2-Bakara 74-229
âyetler
74:"Bütün bunların arkasından sizin kalpleriniz yine katılaştı, taş
gibi kaskatı kesildi, hattâ taştan daha katı oldu. Nitekim taşlar arasında
kendisinden ırmaklar fışkıranlar vardır; yarılıp içinden su çıkanlar vardır; Allah
korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir. "
Evet bundan
sonra da erimesi gereken kalpleriniz taş gibi kaskatı kesiliverdi. Hattâ
taştan daha kaskatı oldu buyuruluyor.
Burada
Rabbimiz kâfirin kalbiyle taş arasında çok hoş bir mukayese yaparak, kâfirin
kalbinin taştan daha katı olduğunu anlatacak. Ancak ona geçmeden
önce Kur’an’ın diliyle kalp çeşitlerini şöyle kısaca
bir özetleyelim inşallah: İslâm literatüründe üç model kalp görüyoruz:
1- Birisi
marazlı, hasta, hastalıklı bir kalp. Sûrenin baş tarafında bunu anlatmıştı
Rabbimiz. Kimilerinde görüyoruz bunu, tuhaf
insanlar bunlar, ne yaptıkları belli olmaz. İstikrarları yoktur, hastalandıkça
hastalıkları artar.
“Onların
kalplerinde hastalık vardır. Allah’ta onların hastalıklarını artırmıştır”
(Bakara: 10)
Âyetinde anlatılanlar gibi olurlar
bunlar.
2- İkinci
bir kalp türü daha vardır ki, o da burada gördüğümüz gibi, kaskatı bir kalp.
Taş gibi, hattâ taştan daha katı bir kalp.
3- Bir
üçüncü kalp daha vardır ki bu mü'minin kalbidir. O da
iki durumda bulunur:
a- Ya
coşkundur. Hoplar zıplar yerinde duramaz.
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir, Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve
onlar Rablerine güvenirler...
"(Enfâl:
6)
Deniliyordu
ya. Yâni yanlarında Allah zikredildikçe, âyetlerle
karşı karşıya geldikçe, âyetler onlara okundukça coşar, taşar, kabına sığmaz
hale gelir. Allah’ın metluv ve meşhûd
âyetleriyle engin denizler kadar engin hale gelmiş, sükûnete ermiş bir
kalptir onların kalbi. İşte bu da mü'minin kalbidir.
Demek ki
kalplerin itminana kavuşmasının, kalplerin yatışıp doyuma ulaşmasının, şüphe
ve tereddütlerden arınıp kesin itminana kavuşmasının iki yolu varmış.
1-
Birincisi Allah’ın metluv âyetleri dediğimiz elimdeki
şu kitabın âyetleri. Bu kitabı okudukça, bundaki âyetlerle tanıştıkça kalp kesin
bilgiye ulaşacak ve içinde kendisini rahatsız eden, sürekli kendisine elem
veren tüm şüphe ve tereddütlerinden uzaklaşacak ve sükûnete erecektir. Doyuma
ulaşacaktır, tatmin olacaktır.
2- İkincisi
de Allah’ın meşhûd âyetleri dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş
görsel âyetlerdir. Kişi Allah’ın yeryüzünde serpiştirdiği bu âyetleri de inceledikçe,
bunları da okudukça yine onun kalbi tatmin olacak ve oturaklaşacaktır. Hani
İbrahim âyetinde bu konu anlatılıyordu:
"Ey
Rabbim ölüleri nasıl diriltirsin görmek isterim! Demişti İbrahim de Allah;
yoksa inanmıyor musun ey İbrahim? deyince de, yok öyle değil, ancak kalbim
mutmain olsun için dedi."
(Bakara: 260)
Demek ki
kalbin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın bu şekilde göze hitap
eden âyetleridir. Bu âyetler insanın kalbini mut-main
hale getirir biliyoruz.
İşte
buradaki âyet de bu tür âyetlerden birisidir. Bakalım kalplerin yatışması,
kalplerin itminana kavuşması adına onlara gösterilen bu âyet karşısında onlar
nasıl davranmışlar?
«
"Bundan
sonra kalpleriniz yine taşlaştı, taş gibi veya daha da kaskatı oldu."
Bakın orada
kâfirin kalbi anlatılıyor. Nasılmış kâfirin kalbi? Kaskatı taş gibi, hattâ
taştan daha katıymış. Rabbimiz kâfirin kalbiyle taşın bir mukayesesini yaparak
şöyle buyurur:
"Taşlardan
niceleri vardır ki; ondan pınarlar fışkırır nehirler fışkırır."
"Niceleri
de vardır ki şak şak yarılıp içinden sular akar."
Yâni kimi
taşlar da vardır ki; pınarlar fışkırtmasalar bile sızarlar, şak şak olmuştur kayalar, taşlar da Allah’ın âyeti olan su,
taşı etkilemiş, orada kendisine sızma yeri bulmuştur. Yâni Allah’ın su âyeti taşın
içine nüfuz edebilmektedir.
"Kimi
taşlar da vardır ki Allah korkusundan aşağıya doğru yuvarlanırlar."
Şöyle
anlıyoruz bunu: Hani demin Allah’ın iki tür âyetinden bahsetmiştik. Birisi şu
kitabın âyetleri, ötekisi de Allah’ın tabiatta yarattığı âyetler diye. İşte
soğuk, sıcak, gündüz, gece, güneş, oksijen, hava su Allah’ın âyetleridir.
Bakın taşlar bile bu âyetler karşısında donuk kalamıyor, hissiz kalamıyor,
nötr kalamıyor, bunlardan etkileniyor da paramparça oluyor. Fiziksel bir
parçalanmayla parçalanıp aşağıya doğru yuvarlanıyor.
Veya taşlar Allah’ın su âyetinden
etkileniyor da suya yol ver-mek zorunda kalıyor. Ya da taşlar Allah’ın rüzgar âyetinin etkisiyle düşüyor,
paramparça oluyor. Yâni âyetlere boyun eğiyor taş, âyetler karşısında etkilenip
şekil alıyor taşlar. Bu kadar salâbet, güçlülük ve metanet
varken taşlar bile Allah’ın âyetleri karşısında böyle eriyor da, Allah’ın
âyetleri taşların bile kalbine nüfuz edebiliyorlar da; lâkin bu kâfirlerin
kalbi, taş gibi değil, ondan daha kaskatı olarak hiç bu âyetlerden hiç mi hiç
etkilenmiyor. Gerek Allah’ın şu kitabının âyetlerinden, gerekse Allah’ın meşhûd âyetlerinden hiç etkilenmiyor. Allah’ın âyetleri
bunların kalplerine nüfuz edemiyor. Allah’ın bu âyetleri karşısında
erimeliydi, etkilenmeliydi, suyun yol bulması gibi rahmet yol bulmalıydı
bunların kalbinde de; ama olmuyor işte. Siz bilirsiniz diyor Allah âyetin sonunda:
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir."
Unutmayın
ki Allah tüm yapıp ettiklerinizi görüp gözetmektedir. Hep Allah kontrolünde bir
hayat yaşıyorsunuz. Yaşayın bakalım sonunda nasıl olsa Onun huzuruna gelecek
ve O Allah tüm yaptıklarınız konusunda sizi hesaba çekecektir buyurur..
75:"Ey müslümanlar! Bu yahudilerin
size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir grup Allah’ın
kelâmını dinler, hakkı anladıktan sonra da bile bile
hakkı değiştirirlerdi."
Medineli müslümanlara yönelik; ama âyet bize de hitap ediyor.
Muhatap herkesten önce biziz.
Medineli müslümanlar böyle bir ümit içinde bu yahudilerin
müslüman olacaklarını bekliyorlardı. Çünkü daha
önceleri putperest olup sonradan müslüman olan Medineli
müslümanlar, âhir zaman Nebisinin geleceğini bu yahudilerden duymuşlardı. Bunlar önceden puta tapan insanlardı.
Komşuları olan yahudiler tek Allah inancında olduklarını
iddia ediyorlar ve onlara şöyle diyorlardı: Bizler kitabımız Tevrat’tan
öğrendik ki yakında Ahmed isminde bir ahir zaman peygamberi
gelecek. Hele bu peygamber bir gelsin, onun arkasında saf bağlayıp, size de,
putlarınıza da, putçuluğunuza da bir son vereceğiz! diye tehditte bulunuyorlardı.
Bu peygamberin kendi peygamberleri olduğunu söyleyerek onunla Araplara hava
atmaya çalışıyorlardı.
İşte günün
birinde Mekke’den gelen bir kervandan yahudilerin
yıllardır bahsettikleri bu peygamberin Mekke’de zuhur ettiğini haber alan
Medineli müşrikler, müşrik Araplar hemen kulak kabartırlar. Bu yahudilerden önce ona biz inanalım! Bu işi onlara
kaptırmayalım! Bu şerefe onlardan önce biz sahip çıkalım! diyerek hemen
Mekke’ye bir heyet gönderdiler ve Akabe’de Rasûl-i
Ekrem’le buluşarak müslüman oldular.
Onun için Medineli
bu müslümanlar yahudilerin müslüman olmalarına kesin gözle bakıyorlardı. Yıllardır
bekleyip durdukları âhir zaman peygamberi işte Mekke’de zuhur etti. Bugün
olmazsa yarın, mutlaka bunlar müslüman olacaklar
diye bekliyorlardı. Peygamberimiz ve müslümanlar, bu
yahudileri İslâm’a kazandırabilmek için ellerinden gelen
her şeyi yaparak ciddi bir çaba içine giriyorlardı. Çünkü zaman zaman onların ağzından ümit verici işaretler de alıyorlardı.
Düşünüyorlardı ki ellerinde büyük bir nüfuz bulunduran bu adamlar eğer İslâm’a
girerlerse, İslâm büyük adımlarla geniş kitlelere yayılma imkânı bulacaktı.
Bu yüzden
peygamber Efendimiz ve müslümanların böyle büyük bir
umutla onlara yönelmeleri, çabaların boşa gitmesine sebep oluyordu. Bu beklenti
müslümanları ruhsal yönden de zayıflatacaktı. Onun
için Allah, onların bu ümitlerini yok etmek için bu âyetini gönderiyordu.
Müslümanlar
dün kendilerine akıl hocalığı yapmaya çalışan bu yahudilere
diyorlardı ki: Hani bir peygamber gelecek diye bekliyordu-nuz!
Hani ona tabi olup bizim putlarımızı kıracağınızdan söz ediyordunuz! İşte
beklediğiniz geldi! Hadi ne duruyorsunuz? Neden hemen ona iman etmiyorsunuz?
deyince, yahudiler hemen tavırlarını değiştiriverdiler. Bizim beklediğimiz
bu değildi! Bizim beklediğimiz yahudi ırkından
gelecekti! deyiverdiler. Tevrat öyle demiyorsa bile biz dedirtiriz! demişler
ve yazıvermişler elleriyle bunu Tevrat’a.
Biz de
dedirtiyoruz bugün Kur’an’a istediğimiz şeyleri. Efendim
Kur’an’da kesinlikle cihad
yoktur. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de yoktur
efendim! Nereden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle
böyle bir emir yoktur. Kur’-an mahza bir ahlâk
kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor
efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki!
diyerek kimileri de bugün demediğini dedirtmeye çalışıyorlar Kur’an’a..
Kimileri de efendim işte Kur’an’daki:
"Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidir"
(Mâide:
44)
Gibi
âyetler bizi ilgilendirmez! Bunlar yahudiler hakkında
inmiştir. diyerek Kur’an’ı tahrif etmeye
çalışıyorlar. Tıpkı yahudilerin keyiflerine geleni
Tevrat’a dedirttikleri gibi.
Evet
Medineli yeni İslâm’a giren müslümanlar; eskiden din
konusunda kendilerinin hocaları sayılan bu yahudiler,
bu yeni dine girmeyince şüphe içine düştüler. Eğer bu iş gerçek olsaydı o zaman
kitabı bilen, dini bilen bu âlim insanlar onu reddetmezdi gibi bir tereddüde
düşünce, bu hatalı durumdan onları kurtarmak için bu adamlardan, bundan daha
başkasının beklenmemesi gerektiğini anlatmak üzere, Allah yahudilerin
geçmişlerini gözler önüne seriverdi. Buyurdu ki: Yâni tarihleri böyle olan,
geçmişleri bu olan, karakterleri bu olan bu insanlardan daha ne bekliyorsunuz?
Bunların sizin dininize inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Vazgeçin bundan! Bu
adamlar tarih boyunca hep böyle kitaplarını tahrif etmişler, dinlerini bozmuşlar.
Bunu sanat edinmişler, bunu huy edinmişler bu adamlar.
Yahudiler
tarih boyunca hep böyle olmuşlar. Bakın düne kadar putlara tapan insanların
kalplerini eriten bu Kur’an âyetleri, bunların
kalplerine etkili olamıyordu. Bugün de olamıyor. Hani Buzağı hadîsesinden sonra
Allah’ın buyurduğu âyet, bu hususun doğruluğunu ne kadar da güzel ispat ediyor
değil mi?
Kalpleri kaskatı taş gibi, hattâ taştan
daha katı kesiliverdi! deniyordu ya, bugün de öyle
bu hainler. Filistinli müslümanların kollarını,
bacaklarını kırdıkları taşlar utanıyor bu alçaklardan! Tarih boyunca hiç
değişmedi bunlar.
Kitaplarını
tahrif ediyorlardı.
"Onlardan
bir grup Allah’ın kelâmını işitiyorlar sonra da yuharrifune
yapıyorlardı."
Burada bir yahudi karakteriyle karşı karşıyayız. Hemen akle-der etmez, meseleyi kavrar kavramaz değiştiriveriyorlardı.
Ya da:
Hafriyat yapıyorlardı. Kelimenin
anlamı Türkçe’de de var. Hafriyat, böyle alt üst yapmak demektir. İşte bunlar
kelâmı anladıktan, kavradıktan, aklettikten sonra
alt üst ediyorlar, alabora ediyorlar, değiştiriyorlar. Hem de bu işi yaparken
anlayamadıklarından, bilemedik-lerinden değil:
"Aklettikten, akılları erdikten sonra, bile bile yapıyorlardı bunu."
Bilerek,
bile bile yapıyorlardı bunu. Hani bilmeyen cahil birinin
yanlış yapması ayrıdır, bilen birininki ayrıdır. Bilen birileriydi bunlar.
Hainliğine yapıyorlardı bunu. Meseleyi anlıyorlar, kavrıyorlar, ha! Bu bizim
varlığımızı ortadan kaldıracak! Biz buna iman edersek bu bizim statümüzü
bitirecek! diyorlar ve hemen değiştiriveriyorlar alçaklar.
Dün de,
bugün de bu âyeti teyit edercesine yahudiler bu dine
karşı gelmişler, ilk defa inanması gerekenler kendileri olması gerekirken;
bunun aksine ilk düşman olma özelliklerini sürdürmüşlerdir.
Hani başka
bir yerde de:
"Kelimeleri
yerlerinden değiştiriyorlar...
"(Nisâ: 46)
Deniyordu ya. Yâni Allah o kelimeleri ne için vaz
etmişse, onları vaz olundukları mânânın dışına
çıkarıyorlar, farklı mânâlar yüklüyorlardı. Ya da âyetleri
mevzilerinden, yerlerinden koparıp farklı farklı yerlerde
değişik değişik kalıplara döküp farklı anlamlar
kazandırıyorlardı. Âyetleri Kur’an bütünlüğünden,
sûre bütünlüğünden koparıp cımbızla çekercesine başka yerlerde, başka kalıplara
dökerseniz; elbette onlara Allah’ın yüklemediği mânâları yüklemeniz mümkün olacaktır.
Meselâ:
"De
ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
(Zümer
9 )
Âyetini
cımbızla çıkarır gibi sûre bütünlüğünden koparıp, âyetin siyak sibak
ilişkisini bitirince bakın ki; müslümanlar ne mânâlar
kazandırmışlar ona. Efendim matematik bilenle bilmeyen bir olur mu? Fizik
bilenle bilmeyen, botanik bilenle bilmeyen, mühendislik bilenle bilmeyen bir
olur mu? Halbuki âyetin kastı bu değildir. Vaz olunduğu
maksat bu değildir. Nîmetin sahibi Allah’tır. Şu anda sahip olduğunuz her şeyinizi
size Allah vermiştir. İşte bu gerçeği bilen ve anlayan, bu nîmetlerin tümünü
sahibi yolunda kullanan kişiyle bunun bilmeyen bir olur mu? Sahibine kulluk
bilincine erenle, kulluktan habersiz yaşayan bir olur mu? diyordu Rabbimiz.
Maalesef yahudi’nin yaptığı bu kitabı tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar. Âyetleri yerlerinden söküp
başka başka yerlerde başka başka
kalıplara dökerek başka başka anlamlar yükleme işini
çok yapmışlar.
Meselâ
bakın Kur’an’da “şehid”
diye bir kavram vardı. Şehid, yaşadığı hayatla
Allah’ın varlığına şahitlik eden kişiydi. Şehid Allah
adına hayatını fedâ eden kişiydi. Şehid îlâ-i kelimetullah uğrunda ölümü oğul balı gibi yudumlayan insan
veya başkalarının dirilişi için kendini fedâ eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden kopardılar, vaz olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde, farklı
kalıplara döktüler ve karşımıza çok farklı şehid anlayışları
çıkıverdi. Devrim şehidi, demokrasi şehidi, vatan şehidi vs, vs.
Kur’an’da “veli” diye bir kavram vardı. Veli, müslümanlar adına onlara danışmadan tek taraflı karar verme
makamında olan kişi demektir. Vali de, vilâyet de buradan gelir. O da müslümanlar adına karar verme makamı veya o makamda oturan
kişi demektir. Ve Allah diyor ki; kâfirlerin müslümanlar
üzerinde velâyet hakkı yoktur. Yâni müslüman
olmayanlar velilik makamına, velâyet makamına oturtulmamalıdır. Müslüman
olmayanlar müslümanlara danışmadan onlar adına karar
verme makamına getirilmemelidir. Galiba müslümanların
gözünde bu mânâyı kamufle ederek valilik ve vilâyet makamına birilerini
oturtmak için mi bilmiyorum, bu kavramı Kur’an
bütünlüğünden cımbızla söküp çıkardılar.
Farklı
kitaplarda, farklı kalıplara döktüler ve karşımıza farklı bir veli anlayışını
çıkarıverdiler. Efendim veli işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı
bilen, kalpten geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insan. Halbuki Kur’an’ın anlattığı veli ile bunun uzak ve yakından hiçbir
ilgisi yoktur.
Kur’an’daki zikir kavramı değiştirilmiş, takva kavramı
değiştirilmiş, kıraat kavramı, ihsan kavramı, dua kavramı, lânet kavramı,
iman kavramı, kabul ve ret kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hattâ
namaz kavramı bile değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar
unutulmuş ve farklı farklı anlamlar verilmiş. Evet:
Evet onlar
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kelimelerini tahrif ediyor-lardı.
Yâni bu yahudi ve hıristiyanlar
veya bugünün ehl-i kitabı olan müslümanlar,
kitabı bilenler, eğer kitapla yaşamıyorlarsa herhalde bu noktaya düşmüş olacaklardır.
Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer adamın hem kitaptan haberi var, hem de
kitaptan habersiz, kitabın içeriğinden habersiz ve kitaba ilgisiz bir hayat
yaşıyorsa, elbette kelâmı vaz olunduğu mânânın
ötesine berisine taşıracak, elbette tahrifat yapmak zorunda kalacaktır.
Yapmak
mecburiyetinde kalacaktır. Yâni Allah ondan, o âyet-ten ne kast ederse etsin o
kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen yahudi’nin yaptığını yapacaktır. Bugünün insanlarından
kim bu konuya örnekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor
mânâyı, anlıyor ama düzenini bozmasın diye dön-dürüp dolaştırıp farklı mânâya
çekebileceği bir yol arıyor. Meselâ adamlar okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada
Tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor, burada bilimsel çalışma,
burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor olmak anlatılıyor.
Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim
kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada
bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak
olduğumuzu, hakta olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine
uyguluyorlar âyetleri ki işte bütün bunlar Rabbimizin bu âyetinde anlattığı
tahriftir.
Geçenlerde
Konya’ya zındık bir adam geldi. Ama gerçekten çok zındık bir adam. Çok güzel
âyet biliyor. Meselâ yüz tane âyet okuyor; ama işin garibi hepsini yanlış
okuyor. Âyeti okuyor; ama âyetin ne anlama geldiğini hemen değiştiriyor. Hele
aklımda kalan bir tanesi çok bariz:
"Kim
tâğutu küfreder ve Allah’a inanırsa böyle sapasağlam
bir kulpa tutunmuştur ki, asla kopması yoktur."
(Bakara:
256)
Bu
sapasağlam kulp şeyhin eliymiş, öyle diyor adam. Tarihte hiç denilmemiş yâni
bu. Bu sapasağlam kulp Kur’an’dır diye herkes böyle
söylüyor, ama adam böyle diyor. Allah korusun kendi kendine mânâlandırıyor
âyetleri. İşte bu Allah korusun tıpkı yahudi’nin
yaptığını yapmak, yâni âyetleri tahrif etmektir.
Bazen bizim
de şöyle oluyor: Öğrendiğimiz âyetler hayatımızı mutlak değiştirmelidir. Yâni
çizgimiz hep İslâm İslâm gitmeli iken, öğrendiğimiz
âyetlerdeki artma oranı bizim hayatımızdaki değişiklikle aynı oranda değilse,
hiç olmazsa at başı değilse, o zaman biz de aynı durumdayız demektir. Âyeti
okuyoruz, tamam! diyoruz, anladık! diyoruz, inandık! diyoruz ama hayatımız
değişmiyor. Tamam, yeni bir şeyler öğrendikçe ve bu yeni öğrendiklerimiz eski İslâmımızla çatıştıkça eyvah! Diyoruz. Eyvah meğer önceki
yanlışmış diyoruz, bu güzeldir de, bu yetmeyecek ama. Bunu demekle beraber,
bu pişmanlığı iliklerimize kadar hissetmekle beraber, öncekini değiştirme
çabamız da ciddi olacaktır inşallah.
Öyle
terslikler de vardır ama, şöyle de bir iyi tarafımız vardır değil mi? Yâni
adam Kur’an’ı öğreneceğim diye çabalıyor, müslüman-lık istiyor adam, bundan
başka hiçbir derdi yok. Yâni yanlış da olsa, eksik de olsa, müslümanlık
istiyor. Devlet planında da, millet planında da müslümanlık
istiyorlar. Yiyeceğine, içeceğine, karısına kızına dikkat ediyorlar güçleri
yettiği kadar adamlar. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar; ama galiba şu
eksikliği yeniverseler yetecek, o zaman güzel olacak bu çabaları: Biz bu
kadarını becerebildik! Bundan daha güzeli de vardır ama! diyemiyorlar. O hayatı
en mükemmel hayat zannedip herkesi ona davet ediyorlar. E ne yapsın adam, bir
tek onu gördü. Öyle bir hayattan gelmiş ki adamlar, onun yanında bu yeni hayat cen-net gibidir tabii. Elbette ona çağıracaklar insanları.
Evet, buna
azami dikkat etmek zorundayız. Ehl-i kitabın düştüğüne
düşmemek için azami dikkat etmeliyiz. Demek ki onlar, Allah’ın âyetlerini
okuyorlar, anlıyorlar sonra da onu değiştiriveriyorlarmış.
Yapıveriyorlarmış.
Peki acaba
bunun sebebi neydi? Yâni kendilerince nasıl bir mantık kullanıyorlardı bu
konuda? Bu işi yapma konusunda kendilerindeki bu cesaret nereden geliyordu acaba?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun en büyük sebebi; bunlar kendilerinin kesin
doğruya sahip olduklarına inanıyorlardı. Niye inansınlardı
da İslâm’a? Çünkü ellerinde kitapları vardı. Niye yönelsinlerdi
de Kur’an’a? Çünkü ellerinde başka kitapları vardı.
Niye ilgilensinler de Kur’an’la? Çünkü önderleri
vardı, efendileri vardı ve önderlerinin yazıp çizdikleri vardı. Cemaatleri
vardı, grupları vardı, âlimleri vardı. Onlar kesin doğruyu ulaştırıyordu
kendilerine. Niye okusunlardı da Kur’an’ı?
Çünkü kesin cennetlikti bunlar. Önderleri, üstatları, efendileri, liderleri halletmişlerdi
bu işi. Çok rahattılar bu konuda.
İşte onların bu mutmain hali
onların bu kitaba yanaşmalarına engel oluyordu. Bugün Allah korusun da müslüman kesimin arasında da, yâni şu anda müslümanız diyen, kendilerine müslüman
gözüyle bakan bizim ehl-i kitabın arasında da böyle
mutmain olan insanlar görüyoruz. Bu konuda çok rahat insanlar görüyoruz. Kendi
efendilerine, kendi önderlerine, kendi gruplarına mutmain bir şekilde bağlanıp,
sohbetlerinde ellerinden ve dillerinden düşürmedikleri kitaplarına mut-main bir şekilde bağlanıp, böylece Kur’an’a
veya başka hiç bir şeye ihtiyaçları yokmuşçasına nasıl olsa bizim yolumuz kesin
doğrudur! Nasıl olsa biz kesin cennetliğiz! diyen insanların da bugün Kur’an’a yönelmeleri, kulluk kitaplarını ellerine almaları
gerçekten çok zor olacaktır. Sünnete yönelmeleri gerçekten çok zor olacaktır.
Bu mutmain halleriyle kitaba ve sünnete gereksinim duymaları çok zor
olacaktır. Çok zor oluyor da zaten.
Müslümanlar!
Arkadaşlar! Kimseyi itham etmiyorum! Ama Allah için durumlarımızı sorgulamak zorundayız!
Durumlarımızı bir daha sağlamaya almak zorundayız. Bakın yahudi’ye
seslenen; ama bizim kitabımızda olduğu için onlardan önce bize seslenen bu
âyetler karşısında durumumuzu sağlamaya almak zorundayız. Değilse şimdiki ehl-i kitap olan bizler, bugünün ehl-i
kitabı olan bizler; -Allah korusun- dünkü ehl-i
kitabın düştüğü konuma düşebiliriz. Hem bu dünyada, hem de öbür tarafta
kaybedenlerden oluruz. Bunu çok iyi düşünelim inşallah.
Bakın bu yahudiler, üstelik bir de münâfıklık da ediyorlar. Tıpkı
münâfıklar gibi tavırlar da sergiliyorlar. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz o hususu şöylece ortaya koyuyor:
76:"Müslümanlarla karşılaştıklarında: "Biz de sizin gibi
inanıyoruz!” Derler. Birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman da: Allah’ın size
açtığı bilgileri Rabbiniz huzurunda size karşı delil olarak kullansınlar diye
mi müs-lümanlara anlatıyorsunuz?
Aklınız ermez mi sizin?” Di-yorlardı."
Biz de sizin gibi inanıyoruz Kur’an’a.
Biz de aynen sizin gibi okunup anlaşılmasından yanayız Kur’an’ın!
Biz de Resul gerçeğini aynen sizin gibi kabul ediyoruz! Biz de peygamberi ve
onun sünnetini örnek almadan müslümanlık olmayacağına
inanıyoruz! Sünnetin hayatımızdaki önemine, fonksiyonuna biz de inanıyoruz! derler.
Ama:
"Birbirleriyle
baş başa kaldıkları zaman da: "Allah’ın size açtığı bilgileri Rabbiniz
huzurunda size karşı delil olarak kullansınlar diye mi müslümanlara
anlatıyorsunuz? Aklınız ermez mi sizin?” Diyorlardı."
Birbirleriyle
baş başa kaldıkları zaman da birbirlerine tan etmeye başlarlar ve derler ki:
Ne yapıyorsunuz siz yahu? Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz böyle? Yahu Allah’ın
size ulaştırdığı bu bilgileri, Allah katında sizin aleyhinize belge olsun diye
mi müslümanlara söylüyorsunuz? Aklınız yok mu sizin?
Buna aklınız ermiyor mu? Allah’ın Tevrat’ta size açtığı bilgileri bu
beyinsizlere, bu bilgisizlere, bu ümmîlere mi veriyorsunuz? diyerek
birbirlerine çatıyorlar. Bu bilgileri sizin aleyhinize belge olarak
kullansınlar diye mi veriyorsunuz onlara? Bak sizin kitapta da böyleymiş! Sizin
dininizde de varmış bu! Niye gizlediniz bunları? Niye dininizden çıktınız?
Niye kitabınızı değiştirdiniz? diye bu Müslümanların size delil getirmelerini
mi istiyorsunuz? Böylece sizin delillerinizle bu müslümanların
sizi sığaya çekmelerini mi istiyorsunuz? Bu adamların sizin delillerinizle
sizi vurmalarını mı bekliyor-sunuz? Yapmayın bunu!
Vermeyin bu bilgileri müslümanlara! Bu iş kesinlikle
sizin aleyhinize çıkar diyorlardı.
Aklınız
ermez mi sizin? Hem dünyada, hem de ukbada aleyhlerinde
bir delil olmasından korktukları için Tevrat ve İncil’deki hakikatleri müslümanlardan gizlemeleri noktasında birbirlerini uyarıyor-lardı.
Aklınızı çalıştırmıyor
musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Kur’an-ı
Kerîmde akıl kelimesi hiçbir zaman kendi başına "el Aklu"
olarak kullanılmamıştır. Akıl kendi başına hiçbir işe yaramaz, kendi başına hiç
bir şey yapamaz da onun için böyle denilmiştir. Akıl kendi ba-şına hiç bir şey değildir. Ön bilgi vereceksin, yan bilgi
vereceksin, kulağı kullanacak, gözü kullanacaksın da akıl ondan sonra bir şey yapacak. Değilse akıl hiç bir
şey yapamaz. Ondan dolayıdır ki "akletmez
misiniz!" denmiş. Tıpkı “görmez misiniz”? Demek gibi.
Gözün kendi
başına haydi mutlak bir görüşlülüğü olsun diyelim, ama gözün asıl özelliği
nedir? Gören göz, gözdür değil mi? Adamın gözünün zarı patladı mı, ya da kulağın zarı patladı mı duymaz değil mi adam? Onun
kulağı ha var, ha yok; fark etmez. Meselâ ağız için daha münâsip anlaşılır bu.
Ağız var, dil var, diş var, dudak var, yutak var, nefes var, ciğer var; ama
adam yine de konuşamıyorsa o-nun ağzı ha var, ha yok
diyecektik ya. İşte:
Da
böyledir. Allah da onların aklını erdirmek için söylüyordu. Onlara, onları
anlatmak için söylüyordu.
Peki acaba
hangi bilgilerdi bu, müslümanlardan gizlemeye çalıştıkları
bilgiler? Yâni gerek âhir zaman Nebisine ait Allah’ın size bil-dirdiği bilgileri, âhir zaman Nebisine ait Tevrat’ta
Allah’ın size bildirdiği bilgileri, gerek İsrâil oğullarının geçmiş mecraları
ile ilgili Allah’ın size bildirdiklerini.
Kur’an’ın mutlak doğruluğuna dair
Tevrat’ın şehâdeti bilgisini, Rasulullah’ın
ve onun getireceği mesajın doğruluğuna ait Rasulul-lah’ın vasıflarıyla ilgili Allah’ın size haber verdiği bu
bilgileri, bu doğruları, bu müslümanlara niye
söylüyorsunuz? Niye elinizdeki kozları veriyorsunuz bu adamlara? Aleyhinizde
delil olarak kullanmalarını mı istiyorsunuz bunları müslümanların?
Bu bilgileri siz onlara bildirme-seniz nereden bilecekler onlar bunu
diyorlardı. Halbuki bu bilgileri onların anlatmasıyla değil, Tevrat’ın da, Kur’an’ın da sahibi olan Allah’ın bildirmesiyle biliyordu müslümanlar. Ama zavallılar bunun farkında değiller. Allah
buyurur ki bakın:
77:"Onlar bilmiyorlar mı ki; Allah gizlediklerini de açıkladıklarını
da bilir."
Halbuki onların açıkladıklarını da gizlediklerini de
bilen Allah-tır. Bunlar bilmiyorlar mı ki Allah onların esrarını da bilir,
îlanını da? Gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da. Sırlarını,
esrarlarını, hattâ en gizlinin gizlisi olduklarını da Allah bilmektedir.
İsterse gizli gizli kendi aralarında fısıldaşarak
konuşsunlar, isterlerse açık açık konuşsunlar, fark
etmez; Allah onların konuştuklarının hepsini bilmektedir.
Halbuki
Tevrat’ı indiren de, İncil’i indiren de, Kur’an’ı
indiren de Allah’tı. Bu adamlar nasıl bir hesap içine giriyorlardı? Kalplerinde
ne tür fesatlar taşıyorlardı, bunu da biliyordu Allah. Ve bu bilgileri de Resûlüne
ve müslümanlara anında bildiriyordu Rabbimiz.
Burada iki
şey demeye getiriyorlardı:
1-
Tevrat’ta Allah’ın size açıkladığı bu bilgileri, öyle ulu orta her yerde
konuşup durmayın! Yoksa Allah bu işin farkına varır da yarın kıyamet günü bizim
işimizi bitirir! diyorlardı bir. Sanki Allah bilmiyordu, hainler.
2- Bir de müslümanlar bu bilgileri duydukça ayaklarını sağlam
basarlar, dinleri konusunda şüpheye düşmezler ve onları yollarından çevirmemiz
güçleşir, bizim işimizi zorlaştırıyorsunuz! Yapmayın! Kendi aleyhinize delil olacak
bu bilgileri vermeyin onlara! Diyorlardı.
Bugün de yahudi dinli, yahudi karakterli
insanların aynı şeyleri yaptıklarına şahit oluyoruz. Müslüman yanında müslüman görünüp kendi başlarına kalınca da: Yahu bu adamlara
niye bu kadar imkânlar veriyorsunuz? Niye bu adamlara doktorluk, doçentlik
imkânları tanıyorsunuz? Niye bu adamları şu şu makamlara,
şu şu mevkilere getiriyorsunuz? Bu İlâhîyat
mezunlarını niye müdür yapıyorsunuz? Bu İmam Hatip mezunlarını neden üniversite
imtihanlarına sokuyorsunuz?
Hattâ yahu
bu adamları niye kendi televizyonlarınızda konuş-turuyorsunuz?
Bunlar sizden değil! Kur’an da anlatsalar, sünnet de
duyursalar bunlar sizden değil, konuşturmayın bunları! İmkân vermeyin bu
adamlara! diyorlar. Aynen yahudi mantığı..
78: "Onlardan (o yahudilerden) kimileri de vardır ki ümmîdirler. Okuma
yazma bilmezler. Kitabı da anla-mazlar. Ancak ümniyelere tabi olurlar ve sadece zanne-derler."
Onlar
kitabı da bilmezler. Bunların işi gücü kuruntudur ve de sadece zannederler.
Onlardan kitap konusunda ümmî olanlar vardır. Kitabı tanımayan, kitabı
anlamayan, kitapta ne var ne yok bu konuda hiç bilgisi olmayan insanlardır
ümmîler. Ümmî, kelime mânâsı olarak anadan doğma demektir. Yâni kitap konusunda,
okuma konusunda sanki anadan doğma. Tıpkı anadan doğduğu günkü gibi bilgisizdirler.
Gerçi şimdi bizim piyasada ümmî olup da âlim olanlar pek çoktur. Adamın hiç
kitaptan haberi yoktur, ama âlimdir. Hani şairin biri şöyle diyordu:
Rahm-i maderden nasıl doğduysa
hâlâ öyledir,
Gezmeden seyyah-ı
âlem, okumadan allâmedir.
Gam mıdır?
Mektepten olmazsa şehâdet namesi,
Eşref ağa!
oğlun için, namın şehâdet namedir.
Yâni böyle
kimileri var ki, ben kitabı tanıyorum der ve yürür. Arkasından da kimse
yetişemez ona. İşte burada anlatılanlar; İslâm’ı, Kur’an’ı
bildiğine kendilerini inandırmış insanlardır. Kitap ehlidir bunlar. Kitabı
biliyorlar. Meselâ imamlar, hocalar, vaizler, tefsirciler, hadisçiler, doçentler,
doktorlar, profesörler o tür insanlar gibi geldi bana.
Evet, kitap
konusunda ümmîdir bunlar. Nitekim Rasulullah’ın sıfatlarından
biri de ümmî idi. Ankebût sûresinin 48. âyetinde
Rabbi-miz şöyle buyurur:
"Peygamberim,
sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Eğer öyle
olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi."
(Ankebût
48)
Buyurur.
İşte ehl-i kitap içinde kitabı bilmeyen ümmîler vardı. Bunlar kitaptan
haberleri olmadığı için, kitabı tanımadıkları için:
Bunlar
ancak ümniyelerin peşinde giden insanlardır.
Emaniy; Ümniyenin çoğuludur. Ümniye, şu anlamlara gelir:
1- Ümniye, kuruntu demektir. Veya öyle de olsa böyle de olsa
anlamsız, boş şey demektir. Hayatı pek ilgilendirmeyen şey demektir. Bir şeyin
modeli şu veya bu olmuş, rengi krem veya yeşil olmuş, ya da tesbihin ipini siyah veya kırmızı yapmışsın gibi şeyler.
Kuruntudur bunlar. Olmasa da olur, ne fark eder ki? Adamın biri geldi, bedesten-de
dükkan kumaş dolu. İndirdiler, bir çeşit yeşil arıyor adam. O kadar kumaşın
arasında bir türlü adamın aradığı yeşili bulamadılar. Karşı dükkana gidip
geldiler ve bir tane bulup getirdiler. Hah! dedi adam aradığım yeşil buydu
işte! Ötekisinden yaptırmış daha önce, bir defa giymiş; ama sonradan giyememiş onun
için farklı bir yeşil arıyormuş. Bu bulup geldikleri yeşile tekrar tekrar dönüp baktım. Yahu acaba ben mi anlamıyorum yoksa
diye bir daha baktım, hiçbir farkı yok. Yâni öyle keyfe keder verecek hiçbir
fark göremedim. Ama adam kafayı takmış, hayatı bu.
Buraya
yönelik söyleyelim şimdi bu ümniye’yi: Hayatın öyle
ve-ya böyle olması veya olmaması ümniye’dir,
kuruntudur yâni. Meselâ gelin o arabayla gelir mi? Diyor adam. Murat 124’müş
de, gelin o ara-bayla gelmezmiş. Niye? Sadece kuruntu ya
başka bir şey yok. Efendim Adem (a.s) yeryüzüne indikten sonra Havva validemizle
nasıl buluştu? Nerede buluştu? Veya Mûsâ’nın (a.s) âsâsı hangi ağaçtandı?
Asanın boyu ne kadardı? Veya Belkıs’ın köşkünün altını, gümüşü, zebercetleri
neydi, nasıldı? Bunlar da ümniye’dir. Yâni hayatı
ilgilendirmeyen, öyle de böyle de olsa kişiyi cennete götürmeyecek boş şeylerdir
bunlar. İşte bunları biliyor adamlar, ama din diye biliyorlar. Din zannedip
bunların peşine takılıyorlar.
2: Veya ümniye kişinin kendi içinde, kendi kafasında şekillen-dirip biçimlendirdiği, hayal ettiği şeydir. Yâni kuruntudur,
hayaldir, boş şeydir. Ya da insanın böyle diline
dolayıp durduğu şeylerdir. Efendim yapmak lâzım! Etmek lâzım! Kurmak lâzım!
Gibi diline dolayıp bir türlü amele dönüştürmediği ve de zaten amele dönüştürülmesi
de mümkün olmayan idealler, mefkureler, hayaller gibi saplanıp kaldığı şeylerdir.
Veya peşine takıldığı hiçbir delile dayanmayan ham hayaller, boş kuruntulardır.
İşte kitap ehlinden böyle kitaba dayanmayan, kitapla ilgisi olmayan, boş
şeyler peşinde koşanlar vardır. Bunlar yalnız zan ederler, zan peşinde koşarlar,
zan içinde dolanıp dururlar.
Amelleri,
bilgileri kitabî değildir, kitaba dayanmaz. Zannediyo-rum bu böyledir! derler ve böylece zan üzerine yürürler.
Zanla amel ederler. Bunların işleri sadece boş bir taklittir.
Ehl-i kitap arasında böyle bilginler, bildikleriyle müslümanları sapıtmaya çalışanlar olduğu gibi, bir de hiç
bir şey bilmeyip de o bilenlerin, o din adamları sınıfının elinde oyuncak
olan, kalplerini, kafalarını, düşüncelerini o bilenlerin cebine sokmuş insanlar
da vardır. Bunların adı ümmîyyundu zaten. Gerek yahudilerde ve gerekse hıris-tiyanlarda din adamları diye oluşan bu sınıf, diğer
insanların bilgilen-melerini istemiyorlardı. Bildikleri dini bilgilerin diğer
insanlar tarafından da bilinmesini istemiyorlardı. Bunlar bildikleri bu
bilgiler sayesinde, yığınların kendilerine pervane olmalarını istiyorlardı.
Bilgi kendilerinde olduğu için cahil bıraktıkları yığınlara hükmetmek, onları
kul köle edinmek istiyorlardı. Bu yüzden kafalarındaki bilgileri insanlara
anlat-mıyorlardı. Bildikleri Allah bilgisini, kitap
ve peygamber bilgisini insanlardan gizliyorlardı.
Şu anda
yeryüzünde yaşayan insanlar içinde de dini kendi tekellerine alıp veya
siyaseti kendi tekellerine alıp, dünyayı kendi tekellerine alıp, bilgiyi kendi
tekellerine alıp, diğer yığınlara: Sizler hiç bir şey bilmezsiniz! Sizler bu
işleri anlamazsınız. Bilmek ve anlamak zorunda da değilsiniz zaten! Biz varız ya! Bizler sizin için herşeyi
biliriz! Sizin adınıza, sizin hayrınız için herşeyi
düşünürüz biz! Sizin adınıza biz karar veririz! Siz yeter ki bize bağlı olun, bizi
dinleyin, bizim size sunduğumuz hayattan razı olun, artık gerisini siz
düşünmeyin. Sizin için herşeyi biz ayarlarız.
Dünyanızı da biz ayarlarız, cennetinizi de biz ayarlarız diyen bugün de pek çok
insan görüyoruz. Bildikleri halde hak bilgisini insanlara anlatmayan insanlar.
Yığınları sömürebilmek için onları cahil bırakan insanlar. Onlar üzerinde hegemonya
kurabilmek için bu yolu tercih edenler.
Ama bakın,
öbür tarafta bunların karşılıklı tartışmaları anlatılır Kur’an’da.
Yönlendirenler ve yönlendirilenler. Yönetenler ve yönetilenler. Veya bir başka
anlamıyla müstekbir ve mus’taz’aflar.
Bunların yarın cehennemde karşılıklı tartışacakları haber verilir Kur’an’da. İşte bu akıllarını din adamlarının cebine koymuş
olan, onlara teslim olmuş olan kesim, ümmî denen bu grup:
Bunlar
kitabı bilmezler, ancak ümniyelere, zanlara, hayallere
dayanırlar. Kitapla değil de zanlarla, bilgiye dayanmayan ümniyeler
le amel ederler. Ancak zannediyorlar. Yâni
başkalarından duyduklarını, hacıdan-hocadan duyduklarını din zannediyorlar,
din diye zanla amel ediyorlar. Başkalarından aldıklarını hayat zannediyorlar.
Gerçi bu tür insanlar ekonomik hayatlarında, ticaret hayatlarında, sosyal
hayatlarında, mesleki hayatlarında herşeyi
bilebilmekten yanalar. Herşeyi bilebilme
gayretindeler. Bu konularda kimseye teslim olmuyorlar. Kimseyi dinlemiyorlar.
Ne din adamlarını, ne de başkalarını, hayatlarının bu bölümlerine
karıştırmamadan yanalar. Hayatlarının bu bölümlerini kendilerinin bildiklerine
inanırlar, ama mesele dine gelince, mesele dinden haberdar olmaya, kitabı
tanımaya peygamberden söz etmeye gelince:
Biz bu işi bilmeyiz! Biz bu işi anlamayız! Bunu biz din adamları sınıfına
bıraktık. Artık bu konuda onlar ne derlerse biz, ona uyarız. Onlar, bunu bilsinler,
kitabı onlar okusunlar, anlasınlar, peygam-beri
onlar tanısınlar. Biz ticaretimizi ilgilenir, dünyamızı yaşarız ve de yarın
onların delâletiyle kolayca cennete gideriz diyorlar..
Allah’ın kendilerine gönderdiği kitapla
ilgiyi, alâkayı kesmiş, gerçeği bilmeyen, bilemediği için de bilenlerin kulu
kölesi durumuna düşmüş olan bu insanların din adına bildikleri sadece zandan
ibarettir. Dinlerini zan üzerine bina edip geçerler. Tabi onların gözünde din
o kadar önemli olmadığı için, bu kadar ilgi idare edecektir. Kordon boyunda volta atar gibi dinle birazcık
ilgilenme yetecektir bu insanlar için. Çünkü kendilerince çok önemli olan
dünyalık programlarından ancak bu kadar zamanları kalmaktadır dinlerine.
Acaba
Allah’ın kullarına dini üzerine bina etsinler diye gönderdiği bu kitabı
gerçekten herkes bilemez mi? Herkesin bu kitabı anlaması mümkün değil mi? Ya da bu dini sadece din adamları mı bilir? Yâni herkes
bilemez, herkes anlayamaz mı bunu? Hayır hayır,
herkes kitabı bilmek zorundadır. Herkes bu kitaptan haberdar olmak zorundadır.
Bu kitap sadece bilenlere gelmiş, hocalara, alimlere gelmiş bir kitap değildir.
Herkes gücü nisbetinde bu kitabı anlayıp amellerini
bununla delillendirmek zorundadır. Hani Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Allah
size gıyl'u gal'i haram
kıldı!"
Buyuruyordu..
"Gıyle" Denildi, "Gale"
Dedi demektir. Dedi ve denildi. Yâni Allah’ın rasulü
kişinin dinini dedi ve denildilere bağlamasının
haram olduğunu söylüyor. Bu ameli niye
böyle yapıyorsun? E filan öyle demişti! Galiba falandan duymuştum! Herhalde
öyle duymuştum! Kişinin amellerini bunlara bağlamasını Allah ona haram
kılmıştır diyor Allah Rasûlü. Ya
neye bağlayacağız? Allah böyle dedi, Rasulullah böyle
buyurdu diyerek amellerimizi kitap ve sünnetten delillendirmek
zorundayız. Filanlar, falanlar böyle demişler diyerek bir din yaşanamaz. Bu
dinin kitabı, bu dinin örneği dipdiri ayakta dururken onlardan habersiz bir din
yaşanması mümkün değildir.
Yine bakın
o bilenler, din adamları, bilgilerini halka anlatmaktan sakınan bu adamlar,
yâni bilgilerini Allah’a kullukta kullanmaları gerekirken onu Allah’la
çatışmada, Allah’a kafa tutma yolunda kullanan bu insanlar, bakın ne yapmışlar:
79:"Bu veyl’e gidesiceler
kendi elleriyle kitap yazdılar, sonra da onu az bir değere satmak için
dediler ki; işte bu Allah’tandır! Elleriyle yazdıklarına da veyl
olsun, kazandıklarına da veyl olsun onların."
Bu cehennemin veyline gidecek olanlar, bu Allah’ın lânetine uğrayasıcalar kendi elleriyle bir kitap yazdılar. Kendileri
yazdılar, kendileri oluşturdular, ama sonra da:
Bu
Allah’tandır! Bu Allah’tan gelendir! Allah tarafındandır! Bunu Allah buyuruyor!
Bunu Allah emrediyor! dediler. Veyl olsun bunların
bu yaptıklarına! Yazıklar olsun onların kendilerine de, bu yaptıklarına da.
Bu âyetlerin bir açıklayıcısı da Âl-i İmrân 78. dedir.
"Bir gruptur onlar."
"Dillerini
eğer bükerler, kitabı dillerine dolarlar."
Dillerini
kitaba doğru böyle eğip bükerler. Sanki kitabı ağızlarına almış gibi, sanki
kitapla ilgi kurmuş gibi görünmeye çalışırlar.
Kitaptan konuşuyormuş gibi davranmaya çalışırlar. Aslında başka şeyler
söylerler de arada bir bunu da ağızlarına alırlar. Meselâ adam miting alanına
çıkıyor, bazen bazen tanrı böyle buyuruyor, kitabımızda da bu böyledir diyor. Veya filan
âyette de bu böyledir diyor, bir şeyler ekliyor yâni. İşte bu kitabı diline
dolamak, eğip bükmektir. Peki neden böyle yapıyorlar?
"Siz
onu kitaptan sanasınız diye."
Yâni ortaya koyduğu konunun kitaptan olduğu zannedilsin diye.
Aslında kitapla filan ilgisi yok adamın. Kitaptan filan konuşmuyor, ama
istiyor ki konuştukları İslâm’dan zannedilsin. Adam arka arkaya bir dizi fikir
sıralıyor ve araya böyle âyetler de serpiştiriyor. Âyetlerden de dem vuruyor,
âyetleri de geveliyor. Veya işte arada bir peygamber de böyle buyuruyor diyerek
hadis filan okumaya çalışıyor.
Meselâ
İslâm’da aile, İslâm’da takva, İslâm’da kahramanlık, İslâm’da kazanmak, İslâm’da harcamak,
İslâm’da kadın, İslâm’da erkek filan diyor. Kuralını kendisi koyuyor,
iskeletini kendisi belirliyor. Kendisi bir paragraf, iki paragraf bilgi
sunuyor ve araya bir âyet koyuyor ki sanki biraz önce söylediklerini âyet
söylemiş gibi! Onun aslında planı şu: Meselâ yüz cümlelik bir konuşması var, bu
konuşmanın paragraflarını, iskeletini kendisi belirliyor, iki paragraftan
sonra: Ya Rab-bi bunları
destekleyecek bir âyet lütfeder misin buraya? diyor, yâni ayıp olmasın böyle
sözlerim sırıtıp kalmasın diyerek bir âyet ekliyor. Bir paragraf sonra da: Ya Rasûlallah bunu destekleyecek
bir hadis diyerek, bir hadis okuyor, ondan sonra Volter'e,
Monteskiye'ye, Puşkin’e müracaat ediyor. Böyle bir esperanto yapıyor yâni. Bunun da din olduğunu söylemeye
çalışıyor. Bakın ben bir şeyler söylüyorum, aman beni destekleyin, çünkü ben bu
söylediklerimin tümünü Allah’ın kitabından ve peygamberin sünnetinden alıyorum
demeye getiriyor. Benim dediklerim kitap ve sünnete uygundur demeye çalışıyor.
İnsanlar, bunu
dinleyenler, bu kitaptandır zannetsinler diye böyle yapıyor adam, oysa:
"Halbuki
o kitaptan değildir."
Halbuki o konuştukları, o yazıp çizdikleri kitaptan değil,
kendilerindendir. Onların hiç birisinin kitapla ilgisi yoktur. Yansıması da değil, anlatılması
da değil. Bu Allah’tan değil, bunu anlamalıdır adam.
"Allah’a
yalan iftira yapıyor da, bunu da bile bile yapıyor."
Diyordu
âyet-i kerîme. Burada da bunun farklı bir açılımı ortaya konuyor. Bakalım
Allah ne diyecek:
Evet
elleriyle kitap yazdılar, sonra da dediler ki; bu Allah’tandır. Bu Allah
katındandır. Bunu bize Allah bildirmiştir. Allah böyle buyurmuştur! Din budur!
İman budur! Kitap budur! İslâm budur, başkası değildir dediler. Peki niye
yaptılar bunu? Allah’tan gelmeyen, Allahın söylemediği
şeyleri niye İslâm etiketiyle sundular insanlara? Kendi yazıp çizdiklerini,
kendi söyleyip konuştuklarını niye Allah’a izâfe ettiler? Niye bunu Allah buyuruyor
dediler?
"Bunu
az bir pahaya satıyorlar."
Az bir
pahaya satmak için yapıyorlar bunu. Ya da bununla az
bir değer kazanmak, biraz değerlenmek için yapıyorlar. Çünkü:
Az bir
pahaya satmak değildir. Semen, aslında eder demektir. Hani bir şeyin ederi
denir ya. Meselâ bunun ederi ne? deriz ya. Eğer bunun karşılığında iş yaparsa bir günlük yevmiyedir
bunun değeri. Veya bir tamir karşılığıdır, ya da
bunun ederi yüz bin liradır, iki yüz bin liradır. Bir şeyin karşılığı demektir.
İşte az bir değer. Yâni adamlar bu Allah’tandır derken ne değer kazanıyorlar?
Ne kazansınlar? Azıcık bir şey tabii. Tümüyle dünyayı kazansalar da az, makam
mevki kazansalar da az, evbark bulsalar da az,
arabalar elde etseler de, dükkanlar tezgahlar elde etseler az, az, az..
Çünkü
âyetleri satıp da, yâni âyet konumundan sıyrılıp, âyet atmosferinden
uzaklaşıp, farklı bir hayat yaşayınca elde edecekleri ne olabilir ki bunların?
Ne bulabilecekler yâni? En fazla bulsalar bulsalar, tüm dünyayı bulabilirler.
Ne kadar süreyle sahip olabilirler bu dünyaya? Ölünceye kadar değil mi? Ölünce
herşey bitecektir. Ama bunun karşılığında ne
kaybedecekler? Allah’ın rızasını kaybedecekler, cennet kaybedecekler değil
mi? Halbuki cennete en son girecek kişi bile olsa bunlar tam dokuz dünya
kaybedecekler. Tüm dünyayı dünyada kazansalar bile nihâyet on sene, elli sene,
ölünceye kadar sahip olabilirler, ama cennet öyle değildir değil mi?
Kazandıkları, kazanacakları her neyse kaybettikleri cennetle mukayese edilince
çok azdır. Cennet yanında tüm dünyayı kazansalar bile ne anlamı olabilir de?
Az bir paha
karşılığında satmak için yaptılar bunu. Az bir paha, dünya ile sınırlı olan,
ölümle biten, âhirete intikal etmeyen demek-tir.
Peki bunu yapıyorlar da ne alıyorlar karşılığında? Ne alırsa alsın-lar, tüm dünyayı alsalar bile ne kadar süreyle alabilirler
bunu? Tabiki ölünceye kadar. Müdürlük, ölünce biter.
Bakanlık, dekanlık ölünce bitecektir. Şan, şöhret, diploma, doktora, para, mal,
mülk hepsi ölümle bitecek ve yarına intikal etmeyecek şeylerdir. Bu yaptıkları
şey kendilerine sağlayacak çok küçük dünya menfaatleri yanında ne büyük bir âhiret azabı doğuracak; bunu bir bilebilseler.
Tevrat ve
İncil’i bozup da, Tevrat ve İncil’i tahrif edip de sonra da: İşte bu Allah
kelâmıdır! diyenlere yazıklar olsun! Kur’an’ı tahrif edip,
Kur’an’ı gizleyip, Kur’an’ı
insanlara anlatmayıp, ya da Kur’anda
olmayan bir şeyi ondanmış gibi insanlara sunanlara yazıklar olsun! Veyl olsun onlara. Veyl olsun onlara
da, bu yaptıklarına da. Veyl olsun bu yazdıklarına
da, karşılığında kazandıklarına da.
Tevrat bilgisine, İncil bilgisine, Kur’an bilgisine sahip olan ve bu bilgiyi Allah’ın
kullarına anlatmaları gerekirken, bu bilgiyle yeryüzünde Allah’a kulluk yapmaları
gerekirken, bu kitabın yeryüzünde hâkimiyeti konusunda çırpınmaları
gerekirken, dünya karşılığında satanlara
yazıklar olsun! Makam karşılığında, diploma doktora karşılığında, maaş
karşılığında, sosyal statüler karşılığında Allah kitabını, Allah bilgisini,
peygamber bilgisini satanlara yazıklar olsun.
"Elleriyle
yazdıklarına da veyl olsun onların, bunun
karşılığında kazandıklarına da veyl olsun!"
Herşeylerine veyl olsun onların! Veyl; iki anlama gelir:
1- Birisi
kâfirlere söylenendir. Kâfirler için söylenmiş bir bedduadır. Kur’an-ı Kerimde kâfirler için nerede böyle bir beddua kullanılmışsa
biliyoruz ki bu cehenneme gidesiceler anlamına gelir.
Cehennemin veyline gidesiceler
demektir ki, buradaki bu anlamadır. Kâfirlere denince bu, gidin cehenneme!
demektir. Cehennemin veyline yuvarlanasıcalar
demektir. Cehennemin en aşağısını boylayasıcalar
demektir.
2- Bir de
bu ifade mü'mine söylenince mânâ ayrı olacaktır. O da
yazıklar olsun! Bunu yapmamalıydın! Yapmamanız gerekirdi böyle bir şeyi! Bir mü’min olarak böyle bir şey size yakışmıyor! Keşke yapmasaydınız
bunu! anlamına gelecektir. Çünkü Peygamberimiz sahabeye böyle demiştir. Bir yolculukta
sahabe önde gitti, bir su başında konakladı, abdest
almaya başladılar ve Rasulullah arkalarından yetişti.
Onlar topuklarını düzgün yıkamamışlardı. Topuklarını kuru bırakmışlardı da
bunun üzerine Allah’ın Rasûlü onlara buyurdu ki:
Vay
ateşten bu topukların haline! Yapmasaydınız bunu! Hiç yakışmıyor size!
Diyordu.
Bakın
bunlar, buna da çare bulmuşlar. Allah bilgisini insanlardan gizlemeye
çalışan din adamları sınıfının bu cüretlerinin
sebebini de bundan sonraki âyet-i kerîme şöyle anlatır:
80:"Bu yahudiler, bize ateş sadece sayılı
birkaç gün dokunacaktır dediler. Sor onlara peygamberim: Allah’tan bu konuda
bir söz mü aldınız?"Bir ahit mi aldınız? Allah asla sözünden dönmez."
Diyorlar ki; ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır.
Bizler sadece sayılı birkaç gün cehenneme uğrayacağız. Bu:
Konusunda
müfessirler şunları da rivâyet etmişler:
1- Demişler
ki, bu yedi gündür. Biz sadece cehenneme yedi günlüğüne şöyle bir uğrayacağız,
hepsi bu kadar diyorlar. Yedi gün kadar işte meraklarımızın izalesi için şöyle
bir gezinti yapacağız cehennemde, ondan sonra kesinlikle oradan çıkacağız,
çıkarılacağız diyorlar.
2- Veya
kırk gün demişler. Hani Hz. Mûsâ onları bırakıp da
Tur’a vahiy almaya gitmişti de, onlar da Mûsâ gelinceye kadar Allah’ı bırakıp
buzağıya tapınmışlardı ya, işte bu kadar bir süre,
kırk gün kadar cehenneme şöyle bir uğrayacağız, ondan sora cennete gideceğiz
diyorlar.
Diyorlar
ki; bizler cehenneme gitmeyeceğiz. Bizler, biz âlimler, biz toplumun önderleri
cennete gitmeyecek de şu ümmî, şu cahil, şu hayrı-şerri bilmeyen insanlar mı
gidecekler yâni? Şu halk kesimi, şu bizim kendilerine yol gösterdiğimiz insanlar
mı gidecekler cennete? diyorlar. Eğer bugün dünya üzerinde onları biz
yönlendiriyorsak, onlara biz yol gösteriyorsak, hattâ cennetin pasaportunu,
cennetin olurunu bile onlara şu anda biz veriyorsak elbette öbür tarafta da
biz önde olacağız diyorlar, kendilerini garanti cennetlik görüyorlar.
Öyle ya, hocalar, hacılar, din adamları, Papazlar, Keşişler, Kardinaller
dururken başkaları mı girecekti cennete? Hem Allah’ın bilgisine sahip ol, hem
kitap bilgisine sahip ol, hem onları bilmeyenlere anlatma, hem onları az bir pahaya
sat, hem de cenneti bekle! Olacak şey değildir bu. Ama adamlar böylece
kendilerini avutuyorlar, avunuyorlar kendi kendilerine.
Bizde de
var böyleleri, hem de pek çok. Bizler filan grubun üyeleriyiz,
bizler falan zatın müridleriyiz, kabir suâlimize bile
filanlar cevap verecektir diyenler. Kendilerini mutmain görenler bizde de pek
çok Allah korusun. Biz girmeyeceğiz de cennete Allah sığırları mı koyacak?
Diyerek kendi kendilerini avutanlar. Kendilerini sığırlarla mukayese ederek
oraya herkesten daha lâyık olduklarını iddia edenler pek çoktur. Bakın Allah
buyuruyor ki:
"Sor
onlara peygamberim: Allah’tan bu konuda bir söz mü aldınız?"Bir ahit mi
aldınız?
Bir ahid mi verdi Allah sizlere? Sizler artık bu bilgiye sahip
olduktan sonra, kitap bilgisine sahip olduktan sonra, o grubun, o cemaatın üyesi olduktan sonra, o zata biat ettikten sonra,
ne yaparsanız yapın! Nasıl bir hayat yaşarsanız yaşayın! Kesinlikle sizler
cennete gireceksiniz! Cehennemin yüzünü bile görmeyeceksiniz! Olsa olsa belki sayılı birkaç gün orayı şöyle bir ziyaret
ettikten sonra, meraklarınızı izale ettikten sonra ben sizleri hemen cennetime
koyacağım! diye Allah bir söz mü verdi size? Eğer bunu Allah demişse, bu
konuda Allah’tan bir ahit almışsanız, Allah size bu konuda bir vaad da bulunmuşsa :
"Allah
asla sözünden dönmez."
Allah ahdine sâdıktır. Kesinlikle Allah vadinden dönmez.
Ama Allah böyle bir şey demedi. Deseydi kitaplarının birinde delili olurdu.
Bakıyoruz gönderdiği kitaplarının hiçbirisinde herhangi bir kimse sadece bu
bilgiye sahip olduktan sonra, böyle bir mârifete sahip olduktan sonra, hak
bilgisine ulaştıktan sonra ne yaparsa yapsın, nasıl yaşarsa yaşasın sahip
olduğu bu bilgi sayesinde onu cennetime koyacağım diye bir âyet göndermemiştir
Allah.
Bilmek
yeterli diyor değil mi adamlar? Mârifete ulaşınca kulluğa da gerek kalmaz
diyorlar. Hattâ:
"Sana
yakîn gelinceye kadar da Rabbine ibâdet et!"
(Hicr
99)
Âyetini de böyle anlamaya çalışıyorlar. Yakîne ulaşıncaya kadar kulluk yap! Yakîn
bilgisini elde ettin mi, kulluk biter diyorlar. Yâni mârifete ulaştın mı, Nirvanaya ulaştın mı artık namaz da, oruç da, kulluk da
biter diyorlar. Önemli olan buna ulaşmaktır. Fena fillah
da budur galiba. Allah’la bütünleşme, Allah’la ahbaplaşma. Bu gerçekleşti mi
artık, balta sapını kesmez diyorlar. Artık Allah kendisiyle bütün-leşen, kendisiyle dostlaşan, yani Allahlaşan bir kimseye
azap edemez diyorlar.
Hayır!
Hayır! İş öyle değil, durum sizin bildiğiniz gibi değildir.
81:"Kim bir günah işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa,
işte onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
Tıpkı Nisâ sûresinde olduğu gibi:
"Bu iş ne sizin
kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına
göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka onunla cezalandırılır. Ve
kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı."
(Nisâ: 123)
Evet bu iş,
ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına
göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını görecektir. Kendisine Allah’tan
başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunamaz. Dost bildiklerinizin işi
bitmiştir, yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur artık.
Kim bir
günah işler ve bu günahı onu çepeçevre sarar, çepe-çevre
onu kuşatırsa. Acaba buradaki günahının kendisini kuşatmasını nasıl
anlayacağız? Günahının kişiyi kuşatması ifadesini ulemâ şöyle anlamaya çalışmışlar:
1- İbni Abbas bunun şirk olduğunu
söylemektedir. Şirk bir adamı çepeçevre kuşattı mı artık o kişinin akıbeti
kötüdür. Çaresiz o, kesin cehenneme gidecektir.
2- Kimileri
de günahın kişiyi böyle çepeçevre kuşatmasını şöyle anlamışlar: Kişi günah
işler de eğer tevbe etmeden günahları üzerine ölürse
kesin cehenneme gidecektir. Yâni adam günah
işler fakat tevbe etmeye zaman bulamadan
günahları üzerine ölürse, amelleri onu çepeçevre kuşatmış demektir.
3- Bazıları
da bunu şöyle anlamaya çalışmışlar: Onların amelleri, amelsizlikleri onları
çepeçevre sarmıştır. Bu böyle bir anlık
gafletleri sonucu, bir anlık
dikkatsizlikleri sonucu ortaya çıkmış bir şey değildir. Sürekli bu durumu
yaşamışlardı. Sürekli o günahlarla beraber olmuşlardır. Öyle değil mi? Mü'minler de bazen hata edebilirler. Bir anlık gaflet sonucu,
bir anlık hata sonucu veya geçici bir
duygu sonucu günah işleyebilirler, emre karşı gelebilirler. Ama ilk uyanışla,
ilk hatırlama ile hemen bundan vazgeçerler mü'minler.
A’râf: 201 de bu husus anlatılır:
"Allah’a
karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, hemen
Allah’ı anarlar ve gerçeği görürler."
(A’râf
201)
İşte
müminler bir anlık gaflet sonucu işlenen günahlarından hemen dönerler. Burada
anlatılan da, sürekli bu günahlarla yaşayan, bu günahlar kendisini hiç terk
etmemiş olanlardır. Hani Allah’ın Ra-sûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu: Adam bir
günah işler, işlediği bu günah onun kalbinde siyah bir leke oluşturur. Adam tevbe edip pişmanlık duyunca bu leke silinir. Ama adam tevbe etmez-se bu leke orada
kalır. Sonra ardından bir günah daha, bir günah daha, derken adamın kalbi
simsiyah bir kılıfla örülür ve artık onun kalbi mühürlenir ve duymaz,
duygulanmaz hale gelir diyordu ya; işte burada da
sanki o anlatılıyor.
"Hayır
hayır onların işledikleri günahlar yüzünden kalpleri
paslandırılıp körleştirilmiştir.
"(Mutaffifin:
14)
Âyetinin de
anlattığı gibi bunlar işlediği günahlar yüzünden kalpleri kuşatılmış ve Allah
tarafından kalpleri kapatılmış, mühür vurulmuş insanlardır. Yâni adam bir
günah işler ve işlediği bu günah onun içini, dışını, kalbini, dilini ve tüm
azalarını sararsa. Yâni artık kal-bi de bu günahı kabullenir
hâle gelirse, kalbide o günahtan rahatsızlık duymaz hale gelirse işte o zaman
bu adamın sonu kötüdür. Ama öyle değil de kalbi tamamen küfürle örtülmemiş ve
hâlâ kalbinde imana yer kalmış olanlar, yâni günahı, günah olarak bilip helâl demeyenler, cehennemde ebedî
kalmayacaklardır. Temelde bizim fazla önem ver-mediğimiz
kimi günahlar bizi kuşattıkça, onların bizi cehenneme doğru sürüklediğini
anlıyoruz bundan. Meselâ adam küçük bir günah işledi ve arkasından tevbe etmedi, pişmanlık duymadı, onun arkasından sadaka
vermedi veya hemen bir iyilikte bulunmadı. Ve o günahı da onu kuşattı ise,
artık o günah o kişiyi günahı kabule götürecek, gü-nahı inkâra götürecek, onu iyilik yapmaktan alıkoyacak ve
bu durum da onun cehenneme uğramasına sebep olacaktır.
Aman ha!
Hiç kimse, ne hocanız, ne hacınız, ne âliminiz, ne cahiliniz, ne kadınınız ne
erkeğiniz kendine güvenmesin. Bir günah işleyince hemen arkasından tevbe etsin, pişmanlık duysun, sadaka versin, bir iyilikte
bulunup o günahın silinmesine çabalasın. Değilse bu da olsun bakalım, bu da olsun bakalım,
deyip o günahı hesaba katmayarak yaşarsak; bilelim ki, böyle bir hayatın sonu
cehennemdir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
82:"İman
edip salih ameller işleyenler var ya;
onlar, cennetliktirler. Onlar, orada ebedîyen kalacaklardır."
Ama beri tarafta
iman edenler ve imanlarını amele dönüştürenler, bilgilerini Allah’a kullukta
kullananlar, bilgilerini Allah’ın bilgileriyle destekleyerek kulluğun emrine
verenler, bilgilerinin yaşanması adına ortam oluşturmaya çalışanlar var ya işte onlar da cennet ashabıdır ve onlar da orada ebedî
kalıcıdırlar.
Bundan
sonra yine İsrâil oğullarından alınan bir mîsaktan
söz edecek Rabbimiz. Ama bu âyet bizim kitabımızda olduğu için, bu bizimle de
ahit anlamına gelmektedir. Hani daha önce söyemiştim,
efendim bu âyet yahudilere hitap ediyor, binaenaleyh
bu bizi ilgilendirmez, demek kitabı tahrif anlamına geliyordu. Yâni bakın
Allah İsrâil oğullarından bir şeyler istiyor, şunları şunları
yapın diyor. Peki bu istenenleri biz yapmayacak mıyız? Elbette biz de yapacağız.
O halde Allah, Kur’an’a sahip olan, Kur’an’a inandığını iddia eden herkesten bu ahdi alıyor.
83: “Biz
İsrail oğullarından şöyle mîsak almıştık: “Allah’tan
başkalarına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, yetimlere,
yoksullara iyilik edeceksiniz, insanlara güzel söz söyleyin, namazı ikame edin,
zekatı verin” Sonra sizler, pek azınız müstesna döndünüz; hâlâ da yüz çevirip
duruyorsunuz.”
“Evamir-i
Aşara” olarak bilinen bir on emir vardır. Türkçe’ye de on emir olarak tercüme
edilir. Müfessirlerce Kur’an-ı Kerîmdeki bu bölümün,
on emri anlattığı söylenir. Gerçekten de bakıyoruz on emir vardır içinde ama, Hz. Mûsâ’ya on emir olarak anlatılan bu muydu? Yoksa Hz. Mûsâ’ya anlatılan emirlerden on tanesi mi buydu? Bunu
bilmiyoruz. Yâni Cenab-ı Hakk’ın
bizzat levhalara yazdığı emirler bumuydu? Yoksa bunlar Tevrat’ın içindekiler
miydi? Bunu tam olarak bilemiyoruz. Yâni
bu Cenab-ı Hakk’ın
İsrâil oğullarına Hz. Mûsâ aracılı-ğıyla bildirdiği istekleri, arzuları, emir ve nehiylerinden bir bölümdür. Ama Hz.
Mûsâ’ya ilk gönderilenler mi? Yoksa levhada yazılı gönde-rilenler
mi? Turda Cenab-ı Hak’la karşı karşıya geldiklerinde
verilenler mi? Yoksa başkaları mı? Onları bilmiyoruz. Ama burada on emir vardır.
Şimdi bu on emire bakalım, tabi
İslâm mânâsına, Allah’ın gönderdiği emirler mânâsına bu on emir bizim de on emrimizdir.
Yâni bize de gönderilen on emirdir. Her ne kadar İsrâil oğullarından alıntı gibi
görüntülense de bizim için de aynı şey söz konusudur. Çünkü bakın bizim
kitabımızın bir âyetidir bu. Bakalım nelermiş bunlar:
Biz İsrâil
oğullarından mîsak almıştık. Mîsak;
bağ demektir. Anlaşma da insanı bağladığı için ona da mîsak
denmiştir. Allah’la İsrâil oğulları arasında bir ahit, bir söz alışverişi
demektir bu. Yâni Allah söylemiş, onlar kabullenmiş. Allah emretmiş, onlar da
kabullenmeyi Allah’a arzeylemişler, Allah da bu
kabullenmeleri karşılığında onlara cennet vaâdetmiştir
gibi. İşte böyle bir ahit, bir söz alışverişi olmuştur, bir mîsak
olmuştur aralarında.
Hani Mîsak-ı milli filan diye tarihe mal olmuş bir kelime var ya. Burada da
anlatılan iki taraftan biri Allah, diğeride İsrâil
oğulları olarak gerçekleşen bir mîsaktır. Peki acaba
şartları neymiş bu mîsakın? Hangi konularda mîsak almış onlardan? Ya da hangi
konular üzerine itaat edeceklerine, yerine getireceklerine dair söz vermişler
bu adamlar Allah’a?
"Allah’tan
başkasına kul olmayacaksınız!"
Allah’tan
başkasının kulu kölesi olmayacaksınız! Boynunuzdaki ipin ucunu Allah’tan
başkasına vermeyeceksiniz. Allah’tan başkalarını dinlemeyeceksiniz. Allah’tan
başkalarının çektikleri yere gitmeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının
arzularını yerine getirmeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının kulu-kölesi
olmayacaksınız. Tabi Allah’a kulluk; mutlak mânâda Allah’a kulluğu, mukayyet
anlam da da başkalarına itaati gerektirecektir. Yani
Rabbimizin bu kitabın da sınırlarını belirlediği yasal itaat mekanizmalarından
söz ediyorum. Allah’a kulluk mutlak mânâda O’nu kulluğu gerektirirken, mukayyet
mânâda Allah’ın onlara da itaat edin, onları da dinleyin buyurduğu itaat
mekânizmalarını tamamen diskalifiye anlamına gelmeyecektir. Veya bir başka deyişle
onlara itaat Allah’a isyan, yahut şirk anlamına gelmeyecektir.
Meselâ
Allah ulül emre itaati isteyecek, anneye babaya itaati
veya kocaya itaati isteyecektir. Yerine göre bu itaatler de yine Allah adına
olunca, herşey Allah’a kulluk olacaktır. Yâni boynunuza
Allah ipini takın! Mutlak mânâda Onu dinleyin! Her hâlü
kârda Onun dediklerinin dışına çıkmayın! İtaatinizi Ona verin! Ama Allah
kendisinin dışında kime itaat emretmişse, bazen bazen
onlara da verin demektir bu. Yâni Allah’a itaat yanında onlara da itaat onları
Rab konumunda görme, ya da onlara da kulluk yapma anlamına
gelmeyecektir. Aksine kişinin Allah’ın onlara da itaat edin buyurduğu kimseere itaati de Allah’a itaati anlamına gelecektir.
Çünkü bunu diyen de Allah’tır.
Meselâ
şimdi saat 07.00 de ders için buraya gelin! demekle ben sizin Rabbiniz olmadım
aslında. Ama Allah bu konuda bana böyle bir izin verdi ve sizin boynunuzdaki Allah
ipini ben bu izinle kullandım. Değilse bu konuda benim bu emrimi dinlemeniz
bana kulluk mânâsına gelmeyecektir. Veya kişinin peygambere itaati, halifeye
itaati, babasına, anasına, kocasına, hocasına itaati ona kulluk mânâsına gelmeyecektir.
Yâni:
Sadece Allah’a
kul olun demek, Allah’tan başkasının sözünü dinleyince kâfir olursunuz
anlamına gelmez. Arkadaş bir bardak su verir misin? dedi biri, ötekisi de Allah
isterse veririm değilse veremem! Öyle olmayacaktır tabii. Aslında âyetin bu bölümü
diğer akdi mîsak bölümlerinin tümünü anlatır. Peki
neymiş bu Allah’a kulluk birimleri? Nelermiş bunlar? Şimdi onları anlatmaya
başlıyor âyet-i kerîme:
"Anaya
babaya da ihsanda bulunun."
Veya
anaya-babaya muhsin davranmak. Yâni ana-baba karşısında
da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Yâni gerçekten çok orijinal bir kavram.
İhsan
neydi? İhsan, Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmak. Kişinin yaptığını Allah
huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.
Yâni bakın
burada anaya-babaya itaat isteniyor bir anlamda; ama ana-babaya itaat ederken,
itaat ortamında da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmeyeceğiz. Bu işi yaparken
Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yâni ya Rabbi! sen bana, annene şöyle davran dedin diye
yapıyorum bunu. Sen, bana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum diyerek hem
Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.
Ama onların
bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek
noktaya ulaşınca da o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz.
Anamız-babamız da olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurundayız
ya. Allah kontrolündeyiz ya.
Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak
zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.
Dikkat
ediyorsanız ana-babaya itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerîmede
anaya-babaya itaat edin denmiyor da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ana-baba karşısında
Allah huzurunda olduğunuzu, benim kontrolüm ve murakabem altında olduğunu bir
an bile unutmayın buyuruluyor. Öyleyse anaya-babaya
itaatin birkaç boyutu vardır tabii. Bugüne kadar anladınız, duydunuz,
dinlediniz bu konuyu da inşallah şöyle bir tekrar edelim özet olarak:
1:
Anne-baba bir kere varlık sebebiyle itaate lâyıktır. Bizim varlığımız sebebiyle onlar itaate lâyıktırlar. Ve onların
var olmaları se-bebiyle
itaate lâyıktırlar. Annemiz-babamız bizim sebeb-i
vücudumuz-dur. Yâni senin annen-baban senin varlığına sebep olduğu için ona
itaat edeceksin.
Tamam,
itaat edeceğim; ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest almıyor! İslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok.
Ne olursa olsun onlar senin annen-baban mı? Sen de ondan dolayı mı varsın?
Tamam, sen onlara itaat edeceksin, bir kere; mutlak ölçü budur. Çünkü onların
itaate hak kazanmaları, bizim anamız-babamız olmalarından dolayıdır. Bizim sebeb-i vücudumuz olmaları sebebiyledir. Bunun için iyi
bir müslüman olup olmamaları hiç de önemli değildir.
2- İkincisi
annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke düşürme
konusunda, yâni senin dinini egale etmek, İslâm’ını ekarte etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa, o
zaman sen kenara geç ve dinleme onları! Yâni onlara itaat etme! Ama hemen
onları öldür! İşlerini bitir demek değildir tabii bu. Fakat bu işte ısrar
ediyorlar, üstüne düşüyorlar ve senin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa bu isteklerini,
o zaman onları diskalifiye et! Yâni onları sıfır hale getir! Ya da sessiz hale getir? demektir bunun mânâsı. Hattâ
Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını
ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa o zaman kafasını da kes! Defterini
de dür! ikinci boyut da böyle.
3- Üçüncü
boyuta gelince, dünya işlerinde de onlarla iyi geçin. Ama yanlış anlamayalım,
dünya işlerinde onlarla geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı
çıkma manasına değildir. Ya nedir? İşte geçinin
demektir. Gönüllerini alın demektir.
"Eğer
anan bana seni körü körüne bana şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme.
Ama dünya işlerinde de maruf veçhile onlarla geçin."
(Lokman: 15)
...deniyordu
ya, işte yâni tevhit ölçüsüne dayanarak, İslâm ölçüsü
içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü benim bildiğim;
onları gücendirme, onları küstürme demektir. Gönüllerini alarak, kandırarak
yine bildiğin şekilde Allah’ın senden istediklerini yapmaya devam et demektir
bunun mânâsı.
Ama
mubahlardan biri de eğer onları kandırabilirsen, gönüllerini edebilir, ikna
edebilirsen sen istediğini yap. Ama sen istemezsen mutlaka onların dediğini
yap. Başka çaren yoktur çünkü.
Meselâ
babam bana burada otur mu dedi, ya da oturma mı dedi.
Orada oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, babam bu ikisinden birini
isterken, neden bunu istiyorsun? Senin zevkine mi uyacağım demeye hakkımız
yoktur. Ama baba, bak burası daha güzel. Burada oradan daha rahat ederim
filan diyerek kandırabilirsen tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği
yerde oturmak zorundasın. Veya meselâ benim babam bugün buraya gelmeme engel
olursa, eğer size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu kandırabilirsem
o ayrıdır tabii. Benim bildiğim anaya-babaya itaatin sınırı da işte bu
olacaktır. Üç kademede düşünebiliyorum.
Bir kere
mutlak mânâda onlar itaate lâyıktır. Onlar iyidir diye, müslümandır
diye değil, anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken benden
şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim,
duymayıvereceğim, anlamayıvereceğim, unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse
engel koyacağız, fakat dünya işlerinde de onlara hoş görünmeye çalışacağız.
Yâni anne ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu
asla unutmayacağız. Onlar hatırına Rabbimizi darıltacak bir noktaya düşmemeye
çalışacağız inşallah.
Ama şu
bizim mevcut uygulamada ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet
makamına geçmelerini sağlıyor ki, bu konuda daha titiz
davranmak zorunda kalacağız. Yâni adam diyor ki, illa da benim dediğim olacak.
Zevkini tatmin için değil; ama belki enaniyetini putlaştırmak
için diyorsa, onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onun bu
hareketi, kendini Rab makamında görmesinden ötürü bir zulümdür. Öyle olunca da
artık burada konu anneye-babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne
engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat edeceğiz. Onların her
dediklerini yaparak onları putlaştırmamaya dikkat edeceğiz.
Tabi bunu da nasıl ayarlayacağımız
konusu da ayrı bir konudur. Tıpkı bıçak sırtı gibi bir şey. Bir yana kaydı mı
öbür yandan kaya-caktır, ikisinin ortasında durmak
çok zordur yâni.
Bir özet yapalım ve geçelim:
Anaya babaya ihsan:
a- Onları
hayra, hakka teşvik etmektir. Babamız-anamız olarak sürekli onları hayra teşvik
edeceğiz. Allah’ı hoşnut edecek amellere teşvik edeceğiz. Onları hep cennet
yolunda tutmaya, cehennem yollarına barikatlar koymaya çabalayacağız.
b- Onlara
karşı merhametli davranmaktır. Onlara karşı hep merhamet edeceğiz. Onlar
üzerine tıpkı onların biz küçücükken bize karşı rahmet ve merhamet kanatlarını
gerip bizi korudukları, kolla-dıkları gibi biz de
onların üzerine rahmet ve merhamet kanatlarımızı gereceğiz. Onların cehenneme gidişlerine
göz yummayacağız.
c- Allah’ın
size ulaştırdığını siz de onlara ulaştırın demektir. Allah’ın bize ulaştırdığı
gerek kitap bilgisini onlara ulaştırmak şeklinde, gerekse Allah’ın bize
lütfettiği rızıklardan onlara vererek onlarla paylaşmadan
yana olacağız.
d- Onları
cennete götürmenin savaşını verin demektir. Yâni onlara cennet yollarını açıp
onların cehennem yollarına barikatlar koyun demektir.
Evet işte
böylece ana-babalarımıza karşı muhsin davranacağız.
Onlar karşısında hep Allah huzurunda olduğumuzun, onlardan önce Allah’ı darıltmamamız
gerektiğini unutmayacağız. Onların Allah’ın emir ve arzularıyla çatışan arzu
ve isteklerini yerine getirerek, onları putlaştırarak Rabbimizi darıltma
durumuna düşmeyeceğimiz gibi, onların hiçbir isteklerini yerine getirmemek
şeklinde de Rabbi-mizin ihsan emrini çiğnemeyeceğiz.
Hep Allah huzurunda olduğumuz bilincinde olacağız. Başka kimlere karşı ihsan
istiyormuş Rabbimiz?
"Akrabaya
da ihsanda bulunun."
Akrabaya
iyilikte bulunmak da aynı mânâlara gelmektedir. Malla, l
"Yetim
ve miskinlere de ihsanda bulunun."
Yetim ve
miskin. Toplumda ortadan kaldırılmaları mümkün olmayan bu iki gruba da
iyilikte bulunun. Yâni bu iki grubun ortadan kaldırılması mümkün değildir.
Bunlar toplumda her zaman var olacaktır. Çünkü ne yaparsanız yapın birilerinin
anası ölecek, babası ölecek ve yetim kalacaktır. Bu iki gruba da ihsan edin. Yetim
ve miskinlerden kimisinin kafası açtır, kimilerinin kalbi, kimilerinin de
midesi açtır. Onların bu üç bölgelerini doyurmayı ihmal etmeyin. Kafanın gıdası
bilgidir, kalbin gıdası iman, midenin gıdası da helâl rızıktır.
Öyleyse toplumda var olan bu
yetim ve miskinlerin sadece midelerini doyurmakla iş bitti zannetmeyin.
Onların kafalarını İslâm bilgisiyle, kulluk bilgisiyle doyurun, kalplerini de
Allah’ın istediği imanla doyurun. Yâni yetimlere, analı babalı olanlar gibi bir
dünyada yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Miskinlerin de paralı pullu
olanlar gibi yaşatılmasını sağlamak üzere ihsanda bulunun. Yediğinizden yedirip,
giydiğinizden giydirip, onların huzurunu sağlamaya ve onları kendi hayat
standartlarınıza çıkarmaya gayret edin.
"Bir
de insanlara güzel söz söyleyin."
Güzel söz
insanların hoşuna giden söz demek değildir. Allah’ın hoşuna giden söz
güzeldir. İnsanları hoşnut edecek sözler güzel değildir, Allah’ı hoşnut edecek
sözler güzeldir. Hani Allah’ın Rasû-lü bir hadislerinde bunu şöyle anlatıyordu:
"Gerçek
müslüman müslümanların
elinden ve dilinden sâlim olduğu, selâmette kaldığı kimsedir."
Müslümanların
elinden ve dilinden mutazarrır olmadığı kimse en faziletli mü'mindir,
buyurur Allah’ın Rasûlü. Ama bu demek değildir ki emr-i bil’marûf yapmayan, haddi
uygulamayan, insanları cezalandırmayan kişidir. Halbuki bu yukarıda sayılanlar
insanları her zaman rahatsız edecektir. O halde insanları nelerin rahatsız
edeceğini bilmek zorundayız. Ya da insanları rahat,
veya rahatsız etmenin ne demek olduğunu bilmek zorundayız. Gerçek rahat dünya
rahatı değildir. İslâm, rahat ve saâdet kaynağıdır. İslâm, kişiye ebedî
saâdet kazandırmak, kişiyi daru’sselâm’a götürmek
için gelmiştir. Gerçek rahat ve gerçek saâdet de selâmet ve rahat yurdu olan ahiretteki saâdettir.
Öyleyse
kişinin elinden ve dilinden sadır olan şeyler insanları daru’sselâma,
saâdet yurduna götürüyorsa, konuştuğu ve yaptığı şeyler müslümanları
daru’s-selâma, yâni cennete götürüyorsa; işte bu mü'min, en hayırlı mü'mindir.
Yoksa burada anlatılan sadece insanların
dünyadaki saâdetlerini sağlamak değildir.
Allah’ın Rasûlü insanları recm ederken ve
savaş için onları Bedir’e götürürken, hırsızlık yapan kişinin elini keserken,
belki onları dünya açısından rahatsız ediyordu, ama daru’s
selâm saâdetlerini ha-zırlıyordu onların. Yâni cennete kazandırıyordu onları.
Öyleyse insan-lara söz söylerken hayırlı ve
maslahata uygun söz söyleyeceğiz. Bulunduğumuz makam, bulunduğumuz konum neyi
gerektiriyorsa onu söylemek zorundayız.
Madem ki insanlar benim elimden
ve dilimden sâlim olacaklarsa, öyleyse ben de hiç konuşmayıvereyim, dilimi
tutuvereyim demenin de anlamı yoktur. Aksine bulunduğumuz makam neyi
gerektiriyorsa, Allah ve Rasûlü neyi konuşmamızı
istiyorsa onu konuşmak zorundayız. İşte o zaman müslümanlar
bizim elimizden ve dilimizden sâlim olurlar. Ama öyle değil, ağız değil de
bizden açılacak olan, cehennem çukurlarında bir çukur olacaksa işte o zaman
susmak zorundayız.
Evet,
insanlara güzel söz söyleyin denmiş, sadece müminlere değil. Tüm insanlara
güzel söz söylemek zorundayız. İnsanları cennete götürücü söz söylemek
zorundayız. Bu güzel söz konusunda Fussilet sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurulur:
"Doğrusu
ben kendini Allah’a verenlerdenim? Diyen ve salih
ameller işleyen ve de Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim
vardır".
(Fussilet
33)
Tabii
buradaki insanlara güzel söz söylemeyi iyilikle emretmek ve kötülükten
menetmek şeklinde anlamışlar. Bir de biliyoruz ki:
"Sözlerin
en güzeli kelâmullahtır."
Öyleyse en
çok konuşacağımız şey Allah’ın kelâmı olsun.
İnsanlara en çok duyuracağımız, en çok sözcülüğünü edeceğimiz vahiy
olmalıdır. İnsanlara insan sözü değil Allah sözü taşıyacağız. Zira sözlerin en
güzeli Allah sözüdür. Kelâmların en cennete götürücü olanı Allah’ın
âyetleridir.
"Bir
de namazı ikâme edin ve zekâtı da verin."
Yâni bütün
bu yukarıda sayılanları yapabilmek için de namazı ikâme edin, zekâtı da verin!
Peki niye böyle bir bağ kurduk? Yâni anaya babaya ihsanda bulunmak, insanlara
iyi davranmak, yetimle, miskinle iyi bir diyalog kurmak ve Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde kul olmayı becerebilmek için sizin Allah’a ihtiyacınız var,
sakın ha Allah’la diyalogu kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog imkânı
bulun.
Ve zekâtı
da verin, yâni bunu o insanlara da ulaştırın. Namaz, Allah’tan mesaj alma
işidir; zekât da Allah’tan alınan bu mesajın insanlara ulaştırılma
ameliyesidir. Veya namaz bireysel bir kulluk, zekât da toplumsal bir
kulluktur. Öyleyse gerek bireysel gerekse toplumsal tüm hayatınızda Allah’a
kul olun. Sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Onun hoşnutluğunu arayın.
Yâni ben gelip sana zekâtımı
verirken sana şunu demek zorudayım: Arkadaş, Allah
bana değişik yollarla mal göndermiş, Allah sayesinde, namaz sayesinde, namaz
vasıtasıyla Allah’la kurduğum diyalog sayesinde anladım ki bunların hepsi benim
değilmiş, Allah diyor ki senin de bunun içinde hakkın varmış. Al kardeşim bu
senindir demem gerekirdi ya, işte Allah’tan gelenin
bireysel planda kendi şahsımda uygulanmasına namaz veya Allah’tan mesaj alma
ameliyesine namaz, ama bunun topluma indirgenmesine de zekât diyoruz.
Zekât malî
bir kulluktur, namaz ise bedeni kulluktur. Zekât toplumsal bir kulluk, namaz
ise bireysel bir kulluktur. Ama namaz Allah’la diyalogdur, zekât da namazla
aldığımız bu mesajın topluma indirgen-mesidir.
Evet sizden
böyle bir mîsak aldık. Size bunu böylece dedik; ama
pek azınız müstesna bu mîsakı bozdunuz. Çok azınız
müstesna. Bu müstesna azınlık zaten daha önce de bu anlaşma gereğince Tevrat’la
amel eden, yâni dinlerinin emirleri gereğince hayat süren insan-lardı ve şimdi de son peygambere iman edip yine aynı mîsakı en güzel şekilde yerine getiren insanlardır.
Bu istenenler kişinin kişisel dünyasını
ilgilendiren kulluklardır. Yâni bir kişinin başka kimsenin yardımına ve desteğine
ihtiyaç duymadan, kendi başına yapabileceği kulluklardır. Zekât da namaz da
toplumsal bir yardımlaşma sonucu ifa edilecek kulluk değildir, kişinin kendi görevidir bunlar. Yâni namaz kılan da
zekât veren de kişidir. Toplum yapmaz onu.
Toplumsal bir görevle bireysel bir görevin
örneğini şöyle verelim: Bunu karıştırıyoruz gibi. Özellikle cemaat olalım diyenler
de karış-tırıyorlar galiba. Yemek yemekle, yemek
yapmak arasında fark vardır. Meselâ yemek yapmak bireysel bir faaliyet de
olabilir, toplumsal bir faaliyet de olabilir. Birisi tuzunu, birisi yağını
getirir, birisi domates doğrar, öbürü suyunu koyar, ötekisi ateş yakar gibi
hepimiz birden yemek yapabiliriz. Veya bir tek insan kendi başına da yemek
yapar. Ama yemek yeme konusu böyle değildir. Yemek yeme konusu toplumsal ve
bireysel olmaz. Beraber yesekte, kendi başımıza
yesek de bu bireysel bir harekettir. Yâni hepimiz otursak da, hepimiz kendimiz
yiyoruz demektir. Herkes kendine, kendi karnına yiyor olacaktır. Evet topluca
yiyoruz ama sonuçta herkes kendisi yiyor.
İşte aynen bunun gibi zekât da
iki kişi arasında bir ameliyedir, ama aslında bir kişidir veren, bir kişidir
alan. Adam bireysel iş yapıyor demektir.
Ama savaş
öyle değildir. Esir olmak ve esir kurtarmak öyle değildir. Yâni bunlar bir
kişinin yapabileceği bir şey değildir, bu toplumsal bir iştir. Veya devlet
yönetimi bir kişinin işi değildir, toplumsal bir iştir. Savaşı da, devlet yönetimini
de bir tek kişinin bireysel olarak gerçekleştşrmesi
mümkün değildir. İşte bundan sonra bakın toplumsal mîsak
maddeleri sayılmaya başlanacak.
84:"Hani
sizden yine mîsak almıştık, söz almıştık."
"Birbirinizin
kanlarını dökmeyecek, birbirinizi öldürmeyeceksiniz diye."
"Ve
kendi nüfusunuzu diyarınızdan yurdunuzdan çıkarmayacaksınız diye."
Yâni
birbirinizi göçe zorlamayacaksınız. Savaş konusunda, ya
da devlet konusunda, ya da diğer devletlerle toplumsal
ilişkilerinizde de bu kurallara uyacaksınız. Kan dökmek yok, kan dökmeye
yönelik hareket yok, kan dökmeye izin yok, bir de kan dökmenin de ötesinde
birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmaya da izin yok.
"Sonra
sizler buna ikrar da verdiniz."
Bunlara riâyet edeceğiz diye söz de verdiniz.
Bu Allah yasalarına riayet edeceğiniz konusunda Rabbinize ahitte bulundunuz.
"Üstelik
hepiniz birbirinize şahit bulunuyordunuz."
Yahut da
bunun böyle olduğuna bugün de şahitlik edecek kadar bilginiz vardı. Bu ahid sizden alındı da. Peki ne zaman? Hz.
Mûsâ döneminde. Ne zaman? Hz. peygamber dönemine
kadar her bir dönemde bu ahdi siz verdiniz de.
85:"Sonra
sizler birbirinizi öldürüyorsunuz. İçi-nizden kimilerini
vatanlarından çıkarıp sürgün ediyorsunuz. Onların aleyhinde kötülük ve
düşmanlık konusunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz. Ve şâyet onlar düşman
elinde esir olarak size gelirlerse mal karşılığında esir mübadelesi
yapıyorsunuz. Halbuki onları sürgün etmek de size haram kılınmıştı. Yoksa siz
kitabın bir bölümüne inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların
cezası ancak dünyada rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar.
Kıyamet gününde ise azabın en kötüsüne, en şiddetlisine itileceklerdir.
Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."
Ya da sizler, yâni şimdiki sizler öyle kimselersiniz ki
kendilerinizi, kendinizden olanları öldürüyorsunuz. Ya
da toplum olarak sizler şu anda yahudi milleti olarak
intihar ediyorsunuz. Bu yaptıklarınızla sonunuzu hazırlıyorsunuz. Allah’a
verdiğiniz bu ahitlerin aksine hareketle şu anda sonunuzu hazırlıyorsunuz
demektir bunun mânâsı.
"İçinizden
kimilerini vatanlarından çıkarıp sürgün ediyorsunuz."
"Onların
aleyhinde kötülük ve düşmanlık konusunda birleşiyor ve
yardımlaşıyorsunuz."
Yâni
kötülükte ve düşmanlıkta birbirinize arka veriyor ve kötülükleri topluca
işliyorsunuz.
"Ve
şâyet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, mal karşılığında esir
mübadelesi yapıyorsunuz."
Yâni
fidyelerini ödeyip onları kurtarmaya da kalkışıyorsunuz. Veya onlar size esir
olarak geldikleri zaman da onlardan fidye almaya kalkışıyorsunuz.
"Halbuki
onları sürgün etmek de size haram kılınmıştı."
Rivâyetlere
göre Beni Kureyza yahudileri,
müşrik Araplardan Evs kabilesinin müttefiki, Beni Nadır yahudileri de yine müşrik
Araplardan Hazrec kabilesinin müttefikiydi. Bu yahudiler müttefiki bulundukları kabileler birbirleriyle
savaşınca karşılıklı olarak onlara yardım ederler, birbirlerini öldürürler ve vatanlarından
sürgün ederlerdi. Birbirlerine yahudi olanlardan
esir düşenleri de fidye ile kurtarmaya çalışırlardı.
Allah diyor
ki; bu ne biçim iştir? Hem onları, kendinizden olan yahudileri
öldürmek için savaşıyorsunuz, hem de fidye ile onları kurtarmaya çalışıyorsunuz.
Bu nasıl iştir? Bunlar bu tür bir yargılama ile karşılaştıkları zaman da
diyorlar ki, bu fidye kitabımızın emridir. Kitabımız kardeşlerimiz hakkında
fidyeyi emretmektedir. Böyle bir durumda fidye vererek yahudileri
kurtarmak zorundayız bizler. Eğer onlar sizin kardeşlerinizse niye
vatanlarından çıkarıyorsunuz? Niye onları öldürmeye çalışıyorsunuz? Değilse
niye fidye vermeye çalışıyorsunuz? Sürgün ederken bu adamalar sizin
kardeşleriniz değilken, fidye vermeye gelince sanki kardeşleriniz oluyorlar.
Veya fidyeyi emre-derken sanki kitabı dinlediğini iddia eden sizler,
savaşırken, sürgün ederken sanki o kitap sizin kitabınız değil. Bu nasıl iştir
böyle? İşinize gelen yerde kitaba sığınıyorsunuz, ama işinize gelmeyen yerde
kitabı diskalifiye ediyorsunuz.
Sonra
buyurur ki Allah:
"Yoksa
siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Kitabın bir
kısmını gündemde tutuyorsunuz da, bir kısmını örtmeye mi çalışıyorsunuz?
Kitabın bir kısmının mü'mini oldunuz da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? Bir kısmını gündeme getirip, onları eyleme dönüştürme
çabası içine giriyorsunuz da, bir kısmını görmez-likten
gelmeye mi çalışıyorsunuz? Ne bu haliniz? Denilmektedir.
Bu hemen hemen bugün bütün müslümanların
derdidir. Bugün de bakıyoruz bir bölüm âyetler gün yüzüne çıkarılırken, bir
kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir kısım âyetler hep gündemde
tutulmaya çalışılırken, bir kısım âyetlerde duyulmasın diye âdeta ağıza bile alınmamaya çalışılıyor.
Kaplıcalara
gitmiştim, bir adamın pansiyonunda kaldım, böyle namazında, abdestinde
hoş bir adam. Bir gün bana dert yandı adam. Dedi ki vallahi arkadaş ben ne yapacağımı
şaşırdım, hacı efendi, hoca efendi bir yığın insan geliyor, namaz kılan insanlar
çoğu. Namazdan çıktık, baktım ki namaz kılan bu adamlar şortla,tesettüre uygunsuz
bir şekilde banyoya giriyorlar. Hiç tesettüre riayet etmiyorlar. Birini
çağırdım ve dedim ki: Ya hacı gel bize gidelim de
tavuğun biri şaşırmış yolunu, herhalde bizim bahçeye gelmiş, ben de tuttum kestim,
pişirdim ve hazırladım, gel beraber yiyelim, boş ver kimseye haber vermeyelim
dedim diyor. Adam bir irkildi şöyle diyor, yahu hacı efendi olur mu? Haram
filan demeye çalıştı diyor. Ya? dedim, demek çalınmış
tavuğu yemek haram da açık saçık hamama girmek helâl mı? Dedim diyor.
Bakıyoruz müslümanların
hayatına, Allah hayatının bir bölümüne karışıyor, sanki öbür bölüme
karışmıyor. Devlet bilmem ne parasını kesmiş, on gün sonra vereyim ama yüzde
şu kadar fazla vereyim diyor, adam başlıyor araştırıp soruşturmaya, bu yüzdeyi
ne yapacağım diye. Bu bölüme Allah karışıyor da öteki bölüme sanki Allah karışmıyor.
Yâni kazancının diğer bölümünü hiç sormuyor, sanki Allah o bölüme hiç karışmıyor.
Veya işte fâizli, kredili
kooperatiflerde danışmanlık yapmak veya mimarlık, mühendislik yapmak işine
yanaşmıyor da müslüman, fâizli diyor, olmaz bu diyor,
ama sanki öbür kooperatifler caizmiş gibi hiç sormuyor adam.
Veya
gelininin gelinliğini düşünüyor da adam, eşyasını hiç düşünmüyor. Veya evinin
eşyasını düşünürken adam komşusunu düşünmüyor. Ya da
kazanırken düşünüyor adam da harcarken düşün-müyor.
Harcarken düşünüyor da kazanırken düşünmüyor. Allah sanki hayatının bir bölüme
karışıyor öbür bölüme karışmıyor gibi çok tuhaf bir iş. Bakın Rabbimiz
buyuruyor ki:
"Kitabın
bir kısmına inanırsınız da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Bizim esmer
arkadaşlar, eskiden sepet örerler ve satarlardı. Böyle büyüklü küçüklü.
Sorarlardı kaç lira bu sepet? İşte üç lira, beş lira o zamanın parası. Adam
eline alıp, yahu pek de küçükmüş! filan deyince, büyüğünü eline alıp birbirine
vurarak, bunu görün de, hunu görmen mi? derdi. Yâni müslümanlar da sanki bunu görüyorlar ama bunu görmüyorlar.
Meselâ ekmek kırıntılarının yere
dökülmesine tahammülü ol-mayan, bu konuda çok hassas davranan kimi müslümanlar hanımla-rının,
kızlarının sokaklarda el âlemin ayaklarının altında sürünmesini hiç
göremiyorlar.
Veya annesini bir hafta görmeden
yaşamanın caiz olmadığını bilen ve buna tahammül edemeyen kimi müslümanlar aylar yıllar Allah’ın kitabıyla görüşmeden yaşayabiliyorlar.
Bunu görüyorlar da bunu görmüyorlar. Sanki Allah hayatının bu bölümüne
karışıyor da, şu bölümüne hiç karışmıyor.
Bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir, fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme getirirken öteki
âyetleri sanki gör-mezden geliyorlar. Tamam bunlar da
var, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama ötekiler de bilinmelidir.
Meselâ bakıyoruz bir başka müslüman grup da işte
vatan, devlet, nizam, intizam, Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden,
hükmetmeyen filan, bir tek orayı okuyor; o da öteki bölümleri sanki atlamaya,
kapatmaya çalışıyorlar.
Bir başka
grup müslüman da kıssa ile başlıyor, kıssa ile bitiriyor.
Sanki Kur’an’da kıssadan başka âyet yokmuş gibi
sadece bunları gündeme getiriyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da,
bunlar da okunmalı, bunlar da gündeme getirilmeli de, ama bakıyoruz müslü-manlar bir bölümü alırken
diğer bölümleri ihmal ediyorlar. İşte bu iyi değil. Ama şöyle bir mâzeretten
dolayıysa bu caizdir. Meselâ şu anda Bakara’yı okuduğumuz için Âl-i İmrân’dan söz edemiyorsak, okumaya, öğrenmeye devam
ettiğimiz sürece bu caizdir. Ama hep yerimizde sayıyorsak bu kötü işte.
Hocanın
birinin hutbe kitabını çaldılar. Adam kırk senedir aynı kitaptan hutbe okurdu.
Önümüzdeki inci gününün ın cı
günü diye yazar kitapta. Meselâ kadir gecesi veya miraç gecesi diyecek ya ve her yıl bunların tarihleri değişecektir ya, işte o ın cı
dan önceye bunları yerleştirerek okurdu hutbelerini, tuhaf bir adam. Bir gün çalmışlar hutbe kitabını muzibin biri
de cebine bakkal defterini yerleştirmiş. Eh komşular gelelim bamyanın
faziletine! demiş, öyle alıp, alıp da borcunu ödememek de olmaz! Oradan
okumaya başlamış. Yâni nedense böyle müslümanlar hep
yıllar yılı aynı şeyleri söylüyorlar, bu çok kötü bir şeydir. Hep aynı grup
aynı şeyleri söylüyor bu da kötü. Ya ne yapacağız?
Öğrenmeye devam edeceğiz. Öğrendiğimiz bölümü öğrendikçe gündeme getireceğiz,
bunu kendimize dert edineceğiz, din edineceğiz. Öğrendiğimiz bölümün de her
zaman eksik olacağını bileceğiz, bunun şuurunda olacağız.
Kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? Bunun sonucunun ne demek olduğunu bilir misiniz siz?
"Böyle
yapanların cezası ancak dünyada rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva
olacaklardır bunlar. Kıyamet gününde ise azabın en kötüsüne, en şiddetlisine
itilecek-lerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil
değildir."
Dünyada
rüsvalık. Bunu tattılar da zaten dünyada. Bu âyetlerin gelmesinden kısa bir
süre sonra Beni Kureyza yahudileri
toptan öldürülmekle, Beni Nadir yahudileri de
yurtlarından sürülüp çıkarılmakla bunu bizzat dünyada tatmışlardır.
Bu
alçaklar, bu yahudiler sırf müşriklere, putlara,
putçulara destek olmak için kendi kardeşlerini hedef alıyorlardı. Yaptıkları
iş, putların ve putçuların işlerine yarıyordu. Birbirleriyle vuruşmaları putperestlerin
işine yarıyordu.
Bugün de müslümanların kardeşleriyle vuruşmaları kâfirlerin işine
yaramaktadır. Onlar birbirleriyle vuruştukça putçular kazanıyor. Dün İsrâil
oğulları böyle yapmıştı, bu gün İsmail oğulları da aynı şeyleri yapıyorlar.
Kitabı
parçalayıp onun bir kısmını kabul edip bir kısmını reddediyorsunuz öyle mi?
İşinize gelenleri kabul edip, işinize gelmeyen-leri
de reddediyorsunuz öyle mi? Nereden aldınız bu yetkiyi? Kimden aldınız bu izni?
Bakara’dakileri
kabul ama Âl-i İmrân’dakileri red,
bu nasıl bir şeydir böyle? Kur’an’ın namazını kabul
edip, hukukunu reddetme biçiminde, Kur’an’daki
ibâdet âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik
düzenlemelerine gelince hayır demek biçiminde, Kur’an’ın
orucunu kabul ama aynı kitabın siyasal bakış açısına gelince, sosyal yapılanmalarına
gelince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını reddetme
yetkisini kimden aldınız?
İşte
bugünkü İslâm dünyasının bu hale düşmesinin yasası budur. Bu ümmet kitabıyla diyaloğunu kestiği için, kitabından işine gelenleri alıp
işine gelmeyenleri terk ettiği için bu hale gelmiştir.
Sizden kim bunu yaparsa, yâni
kitabın bir kısmını kabul eder de bir kısmını reddetmeye kalkışırsa, ya Rabbi sen bu işi bilememişsin! Halbuki bu kitabın bir
kısmını indirip, bir kısmını indirmemeliydin? Dercesine Allah’a akıl vermeye
kalkışırcasına böyle ikilemli bir hayatın peşinde olanlar, bir bölümü kitap
kaynaklı, ama geri kalan bölümü de başka şeyler kaynaklı bir hayata razı
olanlar, hayatlarının sadece bir bölümüne Allah’ı karıştırıp geri kalan bölümlerde
başka İlahlar, başka Rabler bulanlar, işte bunu yapanlar için dünya hayatında
rüsvalık vardır. Hepsi de rüsva olmuşlardır. İşte bizim halimiz, şu anda bu
ümmet de iliklerine kadar bu rüsvalığı yaşamaktadır.
Allah
korusun işte vaziyetimiz. Herşeyimizle reziliz. Ekmeği-mize sözümüz geçmiyor,
yiyeceğimize sözümüz geçmiyor, şehrimize sözümüz geçmiyor, okulumuza sözümüz geçmiyor,
kuralımıza, kaidemize sözümüz geçmiyor,
evlenmemize-boşanmamıza sözümüz geçmiyor, alacağımıza-vereceğimize,
düğünümüze-derneğimize hiç bir şeyimize sözümüz geçmiyor.
Tam rezillik işte. Bundan daha büyük bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil
ve rüsva bir hayat. İnsan bu kadar şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah korusun
işte bu hale gelmişiz.
Ama iş
bununla kalsaydı neyse. Yâni iş sadece bu dünyada rezil ve rüsva olmakla
kalsaydı. Hayır iş bununla da bitmiyor. Ahirette de
onlar için azapların en kötüsü vardır diyor Rabbimiz. Kıyamet gününde onlar
azabın en kötüsüne atılacaklar, reddolunacaklar. En
şiddetli azap, dayanılmaz bir azabın ötesinde yine dayanılmaz bir azap.
Bilmediğimiz ama korunmak zorunda olduğumuz bir azap.
86:”İşte
onlar âhirete karşılık dünya hayatını satın
alanlardır. Onun için bunlardan azap hafifletilmez, bunlara yardım da
edilmez."
Bunlar
cenneti kaybetme pahasına dünyayı tercih edenlerdir. Dünya ve dünyalıklar
karşılığında cenneti satanlar, bâkiyi verip de fâniye talip olanlar, değerliyi
bırakıpta değersizin peşine düşenlerdir. Bundan
dolayı onların azapları hafifletilmeyecek ve onlara yardım da edilmeyecektir.
İsrâil oğullarına hitap devam ediyor:
87:
“Muhakkak ki biz Mûsâ’ya kitabı (Tevrat’ı) verdik. Ve ondan sonra da birbiri
ardınca peygamberler gönderdik. Ve Meryem oğlu İsa’ya da beyyinat
(deliller) verdik. Ve onu Ruhu’l-Kudüs’le de teyit
ettik. Artık size bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse
her defasında bunu kibrinize yediremeyerek bir kısmını yalanladınız, bir
kısmını da öldürdünüz"
Hz. Mûsâ’ya verilen kitap, insanlar için bir Furkân özelliğine sahip olan, hakkı bâtılı birbirinden ayıran, hakkı bâtılı fark ettiren Tevrat’tır.
Rabbimiz
yeryüzündekileri hiçbir zaman bu kitap ve hidâyet nîmetinden mahrum
bırakmamıştır. İnsanlar, Allah’ın kulları her ne zaman haktan sapmışlar, her
ne zaman yollarını kaybedecek duruma gelmişlerse, Allah hemen bir elçiyle
beraber hidâyet göndermiş ve onlara doğru yolu göstermiştir. Dönem geçip insanlık yeniden sapmayla karşı karşıya geldiğinde,
tekrar bir elçi daha göndermiştir. Kitaplar, sahifeler,
suhuflar, sözlü vahiyler yeryüzüne sürekli indirilmiştir.
İşte bir
dönemin başında da Rabbimiz Hz. Mûsâ’yı göndedi. Hz. Mûsâ’ya gönderilen
bir kitap ve onun arkasından da peş peşe gönderilen peygamberler ve kitaplar.
Hz. Mûsâ’dan (a.s) sonra Hz.
İsa’ya (a.s) kadar kimileri Kur’-an’da isimleri zikredilen Dâvûd,
Süleyman, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Ze-keriyya,
Yahya gibi ki bunlardan Zekeriyya ve Yahya (a.s) Hz. İsa’nın (a.s) çağdaşıdır. Aynı dönemde yaşamış peygamberlerdir
bunlar.
Ve bir de
bunların dışında Kur’an’da isimleri zikredilmeyen yüzlerce
elçiyi İsrâil oğullarına göndermiştir Rabbimiz. Yuşa,
İşmuil, Şem'un, Şaya, Armiya, Üzeyr,
Hazkil gibi yüzlerce elçi. Allah’ın kutlu peygamberlerinden
kimileri öldürülmüş kimileride reddedilmiştir.
Allah tüm
bu elçileri bir zamanlar İsrâil oğullarına gönderdi. Bunlar da aynen
kendilerine kitap gönderilen peygamberler gibi yolunu kaybeden insanlığa yol
göstermişler, onları kulluğa davet etmişler, Rab ve İlâh olarak yalnız
Allah’ın bilinmesi konusunda insanlığı uyarmaya devam etmişlerdir.
"Ve
Meryem oğlu İsa’ya da beyyinat (deliller) verdik. Ve
onu Ruhu’l-Kudüs’le de teyit ettik."
Âyet-i
kerîmede anlatılan "Beyyinât" Beyyine, gün gibi açık delil demektir. Apaçık, ayan beyan
deliller demektir. Meryem oğlu İsa’ya verilen bu Beyyinât
konusunda şunlar söylenmiş:
1-
İncil’dir demişler.
2- Hz. İsa’ya verilen mûcizelerdir demişler. Ölüleri
diriltmek, hastaları iyileştirmek, çamurdan kuşa üfleyip canlandırmak, anadan
doğma körleri ve deri hastalarını iyileştirmek gibi Cenab-ı
Hakkın Hz. İsa’ya verdiği mûcizelerdir denmiş.
İşte
kendisine Allah tarafından verilen İncil ve diğer âyetlerle Hz. İsa (a.s)’da tıpkı Hz. Mûsâ
(a.s)’ın gerçekleştirdiğini gerçekleş-tirdi.
Kendisinden önceki Dâvûd (a.s) gibi İbrahim (a.s)
gibi peygamberlerin davetlerini yeniledi, o da diğer tüm peygamberler gibi
insanlığı Allah’a kulluğa davet etti.
"Ve
bir de onu, (Hz. İsa’yı) Ruh’ul
Kudüs’le destekledik, (teyit ettik)"
Ruhu’l-Kudüs’le alâkalı da şunlar söylenmiş:
1- Tertemiz
bir ruhtur demişler. Yahudi’ye hitap eden bu âyetler sanki sizin tarih içinde
kirletmek için çırpındığınız Allah’ın peygamberi İsa, tertemiz bir ruha
sahipti denilmek isteniyor.
2- Bu Ruh’ul Kudüs, Allah’ın sözüdür, yâni vahiydir, İncil’dir
denmiş. Allah vahiyle Hz. İsa’yı desteklemiştir
demişler. Nitekim Kur’-an-ı Kerim için de Rabbimiz:
"Sana
emrimizden bir ruh indirdik."
(Şûra: 52)
Buyurur.
3- İbni Abbas; Bu Allah’ın İsm-i A’zamı’dır ki Hz. İsa bununla ölüleri diriltirdi demiştir.
4- Bu Ruh’ul Kudüs Cebrâil’dir demişler. Meryem sûresi: 17.
âyetinde de anlatıldığı gibi:
"Ona
ruhumuzu gönderdik o ruh ona bir beşer olarak temessül edip göründü."
(Meryem 17)
Buradaki
"Ruhanâ" ifadesinden kasıt Cebrâil’dir
denmiştir.
Allah’ın Rasûlü Hassan İbni Sabit’e şöyle
buyurmuştu:
"Kureyş’e hicvet ey Hassan! Zira Ruhu’l-Kudüs
seninle beraberdir."
(Müslim, fezail’üs
Sahabe 157)
Öyleyse
buradaki Ruh’ul-Kudüs "Ruh’ul-Emin"
gibi Cebrâil’in isimlerinden biridir ve Rabbimiz Hz.
İsa’yı onunla desteklemiştir diyoruz.
Peki o
zaman hatırımıza şöyle bir soru geliyor: Rabbimiz bütün peygamberlere
Cebrâil’i gönderdiği halde niye özellikle bunu Hz.
İsa için buyurmuştur? Bu özelleştirmeyi şöyle anlamaya çalışıyoruz: Hz. İsa’nın diğer peygamberlerden
farklı olarak:
1: Hz. Meryem’e Onun doğumunu müjdeleyen Cebrâil’di.
2: Hz. Meryem’e Onun ruhunu nefyeden
Cebrâil’di.
3: O Meryem
oğlu İsa’ydı ve babası yoktu. Allah onu fevkalade ve farklı bir yaratılışla
Meryem annemizden dünyaya getirmişti. Ve ona destek olarak Ruh’ul
Kudüs görevlendirilmiş; O da Ona destek olmuştur.
Böylece aslında
bütün peygamberlere destek olan Cebrâil (a.s)’ın ona
farklı bir destek oluşturduğunu haber veriyor Rabbimiz. Gerek Hz. İsa (a.s)’ın doğumu, dünyaya
gelişi konusundaki Cebrâil’in rolünden dolayı, gerekse diğer peygamberlerde
olmayan ölüleri diriltme, insanların evlerinde sakladıklarını bilmesi gibi
âyetlerdeki rolünden ötürü Onun Ruh’ul Kudüs’le
teyit edildiğini tekrar tekrar vurguluyor Rabbimiz.
Ve şimdi de israil oğulları Hz.
İsa ile karşılaşıyor.
"Artık
size bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse her defasında
bunu kibrinize yediremeyecek ve onlardan bir kısmını yalanlayacak, bir kısmını
da öldürecek misiniz?"
Her ne
zaman ki size nefislerinizin hoşlanmadığı emirlerle elçiler geldiğinde, içine
gömüldüğünüz hayatın zıddını söyleyen kurumlaştırdığınız yanlışlarınızdan
sizi kurtarmak üzere emirlerle geldiği zaman siz büyüklük taslayıp, bir
kısmını yalanlayıp, bir kısmını öldürecek misiniz?
Peygamberler,
İsrâil oğullarını alıştıkları bozuk düzen hayattan kurtarmaya, onları yeniden
Allah’a kulluğa çağırmaya, geleneklere kulluk etmekten vazgeçirip vahiy istikâmetinde
yaşamaya çağırınca, Mûsâ (a.s) ile İsa (a.s) arasındaki dönemde ne zamanki
Allah’ın elçileri onları İslâm’a çağırmışlarsa:
Kibirlendiniz.
Alabildiğine müstekbir ve ihtiyaçsız davrandınız.
"Onların
bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz."
Gerçekten
de peygamberlerden yüzlercesini yalanlarken, yüzlercesini de öldürdüler. Hattâ şehid edilenler arasında Yahya (a.s) ve babası Zekeriyya (a.s) da vardı. Yahudiler müşrik Roma ile
işbirliği yaparak bu peygamberleri şehid ettiler. İki
büyük peygamber şehâdet şerbeti içiyorlar,
vazifelerini yapabilmenin heyecanıyla Allah’ın huzuruna gidiyorlardı, ama
peygamberin varlığına tahammül edemeyen bir toplum da peygamber katili olarak
ebedîyen Allah’ın gazabına maruz kalıyordu.
Peygamber sizin hoşunuza gitmeyen emirlerle
geldiği zaman. Sahi şimdi bizim şu topluma peygamber gelse bu insanlar ne yaparlar?
Kimileri hiç ilgilenmeyeceklerdir değil mi? Programları olanlar, yollarını
belirlemiş olanlar aynen kendi programlarına devam edecek-ler,
peygamber mi gelmiş, haber mi getirmiş, hiç tınmayacaklardır a-damlar. Zira
ihtiyaçları yoktur peygambere. Yollarının, programlarının kesin doğruluğuna
inanan ve peygamberle bunun sağlamasına bile gerek duymayan ve kendilerini kesin
cennetlik gören, mutmain bir ha-yat yaşayan bu insanların ne ihtiyaçları
olacak da peygambere? Hiç tınmayacaklar ve aynen yollarına devam edeceklerdir
bunlar. Peygamber mi gelmiş? Allah’tan kendilerine mesaj mı getirmiş? Hiç umursamadan
yollarına, programlarına devam edeceklerdir adamlar.
Kimileri de gelecekler
peygamberin yanına ve ona akıl verme-ye kalkışacaklardır. Peygamberi
şartlandırmaya, ona yol göstermeye çalışacaklar ve şöyle diyeceklerdir:
Ya Rasûlallah,
bak bu bizim cemaat cemaatların en iyisidir! Bizim
hizip en haklı hiziptir! Gel sen de bize katıl! Bu devirde bunun dışında bir
çalışma kesinlikle mümkün değildir! Bu programın dışında kesinlikle hiçbir
program bizi sonuca götürmeyecektir! Aklın varsa bizimle beraber olursun!
Bizim cemaata üye olursun! Değilse hiçbir değer ifade etmezsin! diyerek onu
kendi gruplarına çağıranlar olacaktır.
Kimileri de: Niye geldin ya Rasûlallah? Huzurumuzu kaçırdın!
Keyfimizi bozdun! Şöyle keyfimize göre ne güzel yaşayıp gidiyorduk! Sen
geldin, şimdi bizler seni mi dinleyeceğiz? Yoksa efendilerimizi mi? Seni mi
dinleyeceğiz, yoksa siyasal tanrılarımızı mı? Sana mı uyacağız, yoksa hukuk
tanrılarımıza mı? Seni mi takip edeceğiz, yoksa ekonomi tanrılarımızı mı?
İşleri birbirine karıştırıp, huzurumuzu kaçırmaya mı geldin? diyenler de
çıkabilecektir değil mi?
Evet Hz. İsa (a.s) karşısında diğer peygamberler karşısında
böyle davranan bu insanlara şimdi de Hz. Muhammed
(a.s) geliyordu. Şimdi de Resul-i Ekrem karşısındaydı bu Allah’ın lânetine
uğramış toplum. İsrâil oğulları bakın Rasulullah
karşısında da dediler ki:
88:"Ey
Muhammed! Bizim kalplerimizde kılıf vardır. Bilâkis. Küfürleri sebebiyle Allah
onlara lânet etmiştir. Az bir bölüm de mü'min
oldu."
Kalplerimiz
kılıflıdır. Kalplerimiz örtülüdür bizim! Biz anlamıyo-ruz! Anlayamıyoruz senin ne dediğini! Bizi neye
çağırdığını, bize nasıl bir mesaj ulaştırdığını, bizi nasıl bir hayata
çağırdığını bizler anlamı-yoruz, anlayamıyoruz! Bizim
kalplerimiz örtülüdür, bizim kalplerimiz kılıflıdır diyorlar.
Dinlemek istemiyorlar, anlamak
istemiyorlar, duymak ve görmek istemiyorlardı alçaklar da, kalplerinin kılıflı
olduğunu söyleyerek hem peygamberle alay ediyorlar, hem de kendilerini çok
alçak bir hayata indirgemek istiyorlardı. Kalbimizde kılıf var, kalbimiz örtülüdür
bizim diyorlardı. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-
Ellerinde kitapları olduğunu söylemeye çalışıyorlardı hainler. Bizim amel
edecek, okuyacak, bilgilenecek elimizde kitabımız var. Bizler elimizdeki bu
kitabımız sayesinde kesin bilgiye, doğru bilgiye sahibiz. Bunun için başkasına
ihtiyacımız yoktur, seninkine ihtiyacımız yoktur demeye çalışıyorlardı.
2-
Kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz kapalıdır. Yâni senin çağırdığın
düşünceye, senin davet ettiğin ilkeleri anlamaya, dinlemeye ihtiyacımız yoktur
demek istiyorlardı. İbni Abbas’ın
ifadesiyle zaten bizim kalplerimiz bilgi ile doludur, kalplerimiz bilgi küpü
haline gelmiştir. Kalplerimiz bilgi ile dolmuştur. Ona yeni bir dava nüfuz
edemez. Yeni bir davete icâbet edemez kalplerimiz. Yâni o kadar bilgi ile dolu
ki kalplerimiz, bir damla bile bir şey alacak yer yoktur orada demek istiyorlar.
Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi düşüncelerini yeterli görüyorlar
ve Kur’an’a ihtiyacımız yoktur diyorlardı.
Tıpkı
günümüzde kendi bilgilerini, kendi düşüncelerini, kendi metotlarını, kendi
kitaplarını yeterli görüp, bizim Allah’ın Kur’an’ına
ihtiyacımız yoktur! Bizim Kur’an’ı ve hadis
kitaplarını okumaya ihtiyacımız yoktur diyen kimi müslümanlar
gibi. İşte şu anda görüyoruz ki kimi müslümanlar
meclislerinde sürekli okuyup bilgilenmeye çalıştıkları kitapları vardır.
Efendilerinin kitaplarını ellerinden düşürmemeye çalışan bu insanlar âdeta
Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini ellerine
almamaya yeminliler. Sanki efendileri masummuş gibi, sanki o insanların yazıp
çizdikleri mutlak doğruymuş gibi onlara sarılıyorlar. Biz Allah’ın kitabını
anlayamayız diyorlar. Sanki Allah sözlerini, kelâmını efendileri kadar net ve
açık anlatmaktan âcizmiş gibi. Sanki o efendileri meramı Allah’tan daha güzel
anlatma gücüne sahipmiş gibi garip bir tavrı sürdürmeden yanalar Allah korusun.
Veya işte
şu anda adı müslüman, nüfus cüzdanı müslüman olup da bilerek yahut bilmeyerek bilimi putlaştıran,
bilimi Allah bilgisi yerine ikâme etmeye çırpınan nicelerinin: Efendim, bu
devirde bilim herşeyi halletmiştir. Bilimin
çözemediği bir şey kalmamıştır. Binaen aleyh artık bu devirde vahye gerek
kalmamıştır. Kitaba ve sünnete gerek kalmamıştır. Bizim kalplerimiz bilimin
verileriyle öylesine mutmain ki onun dışında başka bir şeye asla kulak
vermeyiz diyorlar. İşte dünün yahudileri de Allah
bilgisine, vahiy gerçeğine karşı aynen bu tavrı takınıyorlardı.
3- Bir de
bu yeni dinin sorumluluklarından kendilerini kurtara-bilmek için belki de
kendilerini aptal yerine, ahmak yerine koyuyor-lardı
hainler. Biz gerçekten senin ne demek istediğini, bu Kur’an’ın
ne demek istediğini anlayamıyoruz ey peygamber diyorlar ve bunu anlayabilecek,
kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını söylüyorlardı.
Böyle bir
sorumluluktan kurtulabilmek için kendilerini aptal yerine, geri zekâlı yerine
koyuyorlardı. Şimdi de öyle mi? Allah korusun da müslümanlardan
kimileri: Ben ha! Yâni bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma anlatacağım ha! Biz
kim, bu kitabı anlamak kim! Biz kim, Rasulullah’ın
hadislerini anlamak kim! Onu ancak büyük zatlar anlar, diyerek Kitabı eline
bile almaktan çekinenler de aynen:
“Bizim kalplerimiz kılıflıdır.”
diyen yahudiler
gibi mi diyorlar? Allah korusun. Allah’a iftira ediyorlar. Halbuki Allah sizin
güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim
anlayamayacağımız, kavrayamayacağımız bir kitapla sorumlu tutmuşsun diyerek Allah’a
iftira ediyorlar. Veya çok parası olup da, kendisinden bir şey istemeye gelenlere
karşı kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için kendilerini fakir
göstermeye çalışanlar da öyle mi? Hadi şuraya yardım et? Denince ben ha! Nasıl
yapalım kardeşim? Elimizde avucumuzda bir şey yok ki yardım etsek? Diyerek
kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için fakir göstermeye çalışan insanlar
da böyledir sanki.
Veya
kardeşim sen de çocuklarına bu âyet ve hadisleri duyur-mak
zorundasın denince kendisini güya sorumluluktan kurtarabilmek için adam diyor
ki: Ben ha! Yahu ben ne biliyorum ki anlatayım? Benim bilgim ne ki anlatayım?
diyerek kendilerinin sanki ağızsız ve dilsiz olduklarını söylemeye çalışanlar
da galiba bunun gibidir. Ağzı var adamın ama sanki yok. Paradan söz etmeye gelince
ağzı var, ama Kur’an anlatmaya gelince sanki ağzı
yok. Veya peynirin küflüsünü, turşunun modelini bilmeye, balın güzelini tanımaya
gelince ağız var, ama çocuklarına hadis anlatmaya gelince sanki ağzı yok. Bunlar
da böyle diyorlardı, biz kim bunu anlamak kim!!
Veya bizim
meclislerimizde okuduğumuz, elimizden düşürme-diğimiz,
gerekli bilgilenmeyi sağlayabildiğimiz kendi kitaplarımız var, biz onları okur,
onlardan bilgileniriz, başkasına ihtiyacımız yoktur. Elimizdeki bu kitaplarımız
varken ayrıca Kur’an okumaya da, sünnet öğrenmeye de
gerek kalmamıştır diyenler de aynı şeyi mi söylüyorlar? Allah korusun.
Evet yahudiler diyorlardı ki; kalplerimiz doludur, kalplerimiz kılıflıdır,
bizim buna ihtiyacımız yoktur. Biz imanımızda, yolumuzda, davamızda,
geleneklerimizde öylesine sabit bir inançtayız ki, hayatımızdan öylesine memnunuz
ki, bunun aksine söylenecek hiç bir şeyden etkilenmeyeceğiz diyorlardı.
Tıpkı bugün
de hayatlarından memnun görünüp, bizim ne Kitaba, ne de Sünnete ihtiyacımız
yoktur tavrını sürdüren, hayatlarını sorgulamaktan kaçan kimi müslümanlar gibi. Hattâ kimileri sakın bu adamların
kitaplarını okumayın! Sakın şu şu kişilerin konuşmalarını
dinlemeyin! Ne olur ne olmaz belki dinlerler de kalplerinin kılıfları parçalanıverir
de onlar da öyle düşünmeye başlayıverirler diye kendi cemaatlarına
tembihte bulunuyorlar. Sakın o adamların derslerini dinlemeyin. Sakın bu
adamların kitaplarını okumayın diyorlar.
Evet vahiy
karşısında nötr davranan, peygamber karşısında bu tavrı sergileyen bu
insanlara bakın ne tür bir ceza geliyor:
"Bilâkis,
küfürleri sebebiyle Allah onlara lânet et-miştir. Az
bir bölüm de mü'min oldu."
Hayır hayır aksine onların kalpleri kılıflı filan değil, onlar
kalplerini kendileri kılıflamışlar, kendileri kılıflatmışlar. Kitap karşısında, pey-gamber
karşısında, peygamberin mesajı karşısında kendilerini büyük gören, müstekbir gören, mallarına, makamlarına, cemaatlarına, sosyal ve ekonomik güçlerine güvenerek peygamberi
güçsüz ve zayıf görüyorlardı. Güçsüz ve zayıf gördükleri peygamberleri
öldürmeye çalışan, kimilerini yalanlayan, hayatta peygambere ve onun mesajına
hayat hakkı tanımayan bu hainlere diyor ki Rabbimiz:
"Küfürleri
sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir."
Allah’ın lâneti
onların üzerine olsun. Oldu da zaten. Çünkü bu insanlar Allah’ın davetiyle
karşı karşıya oldukları halde, Allah’ın kitabıyla karşı karşıya bulundukları
halde, peygamberin davetini ellerinin tersiyle itmişlerdir. Biz, bize yeteriz!
Bizim okuyacak kitaplarımız var! Bizim peşinden gideceğimiz önderlerimiz var!
Bizim uygulayacak hayat programlarımız var! Bizim kimseye ihtiyacımız yoktur!
diyerek kendi kendilerine böyle bir ikilem sergileyen bu insanlar Allah’ın
lânetine uğrarlarken,
"Az
bir bölüm de mü'min oldu."
Ya da “Ne kadar da az iman ediyorsunuz?” demektir bunun mânâsı.
Ne kadar da az iman ediyorsunuz? Ya da, pek azınız
iman etti demektir. O dönemde, her dönemde az olan sayısal yapıya dikkat çekiyor
Rabbimiz. Rabbim bizi bu azlardan kılsın inşallah.
89:"Yanlarındakini
tasdik etmek üzere, onlara Allah katından bir kitap gelince, önceden kâfirlere
karşı istimdat edip duruyorlardı. Ne zaman ki tanıdıkları o kitap gelince de
onu inkâr ettiler (onu reddediverdiler). Allah’ın lâneti (onların) kâfirlerin
üzerine oldu."
Bu kitap Kur’andı. Onların yanındaki Tevrat ve İncil’i tasdik ederek
indirilen Kur’an. Allah’ın Rasûlü
kendisine gelen bu kitabı sunuyordu onlara. Halbuki onlar bunu bekliyorlardı.
Yıllardır gelecek âhir zaman Nebisini ve ona gönderilecek Furkân’ı,
Kur’an’ı bekliyorlar-dı.
Bekliyorlardı, yolunu gözlüyorlardı, nerede kaldı? Geç kaldı? Di-yorlardı. Hattâ müşrik Araplara karşı onunla hava atmaya,
zafer ummaya çalışıyorlardı. Size karşı onunla galip geleceğiz diyorlardı.
"Önceden
kâfirlere karşı istimdat edip duruyorlar-dı."
Kâfirlere
karşı dua ediyorlardı. Onun, âhir zaman Nebisinin gelme zamanı yaklaştı.
Gölgesi üzerimizde dolaşıyor, biz onunla bir olup o Nebiy-i
Ekremin arkasında sizleri Âd ve İrem gibi katledece-ğiz? diye bekleşip
duruyorlardı. İşte nihâyet bekledikleri karşılarınday-dı. Elinde Tevrat’ın haber verdiği kıyamete kadar insanlığı
hidâyete ulaştıracak bir kitapla birlikte Rasulullah
karşılarında duruyordu. O güne kadar tüm fırsatları kaçırmış, alınlarındaki
zillet ve meskenet damgasını, horluk ve hakirlik damgasını sildirip, tarihteki
eski yerlerini almaları konusunda son bir fırsatları kalmıştı.
İşte şimdi
bu fırsat karşılarına çıkmıştı. Bu son peygambere karşı öncekilere
yaptıklarını yapmayacaklar, ona farklı davranacaklar, ona inanacaklar, onu
sahiplenecekler ve tüm düşmanlarına galip geleceklerdi. Ve de tarih boyunca
Allah tarafından işledikleri günahlara karşılık alınlarına vurulmuş zillet ve
meskenet damgası kaldırılacaktı. Yıllardır bekledikleri kurtarıcı nihâyet şu
anda karşılarındaydı. Mekke’den hicret edip Medine’ye ayaklarının dibine kadar
gelmişti. Ama ne yazıktır ki, bu son gelen elçiye de hiç de iyi bir tavır
sergilemediler. Heyhat ki, önceki peygamberlere yaptıklarından farklı davranmadılar
ona karşı da. Kitap onlara gelince, bu kitabın özelliği, onlarla ilgili yönü
şuydu bakın:
Kendileriyle birlikte olanı, kendi
yanlarında olanı tasdik ediyor-du bu kitap. Yâni
Tevrat’ı, Zebur’u ve İncil’i tasdik ediyordu bu kitap. Onları reddetmiyordu,
kabul ediyordu. Evet bu kitaplar da Rabbim tarafından gönderilmiş hak
kitaplardır diyordu. Rabbim bir dönem Mûsâ’ya ve İsa’ya bu kitapları göndermiş
ve dönemlerinde o elçileri aracılığıyla kullarına yol göstermiştir diyordu.
Mûsa’yı, Dâvûd’u ve İsa’yı (a.s) tasdik ediyor ve doğruluyordu. Yâni
türedi bir kitap, türedi bir peygamber değildi bu kitap ve bu peygamber. Bu haliyle,
bu özellikleriyle bu kitap ve bu peygamber onların hiç tereddüt etmeden, hiç
düşünüp beklemeden kabul etmeleri gereken bir nitelikte idi. Çünkü:
Daha önce
kâfirlere karşı istifta ediyorlardı. Kâfirlere karşı,
müşriklere karşı fetih umuyorlardı onunla. O peygamberin gelmesiyle zafere
ulaşacaklardı. Ona iman edecekler, Ona tabi olacaklar, onun komutasında yeni
bir dünya kurup eski kaybettikleri âlemlere tafdıyl
olma özelliklerine yeniden kavuşacaklardı. Yıllar yılı hep bunu düşlemişler,
hep bunun beklentisi içinde olmuşlardı. Bir an evvel gelse de müşrik Araplara
karşı şu yenilmişliğimiz, şu acziyetimiz bitse diyorlar-dı. Diyorlardı, ama:
"Ne
zaman ki tanıdıkları o kitap gelince de onu inkâr ettiler (onu
reddediverdiler)."
Bekledikleri
gelmiş karşılarında duruyordu. Üstelik biliyorlardı, tanıyorlardı da onu.
Oğullarından daha yakın tanıdıkları, bildikleri pey-gamberdi
bu. Avuçlarının içinden daha kesin bildikleri, tanıdıkları kitaptı bu. İleride
gelecek, Rabbimiz bu konuda şöyle buyuracaktır:
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz onu (Muhamme-d’i)
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup, bile bile hakkı gizlerler."
(Bakara: 146)
Avuçlarının
içini bildikleri kadar tanıdıkları, bildikleri bir peygamberdi Allah’ın Rasûlü ama:
"Küfrediverdiler
onu."
Reddediverdiler,
yan çiziverdiler ona ve ona gelen mesaja. Onu ve ona geleni reddettiler, inkâr
ettiler, küfrettiler de:
"Allah’ın
lâneti (onların) kâfirlerin üzerine oldu."
Kıyamete
kadar sürecek bir lânet, onların kaderi oluverdi.
Peki bize
ne dedi bu âyetler? Bizler ne anlayacağız bundan? Elbette yahudi’yi
anlatmak için gelmemiştir bu âyetler bize. Bunlar bize, bizi anlatmak için
gelmiştir. Bize, bizim kulluğumuzu anlatmak üzere gelmiş olan bu âyetlerden biz
ne anlayacağız?
Allah
korusun da biz müslümanlar, içinde yaşadıkları küfür
ve şirk karışımı bir dünyanın yanlış telkinlerinden, bozuk düzen işleyi-şinden bıkıp usanıp da
kendilerini mutlak doğruya sevk edecek, mutlak zafere ulaştıracak Allah
bilgisini, Allah’ın kitabını, Resûlü’nün sünnetini kendilerine sunacak
insanlar beklentisi içinde olurlar da, karmaşa bir hayat içinde Allah’ın kitabını
ve Rasülünün sünnetini arayış içinde olurlar da ama
kendi anlayışlarına, kendi geleneklerine, kendi fikirlerine, kendi yaşayış ve
inanışlarına tamamen ters düşen bir biçimde, kendi beklentilerine ters düşecek
ve hiç de hoşlarına gitmeyecek bir biçimde net ve açık olarak kendilerine
Allah’ın âyetleri ve Resûlü’nün sünneti sunulduğu zaman, hem bekledikleri bir
pozisyonda, hem de doğruluğundan şüphe edemeyecekleri bir netlikte Allah’ın kitabı
ve Resûlü’nün sünneti kendilerine sunulunca, bunu kabul etmezler ve derlerse
ki: Bizim eski dünyamız var. Eski geleneklerimiz, eski inanışlarımız, eski yaşantılarımız
bize yeter! Bu da nereden çıktı şimdi? diyerek Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün
sünnetini kabul etmezlerse, Allah korusun da bekledikleri kitap, bekledikleri
peygamber gelince onu kabul etmeyen yahudilerin
durumuna düşeriz ki; Allah’ın lâneti bizim de üzerimize olur.
Bakın onlar da bu kurtarıcıyı
bekliyorlardı da, kurtarıcı karşı-larına çıkınca eski
inançlarından, eski hayatlarından vazgeçip o pey-gambere
ve getirdiği mesajla ilgilenmediler. Kendilerini hakta, doğruda gördüler de
Allah’ın lânetini hak ettiler.
İşte bundan
dolayı önce kendimizi, sonra da topyekün müs-lümanları uyarmak zorundayız. Ey müslümanlar!
Ey içinde bulunduk-ları küfür, şirk, inkâr ve ilhad pisliklerinden bıkmış, usanmış, Allah’ın istediği
hayata, kendinizce bir dünyaya, kendinizin olan bir dünyaya susamış ve zafer
bekleyen müslümanlar! Bunun için önder bekleyen,
kurtarıcı arayan müslümanlar! Beklediğiniz önder, beklediğiniz
zafer, beklediğiniz kurtuluş kitabınızın sahifeleri
arasındadır. İşte kitap önünüzde duruyor. İşte peygamberin sünneti yanınızda
duruyor. Açın kitabınızı! Açın peygamberinizin örnek hayat sayfalarını! Kimseden
me-det beklemeyin! Kimseden
yardım ummayın! Kendiniz bulacaksınız beklediğinizi! Kendiniz ulaşacaksınız o
doğruya! Arayıp da başka yerlerde bulamadığınız gerçeği kendi kitabınızda bulacaksınız!
Unuttuğunuz kitabınızda. Terk ettiğiniz, hicret ettiğiniz kitabınızda. Hayatınızın
tüm problemlerinin çözümünü kitabınızda ve Rasulullah’ın
sünnetinde bulacaksınız. Hadi öyleyse kitabınıza yönelin! Yıllardır elinize
almaya korktuğunuz, belki de yüzünüzün kalmadığı kitabınıza yönelin! Sakın yahudiler gibi:
Demeyin!
Ona perde olan, onu okumanıza, onu anlamanıza engel olan tüm perdeleri, tüm
engelleri, tüm yanlış düşüncelerinizi, tüm ön yargılarınızı bir tarafa iterek
onu anlamaya, onunla dirilmeye çalışın! Onunla silkinmeye çalışın! Aksi
takdirde unutmayın ki Allah’ın lâneti var. Şu anda beklenilen bir kitap
gündemdedir. Beklenilen peygamber, beklenilen kurtarıcı yine gündemdedir.
Haydi sarılın kitabınıza! Tutunun peygamberinize! Yolunuzu Allah ve
peygamberiyle bulun! Hayatınızı kitap ve sünnetle düzenleyin! Allah ve Rasûlü ne diyorsa, nasıl bir hayat istiyorsa öylece
yaşayın! Eğer bunu yapmazsanız, yapamazsanız bilesiniz ki; yahudilerden
bir farkınız kalmayacaktır. Bilesiniz ki; onlara gelen lânet size de
gelecektir. Bilesiniz ki sizler de onların durumlarına düşecek, dünyanızı da, ahiretinizi de berbat etmiş olacaksınız. Dünyada da, âhirette de rezil, rüsva bir hayatın mahkumu olacaksınız.
Siz bilirsiniz diyor Rabbimiz biz müslümanlara.
90:"Allah’ın,
kullarından dilediğine kendi fazlından kitap indirmesini kıskanarak ve
azgınlık yaparak Allah’ın indirdiklerini inkâr etmekle kendilerini ne kötü bir
şeye sattılar. Gazap üstüne gazaba uğradılar. Ve kâfirlere alçaltıcı bir azap
vardır."
Bakın
âyetin anlattığına göre bunların, bu yahudilerin Kur’an’ı ve peygamberi inkâr etmelerine tek yanılgıları engel
oluyordu. O bizden değildir dediler. Niye inanalım da, o bizim renkten değil!
Niye kabullenelim de, o bizim ırktan değil! İsrâil oğullarından değil o! Bizim
cemaattan değil o, bizim gruptan değil o, bizim
familyadan değil o diyorlardı.
Dikkat
ediyor musunuz, inkâr etmelerinin sebebi çok basit. Bu peygamber, İsrâil
oğullarından değil de bir başka yerden çıktı. Bizim grubun içinden, bizim
hizbimizin içinden değil de Araplardan çıktı diye inkâr ediverdiler onu.
Halbuki Kur’an’ın ifadesine göre oğullarından bile
şüphe edebilirlerdi bu adamlar, ama Rasulullah’tan
asla. Kur’an-dan asla şüphe etmeyecek biçimde
bilgileri vardı. Bütün bu kesin bilgilerine ve kitaplarının şehâdetine
rağmen yine de kendilerinden çıkmadı diye reddediverdiler onu. Halbuki:
Allah onu,
peygamberliği dilediğine lütfediyordu. Dün kendilerinden, İsrail oğullarından
seçilen peygamberlere gelen vahiy bu sefer de yine İbrahim’in (a.s) öteki oğlu
İsmail’in (a.s) torunlarından birine geldi diye reddedilmez ki. Kendilerinden
birine gelmedi diye bunu reddetme yetkisini nereden almışlar bunlar? Yo! Allah
bunlara soracaktı, ne dersiniz? Nasıl istersiniz? Kime göndereyim bu peygamberliği?
diye bunlara soracaktı Allah. Bunu bekliyormuş hainler. Allah’a yol
göstermeye, Allah’a akıl vermeye çalışıyor alçaklar. Şunu demeliydin ya Rabbi! Şuna göndermeliydin ya
Rabbi? Diyerek sanki Allah’a akıl vermeye çalışıyorlar..
Yahut
bugünkü müslümanların hakikatle karşı karşıya geldikleri
zaman, birileri hakikati ortaya koyduğu zaman, kim bu adam? Bizden mi? Bizim
takımda mı oynuyor? Bizim kavimden mi bu? Diyerek, hattâ kendi gruplarından gelince
ne gelirse gelsin, ne olursa olsun fark etmez, ama kendi gruplarının
dışındakilerden gelen ne olursa olsun onu reddetme alışkanlıkları, yahudilere ne kadar da benziyor değil mi? Ve bu tavrın
kendilerinden öncekilere neler kaybettirdiğini bilmiyorlar mı, diye sorasım geliyor. Gerçekten bugünün müslüman-ları da kafalarını iki ellerinin arasına alıp derin derin düşünmek zorundadırlar.
Evet
reddederlerken, inkâr ederlerken hiçbir delilleri yoktu. İblis de böyle
reddetmişti değil mi? Adem’in şahsında Allah’ın secde emriyle karşı karşıya
gelen İblis de hiçbir delili olmadan, sadece kendi yaratılışını ön plana
çıkararak, ırkını, kökenini gündeme getirerek ben ondan üstünüm! Mümkün değil
ben ona secde etmem! Dediği gibi. İsrâil oğulları da kendi yaratılışlarını ön
plana alarak biz üstünüz dediler! Peygamberlik bizim hakkımızdı! Ama sen bunu
bilemedin, diyerek Allah’a kafa tutmaya kalktılar. Bu Muhammed de nereden
çıktı? Dediler. Ama sonunda:
"Gazap
üstüne gazaba uğradılar."
Gazap
üstüne gazaba uğradılar, Allah’tan bir gazaba uğradılar. Tabi kişinin hangi
durumda gazaba uğradığını da ancak Allah bilecektir. Yâni kişi o durumda cennete
değil de cehenneme doğru yol alıyorsa, işte bu onun için en büyük gazap, en
büyük azap olacaktır Allah korusun. Ve bir de bunlar:
"Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu ve onlar
Allah’tan bir gazaba uğradılar."
(Bakara: 61)
Âyetinden
de anlıyoruz ki bunlara bir damga da vurulmuştur. Yâni zillet ve meskenet
damgası. Tarihte hep böyle olagelmiştir bu iş.
Yâni Allah
onlara en son Hz. Muhammed (a.s) döneminde bir fırsat
tanımış, tüm önceki nanelerini silip, onları affetmek üzere onlara bir imkân tanımıştı.
İşte son elçim karşınızda, eğer inanırsanız kurtulacaksınız, değilse zillet ve
meskenetten kıyamete kadar kurtulamayacaksınız demişti Allah. Ama tabi bu söz
kıyamete kadar her dönemde bakidir, geçerlidir. Her bir yahudi
şu anda da, yarın da yine inanma imkânına sahiptir, inanırsa kurtulur, değilse
bu zillet ve meskenete razı olmak zorundadır.
Bu gazap ve
azap işinin tarihte görülen biçimleri sürgündür. Hayatları böyle bir sürgünle
geçmiş bu hainlerin. Zillet ve meskenet biçimleri de belki meşgaleleridir ya da öyle bir ruh hali, öyle bir dünya anlayışı, öyle bir
hayat anlayışıdır. Yâni öyle bir kölelik zihniyeti verilmiştir ki onlara, hep
böyle azap içinde kahrolup gidiyorlar. Çünkü Allah, bugünden sonra onlar Mescid-i Haram’a hep korkarak gireceklerdir diyordu.
Bakıyoruz da şimdi ellerini
kollarını sallaya sallaya giremiyor adamlar. Meselâ
saray yaptırıyor adamlar, tabanını deliyor, dehlizler yapıyor, sığınaklar
kuruyor, herhangi bir saldırı anında kaçacakmış filan, hep korku içindedir yâni.
Orada elini kolunu sallaya sallaya geze-miyor. Kral
benim de dese, örtüsünü ben değiştiririm de dese, Kâbe-nin
içine de girse gene de korku içindeler.
Evet
bunlar, bu yahudiler gazap üstüne gazaba maruz kaldılar.
Ve her gün müslümanların namazlarında kırk defa lânet
okuyup da aman ya Rabbi bizi onlardan eyleme! Dedikleri
duruma geldiler. Acaba düşünüyorum da müslümanlar
bunu söylerlerken ne dediklerinin farkına varabiliyorlar mı? Müslümanlar da
onların durumuna düşmüşlerse diyorum, bu duanın ne anlamı olacak da? Veya
kendi kendilerine mi beddua ediyorlar ki? Neyse orası kalsın şimdi.
"Ve
kâfirlere alçaltıcı bir azap vardır."
Kâfirlere, Allah’ın kitabı örtenlere, vahiyden habersiz bir
hayat yaşayanlara, Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini kamufle edip
bir hayat yaşayanlara, fıtratlarını örtenlere, kendi kendilerine yabancılaşanlara
alçaltıcı bir azap vardır. Bunlar Allah’ın gökler ve yeryüzüne serpiştirdiği
bunca görsel âyetlerini örtmüşler, o âyetlerin fihristi mahiyetindeki şu
kitabın âyetlerini örtmüşler, Allah’ın fıtratlarına koyduğu tevhidi örtmüşler
ve kendi kendilerine bir hayat yaşamaya yönelmişlerdir. İşte bundan dolayı
onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
91:Bir
de onlara Allah’ın bütün indirdiklerine iman edin, denilince, biz bize
indirilene inanırız derler. Halbuki hak odur ve üstelik yanlarındakini de
doğrulamak ve tasdik etmek üzere gelmişti o Kur’an.
De ki, Eğer mü’min iseniz, daha önce Allah’ın
elçilerini niye öldürdünüz?"
Bir de
onlara, bu tür insanlara deseniz ki, hadi Allah’ın indirdiğine inanın! Hadi
Allah’ın kitabına gelin! Ne gerek var başka başka
şeyler arıyorsunuz? İşte Allah sizin için taptaze âyetler indirdi. Evet Mûsâ
için Tevrat’ı indirdiyse bir zamanlar, sizin için de Kur’an’ı
indirdi. Dün o vardı, bugün de bu var, hadi bakalım denildiği zaman, yâni Kur’an’a iman edin dendiği zaman, kıyamete kadar geçerliliği
korunacak ve hükmü baki olacak, kıyamet günü de insanların kendisiyle yargılanacağı
şu kitaba iman edin, dendiği zaman derler ki:
Biz bize
indirilene iman ederiz. Biz ancak bize indirilene iman ederiz dediler ve ondan
başkasına ihtiyacımız yoktur diyerek arkasındakilere küfrettiler.
Arkasındakilere iman etmediler.
Tıpkı şu
anda kimi müslümanların: Bize göre, bizim hocamızın
dediğini kabul ederiz? Dedikleri gibi. Meselâ piyasada bütün hocalar aslında
her biri Kur’an’ı anlatsa, hiçbiri saptırmasa,
değiştirmese, bir grup ötekine düşman olur muydu? Mümkün değil. Gerçekten hepsi
Kur’an kaynaklı olsa, hepsi Kur’an
kaynaklı anlatsa, tamam biri şöyle dedi, öbürü böyle dedi. Mutlaka farklılıklar
olacaktır. Mutlaka ahlâkî yönüyle, ideal yönüyle, ya
da eğitim yönüyle, eylem yönüyle farklılık olacaktır. Yâni meselâ kimisi
malının tümünü vermek, kimisi yarısını vermek gibi farklılıklar olabilecektir.
Kimisi hemen kılıca sarılmak, kimisi biraz mutedil olmak gibi farklılıklar
olabilecektir. Ebu Bekir gibi, Ömer gibi farklılık
olacak. Olsun da, ama böyle olmayacaktır müslü-manlar. Herkes diyor ki; biz, bize öğretilene inanıyoruz.
Herkes diyor ki; tamam, bizimki doğru, bizimki güzel, biz buna inanıyoruz.
Aynı durum yahudi mantığı olarak bizim piyasada da yaygındır.
Babalarımız ne öğrettiyse, efendilerimiz, büyüklerimiz ne bellettiyse biz, ona
inanıyoruz diyorlar. Onun dışında bir doğrunun da olabileceğine ihtimal
vermiyoruz diyorlar.
"Halbuki
hak odur ve üstelik yanlarındakini de doğrulamak ve tasdik etmek üzere
gelmişti o Kur’an"
O inkâr
ettikleri şey. Halbuki gerçek imanın hedefi haktır ve Allah’tan gelen hak
nerede olursa olsun, nereye ve kime inerse insin, hak haktır, hemen onu
kabullenmeleri gerekiyordu.
Biz sadece,
bize indirilene iman ederiz derken, sadece Tevrat’a iman ettiklerini
söylüyorlardı. Veya sadece İncil’i kabul ettiklerini söylüyorlardı. Tevrat’tan
ve İncil’den sonra gelen, aynı kaynaktan gelen bir kitabı reddediyorlardı. Halbuki
o da Tevrat’ın ve İncil’in sahibinden geliyordu. Bu Kur’an
da Tevrat ve İncil’in sahibinden geliyordu. Ve işte üstelik yanlarındaki bu iki
kitabı da reddederek değil, tasdik ederek geliyordu. Kendi kitaplarına Allah’ın
istediği inanmayan, kendi kitaplarının yol gösterisiyle bir hayat yaşamayan bu
insanlar elbette bu son kitaba da inanmayacaklardı. Kendi kitaplarına karşı bu
kadar yamuk tavırlar takınan bu insanlardan elbette bu son kitaba karşı da müslümanca bir tavır beklenemeyecekti. Tıpkı kendi kitaplarını
tahrif edip, arkalarına atıp, gündemden düşürüp keyiflerine göre bir hayat
yaşamaya yöneldikleri gibi bu son kitabı da arkalarına atıverdiler.
Halbuki bu
kitap öyle arkaya atılacak bir özelliğe sahip değildi. Bilâkis bu adamların
ellerinde kitap olarak kabul ettikleri, bizim kitabımız diye bağırlarına
bastıkları tüm kitapların içindeki doğruların en doğrusunu içinde toplayan,
sinesinde barındıran, hakikatin en hakikatini kendisinde bulunduran bir kitaptı.
Yeryüzündeki
tüm kitaplar, kitapçıklar, ister daha önce Allah-tan gelmiş ama sonradan
insanların tahrif ettikleri kitaplar olsun, isterse insanların kendi elleriyle
Allah’ın indirdiği kitaplardan esinlenerek yazdıkları, oluşturdukları kitaplar
olsun fark etmez, beşerin elinin değdiği, kaleminin işlediği hiçbir kitap bu
kitabın yerine geçemeyecektir. Hiçbir kitap bu
kitaptan öne alınamayacak, önde tutulamayacaktır. Ve yeryüzünde hiçbir lider,
hiçbir önder de Hz. Muhammed’in (a.s) önüne geçemeyecektir.
Yarın
mezara girilince de insanların tümü bu kitaptan hesaba çekileceklerdir.
Kitabın nedir? Sualiyle bu kitabı tanıyıp tanımadığımızdan, bununla ilgilenip
ilgilenmediğimizden, bunu diğer beşer kitaplarının önüne geçirip geçirmediğimizden,
buna en üstün payeyi verip hayatımızı sadece buna sorup sormadığımızdan, yâni
bununla amel edip etmediğimizden hesaba çekileceğiz. Kesinlikle bilesiniz ki;
insanların yazdıkları kitaplardan hesaba çekilmeyecektir insanlar. Soru bu
kitaptan çıkacak, hesap bu kitaptan verilecektir. Hayatınızın hesabını bu kitaba
göre vermek zorunda kalacaksınız.
Ve yine
kesinlikle bilesiniz ki lider olarak, imam olarak, önder olarak insanlık Hz. Muhammed (a.s) dan hesaba çekilecektir. Kime
uymuştunuz? Kimi örnek almıştınız? Kimin peşindeydiniz? Amellerinizi kimden
almıştınız? Kimi gündemde tutmaya çalışıyordunuz? Kimi tanıyıp onun gibi olma
savaşı veriyordunuz? Kimin anma törenlerini düzenleme savaşı veriyordunuz?
Peygamber mi, yoksa başkaları mı? Kimin sözlerini öğrenmeye, kimin sözlerini ısrarla
öğretmeye çalışıyordunuz? Kimin sünneti, kimin modeli kafalarınızda canlıydı?
Peygamberinkiler mi? Yoksa başkalarınınkiler mi? Bundan hesaba çekileceğiz
yarın. Bakın Kasas sûresi şöyle sesleniyor:
"O gün
Allah onlara seslenir: "Peygamberlerime ne cevap verdiniz?"
der."
(Kasas:
65)
Evet, ne dediniz? Nasıl karşıladınız? Nasıl icâbet ettiniz?
Allah’ın peygamberine ne muamele yaptınız? Nasıl karşıladınız onu? Nasıl cevap
verdiniz ona? Diye bizi onunla hesaba çekecektir Allah. Eh biz de deriz ki: Ya Rabbi, işte senin peygamberin namazdan bahsetmişti,
oruçtan söz etmişti. İşte temiz olun filan demişti, biz de bunlara aynen
riâyet ettik, başka ne dediğini bilmiyorduk ki? Başka bir şey demedi ki senin peygamberin deriz olur biter. Yâni
Allah için söyleyin, din diye ne anlattı bize peygamber? İlmihal bilgileriydi
galiba. Onu da Tavaslı mı anlattı bazen? Ya da Ömer
Nasuhi mi anlattı? İşte namaz hocaları, mızraklı, kamalı,
süngülü namaz hocaları öyle dediler, biz de icâbet ettik onlara diyeceğiz
herhalde. Çünkü başka ne dediğini bilmiyoruz ki o peygamberin. Tanımıyoruz ki
Allah’ın elçisini.
E ama bizim ona ait bildiğimiz,
tanıdığımız üç beş söz söyleyen birisi değil ki Allah’ın Rasûlü.
Hayatında altmış bin civarında söz söyleyendir, amel edendir peygamberimiz.
Onlardan ne kadarından haberdarsak bizde o kadar vardır. Meselâ bir araba kaç
parçadan oluşuyorsa ve sizde bu parçalardan ne kadarı varsa o kadar arabanız
var demektir. Herhalde bir direksiyon, dört de teker varsa elinizde, arabam var
diye sevinmiyorsunuzdur yâni. O zaman altmış binde kaç hadisiniz varsa o kadar
hadisiniz var demektir. Ve peygamberi ancak o kadar tanıyorsunuz demektir.
Evet
soruyorum şimdi: Kaç hadisiniz var böyle üzerinde kafa yorduğunuz? Kaç
peygamber uygulaması var kafanızda? Yâni böyle anlamaya ve amel etmeye
çalıştığınız, hayatınızı onunla düzenleme-ye çalıştığınız kaç peygamber
uygulaması varsa, kaç sünnet birimi varsa o kadar müslümanlığınız
var demektir. Allah korusun haberdar olduğumuz filan yok da bir de üstelik
bu konudaki Rabbinizin sorusuna vereceğiniz cevabı düşünün. Bir de kitaptan kaç ayet bilginiz var
onu düşünün. Bildiğiniz, anladığınız ve onunla hayatınızı düzenlediğiniz kaç
ayetiniz var? Hayatınıza yön veren, hayatta size yol gösteren kaç ayet biliyorsunuz?
Eğer sadece namaz, oruç, hac ve zekât âyetlerini bilmek yetiyorsa, eğer sadece
bunlar insanı cennete götürecekse, o zaman Kur’an’dan
diğer bölümleri alıp atalım, ya da Ra-sulullah’ın sünnetinden
diğerlerini çıkarıp atalım, din bozulmayacaktır o zaman. Bildiğimiz birkaç
ayetin, birkaç hadisin dışında ki; onları da amel etmek üzere değil, hocaları
imtihan etmek ya da lâzım olduğun-da müslüman olduğumuzu ispat için öğreniyoruz, bilmediğimiz,
tanımadığımız diğer ayet ve hadisler fazlalık olacak o zaman değil mi? Halbuki
o âyetlerden ve o hadislerden her biri bizim hayatımızın bir birimini
düzenlemek için gelmişti. Ve o âyeti, o hadisi bilmeyen bizler hayatımızın o
birimini hep yanlış düzenlemişiz demekti.
Evet
bunların her birine ne dediğimizi, nasıl bir tavır takındığımızı soracak
Rabbimiz, bunu unutmayalım. Madem ki bizi onunla hesaba çekecektir Allah.
Öyleyse nasıl olur da bu kitap arkaya atılabilir? Nasıl olur da başka başka kitaplar bunun önüne geçirilebilir? Nasıl olur da
başka başka liderler, başka başka
önderler Hz. Muhammed’in (a.s) önüne konulabilir?
Nasıl olur da bu son elçinin hayatı gözardı
edilircesine başkalarının yazıp çizdikleri öne alınabilir? Nasıl olur da
kitabın ve peygamberin önüne başka şeyler geçirilebilir? Bunun izahı asla
mümkün olmayacaktır.
Çünkü bu
son kitap, bu son elçi, tüm insanlardaki doğruların, gerçeklerin tümünü tasdik
edici ve eksikliklerini tamamlayıcı bir özel-liğe
sahiptir. Bunların doğru dediği doğrudur, eksik dediği eksiktir, yanlış dediği
de yanlıştır. Kıstas bunlardır, mihenk bunlardır, elek bunlardır. Hal böyleyken
doğruların kendileriyle ortaya çıkacağı bu kıstasların önüne ne geçirilebilir
ki?
Ama onlar
dediler ki biz bize indirilene iman ederiz. O Mu-hammed
bizden değil ki! Onun rengi bizim rengimizden değildir! Onun ırkı bizim
ırkımızdan değildir! O Arabın peygamberidir, bizim değil!
dediler. Böyle diyenlere buyurur ki Rabbimiz:
"De
ki; eğer siz gerçekten inanmışsanız imanınız ne kötü şeyler emrediyor
size?"
Şâyet
sizler mü'minlerseniz, şâyet siz size indirilene iman
ediyorsanız, hani biz ancak bize indirilene iman ederiz diyordunuz. Ya! Gerçekten mi? Ciddi misiniz bu konuda? Eğer sözünüzde samimiy-seniz, gerçekten iman ettiğinizi iddia ediyorsanız,
e Allah’ın elçilerini niye öldürdünüz o zaman? Bu imanlarınızda samimiyseniz
niye öldürdünüz Allah’ın elçilerini? Peygamber öldürmek iman mıdır, küfür müdür?
Biz, bize
indirilene inanıyoruz dediğiniz Tevrat mı emrediyordu bunu size? Zekeriya, Yahya ve öldürdüğünüz diğerleri sizin peygam-berleriniz değil miydi?
Niye bunları sabah öldürüp de öğleden sonra hiç bir şey yokmuş gibi, hiç bir
şey olmamış gibi işinize, aşınıza gidiyordunuz? Söyleyin bunu neyle izah
edeceksiniz? Sizin inancınız size peygamber öldürmeyi mi emrediyor? Sizin
inandık dediğiniz kitabınız size peygamber öldürmeyi mi emrediyor? Kitabınızda
böyle bir emir mi var?
Veya
sizler, ey şu anda biz, bizim kitaplarımızı okuruz! Biz bizim hocalarımızın
kitaplarından bilgileniriz! Bize bizim efendilerimizin, bizim şeyhlerimizin,
bizim önderlerimizin, bizim siyasilerimizin, bilim adamlarımızın kitapları
yeterlidir! Bizim başka kaynaklardan bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur! Biz,
bizimkilerden vazgeçmeyiz tavrında direten bugünün müslümanları,
şu anda sizin de önce gündeme almanız gereken kitap bu kitaptı. Sizin de önce gündeme almanız gereken önder, peygamber (a.s) ve
onun sünnetiydi. Kitabı ve sünneti günde-me almanız
gerekirken, niye başkalarını gündeme aldınız? Niye başkalarını kitabın ve sünnetin
önüne geçirme budalalığında bulundu-nuz?
Niye hep
kendi oluşturduğunuz konularla, kendi oluşturduğunuz kitaplarla, kendi
oluşturduğunuz önderlerle, liderlerle günlerinizi dolduruyorsunuz? Yoksa yahudiler gibi sizin imanlarınız, sizin Müslümanlığınız
da bu kitaba ve bu kitapla gönderilen peygambere hayat hakkı tanımamayı mı
emrediyor? Yoksa sizler de tıpkı onlar gibi mi inanıyorsunuz? Yoksa sizler de
imanlarınızdan kaynaklanan bir cesaretle mi yapıyorsunuz bunu? Hem müslüman olduğunuzu iddia ediyorsunuz, hem de müslümanı olduğunuz kitabınızdan ve o kitabın tebliğcisi
ve pratiği olan kulluk örneğinizden habersiz bir hayat yaşıyorsunuz. Bu nasıl
bir imandır böyle? Sizin imanlarınız da size böyle bir şey mi emrediyor?
Bakıyoruz
bugün müslümanlar iyilikleri, hayatları, takvaları,
takva anlayışları tartışılabilecek bir kısım insanları gündeme getiriyorlar.
Onlar için anma törenleri, yad etme günleri düzenliyorlar. Günlerce onları
konuşuyorlar. Günlerce onların sözlerini, hayatlarını tartışıyorlar, ama peygamberleri
tanımak ve tanıtmak için gündeme almıyorlar. Peygamberleri, Allah’ın yasal
kulluk örneklerini konuşmuyorlar. Onların hayatlarını, programlarını,
uygulamalarını gündeme almıyorlar.
Bu nasıl
bir iman ki; doğrulukları kesinlikle ortaya konmuş olan, doğrulukları Allah
tarafından kesinlikle tescil edilmiş olan peygamberler dururken, doğrulukları
Allah tarafından kesin olarak tescil edilmemiş olan insanları gündeme getirmeye
çalışıyorlar? İbrahim (a.s), Nuh (a.s), Mûsâ (a.s), İsa (a.s), Muhammed (a.s) lar yerine kim geçebilir ki? Kimi
geçirebileceğiz de bunların önüne? Kim
olursa olsun, hiçbir insanı, hiçbir beşeri, peygamber yerine ikâme edercesine
insanlara takdim etmeye hakkımız yoktur. Heyhat ki bugün kimileri, kimilerini
Allah’ın önüne bile geçirmeye çalışıyorlar. Kimilerine Allah’ın sıfatlarını
yükleyerek onları, Allah makamına bile oturtmaya çalışıyorlar. Bu nasıl bir
imandır anlayan anlatsın da biz de bilelim.
Evet mutlak
doğrulukları Allah tarafından tasdik edilen peygamberlerden başka örnek
şahsiyet aramaya gerek yoktur. Esasen bugün çevrelerinde örnek şahsiyet
arayanlar peygamberleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır. Aman filan yerde
bir zât-ı muhterem varmış. Gidip onunla bir tanışalım, bilişelim diyerek
yaşayan örnek arayanlara diyorum ki: Gardaş, sen
İbrahim Aleyhisselâmla tanıştın mı? Mûsâ aleyhisselâmı
tanıdın mı? Nuh Aleyhisselâmı, Şuayb
Aley-hisselâmı, Yunus Aleyhisselâmı
tanıdın mı? İşin ne, git onlarla tanış. Beni tanımasan da olur. Ama Allah’ın
hayatlarını onayladığı ve mutlak kulluk örneği olarak sana takdim ettiği bu
yasal örnekler dururken boşuna ne örneği arıyorsun? Diyorum.
Sonra
buyurur ki bakın Allah. Daha gerilere gidelim:
92:"Hani
bir de Mûsâ size apaçık mûcizelerle gelmişti de o Tûr dağına gittikten sonra
arkasından buzağıya tutunup tapındınız. Ve böylece sizler zâlimlerden oldunuz."
Mûsa size
apaçık mûcizelerle gelmişti de. Acaba hangi mûcizelerdi bunlar? Allahu alem tufan gibi, çekirge, güve, kurbağa, kan, âsâ,
yed-i beyza, denizin yarılması, bulutun gölgelemesi,
men ve selva gibi, su fışkıran taş gibi apaçık mûcizelerdi bunlar. Evet
Allah’ın elçisi böyle inkârı mümkün olmayan apaçık mûcizelerle size geldi, sonra
da tutup onun arkasından buzağıya tapanlar siz değil miydiniz? Bunu da mı mü'min olarak yaptınız siz? Bunu da mı imanlarınız emrediyordu
size? Bir de utanmadan inandığınızı iddia ediyorsunuz. Biz, bize indirilene
iman ederiz. Biz bizim kitabımıza inanırız diyorsunuz. Söyleyin bakalım bunu da
mı imanlarınız emretti sizin? Hani siz, size indirilene inandığınızı iddia
ediyordunuz, bu muydu sizin imanlarınızın salih ameli?
Yâni Tevrat veya Hz. Mûsâ size buzağıya tapın mı dedi ki, buzağıya
taptınız? Biz bize indirilene iman ediyoruz diyorsunuz, söyleyin bakalım hani
size indirilen nerede? Mûsâ var aranızda, Tevrat var elinizde, ama siz yine
de buzağıya tapıyorsunuz! Bu mu kitaba iman? Bu mu peygambere saygı? Buna mı
iman diyorsunuz siz? Yok yok, hainler aslında
kitaplarına da inanmıyorlar. Zaten ellerinde iman edilecek bir kitapları da
yoktur. Kitaplarını tahrif ederek işini bitirmişler de esasen şöyle demeye
çalışıyorlardı: Yahu önceki kitabımızı bozup da işimize gelmeyen, iştahımızı
kaçıran âyetlerinden kurtulup keyfimize göre bir hayat yaşamayı güç belâ
becermişken şimdi bu yeni kitap da nereden çıktı? Şimdi bir de bunu bozmaya mı
uğraşacağız? İşimiz yok da bir de bu Allah kitabını tahrifle mi uğraşacağız?
Demeye çalışıyorlardı.
Öyleyse bu
da konuşmada farklı bir metot kazandırıyor mü'-minlere.
Karşıdakine böyle bazen sağ sol vuracak, ama devirmeye-ceksin
çünkü devirdiğin zaman, adamın işini bitirdiğin zaman ona an-latamazsın artık. Yâni bir sağdan vuracak, bir soldan
vuracaksın, ama gene de ayakta dursun o, çünkü bir şey anlatılacak ona. Çünkü
biraz sonra şunları şunları hatırlayın diye tekrar tekrar söylenecek.
Allah’a
inanırım, peygambere de inanırım; ama filanın yolundan kesinlikle ayrılmam
diyen bugünün insanları da böyledir. İnandım dediği Allah bir türlü söyler, o
başka bir türlü yaşar. İnandım dediği peygamberin hayatı bir vadide, onunki
başka bir vadidedir. O yolundan çıkmam dediği varlık hatırına inandım dediği
Allah ve elçisiyle çok rahat çatışma içine girdiği halde, adam hâlâ müslümanlık iddiasından da vazgeçmemektedir. Bu nasıl bir
imandır böyle? Bir türlü anlamak mümkün değildir.
Sonra bir
sorgulama daha.
93:"Bir
zamanlar üzerinize Tûr dağını dikerek sizden sağlam söz almıştık. Size
verdiğimiz Tevrat’a kuvvetle sarılın? Demiştik. Dediler ki işittik ve isyan ettik.
Kâfirlikleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirilmişti. De ki onlara
peygamberim: Eğer sizler mü'min iseniz sizin imanlarınız
sizlere ne kötü şeyler emrediyor?"
Hani o size
verdiğimiz, şu anda da inandığınızı iddia ettiğiniz kitabı kuvvetle tutunuz!
Ciddiyetle ona sarılınız! Onu dinleyiniz ve onun dedikleriyle amel ediniz? Diye
Tûr dağını başınızın üzerine kaldırıp sizden zorla mîsak
almıştık. Sizler böyle kolay kolay ahit verecek insanlar
da değildiniz. Tûr dağının başınıza düşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunuz
o anda, ciddi bir tehlikeyle, ciddi bir tehditle karşı karşıya geldiğiniz o
ortamda ne dediniz bu mûcizeyi göre göre?
"İşittik ve isyan ettik" demiştiniz değil mi? Ne demek bu? Bu, şu demektir:
Evet dinlerim ama isyan ederim! Veya dinlerim ama isyan ederek dinlerim! Tamam
senin sözün neydi? Git mi demiştin? Tamam dinlerim ama ben kalırım! Sen kal mı
dedin? Ben otururum! Sen ver mi dedin? Ben alırım! Demiştiniz. Demek ki o kötü
şartlar altında bile sizler inanmış değildiniz.
Merhum Seyyid Kutup der ki: Bunlar dilleriyle işittik diyorlardı,
ama hayatlarıyla da isyan ettik diyorlardı. Tıpkı günümüzün kimi müs-lümanları gibi. Dilleriyle
inandıklarını iddia ediyorlar ama maalesef hayatlarında bu imanın kokusunu bile
görmek mümkün değildir. Dilleriyle ikrar ettikleri imanı hayatlarıyla
nakzediyorlar. Ağızlarından gevelediklerini yaşantılarıyla yalanlıyorlar.
Dilleri ayrı şey söylüyor, hayatları, yaşantıları ayrı şey söylüyor. Buna iman
denir mi? Bu Allah’ın istediği bir iman değildir. Allah’ın istediği iman kalpte
karar kılmış ve amellerle görüntülenmiş bir imandır. Hayatın kendisiyle
şekillendiği imana iman diyor Allah. Sadece iddiadan ibaret olan, hayatta
etkinliği olmayan bir iman boş bir iddiadan ibarettir.
"Kâfirlikleri
sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirilmişti."
Hainliklerinden
dolayı da Allah onların kalplerine buzağı sevgisi içirivermişti. Sanki bu üşribe süngerin suyu içmesi gibi. İnsanın su içmesi gibi
değil yâni. İnsan suyu içti mi iki saat sonra bütün vücuda yayılıyor o içilen
su. Ama süngerin içmesi biraz farklıdır. Yâni buzağı sevdası iliklerine kadar
işlemişti onların. Kalpleri onun sevgisiyle dopdoluydu. Buzağı sevgisi onların
kalplerinde Allah sevgisi yerine geçti, Allah sevgisinin yerini dolduruverdi.
Gözleriyle farklı bakıyorlar, kulaklarıyla farklı duymaya çalışıyorlar, çünkü
Kur’an’da anlatıldığına göre yâni böyle özel bir sesi
de vardı bu buzağının. Para sesi gibi böyle. Bakıyordular, seviyordular,
elleriyle dokunmaya çalışıyordular, ona ulaşmaya, ona sahip olmaya
çalışıyordular. Tıpkı vitrinlere bakanlar gibi, arabaya bir kere dokunabilsem
diye can atanlar gibi. Yâni bütün vücutlarıyla ona yöneliyorlardı, onun karşısında
ser mest oluyorlardı.
Allah
sevgisi yerine hakim olan bu buzağı sevgisine, dünya sevgisi diyenler olmuş.
Dünya sevgisi, dünyalıklar sevgisi kalplerine içirilmiştir onların. Öyle bir
yöneliyorlar ki dünyaya, öyle bir hedefliyor-lar ki
dünyayı sanki içecekler, sanki içlerine alacaklar. Dünyanın dışında hiçbir şey
düşünmüyorlar. Aman diyorlar mal! Aman diyorlar para! Aman diyorlar makam! Aman
diyorlar koltuk! Aman diyorlar alkış! Aman diyorlar şöhret! Bakın dediler ki:
"İşittik ve isyan ettik."
Emirler, istekler karşısında toplum ikiye ayrılıyor. Ya
evet dinledik itaat ederiz! Diyen mü'minler, ya da evet dinledik ama isyan ederiz! Diyenler. Ama bir
üçüncü sınıf oluştu son dönemlerde. Onlar da:
“Semi’na ve nesiyna”
Diyorlar.
Dinledik, duyduk ama unuttuk diyenler. Dinledik ama buradan çıkmadan unuttuk,
işi bitti! Diyenler. Evet böyle bir grup oluştu günümüzde. Dinliyoruz ama hemen
unutuyoruz. Hem öyle çabuk unutuyoruz ki Allah korusun bir âyetten ötekine geçince
bile unutuluyor, baş tarafı unutuluyor. Buradan çıkmadan unutuluyor. Veya Kur’-an
kapanınca unutuyoruz. Ders biter bitmez başlıyoruz hemen eylemsel girişimlere,
İstanbul’daki yürüyüşlere, çek senet hesaplarına ve Kur’an
orada kalıveriyor yâni kendi başına mahrum ama mahcur olarak. Rabbim ne olur
bize şuur ver! Ne olur bizi sana, kitabına ve elçine karşı bu vurdumduymaz, bu
saygısız, bu küstah tavırlarımız-dan kurtar. Bize istediğin ve razı olduğun
tavırları lütfet! Güzel tavırlar, güzel duruşlar nasip buyur!
Arkadaşlar,
Allah için burada çok önemli gördüğüm bir konuya dikkat çekeyim inşallah.
Haftada bir iki gün toplanıp kitabımızı okumaya, dinlemeye çalışıyoruz. Her
gün, her zaman yapamıyoruz bunu. Hal böyleyken ancak haftada bir iki saatimizi
bu işe ayırabildiğimiz halde, ders biter bitmez hemen
âyetler ortamından uzaklaşıp seçimden geçime, borçtan, çekten, senetten,
kazanmaya, harcamaya geçiveriyoruz ve Allah korusun
okuduğumuz âyetler orada kalıveriyor. Âyetlerin mesajı hemen buracıkta
unutuluveriyor. Allah korusun bu çok kötü bir durumdur. Allah rızası için
burada ders öncesi ve sonrası başka bir şey konuşmayalım. Okuduğumuz bu âyetler
üzerinde yoğunlaşalım. Dönelim bir daha konuşalım, dönelim bir daha soralım, iyice
öğrenmeye ve özümsemeye çalışalım. Buradan çıktıktan sonra da yine bu âyetleri
kafamızda canlı tutalım. Gittiğimiz her yerde bunları gündeme getirelim.
Böylece hem kendimizi diri tutalım bu âyetlerle, hem de çevremizin dirilişine
imkân hazırlayalım. Değilse Allah korusun lânete uğrayanlardan oluruz.