"Deki
onlara peygamberim: Eğer sizler mü'min iseniz, sizin imanlarınız sizlere ne
kötü şeyler emrediyor?"
Yâni bu
kadar kötü şeyler emreder mi iman? Siz mü'min oldu-ğunuzu iddia ediyordunuz?
İşittik, isyan ettik! Diyorsunuz, arkasından peygamberleri öldürüp, kitabınızı
tahrif ediyorsunuz. Peygamber aranızda olduğu halde buzağıya tapınmaya
kalkıyorsunuz. Sizin nasıl bir imanınız var ki, bu imanlarınız sizi Allah’la
çatıştırıyor? Nasıl bir imanınız var ki, Resûlleri gündemden uzaklaştırtıyor
size de, hep başkalarını gündeme almanızı emrediyor?
Nasıl bir
imanınız var ki, Resûllerin örnek hayatları yerine başka başka insanların
hayatlarını örnek almaya zorluyor sizi? Böyle iman olmaz yahu. Sizin bu
imanınız nasıl bir iman ki, size bunları emrediyor? Böyle bir iman başka
değil, olsa olsa şeytana iman olur deniyor.
Peki bu
adamları bu yanılgıya iten sebep neydi acaba? Acaba hangi sebepten ötürü bu
cesareti buluyorlardı bu adamlar kendilerinde? Bunların hayatında bir yanılgı
var. Belki de şeytanın en fazla insanları yakaladığı nokta burasıdır. Nasıl
yakalıyor şeytan? Veya bu insanlar nasıl mutmain oluyorlar böyle? Bakın bu insanlar
diyorlar ki, âhiret yurdu bizimdir. Cennet bizimdir, cennet bize aittir.
Yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği insanlar biziz. Ve kesinlikle bizler cennete
lâyık insanlarız, cennete gideceğiz..
"Yahudi
ve hıristiyanlar dediler ki: Biz yeryüzünde Allah’ın dostları ve sevgilileriyiz."
(Mâide 18)
Bizler bu
halimizle, bu anlayışlarımız, bu yaşayışlarımızla, bu önderlerimizle ve bu
kitaplarımızla, bu cemaatlarımızla, bu yapılan-malarımızla kesin cennetliğiz.
Bu iş kesin. Bu iş garantidir. Bizler ga-ranti cennetliğiz, siz kendinize bakın
dediler. Hıristiyanlar böyle diyordu, yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu
dedikleri Hz. İsa’yı ve Hz. Üzeyir’i, işledikleri günahlara karşı kalkan yaparak,
Allah’a veliaht tayin ederek, Allah’a, Allah’ın bu sözünden çıkamayacağı
oğulları vasıtasıyla torpil yaptıracaklarına inanıyorlardı. Evet
hıristiyanlar da, yahudiler de aynı şeyi söylüyorlardı.
Ve bugün
maalesef aynen onlar gibi sapmalar içine giren müslümanlardan pek çoğu da aynı
şeyleri söylemeye çalışıyorlar. Aynen onlar gibi Allah’a birtakım veliahtlar,
Allah karşısında birtakım şefaatçiler bulmaya ve onlara sığınmaya çalışıyorlar
ve işin kötüsü böylece kendilerinin kesin cennetlik olduklarını savunmaya
çalışıyorlar.
Şimdi madem
bu kadar kendimize güveniyoruz, ben şu yaptı-ğım konuşmalarımla, sizler
haftada bir kere gelip beni dinlemeleri-nizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla,
berikiler cemaatlarıyla, ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete
gideceğimizi iddia ediyoruz. İşte bilelim ki; bizim bu mutmain halimiz
değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük
engel budur. İnsanların değişimlerinin önüne dikilmiş en büyük put budur.
yahudi’nin değişiminin önündeki en büyük
engel buydu çünkü. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler.
Mutmaindiler çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı
kabule gerek görmediler.
İşte bakın bu mutmain ve
değişime gerek duymayan, değişime razı olmayan, statik ve durağan
hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden yana olan bu insanlara Allah
buyurdu ki:
94:"De
ki; eğer âhiret yurdu Allah indinde başkalarına değil de sadece size ayrılmış
ise, o halde sâdıksanız hadi ölümü temenni edin!"
Onlara şunu
söyle ey peygamberim: Eğer Allah yanında ahiret yurdu başkalarının değil sadece
sizinse, sadece siz gidecekseniz o cennete, diğer insanlar cehenneme gidecekse,
o cennet sadece size aitse, ahir yurt, yâni işin sonu hep size kalacaksa, siz
sonunda hüküm ferman olacak, söz sahibi olacaksanız, öyleyse hadi bakalım:
Eğer
iddianızda sâdıksanız hadi hemen ölümü temenni edin bakalım. Hadi hemen
ölüme, ne duruyorsunuz? Madem cennet var ve o cennet sadece sizindir, size
aittir, öyleyse ne duruyorsunuz? Niye hemen ölmek istemiyorsunuz? Niye bir an
evvel o cennete ulaşmak istemiyorsunuz? Bu dünya hâlâ sizi niye bağlıyor
böyle? Niye çakılıp kaldınız dünyaya? Bu programlarınız ne böyle? Bin yıl
yaşasanız da bitmeyecek bu hedefleriniz ne böyle? Bu evler, bu barklar, bu
arabalar, bu marklar, bu dolarlar, bu makamlar, bu diplomalar, bu şanlar, bu
şöhretler, bu alkışlar sizi niye hâlâ hayata bağlıyor? Madem ki Cennet sizi
bekliyor, o halde ne duruyorsunuz? Denilince:
95:"Hayır
hayır, ellerinin kazandıkları yüzünden, onu hiç bir zaman temenni
edemeyeceklerdir. Allah zâlimleri çok iyi bilir."
Elleriyle
yedikleri naneler yüzünden, onlar onu hiç bir zaman temenni edemeyecekler.
Elleriyle işledikleri günahlar yüzünden onlar asla ölmeyi isteyemeyeceklerdir.
Biz de isteyemiyoruz o yüzden. Niye? E işimiz var, aşımız var canım. Değil mi?
Planlarımız var, programlarımız var, dükkanımız var, tezgahımız var. Amir
olacağız, müdür olacağız, baş olacağız, ayak olacağız, gideceğiz, geleceğiz.
Veya da-ha kutsal görevlerimiz var efendim, bu ümmete daha Kur’an anlataca-ğız,
sünnet anlatacağız, teşkilatımızı büyüteceğiz, cihan şümul hale getireceğiz,
devlet kuracağız, biz ölmeyeceğiz yâni. Daha çok işlerimiz var bizim diye
böyle kendi kendimize ölümden öte bir hayat istiyoruz.
Yâni cennetteki kadar rahat, ama
ölmemek üzere dünyada böyle bir cennet istiyoruz. Sanki bugün müslümanlar
İslâm’ın ön gördüğü hayatı sadece rahatlık anlıyorlar. Yâni sanki peygamber
Taif’te hiç taşlanmamış, Bedir’de hiç işkence görmemiş, Uhut’ta yara almamış
ve hiç aç kalmamış, açıkta kalmamış, perişan olmamış, hiç bir şey olmamış. Yâni
böyle müslüman oluverdin mi, oh tamam senden iyisi yok.
Her evde
İslâmî yayınlar yapan televizyonlar. Kapının ağzında hizmete âmâde bekleyen,
otomatiğin otomatiği arabalar, yazın yazlıklar, kışın kışlıklar, kaplıcalar,
ılıcalar filan olacak, biz böyle müslü-manca yaşayacağız ve yine de ölüm
olmayacak. Hele tıp dünyası da ölüme bir çare buluverse tamam biz yaşayıp
gideceğiz böyle, hiç başımız ağrımadan. Oysa bu dünyada bunlar olacaktı. Allah
korusun da böyle düşünen adam insanlardan küçük bir azap görünce de korkusundan
ne yapacağını şaşırıp kalıveriyor tabii. Hani Ankebût sûresinde bu husus
şöyle anlatılıyordu:
"İnsanlardan
kimileri de vardır ki, Allah’a inandık der, fakat Allah yolunda bir eziyete
uğratıldığı zaman da insanların işkencesini Allah’ın azabına denk
tutuverir."
(Ankebut
10)
Böyle oluveriyor
bu sefer de. Yâni insanlardan gelen küçük bir azabı Allah’tan gelen azap gibi
kabul ediveriyor ve korkmaya başlayıveriyor. Geri adım atmaya kalkıyor yâni. Öyleyse
bizler imanlarımızla amellerimizi dengeye getiremezsek, dengede tutmayı
beceremezsek, bilelim ki; bu ikilemi sürekli yaşayacağız demektir. Yâni bunun
için, bundan kurtulabilmek için çare şu: İman ettikçe amel edeceğiz, iman
ettiğimizi hep amele dönüştüreceğiz, amelimiz hep imandan kaynaklanacak, o
zaman hiç korkmayız, başımıza ne gelirse gelsin hiç etki-lemez bizi. Sahâbe
onun için dayanıklıydı. Yâni biz imandan kaynaklanmayan ameller peşinde
koşarsak veya iman ettiğimiz halde o konunun amelini gündeme getirmezsek, o
zaman işte böyle bozuk düzen bir hayat yaşarız. Metanetimiz, dayanıklılığımız
da olmaz. Sahâbe öyle değildi. İnanıyor yaşıyordu, inanıyor yapıyordu, yaptığı
inancıydı, inandığını yapıyordu, işte böyle devam edince de güçlü oluyordu sahabe.
Fark etmiyordu ki onun için, hesabı her gün denkleştiriyor, kasa hesabı her gün
sıfırlanıyor, aldığı belli, verdiği belli tamam, o kadar rahat ki; ölecekmiş,
neden korksun da? Hesabı tamam, biliyordu ki zaten ölecek.
Düşünün,
düşünelim hemen ölümle karşılaşmayı ister misiniz? Hiç düşündünüz mü? Hiç
hesap yaptınız mı? Hemen bir anda ölümü kabullenmek kolay değil değil mi? Bu
işin muhasebesine bile kendimizi inandıramıyoruz. Düşünmek bile ürpertiyor
insanı. Kolay mı? Yaşadığımız hayat belli, ellerimizin kazandıkları da belli,
bu hayatın bizi nereye götüreceği de belli. Onun için korkuyoruz ölümden. Evet
ya-hudi ve hıristiyanların ölüm konusunda böyle davrandıklarını anlatıyor
Rabbimiz. Ölümden bu denli korkmalarını, hayata bu kadar yapışkan olmalarını
anlatıyor. Yaşadıkları hayatın kendilerini nereye doğru götürdüğün farkında oldukları
için böyle olduklarını ortaya koyuyor. Ama tabi bu insanlardan da derece
derece farklı olanlar vardır:
96:"Yemin
olsun ki sen, onları yaşamaya karşı insanların en hırslısı bulacaksın.
Müşriklerden bin yıl yaşasa isteyenler de elbette vardır ama bunlar
müşriklerden daha hırslıdır. Ama bilmiyorlar ki onlar uzun ömürlü olsalar da
azaptan kurtulamayacaklar. Allah şüphesiz ki yaptıklarını, ettiklerini gören,
gözetendir."
Bu
yahudileri ve yahudi tıynetli adamları; insanlar arasında, hayat sevgisi açısından
daha haris, daha hırslı bulursun. En hırslı, en haris onları bulursun. Evet
cennetliğiz diyerek kitabı bir tarafa bırakan, sünneti bir tarafa bırakan ve
kendilerince, akıllarına estiği gibi bir hayat yaşamaya çalışan bu insanlara
bir bakın ki, hem âhiret bizimdir diyorlar, hem de dünyayı kucaklama sevdasına
kapılıyorlar. Dünyaya ve dünyalıklara karşı çok haris davranıyorlar, doyumsuz
davranıyorlar. Hesapları çok adamların. Torunu, torununun torunu, yeni dükkanlar,
yeni tezgahlar, yeni hedefler, yeni hesapları var adamların. Bunlar bitecek de
ondan sonra sıra gelecek kitaba, sünnete dönmeye. Bunlar bitecek de ondan
sonra sıra gelecek Allah’a kulluğa. Başka türlü zaman bulmaları mümkün
değildir.
"Müşriklerden
bin yıl yaşasa isteyenler de elbette vardır, ama bunlar müşriklerden daha
hırslıdır."
Yâni
buradaki zamir ya yahudilere gider, ya da müşriklere gider. Buradan anlıyoruz
ki; yahudilere daha büyük bir azap vardır. Çünkü müşrikler öldükten sonra
dirilmeye iman etmeyen insanlardır. Yâni bunlar öldükten sonra hiçbir âkıbete
inanmazlar. Dünya hayatından başkasını bilmez onlar. Dolayısıyla onların dünya
tutkusu kendilerinden beklenmeyen bir şey değildir. Çünkü varsa da yoksa da onların
cennetleri dünyadır. Dünyadan başka bir hayata inanmazlar. Ölüm ötesi hayat
inancı yoktur onlarda. Ama Allah’a ve âhiret gününe inandığını iddia edip de bu
müşriklerden daha fazla dünyaya tutkun olan adamlara ne demek lâzım? Hem
inandık diyorlar Allah’a, kitaba, peygambere, âhirete, hem de hayatlarında bu inandık
dedikleri şeylerin kokusuna bile rastlanmadan var güçleriyle dünyayı kucaklamaya
çalışıyorlar. Buna ne demek lâzım? Bu nasıl bir iman ki kâfirlerden daha fazla
dünyaya bağlanmayı emrediyor? Bu nasıl bir iman ki âhiretle alâkalı bir
programa yer bırakmıyor?
"Ama
bilmiyorlar ki onlar, uzun ömürlü olsalar da azaptan kurtulamayacaklar."
Bin sene de
yaşasalar onlar başlarına gelecek azaptan kurtulamayacaklardır. Uzunca
yaşamış olmaları onları Allah’ın azabından kurtaramayacaktır. Eninde sonunda onlar
kendilerini o azabın içinde bulacaklardır.
"Allah
şüphesiz ki yaptıklarını, ettiklerini gören, gözetendir."
Evet böyle Allah’a, âhirete,
hesaba, kitaba inandık dedikleri halde inanmayanlardan daha çok dünyaya
bağımlı olanların bu boş iman iddialarını da, bu boş hayatlarını da Allah
görmekte ve bilmektedir. Böyle boş bir iman iddiasıyla kurtulacaklarını sanmasınlar
bu adamlar.
97:"Bir
de onlara de ki peygamberim; kim Cibril’e düşman ise. Çünkü senin kalbine
kendisinden öncekileri tasdik eden bir kitap indirdi diye Cebrâil’e düşman oluyorlardı.
Üstelik inananlar için hidâyet ve müjde olarak geliyordu bu kitap."
Kim
Cibril’e düşman olursa. Kim Cebrâil’e düşman kesilirse. Rabbimizin bu
âyetinden anlaşıldığına göre yahudiler, Allah’ın peygamberlere vahiy getiren
elçisi Cibril’e de düşman kesilmeye çalışıyorlardı. O bizim düşmanımızdır, o
rahmet meleği değil, azap meleğidir diyorlardı.
Bu
düşmanlığı şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-
Diyorlardı ki: Ne oluyor ey Cebrâil? Hani bir zamanlar biz dosttuk, bize vahiy
getiriyordun! Bu işin sahibi, bu işin ehli bizdik! Bu işin toptancılığını,
bayiliğini, baş bayiliğini biz yapıyorduk! Bu işin tanıtımı bize aitti! Hani bakıyoruz
da bizi bırakıverdin! Bu Muhammed de nereden çıktı böyle? Niye vahiy
getiriyorsun ona? Niye terk ettin bizi! Adam eski dostlarını unutur mu? Ayıp
değil mi bu yaptığın? Bizi, İsrâil oğullarını bu işten mahrum bıraktın? Vahyi,
risâleti ümmîlerden birine, bizden olmayan birine getirdin! Diyerek Cebrâil’e
düşman oluyorlardı.
Yâni tabiri caiz ise Peygamberlik
işine toptancılık, bayilik gözüyle bakıyorlar hainler. Bu iş bize aitti, ne
oldu da bizden bunu alıp başkalarına verdin? Demeye çalışıyorlar ve bu yüzden
de Allah’a da, Onun kutlu elçisi Cebrâil’e de hikmetsizlik, adaletsizlik
izâfe ederek düşman kesiliyorlardı alçaklar
2 : Bir
ikincisi de âyetin devamında işaret buyurulduğu gibi:
"Çünkü
senin kalbine kendisinden öncekileri tasdik eden bir kitap indirdi diye
Cebrâil’e düşman oluyorlardı."
Yâni
getirdiği bu yeni kitapla kendi kitaplarını tashih ettirdi diye, kendilerinin
yanılgı noktalarını, tarih boyunca sapma noktalarını belirleyip ortaya
koyuverdi diye, tarih boyunca işledikleri tüm pislikleri ortaya döküverdi diye
düşman oluyorlardı Cebrâil’e. Tıpkı şimdi kimi insanların açık ve net bir
biçimde Kur’an’ın ortaya konmasından çekindikleri gibi. Çünkü Kur’an,
insanlar tarafından anlaşıldıkça sapık insanların sapıklık noktaları
anlaşılacak da ondan. Bu tür insanlar Kur’an’ın açık ve net bir biçimde ortaya
konmasından hep rahatsız olurlar. İnsanların Allah vahyiyle, Allah bilgisiyle
tanışmaları bunları korkutur. Çünkü o zaman kendi anlayışlarının, kendi
inançlarının, kendi hayat programlarının boşluğu ve batıllığı açığa çıkacaktır.
Bunlar
bunun için düşman kesiliyorlardı Cebrâil’e. Getirdiğin bu son kitapla bizi
deşifre ettin diye. Bizim tarihî sapıklıklarımızı ortaya döküverdin diye.
Peygamberleri öldürdüğümüzü, kitaplarımızı tahrif ettiğimizi, aramızda peygamber
varken onu bırakıp buzağıya tapındığımızı, bedavadan üzerimize yağan Allah
nimetlerine karşı nankörler kesildiğimizi, Allah’a kulluktan çıkıp keyfimize
göre bir hayata yöneldiğimizi, tüm kirli çamaşırlarımızı ortaya döküverdi diye
Cebrâil’e ve onun getirdiği son kitaba ve son elçiye düşman kesiliverdiler.
Aksine bu yahudilerin sevinmeleri
gerekirdi. Teşekkür etmeleri gerekiyordu Cebrâil’e. Ey Cebrâil ne iyi ettin ki
böyle bir kitap getirerek, bizi böyle bir Allah bilgisiyle karşı karşıya
getirerek bizim bozuk taraflarımızı ortaya koydun! Bizim sapak noktalarımızı
ortaya döktün! Meğer bizler bu halimizle cehenneme gidiyormuşuz! Bize bizi tanıttın!
Biz senin bu getirdiğinle kendimizi sağlama imkânı bulduk diye sevinmeleri
gerekirken, teşekkür etmeleri gerekirken düşman kesiliyordu ona hainler.
Günümüzde kendi yollarının, kendi
anlayışlarının, kendi kitaplarının sağlamasını yapacağından korkup da
Kur’an’ın açık ve net bir biçimde ortaya konmasından rahatsız olanların da bu
tavırlarından vazgeçip aksine büyük bir memnuniyet duymaları gerekmektedir.
Çünkü bu kitap onların sapak noktalarını ortaya koyduğu için sevinmeleri gerekmektedir.
"Üstelik
inananlar için hidâyet ve müjde olarak geliyordu bu kitap."
Halbuki
Allah’ın yolu birdir. Halbuki Allah’a iman demek, Allah’ın gönderdiklerine, bildirdiklerine
iman demektir. Allah’ı sevmek demek, Allah’ın sevdiklerini sevmek demektir.
Allah’ı seven meleklerini de sever. Allah’a inanan meleklerine de inanır.
Allah’a inanan peygamberlerinin tümüne inanır. Halbuki bunlar Allah’ın peygamberlerinden
kimine dostluk iddiasında bulunurken, kimilerine de düşman oluyorlar. Bir meleğe
dost olup ötekilere düşman oluyorlar. Halbuki herhangi bir Rasûlü inkâr eden, bütün
Resûlleri inkâr etmiş demektir. Meleği ve peygamberi inkâr eden onları gönderen
Allah’ı da inkâr ediyor demektir. Ve şunu da bilin ki:
98:"Her
kim ki Allah’a, Meleklerine, peygamberlerine, Cibril’e ve Mîkâil’e düşman
olursa artık Allah da o kâfirlerin düşmanıdır."
Çünkü
elçiye düşmanlık, o elçiyi gönderene düşmanlıktır. Bizde de böyle bazen bazen
getirdiklerinden dolayı Allah’ın meleklerine düşmanlık yapmaya çalışanlar
eksik değildir. Melek çok sevdiği birilerinin canını alıverince veya deprem
gibi, yangın ve kıtlık gibi bir iptila getiriverince, bunu yapanın işte Allah
belâsını versin! Olacak şey miy-di bu! Gibi yahudi’yi aratmayacak biçimde
meleğe düşmanlık yapan-lar az değildir.
99:"Peygamberim,
biz sana apaçık âyetler gönderdik, bunları da fâsık olanlardan başkası inkâr
etmeyecektir."
Biraz başa
dönüyoruz şimdi. Az ilerde ne demişti Rabbimiz?
"Hani
bundan önce Mûsâ apaçık Beyyine’lerle size gelmişti de siz, bunları
gözlerinizle göre göre inkâr edip buzağıya tapmış ve zâlimlerden olmuştunuz"
(Bakara: 92)
Denmişti.
Burada da deniyor ki: Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik, onları
fâsıklardan başkası inkâr etmez deniyor. Yâni dün Mûsâ’ya gelenleri reddeden bu
alçakların şimdi de seninkilere iman etmelerini beklemeyin! denilerek böylece
bu adamların iman davaları sıfıra indiriliyor. Ve böylece ey müslümanlar,
sizler hâlâ bu adamların size inanmalarını mı bekliyorsunuz? Diye başlayan
bölüm bitirilmiş oluyor.
100:"Onlar
(o fâsıklar sadece şimdi değil) her ne zaman bir ahde girişir, bir söz
verirlerse içlerinden bir grup onu atıp bozuvermedi mi? Hayır hayır onların pek
çoğu iman etmemişlerdir."
Âyet-i
kerîmede sanki bu bozma işini yapanların bir grup olduğuna dikkat çekiliyor.
Ama arkasından da;
Bilâkis
onların çoğu iman etmemiştir deniliyor. Çünkü bir grup bozuyordu, ama ötekiler
de bu bozma işine razı olmakla, bunu desteklemekle, kabul etmekle onlarla aynı
noktaya geliyorlardı. Öyleyse bir toplum içinde Allah’ın dinini bozan,
Allah’ın âyetlerini tahrif eden, Allah’a düşmanca tavırlar sergileyen bir grup
var da, ötekiler bunların yaptıklarına engel olma kavgası vermezler, sessiz
kalırlarsa bilelim ki bunların hepsi o suçun ortağıdırlar. Allah onların
hepsini birden cezalandıracaktır.
101:"Onlara
ne zaman yanlarındakini tasdik etmek üzere Allah katından bir peygamber gelse
ehl-i kitaptan bir grup sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını arkalarına
attılar."
Yâni onlar kitapla ilgiyi,
alâkayı kestiler.
Onu
arkalarına attılar. Ellerindeki kitabı bir kenara bıraktılar. Kitabın arkaya
atılması, kitabın önüne başka şeylerin geçirilmesi demektir. Kitabın önüne
başkalarının kitaplarını veya kendi düşüncelerini, şahsi kanaatlerini, kendi
değer yargılarını, kendileri gibilerin değer yargılarını onun önüne almak
anlamına gelmektedir. Ya da kitaptan yüz çevirmek, kitapla ilgiyi, alâkayı
kesmek, hayat programını kitaba danışmadan hazırlamak, böyle bir kitap var
mı, yok mu bundan habersiz yaşamak anlamına gelmektedir. Kitabın emirlerine ve
yasaklarına karşı kayıtsız, vurdum duymaz bir hava içine girmek, kitabı ona
ihtiyaç duyulmadığı için arkaya almak ve onu kendisine az bakılacak bir
konuma getirmek demektir. Veya kitaba, onu sonra okuruz! Hele önce şunları
şunları bir okuyalım da ondan sonra ona sıra gelsin diyerek onu ikinci, üçüncü
plana atmak demektir. Evet bunlar
kitabı arkaya attılar ve:
102: “Ve
Süleyman mülkü aleyhine şeytanların uydurdukları şeylerin ardına düştüler.
Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şeytanlar kâfir oldular. Onlar
(yâni şeytanlar) insanlara sihir öğretiyorlardı. Babil’deki iki meleğe hiç bir
şey indirilmemiştir. Biz ancak imtihan için gönderildik sakın küfretme? Demedikçe
hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlardan karı ile kocasının arasını
ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki bunlar Allah’ın izni olmadıkça bu sihirle
hiç kimseye zarar verebilecek değillerdi. Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne
de bir zarar verecek şeyler öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, bu sihri satın
alan kimseler için âhirette hiçbir nasibin olmadığını da biliyorlardı. Nefisleri
karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir bilebilselerdi."
Allah’ın
vahyi, Allah’ın kitabı bırakılınca, kitap arkaya atılınca, kitap kenara
alınınca, elbette başka şeyler gündeme gelecekti. Elbette şeytan vahiyleri
devreye girecek, şeytan vahiyleri gündeme gelecekti.
Tıpkı şimdi gece, Allah’ın
kitabını bir kenara attıkları için müs-lümanız diyen insanların dünyasında
şeytan vahyi olan televizyonun gündeme geldiği gibi. Bu kaçınılmaz olacaktır.
Çünkü insanlar mutlaka hayatlarını bir şeylerle doldurmak zorundadırlar. Eğer
Allah vahyi gündemde yoksa mutlaka başka vahiyler gündeme gelecektir.
Bunlar
Allah’ın vahyini bir tarafa bıraktılar. Allah kitabıyla ilgilerini kestiler.
Kitapları ve o kitaplarının pratik uygulaması olan peygam-berlerinin sünnetiyle
ilgilerini keserek bir hayat yaşamaya başladıklar ve şeytanların uydurmuş
oldukları sihir kitaplarına, göz boyacılık işlerine uymaya başladılar.
"Halbuki
Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şeytanlar kâfir oldular."
Bu âyette
Süleyman’ın (a.s) asla ne sihirle, ne de küfürle ilgi-sinin olduğu anlatılır.
Ve sihir yaptıkları ve bunu başkalarına öğret-tikleri için şeytanların kâfir
oldukları anlatılır. Süleyman (a.s)’ın sihirler de, küfürle de bir ilgisi
yoktu. Küfür ve sihirle ilgilenenler şeytanlardı deniliyor.
"Onlar,
(yâni şeytanlar) insanlara sihir öğretiyorlardı."
Şeytanın
aslı küfür olduğundan, küfür başa alınmıştır. Şeytanın aslı küfürdür. Şeytan
kâfirdir. Şeytan örtücüdür. Fıtratını örten, Allah’ı örten, Allah’ın emrini
örten, Allah’ın kendisinden istediği kulluğu örten, kendisini kulluktan, tekliften
âzde sayandır. Onun içindir ki onların yaptıkları bu sihir, küfürle beraber
olan bir sihirdir. Aslı küfür olan bir sihirdir. Sihrin aslı küfürdür. Allah’ın
yasalarını, Allah’ın arzu ve e-mirlerini örtmektir, reddetmektir, inkâr
etmektir.
“Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir.”
Bu ifadeyi birkaç şekilde
anlamaya çalışacağız.
Buradaki ya nafiyedir, o zaman mânâ az önce
dediğimiz gibi olacaktır: Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir.
Biz Babildeki iki meleğe hiçbir şey indirmedik.
Ya da bu İsm-i mevsuldür, o zaman
da mânâ şöyle olacaktır:
"Şeytanlar
insanlara sihri öğretiyorlar ve Babil’de iki Meleğe indirilen şeyi
öğretiyorlardı."
Halbuki bu iki melek:
"Biz
ancak imtihan için gönderildik sakın küfretme! Demedikçe hiç kimseye bir şey
öğretmiyorlardı."
"Onlardan
karı ile kocasının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı."
Yâni bu
öğrendikleri şeyler arasında bunlar da vardı. Karıyla kocanın arasını ayıracak
şeyler öğreniyorlardı.
"Halbuki
bunlar, Allah’ın izni olmadıkça bu sihirle hiç kimseye zarar verebilecek
değillerdi."
Allah’ın
bilgisi, Allah’ın izni ve iradesi olmadıkça bunların yapabilecekleri hiç bir
şey yoktu yâni.
"Onlarsa
kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verecek şeyler öğreniyorlardı."
Ya da
sadece zarar verecek ve asla faydası olmayan şeyler öğreniyorlardı. Bundan
anlaşılıyor ki sihir öğrenmek safi zarardır. Sihrin hiç faydası yoktur. Sırf
zarardır o. Tıpkı felsefe, mantık, sosyoloji öğrenmek gibi sırf zaradır sihir
öğrenmek.
"Andolsun
ki onlar, bu sihri satın alan kimseler için âhirette hiçbir nasibin olmadığını
da biliyorlardı."
Yâni bu
sihirle ilgilenen insanlar, ilgilendikleri bu sihrin kendileri için âhirette
hiçbir sevap sebebi olmadığını da biliyorlardı.
"Nefisleri
karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir
bilebilselerdi."
Kitaplarını
arkaya atarak sihirle uğraşmalarının onlara nelere mal olacağını keşke bir
anlayabilselerdi. Kendilerine verilen kitabın ne kadar değerli olduğunu, onu
bir kenara bırakarak onun yerine ilgilendikleri, yöneldikleri bu sihrin ne
kadar değersiz ve boş bir uğraşı olduğunu keşke bir anlayabilmiş olsalardı.
Hayatlarını düzenlemek, kendilerine dünya ve âhiret mutluluğu kazandırmak
üzere Allah’ın gönderdiği kitabın, vahyin, Allah bilgisinin kıymetini
bilemediler de tutup sihrin peşinde koştular. Bunlar bu kadar bilgisiz kimselerdir.
Yâni eğer
onların kendisiyle amel edebilecekleri kitap sünnet bilgileri olsaydı; onunla
amel ederlerdi demektir bunun mânâsı. Ama heyhat ki, onların amel edebilecek kadar
kitap sünnet bilgileri olmadığı için sihirle amele yöneldiler. Az evvel
söylediğim gibi bu durum kaçınılmazdır. İnsanların hayatlarını düzenleyecek
kadar kitap ve sünnet bilgileri yoksa, yâni kitaplarından ve peygamberlerinin
uygulamalarından habersiz bir hayatın mahkumu olmuşlarsa, çaresiz başka
şeylerin peşine takılmak zorunda kalacaklardır. Başka vahiylerle, başka
bilgilerle, başka kitaplarla, başka yasalarla hayatlarını düzenlemek zorunda
kalacaklardır.
Bir başka deyişle Allah’a
kulluktan kaçanlar, başkalarının ku-cağına düşmek, başkalarına kulluk etmek zorunda
kalacaklardır.
Rivâyetlere
bakılırsa kâhinler bir dönem cinlerden ve şeytanlardan öğrendikleri bilgileri
kitap haline getirmişler, büyü kitapları oluşturmuşlar. Bunu insanların
arasında yaymaya çalışmışlar. Nihâyet Süleyman (a.s) peygamber olarak gelince
tüm bu kâhinleri etkisiz hale getirmiş ve onların yazdıkları bu kitapları
toplatarak bir yere gömdürmüştür. Ama Süleyman’ın (a.s) vefatından kısa bir
süre sonra şeytan, insan sûretinde toplumun arasında görülür. Topluma der ki: Süleyman’ın
yeryüzündeki kuşa, kurda hâkimiyetinin sebebini sizlere söyleyeyim mi? İşin
aslı şu ki, Süleyman zannettiğiniz gibi bir peygamber değil, o büyük bir sihirbazdır.
Çünkü şeytanları, cinleri, rüzgarları, kuşları, hayvanları hepsini sihirle büyüleyip
teslim almıştır. Tüm bu varlıklara hükmetmesinin altında onun bu büyük sihirbaz
oluşu yatmaktadır. Yâni o ne yapmışsa bu büyük sihirle yapmıştır. Eğer bu
söylediklerimin ispatını isterseniz benden, o zaman onun kitapları işte şurada
onun kürsüsünün altında gizlidir, kazın onu bulacaksınız der. Açtılar
kürsünün altından gerçekten bir kısım büyü kitapları çıkardılar.
İşte
insanlar Süleyman’ın (a.s) mülkü üzerine şeytanların uydurdukları, ortaya
çıkardıkları bâtıl şeylerin ardına düştüler. Hz. Süleyman’ın bir sihirbaz
olduğunu, onun bir peygamber olmadığını söylüyordu yahudiler. Ama Allah bu
âyetiyle bunun böyle olmadığını, Süleyman’ın (a.s) ne sihirle, ne de küfürle
ilgisinin bulunduğunu haber veriyor. Aslında bu haliyle sihir bir küfür olup,
Süleyman (a.s) sihir yaparak asla küfretmemiştir ama ona sihirbaz diyen
şeytanlar kâfir olmuştur, denilmektedir. Çünkü bu şeytanlar, insanları
peygamber yolundan uzaklaştırıp sihir öğreterek yoldan çıkarıyorlardı.
Peygamber yolunu bıraktırarak onları sihirlerin peşine takıyorlardı.
Böylece
İsrâil oğulları sihirbazlığa yöneldiler. Zira Mısır’dan beri İsrâil oğullarının
arasında sihir biliniyordu. Bilhassa eski devletlerini kaybedip de diğer
milletlerin kölesi durumuna geldikten sonra onların bu tür şeylere sarıldıklarını
görüyoruz.
Kitaplarını
arkalarına atınca yapacakları bir şey kalmamıştı zaten. Ama utanmadan bunu
Süleyman’a (a.s) izâfe ederek buna meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Uydurdukları
bu şeyin bir kökü, bir dayanağı olmadığı için de bunu Süleyman’a (a.s) dayandırmaya
çalışıyorlardı. Din de böyle diyor efendim! Kitap da böyle buyuruyor efendim!
Peygamber de böyle demiştir! Peygamber de böyle yapmıştır efendim! Diyerek bu
işe meşruiyet kazandırmayı amaçlıyorlardı.
Günümüzde
de şeytan yapımı demokrasi gibi, karıyla kocanın arasını ayıran, babayı
evlâda, evlâdı babaya düşman yapan, kardeşle kardeşin arasını açıp onları
fırkalaştıran sistemleri ortaya çıkarıp, bunları kitabın yerine ikâme ettikten
sonra, buna bir de halkın gözünü boyayabilmek için, din de böyle diyor efendim,
Kur’an da demokrasiden yanadır, Kur’an da aynen demokratik bir sistem önermektedir
diyerek ona meşruiyet kazandırmaya çalışan insanlar gibi. Kitap ve sünneti
arkasına atan müslümanlar bu tür şeylerin peşine takılıverdiler. Başka
çareleri de yoktu zaten. Amel edebilecek ortada kitap ve sünnet olmayınca
elbette bu tür şeylerin peşine takılacaklardı.
Zira hiçbir toplum kitapsız,
kuralsız, programsız, yasasız ya-şayamaz. Kitaplarını terk eden, kitaplarını
arkasına atan bir toplum elbette başka kitaplar bulmak zorunda kalacaktır.
Peygamberlerini, yasal örneklerini terk eden insanlar elbette kendilerine
başka kulluk örnekleri bulmak zorunda kalacaklardır.
Tabi onlar böyle bir arayışın
içine girince de birileri onlara onların bu tür ihtiyaçlarını karşılayıvereceklerdir.
Kitap mı arıyorsunuz? Alın size kitap. Peygamber mi istiyorsunuz? Alın size
peygamber. Ya-sa mı arıyorsunuz? Alın size yasa deyiverirler. Bu tarih boyunca
hep böyle olagelmiştir.
Buradaki
“Onlarsa kendilerine hiçbir fayda vermeyecek şeyler öğreniyorlardı” ifadesi
bir de bende şöyle bir mana çağrıştırıyor: Yani kitaba yönelmedeki temel hedef,
kitapla diyalogdaki temel mantık İs-lâmî olmayınca, kulluk endişesi taşımayınca
sonuç elbette böyle olacaktır. Bakıyoruz bugün de Kur’an sünnet öğrenmeye
çalışan nice koca ve karılar hep kendilerine, kendi haklılıklarına delil
bulabiliyorlar ve kadınsa kocasına itaat etmemeye, kocaysa karşısındakini
ezmeye yol bulabiliyorlar. Elbette Allah’ın kitabına bu mantıkla yaklaşılırsa
herkes kendi haklılığına delil bulabilecektir.
İşte şu anda da görüyoruz ki
Kur’an sünnet okuyan, onlarla bilgilenmeye çalışan nice kadınlar okuduklarından
buna delil bulduklarını zannederek kocalarına itaatsizliği savunabilecek bir
noktaya geliyorlar. Yine aynen onlar gibi Kur’an sünnet okuduklarını iddia eden
nice erkekler de okuduklarıyla hanımlarını ezmeye, onlara insanlık dışı keyfi
davranışlarda bulunmaya yol bulabiliyorlar. Bunun sebebi vahye yaklaşış
biçiminin bozukluğudur.
Veya yine bakıyoruz bugün
insanlar kitap sünnet öğrendikçe eskiden titiz davrandıkları nafile namazlara
karşı gevşek davranmaya başlayabiliyorlar. Hatta daha da ileri giderek
kimilerinin dinin ikinci temel kaynağı olan sünneti eleştirmeye bile
kalkıştıklarını görüyoruz. İşte Allahu âlem burada bir de vahye yaklaşma
mantıklarının tersliği anlatılıyor anlıyoruz.
Yine “Onlar
bu sihirle karıyla kocanın arasını ayırıyorlardı” gerçeğinin bugün de aynen
cârî olduğunu görüyoruz. İşte şu anda kitabı bırakıp onun yerine ikame etmeye
çalıştıkları tüm bilim dallarıyla, tüm sihir araçlarıyla bu işi
gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Öyle bir ekonomik anlayışı yerleştirmeye
çalışıyorlar ki bu anlayış tamamen kadını kocasından, kocayı karısından
ayırmaya, aileyi yıkmaya yöneliktir. Kadına diyorlar ki sen özgürsün, kocana
itaat etmemelisin, ona bağımlı olmamalısın, sen de çalışıp kazanmalısın
diyorlar. Sosyal bilimciler kadın erkeğe eşittir diyorlar.
Oyun eğlence tanrıları da
karı-kocanın yatak odalarına kadar uzandıkları yayınlarıyla, ekranlarıyla
onların gözleri önüne çok güzel kadınlar, çok yakışıklı erkekler sunarak onları
birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Gece-gündüz bu programların mahkumu olmuş
kadının hayalinde başka erkekler, erkeğin kafasında başka kadınlar oluşuyor.
Sanki aynı yatakta yatan karı-koca hayalen başkalarıyla yatıp kalkmaktadır da
ama birbirlerini de idare etmektedirler Allah korusun. Bu ne korkunç bir
yıkımdır anlıyor musunuz? Elbette kitabı terk eden, kitabın kendilerinden
istediği kulluktan kaçan insanların âkıbeti işte böyle olacaktır.
103:"Eğer
onlar (yahudiler) iman edip muttaki olabilselerdi, Allah katındaki sevap daha
hayırlı olurdu. Ama keşke bunu bir bilebilselerdi."
Evet şayet onlar Rablerine
kulluklarının bilincinde olsalardı, Allah bilgisinin, Allah programının
kıymetinin bilincine ererek yollarını Allah bilgisiyle bulmaya yönelmiş
olsalardı hem dünyaları güzel olurdu, hem âhiretleri. Ama bunu anlayamadılar
hainler. Allah bilgisi dururken başka programların peşine takıldılar da hem dünyalarını
kaybettiler, hem de âhiretlerini mahvettiler.
104:"Ey
mü'minler! Peygambere "Raina" demeyin "Unzurna" deyin ve
dinleyin, inkâr edenlere elem verici bir azap vardır."
Dikkat
edersek Cenab-ı Hak daha önce Bakara sûresinde şöyle buyurmuştu:
"Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rab-binize kulluk ediniz. Umulur ki
böylece korunmuş olursu-nuz."
(Bakara: 21)
Demişti. Ey
insanlar Rabbinize kul olun! Rabbinize kulluk edin! Buyurmuştu. Bütün insanlığı
kendisine kulluğa çağırmıştı. Daha sonra:
Ey İsrail
oğulları! Buyurarak ehl-i kitabı bu kitaba imana çağırmıştı. Şimdi de:
Buyurarak "Ey
müslümanlar!" Diyerek müslümanlara bir edep anlatmaya başlayacak.
"Ey
mü'minler "RAİNA" demeyin! "UNZURNA" deyin ve dinleyin."
Kulak
verin! Dinleyin! Buyuruyor.
Raiy,
riâyet; bir kimsenin başkalarının işlerini çekip çevirmesi, yönetmesi demektir.
Onun lehine olan şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması, onu gözetmesi
demektir. Bu kelime hayvanlar için kullanıldığı zaman onları gütmek anlamına
gelmektedir.
Başlangıçta
Allah’ın Rasûlü, müslümanlara herhangi bir emir verdiği zaman müslümanlar,
sahabe: “Raina ya Rasûlallah!” derlerdi. Yâni bize riâyet et ey Allah’ın
Rasûlü! Bizi gözet! Bize mühlet tanı! Acele etme! Bize zaman ver ki, biz bunu
anlayalım! Derlerdi. Sonradan yahudilerin çok değişik mânâlarda kullandıkları
bu tabiri kullanmamalarını emrederek buyurdu ki Rabbimiz:
Böyle
demeyin! "RAİNA" demeyin ey müslümanlar "UNZUR-NA" deyin.
Ve söze de iyi kulak verin, dikkatlice dinleyin. Bunun sebebini şöyle izah
etmişler:
1-
"RAİNA" kelimesi yahudilerin kendi aralarında bir tür sövme anlamına
kullandıkları bir kelimeydi. Bu kelimeyle, bu şifreyle Allah’ın Rasûlüne
sövmeye çalışıyorlardı.
2- Veya ey
bizim çoban! Ey bizim çobanımız! Ey bizim gü-dücümüz anlamına kullanıyorlardı
bunu. Peygamberi bir çoban, bir hayvan güdücüsü konumuna düşürmeye ve böylece
onunla alay etmeye, onu alay konusu yapmaya çalışıyorlardı.
3- Veya
İbrani’ce de: Duy duymaz olası! Dinle dinlenmez olası! Dinle sözü dinlenmez
adam! Gibi hakaret ifade eden bir kelimedir. Yahudiler hem karşısındakine
sövmek, hem de hakaret etmek kastıyla bu kelimeyi kullanmaya başlayınca
Cenab-ı Hak müslümanların bu kelimeyi kullanmalarını yasakladı.
4- Bir de
bu kelime: Sen bize riâyet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim,
biz de senin sözünü dinleyelim şeklinde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyor.
Yâni böyle Peygamberin konumunu rencide edici, anlaşmalı eşit bir riâyet
talep ediyorlar. Halbuki Rasulullah’ın ümmeti arasındaki ilişkisi, öğretmen
öğrenci, usta çırak ilişkisine asla benzemez. Bu konuda bunu anlatan başka
âyetler de var Kur’an’da:
"Sakın
ha! O Rasûlü kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!"
(Nur: 63)
Gibi âyetler vardır. İçinizden
birinize hitap ettiğiniz gibi peygambere hitap etmeye kalkışmayın. Bilesiniz
ki O Allah’ın sevgilisidir. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz gibi âyetler
görüyoruz.
Ray; bir de
hayvanlarla ilgili bir sözdür. Yahudiler bu kelimeyi kullanırlarken, biz senin
ne dediğini anlayamıyoruz, biz bunu anlamaktan uzağız demeye getiriyorlardı.
Biz sürüleriz demeye getiriyorlardı da Allah buyurdu ki Ey müslümanlar! Sizler
Peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygamberin
sözleri, peygamberin benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj anlaşılmayacak
bir mesaj değildir. O mesaj karşısında sürüler kesilmeyip iyice dinlerseniz,
kulak verirseniz mutlaka onu anlayacaksınız buyurulmaktadır. Sakın sizler o
yahudiler gibi olmayın ve onların kullandıkları bu başka mânâlara
çekilebilecek kelimeleri kullanmayın! Buyuruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve benzeri âyetleriyle
biz müslüman-ların kitap ve peygamber karşısında bu alçak yahudiler gibi
sürüler kesilmememizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin hadislerini
anlayamayız diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor. Kitap ve
peygamber karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın âyetlerini
anlamak kim? Biz nerede bu peygamberin hadislerini anlamak nerede? Onu ancak
büyük zatlar anlar. Bizler onu okuyup anlamak şöyle dursun, hâşâ elimize almaya
bile lâyık değiliz tavrında olanların alçak yahudiler olduğunu haber veriyor.
Ey müslümanlar sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber karşısında sürüler
kesilmeyin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz ki ben kitabımı
sizin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Ben
peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulayabileceğiniz, örnek alabileceğiniz
bir özellikte gönderdim. Sakın bu konuda yahudiler gibi davranarak bana iftira
etmeye kalkışmayın buyurmaktadır.
Allah düşmanı yahudiler Rasulullah Efendimize
böyle bir hitap tarzında bulundular. Öyleyse bugün bizler de bir konunun
anlatımında kullandığımız kelimelere çok dikkat etmek zorundayız. Zira
insanlar onunla kendi nanelerine kılıf bulmasınlar. Meselâ Mevlâna aşk-ı İlâhîyi
şarapla anlatmış diye bugün insanlar onun ihtifallerine kafayı çekerek
geliyorlar. Keşke bu konunun anlatımında böyle bir şarap kelimesini
kullanmasaydı da insanlar kendi nanelerine böyle kılıflar bulamasalardı. Bilhassa
İslâm düşmanlarının değişik mânâlara kullandıkları, farklı anlamlar yükleyerek
kullandıkları kavramları kullanırken çok dikkat etmek zorundayız. Meselâ
hürriyet kavramı. Bugün bu kavramı kullanan insanlar, insanın sözleri, fiilleri
ve düşüncelerinin tamamen bağımsız olduğunu kast etmektedirler. Kapitalist dünyaya
göre insan bütün işlerinde sınırsız bir hürriyete sahiptir. Cinsel, ekonomik,
siyasal bütün ilişkilerini belirlerken hiçbir ilke tanımamakta-dırlar. Ne din,
ne iman, ne Allah tanımaz bir hürriyet kast etmektedirler. Öyleyse bu kavramı
kullanırken kullandığımız yerlere çok dikkat etmek zorundayız. Onların
yükledikleri bu mânâyı çağrıştıracak şekilde bu kavramları kullanmaktan uzak
durmalıyız.
Meselâ
demokrasi kelimesi de böyledir. Buna insanların yükledikleri İslâm dışı
mânâları görmeyerek kimi müslümanların sadece İslâm’ın şura ve seçim
ilkelerinden hareketle efendim İslâm da demok-rasidir! İslâm da demokrasiyi
önermektedir! Gerçek demokrasi İslâm-dadır! gibi lafları, onları dinin dışına
çıkardığının farkına varmalıdırlar.
İşte bu
âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki bizler bu tür kavramları kullanırken çok
dikkatli davranmak zorundayız. Bizim inandığımız muhtevaya sahip olmayan
kavramları kullanmamaya âzami gayret göstermeliyiz, yoksa müslümanların
zihinlerini idlal vebalinden kurtulamayız. Kullandığımız kelimeleri,
kavramları kullanırken çok dikkat etmek zorundayız, aksi takdirde insanlar
bizim kullandığımız bu kelimeler ve kavramlar üzerinde kendi nanelerine kılıf
bulmasınlar, kendi nanelerine delil bulmasınlar, bulamasınlar.
105:"Kitap
ehlinden olan kâfirler ve müşrikler Rab-binizden sizin üzerinize bir hayır
indirilmesini asla iste-mezler. Ama Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah
büyük ihsan sahibidir."
Yâni size
ne din gelmesini, ne kitap indirilmesini, ne de Peygamber gönderilmesini
isterler. Veya sizin bir harbi kazanmanızı, sizin bir nîmete ulaşmanızı asla
istemezler. Sizin devlet kurmanıza, sizin yeryüzüne hakim olmanıza onların
asla rızası yoktur. Yâni bunlar kesinlikle size bir hayrın indirilmesine,
sizin bir hayra ulaşmanıza razı olmazlar. Sizin bir başarıya ulaşmanız onların
asla hoşuna gitmez. Onun için bunlardan size hayır geleceğini, hakkınızda hayır
düşüne-ceklerini sakın ummayın. Hayatınızı bu umut üzerine bina etmeyin. Bu
Amerika’dan, bu Avrupa’dan, bu ehl-i kitap dünyadan hiçbir beklentiniz
olmasın. Sakın güvenmeyin onlara denilmektedir. Ama varsın onlar istemesinler,
hayır onların elinde değildir. Hayır Allah’ın elindedir buyurulmaktadır.
"Ama
Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük ihsan sahibidir."
O Allah ki
rahmetini dilediğine verendir. Ve Allah büyük fazıl sahibidir buyurduktan
sonra devam eden ayetlerinde onların kitabın tamamına itiraz etmek için fer'i hükümlere
itiraz ettiğini anlatır Rab-bimiz. Ehl-i kitabın, Kur’an’ın tümünü
reddedebilmek için fer'i hükümleri reddettiklerini anlatır. Kitabın bildirdiği
nesih konusuna itiraz ettiklerini gündeme getirir.
Bakın
Kur’an-ı Kerîmde nasih ve mensuh da var. Bir zamanlar bu Allah’ın emridir
denilen bir hüküm, bir âyet diğer bir zaman nesih olunuyor. Onun yerine bir
başka hüküm, bir başka âyet konuluyor. Yahudiler ve hıristiyanlar Kur’an’ın bu
hükmünü reddetmeye kalkışıyorlar. Bu ne biçim iştir? Allah’ın hükmünde,
Allah’ın sözlerinde değişiklik olur mu? Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı
olsaydı böyle bir değişikliğin olmaması gerekirdi. Allah kendi yaptığını hiç
bozar mı? Sözünü geri almak yakışır mı Allah’a? Kur’an hem önceki kitapların,
Tevrat ve İncil’in Allah’tan geldiğini söylüyor, hem de bizzat tasdik ettiği
bu kitaplardan farklı şeyler söylüyor. Kur’an Tevrat’ta ve İncil’de olmayan
şeyleri söylüyor. Kur’an Tevrat’ın ve İncil’in hükümlerinin kal-dırıldığını,
nesih olduğunu söylüyor. Kur’an Tevrat ve İncil’in hüküm-lerinin kaldırıldığını
söylüyor. Olacak şey midir bu? Allah daha önce indirdiğini kaldırır mı? Nasıl
olur da Allah farklı zamanlarda farklı şeyler söylüyor? Dün başka şeyler
söylüyordu bugün başka şeyler söy-lüyor Allah. Olacak şey midir bu? Diyorlardı.
Yâni kitaplarının Kur’an tarafından nesih edilmesini kabullenemiyorlar,
hazmedemiyorlardı. Bu mânâda nesih, önceki kitaplardakilerin hükümlerinin kaldırılması
anlamına gelecektir.
Bir de
Kur’an, yahudi ve hıristiyanların kendilerine kitapları vasıtasıyla indirilen
emirlerin bir kısmını unuttuklarını söylüyor. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın
emirlerinin hafızalardan silinmesi nasıl mümkün olabilir? Böyle bir şey mümkün
değil diyorlardı. Kur’an’ın nesih adı altında gündeme getirdiği bu
hafızalardan kimi hükümlerin, kimi âyetlerin silinmesi konusunu
reddediyorlardı. Aslında onların bu soruları hakka ulaşmak için, hakkı
bulabilmek için değil, mü'minlerin zihinlerini idlal içindi. İstiyorlardı ki
Mü'minler de bu tür şeyleri problem yapsınlar ve kavminin bu tür sorularla Hz.
Mûsâ’yı uğraştırdıkları gibi onlar da peygamberlerini uğraştırsınlar ve yoluna
barikatlar koysunlar.
Bunu ilk söyleyenler yahudilerdi. Kur’an’ın
haber verdiği neshi ilk reddedenler, inkâr edenler yahudilerdi. Hâşâ Allah’ın
önce bilmediğini sonradan öğrenmiş olması düşünülemez. Allah’ın önce demediğini
sonradan demesi de düşünülemez. Ve buna göre Allah’ın hüküm değiştirmesi de
söz konusu olamaz diyorlardı. Nesih mümkün değildir diyorlardı.
Böylece
Tevrat’ın hiçbir âyeti, Mûsâ dininin hiçbir hükmü değişmezmiş, Tevrat’ın
hiçbir âyeti değiştirilemezmiş, nesih edilemezmiş. Bunun için İncil de,
Kur’an da Allah’ın kitabı değilmiş. Zira Kur’-an’dan önce gelen İncil de aynı
şeyi yaptığı için onu da reddediyordu yahudiler. Daha önce gelen, Kur’an’dan
önce gelen İncil de gelişiyle kendisinden önceki meriyette olan Tevrat’ın
nesih edilmiş olduğunu ilan etmişti. Bu yüzden yahudiler kendi kitaplarını
nesih etti diye İncil için de aynı şeyi söylemişlerdi. Dün aynı sebeple İncil’i
reddeden bu yahudiler, bugün de aynı sebeple Kur’an’ı reddediyorlardı.
Hıristiyanlara
gelince, onlar eskiden yahudilere karşı neshi savunuyorlar ve bunu inkâr
etmiyorlardı. Çünkü kendi kitapları olan İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini
nesih etmişti. Meselâ İncil’de, Tevrat’ın cu-martesi günü iş yapmayı yasaklayan
hükmünü değiştirip bunu pazar gününe alan âyetlerin varlığını iddia
ediyorlardı. Yine Hz. İsa’nın yiyecek ve içecekler konusunda eski yasakları
kaldırdığına inanıyorlardı.
Ama
sonradan Kur’an gelip de ikisini de nesih eden âyetler ortaya konulunca bu
defa yahudilere karşı bu neshi savunan hıristi-yanlar:
"Allah’ın
kelimelerinde değişme olmaz."
(Yunus: 64)
Âyetine
dayanarak neshi inkâr edip bu konuda Kur’an’ın âyetiyle müslümanlara delil getirmeye
bile kalkıştılar. Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın âyetlerinde, Allah’ın
hükümlerinde değişiklik olmaz. Yâni Allah’ın İncil’deki âyetleri kesinlikle
değişemez, değiştirilemez diyorlar. İncil’in kendisinden önceki Tevrat’ı
değiştirdiğine inanan bu hı-ristiyanlar aynı şeyin Kur’an için geçerliliğini
reddettiler. Avusturya’da bu konuda tartıştığımız bir papaz bana bu âyeti
okumaya kalktı. Ben dedim ki eğer hıristiyanlık böyle bir âyete dayanarak İslâm’a
itiraz edecek olursa, o zaman hıristiyanlık kendi kendini inkâr etmiş olur.
Çünkü hıristiyanlığın yahudiliğe muhalif olan pek çok hükümleri vardır. Yâni
hıristiyanlığın yahudiliği nesih eden pek çok hükmü vardır. Zaten böyle
olmasaydı da hıristiyanlığın mânâsı kalmazdı. Aynı şey yahudiler için de geçerlidir.
Onların kitabı olan Tevrat da kendinden önceki kitaplarda olmayan, veya onları
nesih eden hükümlerle doludur.
Ehl-i kitabın bu itirazlarına
karşı buyurur ki Rabbimiz.
106:"Eğer
biz; bir âyetin hükmünü kaldırır, değiştirir veya unutturursak, ondan daha
hayırlısını, yahut benzerini getiririz. Bilmez misiniz ki Allah herşeye kadirdir."
Allah
buyuruyor ki; ben kadirim, ben herhangi bir emrimi değiştirebilirim. Veya
onun unutulmasına izin verebilirim. Fakat onun yerine aynı amacı sağlayacak
ondan daha iyisini veya ona denk olanını koymaya kadirim.
Ehl-i
kitap, Kur’an’ın öteki kitapların hükmünü kaldırdığını kabul edemiyorlardı.
Bunun Cenab-ı Hakka hikmetsizlik izâfesi olduğunu söylüyorlardı. Oysa
bakıyoruz ki, Cenab-ı Hak bu âyet-i kerîmesinde hem bunu söyleyenlere cevap
veriyordu, hem de müslüman-lara, hükümlerini belli aşamalar halinde
belirlediğini beyan ediyordu. Yâni Cenab-ı Hak geçici bir zaman maslahatını
esas alarak bir hüküm belirleyebilir. Fakat insanlara bunun geçici bir maslahat
oldu-ğunu bildirmeyebilir. Yâni o hükmü ilerde değiştireceğini bildirmeye-bilir.
O hükümle muhatap olan insanlar da onun sürekli bir hüküm olduğunu düşünebilirler.
Ama sonradan önceki maslahat dönemi bitip yeni bir maslahat dönemi başlayabilir
ki, yeni bir hükmün gelmesine zemin hazırlanmış olsun.
"Allah
herşeye kadirdir."
Allah
herşeye güç yetirendir. Veya Allah herşeyi kadir olandır. Herşeyi takdir
edendir. Herşeyin ölçüsünü koyandır. Her konuda ölçü belirleme yetkisi elinde
olandır. Böyle bir Allah neye güç yetiremez ki? Yaptıkları konusunda Ona kim
hesap sorabilir ki?
107:"Bilmez
misiniz ki, göklerin ve yerin mülkünün sahibi Allah’tır. Ve size Allah’tan
başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."
Bir bakın
ki bu koskoca âlemde her gün, her gece, her saat, her dakika, neler yapılıyor,
neler yıkılıyor? Neler icad ediliyor? Ne imhâlâr yapılıyor? Ne hikmetler
ortaya konuluyor? Yıkılanların yerine peyderpey yenilerin geldiğini,
eskiyenlerin yerini yenilerin doldurduğunu görmüyor musunuz? Bir bahar
mevsiminden sonra onun yerini bir kışla değiştirmesine kim engel olabiliyor?
Bir hayattan sonra takdir buyurduğu bir ölüme kim müdahale edebiliyor? Bir
sonraki takdiriyle bir önceki takdirini değiştirmesine kim karşı gelebiliyor? İşte
şu anda Rabbimizin sürekli yaptığı bu nesihle karşı karşıyayız. Birini kaldırıp
birini koyuyor. Birini öldürüp birini dünyaya getiriyor. Birini soldurup birini
yeşertiyor.
Bu nesih
konusunu böyle anlıyoruz. Bir önceki kitapta olanların bir sonraki kitapla
kaldırılması, onun yerine onun fonksiyonunu icra edecek, ondan daha güzel veya
onun gibi başka hükümlerin konulması gibi..
Bir de
bizzat Kur’an’ın kendisinde nesih vardır diyenler var, nesih yoktur diyenler vardır. Bunun münakaşasına
burada girmek istemiyorum. Çünkü biz burada neshi anlatmak için değil
Bakara’yı anlatmak için varız. Bence zorlandığımız bu konu, amele yönelik bir
konu olmaktan çok lüks bir tartışmadan başka bir şey değildir.
Gariptir hiç olmayan bir Bakara
sûresinin olmamasını yadırga-mayan müslümanlar var olanın kaybolmasını
yadırgıyorlar. Çocukları yokken aman bir çocuk filan derken, nûr topu gibi bir
çocuk veriyor Allah. Bu çocuk bir an kayboluyor, ölüveriyor yâni. Alıveriyor
Allah onu geriye. O zaman da feryadı, çığlığı basıyorlar aman ne oldu? Şimdi
buradaydı? Diye. Öyle değil miydi yâni? Allah varı yok eder, yo-ku da var
ederdi ya zaten.
İşte böyle
zihinlerdekini de alıveriyor Allah. Olur mu bu? Olur elbette! Zihinlerdekini
var eden Allah zihinlerdekini yok edebilir de elbette. Bu bize göre ters
geliyor belki. Sana göre tersse fark etmez, ama eğer bu iş Allah’a göre ters
ise o zaman deriz ki; Ya Rabbi sen burada böyle demiştin, burada da böyle
dedin, bu dediğine göre bu dediğin olmadı? Diyelim tamam kabul, o zaman. Ama bu iş Allah’a göre ters değil de sana göre
tersse, o zaman sen kendin düzelecek ve tersliği terk edeceksin o kadar.
Adam diyor
ki; efendim kimi nesih edilen âyetler amele yönelik âyetlerdir. Şimdi bu
âyetler nesih edilince nasıl amel edeceğiz yâni? Peki kim dedi bunların amele
yönelik olduğunu? Eğer Allah demişse ki “i’melu bi hazel âyeti” Bu âyetler
amele yönelik âyetlerdir ve sizler bu âyetlerle amel ediniz? diye bunu bizzat
Allah söyle mişse, o zaman bizde soralım Allah’a: Ya Rabbi bu nasıl iştir? Hem
bununla amel edin dedin, hem de bunu kaldırıp nesih ettin! Biz ne yapalım şimdi?
Nasıl amel edelim? diyelim. O zaman da Allah bize başka bir yol gösterecektir.
Ama bunların amele yönelik âyetler olduğunu Allah demiyor da biz öyle zannediyoruz.
Bir dönem
sahabe de öyle zannetmişti. Peygambere gelen mesajın Kur’an bölümü mü? Yâni
namazda okunacak bölüm mü? Yoksa Kur’an’a geçmeyecek ama o andaki ve kıyamete
kadar ki hayatın problemlerini çözecek, ama Kur’an’a intikal etmeyecek bölüm
mü olduğunu sahabe de bilmiyordu. Üstelik bunu Peygamberimiz de bilmiyordu.
Gelen vahyin tamamını Kur’an zannıyla yazıyorlardı ve ez-berliyorlardı.
Sonradan her yıl Cebrâil gelip o ana kadar gelenleri bir daha tekrar okuyup
Kur’an’a geçecek, okumaya tahsis edilecek bölüm onun aracılığıyla tescil
edilince de anlıyorlardı. Yâni bu Kuran’a geçmeyen vahiy bölümünün Kur’an’dan
çıkması demek, İslâm’dan çıkması anlamına gelmeyecektir. Yine o vahiy bölümü
ameli hayatı düzenleyen, peygamber ve müslümanlara yol gösteren ama Kur’an’a
geçmeyen bölüm olarak devam edecekti.
Bunu biraz
daha düzgünce şöyle ifade edeyim inşallah: Ce-nab-ı Hak kullarının hayatlarına
karışmayı murad etmiş ve bu konuda da peygamberi odak noktası seçmiştir. Ben
insanların hayatlarına karışacağım ve bu konuda seni sözcü seçtim buyurmuştur.
Allah bu peygamberine peygamber olduğu andan itibaren din diye, vahiy diye
âyetler göndermiştir. İşte Allah tarafından Peygamberimize gelen vahyin
tamamını ikiye ayırıyoruz.
1: Lafzan
Allah tarafından korunma altına alınan bölüm. Sıralaması bizzat Allah
tarafından vaz'i olarak belirlenip, bu sıralama modeli ile Allah tarafından
korunma altına alınan bölüm. Yâni okunması din kabul edilip, emredilen, namaza
tahsis edilen, okunan bölüm, yâni Kur’an bölümü.
2: Vahyin
geri kalan bölümü. Yâni muhtevası korunma altına alınmış, ama lafzı korunma
altına alınmamış, Kur’an bölümüne geç-memiş, okumaya tahsis edilmemiş bölüm.
Hayatı düzenlemiş, o günün problemlerini halletmiş ama Kur’an-ı Kerim’e
geçmemiş vahiy bölümü. Yâni vahy-i gayri metluv dediğimiz vahiy bölümü. Peki bu
ayırımı nasıl yaptık? Yâni delilimiz nedir bu konuda? Buna delilimiz şudur:
Allah’ın
Rasûlü peygamber olarak görevlendirildiği andan itibaren, her yıl ya bizzat
Cebrâil (a.s) gelerek, veya rüya halinde, yâni Rasulullah uykudayken Allah,
peygamberine mesaj gönderiyordu, âyetler gönderiyordu, vahiy gönderiyordu, din
gönderiyordu.
Allah’ın
Rasûlü bu gönderilenlerin hangisinin Kuran bölümü, yâni okunacak bölüm
olduğunu, Kur’an’a geçecek ve namaza tahsis edilecek bölüm olduğunu,
hangilerinin de Kur’an’a geçmeyecek, laf-zan korunma altına alınmayacak, ama
hayatta yaşayacak bölüm olduğunu bilmiyordu. Kendisine bildirilmediği için
bilmeside mümkün değildi zaten. İşte bunu bilmediği için Allah’ın Rasûlü,
Allah’tan kendisine gelen vahiy birimlerinin tamamını ashabına haber veriyor,
yazdırıyor, ezberliyor ve ezberlettiriyordu. Onun bir sonraki döneme intikal
edecek mi, etmeyecek mi? Yâni korunacak mı, korunmayacak mı? Ya da Kur’an
olacak bölüm mü, değil mi? Onu bilmiyordu.
İşte vahiyle peygamberimize
bildirilen ve peygamberimizin de ashabına bildirdiği bu vahiy birimlerinin
tamamı tesbit edilmiştir. Ama her Ramazanda Allah Cebrâil’i gönderiyor, Cebrâil
o güne kadar gelmiş âyetlerden bir sonraki döneme intikal edecek, yâni lafzan
korun-ma altına alınıp, Kur’an olacak, namaza ve okumaya tahsis edilecek
bölümü baştan sona bir daha okuyarak tescil ediliyordu. Karşılıklı okuyorlardı
bu âyetleri. Allah’ın Rasulü Cebrâil’in okuduğu bölümün Kur’an bölümü olduğunu,
onun dışında kalan vahiy bölümlerinin ise mânâ olarak muhafaza edilecek, ama
Kur’an’a geçmeyecek bölüm olduğunu anlıyordu. Bu tescil işi son Ramazanda
Cebrâil ile üç defa tekrar edildi. Cebrâil son Ramazanda o ana kadar inen vahiy
birimlerinden bir bölümünü üç defa okudu ve böylece Kur’an ortaya çıkmış
oldu.
İşte vahyin bu bölümü kıyamete
kadar okumaya, namaza tahsis edilen, Kur’an olarak kıyamete kadar lafzan ve
manen Allah tarafından korunma altına alınmış bölüm oldu. Geri kalan bölüm ise
o güne kadar peygamber ve müslümanların problemlerini çözümlemiş, onlara yol
göstermiş ve kıyamete kadar müslümanlara yol göstere-cek, okunmayan, Kur’an’a
geçmeyen, namaza tahsis edilmeyen vah-y-i gayri metluv bölüm olarak yerini
almış oluyordu.
İşte neshi
bir de böyle anlıyoruz. Bakıyoruz Kur’an’da bulun-mayan vahiy birimleri var.
Yâni peygambere (a.s) vahy edilen vahiylerin bir kısmının Kur’an’da olmadığı
kesindir. Meselâ bir dönem Allah’ın Rasûlü ve müslümanlar namazlarında kıble
olarak Mekke’deki Kâbe’ye dönüyorlardı. Ama onların Kâbe’ye dönmelerini emreden
âyet yok Kur’an’da. Peki acaba Allah’ın Rasûlü ve müslümanlar kendi
kafalarından mı dönüyorlardı Kâbe’ye. Sonra Kâbe’yi bırakıp Kudüs-teki
Mescid-i Aksa’ya döndüler. Peki bakıyoruz bu değişiklik emri de yok Kur’an’da.
Acaba müslümanlar Kâbe’yi bırakıp Mescid-i Aksa’ya dönerken kim demişti onlara
bunu? Elbette kendi kafalarından yapmamışlardı bunu. Allah emretmişti, ama bu
vahiy birimi Kur’an’a geç-memiştir. Müslümanların Allah’ın Resûlü’ne
bağlılıklarını pekiştirmek için Rabbimiz peygamberle yapmıştı bu işi. Sizin
Peygambere itaatinizi denemek için böyle yaptık diyor Rabbimiz. Bu iki âyet
Kur’an’da yoktur. Nihâyet müslümanları Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Kâbe’ye
döndüren âyetin geldiğini görüyoruz. İşte Kur’an’da sadece bu âyet vardır.
Kıbleyle alâkalı üç uygulama var, ama sadece bir âyet var Kur’an’da. Demek ki
öteki iki vahiy birimi Kur’an’a geçmemiştir.
Yine
bakıyoruz Mekke’nin fethiyle ilgili rüyada gelen vahiy birimi de Kur’an’da
yoktur. Allah, rüyasında herşeyi Resûlü’ne göstermiş. Müşriklerin kendilerini
Hudeybiye denen yerde durduracaklarını, o yıl hac için Mekke’ye
sokmayacaklarını, aralarında bir anlaşma yapılacağını, daha sonra bu
müslümanlar adına ağır şartlar taşıdığı zan-nedilen bu anlaşmayı kendilerinin
bozacağı ve nihâyet Mekke’nin fethedileceğini tümüyle rüyasında, Rabbimiz
peygamberine göstermişti. Hattâ bunu bilmeyen sahabe, Allah’ın Resûlü’ne
itiraz edecek noktaya gelirken Allah’ın Rasûlü son derece rahattı. Rabbimiz de
bu konuda sadece:
"Yemin
olsun ki Allah, peygamberine o rüyayı doğru gösterdi. (Allah’ın gösterdiği rüya
doğru çıktı) Yemin olsun ki, inşallah Mescid-i Haram’a mutlaka emniyet içinde
gireceksiniz."
(Fetih 27)
Bakın, burada Allah diyor ki: Allah’ın, peygamberine
gösterdiği rüya doğru çıktı. Hudeybiye anlaşması öncesi Rabbimiz olup
bite-cekler konusunda daha bu yolculuğa çıkmadan peygamberine bir rüya
göstermiş ve rüyası aynen çıkmıştır. Biliyoruz ki rüya da vahiydir. Allah’ın
Resûlüne gelen vahiylerden pek çoğu rüya halinde gelmiştir. Ama bakıyoruz ki,
Rabbimizin sözünü ettiği bu vahiy birimi Kur’an’da yoktur. Nasıl bir rüya
gösterdiği yok kitabımızda. Sadece buyuruyor ki Rabbimiz işte sana
gösterdiğimiz o rüya aynen gerçekleşmiştir. Peki şimdi ne diyeceğiz buna?
Kur’an’da olmadığına göre bunun aslı yok mu diyeceğiz? Allah peygamberine
Hudeybiye seferi öncesinde böyle bir vahiy gönderisinde bulunmamıştır mı
diyeceğiz? Bu mümkün değildir. Çünkü işte Rabbimiz bizzat kendisi haber veriyor
ki Rasûlüne gösterdiği o rüya, o vahiy aynen gerçekleşmiştir.
Yine
meselâ, Allah’ın Rasûlü hanımlarından birine gizlice bir şeyler söyler. Zevcesi
de onu öteki hanımlarından birilerine anlatır. Allah’ın Rasûlü o hanımını
sığaya çeker. Hanımı der ki ey Allah’ın Ra-sûlü bunu nereden öğrendin? Allah’ın
Rasûlü buyurur ki: Bunu bana herşeyi bilen Rabbim haber verdi. Âyet Tahrim
sûresindeydi:
"Hani
peygamber zevcelerinden birine gizli bir söz söyle mişti vakta ki o bunu haber
verdi. Allah da onu peygambere açıkladı. Peygamber de bir kısmını bildirmiş;
Bir kısmından bahsetmemişti. Bu şekilde anlatınca: "Bunu sana kim haber
verdi?" dedi. O da: "Bunu bana
herşeyi bilen haberci haber verdi." Dedi.
(Tahrîm: 3)
Neydi
bu haber verilen şey? Yâni Rabbimizin peygamberine haber verdiği bu vahiy
birimi neydi? Hani nerede bu vahiy? Kur’an’da yok böyle bir vahiy. Bu vahiy birimlerinin
adı nedir yâni? Bu vahiy birimleri Allah tarafından Rasûlullah’a bildirilmiş,
hayatta pek çok problemleri çözmüş, peygambere ve mü’minlere yol göstermiş ama
Kur’a-n’a geçmemiş, yâni okunan vahiy birimi olmamış, lafzan Allah tarafından
korunma altına alınmamış vahiy birimleridir. Bir başka ifadeyle bunun adı
sünnettir ve ben bu iki vahiy biriminin ikisinin de öğrenilme-sinden yanayım.
Okunan vahiy, okunur olmayan vahiy, hem Kur’an’ın hem de sünnetin
öğrenilmesinin, anlaşılmasının mutlaka gerekliliğine inanıyorum. Her iki
vahiy birimine de ulaşabileceğimize inanıyorum. Buhârî, Müslim, Tirmizî,
Nesei, İbni Mace, Ebu Dâvûd ve diğerleriyle birine, İbni Abbas, Taberî,
Kurtubî, Râzî, İbni Kesîr, Tefhim, Elmalı, Seyyid Kutup’la da okunan vahiy
birimine ulaşabileceğimize inanıyorum. İstedikten sonra her ikisine de
ulaşabileceğimize ve mutlaka ulaşmak zorunda olduğumuza inanıyorum. Çünkü bu
iki bölümün ikisi de vahiydir, ikisi de dindir ve müslümanlar olarak bizim
için bağlayıcıdır. İşte neshi böyle de anlıyoruz.
Bir de
bizzat şu elimizdeki Kur’an’ın kendisinde nesih vardır diyenler ve yoktur
diyenler var. Kur’an’da neshin yokluğunu iddia eden tarihte bir adam var. Ebu
İshak El-İsfahani. Mutezilî bir adamdır. Neshin kesinlikle olmadığını,
olamayacağını iddia etmiştir. Sonrakiler de bu konudaki dayanaklarını hep
ondan almışlar. Ama aslına bakılırsa bu zatın nesih yoktur dediği konuya zaten
İslâm âlimlerinin hiçbirisi de vardır demiyor. İslâm âlimlerinin nesih vardır
dedikleri konuya da o adam yok demiyor. Burada bir kavram kargaşası vardır.
Yâni Ebu İs-hak El-İsfahani hâşâ Allah’ın yanılması, şaşırması, cayması, önceki
dediklerinden vazgeçmesi mânâsına alıyor neshi ki orada herkes yok diyor
zaten. Peki nesih vardır diyenler hangi mânâya vardır diyorlar? Allah’ın
değiştirme yetkisi vardır diyorlar. Değiştirebilir Allah diyorlar,
unutturabilir diyorlar, tedriç uygulayabilir, kimilerinin uygulamasını öne,
kimilerinin uygulamasını da sonraya alabilir diyorlar. Meselâ:
“Yüzünü
(yönünü) Mescid-i Haram tarafına çevir”
(Bakara
144)
Âyeti
Kur’an’da varken:
"Doğu da Allah’ındır, batı
da Allah’ındır. Şimdi namaz için ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.
Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamıştır ve o herşeyi bilmektedir."
(Bakara
115)
Âyetiyle de
amel edelim mi? Yâni yüzünü ne tarafa dönersen Allah’ı orada bulacaksın.
Âyetiyle de amel edelim mi? Diyorlar, o
nesih olmuştur demek zorunda kalmışlar. Kelâm bitmiştir çünkü, bu konuda
uygulama böyledir. Öyle değil mi? İkisi de vardır Kur’an’da, ikisi de âyettir,
peki bu ikinciyle nasıl amel edeceğiz? Öbürü bunu nesih etmiştir diyeceğiz,
başka da çaremiz yoktur.
Meselâ bir
zamanlar ilerde gelecek, Mescid-i Aksa’ya doğru yöneliyordu insanlar, bu da
nesih olmuştur diyoruz. Öyle değil mi? Mü’minlerin bir dönem Mescid-i Aksaya
yöneldikleri kesindir. Biliyoruz ki müslümanlar önce Kâbe’ye doğru, sonra
Mescid-i Aksa’ya doğru, daha sonra da tekrar Kâbe’ye doğru dönmüşlerdir. Şimdi
yâni insanlar önce Kâbe’ye doğru namaz kılarlarken, sonra Mescid-i Aksa’ya
dönmeleri kendi kendilerine karar vererek olmamıştır. Kendi kendilerine
dönmediler bu insanlar, Allah döndürmüştür onları. Allah bu döndürmesini
çevirdi ve tekrar kabeye yaptı. Çünkü Kudüs tarafına dönenler için onların ki
de doğruydu diyor Allah. Ben onların imanlarını zayi etmedim diyor.
Peki madem
ki Allah Mescid-i Aksa’ya dönenlerinkine de doğrudur diyor, öyleyse şimdi biz
de dönebilecek miyiz Mescid-i Aksa’ya? Hayır. Niye? Mensuhtur artık o hüküm.
Nesih olunmuştur artık o hüküm. Bunu istediği kadar reddetsin adam. İstediği
kadar nesih yoktur desin fark etmeyecektir.
Ama şöyle
denirse; ben de nesih yoktur diyenlerdenim. Meselâ içkili iken namaza
yaklaşmayın âyeti var mıdır Kur’an’da? Vardır. Peki bu âyet mensuh mudur? Evet
mensuhtur. Peki amel etmeyecek miyiz bununla? Elbette amel edeceğiz. E hani
mensuh demiştik, nasıl amel edeceğiz bununla? Adamın biri camiye geldi, baktık
ki ağzında içki kokuyor. Hemen camiden çıkaracak mıyız onu? Hayır. Öyleyse
mensuh değildir bu âyet. Evet mensuh değil. Bakın adını biz koyuyoruz bunun.
İster mensuh deyin, ister mensuh değil deyin fark etmez, o âyet vardır Kur’an’da
ve o âyetin izin verdiği kadar amel edelim demeye hakkımız yoktur.
Çünkü;
meselâ içki yasaktır, içkiliyken namaz da yasaktır, içki içmek de yasaktır,
hangi âyete göre? Mâide’ye göre. E bu âyete göre hani yasak filan değil ya?
Hani burada içki içmeyin denmiyor, içkiliyken namaza yaklaşmayın deniyor.
Böyle bir izin veriyor. Namazın dışında içilebileceğini anlatıyor diyemeyiz,
çünkü Mâide yasaklamıştır içkiyi.
108:"Yoksa
siz daha önce toplumunun Mûsâ’yı sorguya çektiği gibi peygamberinizi sorguya
mı çekmek istiyorsunuz? Bu küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız gerçekten
yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Yoksa
sizler peygamberinizden daha önce kavminin Mûsâ’dan istediğini mi istiyorsunuz?
Ve onların Mûsâ’ya sorduğu gibi mi sormak istiyorsunuz Peygamberinize? Öyle
yapıyorsanız bilesiniz ki, bu küfürdür.
Aslında
sorular üç türlüdür:
a: Yapma
adına sorulan sorular. Uygulama derdiyle, yaşama endişesiyle öğrenme arzusuyla
sorulan sorular. İyi anlayalım da hayatımızı onunla düzenleyelim niyetiyle sorulan
sorular.
b: Anlama
adına, öğrenme adına ve de yaşama, amel etme adına sorulan sorular.
c: Yapmama
adına, kaçma adına sorulan sorular. Bakara sûresinin önceki âyetlerinde
görmüştük; bakara hadisesinde, kaçma adına İsrâil oğulları Hz. Mûsa’ya çok
fazla soru sormuşlardı.
Aslında seele, istemek demektir. Onlar
peygamberlerinden çok şey istemişlerdi, yoksa sizler de peygamberinizden
onların yaptığı gibi çok şey isteyip onu bunaltmak mı istiyorsunuz? Diyor
Rabbimiz.
"Bu
küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız gerçekten yolunuzu sapıtmış
olursunuz."
Peki şimdi
bu âyetin üsttekiyle ilgisi nasıl oldu? Önce bir nesihten söz etti Rabbimiz,
sonra da denildi ki; hayrola, Mûsâ’nın kavmi gibi mi yapacaksınız? Demek ki
insanlardan Peygambere ve Peygamberin getirdiği mesaja teslimiyetleri
isteniyor burada. Yâni Allah diler öyle yapar, Rasul diler böyle, yapar buna
sizler karışamazsınız. Sizler, Allah’ın nasıl isterse öylece yapacağına inanın!
Allah’a akıl ver-meye kalkmayın. Şöyle yapmalıydın ya Rabbi! Şunları öne almalıydın!
Önceki kitapları nesih etmemeliydin! Önceki uygulamaları kaldırma-malıydın!
Bizler alışmıştık onlara! Demeye kalkışmayın! Allah nasıl yapmışsa ona öylece
inanın. Peygamberin getirdiği mesajı kendinize göre anlamaya, kendinize göre
ayarlamaya, uyarlamaya çalışmayın deniliyor burada.
Hani bir
zamanlar Hz. Mûsâ’ya da toplumu öyle yapmıştı. Biz görmeden inanmayız
demişlerdi. Biz savaşmayız, biz bu şehre girmeyiz demişlerdi. İşte onların Hz.
Mûsâ’ya yaptıklarını, şimdi sizler de Peygamberinize yapmayın deniliyor. Bir de
Peygambere sorular sorarak onu yolundan engellemeye çalışmayın demektir bunun
mânâsı.
109:"Ehl-i
kitaptan pek çoğu; gerçek, kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset
sebebiyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Allah’ın emri gelinceye
kadar onları affedip bağışlayıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir."
Yâni bu
ehl-i kitap bir taraftan kendi kitaplarının hükmünün kaldırıldığı haberi,
kendilerine ulaştırıldığı için bunun üzüntüsünü yaşıyorlar, öbür taraftan da
müslümanlara yeni bir kitap gönderilmesinin hasediyle yanıp tutuşuyorlar. Size
olan hasetlerinden deliye dönen bu adamlar, imandan sonra sizin de kendileri
gibi küfre düşmenizi isterler. Zira adamların kendi dinlerine güvenleri, itimatları
kalmamıştır. Ve şu anda Avrupalının yüzde doksanı ateisttir. Dine inanan
insan bulmak gerçekten zordur. İbâdet kastıyla Kiliseye giden insan bulmak çok
zordur.
Bazı
insanların çıkıp da hıristiyanlar dinlerine şöyle bağlı, böyle bağlı
demelerinin hiç aslı yoktur. Bu adamlar aslında dinlerinin bozukluğunu,
çürüklüğünü bildikleri için size haset ederler ve sizin de kendileri gibi
küfretmenizi isterler diyor âyet.
Bakıyoruz tarih boyunca bu hep
böyle olmuştur. Kâfirler hep Hakkın varlığından rahatsız olmuşlardır. Hakkın
varlığına tahammül edememiş, hakkı yok etmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Bakın Şuarâ sûresinde bir peygamberin varlığına tahammül edemeyenler anlatılır:
"Dediler
ki; ey Nuh! (bu davadan) Vazgeçmezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan
olacaksın."
(Şuarâ: 116)
Diyorlar ki
Allah’ın elçisine: Eğer vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen senin
canına okuyacağız. Kime diyorlardı bunu? Peygambere diyorlardı. Yâni teklifsiz
bir davetçiye, hatasız bir insana, günahsız bir insana diyorlardı bunu. Hatasızlığın
doruk noktasında olan bir örneğe, bir peygambere diyorlardı bunu. Vazgeç bu
işten! Bırak bu yolu. Peki neden diyorlardı bunu? Dertleri neydi bu adamların?
Çünkü peygamber onların aralarında var olduğu sürece, Peygamber onların
arasında görevini sürdürdükçe onlar bundan rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından,
onun mesajından rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun konumundan,
durumundan ötürü onların programları, onların anlayışları bozuluyordu. Çünkü
Hz. Nuh vardı ortada. Nuh (a.s) oldukça, Nuh (a.s) var oldukça, Hz. Nuh
mesajını etrafa yaydık-ça, Hz. Nuh varlığını sürdürdükçe yanlışlıklar fark
edilecek, herkes kendi yanlışını fark edecekti. Hak ortada olunca tüm bâtıllar
fark edilecekti. Hz. Nuh kriter olarak, kıstas olarak bulunacak ve onun varlığıyla
tüm bozukluklar kendini gösterecek ve sırıtacaktı. İşte bunun için onun
varlığına tahammül edemiyorlar ve onu yok etmek için ellerinden gelen herşeyi
yapmaya çalışıyorlardı.
Bugün de aynen
böyledir. Yeryüzünde müslümanlar yaşadıkları sürece, misyonlarını icra
ettikleri sürece kesin biliyorlar ki bâtılların yaşamasına imkân kalmayacak.
Onun içindir ki müslümanın varlığını, hakkın varlığını ortadan kaldırabilmek
için bu kâfirler de ellerinden geleni arkalarına koymayacaktır. Kriteri,
kıstası yok etmek için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaklardır. Meselâ koskoca
bir okulda iki tane kız çocuğunun başını örtmesine bile tahammül edemiyorlar. Niye?
Ne olacak iki bin kişi açıkken ha iki tanesi de kapanıversin. Ne olur bundan?
Yo! O zaman o okulda açıkların varlığı anlaşılacak da onun için buna tahammül
edemiyorlar. Evet kriter olarak, kıstas olarak müslümanın varlığına tahammülleri
yoktur bunların.
Hani “alâ
rivâyetin fi elsinetinnas” anlatılır. Köyün birinde bir su çıkmış. Alışılan bir
şey olmadığı için ne olur ne olmaz diye hiç kimse içmeye cesaret edememiş ilk zamanlar
bu sudan. Sonra dayanamayıp birisi içmiş ve iyiden iyiye kafayı yemiş adam.
Aman delirdi! Kafayı oynattı! İçmeyin! Yaklaşmayın! Filan derken merak saikiyle
birisi daha içmiş, arkasından meraktan ölmek üzere olan birisi daha, birisi
daha derken köyde deliler çoğalmış. En son köyde bir karı ile koca kalmış bu
sudan içmeyen. İlk önceleri üç beş kişi delirince aman deli geliyor! Çekilin!
Kaçın! Dikkat edin! Filan derken nihâyet köyde delirmeyen iki kişi kalınca, bir
karı koca, bu sefer herkes bu ikisine deli demeye başlamışlar. A! Deli! Deli
geliyor! Kaçın! Çekilin! Filan demeye başlamış-lar. Bu ikisi diğerlerinden
farklılar ya. Deli bu adamlar be! Bunlar ötekilerinden değişikler ya. Tavırları
değişik, yürüyüşleri değişik, konuş-maları değişik olunca herkes bunlara deli
demeye başlamışlar.
Bu karıyla
koca günlerce sabretmişler bu hakaretlere, sonra nihâyet bir gün dayanamamış
adam ve karısını çağırmış. Gel hatun demiş, gel biz de içeceğiz bu sudan.
Bıktım usandım ben bu adamların hakaretlerinden demiş ve nihâyet onlar da içmişler
o sudan ve onlar da bu akıllıların arasında kaybolup gitmişler. Peygamber bu konuma
kesinlikle düşmez. Yâni bu insanların tamamı böyle düşünüyor, bunların hepsi
beni reddediyor, bunların tamamı bana deli diyor öyleyse bunların
hakaretlerinden kurtulabilmek için ben de bunlar gibi olayım demez kesinlikle.
İşte bunun için yok etmeye çalışıyorlardı onu. En azından gel ey peygamber!
Hiç olmazsa bir yıl sen bizim gibi ol, bir yıl da biz seninkine inanalım. Ya
da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir uğrayıversen. Arada bir bizimkine
şöyle bir el sürüversen, önünden bir geçiversen diyorlardı. Niye? Çünkü o zaman
onların putları da halkın gözünde meşru olacaktı. Putlarına meşruiyet kazandırmak
için istiyorlardı bunu.
Ya da hiç olmazsa bizimkine
dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine konuşmayıversen,
sen kendininkini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. Böylece kendilerininki
hepten ortadan kaybolmayacak, ya da kendilerininki de normal görülecek. İşte bu
kâfirler kendilerininki de normal görülecek noktaya gelene kadar müslümanları
yoldan çıkarmak için ellerinden geleni arkalarına koymayacaklar, bunu bilmek
zorundayız. Bunun şuuruna vararak, o karı koca durumuna düşmemek zorundayız.
Herkes delirmiş diye biz de delirmeyi sineye çekmek zorunda değiliz. Evet bu
yahudi ve hıristiyanların derdi budur. Müslümanları kendileri gibi kâfir
yapana kadar uğraşmak.
Şunu her
zaman tekrar eder bu adamlar. Müslümanları Yahudi veya hıristiyan yapmak
kesinlikle mümkün değildir. Binaen aleyh İslâm ülkelerinde kesinlikle yahudi
ve hıristiyanlık propagan dası yapmayınız, orada küfür propagandası yapınız
diyorlar. Çünkü sağlam bir yerden çürük bir yere geçilmez. Sağlam bir yapıdan
çürük bir yapı-ya geçmek gerçekten zordur. Bu adamları sakın yahudilik veya
hıristi-yanlığa çağırmayın! Çünkü her ikisi de dindir. Yâni terk etmeye çağırdığınız
İslâm da dindir, kabule çağırdığınız yahudilik ve hıristiyanlık da dindir. Hak
bir dinden bâtıl bir dine çağırmayın! Bu konuda kesinlikle muvaffak
olamazsınız! Bunları dinsizliğe, küfre çağırırsanız o zaman muvaffak
olabilirsiniz diyorlar. Bunu çok iyi biliyor adamlar.
"Allah’ın
emri gelinceye kadar onları affedip bağışlayıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye
kadirdir."
Onlardan
vazgeçin, yüz çevirin, yâni onlarla didişmeyi, çekiş-meyi bırakın, onlarla
uğraşmayın. Peki Allah’ın hangi emri gelinceye kadar? Çünkü biz onları
bırakacağız kendi hallerine, ama onlar İslâm dünyasını küfre sürüklemek için
ellerinden geleni yapmaya devam edecekler, olur mu böyle şey? Yâni az evvel
ifade etti Rabbimiz. Bunlar ellerinden gelse sizleri imandan sonra küfre
düşürmek isterler. Bütün dertleri sizi kâfir yapmak dedi Rabbimiz.
Yâni bunlar her türlü naneyi
yiyerek, her türlü dalavereyi yaparak bizi dinden çıkarmaya çalışacaklar, biz
de beri tarafta eli kolu bağlı seyredeceğiz. Bırakıvereceğiz bu adamları ve
hiç bir şey yapmayacağız, olacak şey midir bu? Ha, buradaki emir cihat emridir.
İşte o emir gelinceye kadar bırakıverin onları diyor Rabbimiz. Yâni bu âyet,
kıtal âyeti gelmeden önce nazil olmuş bir âyettir denmiş. Kıtal âyeti geldikten
sonra onunla bu nesih edilmiştir diyoruz. Bakın işte burada taze taze neshe
bir örnek veriverdi Rabbimiz.
110: Namazı
ikâme edin, zekâtı verin. Kendiniz için önceden ne takdim ederseniz sonunda onu
Allah katında hazır bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı görmektedir."
Namazı
ikâme edin. Namazın misyonunu, fonksiyonunu gerçekleştirin. Namazı ayağa
kaldırın. Namazı Allah’ın istediği biçimde ifa edin. Allah’la diyalog gerçekleştirecek
biçimde ifa edin onu. Hayatı düzenleyecek biçimde namazı ikâme edin. Ve de zekâtı
verin.
Yâni zekâtlarınızı vererek
Allah’ın mallarınıza da karışma yetkisinde olduğunu kabullenin. Yâni Allah’la
münâsebetinizi namazla, toplumla münâsebetinizi de zekâtla icra edin. Dilenci
ifadesiyle söylersek ne verirseniz elinizle o gider sizinle. Yarınınız için
bugünden ne takdim etmişseniz onu Allah’ın yanında hazır bulacaksınız.
Namaz gibi,
oruç gibi, hac gibi, cihat gibi, infak gibi, zaman gibi bugün ne takdim
etmişseniz yarın Allah katında onu hazır bulacaksınız. Hem de onlara en muhtaç
olduğunuz bir anda kat kat fazlasıyla Allah’ın yanında hazır bulacaksınız
onları. Rabbimiz böylece bana güzel borçlar sunun ki; o bende kalsın, yarın
size en lâzım olduğu günde benden alırsınız buyuruyor.
111:"Yahudi
ve hıristiyanlar kendilerinden başkaları cennete giremeyecek dediler. Bu
onların kuruntularından başka bir şey değildir. Onlara de ki Peygamberim eğer
doğru söylüyorsanız delilinizi getirin."
Her toplum,
her din mensubu kendi inancıyla mutmain olmuş. Herkes kendilerinin cennetlik
olduğunu zannediyor. Herkes kendi yollarının doğruluğuna inanıyor. Hiç kimse
kendisinin yanlış olduğunu, haksız olduğunu düşünemiyor. Herkes biz en doğruyuz!
Biz en iyiyiz! Biz en haklı yolda olanız! Diyorlar. Herhalde bu özellik Cenab-ı
Hakkın insanlara verdiği, ama yanlışa gittikleri zaman değiştirilmesi gereken
bir özelliktir. İnsanlar Beyyine’yle, vahiyle karşı karşıya geldikleri zaman,
kitaplarıyla tanıştıkları zaman kendi hatalarını anlayacaklar, kendi yollarını
değerlendirebileceklerdir. Bunun yolu Beyyine’yle tanışıp doğru ya da yanlışı
onunla sağlamadan geçmektedir.
Ama
Beyyine’yle tanışma imkânı bulamayanlar, kitap ve pey-gamber ile tanışma imkânı
bulamayanlar, yâni kendileri doğruda mıdır yanlışta mıdır? Bu konuda kendilerine
kıstaslık yapacak, kendilerine kesin ve doğru bilgiyi ulaştıracak bir
bilgiyle, bir vahiyle karşı karşıya gelemeyenler, elbette kendilerinin hak
yolda olduğunu savunmada ısrarlı olacaklardır.
İşte bu
konuda en büyük yanılgı içine düşmüş iki topluluk. Ya-hudi ve hıristiyanlık
dünyası. Her iki grup da kendilerinin hak yolda olduklarını, cennetlik
olduklarını iddia ediyorlar. Ama ilerdeki âyetlerde gelecek bunlar, aynı
zamanda birbirlerinden farklı olduklarını da iddia edecekler. Birbirlerini reddettiklerini,
birbirlerini sapık yolda olmakla itham ettiklerini göreceğiz. Her bir grup
diğerinin yanlış yolda olduğunu, sapık yolda olduğunu ve müslümanları da o
yanlış grubun içine katarak, sadece kendilerinin hak yolda ve cennete lâyık
olduklarını iddia edecekler.
Yahudi ve
hıristiyanlar diyorlar ki; yahudi ve hıristiyandan başkaları kesinlikle
cennete giremeyecektir. İki grup birlikte demiyorlar da, yahudiler diyorlar
ki, cennete ancak yahudi olanlar gireceklerdir. Hıristiyanlar da diyorlar ki,
hayır cennete ancak hıristiyanlar girecektir, başkaları kesinlikle
giremeyecektir, diyorlar. Cennete girebilmek için yahudi ve hıristiyan olmak
gerekir, başka türlü mümkün değildir diyorlar. Bu konuda ellerinde hiçbir
delilleri olmadığı halde böyle bir iddiada bulunuyorlar. Acaba bu konuda ellerinde
gerçekten bir delil var mı, yok mu? Bakın bu konuda delil kendisinden olan
Allah buyurur ki:
"Bu
onların kuruntularından başka bir şey değildir."
Kuru ve boş
bir hayaldir bu. Bu onların kendi hülyaları ve temennileridir. Yâni kendi
kendilerine, kendilerini tatmin etmek için uydurdukları boş bir ümniyeden
başka bir şey değildir. Kim demiş onlara bunu? Onların cennetlik olduklarını ve
onlardan başkalarının cennete gidemeyecek olduğunu kim dedi onlara? Kim böyle
bir taahhütte bulunmuş, kim böyle bir garanti vermiş onlara? Ama bu sadece
temenniyle olacak bir şey değil ki. Herhangi bir akideye, bir inanca, bir düşünceye
sahip olabilmek için vahiy ölçüdür. Vahyi baz almak gerekir. Öyleyse;
"Onlara
de ki; Peygamberim, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin."
De ki
onlara ey peygamberim ve sizler de deyin ki ey peygamber yolunun yolcusu olan
müslümanlar: Hanginiz bu davanızda sâdıksanız delilinizi getirin bakalım!
Böyle bir iddia ispat ister. Hadi iddianıza bir delil getirin, ispat edin
bakalım. Neye dayanıyorsunuz bunu derken? İstinat noktalarınız neyse hadi
getirin onları bakalım. Var mı bir deliliniz bu konuda?
Bu konuda
delil ancak cennetin sahibi olan Allah’tan gelmelidir. Bu konuda delil
vahiydir. Hadi kitapların bir tanesinde Allah’tan gelmiş bir tek delil, bir
tek vahiy gösterin. Eğer bunu size Allah demiş-se, o zaman mutlaka kitapların
birinde bir şey indirmesi gerekirdi Allah’ın. Değilse sizinle direk konuşması
da mümkün değildir. Ama bakıyoruz kitapların hiçbirisinde bu yahudiler bu
hıristiyanlar kesinlikle cennete gidecekler diye bir âyet yoktur.
Bakın bu
konuda hakkın sahibi olan Allah, cennetin sahibi olan Allah, kim doğru
yoldadır? Kim eğri yoldadır? Kim cennetliktir? Kim cehennemliktir? Yahudiler
mi? Hıristiyanlar mı? Yoksa bugün bu konuda onlardan farksız duruma düşmüş
müslümanlar mı? Bunu Allah anlatıyor. Bugün gerçekten çok karmaşa haline
gelmiş bu konunun çok iyi anlaşılabilmesi için bu konuyu en güzel biçimde
anlatan bu âyetleri çok iyi tanımak zorundayız. Çok iyi ve dikkatli dinlemek zorundayız.
Zira bugün
herkes bu iddiadadır. Her aile, her grup, her hizip, her cemaat, her grup, her
millet bugün bu iddianın içindedir. Doğru yolda olan bizleriz! Bizim grup en
haklı gruptur! Bizim cemaat cennete gidecek cemaattır! Biz en doğru yoldayız!
Biz cennetin da ortasına lâyık insanlarız!!!
Öyleyse
âyetin ifadesiyle söyleyelim, bugün de herkesten delil istemek durumundayız.
Eğer bizler kendimizi kesin cennetlik olarak sunmak durumundaysak, o zaman diğer
insanların da bizden bu konuda delil isteme hakları vardır. Cennetlik olanlar
bizleriz! Bizden başkası cennete gidemez! İddiasında bulunan tüm dünya
insanlarına sormamız lâzım: Eğer iddianızda samimiyseniz, eğer doğru söylüyorsanız
hadi delillerinizi getirin bu konuda. Kim Rabbinden bir delil getirebilir ki
bu konuda! Peki o zaman bu konuda delil nedir? Yâni Allah ne diyor acaba bu
konuda? Kimin cennetlik olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Kimin haklı olduğunu,
kimin haksız olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Bakın onu dinliyoruz:
Hayır
hayır! Mesele ne öyledir, ne de böyledir. Yâni ne yahu-dilerin dediği gibidir
mesele, ne de hıristiyanların iddia ettiği gibi. Cen-net ne onların, ne de
bunlarındır. Yâni cennet böyle özel bir grubun, özel bir milletin değildir. Ya
da sırf hıristiyan olanların hıristiyan olmalarından ötürü, sırf yahudilerin
sadece yahudi olmalarından ötürü veya sadece müslümanların sırf müslümanız
demelerinden ötürü Rabbi-miz onlara cenneti garanti etmiyor. Hakikat şu ki:
112:"Her
kim bir iyilik yapar da kendini Allah’a
teslim ederse. Onun mükâfatı Rabbı katındadır. Onun mükâfatı olan cennet Allah
katında garantidir. Ve bunun kaybolması konusunda kesinlikle onun için ne bir
korku, ne de mahzun olma söz konusu değildir."
Her kim ki Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar, nefsini
şirkten temizleyerek ihlâs ve samimiyetle Allah’a yönelirse. Yüz aklığı ve
alın temizliği içinde Allah’a yönelirse. Peki yüz aklığı ve alın temizliği ne
demek? Yüz aklığı ve alın temizliği, kişinin içinin ve dışının, niyetinin ve amelinin
temizliği demektir. Niyet temiz olacak, amel de temiz olacak. Bunlardan
birisinin bozukluğu neticenin bozukluğu anlamına gelecektir. Meselâ amel
güzel bir amel ama niyet Allah için değilse, ya da niyet Allah için ama amel
sünnette yeri olmayan bir amelse yine netice bozuk olacaktır.
Yâni her kim ki içiyle dışıyla
Allah’a yönelir, yâni tüm hayatını Allah’a teslim ederse, Allah için hayat yaşamayı
kendisine temel prensip bilir, hayatının tümünde Allah’ın kulu olmaya karar
verirse, iradesini Allah’a teslim ederek, Allah’ın seçimini kendisi için seçim
kabul eder, yâni hayatının tümünde müslüman olursa.
"Ve de
bu halinde muhsin olursa."
Yâni
hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde onu görüyor-muşçasına, Allah’ın
huzurunda olduğunun şuurunda bulunursa, her ânının Allah’ın kontrolü altında
olduğunu bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak
yaparsa, böyle bir hayat yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse:
"Onun
mükâfatı Rabbı katındadır. Onun mükâfatı olan cennet Allah katında garantidir.
Ve bunun kaybolması konusunda kesinlikle onun için ne bir korku, ne de mahzun
olma söz konusu değildir."
İşte delil
budur, işte ispat budur. İşte bunlara müslüman denir ve bu dine de İslâm
denir. Ve işte cennete kesinlikle girecek olanlar da bunlardır, bunlardan
başkaları asla değildir.
Demek ki
cennete gidecek olanların, Allah’a tümüyle teslim olmaları, yâni müslüman
olmaları ve de Allah Resûlü’nün pratikte gösterdiği bir salih ameli
gerçekleştirmeleri gerekecektir. Bunun başka yolu yoktur. Kitap ve sünnete
teslim olup sürekli bunlarla kendisini kontrol eden kişiler ancak cennete
gideceklerdir.
Allah diyor
ki; cennete müslüman olanlar girecektir. Müslüman olmayanlar kesinlikle cennete
giremeyecektir. Biz inanıyoruz ki, Hz. Mûsâ aleyhisselâm dönemindeki
yahudiler de müslümandı ve onlar da gireceklerdir bu cennete. Ve yine
inanıyoruz ki Hz. İsa aleyhis-selâm dönemindeki Hz. İsa’ya ve ona gönderilen
İncil’e inanan hıristiyanlar da müslümandı ve onlar da cennete gireceklerdir.
Ve yine Hz.
Muhammed’e (a.s) ve onun şahsında tüm insanlığı kıyamete kadar hidâyete
ulaştırmak üzere inen Kur’an’a inanan ve onunla amel eden, onun istediği şekilde
bir hayat yaşayan ve onun gösterdiği yoldan giden müslümanlar da cennete gireceklerdir.
Ama bu kitabı tahrif eden, bozan veya bu kitaptan habersiz yaşayan, ona karşı
nötr davranan, böyle bir kitap yeryüzüne ha gelmiş ha gelmemiş, fark etmez
yaşayan veya bu âyetlerin gösterdiği yolun dışında hareket edenler de
cehenneme gideceklerdir diyoruz. Rabbimizin bu konudaki yasası böyledir.
Cennete sadece müslüman olanlar girecektir buyuruyor Rabbimiz.
Bakın bu
âyette; cennete ancak yahudi ve hıristiyanlar gide-cektir, diyerek müslümanlara
karşı güya birlikte hareket eden bu insanlar bakıyoruz ki, kendi aralarında da
ihtilâfa düşmektedirler. Kendi aralarında da böyle bir beraberliğin olmadığını
görüyoruz. Sanki az evvelki sözlerini kendileri dememiş gibi, bu sözlerinin
tamamen hilafına burada da şöyle diyorlar bakın:
113:"Yahudiler,
hıristiyanların dayandığı hiç bir şey yoktur dediler. Hıristiyanlar da
yahudiler temelsizdir-ler dediler. Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı. Bilmeyen
bilgisizler, cahiller de onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler.
Allah, aralarında ihtilâf ettikleri konulardaki hükmünü kıyamet günü
verecektir"
Onların
dayandıkları hiç bir şey yoktur dediler. Böylece her iki grup da birbirlerinin
dinlerini kökünden çürütüp birbirlerini sapıklık, yolsuzluk ve dinsizlikle,
küfürle itham ettiler. Birbirlerini iraptan mahalli olmamakla itham ettiler.
Rivâyetlere
göre yahudi ve hıristiyanlar Rasulullah’ın huzurunda tartışırlar. Yahudiler
Hz. İsa’ya da İncil’e de küfrederler. Buna karşılık hıristiyanlar da Hz.
Mûsâ’yı ve ona gönderilen Tevrat’ı reddederler. Bunun üzerine bu âyet iner.
Ama âyet-i kerîme bu konunun böyle ferdi bir konu olmayıp, hıristiyanlarla
yahudiler arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu anlatır. Her bir
grup diğerini reddeder bir tavır sergilemektedirler. Halbuki:
"Halbuki
kendileri kitabı da okuyorlardı."
Kitabı da
okuyor bunlar. Kitaplarını da okuyup durdukları halde, Tevrat’ı her iki taraf
da okuyup durdukları halde bunu yapabilmek-tedirler. Bazı anlayışlarda bazı konularda
ihtilâf etmek ayrı şeydir, ama toptan birbirlerini reddetmek ayrı şeydir.
Aslında kitap böyle bir çelişkiye engeldir. Kitap aslında bu tip ihtilâfları ortadan
kaldırmak için vardır. Öyleyse kitaba rağmen her iki taraf da yalan söylemektedir.
Allah bunu
niçin anlatıyor bize? Ey müslümanlar bakın, bunların durumu budur, sakın ha
sizler, bunlar gibi olmayın! Bunların durumuna düşmeyin diye bunları anlatır
Rabbimiz bize.
Halbuki
bunlar kitabı da okuyorlar. Ama sadece okuyorlar bunlar. Anlamıyorlar,
anlamadan okuyorlar, anlamaya yanaşmadan okuyorlar. Okuduklarıyla hayatlarını
değiştirmiyorlar. Okuduklarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemeye
yanaşmıyorlar. Kitap kaynaklı bir hayata yönelmiyorlar. İşte sadece okuyorlar.
Halbuki kitap anlamadan okunmak için gelmemiştir. Kitap anlaşılmak ve amel edilmek
için gelmiştir. Allah’ın Rasûlü Müslim’deki bir hadislerinde bu hususu anlatırken
şöyle buyurur:
"Bir
topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa,
ve de o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse..."
Yâni okudukları Kur’an âyetlerini anlama ve yaşama savaşı
verirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve onlar huzura kavuşacaklardır
buyurur. Evet kitabı okumak budur işte. Ama bakın bunlar böyle yapmıyorlar da
sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele dönüştürme niyetinde olmadan
okuyorlarmış.
Tıpkı şimdi
hepsi de kitabı okudukları halde, hepsi de kitaptan yana oldukları halde, her
biri kitabın belli bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölüme sarılıp,
kitabın bütününe teslim olmayı beceremeyen, hepsi de birbirlerinin aleyhinde
olan, hep kendilerini haklı, hep kendilerini hak yolda görüp karşılarındaki
grupları yanlış yolda, bâtıl yolda gören müslüman gruplar gibi.
Öyle değil mi? Müslümanlar da
aynen onların durumuna düşmemişler mi bugün? Maalesef bugün kitabı okudukları
halde taassup, hizipçilik ve komplekslerle birbirlerini tekfir noktasına ulaşan
müslü-manlar aynen dünkü ehl-i kitabın yerini almışlardır. Bu halleriyle ehl-i
kitabın konumuyla müslümanların konumu aynıdır. Onlar da aynen ehl-i kitap
gibi kendi gruplarına pay çıkarmakta, grupçuluk bilinciyle hareket
etmektedirler. Kendilerini başka müslüman gruplardan ayıran çok basit ve cüz'i
farklılıkları sanki köklü ayrılıklarmış gibi ele almakta ve Allah korusun neredeyse
birbirlerini tekfir noktasına bile vardırmaktadırlar. Onlar böyle yapınca da:
"Bilmeyen
bilgisizler, cahiller de onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler."
O günkü
Arap müşrikleri, putperest insanlar da tıpkı bunların dediğini demeye
başladılar. Yahudiliğin de, hıristiyanlığın da tüm se-mavî dinlerin de hiç
birisinin aslı astarı yoktur dediler. Din bilenler böyle yaparsa ötekiler de
elbette böyle diyeceklerdi. Dine inandıklarını iddia edenler, kendilerini bir
dine izâfe edenler böyle yaparsa cahillerden de elbette beklenen buydu.
Veya
bugünkü ateistler de toptan tüm dinleri reddediverdiler. Din, insanları
uyutmak ve uyuşturmak için uydurulmuş bir afyondan farklı bir şey değildir
deyiverdiler. Elbette bilenler böyle yapınca bilmeyenler de toptan onu reddedecekti.
Ama unutmayalım ki, bunun sebebi müslümanlardır. Bunun asıl suçluları bu dini
bildikleri halde bildikleriyle amel etmeyen, bildikleri kitap bilgisini insanlara
anlatmayan ve bildiklerini sır küpü gibi toprağın altına taşıma gayretinde
olanlar, kitabı saptıranlar, kitabı kendi fikirlerine, kendi hiziplerine alet edenler,
âyetleri hep kendi görüşleri istikâmetinde yorumlama çabası içine girenler ve
kitabı okudukları halde birbirleriyle uğraşarak insanları bu dinden soğutan
müslüman gruplardır.
Peki bizim
onlara benzemememizi emreden bu âyet, ne de-memizi istiyor acaba? Biz şunu
diyoruz: Mûsâ (a.s) Allah’ın hak peygamberidir. O da aynen bizim peygamberimiz
gibi Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Ona gönderilen Tevrat da
Allah’tan gelişi açısından bizim elimizdeki Kur’an’dan farklı bir şey
değildir. İsa (a.s) da Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir, ona verilen İncil
de hak kitaptır. Allah’tan geldiği şekliyle biz Tevrat’ı da İncil’i de kabul
ediyoruz. Ama sonradan insanların onları bozduklarını, tahrif ettiklerini ve
bunları kendileriyle amel edilemeyecek duruma getirdiklerini de biliyoruz.
Öyle olmasaydı bile zaten son kitap Kur’an’ın gelişiyle bunların hükmü kaldırılacak,
nesih edilecekti ve nesih edilmiştir. Bizim müslüman-lar olarak bunları
dememizi istiyor Rabbimiz. Yine müslümanlar olarak bizden şunu da dememizi istiyor
Allah:
Biz,
kesinlikle peygamberlerin arasını ayırmayız. Peygamberler arasında böyle bir
tefrik yapmayız. Birisine inanıp ötekilerini asla reddetmeyiz, dememiz
gerekiyor.
Bu âyet bir
de müslümanlara, karşılarındaki grupları tanıtmak-tadır. Ey müslümanlar!
Sakın onların çokluğuna aldanıp korkmayın! Aslında onlar dağınıktırlar, parça
parçadırlar. Bunlar kendi aralarında da bir birlik değildirler. Birbirlerinden
nefret etmektedirler bunlar. Her grup kendilerinin haklılığını, karşısındakinin
bâtıllığını ispatla meşguldürler. Her biri diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı
şeyleri ayaklarının altına almaktadır buyurarak, müslümanlara onların öyle
korkulacak bir güce sahip olmadıklarını anlatmaktadır.
Bilmeyenler
de onlar gibi deyiverdiler. Kendilerinin ne kitapları ne de peygamberleri
olmayan, kitap bilgisinden de peygamber bilgisinden de mahrum olan Mekke’li
müşrikler de aynı şeyi söylediler. Yâni ancak bu işe bizler layığız! Cennete
ancak bizler gireceğiz! Bizden başkaları giremez dediler.
Daha önce
Hz. İbrahim’in yolunu izlediklerinden dolayı onlar da kendilerini o peygambere
izâfe ederek böyle diyorlardı. Halbuki o peygamberin üzerinden yıllar geçmişti.
Hz. İbrahim’le uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış, hayatlarında o
peygamber bilgisinin eseri bile kalmamış, şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla
doldurmuşlar, hayatlarından Allah’ı kovup, putların egemenliği altına girmişlerdi.
Ama İbrahim’in dinindeydi ya bunlar, Kâbe’nin komşusuydu ya, Mekke’nin
sahibiydiler ya, Haniflerdi ya bunlar, öyleyse cennete bunlardan daha lâyık
kimse olamazdı. Cennete sadece kendileri gidecekti.
Dün
insanlar böyleydi, toplumlar böyleydi. Bugün Allah korusun da müslümanlar da
aynen onların durumuna düşmüşler. Bazen ikili, bazen üçlü gruplar halinde
hareket eden, bazen kendilerinden başka cennetlik olmadığını, ancak
kendilerinin cennete gideceklerini iddia eden topluluklar görüyoruz bugün de.
Dün birlikte hareket ederlerken, birlikte hareket ettikleri insanların
kendilerini cennete götüreceğini iddia ederlerken, bugün onlardan ayrılınca da
onların yanlış yolda olduklarını iddia etmeleri ne kadar da garip değil mi?
Yâni yahudi ve hıristiyanların bazen birlikte cennetlik olduklarını iddia edip,
bazen de birbirlerini sapıklıkla itham etmeleri gibi.
Öyleyse
bırakalım bu dışımızdakileri de müslümanlar bu âyetler ışığında kendilerini
yeniden kontrol etmek, yeniden hesaba çekmek zorundadırlar. Şunu kesinlikle
kabul etmek zorundayız ki; hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız.
Hiçbirimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en
büyük engeldir.
Ben iyiyim! Biz iyiyiz! putu
bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiç birimizin,
hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik olduklarına dair
bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye
kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde bir garanti olmadığına
göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak
sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti ışığında hayatımızı sağlamaya
alalım inşallah.
114:"Allah’ın
mescidlerinde, O’nun adının anılmasını engelleyen ve bu mescidlerin
yıkılmasına sa'yeden, çaba harcayanlardan daha zâlim kim vardır? Böyleleri o
mescidlere ancak korka, korka girebilirler. Dünyada onlar için rüsvalık var,
âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
Yeryüzünde
zulümlerin en çirkini Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının
anılmasını engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek;
öncelikle Allah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet özgürlüklerine
kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün
değildir. Evet Mescid-i Aksa’yı, Mescid-i Haram’ı ve topyekün dünya
mescidlerini bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzünün en
büyük zâlimleri bunlardır.
Bu adamlar
ki, kendilerini hâlâ cennetlik zannediyorlar. Kendilerinden başka kimseye de
cenneti vermek istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu
mescidlerini ve yeryüzünün her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah
diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar. Alla-hu Ekber demelerine tahammül edemiyorlar.
Namaz kılmalarına tahammül edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine,
Allah’-tan başka herkesin hamd edilmesine razı oluyor adamlar da Allah’ın
hamd edilmesine razı olmuyorlar. Allah’tan başka herkesin düşünce-lerini
sergilemesine izin veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygulanma-sına tahammül edemiyorlar.
Allah’ın
kitabının okunmasına, Allah’ın âyetlerinin anlatılmasına izin vermiyorlar.
Allah kullarına, Allah’ın mülkünde, Allah’ın istediği hayatı yaşamalarına izin
vermiyorlar. Allah’ın kullarının şu yeryü-zü mescidinde, şu arzda, Allah’ı
hamd etmelerine yâni Allah’ın istediği biçimde giyinmelerine, Allah’ın
istediği biçimde bir hayat sürmelerine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı
övmelerine, Allah’a hamd etmelerine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha
büyük zulüm olur mu? Onun mülkünde ona hayat hakkı tanımıyorlar. Bu halleriyle
nasıl oluyor da bu adamlar, hâlâ cennetlik olduklarını söyleyebiliyorlar? Halbuki
Allah, onlar için zâlimlerin en kötüsü ifadesini kullanıyor.
Yâni şu Mescid-i Aksa’yı kan
gölüne çevirenler, orada Allah’ı zikretmeye çalışan Yahya (a.s) ları, Zekeriya
(a.s) ları sırf bu yüzden şehid eden ve şu anda da müslümanları namaz kılmak
için o mescide sokmayan, müslümanların sırf Rabbimiz Allah dedikleri için kollarını,
kemiklerini kırmaya çalışan bu yahudiler mi cennetlik? Nereden çıkarıyorlar
bunu? Veya o gün putlarını büyütüp, putlara hamd edip, yalnız bunlar
büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek Allah’ın mescidini, Mescid-i
Haram’ı putlarla doldurup Allah’ın Rasûlü’nü ve Rabbim Allah diyen
müslümanları oraya sokmamaya çalışan bu müşrikler mi cennetlik?
Şu anda da tüm yeryüzü
mescidlerinde Allah’ın âyetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya
müslümanlarına rahat rahat Allah’ın âyetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya
müslümanlarının bu âyetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sadece
kendilerinin izin verdiği kadar âyetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki
âyetlerin yasaklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha
zâlim kim olabilir? Bu adamların da kendilerini cennetlik görmelerine hayret
etmemek mümkün değildir.
Nereden
alıyorlar bu adamlar bu garantiyi? Nereden alıyorlar bu müjdeyi? Hem Allah’ın
arzında Allah’ın adının anılmasına müsaade etmiyorlar, Allah’ın ve onun
sisteminin gündeme getirilerek yüceltilmesine tahammül edemiyorlar,
mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açık açık okunmasına, anlatılmasına tahammül
edemiyorlar, böylece mes-cidleri harap ediyorlar, mescidleri aslî fonksiyonlarının
dışına çıkarı-yorlar, hem de kendilerini cennetlik görüyorlar. Gerçekten tuhaf
bir şey.
Peki acaba
mescidlerde Allah’ın adının anılması ne demektir? Mescidlerde Allah’ın adının
anılması demek; gündem maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın âyetlerinin açık
açık konuşulması, gündeme getirilmesi demektir. Allah’ın âyetlerinin,
Allah’ın kitabının mücerret okunmasına ses çıkarmayanlar, bu âyetlerin
muhtevalarının gündeme getirilmesine, âyetlerin açıklanmasına tahammül
edemiyorlar. Âyetlerin mânâlarının net bir biçimde ortaya konulmasına
tahammül edemiyorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi arzularıyla Allah’ınkiler
çatışınca Allah’ınkilere izin vermemeye çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın
arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın arzularını
duyarlarsa o zaman onunkilerle bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi
dinleyecekler, Allah’ınkileri mi? Bu kaostan kurtulmak için ne pahasına olursa
olsun Allah’ınkilere geçit vermeyelim diyorlar.
Kâbe’de,
Allah’ın arzında, Allah’ın mescidinde, Mescid-i Aksa’-da yine Allah’ın
mescidinde, Allah’tan başka ne kadar tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların
hepsinin adının anılmasına müsaade ettiler, ama Allahu Teâlâ’nın adının
zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda herkesin arzularının, isteklerinin,
emir ve yasalarının duyurulma-sına izin verdiler de Allah’ın yasalarının
açıkça ilânına yasaklar koydular. Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz
kılmalarına engel olmaya çalıştılar.
Şu anda da
dünyada herkesin adının zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine
hayır dedikleri gibi. Gündem maddesi olarak herşeyin alınmasına evet ama
Allah’ın adının anılmasına hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının
anılmasına engel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya gündeminde zikredilecek
tek isim, tek sistem Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin
gündemi olan bu kitap, bize neleri gündeme alın diyorsa, onları gündeme almak
zorundayız. Başkalarının gündem maddelerini konuşmak zorunda değiliz. Bunu
yapınca gündem maddesi olarak sadece Allah’ın âyetlerini kabul edince, o zaman
mescidleri harap olmaktan kurtarmış oluruz.
Esasen
mescidleri imar etmek demek, o mescidlerin fonksiyonunu ve misyonunu imar
etmek demektir. Mescidleri yıkmak da sadece onların yapılarını, duvarlarını
yıkmak değil, mescidlerin fonksiyonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî
fonksiyonlarından çıkarıp, başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir.
Mescidleri harap etmek demek, onları asr-ı saâdet’teki işlevlerinden
uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız bırakmak, mescidlerle insanlar arasına
barikatlar koyarak, insanların mescidlere gitmesine imkân bırakmamak demektir.
Mescidleri harap etmek; demek mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öldürmek
demektir. Mescidleri harap etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde başkalarının
seslerini yükseltmek demektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası
olmalıdır.
Mescidlerde
Allah’ın sedası kesilmiş, Rasûlullah’ın sedası kısılmış ve onların yerine
birilerinin sesi, sedası, talimatları yükseltilme-ye başlanmışsa bilelim ki,
o mescidler harap olmuş demektir. Mes-cidlerde birilerinin arzuları ve
tâlimatları Allah’ın arzularının ve tâli-matlarının önüne geçirilmişse, işte o
zaman mescidler harap olmuş demektir. Zahiren süslü ve görkemli olsalar da
onlar yıkılmış demektir.
Müfessirler
demişler ki; bir dönem müşrikler Allah’ın Rasûlünü ve beraberindeki
müslümanları Hudeybiye denen yerde tutup Kâbe’ye, Allah’ın mescidine
sokmamışlardı da bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Gerçi bugün de
müslümanlar Kâbeden engelleniyorlar.
Kâbe ile, o
mescitle müslümanların arasına barikatlar koyma-ya ve Allah’ın kulları hacdan
engellenmeye çalışılıyor. Müslümanlar da bu engeller karşısında boyun büküyorlar,
çaresizliklerini ortaya koyuyorlar. Eh ne yapalım izin yok, gidemiyoruz diyerek
boyun büküyorlar. Meselâ bizim işyerimizle evimizin arasına engeller koyup,
kendi evimize gitmemizi engelleseler ne yaparız? Eh ne yapalım engel var, biz
de evimize gitmeyiverelim der misiniz? Demeyiz değil mi? Ya-hu bu ev bizim
evimiz, ne yapıp yapıp bu engelleri kaldırıp mutlaka evimize ulaşmalıyız deriz
değil mi? Her türlü engelin bertaraf edilmesi için bu uğurda savaş veririz
değil mi? Neden? Çünkü orası bizim evimiz. Orayı da kendi evimiz bilebilsek,
Kâbe’nin de kendi evimiz olduğunu bir anlayabilsek, eminim bunun çaresini de
düşüneceğiz. Bizi birilerinin kendi evimizden menetmesi, engellemesi karşısında
boyun büküp teslim olmayacağız, bunun çarelerini araştıracağız demektir. Ama
galiba orasını kendi evimiz bilmediğimizden engel varmış diye boyun büküyor ve
bunu kabulleniveriyoruz.
Ama burada
anlatılan sadece Kâbe değil, tüm arz mescidinde Allah’ın adının anılmasının,
Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın sisteminin gündeme getirilmesinin yasaklanması
söz konusudur. Hani Allah’ın Rasûlü buyurur ya:
"Tüm
arz benim için mescid kılındı."
Öyleyse tüm
arzda Allah’ın adının anılmasını engelleyenden daha zâlim kim vardır? Her
yerde, mektepte, adliyede, iş yerinde, dükkanda, okulda, pazarda, panayırda, evde,
sokakta, Allah’a secdeyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah
kullarının Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki secde neydi?
Secde, o konumda, her bir konumda Allah’ın emirlerini yerine getirmektir. Her
yerde Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gündeme getirmek, her bir makamda Allah’a
kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin
buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın
adının zikrine ve Allah’ın âyetlerinin gündeme getirilmesine tahammülü olmayanlar:
"Böyleleri
o mescidlere ancak korka korka girebilirler."
Tüm arz mescidinde ancak korkarak dolaşmaya mahkumdurlar.
Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu mescidlere ancak korka korka
girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz mescidin-de güvenleri kalmayacak,
tüm yeryüzünde ancak korka korka dolaşabileceklerdir. Bu âyetlerin gelişinden
hemen üç beş yıl sonra Mekke putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mescidinde
Allah’ın büyüklüğü ilan ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs
fethediliyor Mescid-i Aksa’da da Allah’ın hâkimiyeti gerçekleştiriliyordu.
Bununla
Rabbimiz müslümanlara şunu anlatıyor: Ey müslü-manlar, düşünün ki o gün
müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın mescidi olan Kâbe ve Mescid-i Aksa güçlü kuvvetli
kâfirlerin elindeydi. Bu âyetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal olduğunu,
bu âyetlerin gerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine
geçmesinin mümkün olmadığını zannediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman
içinde oldu bu iş.
Ey
müslümanlar! Şu anda da Kudüs ve tüm arz mescidlerinde güçlü kâfirler var.
A.B.D' si var, A.E.T' si var, Siyonistleri var, bunların uşakları var, güçleri
var, orduları var, imkânları var. Ama ne gam, beri tarafta da Allah var.
Bilesiniz ki çok yakın bir gelecekte tüm arzda Allah’ın âyetlerinin pratik
uygulanması hayal gibi görülebilir. Mümkün değil gibi görülebilir. Ama
bilesiniz ki, çok yakın bir zamanda Allah’ın yardımıyla tüm yeryüzünde, tüm yeryüzü
mescidlerinde yine Allah’ın adı yükselecek, yine Allahu Ekber diyenler
yeryüzüne hakim olacak, buna yine bu ihtiyar dünya şahit olacaktır Allah’ın
izniyle. Çok yakın bir gelecekte müslümanlar yine Azîz ve şerefli olacaktır
Allah’ın izniyle. Evet bu âyet bugünün müslümanlarına bu müjdeyi veriyor.
Rabbimiz bu
âyetiyle bu zulme ve zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla
savaşılarak toplumda, onların güçlerinin kırılmasını emretmektedir.
Bu zâlimler
topluma hakim konumda olmamalıdırlar buyur-maktadır. Çünkü çok kısa bir dönem
sonra İslâm’ın egemenliği söz konusu olacak, müslümanlar hayata egemen
olacaklar, Allah’ın yer-yüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm
arz mes-cidinde korka korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre
sonra. Çünkü bakıyoruz bu âyetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve
hicretten bir altı yıl sonra Mekke fethedilmiş, Kâbe Rabbi-mizin adının
anılması üzerine tekrar düzenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene
sonra da Kudüs fethedilmiş ve artık yeryüzünde sadece Allah’ın adının yüceltilmesine
zemin hazırlanmıştır. Bu âyetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir
tek müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi müslüman olmuş, kimileri de dış dünya-da
cizye vermek zorunda kalmışlar, müslümanların varlığına Allah’ın adının
anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.
Eğer
gerçekten bu âyetler bizlere de nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu
âyetler bize de konuşmaya devam ederlerse, biz de bu âyetlerle amel edip
cennete gidebilmenin yolunu bulabilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir
dönem sonra yeryüzünün kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu
müslümanlar da bize mukabelede bulunarak yaptıklarımızın hesabını soracaklar
mı diye korku içine düşecekler. Zaten şu
anda tüm yeryüzü kâfirlerinin korkulu rüyası da budur. Hafakanlar geçiriyorlar,
uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Halbuki
korkmaları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmetmemiz
mümkün değildir. Bizler onlar gibi asla zalimler olamayız. Bizler asla onların
bize yaptıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim onlara davetiyemiz şöyle
olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da
âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de
Rabbimizin arzuları yeryüzünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu
dünyada, diyeceğiz. Gelin birinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin
birimizin diğerine üstün-lüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin diğerine
hükmetmesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar olarak
Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimizin üzerinde Allah
egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
"Dünyada
onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
Dünyada rüsva
olacaktır bunlar. Yahudiler için, hıristiyanlar için ve de Allah’ın arzularına
geçit vermeyen, kendi sistemlerinin uygulanabilmesi için Allah’ın sistemine
geçit vermeyen tüm müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada
rezil ve perişan olacaklardır onlar.
Bu
âyetlerin gelmesinden hemen kısa bir süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler,
Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de mecu-siler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün
fethiyle yahudiler, Mısır’ın fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun
fethiyle Rumlar, Hıristiyanlar, hepsi dünyada rezil ve perişan oldular.
Unutmayın ki pek yakında yine aynısı olacaktır. İman edenler kurtulacak, iman
etmeyenler de rezil ve perişan olacaklardır. Bu dünyada rezil olmalarının
yanında, öbür tarafta da onları elim bir azap beklemektedir.
Öyleyse tüm
dünya zâlimlerine haber veriyoruz bunu. Hazırlansınlar dünyadaki
rüsvalıklarına. Hazırlansınlar âhiretteki en büyük azaplara. Geçen her saniye,
attıkları her adım, aldıkları her nefes onları bu korkunç sona, rüsvalığa ve de
âhiretteki korkunç azaba götürüyor.
115:"Doğu
da Allah’ındır, batı da Allah’ındır. Şimdi namaz için ne tarafa yönelirseniz
Allah’ın vechi oradadır. Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamış ve o herşeyi
bilmektedir."
Doğunun da
Rabbi Allah’tır, batının da Rabbi Allah’tır. Artık Allahu Teâlâ dilediği
şekilde mü'minleri o tarafa da bu tarafa da döndürebilir, kimsenin bu konuda Allah’a
hesap sorma imkânı ve hakkı yoktur. Bu âyetler müslümanlara yeni bir ufkun
açılmasının müjdesini veren âyetlerdir. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i
Haram’a çevrileceğinin müjdesini veren âyetlerdir.
Müslümanlar
o günlerde yine Allah’ın emriyle Kudüs’teki Mes-cid-i Aksa’ya yöneliyorlar ve
namazlarını o tarafa doğru kılıyorlardı, ama müslümanların kalplerinde
İbrahim’in mescidi, yeryüzünde ilk inşa edilen ve kıyamete kadar da kıble
olarak Allah’ın ilan edeceği Mekke’deki Kâbe vardı. Gözleri, gönülleri
Kâbe’deydi müslümanların. Ama Rablerinin arzusu Kudüs’teki Mescid-i Aksa olunca
buna da itiraz edecek değillerdi elbette. Onun için müslümanlar Kudüs’e doğru
dönüyorlardı. Ama Allah o mü'minlerin arzu ettikleri yönde onlara bir nîmet
sunacaktı. Bu nîmet onların kıble olarak arzu ettikleri Kâbe’ye yönelme
nîmetiydi. İşte bu âyet, bunun müjdecisi bir âyetti. Madem ki doğu da Allah’ın
batı da Allah’ındır, madem ki zaman da Allah’ın, mekân da Allah’ındır, o
halde sizi dilediği tarafa döndürebilir o Allah.
Namazınızı
bazen böyle kılın der, bazen böyle. Bazen bu tarafa, bazen şu tarafa dönün
der. O nasıl derse, nasıl emrederse bizim buna teslim olmamız gerekir. İşte bir
dönem Kudüs’e dönün demişti, o tarafa dönmüştü müslümanlar, sonra da Mekke’ye,
Kâbe’ye dönün dedi Allah, müslümanlar da dönüverdiler o tarafa. Ama yahudiler
bunu problem ettiler, fitne çıkarmaya çalıştılar. Cenab-ı Hak da buyurdu ki:
Doğu da
Allah’ın, batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz Allah’ın zatı oradadır.
Yeter ki siz Allah’ın istediğine yönelin. Yeter ki siz Allah’ın emrine boyun
bükün. Şuraya ya da buraya dönmek mesele değil, esas mesele Allah’ın emrine
boyun eğmektir.
Allah bu
âyetinde tevhidi anlatıyor. Allah bir cisim değildir. O zaman ve mekânla
sınırlı değildir. Allah’ın belli bir yeri, yurdu yoktur. Yüzünü ne tarafa
dönersen onu karşında bulursun. Her yerde, her tarafta Allah’ın yarattığı eserleriyle
karşı karşıya gelirsin, Cenab-ı Hakkın gücünü, kudretini müşahede edersin.
Acaba bu
âyet kıbleyi belirlemek için mi inmiştir? Anlayabil-diğimiz kadarıyla bu âyet
kıbleyi tesbit için değil de kıblenin değiştirilmesine itiraz eden yahudilere
cevap olarak gelmiştir. Allah belli bir zaman maslahatı gereği belli bir yöne
yönelmemizi isteyebilir. Daha sonra da başka bir zaman, başka bir maslahat
gereği, başka bir tarafa yönelmemizi isteyebilir. Bu konuda hiç kimsenin
Allah’a hesap sorma hakkı yoktur. Kaldı ki önceki kıble, Allah orada olduğu
için emredilmemiştir ki değiştirilmesi mümkün olmasın.
Binek
hayvanları üzerinde namaz kılanlar hakkında bu âyet inmiştir diyenler de
vardır. Bu durumda insanlar istediği tarafa dönebilirler.
Ya da bu
âyet Cabir (r.a) hazretleri hakkında inmiştir denmiş. Kıbleyi tespit edemeyen
bir adam istediği tarafa dönebilir denmiştir. Adam sorabileceği birileri varsa
soracak, yoksa kendine göre bir içtihat yapıp o tarafa doğru dönecektir.
Bir başka
yaklaşımla bu âyetinde Rabbimiz, kişinin kıblesini anlatmaktadır. Yâni kim,
kimin kıblesine yönelirse ona kulluk etmektedir. Kim, kimin yönetimini kabul
ederse onun kölesi olmuştur. Kim, kimin arzularını gerçekleştirmek adına
hareket ederse; kim, kimin rızasını kazanmak üzere çırpınırsa, onun kulu olmuş
demektir. Yâni bizim hareket tarzımızı, hareketlerimizin kıblesini, rotasını
kim tayin etmişse, hayat programımızı kim belirlemişse -Allah korusun- biz,
onun kulu kölesi olmuşuz demektir.
Eğer Allah,
sizin için Mescid-i Aksa’ya yönelin demişse, siz de Allah emretti diye o tarafa
yöneliyorsanız, bu yönelişiniz doğrudur. Yönünüz Allah’a yönelik, kulluğunuz
Allah’a müteveccihtir. Namazınız kabuldür, ibâdetiniz makbuldür. Ama Allah, sizi
önceki kıblenizden alıp bu defa da Mekke’deki Mescid-i Haram’a döndürüyorsa bu
sefer de kıbleniz orası olacaktır. Çünkü size bu emri veren Allah’tır. Bir
amelin yaptırıcısı kimse, kişi o ameli işlerken ona kulluk yapıyor demektir.
Meselâ bir
tür giyiniyorsunuz, bunu size yaptıran kimse siz, ona kulluk ediyorsunuz
demektir. Düğünde şunlar şunlar yapılmalıdır diyorsunuz. Şuradan kazanılmalı,
şuralarda harcanmalıdır diyorsunuz. Şu makamlara gelinmeli, şu okullarda
okunmalı diyorsunuz. Bütün bunların yaptırıcısı kimse kişi, ona kulluk ediyor
demektir. Yâni kişiyi yönlendiren kimse, kimin için bir yerlere yöneliyorsanız
kulluğunuz onadır. Sizin kıblenizi tayin eden Allah’tan başkalarıysa, Allah’tan
başkalarının yönlendirmesine tabi olmuşsanız, o zaman sizin Allah-tan başka
program yapıcı tanrılarınız var demektir. Ve siz, size hayat tarzı belirleyen
bu tanrılara kulluk yapıyorsunuz demektir. Meselâ şöyle giyineceksiniz diye
size kıble tayin eden, program belirleyen, Allah dışında moda gibi tanrılarınız
var da siz onların, size gösterdikleri kıblelerine yöneliyorsanız bilesiniz
ki, siz onlara kulluk yapıyorsunuz demektir.
116:
“Dediler ki; Allah çocuk edindi. Sübhanallah! Allah bu tür noksanlıklardan
münezzehtir. Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Herşey O’na
boyun büküp teslim olmuştur."
Üzeyr
Allah’ın oğludur dediler. İsa Allah’ın oğludur dediler. Melekler Allah’ın
kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah! Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki
göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na
boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar
O’nundur, kızlar O’nundur, gökler O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur,
yıldızlar O’nundur, herşey O’nundur. Herşey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar
O’nun iken, tüm yaratıklar onun kulu iken bunlardan birini veya birkaçını
kendisine oğul edinmesine ne gerek var da? Tevbe sûresinin 30. Âyetinde anlatıldığına
göre yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da İsa Allah’ın
oğludur dediler. Müşrikler de Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Bunlar bu
yaratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını
vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya kalkıştılar. Olduğundan farklı bir konuma
getirdiler bu zatları. Bunların yaptıkları işlerin başkaları tarafından asla
yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bu zatların yapmayacaklarını
iddia ettiler. Diğer varlıklardan ayırdılar bu zatları. Bu zatların diğer
varlıklardan daha fazla Allah’a yakın olduklarını, ya da Allah’ın bu zatlarla
daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler. Peygamberimiz için de aynı şeyleri demeye
çalışmışlardı.
"Bu ne
biçim peygamber ki yemek yer, çarşı pa-zarda gezip dolaşır dediler"
(Furkân: 7)
Bu ne biçim
peygamber? Bizim gibi yiyip içiyor, bizim gibi çarşı pazarda gezip dolaşıyor,
baba oluyor, koca oluyor, olacak şey mi bu? Diyorlardı.
Kur’an
söze, Allah’ı bu tür noksan sıfatlardan tenzih ederek başlıyor.
Fe
sübhanallah! O bu tür ilişkilerden uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a
eksiklik ve ihtiyaç izâfesidir. Halbuki Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi
birbirinden farklı değildir. Yâni Cenab-ı Hakkın varlıklarından bazısına daha
yakın, bazısına daha uzak olduğu asla düşünülemez. Allah göktekilerin ve
yerdekilerin sahibi iken neden bir çocuğa ihtiyaç duysun da? Zira eninde
sonunda o da Allah’ın kulu değil mi yâni?
Aslında
bunların derdi şuydu. Üzeyr Allah’ın oğludur, İsa Allah’ın oğludur derken bu
adamlar esasen Allah’a karşı torpilli varlıklar bularak işledikleri günahlara
kılıflar bulmaya çalışıyorlardı. Allah’a veliahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki,
böylece Allah’a yaklaşabilme, ona torpil yaptırabilme yolunu bulabilsinler.
Böyle bir çabaları vardı. Öyle ya bir insana çocuğundan daha yakın birisi olmayacağına
göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki
Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık
bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı.
Oğlu ve kızı sayesinde kendimizi O Allah’a affettireceğiz diyorlardı.
Bu
halleriyle nasıl cennete girecekler de bunlar? Hem birilerini Allah yerine
koysunlar, hem Allah’ın yeryüzünde temsilcileri var desinler, hem Allah’ın
yetkilerini Allah’tan başkalarına vermeye çalışsınlar, hacılara, hocalara,
hükümdarlara, meliklere, meleklere vermeye çalışsınlar, yeryüzü tanrılarına
vermeye çalışsınlar ve ondan sonra da cennet beklesinler, olmaz bu. Cennete
ancak Allah’ı Allah’ça tanıyanlar, Allah’a Allah’ça inananlar gidecektir. Cennete
ancak Allahu Teâlâ kendisini nasıl tanıtmışsa öylece Allah’ı tanıyanlar, öylece
O’na inanalar ancak gideceklerdir. Allahu Teâlâ’yı Allah’ın burada kendisini
tanıttığı gibi tanımayanların cennete girme hakkı yoktur.
Tesbihin
mânâsı da budur zaten. Sübhanallah demenin mânâsı budur. Tesbih; Allah’ı,
Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini
Bakara’da, Al-i İmran’da, Nisâ’da nasıl anlat-mışsa, hangi sıfatlarla muttasıf
olarak bildirmişse, işte öylece Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir
Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf yoktur, O’nda unutma yoktur,
O’nda hata yoktur, O’nda cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği
biçimde iman tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan
da tenzih edeceğiz. Onu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanallah diyeceğiz.
Burada pek
çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında
kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan, onda olanlarla tanımadan veya onda
olmayanları onda bilerek her da-kika yüz bin de sübhanallah desek bunun hiçbir
faydası yoktur. Bunu bir daha söyleyelim. Allah kitabını nasıl tanıtmışsa,
Allah peygambe-rini nasıl tanıtmışsa, Allah hukukunu nasıl tanıtmışsa, Allah ekonomiyi
nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi Allah’ı ve Allah’ın tanıttığı gibi
tanıttıklarını bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz.
Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin
diyeceğiz.
Yoksa
bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın, rızık
konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki rezzaklarının
korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin günde yüz bin
defa da ya Rezzâk demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Veya ilimde Allah’a tam olarak
güvenmeyip, yerde onun eksikliğini tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler
aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere ya Alîm demesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette
Allah’a güvenmeyip, yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım
kanun koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını
da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de ya Rab diye zikretse boştur bu.
Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şafi bilmeyip, yerde bir kısım şifa
dağıtıcılar arayan kişinin ya Şafi diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede,
diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mü-mît diyerek
zikretmesi boştur.
Veya
Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda,
mansıpta arayan birinin ya Azîz demesi boştur.
Mağfirette,
afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya
çalışan birinin ya Tevvab demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede
murakabe etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin
bilen birisinin ya Hafız deme-si, ya Müheymin demesi boştur.
Öyleyse
Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah
diyeceğiz. İşte bu yahudiler, bu hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a
inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle
bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur.
Yeryüzünde temsilcileri yoktur. Yeryüzünde yetkilileri yoktur. Kimseye de
böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.
"Hükmünde,
mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur onun."
(Kehf: 26)
"Bilâkis
göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun-dur. Herşey O’na boyun büküp teslim olmuştur."
Melekler,
cinler, insanlar hepsi O’nun kullarıdır. Hiçbir varlık O’nun ulûhiyetine ve
rubûbiyetine ortaklık iddia edemez. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka
melikler, söz sahipleri varsa, o zaman onların sınırlarına girdiğimiz zaman,
onlara da kulluk yapalım. Değil mi? Farz edin ki bir yere girdik. Soralım,
burası kimin diye? Veya gökyüzüne çıktığımız zaman burası kimin diyelim, varsa
Allah’tan başka bir sahip, ona kulluk yapalım. Yahut zamana beş dakikalığına
söz geçirebilen birisi varsa ona kulluk edelim. Meselâ güneşe beş dakikalığına
sahip olabilen birisi varsa, o beş dakikalığına biz de ona kulluk edelim.
Diyelim ki, ey bu beş dakikayı bize veren tanrılar tanrısı! Kulluk sizin
hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır? diyelim. Var mı böyle yeryüzünde
birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi rubûbiyet makamına geçirmeye hakkımız
yoktur. O Allah ki:
117:"Gökleri
ve yeri yoktan var eden O’dur. O bir şeye hükmetti mi, onun için yalnızca ol!
Der, o da oluverir."
İşte bir
hayat, işte bir var oluş, işte varları var eden bir Rab. Varsa başka böyle
Rabler, varsa böyle ol dediği zaman olduracaklar, tamam onlara da kulluk
edelim. Meselâ benim ağaran saçımı bana iade edecek birileri, benim gençliğimi
bana iade edecek birileri, benim ölümle
karşı karşıya kaldığım bir zamanda bana iki saatliğine ömrümü iade edebilecek
birileri varsa, tamam iki saatliğine da onlara kulluk edelim yâni.
Ya da bizim
için gökten bir damla yağmur indirebilecek birileri varsa, veya yerden bir
tane buğday bitirebilecek varsa ona da kulluk edelim yâni. Ama yok. Benim
yaratılışım Allah’tansa, benim rızkım Allah’tansa, benim ölümüm Allah’tansa o
zaman başkalarının benden kulluk beklemelerinin ne mânâsı kalacak da? Öyleyse
yetki Allah’ındır ve O’ndan başka kimsede yetki hakkı yoktur.
118: “Bilgisi
olmayanlar Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize bir mûcize gelse ya? Dediler.
Bu sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyi söylemişlerdi. Nasıl da kalpleri
birbirine benziyor! Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz kesin bir bilgiyle
inanmak isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
Bilgisizler, cahiller dediler ki; şu az evvel kendilerini
cennetlik gören insanlar utanmadan dediler ki; Allah bizimle konuşmalı veya
bize de bir âyet gelmeli değil miydi? Yâni Allah bizim karşımıza geçip: Bu
benim elçimdir! Bu peygamberi ben görevlendirdim! Bu elinizdeki kitap benim
kitabımdır! Bu benim kelâmımdır! Onu size ben gönderdim deseydi ya! Veya bize
bir âyet getirseydi! Öncekilere yaptığı gibi bize gözümüzle görebileceğimiz
bir mûcize gönderseydi ya? diyorlar. Cahiller böyle diyorlar. Bunlar, bunu
söyleyenler cahillerdir diyor Allah.
Bu bilmeyen
cahiller konusunda müfessirler: Hıristiyanlardır demişler, yahudilerdir
demişler, cahilin cahili müşriklerdir demişler. Ama herhalde en uygunu da bu
son grup olsa gerek. Allah buyurur ki; bu yeni değil, bu sözler yeni değildir.
Yâni Hz. Adem’den bu yana müslümanlar hep böyle değişmeyen bir inancı
yaşıyorlar, kâfirler de İblisin yolsuzlaşmasından bu yana hep böyle aynı yanılgıyı
devam ettiriyorlar. Yeni bir şey değildir bu. Tarihte hep olagelmiş bir
felsefedir. Madem ki Allah var, o halde bizimle konuşsa ya bu Allah. Sesini bir
duysak, gözümüzle bir görüp elimizle bir dokunsak ya. Gözleriyle gör-medikleri,
elleriyle dokunmadıkları, duyularıyla algılamadıklarına, laboratuarın konusu
olmayan şeylere inanmıyorlar hainler. Mü’minlere açık olan gayb pencereleri bu
kâfirler için kapalıdır. Yâni sanki bir bakıma Peygamberlik bekliyorlar
inanmak için. İstiyorlar ki Allah bize de konuşsun, bizimle de konuşsun, bize
de vahiy göndersin. Allah diyor ki bakın:
"Bu
sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyi söylemişlerdi."
Bakın kitabımız
öncekilerin de aynı şeyleri söylediklerini şöyle anlatıyor:
"Ey
Mûsâ Allah’ı apaçık görmedikçe sana asla inanmayacağız demişlerdi."
(Bakara: 55)
Bakın, işte Mûsâ aleyhisselâmın
toplumu da Mûsâ aleyhisse-lâma aynı şeyleri söylüyorlardı. Onlar da aynı materyalist
mantığı kullanıyorlar, apaçık görmediğimiz bir Allah’a asla inanmayız
diyorlardı.
Yine meselâ İsra sûresindeki bir
âyet-i kerime de aynı konuyu anlatarak şöyle buyuruyordu:
"Bize
yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız! Veya senin bağların,
hurmalıkların olup, aralarından ırmaklar akıtmadıkça sana inanmayacağız! Yahut
da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve
Melekleri karşımıza getirmelisin ki sana inanalım? Demişlerdi."
(İsrâ: 90)
Yine bakın
kitabımızın Mâide sûresinin bir âyeti hıristiyanların da Hz. İsa’ya
aleyhisselâm şöyle dedikleri anlatıyordu:
"Havariler;
Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi? Demişlerdi.
Bunu becerebilir mi Rabbin? Demişlerdi." (Mâide: 112)
Allah diyor
ki; bunlar, bu sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi.
Bugünkü bilimsel, pozitivist, modernist kâfirler de aynı şeyleri söylüyorlar.
Görmediğimiz bir Allah’a kesinlikle inanmayız, diyorlar. Laboratuarın konusu
olmayan, gözlerimizle görüp duyularımızla algılamadığımız bir Allah’a
kesinlikle inanmayız diyorlar. Ve akıllarınca bilgiçlik ortaya koyduklarını zannediyorlar.
Bu konuda peygambere ve onun yolunun yolcusu müslümanlara delil getirdiklerini
zannediyorlar. Yeni bir şey ortaya koyduklarını zannediyorlar. Hal-buki asırlar
boyu cahillerin dediğinden başkasını da demiyorlar.
"Nasıl
da kalpleri birbirine benziyor!"
Nasıl da
aynı şeyleri söylüyorlar! Nasıl da ağızları ve kalpleri birbirine benziyor.
Allah diyor ki bunlar hiç bir şey bilmeyen cahillerdir. Bunların asıl gâyeleri
hakkı öğrenmek, hakkı bulmak ve kabul etmek değildir. Dertleri bu değildir
adamların. Bunların tüm dertleri hakkı kendilerine açık ve net bir biçimde
sunan kişileri oyalamak ve güya zor durumda bırakmaktır.
Bunların
iman etmeyişlerinin sebebi bu konudaki delillerin azlığından değildir. Ve
bunlar esasen peygamberin fonksiyonunu da bilemeyen zır cahillerdir. Peygamber
evrendeki yasaları değiştirmek için gelmemiştir. Bu sizin bilgisizce
kendisinden istediğiniz şeylere ancak yeryüzündeki Allah’ın koyduğu ve
kendisinden başka hiç kimseye müdahale izni vermediği kanunları değiştirmeye
güç yetiren bir peygamber ancak cevap verebilir. Halbuki peygamberin böyle bir
yetkisi yoktur. Peygamber bir beşerdir, bir kuldur. Bu iş ancak Allah’ın
elindedir. Peygamberin sizin gibi bir insan olarak görevi sadece Allah’tan geleni
size duyurmaktır. Sadece size doğru yolu, Allah yolunu göstermektir. Hal
böyleyken siz ondan onun gücünün yetmeyeceği şeyler isteyerek cahilliğinizi
ortaya koyuyorsunuz. Kaldı ki:
"Eğer
gerçekten âyet istiyorsanız biz kesin bir bilgiyle inanmak isteyenlere
âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
Âyet mi
istiyorsunuz? İman etmek için âyet mi bekliyorsunuz? Elinizdeki Allah’ın şu
âyetleri yetmiyor mu size? Elinizdeki şu kitabın âyetleri yetmiyor mu? Şu
kitabın işitsel âyetleri yetmiyor mu size? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği
meşhut âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın
âyetlerinden habersizler. Allah’ın kendileriyle konuşmasını istiyorlar,
halbuki şu âyetlerle Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar
aslında da yamukluk yapıyorlar.
Mûsa’nın
toplumu konuşmaya şahit oldular, bu defa da bizzat Allah’ı görelim dediler.
Bunlar da Allah’ın konuşmasına şahit oldular. İşte elimdeki şu kitabın
âyetleriyle Allah’ın kendilerini muhatap kabul ederek konuşmasına şahit
oldular, bu defa da ne diyeceklerdi, Allah’ı bizzat görmemiz lâzım. Onun
konuşmasına muttali olmamız yetmez, O’nu bizzat gözlerimizle görmedikçe,
ellerimizle dokunmadıkça asla iman etmeyeceğiz diyorlar.
Allah’tan
yeryüzüne bir sofra indirmesini mi bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere
sunduğu şu nîmet sofrasını görmüyor musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla,
yağlısıyla, tuzlusuyla, tatlısıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu
sofrayı görmüyor musunuz? Kim verdi bütün bunları size? Allah’tan beklemeniz,
Allah’tan istemeniz gereken şeyleri sizin gibi bir beşer olandan mı
istiyorsunuz? Allah’la Onun kulunu mu karıştırıyorsunuz? Peygamberin görevi bu
değildir. Ve insanların bu tür cahilce isteklerini yerine getiremeyen bir peygamber
başarısız bir peygamber değildir. Öyleyse ey peygamberim! Sen onların dediklerine
aldırış etmeden yoluna devam et!
119:"Şüphesiz
ki biz seni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Seni hak bir kitap ile
gönderdik ve sen cehennem halkından sorumlu olmayacaksın."
İşte
peygamberin konumu ve işte peygamberin görevi. Sen bırak bu densizleri
peygamberim. Uğraşma onlarla. Bu beyinsizler için zorlama kendini. Sen sadece
müjdeci ve uyarıcısın. Biz seni hak bir kitapla gönderdik. Senin görevin sadece
bu kitabı insanlara duyurmandır. Sen bu kitapla uyar onları ve gerisine
karışma. Sen seni dinlemeyip cehenneme doğru giden insanlardan sorumlu
değilsin. İllâ da cehenneme gitmek isteyenlerin hesabını senden sormayacağız.
Bu iş senin sorumluluğunda değildir. Sen sadece sana gönderdiğimiz bu kitabın
âyetleriyle insanları uyarıp uyarmadığından, benim mesajımı kullarıma duyurup
duyurmadığından sorumlu tutulacaksın.
Rasulullah
Efendimizin bu konudaki sorumluğunun sınırlarını anlatan başka âyetler vardır:
"Ey
Peygamberim artık onlara üzülerek kendini harap etme! Allah onların
yaptıklarının tamamından haberdardır."
(Fâtır: 8)
"Peygamberim!
Onların yola gelmesi senin üzerine borç değildir. Lâkin Allah dilediğine
hidâyet eder..."
(Bakara: 272)
Peygamberim,
onların hidâyeti seni ilgilendirmez. Onların doğru yola gelmeleri sana düşmez.
Dilediğini hidâyete ulaştıran Allah’tır. Senin görevin budur. Sen sadece beşir
ve nezirsin. Senin görevin, zorla insanların kalbine imanı sokmak değildir.
Gücünü aşan konulara gelince, bunlar senin sorumluluk alanına girmez.
Kimileri bu
âyeti “Vela tes’el” diye okumuşlar. O zaman mânâ şöyle olacaktır: Ey
Peygamberim! Artık o kâfirler hakkında benden bir şey isteme, benden bir şey
sorma! Sakın bu tür kâfirleri affı konusunda benden bir talepte bulunma. Zira
onlara ne yapacağımı ben bilirim, şeklinde anlayanlar da olmuştur.
Allah’ın
Resûlü’nün şahsında bize de hitap eden bu âyetler karşısında biz de diyeceğiz
ki, eğer bizler de beşir ve nezir olarak insanlara karşı görevimizi yapmışsak,
onları Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya getirmiş, Allah’ın cennetiyle
müjdeleyip cehennemiyle, ateşiyle uyarabilmişsek o zaman hiç korkmayalım
onların akıbetlerinden biz de sorumlu değiliz demektir. İşte bize düşen görev
budur. Elimize bu kitabı alacağız ve gece gündüz insanları bununla uyaracağız.
İşimiz gücümüz bu olacak. Bunu yaptığımız takdirde onların yola gelip gelmediklerini
kendimize dert edinmeyeceğiz. Kendimizi onların hidâyetiyle sorumlu kılmayacağız
Ama şunu da
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki Allah izin vermedikçe, Allah
dilemedikçe hiç kimseyi de hidâyete ulaştırma imkânımız yoktur. Şurada üç yaşında
bir çocuk olsa, yarılsak, yırtılsak Allah istemedikçe yine de onu hidâyet
edemeyiz. Kalplerin sahibi Allah’tır ve peygamberin bile bu konuda yetkisi yoktur.
Peki ne özelliği var peygamberin? Beşir ve nezirdir o. E ne yapsın Allah’ın Ra-sûlü?
Bakıyor ki insanlar cehenneme doğru gidiyorlar, ama elinden gelen bir şey yok,
eli kolu bağlı, Allah dilemedikçe yapabileceği bir şey yok, sadece uyarıyor.
Öyleyse biz de böyle olmaya çalışalım inşallah. Sonra diyor ki Rabbimiz:
Yahudi ve
hıristiyanlarla ilgili bölümün sonuna doğru geliyoruz, burada Allah
peygamberini ve onun şahsında bizleri bir daha uyaracak onlar konusunda.
Ehl-i kitap
yahudi ve hıristiyanlar daima kendilerinin haklılığını iddia eden bir sistem
oturtmuşlar, bunu savunarak son elçiye inanmama konusunda direniyorlardı.
Allah kendilerinden bu konuda sıkı sıkı ahid aldığı halde yine de müslümanlığa
girmeme konusunda ayak diremişlerdi. Müslümanların onlar hakkında iyi
düşünceleri vardı. Kendilerine iyi davranılırsa, onların hoşlarına gidecek
davranışlarda bulunurlarsa, onların belki müslüman olabilecekleri zannı vardı
Müslümanlarda. Öyle ya bu adamlarda müşriklerde bulunmayan bazı özellikler
vardı.
Müşrikler
âhirete inanmıyorlar, ölüm ötesi hayatı inkâr ediyor-lardı. Ama bunlar âhirete
inanan insanlardı. Müşrikler putlara tapıyor-lar, ama bunlar tek tanrılı dinin
sahibiydiler, müşriklerin kitapları yoktu, ama bunlar kitap ehli olduklarını
iddia ediyorlardı. Müşrikler peygambere de inanmıyorlardı ama bunlar Kur’an’ın
da haber verdiği peygamberlere inandıklarını iddia ediyorlardı.
Üstelik
inandıkları bu peygamberler ve sahiplendikleri bu kitaplar bu son elçinin
geleceğini onların kafasında daima canlı tutmaya çalışıyorlardı. Ve bu son
peygamber geldiği zaman ona iman edecekleri ve onu koruyacakları konusunda
onlardan mîsak alındığını hatırlatıyordu.
Üstelik şu
ana kadar da çevrelerindeki müşriklere: Hele bir gelsin, biz ahir zaman
nebisinin arkasında sizin de putlarınızın da işini bitireceğiz diye hava
atıyorlar, gelişi yaklaşan son elçiyi bekliyorlardı. İşte bu özelliklerinden ötürü
müslümanlar onlara sıcak bakıyorlardı. Ve bunların ha bugün, ha yarın mutlaka
İslâm’ı kabul edeceklerini bekliyorlardı. Ama bu adamlar müslümanların kendileri
hakkındaki bu sıcak alâkalarını ters tepiyorlar ve kalplerindeki kini hep açığa
çıkarıyorlardı ve işte bundan dolayıdır ki Rabbimiz bu adamların karakterlerini
Müslümanların gözleri önüne seriyor ve bu konuda sürekli müs-lümanları uyarmayı
hedefliyordu.
Bu cümleden
olarak mü'minlerin velilerinin, mü'minlerin, dostlarının ancak Allah, Rasûlü
ve müslümanlar olduğunu, namaz kılan, rükû eden ve müslümanlarla birlikte
hareket eden kimseler olduğunu vurguluyordu. Ve hiç bir zaman da yahudi ve
hıristiyanların kendile-rinin dostu olamayacağını ısrarla anlatıyordu
müslümanlara. İşte bakın burada da şöyle buyurur Rabbimiz:
120:"Peygamberim!
Sen onların milletine girinceye kadar yahudi ve hıristiyanlar asla senden razı
olacak değillerdir. Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın
yoludur. Eğer sen sana gelen ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine
uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı yoktur."
Sen onların
milletine girinceye kadar. Hiçbir zaman bir Yahudi, bir hıristiyan müslümandan
razı olmaz, müslümanı dost kabul etmez ve etmeyecek de. Ama ne zaman ki
müslüman tevhidi, İslâm’ı, imanı, Kur’an’ı, Rasûlü, Allah’ı, kitabı bir tarafa
bırakır da yahudi ve hıristiyan inancına girerse, bunu kesinkes ispatlar ve onlar
gibi bir hayata, onlar gibi bir imana, onlar gibi bir düşünceye boyun eğerse,
işte o zaman onlar kendilerinden razı olabilirler. Yâni o dinini terk eden
Müslüman-dan ancak razı olurlar. Aksi takdirde tarihin hiç bir devrinde, hiç
bir toplumunda gerçekleşmeyen bir şeydir bu. Yahudi ve hıristiyanların
müslümanlardan razı olması.
Zaten
tarihteki tüm kavgalar, tüm vuruşmalar din adına gerçekleşmiş kavgalardır.
Tarihin başlangıcından şu ana kadar ve şu an-da da yapılan tüm savaşları
inceleyin, tahlil edin, savaşların alt sebeplerine inin, kavgaların, dostlukların,
barışların, birlikteliklerin alt ya-pısını araştırmaya çalışın, göreceksiniz
ki karşınıza din ve inanç çıka-caktır. Aynı dinde, aynı inançta olanların
birbirlerini sevdiklerine şahit olacaksınız. Aynı inançta olanların
birbirlerine karşı fedâkarlıkta bulunduklarına şahit olacaksınız. Ama ters
inançta, farklı dinde olanların birbirlerine hep düşman olduklarını göreceksiniz.
Bugünlerde eğer böyle farklı
inançta olan insanlar arasında bir muhabbet görecek olursanız bilin ki,
bunlardan biri mutlaka ya diğerinin egemenliğini kabul etmiştir, ya da kendi
inancını onlarınkisine doğru eğip bükme eğilimi içine girmiştir. Yâni ismen
kendi dininde olsa bile karşı tarafın hayat felsefesine boyun bükmüş demektir.
Aksi takdirde böyle bir şey asla mümkün değildir.
Tüm kavgaların temeli inançtır.
Şu anda da yapılan savaşların altında yatan dindir, inançtır. Ama bizimkilerin
sahiplenecekleri kadar bir inançları olmadığı için, inandıkları bir dinleri
olmadığı için, bunun adını koymaya cesaretleri yoktur. Israrla bu savaşların
dinle ilgisinin olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Hem müslümanların uyanacağından
korkuyorlar, hem de kendilerinin savunacak bir dinleri olmadığı için böyle
yapıyorlar. Düşmanlarımız açık açık İsmail oğullarının kökünü kesene kadar bu
savaşımız sürecektir, dedikleri halde bizimkiler başka türlü bakmaya
zorluyorlar kendilerini.
Peygamberim,
hiçbir zaman hıristiyanlar ve yahudiler senden razı olmayacaklar, ta ki sen
onların milletine girinceye kadar.
Millet;
tutulup gidilen yol demektir. Millet; din ve şeriat demektir. İşte bu mânâda
yahudilik ve hıristiyanlık birer millettir. İslâm da bir millettir. Yâni sen
kendi milletini bırakıp, kendi dininden çıkıp onların milletine, onların dinine
girmedikçe onlar senden razı olmazlar. Sen yahudi ve hıristiyan olmadıkça asla
senden razı olmayacaklar onlar.
Evet
müslümanlar bugün ne kadar onlara benzemeye çalışırlarsa çalışsınlar, onların
amellerini ne kadar taklit ederlerse etsinler, onların düşüncelerinin yapısal
özelliklerine ne kadar evet de deseler, açıktan açığa kendi dinlerinden çıkıp,
biz de yahudiyiz, biz de hıristi-yanız demedikleri sürece, kiliselerine, havralarına
girip onlar gibi ibâdet etmedikleri sürece onlar sizden asla razı olmayacaklar.
Sizi ebediyen sevmeyecekler. Sizin hakkınızda ebediyen hayır düşünmeye-cekler.
Meselâ
hakikaten şu anda İslâm dünyasının pek çoğu, başlarındaki ne idiğü belirsiz
idarecileri vasıtasıyla yahudi ve hıristiyan-lara peşkeş çekildiği bir
konumdadır. Ama şurası da bir gerçektir ki, ne Amerika ne de yahudiler bu ülkelerden
hiç birisine güvenmemek-tedir. İşte Türkiye, Mısır, Suriye, Pakistan, Cezayir,
Tunus her şeyiyle bunlara teslim edildiği halde, bunlardan hiç birisine güvenmemek-tedirler.
İsrâil de güvenmiyor. Tamam belki dostluk anlaşmaları imza-lıyorlar, belki
ortak hareket etmeye çalışıyorlar, ama ne Amerika, ne de İsrâil bunların hiçbirisine
güvenmiyor. Niye? Çünkü şöyle bakıyorlar hadiseye: Bugün bunlar her ne kadar
bize bağlı iseler de, kanunlarıyla, eğitimleriyle, herşeyleriyle bizim
dediklerimizi yapıyorlarsa da bunların ne zaman kendilerine gelecekleri, ne
zaman uyanıp da müs-lümanlıklarının farkına varacakları belli olmaz diye gerek
bu ülkelerin müslüman halklarına, gerekse kendilerine sadâkat yeminleri eden
yöneticilerine güvenmiyorlar.
Ve fırsat buldukları zaman ilk
kesecekleri, ilk öldürecekleri kimseler olarak da bu kendilerine hizmet eden kimseler
olduklarını da zaman zaman söylemekten geri durmuyorlar. Bundan sekiz-on yıl önceki
bir A.B.D. başkanının sözü: Yeryüzünde son İsmail oğlu kalmayıncaya kadar
bizim savaşımız devam edecektir. Mümkün değil ki bu Amerika, bu hıristiyanlar
ve yahudiler karşılarında dokuz takla atan bu müslüman ülkelerinin, müslüman
ismi taşıyan idarecilerinden bile razı olmayacaklardır.
Ama bilelim
ki, bu da Allah’ın bize bir lütfudur. Böyle olmasay-dı, bu insanların bu kadar
bağlılıklarından ötürü onlar bu idarecilere değer verselerdi, bunlar onlara
daha çok bağlanacaklardı. Ve belki de ülkelerimizi gözlerini kırpmadan onlara
satmaya bile kalkacaklardı. Ama Allah’a şükür ki bu insanlar ara ara
gittikleri, katıldıkları toplantılarda bu gâvurların gâvurluklarını,
kendilerine düşmanca tavırlarını görüyorlar da tamamen bizi onlara satmaya
cesaret edemiyorlar, gözlerini açıyorlar. Bu da Allah’ın bu gariban
müslümanlara en büyük lütuflarından biridir.
Allah diyor
ki: Ey Peygamberim! Boşuna onları Allah’ın dinine kazandıracağım diye uğraşma!
Kesinlikle sen onların dinine girinceye kadar onlar senden razı olmayacaklardır.
Öyleyse onları razı etmeyi bırak peygamberim.
Rabbimizin
peygamberine hitap tarzının sertliğine bakılırsa bu meselenin gerçekten çok
ciddi, gerçekten çok önemli bir mesele olduğunu anlıyoruz. Anlıyoruz ki bu konuda
peygamber bile olsa gözünün yaşına bakılmayacaktır. Zira şahısların büyüklüğü,
Allah’ın emirlerine teslimden geçer. Allah’ın emirlerine teslim olmayanlar
kim olurlarsa olsunlar, Allah onların işini bitirir.
"Ey
Peygamberim! Andolsun ki sana da senden önceki peygamberlere de vahy
olunmuştur ki, eğer Allah’a ortak koşmaya kalkarsan tüm amellerin boşa gider
ve sen hüsrana uğrayanlardan olmaktan asla kurtulamazsın!"
(Zümer: 65)
Ve yine
bakın Hâkka sûresinde 44-47. âyetleri:
"Eğer
Peygamber bize karşı bu kitaba kendisinden bir şeyler ilave etmiş olsaydı, biz
onu kuvvetle yakalar ve onun şah damarını koparırdık!"
(Hâkka 44,47)
Buyurulur.
Görüyor musunuz tehdidi? Peygamber bile olsa bu çok önemli konuda kimsenin
gözünün yaşına bakılmaz. Kimse mazur görülemez.
Bu âyetler,
Allah yolunun yolcularının kâfirler, müşrikler ve münâfıklarla ilişkilerini
belirleyen âyetlerdir. Mü'minler kâfirlerin İslâm’a gelmesini isteyebilirler,
bu tabii bir şeydir. Ama onların zikzaklı sözleri, cıvık tavırlarına bakarak,
onları razı etmek adına onlara tavizler vermeye mü'minler asla mezun
değillerdir.
Zira
onların yola gelmeyişlerinin sebebi, bu konudaki delillerin azlığından veya
senin onlara İslâm’ı açıkça anlatmayı becerememen değildir. Aksine hiçbir
şüpheye mahal bırakmayacak şekilde senin açıkça İslâm’ı ortaya koyman ve
onlara kendi istek ve arzularına göre dini değiştirebilmeleri için boşluk
bırakmamandır. Onun için onlara taviz vermek çok tehlikelidir.
Eğer
müslümanlar, onlara tavizler vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde,
kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü
tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara destek vermek anlamına gelecektir.
Müslümanlar onlara tavizler verip onların davranış ve inanışlarını tasvip
edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi dinlerinde kemikleşmelerini
sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre demek ki bizim yolumuz da
doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha bir sağlam
sarılmaya başlayacaklardır.
Her bir
tavizi gördükçe cesaretlenip, yeni yeni tavizler isteme-ye kalkışacaklardır.
Böyle böyle seni, son tavize kadar götürecek-lerdir. En son isteyecekleri taviz
de senin onların dinlerine girmendir.
"Gerçek
hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur."
Artık hak
bellidir, hidâyet bellidir, yol bellidir, hayat programı bellidir. Doğrusu
İslâm yoludur, doğrusu Allah yoludur, başkalarına ihtiyacınız yoktur. E peki
bizim birtakım problemlerimiz var. Sıkıntılarımız var. Yeryüzünde yalnız
yaşayamayız. Biz birilerine muhtacız. Ekonomik, siyasî, askerî problemlerimiz
var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız var, bizim bir hidâyete ihtiyacımız
var. E şu andaki yahudiler ve hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir,
ülkelerinin problemlerini halletmişler, sanayilerini kurmuşlar, insanlarını
mutlu etmişler. Hikâye bunlar aslında, eh biz ne yapalım? dersek bakın müslü-manlara
diyor ki Rabbimiz:
Hidâyet
istiyorsanız, hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur. Probleminiz
varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın, Allah’ın
âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverdiniz mi, bakacaksınız ki problemleriniz
kendiliğinden çözülmüştür. Tüm problem-leriniz ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî,
askerî, eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman
siz yenilmez ve ya-nılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Ama öyle değil
de:
"Eğer
sen, sana gelen ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan
Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı yoktur."
Onların
isteklerine, arzularına, sevgilerine nefretlerine düşün-celerine, sosyal
sistemlerine, ekonomi anlayışlarına, eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine
yahut ahlâk, siyaset yapılarına, her şeylerine uyarsan, artık senin için
Allah’tan ne bir dostun vardır, ne de bir yardımcın. Sana gelen ilimden sonra. Hangi ilim gelmişti Rasulul-lah
Efendimize? Buradaki ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir. Çünkü peygamberimize
gelen vahiydi. Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onların ilme
dayanmayan heva ve heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur, yardımcın
da. Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğu-nu kaybettikten sonra artık
mü'minler için dünyada ne rahat yüzü, ne saâdet, ne bereket, ne de âhirette
cennet ve devlet olması mümkün müdür? Öyle olmamış mı diyesim geliyor?
Yıllardır
bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu kâfirlerin
heva ve heveslerine uyduk. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz!
Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin
gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin
hatırınıza kılık-kıyafetimizi değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin
eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin
takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin hatırınıza Nato ya girdik! Birleşmiş
Milletlere üye olduk! AT’ la nikâhlandık, İMF ile nişanlandık, bugüne kadar
bir dediğinizi iki etmedik, di-ye yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi
sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe
batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne
diyor bakın Allah:
Eğer size
gelen vahyi bırakır da onların heva ve heveslerine uyarsanız, dostunuz ve
yardımcınız olarak yokum diyor Allah. Allah’ın desteğini üzerlerinden çektiği
bir toplumun akıbeti budur işte. Ya bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla
birlikte oluruz, o zaman dostumuz yardımcımız Allah olur. Allah desteğini hak
ederiz. Ya da bu kitabı bıraktıktan sonra, Allah desteğini kaybettikten sonra
yeryüzünün tüm kâfirleriyle beraber olsak da cehenneme kadar yolumuz var
demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu cehennemden kurtaramaz. Zaten kâfirlerin
bütün derdi bizi kendi cehennemlerine ortak etmek. Müslümanlar var oldukları
ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu kâfirlerin aleyhinde delil vardır ve bu
kâfirler bu delili yok etmek, bizi de cehenneme sürüklemek için ellerinden gelen
her şeyi yapacaklardır. Çünkü bunlar başka değil sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar.
Yâni bunlar bu halleriyle din diye sadece heva ve heveslerine uyduklarından,
tahrif ve bid'at ehli olduklarından artık ehl-i kitap da değillerdir. Çünkü:
121:"Ehl-i
kitabın içinde bir grup da vardır ki bunlar kendilerine verdiğimiz kitabı
gereği gibi okurlar, işte ona iman edenler bunlardır. Ama kim de Kur an’ı küfreder,
örterse işte böyleleri zarar edenlerin ta kendileridir."
Tevrat’ı
hakkıyla okuyanlar, İncil’i hakkıyla okuyanlar, Kur’an’ı hakkıyla okuyanlar.
İşte onların kitapları kendileri için bir değer ifade ediyordur. Dün bunlar
Tevrat’ı da güzel okudular, İncil’i de güzel okudular, amel etmek üzere
kitaplarına başvurdular ve şimdi de Allah’tan gelen son kitaba tabi oldular
bunlar. Yâni Kur’an’ı da güzel okuyanlardır bunlar.
İşte ona
iman edenlerdir bunlar. Okudukları kitaba inanan ve inandıkları kitabı okuyan
insanlardır bunlar. Okudukları, bilgilendikleri, inandıkları kitaplarıyla
hayatlarını düzenleyenler, kitap kaynaklı bir ha-yat yaşayanlardır onlar.
Kitaplarıyla hayatlarını özdeşleştirenlerdir onlar. Kitapsız bir hayatla
tamamen ilgilerini kesen insanlardır onlar.
Bu âyetinde
Rabbimiz kitabı hakkıyla okuyanlardır onlar buyuruyor. Peki acaba kitabı
gerçekten okumak hakkıyla okumak ne demektir? Nasıl anlayacağız bunu? Arkadaşlar,
kitabı hakkıyla okumak demek kitaba hakkını vererek okumak demektir. Bunu
şöyle kısaca bir maddeleştirerek söyleyelim inşallah:
1- Kitabı
hakkıyla okumak, onu devamlı okumaktır. Kitapla di-yalogu hiçbir zaman
kesmemektir. Hayatın her bir alanının düzenlemesi konusunda o alanı düzenleyen
âyetler kafamızda canlı olacak biçimde sürekli onunla ilişkiyi kesmemek
demektir. O kadar yoğun bir şekilde gece-gündüz kitapla beraber olacağız ki,
kitabın âyetleri hafızamızda o kadar canlı olacak ki, belirleyeceğimiz her bir
tavırı kitap eşliğinde gerçekleştireceğiz. Kitapla yürüyecek, kitapla duracak,
kitapla düşünecek, kitapla yatıp kalkacağız.
2- Kitabı
bir roman, bir hikâye okur gibi değil de gerçekten onu anlamak, onunla yol
bulmak, onunla amel etmek, hayatımızı onunla şekillendirmek üzere okumaktır.
3- Rasûl-i
Ekrem Efendimizin hadislerinde buyurduğu gibi okudukları âyetleri kendi
aralarında ders haline getirerek, düşünerek, tartışarak, muhasebe ederek,
mânâsını anlamaya, kavramaya çalışarak okuyanlar, işte böyle yapanlar o kitaba
iman ediyorlar demektir. İşte kitap sahibi olanlar, kitap ehli olanlar bunlardır.
Yoksa onun içindekilerden habersizce bir hayat yaşayanların ben kitap ehliyim
demelerinin bir anlamı olmayacaktır.
"Ama
kim de Kur’an’ı küfreder, örterse işte böy-leleri zarar edenlerin ta
kendileridir."
Kim de o
Kur’an’ı örterse, örtbas ederse, onunla ilgi kurmaz, onunla hayatını
düzenlemeye yanaşmazsa işte onlar zarardadır, dünya ve âhiretlerini kaybeden
insanlardır. Ehl-i kitap içinde gerçekten müslümanlara dost olanlar, kendi kitaplarına
gerçekten iman edenlerdir. Kendi kitaplarına samimiyetle iman eden bu insanlar
kendi kitaplarının haber verdiği son elçiye de iman etmişler ve hemen kendi
kitaplarını gönderen Allah’ın bu son mesajını da kabullenmişlerdir. Ama daha
önceden de kendi kitaplarıyla ilgisiz bir hayat yaşayanlar şimdi bu son kitaba
da aynı tavrı takınmışlardır.
122:"Ey
İsrâil oğulları! Size olan nîmetlerimi hatırlayın! Bir vakitler sizi bütün
âlemlere tafdıyl etmiştim."
"Size
olan nîmetlerimi hatırlayın! Bir vakitler sizi bütün âlemlere tafdıyl
etmiştim."
Vaktiyle
size lütfettiğim nîmetlerimi bir hatırlayın! Sizi döne-minizdeki tüm akıl
sahiplerine üstün kılmıştım. Kitaplar ve peygam-berler göndererek size şan
şeref bahşetmiştim. Dünyanın en üstün toplumu oldunuz. Yusuf (a.s) döneminde
Mısır’da, Dâvûd ve Süley-man (a.s) dönemlerinde Kudüs’te, Mûsâ (a.s) döneminde
Sina’da Allah’ın kitabına bağlı olduğunuz dönemlerde sizler yeryüzünün en şerefli
toplumu haline geldiniz.
Kitap
sizdeydi, risâlet sizdeydi, güç kuvvet sizdeydi, ilim sizdeydi, izzet ve şeref
sizdeydi. Şimdi bu nîmetlerime liyakatinizi kaybettiğiniz için bu nîmetler
elinizden alındı. Kaybettiniz bunları. Bana karşı, kitabınıza ve peygamberinize
karşı takındığınız bozukdüzen tavırlarınızdan ötürü alınlarınıza zillet ve
meskenet damgası vuruldu. Ve işte tekrar eski konumunuza dönebilmeniz için bu
nîmetlerimi hatırlayıp şükretmeniz gerekmektedir. İşte şimdi bu fırsat karşınızda
durmaktadır. En büyük nîmet kitap ortada. En büyük nîmet peygamber ortada.
Gelin bu kitaba, bu peygambere iman edin. Gelin hayatınızı bunlar belirlesin.
Gelin benim istediğim gibi kullar olun. Gelin benimle yeniden barışın ve
yeniden yeryüzünün en şerefli toplumu haline gelin, diyor Rabbimiz.
İsrail
oğullarına böylece seslenen Rabbimiz, bize de diyor ki bu âyetleriyle: Ey
müslümanlar! Ey yeryüzünün perişan, derbeder insanları, sizler de size bir
zamanlar lütfettiğim nîmetlerimi bir hatırlayın hele. O Allah ki; bir zamanlar
sizi, âlemler üzerine tafdıyl etmişti. Ra-sulullah dönemindeki durumunuzu bir
düşünün. Dört halîfe dönemin-deki durumunuzu, daha sonraki dönemleri, Çin
Seddinden Atlas Okyanusu’na, Sibirya içlerinden Afrika ortalarına kadar ve
Hint Okyanusu’na kadar yeryüzünün yegâne hakimi, yegâne galibi siz olmuştunuz.
Osmanlılar zamanını, Selçuklular dönemini düşünün. Allah’a ciddi ciddi kullar
olmanız, Allah’ın size gönderdiği kitabına sahip çıkmanız sebebiyle Allah
bütün bunları size lütfetmişti. Ama sonradan Allah’a isyanınız, kitabına sırt
çevirmeniz, kitabınızı arkanıza atmanız ve peygamberinizi pratikten
kaldırmanız sebebiyle yeryüzünde zelil ve hakir bir duruma düştünüz. Tıpkı
İsrail oğulları gibi zirveden aşağıların aşağısına düştünüz. Rezil, rüsva bir
hayatın mahkumu oldunuz. Öyleyse gelin ey müslümanlar, yeniden eski durumunuzu
elde etmek isterseniz, yeryüzünün mülkünün sahibi olarak şerefli bir hayat yaşamak
istiyorsanız, gelin tekrar Allah’ın nîmetine, Allah’ın kitabına ve
Rasulullah’ın sözlerine, davetlerine kulak verin. Sizler de asla unutmayın ki
sizi eski halinize getirecek olan işte bunlar olacaktır.
Kitap
ehliyiz diye tutturmuş gidiyorsunuz. Ben size kitap ehli ne demekmiş, kitap
ehli nasıl olurmuş bunu da anlattım. Artık anlamalısınız bunu. Artık insaf
edip aklınızı başınıza alın? Değilse öyle bir zaman gelecek ki:
123:"O
gün hiçbir kimse hiçbir kimse adına ödeme yapamayacaktır. Hiçbir kimseden fidye
kabul edilmeyecek. Hiçbir şefaat fayda vermeyecek, kimseye de yardım edilmeyecektir."
Böyle bir
günün heyecanıyla tir tir titreyin ki, o gün oğul ba-badan, baba oğuldan
kaçacak. Kadın kocadan, koca karısından kaçacaktır. Hiçbir kimseden fidye
kabul edilmeyecek. Dünya kadar malınız-mülkünüz olsa bile beş para etmeyecek.
Hiçbir kimseden de fidye kabul edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat
edemeyecek. Herkes Rabbinin huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacaktır.
Ve hiç kimseye de yardım olunmayacaktır. Öyleyse gelin ey insanlar o günün
heyecanıyla, o günün sıkıntısıyla Allah’ın size verdiği nîmetleri hatırlayın ve
hazırlıklı olun.
Sakın ha
filanların Allah’la arası iyidir, benim de onlarla aram iyidir, o halde onlar
beni kurtaracak ümitleriniz olmasın. O gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın
babasına, ne kocanın karısına, ne amirin memuruna sağlayabileceği bir şey
yoktur. Herkes yardımcısız ve yalnız olarak Allah’ın huzuruna gidecektir.
Melikler yalnız, mâlikler yalnız, hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar,
hocalar yalnız ve hattâ peygamberler bile yalnız. Hepsi de çaresiz Allah’ın
kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır.
İsrâil
oğullarına seslenen âyetler bölümü burada bitiyor. Bakara sûresinde 40.
âyetten itibaren 123. âyete kadar ki bölüm hep İsrâil oğullarına hitap
ediyordu, ama esasında bu âyetler hep bize hitap ediyordu. Eğer bu bölüm İsrâil
oğullarını anlatıyor, bunların bizimle ilgisi yok deyip kitabımızın bu
bölümünü geçseydik, bu âyetler bize hiçbir mesaj vermeyecekti. Ama bu âyetler
bizi anlatıyor.
Efendim bu
âyetler yahudiler hakkında inmiştir, şunlar hıristiyanlar için gelmiştir,
bunlar müşriklere hitap ediyor, bu şunları, bu bunları anlatır diyerek hiç bir
âyeti elimizin tersiyle itmeye hakkımız yoktur. Bileceğiz ki bu kitap bize
gelmiştir ve her bir âyeti bizi anlatıyor, bize hitap ediyor demektir.
Her bir
âyet, şu anda bize yeniden nazil oluyormuşçasına, bunlar sayesinde Allah’la
konuştuğumuzu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bakın bu 80 kadar âyet
bize şu ana kadar pek çok mesajlar sundu. Bu 80 kadar âyetin bize şu ana kadar
sunduğu bu mesajları biz nereden ve hangi kaynaktan öğrenebilirdik? Hangi kaynaktan,
hangi üniversiteden bu kadar bilgi alabilirdik? Bu 80 âyetin bize
kazandırdığı, imanı, izzeti, şerefi kim verebilirdi bize?
Öyleyse bizim de yapacağımız iş,
belki en birinci işimiz, bize bu kadar iman ve şeref kazandıran bu âyetleri gündeme
alıp, sanki şu anda bize yeni nazil oluyormuş gibi toplumun gündemine indirmek
zorundayız. Bu toplumu bu âyetlerden başka bir şeyin dirilteceğine ben
inanmıyorum. Kaldı ki toplumun nasıl dirileceğini de biz düşünmek zorunda
değiliz. Zira bu toplumu diriltecek olan Allah’tır. Biz beşir ve nezir olarak
bize düşeni yapalım, gerisini Allah’a bırakalım, o kendine düşeni elbette
yapacaktır. Allah yardımcımız olsun. Bundan sonra bir bölüme geldik.
Bu bölümde
Hz. İbrahim’den (a.s) söz ediliyor. Bakara sûresi-nin buraya kadar olan
bölümlerinde yahudilerin, kısmen de hıristiyan-ların Hz. Mûsâ (a.s) dönemindeki
ve o Hz. Mûsâ döneminden Rasu-lullah dönemine kadar geçen zaman içinde peygamberlerine
verdikleri ahidlerinden, onların tavırlarından, tutumlarından söz edildi. Bu
arada zaman zaman müşriklerden ve müşriklerin ehl-i kitapla pek çok hususlarda
birlikte hareket ettiklerinden söz edildi.
Bundan
sonra Rabbimiz bu bölümde, Hz. Mûsâ’dan çok önceki dönemlere, Hz. İbrahim
(a.s) dönemine dönecek ve böylece ken-dilerini Hz. İbrahim’e izâfe eden, Hz.
İbrahim’in kendilerinin ataları olduğunu, onun yolunda olduklarını iddia eden
hem yahudileri hem de Mekke müşriklerini bir de böyle yargılayacak. Yahudilerin
ve müşriklerin iddia ettikleri Hz. İbrahim’le alâkalı bütün hakikatleri gözler
önüne sermeye başlayacak Rabbimiz. Hz. İbrahim’in dininin gerçek çehresini
ortaya koyarak onun yolunda olduklarını iddia edenlerin bozuk ve tahrif edilmiş
itikatlarıyla bu ikisi arasındaki çok uzak mesafeleri anlatacak.
Aynı zamanda İbrahim’in (a.s),
onun oğulları olan İshak ve İsmail’in (a.s) ve son olarak da Yakub’un (a.s) takip
buyurdukları dinle, inanışla son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s) dini arasındaki
benzerlikler vurgulanacak. Ve böylece ehl-i kitabın ve müşriklerin tüm iddiaları
çürütülecek, yahudi ve müşriklerin yıllardır iddia ede geldikleri İbrahim’in
torunu olmalarından ötürü üstün olma ve Hz. İbrahim’in varisi olma meseleleri
tamamen suya düşmüş olacak. Bunların İbrahim yolundan inhiraf ettikleri andan
itibaren veraset hakkını kaybettikleri ve bu yüzden de İlahî imamet ve hilafete
İbrahim (a.s)'ın tüm torunları değil, sadece âdil olan bir kısmının lâyık
olduğu ortaya konulacak.
İbrahim
(a.s) kendi başına zirvede bir peygamber. Etrafında yardımcısı yok,
destekleyicisi yok, kimsesi yok, yalnız başına bir insan. Bu kelimeler: Önce
babasıyla bir imtihan veriyordu. Çünkü babası müşrikti, puta tapan bir
insandı. Babasıyla ciddi bir savaş vermişti İbrahim (a.s). Bu imtihanı
başarıyla geçti ve kazandı.
Sonra
kavmiyle çatıştı. Çünkü kavmi aya, yıldızlara ve güneşe tapınıyordu, bunu da
kazandı İbrahim (a.s) . Bunların hiçbirisinin Rab olamayacağını onlara ilan
etti. Yine kavmi putlara tapıyordu, İbrahim (a.s) onları kırarak, onların da
ilâh olamayacağını ilan etti. Hattâ put kırma savaşıyla çok büyük bir imtihanla
karşı karşıya gelmişti onu da başardı.
Ve yine
İbrahim (a.s) kavminin kralıyla da bir çatışma içine girmişti, çünkü kavmin
kralı Nemrut kendisini toplumuna İlâh olarak kabul ettirmişti. İbrahim (a.s)
burada da başarılı bir savaş verdi ve nihâyet doğup büyüdüğü bölgede son imtihanı
ateşe atılma idi. Ateşe atıldı İbrahim (a.s). Ateşe atılırken bile o, Rabbine
tevekkülden, bağlılıktan bir an vazgeçmedi. Bu imtihanı da başarıyla verdi
İbrahim (a.s). Ateş Allah’ın izniyle onu yakmadı. İbrahim’e Allah’ın emriyle soğuk
ve selâmet oldu ateş.
Ve yine İbrahim (a.s) doğup
büyüdüğü yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Hicrete mahkum oldu.
Mezepotomya’daki Ur şehrini terk etti. Çünkü ülkesinde kimse kendisine
inanmamıştı, sadece hanımı Sare annemiz ve yeğeni Lût (a.s) vardı. Buradan Harran
bölgesine gitti. Sonra oradan Şam’a gitti, sonra oradan da Kudüs diyarına, oradan
Mısır ve tekrar Şam bölgesine gelmişti. Bir ara da İbrahim (a.s) Mekke’ye kadar
bir ziyareti olmuştu. Rabbinden sonradan evlendiği Hacer anamızı ve oğlu İsmail’i
(a.s) burada bırakma emrini almıştı. Mekke’de bırakma emrini almıştı. Bütün
bunlar Allah’ın imtihanıydı. Bütün bu imtihanlara ek olarak oğlunu kurban etme
imtihanıyla da karşı karşıya geldi ve bunu da başardı. Allah’ın istediği bu
emri de yerine getirmek için hareket etti, ama Allah bu emrini geri alıp bu
işten onu muaf tutmuştu, fakat o bunu da başarmıştı.
Bütün
bunları yaparken o tek başınaydı. Tek başına ortaya çıkıyor. Tüm dünya
kendisine düşman, babası bile kendisine düşman. Babil kralı kendisini ilâh olarak
ilan etmiş, toplum yıldızları, ayı, güneşi kendisine tanrı edinmiş, ortamda
çeşit çeşit putların hâkimiyeti söz konusu. Halk, devlet, millet herkes
birleşmişler, İbrahim’e karşı birlikte hareket ediyorlar. Ama bir İbrahim
çıkıyor ortaya, önce babasıyla, sonra kavmiyle, toplumuyla, sonra devletiyle,
sonra putlarla, sonra yıldızla, ayla, güneşle çetin ve onurlu bir kavga vermiş.
Toplumuyla, devletiyle arası açılmış, ateşe atılmış, ölümle tehdit edilmiş,
sonra hicrete mahkum edilmiş, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmış.
Ve nihâyet bütün bu denemelerden
geçirildikten ve her birinden alın akıyla çıktıktan sonra, bütün bu çileler ve
ıstıraplarla yaşı uzunca yaşayan bir insanın yaşına ulaşmış ve Rabbimiz
buyurur ki:
124:"Hatırlayın hani
İbrahim’i, Rabbi birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları tam olarak
yerine getirmişti. Ey İbrahim! Ben de seni tüm insanlara imam yapacağım!
İbrahim ya Rabbi zürriyetimden de dedi. Zâlimler benim ahdime ulaşamaz."
"O da
bunları tam olarak yerine getirmişti."
Bütün
hayatı başarılıydı, bütün imtihanlardan alın akıyla çıkmıştı. Hep kendi
başınaydı, hiç yardımcısı ve destekleyicisi yoktu. Ur şehrinde tek başına,
babasıyla karşı karşıya gelirken kendi başına, ateşe atılırken kendi başına,
putları kırarken kendi başına, yıldızları, ayı, güneşi doğrarken kendi başına,
hicrete çıkarken kendi başına, kralın karşısına çıkıp ona meydan okurken hep
kendi başına, hiç yardımcısı ve hamisi yoktur. Bütün bunları becerdikten sonra
Rabbimiz buyuruyor ki:
"Ey
İbrahim! Ben de seni tüm insanlara imam yapacağım!"
İbrahim
başarılı olunca, yüz akıyla bu denemelerden geçince elbette Rabbi ona bir
mükâfat vermeli, onu ödüllendirmeliydi. Rab-bimiz buyurdu ki: Ey İbrahim! Sen
bu imtihanlardan başarıyla çıktın, kelimeleri tastamam tamamladın ben de seni
tüm insanlara reis yapacağım! Tüm insanlığa lider yapacağım. Ben de seni imam
yapaca-ğım. Aslında peygamberlerin hepsi imamdır. Hattâ bakıyoruz Kur’an-ı
Kerîmde küfrün önderlerine, kâfirlerin kendilerine uyduğu insanlara da imam
kelimesi kullanılmış. İmam; buradaki imam, namazdaki imam demek değildir sadece.
Buna imamet-i suğra denilir. Bununla beraber onun dinde örnek olarak imam
kılınmasıdır. İmam önde olan, öne geçen, kendisine uyulan, iktida edilen,
muktedabih demektir.
İmam bir de
devlet başkanlığı demektir. Seni devlet başkanı yapacağım. İmam, kıyamete
kadar tüm insanlığın kendisini örnek alması gereken önder demektir. Seni imam
kılacağım, seni öne geçirip herkesi sana tabi kılacağım, seni önder yapacağım.
Evet, seni tüm insanlığa imam yapacağım. Halîfe Adem’di (a.s). Âyeti daha önce okuduk:
(Hatırlayın,
hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzün-de bir halife yaratyacağım buyurmuştu”
(Bakara: 30)
Âyetinden
anlıyoruz ki halîfe Hz. Adem atamızdı, onun pratiğini Hz. Dâvûd
gerçekleştirmişti yeryüzünde. Yâni hiçbir peygamber bu döneme kadar bu
halîfelik rolünü üstlenemedi. Yıllar sonra Cenab-ı Hak Dâvûd’a (a.s) diyecekti:
"Ey
Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık, sen de insanlar arasında adâletle
hükmet!"
(Sâd: 26)
İşte hilafetin olmadığı dönemde de insanlığa imam olarak
Hz. İbrahim’in görevlendirildiğini görüyoruz. Hilafetin olmadığı dönemler-de
bile kendisine uyulacak bir imam. Kendisine imamlık verilince İbrahim (a.s)
buyurdu ki:
"İbrahim,
ya Rabbi zürriyetimden de dedi."
Ya Rabbi beni imam seçtin, bu nîmet sadece bana ait bir
nîmet olmasın. Bana vereceğin bu nîmeti zürriyetime de ver ya Rabbi. Soyumdan
da, neslimden de! Zürriyetimden de imamlar getir ya Rab-bi! Soyuma da bu
imamlığı nasip et ya Rabbi! Bu şerefi benim zürriyetime de lütfet ya Rabbi!
Öyle ya insanlar için imam olmak, insanlar için rehber olmak, insanlar için
peygamber olmak, belki sıkıntılı bir meslek, ama en büyük bir nîmetti ve kendi
çocukları için de bunu is-tiyordu İbrahim (a.s). Mal istemiyordu, mülk
istemiyordu, saltanat is-temiyordu çocukları için. Aman ya Rabbi onlara
servetler ver, evler, arabalar, dükkanlar, mallar mülkler ver, onları el âleme
muhtaç etme demiyordu. Sadece imamet, sadece rehberlik, sadece risâlet
istiyordu kendisi için de çocukları için de. Onun bu talebine karşılık Cenab-ı
Hak buyurdu ki:
"Zâlimler
benim ahdime ulaşamaz."
Zâlimlere
kesinlikle bu imamlığı, bu reisliği vermeyeceğim. Zâlimler kesinlikle bu
ahdime ulaşamayacaklar. Zâlimler kesinlikle imam olamaz. Zâlimler kesinlikle peygamber
olamaz. Zâlimler kesinlikle müslümanların reisi olamazlar, idareci olamazlar,
müslümanların başına geçemezler. Hz. İbrahim’in oğlu da olsa zâlimlere
idarecilik yok. Kâbe’nin Hâcibi de olsan, Kâbe’nin anahtarlarına da sahip
olsan, Kâbe halkının idarecisi de olsan, yahudilerin reisi de olsan, haham da
olsan, papaz da olsan, âlim de olsan, hacı da, hoca da olsan eğer sen zâlimsen
senin imamlık, önderlik hakkın yoktur, idarecilik hakkın yoktur.
Demek ki
insanların imam olabilmeleri, önder olabilmeleri, muktedabih olabilmeleri,
izinden gidilen kişiler olabilmeleri için, idareci olabilmeleri ve de devlet
nîmetine ulaşabilmeleri için, bu yasaya uymaları gerekmektedir. Yâni âyetin
ifade ettiği gibi âdil olmaları, zâlim olmamaları ve de Cenab-ı Hakkın
kelimelerini tamamlamaları gerekmektedir. Yâni tıpkı Hz. İbrahim (a.s) gibi
Allah’ın emir ve yasakları konusunda başarılı olmaları gerekmektedir.
Zâlimler
idareci olamazlar, zâlimler devlet başkanlığına asla getirilmemelidirler.
Âyet-i kerîme bize bunu anlatmaktadır. Hattâ başlangıçta zâlim olmayıp da
sonradan zâlim olanların bu görevden alınmalarının vacip olduğunu anlatır bu
âyet-i kerîme.
Realite
budur, ama bugün nice zâlimler şu anda idareci olabilmişler diyorsanız, şunu
söyleyelim. Şurası bir gerçektir ki, âdil bir toplumun başına zâlim bir idareci
kesinlikle geçmemiştir, geçememiştir. Tarih böyle bir hadise kaydetmiyor.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Müslümanlar kendileri bizzat toplum olarak
âdil oldukları hiçbir dönemde onların başına zâlim birisi iktidar etmemiştir.
Ama,
müslümanlar müslümanlıklarını kaybettikten sonra, müs-lümanlar bu adâlet
özelliklerini kaybettikten sonra zâlimler ancak müslümanların başına
geçebilmiştir. Başka türlü kesinlikle müslü-manların başına zâlimler geçememişlerdir.
Toplum zâlim olunca onların başına zâlim idareciler geçebilmiştir. Bakın, bu hususu
anlatırken Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Siz
nasılsanız öylece idare edilirsiniz."
Siz
nasılsanız, nasıl birine lâyıksanız öylece idare olunursunuz.
Keşfü’l-Hafa’daki
başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
“Sizin
idarecileriniz sizin devlet başkanlarınız, sizin amellerinizdir. Amelleriniz
bir adam şeklinde temessül etmiş ve sizin başınıza idareci olmuştur.
Amelleriniz neyse, idarecileriniz odur.”
Rabbimiz de
Kur’an-ı Keriminde:
"Bir
toplum kendini değiştirmedikçe, Allah kesinlikle o toplumu değiştirmez."
(Ra’d: 11)
Toplumların
yasasıdır bu. Bir toplum değişmeye karar verip, düzelmeyi düşünmedikçe Allah
asla o toplumları değiştirecek değildir.
Rabbimiz
buyuruyor ki; zâlimler imamete lâyık değillerdir. Zâlimlerden idareci
edinilmemesi ve başlangıçta zâlim değilken idareci olmuş birisi, eğer sonradan
zâlim olursa hemen bunun o makamdan alınmasının vacip olduğunu anlatıyor âyet-i
kerîme.
İmamlık
âdillerin işidir. İşte Hz. İbrahim’in (a.s) iki hanımı var. Birisi Hacer,
diğeri Sare annelerimiz. Hacer’den İsmail (a.s), Sare’den İshak, İshak’tan
Yakub, Yakub’dan Yusuf, Yusuf’tan ileriki dönemler-de Mûsâ, Harun, onlardan
sonra Dâvûd, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsa ve İsmail’den (a.s) Hz. Muhammed
(a.s). İşte bizim için en mükemmel imamlar. Hayatlarında kesinlikle falso
olmayan ve bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman
kendilerini taklit ettiğimiz zaman, kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel
örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar.
Ama biz
onları bırakıp da birbirimizi ya da içimizden birilerini örnek aldığımız
zaman, Allah’ın onaylamadığı bir hayat bizim için örnek olamaz. Bundan
dolayıdır ki, toplumun kendilerini örnek kabul ettikleri, önder kabul
ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mürşitler, şeyhler daima kendilerine
bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler: İnsanlara, gelin peygamberlerle
beraber olalım. Gelin, hayatları Allah tarafından onaylanmış elçilere
benzeyelim, gelin kitabın dediği gibi olalım demeliyiz. Kesinlikle insanları
kendimize veya kendimiz gibilere çağırmayalım. Gelin bizim gibi olun, gelin bizim
gibi yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın
demeyelim.
Eğer
insanlar bizi örnek alır, bizim gibi olmaya çalışırlarsa bizde çakılır kalırlar
ve bizi aşamazlar, ancak bizim kadar olabilirler. Daha öteye geçemez bu
insanlar.
Bir
de bu âyet-i kerîme liderliğin ve imametin yahudilerden alınıp müslüman
toplumun eline geçtiğini anlatır. Sanki bu âyetiyle ya-hudilere diyor ki
Rabbimiz: Ey İsrâil oğulları! Bir zamanlar sizler âdildiniz! Kitaba ve Peygambere
sahip çıktığınız o dönemler size yığın-larla nîmet ulaştırmış, sizi uzun bir
süre nübüvvet ve İmamete nail kıl-mıştım. Kitap sizdeydi, risâlet sizdeydi,
bilgi sizdeydi, şan ve şeref siz-deydi. O dönemlerde sizi bütün âlemlere üstün
kılmıştım. Ama sonradan kitapla, peygamberle ilginizi kestiniz ve zâlimlerden
oldunuz. Hal-buki zâlimler benim ahdime ulaşamazlar. Ben zâlimleri imam yapmam.
İşte şimdi bu imamet, bu liderlik sizden alındı; bu imamet İsmail oğullarına
intikal etti diyordu. Biraz sonra yine onların bu liderliklerinin sona
erdiğini anlatmak üzere gelecek âyetlerle de kıblenin onlardan alınıp
liderliklerinin son bulduğu bir daha vurgulanacak.
125:"Biz
beyti (Kâbe’yi) insanlar için toplanma, sevap kazanma yeri ve emniyet kıldık.
İbrahim’in makamında da namaz kılacak yer edinin. İbrahim’le İsmail’e de
beytimi tavaf edenler, beytime m
İbrahim
(a.s) gündeme gelince elbette Kâbe de gündeme gelecektir. Çünkü Kâbe’yi bina
eden oydu. Kâbe’yi ilk bina eden Adem’di (a.s). Ama ikinci olarak o beytin İbrahim
(a.s) tarafından bina edildiğini biliyoruz. Evet beyt istikrar yeridir, beyt
emniyet yeridir, beyt eman yeridir. O beyte sığınan, o beytle beraber yaşayan
kişi istikrara kavuşmuş demektir. O beyte sığınan kişi, emniyette olmuş
demektir. Evet emniyet, huzur ve istikrar mahalli.
Bakıyoruz, şu anda tüm dünyada
insanlar istikrar ve huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün hiçbir yerinde,
hiçbir bölgesinde huzur ve sükun kalmamış. Öyleyse biz de huzurunu kaybetmiş,
sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü insanlığa diyeceğiz ki;
gelin ey insanlar Allah’ın istikrar, huzur ve saâdet mahalli kıldığı evini
temel kıble kabul edelim ve hayatımızı o kıbleye yönelik olarak düzenleyelim.
O kıblenin Rabbine göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin kitabına ve
o kitapta bize haber verilen yasalara göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin
Rabbinin koruması altına girelim. Rab olarak, İlâh olarak sadece onu bilelim ve
sadece onun programını hayat programı olarak kabul edelim. Eğer bunu yaparsak
kesinlikle bilelim ki, o bizi istediğimiz istikrara ve huzura kavuşturacaktır.
Öyleyse kıblemizi değiştirmek
zorundayız. Washington’dan veya Paris’ten veya Pekin’den kıble edindiğimiz
sürece bizim istikrara kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının
kıblelerine tabi olmaktan vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi
terk edersek, hareket tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini bırakırsak,
Allah’tan başkalarının kanunlarına itaatten vazgeçerek kıblemiz sadece Kâbe
olursa, kesinlikle bilelim ki; tüm problemlerimiz bitecektir. Tüm hayatımızda
huzur ve sükun hakim olacaktır. Çünkü orası güvenlik yurdudur, emniyet mahallidir.
"İbrahim’in
makamında da namaz kılacak yer edinin."
Makam-ı
İbrahim’de Mûsâlla edinin. Makam-ı İbrahim’de namaz kılın. Makam-ı İbrahim’de
dua edin, yâni duanız İbrahim’in duası gibi olsun. Yâni namazınız İbrahim’in
namazı gibi olsun. İbrahim gibi namaz kılın. İbrahim gibi hayatınıza hakim
olacak bir namaz kılın. Ha-yata hakim olan bir namaz, namaza endeksli olan bir
hayat yaşayın, tıpkı İbrahim (a.s) gibi olun, yâni herşeyinizle İbrahim gibi
olun. Maka-m-ı İbrahim’de olmak, İbrahim makamında, İbrahim konumunda olmak
demektir, İbrahim (a.s) gibi olmak demektir. İbrahim makamın-da olmak, İbrahim’in
rolünü üstlenmek demektir. İbrahim makamında olmak, İbrahim’in yaptıklarını
yapmak demektir. İbrahim’in misyonunu üstlenmek demektir.
İbrahim’in
(a.s) ilk başlangıç mücâdelesinden itibaren yâni babasıyla, kavmiyle,
kralıyla, puta tapan toplumuyla nasıl bir mücâdele yapmışsa, vatanından
sürülmesi pahasına da olsa Allah’a kulluktan nasıl vaz geçmemişse, bu imtihanlardan
sonra imamet hakkına, önderlik ve idarecilik hakkına nasıl ulaşmışsa, siz de
tıpkı onun gibi onun makamında olun ve onun ulaştığı makama ulaşın. Onun gibi
ibâdet edin, onun gibi tavır koyun, babanıza tavrınız onun gibi, toplumunuza
tavrınız onun gibi, zâlim idarecilere, onların putlarına, put sistemlerine
karşı tavrınız onun gibi olsun. Ateşe atılma, zindana tıkılma, sürgüne maruz
kalma ile karşı karşıya kaldığınızda tavrınız onun gibi olsun. Adım adım onun
hayatını örnek alın emrini veriyor Allahu Te-âlâ..
"İbrahim’le
İsmail’e de beytimi tavaf edenler, beytime m
Namaz
kılanlar için temizleyin, temiz tutun diye emir vermiştik, ahid almıştık
onlardan. Allah ahid alıyordu o ikisinden.
Çünkü Kâbe’yi onlar bina etmişlerdi.
Elbette bu beytte ilk görevliler onlar olacaktı. Beytin ilk hizmetçileri de
onlar olacaktı. Çünkü bu beyt Allah’ın eviydi, bu beyte gelenler de Allah m
Allah’ın
beyti temiz olacaktı. Beytin temizlenmesi, temiz tutulması demek; sadece
maddî pisliklerden temizlenmesi demek değildi. Bununla beraber putlar gibi,
putların egemenliği gibi, şirk gibi her tür pisliklerden temizlenmesi
gerekiyordu. Orada şirk olmayacaktı, orada putlara yer olmayacaktı, orada
krallara yer olmayacaktı, orada tâğut-ların hâkimiyeti olmayacaktı. orada Allah’tan
başkalarının sözü geçmeyecek, orada sadece Allah yüceltilecekti, sadece
Allah’ın emirleri konuşulacaktı, Allah’tan başkalarının tâlimatlarına yer
olmayacaktı. Allah’tan başkalarının sistemleri uygulanmayacaktı. Hayat programları
uygulanarak Allah’tan başkalarına hamd edilmeyecekti. Allah’tan başkalarının
arzuları, programları, emir yasakları uygulanmayacaktı. Hayat sadece Allah için
yaşanacaktı.
Evet, Allah’ın evi tüm bu pisliklerden
temizlenecekti. Ya da yıllardır biz Hz. İbrahim’in yolundayız, biz onun torunlarıyız
diyerek Kâbe’ye sahiplik iddiasında bulunan ve o güne kadar Allah’ın beytinde
olmadık pislikler gerçekleştiren müşrikler oradan çıkarılacak, egemenliklerine
son verilecek, etkinlikleri bitirilecek ve böylece Kâbe temizlenecekti.
O gün bu
konuda onlar Allah’a söz veriyorlardı, ama onlardan sonra bu emaneti kıyamete
kadar üzerine alan müslümanlar da bu vazifeyi gerçekleştirmek üzere Allah’a söz
veriyorlardı. Öyleyse Allah evlerini şirklerden, mescidleri Allah dışındaki
egemen güçlerden ne kadar temizlediğinizi, Allah’a verdiğiniz bu sözü ne kadar
gerçekleştirdiğinizi bir düşünün.
Rükû ve
secdeli namazın sadece Muhammed’in (a.s) ümmetine mahsus bir namaz olduğu
düşünülürse, Cenab-ı Hak aslında bu ahidle Hz. İbrahim ve İsmail’den böyle bir
ümmetin, Muhammed ümmetinin geleceği konusunda ahid almıştı da diyebiliriz.
Gelecek şerefli ümmet için, Muhammed ümmeti için bu evimi temizleyin, temiz
tutun diye Allah, İbrahim ve İsmail’den (a.s) söz alıyordu.
Müşrikler
Kâbe bizimdir, Kâbe’nin sahipleri bizleriz diyorlardı. Ama hani İbrahim’den ve
İsmail’den alınan bu sözün pratiği yok. Allah, onlara orayı Allah’ın kulları
için, Allah’a kulluk yapacak olanlar için temizleyin buyurduğu halde bu
müşrikler Allah’ın bu sözünü unutmuşlar ve orasını putlarla doldurmuşlar,
putların egemenliğinde bir Kâbe haline getirmişler.
Peki bu mu
Kâbe’ye sahip olmak? Bu mu Kâbe’ye ehil olmak? Biz İbrahim’in yolundayız
diyorlar. Bu mu İbrahim’in yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür
boyu putlarla savaşan bir İbrahim’in yolunda olmak bu olmamalıydı elbette.
Hem putları yücelteceksiniz, hem Kâbe’de putlara egemenlik tanıyıp Allah’ı
unutacaksınız hem de İbrahim’in yolunda olduğunuzu iddia edeceksiniz, olacak
şey midir bu? Hem Allah’ı farklı tanıyacaksınız, Allah’ın kulu ve Rasûlü olan
bir insanı, Hz. İsa’yı Allah yerine koyacaksınız, hem de biz İsa’nın
yolundayız diyeceksiniz, olacak şey mi bu? Hem Muhammedin (a.s) yolundan
ayrılacaksınız, onun sünnetini, yolunu terk edeceksiniz, hayatınızda ona ve
sünnetine yer vermeyeceksiniz hem de onun ümmeti olduğunuzu iddia edeceksiniz,
olacak şey midir bu?
Evet, Kâbe
budur ve oraya yönelerek kılınacak namaz da budur. Öyle bir namaz ki; hayata
hakim, öyle bir hayat ki; namaza özdeş. Hayatla namaz özdeşleşmiş. Hayat namazdan
ayrı değil, namaz hayattan kopuk değil, böyle hayatla namaz iç içe olacak. Yani
namaz hayata egemen olacak. Hayatın tüm programını namaz belirleyecek. Hayata
etkin olmayan, hayat programının boşluklarına sıkıştırılmış bir namaz, yani şu
anda biz müslümanız diyen insanların kıldığı namaz Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Yâni bir
kimsenin namazıyla hayatı doğru orantılıysa o kimse namazı ikâme ediyor
demektir, o kimse namazı ayağa kaldırmış, ya da o kimse dininin direğini
dikmiş demektir. O kimsenin namazı namaz demektir. Yâni onun namazı rükûlu ve
secdeli bir namaz demektir.
Namazın rükûlu ve secdeli olması
demek, yâni namazı onun ekonomisine, ticaretine, kılık kıyafetine, alışverişine,
işine, aşına, karısına, kızına, mesleğine, meşrebine karışabiliyorsa, yâni
kişinin tüm hayatına namazı imzasını atıyorsa bir adamın, işte o kimse rükûlu
ve secdeli bir namaz kılıyor demektir. Değilse hayatına karışmayan bir namaz,
rükûsuz ve secdesiz, işte ehl-i kitabın namazı gibi bir namaz olacaktır Allah
korusun.
126:"Hatırlayın,
İbrahim demişti ki Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve
ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır diye dua etmişti.
Allahu Teâlâ da hayır (kâfirlerin rızık hakkı vardır) küfredenleri az bir zaman
faydalandıracağım, sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım.
Ve o ateş ne kötü bir varış yeridir."
Bu belde
emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ ve
musîbetlerden emin olsun. İnsanların bir-irlerini yediği, zulümlerle,
haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı
bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü
olsun. Bu beldede insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi.
Ve burada
oturanlardan Allah’a ve âhiret gününe inananları çeşitli rızıklarla
rızıklandır ya Rabbi.
Niye böyle
dedi Hz İbrahim? Yâni niye Allah’a ve âhiret günü-ne iman edenleri rızıklandır
dedi? Bunun sebebi şudur: Hani Rab-bimiz; Ey İbrahim ben seni imam yapacağım,
seni önder yapacağım buyurunca İbrahim (a.s) ya Rabbi benim zürriyetimden de
imamlar kıl demişti de buna karşılık Rabbimiz buyurmuştu ki:
Ya İbrahim,
ben onu, imamlığı, idareciliği, zâlimlere nasip etmeyeceğim buyurmuştu ya,
işte ondan ders alarak böyle diyordu İbrahim (a.s). Rabbinden kendisine gelen
uyarıya hemen kulak veriyor-du. Bu uyarıyı hayatı boyunca hiç unutmuyordu.
Çünkü Rabbinden daha önce bir istek de bulunmuştu. O dersi unutmadığı için
böyle demişti.
Ya Rabbi
zâlim olanlara değil, sadece Allah’a ve âhiret günü-ne inananları rızıklandır
deyiverdi. Peki biz ne anlayacağız bundan? Biz de tıpkı atamız İbrahim (a.s)
gibi Kur’an’ın âyetleriyle, Kur’an’ın uyarılarıyla karşı karşıya kaldık mı
hemen onu algılayalım. Bilelim ve ikinci defa aynı konuda hataya düşmemeye
çalışalım inşallah.
Bakın, dedi
ki İbrahim (a.s): Ya Rabbi benim zürriyetimden olanlar da, yâni oğlum, kızım da
imamlar olsun. Allah da buyurdu ki; ben idareciliği zâlimlere vermem. İmamet
konusunda, idarecilik konusunda böyle olursa, herhalde rızık konusunda da bu
böyledir, herhalde rızık konusunda da bunlar ayrılacak zannetti ve dedi ki, ya
Rab-bi madem ki sen zâlimlere idarecilik vermiyorsun, zâlimlere idareciliği
lâyık görmedin, öyleyse bu zâlimlere rızık da vermeyeceksin, o halde onlara
rızık da verme deyiverdi. Sadece onlardan Allah’a ve âhiret gününe inananları çeşitli
rızıklarla rızıklandır deyiverdi. O zannetti ki rızık konusunda da onların
hakkı olmayacak, imametten menedilen bu zâlimler rızıktan da menedilecek. Allah
buyurdu ki:
"Allahu
Teâlâ da hayır (kâfirlerin rızık hakkı vardır) küfredenleri az bir zaman
faydalandıracağım, sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım.
Ve o ateş ne kötü bir varış yeridir."
Demek ki
kâfirler rızıktan mahrum bırakılmıyorlar. Demek ki bu ikisi arasında çok büyük
fark vardır. Demek ki imamet, önderlik, idarecilik sadece mü'minlere
verilirken; dünya malı, mülkü hem mü'-minlere hem de kâfirlere verilmektedir.
Demek ki dünya metasının Allah katında hiçbir değeri yoktur. Şu peşine
takıldığımız, şu onsuz olmaz dediğimiz dünya metası var ya eğer Allah katında
sineğin kanadı kadar onun bir değeri olsaydı kesinlikle Allah kâfirlere
ondan bir damla bile tattırmazdı. Ama dünya işte, Allah onu kâfirlere de veriyor,
mü'-minlere de.
Âyet-i
kerîme bize bir de şunu anlatır: Bir adamın dünya malından, mülkünden pek çok
şeye sahip olması Allah’ın kendisinden razı olduğu anlamına gelmemektedir.
Eğer öyle olsaydı yeryüzünde mü'minlerden çok daha fazla rızıklandırılan
kâfirlerin Allah’ın en sevgili kulları olmaları gerekeceklerdi. Zira bakıyoruz
ki dünya malı mü'-minlerden çok kâfirlere verilmiş. Âyetin ifadesine bakıyoruz:
Onlara
azıcık bir şeyler vereceğim. Allah azıcık bir şeyler vereceğim diyor, ama
bizim de gördüğümüz gibi, görüyoruz ki çok şey veriliyor bu kâfirlere. Şu anda
müslümanlara verilenlerden çok daha fazlası verilmiş kâfirlere. Saltanatları,
imkânları, evleri, barkları bize verilenlerden çok fazla. Bizler baygın baygın
onların bu saltanatlarını seyrediyoruz. Kâfirlere bu kadar dünya mülkü verilmiş,
bu nasıl bir iş dersek:
Bütün
dünyayı kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de
azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de
onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz. Ama bu rıza asla
şu anlama gelmemelidir. Kâfirlerin zulmüne razı olmak, kâfirlerin
egemenliğine ses çıkarmamak, onların zorla zulümle bizim elimizdekileri
almalarına razı oluş değil, bu Allah’ın vermesine razı olup, hedefi cennetleştirmektir.
Ne
verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün
bitecektir. Biten bir dünyanın nîmetlerine meyletmektense yarım ekmek de olsa
bitmeyecek bir hayatın nîmetlerine ulaşmayı hedefleyelim, onun peşinde olalım.
Cennet var mı? Devlet var mı? Mükâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir
şeyim olmasın, yarım ekmekle huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte
saltanat. Beni cennete götürecek bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah..
Çünkü bu
kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar, yarın bu mülkleri onları cehennem
ateşinden kurtaramayacaktır. Âyetlerde görüyoruz, yarın bu kâfirler dünya
kendilerinin olsa, hattâ dünyanın bir misli daha ellerinde olsa, bunu fidye
olarak verecekler; ama bu fidyeleri kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara
verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm mallar, tüm ekonomik, askerî ve siyasal
güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip oldukları
kesinlikle sizi üzmesin, sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz,
bilesiniz ki üstün sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın.
Ama
planınızı, programınızı buna göre yapmamışsanız, hesabınızı sadece dünyaya
göre yapmışsanız, Konya’nın bir numaralı adamı olacağım diye yapmışsanız, Türkiye’nin
bir numaralı adamı olacağım diye plan program yapmışsanız, dünyada adımı
yücelteceğim, herkes sofrasında beni konuşsunlar, herkes beni alkışlasınlar
diye düşünüyorsanız onu mutlaka bulursunuz, ama öbür tarafta eliniz boş kalabilir
Allah korusun..
127:"Hani
İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s) Beytin (Kâbe’nin) temellerini yükseltirken şöyle
dua etmişlerdi: Rab-bimiz bizden kabul buyur, şüphesiz ki sen işiten ve bilen-sin."
Ya Rabbi
biz bunu senin için yapıyoruz, bunu bizden kabul buyur! diyorlardı. Şüphesiz
ki sen, işiten ve bilensin ya Rabbi! diyorlardı. Çünkü amel, çünkü hareket,
çünkü niyet Allah içindi.
Bakın
İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail (a.s) Kâbe’nin, yeryüzünde-ki Allah’a kulluk
evinin unutulmuş, terk edilmiş temellerini yükseltiyorlardı. Öyleyse bize
düşen de hayatımızda bu tür kulluk temellerini açığa çıkarmak ve yükseltmektir.
Meselâ
evlilik hayatımızda, nişan, nikâh ve düğün merasimle-rimizde, kazanma ve
harcama yollarında, ticaret hayatımızda, aile ha-yatımızda, ev
tefrişlerimizde, çocuklarımızın eğitimi anlayışlarımızda, büyük, küçük, sevgi,
saygı anlayışlarımızda, unutulmuş, terk edilmiş, belki izleri bile toplumdan
silinmiş kulluk temellerini açığa çıkarmak, yükseltmek, yüceltmek zorundayız.
Kaldı ki namaz, oruç, hac, zekât gibi yıkılmış, ciddi bir tamire muhtaç olan
İslâm binalarını bile zaten yenilemekle, tamir etmekle mükellefiz. Eğer adım
başına bir binayı ayağa kaldırma derdiyle hem dert olursak, o zaman bilelim ki
bizim de İbrahim gibi Allah’a dua etmeye hakkımız olacaktır. Allah’a el açmaya
yüzümüz olacaktır.
Ey
Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur! Sen her yapılanı duyan ve görensin demeye
hakkımız olacaktır. Öyle değil mi? Hz. İbrahim bir şeyleri kaldırdı, bir
şeyleri yükseltti. Sonra da haklı olarak Allah’a el kaldırıp dua etme şerefine
erdi.
Peki ey
müslüman! Sen ne yaptın ki; ey Rabbim, bunu bizden kabul buyur diyeceksin?
Hangi temelleri yükselttin? Eğer yıkmadıysan tabii. Hangi unutulmuş kulluk
temellerini yükselttin ki; onun gibi el kaldırıp dua etme hakkını elde edesin.
Evet, o
makamın sahibi olan Hz. İbrahim’e Kur’an (HANİF) diyor. Allah’a tam teslim.
Aklı işin içine karıştırmadan Allah’a teslim olan bir peygamber. Ya da tüm
şirkleri reddetmiş, tüm tâğutlara savaş açmış bir peygamber. Sen de öyle
misin? Devam ediyor duaları:
128:"Ya
Rabbi, bizi yalnız sana itaat eden kullarından kıl! Ve neslimizden de yalnız
sana itaat eden müs-lüman bir ümmet getir! Ya Rabbi, bize ibâdet yerlerimizi
de göster. Bizim tevbelerimizi de kabul buyur. Sen tev-vabsın, sen tevbeleri
kabul edensin."
Bizim
zürriyetimizden de herşeyiyle sana teslim olmuş ve senin istediğin hayat
tarzından başka hayat tarzlarına razı olmayan, sana imandan başka imanları
olmayan, sana kulluktan başka başkalarına kulluk yapmayan bir ümmet çıkar ya
Rabbi, diyorlar.
Gerçekten
aradan uzun zamanlar geçiyor. Bu duanın üzerinden asırlar geçiyor, asırlar
sonra Rabbimiz İbrahim (a.s) ve İsmail’in (a.s)
sulbünden bir ümmet çıkarıyordu. Bu ümmet, Mekkede bu beyti yapan İbrahim ve İsmail (a.s) ların
ilk kurdukları kentte gerçekleşiyordu. Böylece bu iki peygamberin duaları da
gerçekleşmiş oluyordu.
"Ya
Rabbi bize ibâdet yerlerimizi de göster. Bizim tevbelerimizi de kabul
buyur."
Ya Rabbi,
biz burada nasıl hac yapacağız? Sana nasıl kulluk yapacağız? Sana nasıl ibâdet
edeceğiz? Bize bunu da göster. Ve bizim tevbelerimizi kabul buyur. Bütün varlıklardan
soyutlanarak sana yöneliyoruz. Kendimizden, çevremizden, toplumdan, insanlardan,
herkesten ve herşeyden arınarak sana döndük, seni memnun etmek istiyoruz,
senden başka da güvenebileceğimiz birileri de yoktur ya Rabbi, bizi kabul buyur
diyorlardı.
"Sen
tevvabsın, sen tevbeleri kabul edensin."
Sen
dönüşleri kabul edensin. Sen günaha doğru giderken kıblesini, programını
değiştirip sana dönenleri seversin. Sen hatalardan vaz geçip sana yönelen
kullarının günahları ne olursa olsun hiç bakmadan affedensin.
129:"Ey
Rabbimiz, onlara içlerinden bir peygamber gönder ki; o senin âyetlerini
okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları iyice temizlesin. Muhakkak
ki sen azîz ve hakîmsin"
Onlara bir
elçi gönder ki; o, müslüman ümmeti toparlasın. Ve o Rasul onlara önder ve örnek
olsun. Ve bu peygamber senin âyetlerini okusun, hikmeti öğretsin ve böylece
tertemiz hale getirsin onları. Böyle bir peygamber gönder ya Rabbi diye dua
ediyorlar.
Peygamberin
görevleri sayılıyor bu âyet-i kerîmede:
1- Ümmetine
Allah’ın âyetlerini okumak, kendisine Allah’tan gelen âyetleri okumak.
2- Kitabı
öğretmek.
3- Hikmeti
öğretmek.
Hikmet
amel-i salihtir.
Hikmet,
kavilde ve fiilde
Hikmet,
fıkıh demektir. Yâni dindeki emir ve nehiylerin maksa-dını kavramak demektir.
Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi demektir.
"Allah
kimin için hayır murad buyurursa onu dinde fakih kılar."
Hadisi bunu
anlatır.
Hikmet,
sünnet demektir. Yâni kitabın pratiği olan sünnet demektir. İşte bu peygamber
onlara Kur’an’ın pratikte uygulanışını göstermektedir.
4- Bir de Peygamber
(a.s)'ın görevi, ümmetini tezkiye etmek, insanları tertemiz hale getirmektir.
Küfürden, şirkten, nifaktan cahili-yeden insanları arındırmak; vicdanlarını,
kalplerini, düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile hayatlarını, içtimaî
yaşantılarını temizlemektir. Tezkiye, bir müslüman yirmi dört saatlik hayatını
Allah’ın şu kitabına göre yaşaması demektir. Bir müslüman hayatını bu kitabın
istediği şekilde yaşarsa, o kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da
hayatını bu kitaba göre yaşarsa, o toplum da temizlenmiş demektir. Öyleyse
tezkiye bu kitaba göre bir hayat yaşamaktır. Kitaptan habersiz yaşayan bir
kişinin tezkiyeden, temizlikten söz etmesi mümkün değildir.
İşte
peygamberin görevleri bunlardır. Öyleyse bizim de görevlerimiz bunlardır. Biz
de topluma Allah’ın âyetlerini okuyacağız, toplumda bu âyetleri öğrenmek isteyenlere
öğreteceğiz. Okumak herkese, kadın erkek, genç, ihtiyar herkese. E peki zaten
bu insanlar Kur’an’a iman ediyorlar, onlara niye okuyacağız? demeyeceğiz. Çünkü
Kur’an müslümana da uyarıdır, kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur’an müslümana
hatırlatmadır, kâfire de uyarıdır.
Bunu
mutlaka biz de gerçekleştireceğiz. Bu okuduğumuz insanlar arasından öğrenmek
isteyenlere öğreteceğiz, Kur’an’ı pratikte yaşamak isteyenlere de işte kitabın
pratiği budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve böylece o insanların
temizlenmesini de sağlayacağız. Ve işte Peygamber (a.s) insanları her türlü
bâtıl düşüncelerden, efsanelerden temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete
ulaştırıyor. İşte İbrahim’in (a.s) duası böylece yerini bulmuş oluyordu.
Gerçekten
çok güzel bir duaydı ve bu dua kabul ediliyordu. Yıllar sonra dünyanın en
kutsal bir şehrinde bir ümmet ve bu ümmet içinde bir peygamber ve o peygamber
onlara Rabbinden gelen âyetleri okuyor, kitabı öğretiyor ve bu kitabın
pratikteki uygulamasını, yâni sünneti sunuyor, hikmeti sunuyor ve bu peygamber
dünyanın en vahşi bir toplumunu, dünyanın en medeni toplumu haline getiriyordu.
Gerçekten o sırtlanları sırtlanlıkta geride bırakacak kadar ileri gitmiş
insanları her türlü pisliklerden temizliyor, zâlim olanları âdil hale getiriyordu.
Belki dünyanın en cahilleri olan bir toplumu dünyanın en âlimleri, haline
getiriyor, dünyanın hocası haline getiriyor. Ve onları tertemiz hale getiriyordu.
"Şüphesiz
ki, azîz ve hikmet sahibi ancak sensin."
Ya Rabbi sen azîzsin; izzet ve şeref sana aittir. Sen
güçlüsün; senden başka güçlü, senden başka izzet ve şeref sahibi yoktur. Senden
başka güveneceğimiz, senden başka dayanacağımız yoktur. Sen hakîmsin, hikmet
sahibisin, hâkimiyet sahibisin; senden başkalarına hâkimiyet hakkı tanımayız,
sen hayatımıza yegâne hakim olansın, ha-yatımıza hükmedensin, hayat programımızı
tesbit edensin diye dua-ları devam ediyor.
130:"İbrahim
(a.s) 'ın dininden (yolundan) ancak sefihler (kendini bilmeyenler) yüz
çevirir. Çünkü biz onu dünyada seçtik o âhirette de gerçek
salihlerdendir."
İslâm
literatüründe sefih, hayrını şerrini, kârını zararını ayırt edemeyen kimse
demektir. Öyle değil mi? Hangi akıl sahibi bu saâdetten mahrum olmak ister?
Hangi akıl sahibi İbrahim’in yolundan yüz çevirir? Olsa olsa akılsız, beyinsiz,
menfaatini, kârını, zararını, hayrını şerrini hesap edemeyen ve bu yüzden de
kendini hakir bir duruma düşürmek isteyen beyinsizler bundan yüz çevirir.
İbrahim
(a.s), kendi zürriyetlerinin içinden bir toplum çıkarılması ve onların içinden
bir peygamber çıkıp onlara kitabı öğretmesi, hikmeti öğretmesi ve onları
tertemiz hale getirmesi konusunda dua etmişti. Allah da bu duayı kabul
etmişti. Mekke’de onun soyundan bir toplum çıkmış, onların içinden bir nebi
çıkmış ve bütün insanlığı hakka davet ediyordu. Bu Peygamberin daveti Adem’e
(a.s), İbrahim’e (a.s), Mûsâ ve İsa’ya (a.s) kadar uzanıyordu.
Bu elçi
İbrahim neslinden, İbrahim milletindendi. Bu peygam-berin daveti de
İbrahim’in davetinin aynısıydı. Zira Hz. İbrahim’in insanlığa sunduğu din
İslâm’dı. Onun oğulları olan İsmail’in ve İshak’ın dinleri de İslâm’dı. İslâm
tüm peygamberlerin ortak diniydi.
Öyleyse
önceleri müslüman olup da sonradan İslâm’dan çıkan, kendilerine yahudi ve
hıristiyan adını takan bu insanların kabul ettikleri İsa ve Mûsâ (a.s) lar da
birer müslümandı. Kendilerini bu pey-gamberlere izâfe eden bu yahudi ve
hıristiyanlar tarih içinde bu peygamberlerin yolundan ayrıldıktan sonra, bu
peygamberleri de kendilerine alet etmeye çalıştılar. Kendileri saptıkları, sapıttıkları
gibi bu peygamberleri de saptırmaya çalışmışlardır. Kendileri müslümanlıktan
çıktıkları gibi bu peygamberleri de müslümanlıktan çıkarmaya çalışmışlardır.
Hattâ
İbrahim’in (a.s) müslüman olmadığını bile ortaya koymaya çalıştılar. Halbuki
Kur’an sık sık onların bu sapıklıklarını reddederek İbrahim’in ne müşrik, ne
de onların yolunda olmadığını anlatarak İbrahim’in gerçek müslüman olduğunu
vurgular. Yine hatırlayacaksanız sûrenin önceki bölümlerinde gördük; bu
adamlar, Hz. Süleyman’ın da bir peygamber olmadığını, onun bir sihirbaz
olduğunu da iddia etmişlerdi.
İşte şu
anda da Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed (a.s) insanlığı aynı İslâm’a davet
ediyordu. Üstelik onların inandıkları peygamberlerin hiçbirisini reddetmeden,
onlarla arayı açmadan. Şöyle diyordu Hz. Muhammed (a.s) ben yeni bir din getirmiş
değilim! Ben benden önceki peygamberlerden farklı, onları reddeden yepyeni bir
din getirmiş değilim. Benim bu getirdiğim din ta Hz. Adem’e kadar dayanan
köklü bir dindir. Benim getirdiğim bu dine girenler aynı zaman-da Hz. Adem’den
bu yana Hz. İbrahim’in, Hz. Yakub’un, Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsa’nın dinine de
girmiş, onların davetine de icâbet etmiş olurlar diyordu.
İşte Bakara
sûresinin bu âyeti bunu söylüyordu.
İbrahim’in
milletinden, İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan ve İbrahim’in getirdiği
İslâm’dan kim yüz çevirir? Ki o din, o millet, aynı zamanda İsmail’in diniydi,
aynı zamanda İshak’ın diniydi, Yakub’un, Yusuf’un, Mûsâ’nın, İsa’nın ve Hz.
Muhammed’in (a.s) diniydi. İşte böyle bir dinden, böyle bir milletten ancak
kendini bilemeyen, hayrını şerrini bilemeyip, kendini boşa harcayan kimseden
başkası asla yüz çeviremez. Öyle değil mi? Bakın Allah diyor ki şöyle yaparsanız
temizlenirsiniz, şöyle yaparsanız cennete gidersiniz. Eh adam bundan yana
değilse, temizlikten yana, temizlenmeden yana değilse, pis kalmak istiyorsa,
cennetten yana değil de cehenneme hevesliyse, işte o kişi sefihtir,
akılsızdır, beyinsizdir.
Evet biz
İbrahim milletindeniz. Bunu her zaman söylemek ve ilan etmek zorundayız. Bakın
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
Biz İslâm
fıtratı üzerine sabahladık, ihlâs üzere, Muhammed’in (a.s) dini ve İbrahim’in
(a.s) milleti üzere hanif ve müslüman olarak sabahladık. Her sabah, her akşam,
her ân bunun bilinci içinde olmamız isteniyor bizden. Yâni biz tüm hayata
bakışımızda ve tüm hayatımızın problemlerini çözüşümüzde ya Hz. İbrahim (a.s)
örnekliği, ya Hz. Muhammed’in (a.s), ya Mûsâ’nın (a.s), ya İsa’nın (a.s)
örnekliğiy-le çözmek zorunda kalacağız. Bizim örneklerimiz bunlardır. Ve işte
bi-zim hayatımızda peygambere imanın mânâsı budur yâni peygamber-ler bizim
için örnektir. Onlara iman demek de pratikte onların bize örnek olmalarını da zorunlu
kılacaktır.
İbrahim
milleti. Peki nedir İbrahim milleti? Kimdir İbrahim milleti olan? İbrahim’in
milleti, onun ırkı veya nesli değildir. İbrahim milleti, İbrahim’in bağlı
bulunduğu İslâm dinidir. Çünkü millet, din demektir. İşte bu dine, bu İslâm
dinine bağlı olan insanların meydana getirdikleri topluluğa da İbrahim
milleti denir. Hz. İbrahim’in İslâm’ı kabul etmeyen babasını ve kavmini terk
ederek, onları kendi milletinden saymaması gösteriyor ki; bu millet öyle kan bağına
dayanmayan bir millettir. Din bağına, akide bağına bağlı olan bir millettir.
İslâm milleti tek millettir. Küfür de tek millettir. Bir kimse kanı, rengi,
dili, ırkı ne olursa olsun, İslâm dinine girdiği andan itibaren o İslâm milletinin,
İbrahim milletinin üyesidir. Kendi milletini İslâm milletinden üstün tutmaya
çalışan kişi de İslâm milletine girmemiştir.
"Çünkü
biz onu dünyada seçtik, o âhirette de gerçek salihlerdendir."
İbrahim’i
dünyada seçtik. Onu seçkinlerden kıldık. Onu eğitip güzel huylarla donattık.
İbrahim ailesi mükemmel ve seçilmiş bir ailedir. Bizim kendilerini örnek
almamız gereken bir ailedir. Her zaman "Allahümme salli ala seyyidina
Muhammed" derken dikkat ederseniz ısrarlar gündeme getirilen ailelerden
birisi de İbrahim ailesidir. "Ve alâ âli İbrahim diyoruz" Çünkü
Kur’an-ı Kerim bütün peygamberlerin bize örnek olduğunu bildirirken, ayrıca İbrahim’in
(a.s) bize örnek olduğunu bildirmektedir.
Yeryüzünde
İbrahim gibi ve onun kardeşleri Salih, Nuh, Hûd, Mûsâ, İsa ve Muhammed (a.s)
gibi başka birilerini bulabilir misiniz? Bunların hepsi de dünya üzerinde Allah’ın
seçip yetiştirdiği kullarıdır. Örnek şahsiyetler bunlardır. Allah bunları
Kur’an’ıyla insanların gözleri önüne çıkarmış ve buyurmuş ki; işte siz de bunlar
gibi olun! Örnek alacağınız, peşinden gideceğiniz insanlar bunlar olsun! Gerçekten
de tüm dünya şahittir ki, onlardan daha iyi bize örnek olabilecek başka insan
yoktur. Onlardan daha güzel, bizi hidâyete ulaştırabilecek başka insan
görülmemiştir yeryüzünde. Çünkü bu seçimi yapan Allah’tır. Bu seçimi Allah
yaptı. Onları Allah seçti ve Allah eğitip yetiştirdi.
Onları
seçip eğiten ve bize örnek yapan Allah’tır. Allah’ın seçiminin üzerine kim
seçim yapabilir? Allah’ın eğittiğinden daha iyi kim eğitebilir? İnsanlar bugün
olduğu gibi Allah’ın seçimini reddederek, Allah’ın seçtiği bu insanlardan
başkalarını da kendilerine örnek kabul edebilirler, başkalarına uyabilirler,
ama bilsinler ki bu seçim onlar için hayırlı olmayacaktır. Nitekim seçenler de
olmuştu.
Meselâ
Adem’i (a.s) değil de İblis’i, İbrahim’i değil de Nemrutu, Mûsâ’yı değil de
Firavunu, Muhammed’i (a.s) değil de Ebu Cehil’leri kendilerine örnek seçenler
ve onlara uymaya çalışanlar olmuş tarihte. Ama gördük ki Peygambere uyanlar hep
cennete giderken bunlara uyanların hepsi de cehenneme gitmiştir. Tarih bunun en
canlı şahididir. Bugün de öyle, serbesttir insanlar. Dileyen Peygamberleri,
dileyen de peygamber karşıtı güçlerin örnekliğini seçsin. İsteyen cennete gitsin,
dileyen de cehenneme gitsin.
İbrahim
(a.s) dünyada seçilmişlerden olmasının yanında, ahi-rette de o yine salihlerden
olacaktır. Ama müslümanlara bahşedilen bu büyük şerefe bakın ki, müslümanlar
hem dünyada, hem de ahiret-te bu Peygamberlerle beraber olma imkânına
sahiptirler. Eğer müs-lüman, dünyada onların örnekliliğini kabul edip onlar
gibi yaşayabi-lirse hem dünyada aynen peygamberler gibi seçilmişlerden
olurken hem de âhirette tıpkı onlar gibi salihlerden olma imkânına sahiptirler.
O da onlarla beraber olacaktır.
131:"Hani
ona Rabbi (benim emrime) teslim ol! buyurmuş, o da âlemlerin Rabbine teslim
oldum! demişti."
Rabbi İbrahim’e (a.s) dedi ki; Ey İbrahim teslim ol!
Müslüman ol! İbrahim (a.s) dedi ki; ben müslüman oldum, ben âlemlerin Rabbine
teslim oldum. Ben kendimi, içimi dışı mı, irade mi, boynumdaki ipin ucunu
âlemlerin Rabbine teslim ettim. Benim ondan başka bağlanacağım, ondan başka
kendimi teslim edeceğim kimsem yoktur? Diyor-du. Zira müslüman olmayan, Allah’a
teslim olmayan kişi mutlaka bir başkasına teslim olmuş demektir. Çünkü insan
mutlaka boynunda bir iple dünyaya gelmektedir. Kulluğa müsait yaratılmaktadır
ve mutlaka bir şeylere kulluk yapacaktır. Boynundaki doğuştan getirdiği kulluk ipini
mutlaka birilerine teslim edecektir. Ama nefsine, ama şeytana, ama topluma, ama
tâğutlara, ama âdetlere, törelere, ama modaya, ama ağasına, patronuna bir şeylere
kulluk yapacaktır.
Rabbine
teslim olmaktan kaçanlar; Rabbin kullarına, Rabbin yaratıklarına teslim olmak
zorundadır. Başka çaresi yok, o mutlaka birilerine kulluk yapmak zorundadır.
İşte
görüyoruz yağmurdan kaçarken insanlar doluya tutul-muşlardır. Allah’a
kulluktan kaçan bu insanlardan kimileri, toplumun kulu, kimileri modanın kulu,
kimileri âdetlerin, törelerin kulu olmuşlar ve bunları razı edebilmek için bir
ömür boyu çırpınıp durmaktadırlar.
Evet,
teslim ol dedi Rabbi Hz. İbrahim’e, o da âlemlerin Rab-bine teslim oldum, dedi.
Bu teslimiyet kişinin ruhuyla, bedeniyle, içiyle dışıyla, gecesiyle gündüzüyle,
ailesiyle, toplumuyla, herşeyiyle bir teslimiyetti. Ruhu onun emrinde
olmalıydı, içi ve dışı onun emrinde olmalıydı. Gecesinde ve gündüzünde söz sahibi
o olmalıydı. Bedeninde o söz sahibi olmalıydı. Malı onun emrinde olmalıydı,
çocukları konusunda onun sözü geçmeliydi, hanımı konusunda onun dediklerini
dinlemeliydi. Teslimiyet budur işte.
Öyle bir
teslimiyetti ki bu, ateşe atılırken bile Rabbinden başka birine teslim olmayıp
güvenmemeliydi. Rabbinden başka sığınacak bir kucak aramamalıydı. Oğlunu kurban
emrini alsa bile Rabbinden, yine ona teslim olmalıydı. Rabbi ondan hanımını, kucağında
küçücük çoğuyla beraber susuz, yiyeceksiz çorak bir arazide terk etmesini istese
bile, başkalarına değil, Rabbinin emrine teslim olması gerekiyordu.
Ve öylece yapmıştı İbrahim (a.s).
Öyle bir teslimiyet ki, onun teslimiyeti, hanımına da etkili oluyordu. Ondan bu
teslimiyeti gören hanımı da onun gibi Allah’a teslim oluyordu; “Var git ya İbrahim!
Değil mi ki bu emri sana veren Rabbimizdir, bizi hiç düşünme! O Rab, beni ve
oğlumu koruyacaktır” diyordu. İbrahim’in teslimiyeti, hanımını da teslim olmaya
götürüyordu. Onun bu teslimiyeti oğlu İsmail’e de tesir ediyordu. Babasının
Allah’a bu teslimiyetini gören İsmail de tıpkı onun gibi ona ve Allah’a
teslimiyet gösteriyordu. İbrahim, Rabbinin emrini yerine getirmek üzere kesmek
için onu yere yatırınca: Babacığım em-rolunduğun şeyi çekinmeden yerine getir,
inşallah beni sana ve Allah’ın emirlerine teslim olanlardan bulacaksın diyordu.
İbrahim’in teslimiyetini gören oğlu da aynen onun gibi Allah’a teslim oluyordu.
Öy-leyse hanımlarından kendilerine teslimiyet isteyen insanlar, hanımlarından
Allah’a teslimiyet isteyen insanlar buna çok dikkat etmek zorundasınız. Şunu
hiçbir zaman unutmayın ki, siz Rabbinize ne kadar teslim iseniz, siz Rabbinizin
emirlerine ne kadar teslimseniz bilesiniz ki, hanımlarınız da size o kadar
teslim olacaklardır. Bilesiniz ki hanımlarınız da Allah’ın emirlerine o kadar
teslim olacaklardır. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın. Çocuklarından
kendilerine ve Allah’a teslimiyet isteyen insanlar şunu kesinlikle
bilmelidirler ki; kendileri Allah’a ne kadar teslimlerse, onlar da o kadar
teslim olacaklardır. Kendileri Allah’ın emirlerine teslim olmayanların
hanımlarından, çocuklarından ve çevrelerinden teslimiyet istemeye hakları
yoktur. İbrahim (a.s) herşeyiyle Allah’a teslim olmuş ve bu teslimiyetini, bu
bağlılığını bakın oğullarına da tavsiye ediyordu.
132:"İbrahim
ve Yakup bunu oğullarına vasiyet etti. Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu
dini seçti. O halde siz de zinhar müslümanlar olarak can verin."
Yakub,
İbrahim’in (a.s) torunudur. İbrahim’in (a.s) oğlu olan İshak’ın (a.s) oğludur.
Yeğeni Lût’un (a.s) kavmini helâk için gider-lerken meleklerin müjdeledikleri oğuldu
İshak. Hz. İshak’ı hayatının son günlerinde vermişti Rabbimiz İbrahim’e. İbrahim
(a.s) yaşlanmış Sare annemiz de yaşlanmıştı. İbrahim’in (a.s) yeğeni Hz.
Lût’un (a.s) kavmini helâk emrini alan melekler, o kavmi helâke giderken
İbrahim (a.s) 'ın evine geldiler. İşte bu gelişlerinde telaşa kaplan Hz.
İbrahim’e ve Sare annemize bir oğul müjdelediler. Çok yaşlanmış durumda olan
Hz. İbrahim ve karısı Sare annemiz: Bizim nasıl oğlumuz olacak, biz ikimiz de
çok yaşlanmış bulunuyoruz dediler. Bu yaştan sonra hiç bu olur mu? diyorlar.
Ama bu Allah’a göre çok kolaydı. Allah takdir etmişse bu iş olacaktır. Adem’in
(a.s) olduğu gibi, İsa’nın (a.s) olduğu gibi Allah dileyince bu da olacaktır. Evet
onlardan hem İshak’ın doğa-cağını hem de üstelik onun da oğlu Yakub’un da müjdesini
veriyordu melekler. Hem bir evlât hem de bir torun müjdeliyorlardı.
İşte
İbrahim (a.s) da onun torunu olan Yakub (a.s) da çocuk-larına bakın şunu
vasiyet ediyorlardı:
"Oğullarım!
Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de zinhar müslümanlar olarak
can verin."
Her iki
peygamber de kendi teslimiyetlerini oğullarına da tavsiye ediyorlar ve
diyorlardı ki; oğullarım biz teslim olduk, Allah’a siz de teslim olun.
İbrahim’in (a.s) oğulları kimdi? Birisi İshak (a.s), o Sare annemizden dünyaya
gelmişti, ötekisi de İsmail, o da Hacer annemiz-den doğmuştu. İki oğlu vardı
Hz. İbrahim’in. Bu iki oğlu kendisinden sonraki dönemlerde iki kol olarak
peygamberlerin geldiği kol oldular. İsmail (a.s) Mekke bölgesine yerleşti. O
bölgede peygamber oldu. Ama bu bölgede ondan sonra peygamber geldi mi gelmedi
mi, bunu bilmiyoruz. Onun soyundan son peygamber Hz. Muhammed (a.s) gelecekti.
Ve risâlet onunla tamamlanacaktı. İbrahim (a.s) 'ın öteki oğlu Hz. İshak (a.s)
ise Halil’ur Rahmân kentine yerleşmişti, Kudüs yakınlarında bir şehir. Yakub
(a.s) son dönemlerinde oğlu Yusuf sebebiyle Mısır’a göç ediyordu. On oğluyla
birlikte Mısır’a gitmişti tüm aile efradıyla birlikte. Burada uzun süre yaşadı
Yakub (a.s). Yakub’un (a.s) Kur’an’da geçen bir adı da İsrâil’dir, böylece onun
oğulları olan İsrâil oğulları tarih sahnesinde yer alır. Ve yeryüzünde hiçbir
kimseye verilmemiş nîmetler İsrâil oğullarına verilmiştir.
İşte burada
Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesini anlatıyor Rabbimiz. On iki oğluna diyordu
ki: Allah size din olarak bu dini seçti. İslâm dinini seçti. Öyleyse sizler de
ancak müslümanlar olarak can verin. Allah’ın İbrahim için seçtiği din
İslâm’dı, İbrahim (a.s) müslü-mandı, Yakup (a.s) müslümandı ve Allah’ın
gönderdiği din de İslâm-dı. Ve Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesi ise
İslâm’dı. Şimdi, biz İsrâil oğullarıyız diyen ve İslâm’ı bırakıp sapıklık içine
düşen bu yahudi ve hıristiyanlara ne demek lâzım? Bu adamlar nasıl olur da biz
haklıyız deme hakkına sahip oluyorlar? Nasıl olur da biz Yakub’un oğullarıyız
dedikleri halde ki, Yakup (a.s) bizim atamızdır ve Yakup (a.s) müslü-mandı.
Bunlar İslâm’dan, haktan ayrılıp, sapık yollara girerek bu peygamberlerin
yolunu terk ettikleri halde nasıl olur da Yakub’un (a.s) ve İbrahim’in (a.s)
yolunda olduklarını iddia edebiliyorlar? Buna hiçbir zaman hakları olamaz,
çünkü İbrahim (a.s) müslümandı, çünkü Yakup (a.s) müslümandı ve oğullarını
İslâm’a davet ediyordu.
Evet,
İbrahim ve Yakup (a.s) oğullarına İslâm’ı vasiyet ediyor-lardı. Allah’ın bu yüce
peygamberleri kendileri müslüman olmakla yetinmeyip, cennete tek başına
gitmeye razı olmayıp, Allah’ın kendilerine lütfettiği bu dini, teslimiyet
dinini çocuklarına da vasiyet edip, onların da müslüman olmalarını
istiyorlardı. Mısırlıların türlü türlü putlara tapındıklarını gören Hz. Yakup
son nefesinde oğullarına İslâm’a teslim olmalarını bir daha tavsiye ediyordu.
133:"Yoksa
ey yahudiler! (o dönemde) ölüm Yaku-b’a geldiği zaman siz orada mıydınız? Dedi
ki oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edersiniz? Onlar dediler ki bizler
senin İlâhına ve senin ataların olan İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın İlâhı
olan tek İlâha ibâdet edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk, müslüman olduk
demişlerdi."
Ölüm
esnasında siz yanında mıydınız Yakub’un? Bu âyette Cenab-ı Hak kendilerini
Yakub’un oğlu sayan Medine’deki yahudilere ve hıristiyanlara sesleniyor. Bir
olay ki bu olayı tarihler tesbit etmemiş. Bir olay ki, başka hiç bir kaynaktan
öğrenme imkânı yoktur insanlığın. Bir olay ki, Yakub (a.s) ölüm döşeğinde. Biraz
sonra ayrılacak dünyadan. Ve oğulları etrafında toplanmış. Bu konuşmaya
Rabbimiz bizi şahit tutuyor. Ve bu şehâdet bizim aynı zamanda Yakub’un yoluna,
İbrahim’in yoluna, İsmail’in yoluna da gittiğimizin ifadesidir, tescilidir. Ve
artık tüm insanlık bilmelidir ki; Adem’in, İbrahim’in, İsmail’in, İs-hak’ın,
Yakub’un, Mûsâ’nın, İsa’nın getirdiği din İslâm’dır.
Bu
peygamber silsilesinin son halkasını da Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed
(a.s) teşkil etmektedir. Öyleyse bu dine uymayan, bu dine inanmayan, bu son peygambere
tabi olmayan kim olursa olsun, onun doğru yolda olduğunu iddia etmesi
bâtıldır, asılsızdır. Bakın ne diyordu çocuklarına: Bakın ey yahudiler, ey
hıristi-yanlar bizim peygamberimiz dediğiniz, biz onun yolundayız dediğiniz
atanız, ölüm döşeğindeyken oğullarına ne diyordu:
"Dedi
ki oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edersiniz?"
Ey
oğullarım, ben hayatta iken Allah ibâdet ediyordunuz. Ben öldükten sonra sizler
kime ibâdet edeceksiniz? Kimin arzularına uyacaksınız? Kimin kanunlarını din
kabul edeceksiniz? Ve kendi çocuklarınıza kimi vasiyet edeceksiniz? Kendi
çocuklarınızı kime ibâdet ettireceksiniz? Ben sizinle beraberken Allah’a
ibâdet ediyordunuz, şimdi ben sizden ayrıldıktan sonra kulluğunuz kime olacak?
Oğulları derler ki:
"Onlar
dediler ki; bizler, senin İlâhına ve senin ataların olan İbrahim’in, İsmail’in
ve İshak’ın İlâhı olan tek İlâha ibâdet edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk,
müslü-man olduk demişlerdi."
İşin
enteresan tarafı bu sıralama dır. Bir defa ilk olarak senin İlâhın diyorlar,
yâni Yakub (a.s)’ın İlâhı olan Allah. Yanında yardımcıya ihtiyacı olmayan bir
tek İlâh. Ve sonra atalarının İlâhı diyorlar. Zaten tüm peygamberlerin İlâhı
tek İlâhtır. İbrahim (a.s)’ın İlâhı. Büyük atanın İlâhı. Adem atamız, bizim
nesep atamızdır; ama İbrahim (a.s) bizim din atamızdır. Bunu Rabbimiz
söylemiştir.
Atanız
İbrahim’in milleti diyor Allah. Evet ilk önce ataları İbrahim’i söylediler. Ve
sonra İsmail’in İlâhı diyerek, ikinci olarak İsmail (a.s)’ı zikrettiler. İshak
(a.s)’ı ondan sonra zikrettiler. Halbuki Yakub (a.s)’ın babası İshak (a.s) dır.
İsmail Yakub (a.s)’ın amcasıdır. Ama
bakın Yakub (a.s)’ın oğulları İsmail (a.s)’a hürmeten İshak (a.s) dan önce onun
ismini zikrediyorlar. Zira son elçi Muhammed (a.s), Hz. İsmail’in soyundan
gelecekti. İşte buna hürmeten ve buna dikkat çekmek üzere İsmail (a.s)’ı öne
almışlardır.
Sanki
burada bütün peygamberlerden alınan mîsaka, İsmail (a.s) vasıtasıyla işaret
ediliyor. Allahu Teâlâ bütün elçilerden son pey-gamber konusunda ahid alıyordu.
Bu ahitte elbette Hz. Yakub’un oğulları da vardı ve bakın burada sanki bu ahdi
tekrarlama adına İsmail (a.s) öne alınıyordu. Sanki bu ifadeleriyle haktan
sapan yahudi ve hıristiyanlara ta o günden bir mesajda bulunuyorlardı. Son
elçiye iman etmeleri konusunda yahudi ve hıristiyanlara bir mesaj sunuluyordu.
Bakın ne diyordu Yakub’un çocukları:
Biz müslümanız diyorlar. Ataları biz
müslümanız derken, şimdi bir yahudi diyebilir mi ki biz, yahudiyiz? Hayır
hayır, kesinlikle bunu demeye hakları yoktur. İsrâil’in çocukları, biz
müslümanız derlerken şimdi bir hıristiyan diyebilir mi ki, biz hıristiyanız.
Kesinlikle onların da bunu demeye hakları yoktur. Diyeceğiz ki onlara; ey
yahudiler ve Ey hıristiyanlar! Sizin asıl dininiz İslâm’dır, bak ecdadınız biz
müslümanız dediler.
İşte büyük dedeniz İbrahim; ben
müslümanım demişti, Yakub; ben müslümanım demişti ve onun oğulları, İsrâil
oğulları, sizin atalarınızın hepsi de biz müslümanız demişlerdi. Şimdi siz
nasıl olur da atalarınızın dinini terk edip, başka bir dine girersiniz? Nasıl
olur da İslâm’ı terk edip, müslümanlığı terk edip de başka bir isimle anılırsınız?
Nasıl olur da biz müslüman değiliz, biz hıristiyanız, biz yahudiyiz diyebilirsiniz?
Nasıl olur da siz müslüman olmadığınızı söyleyebilirsiniz? Diyeceğiz onlara.
Şimdi
ataları biz müslümanız dedikleri halde bu yahudi ve hı-ristiyanlar, İslâm’a
karşı çıkarak, İslâm’ı reddederek nasıl olur da bunun haklılığını
savunabilirler? Bunun mantığı da yoktur, savunulabilecek bir yanı da yoktur.
Yâni sormak lâzım bu konuda delilleri nedir acaba? İşte bizim delilimiz. Yakub
(a.s) oğullarını toplamış, İsrâil oğullarını toplamış ve onlara İslâm’ı vasiyet
etmiştir. Ve onlar da bizler müslümanız demişlerdir.
Öyleyse tek din İslâm’dır, başka
hiçbir dinin yasallığı yoktur. Ya yeryüzü insanlığı, özellikle yahudi ve
hıristiyanlar ya bu dine teslim olur öncekiler gibi cennete giderler ya da
cehenneme gitmeyi göze alır cehenneme giderler, başka çaresi yoktur bunun.
Hani daha
önce yahudi olursanız cennete gidersiniz! Hıristiyan olursanız cennete
gidersiniz! Cennete gidebilmek için mutlaka yahudi ve hıristiyan olmak
zorundasınız, bunun başka çaresi yoktur diyorlardı ya; işte biz de onlara bunu
diyeceğiz.
Müslümanlara
da aynı şeyi söyleyeceğiz. İşte kitabın aslı da bu dinin aslı da budur. Hal
böyleyken ey müslümanlar, nasıl olur da sizler tıpkı yahudi ve hıristiyanlar
gibi kitabı ve peygamberi bırakıp da kendinize yeni yeni önderler bulmaya,
önderler aramaya kalkışırsınız? Nasıl olur da kitabı ve peygamberleri tanımak
ve tanıtmak dururken, başka önderleri anlatıp onları tanıtmaya çalışıyorsunuz?
Bu ümmet kitabı tanıdı, kitabı gündeme getirdi, Kur’an’ı tanıdı da başkalarının
kitaplarına mı geldi sıra? Bu ümmet peygamberleri tanıdı, peygamberlerin
sîretlerini tanıdı, öğrendi de peygamberleri gündeme getirdi de artık sıra
başkalarına mı kaldı? Nasıl oluyor da Allah’ın kitabını henüz tanımadan başka
kitapları tanımaya yöneliyorsunuz? Başka kitapları tanıtmayı gündeme getirmeye
çalışıyorsunuz?
Ve nasıl oluyor da Peygamberleri
tanımadan başkalarını tanımaya yöneliyorsunuz? Yoksa sizler de bu İsrâil oğulları
gibi sözde kitap, peygamber deyip de, kendinizi sözde kitaba ve peygambere izâfe
edip de başka şeylerin peşine mi takılıyorsunuz? Tıpkı İsrâil oğulları gibi biz
peygamberlerin yolundayız deyip de peygamberlerin örnekliliğini bırakıp,
başkalarının örnekliğini mi gündeme getirmeye çalışıyorsunuz?
Öyleyse
gelin ey müslümanlar! Birilerini gündeme mi getirmek istiyorsunuz? Hafta mı
kutlamak istiyorsunuz? Yahut birilerinin anma gecesini mi yapacaksınız? Birini
gündeme mi getirmek istiyorsunuz? Size örnek ve önderler olarak Allahu
Teâlâ’nın kitabında peygamberler var. Gündeme getirecekseniz onları gündeme
getirin, tanıtacaksanız onları tanıtın, gece yapacaksanız onların gecelerini
yapın. Peygamberler ve bir de Kur’an-ı Kerîmde tanıtılan kahramanlar var. As-hab-ı
Kehf, mü'min insan, Yâsîn sûresinde anlatılan kahraman. İşte gündeme getirmek
zorunda olduğunuz ve yasal olarak önder kabul edeceğiniz, bunlardan başka
hiçbir kimse yoktur.
Yâni
sizler, sözlerinizi ve fiillerinizi birilerinin sözleriyle, birilerinin
hareketleriyle desteklemek mi istiyorsunuz? Amellerinizi bazı insanlara
benzetmek mi istiyorsunuz? Gelin bu örneklere benzetin. Zira bunlardan başkası
Allah katında yasal değildir diyelim. Öyleyse kesinlikle insanları, insanlara
çağırmayalım. İnsanları kendimize çağırmayalım. Gelin ey insanlar bizim gibi
olun, bize benzeyin, bizi örnek alın demeyelim. Çünkü eğer insanlar bizi örnek
alırlar ve bize benzemeye çalışacak olurlarsa, bizde çakılıp kalacaklar, bizi
bir adım öteye aşamayacaklardır. Olsa olsa ancak bizim kadar olabileceklerdir.
Biz de hiçbir zaman dinde temel değiliz, örnek değiliz. Gerçek örnekler, yasal
örnekler Allah’ın seçtiği ve kitabında bizim için örnek olarak sunduğu
peygamberler ve kahramanlardır.
Yakub (a.s) çocuklarına bunu tavsiye ediyordu.
Biz de böyle yapmalıyız. Ama bakıyoruz, pek çok müslüman, çocuklarını Allah’ın
dinine hizmete yatırım yapmaktan ziyâde dünyaya yatırım yapmaktadırlar. Kendi
çocuklarıyla, başkalarının çocukları arasında ayırım yap-maktadırlar. Allah’ın
dinine hizmet noktasında tehlikeli bir durum söz konusu olduğu zaman kendi
çocuklarını emniyete almaya çalışıyorlar. Onu başkalarının çocuğu yapsın,
benimki emniyette olsun diyorlar. Halbuki peygamberler böyle yapmıyorlardı.
134:"Onlar
bir ümmetti geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerinedir. Sizin
kazandıklarınız da sizedir ve sizler onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız."
Yâni
onların yaptıklarından sizler hesaba çekilecek değilsiniz, yâni biz
Peygamberin yolundayız diyerek, onun yolunun dışında bir hayat sürmek, biz
Muhammed (a.s) 'ın yolundayız diyerek onun yolunun dışında bir hayat sürmek hiçbir
mânâ ifade etmeyecektir. Biz İbrahim’in yolundayız, biz Yakub’un yolundayız,
biz İsrâil oğullarıyız, biz Mûsâ’nın, biz İsa’nın yolundayız diyerek, onların
yolunun dışında bir yol izlemek hiçbir mânâ ifade etmeyecektir.
Sizler ey
yahudiler ve ey hıristiyanlar, onların torunları olmanıza rağmen onlarla
aranızda gerçek bir bağ yoktur, kalmamıştır. Onların yolundan saptıktan,
onların dini olan İslâm’ı terkettikten sonra onlarla aranızda bir bağ iddia
etmeye hakkınız yoktur. Biz filan peygamberin torunlarıyız, biz falan
peygamberin yolundayız diye öğünmeye hakkınız yoktur. Zira Allah size
atalarınızın ne yaptığını değil, sizin ne yaptığınızı soracaktır. Onlar başka,
siz başkasınız. Siz hiçbir zaman onlar değilsiniz, onlar da sizden değildir. Sizler,
onların evlâtlarıyız diye kuru bir nesep iddiasındasınız. Bu iddia sizi asla
kurtarmayacaktır. Atalarınızın tarihiyle öğünmeyi bırakın da siz nesiniz ona
bakın. Sizler, kendiniz iyi ameller işlemezseniz tarihinizle öğünmeniz size hiç
bir şey sağlamayacaktır.
Yine aynen
bunun gibi sizden öncekiler kötü şeyler yapmışlarsa, ama sizler onların bu
kötülüklerine uymamışsanız, onların günahları da sizden sorulmayacaktır.
"İnanan,
soyları da imanda kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların
işlediklerinden hiç bir şey eksiltilmez. Herkes kazancına bağlıdır."
(Tûr: 21)
Yâni herkes
kendi yaptıklarıyla rehin tutulur. Herkes kendi yaptıklarından hesaba çekilir.
Öncekilerin ne iyilikleri, ne de kötülükleri sizi ilgilendirmeyecektir.
"İnsan
için ancak sa’y ettiği şey vardır ve insan sonunda onu bulacaktır."
(Necm: 39)
"Sur’a
üfürülünce artık aralarında ne soy sop kalır, ne de hal hatır soracak halleri
kalır."
(Mü’minûn: 101)
Biz de
öyleyiz. Eğer bugün bizler de bu peygamberlerin yolundayız, iddiasında
bulunur da amelimizle, imanımızla, hayatımızla, ailemizle, toplumumuzla
onların yolundan ayrılır ve bunu sadece dilimizle söyler; ama hayatımızla
yalanlarsak, biz de onların gittiği yere gitme hakkını kaybedenlerden oluruz
Allah korusun.
Onların
gerçekleştirdiği bir imanı, onların gerçekleştirdiği bir hayatı, onların
gerçekleştirdiği bir teslimiyeti bizim de gerçekleştirmemiz şarttır. Bunu
yaparsak biz de onlarla beraber oluruz, ama aksi takdirde atalarıyla öğünen insanlardan
oluruz ki; bu asla bizi kurtarmayacaktır.
135:"Yahudi
ve hıristiyanlar diyorlar ki; yahudi ve hıristiyan olunuz, kurtulursunuz. De
ki; hayır biz hak yol üzere bulunan İbrahim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman
müşriklerden olmadı."
Bin dört
yüz sene önce Medine’deki yahudi ve hıristiyanlar diyordu ki; “Yahudi ve
hıristiyan olursanız, kurtulursunuz.” Günümüzde yahudi ve hıristiyanlar da
diyorlar ki; yahudi ve hıristiyan olursanız, kurtulursunuz. Sizin ekonominiz
bozuk, ticaretiniz bozuk, eğitiminiz iflas etmiş durumda, siyasal yapınız
bozuk, aile düzeniniz bozuk. Her-şeyiniz tefessüh etmiş durumdadır. Tabi önce
kendileri bir bozdular, kendi düzenlerini önce bir bozdular, sonra bizimkini
de bozdular, bizi böyle bir boşlukta bıraktılar, sonra da diyorlar ki bu
durumdan kurtulmak için yahudi ve hıristiyan olmak zorundasınız, başka çareniz
yoktur. Ya yahudi olacaksınız, yahut da hıristiyan olacaksınız başka çareniz
yoktur. Eğer yahudi veya hıristiyan olursanız, tüm bu bozuk düzen hayatınız
düzelecek diyorlar.
Önce
kendileri bir bozdular, yâni kendileri önce İslâm’dan uzaklaştılar, yahudi ve
hıristiyan oldular. Sonra bize yöneldiler, bizi de bozdular, bizi de İslâm’dan
uzaklaştırdılar. Bizi de aynen kendileri gibi yaptılar. Hemen hemen herşeyimizi
bozdular, herşeyimizi felç ettiler. Yâni önce bizi ortada bıraktılar ve sonra
da şimdi diyorlar ki: Bakın herşeyiniz bozuldu. Hukukunuz, aile düzeniniz, eğitiminiz,
sanayiiniz herşeyiniz iflas etti. Şu anda çıkmazdasınız. Başka çareniz yok; bu
durumdan kurtulabilmek için yahudi veya hıristiyan olmak zorundasınız. Bizim
gibi olmak zorundasınız.
Aslında
bizi olduğumuzdan çok fazla bozuk göstermeye çalışıyorlar. Kendilerinin işleri
yolunda da bizler çok kötü durumdaymışız gibi gösteriyorlar. Mübâlağa yapıyorlar,
halbuki İslâm dünyası onlar kadar bozulmadı elhamdülillah. Onların hayatı bizden
çok daha bozuk aslında. Tüm hayatları bozuk. Aile hayatları kalmamış, sosyal
hayatları bozuk, insanî ilişkileri bozuk, ahlâkları bozuk, her şeyleri bozuk.
Kokuşmayan bir tek şeyleri kalmamış, ama şimdi tam yol ayırımına geldiğimiz bir
dönemde, kendileri gibi bizi de bozup
sap gibi ortada bıraktıkları bir dönemde diyorlar ki: Eğer yahudi veya
hıristiyan olursanız her şeyiniz düzelecek, başka da çareniz yoktur. Ortak pazara
gireceksiniz, başka çareniz yoktur. A.E.T. ye üye olacaksınız, İ.M.F. nin denetimine
gireceksiniz, gümrük birliğine gireceksiniz, herşeyinizi değiştireceksiniz,
herşeyinizle bize teslim olacaksınız, başka çareniz yoktur diyorlar.
Bunu denedik biz. Bu dediğinizi yıllardır
denedik biz. Yıllardır herşeyimizi değiştirdik bunlar hatırına. Yazımızı
değiştirdik, hukukumuzu değiştirdik, cumamızı, tatilimizi değiştirdik, tarihimizi,
kültürümüzü değiştirdik, âdetlerimizi, kılık kıyafetimizi değiştirdik,
kanunlarımızı değiştirdik, herşeyimizi değiştirdik bunlar hatırına. Ama bakıyoruz
ki düzelmek, iyiye gitmek şöyle dursun battıkça battık, gömüldükçe gömüldük.
Öyleyse şimdi de sıra bizdedir. Artık söz söyleme sırası bize gelmiştir. Ümmet
aklını başına aldı elhamdülillah. Biz de onlara diyeceğiz ki, yok yok, yok artık
sizi dinlemeyeceğiz. Artık sizin dediklerinize kulak vermeyeceğiz. Artık sizin
akıntınıza, sizin kıblenize gitmeyeceğiz. Sizi kıble edinmeyeceğiz. Sizin
yörüngenize girip sizin gittiğiniz yere gitmeyeceğiz. Sizi dinleyip sizin
gibi pisliğe batmayacağız. Hayır hayır:
"Hayır,
biz hak yol üzere bulunan İbrahim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden
olmadı."
Bizler tek
olan Allah’a inanan İbrahim’in milletine, İbrahim’in fıtrat dinine, dosdoğru
dinine tabi oluyoruz ki; o İbrahim sizler gibi müşriklerden de değildir,
diyeceğiz. Peki niye böyle dememizi istedi Rabbimiz. Yâni neden bizler Muhammed
(a.s)’ın getirdiği İslâm dini üzere olacağız denmedi de İbrahim’in dini,
İbrahim’in milleti üzerineyiz dendi? Neden onlara böyle dememizi istedi
Rabbimiz? Bunun sebebi şudur Allahu âlem: Çünkü yahudiler de, hıristiyanlar
da Hz. İbrahim’i biliyorlar, onlar da Hz. İbrahim’i seviyorlar, onlar da ona
inandıklarını iddia ediyorlar ya, işte onun için böyle ortak bir paydada birleşme
teklifi için böyle dememiz isteniyor. Onlara cevap verirken bile onları hakka
davet etmemizi istiyor Rabbimiz. Onlara acımamızı, mer-hamet etmemizi istiyor.
Bizim onlar gibi yapmamamızı, onlara benzememizi, onların bize yaptıkları gibi
büyüklük taslamamızı istemiyor Rabbimiz.
Yâni biz, onların bize yaptığı
gibi onlara hava atmamalıyız. Onların yaptığını yapmamalıyız. Zira müslüman,
birilerine rağmen, birilerine binaen tavır belirlemez. Onlar bize böyle yaptı,
o halde biz de onlara bunu yapalım mantığı yanlıştır. Evet, biz onlara bunu derken,
onların bize yaptığı gibi onların hayatını bozmak, onları sap gibi ortada bırakmak
için değil, ya da onlara biz doğru yoldayız diyerek hava atmak için değil,
gerçekten onları hayra, hakka davet etmek için diyeceğiz. Onlarla ortak bir
payda bulabilmek için böyle diyeceğiz. Hani Âl-i İmrân’da da aynı teklifi görüyoruz:
"De
ki: Ey kitap ehli! Gelin hep beraber aramızda ortak bir kelimede bir araya
gelelim. O da Allah’a kulluk etmek, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’ı
bırakıp birbirimizi Rab olarak benimsememektir. Eğer yüz çevirirlerse
"Bizim müslüman olduğumuza şahit olun" deyin."
(Âl-i İmrân: 64)
Gelin ey
yahudi ve hıristiyanlar, Allah’tan başka İlâh kabul etmeyerek asgari bir
müşterekte birleşelim deniyordu. Burada da aynısını görüyoruz. Gelin ey
yahudiler! Ey hıristiyanlar! İbrahim’in milletinde, İbrahim’in dininde birleşelim.
Zira İbrahim sizin de bizim de kabul ettiğimiz bir peygamberdir. İsrâil
oğullarının da İsmail oğullarının da atasıdır İbrahim. Sizin de bizim de atamız
olan Hz. İbrahim’in dininde, Hz. İbrahim’in milletinde birleşelim. Çünkü İbrahim’in
(a.s) kimliğini Rabbimiz şöyle anlatıyordu:
"İbrahim
(a.s) ne yahudi ne de hıristiyan’dı, lâkin o hanif ve müslümandı."
(Âl-i İmrân: 67)
Âyetiyle
İbrahim’in (a.s) kimliği de anlatılıyordu.
Şu anda bir
teklifte bulunalım müslümanlara. Ülkenin geleceği konusunda söz sahibi olan,
düşünen, bu konuda kafa yoran herkese. Allah’ın kitabını bir kenara bırakıp,
peygamberin sünnetini bir kenara bırakıp, şu veya bu vadide çözüm arayanlara,
yazarlara, çizerlere, düşünürlere, idarecilere, yöneticilere, tüm ülke
insanına diyelim ki: Gelin ey insanlar! İnsanlığın çözüm aradığı, çare aradığı,
huzur ve sü-kun aradığı, güven aradığı şu ortamda unuttuğunuz, nazar-ı itibara
al-madığınız bir gerçeği söyleyelim. Hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın
yoludur, çözüm Allah’ın çözümüdür, çözüm İslâm’dır. Gelin yıllar yılı başka
yerlerde çözüm aradık, ama bulamadık. Gelin bir de Allah’a müracaat edelim. Şu
ana kadar hep ondan başkalarına gittik, ondan başkalarına müracaat ettik, hep
başkalarının kapısını çaldık. Şimdi de Allah’ın istediği bir hayata talip
olalım, Allah bizi sahil-i selâmete çıkaracaktır. Gelin şöyle diyelim:
"Biz Allah’a, Allah’tan bize
indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya
verilenlere, peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Biz, onlar
arasında herhangi bir ayırım yapmayız, ve biz Allah’a teslim olmuşuz
deyin."
Yâni sizler
gibi din konusunda, peygamberler konusunda ırkçılar değiliz biz. Zira
yahudiler sadece Hz. Mûsâ’ya ve ona indirilen Tevrat’a inandıklarını iddia
ediyorlar ve diğerlerini reddediyorlardı. Hıristiyanlar da sadece Hz. İsa’ya
ve ona indirilen İncil’e inanıyorlar ve başkalarını reddediyorlardı. İsa’dan
başka peygamber, İncil’den başka kitap yoktur diyorlardı. Böylece dinde
ırkçılık yapıyorlardı. Biz diyo-ruz ki; biz onlara da iman ediyoruz. Mûsâ’ya da
iman ediyoruz, Mûsâ’ya gönderilen Tevrat’a da iman ediyoruz. İsa’ya da iman
ediyoruz, İsa’ya gönderilen İncil’e de iman ediyoruz. Muhammed’e (a.s) da iman
ediyoruz, ona gönderilen son kitap Kuran’a da.
Böylelikle
bizler dinde ırkçılık yapmıyoruz. Peygamberler arasında da böyle bir ayırım
yapmıyoruz. Hz. İsa bizim peygamberimizdir, Hz. Mûsâ bizim peygamberimizdir.
Hz. Mûsâ, Hz. İbrahim, Hz. İs-mail, İshak, Yahya, Zekeriyya, Harun, Dâvûd hepsi
de bizim peygam-berimizdir. Biz hepsine inanıyoruz. Bunların hepsi de aynı kaynaktan
gelen peygamberlerdir. Bunların hepsi de aynı ağacın dalları ve meyveleridir.
Tarihin değişik zamanlarında insanlığa Allah tarafından sunulmuş meyvelerdir
bunlar.
Ama şunu
söyleyelim burada: Kur’an’a iman etmekle; Tevrat’a ve İncil’e iman etmek
ayrıdır. Bunu Bakara’nın başında demeye çalışmıştım. Bizler Kur’an’a iman
ederken, onu pratikte uygulamak üzere iman ediyoruz. Amel etmek üzere,
hayatımızda uygulamak üzere iman ediyoruz. Yine öteki peygamberlere gönderilip
de Kur’an’da zikredilenlere de, onları da hayatımızda uygulamak üzere iman
ediyoruz. Onlarla da sorumlu olduğumuza iman ediyoruz. Ama önceki kitaplarda
indirilip de bizim kitabımızda zikredilmeyenlerin de gerçekliliğini kabul ediyoruz.
Yâni Allahu Teâlâ böyle bir kitap göndermiştir; böyle bir kitap gelmiştir diye
buna da inam ediyoruz. İşte bizim bu imanımız Hz. Adem’le başlayan, Hz.
Muhammedle son bulan köklü ve mükem-mel bir imandır. Böyle köklü bir din, böyle
köklü bir iman başka dinde yoktur. Böyle bir iman ne hıristiyanlarda, ne
yahudilerde, ne de başka birilerinde vardır.
137:"Eğer
onlar, sizin inandığınız gibi iman ederlerse, onlar da doğru yolu bulurlar,
hidâyete ererler. Eğer size karşı yüz çevirip küfredecek olurlarsa onlar mutlaka
bir şikakın, ayrılığın, parçalanmanın içinde olacaklardır."
Onlar bize
diyorlar ki; gelin, yahudi ve hıristiyan olun, kurtulun. Biz de onlara
diyeceğiz ki; hayır öyle değil, sizler eğer müslüman olursanız kurtulursunuz,
başka çareniz yoktur. Âyet-i kerîmenin ifade tarzından anlıyoruz ki; Müslüman
hiçbir zaman savunmada kalamaz. Dikkat ederseniz bugün müslümanlar hep savunmada
kalmaktadırlar. Hep savunmada ve suskunlukta kalmaktadırlar. Çoğunlukla Müslümanlarda
hâlâ bu kompleksi atamamak vardır.
Yâni adam
müslüman, ama hâlâ gavurun karşısında kompleks içinde. Adam hem müslüman hem
de aşağılık duygusu içinde; meselâ gâvura sen cehennemliksin diyemiyor adam.
Sen yanlış yoldasın diyemiyor. Halbuki gâvura sen yanlış yoldasın, bu halinle
cehennemliksin, cehenneme gideceksin demek ona en büyük merhamettir aynı
zamanda. Yâni ona yanlışını söyleyelim ki adam hiç olmazsa yanlışını anlasın ve
cennete gitmenin yollarını arasın. Diyemi-yor adam ona bunu. Hiç bir şeyine
dokunmuyor. İşte gel beraber yaşayalım, gül gibi geçinip gidelim diyor, adam
onun yanlışını gündeme getirmiyor. Tamam o zaman cehenneme kadar yaşarsın
beraber.
Madem ona acıyorsun, aynı
mahallede yaşıyorsun, aynı şehirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun,
aynı apartmanda oturuyorsun, hattâ o gavurun işinde, işyerinde çalışıyorsun,
o zaman adama; arkadaş, sen yanlış yoldasın, bozuk yoldasın, bu halinle sen
cehenneme gidiyorsun, sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu
azaptan, cehenneme gidişten kendini kurtar, demelisin. Bu ona kötülük değil ki.
Bu onu üzmek ve kırmak da değildir. Aslında
onun hayatını sorgulamamak ona kötülüktür. Onu bu gittiği yolda uyarmamak, ona
acımamak onun ateşe gidişine göz yummak ona kötülüktür. Aynı zamanda onun
hayatını sorgulamamak bize de kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman hep savunmada
kalıyor demektir. Biz savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden oluruz. Meselâ
soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? E, kusura bakma işte kılıyoruz.
Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alışkanlık işte ne yapalım. Niye oruç
tutuyorsun? E, kusura bakma filan. Böyle böyle sonunda da kusura bakma sen
nasıl istersen öyle yapayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen nasıl istersen
öyle yaşayayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Karşısındaki gavuru
uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan müslüman, sonunda
susmaya ve savunmada kalmaya mahkum olacaktır. Halbuki müslüman tek başına da
olsa hep hücumdadır, kesinlikle o savunmada olamaz. Olur mu bu? Bakın ilk
gelen âyetlerde Allah buyurur ki:
"Sen onlara
birazcık mühlet ver peygamberim."
(Müzzemmil: 11)
Sen mühlet
ver onlara. Kim mühlet verir aslında? Güçlü kuvvetli olanlar mühlet verir
değil mi? Ama bakın bu âyetler geldiği zaman peygamberimizin yanında üç beş
müslüman ya var, ya yok. Zahiren hiçbir gücü kuvveti yokken, tek başınayken
bile Allah’ın Rasûlü hep hücumdadır. Hiçbir zaman savunmada ve suskunlukta
değildir. Öyleyse biz de insanları sürekli uyaracağız, bakın sizin bu hayatınız
çıkmazdadır, gelin aklınızı başınıza alın da hayatınızı düzeltin, size
acıdığım için bu uyarıda bulunuyorum, yarın bu gidişin sonu perişanlıktır
diyelim inşallah. Hasbel kader dar’ul harpte gâvurların işinde çalışıyor olsak
bile kesinlikle savunmada ve suskunlukta olmayalım, onları açık ve net bir
biçimde uyarmaya devam edelim. Evet, yahudi ve hıristiyanlara diyelim ki;
gelin müslüman olun, kurtulacaksınız.
"Eğer
size karşı yüz çevirip küfredecek olurlarsa; onlar mutlaka bir şikakın,
ayrılığın, parçalanmanın içinde olacaklardır."
Yâni asıl
olan İslâm’dır. Demin anlattı Rabbimiz; Hz. Ademden ve Hz. İbrahim’den bu yana
kök İslâm’dır dedi. Kim ondan ayrılırsa, onlar ayrılığın içine düşmüş
olacaklardır. İslâm asıl olunca, nerede olursa olsun İslâm’dan yana olan,
İslâm’dan söz eden kişi, birlikten ve beraberlikten söz ediyor demektir. Ama ne
gariptir ki, bugün birileri bir yerlerde İslâm’dan bahsedince, dinden bahsedince
hemen birileri onun ayrılıkçı olduğunu, ayrılık tohumları ekmeye çalıştığını
söylüyor-lar. Dinden, İslâm’dan bahsedenlere fitne çıkarıyorsunuz, ayrılık
yap-maya çalışıyorsunuz diyorlar. Allah diyor ki; bakmayın siz onlara asıl
ayrılıkçı olanlar, asıl fitne çıkaranlar, asıl bölücü olanlar kendileridir.
İslâm, asıl olduğuna göre İslâm’dan kopanlar, İslâmdan ayrılanlar ayrılık
tohumları ekenlerin ta kendileridirler.
Meselâ bu
milletin yüzde doksan sekizi bir araya gelip, biz İslâm’ı istiyoruz, biz
Allah’ın dinini istiyoruz, biz Allah’ın sistemini yaşamak istiyoruz deseler,
yine de bu hak onlara verilmez. Niye? Çünkü onlar ayrılıkçıdır. Ötekiler
toplumun yüzde ikisini teşkil etseler bile bu yüzde ikiyi teşkil edenler
ayrılıkçı değil, ama yüzde doksan sekiz ayrılıkçıdır. Yüzde ikiyi teşkil
edenler birlikten yanadır, ama bu yüzde doksan sekizi teşkil edenler bölmeden
yanadır, bölücülükten yanadır. Halbuki ayrılıkçının kim olduğunu Allah
söylüyor. İslâm’dan ayrılan kişi ayrılıkçıdır. İslâm köktür, İslâm asıldır kim
ondan ayrılmışsa, kim onu terk etmiş başka şeylerin peşine takılmışsa işte o
ayrılığa düşmüş demektir. Öyleyse peygamberin ve ey peygamber yolunun yolcuları,
gözünüzü açıp iyi dinleyin:
"Varsın
ayrılsınlar Peygamberim sen üzülme, onlara karşı sana Allah yeter."
Ayrılırlarsa
ayrılsınlar. Ne olurlarsa olsunlar, ne kadar çok olurlarsa olsunlar, güçleri
kuvvetleri medeniyetleri ne kadar olursa olsun hiç fark etmez, onlara karşı
sana Allah yetecektir. Yetmiş de. Bakıyoruz; Mekke’deki Allah’ın Rasûlü’nü ve
müslümanları bir düşünün. Kimleri vardı onlara yardım edecek? Kimleri vardı
onları koruyacak? Ama bakıyoruz ki; çok kısa bir süre sonra Medine’de devlet
kurmuşlar, Bedir’de 313 kişiyle müşriklere galip gelmişler, üç beş yıl sonra
on bin kişilik bir orduyla Mekke’yi fethetmişlerdir. Allah onlara yardım etmiş
ve tüm düşmanlarına karşı Allah onlara yetmiştir. Allah onlara karşı sana yeter
demişti Rabbimiz, yetti de gerçekten. Bu âyetler aynı zamanda bize de hitap
ediyor. Eğer bugün bizler de Allah çizgisinde, peygamber çizgisinde bir hayat
yaşayacak olursak hiç kimseden korkmayalım, çünkü Allah bize de yetecektir. Ama
şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki Allah’ın dininden yüz çevirmenin sonucu,
parça parça olmaktır, ayrılık içine düşmektir. Bakın bu yahudiler, bu hıristi-yanlar
asıldan, İslâm’dan koptukları için ayrılık içine düşmüşlerdir. İşte şu anda
yeryüzü müslümanları bu durumu yaşamaktadır. Allah’ın kitabını terk etmelerinin
sonucu olarak parçalanmanın, ayrılığa düşmenin en talihsiz derecesini
yaşamaktadır. Müslüman ülkeler sun'i sınırlarla birbirlerinden ayrılmışlar,
hattâ kendi ülkelerinde bile kendi sınırları içinde bile ne kadar paramparça
olmuşlardır. Bilelim ki tekrar asıl olan dinlerine tekrar kitaplarına dönecekleri
güne kadar da bu durumdan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
138:"Allah’ın
boyasıyla boyanın. Allah’tan daha güzel boyası olan kim var? Biz ancak ona
ibâdet edenleriz."
Allah’ın
boyası İslâm’dır. Şekil olarak kişiye Allah’ın boyası vurulmadı mı, onun yüzü
simsiyahtır. En güzel boyayı, en güzel boya ile birleştirmeliyiz. Allah’ın
boyasıyla boyanmalıyız. Yâni Allah dinine girmek, sadece ben de müslümanım diye
dille söylenecek bir iddiadan ibaret değildir. Allah’ın boyasına, İslâm’ın
boyasına boyanmak lâzımdır. Boya nasıl ki onunla boyanan şeyi değiştiriyor ve
kendi rengine büründürüyorsa İslâm da böyledir. Kim İslâm’a girdiğini, Allah’ın
boyasıyla boyandığını iddia ediyorsa, bu boyanın eseri onda görülmelidir. Bu
boyanın eseri onun tüm hayatında kendini göstermelidir. İslâm’a giren kişi de
bu dine bağlı olduğunu her hareketinde göstermelidir. Çünkü hem Allah’ın
boyasında hem de başkalarının boyasında olmak Allah korusun şirktir. İslâm
boyası tek bir boyadır tek renk boyadır ve damla kadar da olsa başka hiçbir boyayı
kabul etmez. Bu boya yalnız Allah’a ibâdet edip ona hiçbir otoriteyi, hiçbir
gücü ortak koşmamayı gerektirir. İslâm ona boyanan kişinin şahsında açıkça görülmelidir.
Ben müslümanım dedikleri halde, ben İslâm boyasına, ben Allah boyasına boyandım
dedikleri halde üzerlerinde bu boyanın eserini bile göstermeyenler kesinlikle
o boyada değiller demektir. Evet, boya
Allah’ın boyasıdır. En güzel boyayı Allah vurur. Yahudilerin boyası mı, yoksa
hıristiyanların vaftiz boyası mı, yoksa Allah’ın İslâm boyası mı? Hayır Allah’ın
boyası en güzel boyadır.
Biz ancak
O’na ibâdet ederiz. Biz sadece Allah’ın boyasıyla boyanırız. Biz Allah
boyasının yanında başka boyalarla da boyanarak Allah’tan başkalarına da kulluk
etmeyiz. Böylece şirke düşmeyiz. Biz sadece O’na kulluk ederiz.
39:"De ki; Allah konusunda bizimle tartışıyor musunuz?
Allah konusunda bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Halbuki o Allah, bizim de
sizin de Rabbinizdir. O zaman bizim amellerimiz bize ait sizinkiler de sizin
olsun. Biz ancak O’na muhlis kullarız”
O Allah sizin de bizim de
Rabbimiz olduğu halde bu konuda tartışmak mı istiyorsunuz? Ey
yahudiler ve ey hıristiyanlar Allah konusunda bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz?
Allah öyle demediği halde, biz öyle inanmadığımız halde sizler Allah’a oğullar
mı izâfe etmeye kalkışıyorsunuz. Halbuki bizim inandığımız Allah, bize
indirdiği kita-bında bize anlattı ki; bunun gibi tüm noksan sıfatlardan
münezzehtir. Onun ne oğlu var, ne kızı ne de karısı. Ne yardımcıları var, ne de yetkilileri.
Buna
yetkiniz olmadığı halde, Allah’ın yetkileri konusunda, Allah’ın sınırları
konusunda, Allah’ın hayata karışması konusunda hâlâ bizimle tartışmaya mı
giriyorsunuz? Allah’ın rubûbiyeti konusunda, Allah’tan başkalarının da
rubûbiyet hakkına sahip olduğu konusunda, Allah’tan başkalarının da kanun koyma
yetkisine sahip oldukları konusunda bizimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?
Allah’ın İlâhlığı konusunda, yâni Allah’tan başkalarına da kulluk edilmesi
konusunda bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Allah’ın hayata karışması konusun-da
bizimle tartışmak mı istiyorsunuz? Allah hayata karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz?
Ya da Allah hayatın sadece bazı bölümlerine karışır, öteki bölümlerine karışacak
başka İlâhlarımız var demeye mi çalışıyorsunuz?
Eğer böyle yaparsanız, gökleri ve
yerleri yaratması konusun-da, sizleri var etmesi konusunda Allah’ı kabul eder,
Allah’ı yetkili kabul eder; ama yeryüzündekileri yönetmesi konusunda, emirler
ve kanunlar göndererek hayatımıza karışması konusunda, hâkimiyeti konusunda
Allah’ı kabul etmemeye mi çalışıyorsunuz? Vazgeçin bu sevdadan. Bizimle bu
konuda tartışmaya girmeyin. Çünkü O Allah, hepimizin Rabbidir. Ve hepimiz O’na
teslim olmak zorundayız. Biz Allah’a inanırken, onun sadece bizim Rabbimiz olduğunu
iddia etmiyoruz. Bizim Rabbimiz olan Allah’ın aynı zamanda sizin de Rabbiniz
olduğuna inanıyoruz.
Bizimle
Allah konusunda tartışmak mı istiyorsunuz? Eğer bizim size tanıdığımız düşünce
özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü, ibâdet özgürlüğünü siz de bize tanısanız, bu tartışma
kolayca çözülecektir. Çünkü biz din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine
inanıyoruz. Başka din sahiplerinin inanışlarına, düşüncelerine, ibâdetlerine karışmıyoruz.
Çünkü bakın bundan sonra gelecek âyet-i kerîmede zaten bu anlatılacak. Ey
yahudi ve hıristiyanlar! Eğer bu şekildeki tavırlarınıza devam edecek
olursanız: Tamam göklerin ve yerlerin yaratıcılığı onun olsun, gökler ve yerler
onun olsun, ama bizim hayatımıza karışmasın. Bizim kılık kıyafetimize, bizim
hukukumuza, bizim eğitimimize, bizim kazanmamıza, harcamamamıza, bizim
hayatımıza karışmasın demeye devam edecek olursanız, o zaman biz de size
deriz ki:
"O
zaman bizim amellerimiz bize ait, sizinkiler de sizin olsun."
Sizin
dininiz, sizin inanışınız, sizin hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız
sizin olsun, bizimki de bizim olsun. Sizin amelleriniz sizin, bizim
amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim
amellerimizle karşılaşalım. Siz, sizinkiler-den sorumlu olun, biz de
bizimkilerden. Siz sizin amellerinizin karşılığı olan cehennemden, biz de
bizim amellerimizin sonucu olan cennetten razı olalım. Kâfirun sûresinde
müşriklere ne demişti Rabbimiz?
"Sizin
dininiz sizin olsun, bizim dinimiz de bizim olsun"
(Kâfirun:6)
Yâni sizler
hem Allah’a, hem de putlara; hem Allah’a, hem de Allah’tan başkalarına kulluk
yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Yâni yaşadığınız
Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını
karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı
bölümlerinde ise Allah’tan baş-kalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir
yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de başkalarını razı etmeye çalışabilirsiniz.
Hem Allah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama bize gelince biz:
Ama bizler
taviz vermeden, ihlâsla, katışıksız bir şekilde
Al-lah’a ibâdet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rab bilip, sadece onu dinler
ve sadece ona kulluk ederiz. Yâni böyle hem Allah’a kulluk edip, hem de binde
bir de olsa başkalarını da dinlemeden yana olmayız, başkalarına da kulluktan
yana olmayız. Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık da zehir katarak onu içmeden
yana olmayız. Biz şirk koşmadan, hayatı parçalamadan Allah’a ibâdet ederiz.
Sizler gibi hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını
memnun etme-den yana olmayız.
140:"Yoksa
sizler (İbrahim milletine tabi olmamak ve bu konuda bizimle mücâdele etmek
için) İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının, bunların hepsinin yahudi
ve hıristiyan olduklarını mı iddia ediyorsunuz?De ki. Söyleyin bakalım, siz mi
daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı? Allah hakkındaki, (Allah yanındaki)
şehâdeti, (yâni Allah tarafından bildirilmiş bir bilgiyi) gizleyenden daha
zâlim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bu soru, bu
büyük peygamberlerin yahudi ve hıristiyan olduk-larını iddia eden kendileri
saptığı gibi bu peygamberleri de kendi sapıklıklarına alet etmeye çalışanlara
yöneltiliyor. Bu yahudi ve hıristi-yanlar Allah’ın kitabında müslüman olarak
haber verdiği bu peygam-berlerin yahudi ve hıristiyan olduklarını söylüyorlar.
Halbuki bundan önceki âyetlerde son derece açık bir şekilde bu peygamberlerin,
hepsinin birer müslüman olduklarını anlattı Rabbimiz. Bunlar, bu peygamberlerin
müslüman olduklarını resmen söyleyemiyorlar. Neden? Çünkü o zaman otomatikman
kendi kendilerini reddetmiş olacaklar da ondan.
"De
ki."
Bakın yine hücum var. Kur’an hiçbir zaman savunmada değildir.
"Söyleyin
bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?"
Allah
biliyor ve şahitlik ediyor ki; o peygamberler ne yahudi’ydi ne de
hıristiyan’dı. Bunu bize Allah bildiriyor. İnsanların bilgisi Allah’tandır.
Bunu bize bildiren Allah’tır. Eğer bunu bize Allah bildirmeseydi biz de
bilemezdik. Yâni bu kitaba dayalı olmayan, peygambere dayalı olmayan hiçbir
bilgi, gerçek bilgi değildir. Öyleyse gaybi konularda, gaybi meseleler
konusunda Allah’ın bildirdiklerinin dışında söz söylenmemelidir. Yâni bu
konularda söz söyleme hakkı sadece Allah’a aittir. Allah’tan başka hiç
kimsenin söz söyleme hakkı yoktur. Evet, Allah bu konudaki bilgiyi kitapları ve
Peygamberleri vasıtasıyla onlara da bildirmişti ama yoldan çıkan bu yahudi ve
Hıristiyanlar bu bilgiyi gizlediler. Bakın Allah buyurur ki:
"Allah
hakkındaki, (Allah yanındaki) şehâdeti, (yâni Allah tarafından bildirilmiş bir
bilgiyi) gizleyenden daha zâlim kim vardır?"
Allah’ın
peygamber göndereceğini, bu peygamberin Kureyşten çıkacağını, bu peygamberin
Mekke’de dünyaya geleceğini, doğmadan babasını kaybedeceğini, kendisine
Kur’an isimli bir kitap ineceğini ve bu kitabın kıyamete kadar tüm insanlığa
hidâyet rehberi olacağını, kıyamete kadar hüküm fermanı olacağını, kıyamet
sonrası da insanlığın bu kitapla yargılanacağını gizleyenden, saklayandan daha
zâlim kim vardır?
Bildiği bir
konuda şehâdeti, şahitliği gizleyen kişiden daha zâlim birisi olamaz. Bunlar
bildikleri halde hak konusunda şahitliği gizlemişlerdi, böylece zâlimlerden
olmuşlardı. Ve böylece:
"Zâlimler
benim ahdime ulaşamazlar!"
Evet,
bildiğiniz bu gerçeği, bildiğiniz bu hakkı gizleyerek zâlim olan sizler, ey
yahudiler ve ey hıristiyanlar kendilerine uyulacak, ardından gidilecek ümmet
olma vasfınızı kaybettiniz. Sizler bu duruma düşmüşken, size uyanlar nasıl olur
da hidâyete ulaşabilirler? Sizin gibi olanlar nasıl kurtulabilirler? Evet,
Rabbimizin bu âyeti gereğince bu yahudiler ve bu hıristiyanlar kendilerine
uyulacak, arkalarından gidi-lecek lider ümmet olma vasıflarını kaybetmişlerdi.
Onlara uyanlar, onlarla beraber olanlar, onlar kaynaklı bir hayat yaşayanlar
kesinlikle sapmak zorunda kalacaklardır. Onlarla ortak pazarlara, ortak
eylemlere girmeye çalışanlar kesinlikle onların gittikleri cehenneme gitmekten
kendilerini asla kurtaramayacaklardır.
Peki
onların bu bozukluğunu anlatan bu âyet bize ne diyor? Biz de okulda, çarşıda,
pazarda, evde her yerde bildiğimiz hakkı gizlemeyelim. Hakka şahitlik
görevimizi hakkıyla yerine getirelim ki; bizler de onların durumuna
düşmeyelim inşallah. Bildiğimiz kitap bilgisini, peygamber bilgisini
insanlardan saklamayalım, kafamızdaki Kur’an bilgisini, peygamber bilgisini
kafamızda sır küpü gibi toprağın altına götürme durumunda olmayalım ki bu
yahudi ve hıristiyanların konumuna düşmeyelim. Ne biliyorsak anlatalım
hanımlarımıza, anlatalım çocuklarımıza, anlatalım herkese ve şehâdeti
gizleyenlerden olmayalım inşallah. Kıyamet gününde ağzına ateşten gem
vurulanlardan olmayalım.
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir."
Yoksa sizler, ey yahudiler ve ey hıristiyanlar, bu bile
bile yanınızdaki hakkı gizlemenizden Allah gafil mi zannediyorsunuz? Halbuki
Allah gizlediklerinizden de haberdardır, açığa vurduklarınızdan da ha-berdardır.
141:"Onlar
bir ümmetti geldi geçti, onların yaptıkları onlara, sizin kazandıklarınız da
sizedir."
Yâni
bunlar, bu hıristiyan’dı, yahudi’ydi dediğiniz peygamberler sizden önce
yaşamış kimselerdir. Ve onların yaşadıkları dönemlerde ne yahudilik vardı ne de
hıristiyanlık. Demek ki, siz yalan söylüyorsu-nuz. Bu saydığınız peygamberlerin
bir tek dinleri vardı; o da İslâm’dı ve hepsi de birer müslümandı. Sizler
bildiğiniz bütün bu gerçekleri gizleyerek, insanlara duyurmayarak saklayabileceğinizi
sandınız. Biz gizlersek insanlar bunu bilemezler, anlayamazlar sandınız.
Halbuki Allah, sizin yaptıklarınızın tamamından haberdardır.
142:
İnsanların içinden beyinsiz takımı, müslü-manları öteden beri döndükleri
kıbleden Kâbe’ye çeviren nedir? diyecekler. De ki; doğu da Allah’ındır, batı
da. Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder, doğru yola iletir."
Âyet-i kerîme bu zâlimlerden liderlik alındıktan sonra
kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmesini
anlatır. İşte bu kıblenin değişikliğinin asıl önemini anlayamayan bazı
beyinsizlerin müslümanların zihinlerini idlâl için, müslümanların kalplerinde
şüphe uyandırabilmek için söyledikleri sözleri anlatır. İnsanlardan bir kısım
beyinsizler, sefihler, kârını, zararını bilemeyen insanlar, onları bu üzerinde
bulundukları kıbleden çeviren nedir? Diyecekler. De ki; doğu da, batı da Allah’ındır.
Allah dilediğini doğru yola iletir.
Kıblenin
değişmesiyle bu sefihlerin ne diyeceklerini Allah biliyordu. Bunlar aynen
Allah’ın buyurduğu gibi sözler söylemişlerdir. Bu beyinsizler Allah’ın böyle
belli bir yönle, belli bir nokta ile sınırlı olduğunu, bu şekilde kıble
değişince de sanki bunun Allah’tan yüz çevirme anlamına geldiğini
düşünüyorlardı.
Halbuki
doğu da Allah’ındır, batı da. Diler doğuya döndürür sizi, dilerse batıya
döndürür. Allah’ın emriyle sizin doğuya, ya da batıya dönmeniz, Allah’ın
orada olduğu anlamına gelmez. Kendilerine hidâyet edilenler, hidâyete
ulaştırılanlar asla bu tür sapıklıklarla meşgul olmazlar. Rabbimiz bu konuda
hazırlıklı olması bakımından önceden peygamberimizi uyarıyor, bu işe hazırlıyordu.
Peygamberim, bu adamlar bir şeyler söyleyecekler, bu işin dedikodusunu
yapacaklar, sen hiç üzülme, ne derlerse desinler, sen hiç aldırış etme, diyor
sanki Rabbimiz.
Yâni, sanki
bu müslümanlar kıble olarak Mescid-i Aksâ’ya döndükleri zaman Allah’ın
emrinden başka bir şeye mi uymuşlardı? Müslümanlar bu işi yaparlarken kendi
heva ve heveslerine göre bir kıble oluşturmamışlardı.
Mescid-i
Aksa’dan sonra Mescid-i Haram’a dönerlerken de yine Allah’ın emrine boyun
eğiyorlardı. Allah onlardan nasıl bir hayat tarzı istiyorsa, öylece pratikte
uyguluyorlardı. Şimdi birilerinin şöyle demeye hakkı yoktur: Sen niye Mescid-i
Aksa’ya döndün? Eh Allah dedi ben de döndüm. Şimdi niye Mescid-i Haram’a dönüyorsun?
Eh, yine Allah dedi onun için dönüyorum. Kıbleyi belirleme hakkı Allah’ındır,
yönelişi belirleme hakkı Allah’a aittir. Öyleyse müslümanları bu konuda sorgulamaya
da kimsenin hakkı yoktur.
Görüyoruz
ki kıblenin değişikliği problemi, Medine’de müslü-manları gerçekten uzun süre
uğraştırmıştır. Medine’de yeni oluşan müslüman toplumu sarsmaya çalışan dış
güçler vardı. Bu problem, kıble meselesi, ehl-i kitabın da, müslümanların da
beklemedikleri bir hadise olmuştur. Zira müslümanlar o güne kadar hep Kudüs’e,
Mes-cid-i Aksa’ya doğru dönüp namaz kılmışlardı. Üstelik bu durum ehl-i kitabı
ayağa kaldırmıştı. Zira o güne kadar müslümanlar kendi kıblelerine doğru
döndükleri için liderliğin kendilerinde olduğunu iddia ederek
gururlanıyorlardı. Müslümanlar ise alışık oldukları bir uygulamadan, farklı
bir uygulamaya geçince, ehl-i kitabın da saldırılarıyla bu olayın gerçeğini
kavrayıncaya kadar, bu işin doğru yoldan bir sapma olduğunu zannettiler.
Hiçbir
müslümanın da bu konuda savunmaya geçmesine gerek yoktur. Aman efendim
şöyleydi de böyleydi de demesinin anlamı yoktur. Allah böyle diyor, ben de
böyle yapıyorum, o kadar.
Yâni dinimi ben kendi kafama
göre oluşturmuyorum ki; birilerine bu konuda savunmada bulunayım. Hayatımı ben
belirlemedim ki birileri bu konuda bana hesap sorsun. Yâni namazımı, orucumu,
haccımı, zekâtımı, hayatımı, kılık kıyafetimi, soframı, ekonomimi ben değil,
Allah belirlemiştir. Ben bir müslüman olarak, Rabbime teslim olmuş bir mü’min
olarak tüm hayatımı, tüm pozitif ve negatif eylemlerimi Rabbimden alıyorum. Ben
irademi ona teslim etmişim. Onun seçi-mini seçim kabul ediyorum. Ben sadece
Onun çektiği yere gidiyorum. Öyleyse benim dinimi, benim hayat programımı
sorgulayanlara karşı benim diyeceğim: bunu Allah istedi ben de yapıyorum o
kadar.
Eğer
insanlar sorgulayacaklarsa, Allahu Teâlâ’yı sorgulasınlar. Hiç kimsenin
Allah’ı sorgulamaya hakkı da, yetkisi de yoktur, dolayı-sıyla kimsenin de bizi
dinimiz konusunda sorgulamaya hakkı yoktur.
Evet doğu
da Allah’ın, batı da Allah’ındır. Allah diler bu tarafa döndürür, diler öbür
tarafa döndürür; o onun bileceği bir iştir. İşte müslümanlar 13-15 aya yakın
bir zaman Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmışlar ve nihâyet hicretin ikinci
senesine doğru Mekke’ye, Kâbe’ye döndürüverdi Rabbimiz.
"Allah
dilediğini doğru yola hidâyet eder, doğru yola iletir."
Yâni Allah
hidâyet olunmak isteyen kişiyi dilediği şekilde hidâyete ulaştırır. Hidâyeti
isteyeni hidâyete ulaştırır, dalâleti isteyeni de dalâlette bırakır Allah.
Buradan anlıyoruz ki kıblenin
değişikliğiyle Cenab-ı Hak önderliği, liderliği İsrâil oğullarından alıp
İsmail oğullarına devrediyordu. Bundan sonra artık müslümanlar bu işe hazırlanmalıydı.
Üzerlerine kıyamete kadar şeriat yükü yüklenen bu ümmet, kıyamete kadar tüm
insanlığa örnek ve önder olacak bu ümmet, Muhammed ümmeti, artık şahit bir
ümmet olacaktı. Kıyamete kadar tüm insanlık için vasat, denge unsuru bir ümmet
olacaktı. İnsanlık kulluğu, teslimiyeti, adâleti, tevhidi bu ümmet şahsında
görecek, sapak noktalarını onlardan öğrenecekti. Tüm yeryüzü insanlığı bu
ümmete bakarak hayatını sağlamaya alacaktı.
Bakın Rabbimiz buyurur ki:
143:"Böylece sizi, insanlara
şahitler olasınız diye vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir.
Vaktiyle dönmekte olduğun ciheti şimdi sana kıble yapmamız ancak peygambere
uyanlarla ona uymayıp geri dönenlerin arasını ayırt etmek içindir. Bu zor bir
iştir, (bu büyük bir iştir). Ancak Allah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği
kişilere zor değil. Allahu Teâlâ sizin imanlarınızı zayi edecek değildir.
Muhakkak ki Allah insanlara karşı çok Rauf ve çok merhametlidir."
İslâm
ümmeti vasat bir ümmettir. Bir de şahit bir ümmettir. Sizi dünya üzerinde
vasat ve şahit bir ümmet yaptık.
Evet,
böylece kıblenin değiştirilmesiyle liderlik ve önderlik İsrâil oğullarından
alınmış; İsmail oğullarına, yâni müslümanlara verilmiştir. Size verilmiştir.
Demek ki bu kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i
Haram’a çevrilmesi, bazı beyinsizlerin anladığı gibi sadece bir yön
değişikliği değil, aynı zamanda liderliğin, ön-derliğin İsrâil oğullarından
alınıp Muhammed ümmetine, müslüman-lara verilmesinin ifadesidir. Allah diyor
ki; böylece sizi diğer insanlara şahitler olasınız diye vasat bir ümmet yaptık.
Peki bu
vasat ve şahit kavramlarından ne anlıyoruz?
Vasat; adl,
adâlet, doğruluk demektir. Öyleyse ey müslüman-lar, sizi adâlet sahibi,
doğruluk sahibi bir ümmet yaptık.
Vasat;
denge unsuru demektir. Ruh ve madde konusunda, dünya ve âhiret konusunda,
toplumcu ve bireyci görüşün arasında ifrat ve tefritin arası demektir. Ey
müslümanlar sizi bu konularda orta yolu takip edecek vasat bir ümmet yaptık.
Komünizm gibi toplumcu, toplumu putlaştıran, toplumun menfaatlerini ön plana
çıkaran, toplum adına ferdi ve ferdin haklarını öldüren, kapitalizm gibi bireyi
putlaştıran, bireye her türlü davranışlarında özgürlük tanıyan, kapitali
putlaştıran ve bu konuda hiçbir sınır tanımayan bir ümmet değildir İslâm
ümmeti.
Madde ve
ruh arasında da dengeyi sağlayan bir ümmettir İslâm ümmeti. Hani Fâtiha
sûresinde öyle dememiz isteniyordu:
(Fâtiha
6-7)
Ya Rabbi
bizi sırat-ı müstakime hidâyet buyur. O sırat-ı müstakim ki, kendilerine
nîmet verdiklerinin yoludur. Kendilerine gazap ettiklerinin ve dalâlette
bıraktıklarının yolu değil ya Rabbi diye burada iki istisnadan söz ediliyor.
Sıratı müstakimden iki belirgin sapma olmuştur. Bunlardan birisi yahudi’nin
sapması, ötekisi de hıristiyanların sap-ması. Birisi maddeye ağırlık vererek,
mânâyı görmezden gelerek, maddeyi putlaştırıp ruhu diskalifiye ederek materyalistçe
bir sapmadır ki, bu yahudi’nin sapmasıdır. Hıristiyanlar da madde aleyhine ve
ruh lehine dengeyi bozdular. Hıristiyanlar maddeyi yok farz ederek ruhu ve
mânâyı putlaştırdılar. İşte bunun ikisi de sapmadır, ikisi de dengesizliktir.
İslâm ümmeti maddeyi de, mânâyı da kabul ederek bu ikisi arasında denge unsuru
olmuştur.
Ayrıca bir de yahudilerin sapması
bildikleriyle amel etmemeleri biçiminde bir sapmaydı. Hıristiyanların sapması
da bilgisizce amel etmeleri türünde bir sapmaydı. Yâni birinde bilgi var amel
yok, bunlar yahudiler, ötekilerde de amel var ama bilgi yok bu da
hıristiyanlardır. Bu ümmetten bildikleriyle amel işlemeyenler yahudilere,
bilgisizce amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Allah bu konuda da
bu ümmeti denge unsuru yapmıştır. Bu ümmet bilgiyle ameli, düşünceyle hayatı
birleştiren bir ümmettir.
Vasat
ümmet; bir de hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. Ey
müslümanlar, sizi hükmüne tüm insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın size
bakıp hizaya geleceği, sapıkların sapıklık noktalarını sizde anlayacağı, hakkı
bulmak isteyenlerin size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet
yaptık.
Ancak bu
özelliklere sahip olan bir ümmet, tüm insanlık üzerinde şahitler olabilir.
Zira bu ümmet, herkesin kendisine dönmek zorunda olduğu denge unsuru bir ümmettir.
Dünya üzerindeki toplum-ların dengesi sizin vasıtanızla kurulacaktır. Yeryüzü
insanına, insanlık, adâlet, özgürlük, müsavat sizin vasıtanızla ulaşacaktır.
Eğer sizler yeryüzüne hakim duruma gelirseniz, yeryüzünde Allah’ın istediği bir
hayat yaşarsanız dünyanın dengesi düzelecektir. Ama sizler dünyanın yönetimi
konusunda egemen olamazsanız dünyanın egemenliğini başkalarına kaptırır da
başka güçler dünyanın dengesine egemen olursa, bilesiniz ki o başka güçler de
dünyanın anasını ağlatır. İşte görüyoruz dünya siyasetinden müslümanların
çekildikleri günden bu yana kan gölüne çevirdiler dünyayı. Hem ülkemizde bu
böyledir hem de tüm dünyada.
Bir de
insanlara şahitler olasınız diye sizi vasat bir ümmet yaptık diyor Allah.
Bunun için sizi önder ve lider yaptık diyor.
Önderlik, liderlik çok şerefli bir konum olmakla birlikte yanında bu
şerefle orantılı olarak çok büyük ve şerefli sorumlulukları da olan bir
görevdir. Bu görev tıpkı peygamberin ashabına ve diğer insanlara kendisine
vahy olunan dini anlatma ve yaşama konusunda şahitlik etmesi gibi bir görevdir.
Çok şerefli ama o nisbette de sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde
peygamberin görevi, sorumluluğu ve şerefi neyse, diğer toplumlara karşı bizim
de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur.
Bizler, müslümanlar olarak şu
anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını,
pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit
olduğu gibi biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız. Şimdi biz, insanlara
şahitler olmak zorundayız. Peki nasıl şahit olunur insanlara? Bunun yolu, bütün
insanlara bu dini götürür, Kur’an âyetlerini bütün insanlara ulaştırır, dünya
üzerinde Allah’tan ve onun yeryüzünü düzenlemek üzere gönderdiği âyetlerinden,
cennetten, cehennemden haberdar edilmedik bir tek insan kalmayacak biçimde
herkesi haberdar ederiz, işte o zaman biz insanlara şahitlik görevimizi yapmışız
demektir. Tıpkı Ra-sulullah’ın bu ümmet üzerine şahitlik yaptığı gibi.
Evet, bu
öyle bir şeref ki Allah bunu bize nasip etmiştir. Ama öyle büyük sorumlulukları
da vardır ki; bu ümmet kendi döneminde işlenen bütün suçlardan da sorumludur.
Yâni şu anda tüm dünyada işlenenlerden sorumluyuz. Meselâ şu anda dünyanın en
ücra bir köşesinde, en kuytu bir köyünde bir adam bir günah işliyorsa, bilelim
ki biz müslümanlar yarın ondan sorumlu tutulacağız. Neden? Çünkü ona İslâm’ı
götüremedik, ona hakkı duyuramadık, ona Allah’ı anlatamadık. Nasıl ki
Allah’ın Rasûlü gerek kendisine Allah’tan gelen âyetleri tebliğ etme
konusunda, onun bir harfini bile gizlemeden onu insanlara, ashabına tebliğ
etmişse, biz de bu kitaptan haberdar olmayan bir tek insan kalmayacak biçimde
bunu onlara duyurmak zorundayız. Nasıl ki Allah’ın Rasûlü, Allah’ın
insanlardan istediği kulluğu bizzat yaşayarak ashabına tam ve mükemmel bir
örnek olmuşsa, biz de Allah’ın insanlardan istediği kulluğu tüm dünya
insanlığının gözleri önünde yaşayıp pratikte onu göstermek zorundayız.
Soralım
şimdi müslümanlara, ey müslümanlar Allah size bir peygamber göndermiş ve o
peygamberin şehâdetiyle sizi bu kitap konusunda bilgilendirmiş, peki şimdi siz
de bu bilgilendiğiniz kitapla bütün insanları bilgilendirebildiniz mi? Peygamberin
(a.s) size yaptığı görevi sizler de insanlara yaptınız mı? Diğer insanları
bunun sorumluluğuyla karşı karşıya getirebildiniz mi? Bütün dünya insanlığına
Kur’an’ı ve peygamberi duyurabildiniz mi? Böyle bir soru gelecek yarın bize.
Allah peygamberine diyecek ki, ey peygamberim sen, sana gönderdiğim bu mesajı
toplumuna duyurdun mu? Duyurmak da yetmez, onlara şahit olarak bu dinin
pratikte nasıl uygulanması gerektiğini gösterdin mi? Bize de Allah diyecek ki;
ey müslümanlar siz de peygamberinizden devraldığınız bu mesajı döneminizdeki
tüm insanlığa duyurabildiniz mi? Bu dinin pratikte nasıl uygulanması
gerektiğini hayatınızla onlara gösterebildiniz mi?
Biz
diyeceğiz ki; ya Rabbi biz duyurduk. Bütün insanlığa ilan ettik bunu.
Savaşımızla, kavgamızla, düşüncemizle, imanımızla, sözümüzle,
davranışlarımızla evet ya Rabbi, biz seni ve senin dinini bu insanlara
duyurduk diyeceğiz. Ya da aksini söyleyeceğiz tabii.
Bugün
sağındakine solundakine, bugün evindekilere, bugün emmisine dayısına bile bu kitabı
duyurmayan, duyuramayan insanların ne kadar sorumlu olduklarını varın siz
düşünün. Karşımızdakiler ister kabul etsin, ister reddetsin bundan biz sorumlu
değiliz ama onlara mutlaka bunu duyurmak zorundayız Allah bize böyle bir yük
yüklemiş. Bu yük, bu görev aynı zamanda bizim dünya üzerinde söz sahibi
olmamızı da beraberinde getirecektir. Bu güce sahip olmak zorundayız, çünkü
bizler insanlığa mesaj sunacağız. Yasal yönden böyle bir güce sahip olmasak
bile bütün dünya insanlığına bu kitabın kavgasını vermekle mükellefiz bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Dünyanın en uzak bölgesine veya
Konya’nın en ücra köşesine kadar bunu götürmek zorundayız. Biz götüreceğiz,
götürülen ister kabul eder, ister kabul etmez bu bizim sorumluluğumuz değildir.
İnsanlar ya müslüman olurlar ya da olmazlar, bu bizim sorumluluğumuz değildir.
Bizim sorumluluğumuz bununla insanları karşı karşıya getirmektir.
Tıpkı
Rasulullah’ın size şahit olduğu gibi. Rasulullah bunu bize nasıl duyurmuştu? Ya
Rabbi senin peygamberin bize bir şey duyur-madı diyebilir miyiz? Hakkımız var
mı buna? Hayır o gerçekten vazifesini yaptı. Evet, müslümanlar lider
ümmettir, müslümanlar önder ümmettir. Müslüman şunun bunun arkasından gidemez.
Müslüman şunun bunun uyuntusu olamaz. Müslüman tüm dünya insanlığına nü-mune-i
imt
Bu
müslümanların şahit olmaları konusunu, yine Rasulullah’ın bir hadisine
dayanarak şöyle de anlayabiliriz: Kıyamet günü tüm ümmetler, tüm toplumlar
Allah huzurunda toplanacaklar başlarında peygamberleri olduğu halde. Allah her
peygamberin toplumuna soracak. Söyleyin bakalım bu peygamber size benim âyetlerimi
tebliğ etti mi? Bu peygamberim size karşı görevlerini yaptı mı? diye soracak.
Meselâ Nuh’un (a.s) toplumuna soracak Allah. Bu peygamber size benim mesajımı
ulaştırdı mı? Nuh’un (a.s) toplumu Allah karşısında kötü bir konuma düşmemek
için diyecekler ki hayır ya Rabbi, biz böyle birini tanımıyoruz. Nuh diye bir
peygamber bize ne geldi ne de senin mesajını sundu. Eğer böyle bir şey olsaydı
elbette biz ona icâbet ederdik diyecekler. Sonra Allah Nuh’a (a.s) dönecek: Ey
Nuh bak bunlar senin kendilerini uyarmadığını, kendilerine karşı benim mesajımı
iletmediğini söylüyorlar. Ne dersin? Sen bunlara karşı benim görevimi ifa
ettin mi? Hakkı bunlara anlattın mı? Nuh (a.s) buyuracak ki ya Rabbi sen şahitsin
ki ben bunlara dokuz yüz küsur yıl hakkı anlattım. Sövdüler anlattım, dövdüler
anlattım. Peki ey Nuh bu konuda şahidin var mı? Buyuracak Rabbimiz. Hz. Nuh
şahit için etrafına bakınınca Muhammed ve ümmeti ileri atılıp biz şahidiz ya
Rabbi! Biz Hz. Nuh’un toplumuna senin mesajını sunduğuna, senin emirlerini
duyurduğuna şahidiz ya Rabbi diyecekler. Siz bunu nereden biliyorsunuz?
denince de ya Rabbi sen bize bir kitap gönderdin ve kitabında Nuh’un çektiği
sıkıntıları, toplumunun ona karşı tavırlarını anlattın. Biz bunu senin son
kitabın olan Kur’an’dan öğrendik diyecekler ve Hz. Nuh’a şahitlik yapacaklar.
Tüm peygamberlere şahitlik yapacağız inşallah. İşte bu şahitliği bir de böyle
anlıyoruz.
"Vaktiyle
dönmekte olduğun ciheti şimdi sana kıble yapmamız, ancak peygambere uyanlarla
ona uymayıp geri dönenlerin arasını ayırt etmek içindir."
Biz senin üzerinde olduğun kıbleyi şunun için yaptık.
Ökçeleri üzerinde dönüp dinden uzaklaşan kimseleri, peygambere tabi olanlardan
ayırdedelim diye biz kıbleyi Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Hara-m’a çevirdik.
Demek ki
bunun sebebi şuymuş: Acaba bu insanlar kıblelerini gerçekten değiştirecekler
mi, değiştirmeyecekler mi? Acaba bu konuda peygambere itaat edecekler mi, etmeyecekler
mi? Acaba peygamberin dinde temel odak nokta olduğunu kabullenecekler mi, etmeyecekler
mi? Allah ve peygambere güvenleri devam edecek mi et-meyecek mi? Ya bu nasıl
iş böyle? Bu nasıl Allah? Bu nasıl peygam-ber? Bizi dün bu tarafa döndürüyordu,
bugün de bu tarafa döndürü-yor, olacak şey midir bu? Mu diyecekler yoksa Allah
ve peygambere tam teslim mi olacaklar, bunu ayırmak için böyle yaptık diyor Allah.
Demek ki
onların, peygamberin fonksiyonunu kabul edip etmeyeceklerini denemek için
bunu yapmış Allah. Yâni peygambere imanlarını, peygambere teslimiyetlerini peygambere
güvenlerini denemek için bu kıble işini peygamber eliyle yaptırmış Allah.
Evet bu, peygamberin dinde temel
olduğunu gösterir. Pey-gamber bizim hayatımızda âmir ve nâhiydir. Peygamberin
bizim haya-tımızda evet veya hayır deme, emretme ve yasaklama yetkisi vardır.
Hakkı vardır. Zaten peygamberin, peygamber oluşunun hikmeti de buradadır. Bakın
çocukluğumuzdan bu yana bize bir peygamber öğ-rettiler.
İşte sıdk sahibi, ismet sahibi,
emanet, fetanet ve tebliğ sıfatla-rının sahibi bir peygamber anlattılar. Bu
sıfatlar onun kendisiyle ilgili yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım
ve kabul etmişim ben. Yâni peygamberin doğru sözlü olduğunu, doğru
söylediğini, günahsız olduğunu, emin olduğunu, zeki olduğunu, kendisine gelen âyetleri
gizlemeden eksiksiz olarak insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım
ben. Bunu kabullenivermem benim birini peygamber olarak kabullenmen mânâsına
gelmeyecektir.
Benim
birini peygamber kabul etmem demek, bunları kabullenmekle beraber, onu bu
sıfatların sahibi bilmek ve inanmakla beraber aynı zamanda onun benim
hayatımda amir ve nahiy oluşunu da kabul etmem demektir. Eğer ben peygamberi
bu sıfatların sahibi olarak kabul eder; ama onu hayatımda amir ve nahiy olarak
kabul etmezsem, yâni hayatımda emredici ve nehyedici biri olarak bilmezsem onu
peygamber olarak kabul etmiş sayılmayacağım demektir.
Zira peygamberin peygamber olarak
kabul edilmesi demek; onun hayata hakim olması demektir. Benim hayatımda bir
şey kabul edilecekse, bir şey reddedilecekse evet veya hayır denecekse, bu
ol-malı, bu olmamalı; bu yapılmalı, bu yapılmamalı denecekse, bunu o demelidir
ve ben yapmalıyım. Yâni benim birini peygamber kabul etmem demek; herşeyimle
adım adım onu takıp etmem demektir. İzinden gitmem demektir. Herşeyimle
kendisine benzemem ve kendisine her konuda teslim olmam demektir. Değilse işte
bir zamanlar böyle bir peygamber yaşamış, adı şuymuş, babası şuymuş, doğum
tarihi şuymuş, şurada doğmuş, şurada vefat etmiş bunları bilmek değildir peygambere
iman.
İşte hakiki
müslüman Allah’a ve Resûlü’ne tam teslim olandır. Bu nasıl olur demenin anlamı
yok. Şimdi İslâm’ın sahibi sen ve ben değilim ki, keyfime göre imtihan olsam.
Dinin sahibi, imtihanın sahibi olan Allah böyle imtihan ediyor. Kabul edecek
misin, etmeyecek misin? Mescid-i Aksa’ya evet de Mescid-i Haram’a hayır mı?
Mescid-i Haram’a evet de eskisine hayır mı? Bakın aynı zamanda bu işin zor
olduğunu da haber veriyor Rabbimiz:
"Bu
zor bir iştir, (bu büyük bir iştir). Ancak Allah’ın kendilerine doğru yolu
gösterdiği kişilere zor değil."
Bu
gerçekten zordur diyor Rabbimiz. Ama bu konuda, her konuda Allah’ın hidâyet
ettiği, Allah’ın yollarını açtığı kimselere bu iş gâyet kolaydır. Namaz için
de aynı şeyi söylemişti Rabbimiz.
“İnsanlara
iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Üstelik kitabı da okuduğunuz
halde. Aklınız yok mu sizin?
(Bakara: 44)
Ama bu
sizin Allah’tan yardım isteyeceğiniz namaz gerçekten çok ağır ve zor bir
konudur. Allah’a bağlanmanın özünü kavrayama-mış, Allah’ın ulûhiyeti ve
rubûbiyeti karşısında tam teslimiyet gösterememiş insanlara namaz ağır gelir,
zor gelir. Lâkin huşu erbabı için zor değildir namaz. Yâni kalpleri Allah’ı ve
Allah’ın âyetlerini anmakla yumuşamış, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini hatırlamaktan
zevk alan huşu sahipleri için zor gelmez deniyordu. Bakın burada da öyle
deniyor peygamberin kıbleyle alâkalı bu uygulamasını bir anda kabul etmek ve
alışkanlıklarından bir anda vazgeçmek zordur, ama Allah’ın kendilerine
hidâyet ettikleri için gâyet kolaydır buyuruluyor.
Yâni böyle
günde bin defa da peygamber farklı bir emirle karşımıza çıksa; gerçekten mü'min
olan bir kimse, gerçekten Allah’a teslim olan bir kimse, Allah’ın emir ve
yasaklarına boyun eğdi mi, tamam artık bu ona zor gelmeyecektir.
Bu arada
müslümanlar üzerinde büyük bir spekülasyon da vardı. Kendi kıbleleri terk
edilip, liderlikleri ellerinden alınan yahudiler de feryadı basmışlardı.
Birinci olarak şöyle dediler; Eğer bu yeni döndüğünüz kıble doğruysa, sizlerin
daha önce kıldığınız namazlar ne olacak? Şimdiye kadar Mescid-i Aksa’ya doğru
namaz kılan insanların durumları ne olacak. İkinci olarakta; Bundan sonra hadi
siz Mescid-i Haram’a döndünüz, bundan önce ölüp gidenlerin durumu ne olacak
dediler. Böyle problemler oluşturup müslümanların akıllarını karıştırmaya çalıştılar.
Bu
münâsebetle iki grup denenmiş oldu.
1- Önce
ırkçılar denendi. Daha önce Mekke’de müslümanlar Kâbe’ye dönerek namaz
kılarlarken bir anda kendi kıblelerini, kendi Kâbe’lerini bırakıp Mescid-i Aksa’ya
dönme emri ile karşı karşıya gelince henüz buna hazır olmayan ırkçı Araplar
denendi. Bunların içinden samimi müslümanlar imtihanı kazanıp karşıya
geçerken, kavmiyetçilik putuna tapanlar, biz geleneklerimizden vazgeçmeyiz,
biz atalarımızın kabul ettikleri, atalarımızın kutsâdıkları Kâbe’den vazgeçmeyiz
diyenler döküldü.
2- Şimdi de
Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönülürken de müslümanlar ve Allah’a
inandıklarını iddia eden yahudi ve hıris-tiyanlar deneniyorlardı. Bu defa da statükocular,
âdetlerine bağlı olanlar, alışkanlıklarının esiri olanlar imtihanı kaybederken,
Allah ve Resûlüne gerçekten bağlı olanlar kazanıyordu bu imtihanı.
Allahu
Teâlâ buyurdu ki:
"Allahu
Teâlâ sizin imanlarınızı zayi edecek değildir."
Demek ki
âyet-i kerîmeden anlaşılan o ki; iman namazmış. Demek ki iman, amelmiş, amel
de imanmış. Halbuki burada bu adamların zayi oldu, boşa gitti dedikleri şey
namazdı. Halbuki Allahu Teâlâ Allah sizin namazlarınızı zayi edecek değildir
demiyor da Allah sizin imanlarınızı zayi edecek değildir buyuruyor. Öyleyse
Rabbimiz, Allah sizin imanlarınızı zayi edecek değildir derken, sizin namazlarınızı
zayi edecek değildir buyurdu.
Öyleyse anlıyoruz ki amel
imandır, iman da ameldir. Efendim iman amel midir değil midir? Amel imandan
bir cüz müdür, değil midir? Tartışmasını da bitiriveriyor burada Rabbimiz. O
halde İmanla amel birbirinden ayrılmayan bir bütündür. İmanla amel bir kişide
karar kılmış iki ikiz kardeş gibidir. Birinin yokluğu halinde ötekisini
Allah’ın kabul etmeyeceği bir bütün olarak anlamak en iyisidir Allahu âlem.
Yâni amellerimiz iyi oldukça imanlarımız da iyi olacaktır, imanlarımızın
güzelliği, amellerimizin de iyiliği anlamına gelecektir. İmanımızın dışa
yansıyan bölümü amelimiz olacaktır.
Siz benim
amelime bakmayın, benim imanım çok güçlüdür, diyen adama diyeceğiz ki; amel
imanın dışa yansıyan bölümüdür, sende iman olsaydı mutlaka bu dıştan görünecekti
diyeceğiz. Daha iyi amel işleyenlerin imanları daha iyi demektir diyeceğiz.
"Muhakkak
ki Allah insanlara karşı çok Rauf ve çok merhametlidir."
Bundan
sonra Rabbimiz kıblenin değişme olayının nasıl gerçekleştiğini anlatmaya
başlıyor.
144:"Biz
görüyoruz ki Peygamberim, sen yüzünü semaya doğru çeviriyorsun. İşte şimdi
seni razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına
döndür. Ve sizler de artık nerede olursanız olun yüzünüzü Mescid-i Haram’a
doğru çevirin. Kendilerine kitap verilenler bilirler ki bu Rablerinden
kendilerine verilen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bundan
anlıyoruz ki; Allah’ın Rasûlü bu kıble değişikliğini bek-liyordu. Ve bu yüzden
de dua dua Allah’a yalvardığını anlıyoruz. Dua ediyordu Allah’ın Rasûlü. Çünkü
Allah’ın Rasûlü liderliğin İsrâil oğullarından alındığını ve liderliğin İslâm
ümmetine verildiğini biliyordu. Bu yüzden de kıble değişikliğinin
gerçekleşeceğini de biliyordu. Doğup büyüdüğü, yakînen tanıdığı, İbrahim
(a.s)’ın bina ettiği Kâbe’yi biliyor-du Allah’ın Rasûlü. Yahudilerin de
Rasulullah’a karşı psikolojik baskıları vardı. Allah’ın Rasûlü bunu âdeta bekliyordu.
Bekliyordu ki, kıyamete kadar insanlığın Kâbe’si olacak Mekke’deki Mescid-i Haram’a
çevirsin Allah. Bunu âdeta bekliyor ve bu konuda Allah dua ediyordu. Böylece
yahudilerin kıblesine dönmekten de kurtulacaktı Allah’ın Rasûlü. Allah buyurur
ki; biz bunu biliyoruz peygamberim.
"İşte
şimdi seni, razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz."
Sen razı
olacağın bir kıbleyle, yâni Kâbe’yle karşı karşıya geleceksin.
"Artık
yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür."
Şatr’al
Mescid’il Haram. Kâbe’ye döndür değil, Kâbe şatrına, yâni Kâbe tarafına döndür
denmiş. Çünkü uzakta olanlar için tam Kâbe’yi
Ayet-i kerîmenin ifadesinden anlıyoruz ki;
dünyanın her tarafındaki mü'minlerin tam olarak Kâbe’ye yönelmeleri mümkün değildir.
Onun içindir ki Rabbimiz, noktası noktasına Kâbe’ye dönmemizi değil, gücümüz
yettiğince Kâbe’ye doğru dönmemizi istiyor.
Bera bin
Azib (r.a) Hazretlerinin rivâyet ettiğine göre bu olay, namaz esnasında
olmuştur. Allah’ın Rasûlü Beni Seleme Mescidinde ashabıyla birlikte öğle
namazını kılarlarken bu âyet geldi. İlk iki rekatını Mescid-i Aksa’ya doğru
kılmışlardı, âyet gelince hemen Allah’ın Rasûlü Mescid-i Haram’a doğru döndü ve
geriye kalan iki rekatı da Mescid-i Haram’a doğru tamamladı. Bundan dolayıdır
ki bu mescide “Mescid-i Kıbleteyn” denmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş,
Kuba Mescidinde müslümanlar namazda iken biri gelip haber verince, ben
peygamberin yanından geliyorum, onunla birlikte Mescid-i Haram’a doğru namaz kıldık
deyince; onlar da hemen Mescid-i Haram’a doğru dönüverdiler.
Sahabenin peygambere itaatine bakın,
peygamberin sahabesinin birbirlerine güvenine bakın. Kıble gibi çok önemli bir
meselede bir müslüman, ben Rasulullah’ın arkasında namaz kıldım, o Kâbe’ye
doğru namaz kıldı dediği an hepsi de namazlarında olduğu gibi dönüyorlar ve
Kâbe’ye doğru namazlarını devam ettiriyorlar. Aynı zamanda bu âyet-i kerîme
bize bir tek müslümanın verdiği habere de güveneceğimizi anlatıyor. Yâni işte
haber-i vahid dir, acaba delil olur mu olmaz mı? Filan diye tartışıyorlar ya
bugün müslümanlar, akıllı güvenilir bir müslümanın verdiği habere göre bakın
müslümanlar kıblesini değiştiriyorlar.
İşte bu
âyetle müslümanların kıblesi meselesi kesinlik kazanmıştır. Bundan önce
okuduğumuz âyet, yâni kıble meselesinin ilk konu edildiği âyet:
"Doğu
da Allah’ındır, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zatını, yüzünü
orada bulacaksınız."
(Bakara: 115)
Âyetiyle
başlayan kıble meselesi bu son âyetle kesinlik kazanmıştır. Yâni artık
namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bu son âyetle bu
önceki âyet de nesih edilmiştir deniyor.
"Artık
bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir!"
Âyetiyle
nesih olmuştur diyoruz.
"Ve
sizler de artık nerede olursanız olun yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru
çevirin."
Öncekinde,
sen nerede olursan ol yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir denmişti, burada da
deniliyor ki; sizler nerede olursanız olun yüzünüzü kıbleye doğru çevirin deniyor.
"Kendilerine
kitap verilenler bilirler ki bu Rablerinden kendilerine verilen bir
haktır."
Yâni
müslümanların kıblelerinin Kâbe olması konusunda ne yahudilerin, nede
hıristiyanların kesinlikle en ufak bir şüpheleri yoktur. Bildikleri halde, bunu
anladıkları halde bile bile Rasûl-i Ekrem (a.s) 'a ve müslümanlara düşmanlık
yapıyorlar. Aslında bu âyetler Rasulul-lah’ın ve müslümanların kendilerine
güvenlerini de arttırıyordu. Ve bu âyetler yahudi ve hıristiyanların
yalancılıklarını da ortaya koyuyordu. Çünkü; zaman zaman, müslümanlar acaba biz
sorumlu muyuz? Biz şu ana kadar bu yahudi ve hıristiyanlara bu İslâm mesajını
ulaştırabildik mi, ulaştıramadık mı? Biz ne yapacağız? Acaba bu konuda bize
düşen bir şey var mı? Veya acaba bu adamlar sorumluluktan kurtulur mu? Filan
diye kimi müslümanlar kendilerini sorumlu tutmaya çalışıyorlar.
Ama bakın
âyetlerinde Allah diyor ki; eymüslümanlar bunu asla kendinize dert etmeyin.
Böyle bir problemle kendi kendinizi meşgul etmeyin. Çünkü onlar bunu
biliyorlar, bu konuda onlara yeterli bilgi ulaştırılmıştır diyor.
Bırakalım bu mesajı onlara ulaştırıp
ulaştıramadığımızı da. Yukarıda gördük biz mü'minler olarak insanlara şahit
olacağız, bu bizim problemimiz, bu bizim sorumluluğumuzdur.
Ama biz bu
ehl-i kitaba şahitler olmasak bile, bu insanlar bu bilginin sahibidirler.
Onlar kesinlikle biliyorlar ki, Kâbe’yi ataları İbrahim bina etti. Onlar kesin
biliyorlar ki; İbrahim oraya yönelmişti, İsmail oraya yöneldi, İshak (a.s)
oraya yöneldi, ataları Yakub oraya yöneldi. Bir de bildikleri, tanıdıkları son
peygamber de oraya yönelmişti. Bildikleri peygamber onlara geldiği zaman iman
etmeliydiler onlar.
Bekledikleri
peygamber gelmişti, biliyorlardı. Bu peygamberin adı Ahmet’ti, biliyorlardı;
bekledikleri peygamberin kitabı Kur’an olacaktı, bunu biliyorlardı; kıblesi
Kâbe olacaktı, Mekke’de zuhur edecekti, bunlarıda biliyorlardı; kavmi onu
zorlayacak ve sonunda Medine’ye göç edecekti bunu da biliyorlardı.
Oğullarından şüpheleri vardı; ama bu peygamberden şüpheleri yoktu, şimdi bu
adamlara müs-lümanların kitabı götürüp götürmemesi müslümanların problemi,
bizim kendi problemimiz.
Bu
adamlara; kusura bakmayın, madem ki size kitap duyurulmadı, madem ki din size
duyurulmadı, öyleyse buyurun cennete denilmeyecek kesinlikle. Bu konuda bir endişeniz
olmasın. Kaldı ki bir yahudi’nin, İsa (a.s) 'la karşı karşıya kaldığı andan
itibaren İsa (a.s)’ı kabul edip ona inanması gerekecekti. Bir hıristiyanın Hz.
Muhammed (a.s) la karşı karşıya geldiği andan itibaren Muhammed (a.s)’a iman
etmesi gerekecekti. Onların sorumluluktan kurtulma problemi ayrı, ama bizim
problemimiz ayrıdır tabii, bu ikisini ayrı düşünmek zorundayız. Biz sadece
onlara değil, tüm dünya insanına bu mesajı götürmek zorundayız. Ama biz gerçekten
yahudi ve hıristiyanlarla bir kavganın içine giremedik. Yâni onları bu
âyetlerle karşı karşıya getiremedik, onları bu âyetlerle uyarıp, bu âyetlerle
İslâm’a davet edemedik, bu doğru. Biz kendi kendimizi yemekten, kendi
kendimizle didişmekten biraz başımızı alabilirsek, belki bunu onlara
götürmeye zaman bulabileceğiz. Ama ne zaman ki kâfirlerle, yahudi ve
hıristiyanlarla karşı karşıya gelip Bakara’yı ve Al-i İmran’ı onların üzerine
bir uyarıcı ve hattâ bir silah olarak döndürebilirsek; bakınız o zaman bizim
imanlarımız ne kadar güçlenecektir. Ama şimdi kime okuyoruz bu âyetleri? Sen
bir âyet okuyorsun, karşındaki on âyet okuyor. Sen hadis okuyorsun,
karşındaki hadis okuyor ve kavga müslümanların kendi aralarında sürüp gittiği
için de müslümanlar negatif kalıyor ve hiç bir şey yapamıyorlar. Ne yapacaksın
da zaten karşındaki müslüman.
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir."
Ne
yaptığınızı ne ettiğinizi Allah apaçık bilmektedir. Allah sizin kıblelerinizin
ne yöne olduğunu, nasıl bir hedefinizin olduğunu ve nasıl bir hayat
yaşadığınızı biliyor. Mekke’ye döndüğünüzü de biliyor, Mekke’nin dışında bir
dünyaya döndüğünüzü de biliyor.
145:"Celâlim
hakkı için sen, o ehl-i kitaba her türlü mûcize ve delili getirsen de yine
senin kıblene tabi olmazlar. Sen de onların kıblesine tabi olacak değilsin.
Zaten onlarda birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Eğer sen, sana gelen
ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan işte o zaman sen de
zâlimlerden olursun."
Bu adamların bütün bunları bilmelerine rağmen, kendilerine
kitap verilenlere bir sürü âyet de getirsen onlar senin kıblene tabi olacak
değillerdir. Kur’an âyetleri, gök âyetleri, yer âyetleri ne tür âyet getirirsen
getir, onlar asla buna iman etmeyeceklerdir.
Gerçeği
ispat etmek için bütün delilleri, bütün belgeleri onların önüne de sersen yine
de onlar senin kıblene tabi olacak değillerdir. Aslında sen onlara aklî, naklî
en açık âyetleri, en açık delilleri gösterdin. Kâbe’nin tarihini anlattın,
Kâbe’nin ilk inşasını anlattın, İbrahim’i İsmail’i anlattın. Aslında bu
adamların iman etmeyişlerinin sebebi delillerin azlığı değil, anlamak
istemiyorlar, imandan yana değil bu adamlar.
Senin
ortaya koyduklarını nazarı itibara almıyorlar. Aslında bu adamlar şu anda
döndükleri kıblelerine âdet olduğu için dönüyorlar. Baba ve ecdatlarından
kendilerine intikal eden bir mîras olduğu için dönüyorlar, Allah’ın emri
olduğu için değil. Dolayısıyla sen onlara Allah’tan ne getirirsen getir, onlar
yine uymayacaklar. Onlar için önemli olan âdetlerdir. Öyleyse ey peygamberim,
sen boşuna uğraşma. Onların gönlünü edeceğim diye sakın sen de onlara hoş
görünmeye kalkma. Sen ne yaparsan yap, onlar asla senden razı olmayacaklardır.
Peki madem
ki bu insanlar ebedîyen müslümanların kıblesine gelmeyecekler, peki biz ne
yapacağız? Bize düşen nedir burada? Bize düşen bir iş var: Biz elimizdeki bu kitapla
peygamberin örnek hayatını insanlara duyuracağız. Buna rağmen gerek eski ehl-i
kitaptan, gerekse bizim ehl-i kitaptan kimileri bunu kabul etmezlerse
diyeceğiz ki; Rabbim selâmet versin.
Bu konuda
gevşekliğe düşmeyeceğiz, ümitsizliğe düşmeyeceğiz. O kabul etmezse berikisi
kabul edecektir, biz bu işe devam edeceğiz. Kabul ederler etmezler, bu onların
problemidir, bizim problemimiz değildir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız.
"Sen
de onların kıblesine tabi olacak değilsin."
Farz edin
ki yeryüzünde tek başına kaldık, bizden başka hiçbir müslüman kalmadı, yahudi
ve hıristiyanların kıblesine tabi olur musunuz? Eğer bu hidâyetten sonra kişi
onların kıblelerine tabi olursa; o zaman tabi cehenneme kadar yolu var
demektir.
Ekonomimiz
bozukmuş, dünyamız bozukmuş, gideriz dağ başında mağara kovuklarında bir hayat
yaşar yine de onlara tabi olmayız değil mi? İsterse bu kâfirlerin evleri altın
olsun, kapıları gümüş olsun, teknikleri, sanayileri dünyayı değil arşı da
kuşatsın, yine de onların kıblelerine tabi olamayız. Onların hiçbir yollarına
tabi olamayız, onlar gibi yaşayamayız, onlar gibi giyinemeyiz, onlar gibi
ticaret yapa-mayız, onlar gibi düşünüp, onlar gibi iman da edemeyiz. Benim izze-tim,
benim şerefim herşeyim bu dinimdedir. Hayır burada, yücelik burada, üstünlük
buradadır. Hem de zaten:
"zaten
onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller."
Yahudiler
sahraya, hıristiyanlar da gün doğusuna dönmekte-dirler. Onların kendi
aralarında bir birlik sağlamaları da mümkün değildir zaten. Yahudiler
hıristiyanlara tabi değiller, hıristiyanlar da Yahudilere tabi değiller. Hıristiyanların
Ortodoksları Katoliklere, Katolikler Protestanlara tabi değiller. Şu anda
beraber gibiler görünüyorlar; ama bir bakarsın bir anda birbirlerini yemeye
başlamışlardır. Tarih bo-yunca hep birbirlerini yemişlerdir zaten.
Hıristiyanların mezhep kavgaları, hıristiyanların yahudileri kesmeleri, fırınlara
doldurup yakmaları, tarih bununla doludur ve Allah, bunların arasına düşmanlık
ve bağza atmıştır, bunu çok iyi biliyoruz.
Bunlar da
zaten birbirlerinin kıblelerine tabi değildir, sen niye onların kıblesine tabi
olacaksın? Şu anda müslümanlar boyuna kıble tartışması içindeler. Kime dönelim,
nereye gidelim? Hep bunun tartışması içindeler. A.B.D' yi mi seçsek? A.E.T' yi
mi kabul etsek? Avru-pa’yı mı seçsek? Kimin kıblesine tabi olsak acaba? Allah
tarafını mı seçsek? Yoksa başkalarını mı seçsek? Allah buyurur ki bakın:
"Eğer
sen, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, işte o zaman
sen de zâlimlerden olursun."
Sana gelen
ilimden sonra. İlim nedir? İlim Allah tarafından Resûlü’ne gönderilen şu
Kur’an’dır, ilim vahiydir.
Eğer siz,
size gelen bu kitaptan sonra, elinizdeki bu vahiyden sonra, bunu bırakır da
onların heva ve heveslerine uyarsanız, kendi hukukunuzu bırakır onların
hukuklarına uyarsanız, kendi kılık kıyafetinizi bırakır onların kılık kıyafetlerini
benimserseniz, kendi yazılarınızı bırakıp onların yazılarını kullanırsanız,
onların icad ettikleri sistemlere uyarsanız, yâni her halinizle onların
kıblelerine tabi olursanız, o zaman siz de onlar gibi olursunuz.
Siz de
onlar gibi parça parça olursunuz. Hizip hizip, grup grup olursunuz, tıpkı onlar
gibi birbirini yiyen parçalar, birbirini tüketen gruplar olursunuz. Ümmet olma
özelliğinizi kaybedersiniz. Ve de en kötüsü sizler zâlimlerden olursunuz. Hani:
Zâlimler
ahdime ulaşamazlar, zâlimler idareci olamazlar, zâlimler iktidara gelemezler
deniyordu ya, o zaman sizler ebedîyen buna ulaşamazsınız, iktidar mevkiine gelemezsiniz
diyor Rabbimiz.
146:"Kendilerine kitap verilenler,
o peygamberi tanıyorlardı oğullarını tanıdıkları gibi. Ama onlardan bir grup
bilir oldukları halde hakkı gizlerler."
Bildikleri
halde hakkı gizliyorlardı. Meselâ Abdullah İbni Selam, yahudi âlimlerindendir.
Hz. Ömer kendisine bu âyetin mânâsını sorunca der ki; “vallahi ben onu kendi
evlâtlarımdan daha kesin bilirim. Çünkü onu Rabbim haber verdi. Ama kendi
çocuklarıma gelince; ne bileyim, onlar benim çocuklarım da olabilir, onların
anası beni kandırmış da olabilir!” deyince Hz. Ömer, onun alnından öper ve çok
güzel söyledin, çünkü Allah da böyle buyuruyor der.
Yâni bizim
ehl-i kitabın, bizim hoca takımının en büyük tehlikesi buradadır. Hani
oğlumuzu bildiğimiz gibi bileceğiz, ama dünyamız, menfaatlerimiz dinimizi
pratikte ortaya koymamıza engel olacak. Bu çok tehlikeli bir durumdur Allah
korusun. Bugün en kalitelimizin aldığı maaş, bir arabanın yıllık fâizi kadar
bir şey tutuyor. Yahudi âlimleri hakkı gizledikleri zaman kendilerinin gazaba
uğrayacaklarını da biliyorlardı. Bunu da bildikleri halde yine de gizlemeye
devam ettiler.
Bir de bu
âyetten şunu anlıyoruz ki hakkı bilmekle, hakka iman etmek; ayrı ayrı
şeylerdir. Hakkı bilmek, hakka iman etmek demek değildir. Bakın bunlar
biliyorlardı, ama iman etmiyorlardı. Bilgi ve iman pratiğe dökülmedikçe hiç bir
şey ifade etmez.
Efendim
işte mârifet yeterlidir, onlar bunun mârifetine ermişlerdir filan diye
birtakım sözlerin de hiç bir kıymeti yoktur.
147:"Hak
Rabbindendir. (Hak Rabbinden gelendir.) Sakın ha, sakın bu konuda şüpheye
düşenlerden olma Peygamberim!"
Hak
kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak,
cennet hak, cehennem hak, sırat hak, mizan hak, hepsi haktır. Ama
bakıyorsunuz, müslümanlar hak problemini gündeme getiriyorlar; lâkin problemi
bu hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söylemiyor.
Meselâ insan haklarını gündeme getiren müslümanlar, öncelikle Allah’ın
haklarını gündeme getirmek zorundadırlar. Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen
müslü-manlar, kesinlikle hiçbir zaman kullarının hakkını gündeme getireme-yeceklerdir.
Kaldı ki kulların hakkını da
değerlendirebilmek için hak bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır,
hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin
çözümü buradadır. Yâni bu kitaba göre bizim hakkımız nedir? Bunu bilmek zorundayız.
Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, kadın hakkı mı?
Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İş veren hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı?
Allah hakkı mı, kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun
dışında bunları çözeceğine inandığımız başka bir kaynak bilmiyoruz.
"Haktan
başka sadece dalâlet vardır."
(Yunus: 32)
Problemlerinizin
çözümünü bu kitabın dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla
düşmek zorunda kalacaksınız.
Hak,
Rabbinden gelendir. Kâbe konusu da olsa, kıble konusu da olsa hangi konu
olursa olsun hak; Rabbinden gelendir. Sakın ha, sen şüpheye düşenlerden olma.
Rasûl-i Ekrem Efendimizin zaten bu konuda bir şüphesi yoktu.
Eğer sen,
sana indirdiklerimiz konusunda şüphede isen hadi senden önceki kitap ehlinden
soruver. Kitap ehli olan, zikir ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla bu işin
sağlamasını bir yapıver, buyurmuştu da Rabbimiz, Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurmuştu.
"Ne
şüphe ederim, ne de bu konuda onlara bir şey sorarım."
Halbuki biz,
bugün herşeyimizi onlara soruyoruz. Herşeyimizi onlara danışıyoruz. Onlara
danışmadan en küçük bir karar bile vere-miyoruz. Tarihimizi onlardan öğreniyoruz,
geçmişimizin sîretlerini onların etütlerinden öğreniyoruz, gençlerimiz onların
üniversitelerinde okuyup akılları ve vicdanları karışmış olarak dönüyorlar
ülkemize ve Avrupa’da tahsil görmüş aydınlar olarak yapmadıklarını
bırakmıyorlar bize. Hak Avrupa’dan gelen değil, hak A.B.D nin dediği değil, hak
babamın dediği değil, hak hocamın dediği değil, hak bizim cemaatın dediği
değil, hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır.
(Hakk
kavramıyla ilgili bir soru soruldu)
Hakk
kavramıyla alâkalı bu dersimizde de, önceki derslerimizde de epey söz ettik
zannederim. Ama madem ki anlaşılmadı biraz daha söz edelim.
Arkadaşlar,
Kur’an bu kelimeyi bir kaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir
şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu
anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır.
2-
Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c) fiilleri bu anlamda
‘hakk’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında
‘…Allah, bunları ancak hakk ile
yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.”
(Yunus,
5)
3- Bir
şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında
‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hakk’tır’ dememiz gibi.
“….Allah iman edenleri, ayrılığa
düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.”
(Bakara,
213)
âyetinde
insanların inanç ilkeleri ve ibadetler konusunda ihtilaf ettikleri gerçek
anlamında geçmektedir.
4-
Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya
iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hakk’tır’ dememiz gibi.
“Eğer hakk, onların hevâ (istek
ve tutku)larına u-yacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde
olan herkes ve her şey fesada (bozulmaya) uğrardı…”
(Mü’minûn,
71)
5- Borç
anlamında kullanılmıştır
(Bakara,
282).
6- Hisse, pay anlamında
kullanılmıştır.
“Ve onların mallarında belirli
bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.”
(Meâric,
24)
7-
Adalet anlamında kullanılmıştır.
“Allah hakk ile hükmeder. Oysa
O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz
Allah işitendir, görendir.”
(Ğâfir,
20).
Yine
‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk,
inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, varlığı
ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan,
sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan Mevcut manalarına
gelir. Kur’an bu ismi bazen sıfat şeklinde (Kehf, 44; Tâhâ, 114), bazen haber
(Allah (c.c) hakk’tır) şeklinde (Hacc, 6; Lokman, 30) kullanmaktadır.
Evet Rabbimiz hakk’tır. Her şeyi yerli yerince yaratandır.
Her şeyin hakimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun yaratmasıyla ‘ta-hakkuk’
eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların
hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde ‘Allah’a bağlı olarak’ bir
hakikati (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerinin kar-şı hukukları vardır.
Allah (c.c) ‘bizâtihi vücut’tur. Yani O’nun varlığı, kendi Mevcut oluşunun
gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise ‘hakk’ oluşlarını
Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenab-ı Hakk’a borçludur. Onların
varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğayrihi vücut’tur, hak oluşları başkasına
bağlıdır. ‘Hakk’ aslında sabit ve aklın inkar edemeyeceği derecede gerçek olan
şey demektir. O aynı zamanda doğrudur,
Hakk’ın
tam karşıtı ‘batıl’dır. Batıl hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan,
uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, batıl ise onun üzerinde biriken
köpüktür. Köpük kaybolur gider, su kalır. (Ra’d, 17) Hakk, her zaman kalıcıdır,
yerindedir, uygundur, üstündür. Hakk gelince zaten batıl yok olup gider. Batıl
hakk’ın karşısında tutu-namaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında
vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur (İsrâ, 81).
148:"Her
ümmetin bir kıblesi vardır, ona yönelir. Sizler hayırda yarışın. Ve nerede
olursanız olun Allah (Kıyamet gününde) sizi bir araya getirir. Allah herşeye
kadirdir."
Herkesin bir yönü vardır. Her milletin kendine mahsus
yöneldiği bir yönü, bir kıblesi vardır. Dünyanın yuvarlaklığını düşünürsek
Avustralya’dan, Çin’e, Alaska’ya kadar, Japonya’dan Atlas Okyanu-suna kadar
bakıyoruz ki bütün müslümanlar Kâbe’yi merkez kabul etmiş ve hepsi de o tarafa
doğru yöneliyorlar. Kâbe’nin doğusundakiler batısındakiler, kuzey ve
güneyindekiler hepsi de o tarafa doğru yöneliyorlar. Her ülkenin kıblesi
farklıdır, ama hepsi de Kâbe’ye yönelmektedirler.
Veya
herkesin kıblesi, yönelişi farklıdır. Herkesin hayatının hedefi, programı
farklı farklıdır. Kıble, kişinin yöneldiği yön demektir. Kiminin kıblesi
kadındır, kiminin kıblesi paradır, kimininki makamdır, kimininki dünyadır.
Peki şimdi biz, bizim kıblemize yöneliyoruz, acaba bizim kıblemize
yönelmeyenlerin de kendilerine mahsus kıbleleri var mıdır? Allah diyor ki
herkesin bir kıblesi vardır. Bakıyoruz inadına Kâbe’ye yönelmeyen insanlardan
kimileri Moskova’ya yöneliyor, kimileri Washington’a yöneliyor, kimileri Paris’e,
kimileri başka yerlere yöneliyorlar. Yâni insanlar mutlaka bir yerlere
yöneleceklerdir, zira bu bir ihtiyaçtır. Peygamberi inkâr edenler mutlaka
kendilerine bir peygamber buluyorlar, kitaplarını reddedenler mutlaka kendilerine
bir kitap buluyorlar. Marks’ın kitabı veya falanın kitabı gibi.
Asıl mesele
yüzünü o tarafa, ya da bu tarafa döndürmek değil, namazla elde edilecek güzel
bir sonuçtur. Yâni asıl mesele namazın ruhunu ve sağlayacağı amacı yakalayabilmektir.
Bâtıl ehli;
bâtıl sembol ve işaretlere yönelir, hak ehli de hakkın sembol ve işaretlerine
yönelir. İyilik ehli; iyilikte yarışır, kötülük ehli de kötülük yolunda
yarışır. İyilik ve kötülükte kıstas, Allah’ın vahyidir. Zira sonunda hesabı görecek
olan Allah’tır. Mükâfat veya ceza verecek olan Allah’tır.
"Ve
nerede olursanız olun, Allah (Kıyamet günün-de) sizi bir araya getirir."
Kâbe’de
bizi bir araya getirdiğini biliyoruz. Şimdi de bir araya getirir değil mi
Allah bizi? Yâni şu anda yeryüzündeki müslümanların tamamı bir yere taş atsalar
yâni:
Ancak sana
ibâdet eder ve ancak senden yardım bekleriz, biz kesinlikle senden başkasını
dinlemeyiz, kesinlikle senin dediklerinden başkalarının gösterdikleri yola
gitmeyiz, sözünü gerçekten bilerek ve inanarak söyleseler, inanın onların
birleşmeleri bir an meselesi bile değildir.
Diyelim ki
tüm dünya müslümanları bir saat ayakta dursalar, bir gün yürüseler, bir saat
bir yerlere doğru yürüseler, hep birden ellerinde taşlarla oyuncak oynasalar,
yâni aynı hareketi yapsalar; tüm dünya yerinden oynayacaktır. Ama gelecek
inşallah o günler.
"Muhakkak
ki Allah herşeye kadirdir."
Yâni olur
mu bu ya? Biri dağda, biri bayırda olacak şey mi bu? Bu müslümanlar dirilecek
ha! Bu müslümanlar zincirleri kırıp birleşecekler ha! Aralarına konmuş bu barikatları
aşıp bir gün bir araya gelecekler ha! Üzülmeyin Allah herşeye güç yetirendir,
olmazı oldurandır. Bu müslümanların kalplerini bir anda birleştirmek Allah’a
aittir. Ve bu Allah’a hiçte zor bir şey değildir.
149:"Her nereden (yola) çıkarsan çık yüzünü Mes-cid-i Haram tarafına
çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan
gafil değildir."
Bu emir, bu
kıble meselesi önemine binaen tekrar tekrar bir daha bir daha gelecek.
Birincisi 144. âyetteki hüküm, Mescid-i Aksa’-ya yönelmeyi nesih etmek için gelmiştir.
İkincisi bu 149. âyetteki hüküm, bu Kâbe’ye yönelme hükmünün artık bir daha
kıyamete kadar nesih olmayacağını belirtmek için gelmiş. Artık bu Rabbinden
gelen bir hak olmuştur ve kıyamete kadar baki olacaktır. Üçüncüsü 150. âyetteki
hüküm de gerek yahudilerin, gerekse hıristiyanların ve müşriklerin,
müslümanların aleyhine ellerinde bir delil kalmasın diye indirilmiştir. Bir
başka görüşe göre de;
1- Birinci
âyet, Mekke’de oturanlar için kıbleye dönme emridir.
2- İkinci
emir, Mekke dışında diğer şehirlerde oturanlar için bir emirdir.
3- Üçüncü
âyetteki emir de seferde, yolculukta olanlar içindir denmiş.
150:"Her nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve sizler de nerede olursanız olun,
yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki insanların sizin aleyhinize bir
delilleri olmasın, (bir delilleri kalmasın.) Ancak onlardan zulmedenler müstesna.
Onlardan korkmayın benden korkun. Ta ki size olan nîmetimi tamamlayayım,
umulur ki hidâyete erersiniz."
Bu âyet,
peygamber (a.s) 'ın Kâbe’ye yönelerek namaz kılacağına dair bilgi önceki
kitaplarda haber verilmiştir. Yahudiler de, hı-ristiyanlar da bunun böyle
olacağını biliyorlardı. Biliyorlardı ki, Allah’ın son elçisi Kâbe’ye yönelerek
namaz kılacaktı. Bu sefer peygamber Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayınca da
şüpheye düşeceklerdi. Şimdi bu iş gerçekleşince, artık onların hiçbir şüpheleri,
hiç bir aleyhte delilleri kalmamıştı.
Ama
onlardan zâlimler, zaten yola gelmeyecek. Zâlimler de bu sefer şöyle
diyeceklerdi: Peki şimdi o zaman, şimdiye kadar Mescid-i Haram’a niye
dönmediniz? Madem bu işin doğrusu buydu da peki niye şimdiye kadar Kudüs’e
doğru namaz kıldınız? Niye yahudilerin kıblesine doğru döndünüz bugüne kadar?
Yahudiler ve hıristiyanlar di-yorlar ki; bak şimdiye kadar aramız iyiydi, bizim
kıblemize dönüyordu-nuz, Mekke’li müşrikler diyorlar ki; şimdiye kadar madem
Mescid-i Haram doğruydu da niye dönmediniz? Sevinecekleri yerde bunlar da
böyle diyorlardı. İnsanların biri böyle diyor, öbürüsü farklı söylüyor, halbuki
Allahu Teâlâ’nın değer yargısına göre durum bunların hepsinin dediklerinden
farklıdır ve Allah bunlardan hiç birisinin arzularına uyacak da değildir.
"Onlardan
korkmayın, benden korkun. Ta ki size olan nîmetimi tamamlayayım, umulur ki
hidâyete erersiniz."
Mü'min hiç
kimseden değil, Allah’tan korkacak. Çünkü rızık Allah’tan, ölüm Allah’tan,
hayat Allah’tan. Onlardan korkmayın, çünkü onların size yapabilecekleri hiç bir
şey yoktur. Korkmak bir ibâdettir ve bu ibâdet yalnızca Allah’a yapılmalıdır.
Eğer bir mümin, Allah’ın izni olmaksızın birilerinin kendisine zarar
verebileceğine inanarak, ondan korkarsa; Allah korusun, Allah’a şirk koşmuş olacaktır.
151:"Nitekim size, sizin aranızdan âyetlerimizi okuyacak, sizleri
arıtacak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilmediklerinizi öğretecek
bir peygamber gönderdik."
Elçinin ilk
görevi âyetleri okumak. Daha pratik uygulamaya geçmeden ilk önce bu âyetleri
okuyacağız. Kitap ve sünneti öğretmek. İnşallah biz de şimdi bizim gibi olun demeyeceğiz,
bizi pratikte uygulayın, biz nasılsak öyle olun, bizim ev düzenimiz nasılsa siz
de öyle yapın demeyeceğiz, bizim hayat anlayışımız, bizim ekonomi anlayışımız
nasılsa siz de öyle olun, öyle yapın demeyeceğiz. Peki ne diyeceğiz? İşte bu
Rasul gibi olun diyeceğiz. İşte örnek budur. Bu peygamber gibi olun, bu
kitabın istediği gibi olun diyeceğiz. Çünkü biz gibi olun desek; insanlar bizi
aşamayacaklar, bizde takılıp kalacaklardır. Bizi aşamayan müslümanların da
yamuk bir Müslümanlıktan kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır. Biz, bize
değil, kitap ve sünnete çağıralım ki; doğru dürüst müslümanlar çıksın
içimizden. Beni aşamazsınız, beni geçemezsiniz; ancak peygamberi bende göreceksiniz,
ben nasıl yaşıyorsam öylece yaşayacaksınız dedi mi insanlar, ötekiler de onda
çakılıp kalacaklardır Allah korusun.
"Size
bilmediklerinizi de öğretiyor (o peygamber)."
Peygamber
bilmediklerini Kur’an’dan öğrenmedi mi? Biz de bilmediklerimizi bu kitaptan
öğrenmedik mi? Öyleyse biz de insanlara Kuran’ı tavsiye etmek zorundayız.
152:"Beni
zikredin, ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, küfretmeyin."
Bana kulluk
edin, benim için yaşayın. Allah’ı zikretmenin, Allah’a şükretmenin en güzel
yollarından biri de Allah için hayatı fedâ etmektir. Canı verenin yolunda canı
fedâ etmek, malı verenin yolunda malı fedâ etmek, hayatı verenin yolunda
kişinin hayatını fedâ etmesinin adına şükür diyoruz.
1- Zikir
Kur’andır.
"Andolsun
Biz Kur’an’ı zikir için düşünüp öğüt alsınlar diye kolaylaştırdık. Öğüt alan
yok mu?"
(Kamer: 22)
"(Resûlüm)
Sana bu mukaddes kitabı âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar
(zikretsinler) diye indirdik."
(Sâd: 29)
"Kim
de benim zikrimden yüz çevirirse, muhakkak ki onun sıkıntılı bir hayatı olacak
ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr edeceğiz. O: Rabbim! Beni niçin kör olarak
haşr ettin? Oysa ben hakikaten görür idim! Der. Allah da buyurur ki: "İşte
böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun. Bugün de aynı
şekilde sen unutuluyorsun!"
(Taha: 124)
Bunun gibi
pek çok âyette zikir, Kur’an olarak anlatılır.
2- Zikir
namazdır. Çünkü namazda da kıraat vardır.
3- Zikir
hutbedir. Çünkü Rabbimiz:
"Ey
iman edenler! Namaza çağrıldığınız (Ezan okunduğu) zaman, hemen zikre koşun ve
alışverişi bırakın."
(Cum’a: 9)
Âyet-i
kerîmede geçen zikrullahtan kasıt Cuma hutbesidir.
Öyleyse
zikir, Allah’la beraber olmaktır. Zaten her ân Allah bizimle beraber de, bizim
tarafımızdan bunun zihinde canlı tutulmasının adına zikir diyoruz. İşte bu
zikrin anlaşılabilmesi adına onu şöyle gruplandıracağız:
1- L
2- Kalbin
zikri.
3- Bedenin,
eczamın zikri.
Aslında
genel mânâda zikir ikiye ayrılır. İnsanın zikri ve canlı cansız diğer
varlıkların zikri. Biz burada zikri üçe ayırırken, bu ayırımı insanın zikri
açısından yaptık.
1- L
a:
Birincisi mahza zikir olan Kur’an’ın tilavetidir, Kur’an’ın kıraatidir.
Meselâ ben:
Kur’an’dan bir bölüm okumaya başladık mı, işte
bu zikirdir. Zira Kur’an mahza zikirdir. Efendim işte şunu beş kere okuyacaksın,
bunu on kere okuyacaksın, bunu yüz kere söyleyeceksin demek değildir zikir. Kur’an okumaya başladınız
mı, işte bu zikirdir. Hangi âyet, hangi bölüm olursa olsun fark etmez.
b: L
“Allahu ekber” “La İlâhe illallah
Gibi. Bu da dilin zikridir.
c: Dilin
üçüncü zikri de vahyin sözcülüğünü yapmak adına söylediği herşey zikirdir.
Yâni
kişinin din adına konuşması, vahyin sözcülüğü adına söz söylemesi, Kur’an ve
sünnetin anlatımı adına dilin hareket etmesi de zikirdir. Din adına konuşmak,
Allah’ın istediğini Allah’ın istediği yerde söylemek, emr-i bil’marûf ve nehy-i
ani’l münker yapmak, öğretmek, anlatmak, emretmek, nehyetmek, duyurmak,
sevdirmek, tanıtmak gibi meşru sebeplerle dili hareket ettirmek de zikirdir.
Meselâ şu
anda benim konuşmam zikirdir. Sizin çocuklarınıza nanazı öğretmeniz zikirdir.
Hattâ kişinin hanımıyla yatağında şakalaşması da zikirdir. Bunların hepsi dilin
zikridir ki; müslüman asla bun-dan fariğ olmamalıdır. Çünkü Allah’ın Rasülünün
bir hadisine göre bu zikirden fariğ olan adamın kalbi kaskatı kesilecektir.
Zâlim bir
hükümdar karşısında hakkı söyleyen mü'minin dili bi-lelim ki; o anda
zikrediyor demektir. Mü'minlere Kur’an öğreten, hadis öğreten kişinin, çocuğunu
terbiye eden kişinin dili o anda zikrediyor demektir.
2- Kalbin
zikrine gelince, kalbin zikri, kalbin fonksiyonu, kalbin eylemi olan niyetin
Allah’a ait kılınmasıdır. Niyetin Allah’a ait kılınma-sı, yâni bir hayat boyu
kalbin Allah’ı hatırlayarak niyet sahibi olması demektir. Zira kalp iman ve
küfür, kabul ve red makamıdır. Kalp niyet makamıdır. Kalp hadiseler karşısında
kişinin meylinin değerlendirilme merkezidir. Yâni kişi diliyle ne söylerse
söylesin, kalpten ne geçirdiği önemlidir. Çünkü kalp fesat ve salah olabilme
özelliğine sahiptir. İşte bu iki özelliğe de sahip olabilen kalp, eğer Allah’ın
istediği gibi bir özelliğe sahipse, yâni Allah için niyet taşıyorsa; o zaman
işte bu kalp, zikir halindedir diyoruz.
3- Üçüncüsü
de bedenin zikri. Bedenin zikri de bütün ecsamıyla, tüm cevarıhıyla bedenin
Allah’ın kulluğunda istihdam edilmesidir. Yâni göz hakkı görür, kulak hakkı
işitir, dil hakkı konuşur, mide helâl yer, kafa meşru bilgiler öğrenir, ayak
meşru yerlere gider, el meşru şeylere uzanırsa, tüm azalar Allah’a kulluk
işinde istihdam edilirse, işte bu da bedenin zikridir; yâni tüm azaların yaratılış
gâyeleri istikâmetinde kullanılması. Allah azaları ne için yaratmışsa; onu,
ona tahsis etmek bu azaların zikridir. Eğer bu azaları yaratılış gâyelerinin
dışında kullanmaya kalkışırsak, Allah korusun o zaman zâlim durumuna düşeriz.
Allah buyurur ki:
Sizler beni
zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Beni, bana itaatle zikredin ki; ben de
sizi rahmetimle zikredeyim. Beni dualarınızla zikredin ki; ben de sizin
dualarınızı kabul edeyim. Beni dünyada zikredin ki; ben de sizi âhirette zor
zamanınızda zikredeyim. Beni sıhhatteyken zikredin ki; ben de sizi zor
günlerinizde zikredeyim. Beni benim yolumda cihadla zikredin ki; ben de sizi
zaferle zikredeyim.