258:"Allah
kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni
görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" demişti.
O da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. (O zaman) İbrahim:
"Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir!"
deyince, o küfre sapan böylece afallayıp kalmıştı. Allah zâlimler topluluğunu
hidâyete erdirmez."
Burada Allah’ın kendisine mülk verdi diye anlatılan kişi
Hz. İbrahim’in doğup büyüdüğü Irak’ın zâlim hükümdarı Nemruttur. Allah
kendisine mülk verdi diye devlet ve hükümdarlık verdi diye gururlanarak ya da
başka bir deyişle bu nîmetin şükrünü nankörlükle yerine getirmeye çalışan bir
tâğut. Hz. İbrahim’in ülkesinin kralı.
Hz.
İbrahim’in babası Azer bu zâlimin baş memurlarından birisiydi. Nemrutun en
gözde kullarından birisiydi. Hz. İbrahim babasının tâğuta kulluk zilletinin
tamamen aksine küçük yaşından itibaren putlara, tâğutlara karşı bir nefret ve
Allah’a karşı büyük bir sevgi beslemektedir.
Büyüyüp peygamber olduktan sonra gerek babasına, gerek içinde yaşadığı
toplumuna ve gerekse zâlim krala karşı çok amansız bir mücâdele başlattığını
görüyoruz.
Allah’a
olan imanını amele dönüştürmek adına, daha önceki âyette imanın ilk şartı
olarak anlatılan tâğutu reddetmek, imanını a-mele dönüştürmek adına putları
kırdı. Bunun üzerine babası alelacele kralın (Nemrut’un) huzuruna çıkıp oğlunu
ona şikâyet etti. O bizim İlâhlarımızı kırdı. Ona gereken ceza verilsin, diye
oğlunu krala ihbar etti. İşte bunun üzerine Hz. İbrahim kralın huzuruna
çıkarıldı. Ve aralarında bir konuşma geçti.
Anladığımız
kadarıyla Hz. İbrahim bu dünyanın en zâlim ve en güçlü kralının huzuruna
çıkınca bu zâlim tâğut ona kendisinin Rab olduğunu İlâh olduğunu ilan etti. Hz. İbrahim de onun karşısında
onun bir zâlim olduğunu, asla Rab olmadığını, İlah olmadığını Rab ve İlah olarak sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a
iman ettiğini haykırınca Nemrut: "Ey İbrahim! Bu ülkenin Rabbi benim!
Sizin benden başka Rabbiniz yoktur! Bu ülkede söz sahibi benim! Bu ülkede
kanunlar benim ağzımdan çıkar! Bu ülkede hâkimiyet bana aittir! Söylesene ey
İbrahim! Senin o benden başka bahsettiğin Rab kimdir? Diye sorar. İbrahim
(a.s) da buyurur ki: "Benim Rabbim, Rabb’ul âlemin olan, gökte ve yerde ne
varsa hepsinin Rabbi olan, tüm varlıkları yaratan ve tüm varlıklara hükmeden,
öldüren ve diriltendir!" Hz. İbrahim kendisine ilk olarak yegâne Rab ve
İlâh olan Allah’ın hayat ve ölüm
konusunu ortaya atmış ve İlâh olanın
bir sıfatını gündeme getirmiştir.
Zâlim Nemrut bu sözler karşısında
sarsılmıştı, ama bu duru-munu çevresindeki kendisini rab ve ilah kabul etmiş olan kullarının dikkatlerinden
gizlemeye çalıştı. Hain insanların akıllarını sömürebilmek için demagojiye
başvurur. Böyle bir durumda, o gün de, bugün de tüm zâlim tâğutların, tüm
despot idarecilerin baş vuracakları tek şey kavramlarla oynamak ve çevrelerinde
kendilerine kulluk yapan basit düşünceli insanların bir türlü harekete geçmeyen
ve olmayan akıllarıyla dalga geçmek. Vatan, millet, sakarya gibi konularla meseleyi
kamufle etmek. Bakın Nemrut durumu idare etmek üzere bir demagoji yapar ve der
ki:
"Dedi
ki ben de diriltir ve öldürürüm."
Rivâyetlere göre iki adam getirtir; birini öldürür, diğerini
serbest bırakır. Ve der ki; baksana ben de diriltir ve öldürürüm. İşte bir
tâğutluk örneği. Bu hayatı düzenleyenler bizleriz. Yaşatan da biziz, öl-düren
de. Biz istedik mi öldürürüz. Biz istedik mi asarız. Biz istedik mi keseriz.
Biz istesek size nefes bile alma imkânı bırakmayız. Şu anda yaşıyorsanız bizim
sayemizde. Ya da falanın sayesinde. Allah’la boy ölçüşmeye çalışan tâğutların
her devirde aynı tavrı sergilediklerine şahit oluyoruz.
Ama bakın
iman zaafı içinde olanlar, Allah’a gereği gibi itimat etmeyenler, Allah’ın
herkesten güçlü olduğu konusunda şüpheleri olanlar bu dünyanın en güçlü
tâğutları karşısında tir tir titrerlerken bakın Allah’ın kahramanı Hz.
İbrahim ne yapıyor? Allah için hareket eden kişi tek kişi de olsa,
karşısındakiler de tüm dünya bile olsa Allah’ın yardımıyla onun galip
geleceğini anlatan bir tavırla Hz. İbrahim’in Nemrut karşısında dimdik
durduğunu görüyoruz.
Nemrut
Allah’ın sıfatlarını kendisinde görüyordu. Madem ki ben de öldürüyor, ben de
diriltiyorum, öyleyse ben de İlâhım, ben de Rabbim diyordu. Öldürme ve hayat
verme yetkisini kendisinde görüyordu.
Tıpkı bugün
Allah’ın bu sıfatını kendilerinde gören ve gururla yeryüzünde tüm İslâm
âlemini, tüm müslümanları bir daha dirilme-yecek şekilde öldürdüklerini
zanneden tâğutların, tüm dünyaya Rablik çığlıkları atarken, unuttukları
insanların gerçek Rabbi tarafından İslâm dünyasının yeniden dirilişi karşısında
ödleri kopacak ve dilleri tutulacak noktaya geldikleri gibi.
Nemrutun
demagojiye kaçtığını gören Hz. İbrahim buyurdu ki:
"Şüphe
yok ki Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir! Deyince
böylece o kâfir afallayıp kaldı."
Diyor ki İbrahim (a.s): Ey insanlara Rablik ve İlahlık
iddiasında bulunan zâlim! Ey Allah’ın sıfatlarına sahip olduğunu, öldüren ve
dirilten olduğunu iddia eden tâğut! Hayat veren ve öldüren zat aynı zamanda
tüm varlıkları istediği gibi idare eden, onlara söz geçiren, onlara ferman
edebilen zattır. Aya, yıldızlara, semaya, arza, bulutlara, yağmurlara,
bitkilere ve tüm varlıklara söz geçiren zattır. Eğer bu zat sen isen, haydi
bakalım benim Rabbim güneşi doğudan çıkarıyor, sen de onu batıdan getir!
deyince kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı. Diyecek bir şey bulamadı.
Bu,
tartışmada bir usuldür. Eğer karşımızdaki sözü çarpıtarak çevredeki kişilerin
kafalarını karıştırmaya yönelirse, Hz. İbrahim’in burada yaptığı gibi biz de
daha açık bir delille geçerek onun ağzını kapatmayı becereceğiz inşallah.
Geçen
haftaki dersimizde okuduğumuz son âyet-i kerîmesin-de Rabbimiz, bizi bundan
yüz yıllar öncesine, takriben iki bin yıl öncesine götürerek, o dönemde
Allah’ın elçisiyle kendisine mülk verdiği bir tâğutun tartışmasını anlatmıştı.
Bu tartışmayla anladık ki Rabbimiz dilediği insanlara güç verir, kabiliyet
verir, yetenek verir, mal verir, mülk verir saltanat verir. Ve bu
verdikleriyle insanları imtihan eder. Ve belki de böyle bir imtihana en fazla
tabi tutulanlar yeryüzünde egemen olanlar ve saltanatlarıyla insanlara hakim
olanlar ve de Allahu Teâlâ-nın kendilerine verdiği bu imkânlarla, bu
fırsatlarla Allah’ın kullarına karşı tanrılık iddiasında bulunanlardır.
Eğer bunlar
Allah’ın kendilerine verdiği bu güç ve kuvvetle, bu imkân ve saltanatla Allah’a
kulluğa yönelselerdi yâni Allah’ın önünde secdeye kapanarak, Allah’ın şanını
yüceltseler, kendi hiçliklerini anlayarak, kulluklarını anlayarak Allah’ın
velâyeti altına girselerdi, onun arzularını uygulamaya çalışsalardı, elbette
hem dünyada, hem de uk-bada daha şerefli bir hayata kavuşacaklardı. Dünyada
şerefli bir hayat, öbür tarafta da cennet onların olacaktı. Ama ne gariptir ki
bu insanlar Allah’ın kendilerine verdiği güç ve saltanatla, Allah’ın kendilerine
bahşettiği imkân ve fırsatlarla Allah’ın karşısına geçip: Ben de Rabbim. Ben
de İlâhım. Ben de Melikim. Ben de mâlikim, demek zorunda kalmışlar sanki.
Demek zorunda kalmışlar dedim, çünkü güç ve kuvvetleri, imkân ve saltanatları
onları aldatmıştır.
Varlıklı
kişiler, Allah’ın kendilerine imkân ve fırsat verdiği kişiler çoğu zaman bu
nîmetlerin vericisi olan Allah’ı unutmuşlar, istiğna duygusuna kapılmışlar, bu
nîmetlerin kendilerine iyi insan oldukları için, imtihanı kazandıkları için
verildiğini zannetmişler ve kendilerinin büyük insan olduklarını kabul etmeye
başlamışlardır. Bir de bundan şunu anlıyoruz ki; Allah kâfirlere de mülk
verebilir. Bir kimseye bolca mülk ve imkân verilmesi, o insanın faziletli bir
insan olduğunu göstermez.
Allah’ın
kendilerine mülk ve saltanat verdiği insanlar kendilerinin İlah olduğunu iddia
etmeye başlayıvermişler. Bu neyin nesiydi böyle? Onları var eden Allah değil
miydi? Yaratılışları kendi ellerinde miydi? Ellerindeki imkânların tamamını, o
güçlerini o saltanatlarını onlara veren Allah değil miydi? Yarın vakti geldiği
zaman onların tama-mını alacak olan Allah değil miydi? Vakti gelince
ölmemeyi, Allah’ın kaderine teslim olmamayı becerebilecekler miydi?
Kendilerinden öncekilerin bu kadere karşı gelemediklerini, vakti gelince ölüp
gittiklerini görmüyorlar mıydı bu insanlar?
Yâni bu
Nemrutlar, bu Firavunlar ve şu anda da kendilerinin İlâhlığını iddia edenler
acaba kendilerinden önce yaşamış olan babalarının dedelerinin birer birer mülk
ve saltanatlarını bırakıp hayata veda ederek gittiklerini görmemişler miydi?
Evet her gün görüyorlardı ama, gariptir ki bu insanlar unutuyorlar işte. Güç ve
kuvvet kendilerinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini zannediyorlar.
Sıhhat ve sağlıkları yerinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini zannediyorlar.
İşte bakın
burada bir örnek olarak kendisine güç ve kuvvet verdiği, imkân ve saltanat
verdiği birini gözler önüne seriverdi Rab-bimiz. İbrahim (a.s) insanlığın
imamı, müslümanların ve Rasulullah’ın atası olan o büyük insan dedi ki:
"Benim
Rabbim hem diriltir hem de öldürür!"
Bunun üzerine o azgın tâğut da dedi ki:
"Ben
de öldürür ben de diriltirim!"
Şu çelimsiz insanın tavrına bakın. Allahu Teâlâ kendisine
yetki vermiş, Allah onu o makama çıkarmış. Allah’ın kendisine verdiği o güç ve
saltanatla gerçekten mâsum olan, suçsuz olan yâni ölümü hak etmemiş olan
insanları, mazlumları öldürebiliyor. Suçsuz insanları hapse atabiliyor. Ve
gerçekten Allah’ın yasalarına göre Allah’ın kitabına göre işlemiş oldukları
suçlardan dolayı yaşamaları bitmesi gereken, yâni recm edilmeleri veya elleri
kesilmesi gereken insanları da Allah’ın yasalarını, Allah’ın kitabını görmezden
gelerek affediyor ve onlara hayat hakkı
verebiliyor.
İşte tüm sahte Rablerin, tüm
sahte İlâhların özelliğidir bu. Allah’ın yasalarına göre suçlu olanların
suçsuz, suçsuz olanların da suçlu görülerek muamele yapılması. Dün de bugün de
bunu yapanların tamamı İlâhlık iddiasında bulunmuş insanlardır. Onun için
diyor ki bakın: "Ben de öldürür ben de diriltirim!"
Rivâyetlere
göre birisi suçlu ötekisi suçsuz iki adam getirtir Nemrut. Suçsuzu öldürür,
suçluyu da serbest bırakır. Ve der ki; "Bak öldürülmesi gerekeni
dirilttim, yaşaması gerekeni de öldürdüm. Ben de öldürür, ben de diriltirim. O
halde ben de İlâhım."
İşte böyle Allah yasalarına göre
suçlu birini serbest bırakıp suçsuzlara hayat hakkı tanımamak, onları kodeslerde
tutup akıl ve hayale gelmeyecek biçimde onları fitnelere uğratmak tüm
tâğutların, tüm sahte İlâhların ve tüm zâlimlerin sıfatlarıdır. Gerçekten de
sahte tanrıların bütün amelleri, bütün işleri, bütün hükümleri işte böyledir.
Çünkü Allah’ın hükümlerini beğenmeyen, Allah’a kafa tutan, Allah’la yarışmaya
çalışan birinden bundan başkası da beklenmez.
Bu defa Hz.
İbrahim dedi ki:
"Benim
Rabbim güneşi doğudan getiriyor. Hadi sen de onu batıdan getir! Deyince kâfir
şaşırıp kaldı."
Bakın birinci tartışmanın konusu insanların Allah’ın
kendilerine verdiği hür iradeleriyle ulaşabilecekleri bir konudur. Ama
buradaki tartışmanın ikinci bölümünde ise insanların hür iradelerine
verilmeyen yâni insanların iradelerinin hiç sökmeyeceği iradeleriyle
insanların ulaşamayacakları bir konudur. Yeryüzünde bu iki konuyu ayırmamız
gerekiyor. Birisi yeryüzünde Allah tarafından insanların iradelerine bırakılmış
konular, ötekisi de insan iradesiyle ulaşılamayacak alanlar.
İşte
yeryüzünde bugüne kadar ve bugün de dahil kendilerini Allah yerine koymuş,
Allah kanunlarının yerine kendi arzularını oturtmaya ve insanları buna itaat
ve ibâdete zorlamış (İslâm’da ibâdetle itaat aynı mânâya gelir de onun için
böyle söyledim) insanları kendi arzularına itaate zorlamış tüm sahte tanrıların
ve tanrıçaların insanları aldattıkları konu işte bu birinci konudur, birinci
alandır.
Allahu
Teâlâ muradı gereği yeryüzünde insanlara irade vermiştir. Allah’ın
kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar yeryüzünde Allah’ın
arzularına uygun bir hayat yaşayabilecekleri gibi bu iradeleri gereği Allah’a
rağmen, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve isteğine rağmen Allah’a isyan
ederek bir hayat yaşama hakkına da sahiptirler. Yâni Allah’ın kendilerine
verdiği bu iradeleri gereği insanlar imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de
seçebilme hakkına sahiptirler. Allah’ın istediği razı olduğu bir hayatı da Allah’ın
istemediği ve yasak kıldığı bir hayatı da tercih edebilme hakkına sahiptirler.
Bu hakkı
onlara Allah vermiştir. Yâni Allah’ın yasaklamasına rağmen insanlar
kendilerine verilmiş bu iradeleriyle içki içebilirler, zina edebilirler, adam
öldürebilirler, Allah’ın koyduğu düzeni bozabilirler, Allah’ın yasalarını değiştirebilirler.
Zulmedebilirler, haksızlık yapabilirler, yeryüzünde Allah’a rağmen Allah’ın
istemediği bir hayat tarzını yaşayabilirler.
Ama
unutmayalım ki bu Allah’ın kendilerine verdiği özgür iradeden
kaynaklanmaktadır. Ve hiç şüphe yoktur ki insanlar kendilerine verilmiş olan
bu özgür iradelerinin bedelini mutlaka bir gün ödeyeceklerdir. Yâni mutlaka bu
insanlar kendilerine verilmiş olan bu özgür iradeleriyle istedikleri biçimde
hareket etmelerinin bedelini bir gün ödeyeceklerdir. Müslümanca yaşamalarının
karşılığında cennet, kâfir-ce ve zâlimce yaşamalarının karşılığında da cehennemi
bulacaklardır.
İşte bu
insanların hür iradeleriyle yeryüzünde ulaşabilecekleri, yapabilecekleri
alandır. Ama bir de insanların yeryüzünde özgür iradeleriyle asla
ulaşamayacakları müdahale edemeyecekleri veya yapamayacakları alanlar vardır.
Yâni makamları, konumları, güçleri kuvvetleri ve saltanatları ne olursa olsun
kendilerinin asla ulaşamayacakları, iradelerinin sökmeyeceği alanlar da
vardır. Bu sahte İlâhlar, bu bölümü hiç gündeme getirmeyen, sadece iradeleriyle
ulaşabilecekleri birinci bölümü gündeme getiren bu zâlimler: "Biz de Tanrıyız!
Biz de İlâhız! Biz de İlahlık sıfatlarına sahibiz. Bizi de Rab kabul etmek
zorundasınız. Bizim kanunlarımıza ve arzularımıza da uymak zorundasınız.
Bizim de emretme ve yasaklama hakkımız vardır! Diyerek insanların düşünceleri
üzerinde baskılar kurmaya çalışıyorlar. İnsanların inançlarına ipotekler
koymaya çalışıyorlar. İnsanları Rablerine kulluktan koparıp kendilerine kul
köle yapmaya çalışıyorlar. Ama iradeleri gereği kendilerine bırakılmış bu
sahâlârda İlâhlık taslamaya kalkışırlarken beri tarafta kendi iradelerinin
yetmeyeceği ve saltanatlarının sökmeyeceği konular söz konusu olunca da
apışıp kalıyorlar, aptallaşıp kalıyorlar, donup kalıyorlar.
Dün Allah’ın peygamberi İbrahim (a.s) Allah düşmanı
Nemruta demişti, biz de bugün aynı âyetle günümüzün İlâh taslaklarına, Allah
kanunları ortadayken, Allah kanunlarını beğenmeyerek, Allah’ın kitabı
ortadayken kitabı diskalifiye ederek, kendilerini Allah makamın-da görerek daha
iyisini yapmaya kalkışan bugünkü İlâh taslaklarına da diyoruz ki: "Bizim
Rabbimiz, bizim hayat programımızı kendisinden almak zorunda olduğumuz
Rabbimiz güneşi doğudan getiriyor, hadi gücünüz yetiyorsa siz de onu batıdan
getirin!" Hadi eğer siz de Rab-sanız, siz de İlâhsanız, yeryüzünde biz de
egemeniz! Biz de güç sahi-biyiz! Bu insanlar üzerinde biz de söz sahibiyiz!
Biz de istediklerimizi öldürür, istediklerimizi diriltiriz! Biz de
dilediklerimizi affeder, diledik-lerimizi kodeslerde süründürürüz! Biz de istediğimiz
gibi hareket ederiz! Eğer bizim kanunlarımıza uymazsanız, bizim arzularımızdan
çıkarsanız dünyanızı zindan ederiz! Diyen bu sahte İlâhlardan bir tanesi ya da
hepsi birleşsinler güneşe emretsinler de sadece bir gün o güneşi batıdan
doğdursunlar.
Yapabilirler
mi bunu? Evet egemenlik bizdedir, emretme ve yasaklama hakkı bizdedir diyerek
yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunan bu insanlar bıraktık güneşe söz geçirmeyi
acaba vücutlarının en küçük parçası olan saçlarına ya da tırnaklarına söz geçirebiliyorlar
mı? Saçlarının ağarmasını ya da tırnaklarının uzamasını engelleyebiliyorlar
mı? Buna yetecek kadar güçleri var mı? Allah’ın arzında Allah’ı diskalifiye
ettiklerini zannederek, Allah’ın kullarına egemen olduklarını zannederek
diledikleri şekilde zulme dayanan bir sistem kurup da insanlara hayat hakkı
tanımayan, insanların özgürce Rablerinin emirlerini yerine getirmelerine
engeller koyan, inançlarına, düşüncelerine hattâ kalplerine bile baskı kurup
Allah’ın mülkünde: "Rabbim Allah!" demelerine bile izin vermeyen bu
yeryüzünün sahte tanrıları ve tanrıçaları acaba ihtiyarlamalarına engel
olabiliyorlar mı? Acıkıp susamalarına engel olabiliyorlar mı?
Gökyüzünden muhtaç oldukları bir yağmur damlasını
bile indirmeye muktedir olamayan, yeryüzünden bir tek buğday tanesi bile
çıkarmaya güç yetiremeyen, kendi vücutlarına bile söz geçiremeyenler nasıl
olur da Hayyu Kayyum olan, gökte ve yerde ne varsa hepsini idare eden mülk kendisinin
olan Allah karşısında utanmadan: "Biz de mâlikiz.” “Biz de İlahız” “Biz
de emreder ve yasaklarız.” “Biz de hayat programı yaparız.” “Biz de öldürür ve
diriltiriz.” Diyebiliyorlar? Ama istedikleri
kadar desinler, bir gün bir İbrahim çıkar, bir gün bir Allah dostu çıkar sözü
ağızlarına tıkayıverir. "Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor Haydi sen
de onu batıdan getir!" Deyiverir de:
"Kefere
şaşırır kalır."
İşte onun ve onun gibilerinin tanrılığı bu kadardı.
Tanrılıkları buraya kadardı. E hani tanrıydın sen? Hani İlâhtın? Ne oldu?
Nasıl İlah oldun? Nasıl tanrı oldun sen?
Allah kanunları dururken nasıl kanun yapmaya kalkıştın? İbâdet ve itaat
edilecek yegâne varlık olan Allah dururken nasıl Allah’ın kullarını ona
kulluktan koparıp kendine kul köle yaptın sen? Hani ne duruyorsun bu konuda bir
şeyler söylesene! Şaşırıp kaldı kâfir, apışıp kaldı, aptallaşıp kaldı. Elbette:
"Allah
zâlimlere hidâyetini nasip etmez."
Elbette Allah zâlimleri hidâyete ve başarıya ulaştırmaz.
Elbette Allah yeryüzünde hakkı olmadığı halde zâlimlik yapan, Allah’a kulluk
makamında bulunması gerekirken kendisini başka bir makamda bulunduran,
Allah’ın arzında Allah’ın hakkını gasp ederek Allah’ın kullarına hükmetmeye
kalkışan, egemenlik iddiasında bulunan bu tür zâlimleri hidâyetine
ulaştırmayacaktır. Yâni bütün bu hakikatleri anlamaya onu ulaştırmayacaktır.
İslâm’ı, Kur’an’ı anlama imkânı vermeye-cektir
bunlara. Ama eğer bu tür insanlar bir gün kendi Rabliklerini bir tarafa
bırakırlar da gurur ve kibirlerini kırarlar da, Allah’ın Rabliğine, Rab olan
Allah’ın hâkimiyetine inanırlar ve Rab olan Allah’ın velâyeti altına girerek
Allah’ın bu velâyeti altında olanlara indirdiği kitabının hükümlerine teslim
olurlarsa ve bu kitabın yeryüzünde pratiğini uygulamasını göstermek üzere gönderilmiş
olan peygambere tabi olurlarsa yâni kendiliklerinden karar vererek hidâyete
talip olurlarsa Allah da onları hidâyetine ulaştıracaktır. Hidâyet Allah’ın
elindedir .
Bundan sonra Rabbimiz velâyetini anlatan
ikinci bir örnek daha anlatır. Hayyu Kayyum olan Rabbimiz, mü'minlerin işlerini
çekip çeviren, onları karanlıklardan, bilgisizlik, cehalet ve olayları çözememekten
dolayı içine düştükleri şaşkınlık karanlıklarından onları kesin bilginin
aydınlıklarına ve nûra nasıl çıkardığını anlatmak üzere bir misal daha anlatacak
Rabbimiz. Her ân şu âlemde cereyan eden öldür-me ve diriltme işinin nasıl
gerçekleştiğini anlatacak.
259:"Yahut
altı üstüne gelmiş bir şehre uğrayan kimse gibisini görmedin mi? O: "Bunu
bu ölümünden sonra Allah nereden diriltecek?" Dedi. Bunun üzerine Allah
onu yüz sene öldürdü. Sonra onu diriltti ve "ne kadar kaldın?" diye
sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım!" dedi. Allah
buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine ve içeceğine
henüz bozulmamış. Hele eşeğine bak, hem bunlar seni insanlara karşı kudretimizin
bir alâmeti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak onları nasıl birbirinin
üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz? Böylece gerçek ona
açıkça belli olunca: "şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir." dedi."
Burada anlatılan kişi de hadisenin geçtiği şehir de anlatılma-mıştır.
Sahabeden pek çoğunun ifadesine göre burada anlatılan kişi Hz. Üzeyr'dir. Yine
sahabeden bazılarının ifadesine göre bu şahıs Hz. Ermiya'dır. Lût’un (a.s)
hizmetçisi Şaya diyenler de olmuştur.
Hadisenin
geçtiği şehir konusunda da Kudüs şehri üzerinde durulmuştur. Bahtunnasır’ın
saldırısı sonucu Kudüs’te oturan İsrâil oğullarının pek çoğu öldürülmüş, geri
kalanlar da sürgün edilmiş ve Kudüs tamamıyla yakılmış, yıkılmış, yerle bir
edilmiş. İşte bu manzarayı görünce demişti ki:
"Allah
burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?"
Bunun birkaç anlamda söylendiğini düşünüyoruz.
1-) Allah
yerin altı üstüne getirilmiş bu memleketi diriltecek bu-na inanıyorum ama nasıl
diriltecek? Acaba bunun yasası nasıldır? Rabbimin buna gücünün yettiğine kesin
iman ediyorum ama acaba bunun keyfiyeti nasıl olacaktır?
Veya inanıyorum Allah bunları
tekrar diriltecek ama ne zaman diriltecek? Bunun zamanlaması nasıl ki diyordu,
anlamak istiyordu, kavramak istiyordu veya bizzat bunu gözleriyle görmek ve
itminana kavuşmak istiyordu.
2-) Ya da
ben bunu istiyorum, ben buna sa'y ediyorum, ben bu şehrin ve şehir halkının
dirilişine sa'y ediyorum, ben bu ülke insanının silkinmesini bekliyorum ama âcizim,
bunun yolunu bilmiyorum, Allah bunu mutlaka yapacak, Allah ölmüş bu şehri
mutlaka diriltecek, her şeyini kaybetmiş bu ülkeyi yeniden diriltecek ama
galiba ben göremeyeceğim! diyerek hayıflanıyordu.
Yani kendisini sorumlu bildiği o
toplumun dirilişi için kafa yoruyor, düşünüyor ve çareler arıyordu. Ölülerin dirilişi
hızlandırmak için çırpınıyor ve Allah’a dua ediyordu. Allah’ım, bu iş senin
elindedir. Ölüleri ancak sen diriltirsin. Bu konuda yardımını esirgeme diye dua
dua Allah’a yalvarıp yakarıyordu.
3-) Ya da
bu ölüler nasıl dirilecek? Bu üzerlerine ölü toprağı serpilmişler, bu her
şeylerini kaybetmişler, bu duyguları dumura uğramışlar nasıl dirilecekler?
Heyhat! Hiç de hayat emaresi gözükmüyor. Hiç diriliş ümidi gözükmüyor. Ülkenin
her tarafı dökülmüş saçılmış. Her yerde ölüm uykusu her tarafta ölüm
sessizliği. Allah’ım ben bu toplumu nasıl dirilteceğim? Karanlık, karamsarlık
ve ümitsizlik ifadesi dökülüyordu dilinden. Bunu söyleyen o maksatla
söylemiyor, dirilişin mümkün olmadığını kast ederek ya da şüphe ederek böyle
konuşmuyor. Bu sözleri çaresizlik umutsuzluk içinde bir dil sürçmesi olarak
anlıyoruz. Çünkü yeniden diriliş konusunda, ümitsizlik küfürdür.
Orada ölüm sessizliğinin dışında hiç bir şey
görememiş, bu sırada aklında birtakım sorular şekillenmiş "Allah
burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" gibi ve bu sorular kalbini
etkisi altına almaya başlayınca:
"Bunun üzerine Allah onu yüz yıl
ölü bıraktı. Sonra onu diriltti. Ve ona demişti ki: "Ne kadar kaldın?"
O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" demişti. Allah ona:
"Hayır yüz yıl kaldın. Böyleyken yiyeceği-ne ve içeceğine bak ki henüz
bozulmamış. Eşeğine de bir bak bunu yapmamız seni insanlara ibret kılmamız içindir.
Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz? Sonra da onlara etlerini
giydiriyoruz demiştir"
Allah bunu göstermek için yüz yıl uyutuverdi onu.
Tam bir asırlık bir uyku. Aradan geçen bir asır içinde Allah ölmüş mü'minleri
ye-niden diriltti. Müminler Allah’ın izniyle silkinip, dirilip Kudüs’ü yeniden
fethettiler ve otuz sene içinde yeniden şehri imar ettiler ve Kudüs’te hayat
başladı.
Bunu bizzat gözleriyle görünce de
dedi ki:
"Artık
şimdi biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç yetirendir."
Veya işte,
bu ülke Türkiye’dir veya İslâm dünyasının herhangi birisidir. Her şey bitmiş,
ölmüş, her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Ümmet yıkılmış, hilafet yok
olmuş, medreselerinin üzerinde baykuşlar ötüşür, mescidleri fonksiyonlarını
yitirmiş, sarıkları, cübbeleri kaybolmuş, kitapları sünnetleri mülga olmuş,
dinleri imanları cihadları heyecanları pörsümüş, her şeyleri alabora olmuş,
ümitsizlik karanlığı üzerlerine çükmüş.
İşte bu yıkılışı acı acı seyreden
birileri de feryad ediyor. Ama kesinlikle inanıyoruz ki Allah bu ümmeti ölümünden
sonra yeniden diriltecektir. Ölüm ve diriliş elinde olan, dilediğini öldüren,
dilediğini dirilten Allah, inşallah bizim toplumu da diriltecektir.
Yine bakın
Rabbimiz bundan sonra bu ihya ve imata ile ilgili, yaratma ve öldürme ile
alâkalı bir m
260:"Hani
İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin bana da göster!"
Demişti de Allah’: "İnanmıyor musun?" Demişti. (Bunun üzerine)
İbrahim: "Evet inanıyorum, ancak kalbimin mutmain olması için bunu istiyorum"
Demişti. Allah da: "Dört kuş al! onları kendine alıştır. Sonra da onlardan
her dağa bir parça koy, sonra da onları kendine çağır. Onlar sana koşarak gelirler.
Bilesin ki şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir."
İbrahim (a.s) dedi ki: "Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltirsin?
Nasıl dirilteceksin? Böyle bir soruyu kim soruyordu? İnanmayan birisi miydi
bunu soran? Hayır bunu soran Allah’ın peygamberiydi. Az evvel okuduk Allah
düşmanı Nemrut karşısında: "Benim Rabbim diriltir, benim Rabbim
öldürür." diyen bir peygamberin dönüp de bu konuda inkâr içinde olduğunu
söylemek mümkün değildir. İbrahim (a.s) burada diyordu ki: "Ey Rabbim!
Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceksin?"
derken ben biliyorum ve inanıyorum ki sen ölüleri diriltirsin fakat bu işi
nasıl yaptığını bana göstermeni istiyorum diyordu. Buradaki soru edatı, var
olduğu kabul edilen bir şeyin keyfiyetini öğrenmek için kullanılır. Meselâ
Hasan’ın ilmi nasıldır? diye sormak Hasan’ın ilminin var mı? Yok mu? olduğunu
sormak anlamına değil, Hasan’ın var olan ilminin derecesini sormak demektir.
İbrahim’in
(a.s) bu sorusunun altında bir şüphesinin olmadığını bilen Rabbimiz bunu
dinleyenlerin böyle bir zehaba kapılmamaları için de: "İnanmıyor
musun?" buyurarak onun "İnanıyorum ya Rabbi!" demesini bize
duyurmayı murad etmiştir.
Çünkü:
İbrahim (a.s) alelade bir insan değil bir peygamberdi. Normal bir müslümanın
Allah’a karşı kulluk görevlerini yapabilmek için bu ölmüşlerin dirilişi
gerçekliğini gözleriyle görme ihtiyacı duymayabilir. Fakat bir peygamber
insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat gözleriyle görmeliydi ki görevini
en güzel biçimde yapabilsin. İnsanlara: "Sizi inanmaya çağırdığım şeyi
ben gözlerimle gördüm. Siz cahilsiniz, ama biz biliyoruz. Siz körsünüz, ama
biz görüyoruz!" diyebilmeliydi.
Peygamberlerin bunu diyebilmeleri için Rabbimiz tarafından onlara
göklerin ve yerin işleyiş biçimleri göklerin ve yerin melekûtu, cennet,
cehennem, öldükten sonra dirilme gibi hususlar apaçık gösterilmiştir.
Konumları ve üslendikleri görevleri gereği Allah onlara bu ya-kîn bilgisini olarak
öğretmiştir.
Evet
İbrahim (a.s): "Ya Rabbi bunu bana göster!" deyince Rabbimiz buyurdu
ki:
"İnanmıyor
musun?"
İnsanları, varlıkları tekrar dirilteceğime inanmıyor
musun ey İbrahim? Bir şüphen mi var bu konuda? İbrahim (a.s) buyurdu ki:
"Evet
inanıyorum ama kalbim tatmin olsun için istiyorum."
İbrahim’in (a.s)
kalbi mutmain olacaktı, tabii atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz
de mutmain olacaktı. Bu münâsebetle Rabbimiz ölüleri nasıl dirilttiğini Bakara
sûresinin 260. âyetinde anlatacak biz de gözlerimizle görmüş gibi olacak ve
inanacağız.
Allah da
hayatın, kuş gibi uçup giden bir şey olduğunu işaret etmek üzere, ve ölüleri
nasıl dirilttiğini göstermek üzere buyurdu ki:
"Dört
kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onlardan her dağa bir parça koy, sonra
da onları çağır. Onlar sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah Azîzdir, Hakimdir."
Rabbimiz
buyuruyor ki Ey İbrahim dört kuş al ve onları iyice kendine alıştır. Yâni
onlara iyice alış, duyularını onlar üzerine teksif ederek iyice onları tanı. O
kuşların şekillerini, renklerini, özelliklerini iyice öğren ve tanı ki bunları
başkaları ile karıştırma. Dirilip yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları
mıydı? Bu konuda şüphen olma-sın.
İbrahim
(a.s) aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Dört kuş aldı, bunları iyice
tanıdı, sonra bunları kesip etlerini birbirine karıştırarak her bir parçasını
bir dağ başına koydu. Sonra onları tekrar çağırdı. Kuşların parçaları birleşerek,
canlanmış olarak İbrahim’in (a.s) dâvetine koşarak icâbet ettiklerini İbrahim
(a.s) gözleriyle gördü. Siz de gördünüz değil mi bunu gözlerinizle? Siz de
şahit oldunuz buna değil mi? Evet biz de gözlerimizle gördük ve şahid olduk.
Çünkü fikirler yanılır, duyular yanılır, gözler kulaklar yanılır, deneyler
yanılır ama vahiy asla yanılmaz. Her şey yanılır ama Allah asla yanılmaz. Ayet
asla yanılmaz. Sûrenin başlarında değinmiştik kişinin Allah’la öğrendiği bilgi
kendi kendine öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Kişinin kendi tecrübeleriyle
kendi duyularıyla öğrendiği bilgi yüzde yüz kesin ise, vahiyle öğrendiği bilgi
yüz de bin kesinlik ifade edecektir.
İşte böyle
İbrahim (a.s) öldürdüğü kuşların dirilmiş olarak ve koşarak kendisine doğru
geldiklerini görecek ve kalbi tatmin olacaktı. Demek ki bu âyet-i kerîmeden
öğreniyoruz ki insan kalbinin itminana kavuşmasının iki yolu vardır.
1-) işte bu
âyetin de ifadesiyle Rabbimizin göze hitap eden görsel âyetleri vardır.
Bunlar, Rabbimizin kâinatta serpiştirdiği ay, güneş, yıldızlar,sema,yağmur,bulut,kar,insan,bitki,ağaç
gibi görsel âyetlerdir. Bunlar Allah’ın varlığını bize anlatan âyetler ve alâmetlerdir.
2-İkincisi
de: "Dikkat edin kalpler ancak zikrullah ile itminana kavuşur, kalpler
ancak zikrullah ile doyuma ulaşır, sükûnete erişir, sıhhatine kavuşur."
Ayeti Kur’an-ı Kerîmdeki kulağa hitap eden Rabbimizin işitsel âyetleridir.
Öyleyse
bizler de kalplerimizin sükûnete kavuşmasını, doyu-ma ulaşmasını itminana
kavuşmasını istiyorsak kalplerimizi istila etmiş şüphe bulutlarını yok etmek
üzere zikrullahla yâni Kur’an’la ve görsel âyetlerle sürekli beraber olmak
zorundayız ki, Allah yardımcımız olsun. Öldükten sonra dirilme konusunda şüphesi
olmayan mü'-minlerin kalplerinin tatmin olması için, inanmayan kâfirlerin de imana
yönelmeleri için sürekli bu kitapla beraber olma zorunlulukları vardır.
Bunu hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz
yarın o mecburi diriliş günü gelmeden önce, müminleri infaka teşvik edecek. Ey
müs-lümanlar! Rabbinizi tanıdınız, gücünü kudretini bildiniz, Hayyu Kay-yum
olduğunu, gökte ve yerde ne varsa hepsinin mülkünün sahibi olduğunu, bir lahza
bile uyuklamadan, gaflet etmeden kullarının işlerini deruhte ettiğini, öldüren
ve dirilten olduğunu bildiniz. İşte böyle bir Allah uğruna infakta bulunun!
Maldan, candan, ilimden, akıldan, zamandan, görüşten ve sahip olduğunuz her
şeyden infakta bulunun. Sahip olduğunuz şeylerin başkalarının da sahip olmasını
isteyin. Evinize götürdüklerinizden başkalarının evine de gitmesini sağlayın.
Sahip olduğunuz şeyleri başkalarıyla da paylaşmayı becerin.
İşte böyle bir Allah adına
infakta bulunulur. Böyle bir Allah uğruna can da mal da fedâ edilir. Ve böyle
bir Allah her şeye lâyık olan bir Allah’tır. Zaten Allah’ı tanımayan, Allah’ın
gücünü kuvvetini ve mül-kün gerçek sahibi olduğunu bilmeyen, mülkün ve
hayatın kendisine ait olduğunu zanneden bir adam zırnık bile veremez. Veremiyorlar
da işte görüyoruz. İşte Rabbimiz bu bölümde kendisini tanıttıktan sonra
böylece bildiğiniz benim hatırıma infakta bulunun buyuracak ve bu infak
konusunda da iki örnek verecek Rabbimiz:
261:"Mallarını
Allah yolunda harcayanların durumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş
ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti
geniştir. O her şeyi bilir."
Rabbimiz daha önceki âyetlerde infak etmeyenlerin
kâfirler olduğunu, Allah’ın dostlarının mü'minler olduğunu, tâğutun dostlarının
da kâfirler olduğunu anlatmıştı. Kâfirler tâğutlar uğrunda, tâğutî sistemlerin
yaşaması uğrunda, nefisleri, putları şeytanları ve şehvetleri uğrunda
harcarlar. Mü'minler de Rableri ve Rablerinin sisteminin hâkimiyeti adına
harcarlar. Cihad ve ilayı kelimetullah adına harcarlar.
Âyet-i
kerîmede Allah yolunda infak edenlerin sevaplarının kat kat artırılacağı
anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına
dair bir m
Öyleyse: İnfak, infak edilen
şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da
bunun yüz tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle bir tek hurması olup da ona
ihtiyacı varken bölüp yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir
değildir. Burada mükâfatın takdirinde azlık çokluk değil niyet ve giderilen
sıkıntının türü önemlidir.
Mü'minler infak için bir taneyi bile küçük
görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır. Elimde
bir tanem var onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek deme-melidir.
Bakın Allah önce dirilme sırrından söz etti. Eğer bu dirilme sırrı olmasaydı o
bir tane yok olup giderdi. Ama bakın Allah onun yok olup gitmediği gibi çok
daha fazlasıyla mukabelede bulunacağını anlatıyor.
"Allah
dilediğine (harcadığının karşılığında) daha kat kat verir. Muhakkak ki Allah
Vâsîdir, Âlimdir."
Allah Vasidir,
geniş olandır, genişlik sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat kat ve
hesapsız verendir. Âlimdir. Kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir. Allah verenin
verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar
bilen, ve verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.
İnfakın karşılığı budur. Ama şurası da
unutulmamalıdır ki her infak bu mükâfata lâyık değildir. Yâni her infakçıya bu
sevap veril-mez. Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hususu anlatırken
Rabbimiz şöyle buyurur:
262:"Mallarını
Allah yolunda infak edip sonra da harcadıklarını minnet ve eziyet vesilesi
kılmayanlar var ya işte onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için korku
yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir."
Rabbimiz kendi
rızası uğrunda yapılacak infakın çok değerli olduğunu, çok büyük sevaplara
lâyık olduğunu anlattı. Ama bu âyet-i kerîmesinde bu büyük sevaplara nail olabilmek
için birtakım şartların yerine getirilmesi gerektiğini anlatıyor. Rabbimizin
anlattığı bu şartlar yerine getirilmedikçe yapılan harcamaların boşa gideceği anlatılıyor.
Bu şartlardan birisi infakta "menn" olmayacak, ikincisi de "eza"
olmayacak. Menn ve eza infakın bereketini kaçıran iki kötü özellik olarak zikrediliyor.
Menn; bunun
iki anlamı var.
1-) Başa kakmak, baş kakıncı yapmak.
2-) Az
verip çok istemektir.
Birinci
mânâsıyla menn iyilik yaptığı kişiye, infakta bulunduğu insana karşı yaptığı
iyiliği, sayıp dökmektir. Ben sana şunu vermiştim. Ben sana şunu yapmıştım.
Gibi yaptığı bir iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının
bulunduğunu, minnet borcu olduğunu sürekli hissettirip durmasıdır.
Hani
devamlı anlatılır. İki arkadaş bir yere giderlerken birisinin şemsiyesi varmış
ötekisinin hiç bir şeyi yokmuş. Şemsiyeli olan arkadaşını da bu şemsiyesinden
istifade ettirerek, Onu ıslanmaktan kurtarmış. Ama bunu bir türlü unutmamış
adam. İkide bir: “Arkadaş! Ha-tırlıyor musun o gün ne yağmur yağmıştı! Eğer
benim şemsiyem olmasaydı sırılsıklam ıslanmıştın. Dua et ki benim şemsiyem
vardı.” diyerek sürekli bunu hatırlatıp durmasından rahatsız olan arkadaşı
orada bir ırmağın içine kendisini atar ve: “Evet senin şemsiyen olmasaydı
herhalde bundan daha beter olmayacaktım!” Der. Aslında Ecdadımız "birine
yaptığın iyiliği hemen unut. Ama kendine yapılan iyiliği unutma!" der. Birine
iyilik yapıldığı zaman hemen bunun unutulması gerekir.
Menn
kelimesinin ikinci mânâsı Müddessir sûresinin 6. âyetinde de ifade buyurulduğu
gibi Yaptığı işi çok görerek ya da, az vererek çok şey istemektir. Bu âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz, efendimize buruyor ki: Peygamberim, daha iyisini
beklediğinden dolayı sakın insanlara
iyilikte bulunayım deme. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla
insanlara iyilikte bulunmaya kalkma. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu
bana araba alır beklentisiyle hareket etme. Hareketlerini buna bina etme
peygamberim! Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zannederek hareketlerini
öylece düzenleme!
Veya karşındakini minnet duygusu
altında tutma. Az verip çok şey bekleme! Hep toplumsal planda, hem de Allah’a
karşı görevlerinde öyle davranma! Meselâ efendim namazımızı kılıyoruz,
abdesti-mizi alıyoruz, elbette Allah bizi koymayacak da cennetine sığırları mı
koyacak? Gibi, az yaptığın şeyler karşılığında tam kulluğun gereği olan cenneti
bekleme. Veya sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki
çay içirmesini bekleme. Ya da iki hadis anlattın diye aferin demelerini
bekleme. Veya ben bunlara İslâm’ı tebliğ ettim diye hemen karşındakilerin
hayatlarının değişmesini bekleme. Yâni karşındaki insanlara yaptığın bir
iyilik, bir infak karşılığında onların sana minnet duymasını isteme.
Evet infakta ve iyilikte menn olmayacak. Cezada olmayacak.
Eziyet; birine verdiği şeyden ya da
yaptığı iyilikten ötürü ona karşı tahakküm etmeye kalkışmak demektir.
Kendisini harcama yaptığı, infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve
infakta bulunduğu kişiyi sürekli alçaltmak demektir.
Ya da eza,
tiksindirmek demektir. İyiliğe balgam atmak demektir. Eğer iyilik Allah için
yapılmışsa o buna her zaman lâyıktır.
Binaenaleyh
sadaka verenler, yardımda bulunanlar yardımda bulundukları insanlara karşı bu
yardımı psikolojik bir komplekse dönüştürenler yaptıkları iyiliklerle karşılarındakini
ezmeye çalışanlar bu amellerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir
iyiliği, böyle kan kusturarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir zaman kabul
etmiyor. Çünkü bu amel Allah için değil başkaları için veya kendisinin daha
faziletli daha üstün olduğunu ispat etmek için yapılmış bir ameldir. Zira öyle
insanlar vardır ki böyle eziyetlere maruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi tercih
ederler. Kendi şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı
izzet ve şerefine mal olan bir zenginliğe tercih ederler. Bakın İnsan
sûresinin 8, 9 ve 10. âyetlerinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"O
muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları varken yoksula yetime ve esire yedirirler.
Ve (yedirirken de onlara) Biz size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne
bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli
asık suratlı bir günün azabından
korkarız derler."
(İnsan 8-10)
Kendilerinin o yemeğe ihtiyaçları varken yedirirler veya
seve seve yedirirler,yahut Allah sevgisinden ötürü yedirirler, ya da sevdiklerinden,
sevdikleri yemekten yedirirler. Bir de yedirirken yedirdiklerine: “Size ancak
Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık isteriz, ne de bir teşekkür
derler.” Değilse ben size yediriyorum, ben size yardım ediyorum, o halde siz
de benim karşımda şöyle şöyle davransaydınız, elimi bari öpseydiniz, ben
gelince ayağa bari kalksaydınız sözümü dinleseydiniz vs, vs. Gerçek mü'minler
böyle yapmazlar. Mü'minler yaptıklarını Allah için yaparlar. Ona başka şeyleri
asla karıştırmamaya çalışırlar.
Ama bakıyoruz bugün yemek
yedirenlere, ziyafet çekenlere ne adına yapıyorlar bunu? Dergiye abone toplayalım
diye, dergaha adam bulalım diye, partiye üye kaydedelim diye, cemaatin sayısını
artıralım diye, ya da hoca desinler diye, zengin desinler diye, beni adam yerine
koysunlar diye, bugüne kadar kazandığım sosyal statümü kaybetmeyeyim diye, ya
da bugün tavuk vereyim de yarın kaz gelir diye, ya da kasamı doldurayım, kesemi
şişireyim diye. Bugün insanlar bunun için yediriyorlar. Veya işte başa kakıyorlar,
yedirdiklerini ezme adına yediriyorlar ki bunların hiç birisi Allah’ın istediği
ikram değildir.
Öyleyse
başa kakılarak, baş kakıncı yapılarak, yapılan ikram sürekli gündemde
tutularak ya da eziyet edilerek, yapılan bir iyilik karşılığında
karşısındakine hükmetmeye kalkışılarak, sadakalarımızı boşa çıkarmayalım.
Böyle yapmaktansa, onların onurlarını kırarak, izzeti nefislerini rencide
ederek bir şeyler vermektense onlara güzel bir söz söylememiz, maruf bir söz
söylememiz daha hayırlıdır.
263:"Güzel
bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır.
Muhakkak ki Allah Ğa-nî’dir, Halîmdir."
Onlara güzel söz söyleyin, tatlı söz söyleyin, hoş görülü
olun. Onlara yardımda bulunarak arkasından burunlarından getirmenizden,
onurlarını kırmanızdan daha iyidir. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, Allah
sizden daha zengindir ve sizin bu şekilde yapacağınız yardımlara da ihtiyacı
yoktur. Çünkü İslâm’da eziyetleri engellemek menfaati celp etmekten daha
evlâdır.
İhtiyaçlı
olan kişiye güzel söz söylenir güler yüz gösterilir. Eğer ona o anda
verebilecek bir şeyimiz yoksa Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah ihtiyaçlarını
gidersin. Allah yardımcımız olsun! Gibi güzel söz söylenir ve o kişinin ihtiyacını açığa vurmadan kusuru
affedilirse hem Allah’ın rızası kazanılır hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset
ve nefreti engellenmiş olur. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Güzel söz sadakadır.
Müslüman kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir."
Buyurur. (Müslim)
İnsanlara
söylenebilecek en güzel söz birine bir şeyler verirken şöyle demektir: Al
kardeşim. Bu benim değil senindir. Bu benim malımın içinde Allah’ın sana
verilmek üzere verdiği hakkıdır. Ben şu anda sana benim olan bir şeyi değil
senin kendinin olan bir şeyi veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın
içinde sana verilmek üzere Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere
bana vermiştir demek zorundayız. Hani Meâric sûresinde:
"Onların
mallarında isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır."
(Meâric 24, 25)
Buyuruluyordu ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın
içinde onlara verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu, onlara güzellikle
ulaştırmak zorundayız. Bu konunun önemini biraz daha perçinlemek için, bakın
Rabbimiz bundan sonraki âyet-i kerîmesinde yine şöyle buyurur:
264:"Ey
iman edenler! Sadakalarınızı, Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen ve
mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak eden kimseler gibi başa kakarak
veya eziyet vererek boşa çıkarmayın! Bu kişilerin (harcamalarının) durumu,
üzerine ince toprak örtülmüş sert kaygan bir kayaya benzer. Ona şiddetli bir
yağmur
Bu tür hareketler imanla asla bağdaşmaz. Bunlar İmandan
kaynaklanan şeyler değildir. Çünkü iman, iman sahiplerini korumayı ve
desteklemeyi emreder. İman, iman sahiplerinin imanlarını yaşayabilecek huzura
kavuşturulmalarını emreder. İman, kendisinden kaynaklanarak yapılan amellerin
boşa çıkarılmamalarını emreder. Rab-bimiz bu âyet-i kerîmesinde mallarını
gösteriş için harcayan ve
har-cadıklarını da, baş kakıncı yapan kimseleri Allah’a ve âhirete
inanmayan insanların yanı başında zikrediyor. Allah’a ve Âhiret gününe iman
etmeyenler mallarını gösteriş ya da dünyevî menfaatler elde etmek için
harcarlar. Bir yere bir harcama yapacakları zaman evvela bununla ne kazanacaklarını
hesap ederler. Bunlar bu yaptıklarının karşılığını kesinlikle Allah katında
bulamayacaklardır. Çünkü bunlar bu yaptıklarını Allah için yapmamışlardır.
Menfaat ve riya için yapmışlardır.
Hani
hizmetçi kızın biri ağlıyormuş: Ne yapıp ettiysem bir türlü ağamı memnun
edemdim diye. Komşu kadın sormuş: Kızım nasıl hiz-met ediyorsun ağana? Bana bir
anlatır mısın? Demiş. Kızcağız anlat-maya başlamış: “En güzel yemekleri
yapıyorum. En güzel yağları döküyorum, en güzel tabaklara koyuyorum üzerine de
tezeği koyuyorum, en güzel en taze bir hayvan tezeğini de üzerine kapatıyorum
ama bir türlü ağama beğendiremiyorum” diyormuş. İşte kimileri de böyle
yapıyor. Adam güzel güzel ameller işliyor ama o amellerinin üzerini tezekle
kapatıyor, yâni riya ile, gösterişle kapatıyor. Halbuki Allah böyle bir ameli
kabul etmiyor.
Böyle
gösteriş olsun diye infakta bulunan ya da infakını baş kakıncı yapan
insanların durumunu anlatırken bir örnek veriyor Rab-bimiz. Sert bir kayalık
arazi düşünün ki, yağan yağmurlar üzerinden kolayca akıp gitmektedir. Bu sert
arazinin üzerinde incecik bir toprak tabakası var ve siz bunun üzerine bir
şeyler ekiyorsunuz. O ektiğinizi korumaya ve yetiştirmeye çalışıyorsunuz.
Tohum çıkıyor, filizleniyor, dışarıdan tohum filizlenip dal budak saldı diye
bakıp bakıp seviniyorsunuz. Sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya
başlıyor. Ve yağan yağmur selleri o kayalığın üzerindeki o incecik toprak katmanını
üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürür. Sonunda çekilen tüm
zahmetler tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok olup gidiyor. Zira bu
filizler köksüzdür, tutunurlulukları yoktur. İşte aynen bunun gibi amellerini
köklü bir imana dayandırmayan, basit ve köksüz menfaatler ve gösterişler için
yapan kişilerin amelleri de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek
ve Allah katında en ufak bir faydası bile görülmeyecektir.
Ama buna
karşılık mallarını Allah için harcayanların durumu da şuna benzer:
265:"Mallarını
Allah’ın rızasını kazanmak ve kalplerindeki imanı sağlamlaştırmak için
harcayanların hali, yüksek tepede bulunan bahçenin hali gibidir. Oraya bol
yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur. Eğer bol yağmur yağmazsa çisenti olur.
Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
1-
Mallarını Allah için harcayanlar, Allah’ın rızasını kazanmak için ve
kalplerindekini ortaya koymak için, mü'min olduklarını ispatlamak için, ya da
kalplerindeki imanlarını amele dönüştürerek kuvvetlendirmek için sadaka
verenler. Buradaki:
"Nefislerindekini
tespit için verenler."
İfadesinin
birinci mânâsı budur. 2- Bunun bir ikinci mânâsı da: Sadaka, sıdk, sadâkat, tasdik,
bunlar aynı kökten gelir. Tasdik imanın eylemidir. Tasdik imanın ispatıdır. Malının
tümünün Allah’a ait olduğuna inanan kişi mü'mindir. Ama bu imanı eyleme
geçirerek, Allah’a ait olduğuna inandığı bu malını Allah yolunda sadaka veren
kişi de tasdik ehlidir, yâni sıddîktır. "Sadaka burhandır" hadisi de bunu anlatır. Sadaka vermek
malın ve canın Allah’a ait oluşunu kabulün delilidir. Müminler mallarını ve
canlarını Allah yolunda kullanarak sadakalarını ortaya koyarlar. Sadaka insanın
mal yönündeki imanını doğrulayan bir husustur.
3- Ya da
bu, Allah için sürekli verme konusunda sebat ehli olabilmeyi becerebilmek için
verilen demektir bunun mânâsı. Kendilerini sürekli vermeye alıştırabilmek için
infak ederler. Bir bakıma nefis eğitimi adına verenler demektir. Yâni
nefislerini iman üzerine sa-bit kılmak için mallarını ve canlarını Allah
yolunda fedâ ederler. Zira mal ve can, Allah yolunda fedâya hazır olmadıkça,
nefislerin iman üzerine sabit olması mümkün değildir.
4- Ya da
sonuçtan kesin olarak emin oldukları halde verirler demektir bunun mânâsı.
Yâni verene Allah’ın kat kat vereceği konusunda emin olarak verirler. Nitekim
Leyl sûresinde de bu konu şöyle anlatılır:
"Artık
kim verir ve muttaki olursa, ve hüsnayı da tasdik ederse biz onu kolaya
kolaylayacağız."
(Leyl: 5-7)
Evet
içinizden kim Allah’ın verdiğini verirse, yarım ekmek, çeyrek ekmek, bir
hurma, yarım hurma verirse, Allah güç mü verdi, akıl mı verdi, boş zaman mı verdi,
dil mi verdi, bilgi mi verdi onları verirse, ama muttaki olarak, benimseyerek,
Allah adına ve Allah için verirse, ve bir de hüsnayı tasdik ederse, yâni
verene Allah’ın vereceğine inanarak, bunu tasdik ederek verirse, biz onu kolaya
kolaylayacağız.Bu Hesabını kolaylaştıracaktır. Birinci anlamı, Allah onun
hayatını kolaylaştıracaktır.
İkincisi, Öyle bir hayat
yaşayacak ki o kişi, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı
kolay, çocuklarını kolayca terbiye eder, hanımını kolayca terbiye eder, kolay
karar alır, Allah’ın rızasının nerede olduğunu kolayca anlar ve hemen kolayca
ona yönelebilir. Kalplerindekini tespit ve tasdik için verenler.
5- Bunun
beşinci mânâsı da nefsini mal sevgisinden ve cimrilik hastalığından temizlemek
ve Allah yolunda eğitmek için verenler demektir. Çünkü bugün malını veremeyen
kişi yarın gerektiğinde canını hiç veremeyecektir.
Evet işte
böyle Allah için verenlerin ve de kalplerindekini tespit etmek için verenlerin
durumu aynen şuna benzer. Bunların
durumu öncekilerin tamamen aksine, yüksek bir tepenin üzerindeki bahçeye
benzer. Öncekilerin durumunu alçak bir çukurun içindeki bahçeye benzetmişti
Rabbimiz. Yüksek yer ekinin güven ve selâmeti için alçak bir yerden daha
iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek birtakım şeylerin
saldırılarına, baskınlarına maruz kalabilir. Genellikle çöplükler, artıklar bu
tür çukurlara dolar. Ama yüksek yerler bu tür tehlikelerden daha emindir.
İşte mallarını Allah yolunda
harcayanlar, böyle yüksekte bulunan bir bahçeye benzer. Oraya yağan yağmur şiddetli
ve bol olursa bolca bitki bitirir. İki kat hâsılat verir. Oraya bolca yağmur
yağmasa bile, yâni ufak bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir. İşte Allah
için malını infak eden mü'minlerin durumu buna benzer. Çok verdikleri zaman
öbür tarafta bolca ürün elde ederler, az verseler, çisenti kadar verseler bile
Allah için verdiklerinden, başa kakmadıklarından, gösteriş yapmadıklarından ve
de verdikleriyle verdiklerine eziyet etmediklerinden Allah onlara yine bolca sevap
verecektir buyurulmaktadır. Bundan sonra bir soru ve vicdanlarımızla bir
hesaplaşma noktasına getirerek sizler şöyle bir uçurumla karşı karşıya gelmek
ister misiniz? Diyerek bizim karşımıza bir tablo daha çıkarıyor.
266:"Sizden
hiçbiriniz ister mi ki, kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun,
altında ırmaklar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de
ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez küçük zayıf çocukları olsun.
Derken ona ateşli bir bora
Rabbimiz burada bize bir m
Bu bahçe öyle bir bahçe ki onun
geçimini, geleceğini garanti ettiği gibi çocuklarının hayatını da güvence
altına almaktadır. Bu durumda, bu yaşta ve bu şartlar altında bu bahçenin bu
yaşlı baba için ne kadar önemli olduğunu, bu babanın onun üzerine nasıl
titrediğini siz düşünün. Sahip olduğu bu bahçe sayesinde adam son derece rahat
ve geleceğe ümitle bakıyor. Bahçenin dökülüp gelen meyveleri onun tüm yükünü ve
sorumluluklarını hafifletiyor, yüzünü güldürüyor.
Ama, tam bu
durumda her tarafı kasıp kavuran ateşli bir ka-sırga o bahçede şöyle bir tavaf
ediyor. Ekmek teknesi, ümit dağarcığı tüm meyveler ve tüm ağaçlar harap oluyor,
tüm üzüm ve hurma ağaçları yanıp kül oluyor. Ve düşünün ki bu yaşlı, çaresiz
adam yanın-da bakıma muhtaç çocuklarıyla beraber bahçenin önünde duruyor.
Artık o andaki onun duygularını kelimelerle ifade etmek mümkün değildir.
Yüzündeki karalığı, gözlerindeki zillet ve düşüklüğü, kalbindeki kırıklığı,
yıkılışı, dökülüşü dile getirmek mümkün değildir. Karşısında duran bu manzara
onun kalbinde hayat izi namına, ümit namına ne varsa hepsini silip götürmüştür.
Bu kül yığınlarının arasında tüm yaşama sevinci, tüm umutları yok olup gitmiştir.
Yaşı çok ilerlemiş olduğu için
yeniden imar etme, yeniden çalışıp kazanma imkânı da kalmamıştır. Şimdi ne
yapsın bu adam? Allah buyurur ki işte böyle ihtiyarladığınız, çalışıp yeniden
kazanma imkânınızın kalmadığı, çağınızın geçtiği bir döneminizde bütün
hayatınız boyunca çalışıp kazandığınız şeylerin bir anda yok olup gitmesini
ister misiniz? İçinizden kim ister bunu? İşte böyle bir tabloyu güzünüzün önüne
getirin, dedikten sonra Rabbimiz karşımıza ikinci bir tablo daha çıkarıyor.
Bir ömür
boyu çalışıp çabalayıp, ameller işleyip öbür tarafta cennet ümit eden bir adam
düşünün. Çok şeyler harcamış, çok ameller işlemiş, çok değerli şeyler vermiş,
infakta bulunmuş, ağlayanları güldürmüş, yetimlerin başını okşamış, fakirlerin
sofralarını doldurmuş, kurslar yaptırmış, yurtlar kurmuş, yollar köprüler inşa
ettirmiş. Böylece bu yaptıklarıyla cenneti garanti etmenin sevincini yaşamaktadır.
Fakat öbür tarafta çok ciddi bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya gelmiş. Tüm
bu yaptıklarının imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet
fırtınalarıyla havaya savrulduklarını, ya da yanıp kül olduklarını görünce,
eline hiç bir şeyin geçmediğini görünce bu adamın ne hale geleceğini siz düşünün.
Tıpkı önceki tablodaki yaşlanmış
ve çalışıp kazanma imkânı kalmamış adam gibi bu adamında kıyamet günü tekrar
çalışıp amel işleme, Allah’ı hoşnut edecek ibâdetler yapma imkânı da
kalmamıştır. İnfak edecek paranın olmadığı, ibâdet edecek fırsatın kalmadığı
bir günde tüm yaptıklarınızın, dünyalık adına yaptığınız için öbür tarafa
intikal etmeyerek dünyada kaldığını ya da riya, gösteriş, başa kakma gibi
sebeplerle boşa gittiğini, hiçbir işe yaramadığını görünce aynen bu yaşlı
adamın durumuna düşeceksiniz diyor Rabbimiz.
"İşte
Allah size böylece âyetlerini açıklıyor. Düşünesiniz, ibret alasınız
diye."
Eğer bu dünyada, Allah’ın âyetleriyle birlikte bir hayat
yaşamaz, Allah’ın âyetlerinden ve uyarılarından uzak bir hayat yaşar, Allah’ın
âyetlerine karşı vurdum duymaz bir tavır takınır, onlarla iç içe olmaz ve bunun
tabii sebebi olarak da Allah’ın sizden istediği biçimde infak etmezseniz,
maldan, candan, bilgiden, boş zamandan, bedenden Allah namına infakta
bulunmazsanız tüm hayatınızı gençliğinizi ve enerjilerinizi bu dünyada kalacak
biçimde harcar âhiretiniz için bir yatırımda bulunmazsanız aynen bu adamın
durumuna düşeceksiniz! Bunu bir saniye bile unutmayın diyor Rabbimiz.
Evet
imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet verme amelleri bu hale
getirecektir. Bunlar kıyamet günü tüm amelleri boşa çıkaracak ve sahiplerine
çok büyük bir pişmanlık ve hüsran tattıracaktır. Hem de kıyamet günü insanın
hiç bir şeye sahip olmadığı ve de cennete girebilmek için onlara en çok muhtaç
olduğu bir anda tüm ameller boşa çıkacaktır Allah korusun.
267:"Ey
iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden
çıkardıklarımızdan (Allah için) harcayın. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız
pis ve değersiz şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki şüphesiz Allah Ğanî
(zengin) dir, Hamîd (övülmeye lâyık) dir."
Rabbimiz bundan önceki âyet-i kerîmesinde kendi rızasına
uygun olarak yapılacak infakın katında kabul edilebilmesi için infak eden
kişide bulunması gereken şartları anlatmıştı. İnfakta bulunan kişinin bu
infakını sırf Allah’ın rızasını kazanmak için ve nefsini temizlemek adına
yapması gerektiğini, riyadan, gösterişten, başa kakmaktan ve eziyetten uzak
durması gerektiğini anlatmıştı. Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz harcanacak,
infak edilecek malda bulunması gereken şartları anlatıyor. Ve infak edilecek
malların türünü anlatıyor. Buyuruyor ki Rabbimiz:
"Kazandıklarınızın
en temizinden."
Kazandıklarınızın en temiz ve en güzellerinden infak
edin. Buradaki "Tayyibat" ifadesini iki mânâda anlıyoruz.
1-
Kazandıklarınızın en temizinden infak edin demektir bunun mânâsı. Yâni kaynağı
temiz olan, kazanma yolu temiz ve helâl olan, helâl yollardan kazandığınız mallarınızdan
infak edin. Kazanç yolu haram olan, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten
bunlara İslâm mal demez. Nitekim Abdullah Bin Mes'ud'un rivâyet ettiği bir
hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Haramdan
mal kazanan bir adam ondan infak edecek olursa kesinlikle bu infakını Allah
kabul etmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul edilmez. Onu vermeyip geri
bırakacak olursa o mutlaka onun için cehennem azığıdır. Muhakkak ki Allah
kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan
bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla silmez."
(İmam Ahmed)
Hattâ
Hanefî ulemâsının ifadesine göre herhangi bir kimse, haram yollardan kazandığı
bir malı, Allah adına ve sevap bekleyerek infak edecek olursa bu adam kâfir
olur. Çünkü bu haliyle bu adam haramı helâl kabul etmiştir. Ve yine bu adamın
bu malı, kendisine infak ettiği fakir onun haramdan kazandığını bile bile
kendisine: "Allah senden razı olsun" gibi bir dua da bulunursa, bu
fakir de kâfir olur. Bu ikisinin durumunu bilerek onların bu konuşmalarını duyan
ve "Amin" diyen kişi de kâfir olur. Evet mallarınızın temizinden
yâni helâlinden infak edin diyor Rabbimiz.
2-
Mallarınızın en güzellerinden, en kıymetlilerinden infak edin demektir.
Bakıyoruz bugün kimi insanlar kendilerinin beğenmedikleri, değer vermedikleri
yaramaz mallarını infak ediyorlar. Eski olduğundan, değersiz olduğundan, tadı
tuzu güzel olmadığından, ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bulundurmayıp
başkalarına savmak istediklerinden veya başka sebeplerle kendilerinin ondan kurtulmak
istedikleri mallarını infak etmeye çalışıyorlar. Başkaları bu tür malları
kendilerine verecek olsalar, gözlerini kapatarak ancak kabul edebilecekleri
malları infak etmeye çalışıyorlar.
Ve böylece, Allah ancak bu
kadarına lâyıktır demeye çalışıyor-lar. Allah diyor ki böyle yapmayın. Allah
buna lâyık değildir. Allah’a imanın gereği bu değildir. Bilesiniz ki Allah
Ğanî’dir, Allah zengindir. Bu yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir.
Allah Hamîd’dir. Allah kendi kendini övendir. Sizlerden hiç biriniz ona onun
istediği biçimde kulluk yapmasanız, onu onun istediği biçimde övgüye lâyık
görmeseniz bile o kendi kendini övendir. Onun ne sizin mallarınıza, ne de övgülerinize
ihtiyacı yoktur.
Öyleyse
harcanan, infak edilen mallar kişinin mallarının en temizi ve en iyisi
olmalıdır. Tirmizî’nin Bera İbni Azib’ten nakil ettiğine göre bu âyetin nüzul
sebebi şöyledir. Sahabeden Bera İbni Azib der ki: "Bu âyet biz Ensâr hakkında
nazil olmuştur. Bizler hurma bahçelerimizden, çokluğuna ve azlığına göre hurma
salkımları getirir ve muhtaç olanlar ondan istifade etsinler diye, mescide
asardık. Ehl-i Suffe’-den dilenenler karınları acıktığı zaman gelirler asalarıyla
vururlar ve bu salkımlardan düşenleri yerlerdi. Sahabeden bazıları da caiz zannıyla,
ya da azalacak korkusuyla döküntü, bozuk, adi, çürük çarık şeyleri kırılmış ve
düşmüş hurma salkımlarını getirip asmışlardı. İşte bunu beğenmeyen Rabbimiz
bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur. Yâni sizden biriniz
nefsinin hoşlanmadığı, değer vermediği, utanarak, yüz buruşturarak,
istemeyerek, göz yumarak alabileceği malları infak etmesin buyurdu.
Âl-i İmrân
sûresindeki âyet-i kerîme de bu hususu şöyle anlatır:
"En
çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça birre ulaşamazsınız. Ve neyi infak
etmişseniz Allah onu bilmek-tedir"
(Âl-i İmrân: 92)
Buyurulur.
En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etmedikçe, en çok sevdiğiniz şeyleri
harcamadıkça, en çok sevdiklerinizi elinizden çıkarmadıkça, onlardan vazgeçmedikçe
birre ulaşamazsınız eb-râr olamazsınız diyor Rabbimiz. Eğer sizler dünya
birimlerinden sevdiğiniz bir şeyleri, elinizdeki, ayağınızdaki, cebinizdeki
şeyleri veya işinizi, aşınızı, mesleğinizi, meşrebinizi, diplomanızı, makamınızı,
koltuğunuzu Allah için, ondan vazgeçebilecek bir konum ortaya çıkınca bunu
gerçekleştirebiliyor ve ondan Allah için vazgeçebiliyorsanız, işte o zaman
Ebrâr olursunuz birre ulaşırsınız diyor Rabbimiz.
O halde
Ebrâr olabilmek için, birre ulaşabilmek için en çok sevdiklerimizi Allah adına
infak edeceğiz. Allah adına vazgeçivereceğiz. En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu
Allah’ın dinini öğrenip öğret-me yoluna vakfederek Allah adına infak ediver.
Oğlunu mühendisliğe, mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de
Allah adına bir hayat yaşayacağı ve Allah’ın dinine hizmet edeceği, bir mesleğe
adayıp infak ediver. En çok kızını mı seviyorsun onu Allah’ın istediği biçimde
eğitip Allah’ın istediği bir kul haline getirip Allah adına infak ediver. En
çok bir kâlemini mi seviyorsun, bu kâlemle yazmayı çok sevdiğini mi
söylüyorsun? Onu Allah adına, Allah’ın kullarından bir kardeşine infak ediver.
Yeri gelince onu Allah için elinden çıkarmayı beceriver.
Meselâ öyle yorgunsunuz öyle
yorgunsunuz ki, uykuyu o kadar seviyorsunuz ki o anda, ayakta duracak haliniz
yok, hemen yatmak istiyorsunuz. İşte o anda sevdiğiniz ve can attığınız bu uykunuzu
İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız o zaman işte
sevdiğinizi infak etmiş olursunuz. İnfak onun adına ondan vazgeç-mek demektir.
Allah adına sizdeki olan o imkândan vazgeçmek demektir. Meselâ hanımınız var
çok seviyorsunuz onu, veya arkadaşınız var çok seviyorsunuz onu. Onunla
beraberliği o kadar seviyorsunuz ki hiç ondan ayrı kalmaya dayanamıyorsunuz.
Ama Allah’ın dinini, Allah’ın arzularını icra etme adına ondan ayrılmamız
gerektiği noktada eğer bunu ifa edebiliyorsak, işte bu Allah adına infaktır.
Hanımlarımız,
arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, seveceklerimiz, evimiz barkımız, makamımız
konumumuz, mesleğimiz, dükkanımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız bizim için
bizim Allah’a kulluk ortamımıza engel oluşturacak bir noktaya gelmişse
bunların tümünden vazgeçmemiz infaktır ve o zaman birre ulaşacağız demektir.
Şayet kalben, ruhen, bedenen, sosyal biçimde,
ekonomik biçimde ya da aile biçiminde meylettiğimiz, sevdiğimiz, onunla iç içe
olmak istediğimiz tüm sevgi unsurlarına infak gözüyle bakabiliyor, onları
Allah adına harcayabiliyorsak o zaman birre ulaşabileceğiz demektir. Meselâ öğleyin
saat birle iki arasında uyumayı mı seviyorsun o zamanı Allah adına birilerine
âyet anlatmaya, hadis anlatmaya tahsis edip Allah adına infak ediverin. Veya o
saatte bir müslümanın bir derdi mi çıktı hemen koşup Allah adına infak ediverin.
Veya en çok sevdiğiniz bir
malınızı, en çok sevdiğiniz yeme-ğinizi infak ediverin. Rebî bin Enes
kendisine gelenlere hep şeker ikram edermiş. Bunun sebebini kendisine
soranlara da ben bunu çok seviyorum, Rabbimin de en çok sevdiklerinizden infak
edin buyurduğunu biliyorum, onun için şeker ikram ediyorum buyurur. Devenin ciğerini
çok seven bir sahâbe de gelen m
Evet biz
bugün elimizde ne varsa Allah’ın istediği yerde harcayalım da yarın Allah
Kerîm diyelim. Yarın Allah’ın huzuruna vardığımız zaman da: Ya Rabbi! Ne yapayım
ben bu kadarını becerebildim. Sen verdin ben dağıttım. Sen verdin ben
harcadım. Sen verdin ben imkân dahilinde sana kulluğa sarf ettim! E şimdi de
senin huzuruna geldim, şu anda elimde avucumda olsaydı senin hatırına yine
verirdim. Ama şu anda mal senin, mülk senin, para senin, altın senin, gümüş
senin! diyecek duruma gelmeliyiz inşallah.
Âyet-i
kerîmede:
"Kazandıklarınızdan
ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan."
Deniyor.
Buradaki
"Kazandıklarınız" ifadesinden kasıt, ticaret vasıtasıyla kazanılan
mallar demektir. "Yerden çıkardıklarımız" ifadesinden kasıt da,
ekilip dikilen bitkiler, yerden çıkarılan petrol ve madenler gibi mallardır.
Topraktan hiç masraf etmeden ürün kaldırıyorsak, yâni sulama vs yapmadan ürün
alıyorsak onda bir, ama sulama vs gibi bir kısım masraflar ederek ürün
kaldırıyorsak yirmide bir.
Ticaret yoluyla kazandıklarımızdan ve yerden
bizim için Rab-bimizin çıkardıklarından Allah yolunda infak edeceğiz. Şunu da
ifade edelim ki: Burada infaktan söz edilmiş, bu zekâttan ayrıdır. Zekâtı bunun
dışında değerlendirmek zorundayız. Çünkü Bakara sûresinin önceki âyetlerinde
gördük Rabbimiz Ebrâr’ı anlatırken saydığı özelliklerin arasında hem zekâtı
verenler hem de infakta bulunanlar buyurmuştu. Bu ikisi ayrı ayrı zikredildiğine
göre zekâtla infak ayrı ayrı şeylerdir. Kaldı ki Kur’an zekâta infak demiyor sadaka
diyor.
Öyleyse biz de mutlaka zekâttan
ayrı infakta bulunacağız. Ma-aşımızın onda birini mutlaka vereceğiz. İçimizde
öğretmen ve memur arkadaşlarımız çoğunlukta. Az evvel araziden elde
ettiklerimiz konusunda onda bir yirmide bir demiştim. Şimdi bizim maaşları hangisine
benzeteceğiz? Bizim maaşlar ticaret değil, deve değil, sığır değil, tarla değil,
tapan değil ne ya? Bizimki zekâta konu değil, maden de değil yâni. Bizim
maaşlar hattâ ameleninkine göre avantadan geliyor gibi. Öğretmenlik yaptığınız
okuldaki müstahdemlere bir bakın inanın ki çok perişanlar. Öyleyse Allah için
harcayalım yahu.
Veya işte
KDV’den alınanlar hepten avantadan gibi değil mi? Arada bir böyle
beklemediğimiz zamanlarda avantadan paralar geliyorsa onun da beşte birini
ayıralım, çünkü zaten bu yoktu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten geliyorsa,
bir yerlerden intikal etmişse onların da geliş biçimine göre onda bir yirmide
birini Allah için ayıralım. Yâni bizim de Allah rızası için birileriyle mal
münâsebetimiz bulunsun. Yâni bizim de dünyamızda çevremizde fakirler de
bulunsun. O garibanların dünyasına da girmiş, onların hallerini de muttali
olmuş olalım.
Meselâ
şöyle yapmayalım yâni: Hasan iyidir, hoca efendidir, dürüsttür, gayretlidir,
onun çevresinde vardır fakir fukara. Biz kendi aramızda toplayalım ayda bir üç
beş milyon lira ona verelim o da çevresindeki fakir fukaraya versin demeyelim.
Çünkü Hasan o tanıdıkları olan garibanlara onu verirken dağıtırken onları üzmemeye
çalışacak, onların evlerine gidecek, onların durumlarını gözleriyle görecek, ezilecek,
sofralarına oturunca içi burkulacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe
kalbi parçalanacak. Ekmekleri yenmez, ayranları içilmez, sergilerinde oturulmaz. O bir çok acıları
tadarken siz de elhamdü lillah paramızı verdik, infakımızı yaptık ve kurtulduk
mu diyeceksiniz? Siz de gidin talebe evlerine ve görün onların vaziyetlerini.
Görün de evlerinizdeki hayatlarınızdan bir utanın. Zaten bu malı Allah size
bunun için vermiştir.
Allah sizi bizzat o malla imtihan etmek
isterken, onun sorumluluğunu bizzat size yüklerken bunun tam aksine siz bu
görevi başkalarına aşırmayın. Her müslüman kendisi Allah beni bu malla imtihana
lâyık görmüş, madem ki bana mal vermiş ve beni bu malla imtihan etmeyi murad
etmiş, öyleyse ben de Allah için bu imtihanın hakkından geleceğim diyerek
uğraşmak zorundadır.
Bir de şunu
söyleyeyim: Elinize kaç lira geçiyorsa hemen o anda, parayı alır almaz hemen
Allah için harcayacağınız miktarı belirleyip ayırmazsanız sonra mümkün
olmuyor. Beş milyon mu aldınız, onu dört milyon kabul edin, aldığınızı o kadar
kabul edin tamam gerisini infak edin, infak edelim inşallah.
Bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz insanları bu konuda şeytanın saptırdığını,
infaktan alıkoymaya çalıştığını ya da mallarının en kötülerinden en
değersizlerinden vermeye teşvik ettiğini anlatarak şöyle buyurur:
268:"Şeytan
sizi verirseniz fakir düşersiniz diye korkutur. Ve size fuhşiyatı emreder.
Allah ise size kendi-sinden bağışlama ve bolluk emreder. Allah vasidir, bilendir."
Rabbimizin bu âyetinde çok açık bir şekilde ifadesine
göre şeytan Allah yolunda infak etmek isteyen müminleri sürekli fakir düşmekle
korkutur ve onlara cimriliği emreder. Bolca verirseniz mallarınızın en iyisini
verirseniz fakir düşersiniz, ele âleme muhtaç olursunuz diyerek insanları korkutmaktadır.
İnsan bu konuda şeytanın iğvalarına kapılır onun direktiflerine uyar onu
sevindirir ve infaktan vazgeçerse bu alçağı sevindirmiş ve Allah’ı darıltmış
olur.
Ama
maalesef bakıyoruz bu konuda insanların öne sürdükleri en büyük mâzeret bolca
verirlirse malların en değerlilerinden verilirse o zaman mallar eksilecek,
ekonomik güç kaybedilecek ve fakir düşülecek korkusudur. Çünkü Allah için
harcama yapmak zahiren bu malın eksilmesi demektir. İşte şeytan insanın bu
zaafını çok iyi bildiğinden ona buradan yaklaşmakta ve onun Allah yolunda
infakta bulunmasını engellemeye çalışmaktadır. "Yeter be kardeşim! Her
şeyini verip de el açacak duruma gelecek değilsin ya! Herkes senin kadar verseydi
bu toplumda fakir mi kalırdı? Sen sana düşeni çoktan yaptın!" gibi vesveselerle
insanların infakta bulunmalarını engellemeye çalışmaktadır.
Allah da
onun tam aksine bize bolluk ve mağfiret vaad etmektedir. Rabbimiz nefsin ve
şeytanın bu tür arzularına karşı gelerek en çok sevilen malları kendi rızası
yolunda harcamayı emrediyor. Verenlere hem dünyada hem de âhirette daha
fazlasını vereceğini vaade-diyor. Rabbimiz dünyada kendi rızası uğrunda mal
harcayanlara yaptıklarının karşılığında dünyada ayıplarını, kusurlarını, günahlarını
örterek, rızıklarını bereketlendirip çoğaltarak, âhirette de günahlarını
bağışlayarak mükâfatlar vaâdetmektedir.
Bakın Ebu
Hureyre’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Kulun
sabahladığı her gün iki melek iner ve birisi: "Allah’ım! İnfak edene
karşılığını ver!" diye dua eder. Diğeri de: "Allah’ım! cimrilik edene
telef ver!" diye dua eder."
(Buhârî, Müslim)
Allah
verene mutlaka daha fazlasıyla mukabelede bulunacak-tır. Ben öyle bir müslüman
biliyorum. Önce kiradaydı. Bir evim olursa inşallah onu mutlaka Allah yolunda
infak edeceğim diyordu. İlk evi kooperatifte bitti, arkadaşları otururken o
kendisi evi sattı, marka çevirdi ve Allah için onu harcadı biliyorum. İnanın
ben şahidim ki Allah ona iki daha verdi. Hem de öyle verdi ki kendisi hiç emek
sarf etmeden babasına yaptırdı ve şimdi oturuyor orada. Kaldı ki adam buna
iman etti mi tamamdır. Allah verene vereceğim diyorsa verecektir, bu-nun için
örneğe de gerek de yoktur . Allah bize çok veriyor, bize göre verdiklerinden az
verdiklerine, biz de verelim ve şuna kesinlikle inanalım ki verdiğimizden çok
daha fazlasını Allah bize verecektir.
Bolca
verene Allah bereket verecektir. Meselâ bir eve
m
İkinci
olarak da onun eşyalarına dayanma özelliği veriyor. Ayakkabısı bir yıl
dayanacakken iki yıl dayanıverir, elbisesi iki yılda eskiyecek yerde beş yıl
dayanıverir. İnfak etmeyenlerin arabası tamir-haneden çıkmazken onun arabasına
Allah dayanıklılık veriverir, berikisinin hanımı ve çocukları hasta haneden
çıkmazken infak eden kişinin hanımına ve çocuklarına Allah sıhhat veriverir
ve onunki ona bolca yetiverir.
İşte buna bereket denir, Allah
bunu dilediklerine veriverir. Ama bunu herkes anlayamaz, bunu ancak
kendilerine Allah’ın hikmet ver-dikleri anlayabilir. Zaten Rabbimiz bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde bu hususu anlatmaya başlayacak.
Evet şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı emreder. Fahşâ, fuhuş fahiş aşırılık
demektir. Maddî ve manevî tüm aşırılıklar. Eşya talebinde, rızık talebinde,
mal toplamada, mesken konusunda aşırılık, bilgi talebinde, sevgide, saygıda
aşırılık, hürmette tazimde aşırılık, hedeflemede aşırılık, meselâ üç kişiyle
devlet kurma talebinde aşırılık, yemede içmede aşırılık ya da kadın erkek
ilişkilerinde aşırılık, zevklerde eğlencelerde aşırılık.
Şeytan size fahşayı emreder. Fahşâ,
fâhişe kelimesi çirkin söz anlamınadır ve dilin bir afeti olarak kabul edilir.
Resûl-i Ekrem efendi-miz, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü
sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu
anlatmıştır. Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş
veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan
fâhiş söz söyleyen kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.
Bir
sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık
kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler,
genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik
kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri
kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler
kullanırlar. İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah (c.c.) hayâ
sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ
"cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş
olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır.
Şeytan
insana fahşayı emreder. Çünkü insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül
edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi
için yaratılışına ekilen ve karşısına çı-karılan birtakım kötü güçler, onu
sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır
tanımadan kendisi, hem-cinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle
getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında
normal, insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması;
söz-gelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri
nor-mal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı
derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fit-rî ve vasat
çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta
kılmak, Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şid-detle yasakladığı bir durumdur.
‘Fuhş,
fahşa’ sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük
günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. ‘Fuhş ve
fahşa’, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün
çirkin işlere bu isim verilir. ‘Fahiş’, bu ismin öznesi (fail ismi) olup çirkin
ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş
yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına
gelir.
Türkçe’de
aşırı olan şeylere ‘fahiş’ denir. ‘Fahiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen
‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir
menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir.
Bununla beraber, sevicilik, lutílik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel
ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. ‘Fahşa veya fuhş’ temiz yaratılışın
tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti
verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.
İslâm’ın
getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, haya ve edep
örnekleridir. Hem selim aklın kabul edeceği güzellikte, hem de insana bedenen
ve ruhen zarar vermeyen şeylerdir. Aksine insanı ruhen olgunlaştırırlar, ahlâkını
güzelleştirirler. Buna göre şeytanın davet ettiği bütün işler ve ameller
‘fahşa-fahişe’dir, diyebiliriz. İn-sanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi
düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir. Müslüman toplum ahlâklı
ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşa-fahişe’ sayılan sözler ve davranışlar
pek yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya
çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın
getirdiği fazilet ölçülerini bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal
ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar.
‘Fahşa’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve
nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin
değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücadele ederler.
Ancak
bir takım münafık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli
araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşa-fahi-şe’nin yayılmasını isterler,
bunun için çaba gösterirler. Müslümanların ve onların toplumunun bozulması için
ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler,
bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap,
dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşa’nın propagandasını yaparlar.
Kimileri ba-zı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar,
işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar, ya da teşvik ederler. İslâm’a göre
‘fahşa-fahişe’ olan bütün bu hayasızlıkları müslümanlar arasında yaymaya
çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır.
Evet,
Allah (c.c) bu ‘fuhuş’ tacirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber
veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak
göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle
uğraşanların hiç birinin iyi bir yüzü, iyi bir hali yoktur. Dikkat edilirse
Kur’an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fah-şa’ demiyor. Bunun yanında her
türlü edep ve haya dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına
uymayan bütün işler ‘fahşa-fahişe’ ismiyle anılıyor.
İnsan
şehvete, yani bir takım istek ve duygulara sahiptir. Mala, mülke, geçimliklere
sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin
isteklerini meşru yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının
dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan mahrum olanlar
ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar.
İsteklerini normal olmayan, insaní ve fıtrí çizginin dışındaki yollardan
karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın
koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağí olur, ya da nefsinin kulu kölesi
haline gelirler.
İşte şeytan tüm bu konularda
aşırılık emreder. Halbuki bunların hepsinde bir sınır vardır, bir durak
noktası vardır, bir doyum noktası vardır. Ama bakıyoruz da bugün şeytanın
saptırmalarına kapılan günümüz insanı tüm bu konularda bir türlü doyuma
ulaşamıyor. Durulacak nokta tanımıyor Allah korusun.
Bütün bunları anlamak da bir hikmet
meselesidir. Bunları herkes anlayamaz. Bunları ancak Allah’ın kendilerine
hikmet verdiği insanlar anlayabilir.
269:"Allah
dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir. Ve
bunu ancak akıl sahipleri anlar."
Hikmet tüm dünya hayırlarını ve tüm âhiret güzelliklerini
içinde bulunduran bir kavramdır ve bunu sûrenin daha önceki bölümlerinde, 129-130. âyet-i kerîmesinde ifade etmeye çalışmıştım.
Hikmet
Kur’andır denmiş. Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, helâl
ve haramını, emir ve yasaklarını bilmek, Kur’an’ın tefsirini bilmek, Kur’an
anlayışına muttali olmak, Kur’-an âyetlerinin fıkhına vukufiyettir denmiş.
Nitekim Yâsîn sûresinin başındaki:
"Hakim olan Kur’an hakkı
için."
Âyet-i kerîmesi bunu anlatır.
Hikmet,
sözde ve amelde
Hikmet
Allah korkusudur denmiş.
"Hikmetin başı Allah
korkusudur."
Hadisi bunu anlatır. (Keşf’ul
Hafa 1/507)
Hikmet
sünnettir denmiş. Hikmetli kişi sünneti bilen kişidir den-miş. Rabbimizin şu
âyeti bunun delilidir:
"Evlerinizde
Allah’ın âyetlerinden ve sünnetten okunan şeyleri hatırlayın. Muhakkak ki
Allah Latîf ve Ha-bîrdir"
(Ahzâb: 34)
Âyet-i
kerîmesi bu hikmetin sünnet olduğunu anlatır. Zira Ra-sulullah’ın hanımları
evlerinde Kur’an ile birlikte sünnetten başka bir şey işitiyor değillerdi.
Hikmet
nübüvvettir denmiş. Rabbimiz peygamberlerine hikmet verdiğini anlatır Kur’an-ı
Kerîmde. İşte bu hikmet Allah’ın peygamber-lerine verdiği r
Hikmet
akıldır denmiş. Hikmet aklı kullanarak Allah’ın dininde bir kavrayış Allah’ın
kitabına vukufiyet ve Allah’ın fazlından kullarının kalplerine koymuş olduğu
bir basîrettir denmiş.
Bu âyet-i
kerîmesinde de Rabbimiz hikmetin dilediği ve sevdiği kullarına verdiği en
büyük bir nîmet olduğunu anlatıyor. Vâsî ve Alîm olan Rabbimiz, bu sıfatları
gereği yukarıdaki âyet-i kerîmede gördüğümüz gibi sevdiği kullarına mal mülk
ve mağfiret vaadediyor. Şeytanın korkutmalarına rağmen o bunu kullarına garanti
ediyor. Ama bu âyet-i kerîmesinden de anlıyoruz ki Rabbimiz sevdiği kullarına
sadece mal mülk ve mağfiret vermiyor. Aynı zamanda bunun ikisini de birleştirici
olarak hikmet de veriyor.
Hikmet;
doğruyu yanlışı, hakkı bâtılı, haramı helâli, güzeli çirkini ayırd etme
bilgisi ve melekesidir. Allah’ın dininde doğru anlayış, din ilmine sahip oluş
ve onunla amel ediş lütfudur. Nitekim Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’in rivâyet
ettikleri bir hadis-i şeriflerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Allah
kimin hakkında hayır murad etmişse onu dinde fakih kılar."
Din ilmini, kitap ve sünnet bilgisini ona lütfeder.
Böylece hikmet sahibi kişi Allah’ın rızasının nerede olduğunu bilen kişidir.
Hikmet sahibi kişi şeytanın vartalarına düşmeyen kişidir. Bunun için de Kur’-an
ve sünneti sahih bir anlayışla anlamak ve yaşamak gerekmektedir. Hak ile
bâtılı, şeytanın fısıltılarıyla Allah’ın emirlerini birbirinden ayırd
edebilmek için Kur’an ve sünneti çok iyi bilmek ve buna göre amel etmek
gerekir. Eğer bilgi olur da amel olmazsa Allah insanın anlayışını,
kavrayışını azaltır. Ama ilmiyle amel eden kişinin anlayış ve ilmini artırır.
Şeytanın
vesveselerine ve dâvetine kulak vererek: Eğer Allah’ın dâvetine icâbet edip
Allah yolunda bolca infak edersem malım eksilecek. Ekonomik gücümü kaybedeceğim.
Fakir düşeceğim. diyerek cimrilik eden, infakta bulunmayan, Allah için harcama
yapmayan ve kendince dünya hayatında rahat ve huzurunu düşünen kişi hikmetten
mahrum kişidir.
Çünkü bu
adam hayatı tanımamaktadır. Zira onun zannettiği gibi yaşadığımız şu dünya
hayatı yaşanılacak hayatın tamamı değildir. Bu yaşadığımız dünya hayatı ölümden
sonra da devam edecek olan hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde gelip
geçici olan şu dünya hayatının çok kısa sürecek geçici zevkleri ve rahatı için
ebedî hayatını fedâ eden kişi, hikmetten mahrum kişidir. İşte Allah mü'min-lere
sevdiği kullarına bunun hikmetini vermektedir.
Kullarına
iradeye bağlı olarak iyiliklere hayırlara yönelebilme gücünü, zararları
defedecek, menfaatleri celp edecek sebepleri görebilme imkânını, basîretini
kullarına lütfeden Allah’tır.
Hikmet her
şeyi yerli yerine koymaktır. Her şeyi yerli yerinde yapmaktır. Allah’ın
kendisine hikmet verdiği insan gerek kendisiyle bedeniyle, malıyla ilgili,
gerekse hanımı, çocukları, akrabaları, komşuları ve çevresiyle ilgili tüm kararlarında,
tüm davranışlarında yerli yerinde hareket eder.
Yerli
yerinde konuşur, yerli yerinde karar verir, yerli yerinde hükmeder, yerli
yerinde yapar, yerli yerinde alır verir. Bu Cenâb-ı Hakkın ona bahşettiği en
büyük bir ihsanıdır.
Ama
unutmayalım ki bu hikmet, hikmeti arayanlara verilir. Bu hikmete ancak ona
ulaşmak için sa’y edenler ulaşabilir. Bu hususu Ankebût sûresinin 69. âyetinde
Rabbimiz şöyle anlatır:
"Yolumuzda
cihad edenleri elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle
beraberdir."
(Ankebût 69)
Allah yolunda cehd
eden, cihad eden, hikmet kaynağı kitap ve sünneti anlama ve yaşama yolunda
çalışıp çabalayan kimseleri hayır yollarımıza, hikmet yollarımıza ulaştıracağız
diyor Rabbimiz. Bu şekilde gayret edenler ancak Rablerinin emirlerine kulak
verir ve şeytanın vesveselerine karşı gelebilirler. Ama böyle değil de sırf
bilgi sahibi olmak için kitap ve sünnete yönelen onunla amel etme derdinde olmayan
kimseler şeytanın elinde oyuncak olmaya mahkum olurlar. Öğrendikleri bu ilmi
Allah korusun günün birinde şeytanın ve tâğut-ların hizmetinde kullanmaya
mecbur kalırlar. Çünkü bu kimseler bilgi sahibidirler ama hikmetten mahrum
kimselerdirler.
Hikmet vahiyle elde edilir. Yâni hikmet her
şeyi var eden ve var ettiği şeylere yasa koyan Allah’ın dinini ve yasalarını
fıkhetmekle mümkün olacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın
yasalarını bilen kişi hikmet sahibidir. Allah’ın yasalarını bilen kişi yerli
yerinde söz söyler yerli yerinde iş yapar. Kişinin yapması gerekenleri yapması,
yapmaması gereken şeyleri de yapmaması, söylemesi gerekenleri söylemesi, söylememesi
gerekenleri de söylememesi bu yasaları tanımasına ve böylece Allah’ın ihsanına
ulaşmasına bağlıdır. Bilgisi her şeyi kuşatmış olan Allah bilgisine, kitap
sünnet bilgisine sahip olmasına bağlıdır. Allah bilgisine, kitap bilgisine,
sünnet bilgisine, Allah yasaları bilgisine sahip olan kişi hikmet sahibidir.
Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"İki kişiye gıpta edilir.
Bunlardan birincisi Allah kendisine ilim vermiştir ve onu Allah yolunda harcamaktadır.
İkincisi de Allah kendisine mal vermiştir o da onu Allah yolunda harcamaktadır."
İşte bu iki kişiye haset, ya da
gıpta caizdir diyor Allah’ın Ra-sulü.
Bir adam
ki, Allah kendisine nîmet olarak, imtihan olarak, ya da dünyada bulunması
adına mal vermiş. Adam o malı Allah yolunda helâk etmiş ve bitirmiştir. Yâni
adam o malın kendisine ait değil de Allah’a ait olduğunu bilmiş, imtihan için
onun kendisine verildiğini anlamış, kavramış ve o malı Allah’ın istediği
biçimde kendisine, ailesine, ehline ve müslümanlara harcayarak imtihanı
kazanmıştır. İşte bu adama imrenilir diyor Allah’ın Rasûlü. Harcadığı malın
azlığı çokluğu önemli değildir, bir hurması da olsa, yarım hurması da olsa o
konuda Allah’ın kendisinden istediğini icra edip kendisini cehennemden kurtarmasını
becerebilmiştir.
Hadiste
anlatılan ikinci imrenilen kişi de şudur. Bir adam ki Allah kendisine hikmet
vermiştir, yâni Kuran anlayışı, Kur’an ilmi vermiştir. Allah onu kitabıyla
tanıştırmış, vahiyle buluşturmuş ve bu yüzden de hikmet vermiştir. Yerli
yerince hareket etme imkânı vermiştir. O adam da Allah’ın kendisine verdiği bu
bilgi ile Kur’an’ı hakim kılma adına, onu ikâme etme adına ciddi bir gayretin
içine girmiştir. Kur’an’ı hayatında, evinde, çevresinde, iş yerinde, mektebinde,
pazarında Kur’an’ı hakim durumuna, otorite durumuna getirmiştir. Kur’an’ı gecede
ve gündüzde ikâme etti. Gecede ve gündüzde namaz kılarak Kur’an’ı kıyamda okudu.
Böylece onun namazlarının kıyamı öyle bir kıyam oldu ki hayatının tümünde o
kıyamda okuduklarını kaim kıldı, ayağa kaldırmaya çalıştı.
Namazdaki
kıraat vasıtasıyla Allah’tan aldığı mesajların ve Allah’a verdiği sözlerinin
tümünü sosyal hayatında gerçekleştirdi. Çünkü hadislerde Kur’an’ın ikâmesinin
iki türlü olacağı anlatılmaktadır. Birincisi onunla hükmedilerek amel
edilerek. İkincisi de onu başkalarına anlatılarak olur. Zira hikmetin elde
edilmesi sürekli vahiyle beraberliğe bağlıdır. Kişi ne kadar vahiyle beraber
olursa o kadar çok hikmet sahibidir. O kadar çok vahiyle konuşma ve vahiyle hareket
etme imkânı bulacaktır. İşte hikmet budur ve imrenilecek ikinci insan da bu
hikmete sahip olan kişidir.
Bakın
âyet-i kerîmenin devamında buyurur ki Rabbimiz:
"Bunu
ancak akıl sahipleri anlar."
Hakkı, doğruyu, hayrı, güzeli akıllı olanlardan başkaları
kesin-likle anlayamazlar. Akıllı olmayan insan ne kendisi anlar, ne de anlatanları
dinler. Bakın Rabbimiz bunca âyetiyle kendilerini uyardığı halde bir türlü
dinlemeye ve anlamaya yanaşmazlar. Allah’ın bunca uyarılarına, bunca âyetlerine
karşı âdeta kalplerini, kulaklarını kapamış-lar, kapılarını, pencerelerini
kapatmışlar akıllarını kullanmamaya yemin etmişler. Demek ki âyet-i kerîmenin
bu bölümünden anlıyoruz ki hikmete ulaşmak için sadece mal vermek yetmiyor
almak da gereki-yor. Ve yine anlıyoruz ki bu hikmete ulaşmanın ilk ve en
önemli şartı düşünmektir. Bu da ancak aklı ve kalbi kullanmakla mümkün olacaktır.
İslâm’da aklı kullanmak çok önemlidir.
Kur’an-ı
Kerîmde: "Akıllanmayacak mısınız?" "Akıllarınızı kullanmayacak
mısınız?" Veya "Hâlâ akletmeyecek misiniz?" Gibi âyetler pek
çoktur.
270:"Yaptığınız
her harcamayı ve adadığınız her adağı Allah muhakkak bilir. Zâlimlerin
yardımcıları yoktur."
Allah her şeyi
bilmektedir. Rabbimiz kim ne yaparsa, kim ne tür bir amel işlerse onu ne adına,
kim adına yaptığını bilmektedir. Allah her harcayan kişinin bu harcamasını Allah
için mi yoksa gösteriş, riya gibi şeytani yollarda mı harcadığını mutlaka
bilmektedir. Kimin ne harcadığını, ne adına harcama yaptığını bildiği gibi
aynı zamanda bu harcamada bulunanlara nasıl muamele edeceğini, nasıl bir mükâfat
veya nasıl biz ceza vereceğini de bilmektedir Rabbimiz. Mallarını Allah
yolunda ve Allah’ın rızası uğrunda harcayanları da şeytanın iğva-larına
kapılıp mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilik edip elinde tutan veya
mallarını mâsiyetler, günahlar yolunda harcayanları bildiği gibi, Allah adına
adakta bulunanları, ama Allah adına bulundukları bu adaklarını yerine
getirmeyen zâlimleri veya mâsiyetler yolunda adakta bulunanları bilmektedir.
Ve âyet-i kerîmede Rabbimiz bu şekilde mal harcayan ve de bu şekilde adaklarını
yerine getirmeyenlerin yardım-cıları yoktur buyuruyor.
Evet mallarını kötülük ve şer
tohumları ekmek için harcayanlar, mal varlıklarını gizleyerek: "Benim
neyim var ki infak edeyim! Diyenleri ve Allah adına bir adakta bulundukları
halde adaklarını yerine getirmeyenleri böylece kendi kendilerine zulmedenleri
ve de kendileri infak etmedikleri gibi bir de üstelik başkalarının haklarını
yemeye çalışarak başkalarına da zulmedenleri kıyamet günü dostsuz ve yardımcısız
bırakacaktır. O gün kendilerini savunacak, kendilerine yardım edecek ne bir
dostları ve de bir yardımcıları olmayacaktır bunların.
Bu âyet-i
kerîmede Rabbimiz iki tür harcamadan söz ediyor:
1-)
Birincisi infak. İnfak kişinin mecbur olmadan kendi gönlü ve arzusuyla Allah
adına harcama yapmasıdır.
2-)
İkincisi de adaktır. Adak da kişinin kendi kendisini mecbur tutarak yine Allah
için harcama yapmasıdır. Adak kişinin sırf Allah rızasını kazanmak için
üzerine farz olmayan amelleri kendi kendine farz kılmasıdır. Yâni üzerine farz
olmayan amelleri yapmaya niyet ederek söz vermesidir.
Bununla
şunu demek istiyorum: Aslında adakta bulunmak ibâdet değildir. Yâni Allah bunu
yapmak, şunu yapmamak üzere bana adakta bulunun diye bir emir vermemektedir.
Ama bir adakta bulunulmuşsa o zaman bu adağın yerine getirilmesi ibâdettir.
Durup dururken kendi kendine adakta bulunmuş ve onu kendisine farz kılmış olan
bir adamın artık bu adağını yerine getirmesi kendisine vacip olur ve onu yerine
getirmezse günahkâr olur. Çünkü Rabbimiz İnsan sûresinin başında:
"Onlar
adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günün şerrinden de
korkarlar."
(İnsan: 7) buyurur.
Adaklar iki
kısımdır:
1-) Hiçbir
şarta bağlı olmadan yapılan adaklar. Hiç bir şarta bağlı olmaksızın durup
dururken: "Ben Allah için beş gün oruç tuta-cağım" Veya "Allah
için on milyon infak edeceğim" gibi bir kişinin adakta bulunması gibi.
Böyle bir adakta bulunan kişi imkânı olduğu müddetçe mutlaka bu adağını yerine
getirmek zorundadır. Ama imkânsızlıklardan ötürü eğer bu adağını yerine
getiremeyecek olursa Allah onu affeder. Hattâ adam hayırlı bir iş yapmak üzere
niyet edip adakta bulunmuş ama imkânsızlıklardan dolayı onu yerine getirememişse
böyle hayırlı bir niyetten ötürü kimilerine göre sevap alır.
2-)İkincisi
şarta bağlı olarak yapılan adaklar. Meselâ "Eğer bir oğlum olursa bir
kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum askerden sağ sâlim dönerse üç gün
oruç tutacağım" gibi bir şarta mukarin olarak yapılan adaklar. Bu şekilde adakta
bulunan kişi adağının konusu gerçekleştiği takdirde adağını yerine getirmesi
üzerine vacip olur. Ama bu kişi adakta bulunduğu için değil adağını yerine
getirdiği için sevap kazanır.
Aslında
demin de ifade ettiğim gibi şarta bağlı adak İslâm’da hoş görülen bir şey
değildir. Ve adak takdiri de değiştirecek değildir. Bakın Abdullah İbni Ömer’in
rivâyetinde Allah’ın Rasûlü insanları adaktan nehyederek şöyle buyurur:
"Adak Allah’ın takdir
buyurmadığı hiçbir hayrı getirmez. Ancak adağı sebebiyle cimrinin elinden mal
çıkarılmış olur."
(Buhârî, Müslim)
Yine Ebu
Hureyre’nin rivâyet ettiği başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurur:
"Adak adem oğluna takdir
edilmemiş hiç bir şeyi sağlamaz. Lâkin adak bazen kadere muvafık düşer de bu sa’y
ede cimriden çıkarmak istemediği mal çıkarılmış olur."
(Buhârî, Müslim)
Bu
hadislerden anlıyoruz ki adak Allah’ın takdirini değiştirememektedir.
"Hastalığım iyi olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum
sağ sâlim dönerse beş gün oruç tutacağım" diyerek adakta bulunmak ne
hastalık konusunda ne de oğlunun sağ sâlim dönmesi konusunda Allah’ın takdirine
tesir etmemektedir. Hattâ âlimlerin ifadesine göre bu şekilde adaklarla
kaderin değişeceğine inanan kişini Allah korusun kâfir olmuşlardır.
Bir de şirk
ve haram olan adaklar var. İnşallah bu konuda da bir şeyler söyleyelim. Adak
Allah için değil de Allah’tan başkaları için adanırsa meselâ bir put adına,
veya salih bir kişi adına veya herhangi bir türbe adına yapılırsa bu şirktir.
Meselâ oraya veya o kimseye gidip: "Eğer şu işim hallolursa senin için
şunları şunları yapacağım! Şu kadar harcayacak, şu kadar mum dikeceğim! Derse
bu şirktir.
Haram olan
adak da haram olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmaktır. Meselâ "bu
işim olursa şu kadar içki içeceğim!" Veya "Eğer bu işim gerçekleşirse
seninle ebedîyen konuşmayacağım! Veya seni öldüreceğim!" gibi adaklar
haram adaklardır. Bu tür adakta bulunmak da haramdır bunun yerine getirilmesi
de haramdır. Eğer kişi bu tür bir adakta bulunurken yemin etmişse derhal
yeminini bozarak kefaret vermesi gerekmektedir. Allah’ın Rasûlü Müslim’in
rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Bir kimse bir şeye yemin
eder de başka işi ondan daha hayırlı bulursa hayırlı olanı yapsın. Yemininden
dolayı da kefaret versin."
(Müslim)
Allah adına ne verirseniz, ne yaparsanız, ne
yapmayı ve ne vermeyi adarsanız Allah onu bilmektedir. Yaptığınız hiç bir şey
boşa gitmemektedir. İnfakta bulunduğunuz insanlar bunun kıymetini bilmeseler
bile üzülmeyin Allah bunu bilmektedir. Biz yapalım ve kesinlikle inanalım ki
Allah onu kaydetmektedir.
Bundan
sonra Rabbimiz sadakaların verilme usulünü anlatmaya başlayacak. Bu âyet-i
kerîme inince müslümanlar Rasûl-i Ekrem Efendimize sormaya başladılar.
İnfaklarımızı nasıl yapacağız? Gizli mi vereceğiz? Yoksa aleni mi vereceğiz?
Diye. Allah’ın Resûlüne sorular sordular da bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
271:"Eğer
sadakaları açıktan verirseniz bu iyidir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz
bu sizin için daha hayırlıdır. Allah (Sadakalarınız sebebiyle) sizin günahlarınızdan
bir kısmını affeder. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."
Burada anlatılan konuda ya farz olan sadakaları yâni
zekâtları açıktan vermek, diğer sadakaları, yâni nafile olan infakları gizli
olarak vermek daha iyidir. Bu kural tüm ibâdetler için de geçerlidir. Tüm farz
olan ibâdetleri açıktan yapmak ama nafile ibâdetleri de gizli yapmak efdaldir
şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü Rabbimiz farz olan zekât konusunda:
"Onların
mallarından sadaka al!"
(Tevbe: 103) Buyurmaktadır.
Bu âyet
zekâtların açıktan alınmaları gerektiğini anlatmaktadır. Eğer bir müslüman
farz olan zekâtını gizli verirse o zaman bu adam galiba zekâtını vermiyor gibi
sû-i zan altında kalabilir. Namazlar da böyledir. Allah’ın Rasûlü nafile
namazlarını evinde kılmıştır ama farz namazları mutlaka açıkça ve cemaat
halinde kılmıştır.
Burada açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu
bildiren âyetin birinci bölümü farz olan sadakalar hakkındadır, gizli
vermenin daha makbul olduğunu bildiren ikinci bölüm de nafile olan sadakalar hakkındadır
denmiş.
Ya da
mallar iki kısımdır, bunlardan birincisinde açıktan vermek ikincisinde de
gizli vermek daha efdaldir denmiş.
1-) Biri
ekilen, dikilen araziler, hayvanlar gibi genellikle gizlen-mesi mümkün olmayan
ve herkesin bilebildiği mallardır ki bunlara "Emval-i Zahira"
Yâni açıktaki mallar denir. Bu tür malların farz olan zekâtlarını gizlemekte
zaten bir fayda yoktur, üstelik gizlendiği zaman töhmet altında kalma ihtimali
de vardır. Onun için bunlar konusunda açık vermek efdaldir.
2- İkincisi
de nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün olan mallardır ki bunlara "Emval-i
batına" yâni gizli mallar denir. Herhangi bir sakınca olmadıkça bu
tür malların zekâtlarını açıkça vermek daha faziletlidir. Ama lâyık olanlara
ulaştıramama gibi bir sakınca olursa o zaman da nafile sadakalar gibi onu da
gizli vermek efdaldir.
Ya da
sadakaları bazı durumlarda açıktan vermek, bazı konumlarda da gizli vermek
daha efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Eğer açıkça bir infakta, bir harcamada
bulunmak bir hayır tevlid edecekse meselâ başkalarını da infaka teşvik
edecekse, çevredekilere de bu harcama ve infak konusunda bir cesaret verecekse
o zaman açıkça infakta bulunmakta bir mahzur yoktur. Hattâ daha hayırlıdır. Zira
kimi insanların çevrelerinde infak eden, iyilik yapan insanları görmedikçe bir
türlü iyilik yamak, infakta bulunmak akıllarından bile geçmez. İşte böyle
insanları iyiliğe, infaka teşvik maksadıyla açıktan yapılan infak hayırlıdır.
Bakın
Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Müslümanlıkta
iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi açılan o
çığırdan kıyamete kadar gidecek insanların sevaplarının bir misli de onlarınki
eksilmeksizin bu çığır açan kişiye verilecektir. Kötü bir çığır açan kimseye de
açtığı bu çığırın vebali, vizri, günahı yükleneceği gibi kıyamete bu çığırdan
gidecek insanların günahlarının bir misli de ona yüklenecek."
Bu hadisin sebeb-i vürûdunu sahabe şöyle anlatır: Bir ara
Medine’ye çok fakir bir grup insan geldi. O kadar fakirdiler ki bu insanlar
bir kumaşı delip içine girivermişler elbiseleri de yoktu. Onları bu vaziyette
görünce Rasûlullah’ın beti benzi attı. O kadar ürktü o kadar korktu ki Allah’ın
Rasûlü ne yapacağını şaşırmış telaş içinde bir içeri giriyor bir dışarı
çıkıyordu. Zira bu konuda kendisini sorumlu tutuyordu Allah’ın Rasûlü. Dini
ortaya koyma adına Allah’ın Rasûlü bunların dertlerine derman olmalıydı, çare
bulmalıydı. Öyleyse gördüğümüz bir eksiklik, bir ihtiyaç karşısında biz de
yerimizde duramaz hale gelmeliyiz. Betimiz benzimiz atmalı ve biz de buna
çareler aramalıyız. Bu duruma çok içerleyen Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Allah’tan
korkun! İşte şu gördüğünüz insanlar da sizin kardeşleriniz! Allah katında birbirinize
üstünlük ve alçaklığınız yoktur!”
Buyurdu ağladı ve Haşr sûresinden
âyetler okudu. Sonra buyurdu ki:
"Herkes bu kardeşlerine
altınından, gümüşünden ikramda bulunsun! İnfakta bulunsun! Yarım hurmayla da
olsa harcamada bulunsun!"
Dedi. Sonra Allah’ın Rasûlü daha
bu hutbesini bitirmeden En-sâr’dan birisi elinde zor taşıdığı bir çıkınla çıkageldi.
Bunu gören Allah’ın Rasûlü çok memnun olmuş sahabenin ifadesiyle âdeta yüzü
parıl parıl parlıyordu. Mescidin içi öbek öbek yiyecek ve giyeceklerle dolmuş,
bu insanların yüzü gülüyor, kimisi yiyor, kimisi giyiniyordu. Onları bu
vaziyette gören Allah’ın Rasûlü de dini ortaya koymuş olmanın mutluluğu içinde
yüzü gülüyordu. İşte bu hadise üzerine En-sâr’dan o ilk çıkını getiren o ilk
çığırı açan sahabe hakkında Allah’ın Rasûlü bu ilk çığır açma hadisini irad
buyuruyordu. Elbette fazilet bu işe ilk başlayandadır. Bu işe müslümanları ilk
teşvik edendedir.
Nitekim
Abdullah ibni Ömer’in rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurur:
"Gizlice
vermek açıktan vermekten daha efdaldir. Ama açıkça verdiğinde kendisine
uyulmasını isteyen kimse için de açıkça vermek daha efdaldir."
Ama bazen
de kendisine infak edilen kişinin durumu söz konusu olabilir. Kendisine infak
edilen kişinin izzeti nefsinin rencide edilmesi, iffetinin ve onurunun
kırılması söz konusu olursa o zaman da sadakanın gizli verilmesi efdal olur.
Tabi bu alan açısından böyle olduğu gibi veren açısından da aynı tehlike söz
konusu olabilir. Gurura kapılması, riyaya kaçması gibi bir kısım tehlikeler
söz konusu ise o zaman gizli yapması daha efdaldir. Gizli yapılan sadaka her
türlü gösteriş tehlikesinden uzak, başkalarının haberi bile olmadan sadece
adına infakta bulunduğu Allah’la kendi arasında bu işin yapılması, alan
açısından da veren açısından da bir eğitim konusudur ve daha hayırlıdır. Çünkü
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Allah
ne desinler adına hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan müraiden, ne de minnet
altında tutan mennandan hiç bir şey kabul etmez."
Ecdadımız bunun örneklerini bize çok güzel bir şekilde
sunmuştur. Kimisi sessiz sedasız bir âmânın eline bırakmış, kimisi kendisini
göstermeden fakirin geçeceği yere onun görebileceği biçimde bırakmış, kimisi
kendisini bildirmeden fakir uykudayken onun cebine bırakmış, kimisi başkaları
aracılığıyla muhtaç kardeşine ulaştırıp kendisine karşı o kardeşinin eziklik
duymamasını temin etmiş kimisi de adresine postalayarak kimliğini belli
etmeden kardeşine ulaştırmıştır. Bunları hepsi de gösterişten, riyadan,
süm’adan ve karşısındakini minnet altında tutmaktan sakınmak içindir. Ebu
Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken
bakın şöyle buyurur:
"Sadakanın
en faziletlisi az bir şeyi olan kişinin fakire gizlice verdiği ve gücünün son
yettiğidir."
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir
hadislerinde Allah’ın Rasûlü Rahmânın arşının gölgesi altında gölgelenecek
yedi yiğitten bahsederken bunlardan birisinin de:
"Bir
adam ki sadaka verir ama bunu yaparken de sağ elinin verdiğini sol eli
duymayan"
Kişi olduğunu haber verir.
Bundan
sonraki âyet-i kerîme müslümanlar arasında daha önceden mevcut olan bir yanlış
uygulamayı, bir yanlış anlayışı düzelt-meyi hedefler.
272:"(Ey
peygamberim!) Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir. Ancak Allah
dilediğini hidâyete erdirir. Hayırdan ne yaparsanız kendiniz içindir. Yalnız
Allah rızası için harcama yapın. Hayırdan ne harcamışsanız o size döndürülür
ve asla zulme de uğramaz-sınız."
Bu âyet gelmeden önce müslümanlar arasında şöyle bir anlayış
yaygındı: İnfak ancak mü'min olanlara yapılır. Mü'min olmayan insanlara
yardımda bulunmak da, onlara harcama yapmak da caiz değildir. Bu yüzden
müslümanlar, müslüman olmayan akrabalarına, yakınlarına ve diğer gayri
müslimlere yardımda bulunma konusunda tereddüt ediyorlar, bunun caiz olup
olmadığını Allah’ın Resûlü’ne soruyorlardı. Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bizim dinimize
girmemiş, müslüman olmamış fakir akrabalarımıza yardımda bulunmak bizim
içimizden gelmiyor. Bunlar müslüman olmadıkça onlara infakta bulunmak iste-miyoruz
diyorlar, Allah’ın Rasûlü de bunu hoş görmeyerek onlara infakı yasak kılıyordu.
Meselâ
sahabeden Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma müşrik olan akrabaları kendisinden bir
şeyler istemeye gelince: "Vallahi Rasulul-lah’tan bu konuda müsaade
almadıkça size bir şey veremem! Çünkü sizler benim dinimde değilsiniz” Diyerek
bu konuda Allah’ın Resûlüne sormaya gelince Rabbimiz bu âyet-i kerîmesiyle bu
yanlış anlayışı değiştiriyordu.
Ey
peygamberim! Onlar hidâyette değiller diye onlara harcama yapmamak, yardımda
bulunmamak sana ve müslümanlara yakışmaz! Zira onların hidâyeti seni
ilgilendirmez. Bu senin boynuna borç değildir. Yâni onları hidâyete erdirmek
sana düşmez! Onların kalplerine İslâm’ı, imanı sokmak senin işin değildir.Onlar
müslüman olmuşlar ya da olmamışlar bunun seninle ilgisi yoktur! Onların hidâyeti
Allah’ı ilgilendirir. Çünkü onları hidâyete erdirmek Allah’a aittir! Senin
vazifen sadece onlara hakkı duyurmak ve
tebliğ etmektir.
O halde bu
adamlar müslüman olmadılar diye, yola gelmediler diye, bu adamlar İslâm’ı
yaşamıyorlar diye onlara sadaka vermezlik yapma! Onlara yardımda bulunmazlık
yapma! Kâfir de olsalar, başka dinde bile olsalar İslâm düşmanı olmadıkları
sürece onlara infaktan geri durma! buyuruluyor. İfadeden anlıyoruz ki muhtaç
olan kişi hangi dinden olursa olsun, İslâm’ı yaşasın ya da yaşamasın fark etmez
ihtiyacından dolayı ona infak edilmelidir. Çünkü bakın âyetin devamında
deniyor ki:
"Hayırdan
ne harcarsanız, ne infak ederseniz onun sevabı sizedir."
Bundan anlıyoruz
ki, infakın sevabı o infakı yapana aittir, yapılana değil. Öyleyse infak
edilen kişi, nasıl olursa olsun, kim olursa olsun, hangi dine, hangi inanca
mensup olursa olsun muhtaç olduğu ve İslâm’la savaş halinde olmadığı müddetçe
ona yardımda bulunmak mü'minlerin görevidir. Bu caiz midir değil midir diye bir
tereddüde de gerek yoktur.
Bütün
toplumlarda en çok tereddüt edilen hususlardan birisi de : infak edilecek
kişinin namaz kılıp kılmadığı, İslâm’ı
yaşayıp yaşamadığıdır. Namaz kılmayana infak edilir mi? Diye merak ediliyor.
Oysa nafile olan sadakalar müslüman olmayan, başka din mensuplarına bile
verilebilirken fâsık müslümanlara vermek öncelikle sahih olacaktır.
Nafile olan
sadakalar müslüman olmayanlara da verilebilir. Müslüman olmayan birine sadaka
vermek caiz olduğuna göre Allah’ın emirlerinden çıkmış İslâm’ı yaşamayan fâsık
bir müslümana sadaka vermek kesinlikle sahih olur. Kişi verdiğini Allah rızası
için verdikten sonra verilen kişinin amelinin ne olduğu, nasıl olduğu önemli
değildir.
Nitekim
Buhârî ve Müslim’in Ebu Hureyre’den rivâyet ettikleri bir hadislerinde, zina
eden zâniye bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza sadaka veren bir kişi
hakkında Rasulullah efendimizin:
"Senin sadakan kabul olmuştur. Zina eden
kadına gelince muhtemeldir ki o infakın sebebiyle iffetini koruyacak ve
zinadan vazgeçecektir. Zengine gelince muhtemeldir ki ibret alacak ve Allah’ın
kendisine verdiğinden o da infak edecektir. Hırsıza gelince muhtemeldir ki
hırsızlıktan vazgeçecektir."
Buyurduğunu haber vermektedir.
Rabbimiz müslümanlara tüm muhtaçlara Allah’ın
rızasını talep ederek yardım ellerini uzatmalarını bir vecibe sayıyor. Tüm
insanlığa karşı müslümanların göğüslerinin açık olmasını, müsamaha kanatlarını
germelerini istiyor. Çünkü müslüman hep mesaj veren kişidir. İnsanlığın dirilişi,
insanlığın Allah’ın dinine abone olması ve cennete gitmesi için çırpınan ve
bunun için de her tür fedakârlığa hazır olan kişidir.
Bundan
sonra Rabbimiz insanlar arasında sadaka vermeye, infakta bulunmaya en fazla
lâyık olan insanları arzetmeye başlıyor. İnsanlar arasında yardıma en çok ehil
olan kişilerde bulunan dört sıfattan söz ediyor Rabbimiz ve şöyle buyuruyor:
273:"(Ey
peygamberim!) Sadakalar kendilerini Allah yoluna adayan, kazanç için
yeryüzünde dolaşamayan, iffetleri sebebiyle (isteyemedikleri ve hallerini
arzedeme-dikleri için) cahillerin kendilerini zengin sandığı, senin
kendilerini simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan istemeyen
fakirler içindir. Hayırdan ne harcar-sanız muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilendir."
Rabbimiz bu âyet-i
kerîmesinde infaka en lâyık insanları anlatıyor. Bunların toplum içinde
tanınabilmeleri ve mü'minlerin kendile-rine yardım ellerini uzatabilmeleri
için Rabbimiz dört sıfat sayıyor.
1-) Birinci
özellikleri Allah yolunda tutunmuş olmalarıdır. Kendilerini Allah yoluna
adamış, Allah’ın dinini öğrenip öğretmeye, İslâ-m’ın anlaşılıp yaşanır hale
gelmesi için kendilerini ilme, tebliğe ve cihada adamış olanlar. Bu yüzden de
çalışıp kazanacak zamanları ve imkânları kalmamış olanlar. Cihad, tebliğ ve
ilim kendilerini ticaretten, mal kazanmaktan alıkoymamış olanlar. Allah yoluna
kendilerini adamış olduklarından dolayı yeryüzünde rahat dolaşamayan, yâni
maişet temini için yol bulamayan kimseler. Ya da Müslümanların dertleriyle
problemleriyle uğraşırken ticaret yapıp geçimlerini temin edemeyenler.
2-) Ama bir
başka özellikleri daha vardır bunların. O da, hayalarından, iffetlerinden
dolayı kendilerini tanımayan bilmeyen insanların kendilerini zengin
zannettikleri insanlardır bunlar. Bunlar muhtaç oldukları halde yüzsüzlük ederek
insanlardan bir şey istemedikleri için, hayaları iffetleri insanlara
durumlarını açmalarına engel olduğu için görenler onları zengin
zannederler.
Onları
tanımak gerçekten zordur. Ama:
Sen onları
yüzlerinden, simalarından tanırsın. Herkes onların durumlarını bilemez. Bunu ancak
basîret ve feraset sahipleri anlar. Akıl ve feraset sahibi halden anlar
kimseler ciddi ciddi araştırıp bunların durumlarını öğrenir ve onlara karşı
onların izzeti nefislerini, iffetlerini rencide etmeden gizlice ve güzellikle
onlara infakta bulunurlar.
Onlar
yüzsüzlük yapıp kimseden bir şey isteyemezler. Kimse-ye hallerini açamazlar.
Kendilerine bir şey verilmedikçe sırnaşıklık ederek bir şey isteyemezler.
İsteyecek olsalar bile mutlaka nezaketle isterler.
Allah’ın
Rasûlü bu hususu anlatırken Müslim’de şöyle buyurur:
"İstediğiniz zaman ısrarla
istemeyin. Allah’a yemin ederim ki istemediğim halde ben birinize bir şey verirsem
verdiğim şeyleri Allah bereketli kılmaz."
Yine bakın Allah’ın Rasûlü
sırnaşıklık ederek ısrarla insanlardan bir şeyler isteyen kişi hakkında
Buhârî ve Müslim’in rivâyetinde şöyle buyurur:
"Israrla insanlardan bir
şeyler isteyen kişi kıyamet gününde yüzünde hiç bir et parçası olmadığı halde
Allah’ın huzuruna getirilecektir."
Yine Buhârî
ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurur: "Gerçek fakir, öyle kapı, kapı dolaşıp da halkın kendisine bir
iki hurma, bir iki lokma verdiği kimse değildir. Gerçek miskin kendisine
yetecek zenginliği olmayan ve fakirliği bilinmeyen ve insanlardan hiç bir şey
isteyemeyen kimsedir."
Ebu Dâvûd
ve Nesei Abdurrahmân Bin Ebi Said’den şunu rivâyet ederler: Bu zat diyor ki:
"Annem beni bir şeyler istemek üzere Rasûl-i Ekrem’e gönderdi.
İhtiyacımızı haber verip bir şeyler istemek üzere Rasûlullah’ın yanına varıp
oturdum. Allah’ın Rasûlü bana karşı dönerek şöyle buyurdu:
"Kim ğanîlik gösterirse onu
zengin kılar. Kim de hafiflik ederse Allah onu iffetli kılar. Kim yetinirse Allah
ona yetecek kadarını verir. Her kimin bir ukıyye değerin-de malı olduğu halde
dilencilik yapar ve insanlardan bir şeyler isterse o yüzsüzlük etmiş
olur."
Buyurdu. Bunun üzerine ben
düşündüm, benim Yakûte ismindeki dişi devem bir ukıyyeden daha değerlidir
diyerek istemekten vazgeçip geri döndüm der."
Malı olduğu halde istemekten Allah’ın Rasûlü
menediyor. Müslüman bunu prensip edinince artık dünyaya ve dünya malına iltifat
etmeyecektir. Aman benim olsun. Aman biraz daha olsun. Çabasında olmayacaktır.
Zira kişi bir malı o mala tamahla alırsa kesinlikle onun bereketi de
olmayacaktır. Allah’ın Rasûlü yediği halde bir türlü doymayan kişiye benzetir
onu. Hattâ müslüman ona ihtiyacı yoksa kendisine kendisi istemeden de teklif
edilen malı da almamaya niyetli olmalıdır. Zira o müslüman ihtiyacı yokken kendisine
teklif edilen o malı alırsa omuzuna bir sorumluluk alıyor, yük alıyor demektir.
Ama bu müslümanın gerçekten ihtiyacı varsa zaruret saikiyle istemek hakkı vardır.
Çünkü Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmin
pek çok yerinde bu durum-da olanların zenginler üzerinde haklarının olduğunu
anlatmıştır. Yâni bunların zenginlerin malları içinde belli hakları vardır. Binaen
aleyh zor durumda kalıp da isteyen kişi hiç de üzülmemeli zira o kendi hakkını
istemektedir. Beriki veren de hiçbir zaman öğünmemeli çünkü zaten ona kendi
hakkını veriyor demektir. Böylece anlıyoruz ki istemek-ten çekineni Allah afif
kılacaktır. Yâni mala karşı, dünyaya karşı müstağnî davranan, eyvallahsız davranan
kişiyi Allah zengin kılacaktır.
Ama
unutmayalım ki bu anlattıklarım alan kişi için böyledir. Bir de meseleyi veren
kişi için yâni zengin olup da vermesi gereken kişiler açısından düşündüğümüz
zaman onlar da mallarının tamamını verecek kadar bu konuda hahişkar olmalıdır.
Bu isteyemeyen kişileri yüzlerinden, simalarından tanıyarak onların iffetlerini
bozmadan, onlara kendi yediklerinden, kendi giydiklerinden ulaştırma çabası
içine girmeleri gerekecektir.
Allah
yoluna kendilerini adamış, Allah’ın dinini öğrenip öğret-me yoluna koyulmuş
cihad ve tebliğle uğraşırken, maişet teminine za-manları ve imkânları kalmamış
ama iffetlerinden, utangaçlıklarından dolayı da kimseye durumlarını açamayan
ve bunun için de insanların kendilerini zengin zannettikleri, ancak simalarından
tanıyabileceğiniz fakirler infakta önceliklidirler.
İbni
Abbas’ın ifadesine göre bunlar asr-ı saâdette Ashab-ı Suf-fa idi. Bunlar
Medine’de Rasulullah’ın mescidinde kalan, elbiselerinin cepleri olmayan,
yeryüzünden de bir karış arazileri olmayan, kendilerini sadece ilme ve Allah
yolunda cihada ve tebliğe adamış kimselerdi. Sayıları dört yüz kadar olan bu
sahabelerin Rasulullah’tan İslâm’ı öğrenmek ve öğretmekten başka bir dertleri
yoktu. Allah Rasülü’nün çevresinde, etten kemikten bir kale oluşturup,
hayatlarını bu dâvâya vakfedip yıllar sonra şu anda bile bize bu kitabı, bu
hadisleri ulaştıran bu insanlardır.
Her devirde
böyle kendilerini Allah yoluna vakfetmiş insanlar bulunabilir. İşte bunlar
hayatlarını Allah yoluna vakfettikleri için elbette geçimlerini temin edecek
zamanları, imkânları olmayacaktır. İşte böyle insanlar infakta en önde
olmaları gereken insanlardır.
İnfak
âyetlerinin sonuna geldik. Bundan sonra Rabbimiz infak-ta zirve noktayı
anlatacak ve infakla alâkalı bölümü bitirecek.
274:"Mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açık olarak hayra harcayanların ecirleri Allah
katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de."
Bu âyet-i kerîme Hz. Ebu Bekir Efendimiz ve Hz. Ali Efendimiz
hakkında nazil oldu denmiş. Bu iki efendimiz de yanlarındaki paralarını dörde
bölerek bir kısmını gündüz, bir kısmını gece, bir kısmını gizli, bir kısmını da
aleni infak etmişler ve böylece onlar hakkında övgü olarak bu âyet inzal
buyuruldu demişler.
Ama o gün
bu âyetin konusu onlardı lâkin kıyamete kadar onların yolunun yolcusu olan
bütün mü'minler bu âyetin konusunu teşkil etmektedir. Mallarını gece gündüz
harcayanlar. Gece ve gündüz sürekli infakta olanlar. Yâni herhangi bir
müslümanı ihtiyaçlar içinde kıvranırken gördükleri ve duydukları anda hemen
zaman kaybetmeden, onun ihtiyacına koşan ve onu başka bir zamana ertelemeyen,
ihmal etmeyen kimseleri anlatır bu âyet-i kerîme. Sıkıntı içinde kıvranan bir
kardeşini gece mi gördü? Hemen gece onun yardımına koşan, gündüz mü gördü,
yahut duydu? Onu geceye bırakmayıp anında koşan müslüman.
Yâni gece gündüz demeyip, zamanlı
zamansız demeyip, gizli açık demeyip sürekli infaka koşan mü'min anlatılıyor
burada.
Aslında bu
âyetin temelinde müslümanın kendi varlığını, kendi imkânlarını müslümanların
istifadesine sunması yatmaktadır. Allah bizden bunu istiyor. Tüm imkânlarımızı
müslümanların faydalanmasına sunmak zorundayız. Malımızı, bilgimizi, görüşümüzü,
aklımızı, zamanımızı, gücümüzü Allah için müslümanların istifadesine sunmak
zorundayız.önceki âyetlerde de değinmiştik, malımızın bir bölümünü müslümanlar
kullansın, zamanımızın bir bölümü müslümanlara fedâ olsun, bilgimizi
müslümanlar kullansınlar.
Allah bana yirmi dört saat vermiş
bunun iki üç beş saatini çok rahatlıkla müslümanlar kullanabilmelidir. Bu
gündüz olabilir, gece olabilir fark etmez. Müslümanların ne zaman ihtiyaçları
olursa o zaman kullansınlar. Gece saat birde ikide de olsa müslümanlar bizim
evlerimize gelebilmelidirler. Allah bize bilgi vermişse müslümanlar istedikleri
kadar bundan istifade edebilmelidirler. Malımızdan, gücümüzden, zamanımızdan
istifade edebilmelidirler. Tüm bu sahip olduklarımızı Allah’tan ve O’nun
kullarından kıskanmamalıyız. Bunları bizden isteyen Rabbimizse O’na karşı
cimrilik yapmaya hakkımız yoktur. Çünkü zaten neyimiz varsa hepsi O’nundur.
İmkanlarımızı
keyfe ma yeşa kullanırken, evlerimizi keyfimize uygun tefriş ederken,
istediğimiz arabalara binerken, soframızda ağız zevki çeşit çeşit
yemeklerimizi yerken şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım: İhtimal ki
yediğimiz bir lokmanın karşısında yokluktan yutkunan bir fakir belki de bizim o
soframızdakini kanıyla canıyla elde eden bir şehidin yavrusu veya babasıdır.
Bu hayatı, bu yediklerimizi nasıl kazandık dersiniz? Öyleyse yerken, içerken,
giyerken, binerken, harcarken israf etmeyelim ki infak edecek bir şeylerimiz
her ân hazır bulunsun. Harcamalarımızı asgari ölçülere kısalım ki Allah adına
harcayacak gücümüz olsun.
Rabbimiz buyuruyor ki o gerçek müslümanlar, ya
da infakı zirve seviyede gerçekleştiren müslümanlar gece de infak ederler gün-düz
de infak ederler, gizli de infak ederler, âşikâre de infak ederler, sürekli
infak ederler.
Yâni yirmi dört saatlerinin tümü
infaktadır bunların. Yatarken, kalkarken sürekli infaktadırlar bunlar. Nasıl?
Meselâ adam gece yatarken altına on milyon liralık bir yatak serip yatıyorsa
bunu infak ediyor denebilir mi? Elbette denmez değil mi? Yâni bu adam altına bu
parayı sererek infaktan hapsediyor demektir. İnfaka açık tutması gereken bu
parayı kendine hasrediyor demektir. Adam onu oraya bağlamasaydı belki o akşam
kendisine ihtiyaç adına gelen bir kardeşine hemen vermek üzere hazır
bulunduracaktı. Halbuki onu kendi şahsına münhasır kılarak infaktan hapsetmiş
oldu.
Gündüz de
böyledir. İhtiyaç fazlası nice mallar, nice milyonlar, nice yerlere
hapsedilmiştir ki infaktan mahrumdur. Meselâ adam iki üç milyara bir araba
almış, infaka hazır bulundurulması gereken bu parayı bir yerlere hapsetmiş ve
gelenlere de valla ne yapayım yok diyebiliyor. Sahabe de Hecin devesine biniyordu
ama akşam evine aç gelen bir m
Bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz fâizi ve fâizcilerin durumunu anlatacak.
Bundan önceki âyetlerde uzun uzun anlatılan infakçıyla fâizcinin mukayesesi
yapılacak ve bu iki insan tipinin Allah katındaki değerleri ortaya konacak.
275:"Riba
(Fâiz) yiyenler şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Böyle
olması onların: "Alışveriş de fâiz gibidir." Demelerindendir.
Halbuki Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt
gelir de fâizden vazgeçerse geçmişi ona aittir ve işi Allah’a aittir. Kim de
fâizciliğe dönerse onlar ateşin yaranıdırlar ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
Medine’de
bu âyetler indiği sıralarda müslümanlar arasında fâizle iştigal edenler
vardı. Halbuki daha önce inen Al-i İmran sûresindeki âyetler fâizin haram
olduğunu bildirmişti.
"Ey
iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâiz yemeyin! Allah’tan sakının ki
kurtuluşa eresiniz."
(Âl-i İmrân: 130)
Gibi
âyetler fâizin yasaklığını daha önceden ortaya koyduğu halde hâlâ bir kısım
insanların buna devam etmesinin sebebi galiba o günkü yahudilerin ekonomik hegemonyası
altında bulunan Medine’nin ekonomik yapısından kaynaklanıyordu. Bugün olduğu
gibi o gün de yahudiler fâizci bir zihniyetle Medine’yi etkileri altında bulunduruyorlardı.
Bu yüzden insanlardan kimileri hâlâ fâizle iştigal etmeye devam ediyorlardı.
Riba, fâiz:
aslında bu konuda pek çok şey biliniyor, Ama fâiz âyetini tanımaya
çalıştığımıza göre bu konuya kısaca değinelim inşallah.
Fâiz eşyayı
artırmak, fazlalaştırmak demektir. Yâni cinsi ve miktarı aynı olan iki şeyi
fazlalıkla satmak, değiştirmek demektir. Veya herhangi bir malı kendisinden
daha fazlasıyla borçlanmak demektir. Teknik olarak ise borç veren kişinin borç
verdiği kişiden verdiği para üzerinden belli bir fazlalık, belli bir yüzde almasının
adıdır. Bu âyetlerin nazil olduğu dönemde günümüzde olduğu gibi çok çeşitli
şekillerde ve usullerde fâiz alınıyordu. Meselâ borç almış kişi alacaklısına
borcunu zamanında ödeyemediği takdirde zaman uzatılıyor ama fâizi de kat kat
katlanıyordu. Günümüzde de bunun çok çeşitli şekilleri mevcuttur.
Rabbimiz
fâizi haram kılmıştır. Çünkü Rabbimiz insanın insan olarak diğer insanlarla,
kardeşleriyle insanlık ölçüleri içinde kardeşçe yaşamasını ister. İnsanın
kardeşlerini kendinden bir parça bilmesini ve onlara karşı ilişkilerini bu
kardeşlik esasına bina etmesini ister. Yâ-ni insanın insan olması hasebiyle
kardeşlerinin acılarında, dertlerinde, üzüntülerinde, sıkıntılarında ve
hayatın tüm problemlerinde onların yanında olmasını, onların bu sıkıntılarını
kendi sıkıntısı bilmesini ve onlara yardıma koşmasını istemektedir. Hâsılı
insandan insanlara karşı güler yüz, tatlı dil, fedâkârlık, diğer gamlık
istemektedir Rabbi-miz. Böylece insanın insanlarla olan tüm ilişkilerinde
Allah’ın rızasını hedef almasını istemektedir.
Bundan önce
infak âyetlerinde Rabbimiz uzun uzun bunu anlattı gördük. Müslüman tüm sahip
olduklarını, tüm imkânlarını kardeş-leriyle paylaşmaya hazır olan insandır.
Müslüman çevresiyle ilişkilerini Allah’a imana ve Allah hatırına bina eden
insandır. Müslümanın kardeşleriyle ilişkisi sadece kâr esasına dayalı, sadece
sömürü ve menfaat hedefini ön plana çıkaran ilişkiler değildir.
Müslümanın
müslüman kardeşleriyle parasal ilişkisi şu iki esasa dayanmaktadır:
1-) Allah
için, Allah’ın hatırını kazanmak için kardeşlerine karşılıksız verme esası.
Bunu sûrenin önceki âyetlerinde anlatmaya çalışmıştım, müslüman bir müslüman
kardeşine bir şeyler verirken Allah rızasının dışında kesinlikle bir karşılık
beklemez. Sadece Rabbinin güzel hatırının dışında bir beklentisi yoktur onun.
Bu yüzdendir ki Rabbimizin ifadesiyle müslümanın Allah için kardeşlerine sunduğu,
sunacağı her şey infaktır ve bir ibâdettir.
2-)
İkincisi, müslümanın kardeşleriyle ilişkisinin ikinci esası kardeşlerine karşılıksız
borç vermeye yönelme esasıdır. Karz-ı hasen âyetinin tefsirinde deyinmiştim,
bir müslüman kardeşlerine borç verirken Allah için kardeşlerinin sıkıntısını
giderme adına ve verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi amacıyla verir.
Verdiğinden fazlasını asla beklemez. Sadece bu konuda Allah’ın rızasını umar ve
bunu yaparken de Allah bunu kendisinden istediği için ibâdet kastıyla yapar.
İcabında çalıştırıp kâr edebileceği, nemasından istifade edebileceği o
parasını Allah rızası için kardeşinin hizmetine sunuverir. Allah rızası için
verdiği mal bir süre sonra aynen kendisine dönse bile o süre içinde onu dondurmuş
ve onun kârından da mahrum kalmıştır. Ama ne gam mü'min böylece Rabbinin
hatırını kazanmıştır.
Aslında o parayı o kardeşine
değil de o malın da, o paranın da, kendisinin de gerçek sahibi olan Allah’a
borç olarak vermiştir. Al Ya Rabbi bu malın sahibi sensin, bu senin yanında
emanet kalsın, yarın ona en muhtaç olduğum bir dönemimde senden alırım
demektedir. Allah da onu kendi katında emanet olarak tutacak ve yarın ona en
çok lâzım olduğu bir anda kat kat fazlasıyla ona ödeyecektir. Ne zaman lâzım
oldu? Cennete girmek için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtulmak için mi lâzım
oldu? O zaman Allah onu ona kat kat fazlasıyla ödeyecektir.
Müslümanın müslüman kardeşleriyle ilişkilerini Allah belirler. Çünkü bu
şekilde müslümanlara borç verebilmek fâizdeki kazanç duygusunu ayaklar altına
almayı ifade etmektedir. Zira bu tür insani ve imanî duygular fâiz anlayışında
yoktur. Fâizde borç verenin kalbinde, iç dünyasında bu duyguların tamamen
aksine sömürüyü, menfaati, duyarsızlığı, kardeşlerinin acılarını arttırmayı,
sıkıntılarına sıkıntı katmayı, kardeşlerinin problemlerine sevinmeyi ve
kardeşlerinin sürekli kendisine muhtaç bir konumda olmaları duygusunu kamçıla-maktadır.
Kendisine bu şekilde, bu duygularla borç verilen kişi de o borç verene karşı
içinden kin ve nefretle dolup taşmaktadır.
Zira borç alan bu kişi zaten
çaresizlik ve sıkıntılar içinde kıvranırken,
ne yapacağını bilmez bir vaziyette çırpınıp dururken, şimdi de üstelik fâizin kahredici yükü de omuzlarına binince artık
onun psikolojik yıkılışını siz düşünün. Borç veren kardeşinin kardeş olarak
onun sıkıntılarını biraz daha hafifletecek yerde biraz daha çoğaltan bir zâlim
olduğunu görünce ona nasıl düşman kesileceğini varın siz düşünün.
Fâiz toplumda ezilmiş, yoksul insanların daha
da fakirleşme-sine, daha da ezilmesine buna karşılık kapital sahiplerinin daha
da zenginleşmesine sebep olan bir mikroptur. Çünkü zaten fakr-u zaruret içinde
kıvranan fakir bu şekilde fâizle borç aldığı zaman kazandığının bir kısmını fâiz
olarak alacaklıya ayırmak zorunda kalacak ve böylece fakirin bir borcuna bir
borç daha eklenecek ve sonunda bu fakir alacaklıya çalışıveren, ya da
alacaklının elinde, fâizcinin elinde oyuncak olmuş bir adam haline gelecektir.
Fert açısından bu bir yıkılış
olduğu gibi toplum açısından da bundan farklı olmayacaktır. Çünkü en sonunda
da tüm maddî servetler, tüm imkânlar ve zenginlik kaynakları toplumda sadece
bir avuç kapital sahibinin elinde toplanacak bunlar bu bir avuç zâlim grup garibanların
sırtında lüks bir hayat yaşarlarken berikiler de onları omuzlarında taşıyan ve
onlar adına çalışan, onlar adına ter döken birer robot haline geleceklerdir.
Dahası ekonomik yönden şiştikçe
şişen bu fâizciler ellerindeki bu ekonomik güçle toplumda toplumsal, siyasal
ve ekonomik hayatın tümüne egemen olacaklar ve daha kolay, daha özgür bir
şekilde insanları sömürebilmek, sömürü düzenini sürdürebilmek için yeni yeni
kanunlar ve yasalar çıkararak kendi durumlarını meşrulaştıracaklardır. Böylece
toplumda bir avuç zâlim, bir avuç tâğut, bir avuç müs-tekbir ve bürokrat insan
tüm toplumu sömürme imkânlarını ellerine geçirmiş olacaklardır. Tüm toplum
köle, bir avuç insan da efendi konumuna gelecektir. Hal dilden daha güzel anlatır
işte görüyoruz.
Fâiz
hem fert için hem de toplum için benzeri olmayan bir mikroptur. Bakın Bakara
sûresinin bu bölümünde Rabbimizin yaptığı infak fâiz mukayesesine göre infaka dayalı
İslâm düzeni ile şeytanın adımlarına dayalı fâiz düzeni kesinlikle gece ve
gündüz kadar birbirine zıt iki düzendir. Bu iki düzen hiçbir konuda
birbirlerine benzemez-ler. Her birinin insanlar üzerinde doğurduğu sonuçlar
diğerinden tamamıyla farklıdır. Her iki sistemin insanları birbirlerinden
farklıdır. Bakın burada Rabbimiz iki insan tipi sergiledi.
Birincisi; önceki âyetlerde
anlatıldı. Malını, bilgisini, parasını, zamanını, atını arabasını Allah için
kardeşlerinin hizmetine sunan, Allah için her şeyini kardeşleriyle paylaşmaya
hazır olan mü'min tipi.
Ötekisi de zaten ezilmiş zaten
çaresizlikler içinde kıvranan kardeşlerini biraz daha ezmek için fırsat kollayan,
her şeyi menfaat esasına bina eden, bencil ve zâlim bir insan tipi.
İnfak, sadaka cömertliktir, malda ve nefiste
temizliktir arınmadır, sadaka insanlar arasında dayanışma, kardeşlik ve
yardımlaşmadır, sadaka fedâkârlıktır, diğer gamlıktır. Fâiz ise cimriliktir,
bencilliktir, ferdiliktir, zulümdür ve insanları ezmedir. Sadaka Allah için
sahip olunan malı karşıdakine fedâ etmektir. Borcu karşıdakinin hizmetine
sunmaktır. Fâiz ise borcu borçlunun etinden, kanından ve emeğinden koparılmış
bir fazlalıkla onu geri almaktır.
Eğer fâizle borç alan kişi aldığı
bu para ile çalışıp çabalayıp kazanmışsa fâiz onun bu emeğinden çalınmış bir
fazlalıktır. Eğer borç alan kişi aldığı bu para ile kazanamamış veya zarar etmişse
o zaman bu fâiz denen fazlalık onun etinden koparılmış bir parçadır. İşte tüm
fâizcilerin yiyip içtikleri budur. Kendileri hiçbir çaba göstermeden, en ufak
bir emek bile sarf etmeden insanların emeklerini, gayretlerini, alın terlerini,
kanlarını fâiz geliri diye kendilerine döndüren bu insanların akıbetleri hem
bu dünyada hem de öbür tarafta çok korkunç olacaktır. Ama bunu demeden önce
burada önemli gördüğüm bir hususu arzedeyim.
Bakın bu
fâiz âyetlerinin konu edildiği bölümün hemen öncesinde Rabbimiz uzun uzun
infaktan söz etti. Ondan sonra fâiz âyetleri geliyor. Fâiz âyetlerinden sonra
da borçlanmaya dair âyetler gelecek ve daha sonra da Allah’a iman edip onun
adına salih ameller işleyen insanlara seslenilmektedir. Bu insicamdan şunu
anlıyoruz.
Demek ki toplumda fâizin kökünün
kazınmasının yolu infaktan ve karşılıksız borç vermekten ve de Allah’a imandan
ve Allah adına salih amellere koşmaktan geçmektedir. İşte fâizin yok edilmesinin
tek çaresi budur. Eğer toplumda infakı yaygınlaştırabilirsek, toplumda sadakayı
yaygınlaştırabilirsek, fâizsiz kardeşlerimize borç vermeyi ve onların sıkıntılarına koşmayı yaygınlaştırabilirsek
kesinlikle inanıyorum ki bu fâiz pisliğinin kökü kazınıp gidecektir.
Özellikle bugün iman yoksunu
oldukları için fâizi savunanlar her zaman için fâizin alternatifinin ne
olduğunu, ne olacağını sormayı âdet haline getirmişlerdir. İyi tamam fâizi
kaldırırsak bunun yerine neyi oturtacağız? Bunu nasıl yapacağız? Diyorlar.
İşte Rabbimiz bu âyetlerin insicamıyla bunun alternatifini anlatıyor. Allah’a
iman, Allah adına ve Allah rızası için infak, sadaka, Allah için hiçbir
karşılık beklemeden sıkıntı içinde kıvranan müslüman kardeşlerimize borç verebilmek.
İşte bunun alternatifi budur.
Bakın Rabbimiz az evvel okuduğumuz
âyet-i kerîmesinde fâizi ve fâizcilerin durumunu anlatırken şöyle buyurur:
275:"Fâiz
yiyenler ancak şeytan çarpmasından dolayı ne yapacağını bilemeyen ve ayakta da
duramayan kimsenin kalktığı gibi kalkacaktır. O ceza şu sebeptendir ki onların
"alışveriş de fâiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi
helâl fâizi de haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Fâize) bir
son verirse artık onun geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim de fâize
geri dönerse artık onlar ateşin sohbetçisidir ve orada onlar ebedîyen
kalacaklardır."
Âyet-i
kerîmede "Mess" ve "Habt" kelimeleri geçmektedir.
Mess, delilik, habt da doğru dürüst ayakta duramamak demektir. O zaman âyetin
ifadesinden anlıyoruz ki fâiz yoluyla insanların mallarını yiyen, kanlarını
emen kimseler kıyamet günü saraya tutulmuş, şeytanın messine maruz kalmış deli
birinin doğru dürüst ayakta duramayışı biçiminde kalkacaklardır. Dünyada bile
bunun örneklerini görüyoruz. İflas eden bankaların önünde insanlıktan çıkmış
bir vaziyette etraflarına saldıracak şekilde delirmiş insanları gördükçe
âyetin ne kadar da güzel anlattığını anlıyoruz.
Deli bir
adam nasıl ki dengeli bir davranış sergileyemiyorsa, ne yaptığını bilmez bir
durumdaysa aynı şekilde fâizle insanların kanlarını emebilmek için onlara borç
veren kişi de bu gelire ulaşabilmek için o kadar dengesini kaybeder ki şuurunu
kaybeder. Para hırsıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu adamın
çevresine nasıl zarar verdiğini bir düşünün.
Bir de bu
dünyada şeytan bazı insanları çarparak onları Allah yolundan uzaklaştırır.
Bakın Sâd sûresinde bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
"İblis
dedi ki: "Senin izzetine yemin ederim ki onlardan, ihlâslı (seçkin)
kulların müstesna hepsini azdıracağım."
(Sâd: 82)
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki şeytan ancak şirk işleyen kâ-firlere ve günaha batmış
mü'minlere musallat olabilir, ancak onları çarpıp Allah yolundan
uzaklaştırabilir. Eğer şeytanın çarptığı kişi kâfir veya müşrikse bu kişinin bu
durumdan kurtulabilmesi için ancak şirki terk edip Allah’a Allah’ın istediği
şekilde iman etmesi gerekmektedir. Eğer şeytanın çarptığı kişi günahkâr bir
müslümansa o zaman da bu kişinin bu durumdan kurtulabilmesi için günahlarından
tevbe edip Allah’a Allah’ın istediği şekilde yönelmesi gerekmektedir.
Allah’ın
Rasûlü şeytanlardan ve onların messinden korunabilmek için sürekli şöyle dua
ederdi:
"Kovulmuş şeytandan, onun
büyüklenmesinden, sihrinden ve çarpmasından Semî ve Âlim olan Allah’a sığınırım."
(Ebu Dâvûd, Nesâî, Tirmizî)
Fâiz
yoluyla insanların mallarına göz dikenler, bu yolla kan içenler hem dünyada hem
de âhirette şeytanların çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını,
fikirlerini, zamanlarını sırf para kazanmanın peşine takıp, maldan, paradan,
kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal
insanlar gibi hareket edemezler. Aklı başında insanlar onları gördükleri
zaman dengesizliklerini, anormalliklerini hemen anlarlar. İşte görüyoruz
dünyalık el-de edeceğiz diye, daha çok para kazanacağız, daha lüks yaşayaca-ğız
diye borsaların peşine, dükkanların, tezgahların peşine takılmış, bir oraya
bir buraya koştururken durup düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek,
çoluk çocuğunu müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamış
insanlar bunlardır. Şeytanın kötü vurduğu insanlar. Bu bunların dünyadaki
halleridir, âhirette ise bunların durumu çok daha korkunç olacaktır.
Karınlarını
fâizle dolduranlar bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi kıyamet günü
kabirlerinden kalkarlarken karınları şişmiş olarak saralı ve deli oldukları
halde kalkacaklar ve bu durum onların belirgin özellikleri olacaktır. Yine İbni
Ebi Hatim’de Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği bir başka hadislerinde Allah’ın
Rasûlü şöyle buyurur:
"İsrâ gecesi karınları evler
gibi olan ve karınlarının etrafında yılanların dolaştığı bir topluluğa uğradım.
Ben: "Bunlar kimlerdir ey Cibril?" diye sordum. O da: "Bunlar
fâiz yiyenlerdir" cevabını verdi."
Peygamberimiz
bir hadislerinde:
“Faiz yetmiş üç bölümdür. En
basiti kişinin anası ile nikahlanması gibidir. Faizin faizi ise müslüman kişinin
ırzıdır” buyurmaktadır.
Peygamberimiz
(s.a.v.) de faizin uygulanmasını kesinlikle yasaklamış, ideal İslam Devletinde
tamamen kalkması için devamlı bir şekilde çalışmıştır. Mekke’de “Muğire”
oğulları faizcilik yaparlar ve faiz
alırlardı. Halktan birçok alacakları ve faizden kazanılma malları vardı.
Peygamberimiz bunların hepsini iptal etti ve Mekke’deki valisine bu adamlar
faizcilikten vazgeçmezlerse onlarla vuruşmasını emretti.
Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.) Veda Haccında:
“İslamiyet’ten önceki devrin
faizi üzerlerinizden kaldırılarak iptal olunmuştur. Ancak ana paralarınızı
a-lırsınız. Ne zulüm etmiş olursunuz ne de zulüme uğrarsınız. İlk iptal edip
kaldırmaya başladığım faiz, amcam El-Abbas İbniul-Muttalip’in faizidir.”
Diyerek,
Arapların en büyük ve ileri gelen faizcilerinden biri olan amcası El-Abbas
İbn-i Abd-ul-Muttalib’in faizini iptal etmiştir. Müslim ve Buhari’nin rivayet
ettikleri bir hadisinde peygamberimiz: Faizi yiyeni de yedireni de şahitlik
edip yazışmalarını yapanı da lanetlemiş ve “Eşittirler” demiştir.
Evet fâiz
yiyene insanların hem dünyada hem de âhirette durumları böyledir. Peki bunun
sebebi meymiş? Niye böyle yapıyormuş Allah bunlara?
"O
ceza şu sebeptendir ki onların "alışveriş de fâiz gibidir" demeleri
yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır."
Bu
fâizciler diyorlar ki alışveriş de fâiz gibidir. Ticaret de fâiz gibidir.
Fâizin de ticaretten bir farkı yoktur. Alış verişin de fâizden bir farkı
yoktur, alışveriş de fâizin bir bölümüdür dediler. Yâni bu fâizin alışverişle,
ticaretle ne farkı vardır? diyerek fâizi ticarete, ticareti de fâize benzeterek
güya kendilerince delil getirerek Allah’a kafa tutmuş-lardır. Allah’ın
kendileri için ayırdığı helâli kabul etmeyerek, ona razı olmayarak, meşru
kazançla yetinmeyerek Allah’ın pis dediği, haram dediği bir yolla insanların
mallarını yemeyi hedeflemişlerdir.
Fâizin haramlığını inkâr edebilmek için bu
kâfirler bir kıyas yapıyorlar. Fâizin haramlığına inanan ve imanları gereği
onunla ilgilerini kesen müslümanlara diyorlar ki: "Fâize haram diyorsunuz,
alışverişe de helâl diyorsunuz. Oysa fâiz de alışveriş gibidir. Fâizin alışverişten
ne farkı var? Bu ikisinin birbirinden hiç bir farkı yoktur. O halde alışveriş
helâlse bu da helâldir, yok eğer fâiz haramsa o zaman sizin bu yaptığınız
ticaretler de haramdır." demeye çalışıyorlar. Bozuk zihniyetlerinden
dolayı kâfirlerin kıyasları her zaman bozuk olacaktır.
Bir de kâfirin hayatına yön veren
daima Allah değil mantıktır. Kâfirin hayatı "Allah’la insanlık arasında
hiçbir ilişki yoktur" ilkesine dayanır. Fâiz düzeninde insan yeryüzünün
efendisidir ve hiçbir sorumluluk ve kayd altında değildir. Kâfir Allah’ın
hiçbir emriyle mükellef değildir. Allah onun hayatına hiçbir sûrette karışmamaktadır.
O her şeyde ve her konuda hürdür. Malı konusunda da bedeni konusunda da Allah’a
karşı hiç bir sorumluluğu yoktur. İnsanlara karşı da hiçbir sorumluluğu yoktur
onun. Karnını şişirebilecek bir fırsat buldu mu isterse bundan dolayı
milyonlarca insan rahatsız olsun fark etmez. Onun için bu konuda Allah ne demiş
nasıl demiş onlar için bunun hiçbir önemi yoktur. Akıllarınca bir istidlal
yaparlar ve böylece sonuca gitmeye çalışırlar.
Bugün
de bakıyoruz fâizin haramlığını inkâr eden kâfirler aynı şeyi söylüyorlar. Efendim
farz edelim ki bir adamın yüz milyon lirası var. Bu adam bu parayla ayakkabı
alarak sattığı zaman yirmi milyon lira kâr edecektir. Şimdi aynı adam bu yüz
milyonu bu şekilde tica-rette kullanmayıp, yüzde yirmi fâizle birine veriyor
ve sonunda yine yirmi milyonunu alıyor. Bunun ötekisiyle farkı nedir? Diyorlar.
Borç veren kişi o parasını borç vermeyip çalıştırsaydı zaten o kadar para kazanacaktı,
binaenaleyh borç verdiği insandan bu kadar parayı almasında ne mahzur var?
Demeye çalışıyorlar. Bunu şöyle birkaç madde halinde ifade edeyim inşallah.
1-) Bir
kere mü'min oluşumuzun gereği şunu peşinen kabul etmişiz ki Allah birine helâl
ötekisine de haram demişse bu konuda hiç bir şey demeye gerek yoktur. Çünkü Rabbimiz
âyetin devamında buyurur ki:
"Allah
alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır."
O halde
bunun hiçbir aklî izahı olmasa da müslüman bunun böyle olduğuna iman etmek
zorundadır. İmanın gereği bu teslimiyettir. Buna itiraz edenler ancak inanmayanlar
ve Allah’a teslim olmayan kâfirlerdir.
2-)
İkincisi anlayabildiğimiz kadarıyla İslâm’ın caiz gördüğü alışveriş ancak bir
ihtiyaçtan dolayı yapılır ve bir mala karşılık aldatma-dan mal verme esasına
dayanır. Alanın da satanın da karşılıklı rıza-sıyla ve hiçbir baskı olmaksızın
kabulü şartına dayanır. Alıcı ihtiyaç duyduğu şeyi satın alır, satıcı da bu
maddeyi satıcının ayağına getirirken, ya da onun için sağlarken harcadığı iş
gücü ve harcamalarını karşılamak üzere kâr alır.
Halbuki fâiz böyle değildir.
Fâizde fâizle borç alan kişi borcu veren kişiye oranla daha zayıf ve muhtaç
olduğu için kendisine borç veren kişiyle eşit şartlarda bir anlaşma yapamaz.
Fâiz ihtiyaçlı kimselerin sıkıntılı anlarında onların rızası olmadan onları
sömürmektir. Başka şartlarda o paranın kendisine verilmesini canı gönülden isteyen
ama imkânı olmadığı için o şekilde almaya mecbur kalan kişi belki kazanırım
ümidiyle aldığı para ile eğer kazanırsa kazancını o fâizciye verecek,
kazanamazsa da mahvolup gidecektir. Kat kat katlanacak fâiz borçları yüzünden
borç verek fâizci bazen borçlunun tüm kârını alabilir, hattâ onun tüm kişisel
mallarına el koyabilir ve yine de borçlu kişi alacaklıya karşı borcunu
ödeyememiş duruma gelebilir.
3-)
Üçüncüsü ticaretle fâizin ikisinde de malın dönüşümü söz konusudur, ama
birisinde risksiz ve zahmetsiz bir gelir ve de sabitleştirilmiş bir gelir söz
konusu iken, ötekisinde hem sermaye, hem de iş gücü, yâni emek devreye
girmektedir. Şimdi parasını sabit bir gelirle fâize yatıran bir adamla parasını
ticarete yatıran, yatırım ve girişimlerle meşgul olan, ticaretle meşgul olan
bir adamı karşılaştırarak düşünelim.
Ticaretle
uğraşan kişi tüm zamanını, iş gücünü, aklını fikrini ve sermayesini bu iş için
kullanmakta ve başladığı bu ticaret işinde başarılı olabilmesi için,
kaybetmemesi için elinden gelen çabayı göstermektedir. Buna rağmen yine de
sabit bir kazanç elde edeceği kesinleşmiş değildir. Bütün bu uğraşlarına
rağmen kazanabilir de kaybedebilir de. Yâni her ân sermayesini bile kaybetme
riskiyle karşı karşıyadır. Ama bunun tamamen tersine fâizli bir yere sabit bir
kârla parasını yatıran fâizci üzerine hiçbir risk ve zahmet almaksızın, hiçbir
zarar ihtimaline girmeksizin sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Bunu hangi
mantığa, hangi hak ölçülerine sığdırabilirsiniz? Nasıl oluyor da fâizle
alışveriş aynı şeylerdir diyebiliyorsunuz?
Bütün
insanlar, bütün ülke böyle bir riskle karşı karşıya bulunduğu halde ve
herkesin fedâkârlık yapmak zorunda kaldığı bir ortamda bu ülkede tüyü bile
bitmemiş çocukları fâiz borçlarıyla savaş galiplerine borçlandırmaya kimin
hakkı vardır?
4-)
Kimileri de fâizi kira karşılığında verilen ev veya dükkan gibi mülkler
karşılığında alınan kazanca benzetir. Dükkanını, evini kiraya vermiş bir adam
onu kullanan kiracısından nasıl bir para alıyorsa biz de paralarımızı borç verdiğimiz
kimselerden o paralarımızı kullanmalarının karşılığı olarak fâiz almamızda
bir mahzur yoktur deme-ye çalışıyorlar. Bizim fâizlerden aldığımız paralar
aşağı yukarı ev sahibinin kiracıdan aldığı paraya tekabül etmektedir. Yâni bu
fazlalık o yararlanmanın karşılığıdır demeye çalışıyorlar.
Halbuki bu ikisi birbirlerinden
çok farklı şeylerdir. Birincisi kiraya verilen ev sahibinin mülkündedir. O ev
kiraya verilmekle sahibinin mülkünden çıkmamakta ve sadece ondan yararlanmak
kiracının eline geçmektedir. Kiracının elinde olmayan sebeplerle o eve bir
zarar gelmişse bunu kiracı değil ev sahibi üstlenmektedir. Meselâ bir zelzele
sonucu ev yıkılsa veya başka bir sebeple ev yanıp kül olsa bundan kiracı
sorumlu değildir. Halbuki fâizli borç almada bu böyle değildir. Borç alınan
para sahibinin mülkünden çıkmış borç alan kişinin mülküne intikal etmiştir.
Elinde olmayan sebeplerle o paraya bir telef gelse alacaklı bundan kendisini sorumlu
tutmamaktadır. Zira o sadece her hâlükârda kazanma durumundadır. Halbuki onu
çalıştıran borçlu kişi hem kazanabilir hem de kaybedebilir.
Yâni fâizli borçlanmalarda borçlu
için iki risk vardır. Borçlu hem aldığı ana parayı üretmeli, hem de fâizi
karşılayacak parayı da kazanmalıdır. Bu da gösteriyor ki burada mesele sadece bir ücret karşılığında başkalarının
parasından istifade etmek değildir. Yâni fâizle alışveriş hiçbir zaman
birbirinin aynı değildir.
Evet bundan
sonra Rabbimiz insanları fâizden vazgeçmeye çağıracak. Ey kullarım vazgeçin
bu pislikten buyuracak. Vazgeçin kardeşlerinizi ezip onlara zulmetmekten
diyecek. Eğer vazgeçerseniz karşılığında cennetim var, değilse cehennemle
karşıkarşıya olduğunuzu unutmayın, diyerek vazgeçenlerin ve vazgeçmeyip ona
devam edenlerin akıbetlerini anlatmaya başlayacak. Buyurur ki bakın:
"Kime
Rabbinden bir öğüt gelir de (Fâize) bir son verirse artık onun geçmişi
kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim de fâize geri dönerse artık onlar ateşin
sohbetçisidir ve orada onlar ebedîyen kalacaklardır."
Kim ki
Rabbinden kendisine fâizin haram olduğuna dair bir emir, bir âyet, bir uyarı,
bir öğüt gelir gelmez hemen tevbe ederek fâizden vazgeçer, fâizle ilgisini
alâkasını keserse geçmişte yediği fâizden dolayı kendisine bir günah yoktur.
Çünkü önceki yemiş olduğu fâizleri bu âyetin nüzulünden önce yemiştir. Önemli
olan fâizin haram-lığının açıklanmasından sonraki durumdur. Eğer bu konudaki
Rabbi-nin emrini duyar duymaz hemen vazgeçerse onun işi Allah’a kalmıştır. Onun
işi Allah’a kalmıştır ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-) İşi
Allah’a kalmıştır. Kıyamet günü onun hakkında Allah hüküm verecektir. Allah
dilerse onu bağışlar dilerse bağışlamaz, onu ancak Allah bilir anlamınadır.
Ancak tevbe âyetlerine bakılırsa bu âyetten onun affedileceği ümidinin ağır
bastığı anlaşılmaktadır.
2-)
Geçmişte olan kendisinindir ve onun işi Allah’a kalmıştır ifadesinin bir başka
mânâsı da âyetin nüzulünden evvel almış olduğu fâizleri ondan almaya kalkmayın
anlamınadır. Daha önceki aldığı fâizler ondan istenmemelidir.
3-) Bir de
onun işi Allah’a kalmıştır ifadesinin anlamı bu kişi kendisini affettirebilmek
için bolca infakta bulunmalı ve Rabbini kendisinden razı etmelidir, ayrıca
elindeki önceden kalma fâiz birikimleri konusunda işi Allah’a kalmıştır
demektir. Şunu unutmayalım ki bu ifade bu hüküm öncesi alınan fâizlerin helâl
olduğu anlamına gelmez. Zira âyet-i kerîmede onların Allah’a havale edileceği
vurgulanıyor.
Öyleyse bu âyet gelmezden önce, ya
da kendisine fâizin haramlığı öğüdü ulaşmadan önce alınmış fâiz malları varsa,
bu mallar elinde mevcutsa o zaman bu kişi kendisini pislikten temizleyebilmek
için elinden gelen gayreti göstermelidir. Daha önceleri şeytana uyarak aldığı
bu fâiz paralarını kendisine harcamamalı fâiz alarak daha önce haklarını
gasbettiği insanları bularak mümkünse bu haklarını onlara geri vermelidir.
Eğer bu mümkün olmuyorsa bu pisliği malının içinden çıkarıp toplumun sosyal
hizmetlerine harcamalıdır. Bu haram serveti her şeye rağmen kullanmaya devam
eden kimseler ise geçmişte yaptıkları bu amelleri sebebiyle cezalandırılacaklarını
anlıyoruz.
Allah’ın
Rasûlü Veda haccında irşad buyurduğu hutbesinde şöyle buyurdu:
"Cahiliye dönemindeki
yapılan tüm fâizler ayağı-mın altındadır. Sizin için ancak ana paranız vardır.
Ne zulmedin ne de zulme uğrayın. İlk kaldırdığım fâiz de Ab-dul muttalip oğlu
Abbas’ın bütün ribasını geçersiz kılıyorum."
Bundan
sonra Rabbimiz fâizle sadakaların bir mukayesesini yapacak ve insanlara
insanların akıllarını erdirici ifadelerle bir daha seslenecek ve artık fâizi
terk etmelerini isteyecek.
276:"Allah
fâizi yok eder, sadakaları artırır. Allah kâfirlerin hiç birini çok günah
işleyenleri sevmez."
Allah fâizi
mahveder, fâizi helâk eder, fâizden kazanılan malların bereketini kaldırarak
onları yok eder. Sadakaları ise bereketlendirir. İçine fâiz karışan malları
ve kazançları telef eder. Sadakaları ise geliştirir, arttırır.Zekâtı verilen
malları ziyâdeleştirir, ona bereketler ihsan eder.
Aslında ilk
bakışta insan fâizin malı arttırdığını, insanı zengin-leştirdiğini, sadakanın
da malı azalttığını, insanı fakirleştirdiğini zanneder. Ama gerçek bunun
tamamen aksinedir. Bakın Allah’ın Rasûlü Müslim’de rivâyet edilen bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Sizden
birinizin Allah için verdiği sadaka Allah’ın eline düştüğünde (Allah’a
ulaştığında) sizin kendi sürünüzü yetiştirip çoğalttığınız gibi Allah da onu
yetiştirip çoğaltır. Kıyamet günü geldiğinde ise verdiğiniz bir lokma sadaka
Uhud dağı kadar büyümüş olur."
Allah
aslında malı arttırdı zannedilen fâizi derece, derece eksilte, eksilte nihâyet
mahveder. Fâiz ayın on dördü gibi parlak ve temiz görülen servetleri tıpkı bir
hilal gibi küçülte, küçülte nihâyet gözle görülmez hale getirir. Buna karşılık
malları eksiltti zannedilen sadaka ise malları git gide çoğaltır ve büyütür.
Âyet-i
kerîmede anlatılan Allah’ın fâizi mahvetmesini sadakaları da arttırmasını
fert açısından böyle anladığımız gibi, toplum açısından da şöyle anlıyoruz:
Fâiz esasen toplumda mal üretecek hayatları tıpkı bir güve gibi yiyip bitiren,
sermayeyi mahveden ve toplumun üretim gücünü öldüren bir mikroptur. Bir toplumda
ekonomik gücü elinde bulunduranlar çalışacak ve üretecek zümreye fâizle para
vererek, onların kanlarını emmeye başlarsa, toplumda çalışanlar çalışmalarının
semeresinin bu bir avuç zâlim tarafından emildiğinin farkına varınca onlar da
tüm kalpleriyle kendilerini işlerine veremeyeceklerdir. Bundan başka bu
çalışacak zümrede meydana gelen üzüntü tedirginlik yetersiz beslenme ve
istismar edilme duygusu onların iş güçlerinin azalmasına sebep olacaktır.
Böylece toplumda azınlık bir fâizci grubun karınlarının şişmesine karşılık
çalışıp üretebilecek büyük bir çoğunluğun bozulması gerçekleşecektir.
Bu yüzden toplumda meydana gelen
randıman düşüklüğü milli üretimin düşmesine sebep olacaktır. Ve sonuçta
toplumun sermayesi tıpkı bir güve tarafından yenmiş bitirilmiş olacaktır.
Halbuki toplumda fâiz yerine infak esas alındığı zaman çalışan insanların
çalışma azimleri artacak ve toplumda bolluk ve refah meydana gelecektir. İşte
böylece fâizin sermayeyi yok ettiğini sadakanın da artırdığını anlıyoruz.
277"Şüphesiz
ki iman eden ve güzel amellerde bulunan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı
verenler için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar."
Bu bölümde imandan, salih amelden, namazdan, zekâttan
söz eden âyetler geliyor. Dikkat ederseniz Rabbimiz önce infaktan söz etti,
mü'minleri kendi rızası için infaka teşvik etti. Sonra da infakın zıddı olan
fâizden söz etti ve fâizle ilgiyi alâkayı kesmeyi emretti. Sonra da fâiz
âyetlerinin arasında hemen işi imana, salih amellere, namaza ve zekâta getirdi.
Bundan şunu anlıyoruz. Mallarınız ve bedenleriniz konusunda Allah’ı söz sahibi
bilebilmeniz, mallarınızı ve bedenlerinizi Allah yolunda Allah’ın istediği
biçimde infak edebilmeniz için ve de malla ilişkin olan fâiz pisliğinden
kendinizi kurtarabilmeniz için Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmek
zorundasınız. Bu iman olmadan bunları becermeniz mümkün değildir. Allah’ı
Allah’ın kendini tanıttığı şekilde tanımayan birinin, ona onun istediği biçimde
inanmayan birisinin onun adına mal infak etmesi de onun adına ve onun hatırına
fâizi terk etmesi de mümkün değildir.
Bu işleri becerebilmek için önce Allah’a
Allah’ın istediği şekilde iman etmek zorundasınız. Unutmayalım ki, Allah’a
iman Allah’ın gönderdiklerine imandır. Allah’tan gelenlere imandır. Allah’tan
gelen emirlere inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir. İnfaka inanmayan
bir adam, fâizin haramlığına inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir.
Allah’ın istediği iman amelle bütünleşen imandır. Sözle söylenip amele
dönüşmeyen bir iman sadece iddiadan ibarettir. Allah’ın istediği iman, kişiyi
onun emirlerini uygulamaya ve yasaklarından da uzak durmaya götüren bir
imandır.
Allah’a inanacaksınız, sonra namazla
hayatınızı düzenleme adına Allah’tan mesaj alacaksınız, sonra da Allah’tan
aldığınız bu mesajı uygulamak üzere zekât vereceksiniz ve işte böylece hem
infakı becerebilecek hem de Allah’ın haram kıldığı fâiz belâsından kendinizi
kurtarma imkânı elde edeceksiniz. Eğer böyle bir imana sahip olduğunuzu iddia
ediyorsanız Allah’ın şu hitabı sizedir:
278:"Ey
iman edenler! Eğer Allah’a iman etmişseniz Allah’tan sakının ve fâizden arta
kalanı bırakın."
Ey iman
edenler! Eğer gerçekten iman iddialarınızda samimi ve sâdıklarsanız o zaman
Allah’tan korkun da henüz tahsil edilmemiş, alınmamış, ele geçirilmemiş,
fâizden geriye bırakılmış olanları bırakın, terk edin. Eğer gerçekten inanıyorsanız
böyle yapın. Zira iman, iman edilen şeyin gereğini yerine getirmedir.
Burada
Rabbimiz gerek fâizin helâl olduğunu iddia ederek mürted olan kâfir olan
kimselere gerekse fâizin haramlığına inandığı halde bu imanla amel etmeyip,
fâiz alışverişine devam eden fâsık Müslümanlara bu işten vaz geçmeleri için bir
daha çağrıda bulunuyor. Tevbe edip bu işten vazgeçenlerin sadece ana mallarını
alarak arta kalan fâizlerinden vazgeçmelerini istiyor. Sonra da hâlâ bu işten
vazgeçmeyenler için çok müthiş bir tehdit geliyor:
279:"Eğer
böyle yapmazsanız Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer
tevbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve de
haksızlığa uğramamış olursunuz."
Fâize devam edenler Allah ve Resûlü’ne karşı
savaş açmış insanlardır. Ya da bunun ikinci mânâsı da Allah ve Rasûlü bu adamlara
karşı savaş açmıştır. Allah ve Resûlü’yle savaşa tutuşmanın ne demek olduğunu
biliyor musunuz?
Bu
fâizciler tıpkı Allah’ın farz kıldığı zekâtı vermeyerek mürted sayılan ve
Allah Resûlü’nün kendilerine savaş ilan ettiği kimseler gibidir. Bakın dikkat
ederseniz Bakara sûresinin önceki bölümlerinde görmüştük durup dururken belli
şartlar gerçekleşmedikçe kâfirlere bile savaş açmak caiz değilken bunlar için,
bu fâizciler için her halükârda savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır.
Fâize
bulaşmamak, tüm fâizli ilişkilerden uzak durmak sakınmak müslümanların her
birine ayrı ayrı farzı ayın bir görev olduğu gibi, aynı zamanda toplumda fâiz
pisliğinin kökünü kazımak ve fâizcilerle sonuna kadar savaşmak da tüm
müslümanlar üzerine içtimaî bir farizadır. Çünkü fâiz öyle sârî bir mikroptur
ki onun yaşadığı toplumda tek tek müslümanların ondan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
Günün birinde her biri bu pisliğe bulaşmak zorunda kalacaktır.
Bu
pislikten kurtulabilmek için şuna da dikkat edin:
280:"Eğer
borçlu darda ise bolluk zamanına kadar ona süre tanıyın. Eğer bilirseniz borcu
sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."
Ey
müslümanlar! Borçlunuz olan kardeşleriniz eğer borcunu ödeyemeyecek kadar zor
durumdaysa, elinde avucunda verebilecek bir şeyi yoksa böyle bir durumda
hiçbir müslümanın onu sıkıştırıp zor durumda bırakmaya hakkı yoktur. Böyle bir
durumda müslümana düşen şey ona rahatlıkla borcunu ödeyebileceği kadar bir
zaman mühlet tanıyıp beklemek ya da bundan daha güzelini söyleyelim. Onun sevabını
mükâfatını Allah’tan beklemek üzere alacağını o kardeşine ta-sadduk etmektir.
Tamam arkadaş ben senin gerçekten borcunu öde-me niyetinde olduğunu, ama ödeyemeyecek
kadar zor durumda olduğunu biliyorum. Yorma kafanı ben onu sana tasadduk ettim deyi-vermek
bilirseniz sizin için çok daha hayırlıdır diyor Rabbimiz.
Borcunu
ödeyebilecek durumda olup da hainliğine ödemeyenler bu işin dışındadır. Böyle
durumlarda İslâm’da onun hapsi bile gerekir. Ama borçlu gerçekten borcunu ödeyemeyecek
durumdaysa, ona borcunu ödeyebilecek kadar bir genişlik tanımak, ya da tamamıyla
onu infak etmek gerekir.
Bu âyet aynı zamanda İslâm mahkemelerine
bu durumda olan borçlular konusunda süre tanıma emri vermektedir. Hattâ böyle
durumlarda İslâm mahkemesi o kişinin borcunun bir kısmını veya tamamını silme
hakkını vermektedir. Nitekim Allah’ın Resûlü’ne böyle borçlu olup da borcunu
ödeyemeyecek kadar iflas etmiş bir adamdan bahsedildi. Allah’ın Rasûlü hemen
harekete geçerek çevresindekiler-den o adam için yardımda bulunmalarını istedi.
Sonra bu adamın alacaklılarını çağırarak bu toplananlarla yetinmelerini ve
daha fazla da o adamı sıkıştırmamalarını tavsiye etmiştir.
Yine bakın
Taberânî’nin rivâyet ettiği başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurur:
"Kendi
gölgesinin dışında hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah’ın kendini
gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış bir kardeşine
kolaylık sağlasın veya onun borcunu indiriversin."
Yine başka
bir hadislerinde İmam Ahmed’in rivâyetine göre Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurmaktadır:
"Dualarının
kabul olunmasını, kaderlerinin açılmasını isteyen kimse borcunu ödeyemeyecek
kadar zor durumda kalmış alacaklısını bu durumdan kurtarsın."
Taberânî’nin
İbni Abbas’tan rivâyet ettiği başka bir hadislerin-de de:
"Borcunu ödemekte zorluk çeken
birisine kolaylıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanıyan bir kimseye
Allah da günahları sebebiyle tevbe edinceye kadar ona mühlet tanıyacaktır."
Buyurur. Başka bir hadislerinde
Rabbimizin bu kimseyi cehennem ateşinden muhafaza edeceğini müjdelemektedir.
Başka bir hadislerinde borcunu ödemekte güçlük çeken bir kardeşine mühlet tanıyan
kimsenin ona tanıdığı her bir gün için Allah’ın ona bir sadaka mükâfatı
yazacağını, başka bir hadislerinde de her bir gün için iki sadaka yazacağını
anlatmaktadır.
Borcun
tehir edilmesine karşılık bir fazlalığın alınması haramdır. Cahiliye döneminde bir adam borcunu ödeyemediği
zaman alacaklı onun borcuna bir miktar daha ilave eder ve belli bir süre için
onun ödemesini ertelerdi. Buna İslâm’da "Nesie fâizi" denir.
Müca-hid’in ifadesine göre cahiliye döneminde borcunu zamanında ödeyemeyen
borçlu alacaklısının yanına kadar gelir ve: "Sana şunu şunu ilave diyorum!
Sen de benim borcumu ertele! Derdi. Alacaklı da onun borcunu ertelerdi. İşte
buna "Riba
ennesie" denir.
Borcu şart
koşulmuş bir fazlalık karşılığında tehir etmek şeklinde gerçekleştirilen bir
fâiz türü. Bu fazlalık erteleme karşılığında yâ-ni ertelenen sürenin bir
bedeli olarak ödeniyordu. Bu cahiliye döne-minde yaygın olan bir fâiz
çeşidiydi.
Demek ki
borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda olan kardeşlerimize imkân tanıyacağız,
mühlet vereceğiz, tanıdığımız bu mühletten ötürü kesinlikle bir fazlalık talep
etmeyeceğiz, eğer borçluya borcunu sadaka olarak bağışlarsak bilelim ki bu bizim
hakkımızda daha hayırlı olacaktır. Öyleyse:
281:"(Ey
iman edenler!) Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da herkese kazancının tamamının
verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğramayacağı o günden korkunuz."
Rabbimiz insanları Allah’a Allah’ın istediği biçimde
imana ve bu imanın gereği olarak salih amellere, namaza, zekâta dâvet etti,
sonra Allah için karşılıksız borç vermeye ve borcunu ödeyemeyecek durumda
olanlara mühlet vermeye ya da alacağını tasadduk etmeye çağırdı. Daha sonra bu
âyet-i kerîmesinde de yapılanların zerre kadar da olsa zayi olmayacağı,
karşılığının mutlaka ödeneceği bir günü hatırlatıyor. Öyle bir günden korkun
ve o gün için hazırlıkta bulunun ki o gün kim ne yapmışsa mutlaka karşılığını
görecektir. O gün kimsenin kimseye bir faydası olmayacaktır. Kimse kimseyi
kurtaramayacak, kimse kimseye bir şey sağlayamayacak. O gün kişinin imdadına
yetişecek bir tek sermaye vardır. O da iman ve bu imana dayalı olarak Allah adına
yapılmış salih amellerdir. İşte Allah onları size açık açık anlatıyor. Haydi o
gün gelmeden önce bu amellere koşun. Çünkü o gün hiçbir pişmanlık fayda
vermeyecektir deniyor.
Abdullah
bin Abbas’a göre bu âyet kitabımızın en son inen âyetidir. Bu âyetten sonra
Allah’ın Rasûlü bir rivâyete göre yedi gün ya da sadece üç saat yaşadığı
söylenmiştir.
Bundan
sonra Rabbimiz borçlanmalarla alâkalı konuları anlatmaya başlayacak. Burada
fâizi haram kılan âyetlerden sonra bu konunun gündeme getirilişinden anlıyoruz
ki fâizi haram kılan Rabbi-mizin onun alternatifi olarak da nelerin sunulduğunu
anlıyoruz. Bunlar:
1- Zekât ve
sadaka,
2- Karz-ı
hasen,
3- Selem
alışverişi ve taksitle ödemeli alışveriş,
4- Ve
mudârabe ortaklığı.
Önce infakı
ve sadakayı emreden âyetler gelmiş, daha sonra fâizin yasaklığını anlatan âyetler gelmiş, arkasından borcunu ödemekte
zorluk çeken kimselere mühlet verilmesini istemiş böylece kar-z-ı hasene dikkat
çekilmiş. Daha sonra da bu âyet-i kerîmede borçlanma konusu yâni selem
alışverişinin, yâni taksitle ödemeli alışveriş kapısı açılmıştır. Bakın
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
282:"Ey
iman edenler! Muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda
bir katip de adâletle yazsın. Katip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan
çekinmesin, ve yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Rabbi olan
Allah’tan da korksun ve ondan bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu sefih, yahut
zayıf, yahut yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise (onun yerine) velisi adâletle
yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa
şahitlerden razı olacağınız bir erkek ve iki kadın olabilir. Böylece biri
unuttuğunda diğeri ona hatırlatacaktır. Şahitler (Şahitlik için) çağrıldıkları
zaman çekinmesinler. Borç ister büyük olsun, isterse küçük olsun onu süresiyle
birlikte yazmaktan üşenmeyin. Çünkü bu, Allah katında daha adâletli, şehadetin
doğru olmasına ve şüphelerin ortadan kalkmasına yardımcıdır. Ancak aranızda peşin
alışveriş olursa o zaman onu yazmamanızda size bir günah yoktur. Alışveriş
yaptığınızda şahit tutun. Yazana da şehâdet edene de zarar verilmesin. Eğer
böyle yaparsanız o zaman kendinize bir kötülük olur. Allah’tan korkun! Allah
size öğretiyor. Allah her şeyi bilir"
Âyet-i
kerîmede ifade edilen "deyn" kelimesi hem selem
akdini, hem karz-ı haseni yâni karşılıksız borç vermeyi hem de vadeli
satışlardan doğacak borçlanmaları içine almaktadır. Ancak dil bilimcileri karz
ile deynin birbirlerinden farklı olduklarını söylemişlerdir. Onun içindir ki bu
âyette yazılması istenen borçların karzdan doğan borçlar değil sadece
alışverişten yâni selem alışverişinden doğan borçların yazılmasıdır denmiş.
Selem akdi;
peşin parayla, peşin paraya karşılık, özellikleri, miktarı, teslim zamanı belli
olan bir malı vadeli olarak almaktır. Bütün âlimlere göre böyle bir alışveriş caizdir.
Bakın Buhârî’de İbni Abbas’ın şu ifadesini görüyoruz:
"Allah’ın belirlenmiş bir
zamana kadar yapılan selem akdini helâl kıldığına ben şehâdet ediyorum. Dedi
ve bu âyeti okudu."
Allah’ın
Rasûlü Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu
hususu anlatırken şöyle buyurur:
"Selem
akdi ile hurma almak isteyen belli ağırlık, belli miktar ve belli zaman tayin
ederek alabilir."
Allah
buyurur ki işte böyle bir selem alışverişi yaparak borçlandığınız zaman, o
borcunuzu gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bilinmezliği ortadan
kaldıracak şekilde yazınız. Falan kişiye
filan ayın filan gününde ödenmek üzere şu kadar borcum vardır diyerek yazın.
Yâni Allah sizin için fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muamelesine de
haram kıldı sanmayın. Allah buna izin vermiştir, birbirinize borç alıp
verebilirsiniz, parasını sonradan ödemek üzere alışveriş yapabilirsiniz ama
bu borçlarınızı vadesi belli olarak yazmanız ve belgelemeniz gerekmektedir.
Hattâ günlük alışverişleri bile belgelemek yazmak her zaman yazmamaktan bizim
için daha iyidir bunu unutmayalım.
Hanefî
ulemâsı bu âyet-i kerîmeyi selem alışverişinde süre tayininin şart olduğuna
delil göstermişlerdir. Yâni bir alım satım sonu-cunda doğacak borçların zamanı
tayin edilmelidir. Lâkin bir alış veriş sonucu değil de karz olarak, yâni
toplumda el ödüncü dediğimiz borçlanmalarda yazmak belgelemek vardır da bu tür
borçlanmalarda zaman tayini yoktur. Çünkü bu tür el borçlarında alacaklı her ân
onu alabilmelidir. Zira burada ticaret borçlanmalarında olduğu gibi herhangi
bir menfaatlenme söz konusu değildir. Bu tür borçlanmalarda alacaklının ona
ihtiyacı olduğu andan itibaren borçlunun vermeyip bekletmesi caiz değildir.
Evet Hanefî
ulemâsı bu âyeti selem alışverişinde süre tayin etmeye delil göstermişlerdir.
Çünkü bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz:
"Muayyen
bir vade ile"
Buyurmuştur.
Az evvel okuduğum hadis de bunu anlatmaktadır.
"Aranızda
bir katip de adâletle yazsın."
Ya
"bir katip bunu adâletle yazsın." demektir bunun mânâsı, ya da
"adâletli bir katip yazsın." demektir. Yâni iki taraftan birine meyil
göstermeyecek her iki tarafın da haklarını eşit olarak gözeterek yazabilecek
tarafsız ve âdil bir katip yazsın demektir. İkisini birlikte söyleyecek
olursak: Borç alıp veren kişiler aralarında yazdıkları konusunda kendisine ve
adâletine güvendikleri bir katip yazsın, âdilce ve dikkatlice yazsın. Yâni
yazması gerekenin dışında bir şey yazmasın, bir şey de eksiltmesin.
Aranızda
bir katip de onu yazsın ifadesinden şunu anlıyoruz: Borçlu ve alacaklı her birinin birbirinizin
yokluğunda onu kendi kendinize kendi defterlerinize, kendi hesabınıza
yazdığınız gibi bununla yetinmeyip
bir de ayrıca ikinizin birlikte kabul edip adâletine güvendiğiniz bir katibe
de yazdırın diyor Rabbimiz.
Âyetten
anlaşılıyor ki bu tür yazışmaları yapacak kişilerin müs-lüman, âdil, dinine
bağlı ve fıkıh bilgisine sahip, yazması düzgün olan kişilerden başkalarının
olmaması gerekmektedir. Noterin kimliğini de anlatıyor bu âyetiyle Rabbimiz.
"Katip
Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, ve yazsın."
Allah’ın
kendisine İslâm bilgisi verdiği, bu âyetlerin bilgisini verdiği kimse Allah’ın
kendisine yazı yazabilme ve belgeleri tanzim edebilme imkânı ve bilgisi
verdiği hiçbir kimse müslümanların kendilerine bir ihtiyaçları söz konusu
olduğu zaman onlara yardımı esirgememelidir. Hemen bu konuda onlara yardımcı
olsun. Öyleyse diyoruz ki borçları yazman farz-ı kifayedir. Yâni herhangi bir
yazıyla yazmasını bilen kişiye farz-ı kifayedir. Fakat böyle bir işle görevlendirildiği
andan itibaren bu iş onun üzerine farz-ı ayın olmaktadır.
"Hak
kendi üzerinde olan da yazdırsın."
Bu hak
kendi üzerinde olan ifadesinde kastedilen borcu alan, üzerinde borç bulunan
kimsedir. Borçlu kişi bu şekilde yazdırarak zimmetindekini ikrar ve tespit
etmiş olacaktır. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin yâni borçlunun
ifadesi olacaktır.
Bundan da
şu anlaşılıyor ki böyle bir borçlanmada bu borcun senede geçirilip tesbit
edilmesini borçlu olan tarafın teklif etmesi gerekmektedir. İşte bu "imla
ettirsin, yazdırsın" hitabı
borçlu olan kişiyedir. Böylelikle borçlu olan kişi kendi diliyle kendisinin
borçlu olduğunu ikrar ve kabul etmiş, bu konuda şek ve şüpheyi kaldırmış ve
mutmain olmuş olacaktır.
"Rabbi
olan Allah’tan da korksun ve ondan bir şey eksiltmesin."
Borçlu olan
kimse bunu yazdırırken de Allah’tan korksun. Yâni hem onu yazdırmaktan
çekinmesin hem de tarafların üzerinde anlaştıkları bir konuda herhangi bir
şey eksiltmek gibi, ya da fazlalaştırmak gibi bir yanlışlık yapmaya
kalkışmasın. İfadede bir değişiklik ilerde ihtilâflara ve yanlış anlamalara
sebebiyet verecek bozuk bir cümle yazdırarak gelecekte borcun hukukî şeklini
bozacak veya tahsilini zorlaştıracak bir yamukluğa tevessül etmeye kalkmasın.
Bu konuda muttaki davransın buyurarak Rabbimiz burada bu borçlanmayı yazacak
kişileri kendi ismi ve sıfatlarıyla korkutmaktadır.
"Eğer
borçlu sefih, yahut zayıf, yahut yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise (onun
yerine) velisi adâletle yazdırsın."
Eğer borç alan kişi sefihse yâni parasını çarçur
edecek, aklı kıt, savurgan birisiyse, ya da zayıf, çocuk, deli, cahil veya
bunaklık derecesinde yaşlı birisiyse, yahut da yazdırmaya gücü yetmeyen dilsiz,
kekeme veya yazılacak dili bilmeyen bir yabancı, yazdıracak kimsesi olmayan
birisiyse o zaman velisinin onun aldığı borcu adâletle yazdırması gerekmektedir.
"Erkeklerinizden
iki de şahit yapın."
Bu
borçlanma işine müslüman erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Buna göre
şahitler erkek olmalı, müslüman olmalı ve de çocuk olmamalıdır. Âkıl bâliğ olmuş
iki kişi olmalıdır. Çocukların ve gayri müslimlerin mü'minler üzerine
şehâdetleri geçerli değildir. Çünkü Rabbimiz burada "Erkeklerden iki
kişi" dememiş de "Erkeklerinizden" yâni sizden olan müslüman
olan erkeklerinizden buyurmuştur. Öyleyse gayri müslimlerin müslümanlar
üzerine şehâdetleri geçerli değildir. Ama gayri müslimlerin kendi aralarında
şehâdetleri geçerli kabul edilmiştir.
"Eğer
iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek ve iki kadın
olabilir. Böylece biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacaktır."
Eğer bu
konuda şahitlik yapabilecek iki erkek bulunmazsa o zaman razı olacağınız bir
erkek iki kadın şahitlik etsin. Buradaki "Razı olacağınız"
ifadesinden kasıt dinini, adâletini, dürüstlüğünü kabul ettiğiniz kimseler mânâsına
gelmektedir. İmam Ebu Hanife’ye göre şahitlerin zahiren müslüman olmaları büyük
günah işlememiş olmaları ve farzları yerine getiren kimseler olmalarını şart
koşulmaktadır. Ancak kâfirlerin kendi aralarındaki muamelelerinde
birbirlerine şahitlikleri makbul kabul edilmiştir.
Burada bir
yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak için bir açıklamada bulunmak istiyorum.
Burada iki kadının şehâdetinin bir erkeğin şehâdetine eşit tutulması kadınlara
hakaret ya da onları küçük düşürmek için değil hakların kaybolmamasını sağlamak
içindir. Bunu kısaca şöyle maddeleştireyim
:
1-) Evvela
kadının fıtratında duygusallık daha ağır basmaktadır. Bu yüzden de
yaratılışları gereği kadınlarda aşırı heyecan ve etkilenme söz konusudur.
Aşırı heyecan ve etkilenmeler de hafızayı zayıflatıp unutkanlığı arttırır.
Nitekim pek
çok erkeğin de aşırı heyecan ve etkilenmelerinden ötürü hafızalarına
güvenilmemektedir. Dikkat ederseniz her erkek değil kendisine güvenebileceğiniz
âdil erkek deniyor.
2-)
Dışarıda olup bitecek ticaret, alışveriş, borçlanma gibi konulara kadınlar
meşgul edilmemelidir. Bu gibi işler esasında erkeklerin işidir. Müslüman bir
kadının öyle olup bitenlere şahit olacak biçimde ulu orta yanında hiç kimse
olmadan dolaşması mümkün değildir. Kadının dışarıda olup biten olaylara karşı
hafızasını kapalı tutması kadınlığının gereği mükemmelliktir. Bu yüzden kadın
şahit olduğu bir konuyu unutabilir. İşte tek kadın unuttuğu zaman ona unuttuğunu
hatırlatacak ikinci bir kadının olması daha iyidir. Şahitlik için kadının oraya
buraya götürülmesi olur olmaz insanlarla konuşmaya zorlanması veya unuttuğu
konuyu başka erkeklerin ona hatırlatmaya çalışması bunlar hoş şeyler değildir.
Ama en azından yanında o konuya şehâ-det eden bir kadın daha olursa birinin
unuttuğunu öbürü hatırlatır ve böylece bir hakkın yenmesine fırsat verilmemiş
olur.
Sorumluluğu üzerine yüklenmemiş olan ticaret konusunu kadınların kendilerine
dert edinmemelerinden ötürü önemsememiş olabilirler. Bu onların ilgi
alanlarının genellikle dışındadır. Bu yüzden onların bu konuda yanılmaları
daha çok mümkündür. Ama eğer iki kadın olursa biri unutmuş olsa bile ötekisinin
hatırlatması sonucunda birilerinin hakkının yenmesinin önüne geçilmiş
olacaktır.
3-) Bu aynı
zamanda bir iman konusudur, çünkü Allah böyle demiştir, aksini düşünmek ve
iddia etmek âyetin hükmünü reddetmek olacağından küfürdür.
"Şahitler
(Şahitlik için) çağrıldıkları zaman çekinmesinler."
Şahitler
şehâdete çağrıldıkları zaman da bundan çekinmesin-ler. Bildikleri konuda
şehâdette bulunsunlar ki insanların hakları kaybolmasın. Ayetin ifadesinden
anlıyoruz ki çağrıldıkları zaman şahitlerin şehâdete icâbet etmeleri üzerlerine
vaciptir. Hattâ âlimlerimiz bu şahitlerin çağrılmadan da gelip şehâdette
bulunmaları gerektiğini iddia etmişlerdir. Çünkü insanların mallarının ve
haklarının kaybolmaması çok önemlidir. Bakın Rabbimiz bir âyet-i kerîmesinde
bu hususu şöyle anlatır:
"Allah
için şahitliği ikâme edin."
(Talâk: 2)
Allah’ın
Rasûlü de bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Zâlim
de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et."
Hadis-i
şeriften anlaşılıyor ki bir müslümanın zulme uğraması, hakkının gasp edilmesi
söz konusu olduğu zaman çağrılmasa da yanında bilgi olan bir müslümanın hemen
onun yardımına koşması gerekmektedir. Nitekim Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyetinde
şöyle buyurur:
"Şahitlerin
en hayırlısı kendisinden şahitliği isten-meden şahitlik edendir."
(Müslim, Tirmizî, İbni Mâce)
Allah’ın
hakkı söz konusu olduğu zaman kendilerinden şahitlik istenmeden şahitlerin
şehâdetlerini yerine getirmeleri gerekmektedir.
"Borç
ister büyük olsun, isterse küçük olsun onu süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin.
Çünkü bu, Allah katında daha adâletli, şehâdetin doğru olmasına ve şüphelerin
ortadan kalkmasına yardımcıdır."
Rabbimiz
insanların haklarının kaybolmaması, kalplere şek ve şüphe girmemesi, adâletin
ikâme edilmesi ve iki tarafın da alacaklının da borçlunun da kalplerinin
mutmain olması için borçların, miktarları az da olsa çok da olsa yazılmasını
emretmektedir. Borçlar son tak-sidine kadar, son kuruşuna kadar bütün ayrıntılarıyla
birlikte yazılmalıdır.
Ve yazılanlar da açık ve
anlaşılır olmalıdır. Zaten azdır canım ne kıymeti var? Bu kadarcık şeyde
yazılır mı? diyerek baştan savmayın diyor Rabbimiz. Müslümanların bu konuda
gevşeklik göstermemelerini, ihmalkâr davranmamalarını istemektedir.
Çünkü günümüzde de çokça
görüyoruz ki kimi arkadaşlar, kimi akrabalar bir ihmal ve gevşeklik sonucu aralarındaki
alacak vereceklerini resmi bir yazı haline getirmezler. Çünkü sanki bunların
açık açık yazılması onların birbirlerine güvensizliği gibi gelir. Halbuki Rab-bimiz
bunun tamamen aksine her şeyin açık açık yazılmasını emretmektedir. Sonunda
da yazılmadığı için, gevşeklik gösterildiği için unutmalar, ya da hainlikler
sebebiyle insanların başına çok kötü şeyler gelmektedir. Müslümanlar arasında
meydana gelen ihtilâfların çoğu buradan gelmektedir.
Öyleyse bu
ihtilâflara sebebiyet vermemek için Rabbimizin buyurduğu biçimde aramızdaki
borçlar az da olsa çok da olsa onu hemen yazmak zorundayız. Zaten genellikle
borçlar az olduğu zaman yazılmayıp ihmal edilmektedir. Halbuki Rabbimiz az da
olsa yazılması gerektiğini anlatıyor.
Bakın
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hususu açıklayarak üç tür kimsenin Allah’a
dua ettiğini fakat bunların dualarına icâbet edilmediğini anlatıyor. Bunlardan
birincisinin karısı yoldan çıkmış oldu-ğu halde onu boşamayan kimse,
ikincisinin kendisine yetim malı emanet edilen fakat henüz bu yetim
olgunlaşmadan malını kendisine teslim eden kimse, üçüncüsünün de hiçbir yazılı
belge ve delil olmaksızın başkalarına borç veren kimse olduğunu anlatıyor.
Öyleyse az olsun çok olsun tüm
borçlarınızı yazın, çünkü:
"Böyle
(ayrıntılarıyla birlikte) yazılması Allah katında takvaya en uygun olanı,
şahitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayanı, ve kuşkuya şüpheye
düşmemenize en büyük sebeptir."
"Ancak aranızda peşin alışveriş
olursa o zaman onu yazmamanızda size bir günah yoktur."
Aynı
mecliste ve peşin parayla alışveriş yapıldığı zaman bunun yazılmamasında bir
mahzur yoktur. Bu yine de yazmayın anlamına değildir. Yâni yine de yazmanız
daha iyidir ama yazmayabilirsiniz demektir. Zira böyle peşin para ve peşin mal
teslimine dayanan alışverişlerde borç işleminde söz konusu olan endişeler
yoktur. Mal he-men teslim edilmiş para da anında ödenmiştir. Bu durumda onu
yazmayabilirsiniz, ama:
"Alışveriş
yaptığınızda şahit tutun. Yazana da şe-hâdet edene de zarar verilmesin."
Bundan
önceki âyette peşin alışverişlerde yazmamaya ruhsat veren Rabbimiz burada
alışverişlerde şahit tutmayı emrediyor. İster veresiye isterse peşin bir alış
veriş de yapmış olsanız onu yazmasanız bile şahit tutun diyor Rabbimiz.
Buradaki şahit tutma emri ister peşin olsun isterse veresiye olsun mutlak
olarak bütün alışverişleri kapsamaktadır. Yâni ister peşin isterse veresiye
olsun bütün alışverişlerinizde şahit tutun diyor Rabbimiz. Çünkü böylesi daha
ihtiyatlı ve aranızda çıkabilecek anlaşmazlıkları daha çok önleyicidir.
Yazana da
şahitlik edene de zarar verilmesin ifadesini de şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-) Yazanın
da kendisinden şahitlik istenenin de kendilerinden isteneni kabul etmemeleri
konusunda bir nehiydir bu.
2-) Veya
yazarken de şahitlik ederken de herhangi bir tahriften, eksiltmekten ve
çoğaltmaktan sakınmaları emrediliyor.
3-) veya
onlara ısrar edilerek daha önemli bir işlerinden onları alıkoymak sûretiyle
katibe ve şahide zarar vermekten sakındırıyor Rabbimiz.
4-) Ya da
yazma işi eğer bir ücretle yapılıyorsa o zaman yazma ücretini vermemekle veya
eğer bir beldeden bir beldeye şahitlik için gidip gelme söz konusu ise şahit
ve katibin masraflarının ödenmemesi biçiminde onlara zarar verilmemesi
emrediliyor.
"Eğer
böyle yaparsanız o zaman kendinize bir kötülük olur. Allah’tan korkun! Allah
size öğretiyor. Allah her şeyi bilir"
Eğer yazana
ve şahitlik edene bir zarar verirseniz bu, Allah’ın emrine isyandır, fısktır,
günahtır. Böyle yapanlar Allah’ın emirlerine ters düştüklerinden günahkâr
olmuşlardır. Öyleyse ey müslümanlar! Allah’tan korkun. Onun emirlerini yerine
getirme ve yasaklarından kaçınma konusunda muttaki davranın. Yolunuzu Allah’la
bulun, Allah’ın gösterdiği biçimde hareket edin. O zaman Allah size bilmediğiniz
şer'i hükümleri öğretecek, size yol gösterecek ve size basîret ve anlayış lütfedecektir.
Ama
kimilerinin iddia etmeye çalıştıkları gibi bu âyetten şunu anlamamalıyız: İnsan
Allah’tan korktu mu bu yeterlidir. Hiç uğraşma-dan, çaba göstermeden, ilim
yoluna girmeden Allah onu âlim yapacaktır. Bakın bu âyet-i kerîmede, siz yeter
ki Allah’tan korkun, o size bilmediklerinizi kesinlikle öğretecek ve sizi âlim
yapacaktır derler. Bu anlayış pek çoklarının okumadan âlim olduğunu iddia
ederek ortaya çıkmalarına sebep olmuş ve bu okumadan âlim olmuş insanların
Kur’-an, hadis ve fıkıh konularında söyledikleri sözler cahilleri kandırıp
türlü türlü yollara sevk etmiştir.
"Allah’tan
korkun. Allah size öğretiyor."
Âyetinin anlamı böyle değildir. Takvanın katledilmesidir
bu Allah korusun. Çaba göstermeden, uğraşmadan, okuyup öğrenmeye çalışmadan
âlim olmak fıtrata aykırıdır.
Ayet-i
kerîmede Allah’tan korkun buyurulduktan sonra "Vav" harfi
kullanılmıştır. Allah’tan korkun Allah size öğretiyor demek olacaktır mânâ.
Ama böyle değil de eğer Allah’tan korkarsanız "fe" olsaydı, yâni
"Vav" yerine "Fa" olsaydı, yâni Allah’tan korkarsanız Allah
size öğretir olsaydı veya hiç edat kullanılmasaydı o zaman bu anlayışa delil
olurdu. Halbuki ifade böyle değildir. Kaldı ki ilim takvayı doğurur. İlimsiz
takvadan söz edilemez. İlim asıl takva ise fer'dir. Allah’ın Rasûlü bunu
anlatırken şöyle buyurur:
"İlim
öğrenmekle olur."
(Darekutni, Taberânî)
283:"Eğer
seferde olur da yazacak bir katip bulamazsanız (borca karşılık) rehin alın.
Eğer birbirinize güvenirseniz (yazmanız, şahit tutmanız, veya rehin almanız
gerekmez). Kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi olan
Allah’tan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Her kim onu gizlerse muhakkak ki o,
kalbi günahkâr olan bir kimsedir. Şüphesiz ki Allah her yaptığınızı hakkıyla
bilendir."
Âyet-i
kerîmeye göre yolculukta olup da vadeli alış veriş ya-pılmışsa veya borç
alınmış verilmişse bunu yazacak belgeleyecek bir kimse bulunmadığı zaman da
kişinin alacağına mukabil rehin alabileceği anlatılıyor. Kişinin bu durumda
malını koruması konusunda rehin alarak işi sağlama bağlaması isteniyor. Ancak
bu rehin alma konusu hem seferde hem de yolculuk dışında yazacak kimse
bulunmadığı takdirde olabilir.
Allah’ın Rasülünün bir yahudi’den aldığı ekmeklik un
karşılığında zırhını rehin olarak verdiğini biliyoruz. (Buhârî ve Müslim)
Ama eğer
birbirinize güvenirseniz o zaman yazmanız, şahit tutmanız veya rehin almanız
gerekmez. Bazen alacaklı borçluya güvendiği için, bu alacağı konusunda ona
hüsnü zan beslediği için onu yazmak şahit tutmak ya da rehin alarak bu işi
belgelemeyi düşünmeyebilir. Bu durumda da kendisine güvenilen ve emin tanınan
kimse emanetini yâni borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun diyor
Rabbimiz.
Burada borca emanet denmesi borç
verenin borç verdiği kişiye güvenmesi sebebiyle ondan rehin almasını anlatır.
Rabbimiz karşılıklı birbirlerine güvenleri olduğu zaman bunlara izin
vermektedir ve de borçluya borcunu tastamam ödemesini ve onun bu samimiyetini
istismar etmemesini tavsiye etmektedir.
284"Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla
sorguya çekecektir. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Allah
her şeye güç yetirendir."
Bu konuyu
daha önceki âyetlerde ifade etmeye çalışmıştık, göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’ın mülküdür, hepsi de Allah’ın kuludur. Her şey ve herkes onun
tasarrufu ve tedbiri altındadır. Tüm varlıklar üzerinde tek hakim ve tek
Kayyum Allah’tır. Her varlığın boynundaki ipin ucu Allah’ın elindedir. Sadece
ona ibâdet edilir ve sadece ona teslim olunur. Yaratıcının muradı gereği
kâinatta iradeli yaratılmış olan insan ve cinlerin dışında hiçbir varlık onun
emirlerinin ve yasalarının dışına çıkamaz. Hiçbir varlık ona karşı gelemez.
Eğer insan ve cinlerin dışında
kâinattaki varlıklardan herhangi biri Allah yasalarının dışına çıkarsa,
Allah’ın emirlerinin dışında hareket ederse şüphesiz ki anında yok olur,
mahvolur. Ama Allah hikmeti gereği kâinatta sadece insan ve cinlere irade vermiştir.
Onların boyunlarındaki ipin ucunu doğuştan elinde yaratmamıştır. Bu yüzden Allah’ın
kendilerine verdiği iradeleri sebebiyle insan ve cinler Allah’ın koyduğu
yasaların dışına çıkabilme, Allah’a kafa tutabilme imkânına sahiptirler. Böyle
yaptıkları zaman da onlar hem dünyalarını
mahvetmiş hem de âhirette büyük azaplara uğramış olacaklardır. Ama eğer
insanlar ve cinler dünyada mutlu olmak âhirette de Allah’ın mükâfatlarına
nail olmak istiyorlarsa o zaman Allah yasalarına uygun hareket etmek zorundadırlar.
Bu bir
tercih meselesidir, bu bir iman meselesidir. Göklerin ve yerlerin sahibinin
Allah olduğuna iman eden kişi elbette ki tüm hayatında Allah’a ve onun
kanunlarına tabi olacaktır. Buna inanan kişi elbette ki Allah’tan başkalarına
tabi olmaktan, Allah’tan başkalarının kanunlarına teslim olmaktan ve Allah’tan
başkalarını memnun etmeye çalışmaktan vaz geçektir.
Göklerin ve
yerin mülkünün sahibi Allah’tır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi konusunda söz
sahibi Allah’tır. O her şeyi bilmektedir. O’nun ilminin ve haberinin dışında
hiç bir şey gerçekleşemez. İlmiyle sizi kuşatan Allah sizin içinizde dışınızda
ne varsa hepsini bilmektedir. İçinizde bulunanları gizleseniz de açığa
çıkarsanız da Allah onu bilmektedir ve sizi onunla hesaba çekecektir. Bundan
dolayı ne, yanınızdaki şehâdeti gizleme gibi bir yanlışlık yapmadığınız gibi
insanların haklarını eksiltme veya arttırma gibi bir eylemde de bulunmayın deniyor.
Âyet-i
kerîmede kalplerinizden geçirdiklerinizi ister açığa vurup eyleme dönüştürün,
isterse açığa vurmayıp gizli tutun bunların tamamından sizi hesaba çekeceğim
buyuruyor Rabbimiz. Âyetle alâkalı şunları söyleyelim inşallah: Âyet-i
kerîmede:
"İçinizde,
kalbinizde ne varsa"
İfadesi,
mutlak olduğuna göre acaba kalplerimizden her tür düşünceden, her tür
vesveseden, her tür hayalden ve şüphelerden de sorumlu muyuz? Acaba bunların
tamamından da hesaba çekilecek miyiz? Bu kalplerimizden geçenler ihtiyarî yâni
kendi elimizde olanlar mıdır? Yoksa gayri ihtiyarî ya da izdırarî dediğimiz
yâni kendi elimizde olmadan kalplerimizden geçenlerden mi sorulacağız? Veya
acaba sürekli kalbimizde tuttuğumuz düşüncelerden mi sorulacağız? Yoksa bir
anlık bir gaflet sonucu kalplerimizden gelip geçiveren hayallerden,
düşüncelerden de mi sorumlu tutulacağız? Yoksa sadece kötülerinden mi hesaba
çekileceğiz?
Âyetin
ifadesi mutlak olunca sahâbe-i kirâm bunların tamamından hesaba çekilmeyi
anladılar ve perişan oldular. Âyet-i kerîmenin hükmü sahabeye çok ağır geldi.
Üzüntülerinden mahvoldular, perişan oldular.
1-)
Sahabeden bazılarının iddiasına göre âyetin bu bölümü yâni kalplerden
geçenlerden insanların hesaba çekileceğini anlatan bölümün nüzulünden takriben
bir yıl sonra Bakara’nın son bölümünde gelen:
"Allah
hiç kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemez."
(Bakara:
286)
Âyetiyle
nesih edilmiştir. Ebu Hureyre’nin bu konuda şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Allah’ın Resûlüne bu âyet-i kerîme nazil olduğu zaman âyetin hükmü
sahabeye çok ağır geldi. Rasûl-i Ekremin yanına gelerek dediler ki: "Ey Allah’ın
Rasûlü! Namaz, oruç, hac gibi gü-cümüzün yeteceği amellerle sorumlu tutulduk.
Şimdi Rabbimiz bize bu âyetini indirdi. Bu âyetin hükmü bize çok ağır geldi.
Bunun yükünü kaldıramıyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle
buyur-du:
"Sizler
daha önceki ehl-i kitabın dediği gibi: "İşittik ve isyan ettik" mi
demek istiyorsunuz? Bilâkis! İşittik ve itaat ettik. Senin affını dileriz,
dönüş sanadır" deyiniz."
Bundan
sonra da Bakara sûresinin sonundaki:
"Allah
hiç kimseye gücünün yetmediğini yüklemez"
Âyeti inzal buyurularak bu âyetin
hükmü nesih edilmiştir." (Müslim, Ahmed)
2-) Bazı
âlimlere göre bu âyet mensuh değildir ancak hükmü özeldir. Âyetin siyakına
bakılırsa burada kastedilen şahitliği gizlemek ve kalpte olan bilgiyi
söylememektir. Şahitliği gizleyen herkes Allah indinde kalbin eylemi olan bu
amelinden sorumlu tutulacaktır.
3-) Bazı
âlimler de bu âyetin mensuh olmayıp mânâsının kalplerinizden geçirip de
kaldırabilme imkânına sahip olup da kaldırma-dığınız düşüncelerinizden hesaba
çekileceksiniz anlamına gelmek-tedir demişlerdir. Çünkü "fi" Zarf-ı
müstakar olduğuna göre öyle gelip geçici bir anlık düşüncelerden değil içinizde
iyice karar kılmış, yerleşmiş, kalplerinizin sahiplendiği duygu ve düşüncelerden,
niyetlerden hesaba çekileceksiniz anlaşılıyor.
Bir de
insanın içinden kendi iradesiyle def edemeyeceği bir kısım düşünceler de
geçebilir. Kendi iradesinin dışında elinde olmadan insanın kalbinden gelip
geçen düşünceler, vesveseler ve hayaller de bunun dışındadır. Çünkü bunlardan
kurtulmak insan için mümkün olmayabilir. Âyet bunları kapsamamaktadır. Deminki
hadiste ifade ettiğim gibi sahâbe-i kirâm efendilerimiz âyetin bunu da
kapsadığını zannederek çok korkmuşlar ve Rabbimiz de bunun üzerine kaldıramayacakları
yükü onların üzerine yüklemeyeceğini ifade ediverdi. Dolayısıyla insanın kendi
iradesiyle def edemeyeceği kaldırıp atamayacağı bir kısım düşüncelerin kalpten
geçirilmesi buna dahil değildir.
İnsan
kalpten geçen ve önüne geçemeyeceği vesvese gibi düşüncelerden dolayı hesaba
çekilmeyecektir. Ancak kalpten geçirilen bu düşünceler kalpte kökleşir ve buna
göre amel etmeye de niyetlenilirse o zaman bunlardan da hesaba çekilmemiz söz
konusu olacaktır. Ama günah işlemeye karar verip bunu kalbinden geçirmekle
beraber sonradan bu kararından dolayı pişman olur ve tevbe ederek vazgeçerse
bu da bağışlanır. Ama meselâ bir kişi günah olan bir eylemi yapmayı kalbinden
geçirse ve hemen ondan vazgeçmeyip onu düşünmeye devam ederse bu kişi günaha
girer.
İşte yarın
Allah katında bundan dolayı hesaba çekilecektir. Aynen bunun gibi meselâ küfür
olan bir fiili işlemeyi düşünen bir kimse de bu düşüncesinden hemen vaz geçmez
ve bu ameli gerçekleştirmeyi düşünmeye devam ederse kâfir olur. Veya böyle
kötü amelleri işlemeyi kalbinden geçiren, sürekli düşünen ve fakat fırsatını
bulamadığı için onu gerçekleştiremeyen insanlar bu düşüncelerinden ötürü hesaba
çekileceklerdir.
Allah’ın
Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurdu:
"Allah
ümmetimin içinden geçirdiği şeyleri konuşup, onunla amel etmedikleri müddetçe
bağışlamıştır"
(Buhârî,
Müslim, Ebu Dâvûd)
Kalplerinizde
niyet olarak sürekli taşıdığınız şeyler açığa çıksa da çıkmasa da, onları açığa
vursanız da kalplerinizde gizleseniz de Allah onları bilmektedir. Bunların tamamı
Allah için malumdur. Hiç bir şey Allah’a gizli kalamaz. Bundan dolayı insanların
onu açığa vurmaları da gizli tutmaları da hiçbir mânâ taşımaz. Allah bunların
hepsinden sizi hesaba çeker, ama:
"Şüphesiz
ki Allah dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah her şeye
Kâdirdir"
Sorumluluk
kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar dilediği için bunları siliverir, yok
farz ediverir, dilediğini de hesaba katarak, silmeyerek azap ediverir. Bu ona
kalmış bir şeydir. Kime azap, Kime mağfiret edeceğini Allah’tan başka da hiç
kimse bilemez. Sadece diyoruz ki Rabbimiz insanların gerek işledikleri ve
gerekse kalplerinden geçirdikleri günah amellerinden dolayı şirk koşmadan
ölen kullarını affedebilir. Fakat küfür ve nifak ehlini de hem işlediklerinden
ötürü hem de kalplerinden geçirdiklerinden ötürü hesaba çekecektir.
Bundan
sonra Bakara sûresinin "Amenerrasûlü" diye başlayan
son bölümüne geldik. Bakara sûresinin son iki âyeti.
İbni
Abbas’tan bize intikal eden bir rivâyete göre "Amenerra-sûlü" diye
başlayan bu son iki âyet Allah’ın Resûlü’ne Cibril vasıta-sıyla nazil olmamış,
Allah’ın Rasûlü Miraç gecesi vasıtasız olarak bu âyetleri Rabbinden almıştır.
Bakara sûresi Medeni bir sûre olduğuna göre Mi’râc da Mekke’de vaki olduğuna
göre önceden nazil olan bu iki âyet Medine’de nazil olan sûrenin bu bölümüne
yerleştirilmiştir demenin dışında bir şey bilmiyorum.
Yine Müslim
ve Nesei İbni Abbas’tan şunu nakil ederler: "Ra-sûlullah’ın yanında
Cebrâil’in olduğu bir sırada gökten bir ses işitildi. Cebrâil başını gökyüzüne
doğru kaldırdı ve:
"Şu
anda gökte açılan bu kapı şu ana kadar hiç açılmamıştır"
Dedi. İbni Abbas devamla şunları
söyledi:
"O kapıdan iki melek indi ve
peygamber (a.s) 'ın yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed! Senden önce
hiç bir peygambere verilmemiş ve sadece sana verilmiş olan iki nûr dolayısıyla
müjdeler olsun sana! Bu iki nûrdan birisi Fâtiha sûresi, ötekisi de Bakara
sûresinin son iki âyetidir. Bunlarda okuyup da sana karşılığı verilmeyecek
hiçbir harf yoktur."
Buyurulmuştur.
Yine Buhârî
ve Müslim’deki rivâyetlere göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Bakara
sûresinin son iki âyetini bir gecede okuyan kişiye bu iki âyet yeterli gelir.
Veya kötülüklere karşı onu korumaya yeterlidir."
Buyurur.
Hz. Ali
Efendimiz de: "Âyet el Kürsîyi ve Bakara sûresinin sonlarını okumadan
yatan kişinin İslâm’ı gereği gibi kavradığı görüşünde değilim. Çünkü bunlar
öyle bir hazinedirler ki sizin peygamberinize arşın altından
verilmiştir." buyurur.
Şimdi bu
iki âyeti de tanıyalım inşallah:
Nüzul
sebebiyle alâkalı rivâyetleri bir önceki âyetle ifade etmeye çalışmıştım.
Bakara sûresinin 284. âyetinde buyurulur ki:
"Kalplerinizde
olanları gizleseniz de açığa çıkarsanız da Allah onunla sizi hesaba
çekecektir."
(Bakara 284)
Âyeti nazil
olunca bu âyet Ashab-ı kirama çok ağır geldi. Yıkıl-dılar, mahvoldular,
perişan oldular ve Rasulullah’ın yanına gelerek şöyle dediler: Ey Allah’ın
Rasûlü namaz, oruç, hac gibi emirlere güç yetirebiliyoruz ama bu âyet bizi çok
korkuttu! Bizim buna gücümüz yetmiyor. Kalplerimizden bazen hiç de hoş olmayan
şeylerin gelip geçmesine engel olamıyoruz. Bazen öyle şeyler gelip geçiyor ki
kalplerimizden, tüm dünyayı verseler biz onların kalplerimizde bulunma-sını
asla istemeyiz. Ama ne yapalım elimizde olmadan oluyor bunlar. Bu tür duygu ve
düşüncelerin kalplerimizden geçmesine engel olamı-yoruz. Rabbimiz de bunların
tamamından hesaba çekeceğini söylü-yor.
Bu durumda
bizim halimiz nice olur? diye dert yandılar. Sa-habenin bu sözlerine şahit olan
Allah’ın Rasûlü: "Ne oluyor? Ne demek istiyorsunuz siz? Yoksa sizler de
sizden öncekilerin peygamberlerine söylediklerini mi söylemek istiyorsunuz?
Yoksa sizler de yahu-diler gibi mi demek istiyorsunuz? Yoksa sizler de onlar
gibi:
"Semi'na ve asayna" (işittik isyan
ettik)
Mi demek istiyorsunuz? Allah’ın
âyetlerine itiraz etmek mi isti-yorsunuz? Allah’a yol göstermek, Allah’a akıl
vermek mi istiyorsunuz? Hayır! Böyle yapmayın! Sizler:
"Semi'na ve eta'na"
Demeye bakın. "Duyduk ve
uyduk. Duyduk ve aynen kabul ettik. Duyduk ve gereğini yerine getirmeye
koyulduk. Ey Rabbimiz! Gufranını dileriz! Dönüş ancak sanadır. deyin" buyurdu.
Allah
Resûlü’nün bu tavsiyesini duyan sahâbe-i kirâm efen-dilerimiz Rasûl-i Ekrem’in
öğrettiği bu ifadeleri hep birlikte
okumaya başladılar. Okudukça dilleri ve kalpleri bununla yatıştı. Sakinleştiler
ve sonra da işte "Amenerrasûlü" diye başlayan âyetler nazil oldu.
Onların bu teslimiyetlerinden sonra da Rabbimiz bu âyetini inzal buyurdu. Yâni
kullarının güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan sebeplerden dolayı
işlediklerinden onların hesaba çekilmeyeceklerini Rab-bimiz ortaya koyuverdi.
İşte bu minval üzere gelen Bakara sûresinin son iki âyetiyle karşı karşıyayız.
285"Peygamber
Rabbinden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Mü'minlerin de hepsi Allah’a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Biz Allah’ın peygamberlerinden
hiçbirisinin arasını ayırmayız. Ve (yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik
ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş sanadır.
Peygamber
Rabbinden kendisine indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın
ilk muhatabı, vahyin ilk münzili ve ilk muhbir-i sadığıdır. Onun için peygamber
Rabbinden kendisine indirilenlerin tamamına iman etti.
Acaba
Rabbimizin bundan söz etmesinin mânâsı nedir? Biz zaten biliyoruz ki Peygamber
hakkında bu kesin bir realitedir. Yâni peygamber peygamberliği gereği üslendiği
misyonu gereği zaten inandığını, inanması gerektiğini biliyoruz. Acaba bunun sebebi
nedir? Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Anlıyoruz ki peygamberin dâveti kendisine herhangi bir
yükümlülük getirmeyen, kendisine herhangi bir sorumluluk yüklemeyen sırf
başkalarına sorumluluk yükleyen bir çağrıdan tamamen uzak bir dâvettir. Nitekim
pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını bir ustalık ve görev bilirler. Kendileri
çağırdıkları dâvâya inanmamışlardır. İnsanları düşünceler ve sloganlarla
harekete geçirdikleri halde, kendi çağırdıklarına inanmayan ve kendi
dâvâlarını yaşamayan insanlardır onlar. Başkalarına yol budur diye yol
gösterirlerken kendileri karanlıkta bocalayan insanlardır onlar. Böylece
insanları sömürmeyi hedeflemişlerdir. Ve insanlar bu tür dâvetçilere hiçbir zaman
inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama
peygamberler böyle değildir. Rabbimiz seçtiği peygam-berlerin kendi peygamberlik
misyonuna çağırdığı dâvâsına herkesten önce inanan kişi olduğunu haber veriyor.
Böylece Rabbimiz bu ayetiyle bize de diyor ki: Dâvetçi başkalarını kendi mesajına
çağırmadan önce kendisi kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır.
Değilse o mesaj muallakta kalacak, o dâvâ icâbet görmeyecektir. Zü-mer
sûresindeki bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz peygamberinin bu konudaki tavrını
bakın şöyle anlatıyor:
"O ki
gerçeği getirdi ve onu bizzat kendisi tasdik etti. İşte onlar muttakilerin tâ
kendileridir"
(Zümer: 33)
Çünkü
peygamber insanlık için seçilmiş bir örnektir.
Kur’an-ı Kerim peygamberin kişiliği, sıfatları ve pratik uygulamalarıyla
insanlara örnek olarak takdim edildiğini haber verir. İşte burada da buyuruluyor
ki peygamber Allah’tan kendisine gelenlerin tümüne iman etti.
Hem de
O’nun ümmeti olan mü'minlerin tamamı Allah’a, Allah’ın meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Allah’a iman Allah’tan gelenlerin
tümüne iman demektir. Allah’a iman Allah’ın hayata karışacağına iman demektir.
Allah’a iman onun Rab, Melik ve İlah oluşuna iman demektir. Allah’a iman
Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir.
Allah’a iman Allah’ın belirlediği hayat programına iman demektir. Allah’a iman
kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız Allah’ın eline vermesi demektir.
Meleklere
iman, Allah’ın melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olduğuna
iman demektir. Allah’ın dünyayı yaratmış, sonra da ne haliniz varsa görün! Ben
sizinle ilgilenmiyorum. Hukukunuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, kazanmanız
harcamanız, eğitiminiz nasıl olursa olsun, nasıl bilirseniz, keyfinize nasıl
uygun gelirse öylece yaşayın! diyerek kendi köşesine çekilmiş bir Allah değil
her ân melekleri vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna iman demektir.
Meleklere
iman onlar tarafından sürekli amellerimizin tespit edildiğine iman demektir.
Meleklere iman hesap ve kitaba iman demektir. Meleklere iman âhiret hesabına
göre bir hayat yaşamak gerektiğine iman demektir.
Sonra bu
melekler vasıtasıyla Allah’ın gönderdiği kitaplara da iman etmişlerdir o
mü'minler. Kitaplara iman Allah’ın vahiy gönderdiğine iman demektir.Allah’ın
bizi kanunsuz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına iman
demektir. Onlarla sorumlu olduğumuza , Onların içindekilere göre bir hayat
yaşamaya ve onlardan hesaba çekilmeye imandır.
Bir de o
mü'minler Allah’ın kendileri için örnek olarak seçip görevlendirdiği
peygamberlerine de inanmışlardır. Peki peygamberlere iman ne demektir?
Peygamberlere iman onları takip etmeye imandır. Onların hayatta en büyük örnek
olduklarına ve onların adım, adım takip edilmesi gerektiğine imandır.
Dediler ki:
"Biz
Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisinin arasını ayırmayız."
Bunu
sûrenin önceki âyetlerinde ifade etmiştik
1-)
Peygamberlerden kimilerini kimilerine tercih ederek birbirlerinin arasını
ayırmayız.
2-)
Peygamberlerden birini veya birkaçını kabul edip diğerlerini reddederek onlar
arasında böyle bir ayırım yapmayız. Onların tümünün Allah tarafından
görevlendirildiğini, tümünün salih, sâdık olduklarını, kendilerinin Rabbimiz
tarafından hidâyete erdirildiklerini ve bizi de doğru yola ilettiklerini ikrar
ve kabul ederiz dediler mü'minler.
"Ve
(yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey
Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş sanadır."
Ey
Rabbimiz! Senin mesajın Peygamberlerin tarafından bize gelince biz onları
işittik ve itaat ettik. Senden gelene iyice kulak verdik, dikkatlice dinledik,
anlamaya çalıştık, kafa yorup anladık ve itaat ettik. Kerhen değil tav'an itaat
ettik. İstemeyerek değil isteyerek ve seve seve itaat ettik. İşittik ve hemen
uyduk. İşittik ve hemen gereğini yerine getirdik.
Burada
dikkat etmemiz gereken husus şudur: İşitmek indirileni bilmeyi, tanımayı
gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir.
Şimdi söyleyin bakalım: Kitaplarını tanıma-yan, kitaplarından habersiz bir
hayat yaşayan müslümanlar nasıl diyecekler
bunu? Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik, biz bize düşeni
yaptık onun sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim elimizde olmayarak
işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O
kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz ediver,
kaale almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım! Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye
hakkımız olacak mı?
Önce bir
işiteceğiz, okuyacağız, tanıyacağız Allah’ın kitabını ve sonra itaat edeceğiz
onlara. Samimiyetle onları uygulamaya çalışacağız, bunu yaparken de ufak tefek
kusurlarımız olmuşsa o zaman da aman ya Rabbi sen bilirsin diyeceğiz.
Bakara
sûresinde bu haklarını kaybedenleri anlattı Rabbimiz. Kitaplarını bozanları,
tahrif edenleri, kitaplarının âyetlerini az bir paha karşılığında satanları kitaplarının
âyetlerini insanlara anlatmayanları, kitaplarıyla diyaloglarını kesenleri,
kitaplarını arkalarına atanları ve böylece Allah’ın mağfiretini kaybedenleri, Allah’ın
affını kaybetmek bir tarafa Allah’ın gazabına ve lânetine maruz kalanları
anlattı Rabbimiz.
Biz de
kendimizi bu konuda hesaba çekmek zorundayız. Acaba biz de bizden öncekiler
gibi: "İşittik ve isyan ettik" diyenler-den miyiz.
Dilimizle inandığımızı söylüyor, ama hayatımızla yalanla-yanlardan mıyız?
Yoksa kimileri gibi işitmeden inandığımızı mı iddia ediyoruz? Yada işittik ama
unuttuk diyenlerden miyiz? Yoksa işittik ama hayatımız değişmedi mi diyoruz?
Allah
korusun bakın buraya kadar bakaradan iki yüz seksen altı âyet tanıdık. Peki
bütün bu âyetler ne değiştirdi bizim hayatımız-da? Bakara’yı bilmeyen dünkü
bizle Bakara’yı bilen bugünkü biz arasında bir değişiklik olmamışsa, bu kadar
âyet bizi değiştirmemişse, Bakara’yı bilmeyen şu insanlarla bizim aramızda
belirgin bir fark görülmüyorsa, bu nasıl müslümanlık diyeceğiz Allah korusun.
Veya bu Allah’ın kullarına aman siz de Bakara’yı tanıyın. Aman siz de bu sûreyi
öğrenin. Bunu nasıl ve hangi yüzle diyeceğiz? Okuyup da ne olacak? İşte siz
işte biz. İşte sizin hayatınız, işte sizin bizim hayatımız demeyecekler mi?
Okuyacağız,
dinleyeceğiz, işiteceğiz ve hemen arkasından
itaat edeceğiz. Hemen arkasından duyduklarımızı amele dönüştürme savaşı
vereceğiz ve sonra da şu duayı demeye hakkımız olacak:
Gufranını, görmezden gelmeni,
silivermeni, hesaba katma-manı, yok farz etmeni umarız ya Rabbi! Dönüşümüz
sanadır.
Ya Rabbi
bizler her ne kadar da kitabını okumuş, kitabını anlamaya çalışmış, işitmiş ve
işittiklerimizle amel etmeye itaat etmeye çalışmışsak da, kusurumuz çoktur, hatamız
çoktur. Eğer sen bizi yarlı-ğamazsan biz helâk oluruz. Çünkü bizler her ne
kadar da sana kulluk etmeye çalışsak da yine de istemeyerek, nefislerimize
uyarak veya unutarak, bilgisizce sana karşı gelebiliriz, senin emirlerini
çiğneyebi-liriz. Hele, hele içimize doğan, kalbimizden gelip geçen duygu ve
düşüncelere hiç gücümüz yetmiyor. Bunların tamamı senin için malumdur. Yarın
bunların tümünden hesaba çekilmek üzere senin huzuruna geleceğiz. Dönüşümüz
sanadır. Biz buna da inanıyoruz. Hayatımız, varlığımız nasıl sendense,
ölümümüz de sendendir ve nihâyet öldükten sonra tekrar hesap kitap adına
dirilip senin huzurunda toplanmamız da sendendir. Biz bunun bilincinde olarak
bunun için hazırlık yapmaktayız. O gün yüzü kara ve utananlardan olmamak için
elimizden gelenleri yapmaya çalışıyoruz. Bizi o günde perişan etme ya Rabbi!
Kusurlarımıza bakma ya Rabbi! Diyebilelim,
demeye yüzümüz olsun .
Ayet-i
kerîmeden anlıyoruz ki mü'minler hem işitiyorlar, hem tasdik ediyorlar, hem
itaat ediyorlar, hem kulluk yapıyorlar hem de bununla beraber kusurlu
olduklarını itiraf ediyorlar. Yaptıklarının Allah’a lâyık olmadığını daha fazlasını
yapmaları gerektiğini itiraf ediyorlar.
Mü'minler
böylece Rablerine teslimiyette bulununca, böylece Rablerine arzı ubûdiyet ve
özür beyanında bulununca bakın Rablerinden, İlâhî rahmetten de kendilerine şu
müjde geliyor:
286:"Allah
hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez. Kişinin kazandığı iyilik lehine
(kendisine) kötülük ise aleyhinedir. Rabbimiz! Unutmuş yahut hata yapmışsak
bu yüzden bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceğini bize taşıtma!
Bizi affet! Bağışla bizi! Sen bizim Mevlâ’mızsın! Kâfirler güruhuna karşı sen
bize yardım et!"
Üzülmeyin
kullarım! Rabbiniz hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Sizin
Rabbiniz doyumsuz değildir. Sizin Rabbiniz zâlim değildir. Allah’ın kullarına
yükleyeceği yük ancak kulların güç yetireceği kadardır. Hattâ onun çok çok
altındadır. Sizi yaratan Allah sizin ne kadar yük çekebileceğinizi sizin
nelere katlanabileceğinizi çok iyi bilmektedir. Allah merhametlidir. Allah
kullarını asla zorlamaz. Sıkıntıya sokmak istemez .
İşte bu
âyet daha önce geçen ve müslümanların, sahabenin belini büken:
"Kalplerinizdekileri
açıklasanız da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çekecektir."
(Bakara: 284)
Âyetini bir
görüşe göre beyan eden, açıklayan, başka bir görüşe göre de nesih eden
âyettir. Buna göre diyoruz ki Allah kalpten geçenlerden bizi hesaba çekse bile
ancak bizim elimizde olarak düşündüklerimizden hesaba çekecek, elimizde olmadan,
gücümüz yetmeyerek içimizden geçenlerden hesaba çekmeyecektir Yâni insanın kendisinden kurtulma imkânı olmadığı,
nefsin, şeytanın vesveselerin-den hesaba çekilmeyeceğiz. Ancak bu düşünceler
bizi sardığı zaman bunlardan kurtulmaya çalışacağız, unutmaya çalışacağız, reddedece-ğiz,
gereğini yapmamaya, amele dönüştürmemeye çalışacağız.
Allah
kulları için kolaylık diler, onlara güçlerinin yetmeyeceği zor yükler
yüklemez. Hani sûrenin önceki bölümlerinde geçti:
"Allah
sizin için kolaylık diler zorluk dilemez."
(Bakara: 185)
Sonra sakın
yanlış anlamayın! Bu kulluk adına yaptıklarınız Allah için değil kendiniz
içindir. Allah’ın bunların hiçbirisine ihtiyacı yoktur. Hem dünyanızın mutlu,
hem de âhiretinizin mamur olması için Allah size bunları emrediyor.
"Kişinin
kazandığı iyilik lehine (kendisine) kötülük ise aleyhinedir."
Herkesin
kendi kazancı kendisinedir. Kim bir iyilik yaparsa o kendine, kendi lehine, kim
de bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. İyiliğin sevabı da kötülüğün vebali
de kendisine ait olacaktır. Yaptıklarınızın yararları da zararları da
menfaatleri de mazarratları da Allah’a değil kendinizedir.
Öyleyse kendisini seven , kendisi
için iyilik bekleyen kişi, yaptıklarıyla kendi kendisine zulmetmesin. Kendini
can yakan dayanılmaz ateşten korumasını bilsin. Bunun için de hayırların en
güzelini kendisi için işlesin. Kendisini ateşe götürecek amellerde bulunmasın.
Kendi kendini kendi elleriyle cehenneme atmasın diyor Rabbimiz. Sonra da
mü'minlerin çok hoş bir duasını hatırlatıyor, ya da mü'minlerin böylece dua
etmelerini istiyor. mü'minlere dua yolunu gösteriyor ve böylece onu kabul
edeceğini de işaret ediyor, teminat veriyor. Bakın şu duayı yapmalarını istiyor:
"Rabbimiz!
Unutmuş yahut hata yapmışsak bu yüzden bizi sorumlu tutma!"
Ya Rabbi
bize teklif ettiklerini imkânımız nispetince en iyi şekilde ifa etmeye
çalışıyoruz, çalışacağız. Hattâ farzların da ötesinde nafilelerle hayır
kazanmak üzere senin rızanı kazanmaya azmettik. Ama insan oluşumuzdan, beşer
oluşumuzdan ötürü senin emirlerinden, senin farzlarından birini unutur veya
iyi bir şey yapıyoruz zannıyla yasaklarına, haramlarına düşersek, hata edersek
bunlardan dolayı da bizi hesaba çekme ya Rabbi. Bu iki şekilde olur:
1-) Ya
hayrı, hayır bilgisinden mahrum olunduğu için terk etmek şeklinde olabilir.
Yâni emrin, farzın farkında olunmadığından emir terk edilmiş olur. Hayrı
unutmak hayırdan habersiz yaşamaktır.
2- )Ya da
şerri, haramı yanlışlıkla emir zannederek işlemekle olur. İşte bunlara unutma
ve hata denir. Bunların kimilerinde kişi mazur sayılırken kimilerinde mazur
sayılmaz. Bunu şöyle ifade edeyim inşallah: Unutma ve hata iki türlüdür:
a:)
Birincisi sahibinin mazur görülebileceği unutma ve hatalar.
b:)
İkincisi de sahibinin mazur görülemeyeceği unutma ve hatalar.
Meselâ bir
adam üzerinde bir necaset görse de bunu temizlemeyi geciktirse, hemen
temizlemeyi geciktirdiği için, hemen temizlemeye gayret etmediği için sonra da
unutup o elbiseyle namaz kılmışsa bu adam mazur sayılmaz.
Veya bir
adam dinin emirlerini öğrenmeye çalışmaz veya öğrendikten sonra onu unutmamak
için amele dönüştürme ya da onu başkalarına duyurma gibi bir çabanın içine
girmez ve böylece unutursa o kişi de mazur sayılmaz. Bunun için yukarıda
borçlarla ilgili bir örnek vermişti Rabbimiz. Unutmamak için yazılmasını
öğütlemişti. Allah’ın emirlerinin tamamı böyledir. Hani unutarak yanlışlıkla
içilen bir zehirin zararı yoktur denilemez
değil mi? Onun içindir ki âyet-i kerîmede, ya Rabbi! Bizi unuttuklarımızla
mükellef tutma! denmemiş de, bizi bu unuttuklarımızla muaheze etme! Bizi
bunlardan sorumlu tutma ya Rabbi! denilmiştir. Bunlarla mükellefiz ama
bunlardan hesaba çekilmemek üzere bizden dua etmemiz isteniyor .
Allah’ın
Rasûlü bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
"Hata
ve unutmadan doğan sorumluluklar ümmetimden kaldırılmıştır."
(İbni Mâce, Talâk 16)
Yine başka
bir hadislerinde bakın şöyle buyurur:
"Şüphesiz
ki Allahu Teâlâ ümmetimden hatayı, nisyanı (unutmayı) ve ikrah olundukları
şeyleri bana bağışladı."
(İbni Mâce)
İslâm
müsamaha dinidir. Allah bizim hayatımız için en güzel en uygun kanun
koyucudur. Bir yer bir vida için hazırlanmışsa elbette oraya ancak vida girer.
Altından gümüşten vidalar bulsanız bile oraya uygun değilse bir mânâ ifade
etmeyecektir. Bizi yaratan bizi bizden, bizi herkesten daha iyi bilir.
Hakkımızda en güzel prensipleri de ancak o vazedebilir başkası değil.
İnsan iki
yönlü bir varlıktır. Bir yönüyle Allah’tan gelen ruh sahibi, diğer bir yönüyle
de dünya şartlarıyla ilgili beden vücut sahibidir. Birinci yönüyle insan
Allah’a bağlanmaya, sığınmaya, kulluk etmeye ihtiyaç içinde içindeyken diğer
yönüyle de yemeye, içmeye, cinsel ilişkiye, yatmaya, uyumaya ihtiyacı vardır.
Allah yaratan, düzenleyen, kanun koyan öyle bir Rab ki yarattığı bu varlığın
bütün ihtiyaçlarını, bütün arzularını, bütün gereksinimlerini, bütün
zaaflarını, bütün özelliklerini bilerek onun için sistem vazeder.
Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde yarattığı insanın özelliklerinden, yoğurduğu mayasından
bahseder. Zâlimdir, cahildir, nankördür, cimridir, acelecidir, itirazcıdır,
meşakkat içindedir, mala karşı, dünyaya karşı, kadına erkeğe karşı meyillidir,
unutkandır gibi onun pek çok özelliklerinden söz eder. Yaratan hiç yarattığını
bilmez mi? Yaratan yarattığının mayasını tanımaz mı? Bilir elbette. Hattâ hiç
kimsenin bilemeyeceği kadar.
İşte bu
hadiste ve âyet-i kerîmede anlatıldığına göre kullarının unutkanlığını,
unutacağını, hata edeceğini çok iyi bilen
Rabbimiz bu iki şeyin günahından müminleri bağışlamıştır. Hata ve
nisyan. Bir de ikrah, yâni zorlama.
Hata; meşru
bir şey yapmak isterken kastı olmayarak kişinin gayri meşruya düşmesidir.
Meselâ bir hayvanı, yahut bir kâfiri öldüreceğim derken hataen bir müslümanı
öldürmesi veya kendi malı zannederek hataen bir başkasının malını telef etmesi
ya da ihramlı iken hataen bir hayvanı öldürmesi, hataen birisine zarar vermesi,
birinin gözünü çıkarması gibi. Kulun böyle hataen yaptığı şeylerde kasıt ve
niyet olmadığı için Allah bunların günahını kaldırmıştır. Ama şurasını
unutmayalım ki bunlara tereddüp eden cezalar bâkîdir.
Meselâ
hataen bir mü'mini öldüren kişi diyet cezası ödemek zorundadır. Veya hataen
bir başkasının malını telef eden kişi onu tazmin etmek zorundadır. Hataen bir
hayvan öldüren ihramlının, ha-taen göz çıkaran kişinin belli cezaları vardır.
Bunlar hatadır.
Nisyana, yâni unutmaya gelince:
Nisyan; kişinin bir şeyi bilip de onu yaparken unutmasıdır. Meselâ kişi
abdestsiz olduğunu unutarak namaz kılarsa bu fiilinden ötürü ona günah yoktur.
Ama abdestsiz olduğunu hatırlar hatırlamaz namazını iade etmesi gerekir. Bir
kişi besmeleyi unutarak hayvan keserse İmam Ahmed’e göre bu hayvan yenir, zira
bundan geri dönüşü yoktur. Kişi unutarak bir namazı terk etse bunda bir günah
yoktur. Hatırlatınca o namazı kaza eder. Uyku da böyledir. Ama kişi bunun
ortamını kendisi hazırlarsa, meselâ gece geç saatlere kadar televizyon
seyrederken sabah namazına kalkamıyorsa bundan sorumlu olacaktır Allahu âlem.
Allah’ın Rasûlü:
"Kim
uyur ya da unutarak namazı terk ederse, uyanınca veya hatırlayınca onu iade
etsin. Bundan dolayı o kişiye kefaret yoktur."
Buyurur.
Kişi,unutarak
namazda konuşsa bu fiilinden ötürü kendisine günah yoktur ama sahih olan
kavle göre namazı bozulmuştur. İadesi gerekir. Öyleyse bir şeyi unutmadan evvel
ne yapmamız gerekiyorsa onu hatırlar hatırlamaz aynı şeyi yapmak zorundayız.
Allah,
âyetleriyle alay edilen, İslâm’la, Kur’an’la alay edilen bir mecliste oturmayı,
bulunmayı yasak etmiştir. Ama diyelim ki şeytan bunu bize unutturdu ve biz
orada oturduk. Şeytan bizi orada oturtuverdi. Bunu hatırladığımız anda unutmadan
evvel ne yapacaksak onu yapmak zorundayız. Unutmasaydık, şeytan bunu bize
unutturmasaydı ne yapacaktık? Oturmayacaktık değil mi? İşte hatırlayınca da
hemen onu icra edecek , derhal kalkacağız o meclisten. Değilse aynen onlar gibi
oluruz Allah korusun.
Meselâ
çocuğumuz seccadeye işemiş, bizde bilmeden onda namaz kılmışız. Sonra da
görmüşüz, ya da bunu hatırlamışız. Bu fiil, nisyanımız sebebiyle affolmuştur,
fakat hatırlar hatırlamaz hemen namazımızı iade etmek zorundayız. Fakat
tamamen unutmuş ve hiç hatırlamamışsak o zaman bu namazımız olmuştur.
Oruç da
öyledir, ama oruç için özel bir nass var. Unutarak yiyip içeni şeriat affetmiştir
ve o kişi, tekrar orucuna devam ediyor.
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Kim
unutarak orucunu yemiş içmişse orucunu ikmal etsin. Zira onu ona yediren
içiren Allah’tır."
Buyurur.
Ama nikâh
konusunda durum böyle değildir. Meselâ bir kadın ve erkeğin evlenmesinden önce,
unutup da ses çıkarmayan bir kadın sonradan durumu hatırlayıp da: "Eyvah!
Ben ikinizi de birlikte emzirmiştim!" derse bu yapılan nikâh hatadır ve
başkasının nisyanından kaynaklanarak meydana gelmiş olan bu hatadan taraflar
ayrılarak, boşanarak dönülür. Burada geriye dönüş emredilmiştir. Ama kimi
nisyanlardan geriye dönüş mümkün değildir. Meselâ üç bardaktan ikisinde su,
birisinde de içki var. Unutarak su zannıyla içkiyi içmişse bir kişi, bunun
geriye dönüşü yoktur. Bunun geriye dönüşü ancak intibadır, bu kişinin, dikkatli
olması ve tevbe etmesi istenir.
Eğer kişi
bunları kendi ihmalinden ötürü meydana getirirse, meselâ dini vazifelerini
öğrenme yoluna girmez, veya belledikten sonra onu unutmamak için tekrar tekrar
mütalaada bulunmaz, onu amel haline getirmez ve onu başkalarına duyurarak kendi
malı haline getir-mezse ve böylece onu unutursa bu unutma da mazur sayılmayacaktır
diyoruz.
İkinci bir
dua, veya duanın devamı :
"Ey
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme."
Yâni ey
Rabbimiz bizden önceki ümmetlere yaptığın gibi altından kalkılmaz, üstesinden
gelinmez, zor dayanılır, bel büken boyunduruklar, meşakkatli buyruklar altında
bulundurma bizi! Sonunda mükelleflerini çileden çıkaracak, kimilerini
maymunlaştırıp kimilerini yerin dibine batıran, kimilerini birbirlerini
öldürmeye, kimilerini zillet ve meskenet damgası yemeye götüren ağır sıkıntılara
sokma bizi.
"isr"
lügatte hapis, esaret anlamına gelir. Altında kalanı ezen, kahreden, nefes
aldırmayan ağır yük demektir. Anlaşılıyor ki tarihte bizden önceki ümmetlere
yahudi ve hıristiyanlara çok ağır yükler yüklenmiş. Meselâ kendi şirretliklerinden
ötürü yahudilere elli vakit namaz kılmaları, mallarının dörtte birini zekât
olarak vermeleri, necaset bulaşmış elbiselerini kesmeleri, vatanlarından
sürüp çıkarılmaları, toptan kılıçtan geçirilmeleri, tevbelerinin kabulü için
intihar etmeleri ya da birbirlerini öldürmeleri, işledikleri bir isyan üzerine
hemen cezalarının anında verilmesi, ramazan gecelerinde de hanımlarına yaklaşma-maları
gibi.
İşte
Rabbimiz merhametinden dolayı müslümanlara böylece dua etmelerini öğütledi.
Onlarda böylece dua ettiler de Rableri onların dualarını kabul edip onların
omuzlarında bu yükleri kaldırıverdi. Kul Allah’a kul olursa Allah da ona
lütuflarda bulunacaktır elbette. Sonra:
"Rabbimiz!
Gücümüzün yetmeyeceğini bize taşıt-ma!"
Yâni ey
Rabbimiz hem bize kolay kulluklar yükle, hem de yüklediğin vazifeleri ifa etme
konusunda bize güç ve kuvvet ver, sabır ver, dayanıklılık ver, bizleri buna muvaffak
kıl. Bizi altından kalkamayacağımız belâlar, imtihanlar ve iptilâlarla imtihan
etme. Hiç çekilmez, dayanılmaz, takat getirilmez, yerine getirilmez imtihanlar
altında bizi inletme ya Rabbi. Hastalık gibi, yokluk gibi, felâketler gibi,
zillet ve meskenet gibi. Çünkü biliyoruz ki, istediklerini yapsak bile sana
lâyık, senin istediğin biçimde yapamayınca kaldıramayacağımız, dayanamayacağımız azapları hakketmiş
olacağız. Bu konuda bize merhamet buyur ve yükümüzü hafiflet ya Rabbi.
İslâm’ın
kolay hükümlerinden bizi ayırma ya Rabbi. İslâm sisteminin gölgesinden
ayrılmaya, başka sitemlerin pisliğine, ağır, ezici ve kahredici yüklerinin
altına girmeye, böylece senin rahmetinden, se-nin siteminin rahmet ve bereketinden
cüda düşmeye bizler dayanamayız. Bizleri senin sisteminin kolaylıklarından mahrum
etme ya Rab-bi. Zira başkaları asla senin kadar merhametli, senin kadar cömert
değildir. Başkaları doyumsuzdur, zâlimdir, cimridir, bizi başkalarının eline düşürme
ya Rabbi.
"Bizi affet! Bağışla bizi! Sen
bizim Mevlâ’mızsın! Kâfirler güruhuna karşı sen bize yardım et!"
Bizi affet!
Sana karşı bilerek veya bilmeyerek, bizim bildiğimiz senin de bildiğin, bizim
bilmediğimiz senin bildiğin tüm günahlarımızı affet. Hatalarımızı siliver,
kusurlarımızı görmeyiver, bu sana lâyık olmayarak yaptıklarımızı hesaba
katmayıver, bizi onlardan sorumlu tut-mayıver. Bizim geçmiş günahlarımızı
affettiğin gibi gelecekte de bize muvaffakiyet vererek yeni yeni günahlara
düşürme. İyiliklerimiz, hayırlarımız çok az olmakla beraber sen bizim mizanlarımızı
ağırlaştırarak bize merhamet eyle. Bize şu üç konuda acı ya Rabbi. Sana karşı
işle-diklerimiz günahlarımızı bağışlayarak, diğer kullarından bizim bu günahlarımızı
setrederek, bizi el âleme karşı rezil rüsva etmeyerek ve de bizi bundan sonraki
hayatımızda da muhafaza ederek yeni günahlara düşmeme konusunda koruyarak bize
merhamet buyur ya Rabbi.
Çünkü sen
bizim Mevlâ’mızsın. Bizim velimiz sensin. Bizler senin velâyetini kabullendik.
Senin aldığın kararları kendimiz için bağlayıcı kabul ettik. Kendi iradelerimizden,
kendi zevklerimizden vazgeçip senin seçimini seçim kabul ettik. Boyunlarımızdaki
iplerin ucunu sana verdik.
Sana
dayandık, sana güvendik, sana tevekkül ettik, kulluğu-muz, köleliğimiz
sanadır, övgümüz sanadır, minnetimiz sanadır, senin huzurunda eğilen başlarımız
asla başkalarının önünde eğilmedi. Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim kendisine güvendiğimiz,
safında yer aldığımız Rabbimiz! Sen bizim Mevlâ’mızsın o halde kâfirler
güruhuna karşı, sana inanmayan, senin dinini reddeden, sana karşı savaş açan, kitabına
karşı savaş açıp onu gündemimizden düşürmeye çalışan, pey-gamberine karşı gelip
onu reddeden, sana karşı bir kısım fânileri tanrılaştırıp sana inat onlara
kulluk yapmaya kalkışan, senin kullarını bir kaşık suda boğmaya çalışan, senin
mülkünde, senin arzında sana ve senin sistemine hayat hakkı tanımayan bu kâfirlere karşı bize yardım et ya
Rabbi... Amin..
Muaz Bin
Cebel Bakara sûresini bitirince "Amin Allah’ım! Amin Allah’ım! Amin"
dermiş. Biz de amin diyerek sûreyi bitirmiş olalım inşallah.
Rabbimize
sonsuz hamdü senâlar olsun ki Bakara sûresini birlikte okumaya, tanımaya ve
onu itmama bizi muvaffak kıldı. Allah anladıklarımızla iman etmeyi, bu imanlarımızla
hem kendimizi, hem de sorumlu olduklarımızı diriltmeyi nasip kılsın inşallah.
Bakara’dan habersiz yaşayan bu toplumu sizler vasıtasıyla bu sûreyle tanıştırsın.
Onların da dirilişlerini sizin elinizle mukadder kılsın inşallah. Vel-hamdü
lillahi Rabbil âlemin.
İnşallah
Âl-i İmrân sûresinden kitabımızı tanımaya devam ederiz. Bu arada sizler bu
sûreyi inşallah ulaştırabileceğiniz kimselere ulaştırma çabasında olursunuz.
Allah yardımcımız olsun. Sübhanekel-lahümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ İlâhe
illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk. Ve ahiru dâvâna enilhamdü lillahi Rabbil
Âlemin.