194:”Haram ay, haram aya
karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Ama kim bu aylarda sizin üzerinize
saldırırsa, onun size saldırdığı gibi siz de onlara saldırın. Allah’tan sakının
ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir."
Haram
aylarda savaş yoktur. Kâfirler bu haram aylarda sizinle savaşmıyorlarsa direkt
olarak siz de bu aylarda onlara hücum etmeyin. Haram aylar bugün de
varlıklarını devam ettirmektedirler. Haram
aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Göklerin ve yerin
yaratılışından beri haram olan bu ayları Rabbimiz tarih boyunca her ümmete
haram olarak takdim buyurmuştur. Hattâ Mekkeli müşrikler kendileri çok çirkin
şeyler yaparak yoldan sapmalarına rağmen bu haram ayların hukukuna riâyet
ederek, bu aylarda savaş yapmıyor-lardı. Gerçekten bu aylarda emniyet ve sükun
hakim oluyordu. Ama haddi zatında Allah yasası, İslâm yasası olan bu yasayı Allah
Rasûlü de Mekke’de aynen korudu ve insanlara bu yasaya uymalarını öğütledi.
Ama Allah buyurur ki:
"Ama
kim bu aylarda sizin üzerinize saldırırsa, onun size saldırdığı gibi siz de
onlara saldırın."
Haram
ayların hürmetine riâyet edin, bu ayda savaşmayın; ama onlar, o kâfirler haram
aylarda bu ayların hürmetini çiğneyerek sizlerle savaşırlarsa, o zaman sizler
de onlara hiç acımayın! Siz de onlara vurun! Diyor Rabbimiz. Çünkü:
"Bir
kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür."
(Şûra: 40) buyrulur.
Bir
tecavüze aynıyla karşılık vermek; aslında tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır.
Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-lerinde şöyle buyurur:
"Kötülüğe
ilk başlayan daha zâlimdir."
(Buhârî iman 17)
Öyleyse
hürmetler, hürmetlere kısastır. Haram ay da haram aya kısastır. Müşrikler
Hudeybiye senesi Zilkade ayında müslüman-lara saldırarak bu haram ayın
hürmetini çiğnediler ve siz de bu ayda onlara karşılık vererek aynı şekilde
onlarla savaşmaktan sakınmayın deniyordu. Müslümanlar da bu ayda Mekke’ye girmişler
ve bu âyet müşriklere: "İşte bu geçen senekine kısastır" diye açıkça
haber veriyordu.
Veya evet
bu haram aylarda savaşmak yasaktır. Ama bu haram ayların birinde müslümanların
hataen kâfirlerden birilerini öldürmelerinden söz ediliyordu. Yâni bu haram
aylara ufak tefek yanılgılı bir şekilde yaklaşan, bu konuda ufak tefek hata
eden müslümanların tavır ve davranışlarını da Rabbimiz kınamadı. Her ne kadar
da bir yanılgıyla sizler bu haram aylarda bir savaş yaptıysanız da ötekiler
külliyen zaten bunu yapıyorlar buyurdu.
Mescid-i Haram, Mekke haramdı. O Mescid-i Haram’da kimseye kötülük
yapılmayacak, hiç kimse incitilmeyecekti. Bütün insanlar orada rahat ve huzur
içinde bir hayat sürecekti. Herkes istediği biçimde çok rahat olarak inancını
yaşayacaktı. Allah böyle istiyordu, din böyle diyordu. Ama Allah’ın peygamberi
Allah’ın mescidinde, Allah’ın hareminde, Allah’ın mülkünde kendisine hayat
hakkı tanınmayan bir durumla karşı karşıya bırakıldı. Allah’a inanmış Allah’ın
kulları, Allah’ın evinde rahat bir şekilde Allah’a kulluk yapamayacak bir
duruma getirildiler. Mekke’de Allah’ın Kâbe’sinin yanı başında on üç yıl müs-lümanlara
kan kusturdular. Orada hukuken hayvanlara bile ilişilme-mesi gerekirken,
müslümanların kanlarını helâl kıldılar.
Şimdi bu adamlar hem haram
ayların kutsiyetini kabul etmesinler, hem Mekke’nin, Kâbe’nin kutsiyetini ihlâl
etsinler, ondan sonra da çıkıp müslümanlara, müslümanlar bugün haram olan
Recebin sonu mu? Recep çıktı mı? Çıkmadı mı? Şüphe ederek ve bilmeyerek
onlardan birilerini öldürdüler diye yaygarayı bassınlar. Bak, bak bu
müslümanlar haram aylara riâyet etmiyorlar! Bunlar adam öldürüyorlar! diye.
Hiç önemli değil! Diyor Rabbimiz. Zira müslümanların da öldürmeye hakları vardır.
Tamam bir
yanılgı olmuştur, öldürmemeleri gerekiyordu. Ama onlar on üç senedir müslüman
kanı akıtıyorlardı ya. Yahut şu anda bu haram aylara çok büyük kudsiyet atfeden
bugünün yeryüzü kâfirleri, eğer fırsat bulsalardı yeryüzünde acaba bir tek
müslüman bırakırlar mıydı? İşte görüyoruz. Bosna kan gölü, Çeçenistan kan gölü,
dünyanın her tarafında akan müslüman kanı.
Burada
Kur’an’ın genel mantığına bakıyoruz. Kur’an hiçbir zaman savunmada değildir.
Daima hücumdadır Kur’an. Zaten daima hücumda olan toplumlar galip gelecekler ve
savunmada olanlar da mutlaka mağlup olacaklardır. Öyleyse bizim de içimizdeki ezikliği
bu Kur’an âyetleri inşallah silecek ve biz sürekli kâfirler karşısında hücumda
olarak sürekli inanç dünyamızda galip olabilmenin izzet ve şerefini
yaşayabilmeliyiz.
Bu haram aylarda ilk başlayan siz olmamak
şartıyla, onların size saldırdığı gibi siz de onlara hücum edin. Ama:
"Allah’tan
sakının ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir."
Bilin ki
Allah muttakilerle beraberdir. Haram aylarda mı savaşacaksınız? Takvayı
unutmayın. Haram aylar çıktığında mı savaşacaksınız? Takvayı unutmayın.
Kâfirlerle mi savaşıyorsunuz? Takvayı unutmayın. Onlar sizin egemenliğinizi
kabul etti de sulh mu yapacaksınız? Takvayı unutmayın. Allah huzurunda
olduğunuzu, sürekli Allah kontrolünde bir hayat yaşadığınızı ve yaptığınız her
şeyden hesaba çekileceğinizi unutmayın. Hayat budur zaten. Bakıyoruz, bu savaş
âyetlerinin arasında bir infak âyeti:
195:Allah
yolunda infak edin. Kendi ellerinizle ken-dinizi tehlikeye atmayın. İyilik
yapın, ihsanda bulunun çünkü Allah muhsinleri sever."
Bir savaş
ortamından sonra birdenbire bir infak emriyle karşı karşıya geliyoruz. Hayat
budur işte. Savaş ve infak iç içice yaşanacak. Ölmek, öldürmek, sağ kalmak ve
infak hayatın içinde olaylardır bunlar. Zaten Allah yolunda infak edemeyen
toplumlar Allah için savaşmaya da güçleri yetmeyen toplumlardır. Vücutlarının
dışındakileri harcamaya gücü yetmeyen insanlar, iç dünyalarını veya
vücutlarını nasıl harcayabilecekler? Malını Allah yolunda veremeyen insanlar
canlarını nasıl verebilecekler? Cebimdeki on bin lirayı Allah için harcayamayan
ben, ömrümün on saatini yahut ilerde ömrümün tamamını nasıl verebileceğim?
Halbuki Allah için savaşa girmek demek; ömrün tamamını fedâya hazır olmak demektir.
Sormak lâzım; inandıkları Allah, uğrunda mal harcamaya değmeyen bir Allah olan
bu insanlar, o Allah uğrunda canlarını nasıl fedâ edecekler? Bugün malımızın
beş on kuruşunu Allah için harcayamayan sen ve ben ömrümüzün tamamını isteyen
bir savaş felsefesi içinde, bir savaş ortamı içinde kendimizi nasıl fedâ
edebileceğiz? Bu durumda hiç bir şey yapamayacak ve oturup kalacağız yerimizde
şu anda olduğu gibi. Bir şey yapamayız ki.
Ama
Allah’ın ver dediği noktada yavaş yavaş verebilirsek, kendimizi vermeye
alıştırırsak, o zaman ötekisini de vermeye kendi-mizi alıştıracağız demektir.
Yâni bugün beş kuruşu, yarın on kuruşu, öbür gün yirmi kuruşu verebilirsek
veya bugün bir saatlik, öbür gün iki saatlik ömrümüzü Allah’a verebilirsek,
ilim öğrenmeye, din anlatmaya, hasta ziyaret etmeye verebilirsek, öbürsü gün
öyle bir duruma geliriz ki; tüm ömrümüzü Allah’ın dinine, müslümanların hizmetine
fedâkarca infak edebiliriz. Ve nihâyet bir gün gelir de Allah bizden ömrümüzün
tümünü isterse, malımızın tamamını isterse o zaman verebiliriz bunları. Ama
ben şu anda bir çay parasını bile veremiyorsam veya bir müslümanın dolmuş parasını
veya bir talebenin kitap parasını veremiyorsam, canım istendiği zaman ben bu
canı nasıl verebilirim? Zaten devam eden âyette buyuruluyor ki:
"Kendi
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"
Yâni Allah
yolunda infak etmeyerek kendi kendinizi cehenne-me, tehlikeye atmayın
buyuruluyor. Bu âyetin pratikte uygulanmasının bir yorumunu, bir savaş anında
naklen sahabe bize şöyle anlatıyor: Kostantin muhasarasında Rasulullah’ın sahabelerinden
Ebu Eyyub el-Ensârî, yaşlı bir kişi. Allah’ın Rasûlü Medine’ye geldiği zaman
evinde misafir kaldığı sahabe. Emeviler döneminde İstanbul’un fethi için gelir.
Bakıyor ki
muhasara esnasında bazı kimseler sürekli ileri atılıyorlar ve şehid
oluyorlar. Yanlarındaki bazı kimseler de diyorlar ki: Yapmayın böyle! Allah
kendinizi tehlikeye atmayın! Diyor. Yok diyor Ebu Eyyub el Ensârî, bu âyet
bizim için nazil oldu. Bu âyeti içinizde benden daha iyi bileniniz yoktur. Biz
Mekke fethedildikten sonra, Arabistan müslüman olduktan sonra geldik
Rasulullah’a ve dedik ki: Ey Allah’ın Rasûlü, Mekke fethedildi, Arabistan
tamamıyla müslüman oldu, artık gücümüz kuvvetimiz zirveye ulaştı. Sulh sükun
hakim oldu. İslâm egemen oldu. Artık bize müsaade et de biz şu işimize,
aşımıza, ticaretimize, hurmalıklarımıza, tarlalarımıza dönelim! Dedik.
Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu: Siz Allah yolunda cihadı bırakır da tarlalarınıza,
ticaretinize dönerseniz kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmış olursunuz!
Sonra da bu âyeti okudu. İşte âyetin mânâsı budur. Ve e- ğer gerçekten bizler
İşimize, aşımıza, dükkanımıza tezgahımıza döner de Allah yolunda cihadı terk
edersek, kendi ellerimizle kendi kendimizi tehlikeye atmış olacağız. Halbuki
bize göre bizim kendi kendimizi tehlikeye atmamız, zarara uğramamamız,
maslahata uygun rahat içinde bir hayatı kaybetmemiz demektir.
Öyleyse
cihadı bir kenara bırakıp mal mülk derdine koşmanız, tarla tapan derdine, ev
bark derdine, mark dolar derdine koşmanız sizin kendi kendinizi kendi
ellerinizle tehlikeye atmanızdır diyor Allah Rasûlü. Ebu Eyyub el Ensârî bunun
bu mânâya geldiğini anlatıyor. İşte savaş âyetlerinin ve savaş ortamının içinde,
savaş âyetlerinden hemen sonra bizi infakla karşı karşıya getiren bu âyetin
bilincine ermemiz gerekecek. Şu anda bizler belki fiilen bir savaş ortamında olmamakla
beraber, öyle miyiz değil miyiz o da tartışılabilir de, şu anda her ne kadar
çevremizdeki kardeşlerimizin savaş ortamında oluşundan habersiz yaşayan
bizler, belki fiilen bir savaş ortamının içinde olmamakla birlikte şu anda
hepimiz infak ortamı içinde bulunuyoruz. Ya da infak ortamında olabiliriz.
Yâni şu anda bizler hiç olmazsa
hayatımızı dünyaya bağım-lılıktan kurtarmak zorundayız. Uykuya bağımlılıktan,
rahata bağımlılıktan, paraya bağımlılıktan, büroya, dükkana, tezgaha bağımlılıktan
kurtarmak zorundayız. Zaman imkânlarımızı, ömür imkânlarımızı, mal
imkânlarımızı yavaş yavaş fedâ etmeye alıştırmalıyız kendimizi. Ömrümüzün bir
bölümünü, meselâ 24 saatimizin 2 saatini müslümanların dirilişi meselesine
fedâ edebilmeliyiz. Benim günlük zamanımın iki saati sizin içindir ey
müslümanlar! diyebilmeliyiz. Kullansınlar bizi iki saat. Harcasın müslümanlar
iki saatimizi. Harcasınlar bizi. Kim harcarsa harcasın fark etmez. İhtiyarı
kullansın, genci kullansın, kadını kullansın, erkeği kullansın, akrabam kullansın,
babam, anam, komşum, arkadaşım kullansın fark etmez. Ama ben başkalarının olabileyim
iki saat. Ve yirmi dört liramın iki lirası da başkalarının olsun. Ben onda hiç
temellük hakkı saymayayım. Varsa yirmi dört liramın iki lirasını da başkaları
kullansın ne çıkar bundan? Ben bugün iki saatimi vereyim de, ben bugün iki
liramı vereyim de, yarın öbürsü gün dörde, beşe çıkarayım. Eğer bugün ben bunu
beceremezsem, bencillik yapar ve sadece kendim için yaşarsam ve paramı da hep
kendime harcarsam, bir gün zorunlu olarak canımın istendiği bir ortamda,
malımın tamamının istendiği bir savaş ortamında benim yapabileceğim hiç bir
şey yoktur. Allah yolunda infak edin:
"İyilik
yapın, ihsanda bulunun; çünkü Allah muh-sinleri sever."
İhsan,
hayatın herşeyinde ihsan. Hayatın her bir bölümünde ihsan isteniyor bizden.
Savaşırken ihsan, öldürürken ihsan, ölürken ihsan, infak ederken ihsan, kurban
keserken, yerken, yedirirken, namaz kılarken, oruç tutarken, haccederken,
savaşırken, barışırken hep ihsan isteniyor bizden. Yâni hayatı Allah çin yaşamak
isteniyor. İhsan budur işte. Hayatı Allah için ve Allah’ın gördüğü şuuru içinde
yaşamak. İşte Allah böyle kendisini görürcesine kendisine kulluk yapanları
sever. Allah’ın her ân ve her zaman kendisini kontrol ettiğine inanan ve her
ân Allah huzurunda bir hayat yaşadığı bilincine eren bir müs-lüman, elbette tüm
yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışacaktır.
196:"Hac
ve umreyi de Allah için tamamlayın. Bundan engellenirseniz, yapamadığınız bir
şey olursa o vakit size kolay gelen kurbanı gönderin. Ama kurbanlar kurban
mahalline (Mina) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta
olur veya başından bir rahatsızlığı varsa ona oruç, veya sadaka, veya kurbandan
fidye gerekir. Güven içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile yararlanmak
isteyene, temettû yapmak isteyene kolayına giden bir kurban kesmek gerekir. Kim
kurban bulamazsa hacda üç gün, hacdan döndüğünüzde de yedi gün olmak üzere tam
on günlük oruç vardır. Bu ailesi Mescid-i Haram’da olamayanlar içindir.
Allah’tan sakının, bilin ki Allah cezası çok şiddetli olandır."
İşte hayat
böyle. Bazen savaşırsın, bazen para harcarsın, bazen de hacca ve umreye
gidersin. Hayat budur işte. Veya anında hacdan dönerken yolun değişiverir,
memleketine döneceğin yerde Filistin’e, Mescid-i Aksa’yı kurtarmaya
dönüverirsin. Veya bakarsın bir gün şeytana attığın o taşları Filistinli
garibanların arasında, onların attıkları hedefe atıverirsin. Bakarsın ki milyonlarca
insanın ellerinde taşlarla beraber kendilerine doğru geldiğini gören zâlimler,
yıllardır kemik kırıp, kan içen zâlimler kaçacak delik aramaya başlamışlardır
artık. Korktukları günün gelip çattığını anlamışlar ve korkudan ödleri patlamıştır
artık. Ve artık yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde kemikleri kırılan, kanları
içilen gözü yaşlıların yüzleri de gülmeye başlamıştır. Ve bu iş, o zaman çok
kolay olur. O günler pek uzak olmasa gerek. İşte savaştan sonra bir infak ve
infaktan sonra da bir hac âyeti.
Haccı ve
umreyi de Allah için tamamlayın! Haccı ve Umreyi düzgün yapın, ihsan içinde ve
Allah’a lâyık bir biçimde yapın! Zira hac, insan ömrünün bir kesitidir. İnsan
hayatının bir maketidir. Hacla insan ömrü doğru orantılıdır. Hac anlaşılmışsa,
hac Allah’ın istediği biçimde ifa edilmişse insan hayatı düzgündür. Hac anlaşılmadan
yapılmışsa, hacda ihsan gerçekleşmemişse o zaman insan hayatı da bozuktur.
Öyleyse haccı ve umreyi Allah için ve Allah’ın istediği şekil-de tamamlamak
zorundayız.
"Bundan
engellenirseniz, yapamadığınız bir şey olursa, o vakit size kolay gelen kurbanı
gönderin."
Eğer hac
için yola çıktıktan sonra engellenirseniz, orada hapse filan girerek veya başka
sebeplerle engellenirseniz, niyetlendiğiniz haccı gerçekleştiremezseniz, o
zaman da kolayınıza gelen bir kurbanı kesin diyor Rabbimiz. Hacdan engellenme
konusunda iki görüş vardır: 1: Düşman tarafından konulan bir engeldir. Nitekim
ulemânın ifadesine göre bu âyet umre yapmak niyetiyle giderken Hudeybiye denen
mevkie geldiklerinde Mekke’li müşriklerin Rasulullah’a ve beraberindeki
müslümanlara Mekke’ye girme engeli koymaları üzerine nazil olmuştur. Allah’ın
Rasûlü burada ihramdan çıkıp kurbanlarını kesmiştir. 2: İkincisi niyetlenmiş
haccı engelleyen herşeydir diyenler de olmuştur. Hastalık, düşman korkusu, yol
emniyetsizliği, bineğin kaybolması, ölmesi, kadının yanındaki mahreminin ölmesi
gibi engel-lerdir. İbni Mes'ud’un rivâyetinde Allah’ın Rasûlü, Duba binti
Zübeyr Binti Abdul Muttalib’in evine uğradı. O Rasulullah’a dedi ki: Ey Allah’ın
Rasûlü ben haccetmek istiyorum ama hastayım, ne yapayım? Allah’ın Rasûlü
buyurdu ki: Haccet ve şöyle bir şart koş: Ben nerede hacdan ala konursam orada
ihramdan çıkarım. (Buhârî ve Müslim)
"Ama
kurbanlar kurban mahalline (Mina) varıncaya kadar başlarınızı tıraş
etmeyin."
Hastalık sebebiyle düşman sebebiyle veya başka
bir şeyler sebebiyle engellendiğiniz zaman kişi kurbanını ya Haremi Şerife gönderir,
ya da bulunduğu yerde kurbanını keser. Yâni bir zaman ihramdan çıkıp
başlarınızı tıraş etmeyiniz. Arafat, Müzdelife, sonra kurban kesme mahalli olan
Mina’ya varıncaya kadar saçlarınızı tıraş etmeyin.
Bu âyetle alâkalı kimileri Mescid-i Haram’a bir kurban
veya bedelini mutlak göndermelidir demişler. Çünkü kurbanın ulaşacağı yer konusunda
Mâide’de şöyle buyurulur:
"Kâbe’ye
ulaşacak bir kurbanlık.."
(Mâide: 95) Âyetinin delâletine
göre harem bölgesi kastedilmiştir. Kimileri de kişinin bulunduğu yerde kurbanını
kesmesi de caizdir demişler. Nitekim Allah’ın Rasûlü Hudeybiye’de kurbanlarını
kesmiştir. Hudeybiye harem bölgesinin dışındadır. Yukarıda ifade ettiğim şart
koşma hadisi de buna delildir Allahu âlem.
"Sizden
kim hasta olur veya başından bir rahatsızlığı varsa ona oruç, veya sadaka,
veya kurbandan fidye gerekir. "
Yâni kişi
ihzar durumunda iken, hacdan engellenmiş durumu yaşarken hasta olur, ameliyat
edilecek olur, başından veya vücudunun herhangi bir yerinden tıraş yapılmak
zorunda kalırsa, zamanından önce tıraş olduğundan dolayı o kişiye oruç tutması
veya sadaka vermesi veya kurban kesmesi vacip olur. Bu tercihi Rabbimiz kişinin
kendisine havale etmiştir.
İslâm’da
tıraş önemlidir. Çünkü tıraş hayata yeniden, yenibaş-tan dönmek gibidir. Yâni
bir kişinin ihrama girip de Mina’da geceleyip ertesi sabah Arafat’a çıkıp,
ertesi akşam Arafat’tan Müzdelife’ye doğru yürüyüp ve sabah namazından sonra da
Mina’ya, savaş alanına doğru gitmesi, orada şeytanlarla karşı karşıya gelmesi
anına kadar artık tamamen dünyayla irtibatını kesmiş, varlığını bitirip
sıfırlamış, hiç bir şeyi kalmamış, herşeyi Allah için olmuş. Arafat’ta irfana
ulaşıyor, Allah için öğreniyor, Meş’ar’de bu öğrendiklerinin Allah için bilincine
eriyor, öğrendiklerini şuur haline getiriyor ve Mina’da da bu öğrendiklerini
Allah’a kulluk adına uygulamaya koyunca karşısına çıkacak tüm engelleri kurban
etme noktasına ulaşıyor, kurban ediyor. Bambaşka bir dünyada, bambaşka bir hayatın
maketini yaşıyor. Ve ondan sonra da ihramdan çıkarken başını tıraş ederek
tekrar dünyaya, eski hayatına dönüyor. Orada yaşadığı bu sembol hayatla bu
maket hayatla dünyaya dönüyor. Yâni orada pratikte uyguladığı bir hayat
bilgisi ve bilinciyle tekrar hayata dönüyor. Ve onu aynen bundan sonraki hayatında
uygulamak bilinciyle hayata dönüyor. Artık bir ömür boyu o hayatın aynını
gerçekleştirmek zorundadır. İşte model bir hayattan, maket bir hayattan
yeniden hayata dönmenin başlangıcında kişi, başını tıraş edecektir. Evet,
orada Rabbimiz bize sunduğu, bize yaşattığı o maket hayatın aynısını bir ömür
boyu yaşamamızı istiyor. İşte bundan sonraki tüm hayatınız buradaki gibi olsun
diyor.
¬
"Güven
içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, temettû
yapmak isteyene kolayına giden bir kurban kesmek gerekir."
Temettu
haccına niyet eden kişi kurban kesmek zorundadır. Ama herkimin de bu kurbanı
kesmeye gücü yetmezse:
"Kim
kurban bulamazsa hacda üç gün, hacdan döndüğünüzde de yedi gün olmak üzere tam
on günlük oruç vardır. Bu ailesi Mescid-i Haram’da olamayanlar içindir.
Allah’tan sakının, bilin ki Allah cezası çok şiddetli olandır."
Kurban kesmeye gücü yetmeyen kişi de hac esnasında,
yâni kurban bayramından önce üç gün oruç tutacak ve memleketine döndükten
sonra da yedi gün oruç tutacak, böylece on gün oruç tutması gerekecektir.
197:"Hac
belli aylardadır. Kim bu aylarda haccı kendisine farz ederse, hacda kadınla
cinsi birleşme, fısk ve cidal yoktur. Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilmektedir.
Azık da alınız, azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl sahipleri benden
sakının."
Kimileri bu
hac belli aylardadır ifadesini yanlış anlamaya çalışıyorlar. Efendim
istediğimiz zaman hac yapabiliriz, baksana Allah hac belli aylardadır
buyuruyor, öyleyse dilediğimiz zaman dilediğimiz aylarda hac yapabiliriz bunda
hiç bir mahzur yoktur diyorlar. Halbuki durum böyle değildir. Hac ayları
Şevvalden sonra başlıyor. Şevval hazırlıktır, Zilkade bu hazırlığın zirveye
çıkmasıdır ve Zilhicce de hac aylarıdır. Ve böylece Rabbimizin zikrettiği aylar
bunlardır diyoruz hazırlık dönemiyle birlikte son safha olarak.
Yine Tevbe
sûresinde:
“...Büyük
hac günü, Allah ve peygamberleri, insanlara ilan eder.
(Tevbe 3)
Diye bir
günden söz ediyor Rabbimiz. İşte o belli gün Zilhiccenin dokuzuncu günüdür.
Allah’ın rasûlu de "O gün Arafa’dır" diyor. Buna göre hiçbir zaman
bir müslümanın Zilhiccenin dokuzunun dışında bir günde Arafat’a çıkıp hac
yapabilirim diye bir söz söylemeye hakkı ve selahiyeti yoktur.
Efendim
işte insanlar çoğaldı, hacda izdiham oluyor, artık bu hac işini diğer aylara da
yaymak zorundayız. Kimimiz Muharrem ayında, kimimiz Zilhiccede hac yapabilmeliyiz
demeye kimsenin hakkı yoktur. Hac bellidir, hac ayları da bellidir. Bu yasa
Hz. İbrahim döneminde belirlenmiştir, Rasulullah (a.s) döneminde de bu yasa
aynen pratikte uygulanmıştır. İlk önce Hz. Ebu Bekir Efendimiz bunu pratikte
göstermiş, sonra da Allah’ın Rasûlü veda haccında bizzat bunu pratikte göstermiştir.
Bundan sonra artık hiç birimiz istediğimiz zaman hac yapabiliriz diyemeyiz
kıyamete kadar.
"Kim
bu aylarda haccı kendisine farz ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, fısk ve
cidal yoktur."
Yâni kim
ihramını giyer de hacca karar verip başlarsa; artık onun için refes, fısk ve
cidal haramdır. Yâni kim ki hac aylarında haccetmek niyetiyle binitini ve
azığını hazır ederek haccı kendisine farz ederse. Rasulullah efendimizin bir
hadisinden öğreniyoruz ki; bir müs-lümana haccın farz olması için iki temel
şart vardır. Bunlardan birisi azık diğeri de binittir. Binit ve azık. Biniti
ve azığı olan kişiye hac farz olmuştur. Bir merkebi, yahut atı veya devesi veya
bir bisikleti, motosikleti veya arabası olan ve de yolda yiyebileceği kadar
işte üç beş kilogram yağı ve bulguru olan kimseye hac farz olmuştur. Altı ayda
da bu şekilde varıp gelebilecek bu imkânı olan kişiye Allah ve Resûlüne göre
hac farzdır. Eskiden atalarımız binerlerdi develerine ve üç beş ayda bu
vazifelerini ifa edip gelirlerdi.
Hazırlıklarını
yapıp hac yolculuğuna çıkan kimseye refes, fısk ve cidal haramdır diyor
Rabbimiz.
Refes;
kadınlarla cinsel ilişki ve kötü, kaba lafları içine alır. Hac esnasında
kadınlarla cinsel ilişki yasak olduğu gibi, aynı zaman-da cinsel ilişkiyi
çağrıştıran sözler söylemek de yasaktır. Refes kelimesi bunun ikisini de
kapsayan bir kelimedir.
Fısk, ya da
fusuk ise Allah’ın yasaklarını çiğneyerek korkusuz-ca ve pervasızca günah
işlemektir. Hac esnasında ve her zaman bu da yasaktır.
Cidal da
tartışmak, ağız kavgası yapmaktır ki; hac esnasında Rabbimiz bunu da
yasaklamıştır. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde buyurur ki:
"Kim
Refes ve fusuk yapmadan haccederse anasından doğduğu gündeki gibi tüm
günahlarından arınmış olarak hacdan döner."
Az önce de
ifade ettiğimiz gibi, günah her yerde günahtır, sevap her yerde sevaptır. Ama
şunu da unutmayalım ki orada işlenecek günahların da sevapların da kat sayıları
farklıdır.
Bunun için
mi dir ki bilmem, galiba şeytanlar o ayda yeryüzünün tamamındaki mevzilerini
terk edip hac yolunda müslümanları bu tür şeylere, kavgalara isyanlara
sürükleyip hacda günahlarının dökülmesini engellemeye çalışıyorlar.
Şeytanlar, orada müslümanların günahlarını dökerek tertemiz ülkelerine dönmelerini
istemedikleri tüm izinlerini kaldırıp müslümanların hac yollarının üzerine
çıkmaktadırlar. Hattâ A’râf sûresindeki:
"Beni
azdırdığın için, andolsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı
duracağım. Sonra önlerinden, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım;
çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın" dedi.”
(A’râf 16,17)
Âyetindeki
şeytanın, mü’minlerin yolları üzerinde duracağım ifadesini de kimi âlimlerimiz
bu hac yolculuğu olarak anlamışlardır. Evet hacda refes, fusuk ve cidal (kavga)
yasaktır. Peki acaba bunlar sadece ihramlıya mı yasaktır? Yâni adam ihramdan
çıkınca artık bunlara izin var mıdır? Hayır bunlar ihramın dışında da yapılması
yasak olan şeylerdir. Ama hacda bize tüm ömrümüz boyunca takip edeceğimiz maket
bir hayat sunuluyor ya, işte belki bundan ötürü burada daha bir hassasiyetle
bu konulara dikkatimiz çekilmektedir diyoruz.
"Hayırdan
ne yaparsanız Allah onu bilmektedir. Azık da alınız, azıkların en hayırlısı
takva azığıdır. Ey akıl sahipleri benden sakının."
Evet,
siz ne yaparsanız, nasıl bir amel işlerseniz Allah onun bilmektedir, Allah onun
farkındadır, onu hesaba katmaktadır. Bu konuda pek çok hadisten bir kaçını
hatırlayalım inşallah. Ebû Zerr (r.a)’den rivayet edildiğine göre bazı insanlar: Ey Allah’ın
Rasûlü zenginler tüm sevapları alıp götürüyorlar, çünkü onlarda bizler gibi
namaz kılıyor, oruç tutuyor, ayrıca zenginliklerinden dolayı sadaka da veriyorlar
dediler. Rasûlullah (s.a.v.):
“Allah sizlere sadaka verme ve bu
yönde sevap kazanma imkanı vermedi mi sanıyorsunuz?
Her sübhanallah demek bir sadakadır,
her Allahüekber demek bir sadakadır,
her elhamdülillah demek bir sadakadır,
her lâ ilâhe illallah demek bir sadakadır,
iyiliği em-retmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Hatta her birinizin
hanımıyla birlikte yatması sadakadır”
buyurdu. Bunun
üzerine sahâbîler: Ey Allah’ın Rasûlü hanımı-mızla şehvetimizi tatmin etmekle
bize sevap mı var? dediler. Pey-gamber (s.a.v.):
“Kişi bu istek ve ihtiyacını haram yoldan
giderseydi, günah olmayacak mıydı? Helal yoldan gidermesinde de elbette sevap
vardır”
buyurdular. (Müslim, Zekat 53)
Ebû Zerr (r.a)
şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v) bana şöyle dedi:
“Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret
bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!”
(Müslim, Birr 144)
Ebû Hureyre
(r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
“İnsanların her bir eklemi için her gün bir
sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır, bir kimsenin
binitine binerken veya yükünü yüklerken yardım etmen sadakadır, güzel ve tatlı
söz sadakadır, namaz için mescide giderken attığın her adım sadakadır, insanlara
eziyet veren şeyleri yoldan kaldırman da sadakadır.”
(Buhârî, Sulh 11; Müslim, Zekat 56)
Hz, Aişe (r.a)’nın değişik bir rivayetinde şöyle
denmiştir:
“Her insan üç yüz altmış
eklem üzere yaratılmıştır. Şu halde bir kimse: Allahüekber derse elhamdülillah
derse lâ ilâhe illallah derse sübhanallah derse, Allah’tan bağışlanma dilerse,
insanların yollarından eziyet veren taş, diken, kemik gibi şeyleri bir kenara
atarsa, iyi olan şeyleri emreder, kötülüklerden sakındırırsa, bunların hepsi de
üç yüz altmışı bulursa o gün cehennem ateşinden uzaklaşmış olarak akşamı eder.”
(Müslim,
Zekat 54)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurdu: “Sabah akşam camiye
giden her kimseye her gidişinde Allah onun için cennette bir ziyafet hazırlar.”
(Buhârî,
Ezan 37; Müslim, Mesâcid 285)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Ey müslüman hanımlar
hiçbir komşu kadın komşu-sunun verdiği koyun paçası bile olsa yaptığı iyiliği
küçüm-semesin.”
(Buhârî,
Hîbe 1; Müslim, Zekat 90)
Ebû Hureyre (r.a)’den aktarıldığına göre Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurdu:
“İman yetmiş yahut
altmış bu kadar şubedir. En yük-seği لاَ إِلَهَ
إِلاَّ اللهُ = Allah’tan başka
ibadet edilecek sözü din-lenecek gerçek ilah
yoktur sözüdür. En aşağısı ise eziyet verecek şeyleri yollardan
kaldırmaktır, utanmak da iman-dan bir bölümdür.”
(Buhârî,
İman 3; Müslim, İman 58)
Ebû
Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken
çok susadı, niha-yet bir kuyu bulup oraya indi, su içip çıktı, bir de ne
gör-sün bir köpek dilini çıkarmış soluyor ve susuzluktan nemli toprağı
yalıyordu. Adama kendi kendine bu köpek de tıpkı benim gibi susamış dedi ve
hemen kuyuya indi, mestini su ile doldurdu ve mesti ağzına alarak kuyudan
çıktı, köpeği suladı. Bundan dolayı Allah o kimseden razı oldu ve onu
bağışladı.”
Sahabeler: Ey Allah’ın Rasûlü bizim için hayvanlardan dolayı sevap var mıdır?
dediler. Rasûlullah (s.a.v) de: “Her
canlı sebebiyle sevap vardır” buyurdular.
Bir
başka rivayette: “Allah ondan memnun
oldu ve onu bağışlayıp cennetine koydu” denilmektedir.
Bir
diğer rivayette ise şöyle buyurulmaktadır: “Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek bir kuyunun etrafında dolaşıp
duruyordu. İsrail oğullarından ahlaksız bir kadın onu gördü hemen çizmesini
çıkardı, köpek için kuyudan su çekerek onu suladı, bu sebeple o kadın
bağışlandı.”
(Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selam 155)
Yine bir kadının bir kediyi hapsedip aç bırakarak ölümüne
se-bep olduğu da başka bir hadiste belirtilir. Bu iki hadîsi birlikte incele-yecek
olursak her canlıya yaptığımız iyilikten dolayı sevap kazana-cağımızı, zarar
verdiğimizde de cezalandırılacağımızı bileceğiz. “Za-rarlı
olan hayvanları öldürün” hadîsi ile de istisnaî
durumlar açığa kavuşturulmuş oluyor. Hayır yolları pek çoktur, ciğer sahibi
can-lılara yardım da sevaba vesiledir. Müslüman kişi canlılara ilk yardım
olarak hidayet ve doğru yolu gösterme yanı sıra diğer gereken yar-dımları da
mutlaka yapacaktır, çünkü tüm bu yardımlar onun için müslümanlık borcudur.
Ebû
Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Müslümanları rahatsız eden yol
üzerindeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde yüzer gördüm.”
(Müslim, Birr 129)
Başka bir
rivayette ise şöyle buyurulur:
“Adamın biri yol üzerinde bir ağaç dalı
gördü ve Al-lah’a yemin ederim ki; bunu müslümanları rahatsız etme-mesi için buradan
kaldıracağım dedi ve o ağacı kaldırdı, bu yüzden cennetlik oldu.”
(Müslim, Birr 128) Başka bir rivayette de şöyle denilir:
“Bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir
diken dalı buldu ve insanlara eziyet vermesin diye onu yoldan uzak-laştırdı. Bu
yüzden Allah ondan razı oldu ve onu bağış-ladı.”
(Buhârî, Ezan 32; Müslim, Birr 127)
Ey Allah’ın
kulları yanınıza azık da alınız. Hac yolculuğuna çıkarken yanınıza
yiyeceklerinizi de alınız. Nasıl olsa orada bizler Allah’ın misafirleriyiz,
Allah bizi aç bırakmaz! O bizi doyuracaktır diyerek başkalarına yük olmayınız!
Başkalarının sırtından geçinmeye çalışmayınız diyor Rabbimiz.
Âyetin
nüzul sebebi hakkında İbni Abbas efendimiz der ki: Yemen ahalisi hacca
çıkarken paraları olduğu halde yanlarına azık almazlardı. Bizler Allah’a
tevekkül eden insanlarız! Bu Allah’a karşı itimatsızlıktır, Allah kendi misafirlerini,
kendi evinin ziyaretçilerini elbette doyuracaktır, Allah misafirlerini
doyurmaktan âciz değildir derlerdi. Ve hacda müslümanlardan dilenerek
geçinirlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bir de yanınıza azık alın! Buyurdu.
(Buhârî,
Ebu Dâvûd, Nesei)
Bu anlayış
İslâm’daki tevekkülü yanlış anlamaktır. İslâm’daki tevekkül sebeplere
sarılmadan rızkı Allah’a havale etmek anlamına bir tevekkül değildir. Buna
tevekkül değil tevakül, yâni yiyicilik denir. Evet azıklanınız! Yanınıza azık
alınız ama:
"Azıkların
en hayırlısı takva azığıdır."
Diğer
azıkları ihmal etmeyin ama takva azığı da alın yanınıza. Yeme içme azığından
fazla, yağ yoğurt azığından fazla takva azığı da alın. Takva azığıyla da
azıklanmayı ihmal etmeyin. Bu takva azığını bir ömrün başlangıcından o ana
kadar biriktirmek lâzımdır. Âkıl bâliğ olduğumuz, İslâm’la mükellef olduğumuz
günden itibaren hac yolculuğuna çıkacağımız o güne kadar bu azığı toplamak
zorundayız. Bir ömür boyu takvayı biriktiremeyen müslümanlar, hiç olmazsa hacca
gitmeye karar verdikleri andan itibaren bu azığı toplamaya başlamalıdırlar.
Veya bizler, hiç olmazsa müslümanlar hacca niyet ettikleri andan itibaren
onlara bu azığı vermeye çalışmalıyız. Yâni onlara bilenlerimiz haccı anlatmaya
çalışmalıdır. Kur’an’daki hacla ilgili âyetleri, İbrahim ve İsmail (a.s) larla
ilgili âyetleri, Sa’y la ilgili âyetleri ve Rasu-lullah’ın sünnetindeki haccı
anlatmaya çalışalım. İbrahim’in (a.s) ve Rasulullah efendimizin pratikte
uyguladıkları haccı anlatmaya çalışalım. Yâni bu insanlar bu âyetlerle, bu
bilgilerle donansınlar, haccı bilsinler, dua etmeyi bilsinler, Arafat’ı bilsinler,
Müzdelife’yi bilsinler, Meş'ar’i bilsinler, Mina’yı bilsinler, Hacer’i
bilsinler, Safa’yı, Merve’yi bilsinler, zemzemi bilsinler. Tüm bunların birer
mektep olduğunu, bu mekteplerden diploma alarak tüm hayatlarını böylece
yaşamaları için, kendilerine maket bir İslâm hayatı sunulacağını bilsinler.
Bilsinler de böylece takva azığıyla azıklansınlar. Helkelerini yoğurtlarla doldurup
da güzel bir şekilde kimseye yük olmadan hacca gitmeye çalışan bu insanlar
aynı zamanda takva azığıyla da azıklanarak hacca gitmenin daha hayırlı olacağını
bilsinler. Onlar bilsinler, biz de bilelim inşallah.
"Ey akıl sahipleri, benim için takvalı
olun."
Benim için
hayatınızı yaşayın. Yolunuzu benimle bulun, yolu-nuzu bana sorarak bulun, ben
konusunda takvalı olun, takvayı benden alın, takvayı benden öğrenin! diyor
Rabbimiz...
198:"Hacda
ticaretle Rabbinizin fazlından bir şeyler istemenizde günah yoktur. Arafat’tan
akın ettiğinizde Meş’ar-i haram denilen yerde Allah’ı zikredin. O Allah size
nasıl hidâyet verdiyse siz de onu anıp zikredin. Doğrusu Allah size bunu
öğretmeden önce zaten sizler sapıktınız."
Yâni hacda
ticaret yapabilirsiniz, bunda herhangi bir günah yoktur diyor Rabbimiz. Hacca
giden adam çok rahat bir şekilde ticaret yapabilir. Ticaret mallarından
götürebilir, getirebilir. Orada da ticaret yapabilir, yolda da ticaret yapabilir,
bu işte hiçbir sakınca yoktur. Çünkü İslâm’ın istediği hayatta ne haccın, ne
orucun, ne namazın, ne ticaretin hiçbir farkı yoktur. Hayat bunlarla iç içedir
İslâmda. Bir anda namaz kılarsınız, bir anda da tüccarsınız. Bir anda ticaret yapıyorsunuz,
bir anda da hacca gidiyorsunuz. Bir anda savaşıyorsunuz, bir anda da öğreniyorsunuz.
Bir anda öğretirken, bir anda da öğrenen konumundasınız. Yâni İslâm’da bu konularda
bir ayırım söz konusu değildir, caiz de değildir bu. Yâni biz namazda ayrıyız
da ticarette ayrıyız, bu mümkün değildir. Namaz kılarken ayrı bir kişilik
sahibi, ama ticaret yaparken ayrı bir şahsiyet sahibi olmak İslâm’da yoktur.
Müslüman namaz kılarken Allah’ın kulu; ama ticaret yaparken kapitalizmin kulu
olamaz. İslâm’da böyle bir laisizm yoktur. Kişi namaz kılarken de Allah’la
karşı karşıya, ticaret yaparken de Allah huzurundadır.
Hac
yolculuğunda ticaret olmaz! Hacca giderken ticaretin de bitecek! Hacdan
geldikten sonra teraziye el değmeyeceksin! Olmaz bunlar. Bilâkis müslümanın tüm
hayatı ibâdettir. Onun hayatında tırnak kesmekten tutun da tuvalete gitmeye
varıncaya kadar herşey kulluktur.
Müslümanın
hayatında kulluğun dışında bir ek saniye bile dü-şünülemez. Çünkü Allah hayatta
boşluk bırakmaz. Hayatta boşluk de-mek, şirkin başlangıcı demektir. Yâni sanki
hayatımızın bir bölümün-de Allah’la karşı karşıyayız, hayatımızın bir
bölümünde Allah’a karşı sorumluyuz, hayatımızın bir bölümüne Allah karışır; ama
öteki bö-lümlerinde başkalarına karşı sorumluyuz, o bölümlere Allah’tan başkaları
karışır diyerek hayatı böldünüz mü, şirk başlamıştır Allah korusun.
Birileri bu
bâtıl fikirleri yaymaya çalışırken, hacca giderken müslümanlar ticaret
yapamazlar derken, her halde bunu Japon, Amerikan ve İngiliz sanayilerinin
daha da gelişmesi ve onların ürettikleri malların oralarda daha kolay
satılabilmesi için söylüyorlar hainler. Ve kimi zavallı hocalar da bunların bu
oyunlarına alet oluyorlar. Müslümanlara: Sizler ticaret yapmayın! Sizler
sadece tüketici olun! Diyorlar. Tabii bu hainler için önemli olan kendi mallarının
tüketilmesidir zaten. Çoğu zavallı müslüman da hacdan döndükten sonra
ticaretini bırakıyor. Teraziye dokunmaya bile korkuyor âdeta. Kimileri de bu
durumda hacca gidemem diye korkuyor. Yâni ben bu ticareti, ben bu hayatı bırakmadıkça
hacca gidemem diye korkuyorlar. Efendim ticaret varsa ibâdet yoktur, ibâdet
varsa da ticaret olmaz filan demeye çalışıyorlar. Vs. Vs. Halbuki İslâm’da
kesinlikle böyle bir laisizm anlayışı yoktur. Müslüman hayatın tamamını Allah
için yaşayan kişidir.
"Arafat’tan
akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram denilen yerde Allah’ı zikredin."
İfaza
kelimesi taşmak mânâsınadır. Arafat’tan taşmaya, ak-maya başladığınızda.
Düşünün iki milyonluk, üç milyonluk bir kent boşalıyor. İki günlüğüne
kurulmuş, Allah adına bir vazife icra etmek için geçici bir şekilde kurulmuş
bir kent boşalıyor. Ne muazzam bir görüntü, tüyler ürpertici, mahşeri bir manzara.
Akşam güneş batar batmaz üç milyonluk bir kent yepyeni bir hayata akıyor. Arafat’tan
Müzdelife’ye yürüyor. Üç milyonluk bir sel, hani barajlar açıldığı, sular
salındığı zaman nasıl akar? İşte öylece bütün yollardan, bütün vâdilerden
insanlık Müzdelife’ye doğru akmaktadır. Arafat’ta irfana ulaşmışlar, kulluk
bilinciyle bilinçlenmişler, şimdi de Meş’ar’de bu bilgiyi kuru bir bilgi
olmaktan çıkarıp şuur haline getirmeye yürüyorlar. Uygulama alanı bulmaya
yürüyorlar. Bilgiyi amele dönüştürme savaşı vermeye yürüyorlar.
"Meş'ar-i
Haram’da (yâni Müzdelife’de) Allah’ı zikredin. O Allah size nasıl hidâyet
verdiyse siz de onu anıp zikredin. Doğrusu Allah, size bunu öğretmeden önce
zaten sizler sapıktınız."
Allah’ı
zikredin, Allah’ı gündeme alın. Size, siz hiç bir şey bilmezken hidâyet ettiği
için siz de Allah’ı zikredin. Çünkü daha evvel sizler yol yordam bilmeyen
sapıklardınız. Bundan evvel sizler dünya nedir, hayat nedir, ölüm nedir,
âhiret nedir, cennet, cehennem nedir, namaz, abdest nedir bilmiyordunuz. Bütün
bunları size öğreterek Allah size hidâyet etti. Size hidâyet eden Allah, sizden
zikir istiyor. Hayatınıza Allah hakim olsun istiyor. Hayatınızın her bir konumunda
sizden istediği kulluk birimleriyle Rabbinizi, Rabbinizin âyetlerini, Rab-binizin
kulluk maddelerini hatırlamanızı istiyor. Sizden gündem istiyor Allah.
Kendisini gündeme almanızı istiyor. Başkalarını gündeme aldığınızdan çok onu
gündeminize almanızı, daha çok onu konuşmanızı, daha çok onu övmenizi, daha
çok onun âyetleriyle meşgul olmanızı istiyor. Siyasetinize Allah hakim olsun,
ekonominize Allah hakim olsun, kılık kıyafetinize Allah hakim olsun,
eğitiminize, hukukunuza, evlenmenize, boşanmanıza, ölümünüze diriminize ve tüm
hayatınıza Allah hakim olsun istiyor. Allah sizden kendisini gündeme almanızı
istiyor, kitabını ve elçisini gündeme almanızı istiyor. Zikir budur zaten,
Allah sizden zikir istiyor.
199:"Sonra
insanların toplu olarak akıp boşandığı yerlerden (Arafat’tan) siz de akınız ve
Allah’a istiğfar ediniz. Şüphesiz ki Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Artık
Müzdelife’den sabah vakti Mina’ya doğru, şeytanlara doğru, Allah yoluna, kulluk
yoluna dikilmiş ve kurban edilmesi gereken engellere doğru, savaşa doğru, Allah’ın
rızasını kazanmaya doğru hareket ediyorsunuz.
Allah diyor
ki; insanların boşandığı yerlerden siz de boşanın. Herkesin gittiği ve
boşandığı yerden siz de gidin ve boşanın. Öyle bir dönem Mekke müşriklerinin
yaptıkları gibi özel yollar caiz değildir. Mekke’li müşrikler kendilerini diğer
insanlardan farklı bir konumda görerek biz Allah’ın beytinin sahipleriyiz,
bizler Allah katında üstün kimseleriz, bizim başkalarına karşı
ayrıcalıklarımız vardır diyerek kendileri için özel kurallar koydular.
Kendileri diğer insanlardan ayrı bir yerden gitmeye başladılar. Hattâ insanlar
dağılırlarken kendileri insanlardan farklı olarak Mina’da diğer insanlarla
birlikte Arafat’a gitmemeye başladılar da bunun üzerine Allah da buyurdu ki
böyle yapmayın, insanların boşandıkları yerlerden siz de boşanın.
Böyle
ayrıcalıklar yapmayın. Türkler, siz şuradan! Araplar, siz buradan! Hintliler,
siz buradan! gibi ırki ayırımlar yaparak ümmeti böl-meyin diyor Rabbimiz.
Zaten biz hacca ümmet olmaya gittik. Tüm farklılıklarımızı atıp, tüm
kimliklerimizden sıyrılıp yepyeni bir ümmet kimliği bulmaya gittiğimiz bu
bölgede, böyle ırkçılıkların yeri asla yoktur.
Ancak biraz
önceki Mina’da savaş verilen şeytanlar iki ayaklı şeytanlardı. Yâni insan
şeytanlarıyla şeytan fonksiyonu icra eden insanlarla bir savaştı. Buradaki
savaş ise bizzat şeytanlarla savaştır. Şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki,
şeytanlarla savaşan kişiler, ancak insanlarla savaşabilirler. Şeytanlarla
savaşmayan insanlar kesinlikle insanlarla da savaşamayacaklardır. İnsanlarla
savaşın yolu bu şeytanlarla savaştan geçer. Hocalarıyla savaşıp onları yenmenin
bilincine eren kişi talebeleriyle savaşmaktan hiçbir zaman çekinmeyecektir.
Hocalarına karşı galip geldiklerini anlayan insanlar, talebelerini basit
görmeyi becerebileceklerdir.
İşte müslümanlar burada tüm
yeryüzündeki iki ayaklı şeytanların komuta merkeziyle, yâni akıl hocalarıyla
savaşarak deneyim kazanmakta ve daha sonra da onların talebelerinin işini
bitirmenin kolaylığını öğrenmektedirler. En büyük şeytanı, şeytanların en büyüğü-nü
yenen kişi, elbette onunun çömezleri olan kâfirleri çok daha kolay yenebilecektir.
İşte hacda şeytan taşlama eylemiyle müslümanlara bu deneyim kazandırılıyor.
"Ve
Allah’a istiğfar edin ,şüphesiz ki Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Yâni
savaşı kazanınca da estağfirullah deyin. Bunu bize Allah nasip etti, Allah’ın
yardımı olmasaydı biz bunu beceremezdik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun.
Dikkat ediyorsanız ibâdetten sonra istiğfar isteniyor. Yâni ya Rabbi şu
yaptığım sana lâyık olmadı, İbrahi-m’in
haccına benzemedi, kusurumu görme ya Rabbi, eksiğimi tam kabul buyur ya Rabbi
deme adına Rabbimiz bizden istiğfar istiyor.
200:"Hac
ibâdetinizi bitirince de vaktiyle babalarınızı andığınız gibi yahut onları
andığınızdan daha çok Allah’ı zikredin. İnsanlardan kimileri de vardır ki,
Rabbimiz bize dünyada ver! Derler. Onların âhirette nasipleri yoktur."
Burada
tekrar bir zikir emri daha geliyor. Daha önce atalarınızı gündeme aldığınızdan
çok Allah’ı gündeme alın diyor Rabbimiz. Cahi-liye döneminde herşey atalara
bağlıydı. İnsanlar atalarını gündeme almayı, onları yâd etmeyi çok severlerdi.
Atam şuydu, atam buydu, atam şöyleydi, atam böyleydi. Hayatın temelini atalar
oluşturuyordu.
Yaşanan
hayatı onların anlayışları, onların âdetleri ve onlardan kendilerine intikal
eden bilgiler oluşturuyordu. Hayata statüko ve atalar dini hakimdi. Zira
ataları zikir demek; onları hayata yön verici olarak sürekli gündemde tutmak demektir. Ama Allah
buyurur ki: Ey müslümanlar! Artık müslümanlık gelmiştir, artık Allah’tan size
hayatınızı belirlemek üzere bir kitap ve onun pratikte uygulanırlılığını göstermek
için bir peygamber gelmiştir. Artık bundan böyle gündeme bunlar alınacaktır.
Tüm atalarınızın ve onların âdetlerinin işi bitmiştir artık deniliyordu.
"İnsanlardan
kimileri de vardır ki Rabbimiz bize dünyada ver! derler. Onların âhirette
nasipleri yoktur.
Deniliyor
ki müşrikler haccı bitirdikleri zaman: "Allah’ım! Bize dünyada bol bol
rızıklar ver!" diye dua ederlerdi ve âhiret adına hiç bir şey
istemiyorlardı da bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.
Onlar ya da
başkaları, insanlardan kimileri de derler ki; Ya Rabbi bize dünyada mal mülk
ver! Biz dünyada senden makam mevki istiyoruz, ev bark istiyoruz, mark dolar
istiyoruz, eş, dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber ver sen! Biz
gerisini bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun
bizim için fark et-mez derler. Dualarının konusu budur bunların.
Dua dedim, yanlış duymadınız.
Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar
dua ederler; ama duadan duaya fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde
etme adına çırpınması, ona ulaşma adına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet
bu adamlar herşeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada
bitip tükenecek şeyler isteyerek dua etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua
edenlere, böyle hedefler uğruna çırpınıp duranlara dünyada herşeyi verir
Allah, ama âhirette onların hiçbir nasipleri yoktur. Ama kimileri de inşallah
biz de onlardan olalım, bakın şöyle derlermiş:
201:"İnsanlardan
kimileri de Rabbimiz bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver!
Ve bizi ateşin azabından koru! Derler."
Hasene;
güzel güzellik demektir. Gerçek güzellik, gerçek ha-sene, başlangıcı ve sonucu
güzellik olandır. Kazanılması, elde edilmesi, kendisine ulaşılması başlangıçta
güzel olan nice şeyler vardır ki; neticeleri felâket olabilir, sonuçları
acıyla bitebilir. Onun içindir ki asıl hasene, asıl güzellik sonu güzel olan
hasenelerdir.
Birinci
gruptaki insanlar için, sadece dünyayı isteyen, dünyalık isteyen tüm
planlarını programlarını dünyada bitecek öbür tarafa intikal etmeyecek biçimde
ayarlayan insanlar için hasenenin sadece başlangıçlarının güzel olması yeterlidir.
Elde ettikleri şeylerin, kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi,
mutlu etmesi yeterlidir. Bize sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim
de, dünyada tadalım da gerisi önemli değildir derler.
Ama bu
ikinci grupta anlatılan gerçek akıl sahipleri ise hem başlangıcı hem de sonu
güzellik olan, evveli de ahiri de güzellik olan hasene isterler. Hem dünyada
hem de âhirette hasene olacak şeyler isterler. Hattâ bununla da yetinmeyip
cehennem ateşinden koruyacak şeyler olmasını isterler.
Bu dua, tüm
hayırları kapsayan bir duadır. Onun içindir ki Allah’ın Rasûlü tüm namazlarının
arkasında sürekli bu duayı yapardı.
Derler. Ya
Rabbi bize verdiklerin sadece dünyada bizim mutluluğumuzu sağlamakla kalmasın,
aynı zamanda öbür tarafta bizi cehennem ateşinden de koruyacak cinsten olsun
derler. Müfessirler bu hem dünyada hem de âhirette insanı mutlu edecek hasene
konusun-da şunları söylemişler:
Bu hasene
dünyada sağlıktır, sıhhattir, geçinecek, başkalarına muhtaç olmayacak kadar
rızıktır, hayırda çokluktur, âhirette sevaplara ulaştıracak amellerde
çokluktur, dünyada saliha kadındır, dünyada salih arkadaştır, iyi komşudur,
dünyada güzel bir dünya hayatıdır, huzurlu bir toplumdur, bereketli ömürdür,
kulluk bilgisidir, Kur’an ve sünnet anlayışıdır, hikmettir, hâsılı kişinin
onunla Allah’ın rızasını kazana-bileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek
şeylerdir. Âhirette de hûrilerdir, ırmaklardır, şaraplardır, giyeceklerin,
yiyeceklerin güzelliğidir, hâsılı kişinin, onunla Allah’ın rızasını
kazanabileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek şeylerdir demişler.
Evet,
insanlardan bir grup sadece dünyalık isterken, sadece dünyada bitecek şeyler
isterlerken bir grup da bunları istemektedir. Rabbimiz her iki grup için de
buyurur ki:
202:"İşte
onların kazandıklarından bir karşılık vardır. Allah hesabı çok çabuk
görendir."
İşte bu iki
grubun her ikisi de dualarına, isteklerine, arzularına ulaşacaklardır. Her
ikisine Allah istediklerini verecektir. Sadece dünyalık isteyenlere, dünyada
tadılıp bitecek mal mülk isteyenlere Allah istediklerini verecek, onlar burada
herşeylerini yiyip bitirecekler öbür tarafa hiç bir şeyleri intikal
etmeyecektir. Allah onları dünyada mal mülk sahibi, makam mevki sahibi edecek,
tatması gerekenleri burada tattıracak ve burada tatlı gibi gelen, başlangıcı
hasene gibi gelen bu tadılan şeylerin sonu hüsranla bitecek ve kendilerini
cehenneme yuvarlayacaktır. Ama öbür taraftaki mü'minlere de hem dünyada hem de
âhirette bitmez tükenmez haseneler nasip edecek ve onları cehennem ateşinden
koruyacaktır. Dünyadaki bu mutlulukları öbür tarafta da mutluluğa dönüşecek ve
cennet hasenesiyle sonuçlanacaktır.
Kişi bizzat
kendisi sonucuna katlanmak kayd u şartıyla ne isterse Allah onu ona
verecektir. Mal isteyene mal verecek, mülk isteyene mülk verecek, ilim
isteyene ilim verecek, cennet isteyene cennet, cehennem isteyene de cehennem
verecektir. Şûrâ sûresindeki bir âyet-i kerîme bunu şöyle anlatır:
"Kim
âhiret kazancını istiyorsa onu ona veririz. Kim de dünya kârını istiyorsa ona
da dünyadan veririz. Ama onun için âhirette hiçbir nasip yoktur."
(Şura 20)
Yâni bu
dünyada çok zengin olanlara, mal mülk sahibi olanlara şaşmamak lâzımdır. Çok
ciddi istediklerinden, çok ısrarlı istediklerinden, belki gecelerini
gündüzlerine katacak biçimde, belki de âhiretlerini ikinci üçüncü plana iterek
ısrarla dünyalık istediklerinden Allah onlara bunu vermiştir. Rasûl-i Ekrem’in
hadislerinde ifadesi veçhile:
"Dünyanın Allah katında
sineğin kanadı kadar değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su vermezdi"
Gereğince değersiz oluşundan
ötürü isteyen herkese vermiştir onu.
Ama
kimileri de bu kadar önemli görmediklerinden, onlardan daha önemli şeylerin
varlığına inanarak başka şeyler istediklerinden onlara verilmemiştir hepsi o
kadar. Rabbim sadece dünyada kalacak, sadece dünyada insanlar arasında bir
övünme vesilesi olmanın dışında başka hiçbir fayda sağlamayacak şeyler istemek
yerine, dünyada yetecek kadar bir rızkın ötesinde şeylerin peşine takılmayı,
öbür tarafa intikal edecek şeylerin peşinde olmayı hepimize nasip ve mukadder
kılsın inşallah.
Burada dünyayla
âhiretin bir mukayesesini yapalım inşallah. Tüm plan ve programını dünya adına
yapan, dünyalık elde etme adına yarışan ve sadece dünyada bitecek öbür tarafa
intikal etmeyecek haseneler peşinde olan kişiyle hem dünya hem de âhiret
hasene-lerinin peşinde olan kişinin şöyle bir örnekle karşılaştırılmasını yapalım.
Sekiz yüz
metrelik iki etaplı bir koşu düşünün. Koşucular sıraya girmişler ve verilecek
komutu bekliyorlar. Düdüğün çalınmasıyla koşucular harekete geçerler. Farz
edin ki bu yarışmaya sizinle birlikte katılan ben bütün gücümü, bütün enerjimi
kullanarak bu yarışın ilk etabı olan ilk dört yüz metreyi en önde bitirsem.
İlk dört yüz metrede hepinizi geçsem; ama yarışın ikinci dört yüz metresinde
yarışı terk etsem, yarışın ikinci etabında benim ismim dahi geçmese, şimdi bu
yarışın birincisi sayılabilir miyim ben? Olmaz böyle şey değil mi? Çünkü
tamam ilk dört yüz metrenin birincisiyim ama bu yarış dört yüz metrelik bir yarış
değil ki. Yarış sekiz yüz metrelik bir yarıştır ve ben bunun sadece birinci
etabında en öndeyim, ama ikinci etabında ismim bile geçmiyor.
İşte ey
müslümanlar! Dünya ile âhireti böyle bir bütün olarak düşünmek zorundayız. Şu
anda hepimiz böyle iki etaplı bir yarışın içindeyiz. İlk dört yüz metrelik
etabı ölümle biten, sonraki etabı da ölümden sonra dirilişle başlayan bir
yarış.
Şimdi bir
adam düşünün ki bu yarışın birinci etabında hep birinci olsa. Doğumla ölüm
arasındaki etapta herkesten önde olsa. Hangi konuda? İşte dünyayla alâkalı her
konuda. Meselâ bu adam dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı kadar marka, dolara
sahip olsa o konuda birinci, dünyada hiç kimsenin oturamayacağı makamlara
otursa o konuda birinci, dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı güzellikte
kadınlara sahip olsa o konuda birinci, sayın sayabildiğiniz kadar ölümle
bitecek öbür tarafa intikal etmeyecek ne kadar şey varsa onların tamamında
birinci olsa, ama yarışın ikinci kademesiyle alâkalı, yâni ölümden sonraki hayatla
ilgili bir yatırımı yoksa, öbür tarafla ilgili ismi dahi geçmiyorsa şimdi bu
adam bu yarışın birincisi sayılabilir mi? Elbette sayılamaz değil mi?
Öyleyse
isteyeceklerimiz sadece dünyada bitecek âhirete intikal etmeyecek şeyler
olmasın. Sadece dünyada bizi mutlu edecek ama âhirette bize bir şey
sağlamayacak şeyler peşinde olmayalım. Sadece burada birincilik düşünmeyelim.
Hem dünyada hem de âhi-rette bizi mutlu edecek şeyler peşinde olalım hesabımızı,
kitabımızı bunun üzerine yapalım inşallah. İşte Allah bu âyet-i kerîmesinde
bize bunu anlatıyor. Sonra:
203:"Sayılı
günlerde (Eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah’ı zikredin. Kim
iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, ona günah yoktur.
Kim de geri kalırsa (yani üçüncü günü de Mina’-da kalıp şeytan taşlamaya devam
ederse) ona da bir günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah-tan
korkun ve bilin ki hepiniz onun huzurunda toplana-caksınız."
Allah’ı hep
zikredin de, özellikle sayılı günlerde tekbir getirerek Rabbinizi daha bir
zikredin. Yâni böylece Rabbinizi büyükleyin. Âyet-i kerîmede zikredilen bu
sayılı günlerden maksat "Eyyam-ı teşrik" dediğimiz teşrik günleridir.
Hacla
alâkalı böyle iki kavram görüyoruz.
1- Malum
günler, bilinen günler.
2- Sayılı
günler.
Malum ya da sayılı günler diye
anlatılan bu günler, Zilhiccenin ilk on günü veya Zilhiccenin on bir ve on
ikinci günleridir, ya da eyyam-ı teşriktir. Yâni teşrik günleridir. Teşrik,
yüksek sesle Allah’ı büyüklemek, yüksek sesle tekbir getirmektir. Hac
günlerinde Hz. İbrahim’e izâfe edilen bu tekbirlerin adına teşrik tekbirleri
denir. Arafe günü sabahından başlamak şartıyla kurban bayramının dördüncü günü
akşamına kadarki günler tekbir ve zikir günleridir.
Kurban
Bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde tekbir getirin.
Tekbirlerle Allah’ı büyükleyin. Tekbirlerle Allah’ı zikredin. Mina’da
tekbirlerle şeytanları taşlayarak Allah’ı zikredin. İçinizdeki ve dışınızdaki
tüm şeytanları telin ederek Allah’ı büyükleyin. Tüm şeytanları ve şeytan
dostlarını, şeytanî sistemleri reddederek hayatın her alanında Allah’ı
büyükleyin.
Hayatın her
alanında Allah’ı söz sahibi kabul ederek
büyükleyin. Hayata Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları reddederek
Allah’ı tekbir edin. Mina’da kurbanlarınızı keserek Allah’ı büyükleyin. Malda
ve canda Allah’ı söz sahibi kabul ederek, Allah için maldan ve candan geçerek
Allah’ı tekbir edin, büyükleyin. Mal da, can da senindir Allah’ım! İşte kes
dedin, kesiyorum! Ver dedin, malımı yoluna kurban ediyorum! Yarın inşallah
canımı da yoluna fedâ edeceğim! Sen şahit ol ki, ben buna hazırım ya Rabbi!
diyerek Allah’ı büyükleyin. Yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri küçülterek
Allah’ı büyükleyin. Verasında asla büyük yoktur kabul ederek Allah’ı
büyükleyin. Allah’ı büyükleyerek zikredin, Allah’ın büyüklüğünü hatırlayın ve
hayatınızın sonuna kadar burada anladığınızı unutmayın.
Orada
tekbirlerle Allah’ı zikredin ve bunu yapmadan dağılmayın. Yaptığınız bu haccı
size nasip eden Allah’ı zikredin.
Kim dönmek
için acele ederse, iki gün içinde burada işini bitirip vatanına dönmek
isterse, onun üzerine bir günah yoktur. Fakat burada kalış bir gün olursa bu
caiz değildir. En az iki gün kalınacaktır burada. Bu iki günün birincisine: "Karar
günü" denilir. Bu birinci gün Mina’da bulunmak şarttır. İkinci güne
de: Birinci hareket günü denir. Hacılardan isteyenler bu ikinci günü Mina’dan
hareket edebilirler. Dönmek isteyenler bu ikinci gün dönebilirler. Mina’da üç
gün kalınması daha iyidir. Orada dünyanın her yerinden gelen hacılarla görüşmek,
konuşmak, İslâm dünyasının problemlerine çözümler aramak en güzelidir. Ama
buna rağmen sizden birileri eğer ikinci günü işini bitirip dönmek isterse
bunda bir günah yoktur buyuruyor Rabbimiz.
Ama kim de
geri kalıp üçüncü günü de Mina’da şeytan taşlamaya devam ederse, ona da bir
günah yoktur. Yâni acele edip ikinci günü dönmek de, üçüncü günü orada kalmak
da serbesttir. Lâkin şunu unutmayın ki, önemli olan orada kaldığınız günlerin sayısı
değil; o günleri Allah adına yaşayıp yaşamadığınızdır. Önemli olan takvalı olup
olmadığınızdır. Oradaki ve tüm hayatınızızdaki günleri, zamanları Allah adına
yaşayıp yaşamadığınız önemlidir. Allah için mi oradasınız? Yoksa turistik bir
seyahat adına mı? Önemli olan budur. Öyleyse her ân ve her yerde Allah’tan
korkun. Allah için takvalı olun. Hayatını-zı Allah için yaşayarak takvalı
olun, çünkü iyi bilesiniz ki O’nun huzurunda toplanacaksınız, hesabı O’na
ödeyeceksiniz.
Burada
Rabbimiz hayatını Allah için yaşamayan, Allah için takvalı olmayan, hayatı
dünya için yaşayan, Allah’ın koruması altına girememiş bir insan tipinden söz
edecek. Buyurur ki Rabbimiz:
204:"İnsanlardan
öyleleri de vardır ki; dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider.
Hattâ böylesi kalbinde olana Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasım-ların en
yamanıdır."
Âyet-i
kerîmede sözleriyle davranışları farklı olan, içi başka dışı başka bir insan
tipi anlatılıyor. Kalpten inanmadığı halde, belli makamlara gelebilmek, belli
menfaatleri devşirebilmek, mü'minleri kandırabilmek için kendisinin mü’minlerden
olduğunu, kendisinin de inandığını söyler. Kendisinin iyi bir müslüman
olduğuna, insanlar için iyi şeyler düşündüğüne Allah’ı da şahit tutarak yeminler
eder. Benim iyilikten başka bir şey düşünmediğime Allah şahittir. Ben şahsî
çıkar için değil, Allah şahittir ki insanlığın kurtuluşu için çırpınıyorum,
gibi tatlı tatlı sözler, parlak ifadeler ve yeminler ederek insanları kandırmaya
çalışır.
Seçimler
yaklaşırken bu tür insanları çok görürsünüz. Vatan, millet, Sakarya, ezan,
bayrak, kitap, iman gibi inanmadıkları mukaddes mefhumları ağızlarına alarak,
biz de müslümanız, bizim derdimiz de müslümanlara hizmettir gibi lakırdılarla
müslümanları kandırmaya çalışırlar. Müslümanlara emniyet telkin ederek onların
oylarını almaya çalışırlar. Halbuki Allah buyurur:
"Oysa
o azılı bir düşmandır."
Düşmanların
en yamanıdır o. Tatlı dilleriyle müslümanlardan görünerek onları aldatan ve
sonunda onların dinleriyle, imanlarıyla ve tüm mukaddes mefhumlarıyla oynayan
azılı bir düşmandır o. Kalbinde olmayan şeyleri diliyle söyleyen, diliyle
söylediğini hayatıyla yalanlayan azılı bir düşmandır o. Müslüman görünmeye
çalışsa da, dışarıdan sözleri hoşunuza gitse de aldanmayın bu tür insanlara. Hayatlarında
inandığınız mefhumların kokusu bile olmayan, İslâm’la uzak ve yakından en küçük
bir ilgileri olmayan bu tür insanlara güven-meyin diyor Rabbimiz. İnsanları
sırf sözlerine göre değil, amellerine göre değerlendirin diyor. Ağızlarıyla ne
söylerlerse söylesinler, siz onların söylediklerine değil amellerine bakın
diyor. Bakın bu adam:
205:"O
dönüp gitti mi (Yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada
vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu
sev-mez."
İşte bu
adam "tevellâ" edince. Bunun anlayabildiğimiz kadarıyla iki mânâsı
var:
1- Senin
yanından ayrılınca, sizin yanınızdan ayrılınca, o atmosferi terk edip de kendi
dünyasına dönünce, demektir bunun birinci mânâsı. Ya da İslâm’dan, kulluktan,
vahiyden sırt dönüp gidince, vah-ye, Allah’ın hayat programına arkasını dönüp
kendi bildiğince bir hayat yaşamaya yönelince, demektir. Kitap ve sünneti terk
edip kendi heva ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelince.
2- İkinci
mânâsı da bir iş başına geçince, velî olunca, birilerinin velâyetini üzerine
alıp idareci olunca demektir. Müslümanların velâyetlerini alıp iktidarı ele
geçirince demektir. Aslında kâfirlerin müslü-manlar üzerinde velâyet hakları
yoktur. Kâfirlerin müslümanlar üzerine veli olup, vali olup onlara danışmadan
onlar adına karar verme makamına getirilme hakları yoktur. Kâfirlerin böyle
makamlara getirilmeleri yasaktır. Ama tatlı dilleriyle müslümanları kandırıp,
bir fırsa-tını bulup, bir yolunu bulup da müslümanlar üzerine veli oldukları zaman
bu tür insanların yapacakları işler şunlarmış bakın. Yeryüzünde fesat çıkarmak,
yeryüzünün dengesini bozmak, Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni bozmak,
ekinleri ve nesilleri yok etmek için, telef etmek için, bozmak için sa’y etmek
ve koşturmak.
Birinci işi
ifsad etmek olur bu adamın. İfsat; küfrü yaymak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve
şirki egemen kılmak demektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni değiştirip,
ilga edip, onun yerine başkalarının düzenlerini ikâme etmek demektir. Bunu
sûrenin başında uzun uzun anlatmıştım.
Bir de nesli
bozmak için çırpınır böyleleri. Nesli bozarlar, nesli itlâf ederler. Nesli
eğitimle bozarlar. Dinden, imandan, Kur’an’dan uzak tamamıyla materyalist bir
eğitim sitemi kurarak ümmet-i Muhammed’in neslini bozarlar. Müslümanların
çocuklarının başlarını açtırarak hayasızlaştırırlar onları ve iffetlerini,
namuslarını bozarlar.
Doğum
kontrolü adı altında yalanlarla ümmetin çocuklarını da-ha doğmadan öldürmeye
çalışarak onları itlâf ederler. İnsanların yataklarına kadar, yatak odalarına
kadar uzanıp orada ne ekeceklerine de onlar karışırlar. Bunu yaparken de tatlı
sözlerle onları ikna etmeye çalışırlar. İyi niyetli olduklarını, kendilerini
düşündüklerini söylerler. “Sizler az gelişmiş veya işte gelişmekte olan
insanlar olarak sıkıntı çekmeyesiniz, aç ve açıkta kalmayasınız diye size geldik”
derler. Bakamayacağınız, besleyemeyeceğiniz çocuklarınızı daha doğmadan boğmaya
geldik derler. Size şirin görünmeye çalışırlar, tatlı dillidir hainler. Hasta
olmayasınız, çocuklarınız felç olmasınlar diye aşı yapma-ya geldik derler. Bu
yutturmacalarla müslümanların çoğalmalarını ve günün birinde kendilerine kafa
tutabilecek bir noktaya gelmelerini engellemeye çalışırlar. Böylece mü'minlerin
nesillerini telef ederler. Eğer bu konuda muvaffak olamazlarsa, yâni tüm
aleyhte propagandalara rağmen eğer müslümanlar yine de çoğalma eğilimi
gösterirlerse, o zaman da doğanları öldürmeye çalışırlar eğitim yollarıyla.
Allah
buyurur ki, bir de bu hainler ekini helâk ederler. Ürünleri bozarlar. Bugün
memleketimizdeki tüm sebze ve meyveler hormonludur. Eşyanın tabiatını
bozmaktadırlar hainler. Kâfirler tüm pisliklerini ülkemize taşımışlardır. Sırf
para kazanmayı hedefleyen ve bunun dışında başka hiç bir şeye değer vermeyen
bu bozguncular, istedikleri paraya ulaşabilmek için kurdukları fabrikalardan çıkan
atık maddeleriyle tabiatı bozmaktadırlar, insanları zehirlemektedirler.
Dertleri para kazanmak olunca, binlerce insan ölse de fark etmez onlar için.
Günümüzde
bunun ön güzel örneği A.B.D İsrail emperyalizmidir. İsrail’in önderliğinde
tarımda kullanılan bir kısım hormonlar fito-östrojen karakterinde olup, yani
bitkisel kadınsı hormon özelliğini taşıyıp, zamansız, mevsimsiz sun’i tarım
oluşturulmaktadır. Bu hormon-ların etkisiyle son yirmibeş yılda bir kısım
bölgelerde erkeklerin sperm sayılarında % 40 a varan düşüşler
görülmektedir. Bu durumda, sun’i tarım,
ilaç ve hormonlu sebzelerin büyük rolü olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda bu
kadınsılık irsi de olabilmektedir. Son zamanlarda artan kibar sesli, yapmacıklı
erkeklerin, taransseksüellerin vs oluşumunda bu âyetteki ifade ilâhî, mûcizevî
bir işaret oluşturmaktadır.
206:"Böylesine:
"Allah’tan kork!" Denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevk
eder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir."
Böylesi
kimselere, Allah’tan kork da bu yeryüzünün düzenini bozmaktan, insanların
huzurunu kaçırmaktan ve nesli itlaf etmekten vazgeç denildiği zaman, bu sefer
de bu bozguncu insanlar gururlanmaya başlarlar.
İzzet-i
nefsi onları tutar ve daha çok günah işlemeye sevk eder diyor Rabbimiz. Yâni bu
tür isyankar insanlar bu sefer de günahı savunmaya başlarlar. Günahın günah
olduğunu reddetmekle birlikte, utanmadan bir de onu savunmaya çalışırlar. Ne
varmış bu yaptıklarımızda? Kötü mü yapıyoruz yâni? diyerek pisliklerini
savunmaya kalkarlar. Veya büyüklük gururu onları kuşatır da daha çok günaha
sevk eder.
Yaptıkları
şeyler apaçık günah, apaçık kötülük, zulüm ve insanların aleyhine olduğu
halde yine de bunu kabullenmezler; ıslahtan yana, iyilikten yana olduklarını
iddia ederler. Aslında yaptıkları herşey bozmadır, herşey ifsattır. Zira düzen
sahibi Allah’ınkinin dışında tüm düzenlemeler bozmadır. Bu adamlar Allah’ın
düzeninden habersiz dü-zenlemede bulunduklarından yaptıklarının tamamı bozmadır.
Ama Allah’ın düzeninden bahsedip de kendilerinin bozguncu olduklarını söyleyerek
bu işten vazgeçmelerini söyleyenlere karşı da tavır alırlar. Allah’a inanmayan
bu tür insanlara ne kadar da Allah korkusu, Allah hesabı hatırlatılırsa
hatırlatılsın bunun hiçbir faydası olmayacaktır.
Bunlar bozguncudur. Ey
müslümanlar! Nesillerinizi ve ekinlerinizi kurtarmak istiyorsanız bu tür
insanları velâyet makamına çıkarmayın. İşlerinizi bunlara havale etmeyin. Bu
adamları başınıza veli seçmeyin. Sizin adınıza size danışmadan karar verecek makamlara
bu tür insanları getirmeyin. Bunların müslümanlar üzerine velâyet hakları
yoktur. Öyleyse eğer kimleri veli edinelim diye bir soru soruyorsanız, bakın
Rabbimiz bunları şöyle açıklıyor:
Ama buna
karşılık bakın şöyleler de vardır diyerek bunun tamamen zıddına bir insan tipi
daha sergileyecek burada Rabbimiz.
207:"İnsanlardan
öyleleri de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini ve malını fedâ
eder. Allah da kullarına şefkatlidir."
Yeryüzünde
Allah’ın rızasını kazanmak, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni korumak,
Allah’ın sistemini tesis etmek ve bozguncuları yok etmek için canını bile seve
seve vermekten çekinmeyen insanlar da vardır. Bunlar Allah için seve seve
canlarını ve mallarını fedâdan çekinmeyen insanlardır. Bunlar Allah’ın hoşnutluğunu
kendi hoşnutluğuna tercih eden insanlardır. Allah’ın arzularını kendi menfaatlerine
tercih ederler, Allah hatırını herşeyin üzerinde tutarlar, Allah’ın istediği
biçimde hareket ederler ve böylece kendilerini ebedî olarak satın alan
kimselerdir bunlar. Kendilerini ebedî olarak cehennemden kurtaran, azad eden
insanlardır bunlar. Allah’ın rızasına kendilerini satan, cennet karşılığında hayatlarını
yatıran insanlardır.
Malda ve
canda Allah’ı söz sahibi kabul eden insanlardır bunlar. Mallarını ve canlarını
cennet karşılığında Allah’a satan ve sonunda cenneti de Allah’ın rızasını da
kazanan insanlar. Allah’tan razı olan insanlardır bunlar. Allah’tan razı oluş
nedir? Allah’tan razı oluş Allah’ın gönderdiklerinden razı oluş demektir. Allah,
din adına kendilerine ne göndermişse onların tümünden razı olmuş insanlar ya
da iradelerini Allah’ın iradesine teslim etmiş kimseler. Allah’ın seçimini kendileri
için seçim kabul etmiş, boyunlarındaki ipin ucunu Allah’ın eline vermiş, Allah
ne tarafa çekerse o tarafa giden insanlar. Yaptıklarını Allah için yapan, istediklerini
Allah için isteyen, sevdiklerini Allah için seven, küstüklerine Allah için
küsen insanlardır. Dünyalık hiçbir arzu ve hedefleri yoktur bunların. Tüm
arzularını, tüm heveslerini Allah’ın dinine teslim etmiş insanlar.
Hani
Rasulullah’ın bir hadisi vardı:
"Sizden
hiçbiriniz arzusu benim getirdiğim şeylere tabi olmadıkça mü'min olmuş
sayılmazsınız."
Buyurur ki
Allah’ın Rasûlü, ben ne getirdiysem arzusu ona teslim olmayan kişi mü'min
olamaz. Burada inanmak, tabi olmak ve teslim olmak vardır. Meselâ heveslerimiz
vardır değil mi? Elbisede, giyimde, kuşamda, yemede, içmede, gezmede, tozmada
arzularımız, heveslerimiz vardır. Gümüş kaptan yemede, villada oturmada, saçımızı
taramada, fakülteyi bitirip falan mevkiye gelmede, falanları filanları elde
etmede, evimize şunları şunları almada, şöyle birisiyle evlen-mede, kızımızı
şöyle yetiştirmede, oğlumuzu filan yerde okutmada hedeflerimiz, arzularımız,
heveslerimiz vardır. Hulasa kişinin hayatının her bir kademesine ait amaçları,
gâyeleri, hedefleri, yöneldiği kıbleleri vardır. Bazen kadına, bazen marka,
dolara, bazen ata, arabaya, bazen altına, gümüşe, bazen evlere, bahçelere
hevesleri vardır insanın. Fakat bu hevesler İslâm’a, yâni Rasulullah’ın getirip
tebliğ ettiği vahye kanalize edilirse, vahye mutabakat ederse işte o zaman
kişi iyi bir müslümandır.
Meselâ
paraya hevesi var kişinin, olabilir; ama ona kul köle olma adına değil de
Allah’ın takdiri olarak kendisine gelen parayı kişi onunla hava atmak,
olmayacak yerlerde onu harcamak yerine onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği
kendisine, ehline, müslümanlara harcayabilirse; o zaman kişinin bu hevesi
İslâm’a kanalize olmuş demektir. Meselâ bir adam düşünün ki 50 dükkanı, 5
fabrikası, 3 yatı, 5 arabası, lüks bir hayatı varken bu adam İslâm’ı buldu, İslâm’la
tanıştı. Şimdi bu adam hidâyete erdikten sonra bu sahip olduğu şeylerin tamamını
elden çıkarmakla mükellef değildir. Eğer bütün bu sahip olduklarını Allah’ın
istediği yerde kullanıp harcayabiliyorsa o zaman işte bu adamın arzuları
İslâm’a, Rasulullah’ın getirdiklerine teslim olmuş demektir.
Bir adam
düşünün ki karısını çok seviyor. Hevesi var onda. Ama günün birinde öğrendi
ki,Allah kendisine peygamberi vasıtasıyla karısına şu şekilde davranması
gerektiğini duyurdu. Meselâ namaz konusunda onu zorlayacaksın, kitap sünnet
konusunda zorlayacaksın, tesettür konusunda gerekirse onu tedip edip tokatlayacaksın
demişse ve o da bunu duymuşsa, hemen hiç beklemeden bunu aynen uygulamaya
çalıştığı takdirde o kişinin hevesi Rasulullah’ın getirdiğine teslim olmuş
demektir. Çocuğuna hevesi olup da onu sabah namazına kaldıran anne ve babanın
da hevesleri Rasulullah’ın getirdiğine teslim olmuş demektir.
Yine bir
adam düşünün ki bu adamın falanca makamda gözü vardır, hevesi vardır. Ama
peygamberin kendisinden istediklerini duyup öğrendiği andan itibaren hemen hevesini
ona uydurarak oturulmaması gereken o makama oturmaktan vazgeçmişse, hevesini
ona teslim etmişse iyi bir müslümandır o.
Ama burada
şunu söyleyelim: Herşeyden önce Rasulullah’ın ne getirdiğini bilmek zorundayız.
Arzularımızı, heveslerimizi Allah’ın arzularına teslim edebilmek ve
Rasulullah’ın getirdiği dine mutabakat edebilmek için, Allah’ın arzularını ve
Resûlü’nün ne getirdiğini bilmek zorundayız. O halde bunun için de Kur’an ve
sünneti tanımak zorundayız. Tanımalıyız ki arzularımızın, heveslerimizin ona
uyup uymadığını bilebilelim. Bunları bilmezse ne yapar adam? İstediklerini,
arzu ettiklerini, yaptıklarını, yapacaklarını Allah ve Resûlü’ne sorabilecek
kadar onlara yakınlık kuramamış bir adam ne yapar? Meselâ mîrasta Allah’ın
kendisine takdir buyurduğu hisseyi bilmeyen bir kadın arzularını, heveslerini
uydurabilir mi İslâm’a? Uyduramaz değil mi? Çünkü bu kadın Allah’ın rızasının,
Rasulullah’ın arzusunun nerede olduğunu bilmemektedir.
İsanlardan kimileri de vardır ki, Allah rızası
için herşeylerini fedâ ederler. Allah’ın hoşnutluğunu herşeye tercih ederler. Allah’ın
arzularını kendi arzularından üstün tutarlar.
İbni
Abbas’ın ifadesine göre bu âyet sahabeden Süheyb-i Rumi hakkında nazil
olmuştur. Mekke müşrikleri bu zatı yakalamışlar ve dininden döndürebilmek için
dayanılmaz işkencelerle azap etmeye başlamışlar. Hz. Süheyb: "Vallahi ben
yolsuzdum yolumu buldum, ben bir kelime söyledim, beni asla ondan döndüremezsiniz.
Benden bunu istemeyin, benden dinimden dönmeyi istemeyin, eğer isterseniz tüm
malım sizin olsun. Malımı mülkümü vereyim ama sizden dinimi satın alayım demiş
ve onlar da buna razı olmuşlar. Tüm malını onlara bırakarak dinini ve Allah’ın
hoşnutluğunu satın almış ve bu şekilde Medine’ye gelirken bu âyet nazil olmuştu.
Hattâ Süheyb Medine’ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş ve: "Alış
verişin kârlı olsun ey Sü-heyb!" demişti. O da: "Seninki de zarar
etmesin ey Ebu Bekir!" demiş-tir.
Yine âyet-i
kerîme bir başka rivâyette de hicret esnasında canını dişine takarak, ya da
kelleyi koltuğuna alarak Rasulullah’ın yatağında yatan, canını ortaya koyup
onu kendisine tercih ederek Allah’ın hoşnutluğunu kazanan Hz. Ali Efendimiz
hakkında inmiştir deniyor.
Ama o
dönemde onlar hakkında inmiş olsa da kıyamete kadar onların yolunun yolcusu
olan tüm mü'minleri anlatır bu âyet diyeceğiz tabii.
208:"Ey
iman edenler hepiniz (barışa) İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını takip
etmeyin. Şüphesiz ki o şeytan size apaçık bir düşmandır."
Bir tarafta günahıyla böbürlenen,
günahta izzet ve şeref arayan, ekini ve nesli bozan ve işi gücü yeryüzünde
bozgunculuk yapmak olan, ekinlere de insanlara da hayat hakkı tanımayan,
onların dengesini ve düzenini darmadağın eden ve de kendisine Allah’tan kork
denildiği zaman da günahıyla şereflenip cehenneme giden bir insan tipinden bahsedildi.
Öbür tarafta herşeyini ve tüm dünyasını Allah için yaşayan ve Allah’ın rızasını
kazanmak üzere herşeyini fedâya hazır olan bir müslüman tipten söz edildi.
İşte yeryüzünde belirgin bu iki tip özellikten sonra:
Ey iman
edenler, silme, selâmete, İslâm’a bütünüyle girin. Hayatınızı tamamıyla
Allah’a teslim edin. Hayatınızın tümünde Allah’ı söz sahibi bilin. Allah’ın
kulu olduğunuzu unutmayın. Hayatınızın tümünde müslüman olun. Hayatı
parçalamayın. Yâni hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı
bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın. Bazen Allah’ı, bazen de başkalarını
razı etmeye çalışmayın. Hayatınızın ibâdet bölümlerine Allah’ı karıştırıp öteki
bölümlerinde başkalarına söz hakkı vererek şirke düşmeyin. Hayatı parçalamadan
yana olmayın. İslâm’ı bir bütün olarak kabul edin. İslâm’ı parçalamaya kalkmayın.
Yani her bireriniz İslâm’ın bir
bölümüne tutunup, her biriniz İslâm’ın belli bir bölümünü bayraklaştırıp
İslâm’ı da kendinizi de parçalamayın. Namazı kılıyorsunuz, orucu tutuyorsunuz
güzel; ama İslâ-m’ın tesettürünü de kabul etmek zorundasınız. Veya İslâm’ın
ekono-misini de kabul etmek zorundasınız. Mîras konusunu da kazanma harcama
anlayışını da. Yâni hayatın tümünde Allah’ın kulu olmak zorundasınız.
Ya da inandık dediğimiz konunun
amelini de gündeme getirmek zorundayız. Değilse sadece inandık demek
yetmeyecektir. Yâni iman amel bütünlüğü içinde İslâm’a girin diyor Rabbimiz.
İmanlarınızla, iddialarınızla hayatınızı ve amellerinizi barıştırın. İman amel
barışıklığı içinde İslâm’a girin. İddia ve ispat, iddia ve eylem bütünlüğüne
girin diyor.
Bir başka ifadeyle imanlarınızla
amelleriniz barışsın. Kalplerinizle kafalarınız barışsın, düşüncelerinizle
hareketleriniz barışsın ve böylece kendi içinizde barışa girin diyor Rabbimiz.
İnançlarınızla hayatlarınız başka başka olup içinizde ve dışınızda bir savaş
yaşamayın. Hem Allah yolunda hem şeytan yolunda yürüyerek, hayatınızın bir bölümünde
Allah’ın kulu, öteki bölümlerinde de başkalarının kulu ve kölesi olarak bir
çatışma içine düşmeyin diyor.
Dikkat
ederseniz sözünün başında Rabbimiz; Ey iman edenler! dedi. Sonra da İslâm’a
girin! Buyurdu. Eğer bu iman edenlerden kasıt mü'minlerse zaten mü'min olan bu
insanlardan niçin yeniden mü'min olmaları, İslâm’a girmeleri isteniyor? Öyleyse
anlıyoruz ki; ey iman gösterisinde bulunanlar, ey inandığını iddia edenler,
inandıklarını zannedenler demek olacaktır mânâ.
Veya ey dilleriyle inandıklarını
söyleyen; ama kalpleriyle inan-mayan münâfıklar veya ey sadece iman iddiasında
bulunup da inanç-larını amelle hayatlarında görüntülemeyenler amelinizle de bu
imanlarınızı görüntüleyin demek olacaktır. Bazıları da bu iman edenler tabirini
ehl-i kitap olarak yorumlamaya çalışmışlar. O zaman da ey ehl-i kitap sizler de
İslâm’a girin! demek olacaktır mânâ. Yâni sizler de sulh edin! Ayrılığı,
tefrikayı bırakıp İslâm’a girin!
Ve hepiniz
selâmete girin. Kimileriniz İslâm’ı kabullenip, kimi-leriniz başka şeylerin
peşinde koşarak derbeder bir hale gelmeyin. Hepiniz Allah’ın dinine girin ve
yaşadığınız bir dünya hayatında da topyekun birlikte hareket edin! İslâm’ın
tümünü kabul ederek hayatı parçalamadan, kendinizi de parçalamadan tam
müslüman olun diyor Rabbimiz. Âyet-i kerîme her türlü ayrılık, çatışma ve
çekişmelerden uzak, toplumsal bir uyuşmayı, uzlaşmayı emretmektedir. Enfal
sûresinde de bu silm kelimesi aynı mânâya kullanılmıştır:
"Eğer
onlar silme (barışa) yanaşırlarsa; sen de ona yanaş ve Allah’a dayan. Çünkü o,
işiten ve bilendir."
(Enfal 61)
Müslümanlar
bütünüyle İslâm’a davet edilirken, bir de aman ha şeytanın adımlarına uymayın
diyor Rabbimiz. Çünkü o şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır. Eğer onun
yoluna uyarsanız, o sizi şu veya bu şekilde selâmdan, selâmetten İslâm’dan uzaklaştırmak
ister. Allah korusun siz de böylece uzaklaşır gidersiniz de kaybedenlerden
olursunuz. Çünkü şeytan, insanların gideceği dosdoğru yol üzerinde, sıratı
müstakim üzerinde oturur, insanların sağından, solundan, önün-den, arkasından
gelerek her hâlükârda insanları hatanın, isyanın içine çekmeye çalışırlar.
Bakın Neml
sûresindeki bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, şeytanın yaptırdıklarından birini
şöyle anlatır:
"Onun
ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan
kendilerine bu yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş,
onun için onlar doğru yolu bulamıyorlar."
(Neml: 24)
Şeytanın
kandırdığı Sebe ülkesi insanları, Allah berisinde güneşe secde ediyorlarmış.
Güneşe namaz kılmak değildir tabii bunun mânâsı. Burada olduğu gibi Kur’an-ı Kerîmde
secde ve rükû namaz dışında zikredildiği zaman, mutlak başlı başına bir ibâdet
anlıyoruz. Yâni güneşi dinliyorlar, güneşe itaat ediyorlar, güneşin emrine
boyun eğiyorlar. Peki acaba güneş onlardan ne istiyordu? Güneş ne diyor, ne
emrediyordu onlara? Güneş onlardan nasıl bir kulluk istiyordu ki, onlar onu
dinliyorlardı? Güneş onlardan bizzat bir şeyler istemese de istetiyorlardı,
güneş kendilerine konuşmasa da güneşi kendilerince konuşturuyorlar, güneşe bir
kısım şeyler dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı tabii. Put budur
zaten.
Put, insanlara hiç bir şey demese
de dedirtirler ona. Put, aslında konuşmaz ama putun arkasına saklanan
birileri, istediklerini o putlara söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini,
kendi hegemonyalarını gerçekleştirirler. Meselâ şimdi yönetmelik konuşur mu?
"Olmaz arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi.
Veya olmaz arkadaş, bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönetmenlik
dedikleri şey ne? Ya da bu âdet dedikleri ne? Kim koydu bunu? İnsanlardan değil
mi o? Yâni şimdi bu yönetmeliklerin, bu âdetlerin arkasında birileri yok mu?
Zaten işlerine gelmediği zaman yemiyorlar mı onu? Oyun bozulunca değiştirmiyorlar
mı? Hani geçen senekiler nerede? Kalkmadı mı onlar? Öyle anlamıyor adam, yönetmenliğe
aykırıdır, yönetmelik dinlenecek diyor tamam. Ya da ayıp olur efendim! diyor adam.
El âlem ne der adama? Toplum ne der adama? Diyor, olur mu bu yaptığın şey? Peki
ne o toplum dediğin şey? Kim o? İşte sen, ben, bizim oğlan. Yâni yok ortada
böyle birisi. Ama yâni ne olur ne olmaz diyor adam, o olmayanın sözünü
dinliyor. O olmayana kulluk ediyor. Gerektiği zaman o olmayan hatırına
Allah’ın emirlerini çiğniyor değil mi? Puta tapanların tamamı işte bu cinsten
insanlardır.
Kimileri diyor ki; olacak şey mi
bu? Puta tapar mı adam? Bu adamların hiç mi akılları yok? Taştan medet umar mı
adam? Güneşe tapınır mı adam? Bal gibi oluyor işte, sen getirmişsin helvayı
put diye dikmişsin, yönetmeliği şekillendirmişsin, kanunları getirip koymuşsun,
aman demişsin, aman! Bunlara karşı gelinmez. Aman demişsin, bunlar dinlenmeli.
Ne farkı var bunun ötekisiyle? O da olmayan şeyi dinliyor, sen de? Niye
garibine gidiyor da onların güneşi dinlemeleri? Ben insan yapımı
yönetmelikleri, insan mahsulü kanunları helva putuna benzetiyorum. Hani eskiden
İslâm öncesi Araplarda yaygındır bu. Helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar,
sonra da acıkınca kendi elleriyle yapıp tapındıkları bu helvayı, putu
yiyiveriyorlarmış. Tabi onların reisi mi yerdi? Başkanları mı yerdi? O ayrı konu.
Kim acıkırsa o helvayı yiyebiliyor yâni. Bizimkiler de işlerine gelmediği
zaman yaptıkları ve bir süre tapındıkları yönetmelikleri, kanunları
yiyiveriyorlar. İşlerine gelmeyen kanun maddelerini ve yönetmelikleri yiyerek
değiştiriveriyorlar.
Peki bunu
niye yapıyorlarmış bu insanlar? Allah diyor ki:
"Şeytan
onlara bunu süslü göstermiştir."
Onlara bunu şeytan yaptırıyor. Yâni hepten boş
değildi bu iş. Bir mantığı vardı şüphesiz bunun. Mesela bu mantıklardan birisi şuydu bakın: Şeytanın bu putun arkasında
konuştuğu oluyordu bazen. Çünkü Menat putu için özellikle bu rivâyet vardır.
Mekke’nin fethinde o putu kırmak için gönderilen sahâbe, gidip o putu kırarken
putun arkasından kapkara bir şeyler gördüğünü anlatıyor. Bir sesler filan duyuyor.
İtiraz eden, karşı gelen, yapma etme diyen bir sesler duyuyor.
Yâni putun
konuşması söz konusu. Gel diyor, gelme diyor, yap diyor, yapma diyor, sen
büyüksün diyor, bunu yaparsın diyor, haklısın diyor, haksızsın diyor. Ben buna
hiç de şaşmadım. Yâni bakıyoruz bugün de putların konuştuklarına şahit
oluyoruz. Meselâ adamın evinde sevgilisi, göz bebeği bilmem ne eşyası vardır ya
ondan adamın kalbine sesler geliyor.
Veya kapısının önünde bilmem kaç
model bir şeyi var ya veya işte yastığının altında meylettiği bir şeyleri var
ya onlardan ona sesler geliyor. Koru beni! Koru bunu! Saldır buna! Bana çizgi
dokundurma! Bana laf getirme! Yıka beni! Sil beni! gibi laflar eder ya sanki
böyle sesler de geliyormuş putlardan. Yâni bu işin bir mantığı böyleymiş.
Değilse hepten böyle mantıksız olarak adamın bu işleri yapması için deli
olması lazım. Meselâ gidecek ve taşa diyecek ki, putum ben yolculuğa çıkacağım
bu konuda ne dersin? Bu hepten mantıksızlıktır. Ama mantıklı da olsa,
mantıksız da olsa şeytan yaptırıyor insanlara bunları.
Allah diyor ki, şeytan onlara
amellerini süslü gösterdiği için bunlar bunu yapıyorlar. Şeytan onlara bunları
yaptırdığı için de onlar yollarını bulamadılar, yollarını şaşırdılar diyor.
İşte şeytanın tüm hedefi budur. Derdi neymiş şeytanın? Böylece insanlar yollarını
şaşırıp bulamasınlar, secde edecekleri makamı bulamasınlar, Allah’a secde
etmesinler diye yapıyormuş bunu.
Bakın bunu
bir daha söyleyeyim, çünkü burası çok önemlidir. Şeytanın bu eylemlerinin
tümünden şunu anlıyoruz, şunu anlatıyor Rabbimiz: Şeytan insanların hayatına
öyle bir program çiziyor ki, onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Bu
yanlışların arasında doğruyu bulma imkânı baştan bitiyor. Şeytanın çizdiği
programda Allah’a yer kalmıyor. Meselâ tıp fakültelerinde talebelere uygulanan
program bugün öyle gözüküyor. Talebenin bütün hayatını, bütün gününü kapsayıveriyor
bu program ve burada okuyan talebelerin Allah’a, Allah adına okumaya, ya da
dinlemeye zamanları kalmıyor.
Ama meselâ Hukuk Fakültesi öyle
değil. Ondan dolayıdır ki hukuk öğrencileri, kimi olaylara girebilecek zaman
bulabiliyorlar. Ötekilerde hiç olay duyulmuyor, çünkü zamanları yok buna. Öyle
bir program ki, bunsuz olmaz deniyor ve gece gündüz onun tüm hayatı bitiriliyor.
Veya sistemlerdede bu böyledir. Meselâ
komünizm, kapitalizme göre İslâm’la yarışabilecek bir havada görüyordu kendisini.
Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibi kabul ediyordu kendisini.
Gençlik hakkında konuşuyor, cinsellik hakkında konuşuyor, aile hakkında,
ekonomi hakkında kendisine göre konuşuyordu. Ama kapitalizm öyle değildir. O
kimi dünya işlerini düzenlerken meselâ din işine dokunmaz. Bu konuda serbesttir
insanlar. Dilersen müslüman ol, dilersen Budist ol fark etmez der.
İşte şeytan
da önce:
Yâni karşısındakinin yolunu ne yapar, yapar İslâm’dan
saptırır. Bunu beceremezse eğer, muhatabı herşeye rağmen yine de İslâm’a
girerse, bu sefer de, o kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü
yapmaya çalışır. Yâni adamın İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına
çıkarır onun, ya da din diye insanların sunduğu, aslını bir türlü öğrenemediği
bir yığın felsefenin içine çeker onu. Allah’ın
kitabına, peygamberin sünnetine değil de insanların kitaplarına, insanların
sözlerine sevk eder onu.
Biraz daha açık söyleyelim;
Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah
dururken büyüklerin önünde secde ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil
mi? Böyle güneş gibi piyasada yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri
onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah
korusun. Allah buyuruyor ki:
"Ey
müslümanlar (dikkat edin!) Hepiniz toptan silme girin! İslâm’a girin ve de
sakın şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır."
Sadece
şeytana değil, şeytan adına hareket eden yeryüzü şeytanlarına da dikkat
çekiyor Rabbimiz. Belki de şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en
büyük başarılarından birisi de bir mü'mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman
adına savaştırmasıdır. Yeryüzü şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle
savaştırmaktadırlar. Hem de din adına. Devletler planında böyledir, fertler
planında da böyledir. Şeytanlar müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere
ayırmışlar, tıpkı Firavun taktiğiyle ve birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
Allah
buyurur ki: Sakın ha sakın şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi
olmayın. Şeytanın yoluna tabi olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında
bildirdiği küfür ve şirk yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi olmanın
yolu da yine Allahu Teâlâ’nın bu kitabın-da bildirmiş olduğu sıratı müstakimi
tanımakla mümkündür. Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan yana
anlatılmaktadır. Bir tarafta iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm diğer
tarafta şirk, bir tarafta Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları olduğu gibi
ikili bir anlatımla anlatılmaktadır. Şeytanı tanımak bu kitapla mümkündür,
İslâm’ı tanımak da bu kitapla mümkündür. Kitabı tanırız, böylece şeytanı tanırız.
Şeytanı tanırız, şeytan yolundan uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İslâm yoluna
gireriz. Allah’ı tanırız, Allah yoluna gireriz ve tüm şeytanlardan Allah’a
sığınırız. Besmele de zaten bu ayetin açıklamasıdır. Şeytandan haramlardan Allah’a
sığınacağız ve İslâm’a gireceğiz.
209:Eğer
size bunca açık deliller geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki
Allah aziz ve hakimdir."
Size
kitapta apaçık beyyinat geldikten sonra, herşey açık açık beyan edildikten
sonra yine de sapıtırsanız, şeytanın vartalarına düşüp günahlara girerseniz,
bilin ki Allah izzet ve şeref sahibidir, Allah hikmet sahibidir, herşeyi yerli
yerince bilendir. Allahu Teâlâ kendi yolundan uzaklaşanlara ve kendisiyle savaşa
tutuşanlara karşı çok acımasızdır, intikam sahibidir ve her işi de bilerek
yapar, hikmetlidir.
210:”Onlar
sadece gözetiyorlar ki, Allah buluttan gölgelikler içinde meleklerle birlikte
geliversin de iş bitiriliversin. Halbuki bütün işler Allah’a döndürülüp götürülüp.
"
Bunlar
artık onu bekliyorlar. Allah’ın kendini, yâni Allahlığını ortaya koymasını,
Allahlığını kendilerine göstermesini bekliyorlar. Ama murad-ı İlâhî böyle
değildir. Yâni Allah’ın böyle bir yolla insanları imana zorlaması söz konusu
değildir. Zira böyle zoraki bir iman Allah’ın istediği iman değildir. Öyle
isteseydi Rabbimiz tıpkı melekler gibi doğuştan boyunlarımızdaki ipin ucunu
eline alıverir ve bizi iradelerimizle baş başa bırakmazdı. Ne bekliyor bunlar?
Açık açık Allah’ı görmek mi istiyorlar? Allah gerçeği hiçbir zaman öyle
herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği
biçimde çırılçıplak gözler önüne sermez. Çünkü o zaman imtihanın mânâsı kal-maz.
Başarı ve başarısızlık kavramları anlamlarını yitirir. Bunun içindir ki
Rabbimiz insanları şöyle uyarmaktadır: Allah’ın melekleriyle birlikte bütün
azametiyle karşınıza çıkacağı günü beklemeyin! Zira o zaman sizin işiniz
bitecektir. O zaman azabınız kesinleşecek ve hiç bir şansı-nız da
kalmayacaktır. Yâni sizler böyle bir durumla karşı karşıya kaldığınız anda iman
ve itaatinizin de hiçbir mânâsı kalmayacaktır. Çünkü artık ona iman
denmeyecektir. Gözle görülen bir şeye iman isten-mez. İman gaybın konusudur.
Zaten yeis halindeki bir iman da iman değildir. Peki niye iman etmiyor bu
adamlar? Neyi bekliyorlar? Kıya-metin gelip çatmasını mı bekliyorlar? Bu
istedikleri şey kıyametin kop-masından sonra gerçekleşecek bir şeydir.
Halbuki kıyamet günü geldiği zaman hiçbir dönüş, hiçbir pişmanlık fayda vermeyecektir.
Kıyamet günü hüküm vermek için buluttan gölgeler içinde Allah melekleriyle
birlikte gelecek:
“ Melekler
sıra sıra dizilip, Rabbin gelince,”
(Fecr: 22)
O gün Allah
gelecek Melekleriyle beraber. Peki nasıl gelecek Rabbimiz? Nasılını bilmiyoruz.
Bu adamların Allah’ın Rasûlünden istedikleri şeyleri bir zamanlar başkaları
da peygamberlerinden istemişlerdi:
"Ehl-i
kitap senden, gökten kendilerine bir kitap indirmeni istiyorlar.."
(Nisâ 153)
Daha önce Hz. Mûsâ’dan da daha
büyüğünü istemişler ve demişlerdi ki; Ey Mûsa Allahu Teâlâ’yı bize apaçık
göstermedikçe biz sana iman etmeyeceğiz.
Hadi bize apaçık Allah’ı göster demişlerdi. Bu haince tavırlarından ötürü
onları yıldırımlar çarpmıştı. Bakın buradaki istekleri de gerçekten çok
enteresandır. Allahu Teâlâ’nın o bulutlar arasında, gölgeler arasında
kendilerine gelmesini ve de meleklerin kendilerine gelmesini istiyorlar. Aslında
Ne istedikleri de belli değil. Bir noktada Peygamberlerle ve müslümanlarla
alay söz konusu. Hadi getir bakalım şu Allah’ım dediğin varlığı da bir
görelim. Melekleri de getir de şöyle bir görelim bakalım. Diye Peygamberle
alay ediyorlar. Şüphesiz bu alaylarının sonunda cezalarını mutlaka çekecekler,
ama bu kâfirlere ceza verilinceye kadar da tabi müslümanların bu konudaki
imtihanları söz konusu. Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlar ve işte bu
sıkıntılı dönemlerinden başarıyla geçebilmeleri için de Rabbi-miz, bu
âyetlerle onların morallerini düzeltiyor diyebiliriz. Halbuki Allah’ın böyle
bulutlar arasından gelmeyeceği âşikârdır. Melekler geldiği zaman da
yeryüzünde kâfirlere artık hayat hakkı kalmayacağı da kesin bellidir.
211:"İsrâil
oğullarına sor. Biz onlara ne kadar açık Beyyine’ler (nice âyetler nice
deliller) gönderdik. Ama kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nîmetini değişti-rirse,
bilsin ki gerçekten Allah’ın azabı çok şiddetlidir."
Buradaki
"Peygamberim İsrâil oğullarına sor" ifadesi:
"Eğer
bilmiyorsanız zikir ehline sorun!"
(Enbiyâ 7)
Ayetinin
manası gibidir. Ayetin anlamı; bilmediklerinizi gidin bilenlere sorun demek
değildir. Ayetin ma kabline ve ma ba’dine bakılırsa mânânın hiç de böyle olmadığı
anlaşılacaktır. Ama ayeti böyle cımbızla çekercesine Kur'an bütünlüğünden, sure
bütünlüğünden soyutlayarak anlamaya kalkarsanız o şekilde düşünmeniz mümkün
olacaktır. Allah burada buyurur ki; ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları,
eğer sizler bu kitabın, bu Kur'an’ın Allah’tan geldiği konusunda herhangi bir
şüphe içindeyseniz, Bu konuda bir kuşkunuz varsa, o zaman hadi zikir erbabına,
fikir erbabına, Tevrat ve İncil erbabına gidin bir sorun bakalım! diyor
Allah. Yâni bu Kur'andan bir şüpheniz, bir endişeniz varsa. Değilse gidin
onlara sorun falan demiyor bu ayet. Zikir, kitap demektir. Ehl-i zikir de
ehli kitap, yâni yahudi ve hıristiyanlar demektir. Ama müslümanlar kavramları
değiştirdikleri için bütün bu mânâlar yok olup gitmiştir.
Aslında bu konuda yahudi ve hıristiyanlara bir
şeyler sormak yasaktır. Yâni bu Kur’an’ın sağlamasını, yahudi ve hıristiyanlarla
yap-mak anlamına gelecektir ki, bundan menedilmişizdir. Bu bâtıldır. Bizim
onlara soracak, onlardan öğrenecek hiç bir şeyimiz yoktur. Allah’ın Rasûlü de
asla onlara uymayacak, asla bu konuda onlara bir şey sormadı. İncil ya da
Tevrat’ı da getirseler bu kitaptan daha efdal olmayacaktır. Ama maalesef bu âyetleri farklı anlayan
günümüz müs-lümanları arasında Kur’an’dan daha kesin, Kur’an’dan daha üstün yol
göstericiliğine inanılan teoride ya da pratikte pek çok kitap vardır. Nice
kitaplar vardır ki ortada müslümanlar Kur’an’dan önce onlara ittiba ediyorlar,
bundan önce onları okumaya, onlardan bilgilenmeye çalışıyorlar. Âdeta bu kitapları
ellerinden düşürmemeye çalışıyorlar. Kur’-an’da biliyorsunuz; Kur’an’ın bir
benzerini getirin iddiaları vardır. Eğer gücünüz yetiyorsa hadi bunun bir
benzerini, yahut bir sûresini meydana getirin! Gibi âyetler vardır.
Sûrenin evvelinde bunu anlatmaya
çalışmıştım. Tarih boyunca tüm insanlık bu meydan okuyuş karşısında susmuş,
ancak orada da ifade ettiğim gibi Kur’an’ın nazmına benzer yapamamış, meydana
getirememişler, ama maalesef müslümanlar bunu anlayamamış ve onun muhtevasına
benzer nice muhtevalar yapmaya çalışmışlar. Müslümanlar Kur’an’dan gafil
olduklarından mı? yoksa şeytan onlara amellerini süslü gösterdiğinden mi, o
yeni üretilen süreli sistemlere, ideolojilere uyarlar da maalesef Kur’an’ın o
konuda ne dediğini dahi bilmezler. Çok pratik bir örnek vereyim: Kur’an diyor
ki; ben sizin için mîras sistemi ortaya koyuyorum! Başkaları da diyorlar ki;
ey Kur’an! Ey Allah! Sen kanun koyarsan bizde koyarız! İşte bizimki de bir düzen!
İşte bizimki de bir kanun! Ve bu ciddi ciddi de müslümanların arasında
uygulama alanı buluyor. İşte benim bildiğim bu âyeti de böyle anlayacağız.
"Sor
Beni İsrâil’e peygamberim!"
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu istekte bulunanlar, Medine’de genelde yahudiler olduğundan ve bu
istekler de genelde yahudi kökenli istekler olduğundan dolayı Rabbimiz
buyurur ki: Sor Beni İsrâil’e. İsrâil oğullarına sor bakalım.
"Biz
onlara ne kadar açık beyyine’ler (nice âyetler, nice deliller) gönderdik."
"Ama
kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nîmetini değiştirirse, bilsin ki
gerçekten Allah’ın azabı çok şiddetlidir."
Bu
nîmetlerin neler olduğunu, Bakara sûresinin önceki âyetlerinin ısrarla bize
anlattığını görmüştük. İsrâil oğullarını Firavunun zulmünden kurtarmasından,
kudret helvası ve bıldırcın etiyle beslemesine, Bakara’nın kurban olayına
onları şahit tutmaya, Tur'u üzerlerine kaldırıp mîsak almaya varıncaya kadar
vs, vs. Bütün bunlarla birlikte bu adamlar hâlâ inanmamak da devam ediyorlardı.
Hani bu adamları Firavun gibi zâlim birinin zulmünden kurtardım ve sonunda
onlara devlet nasip ettim, ama onlar Allah’ın nîmetini değiştiriverdiler.
Onlara tarihte hiç kimseye nasip olmayacak nîmetler yağdırdım, ama onlar bu
nîmetleri değiştirdiler. Kitaplarını değiştirdiler, kitabın âyetlerini değiştirdiler,
ben bir türlü söyledim, onlar bir türlü anlamaya çalıştılar. Emirleri
değiştirdiler, deneni denmeyene, denmeyeni denene değiştirdiler. Ben hıtta
dedim, onlar hınta anladılar. Ben cumartesi yasak dedim, onlar değil dediler.
Değiştirdiler de sonunda ne oldu? Sonun-da ne yaptım onlara bir sor peygamberim!
Veya sizler de bugün bir sorun, ya da bir bakın hayatlarına ey müslümanlar!
Diyor Rabbimiz.
Müslümanlara
bu konuda özellikle İsrâil oğullarına bakarak ibret almaları tavsiye ediliyor.
Çünkü onların yerine dünyanın önderliğini üstlenen müslümanların bu konuda çok
dikkatli davranmaları gerekecektir. Onlar kitaplarını tahrif ettikleri için,
dinlerini arkalarına attıkları için, kitapsız bir hayata razı oldukları için
başlarına gelenler, müslü-manlar da aynı duruma geldikleri takdirde onların
da başlarına aynı şeyler gelecektir deniyor. Tabi bu emir, onlara sormak
anlamına değildir. Zira İslâm ümmetinin başkalarına soracak hiç bir şeyleri yoktur.
Bundan kasıt, hem müslümanları ibret almaya davet hem de ehl-i kitabı küçük
düşürmektir. Verilen nîmetlere karşı nankörlükleri hatırlatılarak, Allah’a
karşı takındıkları tavır gündeme getirilerek onlar yargılanıyorlar. Bu adamlar
dün böyleydi, bugün de aynen dünkü hayatlarından farksız bir durumdadırlar.
Aynı
şekilde Mûsâ (a.s)’a yapmış oldukları eziyetlerin, Zeke-riya ve Yahya (a.s)’a
yapmış oldukları işkencelerin benzerini, şimdi Muhammed (a.s)’a ve onun
ashabına da yapmak isterlerse, kesinlikle bilsinler ki Allah’ın azabı, ikabı
gerçekten çok şedittir. Şu anda kâfirler yeryüzü müslümanlarına ne kadar işkence
yapmayı hedeflerlerse hedeflesinler, ne kadar da tüm plan ve programları
müslümanları top-yekun yeryüzünden silmek olursa olsun, bilsinler ki tüm
hıristiyan ve yahudiler, savaş anında karşılarında ilk önce Allahu Teâlâ’yı
bulacaklardır. Yâni bu savaşta ilk önce Allahu Teâlâ kendi zatıyla ve azametiyle
vardır ve müslümanları koruyacak, müslümanlara yardım edecektir. Tüm
kâfirlerin kökünü kazıyacak ve işlerini bitirecektir. İşte bilsinler ki Allahu
Teâlâ’nın azabı ve ikabı çok şedittir, çok çetindir.
212:"Dünya
hayatı kâfirlere süslü gösterildi ve iman edenlerle alay etmek de onlara süslü
gösterildi. Çünkü sakınanlar, takva erleri kıyamet günü onların üzerindedirler.
Allah dilediğini hesapsız rızıklandırandır.
Hem
müslümanlarla alay ediyorlar, müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar hem de
dünya hayatından memnun oluyorlar. Tüm hedefleri dünya hayatıdır ve az önceki
ekini ve nesli bozma özelliklerinden de anladık ki bu adamların dünyasında da
hayır yoktur. Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için
dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet kendi elleriyle
dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler, robotlaşmışlar,
duyguları bitmiştir. Hisleri, hareketleri kaybolmuştur, sevmek, sevilmek, ağlamak,
gülmek gibi insani duyguları, fedâkarlık, cefakarlık gibi duyguları
tükenmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları, karılık, kocalık
bağları, babalık, oğulluk bağları bitmiştir. Herşeyleri bitmiştir. Böyle bir
hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak ki? Şu anda aslında cehennemi
yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar.
Yaşadıkları hayatları iç
dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor; ama bunu
sanki fevkalade güzel bir şey miş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri
de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini
aşağıya indirebiliyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar,
rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar. Meselâ bir adam cadde ortasında herkesin
gözleri önünde açlıktan ölüp gitse, necisin diye sormuyor, ama yine de bu hayat
kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası bir
dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım; zaten bu adamların hepsi de cehenneme gidecekler. Tümüyle sefaleti
yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gidecekler, kendilerini büyük bir azabın içinde bulacaklar.
Ve dünyada ne görmüşlerse zevkleri
de sefaları da eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi bu
halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar, alay ediyorlar. Ama sakın
ha sakın, siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara acınacak
bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların
kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir şekilde
bile olsa kalbimizden onlara benzemek duygusu geçir-meyelim. Hiçbir zaman
onların yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü
ilim bizde, hikmet bizde, izzet ve şeref bizde, akıl ve feraset bizde, kitap
bizde, hidayet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bu zavallıların bizim üzerimizde
uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı
konular vardır. Efendim bunların zirveye çıkmış teknolojilerini, sanayilerini,
sosyal yaşantılarını, hukuklarını eğitimlerini, yollarını köprülerini takdir
etmek gerekir, Alman bilmem ne buluşunu takdir etmek lazım-dır, İsviçre’nin
hukukunu takdir etmemiz lazım, Amerika’nın savaş bil-mem nesini takdir etmemiz
lazımdır gibi hepimizin kalbine yerleşen u-fak tefek duyguları, aşağılık
komplekslerini ısrarla bitirmek zorundayız. Bilmeliyiz ki yeryüzünde kâfirlere
imreneceğimiz hiçbir şeyleri yoktur. Güvenebileceğimiz hiçbir hareketleri
yoktur, hiçbir karakterleri yoktur. Gerçekten onlar dünyanın en rezil ve en
sefil mahluklarıdır.
Bakıyoruz bunlar, dünyaya meyletmeyen, dünyayı
kıble edinmeyen, dünyanın geçici emtialarına çakılıp kalmayarak dünyanın ötesinde
âhiretin varlığına inanan ve tüm yatırımlarını ebedî hayatları için yapan ve bu
yüzden de kendileri kadar mal mülk toplayamamış mü'-minleri, birinci planda
âhireti ve Rablerinin rızasını kazanmaya çalış-tıkları için dünyada fakir
kalmışları küçümserler. Çünkü bunların üstünlük, alçaklık kıstasları da dünyadır,
dünyanın süsü ve ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre üstün insanlardır.
Tüm plan ve programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın, dünyalık şeylerin,
paranın, pulun, makamın, mansıbın kulu kölesi olarak değil de, efendisi
olarak kalmayı tercih edenler, dünyada çok yüce idealleri gerçekleştirmek
için çırpınanlar Allah katında üstün iken bunlar nazarında düşük insanlardır.
Böyle insanlarla alay ederler. Varsın kendilerini üstün görsünler ve bununla avunsunlar
ama bakın Allah Mâide sûresinde diyor ki:
“Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber
vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar,
domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en
çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)
Bu âyetinde de yeryüzünün en şerli
insanlarının tâğutlara kulluk edenler olduğunu anlatır Rabbimiz. Allah’tan
başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını
uygulayarak onlara kulluk yapanlar yeryüzünün en kötü varlıklarıdır
buyuruluyor.
Ama buna
rağmen işte kendi hayatları kendilerine süslü gösterildiği gibi, etkileri
altına aldıkları biz zavallıları da kendi pis dünyala-rının kutsallığı
hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. Gelin ey müslü-manlar bu içinde bulunduğunuz
kötü durumdan kurtulmak istiyor-sanız, siz de bizim gibi olun, siz de bizim
gibi düşünün, bizim gibi yaşayın diyerek bizi de kendi cehennemlerine çekmeye çalışıyorlar.
Ama inşallah biz onların bu zavallılıklarına, bu oyunlarına gelmeyeceğiz.
"Çünkü
sakınanlar, takva erleri kıyamet günü onların üzerindedirler. Allah,
dilediğini hesapsız rızıklandı-randır."
Sadece öbür
tarafta üstte değildir müslümanlar, dünyada da üstündür müslümanlar.
Müslümanlar hem dünyada hem de âhirette kâfirlerden üstündürler. Her ne kadar
zahiren bu kâfirler, müslüman-lar karşısında son elli-yüz yıldır bir üstünlük
sağlamış gibi görünseler de. Ya da son elli-yüz yıldır müslümanlar bu kâfirler
karşısında bir komplekse düşmüş olsalar da. Ama elhamdülillah ki, Allah’ın
yardımıyla izzet ve şeref yavaş yavaş müslümanlara dönmeye başladı. Şu andaki
dünyanın bundan yüz yıl önceki dünya olduğunu kabul etsek ve birer birer
müslümanların özgürlüklerini kaybettikleri, tüm dünya müslümanlarının ölümle
burun buruna getirildiği ve hiç bir müslüma-nın; “ben müslümanım” demeye
cesaretinin ve hakkının kalmadığı bir ortamı düşünelim, böyle bir ortam olsaydı
ve bütün müslümanları teker teker öldürselerdi bile, yeryüzündeki Kur’an’ları
birer birer parçalayıp yok etselerdi, nihâyet yeryüzünün en şerefli insanları
yine müs-lümanlardı ve öteki hayatta da yine izzet ve şerefe kavuşacak olanlar
yine müslümanlar olacaktır. Ve bundan dolayıdır ki şu anda müslü-manlar zerre
kadar bir komplekse kapılmamalıdırlar, ezilmemelidirler, izzet ve şerefin ancak
kendilerinde olduğu bilincine ermelidirler.
"Şüphesiz
ki Allah, kullarından dilediklerini hesapsız rızıklandırır."
Kimilerine
az verir, kimilerine çok verir. Onun içindir ki sakın ha sakın, çok
verdikleri, ya da az verdikleri, çoklukla azlıkla şeref ve izzet görmeyelim,
ya da yakınlık bilmeyelim. İzzet ve şeref takvadır, yakınlık takvadır, yakınlık
imandır ve teslimiyettir, bunu hiç bir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
213:"İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah müjdeci ve korkutucu olarak Peygamberler gönderdi. Ve
beraberlerinde insanların anlaşmazlığa düştükleri yerlerde aralarında hüküm
vermek üzere hak kitaplar indirdi. Kendilerine kitap verilenler kendilerine
apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki ihtiraslarından dolayı ayrılığa
düştüler. İşte Allah böylece iman edenleri kendi izni ile ihtilâf ettikleri
konularda hidâyet edip gerçeğe ulaştırmıştır. Allah dilediğini doğru yola
iletir."
İnsanlar
Hz. Adem’den bu yana tek ümmetti, tek milletti, tek bir sistemleri vardı, tek
bir inançları vardı, Allah onların aralarından peygamberler gönderdi, onlarla
beraber kitaplar gönderdi. İhtilâf ettikleri konularda, problem yaptıkları
konularda aralarında hükmetmesi için. Allah ihtilâfları halletmek için
kitaplar indirmiştir.
Âyetten
anlıyoruz ki kimilerinin iddia ettikleri gibi yeryüzünde insanlık tarihinde
karanlık bir dönem yoktur. İnsanlık tarihi vahiyle başlamıştır. İlk insandan bu
yana Cenab-ı Hak kullarını hiçbir zaman vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar
yeryüzünde yaratıldıkları andan itibaren dinsiz ve yolsuz bir dönem
yaşamamışlardır. Hz. Adem’i yaratmış Rabbimiz, ona vahiy göndermiş; Hz. Adem ve
çocukları, torunları uzun bir süre vahiyle yollarını bulmuşlar ve tek bir ümmet
olarak aynı inançla, aynı dinle yürümüşler. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzüne
yayılınca, zamanla insanlar bu tevhidden inhiraf edip bâtıl yollara ve şirke
düşmüşler.
İşte yeryüzünde her ne zaman
insanlık tevhid konusunda ihti-lâf edip, vahiyden uzaklaşıp bâtıl yollara düşmüşlerse,
Allah onları dü-zeltmek için ihtilâf ettikleri tevhide onları yeniden davet
etmek için peygamberler göndermiştir. Demek ki insanlığın başlangıcı
tevhittir, aydınlıktır. Küfür, şirk, bâtıl ve karanlıklar sonradan çıkmış ârızî
şey-lerdir.
Yalnız
Allah’ın indirdiği haktır. Ona muhalefet eden herşey bâtıldır ve sapıklıktır.
Tüm insanlık bir şey üzerinde toplanıp bu haktır deseler de şâyet o Allah’ın
indirdiğine ters düşüyorsa o bâtıldır. Allah’ın indirdiğinin dışında hak
yoktur. Allah’ın indirdiğinin dışında hüküm de yoktur. Bu hak hüküm ortaya
konulmadıkça da insanlar arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve
ihtimal yoktur. Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe de yeryüzünde
asla salah, sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları çözecek bir
tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Allah’ın yeryüzünde ihtilâfları çözmek
üzere indirdiği kitaptır.
Allah kitap
göndermiş. Peki niye göndermiş kitabı? Kitapla amel edilsin diye. Kitap
yürürlüğe konulsun diye. Kitapla insanlık hayat programlarını belirlesinler ve
kitapla yol bulsunlar diye.
Bakın, şu
anda Rabbimizin en büyük nîmetleriyle karşı karşı-yayız. Elimizde kitabımız
var. Bir de müjdeci ve uyarıcı olarak Peygamberler gönderdi Rabbimiz. Bu peygamberler
bizi uyardılar, bizi müjdelediler. Peygamberler bize cenneti getirdiler, bize
cehennemi getirdiler, kıyametle bizi uyardılar, dünyada hasenelerle bizi
uyardılar, âhirette hüsnalarla bizi yüz yüze getirdiler.
Ve bir de
bu peygamberlerin yanında kitap gönderdi Rabbi-miz. Rasulullah’ın yanında da
bir Kur’an geldi. Bu kitap hak olarak indi, bâtıl olsun diye, oyun eğlence
olsun diye gelmedi. Yeryüzünde zulüm ve haksızlıklar hakim olsun diye gelmedi.
Yeryüzünde bozgunculuk olsun diye gelmedi, insanlar ekini ve nesli bozsunlar
diye inmedi, bu kitapla yeryüzüne hakim olanlar yeryüzünde adâleti, özgürlüğü,
hürriyeti hakim kılsınlar ve insanlar rahat bir şekilde Allah’a kulluk yapsınlar
ve de aralarındaki problemlerini bu kitaba göre çözümlesinler diye Allah bu
kitabı göndermiştir. Ama:
"Kendilerine
kitap verilenler, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki
ihtiraslarından dolayı ayrılığa düştüler."
Kendilerine
kitap verilenler, kendilerine bu kitaplar geldikten sonra niye ihtilâfa
düşmüşler? Eğer bu insanları ihtilâfa düştükleri konular hakkında âyet
bulunmayan konular olsaydı neyse; ama bakın, bunlar kendilerine deliller
geldikten sonra, hakkında nas bulunan konularda ihtilâfa düşmüşler.
Bu konuya
inşallah dikkatinizi çekeyim, genelde çok problem yapıyoruz. Elimizde Kur’an
ve peygamber sünneti olduğu halde acaba niye bu toplum hâlâ fırka fırka? Niye
grup grup? Niye ayrışmışlar? Niye ihtilâfa düşüyorlar? Elimizde Kur’an ve
peygamber sünneti olduğu halde bizim ihtilâfa düşmemizin sebebi:
Aralarındaki
azgınlıktan dolayıdır, aralarındaki hırstan dolayıdır. Kur’an’a ve Peygambere
göre azgınlık yapan toplumlar mutlaka ihtilâfa düşeceklerdir. Kur’an’a ve Peygambere
samimi olarak yönelenler, samimi olarak kulak verenler, samimi olarak bu kitaba
ve peygambere uymak isteyen bir topluluk, Allah’ın gazabıyla kesinlikle birbirlerini
öldürür hale gelmezler. Birbirlerini yiyecek hale gelmezler.
Yâni bugün
bizi bu hale getiren bizim kitabımız değildir. Bizim peygamberimiz de değildir
bizi bu hale getiren. Eğer bugün bu müs-lümanlar fırka fırka, grup grup, hizip
hizip birbirlerini yiyecek bir durumdalarsa, parça parça olmuş bir
durumdalarsa ve dünya üzerinde zillet ve meskenet üzerimize çökmüşse, bu noktada
her müslüman tek tek şunu demek zorundayız:
"Ey
Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik! Eğer bizi yarlığayıp bu halden
kurtarmazsan işimiz bitiktir."
(A’râf 23)
Diyecek ve
her birimiz nereden yönelirsek yönelelim, bu kitaba yönelmek zorundayız. Bir ip
var ki gökyüzünden arza uzatılmış, çukurun içinde olan herkes ona uzanmak zorundayız.
Herkes ona ulaşabilir, çöllerde olanlar ona ulaşabilir, kutuplarda olanlar ona
ulaşabilir, dağlarda olanlar ulaşabilir, buzullarda olanlar ulaşabilir.
Evet, yeryüzünün neresinde
olursak olalım bu ip her zaman gözümüzün önündedir. Her an bu ipe ulaşma imkânımız
vardır. Yeter ki biz samimiyetle kurtulmak için bu kitaba kulak verelim, bu
kitabı menfaatlerimize satmayalım. Yeter ki bu kitaba sadece kendi dünyamız için
müracaat etmeyelim, azgınlaşmayalım, samimi olalım bu konuda. Kesinlikle böyle
olursak, samimiyetle yol bulmak için, hayatı düzenlemek için müracaat edersek Rabbimiz
bu kitapla bizi hidâyete erdirecek, bize yol gösterecektir ve bizim bütün
problemlerimizi halledecektir.
Buna iman
edeceğiz ve kesinlikle bizim işimiz bu kitaba sa-rılmak olacaktır. En baş
işimiz bu kitabı gündeme getirmek olacaktır. Şu insanlar şöyle, bu insanlar
böyle, bunlarla uğraşmayacağız. Ben samimiyetle bunu yaparsam, bununla dirilmeyi
hedeflersem, diğer müslümanlar da bunu yapmaya başlayacaklar, onlar da aynı
hedefin içine girecekler ve Allah’ın rahmeti bereketi bizimle olacaktır. Dünyada
mutlu bir hayata, âhirette de cennete ulaşabilmek için buna muhtacız. Değilse
Allah’ın kitabından uzak, peygamberinin yolundan habersiz ne dünyamız güzel
olur, ne de âhiretimiz. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
"İşte
Allah böylece iman edenleri kendi izni ile ihtilâf ettikleri konularda
hidâyet edip gerçeğe ulaştırmıştır. Allah dilediğini doğru yola iletir."
Allah kime
hidâyet ediyor? İman edenlere. Hangi konuda onlara doğruyu gösteriyor? İhtilâf
ettikleri konularda. Demek ki hidâyetin bize ulaşabilmesi için, bizim mü'min
olmamız gerekiyor. Samimiyetle mü'min olmamız gerekiyor. İman ettik mi, teslim
olduk mu Allah bize yardım edecektir. Allah’ın vadidir bu ve Allah kesinlikle
vadinden dön-meyendir. Allah vadinden asla caymaz, haksızlık yapmaz, zulmet-mez.
Yapılacak
iş; o zaman bu kitaba akıllı uslu kulak vermek ve bu kitabın dediğine
samimiyetle teslim olmaktır. Ama aklı işin içine karıştırıp, menfaatlerimizi
ön plana çıkarıp şöyle demeye başladık mı, iş çığırından çıkıyor. İyi ama ya
Rabbi, hoş ama ya Rasûlallah, güzel diyorsunuz da bizim hayatımız şöyledir,
bizim durumumuz böyledir dedik mi, yâni ya Rabbi, ya Rasûlallah şunları
şunları da düşündünüz mü? diye Allah’a ve Resûlü’ne akıl verip yol göstermeye
kalktık mı, o zaman sapma başlıyor Allah korusun.
E ben böyle
diyorum, sen böyle diyorsun, ötekisi böyle diyor ve her birimiz ayrı ayrı
yerlerde sapmaya başladık mı, bakıyoruz ki birimiz on metre bir tarafa,
öbürümüz yirmi metre başka bir tarafa gitmiş. Ama hiç birimiz sapma içine
girmeden, yamulmadan Allah’ın kitabına sarılsak, biz niye ayrılalım da o zaman?
Hepimiz de aynı yola gideriz.
214:"Yoksa
sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden öyle elinizi
kolunuzu sallaya sallaya cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Kendilerine
sıkıntılar ve yokluklar gelip çattı ve sarsıldılar. Hattâ Peygamber ve beraberindeki
mü'minler: Allah’ın yardımı ne zaman? Diyorlardı. Gözünüzü açın! Şüphesiz
Allah’ın yardımı yakındır."
Yâni
İslâm’ın tümünü yaşamadan, Allah’ın tüm emirlerini tatbik etmeden, hayatınızın
tümünde Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayıp, Allah’ın tüm arzularını gerçekleştirmeden,
yâni tümüyle silme girmeden cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Cenneti
kazanmak öyle kolay değildir. Hayatın tümünde Allah’ın kulu olmadıkça, kulluk
yolunda önümüze çıkabilecek tüm zorlamalara göğüs germeden, malı ve canı Allah
yolunda fedâ etmeden, Allah’ın mal, can ve çocuklarımıza verdiği musîbetlere
karşı sabretmedikçe cennet kazanılamaz. Demek ki kolay olmuyor bu iş.
Kolaylıkla olmuyor cennete gidiş. İhtilaflardan uzaklaşmak kolay. Kitap
ortada, sünnet ortada, hemen sarılırız olur biter. Birlikte hareket etmemiz de
kolay. Ama geriye cennete girme kalıyor ve bizden öncekilerin başına gelenler
bizim de başımıza gelmeden de kolay olmuyor bu iş. Nasıl olmuş onların durumu?
Neler gelmiş onların başına?
"Kendilerine
sıkıntılar ve yokluklar gelip çattı ve sarsıldılar. Hattâ Peygamber ve
beraberindeki mü'minler: Allah’ın yardımı ne zaman? Diyorlardı. Gözünüzü
açın! Şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır."
İşte
bunaldıkları, daraldıkları bir anda böyle söyleyenler gibi, sizler de bunalıp
sıkılmadan, ümitlerinizi tamamen Allah’a bağlayacak hale gelmeden, herşeyden ve
herkesten ümitlerinizi kesip yalnızca Allah’a yönelip; Allah’ım! Zaferin ne
zaman? diye yalvaracak hale gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Siz
bu hale gelince de Allah buyuracak ki: Bekleyin, Allah’ın yardımı yakındır! Şu
anda dünya üzerinde gerçekten böyle bir ortamda olan, daralan, sıkıntı içinde
olan ve gerçekten ne yapacaklarını şaşırmış ve herşeyden ümitlerini kesip: Ya
Rabbi! Bize bir çıkış yolu göster! Bize senden başka yardım edecek kalmamıştır!
Biz ne yapacağız? Ne olacak bizim halimiz? diyen müslümanlara karşı bu müjdeyi
verebiliriz. Bekleyin müslümanlar! Dayanın müslümanlar! sabredin Allah’ın
yardımı yakındır diyebiliriz. Bu insanlar Allah’tan, okudukları Kur'an’dan bu
müjdeyi alacaklar, müjdeyi alan toplumlar zafere ulaşacaklar, zafere ulaşan bu
toplumlar yine Allah’a hamd ve tesbihle görevli olacaklar ve yepyeni bir hayata
başlayacaklar.
Ama bu müjde şu anda bize biraz
uzak gibi. Yalnız bir de şu var ki, yaşadığımız dünyada galibiyet, ya da mağlubiyet,
izzet ya da zillet her hâlükârda bizim bir imtihanın içinde olduğumuzu göstermektedir.
Yâni böyle bir ortamın içinde olmayan müslümanların da kendi başlarına diri kalabilmeleri,
böyle bir ortam içinde onların da Allah’a yalvarmaları, Allah’tan çıkış yolu
istemeleri ile, beri tarafta kimi müslü-manların da izzet ve şerefe ulaştıktan,
mülk ve saltanatı elde edip e-gemenliklerini kazandıktan sonra, Allah’ın dinini
hakim kılmaya çalışmaları herkesin imtihanını eşitleyiveriyor. Yâni farz edin
ki şu anda dünyanın tek güçlü devleti biz olsak ve tüm dünya kâfirleri bizim
önümüzde eğilseler, bizler yine kullukla, yine tesbihle, yine tekbirle, yine
hakla ve Allah’a kullukla sorumluyuz demektir.
Şu anda
dünyada tek İslâm gücü olmasa, müslümanlar kıyam edemeseler, müslümanlar
savaşmak şöyle dursun, savaşı akıllarının ucundan bile geçiremeyecek bir
durumda olsalar, kendi kendilerine bile yardım etmeye, oğullarına, kızlarına
hakim olmaya bile güç yetiremez bir durumda olsalar, yine bizler, Allah’a
kullukla, Allah’ın yüceliğini kabulle, takvayı kabulle mükellefiz. Tesbihi,
tekbiri gerçekleştirmekle mükellefiz demektir. Hayat budur ve ölünceye kadar,
kıyamete kadar da bu iş böylece devam edecektir.
215:"Peygamberim, sana neyi
infak edeceklerini sorarlar. De ki; hayırdan ne infak ederseniz ana babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara. Hayırdan ne yapmışsanız Allah
şüphesiz onu bilmektedir."
Mahallenizde,
mahalle deyince ne kadar sınır çizebilirseniz, belki apartman hayatı
yaşayanlar için bu zordur; ama bir mahallede yaşayanlar için biraz daha
kolaydır. Mahallenizde halini ahvalini bilmediğiniz bir tek komşu olmasın.
Mahallenizde durumunu bilmediğiniz bir tek komşunuz olmasın. Ve çok rahat bir
şekilde derdi olan müslümanlar size gelebilsinler. Ama bu ortamı siz
oluşturacaksınız. Siz onlara gideceksiniz, siz onlarla beraber olacaksınız ki,
onların da sıkıntısı, derdi olduğu zaman size gelebilsinler.
Hısım,
akrabalarınız içinde derdini size açmak istedikleri za-man çok rahat açamayacak
kimse kalmasın. İlk önce emmi, dayı, teyze deyin. Sonra emmi çocukları, dayı
çocukları deyin. Sonra babalarınızın emmi dayı çocukları deyin. Yâni gücünüz
nereye kadar ulaşırsa, bu sorumluluk sahasını yavaş yavaş artırmaya gayret edelim
inşallah. Yâni infak, bu kitabı birilerine götürmemizin ve pratikte uygulamamızın
en kestirme yoludur. Yâni ilk önce biz bu insanlara fedâkarlığı götürelim ki,
fedâkarlığımızla birlikte bu kitap da onlara ulaşmış olsun. Yetimler,
miskinler, akrabalar, yolcular ve komşulara infak edeceğiz. Ama şüphesiz ki bu
da bizim fedâkarlığımızı gerektirecektir. Fedâkarlık yapabilmemiz de
masraflarımızdan kısmayı gerekli kılacaktır. Masraflarımızı kısacağız, yeni yeni
hedefleri bir tarafa bırakacağız, lüksü bir tarafa bırakacağız. Yâni şu anda
para harcama yollarını kısacağız, paralarımızı Allah için başkalarına harcama
yollarını bulmaya çalışacağız. Biraz önceki dediğimle bu ikisi doğru orantılıdır.
Kendi harcamalarımızı kısmamız demek; bizim paralarımızı başka yerlere harcama
imkânımızın doğması demektir, biz bunu gerçekleştirdik mi de toplum yavaş
yavaş İslâm’a doğru dönecektir. Kâfirler bu hareketlerden memnun olmayacaklar,
ayrışma başlayacak, ayrışma başlayınca da savaş başlayacak, savaş başlayınca
da Allah’ın yardımıyla müslümanlar muzaffer olacak. Veya bakarsınız ki
Allah’ın lüt-fuyla bütün insanların meyli size doğru olacak ve yine Allah’ın
lütfuyla toplumun içinde bir savaş olmadan, toplum İslâm budur diye teslim
olacak ve bu sefer dış dünyayla hesaplaşmamızı da Allah kolay kılacaktır
inşallah.
216:"Ey
iman edenler! Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Ama olur ki
bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki bir
şey sevdiğiniz halde sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Rabbimiz
hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı buyuruyor. Aslında herhangi bir
şeyden hoşlanıp hoşlanmamak mü'minin elinde olan bir şey değildir. Müslüman
teslim olan kişidir. İradesini Allah’a teslim eden kişidir müslüman. Yâni
Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, arzularını Allah’ın
arzularına teslim eden kişidir. Allah onun adına bir şeyden razıysa, mü'min de
ondan razı olmuştur. Allah kendisi adına emir veya yasak olarak neleri
seçmişse, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul etmiş kişidir mü'min.
İman bunu gerektirir, teslimiyet bunu gerektirir. Aksi takdirde imandan söz
edilemez.
İnsanın bir
şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını
belirlemez. Aksine bir şeyin hayırlı ya da ha-yırsız oluşu, onun sonucunu
bilmeye bağlıdır. Bir şeyin sonucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını
Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını?
Nasıl olacağını bilemeyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi
mümkün değildir. Öyleyse iyinin kötünün, hayrın şerrin, haramın helâlin, hakkın
bâtılın tesbitinde kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır. Bakın âyetin
devamında buyurur ki Rabbimiz:
"Allah
bilir, siz bilmezsiniz!"
Buyurur.
Yâni sizler hakkınızda neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilemezsiniz!
Bunu bilen ancak Allah’tır. Perdelerin arkasını, hadiselerin arka planını bilen
ancak Allah’tır. Çünkü hayatın sahibi, varlığın sahibi Allah’tır. Hayatın tüm
kanunlarını koyan Allah’tır. Bunu bilen Allah, sizin adınıza verdiği tüm
emirlerinde sizin hayrınıza, sizin menfaatinize emirler vermektedir. Tüm kötülüklerden,
tüm zararlardan korunmanız için de yasaklar koymaktadır. Emirleri de,
yasakları da sizin hayrınıza, sizin menfaatinizedir.
Zira insanlar pek çok şeyin kendileri
hakkında zararlı olduğu-nu, uzun ve yorucu deneyimler sonucunda öğrenebilmişlerdir.
Hattâ kimi deneyimler milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Pek çok şeyin
deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Herşeyi bilen, bilgi ken-disinden olan Allah’ın
bilgisine teslim olmayan insanlar, bu konuda daha çok şeyler çekeceklerdir.
Âyet-i
kerîmede konu edilen savaş da böyledir. Allah buyurur ki; hoşunuza gitmese de
savaş size farz kılınmıştır. Yarattığı insanın fıtratını bilen Allah,
yarattığı insana din gönderirken onun bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan
fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta
ölmek vardır, öldürmek vardır, yara-lanmak vardır, maldan ve candan
fedâkarlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde
zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin, kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin
ve Allah’a kulluğun gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur.
Yâni yeryüzünde savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz
bir vakıa olabilir. Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne
kaldırılmadan, barış ortamını görmek mümkün değildir.
İşte Allah’ın kullarını, Allah’a
kulluktan koparıp, kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah
kanunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, insanları Rablerine
değil de kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını
fitneye düşüren tüm tâğut-lara kaşı savaşılmadan, barışın sağlanması mümkün
değildir.
İşte
yeryüzünde huzurun, barışın, Allah’a kulluğun gerçekleştirilmesi adına
savaşmanız, bu uğurda mal harcamanız, sıkıntılara göğüs germeniz sizin için
hayırlıdır. Siz bunun sonunu bilemediğiniz için hayırsız görseniz de sizin
için hayırlıdır. Şehâdet hayırlıdır, cennet hayırlıdır, ganîmet hayırlıdır,
zafer hayırlıdır. Hepsi sizin için hayırlıdır diyor Rabbimiz.
217:"Sana
haram ayda savaşın hükmünü soruyorlar. De ki; o ayda savaş büyük günahtır. Ama
Allah yolundan menetmek, ona ve Mescid-i Haram’a küfürde bulunmak, ahalisini
oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne katilden daha
büyüktür. Kâfirler ellerinden gelse sizi dinlerinizden döndürünceye kadar sizinle
çarpışır dururlar. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte
onların amelleri hem dünyada hem de âhirette boşa gider. Ve işte bunlar
cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır."
Bu âyet
hicretin ikinci yılında, Recep ayında vukua gelen bir hadise üzerine nazil
olmuştur. Allah’ın Rasûlü Abdullah bin Cahş baş-kanlığında sekiz kişilik bir
heyeti Mekke ile Taif arasındaki Nahle bölgesine gönderdi. Düşmanı gözetleyip
planlarıyla ilgili bilgi toplamala-rını emretmişti. Allah’ın Rasûlü
kendilerine savaş izni vermediği halde bu grup Mekkeli müşriklere ait bir
ticaret kervanına saldırmış, bir kişiyi öldürmüş ve diğerlerini de esir alarak
ganîmetlerle birlikte Medine’ye dönmüşlerdi.
Bu
müslümanlar o gün Recep ayının son günü mü, yoksa Recep ayı bitmiş ve Şabanın
ilk günü mü olduğu konusunda şüpheye düşmüşlerdi. Yâni bu olay haram aylardan
biri olan Recep ayı içinde, Recep ayının son gününde mi olmuştu? Yoksa haram ay
çıkmış ve Şaban ayında mı vukua gelmişti, bu konuda şüphe vardı.
Seriye
ganîmet ve esirlerle beraber Medine’ye dönünce, Allah’ın Rasûlü; "Ben
size haram aylarda savaşmamanızı emretmemiş miydim!" buyurarak
onları azarladı ve bunu tasvip etmedi. Bu hadise üzerine Mekke’li müşrikler
ve onların Medine’deki müttefiki durumunda olan Medine’li yahudiler ve
müslüman olmadıkları halde müslüman görünen münâfıklar aleyhte propagandaya
başladılar. Muhammed haram aylarda bile adam öldürüyor! Haram aylarda bile
kan dökmeye devam ediyor! diyerek yaygara yapmaya başladılar. İşte bu hadise
üzerine âyet nazil olur.
Peygamberim, senden haram
aylarda savaşma konusunu soruyorlar. De ki haram aylarda savaşmak büyük günahtır.
Haram aylarda kâfirler saldırmadıkları sürece savaşmak haramdır. Kimilerine
göre bu bugün de geçerlidir. Ve kıyamete kadar geçerliliği devam edecektir.
Ama kimi âlimlerimize göre bu âyet:
"Müşrikleri
nerede bulursanız öldürün!"
(Tevbe: 5)
Âyetiyle
nesih edilmiştir. O âyetin bu âyetle nesih edildiğini söylemişlerdir. Nitekim
Allah’ın Rasûlü Huneyn savaşında Havazin kabilesiyle, Taif savaşında da Sakif kabilesiyle
haram aylarda savaşmıştır. Kâfirler müslümanlara saldırdıkları sürece,
müslümanlar elbette bu aylarda bekleyecek değillerdir. Bakın âyetin bundan
sonraki bölümünde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Haram
aylarda savaşmak büyük günahtır, ama insanları Allah’ın yolundan engellemek,
Allah’ın kullarını Mescid-i Haramdan çıkarmak, mescidleri aslî fonksiyonlarından
uzaklaştırmak, Mescid-i Haram’a küfürde bulunmak, Allah katında daha büyük
bir günahtır.
"Fitne
katilden daha büyüktür."
Yâni sizin
şirk fitneniz öldürmekten daha beterdir. Sizin insanları zulümle, işkenceyle,
din eğitiminden mahrum bırakmakla ya da verdiğiniz materyalist eğitimlerle dinlerinden
döndürmeye çalışmanız, Rabbim Allah diyen müslümanları, Allah’ın mescidinden
ve vatanlarından çıkarmanız,
öldürmekten daha beterdir. Hattâ:
"Kâfirler
ellerinden gelse sizi dinlerinizden döndürünceye kadar sizinle çarpışır
dururlar."
Dün de
bugün de kâfir budur. Eğer ellerinden gelse, güçleri yetse yeryüzünde bir tek
müslüman kalmayacak biçimde sizleri dinlerinizden döndürmeye ve sizi yok
etmeye çalışırlar. Tüm yeryüzü kâfirleri yeryüzünde müslümanın varlığına asla
tahammül edemezler. Hattâ bu kâfirler işte görüyoruz İslâm’ı hiç bilmeyen, tanımayan
sadece adı müslüman olan, sadece atalarından kalma bir kısım âdetleri din
diye yaşamaya çalışan insanlara bile tahammülleri yoktur. Adı Ah-met, Mehmet
gibi müslüman adı olan kafası demokratik ve laik olan insanların varlığına bile
tahammülleri yoktur. Yıllardır dünyanın her yerinde müslüman kanı döküyorlar
kâfirler. Müslümanlar onlardan bir tek kâfiri öldürdüğü zaman hemen feryadı
basıyorlar, bu müslümanlar adam öldürüyor! Bunlar barbarlar diye. Kendilerinin
son elli yılda öldürdükleri müslümanın sayısını bile bilmek mümkün değildir.
Yıllardır
Filistinli müslümanları öldürürler. Bunu yaparken kendileri haklıdır; ama
günün birinde kendilerinden bir tanesi öldürüldüğü zaman müslümanlar terörist
oluyor. Bunlar zâlim, âsî, saldırgan insanlardır. Allah’a ve âhirete de
inanmadıklarından hiçbir ölçü tanımazlar. Kendileri oluk oluk müslüman kanı
akıtırken, müslümanları yok etmek ve öldürmek için silahlanırken, müslümanları
silahtan tecerrüt etmeye çalışıyorlar.
Bu
kâfirlerin her çağda tek hedefleri, yeryüzünde İslâm’ın ve müslümanların mevcut
olmamasıdır. İslâm’ın ve müslümanın varlığı bu kâfirlerin korkulu rüyasıdır.
Bunlar şunu kesinlikle biliyorlar ki; yeryüzünde İslâm varsa küfür asla
yaşayamaz. Yeryüzünde az da olsa bu dine inanan, bu sistemi uygulayan, Allah’a
inanan bir müslüman topluluk bulundukça onlar bâtıl yollardan, zulüm ve
fesatlarından asla emin olamazlar. Müslümanın varlığı, gecenin zifiri karanlığını
ortaya çıkaran gündüzün varlığı gibidir. Onun içindir ki kâfirler yeryüzünde
bir tek müslümanın varlığına bile tahammül edemezler ve şu anda tüm
çıplaklığıyla müşahede ettiğimiz gibi müslümanları yok etmek için ellerinden
gelen herşeyi yapmaktadırlar. Hattâ yeryüzünde bir tek müslüman kalmayıncaya
kadar bizim savaşımız sürecektir diyor adamlar.
"Sizden
kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri hem dünyada
hem de ahirette boşa gider. Ve işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî
kalacaklardır."
Âyet-i
kerîme bu kâfirlerin haklılığını kabul ederek onların ağızlarını kullanmanın
çok tehlikeli olduğunu anlatıyor. Kâfirlere meyletmek, onları kabullenmek,
küfrü kabullenmek demektir. İslâm’dan sonra küfre dönmek demektir.
"Habita"
kelimesi devenin düşüşü için kullanılır. Devenin zararlı yerlerde otlayarak,
zararlı otları yiyerek şişmesi, sonra da ölmesi anlamına kullanılan bir kelime.
Burada da amellerin düşmesi, boşa gitmesi anlamına geliyor.
Şirk koşan
kişinin tüm amelleri boşa gidecektir. Zümer sûresinde Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Ey
peygamberim! Sana ve senden önceki elçi-lerimize şöyle vahy ettik: Eğer şirk
koşarsan, mutlaka amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun"
(Zümer: 65)
Yine Mâide
sûresinde:
"Kim
imandan sonra küfre girerse ameli boşa gider."
(Mâide: 5)
Bu
âyetlerde amellerin boşa gitmesi, yalnız irtidata bağlı olarak
anlatılmaktadır. Yâni kişi irtidat ettiği anda tüm amelleri boşa gitmiş
demektir.
Ama Bakara
sûresindeki bu âyete göre:
Kaydı
vardır. Yâni "Kâfir olarak öldüğü takdirde" ifadesi vardır.
Mürted olan ama tevbe etmeden bu haliyle mürted olarak ölen kişinin amelleri
boşa gidecektir deniyor. Kimi âlimlerimiz bunu tercih etmişler, yâni ancak bu
haliyle tevbe etmeden ölen kişinin amellerinin boşa gittiğini söylemişler,
kimileri de irtidat ettiği andan itibaren tüm amellerinin boşa gittiğini
söylemişlerdir.
218:"Gerçekten
iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda savaşanlar (yok mu?) işte
Allah’ın rahmetini ümit edenler bunlardır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet
edicidir."
Allah’a,
Allah’ın istediği biçimde iman edenler, bu imanlarını amele dönüştürüp pratize
etme imkânı bulamadıkları için, zulüm ortamından kulluk ortamına hicret edenler
ve imanlarını yaşamak üzere cehd ü gayret edenler, cihad edenler, işte Allah’ın
yardımı ve rahmeti bunlarla beraberdir.
İman eden
ve imanlarını yaşayabilecekleri bir ortama hicret edenler. İman ve cihatla
alâkalı Bakara sûresinin önceki âyetlerinde epey bir şeyler demeye çalıştık.
Burada inşallah hicretle alâkalı da bir şeyler söylemeye çalışalım.
Allah’ın
Rasûlü ve beraberindeki müslümanlar, Mekke’li kâ-firlerin işkenceleri altında
bunalmışlar, imanlarını yaşama imkânı bulamayınca evlerini, eşyalarını,
mallarını, mülklerini bırakarak, öz vatanlarını terk ederek, Allah’a kulluğu
icra edebilecekleri Medine’ye hicret ettiler. Hicreti değerlendirirken
Mekke’deki on üç yılı göz önünde tutmak zorundayız.
Allah’ın Rasûlü Mekke’de tek başına
ortaya çıkmış ve çevresini Allah’a kulluğa davet ediyordu. Yapayalnızdı.
Kimsesi yoktu, yardımcısı yoktu, desteği yoktu. Hanımı Hatice’ye sorar
Allah’ın Rasû-lü:"Kim inanır bana şimdi ey Hatice?" Şu yalnızlığı bir
tasavvur edin. Tebliğ için keşke ömrümüzde bir kerecik biz de duyabilseydik bu
kaygıyı! Kim inanır şimdi bana? Dünya o kadar geniş ki! İnsan o kadar çok ki!
İlişkiler o kadar girift ki! Kurulu düzen İslâm’dan o kadar uzak ki! Neresinden
tutsundu Allah’ın Rasûlü? Nereden başla-sındı işe?
"Kimse
bana inanmazken o inandı!" derken, Hatice anamızı ne kadar
sevdiğini anlıyoruz Rasûl-i Ekrem’in. Taştan adam ararken bir Ebu Bekir’in, bir
Ali’nin kim bilir onu ne kadar sevindirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Kavminin
vurdum duymaz kesildiği, akrabalarının sağır bir duvar kesildiği günlerde
Bilâl’in onu ne kadar mutlu ettiğini anlamaya çalışıyoruz.
Çünkü o günlerde müslüman olmak
gerçekten çok zor ve tehlikeliydi. Ben müslüman oldum demek, âdeta işkenceye
adaylığını koymak gibiydi. Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen bir Allah nebisine
omuz vermek cidden büyük cesaret işiydi. Ama bakıyoruz ki Ebu Bekir ve Ali o
zor günde, onun yanında yer aldıkları gibi daha sonra hicret esnasında da
bunlardan birisi mutlak zarar göreceği, ya da kesinlikle öldürüleceği bir
yatağa uzanması, Rasulullah’ın yatağına girmesi, diğerinin de onunla beraber
gece yola koyulması gösteriyor ki; sanki hicretle ilk günler ucuca gelmişti.
Hicret
öncesi on üç yılın karakteri tebliğdi. Sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel
hayatı şirk çerçevesinde şekillenmiş bir toplum bünyesinde İslâm’ı tebliğ.
Bakıyoruz,
on üç yıl Allah’ın Rasûlü kendi evinde, Allah’ın Ra-sulü Safa tepesinde,
Allah’ın Rasûlü Ukaz’da, Allah’ın Rasûlü Kâbe-nin içinde, Allah’ın Rasûlü
Erkam’ın evinde, pazarda, panayırda, deve güreşlerinin yapıldığı yerde, şiir
müsabakalarının yapıldığı meydanda, taşradan gelen kervanların arasında,
insanların toplandığı çadırların içinde. Eşine anlatıyor, akrabalarına anlatıyor,
ticaret için gelenlere anlatıyor, Mekke’li müşriklere anlatıyor, anlatıyor.
Sonuna kadar mücâdelesini sürdürüyor. İşte hicret öncesinin ortamı budur. Muhammed
İkbal der ki: "Binlerce yıldızın kanı akmadan şafak sök-mez!"
Hicret
böyle bir dönemi yaşamanın sonucudur. Önce inanan, sonra bu inancı bütün
cihana haykıran, inancını yaşama yolunda karşısına kâfirlerin çıkardığı tüm
engellemelere karşı sabreden, inancından ve bu inanca dayalı yaşamasından
vazgeçmemek üzere direnen kişinin işidir hicret.
Hicret,
tavır ortaya koymadır. İmanımızı, tavrımızı ortaya koymaya çalışırken,
konumumuzu değiştirmeye çalışırken şehrin tüm kapıları yüzümüze kapanmış,
çevremiz inancımızı yaşamamıza imkân vermeyecek duruma gelmişse, kendi
kafamızda planladığımız mekân değişikliği için seçtiğimiz Habeşistan pek elverişli
olmamışsa, acaba mı diye gittiğimiz Taif’ten kan revan içinde dönmek zorunda
kalmışsak, o zaman Allah’ın bize de bir Medine lütfedeceğine inanacağız ve
işte o zaman mekân değişikliği zorunlu olacaktır diyoruz.
Hicret,
İslâm’ın yaşanmadığı bir mekândan İslâm’ın yaşandığı bir mekâna göçtür. Tabii
bütün müslümanlardan muhacir olmaları istenmez. Bazılarının da Ensâr olmaları
istenir, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Mekke’deki Medine’ye hicret ederken,
Medine’dekiler de biz de Mekke’ye hicret edeceğiz dememelidir yâni.
Hicret,
kişinin bulunduğu konumdan, bulunduğu makamdan ayrılmasıdır. Yaşadığınız
şehir, oturduğunuz mahalle eğer kulluğunuza engel oluyorsa, Allah’a kulluğu becerebileceğiniz
başka bir mahalleye gitmeniz hicrettir. İçinde bulunduğunuz arkadaş grubu,
sizin Allah’a kulluğu icra etmenize engel oluyorsa, o arkadaş grubunu terk
edip kulluğunuza yardımcı olabilecek başka bir arkadaş grubuna gitmeniz hicrettir.
Mesleğiniz Allah’a kulluğunuza engelse o mesleği terk edip başka bir meslek
seçmeniz hicrettir. Dükkanın sebebiyle, çoluk çocuğun sebebiyle, okulun sebebiyle
Allah’a kul olamadım mı diyorsun, Allah’ın arzı geniştir, o ortamdan başka bir
ortama hicret edersin.
Mü'min,
eğer bulunduğu bölgede karısına söz geçiremiyor, çocuklarını eğitemiyorsa o
bölgeyi değiştirmek zorundadır.
Bulunduğumuz
bir anlayıştan, bir yapıdan, başka bir yapıya, bulunmuş olduğumuz bir iş
dünyasından başka bir dünyaya, müşriklikten mü'minliğe ayrılmaktır. Başta
şirk olmak üzere tüm günahlardan, tüm haramlardan, Allah’ın menettiği herşeyden
kaçan ve iyiye, doğruya yönelen herkes hicreti yaşamaktadır. Allah’ın Rasulü
bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Fitne
ve bozgun içinde ibâdet, bana hicret etmek demektir."
(Müslim
Fiten 130)
Zira hicretteki temel hedef,
İslâm’ın yaşanmasıdır. Bulunduğu yerde de aynı şeyi yapan kişi, aynı amaç
içinde demektir. Haramları terk etmek, vatanı terk etmek kadar zordur.
Günümüzde haramlara o kadar alışılmıştır ki, onları terk etmek çok zordur. Özellikle
kurumlaşmış günahlar.
Hicret
bazen toplumun içindeyken, toplumdan etkilenmemeyi becerebilmektir. Allah’ın
Resûlüne Mekke’de ilk gelen âyetler bunu anlatıyordu:
"Peygamberim!
Onlardan güzellikle ayrıl!"
(Müddessir
10)
Bakıyoruz
ki, bu hicret emrini alan Allah’ın Rasûlü Mekke’yi terk etmedi, toplumdan iraz
edip onlarla tamamen ilişkilerini kesmedi. Toplumun içindeyken toplumdan etkilenmemek
türünde bir hicret gerçekleştirdi Allah’ın Rasûlü. Toplumun anlayışlarından,
düşüncelerinden, kültürlerinden, kültür evlerinden, örf ve âdetlerinden
güzellikle ayrıl peygamberim! diyordu Rabbimiz. Giyim kuşam anlayışın onlarınkinden
farklı olsun! Düğün anlayışın, okuma anlayışın, mala bakışın, ikram anlayışın,
kazanma harcama anlayışın, hâsılı tüm anlayışların onlarınkinden farklı olsun!
diyordu Rabbimiz. Bu tip bir hicret, kıyamete kadar devam edecektir
mü'minlerin hayatında.
Öyleyse
bizler toplumun içindeyken, toplumdan etkilenmeme-ye çalışacağız.
Babalarımızın yanlışlarından, analarımızın huysuzluk-larından, toplumun gayri
İslâmî tarzı telakkilerinden, komşularımızın ahlâksızlıklarından veya bize
empoze edilen İslâm dışı hayat programlarının tümünden hicret edeceğiz.
Eğer bütün bu âyetleri amel etmek
üzere okuyorsak, hayatımı-za aktarmak üzere dinliyorsak, buraya bunun için
geliyorsak o zaman biraz biraz taşınalım bulunduğumuz ortamlardan. Ayrılalım
bulunduğumuz alanlardan. Meselâ hangi alandaydık? Mal mülk alanında mıy-dık?
Moda ortamında mıydık? Ekran alanında mıydık? Neredeydik? Nereye
yerleştirmiştik kendimizi? O yerleşim alanlarımızı İslâm’ın istediği yerleşim
alanlarına değiştirelim, hicret edelim inşallah.
Evet,
âyet-i kerîmede önce iman, sonra hicret, daha sonra da cihad ve zaferin
geldiğini görüyoruz. İmanını tam olarak yaşamak için hicreti ve cihadı göze
alamayan, malını, evini, vatanını, işini, aşını, ko-numunu, statüsünü, kavmini,
kabilesini terk etmeyi göze alamayan bir İslâm topluluğunun muzaffer olması ve
gerçek İslâm’ı yaşaması da asla mümkün olmayacaktır.
219:"Peygamberim!
Sana hamr (içki), meysir (kumar) den soruyorlar. De ki:" Her ikisinde de
hem büyük günah hem de insanlar için birtakım faydalar vardır. Lâkin onların
günahları faydalarından daha büyüktür. Peygamberim! Yine sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınızdan fazlasını verin! Allah size
âyetlerini böylece açıklar ta ki düşünüp ibret alasınız."
Kur’an-ı
Kerîmde bu âyet içki, kumar ve şans oyunlarıyla ilgili verilen ilk emirdir. Bu
ilk âyette, bu ikisinin iyi olmadıkları anlatılıyor. Bu âyet, bunların kesin
haram olduklarına dair ilerde gelecek âyetlere giriş teşkil etmektedir. İçki
belli merhaleler sonucunda haram kılınmıştır. Bu konuda ilk gelen âyet-i
kerîme şudur:
"Hurma
bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvelerinden hem bir sarhoşluk verici şey
çıkarırsınız hem de güzel bir rızık."
(Nahl: 67)
Âyeti
gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz içkinin haram olduğunu bildirmemekle
beraber, diğer rızıklar için kullandığı güzel ifadesini kullanmamıştır. Bu
kadarcık bir işareti kavrayan sahabenin bir kısmı içkiyi terk ettiler, ama yine
içmeye devam edenler de vardı. Sonra ikinci merhalede Bakara sûresindeki bu
âyet-i kerîme geldi.
Burada soru
soran Hz. Ömer, Hz. Muaz ve beraberlerindeki bir kısım sahabeydi. Gelmişler
Allah’ın Resûlüne ve:
"Ey
Allah’ın Rasûlü! Bize içkiyle alâkalı bir şeyler söyle! Biz bunlardan çok
rahatsız oluyoruz! İçki aklı giderdiği için çok çirkin şeyler oluyor! Bu konuda
bize bir şeyler demeyecek misin? Bir fetva vermeyecek misin?" deyince,
işte bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygam-berim sen de ki onlara; içki ve kumarda
hem büyük günah vardır hem de insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i
kerîmede içkinin ya-saklığı belli olmakla birlikte, caiz olma ihtimali de yok
değildi. Bu ka-darcık bir açıklamayla da olsa sahabeden pek çoğu da içkiyi terk
etti. Ama kesin yasak olmadığı için içenler de vardı.
Sonra
sahabe arasında cereyan eden bir namaz olayı gerçekleşti. Sahabe şuuru yerinde
olmadığı için manayı bozacak, hattâ imanı tehlikeye düşürecek bir şekilde âyeti
yanlış okudu ve hemen bu olayın akabinden:
"Ey iman
edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın!"
(Nisâ: 43)
Âyeti nazil
oldu. Buradaki emrin biraz daha sertleşmesinden sonra sahabe arasında içkiyi
terk edenlerin sayısı artarken, içmeye devam edenlerin sayısı da yok denecek
kadar azaldı. Bir ara içki yüzünden pek çok densizliklerin yaşandığından
rahatsız olan Sa’d Bin Ebi Vakkas, Rasulullah’a gelerek şikâyette bulunmuş ve
Allah’ın Ra-sûlü de:
"Allah’ım!
Şarap hakkında bize yeterli beyanda bulun!"
Diyerek dua
etti ve hemen arkasından Mâide sûresindeki:
"Ey
iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) fal ve şans okları birer
şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz...."
(Mâide: 90, 91)
Âyeti inmiş
ve böylece kesin olarak şarabın haramlığı ortaya konmuş ve bunu duyan Hz. Ömer
de:
"Vazgeçtik
ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!"
diye
haykırmaktan kendisini alamamıştır. Rasulullah’ın münadisinin ağzından bu
âyeti duyan müslümanlar, şarap kadehini ağızlarına götürmek üzereyken hemen
yerlere atmışlar, küpleri dökmüşler ve bu işten vazgeçmişlerdir. Damarlarına
kadar alkolik olmuş insanlar, bir anda Allah’ın emrine uyup içkiyi terk
ediverdiler. Hattâ Hz. Ali Efendimiz:
"Vallahi
Rabbimin bu emrini duyduktan sonra bir tarlaya bir damla içki düştüğünü bilsem artık
ben o tarlaya tohum atmam! Kesinlikle o tarladan mahsul kaldırmam"
diyordu.
Bir başka sahâbe de:
"İçki kadehine değen elimi keser atarım! Onu bir uzuv olarak
bünyemde taşımam!"
diyordu.
Evet, düne kadar alkolik olan bu insanlar, bir anda İslâm’la tanışır tanışmaz
değişiyorlardı.
Hamr
kelimesi örtmek anlamına gelir. Şarap da aklı örtüp bürüdüğü için, aklı
dumanladığı için ona da hamr denmiştir. Sarhoşluk verici, aklı örtücü, aklı
giderici, şuuru yok edici herşey hamrdır. Bunların haramlığı için sarhoşluk
verecek derecede olmaları gerekmez, damlası bile haramdır. İçilmesi haram
olduğu gibi, alınıp satılması da haramdır. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Her
sarhoşluk veren şey haramdır."
(Buhârî Edep 80)
Yine başka
bir hadislerinde:
"Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."
(Ebu Dâvûd
Eşribe 5)
Meysir,
kolaylık anlamına gelen yüsür veya yesar kelimesinden gelir. Meysir zahmetsiz
ve kolayca mal elde etmek demektir. Veya zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli
bir şeye bağlanarak mal vermek ve almak demektir. Araplar nerd (tavla) satranç
vb. gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Rabbimiz buyurdu ki:
De
ki bunlarda büyük zararlar ve günahlar vardır. Her ikisi de akılları ve malları
telef eden, insanları perişan eden şeylerdir. Ama bununla beraber bu büyük
zararlarının ve günahlarının yanında:
Bunlarda
insanlar için bazı ufak tefek faydalar da vardır. İnsanlar bunlar sayesinde
belki biraz neşe, biraz geçici lezzet duyabilirler. Korkaklara içkinin geçici
bir cesaret vermesi gibi biraz menfaat sağlayabilirler. Ama:
Bilesiniz
ki bunların zararları faydalarından, günahları sağladıkları menfaatlerinden
çok daha büyüktür. Sağladıkları neşe ve lezzetler gelip geçici olduğu halde
tevlid ettiği zararlar hem kişisel hem de toplumsal olmak üzere çok korkunç
boyutlara ulaşmaktadır. Tıpkı bulaşıcı hastalıklar gibi toplumun her kesimini
sarma özelliği taşımak-tadırlar. Sadece müptelalarını değil, doğacak
nesilleri de zehirleme istidadına sahiptirler.
İçki içerek
aklını ve iradesini iptal eden kişi, Allah’ın insan olma özelliği olarak
kendisine verdiği en büyük nîmetlerden biri olan aklını felce uğratmış ve bir
noktada insanlıktan çıkmış demektir. Aklı olmayan bir adamın yapamayacağı bir
şey yoktur. Bu adam, şunu şu-nu da yapabilir mi demek zaittir. Adam da öldürür,
karısını da boşar, çocuklarını da keser, dinden de çıkar. Şeytanın elinde
oyuncak olmaktan kurtulamaz bu adam.
Meysir
(Kumar) pek çok oyunları içine alan geniş kapsamlı bir ifadedir. Genel olarak
taraflardan birinin kaybetmesinin, ötekisinin de kazanmasının söz konusu
olduğu herşey, her oyun kumardır ve haramdır. Piyango, loto, toto, at
yarışları, tavla, satranç, iskambil gibi oyunların tamamı kumardır. Yenen kazanır,
yenilen kaybeder temeline dayanan tüm oyunlar da kumardır ve haramdır.
Buhârî’de
Allah’ın Rasûlü:
"Tavla
ve satrançtan sakının! Çünkü onlar acemlerin kumarıdır."
Buyurur (Buhârî Edeb’ül müfret)
Yine Ebu
Dâvûd ve İbni Mace’deki bir hadislerinde de:
"Kim tavla oynarsa Allah ve Resûlü’ne
karşı gelmiştir."
Buyurur.
Rabbim bu iki belâdan mü'minleri korusun inşallah.
(İçki ile
alâkalı bir soru soruldu)
Bu konuda
epey söz ettik, ama sorulan soru üzerine biraz daha söz edelim:
Ayette
geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına
aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip
kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır Bunun dışındaki
sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şümûlüne girmez. Bu tür içkiler
sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk
veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin
kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir.
İslâm'dan
önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın
bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir.
Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da
koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat
yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz.
Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta
"Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.
"Her
sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse
şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette
Kevser şarabını içemez"
(Müslim,
Eşribe, 73).
"Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır"
(el-Askalânî,
Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz.
Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva
(ilâç) değil aksine derttir"
(el-Askalânî,
a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden
bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî,
a.g.e, IV, 61).
Buna
göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz
duruma getiren her şey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez.
Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları
kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür;
olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar
denizin-de yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri
uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve
ferdi topluma faydasız hâle getirir.
İşte
İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı
olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıp tarafından incelendiğinde,
bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi
yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları
uzmanlarca açıklanmıştır.
İslâm,
içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de
yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki
konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan,
kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için
satın alınan..."
(Tirmizî,
Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Ancak
günümüz müslümanları, İslâm’ın birçok hükmünü eğip büktükleri gibi, içki
karşısındaki duyarlılığı da yitiriyorlar. İslâm’ın yasakladığı ve hoş görmediği
birçok davranış Batı kültürünün etkisiyle onların da hayatına giriyor. Fâize
müslümanlardan bazıları başka bir isim vererek, bazıları câiz diye fetvâ
vererek, kimileri de günahını önemsemeyerek fâiz alıp veriyorlar. Kumara; toto,
loto, piyango, at yarışı, sayısal, şans oyunu deyip takılıyorlar. Tesettüre;
çağdaşlık, moda, kamusal alanda yasak deyip uymuyorlar. Bunun gibi bazıları da
içki içmeyi, neredeyse kişiliği tamamlayan, normal bir davranış olarak kabul
etmektedir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ümmetimden
bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl
kılmaya çalışırlar.” (Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106)
Rabbimiz
yeryüzünde bizim faydalanmamız için bir yığın helâl rızık yaratmışken, insanın
kendine zararlı bir şeyi yiyecek veya içecek olarak seçmesi, ondan zevk alması
akıl dışı bir olaydır. Ne yazık ki, Allah’a kulluk etmeyi hayatlarından çıkaranlar
için ne içki yasağının, ne de diğer yasak ve emirlerin bir anlamı vardır.
Bunlar canlarının istediğini yapmaya çalışırlar. Hoşlandıklarını yaparlar da
yeryüzünü if-sâd ederler (bozarlar), azgınlaşır, haddi aşarlar, zâlim ve
müstekbir olurlar. Yeryüzünü yaşanmaz hale getirirler. Hamr içmekle, önce insanın
aklı, doğal işlevini kaybeder. Akılla beraber din konusundaki duyarlılık da
gider. Sarhoşların nesilleri de içki içmenin zararını görürler. İçki içmekle
işlenen cinâyetlerin, verilen zararların, batan ocakların, yitirilen şereflerin
sayısı belli değildir. O yüzden Peygamberimiz; “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” (Nesâî, Eşribe 44) buyurmuştur.
İslâm,
içki yasağını bir iman meselesi olarak ele alıyor.
“Allah’a ve âhiret gününe iman
eden hamr içmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden içki içilen sofraya oturmasın.”,
“Hamr içenin kalbinden iman nuru çıkar.”, “Üç kişi cennete giremez: Deyyus
(karısını kıskanmayan), erkekleşen kadın ve içki düşkünü.”
(Kütüb-ü
Sitte, 8/169)
Hz.
Peygamber (s.a.s.) zamanında sarhoş için belli bir ceza yoktu. Tutuklanıp
mahkemeye çıkarılan suçlu ayakkabılarla dövülür, tepiklenir, yumruklanır, çomaklanır
ve kırbaçlanırdı. Bu suç için verilen cezanın en yüksek miktarı kırk kırbaçtı.
Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliğinin ilk günlerinde de aynı ceza uygulanıyordu.
Fakat o suçların arttığını görünce, diğer sahabelere de danışarak cezayı seksen
kırbaca çıkardı.
İmam
Malik, İmam Ebu Hanife ve bir rivayete göre İmam Şafiî de aynı görüşteydiler.
Fakat, İmam Ahmed b. Hanbel ve bir başka rivayete göre İmam Şafiî, içki içmenin
cezasının kırk kırbaç olduğu fikrindedir. Hz. Ali (r.a.) de kırk kırbacı kabul
etmiştir. İslam fıkhına göre, yasağın üzerinde durmak İslâm Devleti'nin
görevidir. Nitekim, Hz. Ö-mer (r.a.) zamanında Beni Sakif kabilesinden Ruveyşid
adlı bir adamın dükkanı, içinde gizlice şarap üretilip satıldığı için
yakılmıştır. Başka bir seferinde ise, şarap sattıkları için bir köyü
yaktırmıştır.
(Tefhîmu’l
Kur’an, Mâide, 90. âyetin tefsiri).
"Allah Teâlâ hastalığı da
ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun.
Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın."
(Ebû
Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874)
“Allah sizin için haram
kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.”
(Tâc, c. 3, s. 212)
İçki,
sadece içene zarar vermekle de kalmaz; İçki içmenin toplumsal ve psikolojik
yönleri bulunmaktadır. Çünkü içki, bireyin âilevî, sosyal ve meslekî faâliyetlerini
önemli ölçüde aksatmaktadır. Alkol bağımlısı olan kişilerde sinir sistemi
işlevinde birçok bozukluklar ortaya çıkmasına bağlı olarak şizofreni ve
duygusal bozukluklar meydana gelmektedir. Aynı zamanda da, alkolik olan kişinin;
işini, âilesini, yaşamını kaybedebildiği, alkolik kadınlarda ise, çocuğun
özürlü veya sakat doğurma ihtimalinin çok yüksek bir düzeyde olduğu ve büyük
oranda streslere yol açtığı da tespit edilmiştir.
"Peygamberim!
Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınızdan fazlasını
verin! Allah size âyetlerini böylece açıklar, ta ki düşünüp ibret alasınız."
a: Nasıl
infak edeceklerini, kimlere infak edeceklerini soruyorlar bir.
b: Bir de
neyi infak edeceklerini soruyorlar.
Sorunun
birinci şıkkını yukarıda anlatmıştı Rabbimiz. Yâni kimlere infak etmeleri
gerektiği önceki âyette anlatılmıştı. Sorunun ikinci şıkkına gelince, buyurur
ki Rabbimiz:
Peygamberim
de ki; ihtiyaç fazlasını infak edin! Kendinize, ehlinize ihtiyacınız kadarını
bırakın gerisini infak edin! diyor Rabbimiz. Peki ihtiyaç nedir? Ne kadardır
ihtiyaç? İşte burada curcuna başlıyor. İhtiyaç kişiye yetecek kadar miktardır
ya, işte burada problem başlıyor. Yetecek kadar. Efendim bu devirde aylık elli
milyon da gelse yet-miyor yâni demeye başlıyor müslümanlar. Elbette ihtiyaç
felsefemizi İslâm değil de kendimiz belirlemeye kalkarsak yetmeyecektir.
Böyle bir hayatı yaşarken de infak edecek bir şeylerimiz kalmayacaktır. Meselâ
üç beş yüz milyonluk bir evde oturma imkânımız varken beş on milyarlık bir evde
oturuyorsak elbette infak edecek bir şeyimiz kalmayacaktır. İki üç milyarlık
bir arabaya binmeye kalkıyorsak, elbette infak imkânımız kalmayacaktır.
Normal bir ailenin bir yılda yiyebileceği bir miktarı evimizde bir ayda
tüketmeye çalışıyorsak elbette infak im-kânımız kalmayacaktır. Ama eğer
yetecek kadar bir hayatı yâni Allah ve Rasülünün belirlediği bir hayatı
yaşıyorsak, elbette bizim de infak edebileceğimiz bir şeylerimiz olacaktır.
Yetecek
kadar bir hayat; Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayattır. Onun dışındaki
hayat ise ihtiyaçsızlığın ihtiyaç haline getirildiği bir hayattır. Evimize,
kendimize yapacağımız harcamalarımızı asgariye indirebilmeliyiz ki, harcamalarımızı
kısarak israfı önlemeliyiz ki bizim de infak edecek bir şeylerimiz olabilsin.
Elbiselerimiz eskiyince bir yenisini alacaksanız, öbürünü tasadduk edin. Allah’ın
Rasûlü Hz. Ai-şe’ye şöyle buyurur:
"Ey
Aişe eski elbiseni tasadduk et ve hiçbir zaman gururlanma!"
Bir sahâbe
geliyor Rasulullah’a: Ya Rasûlallah biz evde yiye-ceğimizi yetiştiremiyoruz! Geçinemiyoruz!
Rızkımız yetmiyor! Darlık ve sıkıntı içindeyiz! Bizim rızkımızın bize yetmesi
için, bu darlıktan kurtulabilmek için bize ne tavsiye edersin ey Allah’ın Rasûlü?
Deyince, Rasûl-i Ekrem:
"Galiba
evde ayrı ayrı kaplardan yiyorsunuz. Öyle yapmayın hepiniz tek kaptan
yiyin" Buyurur.
220:"Dünya
ve âhiret konusunda düşünüp en iyisini alın. Peygamberim bir de sana
yetimlerden soruyorlar. De ki onlar hakkında ıslahta bulunmak (mallarını korumak)
sizin için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız onlar sizin din
kardeşlerinizdir. Allah bozguncuyu ıslahçıdan ayırır. Eğer Allah dileseydi sizi
bu konuda mutlaka sarpa sardırırdı. Şüphesiz ki Allah Azîzdir ve hikmet sahibidir."
Hem dünya hem de âhiretinizi düzenleyesiniz
diye, hem dünya hem de âhiret işlerinde iyi davranasınız diye Allah size
böylece âyetlerini açıklıyor. Öyleyse bu din ne sadece dünyaya ne de yalnızca
âhi-rete mahsus bir dindir. Sadece âhiretle alâkalı konuları anlatan, dünya
işlerine karışmayan bir din değildir. Hem dünya hem de âhiret işlerini
düzenlemek için gelmiş bir dindir.
"Peygamberim,
bir de sana yetimlerden soruyorlar. De ki; onlar hakkında ıslahta bulunmak
(mallarını korumak) sizin için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız,
onlar sizin din kardeşlerinizdir."
Burada
müslümanlar yetimlerle olan ilişkilerinin nasıl olacağı konusunda onların
malları, eğitimleri ve terbiyeleriyle alâkalı nasıl davranacakları konusunda
sorular soruyorlardı. Gerçekten de yetimler, müslümanların vicdanlarında
önemli bir problem oluşturuyorlardı. Müslümanlar, yetimler konusunda günaha
girecekleri korkusuyla onlarla yakın ilişkiye girmekten çekiniyorlardı. Çünkü
daha önce bu konuda gelen Nisâ sûresindeki âyet onları ürkütmüştü.
"Yetimlerin
mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın
onlar çılgın ateşe atılacaklardır."
(Nisâ: 10)
İşte bu
âyet geldikten sonra müslümanlar onların mallarına el sürmekten korktular.
Yetimlerle beraber olmaktan, onlarla birlikte yaşamaktan, yiyip içmekten,
onların mallarıyla ve işleriyle ilgilenmekten çok korktular, gelip Allah’ın
Resûlü’ne bu konuda onlara karşı nasıl davranacaklarını sordular. Bunun üzerine
Rabbimiz buyurdu ki: Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, onların
eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek daha iyidir. Çünkü
yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete,
emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onlarla yakın ilişki
içine girmekten korkan müslümanlara Rabbimiz buyurdu ki; onlar sizin din
kardeşlerinizdir. Onlarla ilişkiye girip, onların dünya ve âhiret işlerini ayarlamanız
sizin hakkınızda daha hayırlıdır buyurarak müslümanları bu konuda teşvik
ediyordu. Onları aranıza alır, onlarla birlikte yaşarsanız, onların mallarını
kendi mallarınızın içine katar ve onların da kazanmalarını sağlarsanız yâni
onların işleriyle ilgilenirseniz, sizin hakkınızda bu çok hayırlıdır çünkü
bilesiniz ki onlar, sizin din kardeşlerinizdir buyuruyor Rabbimiz. Ama:
"Allah
bozguncuyu ıslahçıdan ayırır."
Onlarla
ilgilenirken, onların mallarını kendi mallarınızın içine katarken, onları
istifade ettirmek için mi yapıyorsunuz, yoksa siz onlardan istifade mi etmek
istiyorsunuz? bunu Allah ayıracaktır.
"Eğer
Allah dileseydi, sizi bu konuda mutlaka sarpa sardırırdı. Şüphesiz ki Allah,
azîzdir ve hikmet sahibidir."
Yâni din,
kolaylık dinidir. Bu din zorluk dini değil kolaylık dinidir. Allah dilemiş
olsaydı sizin işlerinizi zorlaştırırdı, ama bilesiniz ki Allah sizin için
kolaylık murad ediyor, zorluk dilemiyor. Allah kolaylık olsun diye yetimlerin
mallarıyla kendi mallarınızı katıp karıştırmada size izin verdi. Artık bu
konuda sizin için herhangi bir sakınca kalmadı. Yetimin malıyla kendi
mallarınızı karıştırıp, onun malı kadar ona da bir kazanç sağlayabilirsiniz
buyurdu. Peygamberimiz de yetimler konusunda şehâdet parmağıyla orta parmağını
birleştirerek şöyle buyurdu:
"Ben
ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz" Buyurur.
Yetim,
babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş
çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak vardır, ama her gece eve sarhoş
gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası tarafından kitap ve sünnetle tanıştırılmamış
tüm çocuklar yetimdir. Ve bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi
vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin
bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır,
kalp Allah’a götürücü imanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı
rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş
bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal
etmeyelim inşallah.
221:"Müşrik
kadınları, onlar iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman eden bir câriye, müşrik
bir kadından; bu müşrik her ne kadar hoşunuza gitse de daha hayırlıdır.
Müşrik erkekleri iman edinceye kadar mü'min kadınlarla nikâhlamayın. İman eden
bir köle, müşrik bir erkekten; bu sizin hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Onlar
(o müşrik erkek ve kadınlar) ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve
mağfirete çağırır. O âyetlerini insanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret alırlar."
Rabbimiz bu
âyet-i kerîmesinde mü'minlerin kesinlikle onlar iman edinceye kadar müşrik
kadınlarla evlenmelerinin mümkün ol-madığını anlatır. Haram olduğunu anlatır.
Çünkü câriye bile olsa mü-mine bir kadın, güzelliği hoşunuza gitse de müşrik
bir kadından daha hayırlıdır. Mü'mine bir câriye her zaman için bir kâfireden
hayırlıdır. Çünkü onlar sizi ateşe, yâni cehenneme çağırırlar.
Bu tür
evlilikler mü'minleri günah ve şirk yollarına götürebilir. Mü'min bir kocanın
müşrik bir kadını ve ondan doğacak çocuklarını İslâm’a, imana kazandırması ne
kadar mümkünse, müşrike bir kadının kocasını ve çocuklarını aynı şekilde
kulluktan, imandan uzaklaştırıp şirke götürmesi de mümkündür. Bir de ayrıca
aynı ailede hem İslâm hem küfür birlikte yaşanır olabilir. Koca İslâm’ı, kadın
da şirki yaşatmak için mücâdeleye devam edebilir. Evde böyle bir çatışma yaşanabilir.
Ve böyle bir çatışma ortamında
evdeki çocukların şahsiyetleri ve İslâmî yapıları sarsılabilir. Bir gayri
müslim belki bunu kabullenebilir. Ama bir müslümanın böyle bir şeyi
kabullenmesi asla mümkün değildir. İslâm’a inanmış bir kimse, sadece şehvetini
tatmin adına böyle bir riskin altına giremez. Bu kadınlar diledikleri gibi
davranma, doğacak çocukların akidelerini bozma, kocasının kontrolü altına
girmeme gibi durumlar söz konusu olabilir. Böyle müşrik bir kadına bir müslü-mana
gösterilebilecek sevginin gösterilmesi, kâfire velâ anlamına gelir ki; Allah
korusun bu da küfürdür. Bir kâfirin, mü'minin sevilmesi gibi sevilmesi küfürdür.
Bidâyette müslümanlar müşrik kadınlarla evlenebiliyorlardı. Mekke döneminde bu
konuda bir yasaklama gelmemişti. Nihâyet Medine döneminde bi'setten 19 yıl sonra
bu evlilikler sona er-dirilmiştir. 19 yıl sonra müşrik kadınları nikâhları
altında tutan erkeklerin, onları nikâhlarından çıkarmaları emredilmiştir.
Mümtehine sûresi-nin 10. âyeti şöyle buyurur:
"Kâfir
kadınları nikâhınız altında tutmayınız!"
(Mümtehine 10)
Bu âyet-i
kerîmede Mekke döneminde caiz olan bu evlilikler tamamıyla sona
erdirilmiştir. Âyet-i kerîmede zikredilen müşrik ifadesi ehl-i kitabın
dışındaki müşrikleri kapsamaktadır. Çünkü bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîmde pek
çok âyette müşriklerle ehl-i kitap ayrı ayrı zikredilmektedir. Bu âyet-i
kerîmede müşrikler umumî olarak zikredilmiştir. Ama Mâide sûresinin 5. âyet-i
kerîmesi ehl-i kitap kadınlarla evlenmeyi tahsis etmiştir. Yâni Bakara
sûresindeki bu âyetin hükmünü tahsis buyurarak, ehl-i kitap kadınlarla evlenmeyi
caiz kılmıştır. Bakın âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:
"Bugün
temiz ve pak nîmetler size helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yemeği size helâl kılındığı gibi sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min
kadınlardan hür ve iffetli olanlar ile sizden evvel kitap verilenlerden
yine hür ve iffetli kadınlar da iffetlerinizi muhafaza ederek onlarla zinada
bulunmaksızın ve gizli dost tutmaksızın kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız
takdirde size helâl kılınmıştır."
(Mâide: 5)
Bu âyet-i
kerîmenin ifadesine göre, ehl-i kitap kadınlarla ev-lenmenin caiz olduğunu
anlıyoruz. Bakara sûresindeki bu müşrik ifadesi, bu âyetle tahsis
buyurulmuştur. Bakara’daki bu âyetin, Mâi-de’deki bu âyeti nesih etmesi de
mümkün değildir. Çünkü Mâide sûresinin bu âyeti, Bakara sûresinin bu âyetinden
sonra nazil olmuştur. Bundan ötürüdür ki Bakara sûresinin bu âyeti nesih etmesi
mümkün değildir.
Demek ki
ehl-i kitap kadınlarla evlenmek, ancak onlar iffetli olmaları, zina
yapmamaları veya gizli dost tutmamaları şartıyla mubah kılınmıştır. Döneminde
Hz. Ömer bunu yasaklamıştır. Ehl-i kitap kadınlarla müslüman erkeklerin
evlenmesini yasaklamıştır. Sahabeden bir kısmı gelip: Ne yapıyorsun ey Ömer?
Kur’an’ın müsaade ettiği bir şeyi sen mi yasaklıyorsun? diye itiraz etmişler.
Hz. Ömer onlara şöyle cevap verir:
"Sizler
güzelliklerinden ötürü onlara meylediyorsunuz. Siz onlarla evlenince de
müslüman kızlar bekar kalıyor. İşte bundan ötürü sizin ehl-i kitap kadınlarla
evlenmenizi yasaklıyorum."
Bilhassa
eviyle ve çocuklarıyla ciddi bir biçimde ilgilenemeyecek durumda olanların
ehl-i kitap kadınlarla evlenmeleri çok tehlikelidir. Ben Avrupa’da böyle hem
kendisini, hem çocuklarını mahvetmiş, hıristiyanlaşmış yığınlarla insan gördüm.
Mü'min kardeşlerimizin bu konuda çok dikkat etmeleri gerektiğine inanıyorum.
Allah’ın
Rasûlü Bir hadislerinde:
"Kadın
dört şeyinden dolayı nikâhlanır. Malı, güzelliği, soyluluğu ve dini için. Siz
dini güzel olanı tercih edin!"
Buyurur. Öyleyse evlenebilecek
mü'min bir kadın mevcut olduğu müddetçe başkalarının tercih edilmesi mümkün
değildir. Bir de mesele sadece müşrik ve ehl-i kitapla da sınırlı değildir.
Kur’an’a inandığını iddia ettiği halde: Ben ateistim! Ben laiğim! Ben komünistim!
Ben demokratiğim diyen bizim ehl-i kitaptan kadınlarla da evlenmek haramdır.
Âyetin
ikinci bölümünde de buyuruluyor ki:
"Mü'min
kadınları da onlar iman edinceye kadar müşrik erkeklerle evlendirmeyin. İman
eden bir köle müşrik bir erkekten (bu müşrik erkek) hoşunuza gitse de daha
hayırlıdır. Çünkü onlar ateşe çağırırlar."
Müslüman
bir kadının müşrik bir erkekle evlendirilmesi kesinlikle haramdır. Müşrik,
ateist, dinsiz biri devlet başkanı bile olsa mü'-min bir köle ondan her zaman
hayırlıdır ve üstündür. Çünkü müşrikler ateşe çağırırlar, cehenneme
götürürler. Mü'min bir kadın ne müşrik bir erkekle ne de ehl-i kitap bir erkekle
evlenebilir. Çünkü kadın kocaya tabidir. Koca onun dinden çıkmasını
sağlayabilir.
Rabbimiz
Nisâ sûresinde:
"Erkekler
kadınları yönetmeye yetkilidirler."
(Nisâ: 34)
Âyet-i
kerîmesi gereğince kadınlar kocalarının yönetimi altındadırlar. Dolayısıyla
mü'min bir kadını kâfir ya da ehl-i kitap bir erkekle evlendirmek, onu bir
kâfirin yönetimine terk etmek olacağından, bu kesinlikle o kadını ateşe atmak
demektir.
Yine Nisâ
sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah
kâfirlere müslümanlar üzerine bir yetki verecek değildir."
(Nisâ: 141)
Buna göre
müslüman bir kadının kâfir ya da ehl-i kitap bir erkekle evlendirmek demek,
müslümanı kâfirin idaresine bırakmak demektir ki, bu asla mümkün değildir haramdır.
222:"Peygamberim,
sana kadınların hayız halini sorarlar. De k; o bir ezadır. Aybaşı halinde iken
kadın-larla cinsi münâsebetten ayrılın. Ama onlar temizlenince o zaman
Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çokça tevbe
edenleri sever. Tertemiz davrananları da Allah sever."
Dikkat
ederseniz Bakara sûresinin 177. âyetine kadar Allah’ın insan hayatına
karışması anlatıldı ondan sonra da Allah’ın bu hayata karışmasının birimleri
sunulmuştur. Bu birimlerden olarak oruç anlatıldı, hac anlatıldı, infak anlatıldı,
kıble anlatıldı, haram aylar ve bu aylarda savaş anlatıldı, içki kumar
anlatıldı ve işte sizin hayatınızın değişik zamanlarında yaşayacağınız
konulardır bunlar. Bunları Allah böylece belirlemiştir ve sizler Rabbinizin belirlediği
ölçüler içinde böylece yaşayacaksınız denerek tüm bu hususlar belirlenmiştir.
Ondan sonra da hayızları döneminde kadınlarla ilişki ve beraberlik konusu
gündeme geliyor.
Peygamberim,
sana hayızdan soruyorlar. Sen de ki; o bir e-zadır ve hayız halinde iken
onlarla cinsi münâsebetten ayrılın.
Bu din,
insanın fıtratını göz ardı etmeyen, hep onu gündemde tutan bir dindir.
İnsanlara onların bu fıtrî özelliklerini bilen yaratıcıları tarafından, onların
bu özelliklerine göre yaşayabilecekleri bir din sunulmuştur. İnsanlar, Allah’ın
Rasûlünden aybaşı dönemindeki kadınlarla ilişkiden soruyorlardı. Bu konu, bu
âyetler soruya binaen anlatılacağı gibi, soru sorulmadan da anlatılacak âyetlerdir.
Demek ki insanlar soru soruyorlar, beklentileri var ve o beklentilerine binaen
âyet gelecektir.
“De
ki” Şöyle şöyle söyle onlara. Ya da ey peygamberim! Sen bunun
sözcülüğünü yap! demektir bunun mânâsı. Demek ki bizim neler konuşacağımızı,
nelerin sözcülüğünü yapacağımızı Kur’an böyle belirliyor. Demek ki biz,
insanlara bazen hayızdan da konuşacağız, bunun sözcülüğünü de yapacağız.
"GUL" diye gelen âyetlerle bizim sözcülüğünü yapacağımız konular
özellikle belirtiliyor demektir.
Hayız her
ayın belli günlerinde periyodik olarak kadınların gördüğü kandır. En yaygın
görüşle en azı üç gün en fazlası da on gün olmak üzere kadınların gördüğü bu
kana hayız denir.
"De
ki; O bir ezadır." Yâni kadının o dönemi bir ezadır. Nasıl bir
eza? Tabi Allah’ın yaratış kanununa uygun bir ezadır. Arapça’da eza hem
hastalık hem de pislik için kullanılır. Âdet halinde kadınlar, sağlıktan çok
hastalığa yakındırlar. Rabbimiz o dönemlerinde kadınlardan ayrı olmamızı,
onlara cinsel yakınlıkta bulunmamamızı emretmektedir.
Bu durum
Hindularda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve putperest Araplarda yanlış
anlaşılmış, farklı anlaşılmış. İslâm’dan önce insanlar bunu yanlış anlamışlar,
farklı anlamışlar.
Kimileri o
haldeyken kadınları hapsetmeden yana olmuşlar, kimileri ona dokunmamadan yana
olmuşlar, kimileri onun pişirdiğini ye-memeden yana olmuşlar, kimileri onlarla
birlikte yemek yememeden, hattâ onlarla aynı odada kalmamaktan yana olmuşlar,
kimileri de meselâ hıristiyanlar bunların aksine bu haldeyken kadınlarla cinsi
münâsebetten yana olmuşlardır. Bu durumda sanki kadın insanlıktan çıkmış gibi
muteala ediliyordu. Sahabenin sorduğu soruya binaen gelen bu âyet-i kerîmede
Rabbimiz buyurdu ki: Bu durum sadece insan vücudunun tabii hallerinden bir
halettir. Sadece kan gelmesinden dolayı eziyetli bir halettir hepsi bu kadar.
Bu hal kadının vücudunu necis yapmadığı gibi, toplum içinde onun kişiliğini de
etkilememektedir. Bu durum insanlar arasındaki ilişkilerden sadece cinsel
ilişkiye engeldir. Bunun sebebi de ilgili mahalden kan gelmesinden ve mikrop
alması gibi bir eziyete, bir tehlikeye maruz kalmaması içindir. Bu durum âdet
halindeki kadınlara hiç dokunulmayacağı anlamına gelmez. Kadının necis olduğu
anlamına da gelmez, sadece o haldeyken cinsel ilişkinin yasak olduğu anlamına
gelir.
"De
ki; O bir eziyettir. Artık hayız esnasında kadınlarınızla cinsel ilişkiden
uzak durun onlar temizleninceye kadar."
Temizleninceye
kadar. Âdet günleri bitene kadar, ya da kanama günleri bitene kadar,
vücutlarını büsbütün yıkayana kadar, ya da kanama bölgelerini yıkayana kadar,
ya da gusül abdesti alana kadar gibi değişik anlayışlar var. Yâni âdet
dönemleri bitene kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın.
Hayız
halindeki kadınlarla cinsi münâsebet yasaktır. Hayızlı bir kadının göbeği ile
diz kapağı arasındaki bölgeye yaklaşılmaz. Bunun dışındaki yerlerden istifade
caizdir. Hz. Aişe annemiz der ki:
"Ben
ve Rasulullah cünüpken aynı kaptan guslederdik. Ben hayızlı iken Allah’ın
Rasûlü göbeğimle diz kapağım arasına bir bez sarmamı emrederdi ve bu bezin
üstünden bana yaklaşırdı."
Buyurur.
(Buhârî, Müslim, Tirmizî)
Ancak
buradaki kadına yaklaşmaktan maksat cimanın dışındaki yaklaşmalardır. Nitekim
Tirmizî’deki bir hadislerinde Allah’ın Ra-sûlü bu hususu şöyle açıklar:
"Hayızlı
kadınlarla cima hariç, dilediğinizi yapın!"
Hayızlılık
dönemi bittikten sonra kan gelmeye devam etse de bu cimaya engel değildir. Zira
bu kan hayız kanı değil istiaze kanıdır. İstiazeli kadınla cima yapmak kadına
ve erkeğe herhangi bir zarar vermez.
"Hayızlı
bir kadınla cima yapmanın cezası da bir dinar ya da yarım dinar sadaka
vermektir."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî)
Bütün
âlimlere göre hayızlı bir kadının namaz kılması, oruç tutması, Kâbe’yi tavaf
etmesi, mescide girmesi Kur’an’a el sürmesi veya okuması ve de kocasıyla cinsi
münâsebette bulunması haramdır.
(Hayız
konusunda bir soru soruldu)
Hayız
lügatte; akıntı mânasına gelir. Doğum sebebiyle olmayarak rahimden çıkan
kandır. İstihaza (hastalık) kanı bunun dışındadır. Küçük kızın, hayızdan
kesilen kadının ve hünsa-i müşkilin gördükleri kan da istihazadan sayılır. Bu
mesele dinimizde çok önemlidir. Çünkü temizlik, namaz, Kur'an okumak, oruç
tutmak, itikâf, hac, bü-lûğ, cimâ, boşama, iddet, istibra ve saire gibi birçok
hükümler bu me-seleler üzerine terettüp eder. Bu sebeple hayız meselelerini öğren-mek
en büyük vazife ve farzlardan biri olmuştur. Zira bir şeyi öğren-mek
mertebesinin büyüklüğü, onu öğrenmeme zararının derecesine göredir. Hayız
meselelerini bilmemenin zararı, başkalarını bilmemekten daha büyüktür.
Hazreti
Havva'yı Cenab-ı Hak hayızla mübtelâ kılmış ve kızlarında bu hal kıyâmet gününe
kadar devam etmek üzere kalmıştır. Bazıları: “Hayız ilk defa İsrâil oğullarına
gönderilmiştir.” demişlerse de bu sözü Buhâri: “Peygamber (s.a.v.)'in hadîsi
daha büyüktür.” diyerek reddetmiştir. Hadîsi Buhârî, Hazreti Âişe (r.a.)'dan şu
lâfızla rivayet etmiştir: “Rasulullah (s.a.v.) hayız hakkında: Bu, Allah'ın Adem kızlarına takdir
buyurduğu bir şeydir, buyurdular.”
Hayzın
en az müddeti geceleriyle birlikte üç gündür. En çok müddeti ise gecelerle
birlikte on gündür. Bunu Dârekutnî ve başkaları böyle rivâyet etmişlerdir.
Azından noksan, çoğundan fazla olanlar ise hayız değil, istihazadır.
(Tekrar
soru soruldu)
Az
önce dedim, hayız kadının rahminden belli günlerde kan gelmesi, doğum veya
hastalık söz konusu olmaksızın, belli yaşlardaki kadının rahminden belli
günlerde gelen kanı ifade eder. Türkçe’de "hayız" yerine, âdet,
aybaşı, kirlilik, ay hali ve namazsızlık gibi kelimeler de kullanılır. Bir
kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir. a) Hayız kanı. Sağlıklı kadından
belli yaşlar arasında gelir. b) Özür (is-tihaza) kanı. Kadın hastalığı
olanlarda görülür. c) Lohusalık (nifâs) kanı. Doğumdan sonra belirli bir süre gelen
kandır.
Âdet
görme, yani hayız, kadını erkekten ayıran özelliklerden birisidir. O, anormal ve
çirkin bir olay değil, normal ve kadının yaratılışının gereği olan doğal bir
olaydır. İslâm'ın çıkış sırasında câhiliye devri Arapları âdetli kadına
arkadan, Hıristiyanlar önden ilişkide bulunurlardı. Yahudiler ve Mecusîler ise,
böyle bir kadından uzak durular, hatta temizlendikten sonra da bir hafta
süreyle onlarla bir arada kalmazlar, birlikte yiyip, içmezlerdi
(Müslim,
Hayız, 6; Ebû Dâvûd, tahâre)
İslâm,
kadına rûhî ve fizyolojik sıkıntı veren ve onu küçük düşüren bu alışkanlıkları
yasaklayarak koruyucu bazı hükümler getirdi.
Hadiste
ise şöyle buyurulur:
"Bu hayız, Allah'ın Âdem
(a.s)'in kızlarına yazdığı bir şeydir"
(Buhârî,
Hayz, 1,7, Müslim, Hacc,119,120)
Âdet gören kadından tamamen uzak mı
kalınacağını soranlara Allah elçisi şu cevabı vermiştir:
"Cinsel ilişki dışındaki
şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir"
(Müslim,
Hayz" 16; Nesaî, Tahâret, 18)
Kur'an
da, âdetten "pislik" olarak değil, "eziyet" olarak söz edilmiş,
bununla, sıkıntıda bulunan hayızlı kadın korunmak istenmiştir. Diğer yandan Hz.
Peygamberin eşleriyle dizkapağı ve göbek arası dı-şındaki normal ilişkilerini
sürdürdüğü bilinmektedir
(Buhârî,
Hayz, 5)
Âdetli
kadının temiz olmayan yönü sadece âdet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis
değildir. Pişirdiği yenir ve yemek artığı da temizdir. Hz. Âişe'den şöyle
dediği nakledilmektedir: "Allah elçisinin isteği üzerine, ben adetli iken
kucağıma yaslanır, Kur'an okurdu"
(Buhârî,
Hayz, 2, 3)
"Adetli iken, kemikli eti ısırır, sonra
O'na verirdim. Alır ve be-nim ısırdığım yerden ısırırdı. Yine âdetli iken su
içtiğim kabı O'na verirdim, alır ve ağzını benim ağzımı koyduğum yere koyar ve
içerdi"
(Müslim
Hayz, 14).
Kadın,
âdet görmeye yaklaşık dokuz yaşlarında başlar ve elli beş yaşına kadar devam
eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan "özür kanı"
sayılır. Âdet gören kadın artık namaz, oruç, hac gibi bütün şer'î emir ve yasaklara
muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya
ihtilâm gecikirse, çoğunluk İslâm hukukçularına göre on beş yaşın bitmesiyle
her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.
Âdet
görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm
hukukçuları tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye
göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikilere göre, yetmiş, Hanbelîlere göre ise,
elli yaştır. Şâfiîler âdetin devam edebileceği süreye bir üst sınırlama
getirmemiştir, bu hâlin ömür boyu sürebileceğini, ancak çoğunlukla altmış iki
yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefilere
göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah
renkte ise adet kanıdır.
Günümüz
tıp bilimine göre, âdet; kadının ilk âdet kanaması (menarche) ile başlayıp,
âdetten kesilene kadar (menepouse) her ay belirli süre devam eden kanamadır.
Bu; âdet kanaması, aybaşı, kirlenme, meneses, regl gibi' kelimelerle de ifade
edilir. Türkiye'de ilk â-det görme yaşı 12-14 yaşlarıdır. Daha erken de
görülebilir. En erken görme yaşı dokuz olarak kabul edilir. Âdetten kesilme
yaşı ise kırk beş ellidir. Ancak en son altmış yaşına kadar devam edebilir.
Âdetin başlama, bitme ve düzenine etki yapan faktörler şunlardır: Şiddetli
geçen hastalıklar, kronik (müzmin) hastalıklar, iklim ve çevre değişiklikleri,
korku ve heyecan, aşırı bedensel faaliyet, dengesiz zayıflama rejimleri, aşırı
gebe kalma isteği veya gebe kalma korkusu.
Hayızlı
bir kadına yasak olanları da inşallah kısaca özetleyelim:
1- Namaz kılmak. Âdetli veya lohusa
kadının namaz kılması câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s), Fâtıma binti Ebî
Hubeyş'e "Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona erince,
kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" buyurmuştur. Buhâri'deki rivâyet
şöyledir: "Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al
ve namaz kıl"
(Buhâri,
Hayz, 19)
Âdetli
kadın, kılamadığı namazı kaza etmez, orucu ise kaza etmesi gerekir. Hz. Âişe
şöyle demiştir: "Biz Rasûlullah (s.a.s) devrinde âdet görüyorduk. Namazı
kaza etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk"
(Buhârî,
Hayz, 20; Ebu Dâvud Tahâre,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyâm, 64)
2- Oruç tutmak. Âdet gören veya lohusa
olan kadın oruç tut-maz. Delil yukarıdaki Hz. Âişe hadisidir. Ancak oruç borcu,
onların üzerinden düşmez. Kaza etmeleri gerekir.
3- Kabe’yi tavâf etmek. Hz.
Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: "Hayız
gördüğün zaman, temizle-ninceye kadar Beytullah'ı tavaf dışına hacıların
yaptığı diğer hac ibadetlerini yap"
(Buhârî,
hayz,1, Müslim, Hacc,119,120)
4- Kur'an-ı Kerîm okumak.
Mushafa el sürmek ve onu taşımak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İddetli kadın ve cünüp olan, Kur'an'dan hiç bir şey okuyamaz"
(Tirmizî,
Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 105).
Hanefilere
göre, bir kılıf içindeki Kur'an'a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için
mümkün ve câizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını
zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir.
5- Mescide girmek, orada eğleşmek ve itikâfa çekilmek.
Hadiste şöyle buyurulur: "Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez"
(İbn
Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû',116)
6- Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı
arasını okşamak (istimtâ). Bunun delili âyet ve hadistir. Âyet, işte bakaradaki
temizleninceye kadar onlardan uzak durmayı emreden bu âyettir. Uzaklaşmaktan
(İ'tizal) maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı hanımıyla ne
derece ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah elçisi şöyle cevap
vermiştir: "Senin için göbekten üst taraf serbesttir" (Şevkânî,
Neylü'l-Evtâr, I, 277).
Hanbelilere
göre, göbek-diz arasında cinsel temas dışında serbesttir. Delil şu hadistir:
"Hayızlı kadına cinsel temasın dışında her şeyi yapabilirsiniz"
(Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâre, 16) Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere göre
hayızlı veya lohusa olan eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe kefâret gerekmez.
Ancak tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.
7- Boşama. Hayız hâlindeki kadını
boşamak câiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir, ve bid'î tâlak
adını alır. Âyette; "Boşayacağınız zaman, eşlerinizi iddetlerine doğru
boşayın" buyu-rulur (Talâk,1) Yani içinde iddet meşru olan bir sürede
boşayın demektir. Çünkü, ay hâlinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz. Allah
elçisi, Abdullah b. Ömer'e, eşini temizlik günlerinde veya gebe iken boşamasını
bildirmiştir (Şevkânî, a.g.e., VI, 221)
Bu
konuda bu kadar söz yeter. Daha etraflı bilgi sahibi olmak isteyenler konu ile
alâkalı fıkıh kitaplarına bakabilirler.
"Ama
onlar temizlenince, o zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara
yaklaşın."
Onlar
temizlenince, o dönemleri bitince artık sizin kullanabileceğiniz bir açıdan
onlara yaklaşın, onlarla beraber olun.
"Şüphesiz
ki Allah çokça tevbe edenleri sever. Tertemiz davrananları da Allah
sever."
Şu ana
kadar yaptığınız yanlışlarınızdan eğer tevbe ederseniz, bir daha o yanlışlara
dönmezseniz tevbe edenleri Allah sever. Tertemiz davrananları da Allah sever.
Şirkten günahtan yasakladığı şeyleri yapmaktan arınanları, günah pisliğinden
temizlenenleri, Allah’ın necaset olarak bildirdiği şeylerden uzak duranları
Allah sever. Yâni ey müslümanlar! Eğer Rabbinizin sizleri sevmesini ve affetmesini
istiyor-sanız, işlediğiniz günahlardan hemen vazgeçin ve tevbe edin! Ve bir
daha o günahlara dönmeyin. Kesinlikle bilesiniz ki; Allah’ın pis dediği
şeyler pis, temiz dediği şeyler de temizdir. Eğer Rabbinizin sizleri affetmesini
ve sevmesini istiyorsanız, onun pis dediklerini pis bilin! Temiz dediklerini
de temiz bilin!
Âyetler
bize iki mânâ işaret ediyor:
1- Bu
âyetler gelmeden önceki yanlışlardan, hatalardan te-mizlenme,
2- Bu
âyetle karşı karşıya gelip gerçeği anladıktan sonra da insansınız, hata
edebilirsiniz, yanlış yapabilirsiniz, ama hemen tevbe eder ve yanlışlarınızdan
dönerseniz Allah sizi affeder ve sever deniliyor.
223:"Kadınlarınız
sizin tarlalarınızdır. Artık kadın-larınıza enna şi'tüm gidin! Kendiniz için
iyi şeyler gönderin. Bir de muttaki olun ve bilin ki mutlaka ona kavuşacaksınız.
Bunu mü'minlere müjdele."
Buradaki "Enna
şi'tüm" ifadesinin iki mânâsı üzerinde duracağız:
1- Ne zaman
anlamına gelir. Buna göre kadınlarınız sizin tarlalarınızdır ve her ne zaman
isterseniz onlara gidin! Olacaktır mânâ.
2- İkincisi
dilediğiniz yönden mânâsına gelir. Yâni kadınlarınıza dilediğiniz yönden,
önden veya arkadan nasıl isterseniz gidin! Nasıl beraber olursanız olun! Ama
peygamberimiz tarafından ortaya konan bir tahsisle birleşme önden olmak
şartıyla. Allah’ın Rasûlü pek çok hadislerinde kadınlara arkalarından
(dübürlerinden) yaklaşmanın livata olduğunu ve bunun haram olduğunu açıklamıştır:
"Allah’a
ve âhiret gününe iman eden erkekler kadınlarına arkalarından (dübür)
yaklaşmasınlar."
Bu konuda pek çok hadis vardır.
Demek ki
buradaki "Enna şi'tüm" ifadesi ya dilediğiniz zaman onlara
yaklaşın anlamınadır, ya da önden olmak kayd u şartıyla dilediğiniz değişik
pozisyonlarla onlara yaklaşın anlamına gelecektir.
Tarla
kelimesinin kullanılması da zaten bu mânâyı işaret buyurmaktadır. Tarla ekim
yerini, tohum atma ve mahsul alma mahallini anlatmaktadır. Buradaki tarladan kasıt
rahim, mahsulden kasıt da çocuktur. İşte bu ekim yerine varmak kayd u şartıyla
dilediğiniz yönden tarlalarınıza gidebilirsiniz diyor Rabbimiz. Ayrıca bu
âyetle bu konuda bir yanılgı içinde olan yahudilere cevap verilmiştir. Yahudiler
kadının önüne arkasından, arka cihetinden yaklaşılınca doğacak çocuğun ala
tenli olacağını iddia ediyorlardı. Bu âyetle bunun böyle olmadığı da
anlatılmış oldu.
"Kendiniz
için iyi şeyler gönderin."
Geleceğiniz
için iyi şeyler takdim edin! Geleceğinizi hazırlayın! Geleceğiniz için
takdimde bulunun! Kendi geleceğiniz konusunda lehinize hareket edin! Gelecek
sizin için olsun isteyin! Yarın sizin için olsun isteyin! İstikbalde söz sahibi
siz olmak için, istikbali ele geçirmek için çalışın! Yaptığınızı mizanınıza
konacak biçimde yapın! Yâni:
1-
Kadınlarınıza yaklaşırken çocuk talep etmeye, salih evlâtlar istemeye çalışın!
Böylece geleceğinizi garanti altına almaya çalışın. Gelecekte söz sahibi
olmaya çalışın. Gelecek sizin olsun isteyin. Hem dünyada hem de âhirette. Bakın
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Ademoğlunun
ölünce ameli kesilir, ancak şu üç şey hariçtir:
1- Kendisine dua edecek salih bir
evlât.
2- Sadaka-i câriye.
3- Ölümünden sonra faydalanılacak
bir ilim."
Öyleyse
buradaki kendiniz için önceden iyi şeyler takdim edin âyetinin mânâsı hayırlı
salih evlâtlar yetiştirin demek olacaktır, bir.
2-
İkincisi; cinsel birleşme esnasında Rabbinize dua edin demektir.
3-
Üçüncüsü; cinsel birleşme esnasında bismillah deyin demektir.
4-
Dördüncüsü; iffetli kadınlarla evlenerek geleceğinizi teminat altına alın
demektir.
5-
Beşincisi; güzel davranışlarla hem kendinizi hem de karşınızdakini cinsel
birleşmeye hazırlayın anlamına gelecektir diyoruz Allahu âlem.
"Bir
de muttaki olun ve bilin ki; mutlaka ona kavuşacaksınız. Bunu mü'minlere
müjdele."
Sizler
yarın tüm yaptıklarınızın karşılığını almak üzere Rab-binizin huzuruna
gideceksiniz. Öyleyse bunu hiç bir zaman hatırı-nızdan çıkarmayın ve
yaptıklarınızı bunun bilinci içinde yapın. Allah’ın emirlerine ve yasaklarına
riâyet eden ve tüm yaptıklarını inandıkları dinin kurallarına göre yapan
kimseler kurtuluşa ereceklerdir.
Sizden
istenen kulluk birimlerinden birisi de şudur:
224:"İyilik
yapmanız, kötülükten sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah’ı
yeminlerinizden dolayı engel yapmayın. Şüphesiz ki Allah, herşeyi işiten ve
bilendir."
Yemin sağ
el, güçlü el anlamına gelir. Bir sözü de Allah adını anarak, Allah’ı şahit
tutarak güçlendirmeye de yemin denmiştir.
Allah
buyurur ki; Allah adına yaptığınız yeminlerinizi kalkan yapmayın. Bunun iki
mânâsı vardır.
1-
Birincisi itaatkâr, muttaki, muslih, düzeltici olmak için veya dargınları
barıştırmak için de olsa Allah’a çok yemin etmeyin demektir. Konu hayırlı bir
konu da olsa, öyle her zaman Allah adını anarak yemin etmeye dillerinizi alıştırmayın
demektir.
2- İkincisi
de yeminlerinizi kalkan yaparak iyiliklerde bulunmamaya, fenalıklardan
korunmamaya, küsleri barıştırmamaya çalışmayın. Yâni ben bu konuda yemin
etmişim ne yapayım? Yeminimi bozamam! diyerek hayırlı işler konusunda
yeminlerinizi kalkan yapmayın! Diyor Rabbimiz. Allah için bir yemin
etmişseniz, bu yeminlerinizi Allah’a kalkan yapmayınız. Hangi konuda? Takvalı olma
konusunda, insanlar arasını ıslah etme konusunda. Diyelim ki birisiyle konuşmamak
üzere yemin ettik. İki müslüman gelip bize senin onunla konuşman lâzım, onu ebrâr
kılman lâzım, onu takvalı kılman lâzım, onu sa-lihleştirmen lâzım! Yâni sen
Allah için onunla mutlaka beraber olman, onunla konuşman lâzım diye gelip bize
durumu arzettikleri zaman, yok ben yemin ettim! Söz verdim Allah’a! Gidemem
ona! Konuşamam onunla! diye diretmeyeceğim ya da yeminimi kalkan yaparak
hayırlı bir işten sarfı nazar etmeyeceğim, yeminimi bozacağım, kefaretimi
vereceğim ve o işi yapacağım. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu
hususu şöyle anlatır:
"Bir
kimse bir şeye yemin eder, sonra da ondan başkasını, ondan daha hayırlı
görürse; o hayırlı şeyi yapsın ve yeminine kefaret versin."
Buyurur. (Müslim Eymen 11)
Demek ki
bir konuda yemin etmiş ama onun yapılmasının daha hayırlı olduğunu anlamışsak
hemen yeminimizi bozacak ve kefaretini vereceğiz ve de o işi yapacağız. Yeminin
kefareti ise Mâide’de anlatılır:
"Bu
yeminin kefareti, çoluk çocuğunuza yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri
doyurmak, veya onları giydirmek, veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan
kimse de üç gün oruç tutar. İşte bu yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin
kefaretidir."
(Mâide 89)
Hattâ kimi
âlimlere göre günah işlemek üzere yemin eden bir adam, günah işlemekten
vazgeçtiği takdirde bu yemininin kefaretini de ödemesi gerekmektedir. Çünkü onun
bu günahtan vazgeçmesi, kefaret anlamına gelmektedir. Meselâ adam içki içmeye,
adam öldür-meye yemin etti. Yeminini kalkan yapıp bu haram fiilleri icraya mecbur
olduğunu asla söyleyemez. Allah’ın Rasûlü İbni Mace’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde:
"Haram
işlemek üzere yemin eden birisi, bu yeminini yerine getirmesin! Çünkü haram
olan şeyleri terk etmek o yeminin kefaretidir." Buyurur.
Bu konuda
kefaretin verilmesiyle ilgili rivâyet edilen hadisler daha çok ve sıhhatli
oldukları için kişi yeminini bozacak ve kefaretini verecektir diyoruz.
Rivayetlere
göre sahabeden Abdullah Bin Revaha bir kırgınlık sonucu eniştesinin yanına
gitmeyeceğine, onunla konuşmayacağına yemin etmiş ve kız kardeşiyle onun arasını
düzeltmeyeceğine söz vermişti. Bu konuda onu uyaranlara karşı da: "E ben
bu konuda Allah’a yemin ettim! Allah’a söz verdim! Yeminimi bozmam caiz olmaz!
Yapamam! diyordu. Cenâb-ı Hak da bunun üzerine buyurdu ki; hayırlı işler
konusunda yemin edip de bu yeminlerinizi kalkan yapmayın! Allah için yemin
etmişseniz o yeminlerinizi bozun, kefaretini ödeyin de insanları sâlim kılmada,
insanların arasını ıslah etmede, insanları takvalı kılmada yeminlerinizi
bahane ya da kalkan etmeyin! buyuruyor. Ve bilesiniz ki:
"Allah
herşeyi hakkıyla işitici ve bilicidir."
225:"Allah
sizi yeminlerinizdeki lağıvdan dolayı muaheze etmez. Ve lâkin kalplerinizin
irtikap ettiği yeminlerle muaheze eder. Allah çok bağışlayıcıdır ve Halîmdir."
Allah sizi
yeminlerinizdeki "Lağıv" dan dolayı muaheze etmeyecek, hesaba
çekmeyecektir. Âlimlerimiz yeminleri üçe ayırmışlardır. Bunlar yemin-i lağıv,
yemin-i gamus ve yemin-i mün’akide’ dir.
1- Yemin-i
lağıv; kişinin herhangi bir kasıt taşımaksızın, yemin kastı taşımaksızın
konuşurken, diline geldiği gibi düşünmeden, istemeyerek ağzından çıkan
yeminlerdir. Buhârî’deki bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın Rasûlü:
"lağıv;
bir kimsenin konuşma esnasında düşünmeden "Hayır vallahi, "Evet
vallahi" demesidir."
Buyurur.
Ya da lağıv
yemin; kişinin herhangi birine zarar vermek kastı olmaksızın, herhangi bir
menfaat celp etme niyeti de bulunmaksızın, söz arasında edilen alışkanlık
haline getirilmiş yeminlerdir ki, bunun kefareti yoktur. Çünkü Allah,
insanları ancak kalplerindeki niyetlere ve kasıtlara göre sorumlu tutacaktır.
Burada şunu söyleyelim: Niyetsiz bir amelin herhangi bir değeri olmadığı gibi,
amelsiz bir niyetin de Allah katında bir değeri yoktur. Çünkü niyet ameli kendi
biçimiyle biçimlendirir ve kendi rengiyle renklendirir. Böylece bir amelin
güzelliği ya da çirkinliği o ameli yaptıran niyete bağlıdır. Niyet güzelse amel
de güzeldir, niyet bozuksa amel de bozuktur. Yetimi terbiye için dövmenin helâl,
ama ondan intikam almak için dövmenin haram olması gibi.
Bir kişiye
zorla yaptırılan yeminler de lağıv yeminlerdir, onun için de kefaret
gerekmemektedir.
Yeminlerdeki
kasıtsız yanılmalardan Allah bizi sorumlu tutmayacaktır. Ama şurasını da asla
unutmayalım ki, bu sorumlu tutulma-yışımız, bizi boş yere sık sık yemin etmenin
çok çirkin bir amel olduğunu söylemekten alıkoymamalıdır.
Boş
yeminlerdir bunlar, o yeminlerle alâkalı bir hesap gelmeyecektir; ama
lağviyyatla meşgul olduğumuzdan ötürü elbette o konuda da hesap sorulacaktır
bize. Aslında müslümanlar kesinlikle ağızlarını bu tür yeminlere alıştırmamalıdır.
Çünkü yeminden dolayı sorumlu olmamak ayrı şey, lağviyyattan dolayı sorumlu olmak
ayrı şeydir. Çünkü burada her hâlükârda Allah’ın ismi hafife alınmakta ve onunla
oyun oynanmaktadır. Bir adam "Vallahi billahi, vallahi billahi’yi"
diline dolaştırarak söz söylemeye çalışırsa, sen bunu niye diline doladın diye
bu konuda elbette ona bir soru gelecektir. Evet bu lağıv yemindir.
2-
İkincisi; yemin-i gâmus’dur. Bu da kişinin geçmişe ait bir konuda öyle
olduğunu zannederek yemin etmesidir. Borcunu ödedi zannıyla; “vallahi ben sana
borcumu ödedim!” demesi veya Ankara’ya git-mediği halde gittim zannıyla;
“vallahi ben geçen ay Ankara’ya gittim!” demesi gibi. Yanlış bildiğinden, hata
ettiğinden dolayı, işin aslının öyle olmadığını anladığı zaman bu kimsenin de
tevbe etmesi gerekir, bu-nun için de kefaret yoktur.
3-
Üçüncüsü; yemin-i mün'akide’dir. Âyet-i kerîmesinde Rab-bimizin:
"Lâkin
kalplerinizin niyetiyle irtikap ettiği yeminlerinizden Allah sizi hesaba
çekecektir."
Bölümünün
anlattığı yeminler işte bu yeminlerdir. Yâni kişinin bilerek, niyet ederek,
kasıtla yaptığı yeminlerdir.
Geleceğe
ait bilerek bir yemin ettiniz. Meselâ vallahi ben yarın namaz kılmaya
başlayacağım! Vallahi yarından itibaren Kur’an okumaya başlayacağım! Vallahi
yarın sana borcumu ödeyeceğim! Gibi yapılan yeminlerde, yeminin gereği mutlaka
yerine getirilmelidir. Eğer yeminin konusu meşru ise mutlaka yerine getirilmelidir,
eğer meşru bir şey değilse az evvel de ifade ettiğim gibi yeminin kefaretini vererek
o işten vazgeçilmelidir.
"Allah
ki Ğafûr’dur, Halîm’dir."
Yâni Allah
mağfiret edendir, hataları örten, kusurları örtbas ediverendir, buna güç
yetirendir, eğer sizler yaptıklarınızdan pişmanlık duyar ve bir daha
yapmamaya azmederseniz. Bir de Allah Halîmdir, yâni çabucak hareket edivermeyen,
çabucak sizin defterlerinizi dürüvermeyen, size imkân tanıyan, fevri durumları
olmayandır. Rabbinizi böyle bilin ve hayatınızı buna göre ayarlayın.
Bundan
sonra Rabbimiz “Îlâ” yeminini anlatacak:
226:"Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dönerlerse
bilsinler ki; Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir."
Bir yemin
konusu daha geliyor; ama deminki yemin konuların-dan farklı konuda bir yemin.
“Îlâ”;
kelime mânâsı yemin demektir. Şer'i mânâsı ise bir kişinin hanımıyla dört
aydan daha fazla cinsi münâsebette bulunmamak üzere yemin etmesidir. İşte
böyle kadınlarından ayrı olmaya, onlara yaklaşmamaya yemin edenler. Bir gün,
beş gün, on gün, bir ay, üç ay, bir yıl, beş yıl seninle beraber olmayacağım!
Seninle beraber yatmayacağım! Münâsebette bulunmayacağım! diyerek yemin
edenler için:
"Dört
ay beklemek vardır."
"Eğer
karı koca birbirlerine dönerlerse, bilsinler ki Allah, çok bağışlayıcı ve
merhamet edicidir."
Eğer
"Fey" yaparlarsa, yâni bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse Allah
çok bağışlayıcıdır.
Îlâ
yeminiyle alâkalı şunları söyleyelim: Karı koca birbirlerini sevememiş,
birbirlerine uyum sağlayamamış olabilirler. Allah karı kocanın böyle
birbirlerine işkence çektirme noktasına varan beraberliklerine izin vermez.
Karı kocanın şer'an ve fiilen nikâhlı olup; fakat pratikte ayrı yaşayarak
ilişkide bulunmamalarını hoş görmez; bunun için maksimum bir zaman belirler.
Bu, dört aylık bir süredir. Kadınlarını ıslah etmek için, onların durumlarını
düzeltmek için bir baskı aracı olarak koca bunu kullanabilir. Bazen dik başlı,
kocasına itaat etmeyen, güzelliğini ve kadınlığını kullanarak erkeğini önünde
boyun eğdirmek isteyen gururlu kadınlar için bu yol faydalı olabilir. Ama bu
belli bir zamanla sınırlıdır. Değilse böyle bir yemini bahane ederek kadını
uzun bir süre muallakta bekletmenin caiz olmadığı ortaya konuyor.
İslâm’dan önce Araplarda bu bir
âdetti. Adam; sana beş yıl yaklaşmayacağım diye karısına yemin ediyor ve bu
kadıncağız ne evli ne boşandığı belli olmayan bir muallakta beklemek zorunda
kalıyordu. Kocası onu boşamamış ki bir başkasıyla evlensin, doğru dürüst evli
değil ki kocasıyla beraber olsun. Allah kadınları işte bu mağdur durumdan kurtarmak
için bunu dört ayla sınırlandırıverdi. Buna göre hanımlarıyla birleşmemeye
yemin eden kişi, ne kadar süre için yemin ederse etsin, bu süre en fazla dört
ay olabilir.
İşte böyle
hanımlarına yaklaşmamak üzere yemin edenler, ya bu süre dolmadan bu
yeminlerinden vazgeçip kefaretlerini vererek tekrar hanımlarına dönerler ki;
bu dönme cinsel ilişkidir. Aksi takdirde sözle, ben sana döndüm demek yetmez.
Ya karısına
döner ya da eğer bu süre içinde hanımlarına dönmemişlerse, bu boşanma
anlamına gelecektir. Kimileri bu süre içinde karısına dönmezse bir ric'i talâk
meydana gelir derken, kimileri de bir bain talâk vaki olur fikrindedirler.
Yâni eğer
dört ay içinde adam karısına dönmezse, o zaman tekrar bir araya gelmeleri için
kadının kocayı kabul etmesi şartıyla yeniden nikâh yapılması gerekir. Eğer
kadın ben onu istemiyorum derse, artık tekrar bir araya gelmeleri caiz
değildir.
Müslim’in
rivâyetine göre Allah’ın Rasûlü kendisinden bol nafaka, çeşitli yiyecek ve
giyecek isteyen ve bu hususta kendisini rahatsız eden hanımlarına kızarak,
onlara bir ay süreyle yaklaşmamak üzere yemin etmiştir. Ve yirmi dokuz gün
sonra onlara tekrar dönmüştür.
İşte bu Rasulullah’ın kadınlarını
tedip için kullandığı bir yoldur. Bu tedibin gerçekleşeceği kadar bir süre
beklemiştir. Yine İbni Mace-nin beyanına göre Allah’ın Rasûlü verdiği hediyeyi
kabul etmediği için hanımı Hz. Zeyneb’e kızarak ona yaklaşmamak konusunda
yemin etmiştir.
Kimileri bu
dört aylık ayrılığın her tür ayrılıklar için Îlâ olduğunu, yâni boşanma sebebi
olduğunu söylerler. Yâni sadece böyle bir kırgınlık ve yemin sebebiyle değil,
her hâlükârda kocanın karısını böyle uzun bir süre yalnız bırakamayacağını
söylerler. Hattâ bu konuda tefsir kitaplarımızda şu olay anlatılır:
Hz. Ömer bir gece gizlice Medine
sokaklarında dolaşırken bir kadının yalnızlıktan şikâyetini işitir. Ve hemen
kızı Hafsa’nın yanına gelerek: "Ey Hafsa! Allah için söyler misin! Bir
kadın en fazla ne kadar kocasının yokluğuna dayanabilir?” diye sorar. Hz.
Hafsa da "en fazla dört veya altı ay" der. Bunun üzerine Hz. Ömer
ordudaki mücahidleri altı aydan fazla tutmamaya azmeder.
Hanefî ve
Şafiî mezhebinin imamları bu hususun sadece yemine bağlı ayrılıklarda söz
konusu olduğunu söylerler. Yemin söz konusu olmadan Îlânın geçerli olmadığını
söylerler. Yâni bir adam yemin etmeksizin dört ay veya daha fazla bir süre
hanımına yaklaşmasa bu Îlâ olmaz. Ayrıca dört aydan daha az bir süre için
hanımına yaklaşmamaya yemin de Îlâ sayılmaz. Meselâ karı koca belli bir ortak
çıkar için anlaşarak cinsel ilişkiyi kesip başka işlere zaman ayırırlarsa, bu
Îlâ değildir denmiştir.
Evet
kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler eğer bu yeminlerinden dönerlerse, Allah
bu yeminini bozmasından dolayı kendisini affedecek ve bu yemininden dolayı
sorguya çekmeyecektir. Ama:
227:"Yok
eğer boşanmaya azmetmiş iseler (onu yerine getirsinler), şüphesiz ki Allah
işitici ve bilicidir."
Hanefîlere
göre bu dört aylık süre içinde hanımına dönmemek sûretiyle boşanmaya karar
verirse. Şafiîlere göre de bu dört ay geçtikten sonra bizzat boşamaya karar
verirse demektir bunun mânâsı. Yâni böyle Îlâ yaparak hanımına yaklaşmamaya
yemin eden kişinin dört ay içinde hanımına dönmemesi durumunda, bu hanımın boş
olup olmaması konusunda iki ayrı görüş vardır.
1-
Bunlardan biri Hanefîlerin görüşü. Ebu Hanife’ye göre yemin ettikten sonra
aradan dört ay geçtiği halde, bu süre içinde hanımına dönmemekle bain talâk
meydana gelir. Bu erkeğin, ayrıca karısına seni boşadım demesi gerekmez.
Çünkü azmetmek; kişinin kesin olarak bir şeyi yapmaya karar vermesi demektir.
Kalben karar verdiği şeyi ayrıca bir de diliyle söylemesi gerekmez. Aradan
dört ay geçmesine rağmen bu adamın hâlâ hanımına dönmemesi, onu boşamaya
azmettiği mânâsına gelmektedir.
2- Cumhurun
görüşüne göre ise, bu dört ay içinde kişi karısına dönmese de boş olmaz. Kadın
hakime başvurur. Hakim kocaya karısına dönmesini söyler. Erkek de karısına
dönmezse hakimin kararıyla bu kadın kocasından boşanmış olur.
Yâni bu
âyet talâkın boşama hakkının kocaya ait olduğunu anlatır. Talâk hakkı elinde
olan koca, bu dört aylık süre geçtikten sonra bizzat ya onu boşadığını, ya da
ona döndüğünü söylemesi gerekir.
"Allah
semi ve âlimdir."
Allah
herşeyi bilen ve hakkıyla işitendir.
228:"Boşanan
kadınlar bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret
gününe inanıyorlarsa Allah’ın Rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz. İddet içinde barışmak isterlerse onları nikâhlarına geri
döndürmeye kocaları daha lâyıktır. Erkeklerin kadınların üzerinde meşru hakları
olduğu gibi kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Ama erkekler
için kadınlar üzerinde üstün bir derece vardır. Allah güçlüdür
hakimdir."
Rabbimiz
îlâdan söz ettikten sonra îlânın sonucunda boşanma olabileceği için, bundan
sonra boşanma konusunu anlatmaya başlayacak.
"Boşanmış
kadınlar üç kuru müddeti beklerler." Boşanmış kadınların iddeti böyledir.
Âyet-i kerîmedeki "Boşanmış kadınlar" ifadesi genel bir ifadedir.
Yâni bütün boşanmış kadınları kapsamaktadır. Halbuki Kur’an-ı Kerîmin başka
yerlerinde farklı konumdaki kadınlar için farklı ifadeler görüyoruz. Meselâ
kendileriyle cima yapılmamış, zifaf olmamış kadınların iddeti yoktur.
"Ey
iman edenler! Mü'min kadınları nikâhlayıp da sonra kendilerine dokunmadan
onları boşarsanız sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur."
(Ahzâb: 49)
Yine meselâ
kocası tarafından boşanmış hamile kadınların id-deti ise çocuğunu doğuruncaya
kadardır.
"Hamile
kadınların iddetleri ise yüklerini boşaltana kadardır."
(Talâk: 4)
Yine henüz
hayız görmeye başlamamış kadın ile, yaşlılıktan dolayı hayızdan kesilmiş
kadının iddeti üç aydır.
"Kadınlarınızdan
hayızdan kesilenlerle henüz hayız görmemiş bulunanların hakkında eğer şüphe
ederseniz onların iddeti üç aydır."
(Talâk: 4)
Bu
konumdaki kadınlar istisna edildiği zaman, geriye hür olup kendileriyle cima
yapılmış kadınlar kalıyor. İşte bu âyet-i kerîmede anlatılan kadınlar
bunlardır. Kendileriyle mübaşerette bulunulmuş olup da boşanmış kadınlar üç
kuru müddeti iddet beklemek zorundadırlar buyuruyor Rabbimiz.
"Kuru"
hayız ve temizlik anlamlarına gelen mücmel bir ifadedir. İmam Mâlik ve İmam
Şafiî kuru kelimesinin tuhûr anlamına yâni hayızdan temizlik anlamına
geldiğini söylemişler Hanefî ulemâsı da kuru kelimesine hayız anlamı
yüklemişlerdir. Buna göre hür ve bâliğa olup kendisiyle cinsel ilişki kurulmuş
kadınlar boşandıkları zaman üç hayız ya da üç tuhûr vakti geçene kadar iddet
beklemek zorundadırlar. Aslında bu iki görüş arasında pek fazla bir fark yoktur.
On, on beş günlük bir fark vardır sadece.
Boşanan
kadının Rabbimizin emrettiği şekilde üç kuru müddeti iddet beklemesinin sebebi
kesin olarak, onun rahminde çocuk olup ol-madığını anlamak içindir. Bundan
dolayıdır ki demin ifade ettiğim gibi, kendisiyle cima yapılmamış kadının
iddeti yoktur. Aynı sebepten dolayı hamile kadının da iddeti doğuruncaya kadardır.
Evet kadının rah-minde ne var ne yok bunun anlaşılabilmesi için boşandıktan
sonra onun üç kuru’ müddeti beklemesi gerekmektedir.
Kimileri
diyorlar ki efendim kadının hamile olup olmadığı günü-müzde modern ve teknik
cihazlarla bir kaç dakikada öğrenilebilmek-tedir. Dolayısıyla böyle boşanmış
bir kadının üç kuru’ müddeti iddet beklemesinin ne gereği var? Filan demeye
çalışıyorlar.
Halbuki
Rabbimiz boşanan kadınlara üç kuru’ müddeti iddet beklemelerini emrederken
yüzde yüz onların hamile olup olmadıklarının tebeyyün etmesini ve binde bir ihtimal
de olsa onun hamilelik ihtimalini kaldırmak istemektedir. Boşanmış kadının, boşandıktan
sonra bir defa hayız görmesi büyük bir ihtimalle onun hamile olmadığını gösterir.
Ama yüzde yüz değildir tabi bu. Arkasından ikinci bir hayız görmesi hamilelik
ihtimalini çok daha azaltır. Üçüncü defa hayız görünce artık o kadının
kesinlikle hamile olmadığı anlaşılacaktır. Halbuki zamanımızda modern metotlardan
hiçbirisi bu konuda yüzde yüz kesin sonuç verememektedir. Bu sebeple onlar
kesinlikle bu konuda kıstas olamaz. Kaldı ki bu metotlar yüzde yüz kesin
sonuçlar verseler bile hakkında nas bulunan bir konuda bunlarla kesinlikle
amel edilmez. Bu bir iman meselesidir. Yâni elbette bunun bir de ibâdet yönü
vardır. Nassa tabi olup Allah’ın dediği gibi hareket eden kişi, elbette ibâdet
etmiş olacaktır.
Evet,
boşanan kadınlar üç kuru’ müddeti iddet bekleyecekler.
"Bu
kadınlar eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın kendi
Rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl değildir."
Âyet-i
kerîmedeki "Allah’ın kendi Rahimlerinde yarattığı şey" den
kasıt çocuk ve hayızdır. Âyet-i kerîmeye göre hamile olan kadının hamileliğini,
veya hayız görmüşse bu hayızını gizlemesi haramdır. Bu nesebin sahih olması açısından
çok önemlidir. Ayrıca ikinci bir evlilik söz konusu olduğu zaman da herhangi
bir ihtilâfa mahal bırakmaması açısından çok önemlidir. Kadının bu konularda
doğru söylemesi gerekir. Çünkü bu konularda ancak kadının beyanı geçerlidir.
Kadın, çocuğum var demişse vardır, yok demişse yoktur. Çünkü bunu ancak
kadının kendisi bilebilir. Başkalarına gizli olduğu için kimse bunu bilemez.
Eğer kadın
çocuğu olduğu halde yok derse, ya da hayız gördüğü halde aksini söylerse
kocasının hakkına tecavüz etmiş olur. Ha-mile olduğu halde hamile olmadığını
söylerse, önceki kocasının hakkı olan çocuğu başkasına verdiği için kocasına
zulmetmiş olur. Yine ha-yızlı olmadığı halde hayızlı olduğunu söylerse boşanma
iddeti çabuk bitecektir ve kocasına karşı yine zulmetmiş olacaktır. Yâni bu gizleme
kocanın karısına dönmesine engel olacaktır. İşte bundan dolayı Rab-bimiz bunu
imana bağlayarak bu şer'i hükme sâdık kalmayı imanî bir pekiştirmeyle garantiye
almıştır. Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kadının Allah’ın kendi rahminde
yarattığını gizlemesi caiz değildir.
"İddet
içinde barışmak isterlerse, onları nikâhlarına geri döndürmeye kocaları daha lâyıktır."
Bal,
buûlet; mâlik, efendi, sahip anlamına gelen bir kelimedir. Kadın için buûlet
kocası demektir, erkek için buûlet de karısı demektir. Öyleyse onları boşayan
ama sadece ric'i talâkla yâni tek talâkla boşamış ve henüz onlar üzerinde
efendiliklerini koruyan, mülkiyetleri devam eden kocaları, efendileri bu süre
içinde ricat ile geri dönerek onları tekrar nikâhlarına almaya herkesten daha
çok hak sahibidirler. Hattâ böyle ric'i talâkla karısını boşayıp da iddet
süresi içinde sözle ya da fiille karısını tekrar geriye almayı ortaya koyan
kocanın bu kararına karısı razı olmasa bile söz hakkı erkeğindir. Yâni bu durumda
kadının itiraz hakkı yoktur. Böyle bir durumda koca yeni bir nikâha gerek kalmadan
tekrar karısına dönebilir. Zira ric'i talâkta o kadın hâlâ o kocanın karısı
konumundadır. Onun içindir ki bu kadının nafakası, geçimi kocasına aittir. Kocasının
evinde kalmak ve kocasının müsaadesi olmadan evini terk etmesi caiz değildir.
Bu hususlarda hükümler vardır. Bütün bunlar ric'i talâkla karı koca ilişkisinin
belli bir süre için dondurulmuş olduğunu ve bu evliliğin tamamen bitmemiş
olduğunu anlatır. “Ona dönmek erkeğin hakkıdır” sözünde, hem bir cevaz, hem de
teşvik vardır. Yâni Rabbimiz geri dönün, boşanmayı düşünmeyin mesajını da
veriyor bu âyetiyle. Bu âyetteki hüküm bain talâkla değil de ric'i talâkla,
yâni geriye dönüş imkânı olan bir talâkla boşanmış kadınlar hakkındadır. Yâni
tek talâkla karısını boşayan koca, onu boşadığı için pişman olabilir. Ve
tekrar hanımıyla anlaşabileceğine inanarak onu geri almak isteyebilir. Bu
durumda iddet içinde istediği zaman tekrar hanımını kendisine döndürebilir. Bu
konuda herkesten çok hak sahibi onun kocasıdır. Ama:
"Onları
ıslah etmek isterlerse."
Yâni eğer
koca karısıyla arasını düzeltmek, onunla aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan
kaldırmak ve yeniden güzellikle birlikte geçinmek niyetinde olursa, bu
geçerlidir. Değilse o kadına zarar vermek veya kadının iddetini uzatarak onu
bekletmek gibi bir niyeti varsa, o zaman büyük günah işlemiş olur.
"Erkeklerin
kadınların üzerinde meşru hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde
hakları vardır. Ama erkekler için kadınlar üzerinde üstün bir derece vardır.
Allah güçlüdür hakimdir."
Âyet-i
kerîmeye göre kocanın karısı üzerinde hakları olduğu gibi kadının da kocası
üzerinde hakları vardır. Boşanmanın mevzu bahsedildiği bu âyetlerin arasında
Rabbimiz kadın ve erkek ilişkilerini İslâmî bir çerçeveye oturtmayı murad
buyurur. Kadının ve erkeğin karşılıklı hakları ve sorumlulukları vardır. Koca
karısının şahsiyetine karşı saygılı davranmalı, onu alçaltmamalı ve ona kötü
söz söylememelidir. Sahabenin: "Hanımlarımızın bizim üzerimizdeki hakları
nelerdir ey Allah’ın Rasûlü?" şeklindeki sorularına karşı Allah’ın Rasûlü
şöyle buyurur:
"Yediğin
zaman yedirmen, giydiğin zaman giydirmen, yüzüne vurmaman, ona sövmemen ve onu
yatağından uzak tutmamandır." (Ebu Dâvûd, İbni Mace)
Başka bir
hadislerinde yine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Adâletle
hükmedenler, hanımı ve çocukları konusunda âdil davrananlar kıyamet gününde
Rahmân’ın sağında nûrdan yapılmış minberler üzerindedirler."
(Müslim)
Allah’ın
Rasûlü salih bir kocanın yeryüzünde en büyük örneği idi. Allah’ın Rasûlü
hanımlarına değer verir, onların sözlerini ve görüşlerini güzellikle dinler,
kusurları olduğunda affeder ve onların hukukuna saygı gösterirdi. Bu konuyu
gündeme getirirken bakın Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Sizin
en hayırlılarınız çoluk çocuklarına karşı hayırlı olanlarınızdır. Sizlerden
ehline iyilikte en hayırlı olanınız da benim."
(İbni
Mâce)
Kadının kocasına,
kocasının anne baba ve akrabalarına karşı saygı göstermesine karşılık, kocanın
da karısına, karısının akrabalarına saygılı davranması ve iyi muamelede
bulunması gerekir. Kadın, kocasının bilhassa anne ve babasına karşı iyi davranmalı
ve gerek kayınvalidesinin gerekse kayınpederinin kendisine yaptığı eziyetlere
sabretmelidir. Çünkü hiçbir zaman ateş ateşle söndürülmez. Kadın, kocası ve
kocasının ailesi ile arasında çıkan tartışmalarda nefsine ha-kim olmalıdır.
Böyle hareket ettiği zaman kadın, hem Allah’ın rızasını kazanmış olur hem de
kocasının gözünde değerini muhafaza etmiş olur. Bu hususta kadının çok titiz
davranması gerekir. Bakın Allah’ın Rasûlü başka bir hadislerinde şöyle
buyurur:
"Eğer
bir insanın başka bir insana secde etmesini emretseydim; üzerindeki
haklarından dolayı, kadının kocasına secde etmesini emrederdim."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî)
Bir kadın
Allah’ın Resûlüne gelerek şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü ben sana
kadınların temsilcisi olarak geldim. Allah erkeklere cihadı farz kıldı. Eğer
muzaffer olurlarsa ecir kazanırlar, yok eğer şe-hid olurlarsa Allah katında
diriler olarak rızıklandırılırlar. Ama biz kadınlar ise sadece onlara hizmet
ediyoruz. Bundan dolayı bize ne sevap var? Bize de bir şey var mı?” diye
sordu. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü
şöyle buyurdu:
"Bütün
kadınlara şöylece haber ver! "Kadının kocasına itaat etmesi ve
üzerindeki kocasının hakkını kabul etmesi, kadına aynen cihad sevabı gibi sevap
kazandırır. Lâkin kadınların çoğu bunu yapmaz."
(Bezzâr, Taberânî)
Görüyor
musunuz, aslında kadının cihad sevabına ulaşması ve Rabbinin rızasını kazanarak
cennete gitmesi erkeklerden daha kolaydır. Ama maalesef kadınların pek çoğu
bundan gafildirler. Aslında kocalarının Allah’ın dini adına yapacağı hizmetlerin
tümünde kadınların da payı vardır ama kadınların pek çoğu maalesef bunun
farkında olmadığı için kocalarını bu tür hizmetlerden engelleyip hep
yanlarında tutma savaşı vermektedirler. Kocaları sanki Allah’a değil de
kendilerine hizmet için varmış gibi, onları hep kendi hizmetlerinde kullanmanın
kavgasını vermektedirler. Halbuki müslüman bir kadın, birlikte sevaplar kazanmak
üzere kocasını bir an bile evde boş durdurmayarak, Allah’ın dinine hizmet
adına birilerine gönderme gayreti içinde olmalıdır. Çünkü sonunda elde edilecek
mükâfat her ikisinin de defterine yazılacaktır.
Yine başka
bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü:
"Kocasına
itaat etmeyen kadının namazı kabul olunmaz"
Buyurur. (Taberânî, Hakim)
Yine
kendisine bir şeyler sormaya gelen bir kadına Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Sen
kocana nasıl davrandığına bak ey kadın! Çün-kü o senin cennetin veya
cehennemindir."
(Ebu Dâvûd,
Nesei, İbni Mace)
"Dünyada
kadın kocasına eziyet vermeye başladığı zaman, o kocanın cennetteki hûrilerden
olan zevceleri şöyle derler: Ona eziyet etme! Allah seni kahretsin! O senin
yanında geçici olarak duruyor. Bir müddet sonra senin yanından ayrılıp bizim
yanımıza gelecektir.
(Tirmizî,
İbni Mâce)
Yine
Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Kim,
kocası kendisinden razı olarak ölürse o cennete gider."
(Tirmizî)
"Koca
karısını döşeğine çağırdığı zaman, kadın hayır deyip gelmezlik yaparsa ve
kocası da bu yüzden ona kızgın olarak sabahlarsa melekler o kadına lânet ederler."
(Buhârî, Müslim)
"Kocasının
evinden izinsiz çıkan kadın, tekrar evine dönünceye veya tevbe edinceye kadar
melekler ona lânet ederler."
(Taberânî)
Kadının,
erkeği için süslenmesi gerektiği gibi, erkeğin de karısı için süslenmesi
gerekir. İbni Abbas der ki: "Karımın benim için süslenmesi gibi ben de
onun için süslenirim. Çünkü Rabbim Kur’anında şöyle buyurmaktadır:
"Erkeklerin
kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları
vardır."
Kadın ve
erkek İslâmî sorumluluk noktasında aynı konumdadırlar. Allah’ın kendilerinden
istediği emirler, farzlar ve haramlar hususunda insan olarak kadının erkekten
hiçbir farkı ve eksikliği yoktur. Kur’an’ın ifadesine göre zina eden, hırsızlık
yapan bir kadın bunları yapan erkek gibidir. Her ikisine de aynı had cezası uygulanır.
Yine saliha bir kadın, salih bir erkek gibidir. Yaptıkları karşılığında her
ikisine de hazırlanan cennet, aynı cennettir. Erkeğin namazının, orucunun,
sadâkatinin ve iffetinin karşılığı kadınınkinin karşılığından faklı değildir.
Yâni kullukları ve sorumlulukları açısından kadın ve erkek birbirine eşittir.
Lâkin aile içindeki müşterek sorumluluklarına gelince; Rabbimiz her birine ayrı
ayrı roller biçmiştir. İşte Rabbimiz tarafından kendilerine biçilen bu rol
gereği olarak, erkeğe şahsi ve malî konumundan ötürü bir imtiyaz vermiştir.
Bunu Nisâ 34 âyetiyle anlatır:
"Erkekler
kadınlar üzerine kavvamdırlar.
Peki nedir
bu kavvam oluş? Zâlimdir! Despottur! Ezicidir! Aşağılayıcıdır! Horlayıcıdır!
Üsttedir! Alttadır! Yandadır! Kenardadır! Değil. Ya ne? Hani İslâm’ın toplumun
nüvesi dediği aile var ya, bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o
ailede erkeğe bir fonksiyon yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni
rol anlamına, şeref anlamına, kahır anlamına ve görev anlamınadır bu kavvam.
Yâni kadınlar üzerinde bekçi ve muhafız anlamınadır bu kavvam. Yâni kadınlar
üzerinde hizmetçi olmadır bunun mânâsı. Kadınları eğitme, yetiştirme ve ateşten
koruma görevidir. Kadınların hayatına karışma; ama onların Allah’ın emaneti
olduklarını bilmedir kavvam. Veya onlardan sorumlu olma görevini üstlenmedir.
Bakın bu kelime Nisâ sûresinde bir daha kullanılır:
"Ey
iman edenler! Hak üzere durup adâleti yerine getirmeye çalışan kavvamlar
olun!"
(Nisâ: 135)
Yâni ey
iman edenler siz de toplumda bulunduğunuz konum-da, bulunduğunuz makamda
kavvamlar olun! İnsanlara, hayvanlara, bitkilere, hattâ taşlara, cansız
cemadâtlara karşı kavvamlar olun. Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda
tutulmalıysa onları o makamda tutarak kavvamlar olun, buyurulmaktadır.
229:"Boşama
iki defadır. (Ondan sonra) kadını ya iyilikle tutmak ya da iyilikle salmak
vardır. Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl
olmaz. Meğer ki karı ile koca Allah’ın emirlerini yerine getirememekten
korksunlar. Eğer siz de onların Allah’ın emirlerini yerine getiremeyeceklerinden
korkarsanız, kadının ayrılmak için fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.
Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını
aşarsa işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."
Âyet-i
kerîme cahiliye döneminde yaşanan çok çirkin bir âdeti kaldırmayı hedefler.
İslâm’dan önce bir koca, karısını dilediği zaman, dilediği kadar boşardı.
Karısına kızdığı zaman onu boşar ve işine geldiği zaman da onu geri alırdı.
Âdeta kadın erkeğin elinde oyuncak konumundaydı.
Bu, keyfe
ma yeşa boşama konusunda herhangi bir sınır olmadığı için sık sık
tekrarlanırdı. Adam boşar, sonra iddeti bitmeden onu tekrar geri alırdı. Bu
durumda kadın ne tamamıyla evli ne de bekardı. Ne doğru dürüst onunla evlilik
ilişkisi vardı, ne de bir başkasıyla evlenebilecek bir özgürlüğe sahipti. Ne
evli ne bekar; böyle bir zulüm yaşıyordu kadınlar. Nesâi’nin rivâyetine göre:
İşte bir
adam karısına zulmetmek için: "Seni himayeme alma-yacağım! Serbest de
bırakmayacağım!" dedi. Kadın: "Bunu nasıl yapacaksın?" diye
sorunca da: "Seni boşayacağım. İddetin bitmesine yakın tekrar alacağım ve
böylece sana çektireceğim!" deyince, kadın Rasulullah Efendimize gelerek
şikâyette bulundu. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerîme nazil oldu deniyor.
"Talâk
(boşama) iki defadır.
(Nesâî)
Demek ki bu
âyet, bu tür bir zulmü ortadan kaldırmak için gelmiştir. Kadın erkeğin elinde
bir oyuncak değildir. Bütün bir evlilik süresi içinde koca karısını, ancak
iki kere boşayabilir. Bundan sonra ne zaman ki onu üçüncü defa boşamışsa, artık
ondan tamamen ayrılmış demektir. Yâni bir erkeğin karısına tekrar dönebileceği
boşama, ancak iki defa olan boşamadır. Üçüncü defa boşandı mı, artık o
erkeğin kadını tekrar nikâhı altında tutma hakkı kalmamıştır. Üçüncü defa da boşandı
mı, artık o kadın başka bir erkekle normal bir evlilik kurar ve bu evlendiği
erkekten de boşanırsa, ancak o zaman eski kocasına dönme hakkı doğabilir.
Boşanmak
İslâm’da sevilmeyen, Allah’ın istemediği çok zor bir şeydir. Ama buna rağmen
eğer taraflar anlaşamıyorlar, birbirlerine tahammül edemez ve birbirlerini
kırıp dökecek bir duruma gelmişlerse, o zaman elbette birbirlerine işkence
çektirmelerinin ve kulluklarını tehlikeye düşürmelerinin de anlamı yoktur.
Güzellikle ayrılırlar ve her ikisi de sevebilecekleri, anlaşabilecekleri
birileriyle evlenebilirler. Rabbi-miz buna imkân tanımıştır.
Ancak iyice düşünmeden fevri
olarak verilmiş kararları tekrar gözden geçirmek ve her aşamada geri dönüş ve
barışma kapısını açık bırakmak üzere Kur’an güzel bir boşanma şeklini şöyle
tarif eder. Sünnete uygun boşama şöyle olacaktır: Kadın ay başını bitirip temizlendikten
sonra cima yapmadan kocası onu bir talâkla boşar. Bu boşamadan sonra koca bekler.
Bu beklemenin sebebi şudur. Belki erkek de kadın da pişman olabilirler. Erkek
boşadığına kadın da boşan-dığına pişmanlık duyabilirler. Kadın böyle bir durumda
belki kocasının isteyip de yapmadıkları konusunda bir daha düşünerek kendi
haksızlığını anlamış ve pişman olmuş olabilir. Her iki taraf da pişmanlık duyarak
bundan sonra boş yere birbirimizi kırmayalım! Birbirimizi üzmeyelim! Aramızda
anlaşamadığımız çok ciddi konular da yok, basit şeyleri böyle büyütmeyelim,
diyerek tekrar birbirlerine sarılıp beraber olmaya karar verebilirler.
İşte bunun için İslâm, bu arada
kadının koca evinde kalmasını emreder. Durumu tekrar gözden geçirebilmeleri
için kadın koca evin-de durmalıdır. Çünkü Allah bu evliliğin hemen sona ermesini
iste-miyor. Ani verilmiş, fevri verilmiş bir kararla, ya da kızgınlıkla verilmiş
bir kararla bu işin bitmesini istemiyor Rabbimiz. Kadın tek talâkla boşanmış
ama koca evinde. Koca evinde aynı evde, aynı odada; ama ayrı yataktalar.
Yemeklerini yine beraber yiyorlar, kadının nafakası yine kocaya ait; ama sadece
cinsel ilişki yok.
Eğer her iki taraf da bu
boşanmadan pişman olmuşlarsa hemen iddet içinde dönerler, barışırlar ve biter
iş. Ama boşanmaya kararlılarsa, her şeye rağmen boşanmak istiyorlarsa o zaman
kadın ikinci defa hayız görür ve ondan da temizlendikten sonra koca onu ikinci
defa tek talâkla boşar. Ve yine bekler. Yine kadın kocasının evindedir, yine
tekrar düşünme zamanı vardır önlerinde, pişmanlık duyarlarsa yine henüz
birbirlerine dönüş imkânları vardır. Ama buna rağmen yine de boşanmayı
düşünüyorlarsa kadın üçüncü defa hayız görür; bu hayızdan da temizlendikten sonra
koca onu üçüncü defa boşar ve böylece bu evlilik sona ermiş olur.
İşte İslâmî boşama, sünnete
uygun boşama budur. Evet boşama kaçınılmaz hale geldiği zaman, birlikte yaşama
imkânı kalmadığı zaman koca karısını böyle boşayabilir.
Lâkin şimdi
bizim ülkede bu uygulanmıyor. Kadın, kocası tarafından bir talâkla boşandığı
zaman hemen babası ve ailesi tarafından kocanın evinden alınıp babasının evine
götürülüyor. Kadını da erkeği de kendi başlarına bırakmıyorlar ki, düşünüp
tekrar ciddi bir karar verebilsinler. Sanki bu evliliği bitirmeye kast
etmişler gibi hemen apar topar kadını alıp gidiyorlar ve bir daha düşünüp
taşınıp da geri dönüş imkânı bırakmıyorlar. İşi kavgalara vardırıp âdeta boşanmayı
hızlandırmaya çalışıyorlar. Bu gerçekten çok kötü bir âdettir bizim memlekette.
Bir de
yine, bizde çok yaygın bir boşama biçimi daha vardır; ona da bid'i boşama,
bid'at boşama denir. O da kişinin, karısını ha-yızlı veya loğusa iken
boşamasıdır. Ya da bir çırpıda, bir tek sözle üç defa boşamasıdır. Üç talâkı da
bir kerede ve aynı anda, aynı mecliste yapan cahiller de bilelim ki, bu Allah
kanununa karşı çok büyük bir günah işlemektedirler. Allah’ın Resûlü’ne bir adamın,
karısını böyle üç talâkla birden boşadığı haberi verilince Rasulullah şöyle buyurdu:
"Ben
aranızda olduğum halde Allah’ın kitabıyla nasıl oynuyorsunuz?"
Allah’ın
Resûlü’nün bu ifadesi etrafındakilere öyle tesir etti ki, aralarından biri
kalkıp: "Ey Allah’ın Rasûlü bunu yapan kişiyi öldüreyim mi?" Diye
bağırdı.
(Nesâî)
Ani bir
sinirlenme sonucu, fevri bir karar sonucu, hemen üç talâkın üçünü de sıyırıp
atan bu insanlar, çoğu kez pişmanlık duyup çareler armaya koşarlar. Allah’ın
Rasûlü bu şekildeki boşamayı yasak-lamıştır. Hattâ Hz. Ömer bu şekilde
kadınlarını boşayanlara kamçı ce-zası vermiştir. Bu şekildeki bir boşama günah
olmasına ve yasaklan-mış olmasına rağmen maalesef geçerlidir, yâni böyle
kadınlarını boşayanların, kadınları kendilerinden boş olmuş demektir.
İster böyle
bid'at biçimde bir çırpıda olsun, isterse sünnete uygun olarak ayrı ayrı
zamanlarda boşamayla olsun, bir kişi karısını üç talâkla boşadı mı, artık bu
erkeğin bu kadını tekrar kendine döndürmesi; ancak bu kadının başka bir
erkekle evlenip ondan boşanması ile mümkün olabilir. Evlendiği bu ikinci
erkeğin kendi hür iradesiyle boşaması ve bir de bu kadının tekrar eski kocasına
dönme rızası şarttır. Eğer ikinci kocasından boşanan kadın eski kocasına dönmek
isterse, tekrar nikâh ve mehirle evlenebilir.
Toplumda hülle diye anlatılan
bir anlayış vardır; bunun İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yoktur. Bakın
Hz. Ayşe annemiz rivâyet etmiştir. Rıfaa El-Kurazi’nin karısı Allah’ın Resûlü’ne
gelerek şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü! Rıfaa beni üç talâkla boşadı. Ben
de Abdurrah-mân Bin Zübeyr El-Kurazi ile evlendim. Fakat onun erkeklik uzvu
bir elbise parçası gibi..." Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü:
"Galiba
tekrar eski kocan Rıfaa'ya dönmek istiyorsun, fakat bu olmaz. İkinci kocan
Abdurrahmân la cima-nın tadını hissetmedikçe eski kocana dönemezsin."
Buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvûd, Tirmizî, Nesei)
Bu iki
boşamadan sonra ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek vardır. Âyet-i
kerîmedeki "İyilikle tutmak" tan kasıt ric'i talâkla boşadığı
karısını iddet içinde kendisine döndürmesi, "Güzellikle salıvermesi"
de kocanın istemiyorsa, kadını kendisine döndürmemesi ve ona zarar vermemek
için hemen iddeti biter bitmez onu salıvermesi anlamına gelmektedir.
Allah böyle
istiyor ama bugün bizim İsviçre’den devşirilmiş olan medeni kanunda bunun
tamamen aksine bir zulüm işlemektedir. İsviçre halkı Katolik olduğundan onların
kanunlarında boşanma diye bir şey yoktur. Bir kadınla bir erkek bir kere
evlendiler mi artık hiçbir zaman boşanamıyorlar. Birbirlerini ister sevsinler
ister sevmesinler fark etmez. Eğer sevmiyorlarsa her iki taraf da başkalarıyla
durumu idare etsinler ama boşanma olmasın diyorlar. Sadece nesep belli olsun
diye evliler güya ama ayrı yaşıyorlar. Kırk yılın başında bir enayi bulduk! Bir
daha nereden bulacağız böyle bir enayiyi? Sen durumu başkalarıyla idare et, ama
bu kadınla beraber görün! diyorlar. Hem evli hem bekar adamlar. Kimin eli
kimin cebinde belli değildir. Fuhuş, ahlâksızlık adam boyu yükselmiş. Bizde de
bazen böyle on beş yıl önce boşanmaya müracaat edip de henüz boşanamayan
insanlar çoktur.
Bu insanlar
geçinemeyeceklerini anlamışlar ve çoktan ayrılmışlar. Ayrılmışlar ama resmen
ayrılmadıklarından her iki taraf da ev-lenemiyorlar. Şimdi ne yapsın bu
adamlar? Batıdakiler gibi zina mı etsinler? Burada da yükselsin mi hayasızlık
adam boyu? Bu memleketi de bir kâfir ülkesine benzetmek isteyen adamlar
yıllardır bu zulmü işlemektedirler. Allah müslümanlara basîret versin, şuur
versin inşallah.
Rabbimiz
bundan sonra da kadınlarını boşamış kocalara şöyle seslenir:
"Kadınlarınıza
verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki karı
ile koca, Allah’ın emirlerini yerine getirememekten korksunlar."
Âyet-i
kerîmeye göre karısını boşayan bir koca daha önce karısına vermiş olduğu
mehiri ve evlilik hediyelerini geri isteme hakkına sahip değildir. Yâni ey
kocalar! Kadınlarınızı nikâhlarınız altında tutmaya zorlamak için verdiğiniz
malları veya daha fazlasını geri almak için onlara eziyet vererek nikâhınız
altında tutmaya çalışmayın! Yâni sizden kurtulmak için mehirlerini ya da daha
fazlasını size vermek mecburiyetinde tutmayın onları! Bu doğru değildir, buyuruluyor.
Aslında
birine verilen hediyenin geri alınmaya kalkılması çirkin bir şeydir. Allah’ın
Rasûlü bunu yapan kişiyi kustuğunu yalamaya çalışan kişiye benzetmiştir.
Bilhassa bir zamanlar birbirlerine katılıp karışmış karı kocanın daha önce
birbirlerine verdiği hediyeleri geri istemeleri gerçekten çok utanç verici bir
şeydir.
"Eğer siz de onların Allah’ın
emirlerini yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız, kadının ayrılmak için
fidye vermesinde ikisine de günah yoktur."
Bu boşama
isteğinin koca tarafından gerçekleştirildiği zaman böyledir. Ancak boşanma
isteği kadın tarafından gerçekleşmiş ve erkek olarak siz ona eziyet
vermediğiniz halde, ayrılmak için kadın size işkence çektirmeye başlamışsa veya
size itaat etmiyorsa ve bu evliliği devam ettirmek her iki taraf için de
günaha sebep olacak noktaya gel-mişse, o zaman boşanma karşılığında
kadınlarınızın vermiş olduğu malları almanızda bir sakınca yoktur. Aksine
birbirleriyle geçineme-dikleri bir durumda kadının kendisini boşaması için
kocasına bir şeyler vermesi de caizdir. Kadının isteğine dayanan bu tür
boşanmalarda koca hem karısına verdiği mehri alabildiği gibi daha fazlasını da
alması mümkündür.
Sabit Bin
Kaysın hanımı Allah’ın Resûlü’ne gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü, kocamla
bir arada hayat sürmem mümkün değil! Allah’a yemin ederim ki, onun ne ahlâkını
ne de dinini beğenmiyor değilim. Fakat İslâm’dan sonra küfre dönmek ve kâfir
olmak da istemiyorum! Evimin bahçesinden kocamın bir kaç kişiyle gelmekte
olduğunu gördüm! Onlar içinde kocamı rengi en siyah, boyu en kısa ve yüzünü de
en çirkin olarak gördüm! Onu bir türlü sevemedim!" dedi. Bu sırada
karısının bu sözlerini dinleyen Sabit Bin Kays: "Ya Rasûlallah! ben
malımın en iyisi olan bahçemi mehir olarak ona verdim! Eğer beni istemiyorsa
bahçemi geri versin, ben de onu boşayayım!" dedi. Bunun üzerine Allah’ın
Rasûlü o kadına şöyle buyurdu: "Kocanın dediklerine ne dersin?
" Kadın evet daha fazlasını da veririm! deyince Allah’ın Rasûlü
ikisini birbirinden ayırdı."
(Buhârî, Nesei)
Eğer böyle
bir kadın kocasına belli bir fidye vererek onu kendini boşamaya ikna ederse,
bunun adına İslâm fıkhında hulû denir. Ve kocanın razı olması şartıyla bu boşanma
geçerlidir.
"Bunlar
Allah’ın sınırlarıdır. Onları aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa,
işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."
Bunlar
Allah’ın hudududur. Rabbimiz aynı sûrenin orucu anlatan bölümünde de; “işte
bunlar Allah’ın sınırlarıdır! Sakın onlara yaklaşmayın!” deniliyordu. Burada
da boşanmadan sonra aynı ifade kullanılıyor. Birincide yaklaşmaktan men
ediliyor, ikincisinde de bu sınırları aşmaktan men ediliyor. Rabbimiz
yarattığı insanın nasıl hareket etmesi gerektiğini, her alanda neler yapması
gerektiğini açık açık kitabında bildirmiştir.
İşte insanlar Allah’ın istediği
gibi hareket ederler, hayatlarını vahiy kaynaklı düzenlerlerse çok rahat
ederler. Ama Allah’ın kendileri için belirlediği bu sınırların ötesine veya
berisine aşmaya başladılar mı, hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmeye
başlamışlar hem ferdi hayatlarını, hem de toplumsal hayatlarını yaşanmaz bir
azap haline getirmişler demektir.
Sûrenin geriye kalan âyetlerini
tanıyabilmek için 3. ciltte buluşmak üzere velhamdü lillahi Rabbil’ âlemin.
İKİNCİ
CİLDİN SONU