görev midir? Âyet bu iki mânayı birden içermektedir. İlim adamlarından bazısına göre, boşanmamış bir anne -örf ve âdetlerinde uygülanagelen bir yöntem yoksa- çocuğumu emzirmekle yükümlüdür. Örflerinde sütanneye verme, ya da mama ile besleme var­sa, o takdirde anne yükümlü değildir.

d)  İmam Mâiik'e göre, anne hiç bir durumda yükümlü değildir. An­cak babası ölür, çocuğa da bir mal bırakmazsa o takdirde anne onu em­zirmekle yükümlü tutulur. Ama nafakasına yükümlü sayılmaz.

Diğer bazı ilim adamlarına göre, anne belirtilen durumda da yüküm­lü değildir. Çocuk Beytülmal'dan harcanan bir parayla emzirtilir.

e)  Boşanan kadına çocuğu emzirip beslemek vâcib değildir. Bu hu­susta baba yükümlüdür. Meğerki anne kendi istek ve arzusuyla çocuğu emzirip besleye..

İmam Şafiî'ye göre, çocuğu emzirtmek ancak babasına, o ölmüşse, ço­cuğun dedesine vâcibdir. Yani baba ya da dede çocuğun beslenmesi ve emzirilmesi için anasına ücret vermekle mükelleftirler. Anasını bu konuda -bazı istisnalarla- zorlayamazlar.

f)  Çocuğu iki tam yıl emzirmek şart değildir, buna gerek de yoktur. Ancak babası böyle bir istek içindeyse, herhangi bir anlaşmazlığa kapı açmamak için onun bu isteğine uyulur.

Âyette  «Babası, süt emzirme süresinin   tamamlanmasını   istiyorsa..»

cümlesi belirtilen manâya delâlet etmektedir. İki tam yıl deyiminin getiril­mesi, emzirme süresi üzerinde çocuğun anasıyla babası arasında çıka­cak olan muhtemel bir anlaşmazlığı önlemek içindir.

g) İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve birçok mezhep imamları ile mezhepte ictihad yapan müctehidler bu âye­te dayanarak, sütanneliğin ve süt kardeşliğin iki yaşına kadar meydana gelen emzirmeyle gerçekleşebileceğini söylemişlerdir. İki yaşından sonra­ki emme ve emzirmenin bu konuya te'siri yoktur. Hadîste de : «Süt kar­deşlik ancak iki yıl içindeki emme ve emzirmeyledir.» [167]

h) «Çocuğun {ana rahminde) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır,» [168] anlamındaki âyete dayananlar süt emme süresini ana rahmin­deki süreye göre belirlemişlerdir. Ana rahminde, örneğin yedi ay kalan çocuğun süt emme süresi 23 aydır.

i) Ücret ve nafaka konusunda iki taraf da zarara uğratılmamalı; ör­fe ve bütçeye uygun bir oran belirlenmelidir.

Anne, babayı daha ağır yük altına sokmak için çocuğu emzirmekten kaçınmamalı, fazla bir ücret isteğinde bulunmamalıdır. Baba da, anne ço­cuğu emzirmek istiyor ve bu konuda ısrar ediyorsa, buna engel olmama­lıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi böylesine duygusal bir engel hem an­neye, hem çocuğa zarar verir.

Çocuğun babası ölürse, aynı sorumluluğu onun vârisi yüklenir. Bu vâris ya babanın, ya da çocuğun vârisi olabilir. Babası ölen çocuk ona vâris oluyor ve kendisine yeterli bir mal kalıyorsa, çocuk bu mal ile bes­lenir. Böyle bir mal kalmamışsa, başka bir geliri de yoksa, babasının ölü­münden sonra çocuğa vâris olabilecek yakınına onu beslemek, nafaka­sını vermek gerekli olur. [169]

 

Ana İle Çocuğu Arasındaki Sevgi Bağı

 

«Ana, yavrusunu «biberon»la beslese bile bağrına basmalı, göğsüne yaklaştırmalı, sevgi bağını koparmamalı.»

Çocuğu emzirmek hem anne için, hem yavru için yararlıdır. Önce anne sütünün bebek için en iyi gıda olduğunu biliyoruz. Çünkü anne sü­tünde gerekli maddeler tam bebe.ğe yeterli ölçüdedir. Ayrıca bebeği has­talıktan koruyucu özelliği de vardır. Diyebiliriz ki, anne sütü alan çocuk daha az hastalanır; nezle, astım, bronşit, alerji gibi illetlerden ve mikrop­lu hastalıklardan  korunur.

Annenin çocuğunu emzirmesi, yukarıda belirttiğimiz gibi kendine de faydalıdır. Ana-yavru bağlan daha çok sağlamlaştığı gibi, süt veren ka­dın daha çabuk zayıflar. Emzirmek bedenden günde ortalama 1000 kalo­ri eksiltir. Süt vermek rahmin (döl yatağının) çabucak toparlanıp doğum-  dan önceki durumuna dönmesine yardımcı olur. Çocuklarını emziren ka­dınların orta yaşa gelince yüksek tansiyondan şikâyet etmedikleri de an­laşılmıştır. Bunun nedeni bilinmemekle beraber süt vermenin tansiyon dengesini  sağladığı tesbit edilmiştir.

İdeal süt verme süresi 4-6 aydır. Bununla beraber birkaç hafta bile büyük fayda verir. Emzirmenin dokuz ay sürmesinde de büyük yararları olduğunu söyliyen uzmanlar vardır. Çünkü anne sütü hem mükemmel besleyici, hem temiz ve mikropsuzdur. Çocuğa hastalıklara karşı direnç sağladığı görülmüştür. Çocuğun ayrıca bedenî ve zihnî gelişmesinde an­ne sütünün rolü inkâr edilmiyecek bir düzeyde bulunuyor. A-nne ile ço­cuk arasındaki duygusal bağı kuvvetlendirmede ise sütün, yani ana me­mesinin etkisi çok büyüktür. Sun'i mama hiçbir zaman bu ölçü ve anlam­da bir etki sağlayamaz.

Ne var ki, çocuk yedi sekiz aylık olunca, hatta altı aylık devresinde bile anne sütünün yanışım lüzumu kadar besleyici mama alması gere­kir. Bu devreden sonra sadece anne sütüne bağlı bırakılmamalıdır. Bazı uzmanlara göre üç-dört aylık iken anne sütüyle birlikte mama verilme-üdir. Ama her şeye rağmen anne sütünün çok yarar-lı olduğu söz götür­mez bir gerçektir. [170]

 

İlmî Yönü

 

(Anne Sütunun Onemı)

Bu konuda çok şeyler yazılmıştır. 74 Sayılı Bilim ve Teknik Dergisin­de SCIENCE ET VIE adındaki bir yabancı dergide bununla ilgili çıkan yazıyı aynen nakletmeyi uygun buldum :

«Tarih gözüyle, meme vermek (emzirmek), bebeklerin beslenmesi ba­kımından her zaman tek doğal (tabii) yol olarak görülmüştür, Kur'ân'da «Anneler yavrularını iki yıl süre ile emzirirler.» diye emredilmektedir. Eski Mısır'da, bebekler üç, İncil'in.bir bölümünde ise iki yaşına kadar meme emiyorlardı; İsa'dan önce IV. yüzyılda İsparta'da bir kanun kadınları yav­rularını meme ile beslemeye zorunlu kılıyordu. Hindistan'da bir çocuğun, annesi tarafından ne kadar uzun emzirilirse o kadar uzun yaşıyacağı sa­nılıyordu. Hatta çocukların sekiz ya da dokuz yaşına kadar meme emme­si de pek nadir değildir. Daha kırk sene öncesine kadar Çinli ve Japon anneler çocuklarına beş altı yaşına kadar meme veriyorlardı. Fakat Es-kimolar 15 yaşına kadar meme emen çocuklarıyla bu tür rekoru kırıyor­lardı.

Beslenme bilimindeki gelişmelere paralel olarak meme ile süt ver­menin, küçük bir yavrunun tam olarak beslenmesi bakımından tek yol ol­duğu anlaşılmaktadır. Bjr uzman şöyle diyor:

«Besleyici bir karışım tertibinde memeler, değme bilginin zekâsından usta çıktılar.»

Ana sütü gerçekten bebek bedeninin gelişmesi için zorunlu olan ay­larda bütün temel metabolik gereksinmeleri tam olarak karşılamaktadır. Süt yaklaşık olarak altıncı aydan itibaren bebeğin bütün gereksinmele­rini karşılamazsa, katı besinlerle birleştirilerek yine aylarca cok önemli bir rol oynayabilir.

Ana sütü sadece bir besin olmakla kalmıyor, aynı zamanda bünye­nin bulaşıcı hastalık mikroplarına karşı direnme gücünün artmasına yar­dım ediyor. Meme ile beslenen çocukların birçok hastalıklara, özellikle çocuk felcine ve sıtmaya daha az yakalandığı görülmüştür. Bilhassa ağız sütünün, memeler tarafından hemen doğumdan sonra üretilen ilk sütten önceki bu sıvının rolü şimdi daha iyi bilinmektedir. Söz konusu sıvı çocu­ğun bünyesini enfeksiyonlara ve daha çok bağırsaktakilerle alerjilere kar­şı korumaktadır.

Ana sütünün bebekler tarafından hazmı kolay olduğu gibi anne tarafından herhangi bir hazırlığı da gerektirmemektedir.» [171]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle boşanma konusu, talâk sayısı, şer'î bekleme sü­resi belirtildikten ve kadın haklarının korunmasında gereken uyanlar ya5 pıldıktan sonra emzirme konusuna yer verildi; çocuğun ana sütüne olan gereksinmesine ve karı ile kocanın bu hususta örfe uygun meşru ölçü­ler içinde anlaşma yapmalarına dikkatler çekildi. Aşağıdaki âyetlerle ay­nı konuları tamamlayıcı anlam ve ölçüde kocası vefat eden kadınların şer'î bekleme süresi anlatılıyor, bu durumda olan kadınlara açıktan ev­lenme teklifinde bulunulmaması, süre bitmeden gizli bir sözleşmeye gi­dilmemesi emr ediliyor. Böylece yaslı ve üzüntülü bulunan bir aileye her bakımdan saygılı ve ince davranılması hatırlatılıyor. Ancak evlenmeye is­tekli olduğunu erkek kapalı bir anlatımla çıtlatırsa bunda bir vebal olma­dığı   bildiriliyor. [172]

 

Meali  :

 

234__ Sizden  ölenlerin  geriye   bıraktıkları    eşleri,  kendi  kendilerine

dört ay on gün beklerler; bekleme süresini doldurunca artık kendi hakla­rında örfe uygun meşru biçimde yaptıkları şeylerden dolayı size günah ve sorumluluk yoktur. Allah ne yaparsanız bilir.

235— Bu durumda olan kadınlara evlenme isteğinizi kapalı bir şe­kilde çıtlatmanızda, ya da içinizde gizli tutmanızda size bir vebal yoktur. Allah bilir ki onları herhalde ammsıyacaksınız; ama meşru sözler dışında kendileriyle gizlice sözleşmeyin; gerekli şer'î bekleme süresi sona erme­yince nikâh akdine kalkışmayın. Bilin ki, Allah içinizde olanları (içinizden geçenleri) bilir. Artık Allah'tan korkup sakının ve yine bilin ki, Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak ve geniş sabır sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk yıllarında erkek ölüp geriye karısını bı­raktığında .kadın bir yıl evde bekler ve bu süre içinde ölen kocasının ma­lıyla geçimini sağlar, gereksinmelerini karşılardı. Bir yıl geçmeden evle-nemez, şahsî hürriyetini kullanamazdı. Bu durum, hem kadın için, hem ölenin diğer vârisleri için yararlı bir sonuç vermiyor, birtakım huzursuz­luklar doğuruyor ve kırıcı ölçüde sürtüşmelere yolaçıyordu. Yukarıdaki âyet her iki tarafın haklarını ve kişisel hürriyetlerini kullanmaları için bu, süreyi dört ay on güne indirmiş oldu. Nitekim Bakara sûresi 240. âyetin tefsirinde bu konuya tekrar dönüp iki âyet arasındaki bağlantıyı açıklama­ya çalışacağız. [173]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mâlik kızı Furay'â'ya.:

— «Farz olan şer'ı bekleme süren sona erinceye kadar evinde otu­rup bekle!»  buyurmuştur. [174]

«Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kadına ölü üzerine üç gün­den fazla (yas tutup) süslenmeyi terketmesi helâl olmaz. Ancak ölen ko­cası için dört ay on gün süslenmeyi terkeder. [175]

«Ümmu Seleme (R.A.) diyor ki: Bir kadın, Resûlüllah (A.S.) Efendi­mize gelerek dedi ki :

__ ya Resûiellah! Kızımın kocası öldü. Şimdi de gözü ağrıyor, ona sürme çekebilir miyiz?

Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) şöyle buyurdu :

— Hayır, ancak dört ay on gün sonra. Cahiliyye devrinde sizden bi­rinin kocası ölünce bir yıl beklerdi.» [176]

Sürme çekmek aslında süs sayıldığından men'edilmiştir. Ama ilâç ola­rak kullanmakta hiçbir sakınca görülmemiştir. Özellikle o devirde ArapYa-rımadası'nda sürme hem kadınlar, hem erkekler için gözlere sürülen ve rağbet edilen bir süs vasıtası olarak çok yaygın idi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kocası ölen bir kadını yabancı erkeklerin nazarından korumak için buna engel olmuştur. Âyette de bu hüküm çok açık biçimde belirtil­miştir.

«Kocası ölen kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün beklerler..»

Bu düzeyde olan kadınlar üç farklı durumdadırlar;

1.  Ölen kocasıyla cinsel yaklaşmada bulunmuş olan,

2.  Nikâh akdi yapılmış fakat cinsel yaklaşmada   bulunmamış olan,

3.  Gebe olan..

Konuyla ilgili âyetin açık anlatımından bu üç farklı durumda olan kadınların aynı hükmün kapsamına alındığı anlaşılıyor. Ama ne var ki Talâk sûresi dördüncü âyette: «Gebe kadınların İse bekleme süresi, do­ğum yapmasıyla son bulur.» cümlesiyle, gebe olan kadınlar bu hükmün dışında tutulmuştur. Diğer ikisinin bu hükmün kapsamında kaldığını ise, şu rivayet açıklığa kavuşturmuştur:

Büyük sahabi İbn Mes'ud (R.A.)den soruldu :

— Bir kadın evlendikten sonra koeası, henüz kendisiyle cinsel yak­laşmada bulunmadan ve mehir olarak bir nisbet belirlemeden ölürse, ka­dın ne kadar süre beklemelidir? Mehir hususunda tam bir mehir mi, yarı bir mehir mi verilmelidir?

İbn Mes'ud (R.A.) bu soruyu birkaç defa kendisine başvurulduğu hal­de cevaplandıramadı. Sonra ısrar edilince dedi ki :

— «Ben bu konuda sadece kendi görüş ve içtihadıma göre cevap veriyorum; eğer doğru verebilirsem bu Allah'tan ve Resûlündendir. Hata­lı bir cevap verirsem, o benden ve şeytandandır. Allah 've Resulü benim hatalı cevabımdan beridirler: Bu durumda olan kadına tam mehir verilir ve onun için şer'î bekleme süresi de gerekir ve aynı zamanda kocasına vâris de olur.»

Aynı mecliste bulunan Ma'kıl bin Yesar (R.A.) ayağa kalkıp dedi ki:

Ben   Resûlüllah   (A.S.)   Efendimizden   işittim,  Berva'   binti  Vâşık hakkında senin verdiğin hükmü verdi..»

Bunun üzerine İbn Mes'ud (R.A.) son derece sevindi ve Allah'a ham-detti. [177]

 

Kocası Ölen Kadinin Ağırbaşlı Davranması Ve Dikkatleri Üzerine  Çekecek  Biçimde  Süslenmemesi

 

Kadın, ruhî ve fizikî yapısına uygun bir hayat düzenine kendini hazırladığı oranda saygınlık kazanır. Böyle bir kadının ruhundaki du­yarlık ve incelik kelimelerle anlatılamıyacak özelliktedir. Aile yuvası onun bu duyarlık ve inceliğine daha anlamlı bir ağırbaşlılık ve saygınlık getirir. Az-çok kültürlü bir koca, böyle bir eşe ancak sevgi ve saygı duyar.

Kadının gerçek yapısı bu olunca, kocasını kaybettiğinde, arada gelişen bağın bir anda koptuğunu düşünmemeli; kocasına olan sevgi ve bağlılı­ğını dış görünümüyle olsun belgelemen ve kendine bir anda yönelen is­tekli gözler, sabırla sonucu bekleme zorunda kalmalıdırlar.

İslâm dini cinsler arasındaki bu tür ilgiyi belli bir ölçüde tutmak, ma­nevî çatısı çöken aile yuvasına şehvetle değil, saygıyla ve sadık bir dost gözüyle bakmayı sağlamak için kadının dört ay on gün beklemesini ve bu süre içinde süs eşyası takınmamasını, güzel koku sürünmemesini, göz alıcı, dikkat çekici giysilerden kendini uzak tutmasını, sürme ve benzeri tuvalet maddeleri kullanmamasını emreder.

Boşanma ve bir iki talâk nedeniyle bir süre ayrı yaşama durumunda ise, bu ölçü ve anlamda bir yasak konulmamıştır. Çünkü kooa yuvayı isteyerek dağıtmış, eşiyle arasındaki bağı acımasızca koparmış; böylece Alan katında sevilmiyen bir helâli işlemiştir. O halde boşanan kadın da­ha fazla tedirgin olmadan kendine uygun bir eş bulmak ve yine saygın­lığını sağlayacak bir çatı altına girme hakkına sahiptir. Bunun için örfe uygun meşru1 bütün yollar açık tutulmuş ve başkasına engel olma hakkı verilmemiştir. Bu durumda olan kadının süslenmeyi bırakmasında bir ya­rar yoktur.

Fıkıhta (İslâm Hukukunda) derin bilgi sahibi olan ilim adamlarımız bu konuda şöyle ictihadda bulunmuşlardır:

a)   Kocası ölen kadının şer'î bekleme süresince   süslenmesi,   güzel kokular sürünmesi ve benzeri çekici kıyafetler giyinmesi helâl değildir. Buna muhalefet eden olmamıştır.

b)  Rec'î talâkla kocasından ayrı duran kadın her haliyle süslenebilir.

ç) Bâin talâkla ayrılan kadın hakkında iki görüş var: En doğrusu, onun da süslenmesinde bir sakınca olmadığıdır. [178]

«Bu durumda olan kadınlara evlenme isteğinizi kapalı bir şekilde çıtlat­manızda, ya da içinizde gizli tutmanızda size bir vebal yoktur.»

Bu âyet üzerindeki yorumlar - rivayetler:

a)  Doğrusu ben evlenmek istiyorum,

b)  Şöyle şöyle bir kadınla evlenmek arzusundayım,

c)  Allah'tan karşıma iyi bir kadın çıkarmasını diliyorum,

d)  Kadına çok ihtiyacım var,

e)  En iyi bir kadınla evlenmek başlıca arzularım arasında bulunuyor.

Başta Buharı olmak üzere Mücâhid, Tavus, Ikrime, Saîd bin Cübeyr, İbrahim Nahaî, Şa'bî, e!-Hasen, Katade ve Zührî gibi değerli hadisoiler, tefsirciler ve fakihler; çıtlatmayı belirttiğimiz anlamlardaki sözlerle yo­rumlamışlardır.

«Kendileriyle gizlice sözleşmeyîn.»

Bu cümle üzerinde ise şu yorumlar yapılmıştır:

a) Zina etmeyiniz.

Hasan Basrî ve İbrahim Nahaî bu görüştedirler. Onlara uyanların sa­yısı hayli kabarıktır.

b} İbn Abbas ve Ali bin Ebî Talha'ya göre, «Ben sana aşığım ve sen­den başkasıyla evlenmiyeceğime yemin ettim» gibi sözler söylemeyin, demektir.

c) Mücâhid'e göre, «Kendini benim için hazırla, çünkü seninle evle­neceğim» demeyin, anlamınadır.

«Şer'î bekleme   süresi sona ermeyince nikâh akdine kalkışmayın.»

İddet (şer'î bekleme süresi) bitmeden nikâh akdinde bulunmak sa­hih değildir. Bu süre içinde akid yapıp evlenenleri hâkim ayırır. İddeti bi­tince yine aynı erkekle evlenmesi caiz ve sahih olur mu? Bu hususta iki farklı ictihad var:

1.  Cumhura göre, şer'î bekleme süresi bitmeden  nikâh akdi yapan ve hâkimin müdahalesiyle ayrılan çiftler, iddet bitince yeniden nikâh akdi yaparak evlenebilirler. Çünkü iddet içinde yapılan  nikâh akdi hükümsüz­dür.

2.  İmam Mâlik'e göre, bir daha o erkekle evlenemez; kendisine ebe­diyen haram olur. İmam bu içtihadını, Hazreti Ömer (R.A.)den yapılan şu sahih rivayete dayamaktadır;

«Hangi kadın iddeti içinde nikâhlanırsa kendisini nikahlayan erkek cinsel yaklaşmada bulunmadan hâkim onları ayırır; sonra kadın yine ölen ilk kocasından dolayı gereken iddetin geriye kalan kısmını tamamlar; id­det içinde onunla nikâh akdi yapan erkek, onu isteyenlerden biri olur; ama cinsel yaklaşmada bulunduktan sonra hâkim onları ayırırsa, bu kez kadın ölen kocasından dolayı gereken iddeti tamamladıktan sonra ikin­ci erkekten dolayı da yeni bir iddet tamamlar ve bu erkekle artık evlen­mesi haram olur.»

Nitekim İmam Şafiî de aynı içtihadı İmam Mâlik'ten naklen rivayet etmiştir.

Bunun nedeni ise, gerek kadın, gerekse erkek şer'î bekleme süresi bitmeden ilâhî sınıra- uymayıp evlenmeye kalkışmışlardır. Verilen hüküm ilâhî cezalardan biridir. Tıpkı mirasa bir an önce kavuşmak için murisini öldüren vârisin miras hakkından mahrum edilmesi gibi.

Ne var ki, İmam Şafiî, Kavl-i Cedid'inde «Bu erkekle o kadının idde­ti bitince yeniden evlenmeleri helâl olur,» demiştir. [179]

 

Kadına İkinci Kez  Evlenme Konusunda Verilen Serbesti

 

Şer'î bekleme süresini dolduran kadın örfe uygun meşru' biçimde kendine çizeceği yeni bir hayat plânından ancak kendisi sorumludur. İs­lâm dini burada da kadına, kocası ölüp dört ay on gün geçtikten sonra meşru ölçüler içinde serbesti tanımış; ne velisinin, ne de hâkimin karış­masına gerek olmadığını açıklamıştır.

«Örfe uygun meşru biçimde»

cümlesi de bu durumda olan bir kadının gayr-i meşru' bir yola sapma­sına, hayatını alt-üst edecek hatalı bir yola girmesine izin verilmiyeceği-ne işarettir.

Görülüyor ki, bu hususta iki yönden kadın hakları korunmuş ve örfe uygun meşru' yolda hareket etmesinde tamamen serbest bırakıldığı gibi, gayr-i meşru' bir yola girmesine de müsaade edilmemesi bildirilmiştir, is­lâm'ın bu iki hükmü de hem kadından yana, hem de aile ve sosyal yapı­dan yana bir rahmettir. [180]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âye.tlerle kocası ölen kadının dört ay on gün beklemesi gerektiğine dokunuldu ve bu süre bitince kadının meşru yoldan hareket ettiği takdirde tamamen kendi irâdesine bırakıldığına, yeni bir yuva kur­mada kendisine serbesti verildiğine işaret edildi. Sonra bu durumda oian kadının şer'î bekleme süresi bitmeden kendini süsten, başka erkekle açıktan ya da gizli anlaşmaktan koruması gerektiği belirtildi. Böylece ka­dının bazı hakları açıklandı; diğer bazı önemli haklarına aşağıdaki âyet­lerle dokunuluyor; daha çok erkeğin iyi niyetine ve samimi davranışına »reksinme duyan kadının boşandıktan sonra her türlü haktan mahrum Imesinin ilâhî adalete sığmıyacağına, iyilikten yana olan mü'minlerin ou haklan en güzel ölçü ve anlamda ödeyeceklerine dikkatler çekiliyor. [181]

 

Meali :

 

236—  Kendileriyle cinsel yaklaşmada bulunmadığınız ya da  bir me-hir takdir etmediğiniz kadınları boşarsamz, üzerinize bir günah ve sorum­luluk yoktur. Eli geniş olan kendi ölçüsüne, eli dar olan da kendi ölçüsü­ne göre, örfe uygun bir fayda ile onlara yarar sağlayın. Bu (daha çok) iyilik sevenler, iyilikte bulunmak isteyenler üzerine bir haktır.

237—  Eğer cinsel yaklaşmada    bulunmadan önce    onları boşar ve kendilerine   bir mehir de   belirlemişseniz, bunun yarısı onların hakkıdır; meğerki kadınlar bu hakkı bağışlamış olsunlar veya nikâh akdi elinde bu­lunan erkek affetsin. Ama (ey erkekler!) sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Bir de aranızdaki üstünlük ve iyiliği, fazilet ölçüsünü unutmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı görüp bilendir. [182]

 

İniş Sebebi

 

Ansardan bir adam, Hanîfe oğullarından  bir kadınla evlenmiş, fakat ona bir mehir takdir etmemişti. Evlendikten sonra ona el sürmeden, yani cinsel yaklaşmada bulunmadan  boşuyor. Bu durumda  kadına bir mehir verip vermiyeceğini ve bundan dolayı  bir sorumluluk gerekip gerekme diğini bilemiyordu.   Bunun üzerine   yukarıdaki    âyet   indi.[183] Resûlüllal (A.S.) Efendimiz ona: «Boşadığın kadını bir baş örtüsüyle bile olsa yarar landır,» buyurdu. [184]

 

Rivayetler – Yorumlar

 

Bu konuda müfessır ve fakihlerin vermiş olduğu çok geniş bilgileri aşağıda özetliyorum :

1.  Nikâh akdinde kadına  mehir takdir edilmez ve kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan boşanırsa, adam, kadına yarar sağlayacak öl­çüde bir hak verir: Bu hak İmam A'zam, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel'e göre vâcibdir.  İmam  Mâlik'e göre,  müstehabdır.  Bu  hak örfe göre takdir edilir.

2.  Şayet nikâh akdinde kadına bir mehir takdir edilmiş, fakat cinsel yaklaşmada bulunulmadan    boşanmışsa, kocanın    ona takdir edilen bu mehrin yarısını ödemesi gerekir. Bunun dışında ayrıca kadına yararlana­cağı bir hak vermek gerekmez,

3.  Biri, kadına yararlanacağı bir hak verilmesi gerekir şeklindedir; diğeri gerekmez, şeklindedir. Çünkü kadın bu durumda mehrin tamamı­nı alma hakkına sahiptir. Bu, İmam Azam'ın ve bir rivayete göre, İmam Ahmed'in içtihadıdır. Abdullah b. Ömer'den (R.A.) yapılan rivayete göre ise, boşanan her kadına yararlanacağı bir hak vermek gerekir; ancak ni­kâh akdinde kendisine mehir takdir edilip cinsel temasta bulunulmadan boşanan kadın müstesna; ona ancak yarım mehir verilir.

4.  Kadının yararlanacağı hakkın oranı nedir? :

Ibn Abbas'a (R.A.) göre, bu hakkın en yükseği bir hizmetçi tutmak­tır. Ortalaması, başörtüsü, entari ve üstlük olmak üzere üç giysidir. En azı bu orandan aşağı olanıdır. Sözü edilen üç giysi günün şartlarına ve örfüne göre ayarlanır.

İmam Şafiî de aynı görüştedir. Nitekim sahih rivayete  göre, Düyük sahabi Abdurrahman bin Avf (R.A.), karısını boşaymca ona yararlanacasiyah bir cariye vermişti. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin  sevgili torunu

Hz. Hasan (R.A.) ise boşadığı kadına on bin dirhem vermiş ve: «Bu,onunla aramızda kurulan   iyilik ölçüsü için azdır bile» demiştir.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bu hak normal mehrin yarısını geçmez. İmam Ahmed bin Hanbel'den yapılan bir rivayette, giyildiğinde namaz ca­iz olacak ölçüde bir giysi olması yeterlidir. Diğer bir rivayette, hâkimin takdirine bırakılır, denilmiştir. Âyette ise, bu hak, zengin ve fakirin malî yapısına göre takdir edilir, ölçüsü getirilmiştir ki bu ölçü müctehid imam­ların içtihadıyla tesbit edilmiştir.

5.  Nikâh akdinde mehir takdir edilmediği takdirde akid sahihtir; ka­dın bu hakkını gerektiğinde isteyebilir.

6.  Evlendiği kadına el dokundurmadan boşarsa : İmam Şafiî'ye göre sadece halvette bulunmaları mehrin yarısını ödemeyi gerektirir. Kadına el dokundurduktan sonra boşarsa mehrin tamamını vermesi vâcibdir. Bu-el   dokundurma    ister   hakiki    mânada,   ister    mecazî   anlamda    olsun farketmez. Âyette bunun için «mess» tabiri kullanılmıştır ki Şafiî'ye göre, bu cinsel yaklaşma anlamına mecazen gelir. El dokundurma anlamında ise hakiki manası saydır.

İmam A'zam'a göre ancak sahih bir halvet, mehrin tamamının öden­mesini gerektirir. Bu, cinsel yaklaşma anlamında da olabilir, karı-koca-nın yalnız bir odada başbaşa kalmaları anlamına da gelebilir. [185]

 

Boşanan Kadına Tanınan Hak

 

 Kadın ile erkek farklı yaratılmıştır. Birinin yaptı­ğını diğeri yapamıyabilir. Örneğin, çocuk doğurmak, onu emzirmek kadı­na hastır. Erkeğin fizikî yapısındaki güç ve dayanıklılık ruhuna kadar sirayet eder. Böyle bir güç ve dayanıklık kadında pek az raslanır bir özelliktir. O halde hayatın birçok alanlarında birbirini tamamlayan erkek ile kadın, evlenirken nasıl içten dışa vuran bir sevgi ve saygıyla birleşi­yor ve kaynaşıyorlarsa, ayrılırken de, boşandıkları zaman da aralarındaki fazîlet ölçüsündeki sevgi ve saygıyı unutmıyarak aynı doğrultu ve düzey­de aralarındaki konuyu sonuca bağlamalıdirlar.

Allah ve peygamberi, kendisiyle cinsel yaklaşmada bulunmadan bo­şanan kadının eliboş gönderilmesini hoş görmüyor, erkeğin malî yapısı­na göre, örfe uygun yararlanacağı bir hak belirleyip verilmesini emredi­yor. Bu emir, sadece fizikî ve ruhîyapısıyla cok zarif olan kadına hak tanımak, ona karşı merhametli davranmak gibi anlamlar taşımakta­dır.

Müctehid imamlar Kur'ân'ın kadından yana olan bu ilâhî emri, yine Kur'ân ve Hadîsin, örf ve âdetin ışığı altında tefsir edip rahmet saçan hükümler çıkarmışlardır. [186]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bundan önceki âyetlerle aile hukukundan bir bölüme yer verildi; ka­dın haklan açıklandı; ona ne zaman ve nasıl davranılmasına dokunuldu. Kur'ân'ın yüce hikmet ve metodlarından biri de ahkâmla ilgili her bölüm­den sonra ibâdetten, Allah korkusundan, âhiretteki hesaptan; cennet ve cehennemden sözetmek ve bununla ilâhî hükmün amaç ve maksadını be­lirleyip hukukî meseleleri iyi ahlâk ve faziletle birleştirip bütünleştirmektir.

Bu nedenle aile hukukunun bir bölümü açıklandıktan sonra namaza, özellikle VUSTA NAMAZ'a devam ve Allah huzurunda gönül yatışkanlığı ve derin bir saygı duygusu içinde tam edeple durma konusuna geçiliyor ve aşağıdaki âyetler daha çok bu hikmeti yansıtıyor. [187]

 

Meali

 

238— Namazlara, özellikle orta namaza (ya da daha üstün olan na­maza) devam edin, onu gerektiği gibi koruyun ve Allah'a saygı ve korku do!u bîr Gönül ile el bağlayıp durun.

239— Eğer (düşman ve benzeri bir tehlikeden) korkar da (belirlenen şekilde huzurda duramazsamz) yaya ya da süvari olarak (namazı kılın). Korkuyu atıp güvene kavuştuğunuzda, size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi Allah'ı anın, namazı yine (belirlenen şekilde) kılmaya devam edin.

 

İniş Sebebi

 

Resûiüliah (A.S.) Efendimiz öğle namazını ısının en çok arttığı bir vakitte kılardı. Ashaba bu namazdan daha ağın yoktu. Bunun üzerine öğ­le namazının daha faziletli olduğu bildirilerek yukarıdaki âyet indirildi. [188]

 

İlgili  Hadîsler

 

Zeyd bin Erkam (R.A.) diyor ki,:

  «Önceleri biz namaz içinde konuşur, yanımızdaki arkadaşımızdan bir şey sorar veya ona bir şey hatırlatırdık. Sonra, «Allah'a saygı ve kor­ku dolu bir gönül ile el bağlayıp durun!» âyeti indi. Biz de artık namazda konuşmayı  terkettik.» [189]

«Bizimle sizin aranızdaki ahid (sözleşme, anlaşma ve sınır) namaz­dır. Onu (farziyetinl kabul etmeyip) terkeden kimse kâfir olur.» [190]

Peygamber (A.S.) Efendimize soruldu :

  Hangi amel daha üstündür ?

  Vaktinde kılınan  namaz, diye cevap verdi. [191]

«Allah katında amellerin en sevimlisi, ilk vaktinde acele edip kılınan namazdır.» [192]

İbn  Mes'ud (R.A.) diyor ki:

  Müşrikler, güneş kızarıncaya ya da sararıncaya kadar Peygamber (A.S,) Efendimizi ikindi namazını    kılmaktan alıkoydular.    Bunun  üzerine Efendimiz : «Bizi orta ya da en faziletli namazdan (ikindi namazından) alıkoydular. Allah onların içlerini ve kalblerini ateş doldursun!» [193] bu­yurdu.

«Vusta (orta ya da en faziletli) namaz, ikindi namazıdır,» [194]

Hz. Âişe (R.A.)nin azadlı kölesi Ebû Yunus diyor ki:

— «Âişe Validemiz, kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve «Na­mazlara özellikle orta namaza devam edin!» âyetine gelince bana haber ver, diye tenbihte bulundu. Ben de bu âyete geldiğimde kendisine haber verdim. Bana onu şöyte yazdırdı : «Namazlara özellikle orta namaza ikin­di namazına devam edin!» Sonra da şöyle buyurdu: «Ben bunu (aynı öl­çü ve anlamda)  Resûiüliah  (A.S.)  Efendimizden işittim.» [195]

«Vusta (orta) namaz, ikindi namazıdır.» [196]

 

Vusta Namazı

 

Önce bu kelimeyi  çözelim :

Vusta : Evsafın te'nisidir. Bir şeyin vasatı, en hayırlısı ve en âdil olanıdır. Bu anlamda Kur'ân'da, «Sizi vasat bir ümmet kıldık» buyurulmuş-tur. [197]

Konumuzu oluşturan âyette önce genel ölçüde namazlardan sözedil-di, sonra bu namazlara dahil olan «Vusta Namazı» ayrıca anıldı. Tamim-, den sonra tahsis (genel ölçüden sonra özetlendirme) o şeyin faziletine de­lâlet eder.

SALÂT-İ VUSTA'yı    Iğrâ    yollu   (rağbetlendirme, sıkı   biçimde he-esini    artırma)    mensup    okuyanlar da  olmuştur.    Bunun    kural    ola­rak anlamı şöyledir:   Vusta   namazına rağbet   edin, ona   gerekli   olun!,

VUSTA NAMAZI'nın hangi namaz olduğu kesinlikle bilinmemekle bera­ber sahih rivayetlerin ağırlık kazandırdığı yorum bize ipucu vermektedir, aerek Ashab-ı kiramdan, gerek Tabiînden, gerekse değerli ilim adamla­rımızdan çok farklı rivayetler ve görüşler nakledilmiştir. Bunların çoğu sahihtir. Ağırlık, ikindi namazı olduğunu göstermektedir. Allah daha iyi­sini bilir. Bütün bu rivayetleri şöyle özetüyebiliriz :

1.  Sabah namazıdır.

Bu, Ashabdan Hz. Ömer, İbn Ömer, İbn Abbas, Muâz ve Câbir (R.A.) den; Tabiînden Ata', İkrime, Mücâhid ve Rebi' b. Enes'den rivayet edil­miştir.

İmam Mâlik ile İmâm Şafiî'nin de ictihadlan bu anlamdadır. Muvat-ta' ve Tirmizî'de bu rivayete yer verilmiştir. Çünkü Sabah Namazı meş-hud'dür; gece ile gündüz melekleri bu namaza hazır olur.

2.  Öğle namazıdır.

Bu, Ashab'dan Zeyd bin Sabit, Usame bin Zeyd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Hz. Âişe (R.A.)dan rivayet edilmiştir. Abdullah bin Şeddad diyor ki: «Bu, aynı zamanda İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadıdır.»

Salat-i Vusta'mn öğle namazı olduğuna dair Ebû Davud'da, Zeyd bin Sâbit'ten yapılan sahih bir rivayet de mevcuttur ki bunu iniş sebebinde nakletmiştik.

3.  İkindi namazıdır.

Bu, Ashabdan Ali bin Ebî Tâiib, İbn Mes'ud, Ebû Eyyub, Ebû Hüreyre ve İbn Ömer (R.A.Jden; Tabiînden Hasan Basrt, İbrahim Nahaî, Katade, Dahhak ve Kelbî'den  rivayet edilmiştir.

Bir başka rivayet ve tesbite göre, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ahmed bin Hanbel'in içtihadı bu anlamdadır. Tirmizî diyor ki: «Bu, ashabın ço­ğunun  görüşüdür.»

Mâverdî'nin, «Bu, İmam Şafiî'nin de görüşüdür» dediği bilinmektedir. Müslim kendi sahihinde bu konuda iki sahih hadîs nakletmiştir ki onları, ilgili hadîs bölümüne yazdık.

4.  Akşam namazıdır.

Bu görüşte olanların delili: Akşam namazının gündüzün aydınlığıyla gecenin karanlığı arasında kılınması ve öğle ile ikindi namazlarından bir rek'at az, sabah namazından bir rek'at fazla olması, bu nedenle de va­sat bir anlam taşımasıdır.

5.  Yatsı namazıdır.

Bu konuda seleften hiçbir sahih rivayet tesbit edilememiştir. Müteah-hirîn (daha çok hicrî beşinci asırdan sonra gelen ilim adamlan)ın bir kıs­mı bu görüştedir. Delilleri ise, bu namazın, kasır yapılmayan sabah ile ak­şam namazları arasında olması ve münafıklara en ağırgeîen namaz ola­rak  bilinmesidir.

6. Beş vakit namazdan biridir.

Her gün beş vakit namaz korunup devam edilsin diye «vusta nama­zı» belirlenmemiştir. Bunun gibi Allah, Kadir Gecesi'ni Ramazan'da, İca­bet saatini cuma gününde, İsm-i A'zam'ını diğer isimleri arasında gizle­miştir.

İbn Sirîn de aynı görüştedir. Rebi' bin Haysem'den sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Beş vakit namaza devam et, bu arada Orta Namaza da devam etmiş olursun.»

Bütün bu rivayetleri bir bir delilleriyle gözden geçirdiğimizde daha çok ikisine ağırlık verildiğini görürüz : Sabah ve ikindi namazı.. Bu ikisin­den de ikindi namazını tercih edenler çoğunluktadır. Çünkü bu hususta­ki sahih hadîsler daha çoktur.

Cuma namazı olduğunu söyliyenler de olmuş, bu namazın İslâm'da cemaatleşme şuurunu daha çok geliştirdiğini deli! olarak göstermişler­dir. [198]

Tekrar söyliyelim ki, madde ile mâna arasında denge kurmamıza en çok yardımcı olan ve bizi günlük hayatın üzücü ve yorucu havasından sıyırıp huzura kavuşturan namaz'ın önemini belirtmek için Allah, VUSTA NAMAZ deyimini anmıştır, [199]

 

Korkulu Anlarda Kılınan  Namaz

 

 «Eğer (düşman ve benzeri bir tehlike­den) korkar da (belirlenen şekilde huzurda duramazsanız) yaya, ya da süvari olarak namaz kılın.»

Buna   korkulu anlarda kılınan  namaz denir; daha çok savaşta düş­manla karşılaşıldığında uygulanan kendine has bir namaz şeklidir. Korku namazı iki kısma ayrılır: Biri bu âyette belirtildiği gibi yaya ya da süvari olarak hareket halinde ve kıbleye yönelme şartı   olmaksızın kılınan na­mazdır. Diğeri Nisa sûresinde 102. âyetle belirtilen namazdır.: «Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı se­ninle beraber namaza dursun, silahlarını da yanlarına alsınlar. Secde et­lerinde n (hemen sonra) arkanızda yerlerini alsınlar. Bu defa henüz na-noz Almayan diğer kısım gelip seninle beraber namaz kılsınlar......»

En tehlikeli anlarda bile insanla Allah arasındaki her türlü engeli kal­dırıp ruha üstün bir cesaret veren, kalbleri yatıştıran namaz gibi yüksek anlam taşıyan bir ibâdeti emreden İslâm'ın insanla yaradanı arasında na­sıl bir ilgi kurduğunu bilmem anlatmaya gerek var mıdır? Böyle anlarda ölümü önemsiz göstermek kadar sağlam bir eğitim metodu daha gösteri­lebilir mi?

Bu konuda yorumlar ve ictihadlar:

a)  Savaş sürüp giderken de namaz terkedilmez. Çünkü namazın bit­tiği ve terkedildiği yerde Allah'a uzanan yol kapanmış, insan ruhunu yü­celten basamak kırılmıştır.

Şafiî mezhebine göre böyle anlarda vakit daralmışsa, mü'min hem savaşır, hem de at üzerinde namazını kılar. Yaya ise, o vaziyette kılar. Bu durumda kıbleye yönelik bulunmak şart değildir. Çünkü bir şartın or­tadan kalkması diğer şartları beraberinde düşürmez. Rükû' ve secdeleri baş işaretiyle yaparken secde için biraz daha fazla başım eğer.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yaya olan kimse o vaziyette namaz kıl­maz, sonra imkân bulunca kaza eder. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hendek günü öğle ve ikindi namazlarını ancak güneş battıktan sonra kı-labilmişti. İmam Şafiî yukarıdaki içtihadını ilgtii âyete dayamaktadır. Hen­dek günü ise henüz korku namazı hakkındaki âyet inmemişti. Bu âyet o gün inmiş bulunsaydı herhalde Peygamber (A.S.)   Efendimiz  namazı ka­zaya bırakmazdı.

c)  İbn Abbas (R.A.)  diyor ki:

«Allah (C.C.) namazı Peygamberin diliyle memleketimizde eyleşik bu­lunduğumuzda dört rek'at, yolculuk halinde bulunduğumuzda iki rek'at ve korkulu anlarda bir rek'at olarak farz kılmıştır.» (1) Nitekim Tabiîn'in bü­yüklerinden Hasan el-Basrî ile diğer bazı ilim adamları bu rivayetle amel etmişlerdir.

d)  İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Cumhur-i ulemâya göre, korku nama­zı, rek'at sayısı bakımından diğer namazlardan farklı değildir. Hiç bir va­kit yalnız bir rek'at namaz kılmaya ruhsat verilmemiştir. [200]

 

Allah Huzurunda Saygı Ve Edeple Durmak

 

«Allah'a saygı ve korku dolu bir gönül ile el bagaj Sahih-I Müslim. kıyıp durun.»

Allah saygı gösterilmeye ve sevilip korkulmaya daha çok lâyıktır. Fert ve toplum İçin yüksek gayelere yönelik bulunan NAMAZ ibâdetini-yerine getirirken saygı ve terbiyenin, gönül yatışkanhğı ve ruh sadeliği­nin en üstün anlamını içimizde taşıyarak durmamız gerekir. Buna KUNÛT denilir. Konumuzu oluşturan âyette önce namaz konusuna dikkatler çe­kilmiş, korku namazından söz edilmiş, sonra da bu hususa yer verilmiş­tir. Böylece Alîah huzurunda kulluğumuzun gerçek ölçüsü ve içten dışa vuran samimiyetimizin renk ve mânası hatırlatılmak istenilmiştir.

Aslında KUNÛT , çok yönlü ve çok anlamlıdır, izah isteyen bir ke­limedir. Ama biz bu konudaki yorum ve rivayetleri özetliyoruz :

1.  İstîyerek, iç ve dış yapılarınızı birleştirip boynunuzu eğerek Allah huzurunda ibâdete durun!

2.  İbâdeti farz, vâoib, sünnet ve adabına göre yerine getirin!

3.  İbâdette dünya uğraşılarını unutup gönül yatışkanlığı ve kalb hu­zuruyla Allah'a  kulluk edin!

4.  Rükû1 ve secdeleri uzatarak ibâdeti (namazı) yerine getirin!

5.  Gözünüzü ve diğer organlarınızı haram ve şüpheli .şeylerden uzak tutarak ilâhî huzurda durun!

6.  Namazda kıyamı uzun tutarak huzurda kulluğun anlamını yerine getirmeye çalışın!

Buna işaretle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Namazın en üstünü, ku-nûtu uzun olanıdır (ayakta çok durulanıdır)» buyurmuştur. [201]

7.  Konuşmadan, sağa sola iltifat etmeden namazı kılın!

Nitekim İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki: «Önceleri Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz namaz kılarken biz kendisine selâm verirdik, O da selâmımızı ahrdı. Habeşistan'dan döndüğümüzde selâm verdik bu kez cevap vermedi. [202] Sebebini sorduğumuzda «Namazın kendine has bir meşguliyeti var!» bu­yurdu. [203]

 

Savaşırken De Namaz Kılmak

 

«Korkarsanız  yaya, ya da  süvari olarak kılın.»

İsîâm, insan ruhunu her yerde ve her alanda geliştirir, onunla Allah arasındaki engelleri kaldırır, mesafeyi kısaltıp yaratılan ile yaratanı bir-araya getirir. Allah ile beraber olmanın derin zevkine, ince mânasına eri­şen bir mü'min düşünün, böylesinin Allah yolunda feda etmiyeceği hiçbir varlığı yoktur.

Kendisi her şeyiyle birlikte Allah'ındır, emaneti her an teslim etmeye hazırdır. İşte insanı bu düzeye getiren en sağlam merdiven NAMAZDIR. Bunun için savaş meydanlarında bile düşman iie çarpışırken namazın kı­lınması emredilmiştir.

Evet, NAMAZ, yüce amaçlar uğruna can vermenin yüksek zevkini in­san kalbine işler. Vakti gelince ruhu doyuran NAMAZ'ı kılmaktan da­ha faziletli bir ibâdet yoktur. Bu ibâdet hem ruhî, hem de bedenî yönden insanı güçlendirir, şahsiyetini kazandırır ve kalbleri silik halden kurtarır.

Diyebiliriz ki, bir milletin büyüklüğü, o milleti meydana getiren fertle­rin sağlam bir inanca, gelişmiş bir vicdana, eğitilmiş bir kafa güoüne, hakka olan derin bağlılığına ve akıl ile zekâ ni'metlerini en yararlı konu­larda kullanmasına bağlıdır; hatta bununla orantılıdır. Bu bakımdan mad­de ile mâna, dünya ile âhiret, vicdan ile dış dünya, akıl ile imân, ilim ile ahlâk ve fazilet arasında denge sağlayamıyan milletlerin yaşama şansı pek azdır, yaşasa bile huzursuzdur, kararsızdır, karamsardır. [204]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Aile hukukunun bir bölümü açıklandıktan sonra, insanı ahlaken yük­selten, olgunlaştıran, günlük hayatın düzenli bir ölçüde yürütülmesini ko­laylaştıran, maddeyle mâna arasında tam ahenkli bir dengeyi sağlayan namazdan, özellikle orta namazdan bahsedildi.Aşağıdaki âyetlerle namaz­dan feyiz alan, ruh ve vicdanını arındıran mü'minlerden, kadınların hak­larına saygılı olmaları isteniyor. İster kocası ölsün, ister kendisi boşanmış olsun, her iki halde de kadının birtakım şer'î hakları vardır. Onları boynu bükük, eli boş kapıdışarı etmenin İslâm'da yeri olmadığı hatırlatılıyor ve gerek aile hukuku, gerekse şahsî hukuk konusunda çok dikkatli olmamı­za işaret ediliyor. [205]

 

Meali :

 

240—  Sizden ölüp de kadınlarını geriye bırakanlar, kadınları için ev­lerinden çıkarılmaksızın yılına kadar geçimlerini   karşılayacak bir intifa' vasiyyet etsinler. Bununla beraber evlerinden çıkarlarsa kendi haklarında örfe uygun meşru'  biçimde yaptıklarından    artık   size hiçbir sorumluluk yoktur. Allah çok üstündün çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.

241—  Boşanan   kadınlara da örfe uygun bir yarar sağlanması, Al­lah'tan korkup günah ve kötülüklerden sakınanlar üzerine bir haktır.

242—  Allah böylece size âyetlerini açıklıyonolakiaklınızıkullamrsıniz.

 

İniş Sebebi

 

Sahih rivayete göre Tâifli bir adam (ki Hars oğlu Hakîm olduğu söy­lenir) ana ve babasını, bir de karısıyla çocuklarını yanına alıp Medine'ye gelip yerleştikten sonra ani bir rahatsızlık neticesi öldü. Durum derhal Resûlüllah (A,S.) Efendimize bildirildi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet in­di. Peygamber (A.S.) Efendimiz o adamın malını çocuklarına ve annesiyle babasına taksim etti; karısına ise, bir hisse ayırmadı. Sadece kadının bir yıla kadar evde oturmasını ve bu süre içinde nafakasının karşılanmasını emretti. Kadın kendi arzusuyla senesi dolmadan evden ayrılmak isterse bu takdirde nafakasının kesileceğini hatırlattı ve mirasçılara bu yüzden bir sorumluluk gerekmiyeceğini söyledi.

Yapılan ciddi araştırmalara göre, bu hüküm, henüz miras âyetiyle bundan evvel şer'î bekleme süresi olarak dört ay, on gün hakkındaki aYet inmeden önceki döneme aittir. Sonra sözü edilen bu iki âyet inince, bir rivayete göre bunun hükmü tamamen kaldırılmış, başka bir rivayete 9ore bu sadece bir tavsiye anlamında  hükmü devam etmiştir. [206]

 

Âyetin Taşıdığı   Hüküm

 

Bu konuda farklı yorumlar ve rivayetler yapılmıştır:

a)  Müfessirlerden bir gruba göre, kocası ölen kadının kocasının evin­de bir sene kalabileceği ve bu süre içinde kocasının malından  nafakası­nın karşılanacağı bir hüküm olarak belirtilmiş;sonra bu.dörtayongün şer'î bekleme süresi hakkındaki âyetle; nafaka   durumu da Nisa süresindeki mîras âyetiyle kaldırılmıştır, Nitekim Buharî'nin İbn Zübeyr'den yaptığı ri­vayete göre, İbn Zübeyir bir gün Hazreti Osman'a :

  Bakara süresindeki   bu âyet, kendisinden   önceki âyet ve bir de Nisa süresindeki miras âyetiyle  hükmü kaldırılmıştır. Neden bunu tekrar Mushafa yazıyorsun?  demiştir.

Hz. Osman bu soruya şu cevabı vermiştir:

  Yeğenim! Kur'ân'dan hiçbir âyeti yerinden alıp  değiştiremem.,

b)  İbn Cerîr Taberî'nin Mücâhid'den yaptığı  sahîh rivayete göre,  bu âyet  mensûh değil (hükmü kaldırılmamıştır), muhkem (hükmü   kıyamete kadar devam eden ahkâmdan)dır.

İddet (şer'î bekleme süresi) dört ay, on gündür. Sonra Allah bu du­rumda olan kadınlardan iddetten sonra yedi ay yirmi gün daha kocaları­nın evinde kalabileceklerini ve bu süre içinde -kendilerine isabet eden mirasdan başka- nafakalarının karşılanmasının uygun olacağını, bunun da vasiyyet yoluyla bir hükme bağlanmasını kocalar üzerine bir hak ola­rak koymuştur. Ama kadın kendi arzusuyla evden ayrılırsa, ölen kocası ve kalan mirasçıları bundan sorumlu değildirler. Çünkü kadın bu konuda tamamen   serbest bırakılmıştır.

Kurtubiy'e göre, Taberî'nin bu tesbiti doğrudur ve rivayet yoluyla sa­bittir.

c)  Tabiîn'den Atâ'dan da yapılan rivayette, âyet-i kerîme kocası ölen kadın için  bir yıl iddet (şer'î bekleme  süresin)i gerekli kılan bir hüküm taşımamaktadır. Bu   bakımdan dört ay on gün iddetle ilgili  âyetle nesh olmamış (hükmü kaldırılmamış)tır.

Âyette sadece kadının kocasının ölümünden sonra kendisine yeni bir hayat yolu seçinceye ve geleceği hakkında isabetli bir düşünce dü­zeyine erişinceye kadar hiç olmazsa bir yıl evde kalması hususunda bir tavsiye vardır. Kadın dilerse bu tavsiyeye uyup bir yıl kalabilir, dilerse is­tediği zaman ayrılabilir.

Nitekim İmam Mâlik'ln Muvatta' adlı   kitabında naklettiği şu  rivayet

yukarıdaki görüş ve içtihadı kuvvetlendirmektedir:

«Malik kızı Furay'a, kocası öldürüldüğü için dışarıda kalmıştı. Kendi kabilesine dönmek için gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimizden fetva istedi ve şöyle dilekte bulundu :

  Ya Resûlallah! Kocam bana bir oturacak ev ve nafaka bırakma­dan öldürüldü. Kendi kabileme dönmek istiyorum; ne buyurursunuz?

Peygamber (A.S.) Efendimiz ona önce:

  Evet, kendi kabilene dön, diye emir verdi; ama az sonra onu ça­ğırtıp tekrar kendisini dinleme ihtiyacını duydu ve:

  Hayır, evinde otur: iddetin (şer'î bekleme süren) bitinceye kadar bekle.

Bunun üzerine kadın divor ki: «Kocamın evine döndüm, dört ay on gün oturdum.»

Yine sahîh rivayete göre, Hazreti Osman (R.A.) zamanında buna ben­zer bir olay meydana gelmişti. Doğru bir hüküm verebilmek için Resûlül­lah (A.S.) devrinde geçen bir olayı tesbit etmek gerekiyordu. Bu neden­le yukarıda söz konusu olan kadını çağırdı. Şimdi Hz. Osman (R.A.) ile bu kadın arasında geçen konuşmayı nakledelim:

Hz. Osman — Kocan ölünce Resûlüllah (A.S.) Efendimize başvurup durumunu belirlemek istediğin doğru mudur?

Kadın — Evet

Hz. Osman — Anlatır mısın?

Kadın — Kocam herhangi bir vasiyette bulunmadan ve bana bir ev ve nafaka bırakmadan öldürüldü. Durumu Resûlüllah'a arzettim; kendi abileme dönmek istiyordum. Resûlüllah (A.S.) önce kabileme gitmemi "ygun gördü, az sonra beni çağırttı ve tekrar dinledikten sonra, kocamın evine dönmemi ve iddetimi orada tamamlamamı emretti; ben de öyle yap­tım. (1) Bunun üzerine Hazreti Osman ferahladı ve meseleyi hükme bağ-

 ResûIüllah   (AS)  Efendimizin önce kadına kabilene dön diye emret-hS°nra> k°Can eVİne dön' iddetini orada imamla buyurması şu iki se- Ali hme baglıdlr: Ya ° sırada Resûlüllah  (AS.) Efendimiz ruhuyla bede-d       huzurunda bulunuyor, mâna âleminin esrar ve hikmetine dalmıştı. Bu an kadını iyice dinliye memişti. Ya da Cebrail yeni bir hüküm indirmiştir. [207]

 

Boşanan Kadına Örfe Uygun Bir İntifa Sağlanması

 

Bu konuda da farklı rivayetler ve yorumlar vardır:

a)  Tabiîn'den Said bin Müseyyeb'e göre, bu  âyetin hükmü,  Bakara süresindeki şu âyetle kaldırılmıştır:   «Eğer cinsel yaklaşmada   bulunma­dan önce onları boşar ve kendilerine bir mehir de belirlemişseniz bunun yarısı onların hakkıdır.» [208]

b) Itab b. Hasîf'e göre, bu, miras âyeti inmeden önce câri bir hüküm idi. Sonra miras âyetiyle hükmü kaldırılmıştır.

c} Abdullah bin Ömer'e (R.A.) göre, kendisiyle cinsel yaklaşmada bu­lunulmadan boşanan kadın müstesna, diğer boşanan bütün kadınlara in­tifa1 (bir yarar) sağlamak vâcibdir.

İmam Mâlik, İmam Şafiî, Abdurrazzak ve Abd bin Hamîd de aynı gö­rüş ve içtihatta bulunarak/ İbn Ömer'in içtihadını  benimsemişlerdir.

d) îbn Münzir'in Hazreti Ali (R.A.)den yaptığı sahîh rivayette boşa­nan her kadına -câriye de olsa- bir intifa1 (yarar) sağlanır,

Bu son rivayeti kuvvetlendiren ikinci bir rivayeti Beyhakî, Câbir b. Abdullah (R.A.)dan naklen şöyle rivayet ediyor: «Muğîre oğlu Hafs, karı­sı Fatıma'yı boşamıştı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hafs'i çağırdı ve: (Kadına bir yarar sağla, ona bir hak ver!) diye emretti. Hafs de: {Ya Re-sûlellah! Ona verecek bir şey bulamıyorum.) Diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.): (Hiç olmazsa yarım sâ' (yaklaşık 1.700 kg.) hurma olsun vermeye çalış!) buyurdu.»

Son iki rivayet kadın haklarını koruma, onlara boşandıklarında koru­yucu bir hak tanıma bakımından İslâm'ın genel kaidesine daha uygundur. [209]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetlerle aile hukukundan, kadın haklarından, boşanma ve sonuçlarından söz edildi; gerekli açıklamalar yapıldı. Ayrıca konuya ağır­lık verildi. Çünkü aile milletin temel taşını ve öz yapısını oluşturur. Bir ülkede hakları yeterince korunmayan ve sadece seks gözüyle bakıian ve sevilen, aynı zamanda ticarette bir vasıta haline getirilen kadınlar varsa, o ülkenin temeli bozulmuş, millî yapısı sarsıntı geçirmiş, sosya! Bünyesi rahatsızlanmıştır; artık o milletin yıkılması ya da tedavisi zor bir hasta­lığa yakalandığı için ölüm döşeğinde can çekiştirmesi pek yakın sayılır.

İşte Kur'ân yüce hikmetlerini akıl sahiplerine sergilerken, kadın hak­larından hemen sonra hürriyet ve bağımsızlığını kaybeden ve yok olma tehlikesiyle burun buruna gelen geçmiş milletlerden söz açıyor; Allah'a imân odağında birleşmiyen, insan haklarını korumaktan âciz kalan bir milletin, anarşinin kurban? olacağına ve bu nedenle o milletin ölmüş sa­yılacağına dikkatleri çekiyor.

Aşağıdaki âyet bilhassa düşünen ve hakka ino.nan milletlere tarihten bir tablo sunuyor. [210]

 

Meali :

 

243— Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla ülkelerinden çıkanları görmedin mi? O sebeple Allah onlara «Ölün !» dedi. Sonra da onları diriltti. Şüphesiz ki Allah insanlara karşı merhamet, şefkat ve yar-aım edicidir. Ne var ki insanların çoğu şükretmezler.

 

Yorum

 

İbn   Bfr milletin aüClü olması, insan sayısının çokluğuyla değil, faziletli, om, hakka inanmış nesillerin birbirini izlemesiyledir.

"r?hlikenin e" korkuncu, maddeyi amaç edinip tezelden zengin ol-1 hQdef seçen ve buna erişmek için ahlâk ve fazileti çiğneyen, sonra

da bu yüzden birbirini sevmiyen insanların millet bünyesinde çoğunluğu oluşturması ve böylece ruhla, kutsal değerlerle madde arasındaki den­genin bozulmasıdır. [211]

 

Milletlerin Yaşama Şansi

 

Daha önce de dokunduğumuz gibi, milletlerin de insan gibi, ömrü üç devreye ayrılır: Çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Çocukluk devri, sağlam bir inanç ve köklü bir gelenek üzere birleşip, bütünleşmesidir. Bu devrede aile yapısına gereken değer ve önem verilir; yaratanını bilen, irisan olma­nın derin anlamını ve hikmetini kavrayan, insanlıktan yana ne gibi hiz­metlerle yükümlü bulunduğunu, milletine ve ailesine karşı nasıl bir so­rumluluk taşıdığını idrâk eden nesil yetiştirilirse, o millet süratle gençlik devresine ayak basmış o!ur. Bu devre milletin geleceğini belgeler: Bir yandan ekonomik ve kültüre! yapı sağlamlaştırırken diğer yandan dinî ve millî hasletlere; güzel ahlâka ve feyizli bir eğitim ve öğretime kapı açık tutulur da ciddi hizmetler verilirse, gençlik devresi sürüp gider. Millet dimdik ayakta durabilme, varlığını koruma ve devam ettirme şansına eriş­miş olur.

Bunun aksine, yabancı kültüre bütün kapılar açık tutulur, kutsal de­ğerler, millî âdetler eğitim dışı bırakılır; neslin zekâsı geliştirildiği kadar ruhsal yapısı geliştirilmez, aklını kullanma yolları öğretildiği kadar vicda­nını kullanma yolları gösterilmez; modern dünyanın ortaya çıkardığı ma-kınalar büyük bir gürültüyle ekonomik yapıyı geliştirirken, insanlar gaye­siz, inançsız, insanlıktan yana sevimsiz yetiştirilirse, önüne geçilemiye-cek bir patlamaya ortam hazırlanmış demektir. Bu durumda fertler hem açgözlüdür, hem hırçındır; aile dengesiz ve düzensizdir. Sosyal yapı ise, dağınık ve perişandır. Artık milletin gençlik devresi hızla sona erer ve yaş­lılık devresi belirgin hole gelir; dönüşü mümkün olmayan bir yola giril­miş sayılır. Meğer ki Allah, o milletin bu hızlı yok olma yolunda son nefe­sini verirken, yeni bir nesil vücuda getirmiş olsun.

İşte yukarıdaki âyetle daha çok bu gerçeğe parmak basılıyor ve özel­likle inanan milletler uyarılıyor. Başka milletlere yem olmanın, onların ka­hır ve işkencesi altında yaşamanın ne büyük bir felâket ve ne acı talih­sizlik olduğunu anlayamıyanlar, hür ve bağımsız yaşamanın ne yüce bir nîmet, ne üstün bir bahtiyarlık olduğunu çok zor anlayabilirler.

Bu bakımdan her millet sahip olduğu kuşaklan belirtilen ölçü ve an­lamda, yani inançlı ve faziletli yetiştirmek zorundadır. Yoksa ülke düzen­sizlikten, kargaşalıktan, hakların çiğnenmesinden, fertleri birbirini sevmi-

yen bîr toplum olmaktan kendini kurtaramaz. [212]

 

Tarihî Yönü

 

«Ülkelerinden çıkanları görmedin mi?»

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'a inanan milletlerin önüne ibret dolu tarihî bir tabloyu sergilerken millî bütünlüğünü kaybedip ölüm korkusuyla ülkesin­den çıkan milletin kim olduğunu, sayısının ne kadar bulunduğunu açık­lamamıştır. Çünkü Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî hikmet, kesin tarihi ve sayıyı be­lirtmek değil, ibret alınacak oiayı en duyarlı noktasıyla yansıtmaktır. Ni­tekim âyetin ELEM TERE = Görmedin mi? sorusuyla başlaması, kalb ile görüp düşünmeyi hatırlatmak içindir. Bundan sonraki âyetle Allah yolun­da savaşmanın emredilmesi ve sonra da İsrâiloğulları'nın savaş hakkın­daki sakat tutumlarına ve ülkelerinden çıkarılmalarına dokunulması daha çok ölüm korkusuyla ülkelerini terkeden ve bu yüzden perişanlık içinde ölen milletin, İsrâiloğulları olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Bu konuda Tevrat'ta da bazı kayıtlar vardır. Bunu özetliyecek olur­sak tarihî bir olayı hatırlatmış oluruz :

Mısır'a Yusuf Peygâ'rnber'in gayretiyle yerleşme imkânı bulan İsrâii-oğulları, orada çoğalıp iş alanında başarılı olunca Mısır'ın asıl yerlileri kuşkulanmaya başlamışlar ve Fir'avn'ı onların aleyhine kışkırtmışlardı. İsrâiloğulları'nın maddeye karşı aşırı tutkusu birçok faziletlerin kaybol­masına, ya da unutulmasına neden olmuştu. Bu yüzden Mısır'da ekono­mik ve sosyal dengeyi bozmuş, millî gelirin önemli bir bölümünü kendile­rinden yana kullanılmasını becermişlerdi. Fir'avn onları imha etmeyi plân­lamış ve ilk önlem olarak yeni doğan çocuklarını yok etmişti. Bununla da sonuca kısa zamanda erişemiyeceğini anlayınca toplu halde imhayı dü­şünmüş ve bunun için birtakım hazırlıklara girişmişti. İsrâiloğulları ölüm korkusuyla Mısır'ı terketmek zorunda kalmıştı. Tevrat'ın Sayılar bölümün­de belirtildiği üzere bunlar 600.000 kişilik büyük bir topluluk halinde yola çıkmışlar ve Sina çölünde perişan olmuşlardı. Ruhla beden, maddeyle mâ­na, diğer bir deyimle dünya ile âhiret arasındaki dengeyi bozdukları ve yaşlılık devresine girdikleri için çölde kırk yıl dolaştılar, mevcut kuşak yok du. Tevrat'ın tabiri ile «Fakat size gelince, sizin leşleriniz bu çölde düşe-, k ve çocuklarınız kırk yıl çölde çoban olacaklar ve leşleriniz çölde telef °uncava   kadar sizin sadakatsizliğinizi taşıyacaklar.» [213] Çöl bu millete mezar oldu. İlâhî kanun yerini buldu. Yeni bir kuşak meydana geldi, İs-râiloğulları yeniden dirilme şansına erişti ve va'dedilen topraklara ayak bastılar.

Elbetteki Kur'an-ı Kerrm'i tefsir ederken birçok bilgilerin yanında tarih ve tarih felsefesini de iyi bilmek gerekir. Aksi halde israiliyata yer verilerek olay hedefinden saptırılmış olur. [214]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, Allah'a olan inançlarını yitiren ve maddenin karan­lık çukuruna yuvarlanarak Allah'ın kendilerine lütfetmiş olduğu niee ni­metleri unutup nankörlüğün ezici ve azdırıcı havasına giren İsrâiloğulla-rı'nın uğradıkları vatansızlık ve hürriyetsizlik felâketinden söz edildi. Sün-netullah'a uymadıkları   için ilâhî tokati hakettiklerine işarette   bulunuldu.

Aşağıdaki âyetle, Müslüman milletlere seslenilerek, İsrâiloğullan'nın tarih boyunca uğradıkları felâkete uğramamaları için, Allah yolunda sa­vaşmaları, bunun için günün şartlarına göre ölçülü bir stratejiye sahip bulunmaları hatırlatılıyor. Sonra da dayanışma şuuru içinde hareket edil­mesi, Allah yolunda harcanması gereken her şeyin sakınılmadan harcan­ması gerektiğine parmak basılıyor. Özellikle faizsiz, karşılıksız yapılan yardımların, verilen ödünçlerin Allah'a veriîmişcesine yüce bir anlam ta­şıdığı açıklanıyor. [215]

 

Meali :

 

244—  Allah yolunda savaşın, bilin ki Allah mutlaka işitir ve bilir.

245—  Kimdir  ki Allah'a   (faizsiz, karşılıksız) güzel bir ödünç versin de, Allah onu kat kat artırıp çoğaltsın?! Allah (şaşmayan kanunu ve sün­neti gereği) hem sıkıp daraltır, hem açıp genişletir ve ancak O'na döndü­rüleceksiniz.

 

Kur'ân İbret Alınacak Tarihî Bir  Olayı Sergiliyor

 

 «A"an yolunda savaşın.»

Ölüm korkusuyla ülkesini terkedip aşağılık çukuruna kendini iten milletlerin bağımsızlıklarını nasıl kaybettiklerine dikkatler çekiliyor. Savaş ruhunu taşımayan, ölümden korkan ve sadece yeme, içme, uyuma ve benzeri basit gereksinmeleri hayatın tek gayesi olarak gören toplumlar, ya da milletler kendilerini ölmüş bilmelidirler. Allah yolunda savaşmasını bilen inanmış bir millet her zaman diridir. Bunun için yeryüzündeki tuğ­yanı durdurmak, anarşinin önüne sed çekmek, faziletli nesiller yetiştir­mek için savaş zorunludur. Kur'ân bu nedenle kesin emir veriyor: «Allah yolunda savaşın!» diyor.

Kur'ân'ın bu yüce emri ve seslenişi, özellikle Son Peygamber Hz. Mu-hammed (A.S.) tfendimize inanan bahtiyar Müslümanlara yönelik bulu­nuyor. Gerek İsrâiloğullan'nın, gerekse benzeri milletlerin geçmişte uğ­radıkları zillete uğramamaları için mü'minlerin hem ruhî, hem bedeni ya­pılarıyla her zaman savaşa hazır olmaları ve bunun için büyük fedakâr­lıklara katlanmaları gerekiyor. Çünkü ölmesini bilmeyen milletler yaşaya­maz; Allah'ını tanımıyan milletler behîmî bir yaşayış sisteminden kurtula­maz; elde ettiği serveti yüce maksatlar uğruna harcamasını bilmiyen top­lumlar da madde esaretinden kurtulamaz, [216]

 

Allah Yolunda Savaşın Anlami

 

a) Allah sözü (Kelimetullah) daha yüee olsun, Allah'a inanmıyanların azgınlık ve tuğyanı durdurulsun diye savaşmak,

b) Din yalnız Allah'a olsun, O'nun indirdiği hak din belirgin hale ge-> üstünlük sağlasın, vatan ve millet korunsun diye savaşmak, batl1 dinlerin insanlığı,  yaratıldığı gayesinden uzaklaştırdığında e    akk'a karş| ten|jkejj bjr durum arzettiğinde, vatanın bütünlüğüne göz-saldırıya geçmek için hazırlandığında bâtılla savaşmak.

c)İnsanları Allah'a ulaştıran hakikat yolu varken,     mutlaka o yolu kesen, yolcularını    engelleyen    bir şer   ortaya çıkınca     onunla savaşmak,

d)  Belirtilen anlam çerçevesinde yapılan savaşları sadece silâhla de­ğil, aynı zamanda  kalemle, düşünceyle, irşâd ile, dayanışma ve  birleşip bütünleşme ile, eğitim ve öğretim ile, minber ve mihrab ile sürdürmek,

e)  Bu yolda Allah  için bir yardımda bulunurken ya da  ödünç verir­ken, bunun karşılığında faiz düşünmemek, Ashab-ı  Kiramın hayatını göz-önüne getirerek her şeyimiz Allah için, din için İslâm'ın ve Müslümanın azizliği için demek,

f)  İslâm   kültürünü milli   kültürün uyum sağlayan kısmıyla bütünleş­tirerek yaygınlaştırmak,  Kur'ân'ın çağa yönelik bulunan kapılarını ardına kadar açmak, Onun yüceliğini kalblere ve dimağlara  ilmin ışığıyla enjek-te etmek,

g)  Korkuya  kapılmanın, serden endişe duyup bir kenara  çekilmenin, nemelazımcıhğın uyuşturucu havasına girmenin  hiçbir zaman esenlik ge-tirmiyeceğini  ve hiçbir toplumu, ya da milleti  esenlik kıyısına ulaştırmı-yacağını bilmek, korkunun eceli engelliyemiyeceğini anlamak, Allah yo­lunda savaşmanın yolları ve metotlarıdır.

[217]

Allah Yolunda Savaşın Temel  İlkesi Allah'a Ödünç Vermektir   

 

 «Kimdir ki   Allah'a güzel bir ödünç versin?»

İslâm buna karz ismini vermiştir. Çünkü bu kelimenin lügat mâ­nası, kesip ayırmaktır. Allah sözü (Kelimetullah) daha yüce olsun, inan­mışlar hür ve bağımsız yaşıyarak Allah'ın dinini gönüllere işlesin diye mal ve servet sahiplerinin mevcut imkânlarından bir bölümünü ayırması, Al-Jah'a sunulan en güzel ödünçtür. Bunun karşılığının kat kat verileceği va'-dediliyor: Dünyada hür, âhirette hür yaşamak, Allah'ın .yereceği yüzlerce karşılıktan sadece biridir. Ne yazık ki, Müslümanların çoğu bu inanç ve anlayıştan yoksun yetiştiği için İslâm ülkeleri jasırtardir istikrar bulama­dı, arzuladığı huzura erişemedi. [218]

 

Faizsiz  Ödünç Vermenin Çeşitleri Ve Yolları

 

Karz'in iki mânası var: Biri faizsiz ödünç vermek, diğeri Allah'ın dininin yücelmesi için gereken yardımı yine Allah için yapmaktır. Karz'ı bu iki mânayla ele alıp İslâmın getirdiği ödünç verme ve yardımda bulun­ma prensipleriyle  değerlendirdiğimiz zaman şöyle bir  sıralama yapabiliriz :

1.  Zekâtı kuruşuna  kadar vermek, sosyal bünyemizdeki zayıflan, sı­kıntıda olanları güçlendirmek, zenginle fakir arasındaki  mesafeyi daralt­mak,

2.  Devlete karşı olan vergi ve benzeri vecibeleri, yükümlülükleri ye­rine getirmek ve böylece güçlü, itibarlı bir millet olma bahtiyarlığına eriş­mek,

3.  İnsanliğın saadet ve selâmeti için gönderilen   İslâm dinini yücelt­mekten yana her inanmış   kişinin ekonomik güaü oranında harcamada bulunmak,

4.  Din ve ülke düşmanlarınin saldırısından korunmak için orduyu ye-terinçe donatmak ve çağın şartlarına uygun  biçimde hazırlamak; bu ko­nuda gereken her türlü yardımı zamanında yapmak,

5.  Sosyal yapıda ihtiyaç sahiplerini   faizcilerin, tefecilerin   pençesin­den  kurtarmak ve yardımlaşmayı   birleştirici  bir   rahmete dönüştürmek için faizsiz ve karşılıksız ödünç vermek bu ölçü ve anlamda İslâm Ban­kası açmak,

6.  Ticarî alanda  istifçilikten, daha doğrusu        spekülatif anlamda­ki düşünee ve  düzenden, fahiş kâr sağlamaktan, kısa yoldan, tezelden zengin olma   ihtirasından kaçınmak,   servete erişmenin gaye değii, asıl gayeye ulaşmanın vasıtası olduğunu  bilmek ve bunu eğitim yoluyla ku­şaktan kuşağa aktarmak.

Unutmayalım ki ülkemizin uğrayacağı ekonomik krizin ve devlet bün­yesinde ortaya çıkacak  olan güçsüzlüğün  zararları hepimizi etkiler, Bu­nun için Kur'ân çok kısa fakat geniş anlam taşıyan bir cümleyle bu ha­latı hatırlatıyor: «Kimdir ki Allah'a güzel bir ödünç versin de, Allah onu kat kat ««irip çoğaltsın?!»

Konumuzu meydana getiren âyetin son bölümü ise, bu hakikati an-Vamıyanların  sıkıntıya uğrayacağına dikkatleri çekiyor:

«Allah hem  sıkıp daraltır, hem açıp genişletir ve ancak O'na döndürüleceksiniz.» [219]

 

Sıkıp Daraltma

 

A) Toplumun     bütünleştirici birer parçası sayılan fertler ilâhî ka-nunları bilmez, ya da bildiği halde ihtiraslarından ve maddeye olan tutku­larından ona uymazlarsa,   ilk tokatı bu kanunlardan yerler. İnsanlar bir bakıma  eşit yaratılmişlarsa da, birçok yönleriyle eşit yaratılmamışlardır: Kimi daha akıllı ve yetenekli, kimi daha güçlü ve cesaretli, kimi   bön    ve beceriksiz..

Tabii bu farklılığın bir takım nedenleri vardır; insanların hepsi aynı zekâ, güç ve yetenekle yaratılmış olsalardı ve hepsi de eşit imkânlara sa­hip bulunsalardı, hayat durur, mücadele sona ererdi. Dengesiz, bozuk bir düzen ortaya çıkar, birçok işler yüzüstü kalırdı. Böylece toplum sıkıldık­ça  sıkılır, daraldıkça daralırdı.

B)  Aşırı hırs, açgözlülük, maddeye karşı ölçüsüz zaaf   insanı yavaş yavaş yüce duygulardan uzaklaştırır, vicdanı   köreltip erdemlik bağlarını koparır. Durum bu düzeye gelince din, ahlâk, millet, vatan ve insanlık gi­bi kutsal kavramlar kelimenin dar kalrbı içinde kalır ve işte o zaman gö­nüller daraldıkça daralır; aile  ve sosyal   yapılarda huzur havası esmez olur.

C)  Bunaltıcı olan bu yollardan ayrılıp    toparlanmak, önce    Allah'a, sonra millete dönmektir. İşte bu da ilâhî kanun gereği ferahlatıcı bir ge­nişlik, mutluluk va'deden bir düzene yönelmektir.

Unutmayalım ki, sözünü ettiğimiz her iki yolun bitiminde de dönüşü­müz Allah'adır. Ama birinci yoi kararmış bir kalb, maddenin kiriyle kir­lenmiş bir ruh ve vicdan ile; ikinci yol ilâhî kanuna uymanın verdiği hu­zur ve vicdan berraklığj içinde gerçekleşir. [220]

 

Âyetler Arasında   Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle hakkı savunmak, düşmanın azgınlık ve küfrünü durdurmak; Allah sözünün daha yüoe olmasını sağlamak, İslâm'ın insan­lığa saadet getiren tek din olduğunu gönüllere işlemek ve İslâm ülkesi­nin bağımsızlığını ayakta tutmak için savaş ile emredildi ve sonra da hür­riyet ve bağımsızlık havası içinde yaşamaya, sosyal yapıyı dengede tut­maya dikkatler çekildi; bunun için de Allah'a ödünç vermemiz hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle bu şuura erişemiyen, ihtirasları yüzünden hakkı bırakıp maddeye kul olanların uğradıkları feci sonuçtan söz ediliyor ve ilâhî kanuna uymayanların hazîn tablosu sergileniyor. [221]

 

Meali  :

 

246—  Musa'dan sonra İsrâiioğulları'nın iteri gelenlerini görmedin mi? Hani peygamberlerinden birine : «Bize bir hükümdar gönder (ta'yîn et) de Allah yolunda savaşalım,» demişlerdi. O da: «Ya bir de savaş size farz kılınır da savaşmayacak olursanız?!» demişti. Onlar: «Bize ne olmuş da Allah   yolunda savaşmıyalım; gerçekten yurtlarımızdan çıkarılıp ailemiz­den ayrı bırakıldık» diyerek (bu hususta kararlı olduklarını bildirmişlerdi). Bunun üzerine savaş onlara farz kılınınca, pek azından başkası  (savaş­maktan) yüzçevirdiler. Allah ise zâlimleri çok iyi bilir.

247—  Peygamberleri onlara : «İşte gerçekten Allah size  Tâlût'u hü­kümdar gönderdi!» dedi. «Aa! ona bizim üzerimize hükümdar olma (yetki ve hakkı) neden? Hükümdarlığa biz ondan  daha çok  hak sahibiyiz (ve lâyıkız); hem ona mal (ve servetçe) bir bolluk da verilmiş değil» dediler. Peygamber (onların haksız tepkisine karşı) dedi  ki: «Şüphesiz  ki Allah onu sizin üzerinize seçmiş ve ona bilgide ve vücutta bir gelişme ve üs­tünlük vermiştir. Allah mülkü (saltanat ve hükümranlığı) dilediğine verir. Allah (mülk ve kudret cihetiyle) çok geniştir; O her şeyi bilendir.»

248—  Hem    peygamberleri onlara dedi ki: «Onun    hükümdarlığının alâmeti,  T a b u t 'un   size gelmesidir ki onda Rabbinizden bir gönül ya-tışkanlığı, Musa ve Harun hanedanından kalma bazı  (tarihî) eşya vardır; melekler onu taşıyıp getirecektir. Şüphesiz ki bunda sizin için -eğer inan­mış kimselerseniz- açık belge ve öğüt vardır.»

 

Olayin  Nedeniyle Birlikte Özeti

 

İsrâiloğulları yurtlan olan Filistin'den çıkarıldıktan sonra ülkesiz kal­ma bedbahtlığına uğradılar. Peygamberlerinden Aşmuil ya da Samuil'ef[222] başvurup Allah yolunda savaşmak istediklerini, bunun için de bir hüküm­dar tâyin edilmesini söylediler. Halbuki başlarına bu felâket gelmeden önce ne pegamberlere itibar ettiler, ne de Tevrat'ın gösterdiği yolda yürü­düler. Üstelik kendilerini Hakk'a davet eden bazı peygamberleri de öl­dürdüler. Böylece gizli ve acık bir putperestlik onlarda başgösterdi : Kimi altın ve gümüşe tapıyor, kimi altından yapılan bazı eşyanın önünde eğilip secde ediyordu. Hak dinin bağları yavaş yavaş kopmaya başlamıştı ki, Allah onları uslandırmak ve asıl değerlerine döndürmek için Filistinli'lerin tecâvüzüne ma'ruz bıraktı. Bu tecâvüz oldukça kanlı geçmiş ve İsrâil-oğullarından binlerce kişi öldürülmüş, malları yağma edilip yurtlarından kovulmalarına neden  olmuştu.

Bu arada içinde ilâhî ahid (Tevrat Levhaları) bulunan ve Musa Pey­gamberle Harun Peygamber ailelerine ait bazı tarihî belgeleri taşıyan Tabut (Sandık) da ellerinden alınmıştı ki bu onların her şeyi sayılırdı.

İşte İsrâiloğulları uğradıkları bunca kaybın ve çektikleri türlü elem ve ıstırapların intikamını almak için çırpınıp duruyorlar, düne kadar öl­dürmek istedikleri peygambere bu kez başvurup yardım istiyorlardı. İleri gelenleri toplanıp hal çaresi düşündüler; halkın felâket günlerinde mane­viyata daha çok sarıldıklarını düşünerek Samuil Peygamberden yardım dilemeğe karar verdiler. Ne var ki kendilerine pek güvenilrr.Jzdi; dönek insanlardı. Allah'tan fazla maddeye bağlı idiler; dünya saltanatı onların tek gayesi bulunuyordu. Bu nedenle Samuil Peygamber onlara seslene­rek : «Ya savaş üzerinize farz kılınır da savaşmıyacak olursanız?!» de­mek gereğini duymuştu. Nitekim sonuç peygamberin düşündüğü gibi ol­muştu. Onlar ancak, servet sahibi olup peygamber Harun soyundan ge­len bir kimsenin hükümdar olabileceğini savunurlardı. Samuil, her yönüy­le liderliğe lâyık olan Tâlût'u bu göreve atadı. Ama itirazla karşılaştı. İle­ri gelenlerin bu konudaki kıstası cok değişikti. [223]

 

Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Ölçüler Ve Hikmetler

 

Kur'ân-ı Kerîm'de önemli tarihî bir olaya kapı açılıp yaşayan insan-!ara Jbret do'u be|aeler sergilenirken, olayın detayı üzerinde durulmaz, tarihî anlatılmaz; sadece can noktalarına dokunulur ve inanmış kişilerin kafasını aydınlatacak, kalblerini harekete geçirecek bölümlere parmak basılır. İnsan aklının rahatça işleyebilmesine yardımcı olmak irin düşün­me melekesine, ya da bununla ilgili beyin merkezine sinyal verir.

İşte Kur'ân-ı Mecîd'in yüce hikmeti ve ilâhî metodu bu ölçü ve an­lamdadır.

İsrâiloğullan'nın, o zaman için de dünyanın en önemli ticarî merkezi sayılan, çevre ile ilgi ve bağlantı kurmada en uygun ülke durumunda bu­lunan, en verimli topraklar sayılan, aynı zamanda dünya nüfusunun ço-. ğunun yaşadığı Asya ile Afrika kıtalarında yer alan iki önemli bölge var­dı : Kuzey ve kuzeydoğu Afrika ile Ortadoğu. Bu nedenle Kür'ân daha çok bu iki merkez, ya da bölgeyle ilgilenir ve en önemli olayların, büyük peygamberlerin ve gelişmiş medeniyetlerin bu iki kıta üzerinde meydana geldiğine,  kurulup yıkıldığına özellikle dikkatleri çeker.

Konuyu ve gecen olayı, Kur'ân'ın sağlam süzgecinden geçtiği şek­liyle ele aldığımızda sekiz önemli uyarı ve hikmetle karşılaşırız:

1.  Hükümdar seçiminde ülkenin daha cok  ileri gelenlerinin rolü ve önemi  her devirde kendini geçerli bir güc olarak hissettirir. İslâm  buna (Ehl-i hall-ü akd) der. Yani  hükümdarı, ülkedeki ileri gelenlerden mese­leleri çözebilen, konulara nüfuz eden ve aklı eren kimseler seçer.

Ülkenin ileri gelenlerinin Peygamberle görüşüp bir adamı hükümdar olarak atamasını istemeleri bize şu gerçeği yansıtmaktadır: İslâm'da hükümdarlığa aday gösterilecek kimse hakkında daha çok dini bütün ilim adamlarıyla istişare yapılır, onların bu konudaki görüşü alınır. Seçi­lecek liderin her yönüyle bir üstünlük arzetmesi ideal şeklidir. Ama din­dar, cesur, akıllı, yetenekli ve dış görünüşüyle de göz ve gönül dolduru­cu olması gerekir.

2.  Düşmanı altedebilmenin, yeryüzünde  maddeyle mana, ruhla   be­den, dünya ile âhiret arasında sağlam denge kurabilmenin en uygun öl­çüsü, manevî güçle maddî gücü birleştirip  bütünleştirmektir. İsrâiloğul-ları'nda her yönüyle bozulan bu dengenin sağlanabilmesi için onlara gön­derilen peygamberlerin bir kısmı  iki önemli  görevi birden yüklenmiştir: Hükümdarlık ile peygamberlik. Davud  Peygamberle oğlu Süleyman Pey­gamber bunlardan  ikisidir.

İslâm ülkelerinde ise bugünkü şartlara göre de, liderin aynı zaman­da sağlam inançlı ve dindar bulunması şarttır.

3.  Savaşmasını  bilmiyen, sadece servet toplamakla uğraşan ve bu yüzden ölümden korkan topluluklarla  bir ülkeyi   korumak ve kurtarmak mümkün değildir. Hem düşmanın bir an önce kahredilmesini dilemek, hem ölümden korkup savaşmamak birbiriyle bağdaştınlamaz. İşte  bu anlayış ve tutum teinde olan İsrâiloğulları asırlarca hürriyet ve bağımsızlık nîme-tinden yoksun kalmışlardır.

4.  Allah yolunda, din, vatan ve ahlâk uğrunda gerektiği halde savaşmamak, toplumu ve ülkeyi daha çabuk ölüme götürür. Böyleleri hem ken­dilerine, hem de milletlerine büyük haksızlık etmiş olurlar.

5.  Seçilecek olan hükümdar, dini, ahlâkı, fazileti ve ülkeyi ciddi bir tehlikeye düşürmedikçe makamından alınmaz.

6.  Liderin değeri, soy ve servetle değil, bilgi, yetenek, cesaret ve öl­çülü beden yapısı iledir. Yani bu hususlarda bir üstünlük taşıması gere­kir. İlmin, yeteneğin ve akıllı olmanın üstünlüğü beden yapısının üstünlü­ğüyle ve güzel bir fizyonomik biçimle birleşince cok daha etkili olur.

7.  Allah, insanlar ve milletler için koymuş olduğu değişmiyen kanun­larına göre hükümdarlığın kapısını şahıslara açık tutar. Her millet kendi maddî ve manevî yapısına, ölçüsüne göre lider seçer. İlâhî Sünnete uyan­lar başarılı olur ve aynı zamanda milletine rahmet ve mutluluk havasını getirir.

8.  Geçmiş milletlerden  geriye  kalan tarihî belgeleri  hem  korumak, hem dikkatle incelemek ve onlardan gereken "Sers ve ibreti almak için tarihin derinliklerine göz atmak şarttır. Tabut içindeki belgelerin  İsrâil-oğulları'na bir kez daha getirilip verilmesi bir uyarıdır. Tarihini, tarihî de­ğerlerini   bilmiyen ve korumayan, geçmişiyle ilgilenmiyen, ona bir bakı­ma bağlı kalmayan bir millet hem ölçüsünü kaybeder, hem sağlam bir nesil yetiştiremez. [224]

 

Tarihi Yönü Ve Tevrat

 

AIIah size Tâlut'u hükümdar gönderdi.»

Tarihî yönü derken, aynı kaynaktan inen Tevrat ve İncil gibi semavî Kitapların bazı değişmelere rağmen, birleştikleri noktalar eksik değildir şuranda konumuzu oluşturan olay, Tevrat'ta da biraz değişik biçimde nıatılmışttr. Kur'an en son kitap olma özelliğiyle katıksız bir anlatım dü­zeyinde Tevrat'ta meydana gelen değişikliği doğrultur ve böylece aynı Kaynaktan kaynaklandıklarına birer örnek verir.

Asm?' Kur'ân'ın   Nebiy   (peygamber) diye sözünü ettiği zatın ;?muıi, ya da Samuel olduğu belirtilmiştir. Kur'ân'ın Tâlût diye bahset-xıgı nukumdardan Tevrat Saul diye söz eder.

Kav'm ise Samuel'in sözünü dinlemek istemedi; hayır, herhalde üzerine kümcf b'r hukümdar bulunmalı, biz de diğer gruplar gibi olarak bize hüarımız hükmetsin; önümüzde bulunup savaşlarımızı etsin, dediler.»

«Saul {Tâlût} kavminin ortasında durduğunda omuzundan yukarısı kavmin hepisinden uzun  idi.»

«Ama bazı yaramaz kimseler Sauİ için «Bu adam bizi nasıl kurtara­caktır?» diyerek onu tahkir edip bir hediye götürmediler.»

«Samuel bütün kavme: Rabbın seçtiği kimseyi (Saul'u) gördünüz mü? Çünkü kavmin içinde onun  benzeri yoktur dedi.» [225]

 

Tabut İsmi   Hakkında Yorumlar

 

«Onun hükümdarlığının alâmeti, Tobut'un size gelmesidir...»

Müfessirlerimizin çoğu Tabut'un, içinde Tevrat Levhaları bulunan bir sandık olduğunu söylemişler. Rivayete göre, bu sandık, Musa Peygam­berin vefatından sonra kıymeti bilinmediğinden ve İsrâiloğulları'nin, gön­derilen peygamberlere karşı sert ve hırçın davranmalarından dolayı Al­lah'ın bir uyarı cezası olarak ortadan kaybolmuş, daha doğrusu düşman­larının eline geçmişti. Şimdi Tabut hususundaki yorum ve rivayetleri sı-ralıyalım:

1.  Sandık.

2.  Kalb.

Daha çok tasavvufçulara ve bir de Râğıb el-Esbehanî'ye göre, gönül yatışkanlığının yeri sandık değil, kalbdir. Nitekim Tevrat'ta deniliyor ki î «Saul (Tâlût) Samuel'in yanına gitmek için döndüğü gibi Allah ona baş­ka bir yürek verdi.» [226]

3.  Altın tepsi.

4.  Tevb   maddesinden alınma bir kelimedir, mübalâğa ifade eden dönüp dolaşmak, demektir.

5.  Adem  Peygamber'den kalma bir Tabut.

Bu Tabut (sandık) içindeki tarihî belgeler şunlar olabilir:

a)  Musa Peygamberin Asa'sı,

b)  Harun Peygamberin Asâ'sı,

c) Her ikisinin Asâ'sı,

d). Tevrat'ın yazılı bulunduğu  bazı levhaların   kırık parçaları,

e)  Tevrat'ın ilk orijinal nüshası,

f)  Musa Peygamberle Harun   Peygamberin elbisesi, ayrıca üzerinde Tevrat'ın bazı bölümleri yazılı iki levha,

g)  Bir altın  leğen, Musa Peygamberin Asâ'sı,    Harun    Peygamberin sarığı ve levha  parçaları,

h) Asâ ile bir çift ayakkabı,

i) Âdem Peygamberden sonra gelecek olan bütün peygamberlerin resimleri ya da portreleri. [227]

Kur'ân-ı Kerîm'de bu sandıktan söz edilmesinin bir başka hikmet ve anlamı, tarihî eşyayı korumayı öğütlemektir. Çünkü tarihî değeri olan eserler tarihî olayların meydana gelişini daha doğru ölçü ve biçimde bel­geler ve araştırıcılara daha sağlam bilgi verir. Bunun da yararı inkâr edil-miyecek kadar büyük ve o oranda çok yönlüdür.

«Melekler onu taşıyıp getirecektir.»

Meleklerin bu sandığı koruyup taşıması ve getirip teslim etmesi ise bir mu'oizedir. Diğer bir yorumla, kaybolan sandığı, içindeki tarihî eşya zayi olmasın diye melekler devamlı korumuşlardır, denilebilir. [228]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, lider olmanın iki önemli niteliğinden söz edildi. Bu konuda üstünlük ve şerefi sadece mal ve servet sahibi olmakta gören İsrâiloğullan'nın ileri gelenlerinin nasıl yanlış ve anlamsız bir kıs­tas kullandıkları hatırlatıldı; bu arada maddeye yönelen, âhireti unutan bir milletin genel yapısında düzenin sağlanabilmesi için sürekli fakat gü­nün bütün şartları dikkate alınarak dinî eğitime ve din ahlâkına yer ve­rebilen ve kendisi de bu ölçüler içinde gelişen bilgili, kültürlü, cesaretli, ülke yararını koruyabilen, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda dengeli ve fırsat eşitliği esasların) bilip uygulama yeteneğini taşıyan lidere gerek­sinme bulunduğuna işaret edildi. Bunun için Tâlût sadece bir örnek ola­rak verildi. Sonra da tarihte milletlerin bu ölçü ve kavramların içinde ve dışında geçen hayatlarını iyice anlayabilmek ve ona göre bir yöntem uygulayabilmek için tarihî eserleri de gözden uzak bulundurmamanın gere­ği belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle lider vasfını kendinde taşıyan hükümdara özel­likle savaş günlerinde ve millî felâket dönemlerinde uymanın önemine dokunuluyor. Kararsız, itaatsiz, çıkarcı ve maddeci toplumların millet­lerini çok tehlikeli uçurumlara itmekten başka bir işe yaramadıklarına do­laylı yoldan işaret ediliyor. Bu düzeyde olan bir milletin, düşmanlara yem olmaktan kendini kurtaramıyacağı hatırlatılıyor. Ayrıca, Allah'a inanan bir milletin teknik ve imân gücüyle, sayısı çok olan düşmanı yenebileceği açıklanıyor ve buna bir de örnek veriliyor. [229]

 

Meâli :

 

249—  T â I û t   orduyla beraber  (işleri düzene koyup şehirden) ayrı­lıp çıkınca dedi ki: «Şüphesiz Allah bir ırmakla sizi deneyecektir; ondan su içen benden değildir; sadece ondan tatmayan bendendir, Ancak eliyle bir avuç alanlar müstesnadır (onlara izin vardır). Onlardan pek azının dı­şında diğerleri o sudan (doyasıya) içtiler. Ne vakit ki   T â I û t   ve bera­berindeki mü'mînler ırmağı geçtiler, (sağlam bir imân ve irfan sahibi ol­mayanlar): «Bugün    C â I û t 'a ve ordusuna karşı (durup savaşacak) gü­cümüz yoktur» dediler. Allah'a    kavuşacaklarını    kesinlikle  bilenler ise, «Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle-  üstün gelmiştir; Allah sabredenlerle  beraberdir» diyerek (teslimiyet ve tevekkül gösterdiler).

250—  Onlar ( o teslimiyet gösteren mü'minler) Câlût'a ve onun or­dusuna karşı (savaşmak üzere) çıkınca   (şöyle duada bulunup) dediler T(i: «Rabbimiz! Üzerimize sabır (güç ve kudretini) boşalt (tıpkı bolca ya­ğan yağmur gibi). Ayaklarımızı (savaş alanında, düşman karşısında) sağ­lam ve sabit tut ve bize, inkâr ve haksızlık içinde bulunan millete karşı yardım et!»

251—  Ve az sonra onları -Allah'ın izniyle-  bozguna uğratıp dağıttı­lar. (İnanmışlar  saffında yer aian) Dâvud ise Câlût'u öldürdü.  Allah da ona mülk ve hikmeti (saltanat ve peygamberliği bir arada) verdi ve dile­diğinden bazı şeyler ona öğretti. Eğer Allah insanların (azgınlık ve taş­kınlığını) birbirleriyle savmasaydı,   yeryüzünün düzeni herhalde   bozulur,

kargaşalık ortalığı kaplardı. Ama Allah milletlere karşı fazl-u kerem  sa­hibidir,                                                      i

252-— işte  bunlar Allah'ın âyetleridir! Onları sana bütün gerçeğiyle okuyoruz. Şüphesiz  ki sen gönderilen  Resullerdensin.

 

Olayın Nedeniyle Birlikte Özeti

 

Allah'a dosdoğru inanan bir lider ya da kumandan ,bütün çarelere başvurup savaş düzenine kendini hazırlayınca artık büyük bir ümit ve güvenle, sarsılmayan bir inançla hedefine doğru ilerler. Kuvvet ve kud­retin, başarı ve zaferin Allah'a ait olduğunu bilir. Bütün önlemleri aldık­tan sonra el kaldırıp ordusuyla birlikte duâ eder, yardım ister.

Bu arada samimi olan, hakk'a gönülden inanan askerlerini iyice ta­nımak için onları günün şartlarına göre bazı denemelerden geçirir. Böy­lece asıl kuvvetini belirlemiş olur. Bu ölçü, ya da vasıfta olan bir sultan, peygamber vârisi sayılır. Tarihte bu metotla yola çıkan sultanlar vardır, hepsi de zaferden zafere koşmuş, hem İslâm'ın, hem milletinin yüzünü güldürmüştür. Tarık b. Ziyadlar, Alpaslanlar, Selahattinler, Fatihler, Ya­vuzlar ve Kanuniler bunlardan  bir kaçıdır.

Allah, yeryüzünün düzeni bozulmasın ve bozgunculuk çıkarmak iste­yenler başıboş bırakılmasın diye insanların şer ve fitnesini yine insanlarla savmaktadır. Bu, milletler hakkında sürüp giden ilâhî sünnetlerden bi­ridir. [230]

 

Bu Olayla Kur'an'ın Yansıttığı Öğütler Ve   Hikmetler

 

1.  Lider ya da hükümdarın, milletlerin hayatında çok önemli rolü var­dır. Milletini zillet çukurundan çekip kurtaran büyük liderler olduğu gibi, milletini yükseldiği şeref düzeyinden esaret zilletine sürükleyenler de ek­sik değildir.

Bu bakımdan her millet liderini seçerken son dereoe dikkatli olma­lıdır. Özellikle Müslümanlar bu önemli hizmeti, Kur'ân doğrultusunda bu­lunan bilgili, kültürlü, yetenekli ve cesaretli kişilere vermesini bilmelidir­ler. Çünkü Tâlût gibi değerli bir lider ve kumandanı, devrin peygamberi seçip görevlendirmiştir. Kendisine inananlar az olmalarına rağmen umul­madık bir zafer sağlamışlardır.

2.  Değerli bir hükümdar, önemli konularda milletinin  nabzını yoklar, ona göre bir strateji hazırlar.  Kendini milletine kabul ettiremiyen  liderler yalnız kalmış sayılırlar. Bu durumda öylesinden   hizmet ve başarı bekle­nemez.

3.  Zaferi sayı çokluğunda değil, imân ve irfanda aramak gerekir. Ni­ce gönülden inanmış az bir topluluk, inanmamış çok toplulukları -Allah'ın

izniyle- mağlub etmiştir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Bedir Savaşı, İs­tiklâl Mücâdelemiz bunun güzel örneklerinden ikisidir. Tâlût'un zaferinde simgelenen hikmet de sadece budur.

4.  Sayı çokluğuna ve girişilen savaşta bir an için üstünlüğü sağla­maya aldanip Allah'ın yüce kuvvet ve kudretini unutmak ve böylece za­ferin verdiği sarhoşluk  havasına  kapılıp kendini  kaybetmek felâket ve aşağılanmanın ilk belirtisidir.

5.  Savaş milletler için bir bakıma zorunludur ve aynı zamanda ilâhî kanun gereğidir. Yoksa yeryüzünün   düzeni   bozulur;  milletler   arasında anormal biçimde meydana gelen dengesizlik insanlığın sonu olabilir. Azıp sapıtanları,  kendi  milletinin  ekonomik,  sosyal  yapısını   sağlamlaştırmak için başka milletlere saldıranları durdurmanın yollarından biri de savaştır. [231]

 

Tarihî Yönü

 

Tâlût ordusuyla birlikte Filistinlilere ve onları sevk ve idare eden Câ-lût'a karşı çıkıp savaşmıştır. Sözü edilen ırmağın Şeriâ nehri olduğu söy­lenir. Tevrat'ta da aynı konu anlatılır; şu farkla ki, Tâlût'un Şeriâ ırmağın­dan su içilmemesi konusunda emir verdiği anlatılmaz. Ced'un adında bir kumandanın böyle yaptığına, yani askerlerinin ırmaktan su içmemelerini tenbih ettiğine yerverir. Kanaatimce bu ayrı bir olaydır ki Tâlût olayı ile karıştırılmamalıdır.

Tevrat, Tâlût ile beraber 600 kişinin kaldığını, çoğunun ise savaşa katılmadığını kaydeder. [232]

Bu konuda klâsik tefsirlerimizde birçok aslı olmayan rivayetlere yer .verilmiştir. Ayrıca bir kaç tane de zayıf ve münker hadîs nakledenler de olmuştur.

Kur'ân, yukarıda da belirttiğimiz gibi yüksek hikmetleri, ibret alına­cak noktalan sıralar; belli bir sayı üzerinde durmaz. Çünkü buna gerek de yok. Şevkanî de Fethulkadîr'de klasik tefsîrlerdeki rivayetleri kısmen naklettikten sonra çoğunun zayıf ve uydurma olduğuna dikkatleri çeker. [233]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

.Bundan önce Allah'ın, milletlerin hayatıyla ilgili şaşmaz sünnetinden edildi; Hakk'a İnanan bir milletin maddî ve manevî güçleri bir araya getirip bütünleştirdiğinde, hem inkâr içinde bocalayan milletlere karşı üs­tünlük sağhyacağı, hem de uzun ömürlü olacağı belirtildi. Bir peygamber tarafından hükümdarlığa atanan ve liderlik vasfını kendinde toplayan Tâ-lût buna örnek verildi.

Savaştan maksat, başka ülkeleri emperyalist bir düşünceyle istilâ etmek, kaynaklarını ele geçirmek değil, yeryüzünde düzeni bozan, insan­lığı tehdid ve tedirgin eden, azgınlık ve tuğyan içinde bulunan milletleri, toplumları doğru yola getirmek, fitneyi durdurmaktır. Allah ismini en yü­ce kılmak, gönülleri Allah sevgisiyle doldurmak, insanlığa rahmet, mutlu­luk ve erdemlik kapılarım açan hak dinin yayılmasını engelleyenleri te­sirsiz hale getirmektir.

Aşağıdaki âyetle, milletlere ve kabilelere yön veren, yok olmak üze­re bulunan toplumların elinden tutup kurtaran peygamberlerin bir kısmı­nın diğerinden derece bakımından üstün kılındığı anlatılıyor ve buna açık misaller veriliyor, böylece ümmetler arasında bütün peygamberlere karşı sevgi ve saygıda denge sağlanması isteniliyor. [234]

 

Meali

 

253— İşte bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; onlardan, Allah'ın kendileriyle söyleştiği kimseler vardır ve bir kısmının da derece­lerini yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık belgeler verdik ve onu Rû-

hulkuds (Melek Cibril) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi bunların ar­kasından gelen (ümmet)ler kendilerine açık belgeler geldikten sonra ar­tık birbirlerini öldürmezlerdi. Ama (her şeye rağmen) ayrılıp sürtüştüler: Kimi imân etti, kimi küfre saptı; fakat Allah dileseydi birbirlerini öldürmez­lerdi. Ne var ki Allah dilediğini işler.

 

İlgili Hadisler

 

«Hiç bir peygamber yoktur ki ona verilenin benzerine insanlar (daha önce) inanmış olmasın. Bana da verilen, Allah'ın vahyettiğidir (ki bu en büyük mu'cizem Kur'ân'dır). Kıyamet gününde bana uyanların daha çok olacağını ummaktayım.» [235]

«Bana beş şey verildi ki, onlar benden önceki hiç bir peygambere verilmemiştir:

1.  Bir aylık mesafeden (düşmanlara) korku salmakla yardım gördüm,

2.  Yeryüzünün her tarafı benim için  namazgah (namaz kılınan  yer) ve temizlik nedeni kılındı. Ümmetimden herhangi bir adam (temiz olmak şartıyla, nerede olursa olsun) namaz vaktine erişirse namazını kılsın,

3.  Ganimetler bana helâl kılındı, benden önoe kimseye helâl kılınma­dı,

4.  Şefaat (makam ve yetkisi) bana verildi,

5.  Peygamber(ler) sadece kendi kavimlerine gönderildi; ben ise bü­tün insanlara gönderildim.» [236]

«Peygamberler üzerine altı şey ile üstün tutuldum:

1.  Sözlerin  (hüküm  ve hikmetleri) toplayıcı  ve çok anlamlı olanları bana verildi.

2.  (Düşmanın kalbine) korku salmakla yardım gördüm.

3.  Ganimetler bana heiâl kılındı.

4.  Yeryüzünün her yanı bana namazgah ve temizlik nedeni kılındı.

5.  Ben bütün milletlere (ya da insanlara) gönderildim.

6.  Peygamberler (peygamberlik) benimle son bulup mühürlendi.» [237]

«Peygamberler arasında tahyir yapmayın (filân falandan daha hayır­lıdır demeyin).» [238]

«Peygamberler arasında tafdîl yapmayın (filân falandan daha fazilet­lidir, demeyin)» [239]

«Rabbim katında ben âdem  oğullarının en azizi  ve en saygıdeğeri­yim.» [240]

«Beni Musa'dan daha faziletli tutmayın!» [241] «Beni Musa'dan daha hayırlı tutmayın!» [242]

 

Peygamberler Arasında Derece  Farkı

 

«İşte bu peygamberlerin  kimini kiminden üstün kıldık.»

Peygamberlerin hepsi de faziletli ve hayırlıdırlar. Hepsi de ayni pı­nardan içmiş, aynı kaynaktan kaynaklanmıştır. Hepsi de günahlardan ko­runmuştur; son derece zekidirler. Allah'tan aldıkları buyrukları eksiksiz yerine getirirler; tek bir kelime eklemeden olduğu gibi korurlar. Nitekim yukarıdaki hadîslerde Resûlüllah (A,S.) bu hususu şüphe götürmeyecek anlamda açıklamıştır.

Bizler mü'min olarak, bütün peygamberlere inanır, hepsini de sever sayarız: İsimlerini açıklayarak : «Filân peygamber falan peygamberden daha üstündür, ya da daha hayırlıdır» demeyiz. Peygamberler arasından hiçbirini ayırtetmeyiz. «Allah'ın peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırtetmeyin.» [243] âyetinde belirtildiği ölçü ve anlamda onlara inanır, şanlarını yüceltiriz.

Ne var ki, peygamberlerin gönderildikleri kavim ve milletlerin nüfus sayısına, sosyal yapısına ve uygarlık ölçüsüne göre ve bir de kendilerine indirilen kitab'a, sahifelere ve kendilerinden önceki kitaplara ve insan­ları uyarma ve irşadlarına göre dereceleri farklıdır. Allah kimini resul olarak görevlendirmiş ve kendisiyle söyleşmişîir. Kimine kitap indirmiş, ki­mine birkaç sahife Vermiştir. Kimini sadece bir kavme, kimini bir millete

göndermiştir. Kimini birçok mu'cizelerle desteklemiş, kimini Rûhulkuds ile kuvvetlendirmiş, kimini babasız yaratmıştır. Hz. Muhammed'i de (A.S.) bü­tün milletlere son peygamber olarak göndermiştir.

Derece farkı, ne de olsa aldığı görevin ağırlığı ve tebliğ ettiği esas ve prensiplerin ölçüsü, seslendiği kavmin çeşitli durumlarına göre basa­maklar biçiminde birbirini izler. Bununla beraber bazı hadîslerde «daha hayırlıdır», «daha üstündür» şeklinde bir ayrım yapmayın diye tenbihte bulunulmuştur. Bunun birçok nedenleri vardır; önce şunu belirtelim ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, dinî kültürü gelişmemiş veya aşın derecede taassuba bağlı kalmış kişiler arasında -ayrı d'me bağlı bulunuyorlarsa-gereksiz bir tartışma, sürtüşme, iddialaşmaya meydan vermemek için bu­nu hatırlatma gereksinmesini duymuştur: «Beni Musa'ya tafdîl etmeyin (Ondan üstündür, demeyin)» buyurmuştur. Aynı zamanda bu, derin ve köklü olgunluktan gelen tevazuun bir başka anlatımıdır.

Buharî'nin sahih rivayetle Ebû Hüreyre (R.A.)den şu hadîsi naklet­mesi konuyu daha güze) açıklamaktadır:

«Biri Müslümanlardan, diğeri Yahudîerden iki adam birbirine sövüp hakarette bulundular. Müslüman olan : «Muhammed'i (A.S.) âlemler üze­rine seçip beğenen Allah'a andolsun...» diyor. Yahudi de : «Musa'yı âlem­ler üzerine seçip beğenen Allah'a hamdolsun,» diyerek karşılık veriyor. Bunun üzerine Müsiürnan öfkeleniyor ve Yahudinin yüzüne bir tokat vu­ruyor. Yahudi durumu gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimize anlatıyor. Efen­dimiz, o müslümanı çağırıp durumu soruyor, o da olayı aynen anlatınca, buyuruyor ki: «Beni Mûsâ üzerine tahyîr etmeyin (ondan daha hayırlıdır, demeyin). Çünkü insanlar kıyamet gününün dehşetinden yıldırım çarpmış (gibi) o gün bayılıp düşecekler. Ben. de onlarla birlikte yıldırım çarpmış (gibi) olacağım. Ne var ki ilk aydan ben olacağım, ayıklığımda ne göre­yim, Musa Arş'ın bir kenarına sıkıca tutunmuş duruyor; artık bilemiyo­rum, Musa da bayılanların içinde miydi, benden önce mi ayıldı, yoksa bay­gınlık geçirenlerden ayrı tutulanlardan mıydı?..»

Bu ve benzeri hadîslerle, üstünlüğü, hayırlılığı anlatan hadîsler ara­sında bir uyumsuzluk, çelişki var mıdır? Hakikatte böyle bir çelişki ve uyumsuzluk yoktur ve düşünülemez de. Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, daha çok şu hususları dikkate alarak böyle bir tavsiyede bulunmuştur:

a) Bu anlamda olan hadîsler.bir ihtimalyhenüz konuyla ilgili âyet inme-aen söylenmiştir. [244]

b)  Resûlüllah (A.S.)   Efendimiz   peygamberlerin en üstünü olduğunu bildiği halde sırf tevazu göstererek böyle buyurmuştur.

c)  Peygamberler arasında, dinlerine ifrat derecede bağlı olup iddia-laşan farklı dinlere bağlı kişilerin bir ayrım yapmalarını ve bu yüzden bağ­lı bulunmadığı peygamberi   küçük düşürücü   anlamda söz sarfetmelerini önlemek amacıyla söylenmiştir. Müslümanlar da böyle bir havaya girmesin­ler  diye yumuşatıcı bir anlatım yolu seçilmiştir.

d)  Peygamberlik yönünden, gelip geçen bütün peygamberler arasın­da bir fark olmadığını, farkın sadece yüklendiği görevin ağırlığı nisbetin-de bir takım dereceler anlamında olduğunu anlatmak istemiştir. Nitekim Kur'ân'da bu gerçeğe dokunularak : «(Allah'ın) peygamberlerinden hiç bi­rini  (diğerinden) ayırd etmeyiz» buyurulmuştur. [245]

e)  Allah katında biri diğerinden üstün olabilir, çoğunun dereceleri ol­dukça farklıdır.  Ama insanların   çoğu bu üstünlüğün iç yüzünü bilmedi­ğinden Peygamber (A.S.) onların böyle bir ayrıma gitmelerini uygun gör­memiştir. Çünkü Kitap ehlinin kendine göre bir taassubu vardır, ona do­kunulduğu gün sürtüşmeye kapı   açar ve düşmanlık havasını estirmeye başlar. Bu da İslâm'ın cihan dini olma özelliği ve niteliğiyle bağdaşmaz.

Bütün bu yorum ve rivayetlerden, âyeti açıklar anlamda tefsir eden, kanaatımca (b) maddesidir. Nitekim Rahmet Peygamberi (A.S.) Efendimiz buyuruyor ki:

«Ben âdem oğullarının ulusu ve eföhdisiylm, ama bununla övünmü­yorum.» [246]

«Rabbim katında ben âdem oğullarının en azizi ve en saygıdeğeriyim, (ama bununla övünmüyorum).» [247]

 

Peygamberler  Arasındaki Farklı Dereceler

 

Bu konuda "10'un üstünde âyet-i kerîme vardır. Onları özetliyeoek olursak, konumuzu oluşturan âyet ile Bakara süresindeki diğer bir âyet buna yetecektir:

1. Muhammed (A.S.) Efendimiz hakkında:

«Biz seni bütün İnsanlara gönderdik.» [248]

«Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» [249]

2.  Mûsa hakkında (Salât-u selâm ona oisun) : «Onlardan Allah'ın kendileriyle söyleştiği kimseler vardır.»

«Allah   Musa'ya seslenip   konuştu (ğu gibi sana   da vahiy indir­dik).» [250]

Âdem Peygamber (A.S.) hakkında Peygamberimiz (A.S,) den soruldu: — Âdem mursel bir peygamber midir?

__ Evet, o   kendisiyle  söyleşilen bir peygamberdir,

Diye cevap vermiştir. [251]

3.  İsâ  (A.S.) hakkında

«(Biz) onu Ruhülkuds (CibriP ile destekledik.» [252]

Görüldüğü gibi, sözünü ettiğimiz dört peygamber arasındaki derece farkı Resülüliah (A.S.) Efendimizin risâ!et-i umumiye, diğerlerinin ise ri-sâlet-i hususiye ile gönderilmesidir. Âdem'e birkaç sahife; diğerlerine ise kitap indirilmiştir. [253]

 

Sünnetullah

 

Allah'ın Yeryüzünde Milletler Arasında  Denge Sağlayan Kanunu)

«Eğer Allah İsteseydi bunların ardından gelen (Ümmet)ler birbirlerini öldürmezlerdi.»

«Fakat Allah dileseydi birbirlerini öldür­mezlerdi.»

Yukarıda mealini yazdığımız Kur'ân'dan iki cümle bize Sünnetullah hakkında bilgi vermektedir. Şüphesiz ki Allah isteseydi bunca âyet ve mu cizelerden sonra ümmetler arasında bir tartışma, vuruşma ve öldürüşme olmaz, hepsi de uyum içinde barış havasına girerlerdi. Evet, Al­lah'ın kudreti böyle bir hava oluşturmaya elbetteki yeterlidir. Ama niçin dilemedi? Bunca vuruşmalar, öidürüşmeler, düşmanlıklar, kanlı savaşlar meydana geldi. Sekiz defa üstüste Haçlı Seferleri düzenlendi, başta pa­pa olmak üzere Hıristiyan din adamları bunun öncülüğünü yaptı; yüzbin-lerce insan kanı döküldü ve sonuç olarak iki tarafa da yarar sağlamadı. Ancak kutuplaşan ayrı din saliklerinin birbirlerini yakından görme imkânı doğdu ve Batı âlemi, İslâm medeniyetinden görebildiği ne varsa, onun mo­delini kopya edip götürdü.

Daha önceleri ise, nice peygamberler öldürüldü. İsâ Peygamber zor canını kurtardı. Bugün hâlâ ümmetler arasındaki boy ölçüşme, kendi di­nini daha haklı ve üstün gösterme gayretleri sürüp gitmektedir. Evet bü­tün bunlar neden?

Sulh ve selâmet dini olan İslâm, bütün peygamberlere inanmayı, on­lara son derece saygılı olmayı telkîne özen gösterirken; diğer ümmetler­le tartışmaya, iddialaşmaya gidilmemesini hem emretmiş, hem öğütlemiş-tir.. Kitap ehliyle barış içinde kalmayı, bazı yönlerden ilgi kurmayı tavsi­yede bulunmuştur. Örneğin, onların kestiği hayvan etini helâl sayması, yemeklerinin de Müslümanlar için helâl olduğunu açıklaması, kendilerin­den kız alınabileceğine cevaz vermesi bu  cümledendir.

Hazreti Muhammed (A.S!) Efendimiz imkânlar ve şartlar elverdiği oranda onlara karşı cok yumuşak davranmış ve her fırsatta rahmet pey­gamberi olduğunu isbat etmiştir. Buna rağmen Haçlılar öldürücü bir güç halinde İslâm âlemi üzerine yürümekte bir sakınca görmemiştir. Sonra Misyon örgütünü kurmuş, daha çok İslâm ülkelerini hedef seçerek sis­temli ve sürekli dinî propagandaya girişmiştir. Yahudilerin gerek Hıristi-yanlara, gerekse Müslümanlara karşı sönmek bilmeyen kinlerini, düşman­lıklarım günümüze kadar hiçbir, evet hiçbir barış suyu söndürememiştir.

İşte Sünnetullahla ilgili meselenin düğüm noktası, ya da neden ve ni-çinlerin odağı bu! Bütün bu soruları, neden ve niçinleri çözmek ve cevap­landırmak için SÜNNETULLAH'ı çok iyi bilmek gerekir. [254]

 

Sünnetullah  Nedir?

 

a)  Her olayın bir sebebe dayanması, varlık âleminde illiyet (kozalite) kanununun her zaman aralıksız işler halde bulunduğunu gösterir.

b)  Milletlerin ve ümmetlerin dine karşı ilgisiz kalmamaları için yara­tılıştan insan ruhuna, tabiatına yerleştirilen din ve Allah duygusu ve son-

ra da bağlı bulunduğu her konuda üstün gelme arzusu, ister istemez onu bir tartışmaya, inkâra, sürtüşmeye ve hatta vuruşmaya götürmekte, ya da itmektedir. İnsan ruhundaki bu aşırılığı ancak peygamberler, velîler, azizler ve büyük âlimler normale cevirebilmiştir.

Evet insan ruhunda, ya da tabiatında bu bağlılık ve ihtiras duygusu olmasaydı dinler üzerinde ne bu kadar araştırma yapılır, ne milyonlarca kitap yazıHr, ne de tarihî belgeler toplanırdı. Aksine ise, dinlerin esası unutulur, ya da tamamen silinmeye yüztutar, kuru bir İnanç havası gö­nüllerde son çıkış anını beklerdi. Oysa insanlık için çok lüzumlu olan HAK DİN, her zaman araştırma, inceleme isteyen bir konudur. İnananla­rın bile kalbinde ve kafasında bir dizi neden ve niçin gibi birtakım so­rular oluşturur. Dinsiz kalmayı tercih edenler bile kendilerini bu duygu­dan ve doğurduğu sorulardan  kurtaramazlar.

İslâm tarihinde Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile arasındaki birkaç asırlık tartışma, sürtüşme, iddialaşma geniş bir ilmin doğmasına neden olmuş, yüzlerce Kelâm ve Felsefeyle ilgili eserlerin, yazılmasını sağlamış ve hız­landırmıştır. Böylesine bir tartışma ve üstünlük sağlama duygusu olma­saydı, bu konuda İslâm ilim adamları kalem oynatmaz, araştırma yapmaz ve belki âtıl durumda kalırlardı.

Amelî mezhepler arasındaki yarışa çıkma, mezhebe aşırı derecede bağlılık binlerce hukukî ve amelî konularda eser yazılmasına, müctehid imamların dayandıkları delillerin toplanıp değerlendirilmesine ve bir­takım mukayeselere gidilmesine kapı açmış da İslâm Hukukunda akıllara durgunluk verecek ölçüde bir çalışma yapılmıştır.

İnsan tabiatında bağlandığı konuda böylesine üstünlük sağlama duy­gusu ve ihtirası olmasaydı bugün mezhepler unutulmuş olur; onları bize tanıtacak belki kitap bile bulunmazdı.

c) Savaşlar, vuruşmalar, düzenlerin bozulması, ülkelerin yıkılması hem bilimsel araşt\rmayı hızlandırmış, hem milletleri uyuşukluktan kur­tarmıştır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları bir yandan ülkeleri yıkıp yerle bir ederken ve insan kanını sel gibi akıtırken diğer yandan savaş ate­şinden kurtulup yaşayanlara daha etraflı ve daha derin ve geniş düşün­me imkânı hazırlamıştır. Bugünkü teknik alandaki ilerleme ve başarının bir nedenini de buna bağlayabiliriz-.

İşte SÜNNETULLAH'ın bir bakıma  anlamı budur! [255]

d) Allah insanlara kendilerini idare edecek, yaratanını bilecek, haya­tın anlamını idrâk edecek ve insanın ruhunun gereksinmesini anlayacak kadar akıl, zekâ, irâde ve yetenek vermiştir. Beşer ihtirasını frenliyecek ve üstün gelme gayretini faydalı alanda kanalize edecek, âhiretin gereğini için için ona duyuracak kitap ve peygamber gönderilmiştir. Ayrıca Allah her canlı tür için ayrı bir hayat kanunu koymuştur. Her tür kendi hak­kındaki kanuna uymakla devamlılığını ve huzur içinde yaşamayı sağla­yabilir. Uymayanlar ilk cezayı bu kanundan alır.

İşte buna SÜNNETULLAH denir. İnsan kendi hakkındaki kanuna ya uyar, ya da uymaz. Uyması için kendinde yeterince akıl vardır; aklını bu konuda ya kullanır, ya da kullanmaz. Kullanırsa mutlu, kullanmazsa mut­suz olur.

İşte bu da SÜNNETULLAH'in bir diğer anlamı ve kavramıdır.

Allah varlık âleminden yana kendi sünnetini koyup sergilerken ilâhî müdahalede pek bulunmaz, sebepler zincirini koparmaz. Ancak mu'cize-ler ve kerametler bu ölçünün dışındadır.

Evet, işte, «Ama Allah dileseydi (yani sünnetini kaldırıp ilâhî müda­halesini koysaydı) onlar birbirlerini öldürmezlerdi,» mealindeki âyetinden anlayabildiklerimiz!.

Allah daha iyisini bilir ve Allah dilediğini işler. [256]

 

Peygamberlik Vehbîdir

 

(Allah Vergisidir)

Bilindiği gibi Peygamberlik okumakla, çalışıp çabalamakla elde edi­len bir meslek değildir. Allah'ın kullan arasından seçip beğendiği, kendi risâletine lâyık gördüğü kimselere verilen büyük ve o nisbette şerefli bir hizmettir.

Bir uyarı;

Ayrıca âyette, Hıristiyanların sadece İsâ Peygambere bağlılık gösterip diğer bazı peygamberleri kabul etmemekte ya da küçük görmekteki öl­çüsüzlüklerine işaret edilerek bu yüzden çok yanlış bir inanç seçtikleri hatırlatılıyor ve Muhammed (A.S.) ümmetine de bu nedenle peygamber­ler hakkında ölçüyü kaçırmamaları; ilahî beyan sınırını aşmamaları ten-bîh ediliyor. Bu nedenle de İsâ Peygamberden söz edilirken «Meryem oğlu İsâ» deniliyor, bununla onun da insan olduğu ve analar tarafından doğurulduğu belirtiliyor. Diğer peygamberler gibi kendisine peygamberlik verilmiş ve Rûhulkuds ile desteklenmiştir. [257]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle. Kitap ehli olan İsrâiloğulları'nın Musa Pey­gamberden sonra, kendilerine verilen bunca nimetler ve sayısız belgele­re rağmen nasıl yozduklarından, maddenin peşine takılarak dünya haya­tını âhiret hayatından üstün tuttuklarından söz edildi; bu yüzden yurtla­rından çıkarıldıklarına, hürriyetlerini kaybettiklerine dîkkatler çekildi. Dü­zen ve dengesini kaybeden bir milletin, bünyesinde yeralan birkaç neslin ıstırap içinde kıvrana kıvrana yok olduğu, yerlerine yeni bir kuşağın geç­tiği, ölen bir milletin böylece tekrar dirildiği gerçeği hatırlatıldı.

Sonra onları dengeli, düzenli ve şerefli bir hayata eriştirmeye çalı­şan peygamberlerden bahsedildi; her peygamberin, karşısına alıp uyar­mak istediği kabile ve milletin sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarına ve dertlerine, gereksinmelerine göre bir hizmet yüklendiğine işaret edildi ve bu nedenle hangi peygamberin dereoe bakımından üstün olduğuna da­ha çok hizmetin niteliği kıstas gösterildi.

Aşağıdaki âyetle, inanmış bir milletin bünyesindeki birleştirici ve bü­tünleyici bağlardan biri olan Allah yolunda malî fedakârlıkta bulunup har­camaya geçiliyor. Sosyal adaletin ayakta durmasını sağlayan nedenler­den birine parmak basılarak âhirette de bu tür davranışların açacağı saa­det kapıları hatırlatılıyor. İnsanlıktan yana böylesine yararlı sosyal daya­nışmadan ancak inkâr ve haksızlık içinde bir ömür tüketen sapıkların zevk duymayacağına işaret edilerek bu konuda bilgisiz ve ilgisiz kalan­ların hem  kendilerine, hem milletlerine yazık ettikleri vurgulanıyor. [258]

 

Meali :

 

254— Ey imân edenler! İçinde hiçbir alım-satım, içten dostluk ve şe­faatin olmadığı gün gelmeden önce sizi rızıkiandırdığımızdan (Allah için, Allah yolunda) harcayın. İnkarcılar İse hep o haksızlıkta bulunanlardır.

 

Kişisel Tasarrufun Olmadığı Gün

 

Dünya ile âhiret bir bakıma ikiz kardeşlerdir; biri diğerini tamamla­yan iki birim gibidir. Dünya asıl hayata erişmenin yolu ve uğrağıdır. Ruh­larımız yaratıldığı andan itibaren hep yolculuk halinde bulunuyor, birçok kademeler aşmış, tedricen hayat süzgecinden geçerek dünyaya kadar yolculuğunu sürdürmüştür. Burası işaret edildiği gibi sadece bir uğrak­tır; ruh elbise değiştirmek, yeni bir hazırlık yapmak zorundadır. Aksi hal­de gideceği âleme intibak sağlaması mümkün değildir.

Evet, dünya uğrağına ayak basan insanoğluna tasarruf imkânı ve­rilmiş ve sayısız vasıtalar emrine sunulmuştur. Yanlış bir tutum ve dü­şünceyle hedeflerinden sapmamaları, dosdoğru yoldan ayrılmamaları için de yol gösterici, tehlikeye karşı uyarıcı, rahmet ile müjdeleyici ve haki­kati çekinmeden Allah adına söyleyici evsafta kendilerine peygamber ve kitap gönderilmiştir,

İşte bu ortam içinde bulunan her insanın kişisel tasarruf hakkı sı­nırlı biçimde vardır: Ahm-satımda bulunabilir, kazanç sağlayabilir, dost edinebilir, kendisine yardımcı ve aracı bulabilir; sıkıntıya, ya da felâkete uğradığında mal ve servetiyle, şahsî nüfuzuyla  bir çıkış yolu bulabilir.

Ne var ki, bu tasarruf sağlam imân, güzel amel ile birleşirse hayatı, Allah'ın dilediği anlamda değerlendirme düzeyine getirmiş olur. O saye­de ruh, âhiret hayatına en uygun elbisenin malzemesine erişmiş sayılır.

Yukarıdaki âyet bu hakikatin anlatım düzeyinde, söze: «Ey imân edenler!» ünlemiyie başlıyor; hayatın umut dolu yolunu Allah'a doğru uzatıp, bir umuttan ziyade katıksız bir inanç ölçüsüne kavuşturuyor. Son­ra da dünya hayatında sosyal, ekonomik ve kültürel dengenin sağlanma­sına kapı açıyor; kişisel gayretin, fedakârlık ve feragatin bunda önemli payı bulunduğunu hatırlatıyor. Âhirette ise -Allah'ın izni olmaksızın- ne kişisel, ne de toplumsal bir tasarrufa imkân bulunmadığına işaret ediliyor.

Bu konuda âyet bize Allah'a inanan her kişiye .hem dünyada, hem âhirette dengeli, ölçülü, huzurlu ve düzenli bir hayatın üç önemli unsuru­nu sergiliyor:

1.  Zekât, vergi, sadaka ve faizsiz ödünç,

2.  Ahm-satımda tüketiciyi de korumak, fahiş kâr sağlama hevesine kapılmamak,

3. Allah için gönül dostu edinmek, beşerî münasebetleri geliştirmek, sosyal yapıyı bu yönden de kuvvetlendirmek.

Böylece dünyayı birbirini seven insanların ülkesi haline getirmek...

Âyetin son bölümünde ise bu unsurları verimsiz kılacak, kişisel çı­karları ön plâna alıp her türlü fazîlet ve kutsal değerlerin üstüne çıkara­cak iki tehlikeli anlayış ve tutumu, gönülleri harekete geçirecek ve insanı derinden derine düşünmeye iteeek bir anlatım biçimiyle bağlıyor:

1.  Hakk'ı, gerçeği görmemek ve katı bir inkâr içinde olmak,

2.  Bunun sonucu bütün bir  ömrü haksızlığın   boğucu, üzücü ve öl­dürücü havasına sokup zararlı hale getirmek.

Kur'ân burada çok anlamlı İki tabir getirmiş ve bunları mübteda-haber ölçüsünde koyarken birinci mübtedanın haberini isim cümlesi şek­linde belirleyerek kâfirlerin ancak zâlimler olduğunu, ilâhî bir teşhis ola­rak ortaya koymuştur.

Küfür: Hakk'ı inkâr etmek, hakikati gizlemek ve böylece hem ruhî, hem sosyal yapıda dengeyi bozmaktır.

Zulüm: Allah'tan başkasına kulluk etmek, hakkın sınırlarını aşıp in­san haklarına el uzatmaktır. Aynı zamanda hiçbir şeyi lâyık olduğu yere koymamak, işi ehil olana vermemektir. Diğer bir tarifle, ilâhî hududu çiğ­nemek, eşyanın tabiatını değiştirmeye çalışmaktır. [259]

 

Yorumlar – Rivayetler

 

Âyette (Allah için, Allah yolunda) harcayın!» diye çevirisini yaptığı­mız «Enfiku» emri üzerinde Nim adamlarının farklı, fakat temelde birle­şen yorum ve görüşleri olmuştur:

a)  El-Hasan'a göre zekât günü gelince kuruşuna kadar vermek, fa­kirin hakkını geciktirmemektir.

b)  Saîd bin  Cübeyr'e göre, hem fakirin  hakkı  olan zekâtı vermek, hem de millet yapısını sağlam temeller üzerinde tutmak için diğer bağış­ları vermeyi âdet haline getirmektir.

c)  Ibn Atiyye'ye göre, zekât ve sadaka vermekle beraber, bir de sa­vaş için Allah yolunda orduyu donatmak konusunda gereken harcamayı yapmaktır.

d)  Savaşarak küfür ve tuğyanı altetmektir; malî yardımda bulunarak haksızlığı, düzensizliği önlemektir. [260]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kişisel çıkarların bir tarafa itilmesi, imân gücüy­le ekonomik gücün bir araya getirilmesi; Allah için Allah yolunda bilerek harcamada bulunulması, böylece hem dünya hayatında dengeli, seviyeli ve düzenli bir devreye girilmesinin gerçekleştirilmesi, hem dünya ile âhi-ret arasında sağlam bir ilginin kurulmasının sağlanması emir ve tavsiye edilmektedir.

Aşağıdaki âyetle, her zaman diri olan, yarattığını, kusursuz önlemle­riyle ayakta tutan ve her canlı üzerinde kudretiyle durup kimin ne kazan­dığını bilen; hiç uyumayan, uyuklamıyan ve şefaat iznini ancak kendi ka­tında bulunduran Allah'ın yüceliğini,,sonsuzluğunu, kudret ve kuvvetini dü­şünerek günlük hayatımızı  plânlamamız öğütlenmektedir. [261]

 

Meali :

 

255— Allah ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, ancak O vardır; hep diridir O; yarattıklarını kudretiyle tedbiriyle tutup duran O; ne uyuklama tutar O'nu, ne de uyku... Göktekİler ve yerdekiler O'nun. İzni olmaksızın O'nun katında şefaat edecek olan kim? Yarattıklarının önünde ne var, ar-

kalarında ne var biiir. Onlar ise O'nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar, Kürsü'sü (yüce kudret ve saltanatı) gökleri ve yeri kuşatıp kaplamıştır. Her ikisini görüp gözetmek O'na ağır gelmez, O, çok yüce ve çok büyüktür.

 

İlgili Hadîsler

 

«Her şeyin bir üst noktası (doruğu) var, Kur'ân'ın üst noktası Baka­ra süresidir. Bu surede bir âyet vardır ki o Kur'ân âyetlerinin önde gele­nidir; o, Ayet-i Kürsî'dir.» [262]

Ebü Munzir (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A,S.) Efendimiz bana sordu :

  Ey Ebâ Münzir! bilir misin Allah kitabından hangi âyet sana göre daha büyük ve kadri daha yücedir?

  Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, dedim. Tekrar sordu :

  Ya Ebâ Münzir! bilir misin Allah kitabında hangi âyet sana göre daha büyük ve kadri dqha yücedir?

Cevap verdim:

  ALLAHU LÂ İLAHE İLLÂ HUVE'L-HAYYU'L-KAYYUM âyetidir, de­dim. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz eliyle göğsüme dokuna­rak şöyle buyurdu :

  İlim senin için kolay, yararlı ve yüceltici olsun! [263]

«Kim sabahlarken Âyet-i Kürsiy'i ve HÂ-MÎM TENZİLÜ'L-KİTAB sû­resinin ilk iki âyetin» okursa, o gün akşama kadar korunmuş olur. Kim de akşamlarken bunları okursa o gece sabaha kadar korunmuş olur.» [264]

«Ya Ebâ Zer! yedi gök Kürsü'yle birlikte çöle atılmış bir halka gibi­dir. Arş'ın Kürsî'ye üstünlüğü, çölün halkaya nisbetle olan üstünlüğü gi­bidir.» [265]

 

Allah'ın Varlığına Birliğine  Dosdoğru İnanan Mü'min Sekiz Sırra  Erişir

 

Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.

1.  HAYY sıfatına mazhar olarak ruhunun sonsuzluk sırrı içinde as­lına tertemiz dönmesini sağlar.

2.  Yaratıldığı özelliği doğrultusunda  İlâhî kudretle varlığını  korur ve ebediyyen O sonsuz kudretin rahmetiyle mutlu olur.

3.  Nefs, şeytan,  madde ve şehvetin, ilâhî nurun kalbe yansımasını engelliyen bulanık perdelerini yırtar; ruhunu gaflete sürükleyen bu güç­lerin etkisini imânındaki zevk ve kuvvet oranında hafifletir.

4.  Mülkün Allah'a ait olduğunu algılar; göklerde ve yerde hakiki an­lamda  tek tasarruf sahibinin Allah  olduğunu için için düşünerek O'nun yüce huzurunda, O'nun mülkünde ve O'nun lütfettiği nimete el uzatarak helâl ve haram sınırlarını bilme şuuru içinde tam bir edeple ve imân kuv­vetinden gelen titizlikle teslimiyet gösterir.

5.  O'nun   katında O'nun   izni olmaksızın   kimsenin şefaat etme yet­kisi bulunmadığını anlar; bunun için günlük işlerinde ve hayatı boyunca Allah için verir, Allah için alır, Allah ile konuşur, Allah ile düşünür ve Al­lah için dost edinir.

6.  Allah'ın, yarattıklarının önlerindekini  de arkalarındakini   de, geç­miş ve geleceklerini de noksansız bildiğini anlar; günlük hayatım bu öl­çü ve anlam sınırı içinde düzene sokma erdemliğine erişir.

7.  Mahlûkatm ise Allah'ın dilediği kadarından başka, O'nun bildiğin­den hiçbir şey  kavrayamadıklarını düşünerek sınırsız  olan ilâhî kudret karşısında aczini, bilgisizliğini, çaresizliğini   anlar ve tam. bir teslimiyet içinde Hakk'a bağlanır.

8.  Varlık âleminin büyüklüğü, genişliği ve bir bakıma bizlere göre sı­nırsızlığı karşısında  insan aklının ve  bilgisinin ne kadar az bir mesafe aldığını, ne   kadar az şey bildiğini gözlerinin önüne getirerek ilâhî aza­met ve kudretin, saltanat ve ilmin  sınırsızlığını ve görkemliğini astrono­mik rakamlarla olsun   belirlemenin imkân kapsamına girmediğine inancı bir kat daha artar ve  bu durumda Allah'a yönelmekten başka çare ol­madığını duyar. Böylece O çok yüce Allah'a kul olma bahtiyarlığına eriş­menin zevkini İçin için kalbinde duymaya başlar. [266]

 

Allah'ın Varlığı

 

«Allah ki, O'ndan başka  ilâh yoktur.»

Ayet-i Kürsî'de Allah'ın varlığı ve birliği söz konusu edilerek giriş ya­pılıyor, sonra da O'nun yüce kudreti çok anlamlı bir anlatım dizisiyle özetleniyor.

Hemen söyleyelim ki Allah, hiçbir zaman matematiksel bir denklem gibi çözülmez. Bu konuda önce kendi yaratılışımizdaki akıllara durgunluk veren plân ve düzene, sonra da dışımızdaki varlık âleminin şaşmaz ka­nunlarla fakat insan aklının çok zor anlayabileceği ince hesaplar ve plân­larla idare edildiğine bakacak olursak, eserden müessire, sanattan sa­natkâra bir geçiş ve idrâk sağlayabiliriz, şöyle ki:

a)  Varlık  âleminde matematiğe dayalı ölçülerle mutlak anlamda bir düzen varsa, mutlaka  bir düzenleyici vardır.

b)  Mükemmel bir plân ve program varsa, mutlaka bir programlayan vardır.

c)  Dengeli bir hareket, ölçülü bir düzen varsa; mutlaka bir denge sağlayan ve düzen kuran vardır.

d)  Yaratılıştan mevcut olup, ruhumuzun derinliğinden  sökülüp atıla-mıyan .Allah fikri ve duygusu varsa, bu fikir ve duygunun çekirdeğini, ya da mayasını mutlaka.oluşturan bir kudret vardır.

e)  Varlık âleminde güneş sistemi gibi birçok sistemler varsa ve bu sistemler  belli kanunlara bağlı kalıyorsa, mutlaka bir  sistemleştiren ve belli kanunlarına göre idare eden vardır.

İşte Ayet-i Kürsî'nin ilk cümlesiyle Allah'ın varlığını, birliğini ve. O'n­dan başka ilâh olmadığını Kur'ân açıklarken insan kaibini ve kafasını şu hakikatlere çevirmektedir:

1.  Allah, yaratıklarını sonsuz kudretiyle, erişilmez önlemleriyle ayak­ta tutmaktadır. Bu kudret (a) ve (b) maddelerinde anlatımını bulmuştur.

2.  O'nu ne uyuklama, ne de uyku tutar. Bu, (c) maddesinde belirtil­diği gibi, ezelden ebede aralıksız ve arızasız sürüp giden kudretin varlık âlemini şaşmadan belli ve belirli kanunlarıyla gayesine uygun yönettiğini sembolize eder,

3.  İnsan önce, ruhunun derinliğine yerleştirilen Allah fikri ve duygusu oranında yaradanım bilebilir. Sonra çevre, aile, akıl ve duygu,eğitim ala-

nında bu düşünceyi belli ölçüde geliştirir. Onun ilminden kavrayabildiği­miz her zaman sınırlıdır. Sadece O'nun bize sağladığı imkân nisbetinde bir şeyler biliyoruz. Ne var ki yaratan hakkındaki duygu ve düşüncemiz geçmiş zamankinden çok daha anlamlı ve kuvvetlidir. Çünkü bugün kâi­nat hakkında ilim bize çok şeyler kazandırmıştır. Ama yine de çok az ve sınırlıdır ve hep sınırlı kalacaktır.

 «İzni olmaksızın O'nun katında şefaat edecek olan kim?»

Ayet-i Kürsî'de geçen bu cümle, âhirette bile Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin şefaatte bulunma yetkisi taşımadığını hatırlatmakta ve özel­likle şu dünyada bazı fânilerin, günahkârların günah çıkarmasına kendini yetkili görmesinin ilâhî hakka bir tecavüz olduğundan habersiz bulunma­larına dolayısıyla işaret edilmektedir. Hıristiyanlıkta Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına yapılan vaftiz, bir çeşit günah çıkarma ve günahları bağışlat­ma işlemidir. Protestanlar da bunu tanrı mağfiretinin bir sembolü olarak benimsemişlerdir. Vaftiz'in alanı genişletilerek, her yaştaki İnsanın papaz huzurunda günahlarını dile getirmesinden, kutsal su ile yıkanıp günah­lardan kurtulmuş sayılmasına kadar uzatılmıştır. Aslında böyle bir iş­lem, Tevhîd diniyle çelişkilidir. Günahları bağışlama hakkı sadece Allah'a ve O'nun kıyamet günü yetkili kılacağı kişilerin şefaatine ait bir konudur. Günahkâr bile olmasa bir insanın, günahkâr başka bir insanın günahla­rını affettirmesi, o sayede ilâhî mağfirete eriştiği hakkında ona kesin ko­nuşması, ilâhî hakka saygısızlıktır. İslâm dini bu tür inanç ve işlemleri kökünden kaldırmış, beşerin kendine ait sınırı aşmamasını emretmiş, ilâ­hî hak ve sınırlara tecâvüzü büyük günahlardan saymıştır.

İşte yukarıda mealini verdiğimiz âyet, İslâm'ın bu konudaki inanç esas ve anlamını, kapsam ve maksadını en açık bir anlatımla yansıtmak­tadır. Günahları ikiye ayıran İslâm, yaratılanla yaratan arasındaki günah­ların tevbe, istiğfar, duâ ve ibâdetlerle bağışlanacağına ümit kapısını açık tutmuş; insan haklarıyla ilgili bulunan günahların ancak ödenmek sure­tiyle bağışlanabileceğin! açıklamıştır. Böylece İslâm hem ilâhî adaletin hedefinden şaşmıyacağını belirtmiş, hem de hakların korunmasına ağırlık ve Kesinlik kazandırmıştır. En son ve en mükemmel din olmasının özel­liklerinden biri de budur!. [267]

 

Ayet-İ Kürsî İle İlgili Yorumlar, Rivayetler

El-Kayyum

 

a)  Yarattığını ilâhî tedbiriyle belli bir düzen içinde yürüten ve kendi kudretiyle hep var olan,

b)  Her can üzerinde kudretiyle, ilmiyle hükümran olan, kimin ne gibi işte ve eylemde bulunduğunu noksansız bilip ona göre her iş ve eylemin karşılığını takdir eden,

c)  Hiç değişmiyen ve hiç yok olmayan, kudretinin üstün hükümran-lığıyla varlığına bir başlangıç ve son bulunmayan, [268]

d)  Hiç uyumayan, [269]

e)  Eşi, dengi ve benzeri olmayan, [270]

Kürsî

a)  O bizim bilmediğimiz anlam ve özellikte  sade  incidendir. Kalem de incidendir. Kalemin uzunluğu yediyüz   yıllık    mesafededir.    Kürsî'nin uzunluğunu Allah'tan başkası bilmez. [271]

b)  Allah'ın ilmidir. [272] Bu manayla,    büyük ilim   adamlarına  «Kürsî» denilmiştir

c)   O'nun varlık âlemini kuşatan sonsuz, sınırsız ve benzersiz kudreti­dir.

d)  Arş ile birlikte anılan Kürsî'nin niteliğini, büyüklüğünü ancak Allah bilir.

e)  Arş'ın önünde ilâhî hükümranlığın tecelli ettiği iki  kadem  misali bir yerdir.

f)  Rahmân'ın  Arş'ına   oranla sadece iki ayak konulacak kadar bir basamaktır.

Bütün bu rivayet ve yorumlardan şu sonucu çıkarabiliriz:

Varlık âlemi tasavvur edemiyeceğimiz kadar büyük ve geniştir. Devamlı genişlemekte oian kâinattaki cisimlerin birbirinden ne kadar uzak olduğu ancak ışık yılıyla kısmen olsun aniatılabilmektedir. Yapılan tesbitlere göre, teleskoplarla görülebilen yıldızlara oranla dünya boşluğa fırlatılmış bir parmak ucu büyüklüğünde çamur parçasından farksızdır. Arş ve Kürsî denilen ve ilâhî saltanatın görkemliğini yansıtan varlıkların cidden büyüklüğünü anlamak çok zordur. Dünyadan milyar defa büyük­lükte yıldızlar mevcuttur. Bu rakamın çok üstünde büyüklükte olan yıldız­lar da vardır. İlim bize bu konuda çok az bilgi sunabilmiştir.

Son yıllarda Wilson Rasathanesinde çekilen bir fotoğraf bize binler­ce ışık yılı uzaklığındaki yıldız grubunu göstermektedir.

Fezanın ve kâinatın gerçek büyüklüğünü bilmek çok zordur. Bu ko­nuda belli olmayan bir fikir ne kadar doyurucudur? Astronomi bilginleri iki bin seneden beri uğraşıp didinmişler, ama kesin rakama dayalı bir so­nuç elde edememişlerdir. Bunun nedeni, göğe çıplak gözle bakıldığı za­man yıldızların, ay'ın ve güneşin bize olan uzaklığını tahmini bir şekilde olsa bile anlamanın imkânsız oluşudur. Kâinatın büyüklüğünü anlamak için yıldızlar arası uzaklığı hesaplamak gerektir.

Işığın hızını düşünürsek dört saatte vardığı uzaklığın ne kadar uzun olduğu hemen anlaşılır. Hakikaten de öyledir: Plüton bize beş milyar ki­lometreden daha uzaktır. Peki Plüton'dan sonra ne vardır? Hiçbir şey yoktur. Yüzlerce, binlerce, milyarlarca kilometre boyunca hiçbir şey mevcut değildir. Ancak ondan sonra bize hemen hemen dört ışık yılı uzaklıkta olup, bir bakıma bize en yakın iki yıldız vardır: Alfa ve Proksi-ma yıldızlan.

Bize 15 ışık yılı kadar uzakta on kadar güneş vardır. Bütün diğer yıl­dızlar ondan da uzaktadır. Bizim içinde bulunduğumuz Samanyolu'nu meydana getiren yıldızlar fırıl fırıl dönen bir yuvarlak küme oluştururlar. Saniyede 300 bin kilometre hızla gelen ışık Samanyolu'nu bir başından öbür ucuna ancak 200 bin yılda gidebilir.

Bunları anlatmamızdan maksat, kâinatın büyüklüğü hakkında az da olsa bir bilgi vermek ve henüz bize ışığı ulaşamıyan yıldızlardan da ötede bulunan Arş ve Kürsî'nin hem büyüklüğünü, hem uzaklığını anlatmaktır. Artfk kâinatın büyüklüğünü tahmin edebilirsiniz.. İşte yukarıdaki rivayet­ler bu hakikati bize yansıtmakta, ilâhî hükümranlığın ne kadar muhteşem olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.,

«O'nun Kürsüsü gökleri ve yeri kuşatıp kaplamıştır.» cümlesi, Kürsî'nin uzaklık ve büyüklüğü hakkında bir fikir vermekte ve insanoğlunun dikkatini fezaya çekmektedir. Çünkü biz kâi­natın nasıl bir düzen içinde bulunduğunu, ilâhî saltanatın şaşmayan ka­nunlarla nasıl bir önlem içinde varlık âlemini ayakta tuttuğunu anladığı­mız oranda Allah'a daha çok yaklaşmış, yani O'nu daha iyi anlamış olu­ruz. [273]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bundan önceki âyetle dinin aslı sayılan TEVHÎD AKİDESİ açıklandı; Allah'ın sıfatlarından bir kısmı getirilerek Tevhîd'in mana ve maksadına dokunuldu. Varlık alemindeki her şeyin Allah'a ait olduğu ve her varlığı ilmiy!e,kudretiyle kapsayıp kuşattığı açıklandı. Sonra ilâhî saltanatın gör-kemliği ve genişliği bizim anlayabileceğimiz, ya da kavrayabileceğimiz kelimelerle anlatıldı. Bu yüce kudretin karşısında kendi hiçliğimizi anla­yabilmemize işaret edildi. Kâinatın büyüklüğüne dokunularak Kürsî'nin gökleri ve yeri içine alır büyüklükte bulunduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, sergilenen bunea belge, akla ışık tutan bunca öyet karşısında aklını, zekâsını kullanabilen kişilerin TEVHÎD DİNİ olan İslâm'ı anlayarak kabul etmeleri gerektiği; bu nedenle dinde zorlamaya gerek kalmadığı açıklanıyor ve bu konudaki belgelerin tümü şu cümle ile belirtiliyor: «Doğru yol, her türlü hayır; eğri yoldan ve her çeşit sa­pıklıktan kesinlikle ayrılmış ve apaçık  meydana çıkmıştır.» [274]

 

Meali

 

256     Dinde hiçbir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru eğriden, hak bâ­tıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden, imân küfürden  (ayrılıp) açıkça ortaya çıkmıştır. Artık kim Hakk'a yönelir de ilâhî sınırları aşan sapıklık »ilgisizliği, azgınlık ve aşırılığı tammıyarak Allah'a inanırsa, gerçekten

o kopmak nedir bilmeyen en sağlam kulpa tutunup yapışmıştır, Allah her şeyi işitir ve bilir.

 

İniş  Sebebi

 

Bu âyet daha çok Ansar hakkında inmiştir. İsiâm'dan önce, çocuğu doğduktan sonra ölünce, kadınlar şöyle adarlardı: «Bir çocuğumuz olurda yaşarsa, onu Yahudî dinine sokacağız..» İslâmiyet güneşi Medine'yi ay­dınlatınca, Müslüman olan Medineiiler daha önce adamak suretiyle Ya­hudi dinine soktukları çocuklarını İslâm'a sokmak istediler; girmek iste-miyenler hakkında zor kullanmayı planladılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [275]

 

Diğer Bir Rivayet:

 

Selîm oğullarından Husayn adında Ansar'dan bir zatın iki oğlu, Şam tüccarlarının telkiniyle Hıristiyan olmuşlardı. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, Medine'ye gelip İslâmiyet yayılınca Husayn da Müslüman olmuş ve bu iki oğlunu Müslüman olmaya zorlamıştı. Kabul etmeyince durum Resû-lüllah'a arzedildi. Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [276]

 

Konuyla İlgili Tarihî Olaylar

 

1. Muhammed b. Kays b. Ubâde diyor  ki:

Mescid-i Saadette bulunuyordum. Yüzünde Allah sevgi ve korkusu­nun izleri bulunan, bir adam içeri girdi. Uzatmaksızın iki rek'at namaz kıl­dı. Mescid'de bulunan cemaatten bir kısmı o adamı göstererek: «Bu adam cennet ehlindendir!» dediler. Bunun üzerine adam dışarı çıkınca kendisini izledim, evine kadar gittim ve dedim ki:

  Efendim, Mescid'e girdiğinizde hakkınızda şöyle şöyle   söylediler, bu hususta ne dersiniz?

Cevap verdi:

  Subhanellah,  hiç kimseye bilmediği şeyi    söylemek    yakışmaz. Ama bunun nedenini sana anlatayım: Resûiüllah (A.S.) Efendimiz zama­nında şöyle bir rü'ya görmüştüm; sanki oldukça güzel, yeşilliği  bol ge­nişçe bir bahçedeyim. Ortasında demirden bir sütun var, tabanı yerin altında, üst noktası göklere kadar yükselmişti. Bana, «Bu sütuna çık!» de­nildi. Ben de, «Buna çıkmaya güç getiremem» dedim. Bunun üzerine biri gelip arkamdan elbisemi topladı ve «çık!» dedi. Ben de çıktım, üstündeki kulpa yapıştım, «iyice tutun» denildi ve bu sırada uyandım. Bu rü'yamı Resûlüllah (A.S.) Efendimize anlattığımda buyurdu ki : «Gördüğün bahçe İslâm Dinidir. Çıkıp yükseldiğin sütun bu dinin yüc 'iğini remz eder. Tu­tunduğun kulp en sağlam kulptur. Ölünceye kadar islâmiyet üzere bulu­nacaksın.» [277]

2. Zeyd bin Eşlem (R.A.) anlatıyor:

İkinci Halîfe Ömer (R.A.) bir gün yaşlı bir Hıristiyan kadınla karşı­laştı ve ona şöyle seslendi : «Ey kadın! Müslüman ol.» Bunun üzerine ka­dın ona şu cevabı verdi :«Ben çok yaşlı bir kadınım, ölüm bana iyice yak­laşmış durumda. (Beni kendi halime bıraksan ya!)» Kadın bu sözleriyle İslâmiyete girmek istemediğini anlatmış ofdu. Hazreti Ömer (R.A.) : «Al-lahım! Sen şâhid ol,» dedi ve : «Dinde zorlama yoktur» mealindeki âyeti okudu. [278]

 

Âyetin Hükmü Kaldırılmamıştır

 

Konumuzla ilgili âyetin sadece Kitap ehliyle bağlantılı bulunduğunu, diğer müşrikler hakkında İslâm'a girmeleri için zor kullanılacağını söyle­yenler olmuşsa da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile dört halîfe devrindeki tatbikat (uygulama) bu görüşü reddetmektedir. Nitekim Medineli Ansar'ın daha önce Yahudileştirilen çocukları hakkındaki düşünceleri ve Resûlül­lah (A.S.) Efendimizin bu düşünceye karşı çıkması ve verdiği cevap; Haz­reti Ömer'in (R.A.) yaşlı Hıristiyan kadın hakkındaki sözü, âyetin hükmü­nün kaldırılmadığını ve bunun Kitap ehline de has olmadığını açıkça gös­termektedir. Hem burada itibar lâfzın genel anlamınadır, sebebin özelli­ğine değildir. Tarihî uygulamalar da bu doğrultuda sürüp gelmiştir. İslâm devletlerinin de tutumu hep bu anlam ve ölçüde cereyan etmiş; fethedilen ülkelerin halkının, İslâm'a girmesi için hiçbir zaman zorlama yoluna baş­vurularak ele alınmamış, herkes bu konuda serbest bırakılmış, isteyen Müslüman olmuş, isteyen gayr-i müsfim vatandaş olarak güven içinde kalmıştır. Ne Emevîler ve Abbasîler devrinde, ne Büyük Selçukîler ve Os­manlılar devrinde zorlama olmamıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dev­rinde putperestlerle c-lan mücadele ve meydana gelen savaşlar her haliy->e ayrı bir özellik taşımaktadır. Nitekim  Kelbî'nin yaptığı tesbite göre de Arap müşrikleri hakkında «Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.» [279] mealindeki âyet inmiştir. Burada bir zorlamadan ziyade fitnenin kaldırılması, tuğyanın durdurulması ve son dinin rayına oturtulup dinin yalnız Allah'a ait olması hikmeti yer almak­tadır. Arap Yarımadası Müslüman olduktan ve İslâm Dini arzulanan bi­çimde kök saldıktan sonra dinde zorlama yoktur, hükmü indirilmiştir,

O halde «Dinde hiçbir zorlama yoktur» âyeti, fitne kalmayıncaya ka­dar, anlamındaki âyetten sonra İnmiş ve genel anlam ve ahkâmı ü^ere kalmıştır. [280]

 

Dinde Zorlama Yoktur

 

 «Dinde hiçbir zorlama yoktur.»

İslâm, ilme kapısını açık tutan, insan aklına yer veren, beşer ruhu­na gereksinme duyduğu gıdayı sunan dindir. Fert, aile ve toplumun gün­lük hayatıyla en ölçülü ve anlamlı biçimde ilgilenir ve bu konuda yeterin­ce malzeme verir. İnsan haklarını bütün hakların üstünde tutar; ruhla beden, dünya ile âhiret, ibâdet ile günlük iş arasında denge sağlar. Öl­çülerini, kural ve yöntemlerini Allah ve Resulünden alır; hayat yolunu ilâhî Sünnete göre aydınlatır. Ferdin vicdanını âhiretteki hesap verme duygusu ile sorumluluk düzeyine getirir; kalbini de ilâhî rahmet ve ada­letin solmayan rengiyle boyar. Aile yuvasına, kan-koca haklarına, imânla uyum halinde olan akıl ve mantık doğrultusunda seslenir. Öyle ki, bu iki cinsin her davranışıyla içiçedir ve aydınlatıcıdır.

Toplum yapısını gerçek kardeşliğin serinletici havasında tutmaya çalışır; bunun için cemaatin rahmet, ayrılığın, bölünüp dağılmanın azap olduğunu hatırlatır. Bu konuda çok geniş fakat duyarlı bir sorumluluk öl­çüsü getirir: «Sizden biriniz kendisi için arzu ettiği şeyi din kardeşi için de arzu etmedikçe hakiki mü'min olamaz,» hadîsini her gün okunup ha­tırda tutulacak bir öğüt biçiminde sergiler. [281]

Bütün bu ve benzeri özelliklerinden dolayı İslâm, «Dinde hiçbir zorla­ma yoktur» derken bunu şu açık delil ile belgeler: «Şüphesiz doğru eğri­den, hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır serden, imân küfürden (ayrı­lıp) açıkça ortaya çıkmıştır.» Bu durumda artık güneşin varlığına delil günesin kendisidir. Sağduyu, kâmil akıl bunu anlayacak ve birbirinden ayırt edecek güçtedir.

İşte İslâm güneşi insanlık ufkundan yükselip kalbleri, dimağları ve vicdanları aydınlatırken, bu güneşi göremiyecek kadar gözlerini kaybet­miş, sıcaklığını duyamıyacak kadar hissizleşmiş olanları zorlamaya gerek var mıdır? İslâm bunların sadece dumura uğrayan duygularını, akıl ve vicdanlarını harekete geçirmeğe çalışır. Çünkü din bir kalb ve vicdan işi­dir; yani önce bu açıdan insanın içini doldurur. Sevmiyene zorla sevdir­meye, inanmıyanı zorla inandırmaya kalkışmak abes ile iştigal olur. Evet imân bir anlayış, bir kavrayış ve bir gönül yatışkanlığı işidir. Kur'ân-ı Ke­rîmin ayrı bir bölümünde   Peygambere şöyle seslenilir:

«(Ey Muhammedi) Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de imân ederdi. Hal böyle iken mü'min olsunlar diye sen mi insanları zorla­yacaksın?!» [282]

Müfessir İbn Kesîr bu  konuda özetle diyor ki:

«Hiçbir kimseyi İslâm'a girmesi hususunda zorlamayın. Çünkü İslâm çok açık, çok berraktır; delilleri çok belirgindir, o kadar ki bir kimsenin zorlanarak ona girdirilmesine ihtiyaç duyulmaz. Allah kimi İslâm'ın doğ­ru yoluna eriştirir, kalbini açar, gönül gözünü aydınlatırsa, o açık belge ve deliller karşısında kendiliğinden gelip bu dine girer. Allah kimin de kalbini köreltmiş, kulağını tıkamış, gözlerini kapamışsa, artık öylesinin zorlanarak dine sokulmasında bir yarar yoktur.»

Mekke Devri bunun açık örnekleriyle doludur. Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz önce İslâm'ın yüceliğini, gönül alıcı renk ve anlamını, vicdanlara se­rinlik veren lâhutî havasını getirip kalblere işledi. Yaratılan ile Yaratan arasındaki engelleri kaldırdı; Allah sevgisini, din aşkını en köklü ve du­yarlı şekilde ruhlara işledi. Sonra yavaş yavaş ahkâmla ilgili âyetler in­meye başladı. Kişinin aklına göre kendisine seslenildi, kavrayabileceği biçimde sözler söylendi. Böylece İslâm'a girdikten sonra hemen hemen ayrılan olmadı. Çünkü din, sevgi ve aşk yoluyla kalbleri fethetmiş bulu­nuyordu. [283]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, İslâm dininin insanlıktan yana taşıdığı hakikatler­le. Yaratan ile yaratılan arasındaki engelleri kaldırmakla güneş kadar açıklık arzettiği belirtilerek dinde zorlamaya gerek olmadığı anlatıldı ve bunca açık belgeler karşısında insan aklına, onun anlayış ve kavrayışına seslenilerek yetinilmesi   önerildi. Çünkü güneşin varlığına delil yine gü­neşin  kendisidir.

Aşağıdaki âyetle insanın karşıt kuvvetler arasında ciddi bir mücade­le verdiğine işaret ediliyor. Karanlığa sürüklemek isteyen güçlerin çok yaygın ve çeşitli bulunduğu anlatılıyor; Allah'a imânın mutlak aydınlığa götüreceği; başkasına kul olup Allah'ı inkâr etmenin sonu gelmiyen ka­ranlıklara sürükiiyeceği hatırlatılıyor. [284]

 

Meali :

 

257— Allah, imân edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dost ve yardımcıları sapık azgınlar­dır, bâtılı temsil edenlerdir. Onları aydınlık (hak dinin nûrun)dan karanlık­lara çıkarırlar. İşte onlar Cehennem yaranlarıdır ve onlar orada ebedî kalıcılardır.

 

İniş Sebebi

 

Tabiînin ileri gelen ilim adamlarından Mücâhid'e göre, en son pey­gamber gelmeden önce, Yahudî ilim adamları ve bir de İsâ Peygambere inanan bir nice topluluklar, gelecek olan peygamberi sabırsızlıkla bekli­yorlardı. Cenâb-ı Hak, Kureyş Kabilesinin Hâşim oğullarından Hz. Mu-hammed (A.S.) Efendimizi peygamber olarak gönderince, kendi soyların­dan olmadığı için hem Yahudiler, hem de sözü edilen Hıristiyanlar Ona inanmadılar. Böylece inkârın boğucu ve saptırıcı havası içinde azgın ne­fislerine, şeytan ve putlarına yuları tamamen kaptırdılar da bunları onları aydınlıktan karanlıklara çıkardılar. Yukarıdaki âyet onların bu vadide akıl almaz bir inat ve inkâr içinde sonu karanlık olan bir yola girdiklerini açık­lar ve bâtıldan yana olanların hayatiarinın her bölümünün ayrı bir karan­lık içinde yok yere eriyip gittiğine işaret eder. [285]

 

Mü'minin Yardımcısı Ancak Allah'tır 

 

 «Allah, imân edenlerin dost ve yardımcısıdır.»Mü'minin gerçek anlamda dost ve yardımcısı ancak Allah, O'nun peygamberi ve inanmış din kardeşleridir. İnîân aşkıyla tutuşan, Allah sevgisinin derin zevki içinde ruhunu her an cilâlıyan mü'minin gönül tah­tı üzerinde Allah'tan başkasının ne bir hükümranlığı, ne de sıcak dostlu­ğu vardır. Mü'min bu durumda ancak Allah'ın dostluğunu korumaya ça­lışır, Allah'a dost olanları dost ve kardeş edinerek cemaatleşme bilinciy­le hayatını düzene sokar. Ne var ki bu vadide yolu tehlikelerden arınmış değildir: Hakk'ın karşısında bâtıl, doğrunun yanında eğri, aydınlık ile ka-raniık, imân ile küfür, bu vadinin yol kavşaklarında çoğu kez beraber bu­lunurlar. Gönülde taht kuran imân saltanatı bunları ayırt edecek güçte­dir. Kendini bâtılın cazibesine kaptırmadan Allah'a dost olmanın şuuru içinde saadet burcuna doğru emin adımlarla yürürse, Allah'ın yardımına fazlasıyla lâyık görülür.

İnsanda içgüdünün fazla rolü olmadığı için akıl yol gösterici ve saa­dete uzanan yolu belirleyicidir. Ne var ki yalnız akıl kâfi değildir. Onu imân ve irfanın emrine verdiğimiz gün, engelleri aşar ve Allah'a uzanan yolu aydınlatmış oluruz. İşte Kur'ân bu hususa parmak basarak: «Allah, imân edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çı­karır», âyetiyle Hakk'ın gönüllere şifa veren sesini yansıtmaktadır. Bu ses önce mü'minin içini bir defa daha aydınlatırken, sonra onun dış âlemini ay­dınlatır. Akla yol gösteren bu beyânın nasıl yol gösterici bir kanun, bir me­tot olduğuna başka bir âyetle şöyle dokunulur: «Doğrusu (Allah'tan kor­kup fenalıklardan) sakınanlara şeytandan vesvese (azıcık bir hayâl sin­yali) dokunduğunda Allah'ı anarlar ve hemen (doğruyu ve gerçeği) gö­rürler.» [286]

işte Allah'ın karanlıklardan aydınlığa çıkardığı  kulları bunlardır. [287]

 

Dünya Kurulalıdan   Beri   Hak İle Bâtıl, İmân İle Küfür Mücadele Halindedir

 

Bu mücadelenin ilki Âdem (A.S.) ile İblis ve imân ile nefs arasında vuku bulmuş ve bir zikzak çizerek günümüze kadar süregelmiştir. Böy­lece insanların her devirde : Hakk'a inanan ve Hakk'ı inkâr eden olmak üzere ikiye ayrıldığını görüyoruz. Karşıt görüşte olan bu iki grubun uyum halinde bir arada yaşaması ve huzur sağlayıp bütünleşmesi pek müm­kün olmamıştır, Mevlânâ'nın dediği gibi, leyleklerle kargaların uyum sağ­layıp arkadaşlık ve dostluk kurdukları pek görülmemiştir. Az bir süre bir arada bulunsalar bile sonu kavga ve ayrılmadır. O halde Hakk'a inanıp gönlünü O'na verenlerin inanmıyanlardan dostluk ve yardım beklemesi sadece saflık olur. Bir asırdan fazla bir zamandır ki İslâm ülkelerinden bazısı Avrupa milletleriyle dostluk kurmaya, bazısı Amerika ile yakınlık içinde bulunmaya, bazısı da materyalizmi esas kabul edip dinsizliği tem­sil eden komünist ülkelerle diyalog kurmaya çalışmıştır. Ama sonucuna bakacak olursak bu dostlardan (!) hiç biri vefa yüzü göstermemiş, kendi çıkarı söz konusu olduğu sürece yaklaşmış, madalyonun ters yüzünü gös­tererek sömürmeye çalışmıştır. Menfaat bağları kesilip, meydana getir­dikleri kanal kuruyunca renklerini belli etmişlerdir. Bunun için Kur'ân'da inanmıyan bir milletin mü'minlere dost olamıyacağına en az otuz yerde dokunulmakta ve ayrı ayrı anlatım biçiminde gereken uyanlar yapılmak­tadır. Günümüzde İslâm ülkelerinden bir çoğunun içine düştüğü bataklı­ğın tek nedeni budur, Hakk'a inanmışlar Allah dostluğunun gölgesi al­tında kendi aralarında dostluk ve yardımlaşmanın gerçek ölçüsünü sağ­layarak bir bütün oldukları gün, ıstırapları sona erecek, sıkıntıları kalka­cak, düşmanlarının beli kırılacak, Allah'ın sonsuz merhamet ve inayetin­den aralıksız yardım ve rahmet onlara inecektir.

«Sizin dostlarınız ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve namazı dosdoğru kılıp rükû'u yerine getirerek zekât veren mü'minlerdir.» [288] mea­lindeki âyet-i Kerime, yakalandığımız hastalığın reçetesini sunmaktadır. [289]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle imân ehlinin Allah ile olan bağlantısına dokunuldu, Hakk'ı inkâr edip yalanlıyanların hiçbir zaman mü'minlerin dost ve yardimcısı olmadığı, onların gerçek yardımcısının Allah ve dolayısıyla Pey­gamber ve inanmışlar olduğu açıklandı. İnkarcıların ise dost ve yardım­cısının saadet va'deden caddeden sapan azgınlar, hakikate karşı gelip tuğyan edenler ve hiçbir sınır tanımıyanlar olduğu belirtildi. Birincilerin böylece nice karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuştukları, ikincilerin ise bunun aksine aydınlıktan karanlıklara çıktıkları özellikle anlatıldı.

Aşağıdaki âyetle Hak'tan yana olanların er-geç başarıya erişeceği­ne, yollarının saadete uzandığına ve hakkı savunmada her zaman üstün­lük sağlıyacaklarına temas ediliyor; bu arada inkarcıların nasıi başarısız ve şaşkınlık içinde kalıp mefluç bir duruma düşeceklerine dikkatler çeki­liyor ve tarihten ibret dolu bir tablo sergileniyor. [290]

 

Meali :

 

258— Kendisine Allah (kendi hikmet ve sünneti gereği) mülk verdi diye (ölçüsüzlük ve aşırılık göstererek) İbrahim ile Rabbi hakkında hüc­cet getirme yarışına kalkışıp tartışanı görmedin mi? İbrahim ona: «Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür» deyince, o : «Ben de diriltir ve öldü­rürüm» demişti. İbrahim bu defa : «Allah şüphesiz ki güneşi doğudan ge­tiriyor, haydi sen onu batıdan getir» deyince, o küfreden sapık şaşırıp kalmış (cevap veremez olmuştu). Öyle ya, Allah haksızlık eden milleti, doğru yoiu bulmada başarılı kılmaz.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah  (A.S.)  Efendimize soruldu :

  Ya Resûlellah! hangi kutsal savaş daha üstün ve faziletlidir? Ce­vap verdi:

  Zâlim bir hükümdarın yanında hak olan sözü söylemektir. [291] «Şehitlerin efendisi ve büyüğü Abdulmuttalip oğlu  Hamza'dır ve bir

de zalim bir emîrin karşısına   dikilip ona doğru yolu göstererek iyilikle emreden, kötülükten onu men'eden ve bu yüzden öldürülen kimsedir.» [292]

«Benden önce Allah'ın gönderdiği hiçbir peygamber yoktur ki, onun ümmetinden (samimi) yardımcıları bulunmasın ve onun sünnetine tutu­nup emrine uyanlar olmasın, O yardımcılardan sonra yerlerini öyle kim­seler alır ki, yapmadıklarını söyler, emredilmediklerini işlerler. İşte kim onlarla eliyle savaşırsa, o mü'mindir; kim diliyle savaşırsa o da mü'min-dir; kim de kalbiyle savaşırsa o da mü'mindir. Bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar imân yoktur.» [293]

«Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyilikle em­reder, kötülükten men'edersiniz, ya da çok sürmez Allah kendi tarafından üzerinize bir azâb gönderir de artık duâ edersinlz,Allah duanızı kabul bu­yurmaz.» [294]

«Hiçbiriniz kendini küçümsemesin!»

Bunun üzerine Ashab-ı kiram dedi ki:

  Ya Resûlellah! bizden biri nasıl kendini küçümser? Buyurdu  ki:

  «Kendisine söz söylemek düştüğünü görür de  o konuda konuş­maz, Cenâb-ı Hak kıyamet günü ona sorar: Şu ve şu konularda konuş­maktan seni engelliyen neydi? O da :   İnsanlardan korktum, der. Bunun üzerine Allah ona : Korkulmaya ben daha haklı ve lâyık değilmiydim? di­yerek (hatasını hatırlatır).» [295]

«Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir (dinin ayakta durması Allah  için, Resûlüllah için ve bütün mü'minler için nasihatçı olmaktır).»

Bunun üzerine Ashab sordu :

  Kime nasihatçı olmaktır? Cevap verdi:

  Allah'a, Resulüne ve İslâm liderleriyle bütün mü'minlere. [296]

 

Tarihte  Önemli Bir Olay

 

(Hak  ile bâtılın tartışması)

M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı kabul edilen ve Tevrat'ta, soyu Nuh Peygambere kadar uzanan İbrahim Peygamberin, ünlü Babil Kralı Nem-rud ile tartışması söz konusu ediliyor. Nemrud'un güneşe taptığı sanıl­maktadır. Dicle'nin sol kıyısında Musul Kentinin 30 km, güneyinde 1845 ve 1949 yıllarında yapılan kazılarda NEMRUD kenti meydana çıkarılmış­tır. Kuvvetli bir ihtimalle bu kent kral Nemrud'un ismini almıştır.

Nîmeti kötüye kullanmak :

Kur'ân'da bu âyetle çok önemli bir olaya dikkatler çekiliyor; insan­ların inançlarının ve iç yapılarındaki renklerinin daha çok önemli ma­kamlara geçtikleri vakit bütün açıklığıyla ortaya çıkacağına işaret edili­yor ve bu hususta daha çok insanın psikolojik yapısı hakkında bilgi veril­mek isteniliyor ve İbrahim Peygamberle tartışan, koyu bir inat ve inkâr karanlığı içinde bulunan Babil kralı örnek olarak gösteriliyor.

Kendini, varlık âleminin bir parçası sayıp, hakkında câri olan ve şaş­madan hedef ve maksadına yönelen ilâhî kanunun gereğine uyduran ve bu yolda ruhunu geldiği gibi tertemiz koruyan asil insanlar, ne kddar ser­vete ve yüksek makamlara erişirlerse erişsinler sadece Allah'a olan imân­ları artar, gönül yatışkanlığı içinde tevazu ve ağırbaşlılığın, adalet ve doğ­ruluğun en güzel örneklerini vermeye çalışırlar. Bir Ebûbekir.Sıddîk, bir Ömer Faruk ve bir Ebû Ubeyde bin Cerrah (Allah hepsinden razı olsun) bu vadide belirtilen ölçüleri muhafaza ederek yürüyen bahtiyarların ba-Şinda gelir.

Bu bakımdan insanı insanlık şeref düzeyinde tutan veya insanı ol­gunluğun doruğuna yükselten, erdemli bir kişi yapan ne servet, ne de krallıktır. Bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu ve kendisinin bu mülk üzerinde eğreti bulunduğunu anlayıp düşünebilen bir insan hem ken­disiyle Allah arasındaki yolu açmış, hem de kendisiyle bağlı bulunduğu toplum ya da millet arasındaki engelleri kaldırmıştır. Böylesi insanlık için bir rahmet ve lûtuftur.

Bu anlayış, inanç ve ölçülerin dışında kalıp servetin ve makamın ver­diği sarhoşluk içinde sınırını aşan, Allah'a ve hakka başkaldıran, kendini Hakk'ın emrine değil, en büyük düşmanı sayılan nefsin ve şeytanın em­rine veren kimse karekter bozukluğunun bütün belirtilerini ortaya- koy­muştur, Böyiesi için hem dünyada, hem âhirette perişanlık ve rüsvayhk vardır. İşte âyet bunu belgeliyor ve Allah'a kul olanlara en sağlam öiçü-yü sunuyor. [297]

 

İbrahim Peygamber Hakk'i,  Nemrud Bâtılı Temsil Ediyor

 

 «Kendisine Allah mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi?»

İlâhî inayet ve lütuf potasında şekillenen İbrahim Peygamberin şüp­hesiz ki, birtakım özellikleri vardır. Konumuzu oluşturan âyette onun, her inanmış kimsenin örnek alacağı ölçü ve anlamda önemli vasıflan belirti­liyor :

a)  Hakkı savunurken üstün bir eesaret örneği ortaya koymuş ve bu rahatlık içinde konuşmuştur.

b)  Bu  cesareti kaba kuvvetine güvenerek değil, Allah'a olan imân ve yakınlığına, Allah'ın kendisine vermiş olduğu  üstün akıl ve zekâsına güvenip dayanarak göstermiştir.

c)  Babil kiralının   makamını veya güoünü düşünerek  değil, Allah'ın sonsuz kuvvet ve kudretini dikkate alarak delil getirmiş, karşıt görüşte olan inkarcının iddialarını çürütmüştür.

d)  Her akil sahibinin anlayıp kavrayabileceği kısa fakat çok anlamlı sözlerle  hakikati uzatmadan   ortaya koymuş, susturucu kanıt getirerek karşısındakini şaşkınlık içinde bırakmıştır.

İbrahim Peygamberin ilk kanıtı hem yeterli, hem de susturucu özel­likte bulunuyor. Ne var ki karşıt görüşte olan kral meseleyi ve İlgili de­lilini asıl doğrultusundan saptırıp bunu basit ve âdi yönüyle ele alıyor, kendisinin de öldürme ve diriltme kudretine   sahip bulunduğunu söylüyor. Bu bir bakıma minderden kaçmanın, acze düşmenin belirtisidir, Hik­metle konuşan ve karşısındaki inkarcının derin bir çıkmazda bulunduğu­nu bilen Peygamber, bu kez ona bütün kaçamak yollarını kapatıp hazır olanlardan herkesin anlayıp kavrayabileceği ölçüde soru şeklinde bir de­lil getiriyor. İnkarcı şaşırıp kalıyor, ben de batıdan getirebilirim, diyemi­yor. Çünkü bâtılı savunmanın sonu hep şaşkınlıktır, mat olmaktır ve pe­rişanlığa  düşmektir. [298]

 

Âyet Günümüzdeki   Türedi Materyalistlere Dikkatimizi  Çekiyor

 

«Allah haksızlık eden milleti, doğru yolu bul-mada başarılı kılmaz.»

İslâm'ın fazîlet tezgâhında şekillenen toplum ve milletlere yaşadık­tan çağın özelliklerine göre malzeme veren bu âyet bize şu hakikatleri sergiliyor:

1.  Hakkt savunmak ne pahasına olursa olsun, her mü'mine vâcibdir. Bu vecibeyi yerine getirmiyenler ağır bir vebal altına girmişlerdir.

2.  İslâm'ın yayılmasını,   İslâm    ahlâk ve kültürünün    kaiblere ve di­mağlara işlenmesini bilgisiz   ve ilgisiz ellere terketmenin   Müslümanları hiçbir zaman  başarıya götüremiyeceğini bilmek gerektir.

3.  Çünkü ilim, İslâm'ın   hayatıdır. Onsuz yola çıkmanın doğru olma­yacağını unutmamalıyız. Müslüman milletler bugüne kadar ne çekmişler-se cehaletten tve ilgisizlikten çekmişlerdir.  Hem güçlü din âlimi yetiştir­mek, hem de aydın-kültürlü bir kadro oluşturmak en sağlam ve kestirme yoldur.

4.  Dinin ve dindarlığın feyiz ve   kudretini,   Allah yolunda insanlığın mutluluğundan yana   olan âlimlerin etrafında toplanıp birleşerek ortaya koymak şarttır. Bunun için çok sistemli ve. bilinçli hareket etmek gerekir.

5.  Kemmiystten çok keyfiyete, şekilden çok manaya önem vermek de-ğişmiyen ölçü  olmalıdır.  Şekil kurtarıcı ve mutluluk    va'dedici    değildir. Hazreti Peygamber   (A.S.)  Efendimiz kerpiçten yapılmış tavanı basık bi­nalar içinde dünyanın en   büyük   kahramanlarını, devlet adamlarını, ilim ve irfanla donatılmış kişilerini yetiştirdi.  Orada şekil .yok, mâna ve. ruh hâkimdi, kemmiyyet yok, keyfiyet mevcuttu.

Bunun gibi keyfiyeti yüksek anlam taşıyan bir kişi (örneğin İbrahim

Peygamber) binlerce kişinin yapamadığı önemli bir hizmeti en anlamlı ve yararlı biçimde yerine getirmiştir.

6.  Hak her zaman üstündür; incelebilir fakat kopmaz. İlk bakışta acı olabilir, ama sonucu tatlıdır ve huzur vericidir. Yeter ki onun bu kudret ve özelliğini anlayıp savunan bahtiyarlar ilimle imânı, akılla vicdanı, mad­deyle mânayı, dünya ile âhireti  paralel yürütmesini bilsinler.

7.  Maddecileri te'sirsiz hale getirmenin en   uygun yol ve  metodunu İslâm getirmiştir.  O zehiri etkisiz kılan  panzehir, İslâmdadır. Kur'ân 258. âyetle bizi bu konuda yeterince uyarmaktadır. [299]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle, belli kanunlarla canlıları diriltmeye ve öldürmeye Al­lah'ın kadir olduğu, bütün tasarrufun O'nun kudret elinde bulunduğu be­lirtildi. Hakk'a karşı gelen inkarcının bu konuda nasıl yanlış bir yol tuttu­ğu ve sonunda şaşkınlık içinde kalıp cevap veremez hale gelip susmak zorunda kaldığı örnek verildi.

Aşağıdaki âyetle Allah'ın bu kudretine canlı misaller getiriliyor ve böylece imânı zayıf olanların nasıl bir tavır takınacaklarına, itâhî mu'cize karşısında teslimiyet gösterip göstermiyeceklerine işaret ediliyor. [300]

 

Meali :

 

259— Veya çatıları çöküp alti-üstüne gelmiş bir şehre uğrayan kim­seyi görmedin mi? «Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?» de­mişti. Bunun üzerine Allah o kimseyi yüz yıl ölü bıraktıktan sonra dirilt-misti ve : «Ne kadar (ölü vaziyette) kaldın?» diye sormuştu. O da : «Ya bir gün, ya da bir günden az bir zaman kaldım» diye cevap vermişti. Al­lah ona: «Hayır, yüz yıl kaldın; öyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır; bir de merkebine dikkat et! Ve hem bunlar seni insanlara (canlı bir) ibret ve öğüt belgesi kılmamız içindir. Bir de o ke­miklere bak, nasıl biraraya getirip yerli yerince düzene koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz. Ne vakit ki (Hakk) ona (bu suretle) apaçık (bir defa daha) belli oldu, dedi ki: «Artık biliyorum ki, Allah'ın gerçekten gü­cü her şeye yeter (kalbim iyice buna inanıp yatıştı).»

 

İlgili  Hadîsler

 

«Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yet­mezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin ki bu, imânın en zayıfıdır.» [301]

Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum: Ya Resûlellah! dedim. Şüphesiz ki Allah şiddet ve kahrını yeryüzüne indir­miştir; aralarında salih kişiler de var, (azgınların ve tuğyan edip hakkı in­kâr edenlerin) helâkları sebebiyle onlar da helak olup gidiyorlar?! Resû-îüllah (A.S.) bana şöyle cevap verdi:

— «Ya Âişe! muhakkak ki Aziz ve Celil olan Allah şiddet ve kahrını, cezasına hak kazanmışlara indirdiğinde aralarında salih kişiler varsa, on­lar da o kötülerle beraber helak olurlar, sonra herkes niyetine göre kabrinden kaldırılıp (haşrolur, hesaba tabi tutulur).» [302]

«İsrailoğulları günahlara dalınca, âlimleri onları günah ve kötülükler­den men'etmeye çalıştılarsa da onlar vazgeçmediler. (Sonunda) o âlimler de onlarla beraber oturdular, yediler ve içtiler, derken Allah onların bir kısmının kalbini bir kısmına vurdu, (kötülük ve günahlarda birleşip aynı seviyeye geldiler), bu sebeple Allah onları Davud'un ve Meryem oğlu İsa'­nın diliyle lanetledi, isyanlarına karşılık onlara lanet indirdi, çünkü onlar haddi  aşıp haksızlıkta bulunan kimseler idi.»

Âişe Validemiz (R.A.) bu hadîsi naklettikten sonra devamla şunu an­lattı: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sözü buraya getirdikten sonra oturdu­ğu yere dayalı olarak şunu söyledi: «Hayn-, canımı kudret elinde tutan Allah'a andolsun ki, siz (inkâr, günah ve kötülüklere) dalanları kahretme­diğiniz, Hakka uyma konusunda onları susturup cevap veremez hale sok­madığınız takdirde (onlarla birlikte  helak olmaktan kurtulamazsınız).» [303]

 

Tarihî  Yönü

 

 «Veya çatıları çöküp   altt-üs-tüne gelmiş bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi?»

Yüce Yaradan tarihî bir olayın ibret alınacak bölümünü kudret fırça­sıyla tasvir ederek gözlerimizin önüne sermekte, Hak'tan yüzçeviren bir milletin doğruyu bulmakta başarılı olması şöyle dursun, büyük felâketle­rin  onları beklediğini hatırlatmaktadır.

İsrâiloğullarına Kur'ân'da sık sık temas edilmesi ve geçirdikleri uzun bir tarihin zikzaklı devrelerinin bazı bölümleri sözkonusu edilerek sunul­ması, Allah'a inandıktan sonra madde çukuruna düşüp yolunu kaybeden milletleri uyarmak içindir. Mısır'dan Filistin'e gelip yerleşen, bu arada verdiği sözü tutmayan, Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk görevini yerine getir­mekte büyük kusur işleyen ve bu yüzden uzun yıllar vatansız bir halde pe­rişan dolaşan İsrailoğulları, Musa Peygamberin vefatından sonra yine eski anlayış ve yaşayış vadisine döndüler, dünya saltanatından başka bir şey düşünemez duruma geldiler. İlâhî kanun üçüncü kez onlara ağır bir şamar indirdi. Babil Hükümdarı Nabukodonosor (M.Ö. 587) Filistin üzerine yürü­dü. Kudüs'ün altını üstüne getirdi. Halkın bir kısmını kılıçtan geçirirken, bir kısmını da esir etti. Kaçıp kurtulabilen az sayıdakiler ise Şam dolayla­rına yerleşmek için sığınakaradılar. Böylece Tevrat'ın tabiriyle kutsal şe­hir İliya, Urişalim, görenleri ağlatacak bir felâkete uğradı. Yahudi kralı Hezekiel'in yaptırmış olduğu kanallar ve önemli eserler yerlebir edilmişti.

İşte yukarıdaki âyetle özellikle bu olayın nedenleri özetleniyor ve asıl ibret alınacak can noktası tasvir edilerek tuğyan eden bir milletin kendi kendini nasıl bir bataklığa sürükleyip soktuğu gözler önüne seriliyor. Bu arada bir yolunu bulup esaret kaydından kendini kurtarıp Kudüs'e dönen bir zattan söz ediliyor. Kur'ân bu zatın ismini anmıyor. Çünkü önemli olan o değil, Allah'ın ona gösterdiği ve bize açıkladığı mu'cize ve eşsiz kud­retinin tezahürüdür. Ancak müfessirlerimiz bu zattan bahsederken Üze-yir, Ermiya, Şa'ya, Hizkıyal ya da Hezekiel gibi isimler üzerinde durmuş­lardır. Allah daha iyisini bilir. Tevrat bu zatın Hezekiel olduğunu kaydeder.

Merkebiyle şehrin üzücü ve ağlatıcı görünümüne bakınca, çatıların çöktüğünü, binaların enkaz haline geldiğini göz yaşları içinde seyretti ve: «Allah nerede, nasıi ve ne zaman bu şehri yeniden diriltecek? Acaba bir daha bu ülke bayındır hale gelir mi?» diye kendi kendine söylendi. Çünkü ölenler geri gelmiyecek, tarihî mabedler eski haline dönmiyecekti. Umut ile umutsuzluk birbirini izliyor, âdeta yarış yapıyorlardı. Tabii buna şâ-hid olan zat, ya bir peygamber, ya da sâlih erdemli bir kul idi. Herşeye rağmen umudu önde gidiyor, ama bir ilâhî belgeyle gönüi yatışkanlığına kavuşmak İstiyordu. Derken Allah o zatı yüz yıl ölü bıraktı, belki de bit­kisel bir hayata soktu. Zaten zaman kavramı nisbî ve izafîdir. O ölü bir vaziyette dursun, beraberinde taşıdığı yiyecek ve içecekler ilâhî emirle korundu. Merkebinden ise sadece geriye bir yığın kemik kaldı. Kendisine yeniden hayat verilince, aradan yüzyıl geçtiğinin farkında değildi. Uyu­yup uyanmlş gibi kendini hissediyordu. Nitekim : «Ne kadar (öiü bir vazi­yette) kaldın? sorusuna, «ya bir gün, ya da bir günden az...» diye cevap vermiştir. Âyette de belirtildiği gibi, bu olay bir ibret belgesi olarak insan­ların nazarına sunulmuştur.

Bırak yıkılan bir ülkeyi yeniden diriltmeyi, ölüp sadece bir yığın ha­linde kemikleri kalan bir hayvanı «ol!» emriyle nasii dirilttiğini Allah o za­ta göstererek, onu gönül yatışkanlığına kavuşturdu. O da : «Artık bir kez daha biliyorum ki Allah hakikaten her şeye kadirdir (gücü yeter),» diye­rek tekrar umut dolu bir teslimiyet gösterdi. (1)

Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlatılan bu olay ilâhî mu'cizelerden biridir. İnsan aklının sınırını aşar, fizik ötesine dayanır, Mu'cize demek, bir şey hakkındaki kanunu ibtal etmek suretiyle olağanüstü bir durum meydana getirmektir. Bu yetki de ancak Allah'a aittir.

 Âyeti ikinci bir yoruma göre biraz değişik tercüme ettik. [304]

 

Bu Olayı Yansıtmakta Da Kur'ân Tevrat'ı  Düzeltip Doğrultuyor

 

TEVRAT Hezekiel bölümü bap 36'da Kudüs'ün tahribe uğramasından sözedilirken deniliyor ki:

«Mademki sizi virane ettiler ve milletlerin bakiyesine mülk olasınız diye her yandan sizi yuttular ve dile düştünüz ve kavmin dedikodusu ol­dunuz, bundan dolayı ey İsrâiloğuHarı, Rab Yehova'nın sözünü dinle­yin....»

«Ve harap oimuş yerler yapılacak ve üzerinde insanı ve hayvanı ço­ğaltacağım.»

Hezekiel bölümü bap 37'de ise yığın haline gelen kemiklerden söz-edilerek deniliyor ki:

«Rabbimin eli üzerimde idi ve Rabbim Ruhunda beni dışarı çıkardı ve beni vadinin ortasına koydu ve vadi kemiklerle dolu idi. Onların üze­rinden her yandan beni geçirdi ve işte ovanın yüzünde kemikler pek çok­tu ve işte çok kurumuşlardı ve bana dedi: Âdemoğlu,, bu kemikler diri-lebiiir mi? Ben de : «Ya Rab Yehova, sen bilirsin, dedim. Ve bana dedi: Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de : Kuru kemikler, Rab-bin sözünü dinleyin, Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor: İşte sizin içi­nize soluk koyacağım ve dirileceksiniz ve üzerinizde et bitireceğim ve si­zi deri ile kaplıyacağım ve bileceksiniz ki ben Rabbim.»

Hezekiel devamla aynı bölümde diyor ki:

«Ve bana emrolunduğu gibi peygamberlik ettim ve ben peygamber­lik ederken bir gürültü oldu ve işte bir sarsıntı ve kemiği kemiğine olmak üzere kemikler birbirine yaklaştılar ve işte üzerinde adaleler vardı ve et bitti ve üstten onların üzerine deri kapladı.»

Bütün bu cümleler öldürüldükten sonra sadece kuru kemikleri kalan İsrailoğullan'nın yeniden diriltildiğini anlatmaktadır. Bu her yönüyle ilâhî kanuna ters düşmektedir. Çünkü ölen veya öldürülen bir millet kıyamete kadar bir daha diriltilip yeryüzüne getirilmez. Böylesine câri bir Sünne-tullah yoktur.

Kur'ân bu olayın hakikatini özetliyerek bir peygamberin ilâhî mu'cize sınırları içinde yüz yıl bitkisel denilecek anlamda bir ölüm devresine so­kulduğunu, bu süre içinde merkebinin ölüp geriye sadece kemiklerinin kaldığını ve fakat yiyecek ve içeceklerin bozulmadığını haber vermekte ve bununla, yıkılan, mahvolan bir milletjn Hakk'a dönüş yaptığı takdirde ilâhî inayet ve rahmetle yeniden yurtlarına dönebileceklerini, esaret   ve aşağılanmaktan kurtulacaklarını "müjdelemektedir. [305]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İbrahim Peygamber, Hakkı inkâr edip mülk ve saltanatın verdiği gu­rur ve şımarıklık havası içinde tuğyan edip kendini ilâh sanacak kodar küstahlaşan Nemrud'u susturup mat edince, bu kez ilme'l-yakin'den ay-na'1-yakine yükselmek, ilâhî kudret ve hikmeti gözleriyle görmek istedi. Böylece ilmî yöndeki inanç ve bilgisini, duygusuyla görme ölçü ve anla­mıyla bir araya getirip imân, akıl ve duygusunu bu konuda birleştirmek suretiyle gönül yatışkanlığına   kavuşmayı  arzuladı. [306]

 

Meali:

 

260— Bir vakit de İbrahim : «Rabbim! ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster?» demişti. Allah ona : «İnanmadın mı?» buyurmuştu. O da : «Ha­yır, inandım (ve inanıyorum) fakat kalbim yatışsın diye (arzuluyorum)» demişti. Allah : (Öyle ise) kuşlardan dört tane tut da onları kendine alış­tırıp çevir ve parçalayıp her parçasını bir dağın üzerine koy, sonra da on­ları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah çok üstündür, çok güçlüdür ve yegâne hikmet sahibidir.» buyurmuştu.

 

İlgili Hadîs

 

«Biz (gönül yatışkanlığı vadisinde) şekki (atıp hakikati gözlerimizle görmekte) İbrahim'den daha haklıyızdır; hani o: Rabbim! ölüleri nasıl diriltirsin bana göster? demişti. Allah ona: İnanmadın mı? buyurmuştu. O da, hayır inandım ve inanıyorum, fakat kalbim yatışsın diye arzuluyo­rum, demişti.» [307].

 

İtikadı Yönü

 

«Allah ona : İnanmadın mı? buyurmuştu, o da, hayır inandım ve inanıyorum...  demişti.»

Peygamberler ilâhî hidayet ve inayete herkesten daha çok mazhar-dırlar. Amentu'da özetini bulan imân esaslarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Al­lah'ın buyurduğu hiçbir hususta şüphe ve tereddüde düşmezler. Çünkü imânla inkâr, yakin ile şekk bir gönülde birleşemez. Kaldı ki peygamber­ler Allah'ın indirdiği bütün esas ve prensiplere kayıtsız şartsız bağlıdırlar ve tam bir teslimiyet içindedirler. Gönül vadilerinde zan ve şüphenin ye­ri yoktur. İkinci kez yaratmanın birinci yaratmadan daha zor olmadığını bi­lirler, Canlılar hiç yokken, model ve örnekleri mevcut değilken onları son­suz kudret ve hikmetiyle yokluk karanlığından variık alanına çıkaran Al­lah'ın onları öldürdükten sonra âhiret hayatı şartlarına uygun yeni bir beden kılıfıyla yaratması cok daha kolay değil midir? Aslında bu gibi de­yimler bizim anlayışımıza göredir. Çünkü Allah hakkında şu kolay, bu zordur, diye düşünülemez. Kudsî hadîslerdeki bu tür anlatımlar bizim kav­ramamızı  sağlamak içindir.

İbrahim Peygamber, Nemrut ile yaptığı tartışmada üstün gelmiştir, Çünkü hak her zaman ve her yerde üstündür. Hakkı inkâr edenlerin bile çoğu kez -bu üstünlüğün burukluğu vicdanlarında yatar. İbrahim Peygam­ber böylece azılı bir kâfir olan, aynı zamanda güneşe tapan Nemrud'u susturup mat ettikten sonra Allah'ın kendisine lütfettiği bu başarının ver­diği derin zevk içinde bir de ölülerin nasıl diriltileceğim gözleriyle görmek ve bununla tam bir gönül yatışkanlığı içinde Allah'a olan kulluğunun ren­gini ve mânasını daha belirgin hale getirmek ve bağlılığını daha çok artır­mak arzusundaydı, Allah'a olan sarsılmaz güveniyle bu isteğini dile ge­tirdi.

Diyebiliriz ki İbrahim Peygamber, bedeniyle dünyada,  fakat  kalbiyle  ruhuyla Cennette bulunuyordu. Kıyamet günü Cennete girenler nasıl Al­lah'ın cemalini, Resûlüllah {A.S.) Efendimizin tatlı yüzünü görmek ister­lerse ve bunda bir şüphe ve tereddüdü giderme düşüncesi yoksa, bunun gibi bir peygamberin olağanüstü bir şeyin meydana gelmesini istemesin­de de bir şüphe ve tereddüdü giderme düşüncesi mevcut değildir. Sade­ce bunun zevkini almak, kalbi yatıştırmak, heyecanı teskin etmek ve ne­ticede Allah'a olan bağlılığının daha çok kuvvetlenmesini sağlamaktır. [308]

 

Kuşların Ehlileştirilmesi Ve Dört Türden Bir Araya Getirilmesi

 

Âyette geçen = FESURHÜNNE - FESIRHÜNNE İLEYKE cümlesi üzerinde ilim adamlarımız ve büyük tefsircilerimiz durmuş, daha çok gramatik olarak çözümünü yaparak şu mânalara delâlet ettiğini orta­ya koymuşlardır:

1.  Sad harfinin esresiyle okunduğunda, «Onları tutup parçala birbi­rine karıştır,» mânası anlaşılır.

2.  Sad harfinin ötresiyle okunduğunda, «Onları kendine çevirip alış­tır, evcilleştir,» mânası çıkar.

3.  Onları toplayıp bir araya getir, birbirine karıştır. [309]

4.  Onları tutup bağla, sonra da boğazla. [310]

5.  Onları parçala, Bu mânanın daha çok SÂRE YESÛRU'dan geldiği anlaşılır. Nitekim ünlü gramerci Ebû Esved ed-Düelî, bu fiilin Süryanice-den alınma bir kelime olduğunu ve kesip parçalamak anlamına delâlet ettiğini söylemiştir. «SAVR» kesmek ve parçalamak, demektir. Ayrıca bu­nun Nabticede [311] parçalamak mânasına geldiği İbn Abbas (R.A.)dan ri­vayet edilmiştir. [312]

6.  Onları kendine çevirip alıştır; bir araya getir. Nitekim boynu bir yana meyleden kimseye ESVER denir.

7. SARRA- YUSARRİ'den hapsetmek anlamına geldiğini İmam Kur-tubî, İkrime'den   rivayet etmiştir.

Âyeti hadîslerle tefsir ettiğimizde de cümlenin asıl mâna ve hükmü ortaya çıkmaktadır. Daha çok mevkuf olarak bize kadar gelen rivayetler­le yukarıda belirttiğimiz mânalar açıkça anlaşılmaktadır. Kur'ön'ın ilk in­diği devirdeki Arapçayı çok iyi bilen büyük müfessirlerimizin hemen hepsi bu mânalar üzerinde durmuş ve İbrahim vasıtasıyla tecelli eden büyük bir mu'cizeyi başka yoruma ihtiyaç duymadan nakletmişlerdir. O halde FESURHÜNNE'den sadece «evcilleştir» mânasını çıkarıp âyetin asıl de­lâlet ettiği önemli bir mu'cizeye kapıyı kapamak, mu'cize hakkında şüp­heci olmaktan ileri  bir maksad  taşımaz.

Öyleyse ayrı türden dört kuşun bir araya getirilip boğazlanması, son­ra parçalanıp birbirine karıştırılması, sonra da her parçanın bir dağ üze­rine konulduktan sonra ilâhî irâdeyle bunların İbrahim Peygamberin diliy­le çağrıldığında dirilip gelmesi, yaratmadaki kudretin yüceliğini, ölüleri yeniden diriltmekteki kolaylığın esrar perdesini aralayıp Hakkı yansıtmak­tadır. [313]

 

Tarihî Yönü

 

Olayın tarihî yönüne ışık tutan ve konuyu biraz daha açıklayan İbn Ebû Hatim, el-Azame'de Ebû Şeyh'ten, onun da..İbn Abbas (R.A.)dan yap­tığı rivayette deniliyor ki:

«Bir gün İbrahim Peygamber deniz kenarına uğramıştı, Habeşlİ oldu­ğu sanılan bir adamın ölüsüyle karşılaştı. Bir yandan deniz, bir yandan kara hayvanları onun etini parçalayıp yerken kuşlar da boş durmuyordu. Bu olay İbrahim Peygamberi derin bir düşünceye itti ve : «Ya Rabbî! Bu ölüyü deniz ve kara hayvanları yiyip bitirmek üzere. Tabii bu hayvanlar da bir gün ölecek. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana bir göstergen» diyerek niyazda bulunmuştur. Bunun üzerine sözü edilen büyük mu'cize meydana gelmiştir. [314]

 

Mu'cizeye  Dikkat

 

 «B'f kî- Allah C°k üstündür ve yegâne hikmet sa­hibidir.»

Aslında varlık âleminde her gün karşılaştığımız sayısız olayların  her biri birer mu'cize niteliğindedir: Karıncaların kollektif çalışmasından tutun da, arıların ölçülü ve disiplinli bir aile düzeni ve görev bölümü içinde bal depolamasına kadar; çiçekler arasındaki tozlaşmadan, dışı-erkek çiftleş­mesinden ana rahminde oluşan cenine kadar,.dünyanın şaşmadan hem kendi ekseni etrafında, hemgüneş etrafında dönmesinden 23 derece me­yilli olmasına kadar, atmosfer tabakasının belli ölçüdeki kalınlığından dünyanın güneşe olan uzaklığına kadar her olay bir mu'cize değil de ne­dir? Bunların hepsi de insanı acze düşüren yüce bir kudretin eşsiz sana­tını sergilemiyor mu? Ünlü ihtilâlci Şeyh Bedrettin Simevenî'ye: «Bize bir keramet gösterseniz ya?» denildiğinde, «Şu kâinat kerametlerle doludur, hâlâ keramet mi arıyorsunuz!?» diye cevap vermesi çok anlamlıdır.

Ne var ki saydığımız bütün bu olaylar belli kanunlara bağlıdır. Orta­da bir illiyet (kozalite) [315] kanunu var. Nedeni bilinen, hangi kanuna göre oluştuğu anlaşılan, ya da hangi Sünnete göre hareketini devam ettirdiği kesinlik kazanan olayları tabii kabul ediyoruz. Alışageldiğimiz ve sebebi­ni bildiğimiz olayların ölçü ve anlamının dışında kalan olağanüstü vaka­ları çoğu kez gayr-i tabii sayıyoruz. Hakikatte ise her iki olayı meydana getiren kudret aynıdır; tabir caizse, aynı sanatkârın elinden çıkmadır. Dünyanın belli kanunlarla hareketini sağlayan kudret karşısında bir ölü­nün dirilmesi daha mı zor, ya da imkânsızdır? Dünya batıdan doğuya ha­reketini sürdürmektedir. Bunu tabii kabul ediyoruz. Çünkü belli bir ka­nuna göredir. Ama doğudan batıya doğru hareketini sağlayacak bir ka­nun konulmamıştır. Şayet böyle bir hareket meydana gelecek olursa bu­nu yadırgar ve olağanüstü sayarız. Ama aslında bu iki ayrı yöne hareket İlâhî kudrete nisbetle aynı ölçü ve anlamdadır. İkisi de birer mu'cize ni­teliğindedir. Fakat biz birisini tabii bulduğumuz ve nedenselliğini az-çok anladığımız için  mu'cize saymıyoruz.

İnsanın belli kanunlarla doğup büyümesi ve sonra ölmesi alışılmış ve anlaşılmış bir sünnettir. Bu bakımdan yadırganmaz. Öldükten sonra di­rilmesi alışılmış ve anlaşılmış olmadığından, ya yadırganmakta, ya da ret ve inkâr edilmektedir. Aslında her iki olay da aynı ölçü ve değerdedir. Bi­ri ne ise öteki de odur. Aynı kudret eli onları hazırlamakta, birinin üze­rindeki esrar ve hikmet perdesini aralamakta, diğerini kapalı tutmaktadır.

Tabii bütün bu konularda insanoğlu büyük bir sınavdan geçirilmek­tedir.

Demek oluyor ki bütün bu kanunlar, sünnetler, nedensellik ve sebep-lilikler bize göredir, bunların hepsi nisbî ve izafîdir. Varlık âleminde başı­boş bir şey, sebepsiz bir olay yoktur. Bunları belli kanunlara bağlayan kudret, her birini bizim aklımızın alabileceği biçim ve ölçüde sergilemek­tedir. O kudrete göre ise olağanla, olağanüstü iki vaka arasında bir fark yoktur, ikisi de aynı tezgâhın imalatıdır. Dilediği zaman sebep ve illetleri ortadan kaldırır veya bilmediğimiz illetleri oluşturur da olağanüstü vaka meydana gelir. Çünkü o hem Aziz'dir, hem Hakîm'dir. [316]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah'ın sonsuz ve her şeye üstün kudreti anlatıldıktan sonra bâtıldan yana olanların gerçek anlamda bir üstünlük ve başarı elde edemiyecek-lerine, görünürde bir basan sağlasalar bile sonunun yine başarısızlığa dönüşeceğine, Allah'a imândan uzak bir ilim ve tekniğin korkunç bir si­lah olup geri tepeceğine açık ve kapalı biçimde dikkatler çekildi ve son­ra ölümün bir bakıma herkesi aynı seviyeye getirdiğine, ama kıyamet gü­nü herkesin dirilip ameline göre değer bulacağına işaret edildi. Bu konu­da sergilenen mu'cizeler ilâhî kudreti yansıtır ölçü ve mânada insan ak­lını ve vicdanını harekete geçirdi.

Aşağıdaki âyetlerle imân ve İslâm nimetinin pek ucuza elde edilemi-yeçeğine, her nimetin değerine orantılı bir külfetin bulunduğuna kapı açı­lıyor. Allah yolunda büyük gayret ve himmetler gerektiği anlatılıyor; atı­lan tohumlardan feyizli bir ürün, yetiştirilen nesilden imân ve irfanla be­zenmiş bir hizmet bekleniyorsa, birçok fedakârlıklara katlanmanın gerekli olduğu hatırlatılıyor. [317]

 

Meali :

 

261—  Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak biti­ren, her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer.  Allah dilediği kimseye (feyiz ve bereketini) kat kat artırır. Allah bol bol cömertçe ve-rendir; her şeyi bilir.

262—  Onlar ki mallarını Allah yolunda harcar» sonra da harcadıkla­rının arkasından başa kakmaz, gönül incitmezler, onlar için Rabları  ka­tında ecir vardır; onlara bir korku da yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

263—  Güzel tatlı bir söz ve bağışlama (kusur görmeme), peşine ezi­yet takılan bir sadakadan hayırlıdır. Allah (her şeyden) ganî (doygun)dur ve halîm (lütuf ile muamele edip incitmeyen, aceleci olmayan)dır.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, İslâm çatısı altında toplanıp gönül bir­liğine erişen bahtiyarlara, Tebuk savaşına hazırlandığı bir sırada muhtaç­lara, teçhizat bulamıyanlara sadaka^ vermelerini hatırlattı ve bu konuda özendirici anlatımlarda bulundu. İslâm'a hizmeti ön plânda tutan ve her şeyini Allah ve Resûlüllah yolunda harcamayı üstün bir ibâdet ve eşsiz bir erdemlik sayanlardan Avf oğlu Abdurrahman (R.A.) 400 dinar alıp gel­di ve : «Ey Allah'ın Resulü! 800 dinarım vardır; bunun yarısını Rabbime ödünç veriyorum (yani karşılığını sadece O'ndan bekleyerek harcamak is­tiyorum) dedi. [318] Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Ey Abdarrahman! kendi­ne ayırdığını da, Rabbin için verdiğini de Allah mübarek etsin!» diyerek memnuniyetini belirtti. Sonra Hz. Osman (R.A.) söze başlayarak dedi ki: «Ey Allah'ın-Peygamberi! savaşa katılanlardan teçhizat ve azığı olma­yanların ihtiyacını ben karşılamak istiyorum».

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Bu konuda ikinci bir rivayet Abdurrahman bin Semure'den yapılmış­tır ki, buraya aktarmamızda yarar görüyorum

Sıkıntıda kalan askeri donatmak için Hz. Osman (R.A.) bin dinar ge­tirip Resûlüllah (A.S.) Efendimizin önüne koydu. Efendimiz elini bu altın paraya dokundurarak şöyle duada bulundu:

«Bundan böyle Osman ne gibi amelde bulunursa (Allah'ın izniyle) ona zarar vermez; Allahim, bugünü Osman'a unutturma! Ey Osman'ın Rabbi! doğrusu ben Osman'dan razı oldum, ,Sen de ondan razı ol.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kıymetbilir büyük bir peygamberdi. Hele kendini Allah yoluna vakfeden mü'minleri canı kadar sever ve korurdu. Fakirlerle oturmaktan derin bir zevk alır, herkese bilgisine, görgü ve ak­lına göre ilgi gösterir, hiç bir kimseyi kırmamaya çalışırdı. Bu nedenle Hz. Osman'ın yukarıda belirtilen o asil davranışı O'nu fazlasıyla duygulan­dırmış, Allah dinine yardım elini uzatan bu seçkin kişiler için duâ elle­rini kaldırdıktan sonra fecir doğuncaya kadar indirmemişti. [319]

 

İlgili Hadîsler

 

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

— Bir adam devesini, başındaki yuları (üstündeki semeri)le birlikte Allah yolunda sadaka verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :

«Andolsun kî kıyamet günü yularlı (ve semerli) yedi yüz deve ile ge­leceksin» [320]» Yani sana o gün yediyüz deve sadaka etmişçesine sevap verilecektir.

«Şüphesiz ki Allah, âdemoğlunun bir iyiliğini, güzel bir amelini on ilâ yediyüz misline çıkarır; ancak oruç müstesna, çünkü (Allah): Oruç benim içindir ve onun karşılığını ancak ben takdir ederim, (buyurmuştur).» [321]

«Kim Alîah yolunda bir harcamada bulunursa, yediyüz katına yükse­lir onun harcaması.» [322]

«Kim evinde oturduğu halde Allah yolunda bir harcamada bulunur, bir nafaka gönderirse, her dirhemine karşılık kıyamet günü yediyüz dir­hem (sevabı) vardır. Kim de hem Allah yolunda savaşa katılır, hem de bu yolda (askere) harcamada bulunursa, ona her dirhem karşılığı yedi­yüz bin dirhem (sevabı) vardır. Çünkü Allah dilediğine kat kat artırır.» [323]

İbn Murdeveyh diyor ki:

«Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli......»  mealindeki âyet

inince Peygamber (A.S.) Efendimiz: «Rabbim, ümmetim için artır», diye duâ etti. Bunun üzerine : «Kimdir ki Allah'a (faizsiz, karşılıksız) ödünç versin de, Allah onu kat kat artırıp çoğaltsın?» [324] âyeti indi. Peygamber (A.S.) yine : «Ya Rab, ümmetim için artır» diye dilekte bulundu. Bunun üze­rine, «Sabredenlere mükâfatları herhalde eksiksiz ve sürekli olarak ödene­cektir» âyeti indi  [325]                                                                

«Üç kimse var ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve on-Jara rahmet nazarıyla bakmayacak, onları tezkiye de et m iye çektir; onlar için elem verici azâb vardır:

1.  Verdiğini (yaptığı iyiliği) başa kakan, (gönül inciten),

2.  Eteğini yerde sürüyen (kibir ve gururla gezip dolaşan),

3.  Yalan yemin ederek malını satan...» [326]

«Güzel ve iyi söz de (birer) sadakadır.» [327]

«Ana babasına karşı gelen yaptığı iyiliği başa kakan, içkiye devam eden ve kaderi yalanlıyan kimseler Cennet'e girmez.» [328]

 

Allah Yolunda Harcama Orduyu Güçlendirme

 

 «Onlar ki, mallarını Allah yolunda harcarlar»

Âyet-i kerîmede Allah yolunda harcamanın iki önemli amacı üzerinde durulmuş, ilâhî anlatımın en özlü biçimiyle Müslüman milletlerin dikkatle­ri çekilmiştir:

1.  Sosyal dayanışmayı geliştirmek, dengeli ve âdil bir toplum oluş­turmak,

2.  Hür ve bağımsız yaşayabilmek, iç ve dış tehlikelerden ülkeyi ko­ruyup savunmayı gerçekleştirmek..

261. Âyet orduyu güçlendirmenin feyizli sonuçlarını nefis bir örnekle gözler önüne seriyor; bire yediyüz, diğer bir yönüyle bire yediyüz bin gibi yüksek bir karşılık va'dediyor. Hem yardım edenin, hem yardım olunanın dünya ve âhirette şerefli, itibarlı olacağını, üstünlük sağlayabileceğini simgeliyor. Böylece orduyu güçlendirmenin bereketli bir hayata, nîmet dolu bir ülkeye kapıyı açık tutacağına ve bundan her ferdin yararlanaca­ğına işarette bulunuluyor; yani güçlü bir anlatımla ilâhî müjdenin perdesi aralanıyor, O'nun kullarına olan va'dinin serinletici havası estiriliyor.

Hazret-i Osman'ın (R.A.) orduya yaptığı bağışı övmekle ve duada bu­lunmakla bitiremeyen Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini anlatmaya gerek var mıdır?

Kur'ân bu vadide elde edilecek maddî ve manevî kazancı birleştirip mutluluk dolu bir hayat iksiri olarak takdim ediyor. İnanmış bir milletin her zaman bu iksire muhtaç bulunduğunu vurguluyor. Savaşta orduya fiilen katılamıyan kimse bununla beraber maddî olarak yardımda bulunabiliyor-sa, harcayacağı her kuruş karşılığı yediyüz kuruş sevabına; hem katılı­yor, hem de yardımda bulunuyorsa, harcayacağı her kuruş karşılığında yediyüz bin kuruş sevabına erişeceğini müjdeleyen Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.), İslâm ülkelerinin başarı dolu yollarını açıyor, saadet dolu bir geleceği va'dediyor. Böylece milletle devleti, inanmış ce-

maatle orduyu   kaynaştırıyor; kişileri ferdî çıkar düşüncesinden  kurtarıp insanlıktan yana hizmetin feyizli, bereketli düzeyine kavuşturuyor.

O halde milletlerin hayatında bu ölçü ve anlamda nesil yetiştirmenin rolünü hiç bir zaman dikkatten uzak bulundurmamak gerekir. İslâm ülke­lerinin asırlardır uğradığı felâketin altında bu ihmal ve anlayışsızlığın pa­yı büyüktür. [329]

 

Yapılan İyiliği   Başa Kakmak

 

«Sonra da harcadıklarının arkasından ba­şa kakmaz, gönül incitmezler...»

262. Âyetle sosyal yapıyı, aradaki boşluklar doldurularak sapasağ­lam ayakta tutmanın önemli sebeplerinden birine dokunuluyor. Bunu özet-liyecek olursak, yapılan iyiliği başa kakmanın iki ayrı zararı olduğunu gö­rürüz :

1.  Yapılan iyiliği asıl amacından saptırır, karşılık olarak verilecek se­vap ve mükâfatı yokeder.

2.  Beşerî münasebetlerde sosyal bünyenin yardımlaşma harcıyla pe­kişmesinde zedeleyici   nedenler oluşturur. Haysiyet ve onur kırıcılığı se­bebiyle kaynaşma yerine ayrışmayı, bütünleşme  yerine dağılmayı, sevgi yerine kin ve nefreti getirir. Bunun elim sonucu olarak da kişisel çıkarla­rın ön plâna alınmasını hızlandırır.

Kur'ân-ı Kerîm'de, ilâhî terbiye ve ahlâk potasında şekillenen Peygam­berin insanlıktan yana hizmetleri anlatılırken her peygamberin gönül in­citmemeye, yapılan hizmeti başa kakmamgya özen gösterdiği şu sözlerle anlatılıyor:

«Hani Şuâyb onlara: «Artrk {putlara tapmaktan, haksızlık etmekten, Hakk'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Şüpheniz olmasın ki ben, si­ze (gönderilen) güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana uyun. Bu (hizmetime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benîm (hiz­metimin) karşılığı ancak âlemlerin Rabbına aittir.,» dedi.» [330]

Ayrıca İnsan sûresinde de bu konuya dokunularak şöyle deniliyor:

«Size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.» [331]

Peygamber (A.S.) Efendimizin feyiz ve mutluluk saçan rahlesinde yetişen Ömer (R.A.), halîfe bulunduğu yıllarda bir bedevinin ona gelerek aralarında şu konuşma geçtiğini sahih kaynaklardan okuyup öğrenmek­teyiz :

Bedevî —Ey hayırlı Ömer! Cennet ile mükâfatlandın. Çocuklarım ile' analarına bir şeyler giydir; şu günlerde bize bir sütre, bir örtü ol. Allah'a yemin ederim ki, bu dediğimi yapmalısın!    .

Ömer — Ya yapmazsam  ne olur?,

Bedevî — Kıyamet günü benim bugünkü perişan, halimden elbetteki sorulursun. Sorumluluk durağında ya Cennete, ya da Cehenneme gidilir, başka üçüncü bir yol yoktur.

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) ağladı ve kendisine hizmet edene seslenerek : «Benim şu entarimi getir de bedeviye ver» dedi. Sonra da şu cümleyi ilâve etti : «Bunu, bedevî'nin hakkımda övgü dolu şiiri için değil, sorumluluk makam ve durağmdaki durumumu, Allah huzurundaki hesabı düşünerek veriyorum.»

Evet, Peygamber terbiyesiyle yetişen olgun bir mü'minden ancak böylesine asil bir davranış ve sorumluluk duygusundan yükselen fazilet dolu bir söz beklenebilir. İşte onlar böyle idiler!. [332]

 

Kur'ân'da Ziraat

 

«Yedi başak bitiren, her ba-sağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer.»

Bir taneden yedi başak bitmesine ve her başakta yüz tanenin oluş­masına dikkatler çekiliyor. Burada daha cok veya bir bakıma, bilimsel ça­lışmanın mutlu sonucu hatırlatılıyor. Bu âyetin ışığı altında Rahmet Pey­gamberi Hazreti Muhammed (A.S.) Efendimizin Hadîslerini ve büyük ilim adamlarımızın açıklama ve yorumlarını kısmen de olsa nakletmeyi yarar­lı görüyoruz :

İmam Kurtubî bu âyette, ziraatın en verimli düzeye getirilmesi için, onu, ekonomik yapıyı ayakta tutabilmenin en ileri sanatı ve insanların uğ-raşageldikleri işlerin en yararlı mesleği haline sokmaya işaret vardır, di­yor.

Nitekim Sahih-i Müslim'de meyvacıhğı geliştirme, boş araziyi ağaç­landırma konusunda Resûlüllah (A.S,) Efendimizin şöyle buyurduğu tesbit edilmiştir:

«Herhangi bir Müslüman bir ağaç diker veya ziraî bir ürün eker de ondan bir kuş, ya da insan veya hayvan yerse mutlaka yenilen şey onun için bir sadaka (vermiş) sayılır.»

Hazreti Âişe  (R.A.) Validemiz diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dikkatlerimizi yerin derinliklerine, toprak altına çekerek şöyle buyurdu :

«Rızkınızı toprağın altında (onun derinliklerinde) arayın.» [333]

Görülüyor ki hadîste, HÂBA-YAHBİ fiilinden türetilen HÂBAYA keli­mesiyle iki önemli husus vurgulanmıştır: Toprak altı ve toprak altında ör­tülü ve gizli kalan şeyler. Birincisi ziraatle, diğeri yeraltı madenlerine in­mekle gerçekleşir.

Meyve ağacına bir kez daha dikkatleri çeken Peygamber (A.S.) Efen­dimiz hurma ağacını örnek vererek buyuruyor ki:

«Hurma ıstak ve bataklık bir arazide kök salıp yükselir, kıtlık ve dar­lıkta yedirip doyurur.» [334]

Bu emir ve tavsiyeleri gözönünde bulunduran ilim adamları, ziraatçi-liğin farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Bir belde, kasaba ya da köy halkı ziraati terkettikleri takdirde devletin yetkili organları onları zi-raate dönmeye zorlar.

Emevî Halîfelerinden Abdülmelik oğlu Abdullah, devrin ünlü ilim adam­larından İbn Şihab Zührî'yle karşılaştığında ona dedi  ki:

— Ey ulu kişi! beni her yönden destekleyip tedavi edeaek bir işten haber ver?

İbn Şihab ona şu cevabı verdi:

— Toprağın altını araştır; onun hakiki sahibine el aç; umulur ki ge­niş fakat helâl bir rızka erişirsin. Hele bir de yeraltı suları fışkırıp akacak olursa...

Abbasî halîfelerinden Mu'tedid, bir gece rü'yastnda Hz. Ali (R.A.) Efendimizi görmüş. Ondan bir işaret beklemiş, derken Hz. Ali (R.A.) ona birkürek uzatmış ve: «Bunu al, çünkü yerin hazinelerinin anahtarı­dır,» demiş. [335][336]

 

İdealist, Güzel Ahlâklı  Mü'min Yetiştirmek

 

Buna «dâva adamı» da diyebiliriz. İnandığı dâva uğrunda geniş bir feragat anlayışı içinde bulunan ve gerektiğinde her şeyini bu yolda feda etme inancını taşıyan kimse, büyük adamdır.

İslâm'ın muhteşem sarayı ve taşıdığı büyük dâva, küçük himmetler, korkak yüreklerle vücut bulmamıştır. Evet dâvanın büyüklüğü, vasıtanın küçüklüğü ve şartların elverişsizliği dikkate alındığında görülecek ki, Ci­han Peygamberi Hazreti Muhammed (A.S.) ile etrafında toplanan bir avuç mü'min nasıl bir feragat ve fedakârlığa katlanarak İslâm davasının feyiz­li tohumunu ekip göz ve gönül doldurur ölçü ve anlamda bir ürün elde etmişlerdir? Evet bunu anlamak mümkün. Çünkü insanlığın hayrı ve mut­luluğu için haraanan bu yüce himmetler, akıtılan geniş servetler gözleri aydınlatan bir ekin tarlası meydana getirmiştir. İslâm davasını bu düze­ye getirmek ne kadar gayret, himmet ve fedakârlık istiyorsa, bu tarlayı verimli bir ölçü ve biçimde tutmak, ekiien ahlak ve iman tohumlarının ürününü en verimli ve yararlı şekilde almak da o oranda himmet ve gay­ret istemektedir. Tarla hazırlandı, ekildi, ürün verdi, artık yapılacak baş­ka bir şey yok, demek, bu feyizli düzeyden kopup zillet çukuruna yuvar­lanmak demektir. Bu tarla her geçen gün biraz daha geliştirilecek, da­ha verimli ve olumlu sonuç alabilmenin yol ve yöntemleri yine Resûlül-lah'ın {A.S.) saadet va'deden işaretlerinden öğrenilerek sistemli bir çalış­ma devresine girilecektir.

Günümüzde diken yetiştirip mevcut düzeni değiştirmek, daha doğru­su bâtılı getirip hakkı yok etmek için milyarlar harcanıp büyük çabalar sarfedilirken; beyni yıkanmış bir sürü genç sokağa dökülürken, diğer bir deyimle bu vadide korkunç bir ürün elde edilirken, mutlak saadet ve rah­met olan hak için, onu bütün anlamıyla ayakta tutan İslâm için neler yap­tık? Yetiştirdiğimiz ve yetiştirmekte olduğumuz neslin kalitesini davanın yücelik ve büyüklüğüne, va'dettiği esenlik nimetinin değerine göre hazır­layabildik mi? Yoksa hep şekil ve sayı üzerinde kalıp keyfiyet ve kalite­yi unuttuk mu? Muhteşem binalar hazırladık, ama içinde neyi nasıl yetiş­tireceğimize dikkat ettik mi? Kanaatimce İslâm ülkelerinin bütün sı­kıntı ve geri kalmışlığının bir ucu, belki de en önemlisi buna dayanmak­tadır.

Evet Kur'ân bu âyetle, kendini imân ve ahlâk dâvasına adamış fe­yizli ve bereketli tanelerin hem çok, hem kaliteli yetiştirilmesin' emret­mektedir. Buna buğday başağını örnek vermekte, eğitim ve öğretime bu doğrultuda ağırlık verilmesini istemektedir. [337]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İman ve İslânu haysiyetli yaşamayı ve şerefli bir millet düzeyinde bu­lunmayı korumak ve sağlamlaştırmak için en verimli hizmetin Allah yo­lunda harcamada bulunarak göz ve gönül dolduracak ölçüde bir daya­nışma; iç ve dış düşmanları korkutup sindirecek bir ordu, insanlıktan ya­na kendini İslâm ahlâkına vakfedecek sağlam karekterli bir nesil mey­dana getirmek olduğu anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minlerbu doğrultuda oldukları takdirde İslâm'a karşı girişilecek her düşünce ve hareketin, sarfedilecek mal ve gayretin olumlu bir sonuç vermiyeceğine dikkatler çekiliyor, sonra yine kendileri­ni imân ve irfan vadisinde sağlamlaştırmak, Allah'ın sevgili kulları olarak birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmek için mallarını Allah yolunda har­cayanlar bereketli ve göz alıcı bir bahçeye benzetiliyor; ürünün iki kat sağlanacağı müjdelenerek, mü'minlerin elde edeceği sonucun daima um­duklarının üstünde olacağı hatırlatılıyor. [338]

 

Meali :

 

264—  Ey îmân edenler! Allah'a ve âhiret   gününe   inanmayıp malını insanlara gösteriş için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül incitmekle boşa çıkarmayın. Çünkü onun misâli, kaygan bir ka­yaya benzer ki, üzerinde azıcık toprak vardır, derken ona şiddetli bir yağ­mur dokunur da dazlak bırakır; işleyegeldiklerî hiç bir şeye karşılık (bir sevap ve mükâfat) kazanmaya güç getiremezler. Allah inkarcıları doğru yola eriştirmez. [339]

265—  Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek ve kendilerini (imân ve İslâm, hürriyet ve bağımsızlık vadisinde) kökleştirip sağlam bir düzeye eriştir­mek için mallarını harcayanların misâli, yüksekçe bir arazideki güzel bah­çeye benzer ki, ona bol bol yağmur dokunmuş .da yemişlerini iki kat ver­miştir. Ona bol bol yağmur dokunmasa bile bir çisenti (dokunmak yeter). Allah işleyegeldiklerinizi görüp bilendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Size karşı korktuğumun en korkuncu, küçük şirktir.»

Bunun   üzerine Ashab sordu :

— Ey Allah'ın Resulü! küçük şirk nedir?

Buyurdu ki:

— «Riya (gösteriş)dır. Kullar amelleri karşılığında ceza ve mükâfatlan-dırılacakları gün gösterişçilere : Dünyada kime gösteriş yaptınızsa onlara gidin, yanlarında bir karşılık buiabilecekmisiniz bir bakın?! denilecek­tir.» [340]

«Ortaklıkta ben ortakların en doygunuyum, hiçbir ihtiyacım yoktur. Kim bir amel işler de ona benimle birlikte başkasını ortak eder (ibâdeti yaparken başkası görsün diye bir niyet taşır)sa, onunla o ortağını baş-başa bırakırım.» [341]

«Kim Allah yolunda bir harcamada bulunursa, kendisine yediyüz ka­tı yazılır.»[342]

«Kim Allah yolunda bir savaşçıyı donatırsa, gerçekten o da savaşmış sayılır. Kim bir savaşçının çoluk-çoouğuna hayır ile muamele edip onun yerine velilik yaparsa, doğrusu o da savaşmış kabul edilir.» [343]

«Kim bir savaşçının başına gölge sağlar (ona iyi bir yer hazırlar, sı­kıntısını giderir de yardımcı olur)sa Allah da kıyamet günü onu gölge­lendirir. Kim de bir savaşçıyı Allah yolunda donatırsa, ona o savaşçının sevabının bir misli verilir. Kim de içinde Allah ismi anılan bir mescid ya­parsa, Allah onun için Cennette bir ev yapar.» [344]

 

Gösteriş İçin Harcanan Mal

 

«Malını insanlara gösteriş için harcayan kimse gibi...»

264. âyetin son bölümünden mallarını gösteriş için harcayanların da­ha çok küfre sapmış inkarcılar olduğunu anlıyoruz. Kur'ân böylesine bir düşünce ve davranışın köklü bir imân, mutluluk va'deden güzel bir ahlâk­la bağdaşmıyacağına dikkatleri çekiyor ve bu kadar önünü göremiyen, yarınını düşünemiyen zavallılar gibi olmayın, diye uyarısını yapıyor ve ko­nunun önemini gönüllere daha etkin biçimde işlemek için de en uygun örneği sergiliyor.

Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde dünya ile  ilgili bir takım gaye ve amaçlarını, ideal ve ihtiraslarını tatmin edip gerçekleştirmek için mal harcayanların doğru yolu bulup ona erişmede başarılı olamıya-cakları hatırlatılıyor.

265. âyette Allah rızasını dileyerek ve imânlarını sağlamlaştırarak, hürriyet ve bağımsızlık içinde yaşamayı amaç edinen ve bu inanç ve dü-şünoe atmosferi içinde mallarını Allah yolunda harcayanlardan söz edi­liyor. Bunlara kat kat ecir verileceği ve bol rahmet ve berekete erişecek­leri açıklanıyor.

Kur'ân bu açık,fakat çok zarif ve veciz üslubuyla önemli iki hususa parmak basıyor:

1.  Küfür bataklığında azgınlık ve tuğyan içinde  bulunan milletler ve toplumlar sapık  ideolojilerini yaymak, bu konuda halkın dikkatini topla­yıp onları  kendi saflarına çekmek için iki  türlü harcamada bulunurlar: Biri inançları yıkmaya, diğeri beyinleri yıkamaya   yöneliktir. Gösteriş ve gözboyama onların sanatıdır,

2.  Buna karşılık inanmışlar hakkın sesini duyurmak, küfür ve tuğyanı durdurmak, ya da te'sirsiz hale getirmek; Allah   mülkünde   Allah'a  kul olanları üstün kılmak için her türlü gösterişten, basit bir takım beşerî zaaflardan uzak bir harcamada bulunurlarsa, inkarcıların ektikleri tohum kaygan kaya üzerindeki azıcık toprağa atılmış gibi olur ki, imânın feyizli hamlelerinden meydana gelen rahmet o toprağı bir anda silip süpürür de kayayı cascavlak bırakır. Böylece küfrün bütün çaba ve gayreti boşa gi­der. Başarısızlık onlaradır. İnanmışlar bu feyizli hamleyi yapmadıkları, ya da yapamadıkları takdirde, inkâr tohumlan o azıcık toprakta yeşerme im­kânı bulabilir. Bu da küfür ve tuğyanın daha çok tırmanmasına yardımcı olur.

Mü'minler bu ortamda fazla sayıda olmasa bile onların şahlanan imânlarından gelen himmet, Allah yolundaki harcamaları yine de gelişen İslâm bahçesini korur, göz ve gönül doldurucu ürün sağlamaya bir çisen­ti sayılır.

İşte Kur'ân bu hakikati gönüllere işliyor ve bir ara hareketsiz kalan mü'minlere seslenerek, «ne duruyorsunuz, az da olsa bu bahçeyi sağ­lıklı sürdürebilmek için bir katkınız görülsün!» diyor.

Ayrıca dış görünüşüyle inanmış sayılanlardan mallarını gösteriş için harcayanların durumu, inkarcıların tutumuna benzetiliyor. Bunların da küçük şirke (bir bakıma Allah'a ortak koşmak).düştükleri, bu nedenle islâm'a  kayda değer bir hizmetleri olmadığı çok anlamlı ve duyarlı   biçimde noktalanıyor. [345]

 

İslâm Tezgâhında Şekillenen   Mü'minin Harcaması Başka Olur

 

<<Yüksekçe bir arazideki güzel bahçeye benzer.,»

İslâm, ruha enginlik, vicdana açıklık, kafaya berraklık, gönüllere serinlik verir. Terbiyede kemâl, edepte zerafet, öğretimde aşk ve heye­can, ibâdette sadelik ve gösterişsizlik ister.

Günlük işlerimizde doğruluğu, kazançta helâl lokmayı, aile ve top­lum hayatımızda düzenli olmayı, hayırhah davranmayı, insanlıktan yana yararlı olanı düşünmeyi, Allah için cömert olmayı emreder.

İmânda tahkiki, Allah yolunda sınırsız fedakârlığı, Rahmet Peygam­beri Hazreti Muhammed'in (A.S.) güzel ahlâkını yaymada vakf-ı can et­meyi hizmetlerin en güzeli sayar. Gerçek cihadın, Allah'a uzanan saadet caddesini bu gibi sâlih amellerle aydınlatmak olduğunu bildirir.

Bu ölçü ve anlamda yetişen ve yetiştirilen bir nesli, gönül çekici bir tepe üstünde özenle ve bilinerek yetiştirilen bir bahçeye benzetir. Böyle bir bahçe uzman ustalarla ve çok tecrübeli ve bilgili, aynı zamanda imân-İı ve kültürlü ellerle geliştirildiğinden, bol yağmur yağınca ürününü kat kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti kâfi gelir. Ama ilgisizlik, nemelazımcılık ve kayıtsızlık asla istemez. Yoksa başkasının yağmasına uğrama tehlikesiyle karşılaşır. Çünkü toprağı, gübresi ve bakımı arzula­nan düzeyde bulunuyor. Onun peyzaj mimarı Hazreti Muhammed (A.S.) dır. P!âr« ise, Cibrîl-i Emîne hazırlatılmıştır.

İşte Hazreti Muhammed'in (A.S.) imân ve irfan mektebinde sağlam bir eğitim ve öğretim görerek biçimlenen nesil de böyledir. Onların her hareketi feyiz, her düşüncesi berekettir. Bol yağmur gibi bir harcama ve hizmetleri -bir zaman için olmasa bile- kendi durumlarına göre bilerek attıkları kısa adım, harcadıkları az bir mal tıpkı bahçeye yarar sağlayan bir çisenti gibidir. Çünkü böylesinin hayrı sürekli, iyiliği kesintisiz, har­caması gösterişsizdir.

O halde bilerek ve gayesi belirlenerek atılan her adım, verilen her kuruş kat kat ürün verir. Bunun aksine İslâm'ı yıkmak, manevî değerleri silmek, nesli bozup yozlaştırmak, tarihî bağları koparmak ve böylece Al­lah ve Resulüne inananları asıl değerlerinden uzaklaştırmak için inkarcı­lar, maddeciler ve fitneciler ne kadar harcamada bulunurlarsa bulunsun-

lar, karşılarında Allah için,O'nun emaneti olan dini için harcayan, hizmet eden bir nesil bulunduğundan olumlu bir sonuç alamazlar; gayret ve him­metleri boşa gider. Çünkü Allah inkarcıları böyle bir ortamda doğru yola eriştirmez, başarılı kılmaz. Gösteriş için mallarını harcayanların iç yapı­ları bunlara yakındır. İslâm'ın yüce dâvası böylesine basit ve zavallı ki­şilerle güç kazanmaz. [346]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Tesbîten min enfüsihim.»

«Ve kendilerini kökleştirip sağlam bir düzeye eriştirmek için» şeklin­de çevirisini yaptığımız bu cümle üzerinde farkiı açıklama ve yorumda bu­lunulmuştur :

a)  Mallarını harcamak, diğer ibâdetlerini    yerine getirmek   suretiyle kendilerini  kökleştirip sağlam tutmaya çalışmak için.

b)  Kendilerinden bir fedakârlık gösterip İslâm'ı bir kez daha doğru­lamak için..

c)  İslâm'ı tasdik, imânı tahkik derecesinde tutmak için.

d)  Hayır ve iyilikte bulunmayı kendilerine değişmiyen  köklü bir gö­rev saymak için..

e)  Ektikleri fazîiet ve hayırhahlık tohumlarını tutturmak ve yeşertmek için..

f)  Karşılığının sırf Allah'tan beklendiğini tesbit edip ortaya  koymak için..

Nitekim Tabiînin ileri gelenlerinden Hasan Basrî Hazretleri diyor ki:

«Peygamber terbiyesi alan mü'minler, Allah yolunda bir harcama yap­mak istediğinde niyetlerini iyice tesbîte çalışırlardı. Niyetinde Allah rızası katıksız bir ölçüye gelince harcamada bulunur, şüphe başlayınca bek­lerlerdi.» [347]

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Nefs terbiyesinden uzak, ruhunu ihmâl etmiş ve kendini çevresine beğendirme hevesine kapılmış, bu yüzden gösteriş hastalığına tutulmuş kişilerden söz edildi. Bu gibilerde sağlam bir imân, kâmil bir irfan kökleş-

mediği için hayatları boyunca iki büyük günah ve gizli şirkin havasında dö­nüp dolaştıklarına dikkatler çekildi. Onlar yaptığı iyiliği başa kakar, gönül incitir; ortaya koyduğu harcama ile halkın övgüsünü kazanmağa çalışırlar.

Kur'ân bu yolda olanları yerdi ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın gerçek yolunu gösterdi; bol yağmur alan ve kat kat ürün veren güzel bir bahçeyi misal olarak sundu.

Aşağıdaki âyetle, Allah rızasını kazanmayı amaç edinmiyen ve her geçen gün hırsı artan, başö kakmayı, gösteriş yapmayı sanat haline ge­tiren kişilerin bu zavallıca durumları, ateşli kasırgayla yanan bir bahçeye benzetiliyor. Bu karakterde olan insanların toplumu ve daha çok kendi çocuklarını nasıl  bir felâkete sürükledikleri anlatılıyor. [348]

Meali   :

 

266— Sizden biriniz ister mi ki, hurmalık ve üzümlükten güzel bir bahçesi olsun, içinden ırmaklar aksın; orada kendisinin her çeşit mey-vasi bulunsun da yaşlılık gelip çatsın ve (iş göremez âciz) zayıf çocuk­ları olsun, derken o bahçeye ateşli bir kasırga dokunuversin de bahçe olduğu gibi yansın? İşte Allah iyice düşünesiniz diye size âyetlerini böy­lece açıklar.

 

İniş Sebebi

 

İkinci Halîfe Ömer (RA) bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yakın arkadaşlarına sordu :

  Aranızdan kim bu âyetin ne hakkında indiğini bilir? Ashab-ı Kiram :

  Allah daha iyisini bilir, diye cevap verince, Ömer (R.A.) biraz kız­dı ve :

  Evet, ama  siz biliyoruz, ya da bilmiyoruz şeklinde bir cevap ve­rin, dedi. Bunun üzerine İbn Abbas (R.A.)  cevap vererek dedi ki:

  Bu konuda bir şey biliyorum.

Ömer (R.A.) :

  O halde kardeşim oğlu! kendini küçük görme, bildiğini söyle, di­yerek uyardı. İbn Abbas (R.A.) şöyle dedi:

  Yapılan bir işe örnek verilmiştir.

  Ne gibi bir iş?

  Allah'a itaat  üzere bulunan zengin bir adamın ameli. Sonra da kendisine şeytan gelip musallat olunca bu kez günah işlemeye başlıyor,

o kadar ki bu günah ve  kötülükleri ateşli bir kasırga  gibi onun önceki güzel amellerini en çok muhtaç bulunduğu bir sırada yakıp kül ediyor. [349]

Diğer bir rivayette ise Hazreti Ömer'in (R.A.) bu âyetin inişindeki hikmeti şöyle yorumladığı bildiriliyor:

«Bu, güzel amelde bulunan ve ömrünün son demlerine gelince bu kez kötü amellere dalan bir adamin haline, sakat tutumuna örnek verili­yor.» [350]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allahım! rızkımın en geniş tarafını yaşım ilerleyip ömrüm tükenmek üzere iken bana ihsan  eyle,»[351]

 

Üç Önemli Noktaya İşaret Edilmiştir :

 

1. Malını gösteriş için harcayanların, yaptıkları iyilikleri başa kaka­rak insan onurunu kırıcıların acıklı sonucuna bir örnek veriliyor.

2, Ömrün son yıllarının, değerlendirilip değerlendirilmemesi bakımın­dan, insanın ebediyen mutlu olup olmaması konularında cok önemli bir yer tuttuğu hatırlatılıyor, Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık dualarında : «Allahım! ömrün en rezil (bunama, sapıtıp Hakk'ı unutma) devresinde sana sığınırım» derdi.

3. Milletlerin tarih sahnesindeki hayatına atıf yapılıyor. Bir milletin yok olma bedbahtlığına uğramasının nedeni üzerinde duruluyor, işaretler ve sinyaller veriliyor

Allah'ın bir insana lütfettiği en büyük nimetlerden biri, onu İslâm ül­kesinde inanan bir ana-babadan ve Hakk'ı bilen bir toplum bünyesinde dünyaya getirmesidir. Gerçi bu bir hidâyet meselesidir, ama hidâyete gi­den yolda sebepleri kolaylaştırma hikmetini unutmamak gerekir. Bu nî-metle gelişip hayatını ve irfanını elde ettikten sonra servetin ve kültürün verdiği sahte gurura kapılıp bağlı bulunduğu toplum arasında yine geçi­ci bir şöhrete, övgüye sahip olmak için Allah'ı unutup gösterişe önem ve­ren, zaman zaman yaptığı iyilikleri başa kakan ve yavaş yavaş büyük günahlara, küçük şirke dalıp küfre yaklaşan kimsenin kendini nasıl yakı­cı ve yıkıcı bir fırtınaya mâruz bıraktığını bundan daha güzel bir misalle anlatmak mümkün mü?

Özellikle ömrünün son yıllarında ahlâk dışı yollara sapan, Allah'a da­ha çok yaklaşacağı ve imân nimetinin saadet va'deden kapısına daha çok muhtaç bulunduğu bir dönemde dizgini nefs ve şeytanın eline teslim eden yaşlı bir adamın, çoluk çocuğuna imân, irfan, güzei ahlâk, iyi hasletler do­lu bir hayat modeli bırakacağı yerde; yaşına başına, yetişip geliştiği ülke ve toplumun özelliklerine, bağlı bulunduğu yüce dine yakışmayan kötü örnekler bırakması ne kadar acıklıdır? Ateşli kasırgayla yanan güzel bir bahçenin hazin durumu ne ise, bu da öyle... Evet o, herşeyini mahvetmiş bir bedbaht olarak hayata veda eder. [352]

 

Milletlerin Tarih Sahnesinde Yeri Ve Ömrü

 

Önceki konularda da değinildiği gibi, milletlerin de tıpkı insanlar gi­bi hayatı ve bu hayatın üç devresi vardır: Çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Yukarıdaki âyetle bir bakıma milletlerin bu üç devresine işaret ediliyor ve içinde çeşitli meyva bulunan bahçe buna misâl olarak veriliyor.

Bir millet, gençlik devresinde ekonomik yönden güçlendiği yani sos-yo-ekonomik dengesini oluşturduğu kadar, ilim, din, ahlâk ye eğitim ko­nularında da aynı ölçüde güçlenir, bu iki yapı arasında muvazene sağ­lar; lükse, israfa, sekse ve inançsızlığa kapıyı açık tutmaz, ciddi önlemler alır, devlet otoritesini ülkenin her yerinde bütün ağırlığı ve görkemliğiyie hissettirir; iş ehline verilir ve erdemli bir nesil yetiştirmede kararlılık gösterirse o milletin gençlik devresi çok uzun sürer. Aksi halde sür'atle yaşlılık devresine girer ve bütün bir nesil nimetleriyle birlikte esen bu ateşli kasırgayla yanıp kül haline gelir. [353]

 

Özellikle İki Meyveden  Söz  Edilmesi (Hurma Ve Üzüm)

 

«Hurmalık ve üzümlükten güzel bir bahçe...»

Gerçi Kur'ân'daki ilâhî metot gereği her sahifede ortalama beş altı konuya dokunulur ve böylece her sınıf insana, ayrı ayrı milletlere hitab edilir. Eş anlamlı kelimeler ve birkaç mâna taşıyan sözcükler, esneklik arzeden cümleler, daha çok değişen  toplumlara ve milletlere  ışık tutacak özelliktedir. Bu nedenle diyebiliriz ki, aklı eren her insan, her toplum ve millet -çağın şartları ne olursa olsun-  Kur'ân'dan  nasibini alabilir.

Konuyu bu açıdan değerlendirince sonuç olarak şunu belirtelim ki, Kur'ân bir yandan Araplara seslenirken onların daha çok geçim kaynağı olan hurma ve üzümden söz eder. Bir yandan da «her çeşit meyve» di­yerek diğer milletlere seslenir, ve bu arada bahçenin, meyvenin ve tek ke­limeyle ağacın önemine atıfta bulunur.

Ancak konumuzu oluşturan âyette hurma ve Ü2üm diye iki önemli meyvenin anılmasında belirttiğimiz hikmetle beraber şu özelliklerine dik­katler çekilmek istenmiştir:

a)  Hurma çok yararlı bir meyvadır. Yüzde 72 karbonhidrat taşıdığı için  besleyici niteliği yüksektir.   Ekmeğin  yerini rahatlıkla tutar. Kurutu­larak övütülen hurmadan un yapılır ve uzun müddet dayanır. Tellerinden ip, yapraklarından sepet yapılır. Tomurcukları da sebze olarak yenir, İçin­de çeşitli vitaminler vardır. Çekirdeği kurutularak kahve yerine kullanılır. Küspesi de hayvanlar için yararlıdır.

Hurmanın ikiyüzden fazla çeşidi tesbit edilmiştir, Bu özellikleriyle hurma ailenin geçim kaynağı sayılır.

b) Üzüm de besleyici bir meyvadır.    Birçok yararlı   tarafları vardır. Madenî tuzlar, azotlu maddeler bakımından  zengin sayılır. Yüzde 70-80't su, yüzde 12-30'u katı madde (şeker, madenî tuzlar, azotlu maddeler, or­ganik asitler, tanen ve vitaminler)  bulunur. B ve C vitamini bakımından zengindir.

Ayrıoa üzümün kurusu uzun müddet dayanır ve açlığı giderecek bir takım özellikler taşır.

Bunun için Kur'ân'da meyvalar arasında hurma ile üzüme ayrı bir yer verilerek dikkatler çekilmiştir. [354]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, ömrünün son günlerini mutluluk caddesinden sl-parak berbat eden, kötü yaşayışıyla çocuklarına kötü örnek olan, daha önce yaptığı bir takım iyilikleri başa kakıp gönül inciten kişilerin bu acık-. lı ve ibret alınacak durumundan bahsedildi. İnançsızlık ve ahlâksızlık ka­sırgasının fert ve aileleri darmadağın ettiği gibi, milletleri de perişan et­tiğinden ve yıkılmanın, yok olup silinmenin nedenlerinin başında geldi­ğinden söz edilerek Allah'a dosdoğru inananlar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, toplum hayatında dengeyi sağlayan, âdi! ölçü­lerle cemiyeti birbirine bağlayan yardımlaşmadan, zekât ve sadakadan bahsediliyor. Onur kırıcı söz ve davranışlardan, malın kötüsünü zekât ve sadaka vermek suretiyle fakirlerin gönlünde yara açmaktan sakınılması emrediliyor. Nefs ve şeytanın devamlı beşer ihtirasını kamçıladıkları, cimrilik duygusunu kuvvetlendirdikleri hatırlatılıyor. Toplum ve milleti ayakta tutan unsurlardan birinin yardımlaşma olduğuna parmak basılır­ken Allah'ın bu ölçü ve anlamda düşünüp hareket eden kişileri mağfiret ve lûtfuna davet ettiği bildiriliyor. [355]

 

Meali

 

267—  Ey imân edenler! Kazandıklarınızın iyi-temiz olanından ve yer­den size çıkardıklarımızdan (Allah için muhtaçlara)  harcayın.  Kendinizin göz yummadan alıcısı  olmadığınız bayağı-kötü şeyleri vermeye kalkma­yın. Allah'ın (her şeyden) müstağni ve hep övülmeye lâyık olduğunu bilin.

268—  Şeytan sizi fakirlikle tehdîd edip korkutur, cimrilik ve hayâsız­lığa teşvik eder. Allah ise kendi katından bir mağfiret ve fazla (bir kâr) va'deder. Allah'ın lûtfu ihsanı boldur, O her şeyi bilir.

 

İniş Sebebi

 

Câbir (R.A.)den yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Sadaka-i fitr'ın hurmadan bir sâ' (3334 gr.) verilmesini emretti. Bunun üzerine bir adam fıtrasını, kötü, işe yaramaz hurmadan ayırıp getirdi. Yu­karıdaki âyet bu nedenle indi. [356]

Diğer sahîh bir rivayete göre, sadaka ile ilgili emir indiği günlerde Ansardan bir kısmı, hurma salkımlarını Mescid-i Saadete getirip iki sü­tun arasına astılar. Muhacirlerden fakir olanlar yesin diye bu imkânı ha­zırlamayı uygun buldular.

Mü'minlerden bir kısmı ise caiz sanarak çürük, dökük ve işe yaramaz şeyleri sadaka niyetiyle getirmeye başladılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.[357]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah rızalarınızı aranızda taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da taksim etmiştir. Hem doğrusu Allah dünyayı sevdiğine de, sevmediği­ne de verir. Ama dini (dindarlığı) ancak sevdiğine verir. O halde Allah ki­me din (ve dindarlık) vermişse gerçekten onu sevmiştir,

Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andotsun ki, bir kulun kalbi ve dili müslüman olmadıkça kendisi müslüman olmuş sayılmaz. Komşu­ları onun b e v â i k 'İnden güven içinde olmadıkça dosdoğru imân etmiş sayılmaz.»

Bunun üzerine soruldu:

  Ey Allah'ın Peygamberi!  bevâik  nedir? Buyurdu ki:

  «Kişinin aldatması,  kin tutması, haksızlıkta bulunup kötülük et­mesidir.»

Sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devamla buyurdu  kî:

«Kul haramdan bir mal kazanıp da onu harcamıya görsün, herhalde o mal onun için hiç de mübarek olmaz. Onu sadaka vermiye dursun, her­halde kendisinden kabul olunmaz. Onu arkasında bırakmıya dursun, her­halde -onun için ateşten yana azık olur.

Şüphesiz ki Allah, kötülüğü ve günahı kötülük ve günahla silmez; ama kötülüğü iyilikle siler. Çünkü kötülük kötülüğü silmez.» [358]

«İnsanlar üzerine Öyle bir zaman gelecek ki, kişi aldığına, ele geçir­diğine -helâl mıdır, haram mıdır?- hiç de aldırış etmiyecek.« [359]

«Hiç kimse elinin emeğinden yediğinden daha hayırlısını yememiş­tir.» [360]

«Doğrusu şeytanın âdemoğluna doğru bir adımı (sinyali) vardır; me­leğin de bir adımı (sinyalı-ilhamı) vardır. [361]Şeytanın adımına gelince, o şer ile korkutur, hakkı yalanlar. Meleğin adımına gelince, o hayır va'de-der ve hakkı doğrular. Artık kim kendinde (meleğin) bu sinyalini duyarsa bilsin ki, o Allah'tandır. Allah'a hamdetsin. Bundan başkasını duyarsa, şeytandan Allah'a sığınsın.»

Ve sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilgili âyeti okudu. [362]

«Hiç bir gün yok ki kullar sabahlayınca iki melek inmiş olmasın. Bi­risi şöyle der: Allahım! malını (Senin için muhtaçlara) harcayana, sarfet-tiğinin yerini dolduracak (ölçünün üstünde) ver. Diğeri ise şöyle der: Al­lahım! malını (Senin için muhtaçlara) harcamıyarak elinde tutana telef ver (o malın feyiz ve bereketini gider.» [363]

Kudsî hadîs İle Allah buyuruyor:

«Malını (Allah için muhtaçlara) harca ki sana da (rahmet ve bereket, feyiz ve ihsan) harcansın.» [364]

 

Fıkhî Yönü

 

«Kazandıklarınızın iyi-temiz olanından harcayın.»

a)  Ayetin açık anlatımı, kazanılan her maldan  zekât vermenin förz olduğuna delâlet etmektedir.

b)  Yine bu anlatımdan yerden elde edilen  her türlü üründen zekât vermenin gerekliliği anlaşılıyor.

Ne ^or ki bu âyetleri ilgili hadîsler ve diğer âyetlerle tefsir eden müc-tehit imamlar, genel ölçüdeki anlamı özelleştirmişler, böylece yerden çı­kan ürünlerden hurma, üzüm ve kut (yaşamak için yenen ve besleyici özelliği olan şey) niteliğindeki tahıl ve benzeri şeylerden zekât vermenin farz olduğunu istinbat etmişlerdir.

İmam Ebû Hanîfe ise, âyeti daha çok genelliği üzere tutarak yerden (topraktan) çıkan tahıl, meyva ve sebzelerden zekât vermenin farz oldu­ğu içtihadında bulunmuştur.

Böylece İmam Ebû Hanîfe ile Cumhur-i ulemâ arasında bu konuda farklı bir ictihad meydana gelmiştir. Bu konuda Cumhurun delili şudur: Hz. Muâz (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize mektup yazarak meyve ve sebzelerden zekât alınıp almmıyacağını sormuş; Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz de : «Onlarda bir şey yoktur (zekât farz değildir)» diye cevap vermiş­tir. (1)

İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre, zeytinden de, olgunlaşmaya yüz-tutan meyvalardan da zekât vermek gerekir. Ancak toplanıp kurutulduk­tan sonra zekât nisbeti çıkarılıp verilir. Tahıldan ise, harman yapıldığın­da verilmesi gerekir. [365]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Ayette geçen harcamadan maksad nedir? Ne, niçin harcanacaktır?:

a)   Hz. Ali bin Ebî Tâlib'e (R.A.) ve İbn Sirîn'e göre farz olan zekâttır.

b)  İbn Atiyye, Berâ' bin Âzib, Hasan ve Katede'den yapılan açık ri­vayete göre, nafile anlamında olan sadakadır.

c)  Kurtubî'ye göre, âyet hem farz olan zekâtı, hem nafile anlamında­ki sadakayı içermektedir. Çünkü bozuk, işe yaramaz malın zekât olarak verilmesi   men'edilmiştir.   Sadaka   konusunda ise böyle bir yasak soz-konusu değildir.

Nitekim çoğu müfessirlerimize göre de bu âyet hem farz zekâtı, hem nafile sadakayı kapsamaktadır, yani her iki konuda da malın iyisinden vermek gerekir, demişlerdir. Bozuk, çürük ve âdi hurma salkımını sada­ka olsun diye Mescid'e getirip sütuna asan oldu. Bunu gören Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Ne kötüdür bu asılan şey?!» buyurarak, murad-i ilâhi­yi açıklamıştır. Hadîsin tamamı Tîrmizî'de geçer.

d)   «Yerden size çıkardıklarımız»a gelince, bunlar üç  kısımda topla-

e)   Tirmizî bu hadîs için, «Sahih değildir» demiştir.

nır: Bitkiler, ziraatçilikle elde edilen şeyler, madenler ve raslanan  defi­neler..

Bunlardan hangisi zekât kapsamına girer ve nisab miktarı nedir, ne zaman ve ne nisbette verilir? Mezheplerin farklı ictihad ve görüşleri olmuş mudur? Bütün bu konular kaynak fıkıh kitaplarımızda işlenmiştir. Buraya nakletmemiz, tefsirimizin hacmini büyültür. Biz sadece fıkhî konulardan bir kısmının özetini vermekle yetiniyoruz. [366]

 

Özel Mülkiyete Acık Tutulan Kapi

                                                                       

<<Ve Yerden size çıkardıklarımızdan harcayın.

Konumuzu oluşturan âyet bir bakıma dikkatleri yeraltı kaynaklarına çekmektedir. Burada esnek ve çok anlamlı cümleler kullanılmıştır. Çünkü Altah'ın yeraltında insanların hizmet yararına hazırlayıp sunduğu ni'met-ler o kadar çoktur ki, bunları saymakla bitiremeyiz. Kur'ân her çağa ve her millete, gelişen ve değişen her topluma seslenen Allah'ın en son ve en mükemmel kitabıdır. Hiç bir değişikliğe uğramadığı için de her keli­me ve cümlesi Allah'tan geldiği gibi korunmaktadır. Bu bakımdan onun her kelime ve cümlesi üzerinde titizlikle durmamız ve ilâhî muradı çağın gelişen şartlarına göre araştırıp bulmamız gerekmektedir. Aksi halde Kur'ân'ın içinde yaşadığımız çağa olan kapısı kapalı tutulmuş olur.

«Yerden size çıkardıklarımız..» sözü, çok anlamlıdır. Sınırlama yok­tur.  Ni'metin çokluğuna işaret vardır.

Düne kadar tahıl, hurma, üzüm, altın, gümüş, bakır, demir ve ben­zeri madenler İle tefsir ediliyordu. Günümüzde ise bunlarla birlikte diğer hammaddeler, başta petrol ve kömür olmak üzere yeni yeni bulunan madenlerle yorumlanabilir.

Böyleoe İslâm ülkelerinin çoğunda demir ve kömür çağı yerini siyah altına terk etti. Petrol uzmanlarının ifadesine göre Orta-Doğu'da petrol yataklarının aynı tempoyla işletilmesine devam edilirse, daha yaklaşık 150 yıllık ihtiyat vardır. Günümüzde ise petrolün nasıl güçlü bir silah ol­duğunu anlatmaya gerek yoktur. Müslümanların toprağa ve yeraltına ye­niden dönmesi güçlenmesinin işaretidir. Dinde bunu yasaklıyan bir hüküm şöyle dursun, tahrik ve teşvik eden emir ve tavsiyeler sayılmıyacak ka­dar çoktur. Hem bu emir ve tavsiyeler incelendiğinde göz ve gönül dol­duracak ana fikirleri© doludur.

Diyebiliriz ki, zengin kaynakların bulunması ve yeniden Kur'ân'a dönülmesi, İslâm'ın «Büyük Uyanışı» nın ilk adımıdır. Kendi arala­rında bu iki güç ve kaynaktan kaynaklanarak birleşirlerse, gökten inen som beyaz nuranî altın (Kur'ân), yerden çıkan siyah altın (petrol ve kömür), mutlak anlamda üstünlük sağlamaya yetecek en güçlü silah­lardır.

Böylece İslâm'ın Jeopolitiği, hareket serbestisi içinde ekonomik yön­de de sür'atle gelişmeye uyum sağlar; maddî güç ile manevî gücü bir­leştirip dengeli, sağlam ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik güç meyda­na çıkar. Zekât, sadaka, faizsiz kredi gibi müesseselerle sosyal adaleti kurar.

Yukarıdaki âyet özellikle bu iki noktaya parmak basmıyor mu? Mal­larınızın iyisinden sadaka verin, yerden size çıkardıklarımızla zayıf unsur­ları güçlendirin, uyarısı parlak bir güneş ışınları gibi çevremizi aydınlat­mıyor mu? [367]

 

Özel Mülkiyete Açık Tutulan Kapi

 

«Kazandıklarınızın iyi-temiz olanından ve yerden size çıkardıklarımızdan harcayın,.»

islâm kendine has başlıbaşına bir sistem olup apayrı bir dünya gö­rüşü getirmiştir. Ne kapitalizme, ne sosyalizme, ne de komünizme uyar. Çünkü ferdî çıkarı daha çok ön plâna alan, zengini çok daha zengin ya­pan, fakirden yana olmıyan ve altta kalanın canı çıksın diyenkapitalizm, «İnsanların hayırlısı, insanlara yararlı olandır,» ve «Kendin için sevip hoş gördüğün şeyi din kardeşin için de hoş görmedikçe mü'min olamazsın», prensiplerine ve yukarıda mealini verdiğimiz âyete ters düşmektedir.

Üretim araçlarını kontrol altına alıp, kişisel hürriyete imkân vermi-yen, bütün malların ortaklaşa kullanılmasını savunan ve özel mülkiyeti kökünden yıkıp kaldıran toplum rejimi diye nitelendirilen komünizm; ko­numuzu teşkil eden âyetlerin kişisel hürriyete ve özel mülkiyete tanıdığı geniş fakat fakirden yana haklara ters düşmektedir, Çünkü zekât ve sa­dakayı ancak zengin fertler verir, bu da özel mülkiyete dayanır. Yerden çıkan ürünlerin zekâtını keza toprak sahipleri muhtaçlara dağıtır. Böy­lece özel ve kişisel mülkiyet ve hürriyetin en verimli ve muhtaçtan yana acık kapısını getiren İslâmiyeîin bu ve benzeri izmlerle bağdaş­masına imkân yoktur.

Özel mülkiyeti kısmen veya tamamen kaldıran, mübadele ve dağıtım araçlarının bir kısmını ya da tamamını topluma ait sayan siyasî bir doktrin ve hareket anlamını taşıyan sosyalizm; özel mülkiyete yer veren, saygı duyan, üretim ve dağıtım vasıtalarını topluma ait kılmayan, her hak-ki-sahibine teslim eden, herkesin meşru kazancına kapıyı açık tutan, sos­yal dengeyi âdil biçimde ayakta tutmak için zekât, sadaka, fitre, keffa-ret, faizsiz kredi ve çeşitli yardımlaşmayı öngören İslâm'a ters düşmek­tedir.

Yukarıdaki, âyet, taşıdığı çok geniş anlamıyla, bütün bu izmleri red­deder. Özel mülkiyeti belli ölçülerle ayakta tutmayı emreder. Fert ve top­lum yararına -haklar ölçülü biçimde korunarak- sosyal adaleti en etkin şekilde gerçekleştirmeyi amaç edinir. [368]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetle, Rahmân'ın ilhamını. Şeytanın vesvesesinden ayırma­nın; birincisine gönül kulağını çevirip ruhun asıl gıdasına kapıyı açık bu­lundurmanın; ikincisinden tiksinip uzaklaşmanın ve bu ses ve sinyale he­men meyleden ,nefsi terbiye etmenin aneak sağlam imân, selim akıl ve yararlı  ilimle olabileceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, bu üç unsuru içeren hikmetin nasıl bir iyilik ve ha­yır olduğuna dikkatler çekiliyor ve akıl sahiplerinin bu konuda iyice dü­şünüp akıl ve hikmet aracıyla hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, doğruyu yan­lıştan, saadeti bedbahtlıktan ayırdetmelerinin mümkün olduğuna işaret ediliyor. [369]

 

Meali :

 

269— Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, gerçek­ten ona çokça hayır verilmiştir. Bunu da ancak akıl sahipleri düşünüp an­lar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Hikmetin başı Allah korkusudur.» [370]

«Ancak iki şey hakkında (gıptaya dönüşür anlamda) hased edilir: Bİrİ, Allah'ın kendisine mal verip onu Hak yolunda harcamaya görevlen­dirdiği kimse; diğeri Allah'ın kendisine hikmet verip onunla hükmeden ve başkasına öğreten kimse..» [371]

«Hikmet mü'minin yitiğidir; onu nerede bulursa toplayıp kendine al­sın.» [372]

«Hikmet, soylu kişinin şerefini artırır, köle olan kulu yükseltir de onu hükümdarlar meclisinde oturtur.» [373]

«Hikmet on bölümdür. Dokuz bölümü (ömrü boşa harcamıyarak ken­di işiyle meşgul olup, ayartan kimselerden uzaklaşarak) kendi başına ten­ha kalmaktadır. Bir bölümü de (gereksiz yere konuşmayıp) susmakta­dır.» [374]

 

Hikmet Nedir?

 

Cok yönlü ve çok anlamlı olan bu kelime üzerinde birbirine yakın farklı tanımlamalar ve yorumlar yapılmıştır. Bunlardan birkaçını şöy­le sıralıyabiliriz :

1.  Kur'ân'm nâsih ve mensûhunu,    muhkem ve müteşabihini,   önce inen âyetlerle sonra inen âyetlerin kronolojik sırasını, heiâl ve haram kıl­dığı şeyleri, örnek ve benzetmelerini  bilmektir.

Bu tarif ve açıklama üzerinde daha çok İbn Abbas (R.A.) durmuştur.

2.  Tabiînden Mücâhid'e  göre,   sözün  doğrusunu ve isabetli olanını söylemektir.

3.  Leys bin Ebî Sâüm'e göre, ilim, fıkıh ve Kur'ân'dır.

4.  Ebû Ali'ye göre, saygı dolu Allah korkusudur. Çünkü Allah kor­kusu hikmetin başıdır.

5.  İyi anlayış ve güze! kavrayıştır. Bu tarif üzerinde daha çok ünlü müctehit İbrahim Nahaî (R.A.) durmuştur.

6.  Ebû Mâlik'e göre, Resûiüliah   (A.S.)   Efendimizin   insan hayatına yön veren sünnetidir.

7.  Zeyd bin Eslem'e göre, akıldır.

8.  İmam Mâlik'e göre, Allah'ın dininde anlayış ve bilgili olmaktır. Bu da ancak Allah'ın insan kalbine yerleştirdiği bir lütuf ve inayetle gerçek­leşir.

9.  Müfessir Süddî'ye göre, peygamberliktir.

Cumhura göre hikmet, peygamberliğe has değildir, daha başka şeyleri, mertebe ve dereceleri de kapsar.

10.  İbn Kasım'a göre, Allah'ın modelsiz ve örneksiz yaratıp meyda­na getirdiği yüce eseri üzerinde düşünmektir.

11.  EI-Hasan'a   göre,   haram ve şüpheli   şeylerden   titizlikle   kaçın­maktır.

Büyük müfessir Kurtubî (R.A.) bütün bu tanımlamaların ve yorumla­rın mâna ve maksad yönünden birbirine yakın olduğunu söyler ve keli­meyi gramatik olarak şöyle belirler:

Hikmet, ihkâm 'dan masdardır. Bu ise, söz ve davranışla i t kan {sağlamlaşma, bir şeyi iyice bilme) demektir. Allah'ın Kitabı bir hikmettir; Peygamber (A.S.)ın sünneti de bir hikmettir. Fazîletten yana anlatılan her şey de hikmettir. Çünkü hikmetin aslı, insanı ölçüsüzlük ve dengesizlikten alıkoyan şeydir. Bu nedenle ilim, insanı bu durumlara düşmekten koruduğu için hikmet sayılmıştır. Kur'ân, akıl ve anlayış da böyledir.

12.  İrâdeye yön veren yararlı ilimlerdir. Çünkü hikmetin aracı aklidir.

Büyük müfessir Fahrüddin Râzî (R.A.), Mefatihüigayb'de bu kelime­nin yorumunu yaparken bazı rivayetlere de yer vermiştir. Özetle diyor ki;

«Hikmet, Kur'ân'da dört biçimde yorumlanmıştır:

1.  Kur'ân öğütleri,

2.  Anlayış ve ilim.

3.  Kur'ân,

4.  Peygamberlik.. [375]

Bütün bu yorumlar gerçekleştiğinde bir ucu gelip ilme dayanır. İn­sanlara  ise az bilgi verilmiştir.

Hikmeti, doğru olanı yapmak ve isabetli hareket etmekle yorum­lamanın sınırı, beşerî gücümüze göre Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmamız-dır. Bu mânanın dayandığı temel ise, Resûiüllah (A.S.) Efendimizin : «Al­lah'ın ahlakıyla ahlâklanın..» hadîsidir.

İşte hikmeti bu iki anlamın dışına çıkarmak mümkün değildir. Çünkü insanın asıl olgunluk ve erdemliği iki şeyde kendini gösterir, diğer bir de­yimle açığa vurur: Hakk'ı hak olduğu için bilip tanımak, iyilik ve insanlık­tan yana düşünmeyi mutlak hayır olduğu için işlemek.. Birincisinin ilme ve ona uygun idrâke, ikincisinin isabetli ve doğru olanı yapmaya dayan­dığını Kur'ân'dan öğreniyoruz. Nitekim :

İbrahim Peygamber (A.S.) ; «Rabbim! Bana hüküm lütfet» demiştir. Bu nazarî hikmettir. Hemen sonra : «Ve beni iyi kulların arasına kat..» di­yerek amelî hikmeti arzulamıştır.

Musa Peygambere (A.S.) Allah şöyle seslenmişti : «Şüphesiz ki Ben Allah'ım, Benden başka ilâh yoktur.,» Bu nazarî hikmettir. Bundan hemen sonra şu emir eklenmiştir: «Bana kulluk edin..» Bu da amelî hikmettir.

İsâ Peygamber {A.S.) : «Ben Allah'ın kuluyum.,» demişti. Bu nazarî hikmettir. Sonra da : «Rabbim bana namaz ve zekât ile emretti..» diye­rek amelî hikmete kapı açmıştır.

Cenâb-i Hak, Muhammed'e (A.S.) hitapla; «Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur..» buyurmuştur. Bu nazarî hikmettir. Sonra da ; «Kusurlarından dolayı istiğfar et.» buyurarak amelî hikmetten söz etmiştir.

Allah, diğer bütün peygamberleri kasdederek (salât u selâm hepsine olsun) : «Allah kendi buyruğundan (haberli kılmak için) kullarından dile­diğine melekleri ruh ile indirir de : Benden başka hiçbir ilâh olmadığını»

buyurarak kullarını yürümekte oldukları yolun tehlikesine karşı uyarma­larını ister. Bu, nazarî hikmettir. Bundan hemen sonra, «O halde bana kar-Ş» gelmekten sakının!» buyurması ise amelî hikmeti yansıtır. [376]

İşte Kur'ân bu ilâhî metotla  insanî kemâlin (olgunluk) ancak bu iki kuvvetle gerçekleşebileceğini anlatır. [377]

 

İlim, Akıl Ve İmân

 

Bu üçü, insan hayatının iki kanadını, beden ve ruh yapısının birleşme sentezini, dünya ile âhiret bağlantısının asıl mâna ve maksadını formüle edip meydana getiren sehpadır. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle bilhassa hik­metin mayasını oluşturan bu üç kavrama işaret edilmiştir. Çünkü hakkın sesini duyup ona kulak vermek; şeytanın, nefs anteniyle kalbe ve dima­ğa yolladığı sinyali anlamak önce bir imân ve akıl işidir. Birinin saadet va'dettiğini, diğerinin felâkete sürüklemek istediğini farketmek, imân ve akıldan  güç alan ilim işidir.

Kur'ân bu üçlü sentezin çokça iyiliğe götüreceğini, daha doğrusu dün­ya ve âhiret hayrına ancak bununla erişilebileceğini noktalıyor.

Onun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Hikmet mü'minin yitiğidir.»[378] «İlim İslâmın hayatı, imânın direğidir.» [379] «Kişinin aklı tamamlanmadıkça dini tamamlanmaz..» [380] buyurarak bu hakikati en ölçülü biçimde yansıt-m»şt.r. [381]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle, gösteriş için harcanan ve bir de harcandıktan son­ra başa kakılan, gönül incitilen maldan ve onun sahibinden söz edildi. Al­lah yolunda harcanan malın ve tertemiz duygularla İslâm cemaatine yar­dım elini uzatanın değer taşıdığı ve Allah katında mükâfata lâyık bulun­duğu hatırlatıldı ve sonra bu doğrultuda düşünüp imândan gelen sese kulak vererek hareket etmenin bir hikmet konusu bulunduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetler, hangi düşünce ve inanca dayanırsa dayansın ya­pılan iyiliklerin ve ortaya konan harcamaların herhalde Allah tarafından bilindiği belirtiliyor ve böylece gizli maksat taşımanın hiç kimseye yarar sağlamıyacağı hatırlatılarak sosyal yapıda zengin-fakir ilişkilerinin ger­çek ölçüsü veriliyor; iki tarafın da onur kırıcı, yüzsüzlüğe yolaçıcı davra­nışlardan kaçınmaları isteniliyor. Allah'ın mülkünde O'nun ni'metini O'nun kullarına verirken çok dikkatli davranılmasının gerektiğine, zenginle fa­kir, işverenle işçi arasında dengeli, ölçülü bir kardeşliğin kurulmasına bü­yük bir gereksinme olduğuna İşaret ediliyor[382]

 

Meali:

 

270—  Nafakadan ne harcadınız veya adaktan ne adadınızsa herhal­de Allah onu bilir. Zâlimlerin yardımcıları yoktur.

271—  Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onu gizler de öylece fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır ve (Allah bu se­beple) günahlarınızdan bir kısmını örter (de bağışlar). Allah yaptıklarınız­dan elbette haberlidir, (onları yeterince bilir).

272—  Onları doğru yola iletip eriştirmek sana gerekmez, (senin gö­rev sınırına girmez). Ama Allah dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. Hayır (ve iylik)den ne harcarsanız bunun yararı kendinizedir. Zaten siz ancak Allah rızasını gözeterek   harcarsınız. Hayırdan ne harcarsanız   karşılığı tastamam verilir ve siz haksızlığa uğramış olmazsınız.

273—  (Sadakalarınızı), kendilerini   Allah yoluna   adayıp yeryüzünde dolaşmayan (kapı kapı gezmiyen) fakirlere (verin) ki, onlar yüzsuyu dök­mediklerinden, durumlarını bilmeyen, onları zengin sanır.  Onları  (sîz Al­lah yolunda olanlar) çehrelerinden tanırsınız; insanlardan yüzsüzlük ede­rek istemezler. (Evet) hayırdan ne harcarsanız şüphesiz ki Allah onu bi­lir.

274—  Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık (hayır işleyerek) harcarlar, işte onların ecir (karşılık verilecek mükâfatları Rabları kalın­dadır. Onlar üzerine bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de..

 

İniş Sebebi

 

Ashab-ı Kirâm'dan birkaç zat Resûlüllah (A.S.) Efendimize, açık ve gizli verilen sadakadan hangisinin daha iyi olduğunu sordu. Bunun üze­rine yukarıdaki âyetler indi.

Diğer bir rivayete göre:

Hazreti Ali (R.A.)nin dört dirhemi vardı; birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açık olarak fakirlere harcadı. Bu sebeple yukarıdaki Ugili âyet indi. [383]

Ayrıca Kurtubî'nin tesbitine göre, 272. âyet şu sebebe bağlı olarak inmiştir:

Önceleri Müslümanlar, inanırlar da  İslâm'a girerler umuduyla gayr-i müslimlere de sadaka verirlerdi. Sonra «Onları doğru yola iletip eriştir­mek sana gerekmez» uyarısı indi. Yani verdiğiniz sadaka ile böyle bir so­nuç beklemenize gerek yoktur. Çünkü Allah dilediğini doğru yoia erişti­rir. Size düşen görev, doğru yola irşad etmektir.

Nitekim Ebûbekir Sıddîk (R.A.)ın kızı Esma (R.A.) bir ara kâfir olan dedesi Ebû Kuhafe'ye sadaka vermek istedi, fakat küfür üzere olduğunu düşünerek vazgeçti. Bunun üzerine yukarıdaki ilgili âyet indi. Böylece gayr-i müslimlere de -muhtaç durumda bulunuyorlarsa- sadaka verilebi­leceği anlaşılıyor. Tabii zekât, Müslüman fakirlerin hakkıdır, başkasına verilmez.

İbn Ebî Hâtim'in rivayetine göre, İbn Abbas (R.A.) in şöyle dediği tes-bit edilmiştir;

«Peygamber (A.S.) Efendimiz bize ancak Müslüman halka sadaka vermemizi emretti. Sonra bu (ilgili) âyet inince gayr-i müslimlere de sa­daka vermemize cevaz kapısı açılmış oldu.»

İbn Ebî Şeybe'nin tesbitine göre ise, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz As­habına : «Ancak sizin dininizden olanlara sadaka verin!» diye emretmiş­tir. Bunun üzerine 272. âyet inmiştir.

Bütün bu rivayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz:

Zekât sadece Müslüman fakirlerine ve Kur'ân'ın belirttiği Müslüman­lardan sekiz sınıfa verilebilir. Sadaka ise hem Müslüman fakirlere, hem de gayr-i müslim fakirlere verilebilir. [384]

 

İlgili Hadisler

 

Sadaka ile ilgili âyetler ardarda inmeye başlayınca Hz. Ömer (R.A.} servetinin yarısını, Hz. Ebûbekir Sıddîk (R.A.) ise tamamını alıp Resûlül­lah (A.S.) Efendimize getirdiler ve fakirlerle Allah yolunda savaşan muh­taçlara dağıtılmasını dilediler. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ömer'e sordu:

  Ya Ömer! geriye çocukların için ne bıraktın?

Ömer (R.A.) şu cevabı verdi:

  Yarısını onlara bıraktım..

Sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ebûbekir Sıddîk'a sordu:

  Ya Ebâbekir! geriye çocukların için ne bıraktın?

— Allah ve Resulünün (müjdeleyici anlamda) verdikleri sözü bırak­tım, diye cevap verdi. Bu sınırsız cömertlik karşısında Hz. Ömer fazlasıy­la duygulandı ve nemli gözlerini Ebûbekir'e çevirerek şöyle demekten kendini alamadı: «Evet, ya Ebâbekir! ne kadar bir hayır kapısını açmada yola çıkildiysa, mutlaka sen daha erken oraya vardın.» [385]

«Yedi kimse vardır ki, Allah onları kendi gölgesinden başka bîr göl­genin bulunmayacağı günde gölgelendirecektir:

1.  Âdil hükümdar,

2.  Allah'a İbâdet ve kulluğun (derin mânası) içinde gelişen genç,

3.  Allah için sevişen, bu sevgi üzere biraraya gelip bu sevgiyle ayrı­lan iki adam,

4.  Câmi'den çıktıktan sonra tekrar oraya dönünceye kadar kalbi ca­miye bağlı kalan kimse,

5.  Yalnız başına bulunduğunda Allah'ı anıp gözleri yaşaran kimse,

6.  Soylu güzel bir kadın kendine çağırdığında, «Ben, âlemlerin Rab-binden korkarım» diyen adam,

7.  Bir sadaka verirken onu sağ elinin verdiğini sol eli bilmîyecek bi­çimde gizli tutan kimse.. [386]

«Yanında kendini doygun kılacak kadar malı bulunan kimse, buna rağmen dilenirse, o ancak Cehennemden bir kor {ateş parçası) istemiş olur.» [387]

«Kur'ân'ı açıktan okuyan, açıktan sadaka veren gibidir. Kur'ân'ı gizli (içinden) okuyan, gizli sadaka veren gibidir.» [388]

«Zengine ve bir de güçlü, azası sağlam sıhhatli olana sadaka helâl olmaz.» [389]

«Yoksul, kapı kapı dolaşıp bir iki hurma, bir iki lokmayla, bir iki ye­mekle (ilgi gösterip) çevirdiğin kimse değildir. Ama yoksul, kendini doy­gun kılacak bir şey bulamıyan ve farkedilîp tanınmadığı için de kendisi­ne sadaka verilmiyen, (aynı zamanda bu durumuna rağmen) insanlardan bir şey istemiyen kimsedir.» [390]

«Kimin kırk dirhemi olduğu holde dilenirse yüzsüzlük etmiş olur.» [391]

 

İslâm Sınıf Kavgasına Kapı Açmaz

 

 «Hayır ve iyilikten ne harcarsanız bu­nun yararı kendinizedir.»

İslâm, kapitalist ülkelerde olduğu gibi emek-sermaye çatışmasına ne­den olan grev ve lokavta yer vermemiştir. İşçinin hakkının korunmasını, işverenin, malına haksız tecavüzün önlenmesini devletin yetki ve otori­tesine bırakmıştır. Bunun yanisıra sermayenin mahdut ellerde birikmesi­ni, vergi, zekât ve benzeri sosyal yardımlaşma kurumlarını harekete ge­çirerek önler. Üretici, tüketici ve işçiyi olumsuz yönde etkiliyen grev ve lokavta kapı açmadan, meseleyi iki tarafın haklan zedelenmeden çözer. Bunun aksine günümüzde kapitalist ülkelerde emek-sermaye çatışması devlet otoritesinin dışına çıktığı ve böylece grev ve lokavt sonucu üretici ve tüketicinin çıkarları zedelendiği için çözümü çok zor sosyo-ekonomik tepkilere yol açmıştır. Kısacası emekle sermaye arasında uzun vadeli bir uzlaşma sağlamak başlıbaşma bir ütke meselesi haline gelmiştir.

İslâm sınıf kavgasına, hiç olmazsa sürtüşmesine kapı açan bu tür yollan kapamış, zenginle fakir, işverenle işçiyi makul şartlarla kardeş yapmıştır. «Yanınızda çalışanlar sizin kardeşlerinizde, Allah onları sizin elinizin altında bulunduruyor: Yediğinizden onlara yedirin, giydiğinizden onlara giydirin. Güç getiremiyecekleri yükü onlara yüklemeye kalkışma­yın, böyle bir durum meydana gelirse onlara yardımcı olun..» [392] mealin­deki hadîs-i şerîf, bu iki sınıf arasındaki kardeşlik bağının en güzel ve an­lamlı ölçüsünü sunmaktadır.

Konumuzu oluşturan âyetlerle de yapılan iyiliklerin, onur kırıcı biçim­de olması önlenmekte, böylece fakirle zengin arasındaki mesafe bir ba­kıma kaldırılmaktadır.

Sınıflar arasındaki sürtüşmeye kapı açmayı önleyen bu âyetlerin yo­rumunu yaparken önemli noktaları sıralamakta yarar vardır:

1. Yapılan her iyiliğin, adanan her adağın ne için ve ne amaçla ya­pıldığını Allah bilir ve ancak Allah rızası gözetilerek ve fakirden, muhtaç­tan bir karşılık beklenmiyerek yapılan hayrı, iyiliği ve adağı kabul eder ve bunun karşılığını hem dünyada, hem âhirette noksansız verir. Dünyadaki karşılığı, üretimin durmaması ve tarafların olumsuz yönde etkilen­memesi, fiatların artıp tüketiciyi zor duruma düşürmemesi ile yorumla­nabilir. Ahiretteki karşılığı mutlak saadettir.

Gösteriş için, halkın övgüsünü kazanmayı amaç edinilerek yapılan iyilik ve hayrı kabui etmez. Çünkü bu tür davranış ve düşüncede hem giz­li bir şîrk yatmakta, hem de fakir ve muhtacın onuru zedelenmektedir.

2.  Elindeki mal ve servetini Allah yolunda harcamıyarak, toplum ya­pısında sosyal adaletin sağlanmasına bu açıdan darbe indirenleri, Allah, ilâhî sünnete uymadıkları için hem dünyada, hem âhirette cezalandırır; O'nun kanunları   değişmez. Servet   biriktirmeyi tek amaç olarak seçen maddeciler böylece hem kendilerine, hem bağlı bulundukları topluluk ve millete büyük bir haksızlık etmiş sayılırlar. Bu yüzden sosyal yapıda bir dengesizlik meydana gelir; sınıflar arasında çetin bir sürtüşme başlar, üretici ve tüketici büyük kayıplara uğrarsa, artık Allah o haksızlara yar­dım etmez. Çünkü : «Zalimlerin yardımcıları yoktur..»

3.  Onur kırıcı, haysiyet zedeleyici olmaması, muhtaçların gönül ra­hatlığıyla yapılan yardımı yiyebilmeleri için sadakaları (zekât ve benzeri yardımları)  gizlilik ölçüleri   içinde fakirlere vermek  çok  daha  hayırlıdır. Hem güzel ahiâkın iyi örneklerinden biridir. Başkası da yardımda bulun­sun diye bir teşvik anlam ve niyeti taşıyorsa, açıkça verilmesi de iyi olur.

4.  Hidâyet genellikle iki kısma ayrılır: Biri, hayır ve saadet yoluna ulaşmada başarılı kılmaktır ki bu, Allah'a aittir. Diğeri, hayır ve saadet yolunu göstermektir ki bu. Peygamber (A.S.) Efendimiz ile ümmetinden irşat etme yetkisinde olanların görevidir.

Bundan çıkarılan sonuç şudur:

Peygamberin ve O'nun yolunda bulunan mürşitlerin asıl görevi, top­lumun kültürel, sosyo-ekonomik, psikolojik ve aile yapılarını, millî duygu­larını dikkate alarak onlara iyilik ve saadet yolunu göstermek, kul ile Al­lah arasındaki caddeyi onlara gösterip belirlemektir.

İşte hidayete ulaştırmada insana tanınan sınır buraya kadardır. Şöy-leki: Allah için, O'nun rızasını elde etmek niyetiyle hizmete atılan mürşit­ler, beşerî bütün güç ve yeteneklerini ortaya koyarak insanları hakka ir-şâd ederler. Ama doğru yola, hakka ve saadete ulaştırmak (hidâyet) Al­lah'a aittir. Çünkü Kur'ân : «Onları doğru yola iletip eriştirmek sana ge­rekmez, (senin görev sınırına girmez). Ama Allah dilediği kimseyi doğru yola eriştirir.» buyuruyor. Başka bir âyetle de şöyle hatırlatılıyor: «Rabbın dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi de imân ederdi. Hal böyle iken mü'min olsunlar diye sen mi insanları zorlayacaksın?! Allah'ın İzni olmadıkça hiçbir kimse imân etmez.» [393]

5.  Bu sınırı ve anlamını bilen, inceliğini imân ve akıl ölçüleri içinde kavrayan mü'minler Allah rızasını gözeterek harcarlar da  içlerinde  bir sıkıntı duymazlar; gerekirse gayr-i müsiimlerden fakir ve muhtaç vatan­daşlara sadaka verir, fakat bununla onları hidâyete (hak dine) eriştire­ceğini düşünmez, sadece doğru yoiu gösterme niyetiyle hareket ederler. Çünkü hayır ve iyilikten ne harcarlarsa bunun yararını hem dünyada, hem âhirette göreceklerine inanırlar.

6.  Toplum yapısında insan olmanın anlamını  kavramış,  imân terbi­yesiyle ruhunu geliştirmiş nice fakirler var ki,  bu niteliklerinden dolayı hiç kimseye durumlarından söz etmezler, yüzsüzlük yapmazlar. Onların çehresinde îmân, irfan, kanaat, sabır ve Allah'a kul olmanın belirtileri her zaman belirgindir. Böylelerini, daha çok oluşturulan    hayır    kurumlarıyla tesbit edip yardımda bulunmak, yine topluma verilen bir görevdir. Ayrıca Resûlüllah (A.S.) devrinde bu husus bir yandan da devletin görevleri ara­sında bulunuyordu. Toplanılan zekâtı ayrı bir fon meydana getirerek fa­kirlere zamanında ulaştırırdı.

«(Sadakalarınızı) kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşa-miyan fakirlere (verin)..»

Mealindeki âyette sözü edilen bu fakirler kimlerdir?

a)  Kendilerini savaş için Allah yoluna vakfeden ve bu yüzden ticaret ve sanatla uğraşmaya vakit bulamıyan kahraman gazilerdir. Onları her bakımdan, özellikle maddî yönden desteklemek    Müslüman    zenginlerin görevidir.

b)  Allah yolunda savaştan savaşa koşup yaralanan ve bu yüzden iş göremiyecek duruma gelen malûl gazilerdir. Müslüman zenginler ya doğ­rudan, ya da devlet eliyle açılan bir fon aracılığıyla bunlara yardım elini uzatmalıdırlar.

ç) İslâm uğrunda yurdunu, malını ve yakınlarını terkedip Medine'ye gelerek yerleşen ve fakat ev bulamayıp Mescid-i Saadetin bitişiğindeki hurma dallarından yapılan gölgeliğin altında toplanan ve asıl görevleri, Peygamber (A.S.) Efendimizin Sünnetini, emir ve yasaklarını tesbit edip öğrenmek olan Ashab-ı Suffadır. [394]

7.  Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanların, mükâfatları Rableri katındadır. Kur'ân bu mükâfatı iki biçimde noktalıyor:

a)  «Onlar üzerinde bir korku yoktur,

b)  Ve onlar üzülmeyeceklerdir..»

Sözü edilen korku, biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki kı­sımdır: Dünyadaki korku, fakirle zengin arasındaki mesafeyi açmak, sınıf kavgasına ortam hazırlamak ve böylece materyalizm belâsı ve komünizm fırtınası ile yüzyüze gelmektir. O halde kendi ülkesinde sağlam ölçüler içinde dinî ve millî bir eğitim süzgecinden geçtikten sonra sınıflar arasın­daki açıklığı bir uçurum haline gelmeden kapatan inanmış zenginlere ve orta hallilere korku yoktur. Çünkü sosyal adaletin gerçek ve vazgeçilmez elementleri harekete geçirilmiştir.

Âhiretteki korku, dünyada iken görevini yerine getirmemenin, kişi­sel çıkarını her şeyin üstünde tutmanın doğurduğu eiim sonuçların hazır­ladığı, ilâhî adalete uygun bir azâbdır.

Bunun gibi sözü edilen üzüntü de, biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki kısımdır: Dünyadaki üzüntü, mevcut nîmetin elden gitmesi, in­sanların birbirine düşman kesilip saldırması ve huzurlu bir hayatı va'de-den kapıların kapanmasıdir. Çünkü dünyadaki ıstırapların en kötülerinden biri, mevcut nîmetin elden gitmesinden doğan üzüntüdür. Hele bir de, kişide sağlam bir imân ve arınmış bir ruh yoksa, neticesi ya kalp krizi, ya da intihar olur.

Âhiretteki üzüntü, Allah'ın verdiği araçları yerinde, amacında kullan­mamanın ve bu yüzden İnsanlara yararlı bir kişi olamamanın sürüklediği bataklığın bütün açıklığıyla ortaya çıkmasıdır. [395]

 

Fıkhî Yönü

 

«Eğer onu gizler de öylece fakirlere verirseniz o ne güzel!»

Yukarıdaki âyette geçen sadakadan maksad, tetavvu' olanıdır. Çün­kü zekât gayr-ı müslimlere verilmez. İlim adamlarımız bu konuda görüş birliği halindedir. Dayanak ve dilleri ise, şu hadîstir: Resûlüilah (A.S.) Efendimiz Müslüman cemaate hitap ederek :

«Zekâtı zenginlerinizden alıp fakirlerinize    vermekle    emrolundum.»

buyurmuştur. [396]

O halde gayr-i müsiimlere sadece yardım olarak sadaka verilir. Müs­lüman fakirlerin hakkı olan zekât ve fitre veriimez.

Nitekim Resûlüilah {A.S.) Efendimiz, Muâz'ı (R.A.} Yemen'e gönder­diğinde ona : «Zekâtı onların (Müslümanların) zenginlerinden al, fakirle­rine dağıt.» buyurmuştu. [397]

 

İtikadı Yönü

 

1. Dilencilik:

Ahmed bin Hanbel'den, «Ne zaman dilenmek mubahtır?» diye sorul­duğunda, şu cevabı vermiştir: «Kişinin yanında gıdasını ve yaşamasını karşılayacak bir şey bulunmadığı zaman...»

İlim adamlarından Ebû Abdullah'a soruldu :

  Bir kimse sıkıntıya düşer, muztar durumda kalırsa dilenebilir mi?

  Evet, diye cevap vermiştir. Soran devam etmiş:

  Peki ama yüzsuyu dökmek, onurunu kırmak istemezse?.,

  Bu onun için daha hayırlıdır. Çünkü Müslüman bir üikede bir ki­şinin açlıktan öldüğünü sanmıyorum. Allah onun rızkına herhalde bir se­bep yaratır. Çünkü Peygamber (A.S,) : «Kim iffetli olur, yüzsüzlük etmezse Allah onun iffet ve onurunu korur.» buyurmuştur. [398]

Ebubekir (R.A.) diyor ki:

Peygamber (A.S.) Efendimizden soruldu:

  Yiyecek bir şey bulamıyan kimse dilenir mi, yoksa ölmüş hayvan etini mi yer?

Buyurdu ki:

  Birisinden bir şey isteme imkânı varken ölü hayvan etinden hiç yenilir mi?

Yüzsuyu dökemiyen fakirleri tesbit edip onların halini Müslüman zen­ginlere duyurmak sünnettir. Nitekim yalınayak, yarı çıplak bir vaziyetteki bir topluluk Resûlüilah (A.S.) Efendimize gelmişti. Onların bu acıklı halini gören Peygamber, Ashabına: «Bunlara zekât ve sadaka verin» diye emretmişti.

Ebû Ömer (R.A.) bu konuda Resûlüllah (A.S.)ın şöyle buyurduğunu da kaydediyor: «Fakirler için şefaatçi olun ki sevap kazanasınız.»

Ahmed bin Hanbel de buna cevaz vermiş ve rivayetleri doğrulamış­tır. Ebû Dâvud ve Nesâî'nin yaptıkları rivayete göre: Firâs oğullarından bir adam. Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve:

  Dilenebilir miyim?

Diye sordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : — Hayır, rasgele değil, ancak sâlih kişilerden iste, buyurdu.

Muhtaç durumda olup dilenmiyen bir fakire yardım gönderilince red­detmesi doğru olur mu? Hayır, kabui etmesi Sünnete uygundur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hazreti Ömer'e bir şeyler göndermişti. Ömer (R.A.) onu kabul etmiyerek geri çevirmişti. Resûlüllah (A.S.) ona :

  Ya Ömer! neden geri çevirdin? Diye sorunca, o şu cevabı vermişti:

  Siz bize, bir şey almamanız daha hayırlıdır, buyurmadmiz mı? Bunun üzerine Resûiüllah (A.S.) Efendimiz:

  Evet, ama benim dediğim dilencilik yoluyla ilgilidir. Dilenmeksizin birisinin gönderdiği yardımı kabui edersin. Çünkü bu Allah'ın sana ayır­dığı bir rızıktır.

Hz. Ömer (R.A.) bu açıklamayı dinledikten sonra şöyle yemin etti:

  Vallahi, bundan böyle kimseden bir şey dilenmiyeceğim ve bana gönderilen hiçbir yardımı da geri çevirmiyeceğim. [399]

Yine bu konuda diğer sahih bir rivayete göre, Hz. Ömer (R.A.) diyor ki: Peygamber (A.S.) bana bazen bağışta bulunurdu. Ben de: «Bunu da­ha fakire verseniz ya?, derdim. Bir gün yine bana bir mal bağışladı. Ben de: «Benden daha fakire verseniz ya?» dediğimde şöyle buyurdu : «İste­meye kalkışmadığın halde sana şu maldan bir şeyler gelirse, onu al; gel-miyenin peşine nefsini takma!» [400]

Durumu iyi olduğu halde yüzsüzlük edip ısrarla istemek haramdır. Ama kişi sıkıntıda olursa, ısrar etmek iyi olmamakla beraber dilenebilir.[401]

 

Doğru   Yola  Eriştirmek (Hidâyet)

 

«Ama Allah dilediği kimseyi doğru yola eriştirir.»

Doğru yola eriştirmekle çevirisini yaptığımız «hidâyet» iki anlam ta­şır: Biri, hayır ve saadet yoluna iletip başarıya eriştirmektir ki Ebû Suud Efendinin deyimiyle, «Arzulanan şeye ulaştırıcı olan özel hidâyet»tir. Bu anlamdaki hidâyet Allah'a aittir; beşer yetkisinin sınırı dışında kalır. Çün­kü mürşit ancak hayır ve saadet yoluna irşat etmekle yükümlü ve görev­lidir ki, hidâyetin ikinci anlamı budur.

Hayır ve saadet yoluna eriştiren ve eriştirici olan ancak Allah oldu­ğuna göre, mürşidin bu konudaki irşadının yeri ve anlamı ne olabilir? Bu­na daha çok pratikten bir örnek verelim : Büyük bir kentin istasyonuna gelen yabancı, kentin hiçbir semtini bilmiyor, yol gösteren bir kimse arı­yor. Hayırhahlardan ya da görevlilerden biri ona kenti tarif ediyor ve ay­nı zamanda eline o kentin haritasını da veriyor. Böylece yol göstericinin görevi bitmiş oluyor. Kentte arzuladığı yeri bulup gitmesi için bu kez ak­lını, zekâsını ve yeteneğini kullanması gerekiyor. O takdirde Allah da ona yardımcı olur.

İşte Peygamber ve O'nun yolundaki mürşitlerin görevi, insan aklını, zekâ ve yeteneğini harekete geçirmek, saadet caddesini göstermek ve yoldaki engellerden, tehlikelerden, konaklama yerlerinden haber vermek­tir. Artık yolu bulup yürümek, engel ve tehlikeleri bir bir düşünüp tedbir almak, yolcuya düşer. Bu da ancak ilâhî kanuna uyarak akli, zekâyı ve bütün yetenekleri kullanmaya bağlıdır. Çünkü bunları kullanmak ilâhî sün­nete uymak demektir. O'nun sünnetine uyulunca da hidâyet bulmaya namzet olmaktır. Böylece Allah'ın has inayet ve hidâyeti tecelli eder de o kulu doğru yola eriştirir. Tabii dilediği kimse için bu böyledir. [402]

 

Âyetler  Arasinda  Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah rızası için harcanan sadakadan ve onun fazi­letinden, topluma sağlayacağı yararlardan sözedildi. Aşağıdaki âyetlerle, fakiri çok fakir, zengini çok zengin eden, alın teri döküp kazananın kazan-cmın,hic çalışmayıp sadece parasını kullanan tefeciye ulaşmasını sağla­yan ribâ (faiz)in zararlarından, fert ve toplumu nasıl kemirdiğinden, den-9eyi bozucu, her şeyi maddeye bağlayıcı bir nitelik taşıdığından, sömürü-

cü bir sistemin tuzağı ve kapitalizmin sosyal adaleti yıkan bir oyunu bu­lunduğundan önemli fakat uyarıcı biçimde bahsedilmektedir. [403]

 

Meali :

 

275—  Riba (= faiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak Şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar. Bu, onların «Ahm-satım da faiz gibidir», demelerin-dendir. Halbuki Allah ahm-satımı helâi, faizi haram kılmıştır. Artık bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişi ken­disine, işi hakkındaki hüküm ise Allah'a aittir. Kim de faize döner, önce olduğu gibi faizcilik yapmaya tekrar başlarsa, işte onlar Cehennemliktir, orada hep kalıcılardır.

276—  Allah faizi, bereketini gidererek hep azaltır; sadakaları ise be­reketlendirip arttırır. Hem Allah çok inkarcı hiçbir günahkârı sevmez.

277—  Şüphesiz ki imân edip yararlı işlerde bulunan, namazı kılıp ze­kâtı verenlerin mükâfat ve sevapları Rabları kalındadır. Hem onlara hiç­bir korku da yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.

278—  Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsanız (Rabbinizin emrine uyun).

279—  Yok eğer böyle yapmazsanız, artık Allah'a   ve   Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe edip (faizcilikten vazgeçerseniz) ana sermayeniz sizindir. Artık ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

280—  Eğer borçlu sıkıntıda ise, onu, bir kolaylık bulununcaya kadar beklemek (uygun olur).  (Alacağınızı) sadaka olarak  bağışlarsanız sizin için -eğer bilirseniz- daha hayırlıdır.

281—  Allah'a   döndürüleceğiniz ve sonra da herkese    kazandığının (karşılığı) eksiksiz verileceği günden (o gündeki hesaptan) korkun. Onla­ra haksızlık da edilmiyecektir.

 

Bu âyetlerinAbbas bin Abdüimuttalib ile Osman bin Afvan (Allah iki­sinden de razı olsun) hakkında indiği söylenir. Faizini hurma almak üzere bir adama ödünç para vermişlerdi. Hurma zamanı gelince borçlu, onlara başvurarak tahakkuk eden faizi ödediği takdirde çoluk-çocuğuna yetecek hurma kalmayacağım, bunun için biriken faizin yarısını ertelemelerini, buna karşılık ayrıca belli nisbette faiz ödeyeceğini teklîf etti. Onlar da kabul ettiler. Süre dolunca faizlerini istediler, borçlu büsbütün zor durum­da kaldı. Bunun üzerine, ilim adamlarından Atâ' ve İkrime'ye göre, ribâ ile ilgili âyet indi.

Peygamber (A.S.) Efendimiz Abbas ile Osman'ı çağırıp ilâhî emri teb-lîğ ettiğinde her ikisi de faizden vazgeçip sadece verdikleri borcu aldılar.[404]

Bu konuda birkaç rivayet daha vardır, asıl tema anlaşıldığından nak­letmeye gerek görmedik. Ancak Zeyd bin Eslem'den yapılan şu rivayeti belirtmemizde yarar vardır:

Mekke'de Sakafîlerden Amr oğulları ile Mahzûmîlerden Muğîre oğul­ları arasında câhiliyye günlerinden, kalma ribâ (faiz) borcu bulunuyordu. Bunlar İslâm'a girince Sakiflîler bu borcun ödenmesini talep ettiler. Mah-zumîler ise, «Biz İslâm'a girdik, İslâmî bir kazancımızdan faiz veremeyiz» dediler. Bunun üzerine mesele Mekke valisi, ya da naibi İtab bin ÜSEYD'e intikal ettirildi. O da bir mektup yazarak konuyu Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizden sordu. O sebeple «Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden orta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsanız..» mealindeki âyet in­di. [405][406]

 

İlgili Hadîsler

 

«Mi'rac gecesi bir ırmak kenarına geldik (kan gibi kırmızı olduğunu sanıyorum). Irmak'ta bir adamın yüzdüğünü ve kenarında çokça taş top­lamış bir adamın durduğunu, yüzen adam kıyıya doğru yaklaştıkça ağzı­na o adamın birer taş attığını, onun da atılan bu taşları yuttuğunu gör­düm. Gördüğüm bu temsilin neyi ifade ettiğini sorduğumda, Cibril: «Dün­yada iken ribâ (faiz) yiyeni temsil ediyor, diye cevap verdi.» [407]

«Ribâ yetmiş bölümdür; en kolay (hafif) kısmı, adamın kendi anasıy­la evlenmesi (gibi)dir.»[408]

«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek (hepsi de) ribâ (faiz) yiyecek,» Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanların hepsi de mi yiyeceK?

  Verniyenin de tozu dumanı burnuna ulaşacaktır. Diye cevap verdi.: [409]

«Doğrusu Allah ribâ yiyene, yedirene, şahidterine ve kâtibine lanet etmiştir.» [410]

«Şüphesiz ki Allah sadakayı kabul eder, onu sağ eli (rahmeti)yle alır; sizden biriniz nasıl tay'ıni besleyip büyütürse, öylece Allah sadakayı artı­rıp, çoğaltır; o kadar ki bir lokması UHUD dağı gibi olur.» [411]

«Kim sıkıntıda bulunan borçluya mühlet verirse, ona her geçen gün İçin o alacağı kadar sadaka sevabı vardır.» [412]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin VEDA' HUTBESİNDE faizle ilgili söz­lerinin çevirisi:

«Yanında bir emanet bulunan kimse, bu emaneti kime aitse ona ver­melidir.

«Her türlü ribâ (faiz) yasaktır. Ana sermayeniz sizindir, ne haksızlık ediniz, ne de haksızlığa uğrayınız, (Veya ne zulmeder, ne de zulme uğrar­sınız).

«Allah ribâ (faiz) yoktur, diyor. Abdulmuttalib oğlu Abbas'in bütün faiz (muamelesi) yasaktır.» [413]

 

Faizin Haram Kılınmasının Bazı  Nedenleri

 

Bu konuda önce müfessîrlerimizin yorum ve görüşlerini aktarmayı, sonra da iktisatçılarımızın görüş ve tesbitlerine yer vermeyi uygun bul­duk :

Müfessir Alâuddin, Lübabutte'vîİ' de diyor ki:

«Ribâ'nın haram kılınmasının bir takım nedenleri vardır; bunları dört madde halinde özetliyebiliriz:

1.  Ribâ (faiz) başkasına ait bir mah karşılıksız (ivazsız olarak) al­maktır.

2.  Ticaretle uğraşmayı engellemek, hiç yorulmadan başkasının ka­zancıyla oturup geçinmeye kapı açmaktır.

3.  Toplum arasında faizsiz ödünç vermek gibi güzel bir yardımlaşma, ma'kul bir örf ve âdetin, (kâmil bir Sünnetin) kalkmasına sebep olmak­tır ve her şeyin maddi karşılıkla değerlendirilmesini yaygınlaştırmaktır.

4.  Hiç bir neden dikkate alınmasa bile, değil mi ki Allah faizi haram kılmıştır, ona kayıtsız ve şartsız uymamız gerekmektedir. Çünkü ilâhî tek­liflerin hepsinin neden ve hikmetini bilmiyebiliriz. Ama bize gereken, sadece o emre uymak, inanmak, sonra da gerekirse hikmetini araştırmaktır. Fahruddin Râzî, Mefatihülgayb adlı tefsirinde özetle diyor ki :

«Faiz iie sadaka arasında tezat yönünden ilgi bulunduğu için bir-arada anılmışlardır. Çünkü sadaka, Allah yolunda isteyerek malı harca­mak, dış görünüşüyle malı azaltma fedakârlığını göstermektir. Faiz ise, iiâhî yasağa rağmen başkasının emeğine el uzatıp karşılıksız bir fazlalık sağlamakla malı artırmaktın Bunun için Allah faizin bereketini giderir; sadaka olarak verilen malın feyiz ve bereketini çoğaltır.»

Diğer nedenler:

a)  Faiz ve faizcilik toplum yapısında belli bir zümreyi ciddi kazanç yollarından çekip almaya, emek sarfetmeden hazıra konmaya, daha doğ­rusu başkasının emeğiyle geçinmeye iter. Böylece her geçen gün gelir sağlamanın bu en kolay ve kârlı yolunu işlek hale getirip hızlandırır.

b)  Toplum yapısında dayanışma ve merhamet duygusunu ve bunun taşıdığı yüce anlamı öldürür. Faizsiz ödünç vermenin bütün kapılarını ka­patır. Fertler arasındaki ilgi ve yakınlığın tek değer ölçüsünün madde ol­duğu inancını kökleştirir.

c)  Gönüllerden merhameti, vicdanlardan şefkati ve acıma duygusu­nu siler; yavaş yavaş tefeci ve faizciyle sömürülenler arasında düşman­lığa ortam hazırlar. Fakirle zengin arasındaki uçurumu biraz daha derin-leştirir.

d)  Allah insanlar arasındaki ilgi ve muameleyi karşılıklı hak ve vazi­fe şuuruna, sevgi ve saygı temeline, merhamet ve şefkat duygularına bağlamıştır. Faiz bunların tümünü yıkıp insanî duyguları yok etmektedir. [414]

 

Faiz Yasağında Dört Kademe

 

Ayeti âyetle; âyeti hadîslerle ve bunları iniş ve söyleniş sebepleriyle tefsîr etmesini, bu yoldan hüküm çıkarmasını bilmiyenler bu konuda da fahiş hata yaparlar ve kendi bilgisizliklerini İslâm'a malederek Müslü­manların sağlam inancını bozmaya, saadete uzanan yollarını tıkamaya Çalışırlar. Allah kendi Kitabında faizi dört kademede açıklamış, bir önceki beyânını bir sonraki beyanıyla açıklığa kavuşturarak pedagojik bir yön­tem uygulamıştır. Bunun sebebi açıktır: Çok yaygın bir haramı bir anda yasaklamak, kademeli olarak tahrim nedenlerini getirmeden bir çırpıda önüne sed çekmek, başarıya götürmez, insanın psikolojik yapısı, nefsin harama olan ilgisi tek kademeli bir yasağa karşı daima tepki gösterir. Bunun için Allah içki hakkındaki yasakta olduğu gibi, faiz hakkındaki yasağı da tedricen kademeli bir yöntem uygulayarak indirmiş ve böylece ilâhî yasağın hedef ve gayesine ulaşmasını sağlamıştır.

O haide Kur'ân'dan herhangi bir konu hakkındaki âyetlerden sadece birini ele alıp hüküm çıkarmak hiçbir zaman sıhhatli ve isabetli değildir. Müctehit imamlar, ünlü hukukçular, bir mesele hakkında dinin hükmünü belirlemek için, o mesele hakkındaki bütün âyetleri, hadîsleri, tarihî olay­ları ve iniş ile söyleniş sebeplerini bir araya getirdikten, hangi âyetin da­ha önce indiğini, hangi hadîsin daha önce söylendiğini, hangisinin müc­mel, hangsinin müfesser olduğunu tesbit ettikten sonra gerekli sonuca varabiimişlerdir. Yoksa rasgele bir âyet, ya da hadîs ele alınarak hüküm çıkarılmamıştır.

Hemen ifade edelim ki, belirttiğimiz yöntemde bir uygulamaya geçe­bilmek veya belirlenen ölçü ve anlamda bir hüküm çıkarabilmek köklü bir tahsil, geniş bir araştırma, kuvvetli bir hafıza ve çok sabırlı tarama ister. Günümüzde bu özellikleri olmayan, fakat bilgili geçinen, dinde kendini yetkili sayan türediler: «Ey imân edenler! faizi kat kat artırarak yeme­yin..» âyetine dayanarak -başka hiçbir araştırmaya, delilleri toplamaya, diğer âyet ve hadîsleri tesbite lüzum görmeden mal bulmuş mağribî gibi-ribâ'nın sadece kat kat yani katmerli olanı yasaklanmıştır, deme cesare­tini kendilerinde buluyorlar. Şüphesiz ki, bilgisiz cesur olur. Fer konuyu o konuda ilim yapmış yetkili uzmanına bırakmak en insaflıca ve en akıl­lıca bir yoldur. Aksi halde meseleler içinden çıkılmaz bir hal, çözümü ya­pılamaz bir düğüm olup kalır.

O halde ribâ yasağıyla ilgili dört kademeyi açıklamamızda büyük ya­rar vardır. Dört kademeyle ilgili âyetlerden biri Mekke'de, üçü İse Medine'­de inmiştir.

1.  Mekke'de bu konuda ilk inen âyetle şöyle buyurulmuştur:

«İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnudluğunu dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir). İşte bunlar (zekât verenler onun) karşılığını kat kat artıranlardır.» [415]

Bu âyetle ribânin haram olduğu açıklanmıyor; inanmışların dikkati çekiliyor ve bu konuda onların kafasında bir soru, vicdanlarında bir istif­ham meydana getiriliyor. «Ribâ'nın Allah katında hiçbir sevabı yoktur ve o hiçbir zaman bereketli bir ortam doğurmaz» denilerek akıl erenlerin bu konuda İyiee düşünmelerini ve bir vicdan muhasebesi yapmalarını istiyor.

2.  Medine'de.ikinci kadeemde inen âyetle şöyle buyuruluyor:

«Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, birçoklarını Allah yolundanalıkoy-maları, rnen'ediidikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan İyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık ve yine onlardan küfür üzere kalanlara elem verici bir azâb hazırladık.» [416]

Bu âyetle, ribânın yani faizciliğin Yahudi milletini ne hale düşürdü­ğü, nasıl da sömürücü bir millet durumuna getirdiği ve bundan dolayı on­lara elem verici bir azabın (hem dünyada, hem âhirette) hazırlandığı ha­ber verilerek, Müslüman milletler uyarılıyor ve birinci âyetle kafalarında oluşturulan soru biraz daha büyütülüyor.

İlâhî yasaklara uymayan inkarcıları acıklı bir azabın beklediğine bil­hassa dikkatler çekiliyor. Âdil ölçülere bağlı dengeli bir ekonomik yapı­nın sapasağlam ayakta durmasına ters düşen sebeplerden birine işaret edilerek, faizciliğin ön plana alınıp rağbet gördüğü bir toplumda hem ekonomik yapının ağır darbe alacağı, hem gelir dağılımında çok sakat bir yol izleneceği vicdanlara işleniyor.

Burada yine ribâ'nın Müslümanlara haram kılındığı açıklanmıyor, ama ona doğru açılmak istenen kapı biraz daha aralanıyor.

3. Medine'de üçüncü kademede inen âyetle, Arap tefecilerinin aşırı denecek ölçü ve anlamda kat kat faiz almaları yasaklanıyor; böylece ri-ba'nın haram olduğu az kapalı bir anlatımla bildiriliyor:

«Ey imân edenler! Fâiz'i kat kat artırarak yemeyin. Allah'a (karşı gel­mekten ve O'nun buyruklarına karşı durmak)dan sakının ki korktuğunuz­dan kurtulup umduğunuza erişesiniz.» [417]

Böylece Müslümanlara ilk faiz yasağı konulmuş oldu. Kafalarda bü­yüyen ve zaman zaman tertemiz vicdanları sızlatan soru cevabını bu­lup çözüme kavuşturuldu. Fakat ne var ki bu konuda bir kapı açık tutuldu; ribâ'nın tamamının haram kılındığı kesinlikle anlaşılmıyordu. Bu nedenle riba hakkında şüpheler çoğaldı, fakat kalbler ve kafalar da ya­vaş yavaş bu yasağa yatıştı. Farklı görüş ve yorumlar birbirini izledi: Kimi kat kat riba almak haramdır, azına cevaz vardır, dedi. Kimi, içki gibi, ço­ğu haram kılınan bir şeyin azı da haramdır, sonucunu çıkardı; derken dördüncü kademede ribanın tamamının haram kılındığı şüphe götürme­yecek bir anlatımla açıklandı. Zaten gönüller buna hazır duruma getiril­miş bulunuyordu:

a) «— Riba (faiz) yiyenler,    (kabirlerinden)   ancak   şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar..»

b>— Kim de faize döner, önce olduğu gibi faizcilik yapmaya tekrar başlarsa...»

c)  «— Allah faizi, bereketini gidererek hep azaltır...»

d)  «— Ey imân edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsamz..»

Mealindeki konumuzu oluşturan âyetler indi. Böylece hem basit, hem mürekkep faiz yasaklandı.

Sahih rivayet ve tesbitlere göre, Kur'ân'dan en son inen âyetlerden biri de konumuzu oluşturan faiz hakkındaki âyetlerdir. Hatta Hazreti Ömer (R.A.) diyor ki:

«Ribâ (faiz) âyeti, Kur'ân'ın en son inen âyetlerindendir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu bize daha geniş biçimde açıklama zamanı bulma­dan aramızdan ayrıldı. O halde artık hem riba'yı. hem ribâ şüphesi taşı­yan muameleleri bırakın!.» [418]

 

Riba'nın Tanimi

 

İslâmî kaynaklara göre riba kelime olarak «mutlak fazlalık, ar-tıklık» demektir. Bir şeyde fazlalık ve artış meydana geldiğinde «reba'ş-şey'u yerbu» denilir.

Serî ıstılah (terim) olarak daha çok şu iki anlamda kullanılmıştır:

a)  Ana sermaye, yerinde kalmak şartıyla borçludan vadenin her uza­tılmasına karşılık artık bir paranın alınması,

Buna «Nesi' Ribası» denir. Bugünkü kapitalist sistemde va'de farkı denildiği gibi.

b)  Bir şeyin kendi cinsiyle bir fazlalık karşılığında alınıp satılması.

Buna «FazI Riba'sı» denir. Örneğin : Bir kilo Polatlı buğdayını, bir-buçuk kilo Konya buğdayı karşılığında satmak..

İşte Riba'yı kesin olarak yasaklıyan âyet indiğinde Arap Yarımada­sında faizin bu İki şekli vardı ve çok yaygın bulunuyordu.

Ibn Cerîr diyor ki:

«Bir adamın diğeri üzerinde belli  bir süreyle va'deli olarak ödünç

verdiği malı veya parası bulunuyordu. Va'de dolunca ana sermayeyi is­ter, borçlu bunu verecek durumda değilse, sürenin yani va'denin uzatıl­ması karşılığında faiz belirlenirdi. Bazen bu birkaç kat oluncaya kadar sürüp gider ve borçlu, ana sermaye bir tarafa biriken ve mürekkeb faiz denilen riba'yı ödemekıen âciz kalırdı.»

Kur'ân-ı Kerîm'in kesinlikle haram kılıp yasakladığı ribâ işte bu iki şekliyle Araplarda uygulananı idi. Zaten kelimenin «el» tanımlama edatıy-la kullanılması, «Er-Ribâ» denilmesi, daha çok bu iki şekli yansıtmaktadır. Hiç bir müfessir ve araştırıcı buna muhalefet etmemiş, aksi bir yorum ya da görüş ortaya koymamıştır. Müctehit İmamların da bu konuda gö­rüş ve ictihad birliği, ilim adamlarının da icmâ'ı vardır. [419]

 

Riba  Faiz

 

islâm'a göre tanımlamasını yaptığımız fazlalığa RİBA denilirken, ka­pitalist topluluklarda buna FAİZ denilmektedir. Anlam ve hüküm bakımın­dan bu ikisi arasında bir fark yoktur, Nitekim Prof. M.A. MENNAN bu ko­nuda diyor ki:

«Kur'ân'daki riba deyimiyle kapitalist toplumlarda uygulanan faiz arasında bir fark varsa, bu yalnızca oranlar arasında bir derece farkıdır. Çünkü riba da, faiz de ana para üzerinden alınan bir fazlalıktır.»

Gerçi klasik iktisatçılardan bir kısmı faiz'i toprak rantına (yıllık ge­lir) benzetmiş ve paranın faize verilmesini, toprağını kendisi işletmeyen mülk sahibinin onu kiralaması ile aynı ölçüde görmüşse de bu çok farklı bir kıyastır; ikisinin aynı menatta birleşmesi mümkün değildir.

Faiz'i iktisadî gelişme için gerekli görenler ve ister istemez bunu İs­lâm'a sokmaya çalışanlar her bakımdan aldanmışlardır. Çünkü İslâm'ın iktisadî gelişmesi ancak tekâmülcü bir mânada yöneltilebilir ve bu muh­teşem canlı kudret Kur'ân'ın özünde mevcuttur. «Başka bir sisteme yö­nelmesine gerek yoktur. O başlı başına yepyeni ve çok kudretli bir sis­temdir.»[420]

 

Alim-Satım İle Riba Arasındaki Fark

 

Konumuzu oluşturan ayetle : «Alım-satım da faiz gibidir» diyenlere karşı, «Allah alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır» buyuruimaktadır.

Böylece bu iki kavram arasında mâna, muhteva, kapsam, değer ve

sonuç bakımından çok yönlü fark bulunduğu belirtilmiştir. Son asrın de­ğerli müfessirlerinden Elmalıh Hamdi YAZ1R, HAK DİNİ KUR'AN DİLİ adlı tefsirinde bu iki kavram arasındaki farkları detaylı ele alıp incelemiş, ne­den ve niçinleri üzerinde yeterince durmuştur. Meraklılara tavsiye ederiz. Diğer yandan Prof. M,A. MENNAN'in İslâm Ekonomisi Teori ve Pratik adlı eserinde Kâr ve Faiz üzerinde durularak deniliyor ki :

«İslâm'ın kâr anlayışı farklıdır ve kâr sınırlıdır.[421] Kapitalistlerin sağ­ladığı sınırsız ve anormal kârlar açıkça toplumun sömürülmesini hedef al­mıştır. Bu tür kârlar kapitalist ekonominin ana özelliklerinden olan te­kel ve kartellerin bir sonucudur. Ama İslâm, tekeli, malın biriktirilmesini, fiatların yükselmesini beklemek amacıyla üretimi piyasaya sürmeyip stokta bekletmeyi tamamen yasaklamıştır. Çünkü kapitalist ekonomide çok yaygın olan bu tür davranışlar iyilikle, bağışla, yardımlaşma duygu­suyla ve toplum yararıyla taban tabana zıttır. İslâm normal bir kâra izin vermektedir. Normal kârı şöylece tanımltyabiliriz: Yeni kuruluşun belirli bir üretim veya hizmete başlamak, eski bir kuruluşun da sıyrılmak eğili­mini göstermediği gelir düzeyi. Bu eğilim de yeterli değildir. Unutulma­ması gerekli temel ilke, toplumda hiçbir kişinin üretim projesindeki hak ettiği payından yoksun bırakılmamasıdır.

İslâm, normal kârı, alım-satım ölçülen içinde kabul ederken faizi ya­saklamıştır. Dikkatle gözden geçirilirse görülür ki, kâr ve faizde kazanç ve muamele yapı bakımından birbirinden farklıdır. Faizde, ödünç veren, ana para ve faizi sağlama bağladıktan sonra paranın kullanımına karışma­maktadır. Kârda ise firma sahibi, paranın kullanma yeri ve şekli ile doğ­rudan doğruya ilgilidir.

Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Faiz üretken bir uğraşın sonucu de­ğildir; oysa kâr üretken bir uğraş sonunda sağlanmaktadır. Faizde ödünç verenin üretken bir uğraşı olmadığından girişimci tesiri eksiktir. Oysa kârda bu tesir tüm üretim ve pazarlama boyunca canlılığını korumakta­dır. Şöyle ki, faiz durumunda sermaye sahibi üretim işlemiyle ilgili değil­dir. Halbuki kârda sermaye sahibi sermayesinin ekonomik olarak kullan­ma yeri ve tarzım kendisi tesbit etmektedir. Burada girişimci kârını art­tırmak amacıyla yeni buluşlara gidebilir ve gereksinmeleri karşılamak için yeni ürünlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.

Böylece kâr gelişmeye yol açmakta ve bir bakıma geliştirme çabala­rının da bir karşılığı olmaktadır. Nihayet faiz durumunda zarar etkeni yoktur. Çünkü faiz belirlidir, sabittir. Oysa kâr girişimcinin yüklendiği riskin bir karşılığıdır. Girişimcinin geliri kesin ve belirli değildir. Kâr belirsiz­dir. Çünkü fizikî ve zihnî yetenekleri yönünden üstün olanlar daha yük­sek kâr sağlayabilirler. Bu, çok yönlü farklardan ötürü İslâm faizi yasak­lamış ve kâra izin vermiştir.»

Şüphesiz Allah alım-satımı helâl, faizi haram kıldı.

Ayrıca bu konuda Mefatihülgayb Tefsirinin C. 2, S. 530-531 bölümü­ne müracaat edilmesi tavsiye olunur. [422]

 

Diğer Semavî Dinlerde Faiz

 

Faizin tarihi çok gerilere gitmektedir. Yapılan ciddiaraştirmalaragöre. Eflatun, YASALAR    adlı kitabında faizi kötülemektedir. Romalılar ilk dö­nemlerinde faizi yasaklamış, sonraları faiz oranını    başıboş    bırakmayıp yasaya bağlamışlardır.

Tevrat'ın elimizdeki nüshalarında da faizin yasak kılındığını açıkla­yan bir takım belgeler mevcuttur:

«Eğer kavmime, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacı olmıyacaksın; onun üzerine faiz komıyacaksın.» [423]

Musa Şeriatında Yasaklar

«Garibe haksızlık etmiyeceksin ve ona gadretmiyeceksin; çünkü siz Mısır diyarında gariptiniz. Hiç bir dul kadını ve öksüzü incitmiyeceksin!.. Eğer kavmime, yanında olan bir yoksula ödünç para verirsen, ona karşı tefeci gibi olmıyacaksın, onun üzerine faiz komıyacaksın.» [424]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah yolunda harcamanın, sadaka vermenin önem ve yararı, toplum yapısında meydana getireceği dayanışma ve yak­laşmaya dikkatler çekilerek belirtildikten sonra, cemiyet bünyesindeki manevî değer ölçülerini tahrîb eden ve her şeyi maddî karşılıkla değer­lendiren; alın teriyle çalışma, insanlıktan yana yardım elini uzatma, İslâm kardeşliğinin derin anlamı gibi sosyal bağları koparan faizciliğin zararı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, helâl sayılan alım-satımın en doğru yolda ve an-tamda yürütülmesinin bazı ölçüleri veriliyor, Kâtib-i Adi = Noter'in öne­mine ve yerine değiniliyor. Böylece insan haklarının Korunması, sürtüşme, tartışma, yalan ve inkâra neden olacak kapıların ticarî alanda da kapatıl­ması emrediliyor. [425]

 

Meali  ;

 

282— Ey imân edenler! Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandı­ğınızda, onu yazın; aranızdan doğrulukla tanınmış bir kâtip de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Bir de üzerinde hak bulunan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbı olan Allah'tan korksun, (borcun­dan ve vâdesinden) bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu {malını düşünmeden ya da bilmeden harcayan) bir bön veya zayıf, ya da yazdıramıyacak ka­dar âcizse, velisi doğruluk ölçüleri içinde yazdırsın ve erkeklerinizden iki de şâhid tutun; eğer ikisi de erkek olarak bulunamıyorsa, o takdirde şa­hitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unutunca diğerinin ona hatırlat­ması için iki kadın (tutun). Şahitler çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Borç az olsun, çok olsun onu vâdesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında adalet ölçü ve anlamına daha uygundur; şahitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemeniz için de en yakın olanıdır.

Ancak aranızda hemen devredeceğiniz peşin bir ticaret (alım-satım) ise, o takdirde bunu yazmamanızda size bir vebal yoktur. (Yazmalarında ise bir sakınca sözkonusu değildir). Alım satımda bulunduğunuzda da şa­hit tutun, yazana da, şahitlik edene de zarar verilmesin, (gerekirse iki­sinin de mesâisi değerlendirilsin). Eğer zarar verirseniz, herhalde bu si­zin doğru yoldan çıkmanız olur. Allah'tan korkun; Allah size (en doğrusu­nu) öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre: Faizcilik yasaklandıktan sonra Selem'e {para peşin, mal veresiye yapılan satış)a cevaz vermek üze­re bu âyet indi. Çünkü Medine halkının selem ile alım-satımda bulunduk­ları yaygın idi.

Bununla beraber âyet alım-satımla ilgili bütün borç ve vâdeleri kap­samaktadır.[426]

Diğer bir rivayette ise deniliyor ki :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde, ora halkı hurma alım-satımında bir-iki yıl i s lâf yapar (alacağı malın karşılığını nakit olarak peşin verir)lerdi. Bu bir bakıma Selem işlemiydi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara şöyle buyurdu :

— «Sizden kim hurma alır da i s I â f eder (bedelini peşin verir)se onu belli ve belirli ölçek ve tartıyla ve süreyi belirlemek suretiyle uygu-lasın.» [427]

Bu hüküm yukarıdaki âyete dayandırılıyordu. [428]

 

İlgili Hadîsler

 

«Size büyük günahların en büyüğünden haber vereyim mi?»

Resûlüllah (A.S.} Efendimiz bu cümleyi üç defa tekrarladıktan sonra buyurdu ki:

«Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek ve yalan yere şa­hitlikte bulunmaktır.» [429]

«Kim ehil olmadığı halde bir Müslüman aleyhine şahitlikte bulunursa, ateşteki yerine hazırlansın.» [430]

«Üç kimse var ki, Allah'a dua ederler, duaları kabul olunmaz:

1.  Fena huylu, kötü ahlâklı olan karısını boşamayan erkek,

2.  Yetime, malını henüz ergenlik çağına girmeden veren adam,

3.  Bir adama faizsiz ödünç verip buna şahit tutmayan kimse...» [431]

 

İnsan Haklarını Korumak

 

«Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandığınizdaronu yazın...»

İslâm, yukarıda mealini verdiğimiz âyetle de insan, haklarını 1400 yıl önce en ölçülü biçim ve anlamda korumuş, toplum yapısında güven ve doğruluğun temelini atmıştır. «Kâtib-i Adi», bugünkü tabirle Noter ve No­terlik nedir henüz bilinmezken, hakları korumak, haksızlığı önlemek ba­bında açtığı birçok kapılar, koyduğu bir nice esaslardan biri de bu olmuş­tur.

Kur'ân'da toplumla ilgili emirler, yasaklar ve cezaların uygulama yet­kisi daha çok devletin salahiyetli merci'lerine verilmiştir. Örneğin kısas ve hadler bu cümledendir. Ahm-satım işlemlerinde, borçlanma ve benzeri konularda senet hazırlamakla ilgili emir ise hem resmî, hem özel anlam­da bir hüküm taşımaktadır. Âyetin cümleleri arasındaki bağlantı bu iki hususu yansıtmakta ve böylece devletin küçük bir köy ya da kasabaya ta'yin edemediği bir Kötib-i Adl'i, o yerin söz sahibi ve aklı eren kişileri­nin bununla yükümlü bulunduğu söz konusudur. Ancak her iki durumda da güvenilir olduğu kabul edilen bir kâtibin atanması şarttır. Aynı za­manda kâtibin bilgi, tahsil ve tecrübesinin de bu konuya müsait olması gerekir.

Kur'ân'da bu önemli konuda kullanılan «Kâtİbün bi'l-adl» terkibi son­raları «Kâtib-i adi» olarak senet ve bir takım günlük işlemlere resmiyet ve güvenirlik kazandıran özel, ya da resmî kâtipler için kullanılmıştır. 1908'-den önce Osmanlı İmparatorluğunda bu görevi büyük şehir merkezlerin­de «Aidatlı Mukavelat Muharrirleri», kaza ve nahiye gibi küçük merkez­lerde ise mahkeme başkâtipleri yürütürdü. Sonra özel bir kanunla «Kâtib-İ adl»e daha başka bir resmiyet ve yetki tanınmıştır.

Daha gerilere gidilecek olursa, bu işin kadı ve nâibleri tarafından yü­rütüldüğünü görmekteyiz. 1877'de Mecelle'nin «Beyyinat = Şahidlendir-meler ve belgelendirmelerde ilgili bölümü kabul edilip yürürlüğe konunca, belge, senet ve benzeri şeyleri düzenleme ve tasdîk işlerinin yetkili bir organ tarafından yürütülmesi lüzumu hissedildi. Bu nedenle Fransız No­ter Kanunundan çevrilen «Mukavelat Muharrirleri Nizamnamesi» kabul edildi.

Aslında böyle bir aktarmaya ve çeviriye gerek yoktu. Çünkü Kur'ân ve Sünnet bunun esaslarını koymuş, ana tema olarak lüzumlu dokümanı vermiştir. Hukukçulara düşen, bu ana temanın ışığı altında konuyu değer­lendirmek ve millî yapımıza, sosyal ve aile düzenimize, ayrıca örf ve âdet­lerimize göre bir düzenleme ve açıklamaya gitmekti. Öyle yapılmadı da, yorulmaya, araştırmaya gerek duymadan yabancı milletlerin kendi sosyal yapılarına göre hazırladıkları kanunları, yönetmelik ve tüzükleri çevirmek­le yetinildi.

Roma Hukukunda da bugünkü şekil ve anlamda bir noter ve noterlik kurumu yoktu. Fakat buna ihtiyaç duyulmuş ve özel anlamda yetkili kâ­tipler tutularak bu iş yürütülmüştü.

Diyebiliriz ki. Hukuk Tarihinde bunun ilk esasını, ana temasını biçim­lendiren, hem resmiyet, hem Özellik kazandıran İslâm Dini olmuştur, Ko­numuzun özünü oluşturan âyet tamamen bununla İlgilidir.

İnsan haklarını, topium yapısındaki fertlerin karşılıklı güven içinde iş görebilmelerini koruyup sağlamakla içice bulunan «Kâtib-i Adi» kurumu, tarih boyunca nice haksızlıkları, sürtüşme ve tartışmaları, hileli alım-satım-da bulunmaları önlemiş; zayıflardan yana ağırlık getirmiş olması bakımın­dan da büyük bir önem arzetmiştir ve etmektedir. [432]

 

Âyetin Taşıdığı  Çok Yönlü Hükümler

 

1_ Borç verip almak ticarî konularda caizdir. Çünkü bunda kolay­lık vardır. Kur'ân bunu genel anlamda belirtmiştir: «Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandığınızda, onu yazın..»

2— Borç süresinin belirlenmesi gerekir. Bu, daha çok anlaşmazlığı, haksızlık ve doğrudan sapmayı önlemek içindir. Aynı zamanda unutkanlık insanın tabiatında vardır. Yapılan anlaşma ve sözleşmeyi, borçlanma ve diğer hususları yazmakla bu gibi yanlışlıklar giderilmiş olur.

3__ Borcun miktarını, süresini, kimin kime borçlu olduğunu belirtmek

de vaciptir. Bu, hafızalarda meydana gelen değişiklik ve unutkanlığı, borç­lunun inkâra sapmasını, alacaklının fazla bir nisbet istemesini önlemek içindir.

4—Borcu, Devletin ta'yin ettiği veya toplumun güvenip belirlediği, doğruluğu kabul edilen bir kâtibin yazması gerekir. Bu, hem taraflara, hem topiuma güven vermek içindir. Ortaya çıkacak gereksiz iddialara ve ih­tilâflara engel olur.

Böylece rasgele kişilerin kâtip olarak görevlendirilmemesi; adalet öl­çülerini ve bu konudaki mevzuatı bilen, aynı zamanda Allah'a inanan, çev­resine güven telkin eden adamlardan seçilmesi öneriliyor.

5—Doğruluğu kabul edilen kâtibin, dinin ve örfün öngördüğü bilgi ve ihtisasa sahip bulunması lâzımdır. Sadece okur-yazar olması yeterli de­ğildir. «Kâtibün bi'l-adli» terkibi bütün bu özellikleri içerip yansıtmaktadır.

Bu, daha çok her işin ehline verilmesini hatırlatan bir ilâhî buyruktur. Çünkü İslâm'da «adâlet»in bir bakıma tarifi şöyledir: «Her şeyi uygun bulunduğu yere koymak, her işi ehline vermektir.» Bunun aksi zulüm ve haksızlıktır.

6—Borçlu, borcunun miktarını, ödeme süresini ve şartlarını açık bîr anlatımla kâtib-i adl'e yazdırma I id ir. Bu, daha çok yazılacak senette borç­lunun bizzat ifadesinin yer alması, herhangi bir yanlışlığa meydan verme­mesi içindir.

Borçlu senedi yazdırırken, önce Allah'tan korkmalı, sonra da üzerin­deki haktan bir şey eksiltmeksizîn olduğu gibi dikte etmelidir. Bazı esnek

cümleler kullanarak ileride bir haksızlığa neden olmamaya özen göster­melidir. Kâtibin de bu hususlara yeterince dikkat etmesi gerekir.

7.  Borçlu bön ya da yaşlılıktan veya, bir hastalıktan dolayı âciz ise, ya da yazdırmasını beceremiyorsa, kâtip onun ifâdesini yazmamalı, doğFuluâu bilinen velisini istemelidir.

Bu, geri zekâlıları, bunakları, söz söyleme yeteneğini1 kaybetmişleri, hasta ve âcizleri, açıkgözlerin hileli yollarından korumaya .matuf bir ön­lemdir ve emir niteliğindedir.

8.  Müslüman erkeklerden iki kişi, bu mümkün olmadığında, bir erkek, iki kadın şahit tutmak, senedin sıhhatli biçimde hazırlanması için şarttır.

Bu, hem ileride ortaya çıkacak muhtemel ihtilafları, hem bir tarafın haksızlığa sapmasını önlemek içindir. Ancak şahitlerin, iki tarafın razı olacağı kişilerden olması gerekir.

9.  Şahitlerin, zorunlu  bir sebep olmadıkça,  şahitlikten   kaçınmaları doğru değildir. Çünkü toplum yapısında fertler her zaman birbirine muh­taç durumdadırlar. Sosyal yapının selâmeti, düzenin devamı için her fert kendine düşeni yapmakla yükümlüdür. Bu bir farz-i kifâyedir.

O nedenle Kur'ân'ın açık anlatımından anlaşılan şudur: Hiç kimse şahitliğe yanaşmazsa, hepsi günahkâr olur.

10.  Kur'ân  «Kâtib-i Adl»in gereğini  belirttikten sonra  bunun gerek­çesini şu  üç cümleyle özetliyor:

a)  Böyle yazıp belgelendirmeniz Allah katında -bu konuda- en âdil yol ve yöntemdir.

b)  Şahit tutmanızda en kuvvetli dayanaktır. Çünkü hazırlanan senet­te alacaklının, borçlunun ve şahitlerin imzası vardır.

c)  Şüphe ve kuşkuya düşmemeniz için en yakın nedendir.

11.  Ancak aranızda hemen devredeceğiniz, elden ele vereceğiniz pe­şin bir alım-satım ise, Kâtib-i adl'e yazdırmanıza gerek yoktur. Ne var ki, bu tür alış-verişinizi de gizli yapmayın; gözönünde açık biçimde yapma­nızda yarar vardır.

12.  Kâtib-i adi ile ilgili emirler vücubu mu, nedbi mi gerektirir?

a) Atâ', İbn Cüreyc ve Nahaî'ye göre, vücubu gerektirir. İbn Cerîr Ta-berî de bu görüşü benimsemiştir.

b) Cumhur-i fukahaya göre emir    nedb    içindir. [433]

 

Kadinin  Şahitliği

 

«O takdirde şahitlerden razı olacağınız bir

erkek, biri unutunca diğerinin ona hatırlatması İçin iki kadın (tutun).»

İslâm Hukukunda şahitlikte genellikle iki kadın bir erkek yerini tut­maktadır. Bu belki ilk bakışta ferdin mantığına ters düşer ya da onunla uyum sağlayamaz gibi görünür. Fakat kadının psikolojik yapısı incelen­diğinde getirilen hukukî ölçünün ne kadar yerinde olduğu kendiliğinden anlaşılır:

a)  Kadın erkeğe nisbetle daha duyguludur. Duygusallık ve duyarlık normalin üstünde olunca aklın ve zekânın normal çalışmasını ve olayları bütün incelikleriyle kavrayabilmelerini engeller.  Hafızaya da sağlam  bir kayıt iletmez.

b)   Kadının erkekler arasına girip durum alması, bir anda zihninde tasarladığı hayale kapılıp olayı ona göre değerlendirebilir. Böylece şahit olarak tutulduğu olayı objektif olarak görüp kavraması zorlaşır.

c)  Az heyecan kadının zihnini karıştırabilir ve bu nedenle olayı bir blok halinde bütünüyle görür, fakat nüanslarını ayırt edemez veya etmi-yebilir.

d)  Hele bir de kadın, kocasıyla bir tartışmada bulunmuş, komşusuy­la biraz tartışmış, yada küçük yavrusunu evde tek veya hasta bırakmişsa, onun şahit tutulduğu konuya ne kadar ilgi duyacağını anlatmaya gerek yoktur. Kadının bu durumda bütünüyle hisleri faal haldedir; kalbi ve ka­fası konudan çok hissiyle bağlı kaldığı olaylarla meşguldür. Yani birinci konuya karşı daha çok duyarlıdır. İkinci konuya ya tamamen ilgisiz ya da kısmen ilgisizdir.

e)  Kitleler Psikolojisi adlı eserde GUSTAVE LE BON, kadın psikolo­jisi hakkında diyor ki:

«Kitle hislerinin aşırılığı ve sadeliği, onları şüpheden ve kararsızlık­tan uzak bulundurur. Kadınlar gibi, kitleler de hemen büyük ifratlara (aşı­rılıklara) giderler. Ortaya atılan herhangi bir şüphe derhal münakaşa ka­bul etmez bir gerçeğe çevrilir.»[434]

Bir başka yerde de şöyle yazıyor:

«Şu noktaya dikkat edilmelidir ki, bu gibi yanlış teşhisler genellikle kadınlar ve çocuklar gibi daha çok te'sir altında kalanlar tarafından ya­pılmaktadır.» [435]

İşte bu ve başka nedenlerle İslâm Dini ve onun kendine has hukukî sistemi, şahitlik konusunda iki kadını bir erkek yerine koymuştur. [436]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle Noter ve Noterliğin ana teması açıklandı ve böy­lece insan haklarının korunma yollarından biri daha sergilenerek İslâm'ın insanlık dini olduğu bir kez daha hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, yolculuk halinde Kâtib-i Adi (Noter) bulunmadığın­da bir rehin karşılığında birbirine borçlanabileceklerine ruhsat veriliyor; diğer bir deyimle, zarurî hallerde bu konuda bazı önlemlere işaret edili­yor. Sonra da birbirine güveniyorlarsa, o takdirde rehine gerek olmadığı belirtiliyor ve böylece yolculuk halinde rehin bulup vermenin de birtakım zorlukları dikkate alınarak -karşılıklı güven beslendiği takdirde- rehinsiz borçlanmanın cevaz kapısı açık tutuluyor. [437]

 

Meâli :

 

283—  Eğer yolculuk halinde iseniz ve bir kâtip de bulamıyorsanız, o takdirde alınan bir rehin yeter. Ama eğer birbirinize karşı güven besli­yorsanız, güvenilen kimse üzerindeki emâneti (ve borcu) ödesin; Rabbi olan Allah'tan korksun. Bir de şahitliği gizlemeyin. Onu kim gizlerse, her­halde kalbi günahkârdır. Allah işlediklerinizi bilir.

284—  Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker, sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah'ın kudreti her şeye yeter.

 

İlgili Hadîsler

 

«Resulüllah (A.S.) Efendimiz vefat ettiğinde kalkanı otuz   vask  ar­pa karşılığında bir Yahudide rehin bulunuyordu.» [438]

«El'in rehin olarak aldığına, onu ödeyinceye kadar sahibi kefil (ve borçlu)dur.» [439]

 

Hukukî Yönü (Hükümler..)

 

Âyette Kâtib-i Adl'in bulunmadığı zaman birbirine belirli bir süreye kadar borçlanan mü'minlerin nasıl ve ne yolda hareket etmeleri gerek­tiği üzerinde duruluyor. Bu nedenle âyette bir kaç hükmün ana teması veriliyor:

1—  Yolculuk halinde kâtip, ya da kalem-kâğıt te'min edilemediği tak­dirde verdiği borca karşılık rehin alması, en doğru ve en sıhhatli bir iş­lemdir.

2—  Rehin işlemi yolculuk halinde Kitabullah ile, eyleşik-yerleşik hal­de Sünnet-i Resûlüllah ile sabit olmuş ve her iki halde de cevazına kapı açılmıştır.

3—  Yolculuk halinin dışında hazerî (eyleşik) olanlar için kâtip, ya da kalem-kâğıt temin etme zorluğu söz konusu değildir. Çünkü her kasaba ve köyde az-çok bazı imkânlar vardır. Ancak sapa ve dağlık köylerde böy­le bir imkânsızlık ortaya çıkarsa, o takdirde rehin işlemine gidilmelidir.

4—  Kasaba ve köylerde eyleşik olanlardan daha çok ticaretle uğra­şanların her zaman yanlarında kalem-kâğıt bulundurmaları sünnettir.

5—Müslüman olan her ferdin günlük işlerini sıhhatli ve düzenli bi­çimde yürütebilmesi ve insan haklarını gereği gibi koruyabilmesi için en azından okur-yazar olması gerekir. Çünkü buna hem âyette, hem hadîste işaret vardır. «İlim tahsil etmek her müslümana farzdır» [440] mealindeki sahih hadîsle bilhassa belirtilen husus açıklanmıştır.

6— Yolculuk ve benzeri hallerde kâtip, ya da kalem-kâğıt buluna­madığında, borçlanmak için gösterilen birinci yol rehin idi. İkinci yol ise, ödüne veren ile ödünç alan birbirine güveniyorlarsa, o takdirde bir kolay­lık olmak üzere rehinsiz ödünç vermenin caiz olduğudur.

Bu durumda borçtu Allah'tan korksun, güveni kötüye kullanmasın ve emaneti (borcu) alacaklıya vakti gelince noksansız ödesin ve bilsin ki: Kul hakkı affolunmaz, onu ödemekten başka yol yoktur. (Denizde şehid düşenler müstesna).

O halde borçlanma konusunda sözü edilen üç belge (= Yazmak, şâ-hid tutmak ve rehin işlemine gitmek) mümkün olmuyorsa, o zaman karşı­lıklı güven esas tutulur.

7— Alimler cumhuruna göre, konumuzu oluşturan müdayene âyeti nâsih değildir. Şöyleki: Bu âyet bir önceki 282. âyeti nesheder (hüküm­süz bırakır) anlamda değildir. Çünkü bu âyetin ondan sonra indiğini ve neshettiğini belgeliyen hiçbir sahih rivayet ve tesbit yoktur.

8— Şahitler çağrıldıkları zaman gördüklerini, bildiklerini söylemekle yükümlüdürler. Gizlemeleri ise büyük bir günah ve cezayı gerektiren bir suçtur. İbn Abbas (R.A.) da bunu büyük günahlardan saymıştır. Sahih olan da budur. Çünkü Kur'ân, imânın odak ve merkezi-sayılan kalbin gü­nahkâr olduğunu söylerken, şahitliği gizlemenin imânı zedeleyip yıkaca­ğına işaret ediyor.

9— Âyette din, örf ve aklın kötü gördüğü şeyi yapmak nasıl bir ceza ve azaba yol açıyorsa, bunların iyi ve yararlı kabul ettiği şeyi yapmaktan kaçınmanın, insan haklarını koruma hususunda mü'mine düşen görevi yerine getirmemenin de öylece azaba kapı açacağı dolaylı şekilde anla­tılıyor. Ancak bu genel bir kaide halinde câri değildir, istisnaları vardır.

 Karşılıklı güveni kötüye kullanmamak, Müslümanlar adına çok önemli bir husustur. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 23 senelik risâlet ve irşad devresinin bir ucu bu güveni sağlamaya yöneliktir. Güvenin sarsıl­dığı bir toplulukta İslâm'ın tertemiz havası kalmamış sayılır.

Bunun için konumuzla İlgili âyeti izleyen ikinci âyette:

«Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açık-lasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker...» buyurulmuş-tur. [441]

 

İç Terbiye

 

Kur'ân «İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker..» âyetiyle daha çok iç terbiyeye, vicdan berraklığına dik­katleri çekmektedir. Çünkü olgun ve erdemli insan olmanın yolu önce iç terbiyeden geçer. Düşünceleri iyiye, güzele ve doğruya çevirmek ve imân doğrultusunda berraklaştırmak iç terbiyenin ideal anlam ve ölçüsüdür. Bu düzeye gelebilmek çok ciddi bir mücadele ve sabırla yuğrulmuş sağ­lam bir irâde ve hepsinden önce de zevkine erişilmiş bir imân ister. Kur'ân ic terbiyeyi, Allah ile kul arasındaki engelleri kaldırmak ve mesafeyi kisaltmak anlamında değerlendirirken içimizden geçenlerin Allah tarafın­dan mutlak surette bilindiğini ve bundan dolayı sorumluluk taşıdığımızı vurgular. Sorumluluğun amacına uygun bir ölçüde iç âlemimizde etkin duruma gelebilmesini de -yukarıda belirttiğimiz gibi- ciddi bir mücadele, sabırla yuğrulmuş bir irâde ve zevkine erişilmiş bir imâna bağlar.

Ve artık bu makam erdemlik makamıdır, olgunluk ve hayırhahhk ma­kamıdır. İdeal mü'min olmanın içten dışa, dıştan içe vuran rengi ve ay­dınlığıdır. Nitekim Resülûllah (A.S.) Efendimize imân eden Ashabın ölçü ve derecesi böyle İdi. [442]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyette, «İçinizdekini açıklasamz da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker, sonra da dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder..» buyurularak gönülden geçen iyi ya da kötü düşüncelerin de kar­şılık göreceği hatırlatılırken bir yandan düşünce selâmeti ve vicdan ber­raklığının önemine dokunuldu; bir yandan da insanların gözüne ve ku­lağına kapalı fakat Allah'a her an açık bulunan insan kalbinin ve dimağı­nın düşünüp tasarladığı hususların insanlığımıza ve Müslümanlığımıza ya­kışır ve yaraşır anlam ve ölçüde olmasına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyette ise, iç yapımızla ilgili bu hususun açıklaması yapılı­yor; içimizden geçen iyi ve kötü şeylerin tatbikattaki yerine dokunuluyor: İyi düşüncelerimiz tatbikatta yer bulunca, iki yönden bir sevap getireceği­ne, yer bulmadığı takdirde sırf iyi düşündüğümüz için me'cur olacağımıza; kötü düşüncelerimiz tatbikatta yer bulmadığı takdirde günahı gerektirmi-yeceğine, yer bulduğu takdirde buna neden olacağına işaret ediliyor ve esasen insanın bu tür düşüncelerden içini arındırmasının çok zor olduğu­na, bu yüzden de Allah'ın güç getiremiyeceğimiz bir teklifle kullarını so­rumlu tutmayacağına dokunuluyor. [443]

 

Meali :

 

285—  Peygamber, Rabbinden indirilene imân etti; mü'minler de, hep­si de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve: «Peygamberlerinden hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz» dediler ve: «İşittik, itaat ettik ey Rabbimiz! mağfiretini dileriz, varışımız anoak Sa­nadır» derler.

286—  Allah her kişiyi ancak gücünün   yeteceğiyle   mükellef   tutar; herkesin kazandığı (iyilik ve güzellik) kendi yararınadır; yüklendiği(kötülük ve vebal) kendi zararınadır. Ey Rabbimiz! Unutacak ya da yanılacak olur­sak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin ağır bir yükü yükleme. Ey Rabbimiz! Güç getiremiyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.. Sensin Mevtamız (yegâne sa­hibimiz, koruyucumuz ve yakın dostumuz).. Artık kâfir milletlere karşı bize yardım et.

 

İniş Sebebi

 

«İçİnizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker...» âyeti inince, Ashab-ı Kiramın gönlüne, başka hiç bir şeyden gir-miyen bir endişe ve korku girdi. Bunun üzerine Resulüllah (A.S.) Efendi­miz onlara : «İşittik, itaat ettik ve teslim olduk, deyin» diye buyurdu. Böy­lece Allah onların kalbine imân gücünü (bir kez daha) atıp yerleştirdi. Bu nedenle de yukarıdaki âyet indi. [444]

 

İlgili Hadîsler

 

Cibril (A.S.), Resulüllah (A.S.) Efendimize şöyle demişti:

  «Ya Muhammedi Allah şüphesiz ki seni ve ümmetini övdü; bu ne­denle Allah'tan (dileğin ne ise) iste, sana verir.»

Bunun üzerine Resulüllah (A.S.) Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'ın kendisi­ne yapmış olduğu telkinle şöyle dilekte bulundu:

  «Rabbimiz! bağışlamam diliyorum, varış Sanadır.» [445]

«Ümmetimden yanılma, unutma ve bir de zorlanmak (suretiyle mey­dana gelen günah ve kusurlar) kaldırılmıştır. (Bunlar amel defterine ya­zılmaz),» [446]

«Kulum bir kötülük yapmayı ipinden geçirirse, onu yazmayın. Ancak onu işlerse bir kötülük olarak yazın. Ama bir İyilik yapmayı düşünürse, onu işlemese bile yine de onun için bir İyilik yazın; işlerse on İyilik ola­rak yazın..» [447]

«Kim Bakara suresinin sonundaki iki âyeti gece okursa, ona ye­ter.» [448]

«Arş'ın altındaki hazinelerden bana Bakara sûresinin son kısmı ve­rildi; bu, benden önce hiç bir peygambere verilmemiştir.» [449]

İbn Kesîr'in Müslim tarikiyle tesbit ettiği sahih hadîste ise şöyle buyurulmuştur:

«Mi'rac gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimize üç şey verilmiştir: Beş vakit namaz, Bakara sûresinin son kısmı ve Ümmetinden, sür'atle (küfür) tehlikesine düşüren şeylerden biriyle Allah'a ortak koşmayanları bağışla­mak...» [450]

 

Rivayetler - Yorumlar

 

1.  El-Hasan, Mücahid ve Dahhak'e göre bu âyet Mi'rac olayıyla bağ­lantılıdır. Sahih kaynaklarda  Mi'rac gecesi  Resûlüllah  (A.S.)  Efendimize verilen üç şeyden biri de Bakara sûresinin son iki âyeti olduğu belirtil­miştir.

2.  Kur'ân-ı  Kerîm'deki  bütün âyetlerin  Cibrîl   (A.S.)  tarafından  Pey­gamber (A.S.)  Efendimize .getirilip ilka edildiği  halde, ancak konumuzu oluşturan iki âyeti, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arada vasıta bulunmaksı­zın telakki etmiştir.

3.  Resûlüllah  (A.S.)   Mi'rac gecesi varacağı  makama  ulaşınca  Cib­ril'in işareti üzerine, Rabbine şu sözlerle saygısını sunmuştur: ET-TE-HİYYÂTÜ LİLLAHİ VE'S-SALÂVATÜ    VET-TAYYİBATÜ..    Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onun bu ta'zimatına karşılık : ES-SELÂMU ALEYKE EYYU-HENNEBİYYÜ VE RAHMETULLAHİ VE BEREKÂTUHU    buyurmuştu.    Bu kez Peygamber (A.S.) Efendimiz.ümmetinin de bu feyiz ve inayetten payı­nı ve nasibini almasını dileyerek : «ES-SELÂMU ALEYNÂ VE ALÂ İBADİL-LAHİ'S-SÂLİHÎN diye duada  bulunmuştu.  Cebrail de gökteki  meleklerle birlikte hepsi birden bu havaya girerek : EŞHEDÜ ELLÂ İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHÜ VE RESÛLÜHÜ sözüyle şe-hadette bulunmuşlar, Allah'ın varlığını  ve birliğini,  son  peygamber Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu bir defa daha tasdîk et­mişlerdi.

Bunun üzerine Cenâb'ı Allah, Bakara sûresinin son iki âyetini ken­dinden bir rahmet, inayet ve iltifat olmak üzere Kulu Muhammed'e ve O'nun ümmetine hediye etti:

«Peygamber (Muhammed), Rabbinden indirilene imân etti; Mü'min-ler de...»

Evet bu âyeti onların şükrüne karşılık olarak sunmuştur.

4.  İmân etti, cümlesiyle çevirisini yaptığımız «ÂMENE» burada daha  tasdîk   anlammadır.

5.  «İşittik ve itaat ettik.» Yani kabul edip uyduk, demektir.

6.  «Teklif» burada insana zor gelen, sıkıntı ve meşakkat veren emir ve sorumluluktur. «Vüs'» ise, güç ve imkân demektir.

Nitekim Kur'ân'da buna iki ayrı yerde dokunularak buyuruluyor ki:

«Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.» [451]

«(Allah) dinde size hiçbir zorluk meydana getirmedi.» [452]

7.  Güç getirilmiyecek   teklif   aklen caizse de İslâm şeriatında bu­na yer verilmemiştir. Şeriatte güç getirilmiyecek bir emir yoktur, [453]

 

İmânın Zaferi - Müslümanların Başarisi

 

İnsanları yine insan olma doğrultusunda eğiten, içlerini {kafa ve gö­nüllerini Jnefs, şeytan, madde ve şehvet fırtınalarından koruyup Allah'a kul olmanın derin anlamını ve zevkini gönüllere -titiz ve duyarlı bir res­sam gibi- elindeki kudret fırçasıyla işleyip nakşeden Peygamber (A.S.) Efendimiz, uyguladığı ilâhî metotla İslâm davasında başarılı olmuş ve çeyrek asırda bir benzeri görülmemiş büyük bir inkılâp yapmış; iç rahat­lığına, imân saadetine ve vicdan berraklığına erişen sağlam iradeli bir cemaat oluşturmuştur. Kur'ân bu başarıyı «ÂMENE'R-RESÛL..» sözüyle övmekte ve İslâm'ın bu ölçü ve imân cevherini bütün sadeliğiyle içinde taşıyan mü'minlerle zafere ulaştığını, bundan böyle de aynı cevhere sâ-hip çıkanların zaferden zafere koşacağını müjdeliyor.

Çünkü Mi'rac başlıbaşına İslâm medeniyetinin yüceliğini ve onun gün geçtikçe yüceleceğini anlatmaktadır. Bu mübarek gecede konumuzu oluş­turan iki âyetin, arada Cibril olmaksızın doğrudan doğruya Resûlüllah {A.S.) Efendimize sunulması, İslâm ve İmânın mutlak zaferini İçermekte­dir.

O halde ümmetin dağılıp fesada uğratıldığı yirminci asrın son yarı­sında bu cevheri bütün incelik ve sadeliğiyle içinde taşıyan bir nesle ve onları Hazreti Muhammed'in (A.S.) bir benzeri olmayan metoduyla eğitip irşâd eden güçlü mürşitlere daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.

Konumuzun ana temasını meydana getiren âyetin, hergün yatsı na­mazından sonra birçok cami'lerde okunmasının sır ve hikmetlerinden bi­ri de budur. [454]

 

En Zor İş, Erdemli İnsan  Yetiştirmektir

 

«Rabbımız! unutacak, ya da yanı­lacak olursak bizi sorumlu tutma..»

Eğitilmesi, yetiştirilmesi ve olgunlaştınlması en zor canlı varlık, in­sandır. Ondaki akıl, zekâ, irâde, hafıza ve yetenekleri, yine onun ruhuna gıda verir, vicdanını geliştirir, imân ve irfanını kuvvetlendirir anlamda ka-nalize etmek kolay bir iş değildir. Büyük himmetler, geniş masraflar, di­namik kafalar, yüksek irâdeler, sabırlı çalışmalar ister.

İşte İnsan maddesini bu açıdan ele alıp, onun madde ve mana yapı­larını paralel biçimde eğiten en büyük müessese, İslâmiyettir.

Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki:

İnsan ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, ne kadar iç âlemini güzel-leştirirse güzelleşirsin, Allah'ın ona verdiği sayısız ni'metler, açtığı rah­met ve mağfiret kapılarının genişliği ve yüceliği karşısında yine de kusur­ludur ve günahkârdır. Peygamberler müstesna.

Her şeyi bir tarafa bırakıp sadece akıl, düşünce, hafıza ve zekâ ni'-metlerini ele alalım; bunlarla ihsana sunulan has ilgiyi gözönüne getire­lim : Hangi ibâdet, duâ ve iyi davranışımız bunlara karşılık şükür olabilir? Verilen nîmet, kıymet ve ölçüsü takdir edilemiyecek kadar üstün, ortaya konulan şükür ise bir takım vesvese ve şüphelerle dolu..

İşte Kur'ân bu hakikati yansıtırken insana hep kusurlu bulunduğunu, her an Allah'ına muhtaç olduğunu hatırlatarak duanın en güzelini, kullu­ğun en anlamlı yanını telkin yolu ile öğretiyor. Unutma ve yanılmanın in­sana has hallerden bulunduğuna dikkatleri çekiyor. Bunun için de Allah'­tan her dem af, rahmet ve bağışlanma istememizi hatırlatıyor.

Şüphesiz ki bu telkîn ve hatırlatma, insan eğitmenin en verimli tezgâ­hıdır. Bu tezgâhı işler duruma getirmek ise, mü'minlerin görevidir. Bu gö­rev farzdır. İnkârı nankörlük, terki büyük günahtır. [455]

 

Barıştan Yana

 

«Hepsi de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve: «Peygamberlerinden hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz,»

dediler..»

Kur'ân'da bu âyetle de semavî dinler arasında olumlu yönde bir di­yalog kurulması öngörülmüştür. Gerçi bütün hak dinlerde barışa yer ve­rilmiş ve bir sonraki dinin bir öncekini tamamladığı açıklanmışsa da be­şerî zaaf ve taassub zamanla bu hakikati anlaşılmaz hale getirmiş, ilâhî kitaplara kendi görüşlerini, zaaf ve temayüllerini sokarak onları aslından uzaklaştırmalardır. Kur'ân bu kayıt ve tahriften her zaman uzak tutulmuş ve indiği gibi korunmuştur.

Kur'ân'ın insanlığa sunduğu barışın nedeni açıktır:

a)  İlâhî dinlerin hepsi aynı kaynaktan kaynaklanmış ve aynı esasta birleşmiştir. Bu açıdan ilâhî dinlerin hepsi bir bütünlük arzeder.

b)  Dinlerin amaç ve hedefi birdir: İnsanlarla Allah arasındaki'engel­leri kaldırmak, maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında denge sağlayıp insan unsurunu Allah'ın dilediği biçim ve anlamda terbiye etmektir.

c)  Âyet ve mu'cizeyle desteklenen, hak peygamber olduğu Allah ta­rafından bildirilen bütün peygamberlere -derece bakımından farklı durum­ları olsa bile- inanmak, bu yönden aralarında fark gözetmeksizin hepsini Allah elçileri olarak kabul etmek, dinlerin esas ve amacının gereğidir. Her peygamberi sevip saymak, dindarlığın icâbıdır. Reddetmek, inkâr et­mek, küçümsemek ise, dinin esasından  çıkmak, akideyi  bozmak, anla-mınadır. Diğer bir deyimle dinler arasındaki ortaklaşa bağı koparmaktır.

Yahudi ve Hıristiyanlar böyle bir inkâra saptıkları ve dinler arasın­daki bağı kopardıkları için insanlığa büyük zararlar vermiş, beşer kanının dökülmesine yol açmışlardır.

Dinler arasındaki ortaklaşa bağı biraz daha açıklayacak olursak, on­ları bir zincirin halkalarına benzetebiliriz, her halka bir öncekiyle bağlan­tı kurar ve tamamlanır. Ne var ki ilim, teknik ve sosyal alanda milletlerin ilerlemesi ve yeniden birçok buluşların ortaya konulması sürekli bir te* kâmüle kapı açmıştır. Dinler de bu tekâmül doğrultusunda tekâmül ede ede son halkasına gelip dayanmıştır. Her gelen dîn, bir öneekini tamamla­mış, onu doğrulamış ve beşerin gelişen sosyal .kültürel ve teknik yapı­sına cevap verecek esas ve prensiplerle ortaya konulmuştur. Değişen sosyal yapıya uyum soğlayamıyan bir kanunu, uyum sağlayabilen yeni bir kanunla yürürlükten kaldırmak ne ise, dinler arasındaki durum da odur. O halde son çıkarılan kanunu kabul etmemek, ya da yürürlükten kaldırılan kanunun mevcudiyetini, vâznnı inkâr etmek ne kadar gülünç ve mantıksızsa, dinler arasında da böyle bir yargıya varmak o ölçüde gü­lünç ve mantıksızdır.

Böylece Kur'ân, dinî taassubu akıl ve mantık ölçüleri üstünde tutan Yahudi ve Hıristiyanların, din adına dinin esas ve amacından ayrıldıkları­na işaret ederek son din olan İslâm'ın, koparılan bu bağları, kesilen di­yalogu yeniden kurmaya yöneldiğini ve Allah'a, O'nun meleklerine, ki­taplarına, peygamberlerine imân etme istikametinde ilâhî dinlerin barış içinde TEVHÎD esasında birleşmelerini önermekte ve barıştan yana geniş bir kapı açık tutmaktadır. [456]

 

Bakara Sûresi Biterken:

 

Bakara sûresine, Allah tarafından indirildiğinde hiçbir şüphe bulun­mayan Kur'ân'ın, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için doğru yo­lun kendisi olduğu, doğru yola ileten ilâhî rehber bulunduğu anlatılarak başlanmış; Kur'ân'ın bu özelliği sûrenin her âyetiyle belgelenip isbat edil­dikten sonra, ilâhî dinleri, dinlerin en son ve en mükemmel halkası olan İslâmiyetle barışa, birleşmeye, Tevhîd potasında bütünleşmeye davet et­mekle sona ermiş ve bu yolda mü'minlerin Allah ile olan bağlarının hik­met ve anlamı, insanlıktan yana barış ve kardeşlik havası estirilerek ser­gilenmiştir.

Bu sûrenin tefsirini tamamlamayı bize kolaylaştırıp nasip eden Al­lah'a, çöldeki kumlar, denizlerdeki katreler, ağaçlardaki yapraklar sayı­sınca hamd-u senalar olsun.. Salât-u selâm da Efendimiz Muhammed Mustafa'ya (SAV.) ve O'na dosdoğru uyanlara olsun.. [457]

 



[1] Süddi - Kurtubî - îbn Kesir - îbn Cerîr - Lübabu't-Te'vîl tefsirleri

[2] Kurtubî - Îbn Kesir - îbn Cerîr : Îbn Abbas (R.A.)dan..

[3] Katade . Mücâhid..

[4] îbn Kesir - Fehülkadir : Îbn Abbas ve Enes (R.A.)dan..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/557-558.

[5] Tirmizî - Kurtubî - Îbn Kesîr..

[6] Buharî / tefsir: 2, 37, mezalim: 15, ahkâm: 34. Müslim / ilim- 5   Tİrral zî / tefsir: 2, 22. Nesâî / kaza: 34. Ahmed: 6/55, 63, 205.

[7] Buhari / imân: 24, şahadat: 28, edeb: 69. Müslim / İmân: 107, 109. Tir. mizî / imân: 14. Nesâî / imân: 20.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/558-559.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/559.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/560-561.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/561.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/562.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/562-564.

[13] Enbiyâ sûresi âyet: 105.

[14] Furkan sûresi:   25

[15] Fecr sûresi:   21-22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/564-566.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/566-567.

[17] Al-i îmrân sûresi âyet:  102-103.

[18] i "       »            »         »        :  105.

[19] En'am sûresi âyet: 159.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/567-568.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/568.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/569-571.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/571-572.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/572.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/573.

[26] Kurtubî,  Hz.  Ali'den   (R.A.),  kaynağını  göstermeden  rivayet  etmiştir: 3/29.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/573.

[27] A'ral sûresi âyet: 32

[28] Kehf sûresi âyet: 7

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/574.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/574-575.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/575-576.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/576.

[33] Buhari  - Müslim..

[34] Buharî - Müslim : Âişe (RJUdan..

[35] îbn Kesîr / Duâ-i me'sûre..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/577-578.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/578-579.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/579-580.

[38] Bak: Knbiya: 92, A'raf: 181, Hûd: 8, Nahi: 120.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/580-582.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/582-583.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/583-584.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/584.

[43] Aynı rivayeti îbn Münzir de Katade'den naklen yapmıştır. 

[44] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, İbn Cerîr, îbn Kesir, Lübabu't-Te'vîl ve fethuikadîr tefsirlerine

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/585-586.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/586.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/586-587.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/587.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/587-589.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/589.

[51]  Ahmed bin Hanbel - Nesâi..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/589-590.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/590.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/591.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/591.

[55] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, İbn Cerîr, İbn Kesir, Lübabutte'vîl ve Fet-hulkadîr tefsirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/593-594.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/594-595.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/595-596.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/596-597.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/597-598.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/598.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/598.

[62] Lübabu't-Te'viî   -   Alûsi  tefsirleri..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/599-600.

[63] Müslim  /  eşribe:   73.  Ebu  Davud  /  eşribe:   5.  Tirmizi   /  eşribe:   1.  İbn Mâce / eşribe: 9. Ahmed: 2 / 16, 29, 31, 105, 134, 137.

[64] Buharı / eşribe;   1. Müslim / eşribe:  77. Tirmizî / eşribe;   1. İbn Mâce 1 eçribe:  2. Daremi / eşribe:  2. Taberanî / eşribe:    11. Ahmed:  2 /   19,22, 28 -5/98,   106,   123,   142.

[65] Müslim :   Câbir   (R.A.)den..

[66] Ebû Dâvud / eşribe; 5- Müslim / eşribe: 73. Tirmizi / eşribe:  1. îbn Mâ­ce / eşribe:  9.

[67] Buharı - Müslim :  Hz. Âişe  (R.A.)dan. Ebu Davud / eşribe:  4.

[68] Ahmed bin Hanbel:   1/25, 230, 244. Tirmizi / büyü':  37, 58. Nesâi / bü­yü : 9, 93. İbn Mâce / eşribe: 7, ticaret:  11.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/600.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/601.

[70] Ebu Davud / eşribe: 5. Tirmizî / eşribe: 3. Nesâî / eşribe: 25. îbn Mâ-ce / eşribe:  10. Daremî / eşribe: 8. Ahmed:  2/91, 167, 179, 3/343.

[71] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibî'l-Arbaa :  C. 1, S. 19 '/ Mısır baskı:   1939

[72] Kitabu'l-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa : C. 2, S. 16 / Mısır üçüncü bas­kı;  ?

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/602.

[73] Tevrat-Sayılar :  Bap 6.

[74] Matta:   26-27-28-29.

[75] Markos:   22-25.

[76] Luka:   15.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/603-604.

[78] Fazla bilgi için bak: uyuşturucu ve Keyif Verici Zehirler - Korunma ve  Faruk Bayülkem - Ankara:' 1968.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/604-605.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/605.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/605-606.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/607.

[82] Buharî / mîkat: 15. Ebû Dâvud / nikâh: 2. Müslim / reda': 53. Tirmizt/ nikah: 4. Nesâî / nikâh: 10, 13. Ibn Mâce / nikâh: 6. Daremî / nikâh: 4. Ta-°eranî / nikâh: 21. Ahmed: 3/302. 4/428.

[83] Müslim / redâ': 59. Nesâİ / nikâh:  15. Ahmed: 2/168.

[84] îbn Mâce  -  Müslim  /  tefsir:  7.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/607-608.

[85] Mâide sûresi âyet:   5.

[86] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, Alûsî ve tbn Cerîr tefsirlerine..

[87] Dârekutnî.

[88] Ebû Dâvud / nikâh:  19. Tirmizî / nikâh:  14. Dâremî 7 nikâh:   11. Ah-:  6/47, 66, 166.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/608-609.

[90] Tevrat / Tesniye: 7/2-4.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/610-611.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/612.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/613.

[94] Resûlüllah   (A.S.)   Efendimizden   birinci   konuda  soru   soranların   Sabit bin Dahdah, Useyd bin Hudayr ve Ubbad bin Bişir (R.A.) olduğunu Kurtubî ve İbn  Cerîr  nakletmişlerdir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614.

[95] Müslim :   Enes  (R.AJden.

[96] Ahmed bin Hanbel - Nesâi - İbn Mâce - Beyhakî: Huzeyme'den..

[97] Tirmizî - Nesâî - İbn Mâce / nikâh :  20. Ahmed : 2/344.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614.

[98] Tirmizî / taharet: 102, redâ': 12. tbn Mâce / nikâh: 29. Dâremî / vudü1: 114. Ahmed:   1/86  -  6/305.

[99] Keffaret, kan henüz kırmızı renkte ise bir dinar, sarı renkte ise yarım dinardır. Bir dinar 10 dirhem saf gümüş değerinde altın paradır.

[100] Ebû Dâvud / nifcâh: 45. Ahmed: 2/444, 479.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/614-616.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/616.

[102] LeviUler:   15/19-24.

[103] »       : 18/19.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/616-617.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/618.

[106] Geniş bilgi için bak: Kurtubî, tbn Cerir, Mefatihülgayb, Alûsl ve Fet-hulkadîr tefsirlerine.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/618-619.

[107] Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[108] Buharî : Abdurrahman bin Semure'de

[109] Bunari : Ebû Hüreyre'den (r.A.).

[110] Buharî " Müslim : Ebû Musâ el-Aş'arl <R.A.)den.

[111] Buharî . Müslim : Abdurrahman bin Semure (R.A.)den.

[112] Ahmed bin Hanbel.

[113] Ebû Dâvud / eyman:  6/45.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/619-620.

[114] Tefsîr-i tbn Kesîr:   1/267.

[115] Fethulkadîr ve Kurtubİ tefsirleri / İlgili âyet.

[116] Kurtubî / ilgili âyet..

[117] İbn Kesî: 1/267.

[118] İbn Cerir : Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[119] Ibn Eb! Hatim : Saîd bin Cübeyr'den.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/620-621.

[121] Bakara Sûresi :  228, Nisa âüresi:  34

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/622.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/622-623.

[124] Kurtubî, İtin Cerîr tefsirleri ve Esbab-i Nüzul / Nisaburî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/623-624.

[125] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud - Tirmizî.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/624.

[127] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, tbn Cerîr, îbn Kesir ve Fethulkadîr tef­sirlerine ve kaynak fıkıh kitaplarına..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/624-625.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/625-626.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/626.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/627.

[131] Ebû Dâvud - Nesâi : Urve bin Zübeyr (R.A.)dan.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/627-628.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/628-629.

[134] Fazla bilgi için bak: Kurtubî ve Fethulkadîr tefsirlerine. Ayrıca bu ko­nuyla ilgili kaynak fıkıh kitaplarına.

[135] Fazla bilgi için bak :  Sağlık Ansiklopedisi «Âdet görme» maddesine ve Sağlık Kılavuzu : 1970 baskı aynı maddeye..

[136] Fazla bilgi için bak : Kurtubî ve Alusî tefsirlerine.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/629-634.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/634.

[139] Fazla bilgi için bak: Kurtubî, îbn Cerîr, İbn Kesir, AIüsî, Fethulkadîr tefsirlerine ve Nisaburî'nin Esbab-i Nüzul'üne.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/635-636.

[140] Ahmed bin Hanbel - Ebû Rezîn.

[141] Tirmizî - bû Dâvud - îbn Mâce - Ahmed bin Hanbel : Sevbân (R.A.)den.

[142] Tirmizi . İbn Cerîr  : Sevbân  (R.A.)den.

[143] İbn Mâce,

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/636.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/636-637.

[145] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Menar: C. 2, S. 386. Ve kaynak fıkıh ki­taplarına. Ayrıca Kur'ân Ahkâmı / C. Yıldırım..

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/637-638.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/638-639.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/639.

[149] Fütuhat-i MeHüye : I/679

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/640.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/640.

[151] Esbab-ı Nüzul / Nisaburi - îbn Cerîr - Mefatihü'1-Gayb tefsirleri..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/642.

[152] Buharî: Talâk konusunda - Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud - Nesâİ -îbn Mâce : Talâk konusunda. Taberânî: Nikâh konusunda.

[153] Ahmed bin Hanbel - Ebû Dâvud ve Tirmizî: Nikâh. Nesâî : Talâk,.

[154] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî : Talâk konusu / îbn Mes'ud'dan.

[155] Ebû Dâvud : Talâk konusunda.

[156] Taberânî: Nikah konusunda.

[157] Ahmed bin Hanbel - Nesâî - tbn Mâce : Nikâh konusu / Îbn Mes'ud'dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/643.

[158] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - Alûsî tefsirleri

[159] Dârekutnî : Hz. Âişe  (R.A.)dan.

[160] Kurtubî - tbn Cerîr tefsirleri.

[161] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/644-647.

[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/947-948.

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/648.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/648-649.

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/650.

[166] Darekutnî, Kurtubî ve Ibn Cerîr.

[167]  Darekutnî.

[168] Ahkâf sûresi âyet:  15.

[169] Bu konuda fazla bilgi için  bak:   Kurtubî, Alûsî, İbn Cerîr, İbn Kesir, Mefatihülgayb ve Fethulkadîr tefsirlerine. Ayrıca kaynak fıkıh kitaplarına..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/650-652.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/653.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/654-655.

[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/655.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/656.

[174] Ebû Dâvud - Tirmizî - Nesâî - Taberânî - Darekutnî :  Talâk konusu

[175] Buharı - Müslim :  Ümmu Habibe ve  Zeyneb   (R.A.)dan.

[176] Buharî - Müslim: Ümmu Seleme (R.A.)dan.

[177] İmam Ahmed bin Hanbel - Tirmizî ve Eshabı Sünen : İbn Mes'ud (r.aJ dan. Tirmizî bu hadîsi sahih görmüştür.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/656-658.

[178] Rec'i talâk, yeniden nikâhı gerektirmiyen boşanma. Bain talâk, yeniden nikâhı gerektiren boşanma.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/658-661.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/661.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/661.

[182] Mehr mihir : Nikâh  akdi yapılırken erkek tarafından verilen para (Mehr-1 muaccel). Aynı para boşanırken verilmeye  geciktirilirse ona   (Mehr-i müeccel denir .Yada ölüm halinde verilmesi kararlaştırılan para.

[183] Lübabu't-Te'vîl Tefsiri.

[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/662-663.

[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/663-664.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/664-665.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/665.

[188] Fazla bilgi için bak: Kurtubî - îbn Cerîr - îbn Kesir - Lübabu't-Te'vîl -Fethulkadir - Alûsî ve Mefâtihül gayb tefsirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/666.

[189] Eshab-ı .Sünen.

[190] »            p

[191] Buharî - Müslim.

[192] Ahmed bin Hanbel, Tirmizl, Ebû Dâvud.

[193] Müslim : îbn Mes'ud  (R.A)den.

[194] Tirmizi  Semure bin Cündeb  (R.A.)den.

[195] Müslim  : Ebû Yunus'tan

[196] Müslim . Tirmizî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/666-667.

[197] Bakara sûresi âyet: 143.

[198] Fazla bilgi için bak: Alûsi, îbn Cerîr, Mefatihülgayb, tbn Kesîr, Fethul-"kadir Nisaburî ve Meragî tefsirlerine..

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/667-669.

[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/669-670.

[201] Sahih-i Müslim / müsafirîn: 164, 165. Tirmizî / salât: 168.

[202] Sahih-i Müslim / müsafirîn: 164, 165. Tirmizî / salât: 168.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/670-671.

[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/671-672.

[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/672.

[206] Lübabü't-te'vîl.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/673.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/674-675.

[208] Bakara sûresVâyet: 237.

[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/676.

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/676-677.

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/677-678.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/678-679.

[213] Tevrat, Sayılar:   14/32, 33.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/679-680.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/680.

[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/681.

[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/681-682.

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/682.

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/683-684.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/684.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/684-685.

[222] Bu isimler Tevrat'ta geçmekte ve peygamber oldukları belirtilmektedir. Konumuzu oluşturan olaya Tevrat'ta da dokunulmuş ve aynı isimlere yer ve­rilmiştir. Kur'ân'da ise, sadece «peygamberlerine..» denilerek o peygamberin ismi anılmamıştır.

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/686-687.

[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/687-689.

[225] Fazla bilgi için bak: Tevrat: I. Samuel / Bap: 12 ve Birinci Krallar : 18-24-27 bablanna.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/689-690.

[226] I.  KIRALLAR :   10/10.

[227] Fazla bilgi için bak:  Kurtubî " ibn Kesir " ibn Cerîr "alusi Fethul kadir Mefatihul gayb ve Nisaburi tefsirlerine.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/690-691.

[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/691-692.

[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/694.

[231] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/694-695.

[232] Bak :   Tevrat  /  İ.  KIRALLAR :   13/75.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/695.

[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/695-696.

[235] Buharî - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[236]       *           >        : Câbir bin Abdullah  (R.A.)dan.

[237] Müslim  : Ebû Hüreyre  (R.AJden.

[238] Buharî - Müslim  :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[239] Buhar! - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[240] Kurtubî : Kendi tefsirinde.

[241] Buharî;

[242] >

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/697-698.

[243] Bakara sûresi : 285.

[244] Sevkanî / Pethulkadîr.

[245] Bakara sûresi âyet : 285.

[246] Müslim / Fezaii bahsinde..

[247] Taberânî / Sened-i sahihle.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/698-700.

[248] Sebe' sûresi âyet  : 28

[249] Enbiyâ sûresi âyet :   107

[250] Nisa sûresi âyet :  164

[251] Kurtubi Tefsiri : 3/284 Mısır baskı ?

[252] Bakara sûresi: 253

[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/700-701.

[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/701-702.

[255] Sünnetullah'ı bu anlamda açıklarken, kan dökülmesini, savaşların sti-rüP gitmesini arzu ettiğimiz sanılmasın. Milletlerin mantığı budur. Sünnetullah ne uyum halinde olup olmama bu mantığa bağlıdır.

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/702-704.

[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/704.

[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/705.

[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/706-707.

[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/707.

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/708.

[262] Buharı - Tirmizİ : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[263] Müslim - Ebû Munzir (K.A.)den.

[264] Tirmizî : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[265] Beyhakî / Sahih senecüe rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/709.

[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/710.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/711-712.

[268] Bu, tbn Abbas'a (R.A.) göredir.

[269] Beyhakî Uyunuttefsir'den..

[270] Bu, Kelbiy'e göredir.

[271] İbn Asâkir kendi tarihinde Hz. Ali  (R.A.)den rivayet etmiştir.

[272] Taberânî  :  îbn Abbas'dan rivayet etmiştir.

[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/713-715.

[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/715.

[275] Ebû Dâvud - Nesâî - îbn Cerir - îbn Münzir - Beyhakî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716.

[276] Kurtubî - îbn Kesir - tbn Cerîr - Fethulkadîr - Alûsî tefsirleri.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716.

[277] Buharî . Müslim : Ahmed btn Hanbel.

[278] Kurtubi   :   3/280

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/716-717.

[279] Bakara sûresi âyet :  193.

[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/717-718.

[281] Müslim / iman: 71, 72. Buharî / iman:  7. Tirmizî / kıyamet: 59. Ne-sâî / iman: 10, 33. îbn Mâce / mukaddeme: 9, cenâiz:  1. Dâremî / isti'zan: 5, rikak: 29. Ahmed:   1/89 - 3/171, 206, 251, 272, 278.

[282] Yûnus sûresi âyet : 99.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/718-719.

[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/719-720.

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/720-721.

[286] A'raf sûresi âyet : 201.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/721.

[288] Mâide süresi âyet : 55.

[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/722.

[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/722-723.

[291] Nesâî  : Ebû Abdillah'tan sahih bir senedle..

[292] Tirmizî :  Câbir  (R.A.)den, sahih isnadla rivayet etmiştir

[293] Müslim  :  îbn Mes'ud   (R.A.)den.

[294] Tirmizî   :   Huzeyfe   (R.A.)den,   (Hadîstin hasenün  garlbün).

[295] îbn Mâce  : Ebû Said el-Hudrî (R.A.)den.

[296] Buharı - Müslim : Temim ed-Dârî (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/724-725.

[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/725-726.

[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/726-727.

[299] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/727-728.

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/728.

[301] Müslim - Tirmizî - îbn Mâce - Nesâî Ebû Saîd el-Hudriy'den.

[302] îbn Hibbân kendi Sahîh'inde rivayet etmiştir. Hadîs sahihtir.

[303] İbn Mâce : Ebû Ubeyd (R.A.)den mursel olarak rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/729-730.

[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/730-731.

[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/732-733.

[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/733.

[307] Buhari - Müslim : Ebû Hureyre (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/734.

[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/734-735.

[309] Lübabu't-Te'vîl:   1955   /  Kurtubi:   5/302   /   Fethulkadîr.

[310] İbn Kesîr :  Mısır ?

[311]  Kurtubî  Tefsiri:   3/300-301.

[312]  Nabt-Nebt:   Süryanilerden bir takım  olup Arap Yarımadasının kuze­yinde otururdu.

[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/735-736.

[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/736.

[315] Kozalite : Fel. Nedensellik. Sebeplilik. Nedeni sonuca bağlayan bağ.

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/736-738.

[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/738.

[318] Abdurrahman (R.A.)ın Allah'ın hoşnudluğuna erişmek için yapmış ol­duğu yardımın 400 değil, 4000 dinar olduğunu rivayet edenler de vardır. Allah daha iyisini bilir.

[319] Geniş bilgi için bak: Kurtubî - tbn Cerîr - Alûsî - Fethulkadîr tefsirlerine

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/740.

[320] Müslim - Nesâi.

[321] Ahmed bin Hanbel : tbn Mes'ud (R.A.)den.

[322] »         : Hüseyn bin Ali (R.A.)den.

[323] İbn Ebî Hatim : İmran bin Hüseyn bin Ali (R.A.)den

[324] Bakara sûresi âyet : 245.

[325] İbn Hibban - îbn Ebî Hatim.

[326] Müslim : Ebû Zfsc (R.A.)den.

[327] Müslim  Ebu Zer (R.A) den.

[328] İbn  Kesir :   İbn  Murdeveyh'den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/740-742.

[329] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/742-743.

[330] Şuâra sûresi âyet : 177-180.

[331] însan sûresi âyet : 9.

[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/743-744.

[333]  Darekutni - Beyhakî - Taberânî  : Hz. Ayşe (R.A.) dan. Hadisin senedi zayıftır.

[334] Kurtubî : 3/306 - Taberânî / nida: 75.

[335] >      : »/ >

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/744-745.

[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/746.

[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/747.

[339] Fazla bilgi için bak: İbrahim sûresi âyet:  18'in tefsirine.

[340] Ahmed bin Hanbel - Beyhakî.

[341] Müslim  :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den.

[342] Nesâî . Tirmizî : Huraym bin Fâtik (R.A.)den.

[343] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizî - Nesâî :  Zeyd b. Halid'den.

[344] îbn Hibban kendi Sahîh'inde - Beyhakî : Ömer b. Hattab (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/748-749.

[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/749-751.

[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/751-752.

[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/752.

[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/752-753.

[349] Buharı ve diğer Sünen sahipleri..

[350] İbn Cerîr Taberî Tefsiri.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/754-755.

[351] Hâkim, Müstedrek'inde rivayet etmiştir, sahihtir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/755.

[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/755-756.

[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/756.

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/756-757.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/757-758.

[356] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî.

[357] îbn Cerîr - İbn Mâce.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/759.

[358] Ahıned bin Hanbel : Abdullah bin Mes'ud (R.A.)den.

[359] Buharî : Ebû Hüreyre  (R-A.)den.

[360] Buharî : Mikdam (R.A.)den.

[361] Şeytanın adımı (sinyali) vesvesedir. Meleğin adımı (sinyali) ilhamdır.

[362] Tirmizî : Hadisün hasenün garibim.

[363] Buharî - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[364] »             >             >          »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/759-760.

[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/760-761.

[366] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/761-762.

[367] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/762-763.

[368] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/763-764.

[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/764.

[370] El-HaJtîm - İbn Lâl : ibn Mes'ud (R.A.)deu. Sahihtir.

[371] Buharî-MtisIim-Nesâî-lbn Mâce : ibn Mes'ud (R.A.)den.

[372] Kudaî kendi Müsnedinde Zeyd bin Eslem'den mursel olarak rivayet etmigtir. Tirmizî ve EI-Askerî :  Ebû Hüreyre'den.. Senedinde zayıf sayılan İbrahim b. Fazıl vardır. (KegfÜ'l-Hafa)

[373] ibn Adly El-Kâmil'de - EbûjNuaym Hülye"de rivayet etmigtir. Irakiy'e göre, bunun senedi zayıftır. Al-Askerî bunun mevkuf olduğumu tesbit etmigtir.

[374] İbn Adiy _ İbn Lâl: Ebû Hüreyre <R.A.)den. Zehebiy'e güre isnadında şüp­he vardır. Bak: Mîzanü'l-İ'tidal: 4/594

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/765.

[375] En'am: 89 - Lokman: 54 _ Nisa: 20 - Bakara: 251-231 - Meryem: 12 _ Lok­man: 12. âyetler.. Ayrıca Nahl: 125 Bakara: 269'a.

[376] Nahl sûresi: 2

[377] Mefatihul gayb / Fahrüddin Bâzî:  C. 2/515. Matbaa-i Âmire.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/765-768.

[378] Tirmizi: Hadistin garibün

[379] Ebu Şeyh: îbn Abbas (R.A.)dan. Camiüssagir

[380] İbn. Hibban: Enes (R.A.)den - Hâkim ve Ebu Nuaym (Bu hadisi zayıf sayan­lar olmuştur.)

[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/768.

[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/768.

[383] Esbabü'n-Nüzul/Nisaburî - Kurtubî ve îbn Cerir tefsirleri.

[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/770-771.

[385] Ibn Kesir tefsiri: 1/323 Mısır baskı?

[386] Buharî - Müslim: E tu Hareyre (R.A)den.

[387] Ebu Davud - Ahmed b. Hanbel.

[388] Tirmizi - Nesâl - Ahmed b. Hambel

[389] Ebu Davud - Tirmizi

[390] Ahmed b. Hanbel

[391] Ahmed b. Hambel.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/771-773.

[392] Buhar* / iman: 22, ıtık: 15. - Müslim / Eyman: 40.

[393] Yunus sûresi: 99, 100,

[394] Fazla bilgi için bak: FethÜlkadir / Şevkant - Mefatihülgayb / Fahruddin Râzî tefsirlerine

[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/773-776.

[396] Buharl / zekat: 1, 63, Magazi: 60, Müslim / imân: 29 - Ebü Davud: 5 - Tir-mizi / zekat: 6 - Nesa'i / zekat: 1, 46 - İbn Mâce / zekat: 1 - Dâremi / zekat:l Ahmed: 1/223

[397] Buhari / zekat: 6 - Nesa'i / zekat: 1, 46 _ îbn Mâce / zekat 1 . Dâremî / zekat: 1 . Ahmed: 1/233

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/776-777.

[398] Müsned-i Ahmed: 3/3, 9, 12, 44 - Buhari' / zekat: 18 - Müslim / zekat: 124

[399] Malik: Zeyd b, Eslem'den. Sahihtir.

[400] Müslim . Nesâi: Ibn Ömer (R.A.)den.

[401] Fazla bilgi için bak: Kurtubî _ Ibn Cerir ve Ibn Kesir, tefsirleri.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/777-778.

[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/779.

[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/779-780.

[404] Esbabün Nüzul / Nisaburt

[405] Genig bilgi için bak: Kurtubî - tbn Kesir - îbn Cerlr ve Lübabutte'vil tef­sirleri.

[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/782-783.

[407] Buharî - Eshabi Sünen: Semure b. Cündüp (R.A.)den.

[408] Ibn Mâce . Ebu Hureyre (R.A.)den.

[409] Ebu Davud - Nesa'l - îbn Mâce: Bbu Hureyre (R.A.)dan.

[410] Eahab-ı Sünen

[411] Ibn Eb! Hatim - BeyhaM

[412] Ahmed b. Hanbel.

[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/783-784.

[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/784-785.

[415] Rum  sûresi âyet :   39

[416] Nisa sûresi âyet:  160-161

[417] Âl-i Imrân sûresi âyet: 130.

[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/785-788.

[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/788-789.

[420] İslâm Ekonomisi Teori ve Pratik.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/789.

[421] Bu sınırı örf ve vicdan belirler.

[422] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/789-791.

[423] TEVRAT/Ki tabı Mukaddes Şirketi: 958. Çıkış Kısmı: s. 76, bab:  22/25

[424] Musa ve Yahudilik/Hayrullîih ÖRS _ Remzi Kitabevi: 1966.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/791.

[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/791-792.

[426] Kurtubî-îbn  Cerîr  Tefsirleri.

[427] Buharı - Müslim - Lübubutte'vîl  Tefsiri.

[428] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/794-795.

[429] Buharî - Müslim - Ebû Hüreyre   (R.A.)den.

[430] Ahmed b. Hanbel: Ebû Hüreyre  (R.A.)den.

[431] El-Hûkim: îsnâd-i sahihle..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/795.

[432] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/795-797.

[433] Geniş, bilgi için bak: Mefatihülgaybe ve Kurtubîrile tbn Cerir Tefsirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/797-799.

[434] Kitleler Psikolojisi: 55/1969

[435] Kitleler Psikolojisi: 51/1969

[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/799-800.

[437] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/800.

[438] Buharî - Müslim: Enes bin Mâlik (R.A.)den.Vask: Şeı"î : 218,400 kg. Örfî : 199,680 kg.dır.

[439] Ahmed bin Hanbel - İbn Asâkir: Sened-i sahihle.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/801-802.

[440] ibn Mâce/Mukaddeme: 17

[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/802-803.

[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/803-804.

[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/804.

[444] Sahlh-i Müslim: Ibn Abbas (R.A.)dan. Kurtubl - tbn Cerîr Taberl.. / Nisabû-rl'nin Esbab-ı Nüzul'ünde ise, buna geniş yer verilmigtir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/806.

[445] Bagavî: Hâkim bin Câbir (R.A.)den.

[446] TaberânI:Sevbân (R.A.)den. Sahihtir.

Not: Bunların hükmü değil de günahı kaldırılmıştır. Nitekim hata yollu adam öl­dürene diyet gerekmektedir. Zorlanarak zina etmek ya da adam öldürmek mubah sa­yılmamaktadır. (Münâvî: Feybülkadîr).

[447] Buharî-Müslim: Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[448] Buharî - Müslim: Ahmed bin Hanbel.

[449] îbn Murdeveyh: El-Egcaî hadîsinden rivayet etmiştir.

[450] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/806-807.

[451] Bakara sûresi âyet: 185.

[452] Hac sûresi âyet: 78.

[453] Fazla bilgi için bak: Kurtubt ve îbn Cerîr Tefsirlerine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/807-808.

[454] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/808.

[455] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/809.

[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/809-811.

[457] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/811.