2) EL-BAKARA   SÛRESİ 3

Meal 3

Tefsir 3

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 6

İmanı Bil-Gayb. 12

Meal 12

Tefsir 13

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 15

Meal 17

Tefsir 17

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 20

Meal 22

Tefsir 23

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 26

Meal 30

Tefsir 30

Melekler 30

«Adem'e Secde Edin». 31

Halife. 31

Luğatlakın Yaratılması 31

İlim.. 32

Âdem'e  (A.S.)  Secde Etmek Meselesi 32

İblisin Kimliği 33

Hz. Adem'in Eşi 33

Cennet 33

Yasak Ağaç. 34

Cennette Vesvese Olur Mu?. 34

Sınıflar Arasında Düşmanlık. 34

Adem'in (A.S.) Tevbesi 34

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 35

Yasak Edilen Ağaç. 45

Yasak Ağacın Özelliği 45

Yasağın İhlâlinden Doğan Felâket 46

Ezeli Düşmanlar 47

Adem'in İniş Yeri 47

İlk Örgü İlk Elbise. 48

İlk Ağlama. 48

Yere İnmenin Nedeni 49

İlk Tevbe. 49

Yerde İlk Dua ve Yakarış. 49

Adem'in Aldığı Kelimeler 52

İlk Cenaze Techizi 53

İlk Cenaze Namazı 54

Adem'in Kabri 54

Tarihin Başlangıcı 55

Meal 55

Tefsir 55

Kafirin Cehennemi Daimîdir 55

İlâhî Yardımın Şartı 56

Allah'ın Ve İnsanların Ahdî 57

Kur'an Para Karşılığı Okunur Mu?. 57

Va'zın Yararlı Olmasının Şartı: 58

Akıl Nedir?. 58

Sabır Nedir?. 58

Namaz Kimlere Ağir Gelir 59

İsrailoğullabının Üstünlük Meselesi 59

Şefaat Ve Fîdye Meselesi 59

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 60

Meal 62

Tefsir 63

Cezir Ve Med Hadisesi 63

Musa İle Cenabı Hakkın Vâdleşmesi 63

Tevrat 63

Tevbe Meselesi 64

Allah'ı (C.C.) Dünya Gözüyle Görmek. 64

Çarpan Yıldırım.. 64

Gölgelik Bulutu. 64

Kudret Helvası, Bıldırcın Kuşu. 64

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 65

Meal 66

Tefsir 66

Pınarlar Fışkıran Taş : 66

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 67

Meal 68

Tefsir 69

Beni - İsrail İneği 69

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 70

Mühim Bir Noktadır 71

Meal 72

Tefsir 73

Tefsir-Î Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 74


2)
EL-BAKARA   SÛRESİ

 

Medine Döneminde Nazil Olmuştur İkiyüz Seksen Altı Âyettir

 

Meal

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle..

(1) elif, lâm, mim

(2) Şu kitab (varya) onda hiç şübhe yok­tur. Takva sahihleri için hidâyet kaynağı [delil ve yol gösterici]dir.

(3) O, takva sahihleri ki, «gaybe» inanırlar, namazı kılarlar ve onlara nzık olarak verdiğimizden infak edip dağıtırlar.

(4) O, takva sahih­leri ki, sana inen kitaba da ve senden önce inen kitablara da iman ederler ve ahirete de onlar şüphesiz inanırlar.

(5) İşte bu nitelikler sa­hibi bulunan takva ehli Rabblerinden verilen hidâyet (doğru yol) üze-rindedirler. tşte bahsi geçen niteliklere sahih bulunan müttakiler fe­laha kavuşanların tâ kendisidirler![1]

 

Tefsir

 

«el-bakara» luğat manâsı inek demektir. Bu sûrede ineğin bir parçasının vurulmasıyla öldürülen bir. insanın can bulup dirilmesinden bahsedildiği için bu sûreye isim olarak «el-bakara» adı verilmiştir.

Her şeye kadir bulunan Rabbimizin emriyle cereyan eden ve ak­im görünürdeki kapsamım aşan bu olay, ehemmiyeti yönünden ismini sûreye verdirmiştir.

(l) Elif, Lam, Mim birer isimdirler. Musamma (mânâ) lan ise kelime­leri oluşturup meydana getiren harflerdir. Meselâ: «elif» (ı) nin, «Lâm» (J) nin ve «Mim» ( f ) nin adıdırlar. Bu durumu, nahiv âlim­lerinden «Halil» ve «Ebu-Ali» açıkça ifade ettiler.

Allah Resulünün (S.A.V.): «Allah'ın kitabından bir harf okuyana bir «hasana» verilir. Bir Hasana on benzerinin değerini verir. Ben «elif-lâm-mim» bir harfdir demem. Bilakis ELİF bir harf, lâm başka bir harf ve mim de başka bir harfdir.» (Hadîs-i İbnu-Mes'ud ri­vayet etti) hadîsi şerifindeki, harf tabiri, devri-saadetten sonra ihdas edilen isim ve fiil karşılığı ve kelime'nin parçası olan HARF de­ğildir. Zira bu tâbir o dönemden sonra ihdas edilmiştir. Hadîs-i şerif-deki, harf tâbirinden lügat mânası kasdedilmiştir. Umulur ki, bu isim­lere mânalarının adı takılmıştır. zira harf, elif'in mânası olan (ı) nin adıdır. Mecazi yönden elife harf adı verilmiştir.

Başka bir görüşe göre, bu kelimeler, başında bulundukları sûrele­rin adıdırlar. Eğer böyle olmazsa, bu harflerle hitab etmek manasız bir şeyle hitab etmek, arab bir kimseye zenci lisanıyla konuşmak gibi olur. O zaman Kur'ân'ın tamamı açıklama ve hidâyet olamaz. Onunla Peygamberimiz düşmanlarına meydan okuyamaz. Oysa bunun aksi sa­bittir.

Diğer bir görüş «Bu harfler, Kur'ân'ın isimleridirler. Bunun için de «El-Kitab» ve «El-Kur'ân» kelimeleri bunlara haber düşmektedir.»

Başka bir iddia: «Bu harfler, Allah'ın isimleridirler. Bunun delili Hz. Ali'nin şu sözleridir: «ey kâf-hâ-yâ sad, ey hâmim-ayin-sin-kâf».-

Hz. Ali'nin bu sözleri «Ey bu harfleri indiren» mânasında olma ih­timali taşıdığından ötürü bahsi geçen görüşe tam delil olamaz.

Diğer bir tefsir: Elif, boğazın en yukarısından çıkar. Orası harf­lerin çıkış noktasının başlangıcıdır. Lâm, çıkış noktasının ortası olan dilin kenarından çıkar ve MİM çıkış merkezinin son noktası bulunan dudaklardan çıkar. Bu üç harfi bir araya getirmesinin hikmeti şu ol­sa gerektir: «Kulun konuşmasının önü de, ortası da ve sonu da Al­lah'ın zikri olmalıdır!..»

Başka bir tefsir: Bu harflerin bilgisi Allah'a mahsus birer sırdır. Hülefayi Râşidin ve diğer ashabdan bu tefsire yakın mânalar rivayet edilmiştir. Onlar, bu harflerin Allah ile Resulünün arasında birer şif­re ve Remz (işaret) olduğunu kasdederler. Bu Remizlerden sadece Re­sulünün anlamasını kasd buyurmuştur!..

Cıfır hesabıyla bazı milletlerin yaşama müddetlerine işaret etme­lerini ifade eden Hadîsin yüzde yüz bunun delili olması sabit değildir. Zira ihtimal vardır ki; Elif-Lâm-Mim'i dinledikten sonra: «Yaşama müddeti yetmiş bir sene olan bir dine nasıl girebiliriz!..» diyen Yahu­dilere Resulün tebessüm etmesi ve Yahudilerin «Bundan başkası var mı­dır?» suallerine: «Elif-Lâm-Mim-Sad, Elif-Lâm-Râ, EIif-Lâm-Mim-Râ da vardır» cevabı, Yahudilerin «aklımızı karıştırdın. Hangisini alaca­ğımızı bilemeyiz?» hayretlerini dinlemesi, onları tasdik etme mesabe­sinde değil de cahilliklerine karşı sâdır olmuştur. Tasdik mânasında değil, techîl mânasında gelmiştir. Yani Resûlullah (S.A.V.) onların cahîlliğine gülerek onların getirdiğinin türünden Mukata'a harflerini sıralamıştır!...

İbnu-Abbas'dan gelen bir rivayette de «Elif Allah'ın nimetlerine, Lâm Lafze-i Celâle ve Mim Allah'ın mülküne işarettir. Elif-Lâm-Râ-Hâ-Mim ve Nun'un yekûnu Allah'ın Er-Rahman sıfatım teşkil eder­ler.

Elif-Lâm-Mim'in mânası: Ben Allah olarak daha iyi bilirim! de­mektir» diye vârid olmuştur.

Yine İbnu-Abbas'dan «Elif, AUah'dan; Lâm Cebrail'den ve Mim Muhammed'den alınmıştır. Mânası: Kur'an AUah'dan Cebrail'in diliy­le Hz. Muhammed'in üzerine inmiştir.» demektir. Bütün bu tevillerden sonra deriz ki; «elif-lâm-mim»in mânasını gerçek şekilde ancak Al­lah bilir. Sûrelerin başında gelen diğer Mukattaa harfler de böyledir.

(2) «O, Kitab (var ya)!..» Rabbimiz burada daha önce bahsi geçmiş bir kitabtan bahsetmektedir. Bu bahis ya «Elbette senin üzerine ağır bir söz indiririz!» gibi âyetlerde geçmiştir veya daha önceki, Peygam­berlere indirilen kitablarda bahsi geçmiştir.

«El-Kitab», masdardır. Mübalâğa için sıfat düşmüştür. Veya Li-bas'ın melbus (giyinen) mânasına geldiği gibi, Kitab'da Mektub (ya­zılmış) mânasına gelmiştir.

«O Kitab'da şek ve şübhe yoktur» mânası o derece açıktır, getirdiği deliller o kadar barizdir ki, sağlam bir beynin sahibi bakar bakmaz Onun Allah'ın katından inen bir vahyi olduğunu anlar. Hem de mu-hatablannı mukavemetken ve benzerini getirmekten aciz bırakan bir vahyi!.. «Onda şübhe edenler yoktur» demek değildir. Zira yer yüzün­de yaşayanların ancak üçte biri Ona iman ederler.

Bâzı tefsir âlimleri: «Müttaküer için Onda şübhe yoktur» şeklin­de tefsir etmişlerdir. İttika sıfatına sahib olmayan kimseler ise şübhe-ye düşebilirler o, Kitabdal...

«Müttaküer için hidâyet kaynağıdır» deyip onlara Kur'ân'ın hidâ­yetini tahsis etmesi, onların Kur'ân'dan istifadeye baş vuran tek gurub olduklarından ileri geliyor. Yoksa Kur'ân bütün insanlara; kâfire de müslümana da gelmiştir. Herkes için istifade kapısı açıktır. Bu itibar­ladır ki Cenab-ı Hakk başka bir âyetinde:

«İnsanlar için hidâyet kaynağıdır.» buyurmaktadır.

müttakî, Allah'ın nizamına göre; âhiretine zarar veren şeyler­den şiddetle kaçınan kimse demektir.

Takvanın üç mertebesi vardır:

a) Şirk (Allah'a ortak) koşmaktan kaçınmak suretiyle ebediyyen ateşte yanmaktan sakınmaktır.

b)Günâh getiren fiil (yapmak) ve terkin küçüğünden ve büyü­ğünden sakınmaktır. Şer'ân takva böyle bilinmektedir.

c) Sırrını (iç alemini) Hakk'tan   meşgul eden nesnelerden sa­kınmak ve bütünüyle Hakk'a yönelmektir. İşte hakiki takva budur. «Ey iman edenler!    AUah'dan   takvanın   gerçeğiyle   sakınınız»   âye-tiyle takvanın bu üçüncü mertebesi kasdedilmiştir.

(3)«O, muttaküer ki gayba iman ederler!..»

Bu âyeti celîleye ikinci bir mâna daha verilmiştir, o da şöyledir: «Gayba iman edenler var ya, onlar Rabblanndan gelen bir hidâyet üze-rindedirler.»

takva, iyilikleri yapmak, kötülükleri terketnıekle tefsir edilirse, bu âyet-i celîle onun açıklamasını yapan âyet olur. Şöyle ki, iyilikleri, gayba iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Kur'ân'a ve daha önce Allah katından inen kitablara iman etmekle açıkladı. Bunların aksi de kötülüklere tefsirdir. Zira bu ameller, diğer ameller ve tâatların esasıdırlar. Bedenî ibâdetlerin, nefsî amellerin ve malî tâatların kökenidirler. Acaba «Elbette namaz her türlü fuhşiyattan ve münker-den insanı alıkoyuyor.» [2] âyetiyle«Namaz dinin direği, zekât Islâ-mın köprüsüdür!» hadîsi bu mânayı ifade etmiyorlar mı?

iman, lûgatta tasdik mânasına gelir. İstilanda; kalb ile tasdik, dil ile ikrar demektir. Yani iman'ın şer'î mânası; yüzde yüz Hz. Mu-hammed tarafından getirildiği bilinen emirlerin doğruluğunu kalbinle tasdik edip kabul edeceksin ve kalbindeki, bu durumu dilinle de söyle­yeceksin. Tevhid (Allah'ı birleme) Nübüvvet (Peygamberlik), Ölüm­den sonra dirilme (Haşır) ve amellerin karşılığının verilmesi gibi di­nin zaruri maddelerinden ibarettir.

Hadîs âlimlerinin Cumhuru, Mu'tezileler ve Hariciler «İman, Hakk'a inanmak, Hakk'ı dü ile ikrar etmek ve Hakk'ın gereğini bede­nen işlemek üçlüsünden meydana gelir» dediler. Binaenaleyh bu görü­şe göre sadece itikadını bozan bir kimse imanın dışında olduğu gibi, ikrarı bozan da küfre girer. Ameli bırakan ise, ittifakla fâsıktır. Fakat Haricilere göre kâfir, (Mûtezile'ye göre) imandan çıkmış lâkin küfre girmemiştir. «Yani iman ile küfür arasındadır dediler». iman'm yal­nız tasdik mânasında olduğunu destekleyen âyetler: «Onlar var ya onların kalbinde iman yazdı.»[3] «Onun kalbi imanla sükûnet bul­muştur.»  [4] «Onların kalbleri iman etmedi.» [5] «Sizin kalblerinize kesinlikle iman girmez![6] Bütün bu âyetler imanın sadece tasdik ve ikrardan ibaret olduğunu gösterir.

Bir de Cenab-ı Hakk (C.C.), bir çok âyette imanın üzerine salih ameli eklemiştir. Salih amelin yannıda günâhları da zikretmiştir. Me­selâ:

«Eğer mü'minlerden iki gurub savaşırsa [7] «Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında sizin üzerinize kısas farz kılınmıştır.»[8] «O kimseler ki, iman ettiler ve imanlarına zulmü giydirmediler!..» [9]

 

Eğer Haricilerle Mu'tezilenin dediği gibi amel imana dahil olsay­dı bu atıflar caiz olamazdı. Zira bir şey nefsinin üzerine atfedilmez. Bütün bu izahlardan sonra âlimler: «Acaba sadece kalbin tasdiki iman'da kâfi gelir mi? Maksad kalbin tasdiki olduğu için bu tasdik yeterli midir veya mümkün olan dil ile ikrar da ona bitiştirilmeli mi­dir» diye ihtilâf etmişlerdir.

Umulur ki, ikinci görüş (yani tasdik ile ikrarın lüzumunu savu­nan fikir) doğrudur. Zira Rabbimiz kusurlu cahilden daha fazla bilgili inatçıyı yermiştir. Çünkü cahil bilmediği için ikrardan kaçmıştır. Öbü­rü ise, ikrar imkânına sahib olduğu halde inad göstermiştir.

gayb, hissin idrak edemediği, ve aklın bedahetinin (açık görü­nürlük) gerektirmediği gizli emirdir.

Gayb iki kısma ayrılır:

a) Bilinmesi İçin delil bulunmayan hakikattir. Cenab-ı Hakk'ın «O'nun katındadır gaybın anahtarları   O'ndan   başkası O gaybı bil­mez!..» âyeti bu kısma işarettir.

b) Bilinmesi için delil bulunan ve burhanlar mevcud olan haki­kattir. Kâinatın yaradanı olan Allah'ın varlığı, sıfatlarının varlığı, Kı­yamet gününün varlığı, meleklerin, kıyamet hallerinin, kabir halinin varlıkları gibi.. İşte bu âyet-i celîlede gaybın bu ikinci kısmı kasdedil-miştir.

Eğer gayb'den lügat mânası olan «gizlilik» kasdedilip hâl tak­dir edilirse, âyetin mânası şöyle olur: «Onlar, münafıklar gibi değil­lerdir, sizden gaip oldukları halde de iman ederler». Zira münafıklar imanlılarla bir arada bulunduklarında, «iman. ettik» derler. Şeytanla-nyle başbaşa kaldıklarında, «biz sizinleyiz, biz ancak müslümanlarla istihza (alay) ederiz» derler!..

Veya mânası şöyledir: «Onlar iman ettikleri hakikati görmedikle­ri halde bu gizliye inanırlar!..» Zira îbn-u Mesud (R.A.) «Kendisinden başka mâbud bulunmayan Allah'a yeminu-kasem ederim ki, hiç kim­se gaybe olan iman gibi bir imana sahib değildir» dedikten sonra bahsi geçen âyeti okudu.

Başka bir tefsir «Gayibten maksad, kalbdir. Çünkü kalb gizlidir. Bu te'vile göre âyetin mânası şöyledir: «O kimseler ki kalbleriyle iman ederler. Ağızlarıyla; biz iman ettik deyip kalblerinde olmayanı söyle­mezler!..» ilâ ahiri...

«Namazı kılarlar!..» yani «Namazın rükûnlarını gözeterek ve onun Fiillerine herhangi bir gösteriş ve riya katmayarak kılarlar» demek­tir. Namaz (salât) kelimesinin kökeni dua manasınadır. Namazın bütününe dua mânasında olan «salât» denilmiştir. Zira dua nama­zın mühim bir kısmım teşkil etmektedir. Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Dua, ibadetin iliğidir, beynidir!» dedi. Allah'ın medh-u senasına ancak na­mazın zahirî farzlarım, sünnetlerini gözetip onun bâtını haklan olan huşu, kalbiyle Allah'a yönelmek gibi hallere dikkat eden mazhar olur. Namazdan gafil olanlar değil. Zira Rabbimiz «Namazlarından gafil bulunan namaz kılanlara vayl (azab veya yazıklar) olsun!» dedi. (el-Maun: 3)

«Kendilerine nzık olarak    verdiğimizden de infâk ederler!..» bu âyeti Celîledeki intak, zekât ve sadaka'yı birden kapsar. Yani iki­si de înfak mefhumuna dahildir. Kul infaktan ötürü gurura girme­sin diye, Allah rızkı nefsine isnad etti, «Benim sana verdiğimin bir par­çasını veriyorsun. Verdiğinden ötürü mağrur olma!» diye ikaz eder.

Ehli sünnete göre"; helâl nzık olduğu gibi haram'da nzıktır. Mu'tezileye göre; kulunu HARAMI yemeye ve elde etmeye muvaffak etmek, Allah için muhaldir. Çünkü haramdan kulunu sakındıran odur. Bundan ötürü haram nzık değildir. Zira Allah'ın nzkından infak ede­ni Allah medheder. Oysa haramdan infak edeni Allah yermiştir. Ehl-i Sünnetin delili, Âmr bin Kurre'nin rivayet ettiği şu hadîsi şerifdir:

«Elbette Allah sana helâli nzık olarak verdi. Fakat sen Allah'ın saha haram kıldığı rızkım seçtin onu Allah'ın sana helâl kıldığı rızkı­nın yerine koydun!..»

Bir de eğer haram nzık olmazsa, hayatı boyunca haram yiyen Allah'ın rızkından yememiş olurdu! Oysa Allah (C.C.) «Yer yüzünde yürüyen   her   canlının rızkı Allah'a aiddir»   buyurmaktadır.   O hald   haram da helâl gibi nzıktır. Allah onu irade etmediği için onu ira­de eden kulunu iradesinden ötürü cezalandınr...

«Verdiğimizden» tabiriyle kulunu israfdan meneder. Zira malının hepsini vermek israf dır!.. İhtimal ki, «Onlar, zahir ve bâtın nimetler­den meydana gelen yardımlann hepsinden infak ederler» mânasında da olsun. Bu te'vili, şu hadîs teyid eder: «Elbette yayılmayan bir ilim, infak edilmiyen bir hazine gibidir!..»

Dördüncü âyete şu mâna da verilebilir: ) «Kur'ân, hem sana men Kitaba hem de senden önce inen kitabi ara iman edenlere de hidayet kaynağıdır.» Bu takdirde, ikinci «vel-lleziyne» birinci «el-lleziyne»nin üzerine değil «111 muttakiyne» üzerine atıf edilir.

Bu iman edenlerden maksad, Abdullah bin Selâm gibi kitab eh­linden iman edenlerdir. Bu tür tefsir, İbnu Abbas'ın tefsiridir.

İlâhî Kitablann Peygamberlere inmesi, ya Ruhî yönünden Melek Allah'dan alır Peygambere aktarır ya da «Lâvhul-Mahfuz»dan ezberle­dikten sonra indirip Peygambere tebliğ eder.

Resûlüllaha inenden maksad, Kur'ân'ın tamamıdır. Gerçi Kur'ân'ı Kerîm bu âyetin inişi zamanında tamamen inmemişti. Fakat beklenen kısmı, gelmişin yerine konulmuştur. Nitekim aynı şey şu âyette de gö-zetilmiştir: «Elbet biz Musa'dan sonra inen bir Kitabı dinledik!.»  [10] Cinlerin Kur'ân'ın tamamını dinlemedikleri muhakkaktır. O zaman Ki­tabın tamamı da nazil olmuş değildi. Halbuki cinniler «Kitabı dinle­dik» derler. Yani nazil olan kısım Kitabın tamamı gibi kabul edilmiş­tir.

Resûlüllahdan önce nazil olan (inen) dan maksad; Tevrat, İncil ve diğer peygamberlere verilen sair semavî ve ilâhî kitablann bozul­mamışıdır. Bu ilâhî kitablara cümleten iman etmek farz-u âyindir. Kur'an'a ise tafsilâtı yani içinde bulunan bütün maddeleri teker teker bilmek farz-u kifâyedir. Yani müslümanların bir kısmı onu bildiği za­man diğer müslümanlardan öğrenilmesinin farziyeti düşer. Zira ille de her müslüman Kur'ân'ın cümlesini öğrensin diye İsrar edildiği tak­dirde yaşayış alt-üst olur ve sıkıntı başgösterir.

«Ahİrete yakînen inanırlar!»

«Yakin», gerek nazarî ve gerekse istidlali yönlerden şek ve şüphe­yi gidermek suretiyle bilginin sağlamlaştırılması demektir.

îmana gelen Yahudi ve Hıristiyan bilginleri, «Cennet'e ancak Ya­hudi veya Hıristiyan gider.», «Ateş bizi ancak belli bir müddet yakar.» gibi kanaatlanndan vazgeçtiler. «Cennet'in nimetleri daimî mi, değil mi; dünya nimetleri cinsinden mi değil mi?» gibi anlaşmazlıklardan da îman sayesinde kurtuldular.

«Yukıynûn» bazı kıraatlarda «vav» yerine «hemze» ile okunmuş­tur.

(5) «İşte bahsi geçen niteliklere sahip bulunan kimseler, Rablerinden gelen bir hidayet üzerindedirler. tşte onlar, felaha kavuşanların tâ kendileridirler.»

Allah'dan gelen hidayete ermenin altı şartı vardır:

1- Gaybe îman etmek,

2- Namazı dosdoğru kılmak,

3- Zekâtı vermek,

4- Kur'an'a iman etmek,

5- Kur'an'dan önce   Allah Katı'ndan inen diğer   kitaplara da inanmak,

6- Âhiret âlemine tereddüt götürmiyecek derecede inanmaktır.

«Vaîdîyye» gurubu, «Ancak felaha onlar kavuşmuştur.» mea­lindeki Âyet'ten, «Kıble Ehli» olan fâsıklarm ebediyyen azapta kala­cakları anlamını çıkarmışlardır. Fakat bu iddiaları, «Felâhdan mak­sat, kâmil ve tam felâhdır. Fâsıklar ise, azaplarını çektikten sonra fe­laha kavuşacaklardır. Ne var ki felahları kâmil değildir.» diye redde­dilmiştir.

Bu beş âyet'te mü'minlerin hali anlatıldı. Bundan sonra gelen iki âyet'te ise, kâfirlerin ve onları takip eden onüç âyette ise, münafıkla­rın durumuna değinilmektedir. [11]

 

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

îmamı Es-Suyutî Ed-Durul-Mensur'de:

İbnu-Dureys Fedail'inde, Ebu-Cafer el-Nuhas «el-Nâsih vel-Men-suh» adlı eserinde, Îbnu-Merduyeh el-Bayhakî «Delaülun-Nübuvve» adlı eserinde İbnu-Abbas'dan rivayet ettiler:

«El-Bakara Sûresi Medine'de nazil olmuştur.»

İbnu-Merduyeh Îbnu-Zübeyr'den rivayet etti: «El-Bakara Sûresi Medine'de nazil olmuştur.»

Ebu-Davud En-Nâsih ve el-Mensuh'da İkrime'den rivayet ettiler: «Medine'de ilk nazil olan sûre el-Bakara süresidir.»

İbnu-Ebi-Şeybe, Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu-Davud, Tirmizi, Ne-seî, Îbnu-Maceh ve el-Beyhakî Îbnu-Seddadın Cami'nden nakl ettiler: «Biz, Abdurrahman b. Yezid'in içinde bulunduğu bir savaş'da idik. Halkın arasında yayıldı ki; bazı kimseler «el-bakara» ve «âli-im-ran» sûresi demeyi hoş görmüyorlar.»

«İçinde Bakare'den bahsedilen sûre»; «içinde Âli-İmran'dan bah­sedilen sûre» derler.

Abdurrahman; Abdullah b. Mesud'dan dinledim: «Vadinin ortası­na geldiğinde, Cemreyi (taşların atıldığı yeri) sağ kaşının hizasına al­dı. Sonra yüzünü Kâ'beye çevirdi. Cemreye yedi taş attı. Her taşla tek­bir getirirdi. Taşlarını bitirdikten sonra «Kendisinden başka Ma'bud bulunmayan Allah'a yemin ederim ki; üzerine «el-Bakara» sûresi na­zil olan zat (Hz. Muhammed) şurada durup taşlan atıverdi dedi».

İbnu-Ebi-Şeybe el-Musennef de, Ahmed, Müslim, Ebu-Davud, Et-Tirmizi, Neseî, İbnu-Maceh el-Hâkim (rivayet ve tasrih etti) ve el-Bey­hakî Sünen'inde Hz. Huzeyfe'den rivayet ettiler:

«Ramazanın bir gecesinde Resûlüllahın arkasında namaza dur­dum. El-Bakara sûresini açtı. Ben; muhakkak bu sûre ile bir rekât kı­lar zannına kapıldım. Sonra en-Nisâ sûresini açtı. Onu da okudu. Sonra Ali-îmran'ı açtı ve akar bir tarzda onu da okudu. İçinde teşbih olan bir âyeti okuduğunda teşbih ederdi. Sual içeren bir âyet okuduğunda (Allah'dan) isterdi. Tevazu (sığınma ve korunmayı) tezemmün eden bir âyeti okuduğunda Allah'a sığınırdı...»

İmamı Ahmed, İbnuddureys ve el-Beyhakî Âişe'den: «Geceleyin Resûlüllah ile namaza kalkardım. Namazı el-Bakara Âli-İmran ve En-Nisa ile kılardı. İçinde müjde bulunan bir âyeti okuduğunda dua ve ni­yaz ederdi. İçinde korkutma olan bir âyeti okuduğunda dua eder ve Allah'a sığınırdı.»

Ebu-Davud, Şemail'inde Tirmizî ve el-Beyhekı Avf b. Mâlik el-Esceî'den rivayet ettiler: «Bir gece Resûlüllah ile namaza kalktım. Hz. Peygamber «el-Bakara» sûresini okudu. Bir Rahmet âyetini okudu­ğunda dururdu. (Aüah'dan) dilerdi. Azab âyetini okuduğunda durur ve Allah'a sığınırdı. Sonra kıyamı kadar ruku'da durdu. Ruku'nda «Ceberut, (Kahr mutlak), Melekût (saltanatı mutlak), Kibriya ve aza­met sahibi olan Allah'ı teşbih ediyorum diyordu. Sonra kıyamı kadar secdede durdu. Sonra secdesinde ruku'da dediğinin benzerini dedi. Sonra kalktı. Âli-İmran sûresini okudu. Sonra sûre sûre okudu.»

İbnu-Ebi-Şeybe «el-Musennef» adlı kitabında Mâbed b. Halid'den rivayet etti: «Resûlüllah (bazen) bir rekatta yedi uzun sûreyi okurdu.»

Ebu-Übeyd ve Ahmed, Ebi-Ümame el-Bâhili yoluyle rivayet ettiler: «Kur'an'ı okuyunuz. Kur'an Kıyamet gününde arkadaşlarına (okuyup amel edenlerine) şefaatçi olur. «Ez-Zahravâni»yi yani El-Bakara ve Ali-lmran sûrelerini okuyunuz. Çünkü bu iki sûre; Kıyamet gününde sanki iki bulut imiş gibi gelirler. Veya iki saf olmuş kuşlar gibi gelir­ler. Arkadaşlarını müdafaa ederler. «El-Bakara» sûresini okuyunuz. Onu edinmek berekettir. Onu terketmek hasrettir. Tembeller onu ez­berlemeye güç yetiremezler!..»

İbnu-Ebi-Şeybe, Ahmed b. Hanbel ve İbnu-Ebi-Ömer Müsnedlerin-de Ed-Darimî, Muhammed b. Nasr ve el-Hâkim Bureyde'den rivayet ettiler: «El-Bakara sûresini Öğreniniz. Onu almak berekettir. Terki hasrettir. Onu tembeller ezberliyemezler.» Dedikten sonra bir saat sus­tu. Sonra buyurdu: «El-Bakara ve Âli-İmran sûrelerini Öğreniniz. On­lar Zehrevân (iki çiçek)    dirler.   Kıyamette arkadaşlarına gölge yaparlar. Sanki onların ikisi,- iki bulut veya kamıştan yapılan iki şemsi­ye veya saf olmuş iki kuş gurubudur.»

Ebu-Übeyd, ve ed-Darımî Ebu-Ümame'den rivayet, ettiler: «Bir kardeşinize rü'ya âleminde gösterildi ki, halk yabani ve uzun bir da­ğın göğsünde yürürler. Dağın tepesinde iki yeşil ağaç vardır. Ağaçlar, sesleniyorlar: El-Bakara'yı okuyan içinizde var mıdır? Âli-İmran sûre­sini okuyan içinizde var mıdır?

Kişi: «Evet, vardır» dediğinde, o, iki ağaç dallarını ona uzatırlar. O, dallara tutunup dağın tepesine çıkar.»

Ed-Darımî İbnu-Mesud'dan rivayet etti: «Bir kişi Resûlüllahın yanında «El-Bakara» ve «Âli-İmran» sûrelerini okudu. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: «Allah'ın ismi-Azamı kapsayan iki sûreyi oku­dun. O ismi-Azam ki, onunla Allah çağrıldığında icabet eder. Onunla AUah'dan bir şey istenildiğinde verir.»

Ebu-Übeyd, ve İbnud-Deris Ebi-Munbit'ten o da amcasından riva­yet ettiler: «Kişinin biri el-Bakara ve Âli İmran'ı okudu. Namazını bi­tirdikten sonra Kâb (R.A.) ondan sordu: Sen el-Bakara ve Âli-İmran'ı mı okudun?

Kişi: Evet.

Ka'b: Nefsimi yedi kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki o iki sûrede Allah'ın bir ismi vardır ki o isimle AUah'dan istenildiğinde is­tek kabul olunur.

Kişi: «O ismi bana haber verir misiniz?»

Kâb: «Hayır. Allah'a yeminim olsun onu sana haber vermem. Eğer sana haber verirsem ihtimal ki Onunla bir dua edersin. O dua da hem benim hem de senin helakin olur.»

Ed-Daremî Kâb'den rivayet etti: «El-Bakara ve Âli-îmran'ı oku­yan için onlar Kıyamet gününde gelir: «Ey Rabbimiz onun üzerinde her hangi bir yol yoktur derler» yani haktan sapmadı. Doğruluktan kaymadı.

Hümeyd b. Zenceveyh «Fedâilul-Â'mal» adlı kitabında Abdulva-hid'den o da Hümeyd eş-Şami'den rivayet ettiler: «Kim ki bir gecede -Bakara ve Ali-İmran sûrelerini okursa, onun ecri «Lebiyd» ve «Aru-a» arası kadar olur. Lebiyd, yedinci yerdir. Aruba yedinci göktür.»

Hümeyd b. Zencevih «Fedailul-Kur'an»da Muhammed b. Ebi~Sa-l'den o da Vehb b. Münebbih'den rivayet etti: «Kim Cuma gecesi el-iakara ve Âli-imran sûrelerini okursa, onun için Ariyb ve Aciyb arası-i (dolduracak) bir nur olur.»

Muhammed; Ariyb, arş'dır. Aciyb yerlerin en alt tabakasıdır, dedi.

Ebu-Übeyd Said b. Abdulaziz et-Tenuhî'den o da Yezid b. el-Esved l-Cereşî'den rivayet etti: «Kim ki el-Bakara ve Âli-îmran'i bir günde kursa akgpm» kadar münafıklıktan beri olur. Kim ki onların ikisini îr gecede okursa sabaha girinceye kadar nifaktan sağlam kalır.»

Said: «Yezid, daima okuduğu cüzünün haricinde, her gün ve her ecede onları (El-Bakara ve Âli-İmran) okurdu» dedi.

Ahmed, Müslim ve Tirmizi Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler: «Sa-ın ha evlerinizi şeytanların mezarları kılmayınız. Şeytan içinde el-Ba-ara sûresi okunan bir evden kaçar.»

Tirmizî'nin lâfzı: «O hane ki orada el-Bakara okunur, şeytan ora-a giremez.»

Ebu-Übeyd, Nesaî ve Îbnud-Deris Muhammed b. Nasr'dan, Ebu-[üreyre'den rivayet ettiler: «Evlerinizde namazı kılınız. Sakın evlerini-i kabirler yapmayınız. Kur'an ile sesinizi süsleyiniz. Zira şeytan, için-e el-Bakara sûresi okunan bir evden kaçar.»

ed-Darîmi, Muhammed b. Nasr, İbnud-Daris, et-Taberanî ve tashih den el-Hâkim, Şü'abul-İman'da el-Beyhakî, Îbnu-Mesud'dan rivayet ttiîer: «Her şey'in hörgücü vardır. Kur'an'm hörgücü el-Bakara'dır. eytan el-Bakara'yı dinlediğinde içinde o sûrenin okunduğu evden aylanarak kaçar.»

Veki' el-Hars b. Ebi-Usame Muhammed b. Nasr, İbnud-Deris sahih ir senedle el-Hasan'dan rivayet ettiler: «Resûlüllah (S.A.V.): Kur*-n'ın en efdali el-Bakara süresidir. El-Bakara'da en büyük âyet, Aye* el-Kürsî'dir. Şüphesiz ki, hangi evde el-Bakara okunursa şeytan ora-an firar eder.»

Said b. Mensur ve Tirmizî'nin Ebu-Hüreyre yoluyla rivayet ettikleri bir hadisde: «Her şeyin bir hörgücü vardır. Kur'an'ın hörgücü el-Bakara süresidir. Orada bir âyet vardır, Kur'an'daki bütün âyetlerin efendisidir. O da Ayetül-Kürsîdir. Her hangi bir evde okunursa şeytan o evden çıkar.»

îmamı Ahmed, Muhammed b, Nasr ve et-Taberanî sahih bir se­nedle Ma'kal b. Yesar'dan:

«Resûlüllah: El-Bakara Kur'an'ın hörgücü ve doruğudur. Her âye-tiyle beraber seksen melek indi. Ayetel-Kürsî arşın altından çıktı ve el-Bakara'ya bitişti.»

El-Bagavî Mu'cemus-Sahabe'de, Îbnu-Asakir Tarihinde, Rabia' el-Harşî'den rivayet ettiler: «Resûlüllahdan; Kur'an'ın hangisi daha ef-zaldir? diye soruldu.»

  İçinde İsrail Oğullarının ineğinden bahsedilen (el-Bakara) sû­resi daha efzaldir.

  El-Bakara'nm hangi parçası daha üstündür?

— Ayetel-Kürsî ve el-Bakara' mn son âyetleri, Arşın altından indi­ler» cevabım verdi.

Ebu-Übeyd, Ahmed, Buhari, Müslim, Neseî, Hâkim, Ebu-Naim ve el-Beyhakî Esid b. Hadir'den rivââyet ettiler: «Geceleyin el-Bakara sû­resini okuyordum. Atım'da yanımda bağlı bulunuyordu. Baktım ki, at, bağlandığı taşın etrafında dolaştı. Ben sustum, at da durdu. Sonra tekrar okudum, at da dolaşmaya başladı. Yine durdum. O da durdu. Tekrar okudum o da cevelan etti. Ben durdum. O da durdu. Tekrar okumaya başladım atım da dolaşmaya başladı. Böylece ata daha yakın bulunan ve uyuyan oğlum Yahya'ya at bir zarar verir endişesiyle var­dım. Onu tutunca başımı göğe kaldırdım. Bir gölge, ve onun içinde lâmbaların benzerlerini gördüm. Göklere doğru gözümden kaybolunca-ya kadar yükselip gittiler. Sabahlandığımda gidip hazreti peygambere durumu arzettim!»

Resûlüllah benden: «Onun ne olduğunu biliyor musun?» diye sordu. «Ey Allah'ın Resulü! Ne olduğunu bilmem» dedim.

«Onlar meleklerdir. Senin sesine yaklaştılar. Eğer okumaya de­vam etseydin sabaha kadar duracaklardı ve halk onlara bakacaktı. On­lar halkın gözlerinden gizlenmezlerdi.»

Et-Tâberanî Esid b. Hadir'den rivayet etti: «Mehtabh bir gecede namaza durdum. Atımı bağlamıştım. At cevelân ederek dolaştığı için, korktum. Sonra ikinci kez at ürktü. Başımı kaldırdım. Gördüm ki, bir gölge beni kapsamıştır. Benimle gökteki ay'ın arasına girmiştir. Bu­nun üzerine ürktüm derhal içeri girdim. Sabahlandığımda Resûlüllaha vanp hadiseyi söyledim.» Cenab-ı Peygamber: «Onlar meleklerdir. Se­nin gecenin son saatlerinde el-Bakara sûresini okumanı dinlemek için gelmişlerdir!» dedi.

Îbnu-Ebi-Dünyâ «Mekâidiş-Şeytan» (şeytanın hileleri) adlı ese­rinde İbnu-Mesud'dan rivayet etti: «Ashabı Muhammedden birisi çık-tı.Şeytan ile karşılaştı. Tutuşup güreştiler. Sahabi onu yıktı. Şeytan: «Beni bırak sana bir hadiseyi anlatacağım» dedi. Sahabi onu bıraktı. Ondan o hadiseyi söylemesini istedi. Şeytan: «Hayır söylemem» de­yince ikinci kez kapıştılar. Güreştiler. Sahabi yine onu yıktı. Şeytan: «Beni bırak senin hoşuna gidecek bir olayı sana anlatacağım» dedi.

Sahabi onu bıraktı ve haydi söyle dedi:

Şeytan: «Hayır demem» dedi. Üçüncü kez tutuştular. Yine Sahabi onu yıktı. Sonra onun göğsünde oturarak; şeytanın baş parmağım şeytana çiğneterek durdu.

Şeytan: «Beni bırak» diye yal varınca:

Sahabi: «Bana o olayı söylemeden seni bırakmam» karşılığını verdi.

Şeytan: «O, el-Bakara süresidir. Onun herhangi bir âyeti şeytan­ların arasında okunduğunda onlar dağılırlar.

Her hangi bir evde okunduğunda o eve hiç bir şeytan giremez de­di.»

Dinliyenler; Îbnu-Mesud'a: «Ey Eba-Abdurrahman o şeytanla gü­reşen kişi kimdi?» diye sordular.

İbnu-Mes'ud: «Hattab Oğlu Ömer (R.A.)'den başka kimi görür­sünüz (tahmin edersiniz?)» Yani Ömer (R.A.) idi diye cevab verdi..

Tirmizî Neseî, İbnu-Maceh, Muhammed b. Nasr el-Merûzî, İbnu-Hibban, el-Hâkim ve el-Beyhakî Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler:

«Cenabı-Peygamber (S.A.V.), (bir hedefe doğru) bir hey'et (veya bir askerî birlik) gönderdi. Bir kaç kişiden ibaret olan bu birliği gön­dermezden önce okuttu. Her birisi ezberinde bulunan Kur'an parçaları­nı (âyetlerini-bölümlerini) okudu. Onların en gencine sıra gelince «Ey filân! Senin ezberinde (hangi sûre - hangi bölüm) vardır?» diye sordu O, genç, «Benim yanımda (ezberimde), şu, şu âyetler vardır. Bir de «el-Bakara» sûresi ezberimdedir.» dedi.

Resûlüllah: «Senin beraberinde el-Bakara sûresi var mıdır?»

Genç: «Evet «el-Bakara» sûresi (ezberimde ve) hafizamdadır.» dedi.

Resûlüllah (S.A.V.): «Git. Sen onlann emirisinl» dedi. Yani kişi en gençleri olmasına rağmen onların basma seçildi. Zira akıl yaşta de­ğil baştadır.

Onların eşrafından birisi: «Allah'a (C.C.) yemin ederim ki, «el-Bakara» sûresini ezberlememe ancak onun hakkını yerine getirmemek korkusu beni men etti.» dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (S.A.V.): «Kur'an'ı öğreniniz ve okuyunuz. Şübhesiz ki, Kur'an'ın meselesi, öğrenip okuyan ve tat­bik eden için, Misk dolu bir davarcığın meselesi gibidir. Onun güzel kokusu, her yere yayılır. İçinde Kur'an olduğu halde Kur'an'ı öğrenip üzerinde yatanın (yani içeriğiyle amel etmiyen hafızın) meselesi, Mis­kin üzerinde ağzı bağlanan bir davarcığın meselesine benzer.»

El-Beyhakî «Ed-Delaü»de Osman b. Âs'dan rivayet etti: «Sakif kabilesinden Resûlüllaha (S.A.V.) gelen altı kişilik heyetin en genci olduğum halde beni emir seçti. Bunun tek nedeni: Ben el-Bakara sû­resini ezberlemiştim.»

Veki  ed-Danmî Muhammed bin Nasr ve İbnud-Daris Muhammed b. Esved'den rivayet ettiler: «Kim ki «el-Bakara» sûresini bir gecede okursa, Cennette (gittiğinde) ondan ötürü bir taç giydirilir ona...»

Muhammed b. Nasr Said b. Cübeyr İbn-i Abbas'dan rivayet etti:

«Kur'an'da en şerefli sûre, el-Bakara süresidir. El-Bakara'da en şe­refli âyet «Ayetel-Kürsî'dir.»

El-Hâkim ve el-Beyhakî Hz. Ömer (R.A.)'den: «El-Bakara, En-Nisa, el-Hacc ve En-Nur sûrelerini öğreniniz. Zira onlarda farzlar vardır.»diye rivayet etti...

Ed-Darekuntl ve el-Beyhekî tbnu-Mesud'dan rivayet ettiler:

<(Talibi çıkan bir hanım gelip; ey Allah'ın Resulü (S.A.V.) benim reyim senin reyine tabiidir. (Yani vekilimsin) dedi.» Resûlüllah (8.A. V.) o, kadına talip olan zattan sordu: «Kur'an'dan bir şeyi (ezbere okuyor musun?»

Kişi: «Evet. El-Bakara'dan biraz ve el-Mufassai'dan bir sûre ezbe-rimdedir.» cevabını verince Resûlüllah: «O, hanımı, sana el-Bakara'yı öğretmek şartıyla nikâh ettim» dedi. Ve kadını onunla evlendirdi.

Ez-Zübeyr b. Bekkar «El-Muveffekiyât» adlı eserinde İmran b. Eban (veya lbban)'dan rivayet etti: «Hz. Osman (R.A.)'a bir hırsız ge­tirildi. Hz. Osman (R.A.); seni nurlu görüyorum. Senin gibileri hırsız­lık yapmaz. Acaba Kur'an'dan bir şey okur musun? (ezberinde mi­dir?) diye sordu. Kişi: «Evet. El-Bakara sûresini okuyorum.» deyince Hz. Osman (R.A.): «Git. Senin elinin kesilmesini, el-Bakara sûresi se­bebiyle hibe ettim.»

El-Beyhakî Ebi-Cemre'den rivayet etti: !İbni-Abbas'dan sordum: «Ben süratle okuyan biriyim (ne dersin?)

İbni-Abbas; el-Bakara sûresini tertib ile okumaklığım, bütün Kur'an'ı okumamdan bana daha sevimli gelir dedi.»

El-Hatip, İmamı Mâlik'in râvîlerinde, el-Beyhakî Şü'abul-İmam'da İbnu-Ömer'den rivayet ettiler:

«Ömer, el-Bakara sûresini oniki senede öğrendi. Onu bitirdiğinde bir deve kesti.» (Allah (C.C.)'a şükür mahiyetinde kesmiştir. Hz. Ömer (R.A.) deveyi..)

İmamı Malik el-Müvatta'de «Ibni-Ömer (R.A.), sekiz sene el-Baka­ra sûresi üzerinde durup onu öğrendi» dedi.

Îbnu-Sad Tabakat'mda «tbni-Ömer (R.A.) dört senede el-Bakara sûresini öğrendi.» İmamı Malik, Said b. Mansur ve el-Beyhakî Urve'-den: «Hz. Ebu-Bekr (R.A.) sabah namazını kıldı, tki rekâtında el-Ba­kara sûresini okudu.» Rivayet etti...

İmamı Şafii, «El-Üm» adlı kitabında: «Ebu-Bekir imam oldu. Sa­bah namazında El-Bakara sûresini okudu. Hz. Ömer; nerde ise güneş doğacaktı (diye uzatmasına itiraz etti.)

Hz. Ebu-Bekr «Eğer doğsaydı, bizi gafillerden bulamazdın.» diye cevab verdi.

İbni-Ebi-Şeybe, el-Merûzî, ve Ebu-Zerr El-Harevî Şa'bı'den rivayet ettiler:

«Medine'li Ensar, ölünün (sekaratta bulunanın) yanında El-Ba­kara sûresini okurlardı.»

Ebu-Bekr b. El-Enbarî «El-Mesahif» adlı eserinde Vahb'in tarikiy­le Süleyman'dan rivayet etti: «Bulunduğum bir meclisde Rebia'dan soruldu: Neden «El-Bakara» ve «Âli-lmran» sûreleri (Mushafda) daha önce getirilmiştir. Oysa onlardan önce Mekke döneminde seksen kü­sur sûre inmiştir?»

Rebia: «O iki sûreyi takdim edenler onların öncülüğünü bilenler­dir. Bu öyle bir meseledir ki, (insanoğlu) kendisine (hissederek, zevk­le) varılır, ne olduğu sorulmaz.» (dille ifade edilmez.)

Îbnu-Ebi-Şeybe İbnu-Mes'ud tarikiyle rivayet etti: «Kim ki El-Ba­kara süresiyle and ederse, onun her âyeti bir yemindir. (Her âyete karşılık bir keffaret lâzım gelir).» [12]

(1) «Elif-Lâm-Mim»

Veki' ve Abd. b. Hümeyd (veya Hamid) Ebi-Abdurrahman es-Sülemî'den rivayet etti: «Elif-Lâm-MİMİ bir âyet, Hamimi de bir âyet sayardı.»

Buharı,  Tarihinde ve Tirmizî Îbnu-Mes'ud tarikiyle rivayet ettiler:

«Allah'ın (C.C.) Resulü (S.A.V.) buyurdu: Kim ki, Allah'ın (C.C.) kitabından bir harf okursa, o harfden ötürü ona bir Hasene yazılır. Her Hasene on mislidir. Sen «Elif-Lâm-Mim» bir harfdir deme (san­ma) Lâkin Elif bir harfdir. Lâm bir harfdir ve Mim bir harfdir.»

El-Hatip tarihinde ve Ebi-Nasr El-Secezî Abdullah b. Mes'ud'dan, o da Resûlüllah (S.A.V.)'dan rivayet etti: «Kur'an'ı okuyunuz. Siz on­dan ötürü ecir alırsınız. Dikkat ediniz ben «Elif-Lâm -Mim» bir harfdir demem. Fakat Elit ondur. Lâm ondur ve Mim ondur. İşte onlar otuz eder.»

Muhammed b. Nasr ve el-Beyhakî rivayet ettiler: «Allah'ın Peygamberi (S.A.V.) buyurdu: Kurandan bir harf oku­yan için Allah bir hasene yazar.   Ben, Bismillah'i bir harfdir demem. Fakat Bâ, Sin ve Mim (den mürekkeb üç harf)dir. Ben Elif-Lam-Mim bir harfdir demem. Fakat Elif ve Lam ve Mim (üç harf)dir.»

İbnu-Cerir, İbni-Ebi-Hâtim, ve İbni-Merduyeh İbni-Abbas'dan ri­vayet ettiler: «Elif-Lam-Mim, Hâ, Mim ve Nûn Mukatta' isimdirler.))

İbni-Cerir, İbnul-Münzir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan riva­yet ettiler: «Elif-Lâm-Mim ve Elif-Lâm-Mim, Sad, ve Elif-Lâm-Râ ve Elif-Lâm-Mim-Ba ve Kâf-Hâ-Yâ-Âyin-Sâd ve Tana ve Tâ sim ve Tasın ve Yasin ve Sad ve Hâ Mim ve Kâf ve Nûn birer yemindir. Allah onun­la yemin etmiştir. Onlar, Allah (C.C.)'ın isimlerindendir.»

İbnu-Cüreyç, İbnu-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Elif-Lâm-Mim Hâ-Mim ve Tasin Allah (C.C.) 'in ismi azamidir.»

İbni-Ebi-Şeybe tefsirinde, Abd b. Hümeyd ve İbnu-Munzîr Âmir'-den «Elif-Lâm-Mim-Elif-Lâm-Râ» gibi, sûrelerin başlangıçları soruldu­ğunda: «Onlar Allah'ın isimlerinden birer isimdirler. Heceleri kesikdir. Onları vasi edip bitiştirirsen Allah (C.C.)'in isimlerinden bir isim olur.» diye cevap verdi.

Abd b. Hümeyd ve Rabi' b. Enes: «Elif-Lâm-Mim» tefsirinde; Elif Allah (C.C.) kelimesinin (ilk harfi), anahtarıdır. Lâm Letif isminin anahtarıdır. Mim Mecid isminin anahtarıdır.»

Îbnu-Merduyeh İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Sûrelerin baş harf­leri, Allah (C.C.)'in isimlerinden birer isimdirler.»

Ebu-Şeyh ve el-Beyhakî Es-Suddî'den rivayet ettiler: «Sûrelerin baş harflerinin hepsi Allah (C.C.)'in isimlerindendhier.»

Abdurrezak ve Abd b. Hümeyd Îbnu-Cerir ve Îbnu-Ebi-Hâtim Kat-tade'den «Elif-Lâm-Mim Kur'an'ın isimlerinden bir isimdir.»

Îbni-Cerir Mucahid'den rivayet etti: «Elif-Lâm-Mim Kur'an'ın isimlerinden bir isimdir...»

İbni-Cerir, İbnul-Munzir ve Îbni-Ebî-Hâtim ve Ebu-Şeyh b. Hib-ban Mucahid'den rivayet ettiler: «Elif-Lâm-Mim-Hâmim, EIif-Lâm-Mim-Sad ve Sad başlıklardır. Allah onlarla Kur'an'ı açmıştır.»

İbnul-Münzir, İbnu-Ebi-Hâtim Hasan (el-Basrî) dan rivayet etti­ler: «Elif-Lâm-Mim-Tâ-Sin başlıklardır. Allah (C.C.) onlarla sûreleri açmıştır...»

İbnul-Münzir Mucahid'den: «Bütün sûrelerin başlangıçları Elif-Lâm-Mim, Eüf-Lâm-Mim-Râ-Hâmim-Kaf (gibi diğer) başlıklar vazedi­len hecelerdin) dedi.

İbnu-Cerir Zeyd b. Eslem'den rivayet etti: «Elif-Lâm-Mim ve ben­zerleri sûrelerin isimleridir.»

İbnu-îshak, tarihinde Buharı ve zaif bir senedle Îbni-Cerir îbni-Abbas'dan o da Cabir b. Abdullah b. Rübab'dan rivayet ettiler:

«Ebu-Yâsır b. Ahtap ve yahudilerden bir gurup Resûlüllah (S.A. V.)'ın yanından geçtiler. Cenabı Peygamber El-Bakara sûresinin başı olan Elif-Lâm-Mim okuyordu. Ebu-Yasir'in kardeşi Ahtap oğlu Huyey bir gurub yahudi ile Hazreti Peygambere (S.A.V.) geldi. Ahtap: «Val­lahi biliniz kî Muhammed (S.A.V.)'in üzerinde inenden «Elif-Lâm-Mim-Zalikel-Kitabu» yu okuduğunu işittim» dedi.

Onlar: «Sen bizzat dinledin mi?» diye sordular. «Evet bizzat dinle­dim» dedi. Bunu dinliyen Huyey, o, bir kaç yahudiyle beraber Resû-lüllaha (S.A.V.) vardılar. «Ey Muhammed! (S.A.V.) Sana indirilende «Elif-Lâm-Mim Zalikel-Kitabu»nun olduğunu işittik doğru mu?» diye sordular.

Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Evet doğrudur.» deyince, «Allah'ın (C. C.) katından Cebrail mi onu getirdi» diye sordular.

Allah'ın Resulü: «Evet» dedi. Yahudiler: «Senden önce peygam­berler geldi. Hiç birisine ne kadar mülkü devam edecektir, ümmeti ne kadar kalacak bildirdiğini bilmiyoruz» dediler. Hûyey b. Ahtap bera­berinde bulunanlara yönelerek: «Elif» bir, «Lâm» otuz (Mim» kırktır. Bunların toplamı yetmiş bir yapar. Acaba müddeti ve ümmetinin ece yetmiş bir sene olan bir dine nasıl girersiniz?» dedi. Sonra onu din-yen Allah'ın Resulüne yönelip sordu: «Ey Muhammed (S.A.V.). Bu-unla beraber başkası da var mı?»

Resûlüllah: «Evet» dedi.

Huyey: «O nedir?» diye sorunca, Resûlüllah:   «O, EIif-Lâm-Mim-ad'tir» dedi.

Huyey: «Bu, daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz, Mim ark ve Sad doksan eder. İşte bunlar yüz altmış bir eder. Ey Muham-ned! (S.A.V.) Bununla beraber başkası var mıdır?» diye sordu.

Resûlüllah (S.A.V.): «Evet.» cevabını verince, Huyey: «O nedir?» Resûlüllah: «Elif-Lâm-Râ'dır» dedi.

Huyey: «Bu daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz ve Ra ikiyüz eder. Bunun yekûnu ikiyüz otuz bir eder. Acaba bunun berabe­rinde başkası da var mı?»

Resûlüllah: «Evet. Elif-Lâm-Mim-Ra da vardır.» deyince:

Huyey: «Bu daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz, Mim kırk ve Ra ikiyüz eder. Bu da ikiyüz yetmiş bir eder» dedikten sonra: KEy Muhammed (S.A.V.). Senin durumun bizim için kapalıdır. Bile­meyiz ki az mı sana verilmiş yoksa çok mu?» dedi.

Sonra kalktılar. Ebu-Yâsir, kardeşi Huyey'e ve beraberindeki âlim yahudilere: «Siz ne bilirsiniz. Belki bütün sayılar: yetmiş bir, yüz alt­mış bir, ikiyüz otuz bir ve ikiyüz yetmiş bir, yediyüz otuz dört eder.» dedi.

Yahudiler: «Onun emri bize karışık geldi», dediler. Böylece id­dia edilmiştir ki: «Sana kitabı indiren odur. Ondan kitabın anası (te­meli) olan bir kısım âyetler muhkemdir. Diğerleri de muteşabih (ben­zeşen) lerdir.» (Âli-İmran: 7) âyetleri onların hakkında inmiştir. Bu hadisin temelinde Muhammed b. Saib el-Kelbî vardır. Bu zatın yalnız rivayet ettiğine güvenilmez. Hadis zaifdir.

Ibni Munzir İbni-Cüreyç'den rivayet etti: «Yahudiler Hz. Muham­med (S.A.V.) ile ümmetini (vasıflarını) kitablannda görürlerdi. Hz. Muhammedin (S.A.V.) peygamber olduğunu bilirlerdi. Fakat müddetinin ne kadar olduğunu bilmezlerdi. Ne zaman ki, Hz. Muhammed (S.A.V.) gönderildi ve Elif-Lâm-Mim indi, yahudiler: «Biz bu ümmetin olacağını bilirdik. Fakat müddetinin ne kadar olacağını bilmezdik. Kuşkusuz Muhammed (S.A.V.) doğrudur. O, bu ümmetin peygamberi­dir. Bize Muhammed'in (S.A.V.) ne kadar devam edeceğini açıkladı. Çünkü bizim (ebced) cümlelerimiz hesabında Elif-Lâm-Mim yetmiş bir eder. Müddeti ancak yetmiş bir sene olan bir dini neyleriz?» dedi­ler.

Elif-Lâm-Râ, indirildiğinde onların (ebced) cümleler hesabında ikiyüz otuz bir sene eder. Yahudiler: «Bu ikiyüz otuz bir ile yetmiş bir eder» dediler.

Denildi ki; «Elif-Lâm-Mim indiğinde onların cümlelerinde, ikiyüz yetmiş, bir eder. Sûrelerin başında bunların benzerleri geldi. Bunun üzerine Yahudiler: «Onun emri bizim katımızda karma karışık oldu!» dediler.

İbni-Cerir, İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliyye'den rivayet ettiler: «Bu üç harf, yirmi dokuz harfdendir. Bütün diller o harflerle konuşulur ve gezmektedirler. Onların hepsi harf isimlerinden birinin anahtarıdır. Onların her biri bir veya üç âyetin harfleri olur. Onların her biri bir kavmin dünyadaki müddetine ve ecellerine işarettir. Meselâ: Elif Al­lah (C.C.) isminin anahtarıdır. Lâm El-Lâtif isminin anahtarıdır. Mim, el-Mecid adının anahtarıdır. Elif, Allah'ın (C.C.) nimetleridir. Lâm, Allah'ın (C.C.) lütfudur. Mim, Allah'ın (C.C.) cömertliğine işa-retdir. Elif bir senedir. Lâm otuzdur. Mim kırktır.»

İbnul-Munzir, Ebu-Şeyh b. Hibban tefsirinde Davud br Ebi-Hind1-den rivayet etti: «Eş-Şa'bî'den sûrelerin başındaki harfleri sordum. Ce­vap olarak: «Ey Davud! Her kitabın bir sırrı vardır. Kuşkusuz ki, bu Kur'an'ın sırn sûrelerin başlangıçlarıdır. Onları sorma. Diğer şeyler­den istediğini sor.» dedi.

(2) Ebu-Nasr Es-Seçzî El-İbane'de Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Son olarak Cebrail'in (A.S.) Resûlüllah (S.A.V.) ile müzakere ettiği harf, «Elif-Lâm-Mim bu kitabta şek ve şüphe yoktur» âyetidir.» [13]

li yetmiş bir sene olan bir dine nasıl girersiniz?» dedi. Sonra onu din-liyen Allah'ın Resulüne yönelip sordu: «Ey Muhammed (S.A.V.). Bu­nunla beraber başkası da var mı?»

Resûlüllah: «Evet» dedi.

Huyey: «O nedir?» diye sorunca, Resûlüllah: «O, Elif-Lâm-Mim-Sad'tir» dedi.

Huyey: «Bu, daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz, Mim kırk ve Sad doksan eder. İşte bunlar yüz altmış bir eder. Ey Muham­med! (S.A.V.) Bununla beraber başkası var mıdır?» diye sordu.

Resûlüllah (S.A.V.): oEvet.» cevabını verince, Huyey: «O nedir?» Resûlüllah: «Elif-Lâm-Râ'dır» dedi.

Huyey: «Bu daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz ve Ra ikiyüz eder. Bunun yekûnu ikiyüz otuz bir eder. Acaba bunun berabe­rinde başkası da var mı?»

Resûlüllah: «Evet. Elif-Lâm-Mim-Ra da vardır.» deyince:

Huyey: «Bu daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, Lâm otuz, Mim kırk ve Ra ikiyüz eder. Bu da ikiyüz yetmiş bir eder» dedikten sonra: «Ey Muhammed (S.A.V.). Senin durumun bizim için kapalıdır. Bile­meyiz ki az mı sana verilmiş yoksa çok mu?» dedi.

Sonra kalktılar. Ebu-Yâsir, kardeşi Huyey'e ve beraberindeki âlim yahudilere: «Siz ne bilirsiniz. Belki bütün sayılar: yetmiş bir, yüz alt­mış bir, ikiyüz otuz bir ve ikiyüz yetmiş bir, yediyüz otuz dört eder.» dedi.

Yahudiler: «Onun emri bize karışık geldi», dediler. Böylece id­dia edilmiştir ki: «Sana kitabı indiren odur. Ondan kitabın anası (te­meli) olan bir kısım âyetler muhkemdir. Diğerleri de muteşabih (ben­zeşen) lerdir.» (Âli-İmran: 7) âyetleri onların hakkında inmiştir. Bu hadisin temelinde Muhammed b. Saib el-Kelbî vardır. Bu zatın yalnız rivayet ettiğine güvenilmez. Hadis zaifdir.

îbrü Munzir İbni-Cüreyç'den rivayet etti: «Yahudiler Hz. Muham­med (S.A.V.) ile ümmetini (vasıflarını) kitablannda görürlerdi. Hz. Muhammedin (S.A.V.) peygamber olduğunu bilirlerdi. Fakat müddetinin ne kadar olduğunu bilmezlerdi. Ne zaman ki, Hz. Muhammed (S.A.V.) gönderildi ve Elif-Lâm-Mim indi, yahudUer: «Biz bu ümmetin olacağını bilirdik. Fakat müddetinin ne kadar olacağım bilmezdik. Kuşkusuz Muhammed (S.A.V.) doğrudur. O, bu ümmetin peygamberi­dir. Bize Muhammed'in (S.A.V.) ne kadar devam edeceğini açıkladı. Çünkü bizim (ebced) cümlelerimiz hesabında Elif-Lâm-Mim yetmiş bir eder. Müddeti ancak yetmiş bir sene olan bir dini neyleriz?» dedi­ler.

Elif-Lâm-Râ, indirildiğinde onların (ebced) cümleler hesabında ikiyüz otuz bir sene eder. Yahudiler: «Bu ikiyüz otuz bir ile yetmiş bir eder» dediler.

Denildi ki; «Elif-Lâm-Mim indiğinde onların cümlelerinde, ikiyüz yetmiş bir eder. Sûrelerin başında bunların benzerleri geldi. Bunun üzerine Yahudiler: «Onun emri bizim katımızda karma karışık oldu!» dediler.

İbni-Cerir, İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliyye'den rivayet ettiler: «Bu üç harf, yirmi dokuz harfdendir. Bütün diller o harflerle konuşulur ve gezmektedirler. Onların hepsi harf isimlerinden birinin anahtarıdır. Onların her biri bir veya üç âyetin harfleri olur. Onların her biri bir kavmin dünyadaki müddetine ve ecellerine işarettir. Meselâ: Elif Al­lah (C.C.) isminin anahtarıdır. Lâm El-Lâtif isminin anahtarıdır. Mim, el-Mecid adının anahtarıdır. Elif, Allah'ın (C.C.) nimetleridir. Lâm, Allah'ın (C.C.) lütfudur. Mim, Allah'ın (C.C.) cömertliğine işa-retdir. Elif bir senedir. Lâm otuzdur. Mim kırktır.»

İbnul-Munzir, Ebu-Şeyh b. Hibban tefsirinde Davud h- Ebi-Hind1-den rivayet etti: «Eş-Şa'bî'den sûrelerin başındaki harfleri sordum. Ce­vap olarak: «Ey Davud! Her kitabın bir sırrı vardır. Kuşkusuz ki, bu Kur'an'ın sırrı sûrelerin başlangıçlarıdır. Onları sorma. Diğer şeyler­den istediğini sor.» dedi.

(2) Ebu-Nasr Es-Seçzî El-İbane'de İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Son olarak Cebrail'in (A.S.) Resûlüllah (S.A.V.) ile müzakere ettiği harf, «Elif-Lâm-Mim bu kitabta şek ve şüphe yoktur» âyetidir.» [14]

İbni-Ebi-Hâtim Muaz b. Cebel'den rivayet etti: «Halk, Kıyamet gününde bir mıntıkada toplaşır. Bir tellâl «Acaba Muttekiler nerede­dir?» diye çağırır. Bunun üzerine Muttekiler Allah'ın (C.C.) hıfzında ayağa kalkarlar. Allah (C.C.) onlardan perdeli değildir. Onlardan giz­lenmez.

Sorulur: «Muttekiler kimlerdir?» Bir kavun cevap verir: «Şirkten ve putlardan sakınanlar ve Allah'a (C.C.) ihlâsla ibâdet edenlerdir.» Böylece o Muttekiler aşıp cennete giderler.»

Ahmed b. Hanbel, Abd b. Hümeyd ve tarihinde Buharı, Tirmizî, İbnu-Maceh, İbni-Ebi-Hâtim, Hâkim ve Beyhakî ashabı kiramdan olan Atiyye es-Sa'dî'den rivayet etti: «Mümin kul, zararlının korkusundan zararsızı terketmedikce, Muttekiler mertebesine varamaz.»

İbnu-Ebi-Dünya Abdullah b. Mübarek'ten rivayet etti: «Eğer bir kişi yüz şeyden sakınırsa, fakat bir şeyden sakınmazsa Muttekilerden olamaz.»

Ahmed Ez-Zuhd'de ve İbni-Ebi-Dünya Said b. Said el-Makberî'den rivayet etti: «Bize gelmiştir ki, adamın biri Hz. İsa'ya gelip: Ey hayrın muallimi! Ben ne şekilde gerektiği gibi Allah (C.C.) (isyanın) dan it-tika eden olurum?» Hz. İsa: «Az bir emirle olursun: Sütün kalbinle Allah'ı (C.C.) seversin. Gücün yettiği kadar ibâdet edersin. Nefsine merhamet ettiğin kadar hemcinslerine merhamet edersin» dedi.

Adam: «Ey hayrın muallimi! Benim hemcinslerim kimlerdir?»

Hz. İsa: «Adem oğullarının hepsidir. Sana dokunmasını istemedi­ğini başkasına dokundurma. O zaman gerçekten Allah azabından sa­kınmış olursun.» [15]

 

İmanı Bil-Gayb

 

Gaybe iman, Allah'a, Meleklere, Peygamberlere, ve son güne, Cen­nete, Cehenneme, Allah ile mülakata ve ölümden sonraki hayata iman etmektir.»

Bu tefsiri Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim Abul-Âliye'den rivayet etti. Îbni-Hamid (veya Hümeyd) ve Îbni-Cerir Kattade'den rivayet ettiler: «Gaybe  men edenler, ölümden sonra dirilmeye, hesaba, Cennete ve ateşe inananlar ve Allah'ın Kur'an'da gelen vaadlerini tasdik eden­lerdir.» [16]

İmamı Ahmed, İbnul-Muhayrız'dan rivayet etti: «Ebi-Cuma'dan sordum: «Resûlüllah'dan (S.A.V.) dinlediğin bir hadisi bize haber ve­rir misiniz?

  Evet sana güzel bir hadisi haber vereyim: Beraberimizde Ebu-Übeyde Âmir b. Cerrah olduğu halde Resûlüllah (S.A.V.) île yemek ye­dik. Bu esnada Âmir; Ey Allah'ın Resulü!  Bizden daha hayırlı birisi var mıdır? Seninle beraber müslüman olduk, seninle beraber cihad et­tik.

— Evet. bu- kavmi vardır ki, sizden sonra gelecekler. Beni görme­dikleri halde bana îman ederler, işte onlar sizden daha hayırlıdır.» [17]

(3) «Namazı ikame ederler.»

İbnu Abbas, bu âyetin tefsirinde: «Namazın ikamesi, rüku' ve sec­desini tamamlamaktır. Kur'an'ı namazda okumak, huşu'a bürünmek ve kalben namaza yönelmektir» dedi.

Kattade: «Namazın ikâmesi, vakitlerini, abdestini, rüku' ve sec­desini korumak demektir» dedi.

salat (namaz) kelimesinin esas mânâsı, dua demektir.

Sonra serî istilahda; rüku' ve secdeli olan ve belli şartlarla edâ edilen namaza denildi.

(3) «Onlara rızık olarak verdiğimizden infak ederler...»

Bu âyetin tefsirinde İbnu-Abbas: «Bu mallarının zekâtıdır» dedi. Ashabtan bir gurub: «Kişinin aile efradına sarf ettiğidir» dedi. Bu tefsire göre; bu durum zekâtın farz olmasından önce idi.

Kattade: «Allah'ın (C.C.) size verdiği servetten veriniz. Ey Adem oğlu! Bu mallar senin katında ariye ve emanettir. Pek yakında ondan ayrılacaksın demektir» dedi.

İbni-Cerir: «Âyet hem   zekâtı hem de diğer   nafakalan kapsar)) dedi.

Böylece vacib olan bütün   nafakalar ve farz   zekâtlar bu âyetin mefhumuna dahildir. [18]

Ahiretden maksad, Haşr, Kıyamet,  Cennet, Cehennem, Hisap ve Mizandır. Dünyadan sonra geldiği için Ahiret ismini almıştır.  [19]

 

Meal

 

(6) Şüphesiz ki, kâfir olanları korkutsan da kork utm asan da onlar îman etmezler. (7) Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürle-miştir. Gözlerinin üstünde perde vardır. Onlar için çok büyük bir azap vardır. (8) İnsanlardan bir gurup vardır ki, Allah'a ve Âhiret gününe îman ettik derler. Halbuki onlar, îman ediciler değillerdir. (9) Allah'ı ve îman edenleri (zanlannca) kandırıyorlar. Halbuki kendilerinden başkasım aldatmazlar ve bunu da sezemezler. (10) Onların kalblerin-de hastalık vardır. Allah, onların hastalıklarını artırmıştır. Yalan söy­lediklerinden dolayı onlar için elem verici bir azab vardır. (11) Onla­ra, «Yeryüzünde fitne çıkarmayınız!» denildiğinde, «Biz ancak ıslah edicileriz.» derler. (12) Dikkat edilsin ki, şüphesiz onlar, fitne ve fesat çıkaranların tâ kendileridirler. Fakat bu durumlarını sezemezler bile.. (13) Onlara, «İnsanların îman ettiği gibi îman ediniz!» denildiğinde; «Biz sefihlerin îman ettiği gibi îman mı edelim?» derler. Dikkat edil­sin ki, kesinlikle onlar sefihlerin tâ kendileridirler. Fakat bu durumu bilmezler. (14) Mü'minlerle bir araya geldiklerinde, «Biz îman ettik.» derler. Halbuki şeytanlanyle başbaşa kaldıklarında, «Biz sizinle bera­beriz. Biz ancak onlarla alay edicileriz.» derler. (15) Allah onlarla (mü­nafıklarla) alay eder. Tuğyan (azgınlık) lannda, körü körüne dolaşma­larında onlara mühlet verir. (16) İşte yukarda sözü geçen sıfatlarla bezenmiş bulunanlar o kimselerdir ki, hidayeti verip sapıklığı satın al­dılar. Onların alışverişleri kârlı olmamıştır. Onlar doğru yolu bulucu da değillerdir. [20]

 

Tefsir

 

 (i) «İnne» kelimesi şüphe ihtimali olan yerde zikredilir. Meselâ «Mû-sâ: «Ey Firavun şüphesiz ki, ben Âlemlerin Rabbinin Peygamberiyim.» dedi.» âyetinde olduğu gibi.

Peygamberin korkutmasından yararlanmıyan    kimseler, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Muğiyre oğlu Velid ve Yahudi .hahamlarıdır. Veyahut da bütün kâfirlerdir; küfürde ister israr etsinler, ister etmesinler.

«Küfür» lûgatta, nimeti inkâr etmek, anlamına gelir. Istılahî mânası ise, Rasulullah tarafından getirildiği kesinlikle bilinen dîni ha­kikatleri inkâr etmek demektir.

Bu âyeti celîle'de, gücün yetmediğiyle de insan mükellef olabilir diyenler için delil vardır. Çünkü Cenabı Allah onların îman etmiyece-ğini haber verdiği halde onlara îman etmelerini emretti. Eğer îman et-seydiler, Allah'ın verdiği haber (hâşâ) tersine dönmüş olacaktı. Bu takdirde imanları, imansızlıklarına inanmayı da içine almış olacaktı ki, bu da zıt iki oluşun bir arada toplanması gibi garip bir durum do­ğuracaktı. Halbuki gerçek şudur ki, zâtından ötürü yasak olanı teklif etmek, her ne kadar aklen caiz ise de inceleme sonucunda böyle bir şe­yin vaki' olmadığı tesbit edilmiştir. Bir şeyin olmasını veya olmaması­nı haber vermek, ona güç yetirmeye ters düşmez. Buna örnek, Cenab-ı Hakk'ın kendi yaptığından veya kulunun kendi iradesiyle yapacağın­dan haber vermesidir. Fayda vermiyeceğini bildiği halde Rasûlüllah'a tebliğin faydası nedir? Faydası, hasmı susturmak ve tebliğin faziletini elde edip kapsamaktır. Bunun için «Onlar için eşittir!...» dedi. «Senin için eşittir.» demedi.

Eğer kâfirlerden, daha önce belirttiğimiz gibi, belli şahıslar kasde-dilirse, Âyeti Celile gayb'dan haber vermiş olur ki, bu aynı zamanda Resûlüllah'ın  (S.A.V.) mu'cizesidir.

«Allah onların kalb ve kulaklarının üzerine mühür vurdu.» cümle­si geçmiş hükmün (yani iman etmiyeceklerinin) sebebidir. Ve aynı za­manda o hükmün isteğinin beyanıdır. Esasında mühür ve perdenin ha­kikisi yoktur. Ancak maksad, onların nefislerinde kâfirliği ve günâhı tatlı, îman ve taatları çirkin gösteren bir durumun yaradılmasıdır! Bunun sebebi, sapıklıkları, putlara tapmakta atalarını taklid etmeleri vç doğru düşünceden yüz çevirmeleridir. «Gözlerinin üzerinde büyük bir perde vardır.» İbretle bakanların gözlerinin gördüğü gibi, onların gözleri, Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri görmez!. Sanki üzerle­rinde perde vardır.

Bütün mümkünat Allah'ın kudretiyle oluştuğu için «Allah onlann kalb ve kulağını mühürledi» denildi. Mühürleme Allah'a (C.C.) is-nad edildi. Fakat onların yaptıklarının bir neticesi ve müsebbibi oldu­ğundan Âyet, onların sıfatlarının kötülüğünü ve. akıbetlerinin veha-metini aleyhlerinde kullanıyor.

(8) «İnsanlardan bazıları vardır ki, «Biz Allah'a ve son güne iman et­tik.» derler. Halbuki, onlar îman ediciler değillerdir.»   Bu Âyeti celile Allah'ın katında en habis ve buğzedilen kâfirlerden olan münafıkların halini belirtir. O, münafıklar ki, ağızlarıyla.iman ettikleri halde kalb-leriyle îman etmemiştir. Yalan söyleyerek ve küfürlerini gizleyerek ha­kikatle alay eder, sözde îman ettiklerini iddia ederler. Bu sebeple Allah onların halini, hebaset ve cehaletlerini uzun-uzun beyan etti. «Şüphe­siz ki, münafıklar ateşin en alçak tabakasmdadırlar.» mealindeki âyet onların hakkında nazil oldu. Bu münafıkların    başlarında Medine'li Selûl'un torunu Abdullah bin Übeyy ve arkadaşları geliyordu. Allah'ın Resulü bütün münafıkları tanıyordu ve Hüzeyfe bin Yaman gibi bazı sahabîlere de onların adlarını bildirmişti.

Songünden maksad, haşr'dan başlayıp sonsuza dek giden za­mandır. Ya da Cennetliklerin Cennet'e, Cehennemliklerin Cehennem'e girecekleri zamanın adı olan vakittir. Çünkü hudutlu vakitlerin sonu o zamandır. Ondan sonra, sonsuza dek gidilir. Ne Ölüm var ne de Ce-hennem'den kurtuluş!...

Onlar değil îman etmeye, mü'minlerin adedine bile dahil değiller­dir. Âyeti Celile; mücerred kelime olarak şehadetin kâfi gelmediğini, hakiki îmanın kelime-i şehadetle beraber kalbin tasdikinden ibaret bulunduğunu isbatlar!

(9) «Onlar Allah'ı ve îman edenleri (akıllarınca) aldatıyorlar!» Yani Allah'ın Resulünü akıllarınca aldatıyorlar. Resûlüllah'ın (S.A.V.) alda­tılması, Allah'ın aldatılması, ona itaat ise Allah'a itaattir. «Kim ki, Resûiüllah'a itaat ederse kesinlikle Allah'a itaat etmiştir.»

«Şüphesiz ki, sana biat edenler ancak Allah'a biat ederler!» Âyet­leri bu hakikati sergiliyor. Bu şekilde Âyet mânâlandınlırsa «müha-dîat» kökünden gelen «Yuhadiûne» «Yahdeûne» manâsına gelir. Ya­ni «Onlar Allah'ı, Allah da onları Kandırır.» demek değil, «Onlar akıl­larınca Allah'ı kandırırlar» demektir. Kelimeyi   esas manâsına hamletmek de mümkündür. Şöyle ki, «Onlar kalben değil dilleriyle îman ettik demek suretiyle sözde Allah'ı ve müminleri kandırırlar (!) Allah da amellerine göre zahirde imanlarım kabul eder görünüp hakikatte ise, kabul etmez.»

«Mükâfat amelin cinsindendir!» Hadisi şerifi de bunu isbatlar «nefis» bir şeyin kendisi ve hakikati demektir.

Sonra ruh manâsında kullanıldı. Zira dirinin zatı ruh ile kaim ve vardır. kalb manâsında da kullanılır. Çünkü, ruhun yeridir. Be­denin varlığım sağlayan Kan manâsına da gelir. su manâsında da kullanılır. Çünkü beden şiddetle suya muhtaçtır. Re'y (görüş) manâ­sında da kullanılır. Meselâ «Filanım yuâmirû nefsehü» yani filân adam, re'yinin sözünü dinler; re'yini kendisine rehber edinir.

(10)  «Kalblerinde hastalık vardır...»   Hastalıktan   maksat; nefse ariz olan cehalet, kötü inanç, hased, kincilik ve günâhları sevmek gibi hal­lerdir. Bu haller faziletlere varmanın yollarım tıkarlar, ebedî ve haki­ki hayatı alt-üst ederler.

Abdullah bin Übeyy münafıkı, «Eğer Muhammed (S.A.V.) Medi­ne'ye gelmeseydi Medine'nin reisi ben olurdum (!)..» diye için-için ya­nıyordu. Münafıklar günbegün durumu daha da gelişen Peygamber'-den ve İslâm'dan hased ederlerdi. Allah (C.C), bu durumu yücelttik­çe onların kalblerindeki kin de o nisbette artardı.

yalan (kizb), bir şeyi olduğundan başka haber vermektir. Ya­lanın tamamı haramdır. Zira Rabbimiz bu Ayette, azab görmeye se-beb olarak yalanı gösterir. «Hz. İbrahim (A.S.) üç defa yalan söyledi (Haşa)» sözünden ta'riz kasd edilir.

(11) «Onlara yeryüzünde fesatlık    çıkarmayınız    denildiği    zaman...»

Yeryüzünde fesadlık çıkarmaları, Müslümanları kandırmak, kâfirlere ümid vermek suretiyle savaş havasını kızıştırıp insanları, diğer canlı­ları ve bitkileri yoketmeye çalışmalarıdır. Günâhları açıktan yapmak, dini önemsememek de yeryüzünde çıkarılan fesadlıktandır. Çünkü Al­lah'ın sistemlerini ihlâl etmeleri, karma karışığı gerektirir. Nizâmı alemi alt-üst eder!..

Münafıklar, fikirlerinin çarpıklığından dolayı, yapmakta oldukla­rı kötülüğü iyilik telâkki ederek   «Biz ancak islâh edenleriz dediler.»

Fakat kalben hasta olanların yanlış durumunu en şiddetli bir tarzda reddeden Mevlâ(C.C.) (l2)«Dikkat edilsin ki, kesinlikle onlar var yâ ifsad edenlerin tâ kendisidir. Lâkin bunu sezemezler bile!..» buyurdu. Cüm­lenin başında bulunan «elâ» ile «înne» harfleri, haber'in ma'rife gelmesi, haber ile mübteda arasında fasıl zamirinin bulunması sebebiyle tahkiki ifade eden edatlardır.

(13) «Nâsın îman ettiği gibi îman ediniz denildiğinde..» En-Nasdaki, harfi tarif cins içindir. Yani insanlıkta kemal derecesine çıkıp aklın gereğini yerine getiren İnsanlar gibi siz de îman ediniz. Ya da En-Nas'daki harfi tarif ahd (belirlilik) içindir. Bu takdirde belli ve ma'lum olan insanla Hz. Muhammed (S.A.V.), ve onunla beraber bulunan as­habı kasdedilir. Veya yahudîlerden Abdullah bin Selâm gibi îman edenler kasdedilmiş de olabilir. Bu takdirde «ihlasla beraber, nifaktan hâli (boş) bulunan ve onların îmanlarına benzer bir îmanla îman edi­niz!» anlamına ulaşılır.

Bu Âyeti Celîle, zındıkların tevbesinin kabul edileceğine delâlet ettiği gibi, dille ikrarın dünyâ ahkâmında îman sayıldığına da delâlet eder!..

«Sefihlerin îman ettikleri gibi iman mı edelim dediler...»

sefih, aklının eksikliğinden dolayı kıt görüşlü ve değersiz olan kimse demektir. Münafıklar ile yahudîlerin inancına göre, Mü'minle-rin görüşleri kıt ve değersizdir. Zira Süheyb ve Selman gibi köleler ve fakirlerden oluşmuşlardı.

«Dikkat edilsin kesinlikle onlar, şübhesiz ki sefihlerin tâ kendisi­dirler...» Görüldüğü gibi Allah, en belîğ bir tarzda onların dediğini reddedip onlan techil etmektedir. Ve aynı zamanda münafıklardaki cahillik'in mürekkeb (katmerli) bir cehalet olduğunu da göster­mektedir. Çünkü cahildirler ve cahil olduklarını da bilmemektedirler. Şâirimiz ne güzel söylemiş: «Anânki Nedanend Ve Nedanend Ki Nedanend der cehl-i mürekkeb ebedid-dahri bî-manend» (O kimseler ki, bilmezler ve bilmediklerini de bilmezler, mürekkeb (katmerli) cahillik içerisinde ebediyyen kalacaklardır.)

Hak ve batılı ayırdetmek, düşünceye ve dikkat'vermeye muhtaç olduğu için Rabbimiz bu makamda «Sezmezler» manâsına gelen (Lâyeş'ûrun)  tâbirini değil «Bilmezler» manâsım ifade eden    (Lâ ya'le-mûn) tâbirini kullanıyor.

(14) «Münafıklar îman   edenlerle   bir araya   geldikleri zaman  Biz îman ettik  derler!»

Bu Âyet, münafıkların karakterini ortaya seren en belirgin bir hü­kümdür. Nazil olmasının sebebini şöyle izah ettiler: «Münafıkbaşı Ab­dullah bin Übey bin Selûl ve arkadaşları, Ashabı Kiram'la karşılaştılar. Abdullah (münafığı) arkadaşlarına «Dikkat ediniz ki, ben bu sefihleri (haşa) nasıl kandırır serlerini sizden uzaklaştırırım.» dedi.

Ve ashabı karşılıyarak Hz. Ebu-Bekr-i Sıddîk'm (R.A.) elini tu­tup: «Sıddîk'a merhabalar, teym (Hz. Sıddîkin kabilesinin adıdır. Ku-reyş'ten bir boydur.) Kabilesinin başı, İslâmın büyüğü, Mağarada Resû-lullah'ın (S.A.V.) ikincisi, malını ve nefsini Resûlüllah'ın (S.A.V.) yo­lunda veren zata merhaba!.» dedikten sonra Hz. Ömer'in (R.A.) elin­den tuttu: «Benî-Adiy (Hz. Ömer'in kabilesi) efendisine, İslâmı küfür­den ayırd eden, dîninde kuvvetli bulunan, malım ve nefsini Resûlül-lah'a feda eden zata merhabalar olsun» dedikten sonra Hz. Ali'nin (R. A.) elinden tuttu ve şunları haykırdı: «Resûlüllah'ın amcazadesine, damadına, Resûlüllah'dan (S.A.V.) sonra benı-haşim kabilesinin efendisine merhabalar!.»

«Şeytaniarıyla başbaşa kaldıklarında: «Biz sizinle beraberiz, biz ancak istihza edicileriz derler!..»

Şeytanlarından maksad, Şeytanın temsilcileri bulunan büyük mü­nafıklar ve kâfirliklerini pervasızca belirten inatçı kâfirlerdir. «Biz si-zinleyiz!» dediklerinde Şeytanları sordu: «Eğer sözünüz doğru ise, ne­den müslümanlara uyuyorsunuz ve îman ettik diye iddia ediyorsu­nuz?» Cevab: «Biz ancak istihza ediyoruz!..» istihza alay etmek, karşıdaki muhatabı hiçe saymak ve hafife almak demektir. «Allah onlarla istihza ediyor!..» İstihza etmek Allah'ın (C.C.) sânına yakışır mı? Haşa bin defa haşa! Fakat «cezalar ve mükâfatlar yapılanlara gö­ne takdir edilir.» «Kötülüğün cezası kötülüktür» denilir! Yani kötülü­ğün karşılığı olarak verilen ceza esasında kötülük değildir. Fakat gö­rünürde öyle adlandırılır. Allah'ın yaptığı katıksız adalettir. Fakat o münafıkların yaptığına    mikdarda ve zahirde    benzediği için istihz adını mecazen kullanmıştır. Ya da onların üzerine hakaret ve zillet inecektir. Bu ise, istihzanın bir gereğidir. Bunun için de Allah tarafın­dan onlara tatbik edilen haklı ve adaletli cezaya «istihza» adı veril­miştir. Şöyle ki, «Onlar ateşte yanarken Cennet'e açılan bir kapı önle­rinde görülecektir. Onu görünce o tarafa koşarak gideceklerdir. Tam kapının yanma vardıklarında kapı yüzlerine kapanır. Nitekim bu du­rumu Kur'an'ı Kerîm başka bir âyette dile getirmiştir: «Bugün (Kıya­met günü), îman edenler kâfirlerin haline gülerler!»

Tuğyan; kâfirlikte inad edip İsrar etmek, ileri gitmek demek­tir. Allah'ın (C.C.) bu hususda onlara yardım etmesi mecazîdir. Zira Allah (C.C.) küfre razı değildir. «Ya'mehün» fiili «Âmeh» kökün­den geliyor. Bunun manâsı, basiretin körlüğü demektir. Bu durumda olanlar şaşkınlık ve hayret içerisinde kıvranıp dururlar. Battıkça ba­tarlar. Bir türlü çıkar yolu seçmeye yanaşmazlar..

(16) «Hidayeti verip dalâleti satın aldılar!..» Allah (C.C.) tarafından insanın yaradılışında bulunan sağlam karakteri bırakıp sapıklığa yö­neldiler. Hadîsi şerif de: «Her insan fıtratı selime üzerinde doğup dün­yaya gelir!» denilmektedir.

Buna göre dünyâya her gelen fıtratı selime üzerinde gelir. Akıl ve baliğ olduktan sonra kendi arzusunu kullanabilir. Ya dalâlet veya hi­dayeti seçer. Seçiminde hür ve bağımsızdır. [21]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(6) «Hiç şüphesiz kâfir olanları uyanp korkutsan da uyarmayıp kor-kutmasan da onlar için eşittir...»

Bu âyetin tefsirinde İbmı-Abbas şunları söyledi: «Allah Resulü, bütün insanların îman etmesini şiddetle arzular, herkesin kendisine tabi' olmasını isterdi. Bunun için Allah (C.C.), ancak ilk zikirde (Lev-hul-Mahfuzda) îman etmesi sebket eden îman eder» diye haber verdi.

«İman etmezler» cümlesi daha önceki' cümlenin te'kididir. Yani iki durumda da îman etmezler.

(7) «Allah, onların kalbleri ve kulakları   üzerine mühür vurmuştur.» Bu âyette Cenabı-Hak: Günâhlar kalbin üzerinde birikmiş ve her taraf dan kaplamıştır demek istiyor. Nitekim başka bir âyette: «Belki Al­lah onların küfürlerinden ötürü kalblerini mühürlemiştir.» denilmiş,

Hadisde: «Ey kalbleri evirip çeviren! Bizim kalblerimizi dininin üzerinde sabit kıl.» diye varid olmuştur.

Îbni-Cerir: «Bazıları, «Allah onların kalbini mühürlemiştir» âye-tiyle Allah (C.C.) onların kibir ve gururlarından ve çevrildikleri hak­tan yüz çevirmelerinden haber veriyor. Nitekim birisi, bir konuşmayı dinlemek istemediği zaman; «Filan adam bu konuşmadan sağırdır» dendiği gibi, dedi. Fakat bu tür bir tefsir doğru değildir. Çünkü Cena­bı Hak, kendisinin onların kalblerini ve kulaklarını mühürliyen oldu­ğunu haber verdi» dedi.

İbni-Cerir, Zemahşeri'nin mu'tezile usulüne göre bu âyetin za-if tevillerini naklettikten sonra şunları söyledi:

«Benim katımda hakikat şudur ki bu âyetin benzeri hadisde de varid olmuştur: «Kuşkusuz Mümin bir günâh işlediğinde onun kal­binde siyah bir nokta olur. Eğer tevbe ederse, elini günahdan çekip bı­rakırsa, kalbi yeniden berraklaşır. Eğer artınrsa, siyahlık da tâ kalbini kapsayıncaya kadar artar durur.

İşte Cenab-ı Hakkın «Asla, hayır, onların kazanmakta oldukları kalbleri üzerinde pas tutmuştur.»  (Mutafifin: 14) âyeti ortadadır.

Resûlüllah; günâhlar ardı ardına bir kalbin üzerine dökülürse kalbleri kapatır. Bu takdirde Allah (C.C.) tarafından mühürlenir. O zaman îman oraya girmeye yol bulamaz. Küfürden kurtuluş da ola­maza demek istiyor.

(8) «Bazı kimseler vardır ki: «Biz Allah'a ve âhiret gününe inandık» derler. Halbuki onlar mü'min değiller.»

Bu âyetin tefsirinde İbni-İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas kanalıyle rivayet ettiler: Bunlar avs ve hazrec'den olan münafıklar ile onla­rın arkasında gidenlerdir.»

Aynı zatlar Îbni-Abbas'tan rivayet ettiler: «El-Bakara'nin baş ta­rafı yüzüncü âyete kadar avs ve hazreç   münafıkları İle yahudî

âlimlerinden isimleri belli ve soyları muayyen olan kimseler hakkında inmiştir!.»

İbnu-Cerir İbnu-MesucTdan: «Bu âyetle kasdedilen münafıklar­dır. Yani hangi zamanda ve hangi mekânda ve hangi milletten olursa olsun bütün münafıklar hakkında gelmiştir.»

Îbni-Cerir Kattade'den: «Bu âyetten onlar hidayete ermediler âyetine kadar olan bölüm münafıkların hakkında inmiştir.»

Abdi bin Hümeyd Kattade'den: «Bu âyet, münafık kişiyi sıfatlan­dırdı. Yani iç alemi hain, va'dma çok muhalefet eden, diliyle tanıyıp kalbiyle inkâr eden, diliyle tasdik edip ameliyle ters davranan, sabah bir durumda, akşam başka duruma giren ve rüzgâra göre giden gemi gibi olan münafıkı sıfatlandırdı.»

İbnul-Münzir Muhammed b. SiyrkVden: «Selefin katında bu âyet­ten daha dehşetli bir âyet yoktu.» rivayet etti.

Abd b. Hümeyd Yahya b. Atik tarikiyle rivayet etti: «Haccac'ın bahsi geçtiği yerde Muhammed b. Siyrin bu âyeti okuyordu.» Yani Haccac'ı bunlardan sayardı.

Îbnu-Sad, Ebi-Yahya'dan: «Bir zat Hz. Hüzeyfe'den münafık­lığın ne olduğunu sordu. Hüzeyfe (R.A.) diliyle söylediğini yapmadı­ğıdır!.» rivayet etti.[22]

(9) «(Sözde) Allah'ı ve müminleri aldatırlar...» Bu âyetin tefsirinde Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Cüreyç'den rivayet etti: «Lailâhe illellâhu'yu dil­leriyle söylerler. Bununla sadece kanlarım ve mallarını kurtarmak is­tiyorlar. Oysa kalblerinde başka şey (kâfirlik) vardır.»

Îbni-Cerir, Îbni-Vahb'den rivayet etti: Bu âyetin manâsını İbni-Zeyd'den sordum: «Bunlar münafıklardır. Zannederler ki, dilleriyle söylediklerine Allah, (C.C.) ve Allah'ın Resulü (S.A.V.) ve mü'minler kandılar. Oysa nefislerine zarar verdiklerinin farkında bile değiller!. dedi.»

El-Beyhakî, Kays b. Sad'dan rivayet etti: «Eğer Resûlüllah'ın (S. A.V.) «Mekir ve hile ateştedir» dediğini işitmeseydim. Bu ümmetin en hilebazı ve fetbâzı olurdum.»

 (10) «Kalblerinde hastalık vardır...»

Bu âyetin, tefsirinde İbnu-Cerir İbni-Abbas'tan rivayet etti: «Has­talık şübhe demektir. Allah onlan hastalık yönünden artırdı; şübhe yönünden artırdı demektir.»

Yani İslâm'da şek ve şübhe etmekde daldıkça daldılar.

İbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Has­talıktan nifak kasd edildi.

«Onlar için yalanlarından ötürü acıtıcı bir azab vardır» âyetinin manâsı tebdil ve tahrif ettiklerinden ötürü acıtıcı bir tenkil vardır de­mektir.»

Et-Testî (veya Et-tustî) «Nafi' b. Azrek, İtyü-Abbas'dan «Onların kalbinde hastalık vardir»ın manâsını sordu. «O nifakdır» dedi. İbni-Azrek «Arablann lügatinde mered kelimesinin nifak manâsına geldiği­ni bilir misin?» diye sorunca İbni-Abbas: «Şâirin «Utandığımdan bir kavme mucamele gösteriyorum. Oysa onlann göğüsleri benim aley­himde marad (nifak) lanyle kaymyor» şiiriyle cevab verdi. Îbni-Azrak: «Onlar için eliym bir azab vardır.»ın manâsı nedir?» İbni-Abbas: «Eliym» acıtıcı demektir dedi. İbni Azrak: «Arablar bunu tanıyorlar mı? Yani lügatlerinde var mı?» İbni-Abbas: «Şâirin: «Elem'den boş olan uyudu. Ben ise bütün gece uykusuz kaldım uyuyamadım» şiiri­ni dinlemedin mi?» dedi.

(11) «Kendilerine «Yeryüzünde fesatlık yapmayınız» denildiğinde «Biz­ler sadece islâh edicileriz» derler.»

Bu âyetin tefsirinde İbni-Cerir İbni-Mesud'dan rivayet etti: «Bu âyetdeki fesat, küfür ve masiyet işlemektir.»

İbni-İshak, Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Biz ancak islâh edicileriz, yani ehli Kitab ile Müminler arasını İslah ediciyiz» diye iddia ettiler.

Îbni-Cerir Mucahid'den rivayet etti: «Onlar bir günah işledikle­rinde, onlara; bunu yapmayınız diye itiraz edince, biz ancak hidayet üzerindeyiz derler.»

Ibni-İshak Selmanı Farisî kanalıyla rivayet etti: «Bu âyetin bah­settiği kimseler halen gelmemiştir.»    Îbni-Cerir,    Selman'm bu sözü, muhtemel ki, bu sıfatlarla sıfatlı olarak gelenler Resûlüllah'm (S.A.V.) zamanındakinden daha korkunç olacaklar mânâsında olsun. Yoksa böyle bir sıfatla sıfatlı gelmemiştir, demek değildir.

Muhtemel ki, Selman (R.A.), bu âyeti münafıklar hakkında de­ğil, Hariciler gibi fasıd icraatlarını İslahat bilen fitneciler hakkında inmiş olarak görmüş olsun. [23]

(13) «Halkın îman ettiği gibi îman ediniz denildiğinde,   biz sefihlerin îman ettikleri gibi îman mı edelim dediler. Agâh olunuz, kuşkusuz on­lar sefihlerin tâ kendisidirler. Fakat bilmezler.»

Bu âyetin tefsirinde selef şunları söyledi:

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Onlara Muhammed'in (S.A.V.) arkadaşlarının onun Resul olduğunu, ona inenin Allah'ın (C.C.) kelâ­mı bulunduğunu tasdik ettikleri gibi siz de tasdik ediniz denildiğinde, Ashabı Kiramı kasdederek sefihlerin îman ettikleri gibi iman mı ede­lim, dediler. Dikkat ediniz sefihler (çok cahiller) onlardır. Fakat bunu bilmezler. Akıl erdirmezler.»

İbni-Âsakir Tarihinde: «Ebu-Bekr, Ömer, Osman ve Ali'nin (R. A.) iman ettiği gibi, îman ediniz dendiği zaman biz sefihlerin (haşa) inandığı gibi nasıl inanırız? dediler.»

Fakat bu hadisin senedi pek zaifdir.

İtoni-Cerir İbni-Mesûd'dan: «Sefihlerden Hz. Muhammed'in (S.A. V.) ashabını kasdederlerdi.»

Rebf, Îbni-Zeyd'den bunun benzerini rivayet ettiler.

El-Kalbî Îbni-Abbas kanalıyle rivayet etti ki: «Bu âyet, yahudîter hakkında indi. Yahudilere (sizin âlimlerinizden olan) Abdullah b. Se­lâm ve arkadaşlar gibi îman ediniz dendiğinde bu sözleri söylediler.»  [24]

(14) «îman edenlere rastladıklarında, biz îman ettik derler. Şeytanla-nyla haşhaşa kaldıklarında,   biz sizinle beraberiz.    Biz ancak onlarla alay edicileriz derler.»

Bu âyetin tefsirinde selefden gelen rivayetler.

Es-Suddî Ebi-Mâlik'ten: «Şeytanları baş olanları ve önderleri de­mektir. Yahudilerin âlimleri, müşriklerin başları ve münafıkların ileri gelenleri demektir.»

Es-Suddî, Ebi-Salih'den İbni-Abbas'dan, Mirretul-Hemadanî de İb-ni-Mesud'dan ve başka ashabdan rivayet ettiler: «Şeytanları, kâfirlik­te baş olanları demektir.»

Ed-Dehhak İbni-Abbas'dan: «Şeytanları arkadaşları demektir.»

Muhammed b. îshak, Muhammed b. Ebi-Muhammed'den, İkrime'-deri veya Said b. Cübeyr'den, İbni-Abbas'dan: «Şeytanları yalan söy­lemelerini emreden yahudîlerdir. Resûlüllah'm (S.A.V.) getirdiğinin tersini emreden yahudîler.»

Mucahid: «Şeytanları, münafık ve kâfirlerden olan arkadaşları­dır dedi.»

Kattade, Ebu-Mâlik, Ebul-Âliyye, Es-Suddî Rebii  b. Enes: «Şey­tanları, reisleri ve önderleridir dediler.»

İbni-Cerir: «Her şeyhi şey tam azgınlarıdır. Şeytan, insan ve cin­lerden olur. Nitekim Cenabı Allah (C.C.) «Böylece her peygambere, in­san ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık...» (Enam: 112) dedi.»

Müsned'de Ebi-Zer'den: «Allah'ın Resulü: İnsan ve cin şeytanla­rından Allah'a sığınıyoruz dedi. Ben, Ey Allah'ın Resulü! İnsanların şeytanları oluyor mu? diye sorunca «EVET» diye cevab verdi.»

Îbni-Abbas «Biz sizinle beraberiz» yani siz neyin üzerinde olursa­nız biz de onun üzerindeyiz. Biz Müslümanlarla alay eder ve oynuyo­ruz demektir dedi.»

Ed-Dehak Îbni-Abbas'dan: «Ancak Muhammed'in (S.A.V.) asha-biyle istihza ediyoruz.   Ciddî iman ettiğimiz bahis   konusu değildir.»

Rabi' ve Kattade de böyle tefsir ettiler.

(15) «Allah onlarla alay eder ve tuğyanlarında şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre verir..» İbnu-Cerir bu âyetin tefsirinde şunları söyledi: «Allah Kıyamette onların başına bunu getireceğini haber verdi. İşte âyet: «O gün münafık erkek ile münafık kadınlar, îman etmekte olan­lara derler ki (Ne olur) bize bir göz atınız. Sizin nurunuzdan birazcık alıp yararlanalım.» Onlara «Arkanıza dönün de bir nur arayıp bulma­ğa çalışın» denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir. Onun iç yanında rahmet, dış yanında da o yönden azab vardır.» (El-Hadîd: 13). İşte bu ve benzeridir Allah'ın alay etmesi. Yoksa Mevlâ-mız bu eksikliklerden yücedir. Münafıklarla ve müşriklerle alay etme­si budur.»

«Cezalar amellerin cinsindendir.» kaidesi burada geçerlidir. [25].

 

Meal

 

«(17) Onların meselesi, o kimsenin meselesine benzer ki, bir ateş yaktı. Yakılan ateş etrafını aydınlatınca, Allah onların nurlarım gö­türdü. Onları karanlıklarda bıraktı. Böylece görmez oldular. (18) On­lar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Böylece dönüş yapamazlar. (19) Veya meseleleri, gökten sağnak halinde inen, içinde karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan bir yağmura tutulanın meselesine benzer. Yağmura tutulanlar, yıldırımların dehşetinden, ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri (kuvvet ve kudre­tiyle) ihata edicidir. (20) Çakan şimşek yaklaştı ki, onlann gözlerini kapıp alsın!.. Onlar için aydınlık yaptıkça, ışığında yürürler! Onlara karanlık yaptıkça kala kalırlar. Eğer Allah dilerse, onların dinleme ve görme niteliklerini giderirdi. Muhakkak şudur ki, Allah her şeye pek alâ kadirdir. (21) Ey insanlar! Sizi de, sizden önce gelenleri de yara­tan Babbinize kulluk ediniz, ehli takvadan olmanızı ümid ederek!.. (22) Öyle Rabbiniz ki, yeri size döşek, göğü size kubbe (bina) yaptı. Si­zin için buluttan bir su indirdi. Böylece o, su ile size nzık olsun diye meyveler çıkardı. Artık sakının hâ! Allah'a eşler koşmayın. Halbuki, böyle bir şeyin olmadığım bilirsiniz. (23) Eğer kulumuz (Hz. Muham-med)un üzerine indirdiğimizden bir şübhe içinde iseniz, onun benze­rinden tek bir sûre getiriniz. Allah'dan başka ne kadar yardımcılarınız varsa, hepsini yardıma çağırınız. (Kulumuza indirdiğimiz beşer ke­lâmı olduğundakî iddianızda) doğru iseniz (onun benzerinden bir sû­re getiriniz). (24) Eğer bu işi yapmazsanız  ki hiç bir vakit yapa­mazsınız  bu takdirde tutuşturucu maddesi insanlar ile taş olan o ateşten sakınınız. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.» [26]

 

Tefsir

 

Cenab-ı Hak önce münafıkların gerçek durumunu belirttikten son­ra, daha açıkça tanınsınlar diye örnekler, misaller getirdi. Zira bu tarzdaki bir tanıma daha etkili, hasmı daha susturucu olur. Çünkü muhayyeli muhakkak bir tarzda sergiler. Aklen bilineni gözler önüne serer.

Bu hikmet içindir ki, Mevlâmız Kur'an'mda benzetmeleri çokça zikreder. Peygamberler ve hikmet erbabının konuşmalarında da çok­ça misaller görülmektedir.

(17)  Karanlıklar'dan maksad, küfür karanlığı, münafıklık karan­lığı, Kıyamet karanlıklarıdır. Zira Kur'an başka bir âyetinde, «O gün­de ki, erkek ve dişi mü'minleri görürsün ki, nurlan önlerinde ve sağla­rında yürüyüp durur.» demektedir.   Veya bu karanlıklar; sapıklık, Al­lah'ın öfkesi, ve ebedî azab karanlıklarıdır.

. Âyeti Celile, Allah tarafından kendisine bir çeşit hidayet verilmiş fakat o hidayeti kaybetmiş, bu yüzden ebedî nimete varamamış ve şaş­kın - şaşkın dolaşmakta olan bir kimsenin halini tasvir eder. Münafık da bu hükmün içine girer. Zira dilinin söylediği Hakkı, gizlediği kü­fürle yokedip durmaktadır. Tabiâtmdaki hidayeti sapıklık ile değişti­ren, îmandan sonra dîninden dönen, İRADE hallerini elde ettiği halde mahabbet hallerini iddia ettiği için, kalbine doğan irade nurları Allah tarafından giderilenlerin hepsini Âyeti Celile kapsar. Gene Âyeti Celi­le münafıkların îmanına bir misaldir. Şöyle ki: îmanları, kanlarım ak­maktan, mallarını ganimet olmaktan, çoluk-çocuklarını esir düşmek­ten koruduğu yönleriyle yanan ateşe benzetilmiştir. Münafıkları yok-etmek ve hallerini ifşa kılmak bakımından da Allah'ın o ateşi söndür­mesine ve ışığını gidermesine benzetilmiştir.

(18) Onlar, ateşi yaktıkları zaman, Allah (C.C.) ateşlerini söndürdüğü ve onları karanlıklara gömdüğü için, o dehşetli durumlar onlann du­yularını dumura uğrattı. Gözleri görmez, kulakları duymaz ve dilleri ahraz kesildi. Artık onlar, sattıkları ve zayi' ettikleri o hidayete döne­mezler. Keza satın aldıkları o sapıklıktan da dönemezler.    Şaşkındır­lar; kâh ileriye kâh geriye çırpmır dururlar. Bir türlü başlangıç nok­tasına geri dönemezler.

Yağmurdaki karanlıklar, damlalarının arka arkaya gelmesinden oluşan karanlık, dumanın karanlığı, ve gelen gece karanlıklarıdır. Bu­lutun karanlıkları, bulutun oluşumundaki karanlık, üst, üste yığılma­sından gelen karanlık ve gece ile beraber olan karanlıklardır.

Ra'd, buluttan çıkan ses demektir. Bu ses, zıt elektrik yüklü bu­lutların sürtüşmelerinden çıkan sesdir. Bark, bu sürtüşme sırasında çakan şimşek demektir.

(19) «Parmaklanın kulaklarına tıkarlar!» Yani parmak uçlarını kulak­larına tıkarlar. Tıkama mübalağalı bir tarzda olduğundan parmak ta­biri kullanılmıştır. Sanki parmağın tamamını kulaklarına tıkamışlar­dır...

«Allah kudretiyle kâfirleri kapsayıcıdır.» Yani hile ve dalevereleri, onları Allah'ın (C.C.) pençe-i kahrından kurtaramaz. «Allah her şeye kadirdir!..» «şey» var olan nesneler demektir. «ŞÂE» fiilinin masdan (kökeni) dir. Bazen şâîn (yani ismi-Fâil) dileyen mânasını ifade eder. Bu takdirde Allah'a «Şey» denir. Zira Kur'an «De ki, şehadet yönünden hangi şey daha yücedir? De ki, Allah şahiddir». Allah'a «Şey» denir, fakat eşyaya benzemez! Künhü bilinmez. Araz, cevher ve cisimden, mekân ve zamandan münezzeh ve uzak bir şey!..

Bazen de ŞEY, Meşi' (ismi-Meful) manâsına gelir. Yani varlığı is­tenilen nesne demektir. Allah tarafından yarlığı istenen nesne var de­mektir. «Allah her şeye kadirdir.»   ve   «Allah her şeyin yaratanıdır.»

Âyetleri bu mânaya hamledilir. Mümkün olan şeyle tevil etmeye lüzum yoktur. Mu'tezile'ye göre; şey, varlığı mümkün olan nesnedir. Böyle­ce şey, vacib ve mümkün'ü kapsar. Yine Mu'tezile'ye göre; şey, bilinmesi ve kendisinden haber verilmesi mümkün olan nesne demek­tir. Bu takdirde Vacib, ve mümkün'e şâmil olduğu gibi mü'mtenia (olması mümkün olmayana) da şamil olur. Bu görüşlerinden ötürü bahsi geçen iki Âyette de yer alan «şey»i, «mümkün şey»e tahsis et­meleri aklen lâzım gelir. Çünkü «Allah (C.C.) zâtına kadirdir!» denil* mediği ve iddia edilmediği gibi, Mü'mtenia da kadirdir denilmez. Bu muhaldir.

kadir, o zattır ki, dilerse yapar, dilerse yapmaz. Dilediğini, dile­diğine tercih eder. Acizlik sıfatından uzaktır. Bu sıfat mutlak manâda ancak Allah'a itlak olunur!..

Bu Âyeti Celîlede, hem yaratılmışın oluşumu hâlinin hem de müm­künün devamı hâlinin kudretin dâhilinde olduklarına deliller vardır. Hem de kulun kudretinde bulunan her şeyin Allah'ın kudretinin dâhi­linde olduğuna delildir bu Âyeti Celîle!.. Zira O, «Şey»dir. Her şey Al­lah'ın kudretine dahildir. O halde o da Allah'ın (C.C.) kudretindedir!..

(21) «Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz!..» Kabbimiz mükellef bulu­nan mü'min, kâfir ve münafıkların sınıflarını ve o sınıfların nitelikle­rini teker, teker beyan buyurduktan sonra, onlara yönelip iltifat yoluy-le onlara hitab etti. Dinliyeni hareketlendirmek ve uyandırmak için, ibadetin emrine önem vermek, sânını yüceltmek ve hitab lezzetiyle ibadetin ağırlığını hafifletmek için bütün kullarına hitabetti. «İnsan-larudan maksad, âyetin indiği zaman var olan insanlarla, Kıyamete kadar gelen insanlardır. Zira tevatür yoliyle gelen dînî hükümler bu­nun umumîliğini ifade ederler. Binaenaleyh Alkarna ve Hasan'dan, «Ey insan!» hitabıyla başlayan her âyet Mekke dönemine aiddir. «Ey îman edenler!» hitabiyle başlayan kısım ise Medine dönemine aittir.» şek­linde gelen Hadîsin vürûdu doğru ise, insanlardan maksad ille de kâ­firlerdir, kâfirlere ibadet etmeyi emreder denilmez ve gerektirmez. Zi­ra bu Âyette emredilen, ibadetin başlangıcı ile ibadette ilerleme ve ibadete devam etme arasında ortak olan miktardır. Binaenaleyh kâ­firden yaratanı bildikten sonra istenen ibadete başlamaktır. Nasıl ki, abdestsizlik namazın farz olmasına mâni.değil ve namaz abdestliye farz olduğu gibi, abdestsize de farzdır. Öylece küfür de ibadetin kişinin boynuna farz olmasına mâni değildir. Bilâkis kâfirin boynuna farz olan önce küfrü kaldırmak sonra ibadetle meşgul olmaktır. Mü'min-lerden âyetin isteği; ibadetlerini artırmaları ve devam etmeleridir. «Rabbiniz» tabiriyle rubûbîyyet'in ibadetin tek illet ve nedeni ol­duğuna işaret vardır.

«Umulur ki, takva ehlinin yoluna girmiş olasınız!.»

Takva'nın sâliklerin en yüce mertebesi olmasına delâlet eder Âyeti Celîle!.. Takva' demek, Allah'dan başka herşeyden el sil­kip Allah'a sığınmak demektir.

Âbid kişi, ibadetine aldanmamalıdır. Her an korku- ile ümit ara­sında bulunmalıdır. Cenab-ı Hak «Korku ve ümit yönünden Eablerini çağırırlar. Rableıinin rahmetini ümit ederler. Onun azabından korkar­lar!» buyurmaktadır.

Başka bir tefsir, «Takvaya eresiniz diye sizi yarattı.» şeklindedir. Nitekim başka bir âyette «İnsanlar ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım!» deniliyor. Fakat bu tefsirin zayıf olduğunu, «el-Beyzavî» tefsiri kaydediyor.

Âyet delâlet eder ki; Allah'ın marifetine, vahdaniyetini bilmeye ve ibadete müstehak olmasını anlamaya götüren yol, onun yaptıklarını derin derin düşünmek ve onun yaptıklarından deliller getirmektir. Yi­ne Âyet delâlet eder ki, ibadet yapan kuluna ille sevab vermek de Al­lah'a gerekli değildir. Çünkü kulun ibadeti daha önce kula verilmiş ni­metlerin karşısında yapılan bir teşekkürdür. Öyle ise, kul ücretini pe­şin almış bir ameledir.

(22)«O, Allah ki, size yeryüzünü beşik ve yaygı yapmıştır!..» Yani yer küresinin, bazı taraflarını sudan çıkararak bırakmıştır. Halbuki, onun tamamını kapsamak, suyun tabiatında bulunan bir özelliktir. Yer yü­zünü üzerinde uyuyabilecek ve oturabilecek bir tarzda yaratmıştır. Ne taş gibi kaskatıdır, ne de pamuk gibi tamamen yumuşaktır. Bu du­rum, yerin düz olmasını gerektirmez. Zira yer şeklinin kürevîüği, hac­minin büyüklüğü ve cürmünün genişliği içinde ve üzerinde yayılmaya mani olamaz. Yerin yuvarlak, kürevî olduğunu Müslümanlar ta yüzler­ce sene önce bilmişlerdir. Döşek gibi olmasını hissettiren Âyet ve Ha­dîslerin mânası; «Kürenin büyüklüğü ve genişliği sanki bir yaygıdır.» şeklindedir.

Şu anda (1983 - 1403) Ankara Kapalı Cezaevinde bulunduğum için yanımda sadece Kaynak tefsir olarak, hicretin (791) de vefat eden Nâsırüd-Din Ebu-Said Abdullah bin Ömer Eş-Şîrazî el-Beyzavî'nin tef­siri bulunuyor. Onun fikrini gördüğüm gibi naklettim. Yani yer yüzü­nün yuvarlak bir küre olduğunu bu zat (712) sene evvel söylemiş.

«Gökten bir su indirdi...»

Buradaki, gök tabirinden bulut kasdedilebilir. Zira gök, üstte ola­na denir. felek de kasdedilebilir.

Meyveler ve mahsullerin yerden çıkması Allah'ın (C.C.) kudretiy-ledir.  Fakat toprakla  kansan su sebeb olarak yaratılmıştır. Onunla bitkiler başlarını topraktan çıkarır. Meninin canlıların ilk maddesi olduğu gibi, nemli toprak da bitkilerin ana maddesidir. Yani Allah'ın adeti şudur ki, bitkileri oluşturmak ve şekillendirmek keyfiyetini sulu toprağa havale etmiştir. «Allah'ın sünneti (yolu - kanunu) budur. Onun sünneti değişmez!.» Suda yapıcı, toprakta kabul edici özelliği yaratmıştır. Birleşmelerinden çeşitli meyveler ve mahsuller meydana gelir. Her şeyi sebebsiz oluşturup meydana getirmeye kadir olan Al­lah, (C.C.) nelere kadir değil ki?.. Sebebler ve maddeleri o yaratmadı mı?. Kör tesadüf olur mu? Lâkin eşyanın yaradılışında «Tedriç Kanu­nu» icra edilmiştir. Halden - hâle geçilmiştir. Bunun nedenleri vardır. Onlardan biri de o yenilenen san'atlara bakıp yaratanın azamet ve kudretini bilmek ve takdir etmek, onun önünde eğilmek ve secde et­mektir.

«Sakın Allah'a nid[denk]ler kılmayınız!..»

«Endad» kelimesi nîd'in çoğuludur. Benzeri demektir. «Allah'a (C.C.) benzer şeylerin varlığına ulanmayın.» Zira hiç bir varlık ne sı­fatı ne de zâtı itibariyle Allah'a (C.C.) benzemez. Onun yaptığını ya­pamaz. Bu Âyeti Celîlenin ilk muhatablan bulunan müşrikler, putla­rının zat ve sıfatlarında Allah'a (C.C.) eşit olduğunu ve Allah'ın (C.C.) yaptıklarında ona muhalefet ettiklerini iddia etmediler. Fakat Allah'ın (C.C.) ibadetini terkedip o putlara taptıkları ve o bâtıl mabutlara «İLÂH» dedikleri için, o müşriklerin halleri, «Putların zatları da Al­lah'ın (C.C.) zatı gibi (Haşa) vacibdir.» diyenlerin haline benzedi. O, bâtıl mabutları kendilerinden Allah'ın (C.C.) azabını defedebilir, Al­lah'ın (C.C.) irad etmediği hayrı onlara verebilir, diyenlerin haline benzedi. Bu nedenle Allah (C.C), onların akıllarıyle adeta alay eder­cesine, «Bir tek benzeri olmayana nasıl olur da bir çok benzer yakıştı­rırsınız?» diye sordu. Bu nedenledir ki, cahiliyyet döneminin tev-hidcisi nüfeyl oğlu amr oğlu zeyd şöyle söylüyor:

«emirler taksim edildiğinde bir tek rabbe mi yoksa bin rab-be mi inanayım? lât ve uzza'mn tamamını terk ettim. Basireti açık bulunan kişi zaten böyle kabul eder!..»

«Hal bu ki siz bilirsiniz!..» Yani, sakın ona ortaklar koşmayınız. Çünkü ilim ve düşünce ehlisiniz.   Az bir düşünce neticesinde aklınız

kâinata, bir varedenin gerekli olduğunu hemen kavrar. O, var edenin vâcib-vücud olduğunu, mahlûkâtın benzerliğinden uzak bulunduğunu hemen kestirir. Cenabı-Hakk'm bu cümleden maksadı, onları kına­maktır. Hükmü sadece âlim olmaya bağlamak değildir. Zira âlim de, öğrenmesi mümkün olan câhil de yani herkes teklifte eşittir.

Bilmiş ol ki, bu iki Âyeti Celîle'nin hulâsası şudur: «İbadeti emre­der, Allah'a ortak koşmaktan sakındırır ve ibadetin nedeni ve illeti olarak rübûbiyyet'i (Allah'ın Rabbliğini) gösterirler!..

Âyette bahsi geçen «samer» yiyeceklerin türlüsünü ifade ettiği gibi, diğer nimetleri de ifade eder. «Rızık» kelimesi hem yiyeceği hem de içeceği kapsar. Bütün bunları, Allah'ın (C.C.) kudreti meydana ge­tirir. Dolayısıyle O'nun «BİR»liğine delâlet ederler. O'nu ortaktan ten­zih ederler.

Bu son Âyette insan yaradılışının tafsilâtına işaret de olabilir. Şöyle ki:

Bedenine yeryüzünü, nefsine göğü ve aklına suyu misâl olarak ge­tirdi. Aklın kullanılması sayesinde elde edilen fikrî netice ve amelî fa­ziletleri duyulara, nefsî ve bedenî kuvvetlerin birleşmesine, «Faili-Muhtar» (kendi seçimiyle yapan ve yaratan) m kudretiyle birleşen, ya­pıcı semavî (göksel) kuvvetlerle yapılmayı kabul eden, arzı (yerel) kuvvetlerin birleşiminden meydana gelen, meyvelere temsil olarak ge­tirdi. Zira her Âyetin sırt ve karnı (yani zahiri ve bâtını) vardır. Her sınırın bir çıkış noktası var. (El-Beyzavî'den alındı. 2-2-983 Çarşamba, Ankara Kapalı Ceza Evi).

(23 «Eğer kulumuzun üzerine indirdiğimizin hakkında şübhede iseniz onun benzerinden bir sûre getiriniz!..»

Bu Âyeti Celîle, Hz. Muhammed'in (S.A.V.) Peygamberliğinin de­lilidir. Allah (C.C), vahdaniyyet'ini ikrar ve isbatlayan delilleri zikr ettikten sonra Resûlu-Zîşânm Risaletini isbatlayan delili getirdi O delil, her konuşanın fesahatini susturan, kendisine muarize eden herkesi Uzam eden kur'an-ı mu'cizul-beyan'dır. Arapçada kök salan, fesahat ve b&lâğatte parmakla gösterilen hatiplerin çok olmala­rına, terslik ve mücadelede aşın derecede inad ve İsrar etmelerine rağ­men, onları tartışma ve mücadelede durdurmuştur.

«Bizim kulumuz...» tâbiri, Rasulûllahı kendisine izafe etmek su­retiyle şanını yüceltmek içindir. Ve işaret eder ki, Hz. Peygamber, tlâ-hî Zâtına mahsus bir elçi ve hükmüne itaat eden bir kuldur.

«Süre», Kur'an'ın, en azı üç Âyetlik olan, bir bölümüne verilen addır. İçindeki «vav» harfi eğer adıldan ise, şehirlerin etrafındaki «Sur»dan nakildir. Çünkü Kur'an'ın bir gurup Âyetlerini kapsar. Yok eğer «vav» harfi «hemze» nin değişikliğe uğramış şekli ise, o takdirde, artık veya herhangi bir şeyin parçası anlamına gelir.

Kur'an'ı Kerîm'in Sûrelere bölünmesinin sebeb-i hikmeti, çeşitleri ayırmak, aynı şekilde olan Âyetleri biraraya toplamak, birbirini gerek­tiren nazmı aynı yerde anmak, okuyanı canlandırmak,, ezberlemesini kolaylaştırmak ve teşvik etmek gibi sayılabilir. Çünkü kişi bir Sûre'yi bitirdiğinde misafir gibi bir nefes alır. Bir mesafe katettiğini bilir. Ha­fız da bir Sûreyi ezberleyip bitirdiği zaman Kur'an'dan tam bir pay al­dığını, taşlı basma müstakil ve sınırlı bir parça elde ettiğine inanır. Böylece aldığı yûk gözünde büyür ve sevinir.

«Şahitlerinizi, yardımcılarınızı veya önderlerinizi, AUah'dan baş­ka herbir şeyinizi yardıma çağırınız.» Yani Hz. Muhammed (S.A.V.) ile muareze etmek ve Kur'an'ın tek bir Sûre'si kadar bir Sûre vûcude getirebilmek için' neyiniz varsa ortaya koyunuz; hazır bulunan yar­dımcılarınızdan tutunuz da yardımını umduğunuz insan, cin ve — Al-lah'dan başka— tanrılarınızın hepsini yardıma çağırınız. Edebiyatta on ileri olanlarınız, şahidliğine önem verdiğiniz herkes gelsin. Bir Sû­re miktarı söz düzünüz ve bu düzdüğünüzü Allah'ın Kelâmı ile karşı­laştırınız. Söyleyebilir misiniz ki, yazıp düzdükleriniz Allah Kelâmı'-nın bir benzeridir? Söyliyemezsiniz; hiç bir kimse de söyliyemez. Çün­kü, bozuk ve yanlış olduğu ortada olan ve perişanlığı apaçık belirli bu­lunan bir sözün iyi ve doğru olduğuna şahitlik etmek akıllı bir kimse­nin kân değildir.

«Kur'an beşer kelâmıdır...» sözünüzde doğrucu iseniz eğer, onun en kısa bir Sûre'sine nazire getiriniz bakalım! Haydi! Hodri meydan! Ama getiremezsiniz. Çünkü yalancısınız.

(24) «Kur^n Sûrelerinden birinin dengini getirmezseniz  zaten de getiremezsiniz   o takdirde yakıtı insanlar ile taş olan, o ateşten ko­rununuz!»

Bu demektir ki, Kur'an'ın muarezesinde son kuvvetinizle çalış­tınız. Hepiniz bir olduğunuz halde Kur'an'a denk veya ona yakın bir şey oluşturmakta âciz kaldınız. Demek ki, Kur'an mu'cizdir. Onu doğ­rulamak farzdır. Öyle ise, ona îman ediniz. Onu yalanlayanlar için ha­zırlanan ateşten korununuz.

Cehennem yakıtı taşlardan maksat, onların taptıkları putlardır. O putlar ki, şefaatlarını ummuşlar, yardımlarına gönül bağlamışlardı.

«Siz ve sizin  Allah'dan başka  taptıklarınız Cehennem'in odu­nudurlar.»

Bazılarına göre taşlardan maksat, altın ve gümüş gibi kıymet ifa­de eden şeylerdir. Çünkü bunlar, insanı muhteris yapıp aldatan şey­lerdir.

«Kâfirler için, o ateş hazırlanmıştır.» (O ateş onların azabına ha­zırlık olmuştur.)

Bu iki Âyette üç yönden Hz. Muhammed'in (S.A.V.) peygamberli­ğini ispathyan deliller vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1) Tehditle, en kısa Sûre gibi bir   benzerini   oluşturamadıkları takdirde azap vereceğini vaadetmekle bu Âyetler onlara bütün şidde­tiyle meydan okumaktadır. Bu meydan okuyuşu karşısında onlar ise, çokluklarına, edebiyattaki şöhretlerine ve mücadele tekniğindeki bü­tün ileriliklerine rağmen, sözle mücadeleye cesaret edemeyip kılıca sa­rılmayı yeğleme zorunda kaldılar. Böyle yapınca da yerlerinden, yurtlarından ve canlarından oldular.

2) Âyetler, aynı zamanda, gaybî emirleri olduğu gibi haber ver­diler. Çünkü düşmanlar, bir Sûre benzeri oluşturup onunla karşı koy­maya kalkışsaydılar, o zaman bu gaibden verilen haberin yalanlığı or­taya çıkardı; böyle bir şey olmamıştır. Kaldı ki düşmanların sayısı, Hz, Muhammed'i (S.A.V.) savunanların sayısından çok fazlaydı.

3) Eğer Hz. Muhammed (S.A.V.) durumundan şüphe etseydi, on-lan bu şekilde bir karşılaşmaya hiç çağırır mıydı?

«Kâfirler için hazırlanmıştır.» tâbiri, Cehennem'in şu anda hazır bulunduğunu ifade eder. Mu'-tezile bu görüşte değildir. Onlara göre, Cennet de Cehennem de sonradan yaratılacaklardır. Şu anda yaratü-mış değillerdir. Kur'an'da yer alan «yaratıldı» şeklindeki beyanlar, ke­sinkes olacak olanı, olmuş gibi göstermek kabîlindendir demişlerdir. [27]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(17) «Onlar çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzer­ler...» Bu âyeti celîle tefsirinde selef şunlarısöylemiştir:

İbni Cerir, İbnİ Abbas tarikiyle rivayet etti. .Münafıklar için Allah tarafından açıklayıcı bir örnektir bu âyet. Münafıklar, İslâmla izzete va­rıp müslümanlarla evlenirler, mirasçı olurlar. Ve ganimetleri payla­şırlardı. Öldüklerinde ateş sahibinin ışığını söndürdüğü gibi Cenabı Hak onlann izetlerini söndürdü. Onian azab içerisinde bıraktı. Hida­yeti işitmez, sağırlar, görmez körler ve akıl erdirmez budalalardır. Ve­ya seyyib kelimesi yağmur demektir. Cenabı Hak Kur'an'da onun ör­neğini belirtmiş, onun içindeki karanlıklar ise belâlardır. Şimşekler ise korkutmalardır. «Nerde ise çakan şimşekler gözlerini kör edecek­tir» cümlesinden maksad nerde ise Kur'an'm mihengi münafıkların rezaletlerini açığa vuracaktır. Islâmdan münafıklara izzet geldikçe mutmain olurlar. Eğer İslama (müslümanlara) bir felâket isabet eder­se kâfirliklerine dönmek için hemen fırsatı değerlendirmek istiyorlar.

İbni Cerir, İbni Mesut tankıyla rivayet etti.

Bu âyeti celîle Resûlüllah'm (S.A.V.) ilk Medine'ye geldiği za­manda İslama giren sonra münafık olan bir kavim hakkında nazil ol­du. İşte o kavmin meselesi karanlık içinde bulunan bir kişinin mese­lesi gibidir. Bu kişi ateş yaktı. Ateş onun etrafındaki çerçöpleri gös­terdi. O da onları gördü. Öyle ki, hangi taraftan sakınacağını bilmiş oldu. Hal böyle iken ansızın ateşi söndü. Böylece hangi taraftan koru­nacağını bilmez bir hale geldi. İşte münafık ta böylece şirk karanlığın­da bulunmakta idi. İslama geldi. Helâli haramdan, hayri serden ayırd etti. Bu durumda iken doksan derecelik bir dönüşle küfre daldı. Helâ­li haramdan, şerri hayırdan ayırdetmez hale geldi. Onlar sağır ve dil­sizdirler. İslama dönüş yapmazlar.

(21) «Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan   Rabbinize kulluk ediniz ki ona karşı gelmekten korunmuş olabüesiniz.»

Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen tefsirler şöyledir:

El Bezzar îbni Mesud tankıyla: Bu âyeti celîle Mekke'de inen âyet­lerdendir. Çünkü başında «Ey iman edenler» hitabı olan âyetler Medi­ne döneminde «Ey insanlar» hitabıyla başlayan âyetler ise Mekke dö­neminde inmiştir.

İbni Ebi Şeybe İbni Mesud tankıyla rivayet etti:

Biz Mekke'de iken el Mufassal adlı bölümü okuduk. Üzerinde ye­di senelik bir zaman geçtiği halde «Ey iman edenler» hitabıyla açılan bir âyeti görmedik.

Ebu übeyd, îbni Ebi Şeybe ve Abd-b. Humeyd, Alkame tankıyla rivayet ettiler:

Kur'an'ı Kerîm'de «Ey insanlar» diye başlayan her âyet Mekke döneminde inmiştir. Ve yine Kur'an-ı Kerim'de «Ey iman edenler» di­ye başlayan her âyet Medine döneminde inmiştir.

Ebu Ubeyd, Meymun bin Merham'dan rivayet ediyor:

Kur'an-ı Kerîm'de «Ey insanlar», «Ey Ademoğullan» dîye başla­yan âyetler Mekke döneminde inmiştir. «Ey iman edenler» diye baş­layan âyetler ise hicretten sonra Medine döneminde inmiştir.

îbni İshak, îbni Cerir ve İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Ey insanlar» diye başlayan âyetler hem kâfirlere, hem mümin­lere hitabtır. «Kulluk yapınıznın manâsı ise Allah'ı (C.C) birleyiniz demektir.

îbni Ebi Hatim, Essuddi tankıyla rivayet etti:

«O Allah ki sizi ve sizden öncekileri yarattı» dan maksad «hem sizi, hem de onları O yarattı» demektir. VekT ve Ebu Şeyh, Mücahid-den, «korunmuş olabilesiniz» cümlesi hakkında «umulur ki itaat etmiş olabilesiniz» demektir diye rivayet ettiler. İbni Ebi Hatim, Ed Dehhak'-tan: «Umulur ki ateşten korunabilirsiniz» diye rivayet etmiştir.

(22) «O yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı.»

Bu âyeti celîle hakkında şunlar rivayet edilmiştir;

İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, İbni Mesud ve diğer sahabelerden buradakl «yaygı»dan maksad, üzerinde yürüdükleri yerdir. Kubbe yapı­lan gökten maksad yer kürresi üzerinde kubbe heyetinde yerin tavanı biçiminde olmasıdır.

Ebu Davud ve   Beyhaki isim ve sıfatlar   konusunda   Cübeyr bin Mut'imden rivayet ettiler:

Bir göçebe Resûlüllaha (S.A.V.) gelip:

— Ey Allah'ın Resulü! Nefisler helak oldu. Aile efradı bizar kaldı. Mallar yokoldu. Yürüyen hayvanlar mahfoldu. Ne olursun, Rabbin-den yağmur iste. Kuşkusuz bizler Allah ile senin üzerinde, seninle de Allah üzerinde şefaat taleb etmekteyiz.

Allah'ın Resulü:

  Subhanallah (Allah ortaktan münezzehtir) dedi ve durmadan bu kelimeyi tekrar etti. Ta ki, müteessir olduğu arkadaşlarının yüzün­den de okunmaya başlandı. Bu göçebeden:

  Sen Allah'ın ne olduğunu biliyor musun? Şüphesiz ki Allah'ın şanı senin dediğinden daha yücedir. O, hiç kimsenin yanında şefaatçi ve ricacı kılınmaz ve olamaz. Kuşkusuz ki o, göklerinin üstünde, Ar­şının üzerindedir. Onun arşı göklerinin üstündedir. Gökleri yerlerinin üstündedir, dedikten sonra parmaklarını kubbe vari yaparak:

  îşte böyle, dedi. Ve devamla:

  Kuşkusuz ki, binicinin altındaki eyerin çıkarmadığı gibi o arş çıkarmamaktadır.

Abd bin Humeyd îyas bin Muaviye tankıyla rivayet etti:

Göğün yer üstündeki durumu herhangi bir kubbenin heyeti gibi­dir.

Ebu Şeyh, Vehb bin Munebbih'ten rivayet etti:

Göğün etrafından bir şey yerleri ve denizleri tıpkı çadınn etrafın­daki gibi kapsamaktadır.

îbni Ebi Hatim, El Kasım bin Ebi Büreyde'den rivayet etti:

Gök dörtgen değildir. Ancak o kubbemsidir. Halk onu yeşil ola­rak görür.

«Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meyda­na getirdi...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften şu tefsirler gelmiştir:

Ebu Şeyh, El Azeme konusunda Hasan Basri'den rivayet etti: Bu zattan «yağmur gökten mi yoksa buluttan mı geliyor?» diye soruldu-«Gökten gelir. Bulut ise tıpkı bir bayrak gibidir. Su (buhar) gökten onun üzerinde teksif olunur. Ve yağmur olarak gelir» dedi.

Ebu Şeyh Vehb'den rivayet etti:

Bilmem acaba yağmur damlalar halinde mi gökten bulutlara iner? Veya bulutlarda mı Allah onu yarattı da yağmur olarak yeryüzü­ne geldi?

İbni Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, Kaab'tan rivayet ettiler: Bulut yağmurun kalburudur. Su göklerden inerken eğer bulutlar olmasaydı yeryüzünde neye isabet etse onu ifsad ederdi. Yani toprağı ve tohumu gökten inen su direkt inseydi ifsad ederdi.

İbni Ebi Hatun ve Ebu Şeyh, Halid bin Madan'dan rivayet etti: Yağmur arşın altmdan çıkan bir sudur. Bir gökten diğer göğe iner. Ta ki yeryüzüne en yakın bulunan gökte birikir. El İrem denilen bir yerde toplanır. Siyah bulutlar onu emer. Tıpkı sizin süzgeçten suyu sızdırmanız gibi emiyor, Cenabı Hak onu istediği yere sevkediyor, ve orada yağmuru yağdırıyor.

İbni Ebi Hatun ve Ebu Şeyh, İkrime'den rivayet ettiler: Su yedinci gökten iniyor. Bulutun üzerine düşen her tanesi deve kadar büyüktür.

îbni Ebi Hatim va Ebu Şeyh Halit bin Yezid'den rivayet ettiler:

Yağmurun bir kısmı gökten geldiği gibi bir kısmını da bulutlar denizlerden emerek alıyorlar. Şimşekler bulutlan sıkarlar, denizden alman su ise nereye düşerse orası çoraklaşır. Bitkilere gelince onlar gökten gelen yağmurun mahsulüdürler.

îbni Ebi Hatun ve Ebu Şeyh ve İbni Ebi Dünya yağmur konusun­da İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Yağmur danesi buluttan indiğinde denizdeki sedefler ağızlarım açar beklerler. Sedefin içine düşen yağmur inci olur.»

Ebu Şeyh, îbni Abbas'tan rivayet ediyor:

Cenabı Hak (C.C.) sedeflerdeki incileri yağmurdan yaratır. Sedef­ler yağmur anında ağalarını açıp beklerler. Büyük inci büyük damla­lardan, küçük inci de küçük damlalardan oluşur.

İmam Şafii El Umm kitabında, İbni Ebi Dünya El Matar kitabın­da El Mutalip bin Hantebe'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü buyurdu:

Gece ve gündüzün her saatinde göklerden yağmur gelir. Fakat Allah dilediği yere onu gönderir. Yani yağmursuz hiçbir saat yoktur.

îbni Ebi Dünya ve Ebu Şeyh, İbni Abbas kanalıyla rivayet ettiler:

Gökten her gelen yağmur tanesiyle beraber bir tomurcuk vardır. Dikkat ediniz! Eğer yağmur danesini parçalamaya gücünüz yetseydi kesinlikle o tohumcuğu görecektiniz.

«Allah'a bile bile eşler koşmayınız..,»

Bu âyet hakkında İbni İshak, İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan şunları rivayet ettiler:

Yani Allah'tan (C.C.) başka hiçbir şeyi ona ortak koşmayınız. Çünkü o şeyler ne zarar verirler, ne de yarar getirirler. Oysa siz size ondan başka rızık verecek bir Rabbin olmadığını bilirsiniz.

îbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan:

Ortaklardan maksad şirktir, diye rivayet etti.

İbni Cerir, İbni Mesud'dan:

Ortaklardan maksad Allah'a (C.C.) isyan etmekte sözlerine kan­makta olduğunuz kişiler demektir.

(23) «Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe edi­yorsanız siz de onun benzeri bir sûre meydana getiriniz...»

Abd-b. Humeyd, Ahmed ve Buharı, Ebu Hureyre'den rivayet etti­ler:

«Hangi peygamber (A.S.) gelmiş ise insanların îman ettiğinin bir benzerini ona Allah (C.C.) vermiştir. Kuşkusuz ki bana verilen, Allah'­tan  (C.C.) gelen bir vahydir. Umarım ki kıyamet   gününde oniann

hepsinden daha fazla etbaa sahip olayım.»

İbni Ebi Hatun, Hasan'dan rivayet etti:

Cenabı Hakk'ın bu sözü Resulü Ekrem'in getirdiğinde şüphe eden kâfirleredir. Her kafir için bir meydan okuyuştur.

Abd bin Humeyd, îbni Cerir, tbni Abbas'tan rivayet ettiler:

Onun benzerinden bir sûre getiriniz yani Kur'an'ın benzerinden bir sûre getiriniz ve Allah'tan (C.C.) başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız. Yani sizin için bu getirdiğiniz Kur'an gibidir diye eksperlik yapan her tanığınızı getiriniz.

Îbni İshak, İbnİ Abbas kanalıyla rivayet etti:

Şahitlerinizden maksad küfürde sizi destekleyen insanlar demek­tir. Eğer siz bunu yapmazsanız ve yapamazsınız da. O zaman size ger­çek görünecektir ve siz onun bir benzerini yapmaya muktedir olmadı­nız diye yüzünüze bir şamar gibi İnecektir. [28]

 

Meal

 

(25) îman edip, salih amelleri işleyenlere (ağaçları) altından ır­maklar akan Cennetlerin kendileri için hazırlanmış olduğunu müjde­le. Onlar Cennetlerin meyvelerinden her nzıklandıkça bu daha Ön­ce bize nzik olarak verilendir  derler. Onlara o rızık (dünyada ye­diklerine)  benzer olarak verilir. Onlar için orada tertemiz eşler var­dır. Onlar Cennette ebedî kalıcıdırlar.

(26) Şüphesiz ki, Allah, bir sivrisinekle ve ondan daha üstün ola-nıyla darbımesel (örnek) vermekten çekinmez. İman edenlere gelince, onlar bu darbımeselin hak olup Rabblan   katından geldiğini bilirler. Kâfirlere gelince:    «Allah misal yönünden   bununla neyi irade etti?» derler. Allah, (C.C.) o darbımesel ile bir çok kimseyi sapıklığa düşür­tür, bir çok kimseyi de hidayete erdirir! Onunla ancak fâsıklan sa­pıklığa düşürtür! (27) O fâsıklar ki, Allah'a (C.C.) kuvvetli bir ahidle bağlandıktan sonra, sözlerinden döner, ahidlerini bozarlar. Allah ta­rafından birleştirilmesi istenen şeyi parçalarlar. Yer yüzünde bozgun­culuk yaparlar (fesadlık çıkarırlar). İşte bu sıfatlarla bezenmiş olan­lar, gerçekten zarar edenlerin tâ kendileridir. (28) Allah'ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz? Halbuki, siz Ölü idiniz de Allah sizi diriltti. Sonra si­zi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir. Sonra onun huzuru­na döndürüleceksiniz. (29) Öyle Allah ki, yeryüzünde   bulunanların hepsini sizin faydalanmanız için yarattı. Sonra (da) göğü yaratmaya yöneldi. Onları yedi (kat) gök olarak yarattı. O her şeyi bilendir. [29]

 

Tefsir

 

Âyetlerde mü'minlerin müjdelenişi, kâfirlerin korkutuluşunu he­men takip etmektedir. Bu, Allah'ın (C.C.) Kur'an-ı Kerîm'i beyan usu-lündendir. Allah, (C.C.) Kur'an'da terğib (teşvik) ve terhib (korkutma)  âyetlerini peşi peşine sıralar!.. Bunu insanları kurtarana teşvik ve batırandan uzaklaştırmak için yapıyor.

Görüldüğü gibi Rabbimiz kâfirlere doğrudan 'hitabederek onları tehdit etti. Fakat mü'minlerin müjdelenmesi hususunda dolaylı bir yolu seçti, Hazreti Peygamberi veya her asnn âlimini onları müjdele­meye memur kıldı. Bununla güdülen amaç, mü'minlerin şanını yücelt­mektir. Mü'minlerin müjdelenrneye lâyık olduklarını, «gözünüz aydın olsun» denmeye hak kazandıklarını ortaya koymak içindir.

(25)«Bişaret» (müjde), ilk olarak verilen sevindirici bir haberdir. Ancak îman ehli hakkında gerçek manâda kullanılır. «Elem verici azabı müjdele» tarzında Kur'an'da vârid olan âyetler kâfir ve fâsıklan tah­kir için kullanılmıştır.

«Salih Ameller», dinin caiz gördüğü ve güzel saydığı işlerin tümüdür. İbadetlerin ismi olmuştur.

Allah (C.C.) sâlih ameli îmana atfetmekle bu müjdenin sebebinin îman ile sâlih amellerin toplamı olduğuna işaret etmektedir. Çünkü îman, temel mesabesinde bulunan araştırmak ve doğrulamaktan iba­rettir. Sâlih ameller de bu temelin üzerinde kurulmuş bir yapıdır. Üzerinde bina olmayan bir temelin faidesi olmıyacağı gibi, temelsiz bi­na da yıkılmaya mahkûmdur. Bu sebeple ki, îman ve sâlih amel Kur'­an'da çoğu kez birarada anılmışlardır.

Bu âyet, sâlih amellerin imanın manâsına dahil olmadığım da göstermektedir. Zira kaide şudur ki, bir şey kendisinin üzerine atfedil­mez. İçinde bulunduğu bir tüme parçasının atfedilmediği gibi.

«Cennet», örtünme manâsına gelen «cenne» kökünden gelir. Gölge yapan ağaçlara, bostanlara denildiği gibi, «sevab evine» de denir. Çünkü orada bostanlar ve sık dallı ağaçlar vardır.

«cennetler» tâbiri, Cennet'in yedi âdet olmasından geliyor. îb-ni Abbas (Radıyallahu-Anh.) «Cennetler yedidir: 1) Cennetül-Firdevs, 2) Cennetül-Adn, 3) Cennettin Naîm, 4) Darul-Huld, 5) Cennetül-Me'-vâ, 6) Darus-Selâm, 7) illiyûn'dur.»

Bu Cennetlerin herbirisinde mertebeler ve dereceler vardır. Bu de­receler işlere ve bu işleri işleyenlere göredir.

«Lehüm» (onlar için) tâbiri, îman ve sâlih ameller sayesinde in­sanların Cennet'lere hak kazandıklarını gösterir. Fakat bu kazanç îman ve sâlih amelin kendisinden doğmaz. Umulur ki, sözü üzere Al­lah'ın (C.C.) kabul etmesiyle olur. Bunlarda devamlılık da şarttır, îman ölünceye kadar devam etmeli ki, Cennetlere erişilebilsin. Çünkü Allah, başka bir âyette, «Sizden herhangi bir kimse dininden dönerse ve kâfir olduğu halde Ölürse, işte onların, amelleri yanmıştır.» Yine Rabbimiz Resûl-i Zîşan'ına hitaben: «(Ey Habiblm); Eğer şirk koşar­san kesinlikle senin amelin yanacaktır!» buyurmuştur. Buradaki âyet­te bu kaydı Rabbimiz zikretmedi. Çünkü Kur'an'ın çok âyetinde daha önce zikredildiğinden ihtiyaç kalmadı.

«Cennet'lerin altından ırmaklar akar..»

Bu âyet ve bunun gibi Cennet'ten bahseden diğer âyetlerde Cen­net, muzaf (tamamlanan kelime) olarak kabul edilir; yani «ağaçları­nın altından nehirler akan Cennet» demek olur. Böylece «ağaçlar» kelimesi takdir edilmiş olur.

Mesrûk'un rivayetine göre; Cennet'in nehirleri yataksız akarlar ve sağa-sola dağılmazlar.

«Onlar için Cennetler vardır» denildiğinde sanki, dinliyenin kalbi­ne; «Acaba meyveleri dünya meyvelerine benzer mi, yoksa başka cins meyveler mi?» suali gelebilirmişcesine Rabbimiz, «Onlar Cennetlerin meyvelerinden her yiyişlerinde, bu daha Önce bize nzık olarak verilen­dir» açıklamasında bulunmuştur. Cennet'teki yiyeceklerle dünyâdaki yiyecekler birbirine çok benzediğinden ötürü, aynısı imiş gibi söylenil­miştir. Aslında aynısı olmadığı ortadadır. Yemeklerin benzerliği Cen­nette de olabilir. Çünkü İbni Kesîr'in Hasan (R.A.)'dan rivayetine gö­re de böyledir. Rivayette: «Cennet ehlinden birisine yemek tabağı ge­tirilir ondan yedikten sonra başka bir tabak getirilir. Onu birinci ta­bak gibi görünce; «Bu daha önce bize nzık olarak verilendir» derler. Melek: «Ye! Renkler birdir. Fakat tad ayrı der..» diye gelmiştir.

Cennet ehline bu sözü söyleten; görünüşte bu meyvelerin dünya meyvelerine benzemeleridir. Fakat tatça aralarında çok büyük değişik­lik bulunmaktadır. Bu ifade, görünüş benzerliğinin ne kadar hayret verici olduğunun bir açıklaması niteliğindedir.

«Onlar için tertemiz eşler vardır.» Dünya kadınlarında bulunan hayız, lohusa halleri gibi kirlilikler Cennet Kadınlarında bulunma­yacaktır. Hırçın tabiat, kötü ahlâk ve nankörlük gibi kötü huylar da onlarda olmıyacaktır.

Eğer, «yemeğin faydası; gıdalanmak ve açlığı defetmektir. Evlen­menin faydası ise, döllenmek ve insan soyunu devam ettirmektir. Hal­buki, Cennet*te bunlara ihtiyaç yoktur. Çünkü orada ne ihtiyarlık, ne ölüm ve ne de açlık vardır. O halde neden Allah «Cennet'te nimetler ve eşler vardır» demektedir?» denirse, cevabımız; «Cennet'in yiyecekleri, evlenmeleri ve diğer halleri, dünyadaki, benzerlerine her yönden değil, bazı yönlerden benzerler. Fakat temsil yoluyle onların dünyâdaki, ad­larını alırlar. Her anlamda ortaklık söz konusu olmadığı için, dünyâ-dakilerin bütün sonuçlarını vermeleri de gerekmez» olur.

«Onlar Cennetlerde daimî dururlar!» Curnhûr-i ulemaya göre, Cennet ehli Cennet'te, kâfir olarak CehennenVe gidenler de Cehen-nem'de ebedî kalacaklardır. Bir müddet kalmak, sonra çıkmak veya yok olmak gibi iddialar bir çok âyet ve hadîslere ters düşer ve îslâmî bir görüş de değildir.

İnceleme sonucunda görüldüğü gibi, hissedilen lezzetlerin çoğu, meskenler, gıdalar ve evlenmelerden meydana geliyor. Bunların te­mel taşı devamlılıktır. Giderme ve yokolma korkusuyle karşı karşıya bulunan nîmet, katıksız ve elemden kurtulmuş değildir. Bunun için Rabbimiz mü'minlere âhirette vereceği nimetlerin ebediyyen devam edeceklerini müjdeledi. Böylece mutluluk ve sevinçleri kemâl derece­sine erişti.

(26) «Şüphesiz ki Allah, bir sivrisinekle misal getirmekten çekinmez.»

Daha önceki âyetlerde Cenab-ı Hak, münafıkların halini açıklamak. için bazı misaller getirdiğinden onların arkasından örnek getirmenin güzelliğini belirten bu âyeti indirdi. Bu âyette misâl getirmenin hak­kını ve şartını bildirmiş oldu. Misalde şart, temsil yönünden misal ola­rak getirilen ile kendisi için misal verilenin (Mümessel ile Mümesellü-leh) aynı tarzda olmasıdır. Yani büyüklük, küçüklük pislik ve şerefli­likte birbirine uymalıdırlar. Çünkü örnek vermekten maksad, kendisi için örnek getirilenin manâsını açıklamak, perdesini aralayıp gözle gö-

rülür bir tarzda onu ortaya sermektir. Tâ ki bu hususda vehm, akla yardım etsin ve ikisi anlaşsınlar. Çünkü örneksiz ve sade manâyı an­cak akıl idrak eder fakat, vehim ile mücadele eder durur. Çünkü hissedilene vehim'in yönelmesi daha fazladır. Bunun için örnek ge­tirmek gerekli oldu. Bundan dolayı da ilâhî kitablarda örnek sık, sık verilmektedir. Açıklama sözlerinde örnek vermeye sık, sık rastlanmak­tadır. Pise pis ile, yüceye yüce ile örnek getirilir. İncil'de, içdeki pis dü­şüncelere kepekle, katı kalblere taşla, ve ahmaklarla konuşmaya an yuvasına çomak sokmakla misâl getirilmiştir. Arab dilinde «Keneden daha duyar, çekirgeden daha kıvrak ve sivrisineğin beyninden daha az bulunur» denilmektedir. Madem ki, durum budur, o halde câhil kâfir­lerin, Allah'ın münafıkların halini ateş yakanların ve sağnak yağmu­ra tutulanların durumuna benzetmesine, puta tapan müşriklerin ha­lini ise zayıflık yönünden Örümcek ağına benzetmesine itiraz edip «Allah sivrisinek ve örümcekleri nasıl misal verebilir onun şanına yakı­şır mı?» demeleri yerinde ve samimiyyetlerinden ileri gelen bir deyiş değildir!..

Sanki Allah, kâfirlerin «Allah temsil getirmez» sözünü reddettik­ten sonra «sivrisinek ve onun üstü nedir kî, Allah onunla temsil getir­mesin. Belki Allah sivrisinekten daha küçüğüyie de temsil getirebilir.» demek istemektedir.

«Onun üstündeki ile!..» Bu cümlenin iki tevili vardır: a) Cisim bakımından sivrisinekten büyük olandır, b) Sivrisineğin örnek olduğu küçüklük manâsında ondan daha ileride yani daha küçük olanla mi­sal getirmek demektir. Sivrisineğin kanadı gibi.. Çünkü Allah'ın Re­sulü (S.A.V.) sineğin kanadıyle misal getirmiştir: «Eğer dünya Allah katında sivrisinek kanadı kadar kıymet taşısaydı, kâfirler dünyâdan bir yudum su dahi içemezlerdi.»

Bunun bir benzeri şu hadisedir: Rivayet ediliyor ki, Mînâ'da kişi­nin biri bir çadırın iplerine yanlışlıkla basarak düştü. Bunun üzerine Aişe Validemiz (R. Anha) buyurdu: «Allah Resulünden dinledim: «Hiç bir müslüman yoktur ki, onun ayağına bir diken veya onun gibi bir şey batsın da ondan ötürü manevî bir derece elde etmesin ve bir günahı silinmesin!» İhtimal ki, elemde dikeni geçen çuvaldız veya az-Ukda daha küçük olan karınca iğnesi gibi bir şey kasdedilmiş olsa gerek. Çünkü Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Mümine isabet eden her kötülük onun hatalarına keffârettir. Hatta karıncanın iğnesi de olsa...» bu­yurdular.

«İman edenlere gelince; onlar o darbı meselin Rabblanndan ge­len Hak olduğunu bilirler.»

Hak inkâr edilmesi caiz olmayan gerçektir. Doğru işler ve söz­lerin hepsini kapsar.

«Allah misal yönünden bundan neyi irade etti.» irade, nefsin bir şeyi yapmaya yönelmesi ve kendisini yapmaya zorlayacak biçimde kuvvetlendirmesidir. Ayni zamanda yönelmenin başlangıç noktası olan kuvvete de irade denir. Birinci manâ ancak fiille beraber, ikinci mâ­na da fiilden öncedir. Allah'ın (C.C.) bu iki manâdaki irade ile sı­fatlanması düşünülemez. Bundan dolayıdır ki, Allah'ın (C.C.) irade sıfatının manâsında ihtilâf edildi. Fiillerini irade etmesi, onları unu­tarak veya zorlanarak yapmaması demektir. Başkasının fiilini irade etmesi, onu emretmesi demektir denildi!.. Bu tefsire göre isyanlar onun iradesiyle değildir.

Başka bir tefsir: iradesi, emrin en mükemmel nizâmı kapsa­makta olduğunu, en uygun yollan gözönünde tuttuğunu bilmektir. Çünkü bu durum, kudret sahibini onu yapmaya çağırır. Fakat en ger­çeği şudur ki irade, irade sahibinin kudretinin dahilinde bulunan iki şeyden birini diğerine tercih etmesidir. Bir yönle tahsis edip onun ak­siyle etmemesidir. Veya bu tercihi gerektiren bir manâdır.

«Onunla çok kimseyi sapıtır ve çok    kimseye de hidâyet eder,!..»

Sapıkların çokluğu kendi benliklerine göredir. Hidayette olanların da çoklukları kendi benliklerine göredir. Yoksa sapıklara oranla hidayet­te olanlar çok değildir. Nitekim Cenab-ı Hak başka iki âyette: «Onlar pek azdır...» Ve «Kullarımdan pek azı çokça şükredicidir!..» buyurdu.

İhtimal ki, sapıkların çokluğu sayı, hidayet olunanların çokluğu ise fazilet yönündendir!.. Nitekim şâir, «Sayıldıklarında az ve fakat hü­cumda pek çok ve şiddetlidirler!..» «Şerefliler az da olsalar, memleket­lerde çokturlar. Nitekim başkaları çok da olsa, azdırlar.» demiştir.

«Onunla ancak f asıkları saptırır!..»

Allah'ın nizamında fâsık, büyük günâh işlemek suretiyle Al­lah'ın (C.C.) emrinden çıkan   kimse demektir.   Üç mertebesi vardır:

1) Tagabî mertebesidir. Bunun manâsı, büyük günâhı ara sı­ra ve çirkin görerek işlemek demektir.

2) İnhimak mertebesidir. Bu, pervasızca günâhı Kebâiri    (bü­yük günâhı) işlemektir.

3) Cühud derecesidir. Bu da, günâhların   büyüklerini severek helâl sayarak işlemektir. Allah'a (C.C.) sığmıyoruz; bir kimse fasıklı-ğın bu derecesine varıp bu derecenin çizgilerini ayaklarsa îman'ın ipi onun boynundan çözülür. Küfür elbisesini giyer! Fakat tağabÎ veya cühud derecesinde   kaldıkça   müminlik adı kendisinden    alınmaz. Çünkü iman'ın manâsı olan tasdik sıfatıyla hâlâ sıfatlıdır. Nitekim Conab-ı Hak Kur'an'ında: «Eğer müminlerden iki gurup savaşırsa!...» buyurmakla mümine karşı olan savaş haram ve büyük günâh olduğu halde müminlik sıfatını bu savaşçıdan almamıştır.

Mutezile taifesi, «îman, tasdik, ikrar ve amelin toplamından, kü­für de Hakkı yalanlamak ve inkâr etmekten ibarettir!» dedikleri için fâsıklık onların katında küfür ile îman arasında üçüncü bir kısımdır. Fâsık, ne mümindir. Ne de kâfirdir. Zira her gurupla ortak yanları vardır. Sapıtmanın (dalalet) fâsıklık sıfatına bağlanması, onları dala­lete hazırlayanın bu sıfatlan olduğunu gösterir. Haktan kaymaları, batılda israr etmeleridir. Onların dikkatlerini Allah Örneğin hikmetine çekmiş, temsilin konusu olanın (Mümeselü-Bih) hakirliğine yönelt­miştir. Cahillikleri kendilerini çamura batırdıkça batırmış ve sonunda bu misal vermeyi alay konusu yapmışlardır.

(27) «O, fâsıklar ki muhkemce yapılmasından sonra Allah'ın ahdtnt bozarlar.»

Bu ahd, ya akıl yoluyle insanlardan alınan sözdür (çünkü akıl Allah'ın (C.C.) kullan üzerinde daima bulunan bir hüccetidir. Allah'ın (C.C.) birliğine, varlığının vücûbüne ve peygamberinin doğruluğuna delalet eder. Cenab-ı Mevlânın: «Onlan nefislerine şahid yaptı!.» sözü akılla tevil edildi.) Veya bu ahd peygamberler vasıtasiyle alınan ahd-dır. Yani Allah (C.C), mu'cizelerle   kuvvetlendirilmiş   peygamberleri ümmetlere gönderdi. Onlar da onlara tabî oldular. Emirleri gizlemedi­ler ve hükmüne muhalefet etmediler.

Başka bir görüşe göre: Allah'ın Ahdi üç tanedir:

a) Birinci ahid ki, Allah  (C.C.)  Âdern oğlunun tamamından Rabliğini ikrar etmek suretiyle söz almıştır.   «Ben Babbiniz değil mi­yim? Onlar: Evet, sen bizim Rabbimizsin dediler.»

b) İkinci ahid ki, dîni ayakta tutmak ve dinde ayrıcalık yap­mamak hususunda peygamberlerden söz almıştır.

c) Üçüncü bir ahid ki, Hakk'ı beyan etmek ve gizletmemek için âlimlerden almış olduğu âhiddir.

«Allah tarafından birleştirilmesi emredileni keserler.» Bu kesmek, Allah'ın rizasma uymayan her kesmek ve yapmamak manâsına gele­bilir. Sila-i Rahmi Kesmek, Müminlere olan yardımı kesmek, peygam­berler ve semavî kitaplar hakkındaki doğrulamayı kesmek, farz olan cemaattan kesmek, ve içinde hayır bulunan her nesneyi kesmek v.s. dir. Zira bütün bunlar, her vasl (bitiştirmek) ve fasl (ayırmak) dan bizzat kasdolunan Allah (C.C.) ile kul arasındaki vuslatı kesmek demektir.

«Yeryüzünde ifsâd ederler!»

Başkasının îman etmesine mani olmak, Hak ile alay etmek, dün­yanın ahenk ve nizâmını İslah edici Sıla-i Rahmi kesmek suretiyle if-sad ederler!

«İşte onlar var ya zarar edicilerin tâ kendisidir.»

Düşünce konusunda akıllannı ihmal etmek, ebedi hayatlarım el­de etmek için idrak melekelerini çalıştırmamak, Allah'ın (C.C.) âyet­lerine îman etmek yerine ta'netmek ve âyetlerin hakikatlerine bakıp nurlanndan feyz almak yerine inkâra sapmak suretiyle bozgunculuk yapanlar zarar ettiler.

(28)«Allah'ı nasıl inkâr edersiniz!.» Yani bana haber veriniz ki, hangi hal üzerinde küfre kaçıyorsunuz? «Halbuki siz ölülerdiniz!..» Yani cansız cisimlerdiniz; elemendler, gıdalar, kanşımlar, meni damlalan, kan pıhtısı ve et parçalan idiniz. «O, sizi diriltti.» Rühlan yaratmak ve cisimlerinize üfürmek suretiyle sizi diriltti.   «Sonra sizi öldürecektir!» Yani ecelleriniz geldiğinde!.. «Sonra sizi diriltecektir!..» Sûr'a üfürüldüğü günde sizi haşre götürmek üzere diriltecektir. Veya sual sormak için kabirde sizi diriltecektir. «Sonra onun yanına döndürüle­ceksiniz!.» Tabii haşr olduktan sonra döndürüleceksiniz ki, size yap­tıklarınızın karşılığını versin. Veya kabirlerinizden hesab vermek için ona döndürüleceksiniz. Bu durumlarınızı bilmenize rağmen neden küf­re saparsınız?...

Eğer, «ölüm, nasıl nimet sayılabilir ki, onun için şükür gerekli ol­sun?» diye sorulursa, «madem ki, ölüm hakiki hayat olan Ebedî haya­ta götürür, o halde ölüm bu bakımdan büyük nimetlerdendir. Nitekim Cenab-ı Hak: «Şübhesiz ki, âh ire t evi kesinlikle hayatın tâ kendisidir.» dedi» deriz.

Kıraat âlimlerinden olan Yakup bütün Kur'an'da «türceun» yerinde «tarcîün» okumuştur. Manâsı «Döneceksiniz» demektir. Ya­ni meçhul yerinde malûm ile okumuştur. Neticenin tecellisi yönünden aynı kaplya çıkar!

(29) «O, Allah ki, sizin İçin yeryüzünde bulunan her şeyi yarattı.» «Si­zin için» tâbirinin manâsı, vasıtalı veya vasıtasız bedenlerinizin yara­rına dünyânızda, akıl etmek ve ibret almak için dininizde olan şeyleri, sizin için yarattı demektir. Bu ilâhî ifade, yararlı eşyanın tamamının mubah olmasını gerektirir. «M» kelimesi yeryüzünde her yararlıyı kapsayan bir geneldir. «Sonra göğü kasdetti.» Yani iradesiyle göğü kasdetti, onu da yarattı. Âyetteki, semâ'dan murad, ya şu yüce cü­rümlerdir. Veya mutlak yücelik yönüdür. SÜMME (sonra) tâbiri belki de iki yaradılışın arasındaki farklılık ve göğün yaradılışının yerinkin-den daha hayırlı olduğunu göstermek içindir. Sümme zaman gecikme­sini ifade etmez. Aksi takdirde, şu meale gelen âyetin «Ondan sonra yeri yaydı!..» görünüşüne ters düşer. Çünkü bu âyet, gökten önce ya­ratılan yerin yayılmasının, gök yaradılışından sonra olduğunu göste­rir.

«Onları yedi gök olarak yarattı..» Yani o gökleri eğrilikten uzak tutarak yarattı. «hünne» zamiri önce müfred (tekil) olan «semâ» ya râcîdir. Çünkü semâ daha önce belirtildiği gibi cürümlerle tefsir edilebilir. O zaman cemî (çoğul) olur veya semâ'da cemî manâsı vardır veyahut da bu zamir mübhemdir. Ondan sonra gelen «yedi tabaka» manâsını ifade eden «Seb'a semâvatın» onun tefsiridir.

«Yedi gök» tâbiri çokluktan kinaye olarak arabçada kullanılır. Bu takdirde Rasadcüarla bir terslik söz konusu değildir. Zaten Arş ve Kür-siyi yediye eklersek dokuz eder. O zaman Kozmoğrafyacılarm tesbitiy-le mutabakat hasıl olup mesele halledilmiş olunur. Bununla beraber Kozmoğrafyanın iddiası kesin değildir.

«O, Allah her şeyi bilicidir.» Madem eşyanın Künh-ü Hakikatim bilir, yarattıklarını en mükemmel tarzda ve en yararlı bir biçimde halk etmiştir. O, halde bilendir!

Bu âyeti celîle, kâfir ve fâsıklann haşır hakkında ileri sürdükleri şüpheyi izâle eder mahiyettedir.

Onlar, «Bedenler param parça olup o, parçaları toprağa dönüştük­ten ve topraklar birbirine karıştıktan sonra, acaba Allah (C.C.) onlan nasıl eski haline getirip diriltir?» derler. İkinci bir kez hiç bir parçası istisna edilmeksizin ve yeni bir parça eklenmeksizin bedenin diriltil­mesi onlara acaib görünür. İşte bu şüpheleri yok etmek için Allah, (C C.) her şeyi, küçük büyük ayırd etmeksizin bilici olduğunu söyledi.

Hasrın doğruluğu üç öncelik üzerine kurulmuştur. Rabbimiz ön­celikleri iki âyette açıklamıştır:

Birinci öncelik: Bedenler birleşime ve dirilmeye elverişlidirler. Bunun deliline: «Ölü idiniz; sizi diriltti. Sonra sizi tekrar öldürecek­tir» âyetiyle işaret edilmiştir. Âyette ölüm, parçalanma, birleşme ve dirilmenin sıra ile geçmesi, bedenlerin bu durumları bizzat kabul edici­liğine delâlet eder. Zatî olan bir durum, gitmez ve değişmezdir.

İkinci ve üçüncü öncelikler: Allah (C.C), bedenleri ve onların yer­lerini bilicidir. Onlan derlemeye ve diriltmeye gücü yeter. Ayette bu iki Önceliğin isbat yönüne işaret ederek Allah, bedenleri kökünden yarat­maya ve onlardan daha büyüğünü yoktan var etmeye gücü yettiğini söy­ledi. Madem ki temelinden ve hiçten yaratabilir, elbette ki toprağa dönüşen beden parçacıklarını da yeniden bir araya getirebilir ve diril­tebilir. Ve yine işaret ettiğimiz gibi Allah (C.C), yarattıklarını doğru ve uyumlu olarak yaratmıştır. Muhkem ve insanların yararını gözeterek yaratmıştır. Bu durum, Allah'ın (C.C.)  ilminin sonsuzluğunu ve Hikmetinin mükemmelliğini gösterir. [30]

 

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(25) «(Resulüm), iman edip sâlih ameller işliyenlere   (şunu)  müjde ver: Onlar için (ağaçları) altından ırmaklar akar Cennetler vardır...»

Bu âyetin tefsiri, selefden şöyle gelmiştir:

Îbni-Maceh, Îbni-Ebi-Dünya (Cennetin sıfatları konusunda) Bez-zar, İbni-Ebî-Hâtim, İbnİ-Hibban, îbni Ebî-Davud, Beyhakî, Ebu-Şeyh ve İbni-Merduyeh (veya Merdeveyh) Üsame b. Zeyd'den: «Allah'ın Resulü: Cennete (yenini ve eteklerini) toplayan var mıdır? Kuşkusuz Cennetin tehlikesi yoktur. Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, Cennet parlayan bir nur, güzel kokan bir Reyhan, derli toplu bir köşk, daima akan bir nehir, olgunlaşmış bir meyve, güzel bir hanım, bolca süs eş­yası, ebedde bir yurd, meyveli ve sağlıklı bir ev, yemyeşil, hayırlı meyveler, yüksek ve yüce bir yerde nimettir.

Ashab: «Ey Allah'ın Resulü! Evet talibiz dediler.

Resûlüllah (S.A.V.) «O halde inşallah (Eğer Allah dilerse) deyi­niz.» Ashab «İnşallah dediler.»

Ahmed, Abd b. Hümeyd Ebu-Hüreyre (R.A.)'den rivayet etti: Biz ashab: «Ey Allah'ın Resulü! Bize Cennet'ten bahset. Binaları nedir?» dedik. Resûlüllah (S.A.V.): «Bir kerpici altından, bir kerpici gümüş­tendir. Çakılları inciler, yakutlardır. Sıvası Misktir. Toprağı Za'feran-dır. Oraya giren nimetdâr olur. Ümidsiz olmaz. Ebedî kalır, ölmez. El­biseleri çürümez. Gençliği bitmez dedi.»

İbni-Ebi-Şeybe İbni-Ömer (R.A.) kanaliyle rivayet etti: «Resûlül-lahdan Cennet nasıldır diye soruldu.» Resûlüllah (S.A.V.): «Cennete giren dirilir. Ölmez nîmetlenir, umudsuz olmaz. Elbisesi çürümez ve eskimez ye gençliği tükenmez.» Soruldu: «Ey Allah'ın Resulü! Cenne­tin binası nasıldır?» Buyurdu: «Bir kerpici altın, bir kerpici gümüş­tendir. Sıvası siyah ve katıksız Misktendir. Taşlan inciler ve yakuttur. Ve toprağı Za'ferandır.»

Bezzar ve Beyhakî Ebu-Hüreyre'den: «Resûlüllah, Cennetin duva­rının bir kerpici altındandır. Bir kerpici gümüştendir. Buhurdanlık­ları Ud'den, taraklan altından ve toprağı Za'ferandandır. Kokusu Misktir.»

İbni-Ebi-Dünyâ, Ebu-Hüreyre'den, Resûlüllah'dan (S.A.V.): «Cen­netin yeri Beyazdır. Sahasında Kâfurdan taşlan vardır. Kum dağlan gibi, Misk dağlan onu çevrelemiştir. Akar nehirleri vardır. Cennet ehâ-lisi evvelinden sonuna kadar bir araya gelirler. Tanışırlar. O esnada Allah onlann üzerine rahmet rüzgârını estirir. Onlann üzerine Mis­ki serper. Kişi hanımının yanına daha da güzelleşerek döner. Daha güzel kokarak geri gelir. Hanımı; «Sen yanımdan çıkıp giderken seni pek sevmiştim. Şimdi ise, daha da fazla sevmekteyim» der.

Ebu-Naim Said b. Cübeyir'den: «Cennetin arazisi gümüştendir.»

İbni-Ebi-Dünyâ Ebu-Remil'den rivayet etti. Bir zat İbni-Abbas'-dan sordu: «Cennetin yerleri nedir?» İbni-Abbas «Gümüşten olan ve ayna gibi beyaz bir mermerdir» dedi. Soran: «Onun nuru nedir (nasıl­dır?» dîye sorunca İbni-Abbas: «Güneşin doğduğu saatindeki halini görmedin mi? İşte o, Cennetin nurudur. Ancak Cennette ne güneş var ne de zemherîr» dedi. Soran: «Cennetin nehirleri nedir? Nasıldır? Açılmış bir arkda (mecrada) mı cereyan eder?»

İbni-Abbas: «Hayır. Fakat düz arazi üzerinde akar, sağa-sola da-ğılmaz. Belki bir mecrada imiş gibi akar.» dedi. Soran: «Onun Hüllele­ri (süs eşyaları) nedir?» İbni-Abbas: «Orada öyle ağaç ve meyve var­dır ki, nara benzer.. Allah'ın (C.C.) dostu ondan bir kisve (elbise) is­tediğinde, ona doğru dallan alçalır gelir. Onun için yanlip yetmiş tür hülle çıkarır. Rengâreng hülleler çıkardıktan sonra kaynaşır eskisi gi­bi olur.»

Et-Taberanî İbni-Abbas'dan, Allah'ın Resulü (S.A.V.) buyurdu: «Allah, adn Cennetini eliyle yarattı. Orada meyveleri (koparmalanm) kolaylaştırdı. Nehirler akıttıktan sonra Cennete baktı ve Cennete; haydi konuş» dedi. Cenneti adn: «Mü'minler zafere ulaştılan> dedi. Allah (C.C.) «İzzet ve Celâlim hakkı için sende herhangi bir cimri be­nimle komşuluk yapmayacaktır» dedi.»

Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni-Maceh Sehl b. Sad es-Sâidî'den rivayet ettiler: «Resûlüllah; Cennetten bir kamç yeri,    dünyadan ve dünyada olandan daha hayırlı olar» dedi!

Buharî, Ahmed, ve Müslim Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Cen­netten herhangi birinizin yayı kadar dan yer, güneşin üzerinde do­ğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.»

İbni-Ebi Şeybe ve İbni-Maceh Ebi-Said'den, Resûlüllah'dan (S.A. V.) rivayet etti: «Cennetin bir kanşlık yeri dünyâ ve dünyâda olanla­rın hepsinden daha hayırlıdır.»

Buharî Enes'den: «Harise hazretleri Bedir günü şehid düştü. An­nesi Resûlüllah'a (S.A.V.) gelip: «Ey Allah'ın Resulü. Harise'nin ben­deki yerini bilirsin (ne kadar sevdiğimi takdir edersin) Eğer Cennette ise, sabredeceğim. Eğer aksi varsa benim ne yapacağımı göreceksin.» ResûlüUah (S.A.V.): «Şüphesiz Cennet bir değildir. Bir çok Cennet vardır. Harise ise en yüce Cennet olan «firdevsi âla»dadir.»

Tirmizî ve Hâkim Ebu-Hüreyre'den: «Korkan bir kimse gece kal­kar. Gece kalkan mertebeye erer. Dikkat edilsin, Allah'ın (C.C.) eşyası pek banalidir.»

Hâkim, Übey b. Kâb'den: «Allah'ın Resulü (S.A.V.); korkan insan gece kalkar. Gece kalkan mertebeye erer. Dikkat edilsin şüphesiz Al­lah'ın (C.C.) eşyası pahalıdır. Dikkat edilsin Allah'ın eşyası Cennettir. Sarsıntının sarsacağı gün arkasından onu diğer bir sarsıntı izliyecek-tir. (En-Naziat: 6-7). ölüm içindekilerle geldi.»

İbni-Ebi-Şeybe Ebu-Hüreyre'den: «Muhammed'in (S.A.V.) üzerine Kitabı indiren Allah'a (C.C.) yemin ederim ki, Cennet ehli gün geç­tikçe güzelleşirler. Dünyada yaş ilerledikçe çirkinleştiğinin aksine...»

«Cennetin (ağaçları) altından nehirler akar...»

Bu âyetin tefsirinde, İbni-Ebi-Hâtim Ebi-Mâlik kanalıyle rivayet etti: «Cennetteki meskenlerin altından nehirler akar.»

Taberanî, Hâkim ve İbni-Merduyeh Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Cennetin nehirleri, Misk dağlarının altından akarlar.»

İbni-Ebi-Şeybe İbni-Mesud kanaliyle rivayet etti: «Cennet nehir­leri Misk dağından fışkırır.»

Ahmed ve Müslim Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil ırmakları Cennet nehirlerindendirler.»

Allah daha iyisini bilir. Mümkün ki bu hadîs bu nehirlerin bere­ketlerinden, üzerlerinde inşa edilen barajlardan, elektrik santrallann-dan kinaye olsun.

Muhtemel ki bu nehirlerin akmakta olduğu yörelerin Cennet ehli olan müslümanların eline geçeceklerine dair bir müjde olsun. Aksi takdirde dünyadaki nehirlerin hepsi de Allah'ın (C.C.) kudretinden fışkırır hepsi de onun rahmetindendir.

Ahmed, Nesaî, Ebi-Yala, Beyhakî (Ed-Delailinde) ve Ziya el-Mak-dısî Enes'den: «Güzel rü'ya Resûlüllah'ın (S.A.V.) hoşuna giderdi. Bir kadın geldi: «Ey Allah'ın Resulü! Rü'yamda gördüm ki, çıkarıldım, Cennete götürüldüm. Cenneti birbirine geçiren bir patırtı işittim (On iki kişinin adım sayarak) filân, filân zatları gördüm» dedi.» O esnada da Resûlüllah, cihada bir birlik göndermişti. Kadın devamla: «Onları getirdiler. Sırtlarında parçalanmış elbiseler vardı. Damarlarından kan fışkırırdı. Onları El-Biydah adlı Cennet nehrine götürünüz diye ses geldi.. Onlar nehre daldırıldılar. Yüzleri ondörtlük ay gibi parlamaya başladı. Onlara altın kürsîler getirildi. Oturdular. Hurma dolu altın bir tabak getirildi. O hurmalardan Allah'ın (C.C.) dilediği kadar yedi­ler. Onu her çevirdiklerinde diledikleri meyveye dönüşürdü. Ondan yerlerdi. Hanım rü'yasım Resûlüllah'a arzederken cepheden haberci geldi. «Ey Allah'ın Resulü! Şöyle, şöyle oldu. Filân ve filân zatlar şe­hid düştüler» deyip O, on iki kişiyi saydı.

Cenabı-Peygamber: «Rü'ya sahibi kadını getirin» diye emir verdi. Kadına: «Rü'yanı bu elçiye olduğu gibi anlat» dedi. Kadın anlattı. El­çi: «Kadının dediği gibidir. Filân, filân zatlar şehid düştüler, dedi.»

El-Beyhakî Haşir bahsinde Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Cen­nette bir ırmak vardır. Cennet boyuncadır. İki tarafında bakire kızlar oturur. Karşı karşıyadırlar. En yakıcı sesleriyle koro halinde söyler du­rurlar. Bütün mahlûkat seslerini işitir. Cennette ondan daha lezzetli bir şeyin olduğunu bilmezler» dedi. Biz: «Ey Eba-Hüreyre o teğanni nedir?» diye sorduk. «Umarım ki, tasbih, takdis ve Allah'ın (C.C.) senası olsun dedi.»

İbni-Âsakir, Enes'den: «Cennette reyhan adlı bir ırmak vardır. Onun üzerinde mercandan yapılmış bir şehir vardır. O şehirde yetmiş bin altın ve gümüş kapu vardır. Onu Kur'an hamiline yaratmıştır Ce-nabı-Hak...»

Îbnul-Mubarek Mesruk kanalıyle rivayet etti: «Cennet, ırmakları mecraları olmaksızın akar. Cennet hurması kökünden tepesine dek yeknesek (ayni ayarda) yükselir. Meyveleri testiler kadardır. Birinin koparıldığında hemen yerinde başkası biter. Salkımı on iki zira'dır...»

«Kendilerine ne yaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilir-se, bu daha önce bizim yediğimiz şeydir» diyeceklerdir...»

Îbnu-Cerir; bu âyetin tefsirini Îbni-Mesûd'dan ve başka sahabe­lerden şöyle rivayet etti: «Onlara Cennette meyve getirilir. Bakarlar. «Daha önce dünyada bize verilendir bu» derler. Renkde birbirine ben­zer tadında benzemez meyveler onlara verilir.»

Abd b. Humeyd, Ali b. Zeyd'den rivayet etti: «Daha önce bize rızık olarak verilendir bu, dediklerinden dünyada ve Cennetten önce verilen rmklan kasdediyorlar...»

İbni-Cerir ve tbni Cüreyç Kattade'den rivayet ettiler: «Bu daha önce bize rızık olarak verilendir. Yani dünyada bize verilendir. Zira Cennet meyveleri dünya meyvelerine benzer. Fakat Cennettekiler da­ha hoştur.»

Musadded, Hennad ve 3eyhakî İbni-Abbas'dan rivayet ederek: «Cennette olan hiç bir şey dünyada yoktur. Ancak isimler vardır. Ya­ni ikisine de elma veya nar denir. Amma aynı değildirler.» dediler.

Ed-Deylemî; Ömer'den (R.A.) rivayet etti: «Resûlüllah'ın (S.A.V.) velîme taamı hakkında: Cennet rüzgârından bir mıskaldır, dediğini işittim.»

İbni-Cerir Yahya bin Kesir'den: «Cennettekilere bir tabak getiri­lir. Ondan yerler. Sonra başka bir tabak getirilir: «Bu daha önce ge­tirdiğinizin aynısıdır» derler.

Melek: «Yeyiniz. Onlar renkde benzerdirler. Fakat tadlan değişik­tir. Nasıl ki salatalık renkte acura benzer fakat tadlan değişik ise onun gibidirler.»

İbni Cerir Kattade'den: «Birbirine benzerler onlara verildi. Yani Cennetin her şeyi hayırlıdır. Orada düşük ve çürük yoktur. Her şeyi hayırlılık'ta birbirine benzerdir.» diye rivayet etti.

«Onlar için orada tertemiz eşler de vardır...»

Bu âyetin tefsirini Hâkim Ebu-Said el-Huderi'den şöyle rivayet etti: «Hayızdan, dışkıdan, sümükten ve tükürükten (balgamdan) ter­temiz eşleri vardır.»

İbni Cerir, tbni-Mesud'dan: «Hanımları hayız görmez, abdest boz­maya muhtaç olamaz ve burunlarından sümük akmazdır» diye rivayet ettiler.

İbni Cerir, Mucahid'den: «Hayızdan, dışkıdan, sidikten, sümük­ten, balgamdan, tükürükten, meniden ve çocuktan temizdirler.»

İbni-Ebi Şeybe, Ahmed, Buharı, Müslim, İbni-Maceh ve EI-Beyha-kî Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler: «Cennete ilk giren zümrenin şekil­leri ondörtlük ay gibi parlar. Cennette tükürmezler, sümkürmezler, abdest bozmazlar. Kapları ve taraklan altın ve gümüştendir. Buhur­danlıkları Ud  ağacındandır. Kokulan misktendir. Her birinin iki eşi vardır. Güzelliklerinden Ötürü ilikleri etlerinin içinden görünür. Dün­yadaki kumalar gibi aralarında ihtilâf yoktur. Kalbleri birbirinden buğz etmez. Sanki bir kişinin kalbi üzerindedirler. Sabah, akşam Al­lah'ı (C.C.)  teşbih edip dururlar..»

Tirmizi Ebu-Said el-Huderî'den rivayet etti: «Cennete ilk giren zümrenin yüzü dolunay gibidir. İkinci zümre gökte parlayan en güzel yıldızdan daha güzeldir. Her birinin iki hammı vardır. Her hanımın sırtında yetmiş hülle vardır. Hülle içinden ilikleri görünmektedir.»

Tirmizi Enes'den: «Bir erkeğe Cennette yetmiş hanım verilir.» So­ruldu: «Ey Allah'ın Resulü! Buna gücümüz yeter mi?» Resûlüllah, «her birinize yüz kişi gücü verilir» diye cevab verdi...

İbni-Âsakir tarihinde Hatip b. Ebi-Balta'dan rivayet etti: «Cen­nette mü'mine âhiret hatunlarından yetmiş iki, dünya hatunlarından da iki eş verilir.»

Cenabı-Hak erkeklere bu gücü, kadınlara da güzellik nimetini ih­san eder. Niçin böyle yaptın diye sorulmaz Allah'dan (C.C.)- «O yap­tığından sorulmaz. Onlar sorulurlar»  (El-Enbiya: 23).

Ahmed Ebu-Hüreyre'den: «Derece yönünden Cennet ehlinden en düşüğü yedi dereceye sahiptir. O altıncı derecededir. Onun üstünde yedinci derece vardır. Üçyüz hizmetkârı vardır. Her gün sabah akşam üçyüz altım tabak (da yemek) kendisine arz olunur. Her tabakta öbü­ründe olmayan renk vardır. O, sonunda lezzetlendiği gibi önünde de lezzetlenir. Ey Rabbim. Eğer izin verseydin bütün Cennetliklere yedi­rip içirseydim onlara yetecek kadar yanımda nimetin vardır. Yanım-d akü er eksilmez ve bitmezdir, der. Elâ gözlü Cennet hatunlarından yetmiş iki zevcesi vardır. Hepsi de canlı ve kanlıdır...»

Îbni-Ebi Şeybe, Ahmed, Hennad b. Serrî ve Neseî rivayet ettiler: «Kitab ehlinden biri Resûlüllah'a (S.A.V.) geldi: Ey Ebel-Kasım! İd­diana göre, Cennet ehli yerler, içerler değil mi?» diye sordu. Resûlül-lah: «Nefsimi yed'i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, her ki­şiye yemekte, içmekte, cinsi ilişkide ve şehvette yüz kişinin gücü veri­lir.»

Soran: «Yer ve içerlerse def hacete mecbur olacaklardır. Oysa Cennet temizdir, orada pislik olamaz.»

Resûlüllah (S.A.V.): «Cennetliklerin ihtiyaçları Misk kokusu gibi bir ter olarak bedenlerinden çıkar. Bu terleme oldumu midesi boşalır.» diye cevap verdi...

Ebu-Yala, îbni Abbas kanaliyle rivayet etti: «Ey Allah'ın Resulü! Cennette eşlerimizle çiftleşmemiz dünyada olduğu gibi var mıdır?» di­ye sorulduğunda..

Resûlüllah (S.A.V.): «Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Al­lah'a (C.C.) yemin ederim ki, Cennetteki kişi bir sabah vaktinde yüz bakireye varabilecek kuvvettedir dedi.»

.    «Onlar orada ebedidirler.»

Bu âyetin tefsirinde İbnu-îshak ve İbni-Cerir, İbni-Abbas'dan: «Onlar orada ebedî dururlar âyeti bize haber verir ki, âhiretin sevabı da şerri de daimidir. Sonu gelemez.»

Ahraed, Said b. Cübeyr'den rivayet etti: «Onlar orada ölmezdir­ler...»

Et-Tastî; Nafi b. Azrak Îbni-Abbas'dan: «Onlar orada hulûd eder-

lerin manası ne demektir?» diye sorduğunda, İbni-Abbas: «Durucudur­lar. Hiç bir zaman oradan çıkmazlar demektir.» deyince İbni-Azrak, «Arablarm Iuğatmda bu manâ var mıdır?» İbni-Abbas: «Adıy b. Zey-din «Dikkat edilsin biz helak olursak ebedî kalan var mı? Ey kavm! Ölüm halk için aybu ar olur mu?» şiirinde bu mânâ vardım dedi.

Abd. b. Humeyd, Buharı ve Müslim Hz. Ömer'den (R.A.) rivayet ettiler: «Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli Cehenneme girdikten sonra aralarında bir tellâl ayağa kalkarak bağırır: «Ey Cehennemli-ler! Ölüm yoktur. Ey Cennettiler! Ölüm yoktur. Her biri görüp içinde bulunduğunda ebedidir.»»

Buharı Ebu-Hüreyre'den: «Cennetlilere; ölümsüz bir hayattır de­nir. Cehennemlilere, ölümsüz bir yaşamdır denir.»

İbni-Merduyeh, Ebu-Hüreyre'den: «Ölüm bir koç şeklinde getiri­lip köprü üzerinde durdurulur ve bağırılır: «Ey Cennetliler!» Cennetli-ler Cennetten çıkarılmalarından endişe ederek bakarlar. «Siz bu­nu tanır mısınız? denir. «Evet. Ölümdür» derler. Bundan sonra «Ey Cehennemlüer!» diye seslenir. Onlar da belki bulunduğumuzdan kur­tuluruz diye sevinerek bakarlar. Onlardan sorulur: «Siz bunu tanır mı­sınız?» «Evet. Bu ölümdür» diye cevab verirler. Bunun üzerine köprü üzerinde (gözleri önünde) Ölümün kesilmesi emredilir. îki guruba da: «Bulunduğunuz yerde ebediyyet vardır. Hiç bir zaman ölüm yoktur» denir.»

(26) «Muhakkak ki, Allah sivri sineği ve ondan büyüğüyle hakkı açık­lamak için misal getirmeyi terk etmez..»

Bu âyet, hakkında selef den gelen tefsirlerin bir kısmı şöyledir: İbni-Cerir, İbni-Mesud'dan: «Allah (C.C), bu iki misali münafıklar için açıkladığında, münafıklar: «Bu misalleri beyan etmekten Allah yücedir ve münezzehdir dediler..» O zaman Allah (C.C.) bu âyeti in­dirdi.»

Abdulganî Es-Sakafİ tefsirinde İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Allah (C.C.) müşriklerin mâbudlannı zikr etti. Eğer kara sinek onlardan bir şey kaçınrsa onu geri alamazlar, dedi ve onların hilelerini zikr edip, örümcek ağı gibi olduğunu söyledi. O zaman birbirlerine, Muham-med'e (S.A.V.) indirdiğinde Allah'ın örümcek ve sinekten bahsettiğini irmez misiniz? Acaba bununla ne yapacaktır, dediler. îşte onlara ce-ıb olarak bu âyet geldi.»

Îbni-Cerir, Kattade'den:    «Sivrisinek Allah'ın (C.C.) yarattığının zaifidir.» diye rivayet etti.. 27) «O fâsıklar ki Allah'ın kendilerinden aldığı sözü sağlama bağla-ktan sonra onun ahdini bozarlar...»

Abd b. Humeyd bu âyetin tefsirinde Kattade'den rivayet eder: «Bu isakı bozmaktan sakınınız. Zira AUah (C.C.) onu bozmayı hoş görmei gibi bozana tehdid savurmuştur. Kur'an'ın bazı âyetlerinde bun-an önce nasihat ve deliller getirmiştir. Buna karşı savurduğu tehdidi ç bir günâha karşı savurmamıştır. Kim ki kalbinin içinden Allah'ın.C.) ahdini yerine getirmeye çalışmak isterse onu yerine getirsin.»

28) «Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki, siz ölü idiniz o sizi diriltti...»

Bu âyetin tefsiri şöyle gelmiştir:

«Siz yoktunuz Allah sizi yarattı. Sonra sizi öldürür. Sonra Kiyâ-tıet gününde sizi diriltir.» İbni-Cerirt İbni-Mesud'dan rivayet etti:

Yine İbni-Cerir, Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Siz babalarınızın ulbinde ölü idiniz. Hiç bir şey değildiniz. Sizi yarattı. Sonra hakiki lümle öldürür. Sonra haşır zamanında gerçek hayatla diriltir.»

İbni-Cerir, Kattade'den: «insanlar abalarının sülblerinde ölü idi-er. Allah onları diriltip çıkardı. Sonra gerekli olan ölümü onlara mu-allat kıldı. Sonra haşır için unlan diriltecektir. Öyle ise, iki hayat ve ki ölüm vardır.»

(29) «O AUah ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı..»

Bu âyetin tefsirinde Abd b. Hümeyd ve İbni Cerir Kattade'den funlan rivayet ettiler: «Allah'dan (C.C.) ikram olsun ve insanlara da nimet olsun diye her şeyi size musahhar kılmıştır. Bu da belli bir za­mana kadar Adem oğluna azık olsun diye yapmıştır.»

Abdurrezzak Mucahid'den: «Allah yerde olanın hepsini size mu-îahhar kıldı. Sonra göğe kasdetti» dedikten sonra: «Allah yeri gökten ince yarattı. Yeri yarattığında bir duman yerden çıktı. îşte «Sonra semâya (göğe) kasdetti. Onları yedi gök olarak (nizama soktu.)» âyeti buna işarettir. Gökleri üst üste yedi tabaka olarak yarattı. Yeri de alt alta yedi tabaka olarak yarattı.»

İbni-Cerir Es-Sudî kanalıyla Ebi-Mâlik'ten, Ebi-Salih de İbni-Ab-bas'dan rivayet ettiler...

Allah'ın (C.C.) arşı su üzerinde idi. Sudan önce hiç bir şeyi yarat­madı. Halkı yaratmak istediğinde sudan bir duman çıkarttı. O duman su üzerinde yükselip gök oldu. Sonra suyu kurutarak toprak yaptı. Pa­zar ve pazartesi günlerinde yeri patlatarak yedi tabaka yaptı. Yeri ba­lık üzerinde, balığı suda, suyu ise boşluk (veya kayalık) üzerinde, onu da Melek üzerinde, Meleği de bir taş üzerinde, taşı da rüzgâr üzerinde yarattı. Bu balık Nun vel kalemde bahsi geçen balıktır. O taş da Luk-nıan'da bahsi geçen taştır, ne gökte ne de yerdedir. Balık sallandı, do­layısıyla yer de sallandı. Dağları Kazık mahiyetinde yarattı, yer istik­rar buldu. Dağlar böylece yere karşı böbürlendi. Dağlar da yerdekile-rin nzıklannı, ağaçlarını ve gerekenlerini salı ve çarşamba gününde yarattı. Sonra göklere kasd etti. Onlar duman idi. Bu duman suyun buharı idi. Onu bir gök olarak yarattı. Sonra onu patlatıp perşembe ve Cuma günlerinde yedi tabaka yaptı. Yer ve göğün derleyicisi oldu­ğundan Cuma gününe Cuma denilmiştir. Her semâda emrini kıldı. Her semâda oranın meleklerini yarattı. Oradaki denizleri yerdeki dağ­lan yarattı. Bizce bilinmiyen nice âlemleri yarattı. Sonra gökleri yıl­dızlarla süsledi. Şeytanlara recim yaptı. İstediklerini yarattıktan son­ra Arş üzerinde istiva etti. [31]

Bu tefsirleri, olduğu gibi naklettik, tercih hakkımızı kullanmadık. Malûmat olsun diye naklediyoruz... Bilinsin...[32]

 

Meal

 

(30) Hatırla o zamanı ki, Rabbin Meleklere «yeryüzünde bir Hali­fe yaratacağım» demişti. Melekler sordular «Yeryüzünde fesadlık çıka­racak ve kan dökecek olanı mı (Halife) kılacaksın? Halbuki, bizler se­nin hamdinle teşbih ediyor, senin için takdisde bulunuyoruz.» [cevab olarak] Allah, «Şübhesiz ki, ben sizin bilemediğinizi biliyorum!» dedi. (31) Ve Adem'e isimlerin tamamım Öğretti. Sonra o, isimleri (mânâla­rım, ismi olan şeyleri) Meleklere arzederek buyurdu: «Eğer doğru ise­niz şunlann isimlerini haber veriniz!» (32) Melekler «Seni (müşrikle­rin dediklerinden uzak bilir) tenzih ederiz. Senin Öğrettiğinden başka, bizde herhangi bir bilgi yoktur. Şübhesiz ki, Sen çokça ilim ve çokça hikmet sahibisin.» dediler. (33) Allah «Ey Adem, Meleklere eşyanın adlarını haber ver!» dedi. Ne zaman ki Adem, Meleklere varlıkların isimlerini iletti, o zaman Allah Meleklere, «Size demedim mi ki; şüb­hesiz ben göklerin ve yerin Gaybini bilirim. Ve yine sizin açığa vurdu­ğunuzu da gizlediğinizi de bilirim» dedi. (34) Hatırla o zamanı ki, Me­leklere, «Adem'e secde ediniz!» dediğimizde, Melekler secde ettiler. An­cak İblis secde etmekten kaçındı ve kibirlendi. Ve İblis kâfirlerden oldu. (35) Biz dedik: «Ey Ademî Sen ve eşin (Havva) Cennete yerle­şin! Ve Cennetten (yiyeceğinden) bol, bol istediğiniz zaman ve yerde yiyiniz! Sakın hâ şu ağaca yaklaşmayın! Yaklaştığınız takdirde, iki­niz de zâlimlerden olursunuz. (36) Şeytan Adem ile eşini Cennetten kaydırdı. Onları içinde bulunduktan durumdan çıkardı. Ve biz onlara, «Bir kısmınız diğerine düşman olduğu halde (Cennetten çıkın) inin! Sizin için yeryüzünde bir zamana kadar durmak ve (nimetlerinden) istifâde etmek vardır.» dedik. (37) Derken Adem, Rabbinden bir kı­sım kelimeleri Öğrendi. Rabbi (o kelimeler sayesinde) Adem'in tevbe-sini kabul buyurdu. Şübhesiz ki, O, Rab çokça tevbe kabul edici ve bol­ca rahmet edicidir. [33]

 

Tefsir

 

Bu yedi âyette geçen ve tefsire ihtiyacı olan konulan şöyle sırala­yabiliriz: Meleklerin mahiyeti, Halife, Meleklerin sorusu, Luğatlann icadı, İlmin kısımları, Adem'e (A.S.) secde meselesi, İblis, Adem'in eşi, Cennet, Yasak ağaç, Cennette vesvese, Sınıflar arasında düşmanlık kö­keni ve Adem'in tevbesinin kabulü için kullandığı dualar. [34]

 

Melekler

 

Melâike kelimesi emelek»in çoğuludur. Esası «me'lek»tir. risale (Mektub) mânâsına olan «el-ülüke» kökünden gelir. Me­lekler AUah ile insanlar arasındaki vasıtalardır. Onlar Allah'ın elçileri­dirler. Akıl sahipleri Meleklerin öz varlığa sahib ve mevcud varlıklar olduklarında birleştikten sonra, hakikatında ayrılığa düşmüşlerdir. Müslümanların çoğu, «Melekler lâtif cisimlerdir. Değişik şekillere gire­bilirler. Delilleri ise; Allah'ın Peygamberlerinin Melekleri o şekilde gör­meleridir.»;

Hıristiyanlardan bir gurub, «Melekler, bedenlerinden ayrılmış bu­lunan faziletli beşerî nefislerdir»;

Hükema ise, «Melekler mücerredi cevherdirler. Hakikatta, konuşur nefislere muhalüdirler» demişlerdir.

Melekler iki kısma ayrılır. Bir kısmının durumu, Hak Teâlâ (C.C.)' nın ma'rifetinde gark olup dalmaktır. Ondan başkalarıyla meşgul ol­mazlar. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an'ında «Gece ve gündüz teşbih ederler ve gevşemezler...» buyurmuştur. Bu kısım Meleklere «El-Ale-viyyûn» ve «Mükarreb» Melekler denir.

Meleklerin diğer bir kısmı vardır ki, kaza'nm sebkat ettiği tarz­da gökten yere iner emr'i tedbir ve tedvir ederler. İlâhî Kalem'in ce­reyan ettiği hükmü yerine getirirler. «Allah'a, kendilerine emrettiği hususda, isyan edemezler!» «Neyle emrolunurlarsa onu yaparlar.»   Bu

Melekler, «El-Müdebbirati - Emren» melekleridir. «Et-Tevalî» ad­lı kitabda açıklandığı gibi; bu kısım Meleklerin bir gurubu yerde baş­ka bir gurubu da gökte vazife görürler. [35]

 

«Adem'e Secde Edin»

 

Cenab-ı Hak bu sözü bütün Meleklere söyledi. Bazı âlimler; «yer­deki Melekleredir» dediler, bazıları da «İblisle beraber Cinlerle sava­şan Meleklerdin» dedi. İnsanlardan önce yeryüzüne Allah (C.C.) cin-ler'i yerleştirdi. Dünyada fesadlık çıkardılar. İblisi bir Melek ordusu ile beraber onlarla savaşmak için Allah gönderdi. Onları yok ettiler ve geride kalanları denizdeki adalara ve dağlara sürdüler. [36]

 

Halife

 

Halife, başkasının yerine vekâlet eden demektir. Âyetteki halife­den maksat Hz. Âdem'dir. Zira Âdem (A.S.) gibi her peygamber yer­yüzünü tamir etmek, insanları sevk-u idare etmek, nefislerini geliştir­mek ve Allah'ın (C.C.) emirlerini onlara tatbik ettirmekte Allah'ın (C.C.) vekilidirler. Bu Allah (C.C.) halifeye muhtaçtır anlamına de­ğildir. Belki halk onun feyzini kabul etmekte kusurludur. Onun emir­lerini doğrudan anlayamazlar. Onun içindir ki. AUah (C.C.) halîfe va­sıtasıyla emrini gönderdi.

Peygamberlerin kuvvetleri yüce ve yürekleri parlak olduğu için, Allah (C.C.) onlara Melekler gönderdi.

Peygamberler içinde rütbesi daha yüce olanla doğrudan konuştu; Mikat'ta Hz. Musa ile Mi'rac gecesinde Hz. Muhammed (S.A.V.) ile O vasıtasız konuştuğu gibi!..

Allah'ın (C.C.) Meleklere şu geçenleri söylemesindeki hikmetler­den biri müşavereyi öğretmek, diğeri de Adem'in (A.S.) şanını yücelt­mektir. Çünkü Allah (C.C), Meleklere onun yaratılmasını önceden müjdeledi. Daha yaratılmazdan önce ona «Halîfe» unvanını verdi.

(30) «(Melekler: «Yeryüzünde fesadhk çıkaracak ve kanlar dökecek kim­seleri mi orada halîfe yapacaksın?» dediler.» Bu soru, Meleklerin Al» lah'ın (C.C.) hükmüne itirazları anlamında değildir. Ve aynı zaman­da mü'minlerin gıybetini yapmak anlamında da değildir. Çünkü Me­lekler, imana aykırı bir harekette bulunmaktan uzaktırlar. Kur'an Me­lekler hakkında «Belki onlar şereflendirilmiş kullardır. Sözle hiç bir zaman Allah'ın önüne geçmezler. Onlar ancak Allah'ın emriyle amel ederler» demektedir. Bu soruyu melekler belki hayretlerinden belki de kendilerince gizli kalmış bir perdeyi kaldırtmak istedikleri için, sormuş olmalıdırlar. Acaba yeryüzünün İslahı ve tamirine yeryüzünde boz­gunculuk edip, kan dökenler nasıl elverişli olabilirler? Halbuki elveriş­li olmaları da lâzım. Çünkü Allah (C.C.), yanlış hüküm vermez. Me­lekler bu soru ile, öğrencinin öğretmenden sorduğu gibi, iç âlemlerin­deki şüpheyi gidermek için çırpındılar. Melekler insanların böyle ola­cağını ancak «Levhül-Mahiûz»dan öğrendiler. Veyahut da insanları, daha önce böyle davrananlara kıyas ettiler.

teşbih etmek ve takdis etmek, Allah-u Teâlâ'yı (C.C.) her kö­tülükten uzak tutmak yani öyle inanmak demektir. [37]

 

Luğatlakın Yaratılması

 

(31) «Âdem'e bütün isimleri öğretti..»

Bütün eşyanın adlarını bildiren zarurî bir ilmi Adem'de yaratmak suretiyle öğretti veya kalbine ilham ve ilkâ etmek suretiyle öğretti,

«Âdem» arabça olmayan bir isimdir. «Âzer» ve «Şâlih» gibi adem kelimesinin yerin derisi mânâsına gelen edim kökünden alındığı bir kısım kaynaklarda kaydedilmektedir.

Allah'ın Resulünden (S.A.V.) gelen bir rivayette de: «Cenab-ı Hak Küre-i arzın tamamından yani dağından ve ovasından bir avuç toprak avuçladı. O topraktan Âdem'i (A.S.) yarattı ve bunun içindir ki Âdem'­in (A.S.) evlâdları değişik ve çeşitli renklerde oldular.» denilmektedir.

Ülfet mânâsına gelen «El-Udme» kökünden de geliyor olabilir. Ni­tekim «İdristtin (A.S.) «Ders»ten, «Yakup»un (A.S.) «Akeb'den ve «İb­lissin «îblasödan geldiği gibi...

«isim» bir şeyin alâmeti ve delilidir. O şeyi, dinliyenin zihnine ge­tirir. Istılahta isim, kendi özünde bulunan bir manâya üç zamanın her­hangi birisiyle beraber olmaksızın delâlet eden bir kelimedir. Ayetin mânâsı: «Allah-u Teâlâ (C.C.) Âdem'i (A.S.) değişik parçalar ve ayrı, ayn bulunan kuvvetlerden ve aklî, hissi, hayalî ve vehmi özelliklerin tamamım idrak edebilecek kabiliyette yarattı. Eşyaların isimlerini, özelliklerini, adlarını, ilimleri ve asıllarını, sanaatları, kanun, âlet ve niceliklerini» ona ilham etti. Sonra o eşyayı Meleklere arzetti. Melek­leri susturmak ve Halifelik emrini yerine getirmekten âciz olduklarına dikkatlerini çekmek için «Bana şu eşyanın adlarını haber veriniz. Eğer ma'sum olduğumuz için Halife olmaya biz daha müstahakız dediğiniz­de doğru iseniz!..» dedi. Bu, «Âdemoğlunun yaratılışı ve bu sıfatta ol­dukları halde Halîfe seçilmesi Hakîm'e uygun değildir, düşüncenizde doğru iseniz şu eşyanın adlarını bana haber veriniz!» demektir.

Melekler her ne kadar böyle bir şeyi açıkça söylemedilerse de söz­lerinin gelişi budur.

(32) «Seni eksiklikten tenzih ederiz. Bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.» Melekler bu sözleriyle, acizliklerini ve kusurluluklarını itiraf ettiler. Bir de ilân ederler ki, sorulan itiraz için değil belki anlamak içindir. Kendilerine gizli bulunan insanın faziletinin kendilerine gö­ründüğünü, yaradılışının hikmetini kavramış olduklarını ve bu bilgiyi kendilerine veren Allah'ın nimetine karşı şükrün yerine getirilmesini istediklerini beyan ederler.

«Sübhane», «Ğufrane» gibi mastardır. «Tesbih»İn âlemi (özel adı) olarak kullanılmıştır. Konuşmanın «Sübhaneke» ile başlatılması, anlamak için de olsa sorduklarından dolayı özür dilemek ve durumun gerçek tarafını bilmediklerini ikrar etmek içindir. Bu nedenledir ki, «Sübhaneke» hitabı tevbenin anahtarı olmuştur. Nitekim Hz. Musa «Sübhaneke (seni eksiklikten uzak tutarım) sana dönüş yaptım.» Hz. Yunus da «Sübhaneke (seni tenzih ederim) kesinlikle ben zülmedici-Ierden idim!.» demişlerdir.

«Şübhesiz Sen evet Sen Çok bilen ve Hakimsin.» Hakim, yaptıklarını sağlam yapan ve ancak içinde güzel bir hikmet olanı ya­pan demektir. O, mânâsız ve sebepsiz hiç bir şeyi yaratmaz. Bütün fiillerinde mutlaka çeşitli hikmetleri vardır. Emrettiğinde muhakkak çeşitli sebepler mevcuttur. Lâkin biz onları, onun eniridir diye, yapıyo­ruz. Aklımız yapılanın içindeki sebeplere yetmese bile, yine de yapma­lıyız. Çünkü Rabbimiz Hakîm'dir. Şüphesiz ki, yaptıklarında pek gü­zel sebepler vardır. [38]

 

İlim

 

(33) «Ey Adem Meleklere eşyanın isimlerini bildir...»

İlim Allah'ın sıfatıdır. Akıldan üstündür. Çünkü Allah, kelâmında zâtını ilimle sıfatlandırmış, akılla değil. Allah'ın ilmi sonsuzdur, ezelî­dir. Mahlûklarının ilmi ise sonlu ve sınırlıdır. Bu itibarla diyebiliriz ki, ilim iki kısma ayrılır: İlâhî ilim ve hadis yaradılmışlara ait ilim. Mah-lûkâta verilen (hadis ilim) de VEHBÎ VE KESBÎ olarak ikiye ayrılır. Vehbî ilme Ledünnî ilim de denir. Bu bahsi Musa (A.S.) ile Hızır (A. S.)'in kıssalarında daha uzun bir tarzda işlemeye çalışacağız inşaal-îah.

Rabbimiz bu âyetiyle Meleklere dediği, «Sizin bilmediğinizi bili­rim.» i tatbikat sahasına koyuyor. Fakat çok kolay bir şekilde. Melek­lere karşı bir Burhan ve Hüccet gibidir bu Ayet-i Celîle. Allah (C.C.)» Meleklerin bilmediği yer ve gökteki şeylerin hepsini bildiği gibi, Me­leklere görünen ve onlardan gizli kalan şeylerden da haberdardır.

Meleklerin haline en uygunu, Allah'ın emrini beklemek olmalıydı; soru sormak değil.

Meleklerin açığa vurdukları, «Yeryüzünde bozgunculuk yapan ve kan dökeni mi yaratıp halîfe yapacaksın?» şeklindeki sözleridir. Gizli tuttukları ise; «Bizim Halîfe olmamız daha iyidir.» düşünceleridir.

Bu Âyetler şu hakikatleri sergiler: İnsanın şerefli olması; ilmin ibâdetten üstün bulunması; Hilâfette ilmin lüzumlu ve şart olması; her ne kadar Allah'a (C.C.) öğretmen denilmeae de, «Allah öğretti.» deyip öğretmeyi Allah'a isnad etmenin doğruluğu; insanların konuş­tukları dillerin rasgele olmayıp, Tevkifi oldukları (yani bir öğretme­nin açıklamasıyla meydana gelmiştir ki, bu Muallimin Âdem'den (A, S.) önce olması lâzımdır. O halde o da Allah'dır.); hikmet'in mef­humunun ilmîn mefhumundan fazla olması; Meleklerin ilim ve fa­ziletlerinin artışını kabul etmesi gibi.

JHükemaya göre Melekler en yüce tabakadadır; ilim ve kemalâtla-n artışı kabul etmez yani son sınırdadırlar. Fakat şu Âyet, o iddiayı reddeder: «Bizden hiç bir kimse yoktur ki, onun belli bir makamı ol­masın!..» Yani Meleklerin makamı sonsuz değildir.

Bir de bahsi geçen Ayet, Âdem (A.S.)'in bu Meleklerden daha üs­tün olduğunu sergiler. Çünkü onlardan daha âlim bulunuyor. Daha âlim olanın daha üstün olduğunu başka bir âyet sergiler: «Bilenlerle bilmiyenler hiç bir olur mu?» Sözkonusu âyet, Allah'ın (C.C.) eşyayı yaratmazdan önce onların hakikatlannı bildiğini de sergiler. [39]

 

Âdem'e  (A.S.)  Secde Etmek Meselesi

 

(34) «Hatırla o zamanı ki, Meleklere, «Âdem'e secde ediniz!» dedik..»

Âdem (A.S.), eşyanın isimlerini Meleklere haber verdiği ve bilme­diklerini onlara öğrettiği için, Allah (C.C.) Meleklere, Âdem'in fazilet ve üstünlüğünü bildirmek bakımından ve onun hakkını yerine getir­meleri maksadiyle ona secde etmelerini emretti. Melekler bir de Âdem hakkında söylediklerine bir mazeret olsun diye bu secde ile emrolım-dular!...

Bu secdenin ne zaman emredildiği hususunda ihtilâf ettiler. Ki­misi Âdem yaratılmazdan önce ona secde ediniz diye emir verildi, de­di ve şu âyeti delil gösterdi:

«Onu yarattığım ve Ruhumdan ona ruh verdiğim zaman onun için secdeye varınız!..» Bu secde Melekler için imtihan, Âdem için fazilet belirtisidir.

Secde, Allah nizamının ıstılahında ibâdet niyetiyle alnı yere koy­maktır. Âyette emredilen secde eğer hakiki secde ise, o zaman Allah'a yapılmış, Âdem ise, Allah'ın emriyle «kıble» olmuş olur. Bunun ne­deni, onu Meleklerin gözünde yüceltmektir. Veya Âdem secdenin farz oluşunun sebebi olduğundan Allah, «Âdeme secde ediniz!», yani «Âdemdeki mânâları meydana getiren usta'ya secde ediniz!» dedi, Çünkü Âdem (A.S.), rûhânî ve cismanî âlemlerin içinde bulunan bü­tün eşyanın bir nüshası ve bütün yaratılmışların bir fihristidir; Me­leklerin kemalâta kavuşmaları için bir vesiledir. Mertebe ve derecele­rinin arasındaki, farklılıkların ortaya çıkmasına vasıtadır. İşte bütün bunlardan ötürü Melekler Âdem'de (A.S.) görmüş oldukları ilahî bü­yüklüğün önünde eğilmeye memur kılındılar. Tâ ki, nıazhar oldukları nimetlerin şükrünü edâ etmiş olsunlar.

Âyette secdenin lügat mânâsı da kasdedilmiş olabilir. O zaman mânâ, «Âdem'e (A.S.) tevazu' gösterin ve onu büyüten hareketlerde bulunun, ona karşı hürmetkar davranın!» olur. Nitekim Hz. Yusuf (A.S.)'un «Kardeşleri ona secde ettiler.» ibareleriyle yücelttiler demek olduğu gibi...

Acaba Adem'e (A.S.) secde etmekle emrolunanlar bütün melekler midir, yoksa yeryüzündeki Melekler mi? Bu hususda daha önce de be­lirtildiği gibi ihtilâf vardır. [40]

 

İblisin Kimliği

 

«İblis hariç bütün Melekler Adem'e secde ettiler. O, secde etmedi ve böbürlendi.»

iblis, Meleklerdendi. «Ancak iblis secde etmedi ve Cinlerdendi»

âyetinin mânâsı; fiiliyle İblis Cinlerden oldu, demektir. Aslen Melek­lerdendi. Eğer Meleklerden olmasaydı, Meleklere yapılan bir çağrıya muhatab olamazdı ve istinası mânâsız kalırdı.

Bir de İbni-Abbas'dan gelen bir rivayette: «Meleklerden bir gurub vardır. Onlara «CİN» denir. İblis onlardandı. Onlar doğurur ve çoğa­lır.» denilmiştir.

Meleklerden olmadığım iddia edenler: «İblis Cinlerdendi. Fakat Melekler arasında büyüdü. Onun etrafında binlerce Melek bulunurdu. Bunun içindir ki, Meleklere yapılan hitaba o da muhatab olmuştur. Veya CİN'ler de Melekler gibi Âdem'e secde etmekle emr olunmuşlardı.

«Secde ettiler» fiilindeki zamir, Jtıem Meleklere hem de CİN'lere aittir. Bu takdirde istisna caizdir. Kaldı ki, Meleklerden bir kısım var­dır ma'sum değillerdir. Hata edebilirler; her ne kadar Meleklerin çoğu ma'sum ise de!. Bunun tam tersi insanlar için geçerlidir. Çünkü, ço­ğunda ismet sıfatı olmadığı halde az bir kısmında (peygamberlerde) ismet sıfatı vardır.

Belki de Meleklerden bir gurub vardır ki, şeytanlarla öz bakımın­dan herhangi bir terslikleri yoktur. Fakat sıfatlan ayrıdır. İşte iblis bu gurubdandır. Nitekim bu durumu Îbni-Abbas (R.A.) da teyid et­miştir. Bundan ötürü İblis'in hâli bozuldu ve Cennetten kovuldu.

Denilmesin ki, «bu nasıl olur? Halbuki, Melekler nurdan yaradıl-mıştır, Cinler ise ateşten». Bunun delili Hz. Âişe'nin «Allah'ın Resulü (S.A.V.); Melekler nurdan Cinler sade bir ateşten yaratıldılar.» hadî­sidir. Deriz ki, bu hadîs bizim söylediğimizin temsilidir. Çünkü Nur parlayan cevherdir. Ateş de öyledir. Ancak ateşin nuru bulanıktır, du­manlıdır. Çok sıcak oluşundan dolayı ateşten kaçınılır. Sadeleştiğinde katıksız nur'a dönüşür. Ne zaman gerilerse birinci hali geri gelir. Nur'u sönüp katıksız dumana dönüşür. Bu görüş sevaba daha uygundur. Nasslan daha birleştiricidir.

«Secde etmekten kaçındı ve böbürlendi.» mealindeki âyet, aynı za­manda gururlanmanın çirkinliğini de sergiler. Böyle bir durumun, ba­zen sahibini küfre kadar götürdüğüne işaret eder. Allah'ın emrini ka­yıtsız ve şartsız kabul edip sırrına dalmamayı tenbihler. ilâhî emrin farziyyeti ifade ettiğini bildirir. Allah (C.C.) tarafından, kâfir olarak öleceği, bilinen bir kimsenin ancak gerçek kâfir olduğunu kaydeder. Çünkü her şeyin ancak neticesine bakılır. Her ne kadar halihazırda mü'minliğine hükmedilirse de yine de neticeye bakılır. [41]

 

Hz. Adem'in Eşi

 

Hz. Âdem'in (A.S.) eşi, Havva annemizi, Cenab-ı Hak Âdem'in nefsinden yaratmıştır. «O nefisden eşini yarattı!» Ayeti Celîlesi bu ha­kikati sergiler! Bunun hakikatim ve nasıl olmuşiuğunu ancak Mevlâ-mız bilir. «Yapabilir mi?» sualini de «O, Allah her şeye kadirdir.» âyeti cevaplandırır!.. [42].

 

Cennet

 

Cennet sevab evidir. Yaratılmıştır ve şu anda mevcuttur. Mu'tezi-leye göre, ileride yaratılacaktır. Bazı tefsir âlimlerinin iddiası da bu görüşü destekler.

Başka bir görüşe göre, «cennet filistin arazisinden veya fa-ris ile kerman'ın arasında bulunan bir bostanın adıdır. Cenab-ı Mevlâ bu bostanı Adem'i (A.S.) imtihan etmek için yaratmıştır.»

Bu takdirde yukarıdan inmek mânâsını taşıyan «ihbitü» o bos­tandan  hindistan arazisine intikal etmek mânâsına hamledilir. «Tıpkı «ihbîtû mîsre» (Mısır'a gidiniz) de olduğu gibi!.. [43].

 

Yasak Ağaç

 

«Cennet'ten (meyve ve nimetlerinden) geniş ve bolca yeyiniz. Cennetin hangi köşesinde yerseniz yiyiniz. Sakın hâ ikiniz şu ağaca yaklaşmayınız ki, zalimlerden olasınız!»

Bu yasak ağaç, Buğday ağacı mı veya üzüm veya incir ağacı mı diye âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre, öyle bir ağaçtır ki, o ağaçdan yiyen hemen defi hacete muhtaç ve mecbur kalır.

Bütün bunlara rağmen, ağacın cinsi üzerinde durmamak daha uygundur. Zira, Kur'an-ı Kerim'de ağacın cinsi belirlenmemiştir. Bi­naenaleyh- bu hususta kesin bir delil yoktur. Bir de maksud, ağacın tâyini değildir. Maksud ondan kaçınmaktır. [44]

 

Cennette Vesvese Olur Mu?

 

Ahiret Âleminde Cennet ehlinin arasında vesvesenin bulunmayışı kesindir. Çünkü Kur'an'ı Kerîm «Cennetlilerin kalbinde bulunan bü­tün hile ve hud'aları söktük!..» der.

Dünyâ âleminde Şeytan'ın Cennet'e girip Âdem ile Havva'nın kalblerine vesvese vermesi meselesi, değişik yorumlara yol açmıştır: Acaba Şeytan onlara temessül ederek mi vesveseyi verdi, yoksa vesve­seyi kalblerine mi ilka etti? Cenab-ı Hak ona «Cennet'ten çık. Kesin­likle sen kovulmuşsun!..» dedikten sonra O, nasıl Adem ile Havva'yı kaydırmak için oraya vardı? Bütün bu suallere şu cevablar verilmiş­tir; «İblis ancak Cennet'e şereflice girmekten menedildi; Şeytanca gir­mekten değil. Daha önce Meleklerle beraber girdiği gibi giremez. Fakat Adem ve Havva'yı denemek için vesvese yapmaya gitmekten yasaklan­mamıştır.»

Diğer bir görüşe göre; «Cennet'e girmedi. Ancak kapının yanında durup Âdem (A.S.) ile Havva'ya seslendi.» Başka bir görüş: «Bir hayvan suretine girip «Hazane» (Cennet'i korumakla mükellef) Meleklere tanınmadan Cennet'e girdi!..» Başka bir görüş: «Yılanın ağzına girip öylece Cennet'e girdi!» Bir görüş daha: «Bazı arkadaşlarını Âdem ile Havva'yı kaydırmak için Cennet'e gönderdi.»

Bu görüşlerin hiç biri kesin değildir, birer ihtimâldirler. Hakikati ancak Allah (C.C.) bilir. [45]

 

Sınıflar Arasında Düşmanlık

 

(36) «Cennet'ten ininiz! dedik.» «ininiz» hitabı Âdem ile Havva'yadır. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir Ayette «İkiniz birden ininiz!» diye açık­ça Âdem (A.S.) ile Havva'ya hitap etmiştir. Çoğul zamirinin kullanıl­ması, bu iki kişinin insan cinsinin aslı olmasından ileri geliyor! Sanki Âdem (A.S.) ile Havva bütün insanlar   imişler gibi onlara hitap edil­miştir. Bas.ka bir ihtimai daha vardır: «Zamir Âdem (A.S.), Havva ve İblis'e râcidir!» İblis, bu takdirde ikinci kez Cennet'ten kovulmuş olur. Cennet'e girişi, vesvese yapmak içindi. Üçüncü ihtimal: «Âdem (A.S.) ve Havva Cennet'ten, İblis de Semâ'dan indirilmişlerdir.»

«Saptırmak suretiyle bir kısmınız diğerine düşmanlık ettiği halde oradan ininiz. Ölünceye dek veya Kıyamet'e dek yer yüzünde durağı­nız ve iaşeniz vardır.» [46]

 

Adem'in (A.S.) Tevbesi

 

(37) «Âdem Rabbinden Kelimeler aldı. O, Kelimeler sayesinde Rabbi Onun tevbesini kabul etti!»

Hz. Âdem'in Allah'dan alıp tekrarladığı kelimeler: «Sübhaneke Allahümme Ve Bîhamdike Ve Tebarekesmüke Ve Tealâ Ceddüke Lâilâhe İllâ Ente Zalemtü Nefsi Fağfirlî İn-Nehû Lâ Yağfiruz - Zünübe İllâ Ente!» dir.

Manâsı:    (Ey Allahim!    Seni ortaktan   hamdinle  tenzih    ederiz.

Sen'in ismin (zatın) ortaktan ve eksiklikten uzaktır.  Sen'den başka

ilah yoktur. Nefsime zulmettim. Beni affet. Şüphesiz  Sen'den başka günâhları affedici yoktur.)

Fakat bu Kelimelerin (cümlelerin) §u âyetler olduğu kanaati da­ha kuvvetlidir:

«Rabbena Zalemnâ Enfüsenâ İnlem Tağfir Lenâ Ve Terhemnâ Lene Kûnenne Minel-Hasırın.»

Manası: (Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulüm ettik. Eğer bizi affe­dip bize merhamet etmezsen, kesinlikle biz zarar edenlerden oluruz!)

İbnu-Abbas'dan (R. Anhuma) gelen bir rivayette, «Adem:

  Ey Rabbim! Beni elinle yaratmadın mı?

Allah (C.C.):

  Evet!

Âdem (A.S.):

— Ey Rabbim! Ruhundan bana Ruh üfürmedin mi?

Allah (C.C.):

  Evet!

Âdem (A.S.):

— Ey Rabbim! Rahmetin gazabını geçmedi mi?

Allah (C.C.):

— Evet!

Âdem (A.S.):

  Beni Cennet'ine yerleştirmedin mi?

Allah (C.C.):

— Evet!

Âdem (A.S.):

  Ey Rabbim! Eğer tevbe eder durumumu   islâh eylersem, beni Cennet'e geri gönderecek misin?

Cenab-ı Mevlâ:

  Evet, göndereceğim, dedi!) denmektedir.

Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. «Hz. Âdem'in durumun­dan bahsedilmektedir. Fakat, Havva annemizden bahsedilmemektedir. Sebebi ise şudur: Havva annemiz hükümde Âdem (A.S.) babamıza tâ-bîdir. Onun hakkındaki, hüküm   Havva'nın   hakkında da geçerlidir.

Bundan ötürüdür ki, Kur'an ve Sünnet'te çoğu kez sadece, erkekler hakkındaki hükümler zikredilir. Kadınlar hakkında bir hükümden bahsedilmez. Ancak tab'an bilinir..

«Allah, çokça,.Tevbe edici ve rahmet edicidir!»

Kul tevbe edicidir denildi mi, günâhdan dönücüdür demektir. Al­lah (C.C.) tevbe edicidir denildi mi manâsı; «Kulunu cezalandırma­sından dönücüdür.» Yâni, Allah kullarının cezalandırılmasından küçü­cük bir sebeble vaz geçer demektir.

«Er-Rahiym» tabiriyle Cenab-ı Hak, tevbe edeni affetmekle bera­ber, ihsan etmeyi de vadeder. [47]

 

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(30) «O günü hatırla ki Rabbin Meleklere; muhakkak yeryüzünde bir halîfe kılacağım demişti...»

Selef bu âyetin tefsirinde şunları söylemişlerdir:

İbni Ebi Hatim, Ebi Malik'ten:

«Kur'an'da «iz» kelimesiyle başlayan herşey olmuştur.»

İbni Cerir, Hasan'dan:

«Bu âyetteki «cailun», 'failun', manasınadır, yapıcıyım demektir* diye rivayet etti.

İbni Cerir, Dahhak'tan:

El Hakim, İbni Abbas'tan hem rivayet etmiş, hem tashih etmiş­tir:

«Kur'an'da ne kadar «Ceale» gelişmiş ise «Haleke» manasınadır.

«Allah, Adem'i (A.S.) Cennet'e göndermezden önce Cennet'ten çı­kardı. Çünkü Cenabı Hak:

«Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım» dedi. Melekler:

— Yeryüzünde ifsad eden, kanlan akıtan bir kimseyi mi kılacak­sın? diye sordular. Yeryüzünde, Adem'den (A.S.) ikibin sene önce, «Bcnul Can» denilen cinler vardı. Yeryüzünü ifsad ettiler, kanlar akıt­tılar, îfsad yaptıklarında Cenabı Hak onların üzerine Meleklerden bir ordu gönderdi. Onları döve döve deniz adalarına sıkıştırdılar. Cenabı Hak «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» dediği zaman, melekler «yeryüzünde ifsad edecek ve kanlar akıtacak birisini mi kılacaksın? Ni­tekim daha önce BeniCan da böyle yaptılar» dediler. Cenabı Hak, «Si­zin bilmediğinizi kesinlikle ben bilirim» buyurarak onları susturdu.

İbni Ebi Hatim, İbni Ömer'den (R.A.) bunun benzerini rivayet et­miştir.

îbni Cerir, İbni Abbas'tan:

«İblis, Melek boylarının birindendir. Onlara «el-Cinn» deniliyor­du. Onlar Melekler arasında «Semum» (Dumansız) ateşinden yaratıl­dılar. İblisin ismi «El Haris» idi. Cennet'in hazinedarlanndandı. Onla­rın haricinde diğer Meleklerin hepsi nurdan yaratıldılar. Cin ise Du­mansız ve yalın bir alevden yaratıldı. Bu alev ateşin diliydi. Alevlendi­ği zaman etrafında oluşurdu. Binaenaleyh yeryüzünde ilk duranlar cinlerdir. Onlar yeryüzünü ifsad ettiler, kanlar akıttılar. Bir kısmı di­ğerini öldürdü. Cenabı Hak Melek ordularının başında İblis olduğu hal­de onlara gönderdi. Onları öldürdüler. Kalanlar kaçıp deniz adalarına ve dağ etraflarına sığındılar. İblis, bunu yaptığı zaman mağrur ola­rak: «Öyle birşey yaptım ki hiç kimse buna güç yetiremez» dedi. Ce­nabı Hak onun kalbindeki kibre muttali oldu. Ama Melekler onun kal­bindeki kibri bilmiyorlardı. Cenabı Hak Meleklere, «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» dedi. Melekler «Yeryüzünü ifsad edecek ve kanlar akıtacak birisini mi halîfe kılacaksın?» diye sordular. Nitekim daha önce cinler ifsad ettiler ve kan akıttılar. Cenabı Hak «Sizin bilme­diğinizi ben bilirim» buyurdu. Yani îblis'in kalbinden geçen, sizin mut­tali olmadığınız o gurur ve kibre ben muttali oldum. Sonra Allah, (C.C.) Adem'in (A.S.) toprağına emretti. Yüceldi. Cenabı Hak, Adem (A.S.)'i yapışkan ve güzel bir çamurdan yarattı. O güzel çamur koku­lu bir çamurdan geliyordu. Evvelâ toprak, sonra kokmuş bir çamur, sonra güzel ve yapışkan bir çamur oldu. Adem'i (A.S.) yediyle (kud­ret eliyle) o çamurdan yarattı. Cesed olarak kırk gün yerde durdu. Yerde ,yatıyordu. İblis ona gelip ayağıyla vuruyor, ondan ses çıkıyor­du. Sonra ağzından girip dübüründen çıkıyordu. Dübüründen girip ağ­zından çıkıyordu. Sonra «Sen birşey değilsin. Herhangi bir şey için ya-radılmışsın. Eğer ben sana güç yetirirsem seni helak edeceğim.   Eğer sen bana galib gelirsen muhakkak sana isyan edeceğim» dedi. Cenabı Hak başından başlayarak yarattığı ruhdan Adem'e (A.S.) üfürdü. Ruh cesedin neresine girerse orası kan ve et oluyordu. Ruh göbeğe geldiğin­de Adem (A.S.) cesedine baktı ve cesedinde gördükleri hoşuna gitti. Kalkmak istedi, buna gücü yetmedi. îşte bu Cenabı Hakkın «nisanı aceleden yaratmıştır» âyetinin manâsıdır. Cesede ruhun üfürülmesi tamamlanınca Adem (A.S.) aksırdı. Ve Allah'ın (C.C.) ilhamiyle «El­hamdülillah Rabbil âlemin» dedi. Cenabı Hak, «Ey Adem! Allah sana rahmet eylesin» diye ona cevap verdi. Sonra Allah, diğer Meleklere de­ğil sadece îblis'le beraber yeryüzüne inip de cinlerle savaşan melekle­re veya İblis'le aynı boydan olan Meleklere, «Adem'e secde ediniz» dedi. Onlar, İblis hariç hepsi secde ettiler. İblis ise, secdeden imtina etti. Çünkü onun nefsinde gurur vardı. Ve «Ben ona secde etmem. Ben on­dan daha hayırlı, yaşça daha büyüğüm. Yaradılışça daha kuvvetliyim» dedi. Böylece Allah (C.C.) onu hayrdan ümitsiz yaptı. Ve onu rahme­tinden kovulmuş bir şeytan kıldı.»

İbni Cerir, îbni Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Ebul-Âliye'den rivayet .et­tiler:

«Allah (C.C.) çarşamba günü melekleri yarattı. Perşembe £ünü cinleri yarattı. Cuma günü Adem'i (A.S.) yarattı. Cinlerden bir kavim Adem'i (A.S.) inkâr etmeğe kalkıştılar. Melekler yeryüzüne inip onlar­la savaşıyordu. Kanlar akıyordu. Yeryüzünde fesad oluyordu. Onun için melekler «sen yeryüzünde fesadbk yapacak ve kanlar akıtacak bi­risini mi halîfe kılacaksın?» diye Cenabı Hak'tan sordular.»

İbni Cerir, İbni Zeyd'den rivayet etti:

«Allah ateşi yarattığı zaman Melekler dehşetli bir şekilde ateşten korktular. «Ey Rabbimiz! Sen bunu niçin yarattın?» diye sordular. Ce­nabı Hak, «Mahlûkatımdan bana isyan edenler için yarattım» dedi. O gün Meleklerden başka Cenabı Hak'kın herhangi bir mahlûku yaratıl­mamıştı. Melekler: «Ey Rabbimiz! Demek ki bizim üzerimizde bir za­man gelecektir ki o zamanda sana isyan edeceğiz.» diye hayıflanınca Cenabı Hak: «Hayır! Ben yeryüzünde bir mahlûk yaratmak istiyorum. Yeryüzünde bir halîfe kılmak istiyorum. Onlar kanlar akıtacaklar, yer­yüzünde ifsad edecekler.»

Melekler: «Ey Rabbimiz! Yeryüzünde ilsad edeni mi kılacaksın? Bizi orada kıl, biz senin hamdinle sana teşbih edelim, seni takdis ede­lim.»

Cenabı Hak: «Sizin bilmediğinizi ben bilirim» diye cevap verdi.

Ibni-Cerir, İbni-Âsakir, îbni Mes'ud ve ashab-ı kiram'dan bir gu-rub rivayet ettiler:

«Cenabı Hak yarattıklarını bitirdikten sonra arşa kastetti. İblis'i yeryüzüne en yakın olan göğün meleklerine baş tayin etti. İblis de Me­leklerden bir kabileden idi. Onlara «Cinn» deniliyordu. Onlara cin den­mesinin sebebi onların Cennet hazinedarları olduklarından ileri geli­yor. İblis onların başı olmakla beraber hazinedar idi. Onun göğsüne gurur geldi. «Allah bunu bana bir üstün derecem olduğundan» veya «Bir meziyetim olduğundan dolayı verdi!» diye böbürlendi. Cenabı Hak onun bu gururuna muttali oldu. Meleklere:

— Ben yeryüzünde bir halife kılacağım, dedi.

Melekler:

— Ey Rabbimiz! Yeryüzünü ifsad edecek, kanlar akıtacak birisini mi kılacaksın?» diye sordular. Cenabı Hak:

  Sizin bilmediğinizi ben biliyorum, diye cevab verdi.

Abd bin Humeyd, îbni Abbas tarikiyle rivayet etti:

Cenabı Hak Meleklere:

  Ben bir beşer yaratacağım.   Onlar birbirlerini   kıskanacaklar, birbirlerini öldürmeye kalkışacaklar ve yeryüzünde fesad çıkaracak­lar» dedi. Bunun için Melekler «Sen yer yüzünü ifsad edecek kimseyi mi kılacaksın?» sordular. İblis birinci gökteki Meleklerin emin idi. Gu­rura kapıldı. Masiyet yapmaya kalkıştı. Tuğyan etti. Cenabı Hak onun bu durumunu biliyordu. Ve bu duruma şu âyet işaret ediyor:   «Sizin bilmediğinizi ben biliyorum.   Kesinlikle İblis'in kalbinde bir tuğyanın olduğunu siz bilmezsiniz. Fakat ben biliyorum.»

Abd bin Humeyd ve İbni Cerir, Kattade'den rivayet ettiler:

Melekler de Allah ta bildi ki, «Cenabı Hakkın katında kanların akıtılmağından ve yeryüzünde fesadlık yapmaktan daha kerih bir şey yoktur.»

İbni-Munzir ve İbni-Batta- «Emalis»inde İbni Abbas'tan rivayet et­tiler:

«Rey (yani imal-i fikr yapmak) tan sakınınız. Kesinlikle Cenabı Hak meleklerin re'yini reddetmiştir. Bu da Cenabı Hakkın şu âyeti­dir:

«Kesinlikle ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım'»

Melekler:

«Yeryüzünü ifsad edecek birisim mi kılacaksın?»

Cenabı Hak:

«Sizin bilmediğinizi ben bilirim!» buyurdu.

İbni-Ebi Dünya «Tevbe» kitabında Enes İbni Malik'ten rivayet etti:

Allah'ın Resulü (S.a.V.) buyurdu:

«İlk aklî fikir yürüten melekler oldular. Cenabı Hak «Ben yeryü­zünde bir halîfe kılıcıyım» dediğinde, Melekler: «Yeryüzünde ifsad ede­cek, kanlar akıtacak birisini mi kılacaksın?» dediler.

Râvi diyor ki: «Onlar Allah'tan (C.C.) daha fazlasını sordular. Ce­nabı Hak onlardan iraz etti, (yüz çevirdi). Onlar altı sene Allah'ın (C. C.) arşının etrafında dönüp durdular. Ve «Lebbeyke lebbeyk, (iki kez senin hizmetindeyiz. Senin hizmetindeyiz), senden özür dileriz. Leb­beyke lebbeyk, senden af taleb ederiz ve sana dönüş yaparız» dediler.

îbni Cerir, İbni Ebi-Hâtim ve İbni Asakir, İbni Sabit'ten rivayet ettiler. Resûlüllah buyurdu:

«Kürrei arz Mekke'den yayılmaya başladı. Melekler Kabe'yi daha önce tavaf ederlerdi. Kabe ilk tavaf edilen mabeddir. O yerdir ki Ce­nabı Hak «Ben yerde bir halîfe kılacağım» demiştir. Herhangi bir pey­gamberin kavmi helak olup, kendisi kurtulduğunda, o peygamber ve onunla beraber olan salihler Kabe'ye gelirlerdi. Allah'a (C.C.) taa ölünceye kadar orada kulluk yaparlardı. Şüphesiz Nuh'un, Hud'un, Salih'in (A.S.) kabirleri Zemzem ile Rükün ve Makam-ı İbrahim ara­sındadır.»

Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve İbni Cerir, Kattade'den rivayet ettiler:

«Biz senin hamdinle seni teşbih eder ve seni takdis ediyoruz.» âye-tindeki, «Teşbih» namaz vaktindeki teşbihleri, «Takdis»de namazdır,» dedi.

İbni Ebi Şeybe - Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Nesei, Ebi Zer'den, o da Resûlüllah'tan (S.A.V.) rivayet etti:

«Cenabı Hak'kın hoşuna giden kelâm, Melekleri için seçmiş oldu­ğu kelâmdır. O da «Sübhane Rabbi ve bihamdihi - Benim Rabbim or­taktan münezzehtir. Bunu da onun hamdiyle söylüyor, onun vermiş olduğu güçle ifade ediyorum - demektir.» Bir lâfızda «subhanallahi ve bi hamdike - Allah ortaktan yüce ve münezzehtir. Bunu da onun hamdiyle ikrar ediyorum.»

İbni Cerir ve Ebu Naim, «El Hilye»de Said bin Cübeyr'den riva­yet etti:

«Ömer bin Hattap, (R.A.) Resûlüllah'tan (S.A.V.) Meleklerin na­mazını sordu. Cenabı Peygamber, Cebrail (A.S.) gelinceye kadar ona bir cevap vermedi. Cebrail (A.S.):

«Yeryüzüne en yakın olan gökteki melekler kıyamete kadar secde halindedirler. «Sübhane zil mülki vel-melekût» diye teşbih ederler. Ya­ni mülk ve saltanatı mutlak sahibi olan Allah (C.C.) ortaktan mü­nezzehtir. İkinci göğün melekleri kıyamete kadar rükû halindedirler. «Sübhane zil izzeti vel ceberut — İzzet ve kahri mutlak sahibi olan Al­lah ortaktan münezzehtir» derler. Üçüncü göğün Melekleri kıyamete kadar kıyamdadırlar. «Subhanel hayyilezi lâ yemût — Ölümsüz olan diriyi ortaktan tenzih ve teşbih ediyoruz» demektir.

îbni Cerir, İbni Mesûd'dan rivayet etti:

«Seni takdis ediyoruz»), yani senin için namaz kılıyoruz, demektir.»

îbni Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan:

«Takdis, tathir, temizlenmek ve paklanmak demektir.

Abd bin-Humeyd ve İbni Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Seni takdis ediyoruz» yani tazim ediyoruz, büyütüyoruz demek­tir.     

Abd bin Humeyd, İbni Cerir, Ebu Salih'ten rivayet ettiler: «Biz senin hamdinle teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz. — Seni ta'zim ediyor, temcid ediyoruz» demektir.

Veki', Süfyan bin Uyeyne, Abdurrezzak, Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve îbni Cerir; «Sizin bilmediğinizi ben bilirim» âyetinin tefsi­rinde Cenabı Hak, İblis'in masiyet yapacağını biliyordu ve onu isyan için yaratmıştır dediler.»

Abd bin Humeyd, Kattade yoluyla rivayet etti:

«Sizin bilmediğinizi ben biliyorum», Allah'ın (C.C.) ilminde var­dı ki o mahlûktan (Adem) peygamber ve Resuller gelecektir. Salih ka­vimler gelecek ve Cennet'te Allah'a (C.C.) komşu olacaklardır.»

İbni Ebi Şeybe «El Musannaf»inde, İmam Ahmed «Zühd»de, İbni Ebi-Dünyâ «Emel»de Hasan Basri'den rivayet ettiler:

«Cenabı Hak, Adem (A.S.) ve zürriyetini yarattığı zaman Melek­ler:

  Ey Rabbimiz! Şüphesiz yeryüzü bunlan kapsayamaz. Cenabı Hak:

  Ben ölümü kıldım — yarattım —

Melekler:

  O vakit ölümlü bir dünyada onlar için maişet hiç hoş olmaz.

Cenabı Hak:

  Ben «emel»i yarattım, buyurdu.  (Emel sayesinde hoş hoş yaşı-yacaklar).

Abd bin Humeyd ile İmam Ahmed, Abdullah bin Ömer tarikiyle rivayet ettiler:

«ResûlüIIah'tan (S.A.V.) dinledim. Adem (A.S.) Allah (C.C.) tara­fından yeryüzüne indirildikten sonra Melekler:

— Ey Rabbimiz! Yeryüzünü ifsad edecek, kanlar akıtacak kimseyi mi kıldın? Oysa senin hamdinle biz seni tesbit ve seni tafedis ediyoruz.

Cenabı Hak onlara cevap olarak:

  Sizin bilmediğinizi ben biliyorum.

Melekler:

  Ey Rabbimiz! Biz AdemoğuIIanndan daha fazla sana itaatkârız dediler. Cenabı Hak Meleklere:

  Meleklerden iki tane getiriniz. Onları yeryüzüne göndereceğim. Bakalım nasıl amel edecekler? dedi.

Melekler:

  Ey Rabbimiz! Harut ve Marut bu işe amade olsunlar.

Böylece Harut ve Marut yeryüzüne indirildiler. Ez Zühre (Yıldızı da) en güzel bir kadın şeklinde onlara arzolundu. Onlara geldi. Onlar da Ez Zühre'den nefsini istediler. O da:

— Hayır, Allah'a yemin ederim, siz şu şirk kokan kelimeleri telâf­fuz etmedikçe, size teslim olmam, dedi.

Onlar:

  Allah'a yemin ederiz, biz Allah'a ortak koşmayız, dediler.

Zühre onların yanından gitti. Sonra kucağında bir çocukla dönüp geldi. Yine ondan nefsini istediler. Zühre:

  Hayır! Vallahi şu çocuğu öldürmedikçe sizinle birleşme imkâ­nım olmayacaktır.

Onlar:

  Hayır! Vallahi biz onu hiçbir zaman Öldürmeyeceğiz,   dediler. Zühre gitti. Sonra bir kadeh içki elinde   olduğu halde onlara dönüp geldi. Ve onlar Zühre'nin nefsini istediler. Zühre:

  Hayır! Vallahi siz bu içkiyi içmedikten sonra sizinle birleşmem mümkün olmayacaktır! dedi. Böylece onlar içkiyi içtiler. Sarhoş oldu­lar. Zühre ile zina ettiler. Çocuğu Öldürdüler. Ayıldıklarında kadın on­lara:

— Vallahi daha Önce yapmaktan çekindiğiniz hiçbir şeyi bırakma­dınız, sarhoş olduğunuz zaman onların hepsini yaptınız, dedi.»

İşte bu musibete duçar olan Harut ile Marut dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer kılındılar. Ve dünya azabını âhiret azabına tercih ettiler.[48]

İbni Saad, «Tabakat»ında, Ahmed, Abd bin Humeyd, Ebu Davud, Tirmizi, El Hakim, İbni Cerir, İbni Munzir, Ebu Şeyh îbni Merduyeh ve El Beyhaki, Ebu Musa el Eş'ari'den rivayet ettiler:

«Allah (C.C.) bütün yeryüzünden bir kabze toprak aldı ve Adem'i (A.S.) ondan yarattı. Ademoğullan yeryüzünün çeşitliliği oranında ya­ratıldılar. Onlardan bir kısmı beyaz, bir kısmı sarı, bir kısmı kırmızı, bir kısmı siyah, bir kısmı kırmızı ile siyah arasında ve beyaz ile siyah arasında, bir kısmı yumuşak, bir kısmı çok üzücü, bir kısmı habis, (sert ve kötü), bir kısmı tayyib (uysal) olarak yaratıldılar.»

Said bin Mansur, Ebu Hureyre tarikiyle rivayet etti: «Kabe iki bin sene yeryüzünden Önce yaratıldı,»

Sahabeler:

  Nasıl olur, yeryüzünden önce yaratılır ya Resûlellah? Halbuki o yeryüzünün bir parçasıdır.

ResûlüıUah (S.A.V.):

  «O, (Kabe) su üzerinde bir yığındı.   Onun üzerinde iki melek vardı. İki bin sene geceli ve gündüzlü    Allah'a teşbih edip durdular. Cenabı Hak yeryüzünü yaratmak istediğinde yeryüzünü oradan uzatıp yaydı. Onu yeryüzünün ortasında kıldı.   Ademi yaratmak istediğinde Arş hamelelerinden bir meleği   «Yerden toprak getir» diye gönderdi. O Melek toprak almak İçin eğildiğinde, yeryüzü:

— Elçi olarak seni gönderen Allah ile sana yemin verdiriyorum ki, bugün benden alıp yarın ateşe nasib olan bir şeyi yapma.»

Böylece o Melek yeryüzünü terketti. Rabbine dönüş yaptığında Rabbi:

  Sen niçin toprağı getirmedin?   Sana emrettiğimi niçin yerine getirmedin?»

O Melek:

  Senin adınla bana yemin verdi. Seninle benden istenen bir şe­yi terketmemek bana gayet ağır geldi Yarab.» diye cevap verdi.

Cenabı Hak" ikinci bir Melek gönderdi. O da birinci Melek gibi ol­du. Böylece bütün Arş hamelelerini gönderdi. Sonunda «ölüm meleği»ni gönderdi. Yer, ölüm meleğine de aynı şeyleri söyledi. Ölüm meleği:

  Beni gönderen zatın taatı, sana itaat   etmekken daha yücedir,

dedi. Böylece yeryüzünün hepsinden onun güzelinden, habisinden top­rak aldı. Kabe'nin yerinden bir kabze toprak aldı. Böylece Rabbine getirdi. Rabbi onun üzerine Cennet suyundan döktü. Böylece o toprak kokan bir çamur haline geldi ve Ademi yed-i kudretiyle ondan yarattı. Sonra onun sırtını sıvazladı. Ve «Tebarekallahu ahsenul halikın» — Al­lah ortaktan münezzehtir ve en güzeli yaratandır, dedi. Kırk gün ona ruh üfürmedi onu bıraktı. Sonra ona ruh üfürdü. Ruh onun başından göğsüne doğru aktı. O, kalkmak için sıçramak istedi.»

Ebu Hureyre bunları söyledikten sonra «İnsanı aceleden yarattı» âyetini okudu. Ruh, bedeninde cereyan ettikten sonra kalkıp oturdu ve aksırdı. «Elhamdülillah de» diye Cenabı Hak ona emretti. O da «El-hamdulilah» dedi. Ve Cenabı Hak:

  «Rabbin sana rahmet eylesin!» diye cevap verdi. Sonra Cenabı Hak: «Şu Meleklerin yanına git, onlara selâm ver» dedi. Adem gelip:

  Esselamüaleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu  Selâm si­zin üzerinizde olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize ol­sun  dedi.

Melekler:

  Ve aleykesselâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu  Senin üze­rinde Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi olsun  dediler.

Cenabı Hak, Adem'e (A.S.):

  tyte bu, senin ve senin sulbünden gelenlerin (dünyadaki), se-lâmlaşmasıdır, dedi. Hangi yer senin hoşuna gider ki orada senin zür-riyetini sana göstereyim diye Adem'den (A.S.) sordu. Adem (A.S.):

— Rabbimin sağ tarafında. Oysa Babbimin iki eli de sağdır.

Böylece Cenabı Hak sağını yaydı. Orada onun zürriyetini ona gös­terdi. Ve kıyamete kadar yapacaklarını ona gösterdi. Sağlamı, heyeti üzerinde, musibet ve belâlara duçar olanları da heyetleri üzerinde gös­terdi. Bütün peygamberleri de heyetleri üzerinde ona gösterdi. Adem:

— Ey Rabbim! Niçin hepsini afiyetli ve sağlam yaratmadın?    .

Cenabı Hak:

  Ben istedim ki bana şükredilsin.

Adem, onların içinde nuru pırıl pırıl parlayan bir kişiyi gördü: —t Ey Rabbim! Bu kimdir? diye sordu. Cenabı Hak:

— Senin oğlun Davud'dur, diye cevab verdi. Adem (A.S.):

— Bunun Ömrü ne kadardır, ya Rabb? diye sordu. Cenabı Hak:

  Altmış senedir, dedi. Adem:

 Benim ömrüm ne kadardır ya Rab?

Cenabı Hak:

— Bin senedir.

Adem (A.S.):              

— Benim ömrümden kırk sene eksilt. Davud oğlumun ömrüne ek­le!

Sonra Adem (A.S.), nuru pırıl pırıl parlayan ikinci birisini gördü. Hiçbir peygamberin beraberinde onun beraberinde olanlar kadar yok­tu. Sordu:

— Ey Rabbim! Bu kimdir?

— Senin oğlun Muhammeddir, dedi. Cennete ilk giren odur. Adem (A.S.):

  Benim zürriyetimden benden Önce Cennete giren birisini yara­tan Allah'a hamdolsun ve ben onu kıskanmıyorum» dedi.

Adem'in (A.S.) 960 senelik ömrü geçtikten sonra Melekler açıkça gelip onun ruhunu almak istediler. Adem sordu:

— Ne istiyorsunuz?

Melekler:

— Senin ruhunu almaya geldik.

Adem (A.S.):

  Benim daha kırk senelik ecelim vardır, dedi.

Melekler:

  Sen o kırk seneyi oğlun Davud'a vermedin mi?

Adem (A.S.):

  Ben hiçbir kimseye birşey vermedim, dedi.

Hadisin ravisi Ebu Hureyre diyor ki:

«Böylece Adem (A.S.) vaadini inkâr etti. Ondan sonra da zürri-yeti de inkâra kalkıştılar. O unuttu, zürriyeti de unuttular. [49]

İbri Cerir, tbni Mesud tarikiyle rivayet etti:

Cenabı Hak, Cebraili bir çamur getirmek üzere yeryüzüne gönder­di. Yeryüzü Cebrail'e (A.S.):

  Benden birşeyi eksiltmenden Allah'a sığınıyorum,    dedi. Ceb­rail (A.S.) hiçbir şey almadan dönüp geri geldi:

— Ey Rabbim! Yeryüzü sana sığındı. Ben de ondan birşey alma­dım,» dedi. Cenabı Hak, bu sefer Mikâil'i (A.S.) gönderdi. Onunla da aynen Cebrail'de (A.S.) olduğu gibi macera geçti. Ondan sonra Cenabı Hak ölüm meleğini gönderdi. Yeryüzü ondan da Allah'a (C.C.) sığın­dı. Ölüm meleği:

— Ben bir şey almadan ve Allah'ın (C.C.) emrini yerine getirme­den dönmekten Allah'a sığınırım» dedi ve yeryüzünden aldı. Aldıkları­nı yalnız bir yerden değil, belki kırmızı, beyaz, siyah toprakların hep­sinden aldı. Bunun için Adem'in (A.S.)    çocukları   değişik tarzda ve renkte geldiler. O toprağı Allah'ın (C.C.) huzuruna götürdü.   Toprak ıslatıldı. Yapışkan bir çamur haline geldi. Sonra Cenabı Hak Melek­lere:

  Şüphesiz ki ben topraktan bir beşer yaratıcıyım» dedi.

Cenabı Hak onu yed-i kudretiyle yarattı. Ta ki İblis ona karşı gu­rura kapılmasın. Onu düzgün, karne ti i bir beşer olarak yarattı. O, cu­ma günü miktarında kırk sene çamurlu bir cesed olarak durdu. Melek­ler onun yanından geçtiler. Ondan korktular. Ondan en fazla İblis ürk­tü. Onun yanından her geçtiğinde ayağıyla vuruyor, kuru testilerden ses geldiği gibi cesedden ses geliyordu. İblis:

«Sen bir emir için yaratıldın» diyordu. Onun ağzından girip dü-büründen çıkıyordu. Meleklere:

  Sakın bundan gafil olmayınız. Şüphesiz sizin Rabbiniz samed-dir. Yani iç organlardan münezzehtir. Bunun ise içi boştur. Eğer ona musallat kılınırsam şüphesiz onu helak ederim» dedi. Cenabı Hakkın, Adem'e (A.S.) ruh üfürmeyi istediği an geldiğinde Meleklere:

  Ben ona ruhumdan üfürdüğümde ona secde ediniz» dedi. Ona ruh üfürdüğünde ruh başından girdi ve Adem (A.S.) aksırdı. Melekler «Elhamdülillah» dediler. Adem  (A.S.) de «Elhamdülillah» dedi. Cena­bı Hak, Adem'e (A.S.):

  Yerhamüke Rabbuke   «Rabbin sana rahmet etsin» dedi.   Ruh onun gerdanlığına girdiğinde Cennet'in meyvelerine baktı. Ruh onun içine girdiğinden yemek için iştahı açıldı.  Sıçradı ve ruh ayaklarına gelmezden önce Cennet meyvelerine acele etti. Bu da Cenabı Hakkın: «insanı aceleden yarattı» âyetinin ifadesidir.»

îbni Saad, «Tabakat»mde, İbni Cerir, İbni Ebi-Hâtım ve İbni Âsa-kir «Tarih»inde İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiler:

«İzzetin sahibi olan Rabbi İblis-i gönderdi. Yeryüzünün derisinden, onun ovasından, dağından, tatlısından, çorağından aldı. O topraktan Adem'i (A.S.) yarattı. Toprağın tatlısından yarattığı iki kâfirin evlâdı olsa dahi saadete doğru gider. Çorak topraktan yarattıkları iki pey­gamberin oğlu olsa dahi şekavete doğru gider.»

Râvi diyor: Bunun için İblis «Çamur olarak yarattığına mı secde edeyim? Bu çamuru ben getirdim» diye itiraz etti. Adem'e (A.S.) Adem denildi. Çünkü yerin «Edim»inden (postundan) alınmıştır.

İbni Cerir, Hz. Ali'den (R.A.) rivayet etti:

«Adem (A.S.) yeryüzünün postundan yani tüm toprağından yara­tıldığından insanlar içinde güzeli vardır, elverişlisi, elverişsizi vardır. İşte bütün bunları Ademoğullannda görüyorsun.»

İbni Sad ve İbni Âsakir, Ebi Zer'den rivayet etti:

— Adem (A.S.) üç topraktan yaratıldı. Siyah, beyaz, kırmızı.»

Ahmed, Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'den:

«Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) yarattığında altmış zira uzunluğun-daydı. «Git şu kimselere selâm ver. Onlar sana ne cevab verirlerse onu dinle. İşte o senin ve senin zürriyetinin selâmıdır» dedi. Adem (A.S.) gitti:

  Esselamüaleyküm, dedi. Onlar da:

  Esselamu aleyke ve rahmetullahi, dediler.    «Ve rahmetullahi» kelimesini ilâve ettiler. Gelecekte Cennet'e   kim girerse Adem (A.S.) suretinde girecektir. Altmış zira uzunluğunda olacaktır. Halk Adem'in (A.S.) devrinden bugüne kadar durmadan eksilip geldiler.»

İbni Ebİ Şeybe, Ahmed ve îbni Ebi Dünya, Ebu Hüreyre'den riva­yet ettiler:

«Cennet ehli Cennet'e tüysüz, parlak, beyaz, kıvırcık saçlı ve göz­leri sürmeli olarak girecekler. Hepsi (33) otuzüç yaşında olacaklar. Hepsi Adem'in (A.S.) yaradılışı üzerindedir. Adem'in (A.S.) uzunluğu (60) altmış zira idi. Yedi zira da eni İdi.»

Müslim, Ebu Davud, İbni Munzir, İbni Ebi-Hâtim, İbni Merduyeh, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:

«Güneşin üzerinde doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. O gün­de Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) yarattı. O günde Cennet'e girdi. O gün­de Cennet'ten atıldı. O günde Adem öldü. O günde tevbesi kabul olun­du ve o günde kıyamet kopacaktır.» (31) «Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti...»

Bu âyeti celîlenin tefsiri, selefden şöyle gelmiştir.

El Feryadi, îbni Saad, İbni Cerir, îbni Ebi Hatim, Hakim, ve Bey-haki, îbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Adem'e (post manâsında olan) «Adem» denilmiş, çünkü o yerin Edim (post) undan yaratılmıştır. Kırmızı, beyaz, siyah postundan. İn­sanların renkleri de böyledir. Onların içinde kırmızı, beyaz, siyah, gü­zel, habis vardır.»

Abd bin Humeyd, İbni Abbas tarikiyle rivayet etmiştir:

«Cenabı Hak, Adem'i (A.S.) yeryüzünün Edim'inden, kırmızı, be­yaz ve siyah çamurdan yaratmıştır.))

İbni Saad, Said bin Cübeyr'in tarikiyle rivayet etmiştir: — Biliyprmusunuz ki, niçin Adem'e «Adem» denilmiştir? Çünkü o yerin Edim'inden yani postundan yaratılmıştır.»

îbni Cerir, îbni Abbas tarikiyle rivayet ediyor. «Âdem'e (A.S.) isimlerin hepsini öğretti,    demek yarattıklarının hepsini öğretti demektir.»

Ed-Deylemi, Ebu Rafi'den rivayet etmiştir: Resûlüllah (S.A.V.):

«Benim ümmetim su île çamur içinde bana gösterildi. Adem'e bü­tün isimler öğretildiği gibi, bana da bütün isimler Öğretildi.» dedi.

Veki' tarihinde, İbni-Âsakir ve Deyîemi, Atiyye bin Yusr'dan mer-fu bir hadis olarak rivayet ettiler:

«Adem'e isimlerin tamamını öğretti» âyetinin tefsirinde Cenabı Hak, o isimler içerisinde sanatlardan bin sanatı öğretti ve ona çocuk­larına, zürriyetine söyle: «Eğer dünyasız sabretmiyorsanız bu sanat­larla dünyayı elde etmeye çalışınız. Dünyayı din ile elde etmeye çalış­mayınız. Çünkü din sadece benimdir. Cehennem olsun ol kimseye ki din ile dünyayı istiyor, cehennem olsun o kimseye.»

İbni Cerir, İbni Zeyd'den rivayet etti:

«Adem'e isimlerin tamamım Öğretti.» Yani zürriyetinin bütün isimlerini öğretti. «Sonra onlan arzetti.» Yani Adem'in (A.S.) belin­den alıp Adem'e (A.S.) gösterdi.»

îbni Cerir, Rebi bin Enes'ten rivayet etti:

«Bu isimlerden maksad, meleklerin isimleridir. Yani Adem'e me­leklerin isimlerini öğretti.»

Abd bin Humeyd, Kattade'den rivayet ediyor:

«Adem'e isimlerin tamamını öğretti. Yani mahlûka tının isimlerini öğretti. Sonra ona melekleri öğren dedi. Herşeyin ismini ona teker te­ker söyledi. Ve herşeyi kendi emsine sığdırdı.»

İbni Cerir, îbni Abbas tarikiyle rivayet ediyor:

«Cenabı Hak, Adem'e bütün isimleri öğretti». O isimler şu insan­lar arasında, hayvanlar arasında, yer, deniz, ova, dağ, merkeb ve ben­zeri ümmetler arasmdakilerle başkalarıdır. Sonra bu isimleri melekle­re arzetti. Yani bütün eşyanın isimlerini, Adem'e (A.S.) öğrettiği ve bütün eşyanın isimlerini, tüm halk sınıflarının isimlerini meleklere arzetti. «Eğer doğru iseniz bunların isimlerini bana haber veriniz» de­di. Eğer biliyorsanız, benim yeryüzünde bir halife kılmayacağımı, söyle­yiniz bunların isimlerini.Melekler,(32)«Sen ortaktan münezzehsin .Sen­den başka gaybı bilen bir kimsenin bulunmasından sen yücesin. Sana dönüş yaptık. Bizim herhangi bir ilmimiz yok. Yani gayb ilmini biz bilmiyoruz. Ancak senin Adem'e öğrettiğin gibi bize öğrettiğini biliyo­ruz» dediler. [50]

îbni Cerir, Mücahid tarikiyle rivayet etmiştir:

Sonra onları meleklere yöneltip: «eğer doğru sözlü iseniz bunları bana isimleriyle haber veriniz» dedi. Yani isimlerin sahiblerini melek-ere gösterdi.»

îbni Cerir, Mücahid tarikiyle rivayet etti:

Cenabı Hak, Adem'i (A.S.) yaratmaya başladığında melekler:

__Allah katında bizden daha hayırlı, bizden daha bilgin bir halkı

yaratmaz, dediler.

Onun için Adem'in (A.S.) yaradılışı ile Cenabı Hak onları denedi.» İbni Cerir, Kattade ve Hasan'dan rivayet etti:

«Adem'in yaradılışının başlangıcında melekler fısıltı halinde: «Cenabı Hak, hangi mahlûku yaratırsa yaratsın biz ondan daha bilgin ve Allah katında ondan daha şerefliyiz,» dediler. Fakat Cenabı Hak, Adem'i yarattığında onlara Adem'e ta'zim secdesi yapmayı em­retti. Bu da o dediklerinin cezasıydı. Bunun için Adem'i onlardan üs­tün kıldı. Ve onlar bildiler ki kendileri Adem'den daha hayırlı değildir­ler ve dediler:

— Eğer biz ondan daha hayırlı değilsek ondan daha bilginiz. Çün­kü ondan daha önceyiz.

Böylece Allah, (C.C.) Adem'e (A.S.) bütün isimleri öğretti. Ya­rattığı herşeyin ismini öğretti. Herşeyi ismiyle yarattı. Ve onlan üm­met, ümmet olarak Adem'e (A.S.) arzetti. Sonra onları meleklere ar-zetti. «Eğer doğru iseniz bunların isimlerini bana haber veriniz» dedi. Melekler tevbeye sığındılar:

  Sen yücesin.    Bize öğrettiğinden başka bizim   hiçbir bilgimiz yoktur. Gerçekten sen herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.» dediler.

îbni Cerir, îbni Abbas tarikiyle rivayet etti:

«Sizin açığa vurduğunuzu biliyorum ve sizin gizlediğinizi de bili­yorum. Yani hem sırrı, hem açık olanı biliyorum.»

îbni Cerir, Kattade ve Hasan'dan rivayet etti: «Sizin açığa vurduğunuzu biliyorum. Yani sizin yeryüzünde ifsad edecek sözünüzü biliyorum. Sizin gizlilerinizi biliyorum, yani sizin birbirinize «Biz ondan daha hayırlı ve daha bilgiliyiz»   dediğinizi biliyo­rum,» demektir.

Abd bin Humeyd ve îbni Cerir, Mehdi b. Meymun'dan rivayet et­tiler. O da Hasan-ı Basrî'den dinledi. Hasan bin Dinar, Hasan-ı Basrî'-den sordu:

«Ey Eba Said! Cenabı Hakkın meleklere «sizin açığa vurduğunu­zu ve sizin gizlediğinizi biliyorum» demesinin manâsı nedir? Melekler neyi gizlemişlerdir?»

Hasan-ı Basri:

  Cenabı Hak, Adem'i  (A.S.)    yarattığında    melekler acaib bir mahlûk gördüler. Sanki meleklerin kalbine bundan bir şey girdi. Son­ra birbirleriyle fısıldaşarak kendi aralarında o kalblerine gireni söyle­diler. Birbirlerine:

  Bu mahlûkta sizi ilgilendiren ne vardır?    Cenabı Hak hiçbir mahlûku halketmemiştir ki biz Allah katında ondan daha üstün olma­yalım, dediler. İşte gizledikleri buydu.»

(34) «Ve meleklere Adem'e secde edin dedikte İblis'ten başka hepsi sec­de ettiler. O ise dayattı ve kibirlendi ve kâfirlerden oldu...»

Bu âyetin tefsirinde İbni Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan rivayet edi­yor:

«Buradaki secde (zahirde) Adem'e idi, fakat taat Allah'a (C.C.) idi.»

İbni Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan bu âyetin tefsirinde şunları riva­yet etti:

«Onlara secde etmeyi emretti. Allah'tan bir keramet olarak, ona verilen bir nimet olarak onlar ona secde ettiler. Bu nimeti Cenabı Hak Adem'e ihsan etmişti.»

İbni-Âsakir, Ebu-îbrahim el-Muzeni'den rivayet ediyor: Bu zattan meleklerin Adem'e (A.S.) olan secdeleri soruldu. Cevab olarak dedi ki:

«Allah Adem'i Kabe gibi yaptı. Nasıl Kabe'ye doğru secde eden Kabe için değil de esas Allah için secde ediyorsa, Adem'e doğru secde eden de Adem'e değil Allaha secde etmiştir.»

Ebu Şeyh «El-Azeme» bahsinde Muhammed bin Übbad bin Cafer el-Mahzumi'den rivayet ediyor;

«Meleklerin Adem'e secdeleri ima yoluyla idi. Yani işaretti.»

îbni Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Dumre'den rivayet ettiler.

Zikreden birisinden dinledim. «Meleklerin Adem'e secde etmekle emrolunduklannda ilk secdeye kapılan İsrafil (A.S.) dir. Cenabı Hak bundan ötürü onun alnında Kur'an yazmayı nasib etti.»

İbni-Âsakir, Ömer ibni Abdulaziz'den rivayet etti:

«Allah Adem'e secde etmeyi meleklere emrettiğinde ilk secde eden

İsrafil  (A.S.) oldu. Bunun sevabı olarak Cenabı Hak, Kur'an'ı onun

alnında yazdı.»

Abd bin Humeyd, Kattade tarikiyle rivayet etti: «Allah- meleklere «Adem'e secde ediniz» dediği zaman, Adem'e olan secde idi. Fakat taat Allah'a yönelikti. O zaman Allah'ın düşma­nı İblis, Adem'den kıskandı. «Allah ona nasıl bu kerameti vermiştir. Ben ateşten o da çamurdan yaratılmıştın) dedi. İşte günahların ilki kibirdir. Allah'ın (C.C.) düşmanı İblis Adem'e (A.S.) secde etmekten tebekkür etti.»

İbni Ebi-Dünya, İbni-Hâtim ve İbnul Enbari, İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiler:

«İblis'in ismi Azazil idi. Meleklerin en şereflilerindendi. Dört ka­natlılardandı. Sonra Allah'ın (C.C.) rahmetinden kovuldu.»

İbni Cerir ve İbn ul Munzir, İbni Ebi-Hâtim ve İbnul-Enbari İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiler:

«İblis'e «İblis» denildi. Çünkü Cenabı Hak onu bütün hayrdan ümitsiz yaptı. (İblis'in lügat manası da budur)».

İbni îshak, İbni Cerir ve İbnul-Enbari İbni Abbas tarikiyle riva­yet ettiler:

«İblis masiyet işlemezden önce ismi Azazil idi. Yeryüzünün sakin -lerindendi. Amel bakımından meleklerin en ilerde olanıydı. İlim yö­nünden de en alimleriydi. İşte bu durum onu gurura kapılmaya davel etti. İsimleri «CİN» olan bir kabileden idi.»

İbni Cerir, Es Suddi'den rivayet etti: «İblis'in ismi «El Hars» idi.»

Veki', İbni Munzir, ve Beyhaki îbni Abbas tarikiyle rivayet etti­ler:

«İblis, cennetin haznedarlanndandı. Birinci göğün emrini o ted­vir edip, idare ederdi.»

îbni Cerir Said bin Musayyeb'ten rivayet etti: «İblis birinci gökteki meleklerin reisi idi.»

İbnil Munzir İbni Abbas'tan rivayet etti:

«İblis meleklerin en şereflilerinden ve kabile yönünden en büyük­lerinden idi. Cennetin haznedarlanndandı. Onun birinci gökte salta­natı vardı. Birinci göğün sultanıydı. Bunun için gök ehlinin üzerinde bir sultan ve azametini gördü. Kalbinde gururlandı. Onun gururunu Allah'tan (C.C.) başkası bilmedi. Allah (C.C.) Adem'e (A.S.) secde et­meyi meleklere emrettiğinde o zaman kibri ortaya çıktı.»

İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

«Cenabı Hak bir mahlûk yarattı. Adem'e secde ediniz» dedi. «Biz Adem'e secde etmeyiz» dediler. Onların üzerine onları yakan bir ateş gönderdi. Sonra ikinci bir mahlûk yarattı. «Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona (Adem'e) secde ediniz» dedi. Onlar da secde etme­diler. Onları yakan bir ateş gönderdi. Sonra bunları yarattı. «Adem'e secde ediniz» dedi. Onlar da «Evet» dediler. Ancak İblis secde etmedi. İlk kâfirlerden oldu.[51]  

(35) «Ve biz demiştik ki:

  Ey Adem! Sen eşinle cennette sakin ol. Onun nimetlerinden ikiniz de bol bol yeyiniz. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa nefisleri­ne zulmedenlerden olursunuz...»

Bu âyeti celîlenin seleften gelen tefsiri.

Tabarani, Ebu Şeyh ve İbni Merduyeh, Ebu Zer'den rivayet etti:

— Ey Allah'ın Resulü! Sen Adem'i gördün mü? Acaba Adem pey­gamber miydi?

Allah'ın Resulü:

  Evet, o Peygamber ve Resul idi. Allah vicahi olarak onunla ko­nuştu. Ona:

  Ey Adem! Sen ve senin hamının cennette sakin olunuz» dedi.

îbni Ebi Şeybe ve Tabarani, Ebu Zer'den rivayet ettiler:

  Ey Allah'ın Rasulü! Peygamberlerin ilki kimdir? diye sordum. Cenabı Peygamber:

  Adem'dir, diye cevap verdi. Ben:

  Adem peygamber midir?

Cenabı Peygamber:

— Hem de Allah tarafından kendisiyle konuşulmuştur.

Ben devamla sordum:

  Sonra kim?

Cenabı Peygamber:

  Nuh (A.S.)'dur.» dedi. Adem ile Nuh arasında on baba vardır.

Ahmed, Tarihinde Buhari, Bezzar ve    «Şuab»ında Beyhaki Ebu Zer'den rivayet ettiler:

  Ey Allah'ın Resulü! Peygamberlerin hangisi ilk olanıdır?

— Adem'dir.

  Ey Allah'ın Resulü! Adem peygamber midir?

  Evet, peygamberdir. Onunla konuşulmuştur.

  Ey Allah'ın Resulü! Bunlardan mürseller kaç kişidir? «Üçyüz onbeş kişidir. Bu büyük bir cemaattır.»

Abd bin Humeyd ve Erbain'inde El Acûrl Ebu Zer'den rivayet et­tiler:

  Ey Allah'ın Resulü! Peygamberlerin ilki kimdir? Yani Resulle­rin ilki kimdir?

  Adem'dir.

  Ey Allah'ın Resulü! Adem mürsel midir?

  Evet, mürseldir. Allah onu yed-i kudretiyle   yaratmış, ona ru­hundan üfürmüş. Onunla vicahi olarak konuşmuş, kastetmiştir.»

îbni Ebi-Hâtim ve îbni Hibban, Tabarani, Hakim ve Beyhaki, Ebu-Umame el Bahili'den rivayet ettiler:

«Bir kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Adem peygamber midir?»

Resûlüllah (S.A.V.):

— Evet, hem de Allah tarafından kendisiyle konuşulmuştur.

Kişi:

  Adem ile Nuh arasında ne kadar var?

Resûlüllah:

  On kuşak vardır. Kişi:

  Nuh ile İbrahim arasında ne kadar vardır? Resûlüllah:

  On kuşak vardır. Kişi:

  Ey Allah'ın Resulü! Peygamberler kaç tanedir? Resûlüllah:

  (124.000) yüzyirmi dörtbin peygamber vardır. Kişi:

  Ey Allah'ın Resulü! Bunlardan resul kaç tanedir? Resûlüllah:

  (315) üçyüz onbeş kişidir. Büyük bir cemaattır.»

Ahmed, îbni Munzir, Tabarani ve îbni Merduyeh, Ebi Umame'den rivayet ettiler ki Eba Zer:

   Ey Allah'ın Resulü!  Peygamberlerin hangisi ilktir? Resûlüllah:

  Evet, Adem'dir.

Ebu Zer:

  Adem peygamber midir?

Resûlüllah:

  Evet, Allah tarafından kendisiyle konuşulmuş, Allah onu yedi «ıdretiyle yaratmış, sonra ona ruhunu    üfürmüş, sonra «ey Adem» lıye vicahi olarak onu çağırmış, ona seslenmiştir.

Ben:

— Ey Allah'ın Resulü! Peygamberlerin adedi kaça vardı?

Cevab:

  (124.000) yüzyirmi dÖrtbine vardı.»

— Ey Allah'ın Resulü! Onlarda kaç resul vardır?»

  (315) üçyüz onbeş tane resul vardır. Büyük bir cemaattır, diye cevap verdi.

Ibni Ebi Dünya «Şükür» kitabında, Hakim-i Tirmizi «Nevadir-i Usulöünde, Beyhaki «Şuab»ında, îbni Asakir «Tarih»inde Hasan'dan rivayet ettiler:

Hz. Musa:

  Ey Rabbim! Adem senin ona yapmış olduğunun şükrünü nasıl edâ edebilir? Onu yed-i kudretinle yarattın. Ona ruhundan üfürdün, Onu cennetinde durdurdun. Meleklere ona secde etmeyi emrettin.

Cenabı Hak:

— Ey Musa! Adem benden bunu bildi. Ve buna karşılık bana ham-detti. İşte bu benim ona yapmış olduğumun şükrüdür.»

İbni Ebi-Hâtim, Ebul-Aliye'den rivayet etti:

«Cenabı Hak, Adem'i cuma günü yarattı ve cuma günü onu cen­nete koydu. Onu cennet-i Firdevs'e koydu.»

Abd bin Humeyd ve El Hakim tashih ederek İbni Abbas'tan riva­yet ettiler:

  Adem cennette ancak ikindi namazından güneşin batışına ka­dar kaldı.»

Abdurrezzak, İbni Munzir ve El Beyhaki «Sıfat ile Esma» da İbni-Âsakir, îbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Cenabı Hak, Adem'i (A.S.) yerin postundan (yüzünden) cuma günü ikindi namazından sonra yarattı. Bunun için post mânâsına ge­len ((Adem)> ismini ona verdi. Sonra ona ahdini verdi. Adem Allah'ın ahdini unuttu. Bunun üzerine Cenabı Hak ona «unutkanlık» kökün­den gelen «insan» adını taktı.»

İbni Abbas:

  Yemin ederim Allah'a, o günün güneşi daha batmazdan önce Adem cennetten yere indirildi» diyor.

El Feryadİ ve Ahmed «Zühd»de ve Abd bin Humeyd ve îbnil Mun­zir, Hasan'dan rivayet ederler.

  Adem cennette günün bir saati durdu. O saat, (130) yüzotuz senelik dünya senelerinden daha uzundu.»

Ahmed Said bin Cübeyr'den rivayet etti:

«Adem cennette ancak ikindi ile öğle arası kadar durdu.»

Abdullah, «Zevaid»inde Musa bin Akabe'den rivayet etti: «Adem cennette günün dörtte biri kadar durdu. Bu da iki buçuk

saat eder. Bu da dünya seneleriyle (250) ikiyüz elli sene eder. Ve yüz

sene de cennet için Adem durmadan ağladı.»

İbni Cerir ve İbni Ebi-Hâtim ve el Beyhaki «esma ve sıfat»ta, îb-ni-Âsakir Es Suddi tarikiyle Ebi Malik'ten, o da Ebi Salih'ten, o da İb­ni Abbas'tan, o da îbni Mesut'tan ve diğer sahabelerin bir kısmından rivayet ettiler:

Cenabı Hak Ademi cennette durdurduğu zaman cennette Adem tek başına gezer, her şeyden ürkerdi. Kendisiyle ünsiyet peydah ede­cek bir çifti yoktu. Bir ara uyudu. Uyandığında yanıbaşında bir kadı­nın durduğunu gördü. Allah o oturan kadım onun kaburgasından ya­ratmıştır. [52] Adem kadından sordu:

  Sen kimsin?

  Ben bir kadınım.

— Niçin yaratıldın?

— Benimle, sükûnet bulman için.

Melekler Adem'in (A.S.) ilmi nereye varmış? Görsünler diye sor­dular:

  Ey Adem! Onun ismi nedir?

Adem:

  Onun ismi Havva'dır.

Melekler:

— Niçin ona Havva İsmi verdin?

Adem:

  Çünkü o, bir dirinin kaburgasından yaratılmıştır.

Bunun üzerine Cenabı Hak:

(35) — Ey Adem! Sen ve senin eşin   cennette   sakin olup,   durunuz»

dedi.

Süfyan bin Uyeyne, Mücahid'den rivayet ediyor:

«Adem uyudu. Havva onun kısa kaburgalarından yaratıldı. Uya­nınca onu gördü.

  Sen kimsin? dedi.

— Ben» süryanice kadın manâsına gelen, bir Es'im dedi.

Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler: Allah'ın Resulü: ««Kadınlar hakkında size hayn vasiyet ediyorum. Kuşkusuz kadın bir kaburgadan yaratılmıştır. Kaburganın en eğri olan kısmı başıdır. Eğer kaburgayı düzeltmek istersen kırarsın. Eğer olduğu gibi bırakırsan eğriliğiyle bırakırsın. Kadınlara hayırlı dav­ranmanızı vasiyet ediyorum.»

İbni Saad, îbni Asakir, îbni Abbas'tan rivayet ettiler: «Havva'ya (Havva) denildi. Çünkü o her «diri»nin annesidir.»

îshak bin Bişr ve İbni-Âsakir, A'ta'dan rivayet ettiler: «Melekler Adem'e (A.S.) secde ettiklerinden İblis şiddetle ürktü. Arkasını çevirip kaçtı.    Zaman zaman dönüp kendisinden başka Al­lah'a isyan eden birisi var mıdır diye bakıyordu. Cenabı Hak melekle­ri korudu. Sonra Cenabı Hak, Adem'e:

«Ey Adem! Kalk, meleklere selâm ver» dedi. Adem kalktı, onlara selâm verdi. Onlar da Adem'in selâmına cevab verdiler. Sonra Cenabı Hak isimlerin hepsini meleklere arzetti ve meleklere:

«Siz ondan (Adem) daha bilgin olduğunuzu iddia ettiniz. Eğer doğru iseniz şunlann isimlerini, bana haber veriniz» diye hitab etti.

Melekler:

— Sen ortaktan münezzehsin. Kuşkusuz ilim sendendir, ve senindir. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur» diye ikrar et­tiklerinde Cenabı Hak:

— Ey Adem! Onlara bunların isimlerini haber ver.

Hz. Adem başladı: Naka (dişi deve), cemel (erkek deve), Bakara (Sığır), Nace (çepiç), Şat (koyun), Faraş (at)... Bunlar Rabbimin yarattılclanndandır dedi. Her şey ki Adem ona isim takdı, o isim kıya­mete kadar ona isimdir. Ademin yanından geçen herşeyi ismiyle Adem çağırıyordu. En sonda merkeb kaldı. Adem'in (A.S.) yanından en son geçen de odur. Merkeb Adem'in sırt tarafından geldi. Adem ona:

— Ey himar (merkeb) gel.   Yönel   gel,   dedi.   Böylece   melekler Adem'in Allah katında   daha şerefli ve daha âlim olduğunu Midiler. Sonra Adem'in Rabbisi:

 — Ey Adem! Cennete gir. Orada yaşayacak ve ikram göreceksin dedi.

Adem cennete girdi. Cenabı Hak ona «şecerenden yani malûm ağaçtan yemeyi yasakladı. Havva yaratılmazdan önce yasağa riayet etti. Adem, cennetteki hiçbir mahluka ünsiyet vermiyordu. Hiçbirisiy-le teskin olunmuyordu. Cennette ona benzer hiçbir şey yoktu. Böyle­ce Cenabı Hak onun üzerine uykuyu musallat kıldı. Ve bu uyku in­sanoğluna musallat olan ilk uykudur. Onun sol tarafındaki en küçük kaburgasından (mayasını almak suretiyle) Havva'yı yarattı. Adem uyandığında oturdu. Havva'ya baktı. Havva ona benziyordu ve beşerin de en güzellerindendi. Bunun için güzellikte her kadının erkek üzerin­de bir kaburga üstünlüğü vardır. Cenabı Hak, Adem'e herşeyin ismini öğretmiş idi. Melekler Adem'e geldiler. Ona gözaydınlığı verdiler, ona selâm ettiler.

— Ey Adem! Bu kimdir? diye sordular. Adem:

— Bu bir kadındır.

Adem'den:

  Onun ismi nedir? diye sordular.

  Havva'dır, dedi. Adem'den soruldu:

— Niçin ona Havva ismini taktın?

  Çünkü o bir diriden yaratılmıştır, cevabını verdi.

Böylece Cenabı Hakkın ruhundan onların ikisinin arasına serpildi.   Binaenaleyh^ insanlardan   birbirlerine   merhamet   edecek   birşey var ise o da o rahmetin fazlındandır (sayesindendir).

İbni-Âsakir, Eş'asi Haddani'den rivayet etti:

«Havva cennet kadınlarından idi. Gebe kaldığında çocuk onun karnında görünür, erkek midir, dişi midir farkedilir kadar güzeldi» di­yor. [53]

 

Yasak Edilen Ağaç

 

îbni Cerir, İbn ul Munzir, İbni Ebi-Hatim, Ebu Şeyh, îbni Asakir çeşitli yollarla İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Allah'ın Adem'e yasak ettiği ağaç başaktır.»

Bir lafızda ise «buğdayndır denmiştir.

îbni Cerir ve İbni Ebi-Hatim, Vehb bin Munebbih'ten rivayet et­tiler:

«O, yasak ağaç buğday ağacıydı. Fakat onun her danesi sığırın böbrekleri kadar büyüktü. Kaymaktan daha yumuşak, baldan daha tatlı idi.»

Abd bin Humeyd, İbni Cerir ve İbnil-Munzir, İbni Abbas'tan riva­yet ettiler:

«Allah'ın Adem'e yasakladığı ağaç üzüm ağacı idi.» îbni Cerir, İbni Mesud'dan benzerini rivayet etmiştir.

Veki', îbni Saad, îbni Cerir ve Ebu Şeyh, Ca'de bin Hubeyre'den rivayet ettiler:

«Adem'in (A.S.) hoşuna gidip te yediği ve cennetten çıkmasına sebeb olan ağaç üzüm ağacı idi. Bu ağaç, Adem'den sonra da evlâdına fitne ve deneme oldu. O ağaçtan kopanp yediği de üzüm idi.»

Ebu Şeyh, Mücahit'ten rivayet etti: «Bu ağacın yemiş (incir) ağacı olduğu benim kulağıma gelmiştir.»

îbni Ebi. Hatim, Ebu Şeyh'ten, Ebu Malik'ten bu âyetin tefsirinde bu ağacın hurma ağacı olduğunu rivayet ettiler.

Ebu Şeyh, Yezid bin Abdullah bin Kasit'tan bunun kavun ağacı olduğunu nakletti.

Ahmed «Zühd»de, Şuayb el-Heyaî'den: «Bu ağacın «erria» isimli ve buğdaya benzer bir ağaç olduğunu söylediler. Onların cennetteki elbiseleri nur idi.» [54]

 

Yasak Ağacın Özelliği

 

ibni Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, Ebil-Aliye'den rivayet etti:

Bu ağaçtan her yiyen muhakkak def-i hacete muhtaç olur. Cen­nette de böyle birşey olmadığına göre Cenabı Hak ağacı yasaklamış­tır.

îbni Ebi Hatim, Kattade'den rivayet etti:

Şu ağaca yaklaşma demekle Cenabı Hak Adem'i (A.S.) denedi. Ni­tekim daha önce melekleri de denediği gibi. Her yaratmış olduğu şey denenmektedir. Cenabı Hak mahlûkatmdan hiçbirini bırakmamış ki denemesin. Belâ ve deneme durmadan Adem'in (A.S.) yakasına sarıldı. Ta ki Adem (A.S.) yasaklandığı noktaya girdi.

Abd bin Humeyd, Kattade'den rivayet etti:

«Allah, Adem'i denedi. Onu cennette durdurdu. Bol bol cennette istediğini yerdi. Ona bir tek ağacı yasakladı. «Ondan yeme» dedi. Ve o ağaç durmadan Adem için bir belâ (deneme) aleti oldu. Ta ki Adem ondan yeyince Adem'in çirkin yerleri Adem'e göründü. Daha önce bun­ları görmemişti. Böylece Cenabı Hak onu cennetten indirdi.»

îbni Cerir, îbni Mesud'un tarikiyle rivayet ediyor: «Cenabı Hak Adem'e: «Sen ve eşin cennette durunuz» dediği za­man İblis onların yanına cennete girmek istedi. Yılana geldi. Yılan dört bacaklı bir hayvandı. Deveye benziyordu. Ve en güzel hayvanlar­dan birisi idi. Yılana: Ağzına beni al, Adem'in yanına cennete götür teklifinde bulundu. Yılan onu ağzına aldı. Hazeneler yanından geçti. Hazeneler, yılanın ağzında ne olduğunu bilmediler ve cennete girdi. Bu da, Allah'ın irade ettiği emirden ötürü böyle oldu. Yılanın ağzın­dan Adem'le (A.S.) konuştu. Adem (A.S.) onun kelâmına kulak asma­dı. Sonra Adem'in yanına çıktı:

  Ey Adem! Seni ebediyyet ağacına muttali kılayım nn? Hiç bit-ınez ve tükenmez bir mülkden seni haberdar edeyim mi?» dedikten sonra Adem ve Havva'ya:

  Allah'a yemin ederim ki ben sizin için nasihat   edicilerdenim

dedi.

Adem buna rağmen yasak ağaçtan yemeği kabul etmedi. Havva oturup yedi. Sonra:

— Ey Adem. Ben yedim, bana zarar vermedi, dedi ve Adem de ye­di. Yedikten sonra onların çirkin   yerleri görünmeye başladı.    Onlar durmadan cennetin yapraklanyla    çirkin yerlerini kapatmaya çalışı­yorlardı.

Abdurrezzak ve ibni Cerir İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiler: «Allah'ın düşmanı İblis yeryüzündeki bütün hayvanlara nefsini arzetti ki onu alıp cennete götürsünler. Ta ki Adem'le konuşsun. Bü­tün hayvanlar bunu yapmaktan imtina ettiler. Yılanla konuştu ve «Seni Adem'in oğullarından koruyacağım» sözünü verdi. «Sen eğer be­ni cennete götürürsen benim zimmetimdesin» dedi. Böylece yılan iki ön dişlerinin arasında onu cennete götürdü. Yılanın ağzından Adem'le konuştu. Yılan daha önce tüylü idi ve dört ayak üzerinde yürüyordu. Böyİece Cenabı Hak ceza olarak onun tüylerini düşürdü, onu karnının üzerinde yürür hale soktu.» [55]

 

Yasağın İhlâlinden Doğan Felâket

 

İbni Abbas:

«Siz yılanı nerde bulursanız öldürünüz. Yılan hususunda Allah düşmanı İblis'in zimmetini ortadan kaldırınız diyordu.»

Süfyan bin Uyeyne, Abdurrezzak, îbnil Munzir ve îbni Asakir «ta-rih»inde İbni Abbas'tan rivayet ettiler:                                        .

«Adem (A.S.) için yasaklanan ağaç BAŞAK idi. Onlar ondan ye­diklerinde çirkin yerlerini görmeye başladılar. Onlar için çirkin yerle­rini kapatacak azalan tırnaklan idi. Onlar cennetin yaprakîanyla kendilerini örtmeye çalıştılar. Bu yapraklar incir yapraklanydı. Bir­birine bitiştirirlerdi ve avretlerini onunla kapatmaya çalışırlardı. Adem

 (A.S.)  yüzünü çevirip cennette yürümeye başladı.    Cennetin ağaçla­rından birisi onun başına yapıştı. O bu halde iken Cenabı Hak:

  Ey Adem! Benden mi kaçıyorsun? diye sordu.

  Hayır, Yarabbi! Lâkin senden utanıyorum»   diye cevab verdi. Cenabı Hak:

  Sana cennette verdiğim bütün nimetler kâfi değilmiydi ki sa­na haram kıldığım ağaca yaklaştın?

Adem:

  Evet, kâfiydi, Yarabbi. Fakat senin izzetine yemin ederim ki; herhangi bir kimsenin seninle   yalan yere yemin   ettiğini sanmıyor­dum. Yani İblis yemin ederek beni kandırdı.

Cenabı Hak:

«Ben de izzetime yemin ederim ki, seni yeryüzüne indireceğim. Sen orada maişeti ancak yorulduktan sonra elde edeceksin» dedi.

Böylece Adem ile Havva cennetten indirildiler. Onlar cennette bol bol istediklerini yerlerdi. Onlar, yiyeceği ve içeceği bol olmayan bir yere indirildiler. Adem, (A.S.) Allah (C.C.) tarafından demircilik sanatını öğrendi. Çiftçilik yapmakla emrolundu. Çift sürdü, ekti, su-ladı. Yetiştikten sonra biçti, sonra harman etti. Sonra savurdu. Sonra götürüp öğüttü. Sonra hamur yaptı. Sonra ekmek yaptı. Sonra yedi. Yemeğe ancak Cenabı Hakkın dilediği kadar yorulduktan sonra vara­bildi. Adem (A.S.) cennetten atıldığı zaman öyle bir tarzda ağladı ki ne Hz. Davud'un zellesine karşı ağladığı, ne de Hz. Yakub'un oğlu Yu­suf (A.S.) için ağladığı, ne de Ademoğlunun kardeşini öldürdüğü za­man ağladığı, ne de bütün yeryüzündeki insanlann ağladığı onun ağ­lamasına denk gelmezdi.

İbni-Asakir, Ömer bin Abdülaziz'den rivayet etti:

Cenabı Hak Adem'e:

  Benim komşuluğumdan çık. İzzetime yemin ederim    bana is­yan eden benim evimde (cennetimde) benimle komşu olamaz. Ey Ceb­rail! Onu şiddetli değil, yavaşça ordan çıkar dedi.    Cebrail, Adem'in elinden tuttu ve onu çıkardı.

Buharî ve Hakim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler: «Eğer İsrailoğullan olmasaydı et kokmazdı. Eğer Havva olmasay­dı hiçbir kadın kocasına hainlik yapmazdı.»

El Beyhaki «Delail»inde, El-Hatib «Tarihlinde, Ed Deylemi «Müs-ned ul Firdevs»inde, İbni-Âsakir zaif bir senedle İbni Abbas'tan mer-fu olarak rivayet ettiler:

«Ben Adem'den iki hasletten ötürü üstün kılınmışımdır. Birincisi benim şeytanım kâfir idi. Allah ona karşı bana yardım etti. O bana teslim oldu. İkincisi benim hanımlarım bana yardımcıdırlar. Adem'in şeytanı ise kâfirdi. Hanımı ise ancak hatada ona yardım etti.»

Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Mace, Ebu Hu-reyre tarikiyla rivayet ettiler:

Resûlüllah (S.A.V.):

Adem ile Musa tartıştılar (delilleştiler), Adem Musa'yı mağlûb et­ti. (Şöyle ki) Musa:

  Sen o, Ademsin ki insanları sapıklığa götürmüş, onları cennet­ten çıkarmışsın.

Adem;

Sen o Musa'sın ki Allah (C.C.) sana her şeyi vermiştir. Ve seni peygamberliğiyle seçmiştir.

Musa:

— Evet, ben oyum.

Adem:

  O halde ben yaratılmazdan önce benim hakkımda takdir edi­len bir emirden ötürü beni nasıl kınıyorsun? dedi.

İbni Necar «Tarih»inde İbni Ömer'den rivayet etti: Musa ile Adem bir araya geldiler. Musa Adem'e:

  Sen o Ademsin ki Cenabı Hak yed-i kudretiyle    seni yarattı. Meleklerini sana secde ettirdi. Seni cennetine soktu. Ve sen bizi ora­dan çıkardın.

Adem:

— Sen o Musa'sın ki Allah risaletiyle seni seçmiştir. Konuşur ola­rak seni manevi huzuruna yaklaştırmıştır.    Tevrat'ı sana indirmiştir.

Bunları sana veren Allah ile sana yemin verdiriyorum. Ben yaratıl­mazdan kaç sene önce bunun benim hakkımda yazılmış olduğunu gö­rüyorsun? (Yani Tevrat'ta).

Musa:

__Onu Tevrat'ta yaratılmazdan iki bin sene önce senin üzerinde

yazılmış olduğunu görüyorum. Böylece Adem, Musa'yı mağlub etti, Adem Musa'yı mağlub etti, Adem Musa'yı mağlub etti.» [56]

 

Ezeli Düşmanlar

 

(36)«Birbirinize düşman olarak buradan ininiz diye emir verdik...»

Bu âyetin tefsirinde Abd Bin Humeyd, İbni Cerir ve İbn ul Mun-zir, İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan rivayet ediyorlar.

Adem, Havva, İblis, yılan birbirinize düşman olarak buradan ini­niz diye itaba maruz kaldılar. «Sizin için yeryüzünde bir mustakarr vardır.» Yani mezarlar vardır. «Bir zamana kadar lezzet vardır.» Yani hayat vardır.

Ebu Şeyh, Mücahid'den:

«Bu hitabın muhatabları Adem, şeytan ve yılandır,» dedi.

Ebi Şeyh, Kattade'den, O da Ebi Salih'ten:

«Bu hitabın muhatabları Adem, Havva ve yılandır» dedi.

Abd bin Humeyd Katade'den rivayet etti:

«Bu hitabın muhatabları Adem, Havva ve İblistir.»

İbni Cerir İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Resûlüllah'tan (S.A.V.) yılanın öldürülmesi soruldu. Resûlüllah (S.A.V.):

«Yılan ile insanoğullan birbirlerine düşman olarak yaratıldılar. İnsanoğlu onu gördüğünde o yılan insanoğlunu ürkütür. Eğer insan­oğlunu ısınrsa acıtır. Onu nerde görürsen öldür.» dedi.

Ebu Şeyh, İbni Mesut'tan:

«— Sizin için yeryüzünde müstakar vardır» âyetinin tefsirinde si­zin için yeryüzünün üstünde bir istikrar yeri vardır. Bir de yerin al-

tında istikrar yeri vardır. «Bir zamana kadar lezzet varj> Yani cennet veya cehenneme gidinceye ve ölünceye kadar lezzet var. [57]

 

Adem'in İniş Yeri

 

İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Adem Mekke ile Taif arasında «decna» denilen bir yere indi.»

İbni Ebi Hatim, İbni Ömer'den rivayet etti: «Adem Safa'ya Havva Merve'ye indi.»

Adem hacce gittiğinde «Hacerul-Esvedi» «Ebu-Kubeys» dağına koydu. Karanlık gecelerde Mekkeliler için tıpkı dolunayın ışık vermesi gibi ışık veriyordu. İslâm gelmezden önce hayızlı kadınlar, cunüp in­sanlar gidip onu elliyordu ve bundan dolayı simsiyah kesildi. İslâm gelmezden dört sene önce Kureyşliler «Ebu Kubeys»ten onu aldılar ve getirip Kabe'nin bir köşesine yerleştirdiler.

Adem, Hindistan'dan kırk defa Mekke'ye yaya olarak geldi ve haccetti. İlk indiğinde başı göklere değercesine uzundu. Onun uzun­luğundan kara hayvanlarının hepsi ürperdi. Böylece insanlardan ürk-mek tabiatı onlarda yerleşti. Adem (A.S.) o, dağın üzerinde bulundu­ğu devrede ayakta durup meleklerin sesini işitiyor ve cennet kokusu­nu alıyordu. Cenabı Hak onun uzunluğunu (60) altmış ziraa indirdik­ten sonra ölünceye kadar bu boyda kaldı. Hz. Yusuf hariç Adem'den sonra hiç kimseye Adem'in güzelliği verilmemiştir. Adem (A.S.):

«Yarab! Ben senin evinde (cennetinde), sana komşu idim. Sen­den başka Rabbim yoktu. Senden başka kontrol edenim yoktu. Cen­nette bol bol İstediğimi yer, gezerdim. İstediğim yerde dururdum. Be­ni oradan bu mukaddes dağın üzerine indirdin. Ben meleklerin sesini işitiyor, onları görüyordum. Senin arşının etrafında nasıl kümeleştik-lerini seyrediyordum. Cennet kokusunu alıyordum. Sonra sen beni ye­re doğru alçalttm. Altmış ziraa kadar boyumu kısalttın. Artık melek­lerin sesini dinlemez, onlara bakmaz ve cennet kokusunu almaz ol­dum.»

Cenabı Hak, Adem'e:

— Ey Adam! Bu senin masiyetinden (kayışından) ötürüdür. Bu­nun için senin başına bunu getirdim. [58]

 

İlk Örgü İlk Elbise

 

Cenabı Hak, Adem'in çıplaklığını, Havva'nın çıplaklığını görünce, Adem'e (A.S.) cennetten gelen sekiz çift hayvandan bir koçu kes­mesini emretti. Adem o koçu kesti. Sonra onun yününü kırptı. Havva o yünü eğirdi. Sonra Adem (A.S.) onu ördü. Adem nefsine bir cübbe, Havva'ya da bir entari ile bir başörtüsü yaptı. İkisi bunları giydiler. «cama» denilen yerde bir araya geldiler. Onun için buna cam'a de­nildi. Arafa'da tanıştılar. Onun için «Arafa» ismini aldı. Ellerinden kaçırdıkları cennet nimetlerine karşılık yüz sene ağladılar. Kırk gün yemediler, içmediler. Sonra yediler içtiler. O gün onlar Adem'in üzeri­ne inmiş olduğu nub (veya nevb» dağının üzerinde idiler. Ve bu yüz sene zarfında Adem, Havva'ya yaklaşmadı. [59]

 

İlk Ağlama

 

Ebu Naim, İbni Asakir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Cenabı Hak meleklere vahy gönderdi. O iki melek (Cebrail ve Mikail), Adem ile Havva'yı Cenabı Hakkın komşuluğundan çıkardı­lar. Çünkü onlar Allah'a (C.C.) isyan etmişlerdi. Adem, Havva'ya ağ­layarak baktı. «Allah'ın komşuluğundan çıkışa hazırlan», dedi. İşte masiyetin ilk meymenetsizi budur. Cebrail tacı Adem'in başından al­dı. Mikâil (A.S.) de onun alnındaki iklili çözdü. Adem'e bir dal takıldı. Adem zannetti ki cezaya çarptırıldım. Başını eğdi: «Affet Yarab! Af­fet» diye yakardı. Cenabı Hak, Adem'e:

— Benden kaçıyor musun?

__Hayır, Yarabb! Senden utandığımdan başımı eğdim» dedi.

îshak bin Bişr ve İbni-Âsakir, A'ta'dan rivayet ettiler: «Adem, Cennetten indirildikten sonra   Kabe'nin yerinde secdeye kapandı. Kırk sene o secde hali devam etti, başını kaldırmadı.»

îbni Asakir, Kattade'den rivayet ediyor:

«Adem (A.S.) cennetten indirildikten sonra ona:

  Sen Ölüm gibi bir çalışma yapmadıkça ekmeği katıkla yemeye­ceksin» denildi.

İbni-Âsakir, Abdulmelik Bin Ümeyr'den rivayet etti: «Adem ve İblis cennetten    indirildikten sonra    İblis feryad etti. Adem evvelâ ağladı. Sonra teğenni etti. Sonra güldü.»

îbni Asakir, Hasan Basri'den rivayet etti:

Resûlüllah'tan (S.A.V.) kulağıma gelen şudur:

«Adem günaha (kayışa) müptelâ olmazdan önce eceli iki gözü­nün arasında, emeli de ensesinde yazılı idi. Günahı (zelle) işledikten sonra Cenabı Hak, onun emelini iki gözünün arasına yazdı. Ecelini de arkasına kıldı. Böylece ölünceye kadar emel ve ümitten ayrılmadı.»

Veki' ve Ahmed, Hasan'dan rivayet etti:

«Adem günâhı (zelleyi) işlemezden önce eceli gözlerinin önünde, emeli de sırtında idi. Hatayı işledikten sonra emel önüne, ecel arka­sına geçti.»

İbni Asakir, Hasan'dan rivayet etti:

Adem'in  (A.S.) akü bütün evlâtlarının aklı kadar idi.

İbni Asakir, Hasan'dan rivayet etti:

«Adem yere indirildikten sonra karnı deprenmeye başladı. Bu­nun için üzüldü. Ne yapacağını bilmiyordu. Cenabı Hak:

— Otur, diye ona vahyetti. Oturdu. İhtiyacını defettikten sonra pis kokuyu hissedince üzüldü ve ağladı. Parmaklarını ısırdı. Böylece bin sene bu ağlaması devam etti.»

İbni Asakir İbni Abbas yoluyla rivayet etti:

«Adem (A.S.) cennetten indirildiğinde ağladı. Öyle bir ağlama ki hiç kimse o şekilde ağlamamıştı. Eğer bütün insanların ağlaması Da­vud'un hatasına (zellesine) karşı ağlaması ile bir araya gelirse onun ağlamasına denk olamaz. Kırk sene başını kaldırıp göğe bakamıyor­du.»

Tabarani «El Evset»de, îbni Adiy «El Kâmil» de, Beyhaki «Şuab ul İman»da, Hatib ve İbni Asakir beraberce «Tarih»te Bureyde'den, o da hadisi «Merfu» olarak Resûlüllahdan (S.A.V.) rivayet ediyor:

«Eğer Davud'un ağlaması, bütün yeryüzündekilerin ağlaması ile bir araya gelse Adem'in ağlamasıyla denkleştirilse ona denk gelemez­ler.»

El-Beyhaki'nin rivayetinde,. «Eğer Adem'in göz yaşlan bütün ev­lâtlarının göz yaşlarıyla denkleştirilse ağır basacaktır.» deniliyor.

İbni Saad, Hasan'dan:

«Adem cennet için üçyüz sene ağladı.» [60]

 

Yere İnmenin Nedeni

 

İbni Asakir, Mücahid'den rivayet ediyor:

«Allah Adem ile Havva'yı yeryüzüne indirdiğinde «yeryüzüne ini­niz, ölüm için doğurunuz, yıkılmak için ev yapınız» dedi.

İbni Mübarek Mücahid'den rivayet etti:

«Adem yeryüzüne indirildiğinde onun Rabbi ona «Yıkılmak için inşa et, yok olmak için doğum dedi.

Ebu Naim «Hilye»de Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Adem yere indirildiğinde yerde «NASR» kuşu vardı. Denizde ba­lık vardı. Dünyada onların ikisinden başkası yoktu. Nasr kuşu balığın yanına gidip, onun yanında gecelerdi. Her gece böyleydi. Adem'i gö­rünce:

  Ey Balık! Bugün yeryüzüne bir şey indirildi. İki ayak üzerin­de yürüyor, iki eliyle çalışıyordur, dedi.

Balık:

  Eğer sen doğru isen, benim denizde ondan kurtuluşum, senin de karada ondan kurtuluşun olmayacaktım dedi.[61]

 

İlk Tevbe

 

(37) «... derken Adem Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Ona yalva­rıp tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu...»

Bu âyetin tefsirinde seleften şunlar gelmiştir:

Et Tabarani «El Mucem ul Sağir»inde, El Hakim,   Ebu Naim, el Beyhaki, İbni Asakir rivayet ettiler. Cenabı Peygamber buyurdu:

«Adem işlediği günahı (zelleyi), işlediğinde, başını göklere kaldır­dı ve Allah'a (C.C.) şöyle yalvardı:

  Ey Rabbim! Muhammed'in hakkı İçin senden istiyorum, beni affet.»

Cenabı Hak ona vahy göndererek sordu:

  Muhammed kimdir?

Adem:

  Ey Rabbim! Senin ismin yücedir. Beni yarattığın zaman başı­mı kaldırdım, arşına baktım. Gördüm kî arşında «Lâilâheillallâh Mu-hammedün Resulullah» yazılıdır. Bunun üzerine anladım ki kadr yö­nünden senin katında ondan daha yücesi yoktur. Çünkü ismini ismin­le beraber yazmışsın.» Böylece Allah Adem'e:

  Ey Adem! O, senin zürriyetinden gelen peygamberlerin en so­nuncusudur. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım diye vahy gönderdi.»

El Feryadi, Abd bin Humeyd, İbni Ebi Dünya «Et Tevbe»de, İbni Cerir, İbnil Munzir, İbni Ebi Hatim, Hakim ve İbni Merduyeh, İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiler.

Adem:

  Ey Rabbim! Beni yed-i kudretinle yaratmadın mı?

Cenabı Hak:

— Evet yarattım.

Adem:

  Bana ruhunu üfürmedin mi?

Cenabı Hak:

— Evet üfürdüm.

Adem:

  Ey Rabbim!    Gazabından daha önce rahmetin sebkat etmedi mi?»

Cenabı Hak:

— Evet, etti.

Adem:

  Ey Rabbim! Ben tevbe edip İslahı hal edersem beni cennetine jeri gönderecek misin?

Cenabı Hak:

  Evet, dedi. [62]

 

Yerde İlk Dua ve Yakarış

 

Et-Tabarani “El-Evsat”de ve İbn Asakir zaif bir senedle Hz. Aişe’den (R.Anha) rivayet ettiler.

Allah (c.c.) Adem’i (a.s.) yere indirdiğinde Adem kalktı. Kâbe’ye geldi. İki rekat namaz kıldı. Allah (c.c.) ona şu duayı ilham etti.

“Ey Rabbim! Kuşkusuz sen benim sırrımı ve açığımı biliyorsun. Benim mazeretimi kabul et. Benim ihtiyacımı biliyorsun. İsteğimi bana ver. Nefsimdekini biliyorsun. Benim için günahımı affeyle. Ey Allah’ım! Senden kalbimle birleşen bir iman, doğru bir yakin istiyorum. Ta ki bileyim, bana ancak senin takdir buyurduğun isabet edecektir. Bana taksim ettiğine beni razı kıl.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

- Ey Adem!Senin tevbeni kabul ettim. Günahını affettim. Hiç kimse yoktur ki bu dua ile beni çağırırsa onun günahını affetmeyeyim. Onun mühim emrini ona vermeyeyim. Şeytanı ondan uzaklaştırmayayım. Bu duayı okuyan her tüccarın arkasında ticaret gelecektir. Dünya istemese de ona yönelip gelecektir. Velev ki o, dünyayı istemese dahi” diye ona vahyetti.

El-Cezmi, Et-Taberani ve İbn Asakir, Aişe (R. Anha) validemizden rivayet ettiler:

“Cenab-ı Hak, Adem’in (A.s.) tevbesini kabul etmeyi irade ettiği zaman, ona izin verdi. Kâbe’yi yedi defa tavaf etti. Kâbe o gün kırmızı bir tepecik halindeydi. Adem iki rekat namaz kıldıktan sonra kalkıp Kabe’ye yöneldi ve:

- Ey Allah’ım! Kuşkusuz sen benim içimi ve dışımı biliyorsun. Mazeretimi kabul eyle. İsteğimi bana ver. Benim nefsimdekini biliyorsun. Günahımı benim için affeyle. Ey Allah’ım! Kalbime karışan bir iman isterim senden. Doğru bir yakin isterim senden. Ta ki bileyim, senin yazdığından başkası bana isabet etmez. Bana taksim ettiğine razı olmaklığımı senden isterim.” Diye Allah’a (C.C.) yalvardı. Cenab-ı Hak ona vahy göndererek: 

«Ben senin günahını affettim. Senin zürriyetinden herhangi bir kimse gelip bu duanın benzeriyle beni çağırırsa, onun günahını affe­derim. Onun üzüntülerini keşfederim. Onun sıkıntılarını gideririm. Onun gözlerinin arasından fakirliği silerim. Her okuyan tüccara arka­sından ticaret ihsan ederim. Dünya istemiye istemiye ona gelecektir. Velev ki o dünyayı istemese bile» diye vahyetti.

El Erzuki «Mekke Tarihi»nde, Et-Tabarani «El Esvet»de, el Bey-haki «Da'vet»te, Îbni-Âsakir zaif bir senedle Bureyde'den rivayet etti­ler:

«Allah Adem'i (A.S.) yere indirdikten sonra Adem Kabe'yi yedi defa tavaf etti. Kabe'nin hizasında iki rekât namaz kıldı :

  Ey Allahım! Sen benim gizlimi, açığımı biliyorsun. Benim ma­zeretimi kabul eyle. Benim ihtiyacımı biliyorsun, isteğimi bana ihsan et. Benim katımdakini biliyorsun. Günahımı affeyle.    Sana kalbimin medari iftiharı olan bir iman bana ihsan etmeni istiyorum, sadık bir yakin istiyorum ki, bileyim senin bana yazdığın ancak bana isabet edecektir. Beni hükmüne, kaza ve kaderine razı kıl».

Bu seslenişten sonra Allah Adem'e (A.S.) şu vahyi gönderdi: «Ey Adem! Sen öyle bir dua ile beni çağırdın ki o duandan ötürü senin dileklerini kabul ettim. Senin zürriyetinden herhangi bir kimse onunla beni çağırırsa onun da duasım kabul edeceğim. Günahını af­fedeceğim. Üzüntüsünü gidereceğim. Gamını izale edeceğim. Her tüc­cara bu duanın arkasında ticaret ihsan edeceğim. O irade etmese dahi dünya kendiliğinden ona gelecektir.»

Veki\ Abd bin Humeyd, Ebu Şeyh, Ebu Ubeyde, Ubeyd bin Umeyr el Leysi'den rivayet ettiler.

Adem:

«— Ey Rabbim! Bana haber ver. Benim yaptığım senin daha ön­ce, (beni yaratmazdan önce) yazdığın birşey inidir? Veya benim kendi nefsim için yeniden icad etmiş olduğum bir şey midir?

Cenabı Hak:

  Belki o seni yaratmazdan önce senin üzerine yazmış olduğum birşeydir» dedi.

Adem:

  Onu benim üzerime yazdığın gibi benim için affeyle Yarabbi, dedi.

İşte bu âyetin mânâsı budur.

«Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı...»

Abd bin Humeyd, İbnul Munzir ve El Beyhaki Kattade yoluyla rivayet ettiler:

«Adem Rabbinden bir takım kelimeler telâkki etti. Ve:

— Bana haber ver, ben tövbe eder, ıslahı hal edersem bana ne ya­pacaksın?

Cenabı Hak:

  Seni o zaman cennete döndüreceğim, dedi.

Adem ile Havva:

  Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi affedip mer­hamet etmezsen şüphesiz ki biz zarar edenlerden oluruz.»

Böylece Adem, Rabbinden af taleb etti. Ona dönüş yaptı. Allah ta onun tevbesini kabul etti. Allah'ın (C.C.) düşmanı İblis ise, o güna­hından vazgeçmedi. Tevbeyi istemedi. Başına geldiğinden ötürü böy­le bir dilekte bulunmadı. Ancak Cenabı Haktan kıyamete kadar ken­disine mühlet vermesini istedi. Allah (C.C.) ikisinin de isteklerini verdi.

Es Sa'lebi:

«Adem'in (A.S.) Allah'tan (C.C.) telâkki ettiği kelimeler; Ey Rab­bimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi affetmez, merhamet etmez­sen şüphesiz biz zarar edenlerden oluruz» demesidir, dedi.

İbnil Munzir, İbni Cüreyç kanalıyla İbni Abbas'tan rivayet etti: «Bu kelimeler «Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik» âyeti ce-lîlesindeki kelimelerdir.

Abd bin Humeyd, İbni Munzir, îbni Ebi Hatim ve el-Beyhaki, Mu-hammed bin Kâab ul Kurazi'den rivayet ettiler:

Bu kelimeler «Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik» âyeti celî-Iesindeki kelimelerdir. Eğer Adem (A.S.) bunlan söylemeseydi Cenabı Hak bize haber vermezdi ve bir takım kimseler bunu araştırır ve o ke­limelerin ne olduğunu bilinceye kadar durmazdılar.

Veki\ Abd bin Humeyd, îbni Cerir, îbni Ebi Hatim, Mücahid yo­luyla rivayet ediyorlar:

Bu kelimeler «Ey Rabbimiz! Eğer bizi affetmezsen, merhamete mazhar kılmazsan şüphesiz biz zarar edenlerden oluruz» kelimeleri­dir.

Abd bin Humeyd, tbn ul Munzir, tbni Ebi Hatim, îbni îshâk et Temimi kanalıyla rivayet etti:

«İbni Abbas'tan o kelimelerin ne olduğunu sordum. Dedi ki:

— Bunlar haccın durumudur. Yani hacda yapılan ibadet ve dua­lardır.

Abd bin Humeyd, Abdullah bin Zeyd'den rivayet ediyor:

  O kelimeler, «Senden başka mabud yok. Sen ortaktan münez­zehsin. Bunu senin hamdinle söylerim. Ey Rabbim! Ben bir kötülük işledim, nefsime zulmettim. Beni affet. Kuşkusuz sen affedenlerin en hayırlısısın. Senden başka mabud yoktur. Sen ortaktan münezzehsin. Bunu hamdinle söylerim. Ey Rabbim! Ben bir kötülük işledim. Nefsi­me zulmettim. Bana merhamet et. Kuşkusuz sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Senden başka mabud yok. Sen ortaktan münez­zehsin. Senin hamdinle bunu söylerim. Kötülük yaptım. Nefsime zul­mettim. Benim tevbemi kabul eyle. Şüphesiz ki sen çokça tevbe kabul eden, çokça merhamet edensin.»

îbni Asakir, Cüveybir'den, o da Dahhak'tan, o da İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

  Adem îkiyüz sene durmadan Cenabı Haktan tevbe istedi. Ta ki o kelimeler ona gelince ve ona telkin edilinceye kadar.

Râvi diyor ki; Adem ellerini şakaklarına koyup ağladığı bir anda Cebrail ona geldi, selâm verdi. Adem ağladı. Cebrail de onun ağlama­sı için ağladı. Cebrail:

  Ey Adem; Bu ne belâdır senin başına gelmiştir! Bu ne ağla­maktır.

Adem:

  Ey Cebrail! Ben nasıl ağlamayayım. Cenabı Hak beni göklerin

melekutundan yerin zilletine indirdi. Ebediyyet makamından göç et­me ve zeval makamına indirdi. Nimet evinden şekavet yurduna indir­di. Ebediyet yurdundan fena yurduna gönderdi. Ben nasıl bunu yap­mayacağım, ağlamayacağım?»

Cebrail (A.S.) Rabbine gitti. Adem'in (A.S.) söylediklerini Allah'a (C.C.) arzetti. Zaten onlar Allah'ın malumu idi. Cenabı Hak:

  Ey Cebrail! Adem'e git:   Ey Ademi Ben seni yed-i kudretimle yaratmadım mı? diye sor. Adem: Evet, Yarabbi! Yarattın.

  Sana ruhumu üfürmedim mi?

— Evet Yarabbi, üfürdün.

  Sana meleklerimi secde ettirmedim mi?

Adem:

  Evet Yarabbi! Ettirdin.

  Seni cennetimde durdurmadım mı?

  Evet durdurdun.

  Sana emredip de sen bana isyan etmedin mi?

  Evet Ya Rabbi! Bu da oldu.

  Benim izzet, celâl ve mekamımın   yüceliğine yemin u kasem ederim, eğer yeryüzü dolusu senin gibi insanlar olur, sonra hepsi bana isyan ederse hepsini asiler konaklarına indireceğim. Ancak ey Adem! Rahmetim gazabımı sebkat etmiştir. Senin sesini dinledim. Yalvarışı­nı, yakarışını dinledim. Ağlamana rahmet eyledim. Senin kayışını af­fettim. Şöyle dua et:

  Ey Allahım! Senden başka mabud yok.   Sen ortaktan münez­zehsin. Bunu senin hamdinle söylerim. Ben bir kötülük yaptım. Nefsi­me zulmettim. Bana merhamet et. Kuşkusuz sen rahmet edenlerin en hayırlısısın. Senden başka mabud yok, Sen ortaktan uzaksın.    Senin hamdinle bunu söyler, ikrar ederim. Kötülük yaptım. Nefsime zulmet­tim. Bana tevbe nasib et. Şüphesiz ki sen çokça tevbe kabul eden, çok­ça merhamet edensin.»

îşte bu muhavere Cenabı Hakkın «Adem Rabbinden kelimeleri te­lakki etti» âyetinin manasıdır.

İbnil Munzir, Muhammed bin Ali Bin Hüseyin bin Ali bin Ebi Ta-lib'ten rivayet etti:

  Adem'e (A.S.) hatanın isabet   ettiği bir dönemde şiddetlendi onun üzüntüsü. Cebrail ona geldi:

  Ey Adem! Sana tevbe kapısını göstereyim mi? O kapıya girer­sen Cenabı Hak tevbeni kabul edecektir.»

Adem:

  Evet, ya Cebrail o kapıyı göster» dedi. Cebrail (A.S.):

  Yerinden kalk, Eabbine müracaat ettiğin yerde dur. Onu öve­rek medhet. Çünkü Allah'ın katında   medih ve övmesinden daha se­vimli birşey yoktur.»

Adem:

  Ben ne diyeyim, ey Cebrail, diye sordu.

Cebrail:

  De ki: Senden başka ilâh yoktur. Sen biriciksin. Senin ortağın yok. Mülk ancak senindir, hamd senindir. Sen diriltir ve öldürürsün. Sen ölümsüz bir dirisin.    Hayrın tamamı senin yed-i kud re tindedir. Sen her şeye kadirsin.»

Bunları söyledikten sonra hatanı ikrar eyle ve de ki: «Ey Allahım! Sen ortaktan münezzehsin. Senin hamdinle bunu ikrar ediyorum. Senden başka ilâh yok. Ey Rabbim! Ben nefsime zul­mettim. Kötülük işledim. Beni affet. Kuşkusuz günahları senden baş­kası af edemez. Ey Allahım! Kulun Muhammedin senin yanındaki de­recesi sayesinde, senden istiyorum. Onun katındaki keremiyle sen­den taleb ediyorum. Benim hatamı benim için afeyle.»

Ravi diyor ki, Hz. Adem de bunu aynen tatbik etti. Cenabı Hak:

  Ey Adem! Kim bunu sana öğretti?

Adem:

  Ey Rabbim! Sen benim bedenime ruhu üfürdükten sonra dim­dik bir beşer olarak kalktım, dinledim, gördüm, aklettim ve baktım. Gördüm ki senin arşının sakı (ayağı) üzerinde «BismiUahirrahmanir-rahiym lâilâheillallâhu, vahdehu lâ şerike leh Muhammedun Resulul-lah» — Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah'tan başka mabud yok. Allah biriciktir. Onun ortağı yok. Muhammed onun elçisidir  yazılıydı. Onun ismini senin isminden sonra yazdı olarak gördüm. Halbuki senin dergâhına yakın hiçbir meleğin ismi orada yazili değildi. Ve ayru zamanda gönderilen hiçbir peygamberin ismi ora­da yoktu. Anladım ki o, senin katında en şerefli kulundur.»

Cenabı Hak:

  Doğru söyledin, senin tevbeni kabul ettim. Günahını senin için affettim.» dedi.

Râvi diyor ki:

Adem Rabbine hamdetti, şükretti. Ve en büyük sevinçle döndü. Hiçbir kul Allah'ın katından Adem'in döndüğü sevince benzer bir se­vinçle dönmemiştir. Adem'in (A.S.) elbisesi nur idi. Cenabı Hak on­lara çirkin yerlerini göstersin diye onlardan nuru çıkardı. Melekler geldiler. Adem'i kutladılar. «Ey Muhammed'in babası, Cenabı Hakkın kabul ettiği tevben sana mutlu olsun» dediler.

İmanı Ahmed «Zühd»de Kattade'den rivayet ettiler: «Adem'in (A.S.) tevbesi kabul olunduğu gün Aşure günüdür. (Mu­harremin onuncugünü)». [63]

 

Adem'in Aldığı Kelimeler

 

Deylemi «Müsned ul Firdevs»inde zait bir senedle Hz. Ali'den ri­vayet ediyor:

Resûl-i Ekrem'den Adem'in (A.S.) Rabbinden aldığı kelimelerin neler olduğunu sordum. Cenabı Peygamber:

  Adem Hindistan'da, Havva Cidde'de, İblis İbsan'da, yılan da İsfahan'da yere indiler. Yılanın ayakları vardı,    devenin ayaklarına benzerlerdi. Adem Hindistan'da   yüz sene ağlayarak durdu.    Cenabı Hak ona Cebrail'i (A.S.) gönderdi:

«Ey Adem! Seni yed-i kudretimle yaratmadım mı? Sana ruhum­dan üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Havva ile seni çiftleştirmedim mi?»

Adem:

  Evet Yarab! Bütün bunları yaptın.

  O halde bu ağlamak nedir?

  Beni ağlamaktan nıeneden ne olacaktır? Ben Rahmanın kom­şuluğundan çıktım, onun için ağlıyorum.

Cenabı Hak:

  O halde şu kelimeleri tekrar et. Şüphesiz ki Cenabı Hak senin tevbeni kabul edecek, günahını affedecektir. De ki:

— Ey Allahım! Ben Muhamnıedin hakkıyla senden istiyorum. Al-i Muhammed'in hakkıyla senden istiyorum. Sen ortaktan münezzehsin. Senden başka Mabud yoktur. Kötülük işledim. Nefsime zulmettim. Be­ni affet. Şüphesiz ki sen çokça affeden ve çokça merhamet edensin. Ey Allah'ım! Senden Muhammed'in ve al-i Muhammed'in hakkıyla istiyo­rum. Sen ortaktan münezzehsin. Senden başka mabud yok. Bir kötü­lük işledim. Nefsime zulmettim. Benim tevbemi kabul et. Şüphesiz ki sen çokça tevbe kabul eden ve merhamet edensin.»

İşte Adem bu kelimeleri Rabbinden telâkki etti (aldı.) İbni-Neccar, İbni Abbas yoluyla rivayet ediyor: Resûlüllah'tan (S.A.V.) Adem'in (A.S.) söylediği ve tevbesine ve­sile olan o kelimeleri sordum.

Cevab olarak:

«Adem, Muhammed'in, Ali'nin» Fatıma'nm, Hasan'ın, Hüseyin'in hakkıyla Cenabı Haktan istedi. Kim ki bunlarla Allah'tan birşey is­terse Allah onun tevbesini kabul eder.» dedi.

İbni Hatib «Emali»sinde ve Îbni-Âsakir (içinde meçhuller olan) bir senedle İbni Mesut'tan rivayet etti:

«Adem (A.S.) o ağaçtan yedikten sonra Allah (C.C.) ona: «Benim komşuluğumdan in. İzzetime, yemin ederim, bana isyan eden komşu­luğumda duramaz.» diye seslendi. Adem (A.S.) simsiyah kesilerek ye­re geldi. Ağladı. Yeryüzünde Allah'a (C.C.) yalvardı. Cenabı Hak Adem'e (A.S.) vahy gönderdi:

«Bugün, benim için oruç tut» dedi. O gün ayın onüçüncü günü İdi. Adem o gün oruç tuttu. Adem'in (A.S.) üçte biri bembeyaz olu­verdi. Sonra Cenabı Hak ona «Bugün de benim için oruç tut» dedi. O da ondördüncü gündü. Adem de oruç tuttu. Üçte ikisi bembeyaz olu­verdi. Sonra «Bugün de benim için oruç tut» diye vahy etti. O da, ayın onbeşinci günüydü. Ve bütün bedeni bembeyaz kesildi. İşte o günlere «Beyaz günler» denilmesi bundandır.»

İbni-Asakir, Hasan Basri'den rivayet etti:

Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) cennetten yere indirdiği zaman: — Ey Adem! Dört şeyi ezberle. Onlardan birisi senin katında be­nim içindir. Birisi benim katımda senin içindir. Diğeri benimle senin arandadır. Ve diğeri benimle bütün insanlar arasındadır. Benim için olup da senin katında olana gelince: Bana kulluk yapacaksın, hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaksın. Senin için olup da benim katımda olana gelince, senin amelinin karşılığını sana vereceğim. Sana hiçbir şeyle zulüm yapmayacağım. Benimle senin aranda olana gelince: Be­ni çağıracaksın. Senin duanı kabul edeceğim. Seninle kısanlar ara­sında olana gelince: Halkın sana yapacağım beğendiğini halka karşı yapacaksın.»

İmam Ahmed «Zühd»de, Beyhaki «Esma ve Sıfat» ta Selman'dan rivayet ettiler:

Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) yarattığı zaman:

«Ey Adem! Birşey vardır ki benim içindir. Birşey de vardır, senin içindir. Birşey de benimle senin aramızdadır. Benim için olan: Bana kulluk yapacaksın. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaksın. Senin için olana gelince: Sen herhangi bir amel işlersen onun karşılığını verece­ğim. Eğer ben affedersem ben Gafur ve Rahimim. Benimle senin ara­sında olana gelince: O da senden dilek, benden kabuldür. Senden dua, benden atadır.»

El Beyhaki, başka bir yönden, Selman'dan onun benzerini merfu olarak rivayet etti.

Hatib ve İbni-Âsakir, Enes'ten rivayet ettiler. Resûlüliah (S.A.V.) buyurdu: Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) yere indirdiği zaman, Adem di­lediği kadar yerde kaldı. Sonra Adem'in (A.S.) çocukları:

«Ey babamız! Konuş» dediler. Bunun üzerine Adem, muhatep ola­rak çocuklarından ve torunlarından meydana gelen kırk bin kişilik bir cemaata hitab ederek dedi:

«Allah bana (Ey Adem! Konuşmam azalt. Ta ki benim konuşma­ma dönüş yapasın)».

El-Hâtib ve İbni Asaklr, İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Allah (C.C.). Adem'i (A.S.) yere indirdiğinde ona bol zürriyet ver­di. Bu zürriyetler de aralarında dölleştiler ve bir gün onun çocukların­dan ve torunlarının evlâtlarından bir cemaat etrafına toplaçtılar. Ko­nuşuyorlardı. Adem konuşmuyor ve susmuştu.

«Ey babamız! Bize ne oldu? Biz konuşuyoruz, sen sükût etmişsin, konuşmuyorsun.» diye sordular.

Adem:

«Ey evlâtlarım! Cenabı Hak beni komşuluğundan yeryüzüne in­dirdiği zaman benden «Ey Adem! Benim komşuluğuma dönüş yapın­caya kadar az konuş» diye söz aldı» dedi.

İbni Salah «Emali»sinde Muhammed bin Nadr'dan rivayet etti: «Adem: Yarab! Beni elimin emeğiyle meşgul et. Bana bir şey öğ­ret ki onun içinde senin hamd ve teşbihlerinin tamamı olsun.»

Cenabı Hak:

  Ey Adem! Sabahladığın ve akşamladığın zamanlar üçer defa «Hamd alemlerin Rabbine mahsustur. Öyle bir hamd ki onun nimeti­ne denk, onun artmış olduğuna emsal olsun. İşte o, Hamd ve teşbihin tamamını derleyicidir diye vahyetti.»

İbni Ebi Şeybe «El Musannef»te Kâab'tan rivayet etti: «İlk dinar ve dirhemi basan Adem (A.S.)'dir. Yani ilk sikke ondan geldi.»

İbni-Âsakir, Muaviye bin Yahya'dan rivayet etti: «İlk sikkeyi, (dinar ve dirhemi) Adem (A.S.) icad etti. Maişet an­cak onlarla mümkündür.»

İbni Ebi Şeybe Hasan'dan rivayet etti: «İlk Ölen Adem (A.S.) dir.»

îbni Saad, Hakim, İbni Merduyeh, Ubey bin Kâab'tan Resûlül-lah'tan (S.A.V.) rivayet ettiler:

Adem'in (A.S.) eceli hazır olduğu zaman çocuklarına:

  Gidiniz! Cennetin meyvelerinden bana toplayınız ve getiriniz.

Onlar, bu maksadla çıktılar. Meleklerle karşılaştılar:

  Nereye gidiyorsunuz?

  Babamız cennet meyvelerini kendisi için biçip getirmemizi em­retti.

Melekler:

«Dönünüz! Sizin bu zahmetinize gerek kalmadı» dediler.

Meleklerle beraber dönüp can çekişen Adem'in huzuruna geldiler. Havva onları gördüğünde sesli ağladı. Adem'e yaklaşıp ona sarıldı. Adem:

«Benden uzaklaş, benden uzaklaş. Bana gelen senin yönünden geldi. Benimle Allah'ın melekleri arasından çekil, dedi.» [64]

 

İlk Cenaze Techizi

 

Râvi diyor ki: Melekler Adem'in (A.S.) ruhunu kabzettiler. Son­ra cesedini yıkadılar. Cesedine kokular sürdüler. Onu kefenlediler. Sonra onun namazını kıldılar. Sonra bir mezar kazarak onu defnetti­ler. Ve çocuklarına:

«İşte ölülerinize sizin yapacağınız ve takib edeceğiniz yol budur. Siz de böyle yapımz diye emrettiler.»

İbni-Âsakir Ubeyd'den rivayet ediyor ki Resûlüllah (S.A.V.): «Adem'e  (A.S.)  ölüm geldiğinde Cenabı Hak tarafından ona ke­fen ve hanut cennetten gönderildi. Havva melekleri gördüğünde ürk­tü. Adem, Havva'ya hitaben:

«Benimle Rabbimin elçilerinin arasından çekil. Ben çektiklerimi ancak senden çektim. Bana isabet eden ancak senin yönünden isabet etmiştir» dedi. [65]

 

İlk Cenaze Namazı

 

İbni Asakir, ibni Abbas'tan rivayet ediyor:

«Adem'in (A.S.) çocuklarının isimleri: vadd, suva' yağus ve nasr idi. Onların en büyükleri «YAĞUS» idi. Hz. Adem ona:

  Ey oğlum! Git. Eğer meleklerden birisine rastlarsan ona söyle ki bana cennetten bir taam getirsin. Cennetin içkilerinden bir içki ge­tirsin.

Yağus gitti. Kabe'de Cebrail'e (A.S.) rastladı ve Cebrail'den (A.S.) onları istedi. Cebrail (A.S.):

«DÖn git, senin baban vefat etti» deyince Yağusla geri döndüler. Adem'i (A.S.) can çekişirken buldular. Cebrail (A.S.) onun teçhiz ve tekfinini bizzat üstlendi, bir kefen, Hanut-sidr-getirdi:

«Ey Ademoğullan! Babanıza neyi tatbik ediyorsam görüyorsunuz. İşte siz de ölülerinize aynı şeyi tatbik ediniz.» dedi.

Böylece Adem'i (A.S.) yıkadılar, kefenlediler. Hanutladılar, sonra Kabe'ye getirdiler. Cebrail (A.S.) onun üzerine dört tekbir getirdi. Onu kıble tarafına koydular. Ve defnettiler.

Darekutni «Sünenainde İbni-Abbas'tan rivayet etti: «Cebrail (A.S.), Adem'in (A.S.)    üzerinde   cenaze   namazı kıldı. Dört tekbir getirdi. Cebrail (A.S.) meleklerin önünde    imam olarak Mescid-i Hifte o gün o namazı eda etti. Kıble tarafından onu aldı ve onu orada lahdine koydu. Kabrini Tasnim (deve sırtı) yaptı.»

Ebu Naim «Hilye»de İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Resûlüllah'a (S.A.V.) bir cenaze getirildi. Onun üzerine namaz

kıldı. Dört tekbir getirdi:

— Meleklerin Adem (A.S.) üzerinde   dört tekbir getirdikleri gibi

tekbir getirdim, buyurdu.»

İbni-Âsakir, Ubey'den rivayet ediyor:

«Resûlullah (S.A.V.): Adem (A.S.) için mezarında lahd yapıldı. Su ile tek olarak yıkandı. Melekler:

«İşte Ademoğullannın (cenaze teçhiz ve tekfininde) sünneti Adem'den (A.S.) sonra budur» dediler. [66]

 

Adem'in Kabri

 

İbni-Âsakir, Abdullah bin Ebi Firas'tan rivayet etti:

«Adem'in (A.S.) kabri Beyt-ul-Makdis ile Mescidi İbrahim arasın­da bir mağarada bulunuyor. Onun iki ayaklan sahra  meşhur bi­nek taşı  tun yanındadır.»

İbn-i Asakir, Ata el-Horasani’den rivayet etti:

“Mahlukat vefat ettiği zaman Adem için ağladılar. Yedi gün yasını (matemini) tuttular.”

İbn Adiyy “El-Kâmil”inde Ebu Şeyh “El-Azamet”te, İbn-i Asakir’den rivayet ettiler. Rasulullah (s.a.v.)

“Cennet ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ismiyle çağrılmasın. Ancak Ademismiyle çağrılmıyor. Ona “Eba Muhammed” diye künye veriliyor. Cennet ehlinden hiç kimse yoktur ki tüysüz olmasın. Ancak İmran’ın oğlu Musa, onun sakalı vardır ki göbeğine yetişir.”[67]

İbn Adiy ve el-Beyhaki “Delail”inde ve İbni Asakir Hz. Ali’den (R.A.) rivayet ettiler:

Allah’ın Rasulü (s.a.v.): Ehli cennetin hiç birisinin künyesi yoktur, ancak Adem’in künyesi vardır. Onu tazim ve tavkir için “Eba Muhammed” diye künyelendiriliyorlar.” Buyurdu.

İbni Asakir Kaab’tan rivayet etti:

“Cennette hiç kimsenin Adem’den (a.s.) başka lihyesi (sakalı) yoktur. Adem’in (a.s.) lihyesi simsiyahtır. Göbeğine kadar iniyordu. Çünkü onun dünyada lihyesi yoktu. Cenab-ı Hakcennette ona lihye veriyordur. Dünyada lihyelerin bırakılması Adem’den (a.s.) sonra oldu. Cennette Adem’den (a.s.) başka hiç kimse künyesiyle çağrılmaz, ona “Eba Muhammed” künyesi veriliyor.”

Mücahid’den gelen rivayet:

“Adem’in (a.s.) kabri Mescid-i Hifte –Mina’da- bina edildi. Havva’nın kabri Cidde’dedir.” [68]

 

Tarihin Başlangıcı

 

İbn Ebi Hanife “Tarih”inde ve İbn-i Asakir, ez-Zühri’den ve eş-Şabi’den rivayet ettiler:

“Adem (a.s.) cennetten atıldıktan sonra çocukları yeryüzüne dağıldılar ve onun cennetten atılışından itibaren tarihini yazdılar. İşte o tarih Hz. Nuh gelinceye kadar devam etti. Ondan sonra beşer Hz. Nuh'un peygamberliğinden itibaren tarih yazdılar. Ta ki tufan geldi. Tufandan sonra, tufandan itibaren tarih yazıldı. Ta ki İbrahim (A.S.) ateşe atıldı. Ondan sonra îshak'ın çocukları İbrahim (A.S.)'in ateşe atılışından itibaren tarihi yazdılar. Ta ki Yusuf geldi. Yusuf'un (A.S.) gelişinden Musa'nın (A.S.) gelişine kadar, Musa'nın (A.S.) gelişinden de Melik Süleyman'ın (A.S.) gelişine kadar, Melik Süleyman'ın (A.S.) gelişinden de Hz. İsa'nın (A.S.) gelişine kadar, onun gönderilişnden de Resûlüllah'ın (S.A.V.) gönderilişine kadar bu tarih devam etti. İsma-iloğullan İbrahim'in (A.S.) ateşinden Beytin (Kabe'nin) binasına ka­dar tarihi getirdiler. İbrahim ve İsmail onu bina ettiler. O zaman Bey­tin binasından tarih devam etti. Ta (Resûlüllah'ın dedesi) Muaddin zamanına kadar. Tahame'den bir kavm çıktığında onların çıkışları ta­rih başlangıcı olarak yazıldı. Ta ki Kaab bin Luvey vefat edinceye ka­dar. Onun ölümünden fil senesine kadar tarih geldi. Tarih ondan son­ra Fil Senesinden başladı. Ta ki Ömer bin Hattab (R.A.) hicretten iti­baren tarihi yazdı. Bu da hicretin 18. veya 17. senesinde oldu.»

İbni Asakir, Abdulaziz bin Umran'dan rivayet etti: «Halk durmadan bir noktayı tarih başlangıcı olarak takib edip geli­yorlardı. İlk zamanda Adem'in (A.S.) cennetten inişinden itibaren tarihi başlatmış getiriyorlardı. Bu tarih böylece ta Hz. Nuh (A.S.) gelinceye dek geldi. Nuh'un (A.S.) meşhur duasından itibaren tarih değişti. Sonra Tufandan itibaren tarihi başlattılar. Sonra İbrahim'in (A.S.) ateşinden itibaren. Sonra Beni İsmail'in (A.S.) Kabe'yi bina edilmesin­den itibaren tarih getiriliyordu. Sonra Kaab bin Luvey'in ölümünden itibaren, sonra Fil Senesinden itibaren, sonra müslümanlar Resûlül-lah'ın (S.A.V.) hicretinden itibaren hicreti tarih noktası kabul ederek devam edip geldiler.» [69]

 

Meal

 

(38) Onlara, «Hepiniz Cennet'ten ininiz. Benden size bir hidayet geldiğinde, benim hidayetime tâbi olan kimseler için,    korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmazlar.» dedik. (39) O kimseler ki, küfre sap­mışlar ve âyetlerimizi yalanlamışlardır. İşte onlar var ya; ateşin ar­kadaşları (Cehennemlikler) dırlar.    Onlar, ateşde ebedî    kalıcılardır. (40) Ey İsrailoğullan! Size verdiğim o nimetimi hatırlayınız. Ahdime vefa gösteriniz ki, sizin ahdinize vefa göstereyim. Ancak ve ancak ben­den sakınarak korkunuz!  (41) Beraberinizde bulunanı  (Tevratı)  tas­dik edici olduğu halde indirdiğime (Kur'an'a)  îman ediniz. Sakın hâ onu ilk inkâr ediciler siz olmayınız. Sakın hâ âyetlerimizle az bir nes­neyi satın almayınız. Yalnız ve sadece benden sakınınız!..  (42) Sakın hâ Hakkı bâtıl ile karıştırmayınız!  (Sakın hâ)  bildiğiniz halde hakkı gizlemeyiniz! (43) Namazı (Müslümanların namazı gibisi kasdediliyor) kılınız! Zekâtı veriniz ve rüku edicilerle beraber rükûa varınız! (44) İn­sanlara geniş hayrı emreder de nefislerinizi unutur musunuz? Halbu­ki siz Kitab'ı okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz!  (45) Sabır göster­mek ve namaz kılmakla (Allah'dan) yardım (mı) isteyiniz.    Şüphesiz ki, namaz kılmak (veya bu tarzda yardım talebi)  kalb huzuriyle iba­det yapanlar hariç herkese ağır ve zor gelen bir yüktür. (46) O ibadet yapanlar ki, Rablerine kavuşacaklarım umar ve ona döneceklerini ke­sinlikle bilirler. (47) Ey İsrail oğullan! Size vermiş olduğum o, nime­timi hatırlayınız. Ve yine hatırlayınız ki, sizi (Abâ ve ecdadınızı za­manlarındaki,) âlemlere üstün kıldım. (48) Öyle bir gün (ün hesabın) den sakınınız ki, hiç bir nefis diğer bir nefis için herhangi bir şeyi ödi-yemez. Günahkâr nefisden herhangi bir şefaat kabul edilmez. Ondan her hangi bir fidye de alınmaz. O günahkâr nefislere yardım da edil­mez. [70]

 

Tefsir

 

Bu onbir âyette sergilenen hakikatlerden bazıları şunlardır: Kâ­firlerin ebediyyen Cehennem'de kalması; Allah yardımının şartı; Kuranın para ile okunup, okunmaması; Vaz-u nasihatin şartı; Na­mazın kimlere ağır gelmemesi; İsrailoğullannm üstünlüğü meselesi; Şefaat ve Fidye meseleleri... [71]

 

Kafirin Cehennemi Daimîdir

 

(39) «O kimseler ki, Allah'ı İnkâr ettiler, O'nun âyetlerini yalanladı­lar, işte onlar var ya Cehennemliktirler. Onlar Cehennem'de ebedi ka­lıcıdırlar.»

Bu âyette bahsi geçen «ayetler» ya sadece Hz. Muhamnıed'e inen Âyetlerdir, ya da o Âyetlerle beraber aklen Allah'ın varlığına de­lâlet eden kevnî (evrensel) âyetleri de kapsar.

«haşevîyye» taifesi, Hz. Adem'in bu kıssasından Peygamberle­rin (Aleyhimüs-Selâm) masum olmadıklarını çıkarmışlardır. Delilleri bir kaç tanedir:

1) Adem (A.S.) Peygamber olduğu halde, yasağı çiğnedi. Hal­buki, çiğniyen günahkârdır.

2) Adem yasağı çiğnemesinden ötürü zalimlerden oldu. Zalim İse mel'ûndur. Çünkü Allah  (C.C.) «Dikkat edilsin! Allah'ın Laneti zalimlerin üzerindeir.» [Hûd: 18] dedi.

3 Allah, Adem için «İsyan etti ve sapıttı» dedi. «Adem Rabbine isyan etti ve sapıttı.» [Taha: 121]

4) Allah, Adem'e, tevbe etmesini telkin etti. Tevbe ise, günâh-dan dönmek ve pişman olmaktır.

5) Adem'in «Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı zarar edici olur­dum» diye itiraf etmesidir.  «Eğer bizi affetmezsen ve bize merhamet etmezsen, kesiklikle zarar edenlerden oluruz!» [Araf: 23] Zarar eden ise, büyük günâh sahibidir.

6) Eğer Adem (A.S.) günâh işlemeseydi başına bu hâl gelmezdi! Heşevî'lere Ehl-i Sünnet'in Cevabları:

1) Adem günâh işlediğinde Peygamber değildi. Aksini iddia eden isbâta mecburdur.

2) Ağaçtan yemeyiniz yasağı, tenzîhidir. Buna rağmen bu ya­sağı çiğniyen Adem'e zâlim ve zarar edici denmesinin nedeni, nefsine zulmedip kendisi için en elverişliyi terketmesi sebebiyledir!

3) Adem'e isyan ve sapıklığın nisbet edilmesinin ne demek oldu­ğunu ilerideki özel bahsinde gelecektir (yâni «kaymak» manâsındadır.)

4) Tevbe etmeye çağrılması, kaçırdığı kemalâtm telâfisi içindir.

5) Başından geçen macera da, en uygunu terk etmesinden ileri geldi. Daha Adem yaratılmazdan önce, onun   hakkında Allah'ın me­leklere söylediğini yerine getirmek için oldu.

6) Yasak ağaçdan yemesi, unutmanın neticesi idi.   Kasden de­ğildi. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an'ında «Unuttu ve onun için bir azim bulmadık.» dedi.   Fakat unutkanlık nedenlerinden kendisini koruma­dığından azarlandı. Zira ümid edilir ki, unutkanlığın cezası ve kınan­ması ümmetten kaldırılmıştır. Amma Peygamberlerden    kaldırılma­mıştır.  Çünkü Peygamberlerin sânı yücedir.  Bu hususu   Kâinât'm Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) şöyle dile getirmiştir:

«Belâ yönünden insanların en sıkıntı çekeni Peygamberlerdir. Sonra Allah'ın velî kullarıdır. Sonra en yakını onlar, sonra da en ya­kını olanlardır!»

7) Veya yasak ağaçtan yemesi, onun başına şunlan getirdi de­mek, onu kınamak için değil, onun bu fiili ilerde yapılırsa bu türlü bir cezalandırmaya sebeb olur demektir.

8) Hz. Adem yanlış bir ictihaddan ötürü o ağaçtan yedi. Zira o zannederdi ki, «Şu ağaçtan yemeyiniz» demekle belli bir ağaçtan sa­kındırıldı. Onun bütün türünden değil!. Halbuki Allah, (C.C.) o ağa­cın türünü kasdetmişti.

9) Adem (A.S.)'ın başından geçenler,    yanlışın korkunçluğunu evlâdlanna öğretmek içindir. Tâ ki, sakınsınlar! Ve saire...

«O kimseler ki, kâfir olup âyetlerimizi yalanladılar!..» Âyeti celi-lesi kâfirlerin hiç çıkmaz bir şekilde Cehennem'de kalacaklarım haber veriyor.

Cennet'in de Cehennem'in de hayatları sonsuz ve ölümsüzdür.

Cennet'in yaratılmış olduğunu, yüce bir cihette bulunduğunu ifâ­de eden bu Âyeti Celile tevbenin makbul olduğunu da bildirir.

Hidayete tabî olanın sonucu emniyetlidir. Ateş azabının dâimîliği, ateşe düşenlerden ancak mutlak mânâda inkâra kaçan kâfirlerin üze­rinedir.

(40) «Ey İsrailoğullan!..»

Rabbimiz tevhidin, peygamberliğin ve hâşrin delillerini belirttik­ten sonra genel nimetleri saydı. Zira bütün bunlar, kuvvetli olaylar­dır. Yaratan, tedbir eden ve hikmet sahibi bir mucidin varlığına delâ­let ederler. Bu deliller, daha önce gelmiş kitablan öğrenmemiş ve mü­talâa etmemiş bir zattan o kitablarda olduğu gibi gelmesi, muhak­kak ki, gayibden haber vermeye delâlet eder ve Mu'cizedir. Bu, haberi getiren zâtın Peygamberliğini doğrular. Bütün bunları sergiledikten sonra Rabbimiz, İsrailoğullarmın âlim ve kitaba tabî olan kimselerine hitab ederek, tâ Cedleri Hz. Yakub'un (A.S.) zamanından beri vermiş olduğu nimetlerini hatırlamalarını, ve Allah'a verdikleri âhidlerini (sözlerini) yerine getirmelerini istedi. Hüccet ve Burhanlara gözlerini açıp daha önceki Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e ilk îman edenler olmalarını istedi: «Ey İsrailoğullan!..»

İsrail Hz. Yakub'un lâkabıdır. İbranicedir. Manâsı, Allah'ın kulu demektir. [72]

 

İlâhî Yardımın Şartı

 

«Size verdiğim nimetimi hatırlayınız!»

Bu hatırlamadan maksad-ı ilâhîsi, nimetlerin manevî listesini akıldan geçirmeleridir. Tâ Mısır'da Firavun zamanında abâ ve ecdad-larınızın maruz kaldıkları felâketlerden tutunuz Babil Hükümdarının istilâsına, Bizanslıların yağmasına dek başınıza gelenleri kaldırıp size yeniden hayat veren, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. îsa gibi nice Peygamberi size gönderen Allah'ın bu nimetlerini hatırlayınız O'nun en son Peygamberini yalanlamayınız!.. [73]

 

Allah'ın Ve İnsanların Ahdî

 

(40) «Benim ahidimi yerine getiriniz ki, ben de sizin   ahdinizi yerine getireyim!.»

Allah'a (C.C.) verilen ahid, îman etmek ve kulluk yapmaktır. İnsanlara Allah tarafından verilen ahid îman ve taatlan yerine ge­tirdikleri takdirde onlara bol bol sevab vermesidir.

Allah, aklî delilleri yaratmak, Kitablan indirmek ve Peygamber­leri göndermek suretiyle insanlardan îman edeceklerine ve sâlih amel işliyeceklerine dair zimnen söz almıştır. Dolayısıyle onlara bol sevab vereceğine dair söz vermiştir. Bu iki ahdin yerine getirilmesi için ge­niş bir saha vardır. Binaenaleyh biz insanların bu sözü yerine getirme­miz için ilk mertebe «şehadetin ikî cümlesini» yerine getir­mektir. (Eşhedü en-lâ ilahe îllellah ve Eşhedü Enne Muham-meder-Resûlullah) «Manâsı: (Tanıklık ve şahidlik ederim ki, Allah'-dan başka hak Ma'bud (Tanrı) yoktur. Ve yine şahidlik ederim ki, Hz. Muhammed Mustafa Allah'ın elçisidir.)

Allah tarafından ilk mertebe; şehadet cümlesine karşılık, kişinin kanını ve mallarını korumasıdır. Bu mertebelerin en sonuncusu, bi­zim için tevhid denizine dalmaktır. Değil başkasından kendi nefsi­mizden dahî vazgeçercesine dalmaktır. Bu mertebeye karşı Cenab-ı Hakk'ın ahdi, sonsuz mükâfatını nasib etmesidir.

Îbnu-Abbas (R.A.) «Hz. Muhammed'in getirdiğine tabî olmak su­retiyle ahdimi yerine getiriniz ki, sizden bukağı ve günâhın ağır yü­künü kaldırmak suretiyle ahdinizi yerine getireyim!» dedi.

Başka bir tefsir âlimi «Farzları yerine getirmek ve büyük günâh­ları terketmek suretiyle ahdimi yerine getiriniz ki, affetmek, ve bol se­vap vermek suretiyle sizin ahdinizi yerine getireyim» dedi.

Başka bir tefsir de,   «Doğru yol üzerinde bulun makda devam etmek suretiyle ahdimi gözetiniz ki, nimet vermek ve şereflendirmekte daimi kılmak suretiyle ahdinizi gözeteyim!» şeklindedir.

Eğer bir şeyden korkunuz varsa, Ben'im kahrımdan korkunuz de­mek olan «Ancak ve ancak Ben'den korkunuz!» Âyeti Celîlesi, hem va'd, hem de vâid (hem Müjde hem de Tehdid) manâsım içermek­tedir. Nimete karşı şükretmenin, «ahd-u peymanı» yerine getirmenin farz olduğunu ve Mü'minin Allah'dan başka kimseden korkmaması­nın gerekliliğini ilân eder! [74]

 

Kur'an Para Karşılığı Okunur Mu?

 

«Ey İsrail oğullan, sizin elinizde bulunan tevrat'ın içindeki, tahrif edilmemiş hükümleri tasdik eden Kur'an'a îman ediniz!»

Kur'an'ı Kerim'in o, ilâhî Kitablan tasdiklemesi, yâ; onlarda bu­lunan son.Kitabın vasıflarına uygun olması bakımındandır, ya da içindeki kıssalar, va'dler, tevhide çağırmalar, ibadeti emretmeler, in­sanlar arasında adaletle hükmetmeye davet etmeler ve günâhlardan kaçınmaya çağırmalar gibi hususlarda onlarla mutabık ve aynı çizgi üzerinde bulunması bakımındandır. Yahut daha önceki Kitablarda olduğu gibi Kur'an-ı Kerîm'de de zamanın maslahatları gözetilerek daha önceki hükümlerin bir kısmında tadîlat yapılmış ve muhatabla-rın durumu gözetilmiştir. Öyle ki, eğer daha önceki Kitab sonra gelen Kitab'ın yerine gelmiş olsaydı, muhakkak onda da aynı değişiklikler söz konusu olurdu. Bundan ötürüdür ki, Hz. Muhammed Mustafa (S. A.V.) buyurmuştur;

«Eğer Musa diri olsaydı, bana tabî olmaktan başka çâresi ol­mazdı.»

Rabbimiz, eski Kitablar'a tabî olmanın Kur'an'a îman etmeye ters düşmezliğine dikkati çekti. Hatta o Kitablar'a tabî olmak Kur'an'a îman etmeyi gerektirir!..

Kendilerine verilen ilim sayesinde düşünüp Hz. Muhammed'in Peygamberliğini ve Kur'an'm Kudsiyetini kabul edip îman etmeleri lâzım olduğundan «Salan hâ Kur'an'a ilk cebhe alan ve inkâr eden olmayınız!.» dedi.

Tevrat'ta olsun, İncil'de olsun Hz. Muhammed'in gelmesi müjde-lenmektedir. Bu müjdeyi okuyanlar müjdeleneni bağırlarına basmalı ve başlarına taç yapmalıdır. Ona inen Kitaba bütün samîmiyetleriyle bağlanmalıdır.

Eğer, «Ehli Kitabdan daha önce Arap müşrikleri Kur'an'ı yalanla­dılar o halde Kitab ehli nasıl ilk inkâr ediciler olurlar?» denilirse, ce­vap «Rabbimiz ehli Kitabın dikkatini çekiyor. Böyle olmayın diyor; il­le öylesiniz demek istemiyor. Veya Kitap ehlinden ilk inkâr eden ol­mayınız!» demektir. Zira Kur'an'ı inkâr eden, dolayısıyla Kur'an'm doğruladığı Semavî Kitablar'ı da inkâr etmiş olur.

(41) «Sakın, sakın Âyetlerimi az bir fiatla satmayınız!»

Bu Âyeti Celîle, umumî bir hüküm getirdi. Muhtemel ki, «Al­lah'ın Âyetlerini geçici dünyâ için inkâr etmeyiniz ve saklamayınız. Hakikatları, açığa vurunuz!)? demek istendi ve yine muhtemel ki: «Pa­ra - pul karşılığı Kur'an'ı okumayınız. Zira Kur'an'ı hatmetme karşı­lığı olarak ne kadar dünyalık almış olsanız da Kur'an'a göre az oldu­ğu için onu az bir fiata satmayınız!)) demek istendi. Nitekim Hanefî Mezhebi'nin aslında Kur'an para ile okunmaz. Para karşılığı Kur'an okumak ancak Şafiî Mezhebi'nde vardır. Hanefüerden de son gelen alimler «para ile Kur'an okunur.» demişlerdir. Delilleri «Şübhesiz ki, sizin karşılığında ücret aldığınız en güzel şey Allah'ın Kelâmı (Kur'­an) dır.» Hadisi olmuştur.

Beyzavî «Allah'ın Âyetlerine îman edip onlara tabî olmayı dünya lezzetleriyle değiştirmeyiniz. Aldığınız dünyalık ne kadar fazla olursa da, elden kaçırdığınıza nisbet edilirse az ve hakir kalır.» demiştir.

İsrailoğullarının âlimleri Yahudî Milletinin başları idiler. Belli makam ve çıkarları vardı. Zaman zaman hediyeler alırlardı. Eğer Re-sûlüllah'a îman ederlerse, bütün bu çıkarlardan mahrum kalacakla­rından korkarlardı. Bu yüzden Dünyâyı Âhirete tercih ettiler. Küfre, îmanı feda ediverdiler! Rüşvet alıp Hakkı tahrif ettikleri de tesbit edi­len anormal hareketlerinin meyamnda yer aldı!..

îmanla, hakka tabî olmakla, ve Dünyaya gönlünü tamamen kap­tırmamak suretiyle «Ancak ve ancak benden (azabımdan) sakınınız!..» emrine uyulmuş olur.

Kitabehli, Peygamberlerin üzerine inen Hakk'ı kendi kendilerine uydurdukları bâtıla karıştırıp hepsi Allah'dan gelmiş gibi (!) topluma takdim ederlerdi. Katıksız Hakikati gizlerlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ, «Sakın hâ! Hakkı bâtıla karıştırmayınız ve bildiğiniz halde hakkı gizlemeyiniz!» buyurdu.

Bir insan, bilerek Hakk'ı inkâr eder veya bâtıl ile karıştırırsa, da­ha çirkin bir harekette bulunmuş ve uğrayacağı azabı daha da şid­detlendirmiş olur! Cahil ise, bazen ma'zur sayılabilir. Zira ilmiyle amel etmiyen âlim, puta tapandan daha önce azaba tutulacaktır.

Kitabehline önce islâm'm, esaslarını emrettikten sonra Allah te­ferruatları emretmeye başladı: «Namazı kılınız ve zekâtı veriniz!» Na­mazdan maksad, Müslümanların namazı; zekâttan murad da İslâm-daki zekâttır. Zira Müslümanlıkta olan namaz ve zekât tarzında ol­mayan namaz ve zekât, sanki yokmuş gibidir.

Bu Âyeti celîle, kâfirlerin de İslâm'ın hükümleriyle mükellef ol­duklarına delâlet eder!.. İslâmda cemaatle kılman namazın önemini belirtmek maksadıyla «Rükua varanlarla beraber rükua' varınız!.,» den­di. Çünkü cemaatla edâ edilen namaz, tek başına kılman namazdan yirmi yedi derece üstündür. Zira cemaatla yardımlaşma ve birleşme vardır. Yahudilerin namazından sakındırmak için Namaz yerinde «Rü­kû'» tâbiri kullanılmıştır. [75]

 

Va'zın Yararlı Olmasının Şartı:

 

 (44) Nasihatinin faydalı olmasını istersen, önce dediğini tatbik et. Böylece daha tesirli olur. «Siz insanlara BİRft'i emreder de nefislerini­zi unutur musunuz?»

Bu hitab, söylediğini yaşamıyanlara ilâhî bir kınamadır, uyan­dır. Hallerine hayret etmektir. «birr»'in lügat manâsı, geniş çöl de­mektir. Istılahı manâsı; hayır sahasında genişlemek demektir. Bütün hayır çeşitleri manâya dahildir. Bundan ötürü de «birr» üç çeşide ayrılmıştır: a) Allah'ın ibadetinde birr, b) Akrabaların hukukunu gözetmekte birr, d) Yabancılarla muamelede birr'dir.

İbnu-Abbas'a (R.A.) göre, bu Âyeti celîle Medine'deki Yahudi hahamları hakkında nazil olmuştur. Onlar gizlice halka «Resûlüllah'a îman ediniz» diye nasihat ederlerdi. Fakat kendileri bir türlü bu işe yanaşmazlardı!..

Halka «sadaka verin» derlerdi. Kendileri vermezlerdi. Rabbimiz, onları susturmak maksadıyla «Halbuki, siz Kitabı okuyorsunuz» dedi. Onlar Tevrat'ı okuyup dururlardı. Orada, yazılı olan inatçılığın cezası­nı, iyiliğin karşılığı olan sevabı ve söz ile özün birbirine uymamasının kötü sonuçlarını da görüyorlardı. «Acaba yaptığınızın çirkinliğini hiç düşünmez misiniz!» Eğer azıcık düşünceniz olursa, bu durumlara düşmemeniz gerekirdi. Acaba yaptığınızın korkunç neticelerinden sizi alakoyacak bir aklınız yok mudur? [76]

 

Akıl Nedir?

 

Akü, aslında hapsetmek demektir. İnsanî idraka, isim olarak ve­rilmiştir. Çünkü o idrak, insanoğlunu yakışık almaz şeylerden alako-yar, zabtu-rabt altına alır, kötülüklerden meneder.

Âyeti Celîle, başkasına vaz-u nasihat edip dediklerini nefsinde tatbik etmiyenin korkunç sonuna dikkati çekmektedir. Bu arada nefsin çirkinliğini de gözönüne sermektedir: Onun yaptığı, ya Allah Nizamı'-ru bilmiyen cahilin yaptığıdır veya akıldan nasibi olmayan ahmağın yaptığıdır!.

Bu Âyetten maksad, vâiz'in nefsini mükemmel ve tertemiz edip, kâmil bir ruhla başkasını kemâle erdirme çabasına yönelmeye davet­tir. «Fâsık olan, başkasına vaz-u nasihat etmesin.» diye değildir. Çün­kü hakikati yaşamak bir şeydir, haykırmak ayrı bir şey. İkisi de in­sanoğluna farzdır. İki farzdan birini terketmek öbürünü terketmeyi gerektirmez. Mum, kendisini yakar, fakat başkasına da ışık verir. «Ya-şamiyan konuşmasın!» sözü, konuşana yaşamaya davettir. Teşvik ve Terğibdir. Hz. Muhammed'den (S.A.V.) sonra Peygamber gelmiyecek-tir.

Tamamı elde edilmiyen, tamamen terk edilmez! Az, hiçden iyi* var, yoktan üstündür ve en önemlisi vardır.

Rabbimiz, Kitabehlinin âlimlerini nefislerine ağır gelen tekliflerle karşı karşıya bıraktığı için, onlara yardım kaynağını ve oraya vardı­ran yolu göstererek buyurdu: «Sabır ve namazla yardım isteyiniz!» Yâni, ihtiyaç ve isteklerinizin verilmesini Allah'dan dileyiniz. Bu iste­ğe götüren yol, Allah'a yaslanıp sabretmek ve ibâdetlerin bir nevî fih­risti olan namazı kılmaktır. [77]

 

Sabır Nedir?

 

Sabr, tınmadan, yılmadan güzel neticeyi beklemektir. Sabr ayni zamanda oruç manâsında da kullanılır. Çünkü oruçta iftar ettirici maddelere sabretmek vardır. Aynı zamanda oruç, nefsin tasfiyesine de yol açar.

Namazda nefsî ve bedenî ibadetlerin çeşitleri olan, taharet, avret mahallini örtmek, bunların ikisini yerine getirmek için malın sarfe-dilmesi, kabe'ye yönelmek, ibâdetin icrası için beklemek, azalarda sükûnetin belirtilmesi, katıksız kalb ile niyet getirilmesi, Şeytan ile manen çihad etmek Hak Tealâya yalvarmak, Kur'an okumak, Şeha-det kelimelerini söylemek ve nefsini, hoşuna gidenlerden menetmek gibi hasletler vardır. Bütün bunları, maksadına varmak ve musibet­leri savmak için yapar. Nitekim rivayet edilir ki: «Allah'ın Resûlü'nü üzen bir durum başgösterdiğinde hemen namaza baş vururdu.»

Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Dünyânızdan bana üç şey sevdirildi: a) Güzel koku, b) Helâlinden evlenmek ve c) Gözümün nuru namaz­dadır.» «Ey Bilâl! Bizi namaza davet etmekle sevindir.» buyurmuştur.

Muhtemel ki, Âyette bahsi geçen «salat» dua manâsında olsun! [78]

 

Namaz Kimlere Ağir Gelir

 

(45) «Şübhesiz ki, namaz ancak    Allah'dan korkanlar    hâriç herkese ağır gelir.»

Namaz, ancak Allah'dan korkan, onun Tevhid denizine dalan, Takva makamına merdiven dayayan ve kendisini tamamen Hakk'a adayan kimseye ağır gelmez!

İhtimal vardır ki, «H» zamiri namaz ve sabır vasıtasıyle istenen yardıma raci' olsun. Bu takdirde âyetin manâsı, «Şübhesiz ki, bu tür yardımı istemek ancak Allah'dan korkanlara ağır gelmez!»

Zira bu tür yardım, manen ve maddeten çalışmayı ve nefse ağır gelen yüklerin altına girmeyi gerektirir. Bu ağırlığa ancak Tevhid ehli dayanır. Nitekim Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.» buyurmuştur!

«Müslüman ile inkarcının arasındaki fark, namazın terkidir!»

«Namaz dinin direğidir. Onu edâ eden dinini ayakta tutmuştur. Onu terkeden dini (sarayını direksiz bırakmış olur ve dolayısiyle) yık­mıştır.»

«Müslüman ile Müslüman olmayanın farkı namazdır!» Hadîsleri bize namazın kime ağır gelmediği hususunda açık bir fikir vermekte­dir.

(46) «O, Allah'dan korkanlar ki; Rablerine kavuşacaklarını umarlar ve kesinlikle ona döneceklerini bilirler!»

Yâni, Allah'ın katındaki nimetlere kavuşmalarını ümit ederler. Zanlan budur. Hüsnüzan ederler! Ümid ile korku arasında yaşarlar. Zira ümidsizlik de azabtan emin olmak da küfürdür. Haşr olacakları­nı kesinlikle bilirler ve ona göre ibadetlerin ağırlıklarına göğüs gerer­ler. Başkasına ağır gelen ibadetin bu gibilere ağır gelmeyişinin sebe­bi, şu olsa gerek: Nefisleri bu ağırlıkları çekmeye alışkındır. Bu güç­lüklerin karşılığında onları kolaylaştıran büyük lütûflan beklemeyi kendilerine âdet edinmişlerdir. Gelecek nimetin tasavvuru bile, onlara, çektiklerini kolaylaştırır ve lezzete çevirir! Allah Resulünün, «Gözü­mün nuru namazdadır» sözü, bu duyuşun bir ifadesidir.[79]

 

İsrailoğullabının Üstünlük Meselesi

 

İsrail, daha önce geçtiği gibi Hz. Yâkup (A.S.)'ın lâkabıdır. İsra-iloğullan diye onun soyundan gelenlere denir. Kur'an'ı Kerîm'e mu-hatab olan, Medine, Hayber, Fedek ve o civardaki Yahudiler Hz. Yâ-kub'un soyundan gelenlerdi.

Safiye validemiz, «Kumalarım bana, «Ey Yahudi kızı!» diye ta'n ederler» diye şikâyet edince, Allah'ın Resulü (S.A.V.) teselli olması için, «De ki, «ben Hz. Yâkub'un, Hz. Musa ve Hz. Harun'un torunu­yum!» buyurdu.» Bu sözleriyle Resûlüllah, o yöredeki Yahudilerin Yâ-kub evlâdından olduklarını da aynı zamanda tayin buyurdu!..

(47) «Ey İsrail oğullan, size olan   nimetimi ve kesinlikle sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayınız!.»

Yâni, hatırlayınız ki, Musa (aleyhis-selâm) zamanındaki ecdadınızı o, zamanın insanlarına üstün kıldım. Çünkü onlar, zamanın peygam­berine inanmışlardı. Dolayısiyle sahabî olmuşlardı. Ashabın, ashab ol­mayandan daha üstün olduğu muhakkaktır. Hatta iman edenin, in­kâra sapanlardan üstünlüğü su götürmez bir gerçektir. Bu durumla­rı, Allah'dan kendilerine indirilen ilim, îman ve sâlih amel gibi ni­metleri değiştirdikleri zamana kadar devam etti. Allahu-Tealâ onların ecdadını âdil hükümdar ve Peygamber kıldı. Fakat bunları hatırladı­lar mı? Ne yazık ki, hayır.

Âyeti Celîle'de, İsrailoğullannın mutlak ve her zamanda âlemler­den üstün olacaklarına dair bir delil yoktur. Allah-u Tealâ mazı sığa­sı

sim (geçmiş zamana delâlet eden kelimeyi) kullanmıştır. Yâni, geç­miş zamanda ecdadlannızı o zamandakilere üstün kıldık demek iste­miştir. [80]

 

Şefaat Ve Fîdye Meselesi

 

Şefaat ancak Allah'ın izniyle mümkün olur. Şefaatin, Peygamber­ler, âlimler, şehidler tarafından yapıldığına dair rivayetler vardır. Al­lah'ın Resulü (S.A.V.) «Benim şefaatim ümmetimden büyük günâhlar işliyenlere vardır!..» buyurdu

Evet Resûlüllah'ın ümmeti olarak ölenler îmanla gittikleri için Allah'ın şahane affına mazhar olmaları Resûlüllah'ın Şefaat-i Kübrâ-siyle oluşur..

Ancak şefaat, kâfir olarak ölenler için yoktur. Kâfirin babası Pey­gamber de olsa onun için şefaat bahis konusu olamaz. Kenan için Hz. Nuh şefaat edemez. Azer için İbrahim  (A.S.)'ın şefaati bahis konusu olamaz. Acaba Hz. Muhammed Mustafa  (S.A.V.)  Ebu-Leheb için şe­faat eder mi?

Müslüman gurublardan Mu'tezileler «Kebair (büyük) günâhların sahihleri için şefaat edilemez» dediler ve delil olarak burada tefsir et­meye çalıştığımız Âyetleri gösterdiler. Fakat sünnet ehli, Mu'tezileye cevab olarak, «Bu Âyetler kâfirler hakkında varid olmuştur. Bu du­rum, Şefaat hakkında nazil olan diğer Âyet ve rivayet edilen Hadîsler­den de anlaşılmaktadır.» dediler. Bu Âyetlerin muhatablannın ilkinin kâfirler olması da bu durumu teyid eder. Bir de Âyetin sebebi nüzulü Yahudilerin, «Bizim abâ-ve ecdadlanmız, bizim için şefaatedecekler-dir.» sözleridir.

(48) «Bir nefsin diğer bir nefis için bir şey ödemediği, o, nefisden şe­faat kabul olunmadığı ve fidye alınmadığı ve onlara yardım edilmedi­ği günden sakmımz!.»

Böyle bir günün dehşetinden sakınmak, dünyâda Allah'ın Kita-bı'na uymak, Peygamberinin izinden gitmek, ve o kitapta bulunan ah­kâmı nefsinde tatbik etmekle mümkündür.

«Hiç bir nefsin, diğer bir nefsin yükünü taşımadığı!.» tabiriyle Rabbimiz, bu tür ümid besliyenlerin ümidlerinin tamamen boş oldu­ğunu vurgulamaktadır. Kâfir bir nefis sahibi için, bütün dünyâ fidye olarak verilse de kabul olunmayacaktır. Onları Allah'ın azabından îmanları dışında hiç kimse kurtaramayacaktır. [81]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

{Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(38) «Biz onlara  Hepiniz Cennetten inin. Benden size bir hidayet gelince (biliniz ki) kim ki hidayetime tabi' olursa onların üzerinde asla korku yoktur. Onlar mahzun da olamazlar...»

Bu âyetin tefsiri selefden şöyle gelmiştir:

Abd. b. Humeyd, İbni-Cerir ve İbnül-Munzir ve İbni-Ebi Hatim İb-ni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Cennetten atılanlar; Adem, Havva İblis ve yılandır.»

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Allah'dan gelen Hidayet, Peygamberler, Resuller ve açıklamaktır.»

İbni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyr'den: «Onların üzerinde korku yok­tur - yani ahirette!.. Üzülmezler yani ölüm için...» (40) «Ey tsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi hatırlayınız.»

Selef bu âyeti şu şekilde tefsir etmişlerdir: İbnul-Enbarî «Nimetimi hatırlayınız ve şükrediniz»

İsrailoğullanna verilen ilâhi nimetin bir kısmı şunlardır: «On­lardan peygamberler gönderildi. Onlara Kitab geldi. Onlara kudret helvası ve bıldırcın kuşları verildi. Taştan su akıttı, Firavundan kur­tuldular.»

Bu âyetteki «ahid»den maksad, Tevrat'ta belirtilen Hz. Mu-hammed'e  (S.A.V.) ittiba etmektir dedi Zeccac...

Bazıları «Farzları edâ etmektir» dedi.

İbnul-Munzir Mucâhid'ten «Allah'ın (C.C.) Ahdi; El-Maide sûre­sinde bahsi geçen ilâhî misaktır.» diye rivayet etti.

Abd b. Humeyd «Allah'ın Ahdi farzlardır. Onları yerine getiriniz size vadettiğimi yerine getireyim demektim dedi.

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den «Ancak benden rahbet ediniz yani kor­kunuz.»

İbni-Cerir Mucahid'den(41 «İndirdiğime iman ediniz yani Kur'an'a iman ediniz. O sizin beraberindekini tasdikleyicidir. Yani Tevrat'ı tas-dik eder. «Onu ilk inkâr eden olmayınız» yani Kur'an'ı ilk inkâr eden kâfir siz olmayınız.»

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Ey Kitablılar! Muham-med'e indirdiğime iman ediniz ve katınızda bulunanı tasdik edici ola­rak yapınız. Çünkü onlar katlarında bulunan Tevrat ve İncil'de Onun yazılı oldğunu görüyorlardı. Muhammed'i ilk inkâr edenler olmayınız. «Âyetlerimi satmayınız» Onların karşılığında ücret almayınız.»

Onlara inen ilk Kitabda şunlar yazılıdır: «Ey Adem! Mecanen öğ­rendiğin gibi mecanen öğret.»

Ebu-Şeyh Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Öğrettiğinin karşısında herhangi bir ücret alma! Alimlerin, Hekimlerin ve Halimlerin ücretini ancak Allah verir.»

İbni Cerir Îbni-Abbas'dan «Hakkı batıla karıştırmayınız. Doğru­yu yalana karıştırmayınız, doğruyu gizlemeyiniz. Oysa siz, Muham-med'in Allah'ın Resulü olduğunu biliyorsunuz.»

Abd b. Humeyd-Kattade'den: «Yahudiliği ve Hıristiyanlığı getirip Hak olan tslâmiyete karıştırmayınız. «Bile bile gizlemeyiniz» Yani Mu-hammed'in Allah Resulü ve hak olduğunu bildiğiniz ve yanınızda Tev­rat ve İncil'de yazılı olduğu halde gizlemeyiniz.»

İbni-Cerir Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet etti: «Hak Tevrat'tır. Batıl ise, onların elleriyle (katıb) yazdığıdır.» Yani yaptık­ları tahrifattır.

(43) «Namazı kılınız. Zekâtı veriniz ve rükû    edenlerle beraber rükû ediniz...»

Bu âyetin tefsiri selef den şöyle geldi:

İbni-Ebi-Hâtim Mucahid'den «Rükû ediniz yani Namaz kılınız.»

İbni Ebi-Hâtim Mukatü'den «Rükû edenlerle rükûa varınız, yani Ümmeti Muhammed'le beraber rükûa varınız. Yani onlardan olunuz ve onlarla beraber olunuz.»

(44) Abd. b. Hümeyd Kattade'den «İnsanlara iyilik emreder de kendi­nizi unutur musunuz? Bunlar Kitab ehlidirler. Halka iyiliği emreder­lerdi.   Nefislerini unuturlardı.  Kitab okurlardı. İçindekiyle  yararlan­mazlardı.»

Es-Salebî ve el-Vahidî İbni-Abbas'dan rivayet ettiler «Bu âyet Me-dine'li Yahudiler hakkında indi. Onlardan her kişi dünürüne, akraba­sına süt bağı olan müslümanlara «üzerinde bulunduğun dinde dur. Hz. Muhammed'i (S.A.V.) kasdederek; bu kişi sana neyi emrederse tut. Çünkü onun emri haktır» derlerdi. Halka bunları emrederlerdi. Fakat kendileri yapmazdı.»

İbni Cerir İbni-Abbas'dan «birr'den maksad, Muhammed'in di­nine girmeyi emretmektir.» diye rivayet etti.

Îbni-İshak, İbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Sizler (Ey Kitablılar) katınızda bulunan Peygamberlik ve Tevrat'tan olan ahdi inkâr etmekten men edersiniz.   Oysa   Tevrat'ta Peygamberlerimi tasdik   ediniz diye   sizden söz aldığım o ahdi inkâr edersiniz!.»

Abdurrezzak, Îbni-Ebi-Şeybe, İbni-Cerir ve el-Beyhakî Ebu-Der-da'dan «Kişi Allah'dan ötürü halkdan buğz etmenin ne denluluğunu tam kavramadıktan sonra nefsine dönüş yapar ondan daha fazla buğz eder.»

İmam Ahmed, İbni-Hibban ve el-Beyhekî Enes'den rivayet ettiler: «Allah'ın Resulü: «Isrâ gecesinde bazı kimseleri gördüm ki, ateşten ya­pılan makaslarla dudakları kesilip dururdu. Dudakları her kesildikçe tekrar biter tekrar kesilirdi!

Cebrail'den (A.S.) sordum:

  Bunlar kimlerdir?

  Bunlar ümmetinden olan bir gurub vaizler ve hatiplerdir. Hal­ka iyiliği emrederlerdi. Kitabı okudukları halde nefislerini unuturlar­dı.»

Sahiheyn (Buhari ve Müslim) de Üsame b. Zeyd'den gelmiştir: «Kıyamette kişi getirilir ve ateşe atılır. Sarsakları onunla patlar. Mer­kebin değirmenin etrafında dolaşıp durduğu gibi o da o dökülen bar-saklannın etrafında dolaşır, durur. Onun etrafında ateş ehli dönüp duruyorlar. Ona (adım anarak) «Ey filân! Sana ne oldu? Başına gelen nedir? Sen bizlere marufu (iyiliği) emretmez miydin? Bizi münker (kötülük) den sakındırmaz miydin?» O, «Evet size iyiliği emrederdim fakat kendim yapmıyordum. Sizi kötülükten sakmdırırdım fakat ken­dim onu yapardım» der.»

Bu konuda, bir dizi Hadîsi şerifler vardır, hepsinin ifade ettikleri manâ şudur:

«Cennetten bir gurup Cehennem ehline bakarak sorarlar: «Siz neyle ateşe girdiniz? Halbuki bizler sizin dünyâdaki vazu - nasihatiniz sayesinde ve öğrettiğinizin bereketiyle Cenneti kazandık!..»

Cehennemliler:

«Bizler sizlere emrederdik. Fakat kendimiz yapmazdık...» diye ce-vab verirler.»

Taberanî ve Hatib el-îsfehanî Cündüp b. Abdullah'dan rivayet et­tiler: «Allah'ın Resulü (S.A.V.); halka hayrı öğretip kendisi hayrı işlemiyen âlimin meselesi, halka ışık   veren ve nur saçan ve kendini ya­kan lâmba meselesine benzer!..» buyurdu.

İbni-Sad, İbni Ebi-Şeybe ve Ahmed Ebi-Derda (R.A.)'dan:

«Eğer dileseydi öğrenebilirdi    (ve fakat öğrenmiyen) âlim kişiye,

bir defa veyl (azab) olsun öğrenmiş ve fakat yapmamış âlime yedi

defa veyl olsun...»

İbni-Merduyeh; Beyhekî ve İbnİ-Âsakir'in Îbni-Abbas'dan şu riva­yet ettikleri ne güzeldir: «Biri geldi, Ey İbni-Abbas! Ben emri bil ma-ruû ile Nehyı âni Münkeri yapmak istiyorum» diye sordu.

— Îbni-Abbas: Oraya vardın mı?

— Kişi: Umarım!

  Îbni-Abbas:    Eğer Allah'ın Kitabında üç harfle rezil olmaktan çekinmiyorsan yap.

— Kişi: O, üç harf nelerdir?

  İbni-Abbas: Biri Cenabı Hakkın «Acaba halka iyiliği yapar da nefislerinizi unutur musunuz!...» sözüdür. Acaba bu âyetin muhteva­sını güzelce tatbik ettin mi?

— Kişi: Hayır.

  İbni-Abbas: İkinci harf Cenabı Hakkın: «Niçin yapmadığınızı söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi   söylemeniz,   Allah katında gazab bakımından büyüdü.» (Saf: 2-3) sözüdür. Acaba bunu muhkemce yap­tın mı?

  Kişi: Hayır!

— Îbni-Abbas: Üçüncü harf: Salih Kul Hz. Şuayib (A.S.)'ın sözü­dür: Ben size yasakladığım şeylerde size aykırı düşmek istemiyorum» (Hud: 88). Acaba bunu muhkemce tatbik ettin mi?

  Kişi: Hayır.

  İbni-Abbas: O halde nefsinden başla» dedi. Yani daha emri bil maruf yapmaya elverişli değilsin...

(45) «Sabır ve namazla Allah'dan yardım isteyiniz..»

Bu âyetin tefsiri hakkında selef şunları söyledi:

Abd b. Hümeyd Kattade'den rivayet etti:

«Namaz ile sabk Allah'dan gelen iki yardımdırlar. Öyle ise siz­lerde onların ikisinden yardım talebinde bulununuz.»

Îbni-Ebi-Dünyâ Sabır Kitabında, Ebu-Şeyh Seyab'da ve Deylemî «el-Firdevs»inde Hz. Ali'den o da Resûlüllah'dan (S.A.V.) dinledi:

«Sabr üç çeşittir: a) Musibet üzerinde sabırdır.

b) Taat üzerinde sabırdır.

c) Masiyet üzerinde sabırdır.»

Ahmed, Ebu-Davud ve İbni-Cerir Hüzeyfe'den rivayet ettiler: «Re-sûlüUah (S.A.V.) *a bir emir (durum) isbat ettiğinde namaza sığınırdı. Yani o durumu defetmek için namaz kılardı.»

Ahmed, Neseî ve İbni-Hibban Suhayib'tan o da Resûlüllah'dan (S. A.V.) rivayet etti: «Peygamberler (A.S.), ürktüklerinde namaza sığı­nırlardı. Yâni namaz kılarlardı. O sıkıntıyı defetmek için namaza baş­vururlardı.»

Îbni-Cerir Ed-Dehak'tan rivayet etti «Şübhesiz ki, Allah'dan kor­kanlar hariç namaz diğerlerine pek büyüktür.» Yani ağırdır.»

İbni-Cerir İbni Abbas'dan «Korkanlardan maksad, müminlerdir.» diye rivayet etti.

Ebul-Âliye'den de «(haşün)den maksad, Allah'dan korkanlar­dır» diye rivayet etti.

Îbni-Cerir Mucahid'den «Kur'an'da gelmiş her «zann» «yakın» manâsına gelir» diye rivayet etti. Fakat bu genel kaide «Şübhesiz zann hiçbir şeyde hakkın yerini tutmaz...» (Yunus: 36) gibi âyet­lerde geçerli değildir. Ancak Ahiret emirleriyle ilgili «zann»ları kasd etti desek o zaman geçerli olur. Nitekim İbni-Cerir Kattade'den riva­yet etti «Ahiret zannından olan her «zann» maddesi, ilmi ifade eder» diye rivayet etmiştir.

(47) «Ey İsrailoğuIIan! Size ihsan ettiğim bunca nimetimi ve sizi in­sanlara üstün kıldığımı hatırlayınız!...»

Bu âyetin tefsirinde İbnul-Munzir Hz. Ömer'den (R.A.) rivayet etti. Ömer (R.A.) bu âyeti okuduğu zaman «O kavim geçip gitti. Allah bu âyetle sizi kasdediyor» diyordu.

İbni-Cerir Sufyan b. Uyeyne'den rivayet etti: «Allah'ın  (C.C.)  nimetinden maksad, Allah'ın nimetleri ve gün­leridir.»

Abd b. Hümeyd Mucahid'den «Allah'ın (C.C.) İsrailoğullarına olan nimeti onlara taştan su çıkarması, Kudret helvası ile bıldırcın kuşla­rını indirmesi, ve onları Firavnın kulluğundan kurtarmasıdır..»

Abdurrezzak Kattade'den rivayet etti: «Sizi âlemlere üstün kıl­dım» Yani içinde bulunduğunuz âlemden üstün kıldım. Zira her za­manın bir âlemi vardır.».

İbni-Ebi-Hâtim Ebul Âliye'den «Onlara verilen saltanat, peygam­berlik ve Kitaplarla o zamanda bulunanlara onları üstün kıldı. Zira her zamanın bir âlemi vardır.»

Îbni-Ebi-Hâtim Es-Sudî'den rivayet etti:(48)«Hiçbir kimse, hiç bir kimse adına bîr şey ödeyemez...» Âyetin manâsı: «Mümin bir nefis kâfir bir nefse hiç bir yarar sağlayamaz.» demektir.

İbni-Cerir «Resûlüllah'dan (S.A.V.) soruldu: «adl» nedir?  Adi, Fidyedir. Yani o gün hiç bir nefis için verilen fidye kabul edilmez, dedi» [82]

 

Meal

 

(49) Hatırlayın o zamanı ki, size pek fena işkence eden, oğlan ço­cuklarınızı boğazlayıp kızlarınızı hayatta bırakan    Firavun ehlinden sizi kurtardık. Sizin için bunda Babbinizden gelen büyük bir imtihan vardır.

(50) Hatırlayınız o zamanı ki, sizin için   denizi böldük ve bakıp durduğunuz halde Firavunun ehlini (Firavun ile beraber) boğduk.

(51) Hatırlayınız o zamanı ki, Musa ile kırk gece   va'dleşmiştik, Musa'nın ayrılışından sonra buzağıyı Mabud edindiniz. Halbuki bun­dan Ötürü siz zulmedicilerdiniz!

(52) Sonra bu hareketinizin akabinde   şükr edesiniz diye sizi af­fettik.

(53) Hatırlayınız o zamanı ki, hidayeti bulaşınız diye Musa'ya Ki-tab ve Furkan'ı verdik.

(54) Hatırlayınız o zamanı ki, Musa kavmine «Ey kavmim! O, bu­zağıyı mabud edinmekle nefislerinize zulmettiniz, öyle ise Yaratanınıza dönüş edip, nefislerinizi öldürünüz. Böyle yapmanız sizin için Yarata­nınız katında daha hayırlıdır.» dedi.    (Musa'nın    dediğini yaptığınız için) Rabbiniz tevbenizi kabul etti. Şüphesiz ki, O, çokça tevbe kabul eden ve merhameti pek bol olan bir Rabdir.

(55) Hatırlayınız o zamanı ki, «Ey Musa! Allah'ı açıkça görme­dikçe sana inanmayız!» dediniz. Geldiğini gözünüzle gördüğünüz yıl­dırım gelip sizi çarptı.

(56) Yıldırımın çarpmasından sonra şükredersiniz diye, sizi yeni­den dirilttik.

(57) Üzerinize bulutu gölgelik yaptık. Sizin üzerinize Kudret Hel­vası ile Bıldırcın Kuşu'nu indirdik. Size rrak olarak verdiğimiz helâl şeylerden yeyîniz.  Onlar bize zulmetmedilerfakat kendi nefislerine zulmettiler. [83]

 

Tefsir

 

(49) Firavun'un ehli, kavmi demektir. En yakınları ve emrini yerine getiren idareciler demektir. Bunlar alınmış bir karan tatbik ederlerdi. Firavun rüyasında görmüştü veya kâhinler; «İsrailöğullan arasın­da bir çocuk doğacak senin saltanatına son verecektir!» demişlerdi. Bu olaydan sonra yukarıda bahsi geçen karar alınmıştı. Fakat kulların bu bâtıl çabalan, kader-i ilâhîyi geri çeviremezdi ve çeviremedi de!...

Kırk dokuzuncu Âyetin sonunda «Sizin için bunda Rabbinizden gelen büyük bir imtihan vardır.» cümlesinde «imtihan» kelimesi «be­lâ» kelimesinin tercümesidir. «belâ» ya mihnet veya nûnet manası­nadır. Âyete iki türlü de manâ verilebilir: «Sizin için bunda Rabbiniz­den bir mihnet ve azab vardır!» veya «sizin için bunda Rabbinizden gelen bir nimet vardır.» Zira uyanmanıza vesile oldu.

Bu Âyeti Celîlede; kula isabet eden hayır ve şerrin Allah'ın bir de­nemesi olduğu keyfiyeti vardır. Öyle ise kul, sevindiricilere karşı şü­kür etmeli, üzücü durumlara karşı da sabır etmelidir. Böylece denen­mişlerin en hayırlılanndan olur!.. [84]

 

Cezir Ve Med Hadisesi

 

Hz. Musa'nın kıssasında bahsi geçen denizin bölünmesi hadisesi cezir ve med olayı değildir. Belki ululâzim bir peygamberin şanına ya­kışır tarzda tecelli etmiş bir mu'cizecfir.

Rivayete göre Cenab-ı Allah Musa kuluna İsrailoğullannı bir gece karanlığında Mısır'dan çekip götürme emrini verdi. Allah'ın emrini yerine getiren Musa (A.S.) sabahleyin Kızüdeniz'in kıyısında kendisi­ni bulunca hemen peşinde ordularının başında Firavun'u da gördü. Musa (A.S.)'nın beraberinde bulunanlar kaygılandılar. Dipten silinip gideceklerini sandılar. Fakat Allah'ın peygamberliği ile niteli bulunan Musa (A.S.) tınmadı bile. Bunun üzerine Allah'dan  (C.C.)  ona Vahy geldi: «Ey Musa! Asan ile denize vur!» Musa (A.S.) Asayı denize vur­du. Denizde oniki yol belirdi. Denizin dibi kupkuru idi, îsrailoğulları oniki gurup halinde bu yollara devam ederlerken Hz. Musa'dan şu di­lekte bulundular:

«Ey Musa! Korkarız ki bazı gruplarımız diğerinin haberi olmadan boğulup gitsinler. Ne olur kabaran dalgalar biribirimizi görecek hâle gelsin!» Bunun üzerine herşeye kadir olan Rabbimiz su duvarlarında pencereler misali yarıklar açtı, biribirlerini görür ve işitir hâle geldi­ler. Böylece denizi geçtiler. Onlardan sonra Firavun, orduları ile deni­zin kıyısına vardı ve dağlar misâli kabarmış su duvarlarının arasında açılan yollan görüp aynı yoldan devam etmek istedi. Bütün ordusu ile denize girdiğinde, dalgalara kapanma emri verildi ve böylece hepsi bo­ğulup öldüler.

Bu hâdise, Allah tarafından İsrailoğullanna verilen nimetlerin en büyüğüdür. Onları, hikmet sahibi Sâniin varlığına ve Musa (A.S.)'nın da doğrulamasına inanmaya zorlayan mu'cizedir.

Onlar bu hadiseden sonra Mısır'a döndüler. Orada Firavun'un mi­raslarına kondular. [85]

 

Musa İle Cenabı Hakkın Vâdleşmesi

 

Mısır'a avdet ettikten sonra Allah Musa (A.S.)'ya tevrat ver­meyi va'd etti. Bu vaadi için kırk günlük (Zil-hiccenin on günü ile ZU-kâdenin tamamı) bir müddet koydu. Musa (A.S.) da bu süre sonunda tür dağına gideceğini vaad etti. Hz. Musa (A.S.) ayrılıp Tûr'a gittikten sonra îsrailoğulları buzağı'yı mabud edinip taptılar. Bu durum­ları, Firavun'a ve putlara tapanları uzun zaman görmelerinden kay­naklanabileceği gibi, kendiliklerinden oluşturdukları bir serkeşlik de olabilir. «Şımarık nimetin kıymetini bilmez ise, şamar yer.» misâli ile­ride bahsi gelecek cezalara çarptırıldılar. [86]

 

Tevrat

 

Rabbimiz Tevrat'ın levhalarını Hz. Musa'ya (A.S.) verdi. Tevrat, Allah'ın (C.C.) katından gelen bir kitap olmakla beraber, Hak ile Bâtılı ayırd eden bir delildir. Musa'ya (A.S.) verilen Kitab Tevrat'tır. Fürkan ise, Da'vasmda haklı ile haksızı ayırdeden mu'cizeleridir. îman ile küfrü ayırdeden, veya helâl ile haramı ayıran nizamdır; ya da onun ile düşmanın sonucunu tayin eden muzafferiyettir.

Ellidördüncü Âyeti Celîlede geçen «El-Barî» noksansız ve eksik­siz yaratan Allah (C.C.) demektir. Allah'ın (C.C.) «Esma-i Husnâ» (en güzel isimlerin) sındandır. Var olanları eksiksiz ve biri diğerinden su­ret ve heyet bakımından ayrı ayrı yaratan demektir. Bugün (1404) yeryüzünde üç milyara yakın insan yaşamaktadır. Hepsinin sureti ve şekli ayrı, parmak izleri birbirini tutmaz tarzda yaratılmıştır. Bu du­rumu düşünen «Çar-u-naçar» (ister istemez) bu tarzda yaradana «Ser-Fürû»  (secde) eder. [87]

 

Tevbe Meselesi

 

Yine bu Âyette «Nefislerinizi öldürünüz!» emri varid olmuştur. Bu öldürme gerçek öldürme midir değil midir diye ihtilâf edilmiştir.

Bir görüşe göre, buzağıya tapmayanlara, «tapanları öldürünüz!» emri verildi. Fakat kişi yakınım öldürmeye bir türlü yanaşamıyordu. Bunun üzerine Allah (C.C), bir sis ve simsiyah bir bulut gönderdi. Göz gözü görmez oldu. Böylece sabahtan akşama kadar vuruştular. Akşama doğru Hz. Musa ile Hz. Harun (A.S.), Allah'a (C.C.) yalvardı­lar. Bulut geçti. Tevbeleri kabul edildi. Ölüler yetmiş bin kişi idi!..

Başka bir görüş: Şehvetleri kesmek suretiyle nefislerinizi öldü­rün. Nitekim: «Nefsine zahmet vermiyen ona nimet vermez. Onu öl-dürmiyen diriltmez» denilmiştir.

Bu nefsinizi şehvetlerden kesmek suretiyle veya sahiden öldür­mek suretiyle öldürmeniz madde plânında zararlı görünürse de, aslın­da sizi noksansız yaratanınızın katında sizin için daha hayırlıdır. Si­zin ebedi hayatınızı garantileştirir.

Yaratan'mın ibadetini terkedip yaratık olan sığıra tapanın cezası elbette ağırdır. Fakat Hz. Muhammed'in (S.A.S.) hürmetine Cenab-ı Mevlâ tevbenin kabulü için burada koştuğu şartı kaldırdı. Ümmet-i Muhammed'in tevbesinin kabul olunması    için, pişmanlığı, bir daha yapmamayı ve derhal uzaklaşmayı şart koştu. Eğer kulların hakkına el uzatmaktan tevbe ediyorsa, o zaman bu üç şarta dördün­cüsünü eklemelidir: «Hak Sahîbînîn Hakkını Vermek!...» [88]

 

Allah'ı (C.C.) Dünya Gözüyle Görmek

 

Dünyada gözle Allah'ın cemalini görmek Hz. Muhammed Musta­fa'dan (S.A.S.) başka hiç kimseye nasib olmamıştır. Lâkin ahirette mü'minler göreceklerdir.

«Sizler ondörtlük ayı gördüğünüz gibi Ahîret aleminde Rabbinizi (C.C.) göreceksiniz. Ve size bu hususta herhangi bir zulüm de edilme­yecektir. Yâni gördüğünüz başka bir şey değil Allah'ın (C.C.) cemali­dir!..»

Diğer Enbiya (A.S.) ancak kalb göziyle Allah'ın (C.C.) manevî cemalini müşahede ederek şûhud denizine dalıp kaldılar. Nitekim Şirazlı Sadî «Gülistan» adlı eserinde:

«İn Müddeiyân der talebeş bîhaberanend,

Kânrâki, haberi Şud haberi bâzi ne yamed.» demiştir.

Yâni, «Allah'ı arayışda ortaya çıkıp arz-i endam eden şu sahte pehlivanlar var yâ, onlar Allah'dan habersizdirler. O, kimse ki, onun bu konuda bir defacık dahî haberi olmuştur. O, kimseden bize bu ko­nuda tek bir haberi daha geri gelmedi. Yani tamamen dünyadan el etek çeker, hizmetten başka bir makam istemez!»

Hz. Musa'ya «Allah'ı (C.C.) ayan - beyan görmedikçe sana iman

etmeyiz!» diyenler, Allah'la (C.C.) mülakata götürmek için seçtiği o yetmiş kişiydi. Başka bir görüş daha vardır. «Onlar, Hz. Musa'nın kav­minden on bin kişi idiler.»

İman edecekleri husus «Allah (C.C.) Musa'ya Tevrat'ı vermiş ve onunla konuşmuştur!» Veya «Musa peygamberdir.» hususu idi!.. [89]

 

Çarpan Yıldırım

 

Bunların inatçılıkta ifrata kaçmaları, taş gibi ısrarda katılaşma­ları, muhali istemeleri onların başına şu hadiseyi getirdi: «Geldiğini bakıp gördüğünüz yıldırım sizi çarptı!»

Onlar, Allah (C.C.) cisimlere benzer zannma kapıldılar. «Cisimleri yönlerin kapladığı gibi Allah'ı da kaplamıştır,» kanaatini taşıdılar. Halbuki böyle bir durum Allah hakkında muhaldir. Mümkün olan Ahirette kemmiyet (ne kadarlık) ve keyfiyet (nasıilık) ten uzak bir şekilde mü'minlere görünmesidir.

Bu yıldırım ya gökten inip onları yakan bir ateş, ya da öldürü­cü bir sayha (gürültü) veya homurtularını işitip görmedikleri bir ordu. Bunu gördükten sonra düşüp bir gün, bir gece baygın kaldılar; «Şükredesiniz diye sizi o, ölümden sonra yeniden dirilttik!» [90]

 

Gölgelik Bulutu

 

îsrailoğulları Hz. Musa'nın refakatinde «tih» Çölünde iken Allah (C.C.) Musa Kuluna bir mu'cize olarak güneşten koruyucu bir bulu­tu gönderdi. O bulut onların başlan üzerinde gezer dururdu. [91]

 

Kudret Helvası, Bıldırcın Kuşu

 

tih'de bulunanların üzerine fecirden Güneş doğuncaya kadar kar gibi kudret helvası yağar dururdu. Bunu topladıktan sonra güney rüzgârı eser bildireni kuşlarını getirirdi. Ondan da yetecek kadar alır­lardı. Geceleyin bir ateş direği inerdi. Onun ışığında yürürlerdi. Elbi­seleri ne kirlenir ne de eskirdi. TlH Çölünde kırk sene gezmenin ne­deni, Hz. Musa'dan muhali istiyenlerin yok olup gitmesi, isyan etme­miş yeni bir neslin oluşup Mukaddes araziye gitmesi idi. [92]

 

Tefsir-i Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan «kahin'ler; firavun'a bu senede bir çocuk doğacaktır. Senin saltanatını yıkacaktır. Bunun için Firavun her bin kadına yüz erkek gözlemci bıraktı. Her yüz kadına on kişi göz­lemci tayin etti. Her on kişiye bir kişi gözlemci tayin kıldı. «Şehirde her hamile  (yüklü)  kadını tesbit ediniz.    Eğer oğlan doğurursa kesiniz.

Eğer kız doğurursa dokunmayınız» dedi. İşte «Sizin erkek çocuklarını­zı keserler ve kızlarınızı diri bırakırlar» âyetin mânâsı budur.

İbni-Ebi-Hâtim - Ebul-Âliye'den «Size kötü azabı tattırırlar» âye­tinin tefsirinde rivayet etti: «Firavun dörtyüz sene hükümdarlık yaptı. Kâhin'ler: Mısır'da bir çocuk doğacaktır. Senin helak olman onun elinde olacaktır deyince Mısırcıların hanelerine hemşireler gön­derdi. Bir kadın erkek doğurduğunda Firavun'a getirirlerdi. O da öl­dürürdü. Kızları sağ bırakırdı.»

(49) «Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir belâ var.»

Bu âyetin tefsirinde İbni-Ebi Hatim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Belâ, Nikmet demektir» yani büyük bir şiddet ve cezalandırma var­dır.»

(50)  «Bir vakit sizden ötürü denizi yardık...» Bu âyetle ilgili olarak Abd b. Hümeyd Kattade'den rivayet etti:

«Evet. Allah'a yemin ederim ki deniz onların önlerinde bölündü. Kup kuru yollar açıldı. O yollarda yürüdüler. Ve Allah (C.C.) onları kurtardı. Düşmanları olan Firavun'un ordularını boğdu.»

Sahiheynde (Müslim ve Buharî'de) sabit oldu ki: Resûli Ekrem Medine'ye vardığında yahudîlerin AŞURA günü oruç tuttuklarını gör­dü. Bu ne gündür diye sordu. Mutlu bir gündür Allah bugün İsrail oğullarını düşmanlarından kurtarmıştır. Hz. Musa oruç tutmuştur de­diler».

Bunun üzerine Resûlüllah:    «Biz Musa'ya sizden daha yalanız»

dedi. O gün oruç tuttu ve oruç tutmasını emretti.»

(51)  Teberanî Said b. Cübeyr tarikiyle    rivayet etti.    «İmparator He-rakliyus Muaviye'ye yazdı: «Dünyada bir saat (bir defa) güneş yüzü­nü gören yerin neresi olduğunu sordu. O da meseleyi İbni-Abbas'dan sordu. O da İsrailoğuIIanna açılan denizin dibidir» dedi.    .

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den «Kırk geceden maksad, zilkade ayı ile zil-hicce'nin on günüdür.» rivayet etti.

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den «Ondan sonra: Buzağıyı mâbud edindi­ğinizden sonra..» diye rivayet etti.

 (52) Abd b. Hümeyd ve îbni Cerir Mucahid'den «Hatırlayın ki biz Mu­sa'ya Tevrat'ı ve fırkan'ı vermiştik..» Fırkan, hak ile batıl arasım ayıran Kitab demektir...»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan «Fırkan, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'-an'm ismini derliyen Kitab demektir.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Musa Rabbinin emrin­den esinlenerek kavmine nefislerini öldürmelerini emretti. Buzağıya tapanlar gizlendiler ve oturdular. Buzağıya tapmıyanlar kalktılar elle­rine hançerler aldılar. Şiddetli bir karanlık çöktü üzerlerine, birbirleri­ni öldürmeye başladılar. Karanlık çözüldüğünde yetmiş bin kişi ölü vardı. Öldürülenin de Öldürenin de tevbesi kabul oldu.»

İbni-Ebi-Hâtim Hz. Ali'den (R.A.) rivayet etti: «İsrailoğuIIan Musa (A.S.)'ya: Bizim tevbemiz neyledir? diye sordular.

Musa (A.S.)". «Birbirinizi öldürmenizledir» dedi.

Bıçaklan ellerine aldılar: Kişi kardeşini, babasını ve evlâdını öl­dürürdü. Kim önüne gelirse çekinmeden öldürürdü. Böylece yetmiş bin kişi öldürüldü. Allah Kulu Musa'ya (A.S.): «Onlara söyle dursunlar, öldürülenler af olundu. Kalanların tevbesi kabul olundu..»

Abd b. Hümey Kattade'den benzerini rivayet etti.

55) Îbni-Cerir, İbni-Ebi Hatim Îbni-Abbas'dan «cehreten» açıkça ve aşikâr demektir. Yani: Allah'ı (C.C.) açıkça görmedikçe asla iman etmeyiz.»

İbni Cerir Enes'den: «Musa'nın (A.S.) seçtiği o, yetmiş kişi bunu istediler» «saike sizi yakaladı. Yani Öldüler. Sonra ecellerini tamam­lamak için Allah onları diriltti.

(57) İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Tîh sahrasında üstünüze bulutla göl­ge yaptık» O, bulut öyle bir buluttu ki, normal bulutlardan daha serin daha hoş idi. O, bulut öyle buluttu ki, Allah Kıyamette onda gelir [93]  O bulut ki bedir günü melekler onda geldiler. O bulut Tîh sahrasın­da onlarla beraberdi..»

İbni - Ebi - Hatim Katade'den rivayet etti: «Bu bulut Sahrada on­larla beraberdi. Güneşten onları korur, ve gölge yapardı.»

Sahraya çıktıklarında Kudret helvası karın yağması gibi üzerleri­ne yağardı. Sütten daha beyaz ve baldan daha tatlı idi.

Fecrin doğuşundan itibaren yağmaya başlardı. Güneşin doğuşuna kadar devam ederdi. Herkes günlük yeteceğini ondan alırdı. Fazla al­dığı ise, onun yanında dayanmaz, derhal bozulurdu.

Haftanın altıncı günü olan Cuma günü geldiğinde altıncı ve ye­dinci günlerine yetecek kadarını alırlardı. O da bozulmazdı. Çünkü bayram günü idi. O günde ne maişet derdiyle ne de herhangi bir şe­yin arkasında koşmakla ilgilenmezlerdir. Bunlar tih Sahrasında ol­du..»

Abd b. Hümeyd İkrime'den:  «menn, çığ gibi bir şeydir ki Allah

(C.C.) onu onlar için indirdi.

selva serçe kuşundan daha büyük bir kuştur.»

vekî* Mucahid'den: «menn, ağaç sakızı, Selva da kuştur.» diye rivayet etti.

İbni Cerir Es-Suddi'den: «İsrailliler: Ey Musa! Biz bu Sahra­larda ne yapalım. Yemek nerdcn gelecek dediler. Bunun üzerine Allah onlara Kudret helvasını indirdi. Turincin ağacının yapraklarına dü­şerdi.»

İbni-Cerir Er-Rebî b. Enes'den: «menn, bal gibi bir şerbetti. On­lar için inerdi Onu suya katarak içerlerdi.» dedi.

İbnül-Munzir İbni-Abbas'dan: «Menn geceleyin ağaçların üzerine

yağardı. Sabah onlar gidip diledikleri kadar yerlerdi. Selva Semanı kuşuna benzer bir kuştur. Ondan da diledikleri kadar yerlerdi.» riva­yet etti.

Îbni-Ebi-Hatim İbni-Abbas'dan: «Onlara itaat etmemekle bize zulmetmediler.» âyetinde: «Biz, onların bize zulmetmelerinden yüce ve galibiz» demektir dedi...

İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Nefislerine zulmetmişlerdi. Yani za­rar vermişlerdi demektir» dedi. [94]

 

Meal

 

(58) Hatırla o zamanı ki sizlere şu şehire ininiz. Ondan istediğini­zi bol bol yeyiniz ve kapıdan secde ederek giriniz. Bizi bağışla deyiniz ki hatalarınızı sizin için af edelim. Biz iyilik yapanlara artırırız dedik.

(59) Nefislerine zulüm edenler kendilerine söylenenin başkası ile sözlerini değiştirdiler. Bu fasıklıkl arından Ötürü zulüm edenlerin üze­rine gökten elem verici hastalık indirdik.

(60)  Hatırlayınız o zamanı ki Musa kavmi için su istedi. Bunun üzerine Musa'ya: «Asan ile taşa vur!» dedik. Bu vuruşun neticesinde taştan on iki pınar fışkırdı. İnsanların her gurubu içeceği pınan bildi. «Allah'ın rızkından; yiyiniz içiniz. Sakın ha yeryüzünde fesat çıkarıp haddinizi asanlardan olmayınız!» dedik.

(61) Hatırlayınız o zamanı ki, siz Musa'ya «Ey Musa! Biz bir çe­şit yemekle yetinemeyiz. Bizim için Rabbine dua et ki, bize toprağın bitirdiği baklagillerden (sebze) salatalık, sarımsak, mercimek ve so­ğandan çıkarsın!» dediniz. Musa sordu: «Hayırlı olan şeyi daha aşağı olan bir şey ile değiştirmek mi istiyorsunuz?    Öyle ise Mısır'a    (veya herhangi   bir şehire) ininiz!    Şüphesiz ki sizin için orada istediğiniz şeyler vardır.» dedi. Böylece onların üzerine zillet ve meskenet vurul­du. Allah'ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi de isyan etmeleri, had­lerini aşmaları dolayisiyle Allah'ın Âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere Peygamberleri öldürmeleridir. [95]

 

Tefsir

 

(58) Şehirden gaye, «Beytül Makdis» (Kutsi şerif) veya eriha kasjıba-sıdır. Bu emri, Cenabı Hak onlara «tih» Çölünden çıktıktan sonra verdi.

Âyette bahsi geçen kapı, «Kutsi Şerifsin kapısı veya Yahudilerin kıblesi sayılan SAHRE (ağlama duvan denilen Kubbenin) kapısıdır.

Yahudiler, bu emri tatbik etmediklerinden Hz. Musa'nın hayatın­da «Kudsi Şerîf»e bir türlü girmeye muvaffak olamadılar.

Kapudan secde ederek girmelerinin sebebi «tih» Çölünden kur­tulmalarına karşılık şükür etmeleridir.

«Bizi bağışla» manâsını taşıyan «hittatun» kelimesi bir parola mahiyetini taşıyan ve tekrarlanması istenilen bir kelimedir. Manâsı «Günahlarımızı bizim boynumuzdan düşür veya şu şehirde konmamızı ve yaşamamızı sağla!» demektir. (59) «Zalimler kendilerine söylenen sözü başkasıyle değiştirdiler!..»

Kendilerine tevbe etmeleri ve günâhlarının affedilmesi için dilek­te bulunmaları emredilmişti. Oysa onlar bunun yerine dünyânın geçi­ci nimetlerini istediler. Meselâ, sebze, sarımsak, soğan ve acur gibi şeyleri veya buğday istediler. «hittatun» diyecekleri yerde hinta-tun (Buğday) dediler.

Hastalıkla tefsir edilen «ricz», kolera hastalığı demektir. Riva­yete göre bu hastalıktan bir saat zarfında yirmi dört bin kişi öldü. Hastalık îsrailoğullarını kasıp kavurdu. [96]

 

Pınarlar Fışkıran Taş :

 

(60) «tih» Çölünde iken îsrâiloğulları susadılar. Hz. Musa onlar için Allah'dan (C.C.) su istedi. Sayıları altıyüz bin idi. Ordugâh oniki mil kadar genişti. Hz. Musa'nın katında «tür» Dağı'ndan getirdiği dört­gen bir taş vardı. O taşa asâsıyla vurmasını Allah (C.C.) buyurdu. Ta­şın her yüzünden üç çeşme akıyordu (3x4 = 12). Her kabüe kendisi­ne tahsis edilen çeşmeden içiyordu.

Diğer bir rivayete göre; o, taşı Hz. Adem beraberinde Cennet'ten getirmişti. Hz. Şuayb'dan Hz. Musa'ya intikal etmişti. Asâ'yı da Hz. Şuayb Hz. Musa'ya vermişti. Başka bir görüşe göre bu, o taşdı ki, İs-railoğulları Hz. Musa'yı: «Erkeklik uzvu yoktur.» diye itham ettikleri zaman, Musa'nın (A.S.) soyunduğu elbiselerini alıp kaçtı. Böylece el­bisesini almak için kaçan taşın peşinde koşan Musa  (A.S.)'yi    Allah  (Celle) o, iftiradan kurtardı. Cebrail (A.S.) Musa'ya bu taşı taşıması­nı söyledi. Torbasında bulunan bu taşı her konakta Hz. Musa çıkarıp asâ ile vururdu.Su fışkmp akardıGidecekleri zaman, asâ ile vurur suyu durdururdu.                                                                                         

İsrail oğullan, «Eğer Musa'nın asası kayıp olursa susuzluktan Ölürüz!» dediler. Bunun üzerine Hz. Allah (C.C.) kulu Musa'ya: «Asâ ile taşa vurma! İhtiyaç olduğunda taşla konuş; o, sana istediğini ve­rir!» Vahyini gönderdi. Hakikî müessirin kendisi olduğunu gösterdi.

Taşın bir kara zira' kadar, asanın da Hz. Musa'nın boyu kadar (on zira') olduğunu, ve Cennet'in «As» ağacından olduğunu söylediler. Asanın karanlıkta ışık veren iki dalı vardı.

Hz. Musa'nın bu mu'cizelerini ancak Allah'ı bllmiyen bir nadan ve câhil inkâr eder. Allah'ın garib sanaatlannı düşünüp kavramayanîar bu inkâra kalkışabilirler. Mutlak kudret sahibine inanan inanır şüb~ heye düşmez.

Madem ki, taşların arasında tıraş yapan taş vardır,   madem ki, sirke ve içkiden nefret ettiren ve demiri çeken miknatıslı taşlar vardır,   W bunları yaratan neden yer altından çekip su çıkaran veya her taraf-dan havada bulunan buharı çekip soğutma kuvvetiyle su haline geti­ren taşı yaratmasın? Mevlâmız her şeye kadirdir.

(61) İsrailoğullan, bir tarzda bulunan Kudret Helvasıyla Bıldırcın ku­şundan usanarak «Ey Musa! Biz bir tek yemeğe sabretmeyiz. Bizim için Rabbinden iste ki, toprak mahsulünden sebze, acur, buğday, mer­cimek ve soğanından ihsan etsin.» dileğinde bulundular da eski çiftçi­lik sanatının kokmuş âdetine yöneldiler.

Hz. Allah veya kulu Musa (A.S.) sordu:

(61) «Kıymet bakımından daha düşük nesneyi almak için, daha hayır­lısını vermek mi istiyorsunuz?»

Daha hayırlısı; Kudret Helvası ile Bıldırcın kuşudur. Kıymet ba­kımından daha düşük olan ise, sebzelerdir.

Kudret Helvasıyla bıldırcının hayırlılığı, hem lezzet, hem yarar ve hem de çalışmaksızın elde etmekten ileri geliyor.

Âyetteki «Mısır» kelimesi ya bildiğimiz Mısır ülkesidir   veya herhangi bir şehir demektir.                                                                        

«tîh) den şehire inip sebzelere karşı olan isteği gidermek, onlara pek de hayır getirmedi.

tbni-Mes'ud'un müshafmda mısır kelimesi tenvinsiz kaydedil­miştir. Bu durum, mısır'ın belli olan memleketin adı olduğunu teyid eder.

Nimete karşı nankörlüklerinin cezası olarak Allah, İsrailoğulları-nın üzerine «zillet» ve «horluk» kubbesini gerdi.

Bu, gerçekten böyledir. Çünkü bazı geçici devreler, nazarı itibara alınmaz, ancak tarihin gerçeğine vakıf olmayanları aldatır.

Bazen de Yahudiler zoraki bir tarzda böyle görünürlerdi ki, ha­raçları artırılmasın.

«Allah'ın Âyetlerini inkâr ettikleri ve haksız olarak Peygamberle­ri öldürdüklerinden ötürü Allah'ın gazabına müstahak oldular!»

tnkâr ettikleri Âyetler, denizin bölünmesi, bulutun gölge yapma­sı, Kudret Helvası ve Bıldırcın kuşunun verilmesi, çeşmelerin taştan akması veya İncil gibi semâdan inen kitablar, Kur'an ve Kur'an'da bulunan RECİM Âyeti ve Hz. Muhammed'in (S.A.V.) sıfatını belirten Tevrat'ın bazı Âyetleridir.

Öldürdükleri peygamberler; Hz. Eşiya, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve diğerleridir. Onları bu cinayetleri işlemeye götüren tek sebep, nefsin isteğine uymaları ve dünyâyı sevmeleridir. Nitekim Allah (C.C.): «On-lann bu inkâra sapmaları isyanlarından ve saldırganlıklarından ileri geliyor..» diye buyurdu. [97]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsiri

(58) «Hatırlayınız o zamanı ki şu köye (Kudüs Şehrine) giriniz onun nimetlerinden dilediğinizi bol, bol yeyiniz. O kapıdan secde ederek gi­riniz ve «hitta» (günahımızı affet) deyiniz ki, günâhlarınızı affede­lim. Biz ihsan edenlere daha da fazlasını veririz.»

Bu âyetin tefsirinde:  Abdürrezzak, İbni-Cerir ve Ebi-Hatim Kat-tade'den: «O Köy, Beytul-Makdis idi» diye rivayet ettiler.

İbni-Cerir İbni-Zeyd'den: «O, Köy Beytul-Makdis'in Köylerinden eriha idi.» diye rivayet etti.

Abd b. Hümeyd ve el-Hâkim İbni Abbas'dan rivayet ettiler ki, «O kapı daracık bir kapı idi. Secdeden maksat, ruku'a eğildiğiniz gibi eği­lerek giriniz. «Hitta» affetmek demektir. Onlar işi alaya alarak Kuy­rukları üzerinde girdiler. «hinta»  Buğday dediler. Bu manzara­yı şu âyette ne güzel verirler: «Zau'm olanlar emr olundukları sözü de­ğiştirdiler.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «O, kapı Beytul-Makdis'in kapıların­dan biri idi. Ona «Hitta Kapısı» denir.» rivayet etti.

Abd b. Humeyd, İbni-Cerir ve Ebu-Şeyh İbni-Mesud'dan: «Onlara secde ederek kapıdan giriniz, denildi. Onlar başlarını eğerek girdiler ve Kızıl dane olan buğday ve içinde bir arpa dediler.» diye rivayet etti­ler.

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir İkrime'den: «Secde ederek kapıya giriniz. Başlarınızı eğerek giriniz Hittatun deyiniz   lâ ilahe il-lellah deyiniz  » diye rivayet ettiler.

Beyhaki «el-Esmâ Ves-Sıfat»da İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Hit­tatun deyiniz lâ ilahe illellah deyiniz demektir.»

(59) İbni-Cerir İbni-Abbas ve Ebi-Hüreyre'den rivayet etti: «Secde ede­rek girmekle emrolunduklan kapıya kuyruk üzerinde girdiler. Hitta­tun yerine Arpa içinde bir buğday tanesi manâsına gelenHinte-tun fi şeiretindediler.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Allah'ın Kitabında gelen her «ricz» tabiri, azab mânâsını ifade eder.» rivayet etti.

Müslim ve başka hadîsciler Usame b. Zeyd, Sad b. Mâlik ve Hü-zeym b. Sabit'tan rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Şu Taun Kolera  hastalığı Riciz  azab— 'dir. Sizden önce bir millete tatbik edilen bir azabdan kal­madır. Bu Taun bir memlekette varsa sizde orada iseniz. Sakın oradan kaçmayınız. Sizin kulağınıza Taun'un bir yerde olduğu geldiğinde sa­kın oraya girmeyiniz ve varmayınız».

 (60) «Hatırla o zamanı ki, Musa kavmi için su dilemişti. Biz de «Asan ile taşa vur» dedik. Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırdı. Her boy su alacağı kaynağım bildi......»

Bu âyetin tefsiri selefden şöyle gelmiştir:

Îbni-Cerir îbni-Abbas'dan: «Musa'nın (A.S.) su istemesi tih Çö­lünde idi. Musa (A.S.) beraberindeki taşa asasını vurdu. On iki pınar çıktı. Her boya bir pınar vardı. Ondan içerlerdi» rivayet etti.

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Lâ Ta'sav» «yer yüzünde fesadliğı ya­yarak gezmeyiniz» demektir.» diye rivayet etti.

(61) Abd b. Hümeyd Mucahid'den: «Biz bir türlü yemeğe sabretmeyiz  yani daima Kudret-Heyvasıyle    Bıldırcınların eti bizim hoşumuza gitmez  Bunların yerinde baklagilleri bize versin» diye rivayet etti.

Abd b. Hümeyd, İbn-i Cerir ve İbnil-Munzir İbni-Abbas'dan: «fum Ekmektir.» Bir rivayette  Buğdaydır  » diye rivayet ettiler.

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «fum - Sarımsaktır» diye rivayet etti.

Said b. Mansur İbni-Mesud'dan rivayet ettiğine göre bu zat, fum yerinde sum   Sarımsak  okumuştur.»

İbni-Cerir Mucahid'den rivayet etti: «Âyetteki «edna» tâbiri kıy­metçe daha düşük demektir.»

Abd b. Hümeyd Kattade'den rivayet etti: «Mısır'dan maksad, her­hangi bir şehirdir.»

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Mısır'dan maksad, Firav-nın Mısın'dır.»

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Zilletten maksad, Haraçtır.»

Abdurrezzak ve İbni-Cerir Kattede ve Hasan'dan rivayet ettiler: «Onların üzerine zillet ve meskenet   vuruldu — zelil ve hakir ol­dukları bir halde haraç verir dururlar.»

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den: «Meskenet, fakirliktir» diye rivayet ey­ledi.

Îbni-Cerir Dehhak'tan:

«Allah1 dan bîr gazali la döndüler. Yani Allah'dan gelen bir gazaba müstahak oldular.»

Ebi-Davud et-Teyâlısî ve İbni Ebi-Hâtim İbni-Mesud'dan rivayet ettiler: «İsraUoğullan aynı günde üçyüz peygamber öldürdüler ve o günün son saatlarmda Baklagillerinin pazarım kurup satışlarına de­vam ettiler...»

Nitekim Allah: «Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etiklerinden ve hak­sız yere (Zekerîya, Yahya ve Suayib gibi) peygamberleri öldürdükle-rindendi. Evet bu, isyan ettiklerindendi. Ve aşın gitmelerindendi..» diye buyurmuştur.[98]

 

Meal

 

(62) Şübhesiz ki, îman edenlerden,  Yahudiler,  Hıristiyanlar ve Sahillerden Allah'a ve son güne îman edip salih amel işliyenlerin Rab-leri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de..

(63) Hatırlayınız ki, sizden söz almıştık ve Tür Dağını üstünüze kaldırdık. (Ta ki sizden söz alıncaya kadar durdurduk) «Size verdiği­mizi kuvvetle tutunuz. Onun içinde bulunanı hatırlayınız. Ta ki sakı­nanlardan olasınız.» (dedik).

(64) Sonra o sözün akabinde döndünüz. Eğer Allah'ın sizin üzeri­nizde fazlı ve rahmeti olmasaydı kesinlikle   ziyan edenlerden olurdu­nuz.

(65) Yemin olsun ki, sizden Cumartesi   gününde saldıranları bi­lirsiniz. Onlara «Zelil ve hakir maymunlar olunuz!» dedik.

(66) Bu Mesih etme cezasını, onların zamanında   bulunanlara da daha soma gelenlere de ibret verici bir engel kıldık ve takvaya varan­lar için de bir öğüt yaptık.

(67) Hatırlayınız ki, Musa, kavmine, «Şübhesiz ki, Allah size bir ineği kesmenizi emrediyor» dediğinde onlar (Musa'ya), «Bizi alay ko­nusu mu yaparsın?» dediler. Musa, «Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!» dedi.

(68) Musa'ya, «Bizim hesabımıza Rabbinden sor. Bize o ineğin na­sıl bir inek olduğunu bildirsin!» dediler. Musa! Rabbim diyor ki; o ne pek yaşlı ne de pek gençdir. Bunun arasında orta yaşlıdır. Emr olduğu­nuzu yapımz!» dedi.

(69) Onlar «Rabbinden sor ki, bize o ineğin rengini bildirsin!» de­diler. Musa: «Rabbim   diyor ki, şübhesiz ki, o, rengi   parlak san bir inektir. Bakanların hoşuna gider.» dedi. [99]

 

Tefsir

 

(62) Kâfirlerin sınıfları arasında bahsi geçen mü'minlerden maksad, ya ihlâsîı ihlâssız bütün mü'minlerdir veya dil ile îman edip kalb ile kâfir kalan münafıklardır.

yahûd ya dönüş ve tevbe mânâsını taşıyan «hade»den geliyor. îsrailoğuUarı buzağıya ibâdet etmekten dönüş yaptıkları için bu ismi aldılar veya îbranicede «Yahûza» Hz. Yakub (A.S.)'ın en büyük oğ­lunun adı olduğundan onun adıyla anıldılar. «Yahuza» da arapçada «yahûd» diye kullanıldı.

nasâra (Hıristiyanlar), «nasran» kelimesinin cemîi (çoğulu) dir. Yardım edenler demektir. Hz. îsâ'ya yardım ettiler diye bu ismi aldılar. Veya Hz. îsâ ile beraber «nasran» ya da «naşire» adlı köy­de bulunuyorlardı bundan dolayı bu ismi aldılar.

sabiiler, Hıristiyan ile ateşe tapanlar arasında bir kavimdir. Dinlerinin kökünün Hz. Nuh'un dini olduğu da iddia edildi. Onlar için meleklere ibâdet eder de denildi. Yıldızlara taptıkları söylenildi. Çıkış manâsına gelen «sebea» kökünden gelebileceği gibi, kayış manâsına gelen «saba» dan da gelmiş olabilir. Çünkü bu güruh bütün dinler­den çıkmışlardır. Bugün İslâm dünyasında Akdeniz kıyılarında ve Su­riye'de yaşamakta olan «nusayriyye» taifesi bunlara pek yakın­dır.

Bu Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Sabiiler güruhlarından kim ki Allah'a dönüş yapar, haşre inanır ve salih ameller yapmak suretiy­le bu inançlarını yaşatırsa, o gerçek mü'min olur. Onun için Allah ka­tında bol ecir var. Kâfirler azabtan korktukları zaman dahi onlara korku yoktur. Kusurlular ömürlerinin zayi edilmesinden üzüldükle­rinde onlar üzülmezler. Çünkü hayat sermayesini iyi değerlendirmiş­lerdir.

Bu Âyeti Celîle kalbden olmayan bir îmanın gerçek îman olmadı­ğını ancak Mü'minin boynunu kılıçtan kurtardığını ifade eder. îma­nın kalb ile tasdik dil ile ikrardan ibaret olduğunu sergiler!..

Cenab-ı Hak îsrailoğullan'ndan Hz. Musa'ya tabî olup Tevrat'a göre amel etmelerine dair söz alması için TÜR dağını Cebrail Kulunun eliyle getirtip onların üstünde durdurdu. «Ya Tevrat'taki ahkâma îman edip ona göre amel edeceksiniz ya da dağ başınıza düşecektir, dedi». Onlar da çaresiz kabul ettiler!

(64) Bu sözden sonra Allah'a verdiğiniz va'di tutmaz oldunuz.

Eğer sizi tevbe etmeye, Hz. Muhammed'i (S.A.V.) göndermek su­retiyle muvaffak kılmasaydı, günâhlara dalmaktan ötürü ziyan edip helak olanlardan olurdunuz!

(65) Yahudiler Cumartesi gününü ibâdete tahsis etmekle emrolundu-lar. Davud (A.S.) zamanında bir gurubu bu yasağı çiğnedi. Balık avla­maya çıktı. Şöyle ki, bunlar   «iyle» adlı bir köyde yaşıyorlardı.   Bu köy deniz kıyısında idi. Cumartesi günü denizdeki balıklar o, köyün kıyısına gelip burunlarını sudan çıkarır dururlardı.    Akşam üzeri de savuşup giderlerdi. Bu ilâhî bir imtihandı.    Bunun üzerine köylüler arklar eştiler. Havuzlar yaptılar. Balıklar Cumartesi günü bu havuzla­ra girerdi. Onlar da Pazar günü yakalarlardı.

Allah'ın bu imtihanını kaybedenler gerçekten mi maymun oldular yoksa manen mi mesih oldular? Bu konuda ihtilâf edilmiştir.

Tefsir âlimi Mücahid'e göre; kalbleri ınesih edilmişti. Suretleri de­ğil!.. Nasıl ki, ahmaklara merkep temsil olarak getiriliyorsa, hilecilere de maymunla temsil getirilmiştir.

«Onların meselesi «kitab yüklü merkep» meselesi gibidir.» Ce-nab-ı Hakkın «Olunuz» sözü onlara «Kendi isteğinizle maymun olu­nuz!» diye bir emir değildir. Çünkü böyle olmaları onların kudretleri dahilinde değildir. Belki bu emirden ilâhî maksad, sür'atle öyle olma­larıdır. Ve Allah'ın irade buyurduğu gibi de oluverdiler!.

(66) Israiloğullannın mesih edilmeleri, hem zamanlarında yaşayanlara hem de gelecek nesillere ibret dersidir. Zira Allah'ın sisteminde istisna ve kayırma yoktur. Aykırı davranan her kuşak, o sistemi dinlemiyen her millet, Allah'ın azabına müstehak olur. Takva ehli de bundan vaz-u nasihat dersini alır. Düşün! [100]

 

Beni - İsrail İneği

 

(67) Hz. Musa'nın ümmetinde zengin bir ihtiyar vardi. Bir tek oğlu ol­muştu ve öte taraftan da yeğenleri vardı. Bu yeğenler amcazadelerinin hayatına son verip ihtiyar amcanın mirasına konmak istediler. Amcazadelerini bir gece öldürüp cesedini şehir etrafındaki surun ka­pısına bıraktılar. Sonra Musa'ya (A.S.) gelip katilleri bulmasını ve söz­de intikam almalarını sağlamasını istediler [101] Fakat mahkemenin hâkiminin Peygamber olduğunu ya unuttular veya inkâra sapmışlardı. Cenabı Mevlâ, kulu Musa'ya (A.S.), «Onlara söyle ki, bir «İNEK» kes­sinler onun bir parça etini ölüye vursunlar o, dirilip onlara katili ha­ber verecektir.» dedi. Bunu söyleyen Musa'nın (A.S.) sözünü, tepkiyle karşıladılar. Çünkü Peygamberliğin ne olduğunu ya hiç bilmiyorlardı, dinledikleri bir kulaktan girip öbüründen çıkmıştı, yâ da sathî ve ba­sit bir tarzda mütalea ediyorlardı  [102] . «Ey Musa! Bizimle alay mı edi­yorsun? Herhangi bir sığırın bir parçasını cenazeye vurunca dirilmesi nasıl mümkün olur?» dediler. Hz. Musa (A.S.) onların bu karşılığın­dan nefret ederek kendini o, uygunsuz ve yakışık almaz imtihandan uzak tutarak: «Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!» diye yakar­dı. «Ey Musa! Rabbinden sor «Acaba o, sığırın durum ve niteliği ne­dir bize beyan etsin» dediler. Çünkü böyle bir ineği hiç görmemişlerdi. Eğer «Ey Musa! Senin dediğin doğrudur. Hemen herhangi bir ineği keselim ve dediğini tatbik edelim» deselerdi, meseleyi derinden derine götürmeselerdi, bu zorluklar baş göstermezdi. «Kim ki ifrata kaçarsa, onun önüne ifrat ve şiddet çıkar!.» (Hadîs).

(68) Musa (A.S.), «Rabbim diyor ki, o, inek yaşlılık ile gençlik arasın­da yaşı bulunan bir inektir.» Allah'ın Resulü (S.A.V.), «Eğer hangi bir ineği rastğele kesip zorluk çikannasaydılar kâfi gelirdi, lâkin onlar nefislerine zorluk çıkardılar. Allah da onların işlerini zorlaştırdı.» Ce-nab-ı Hak, onları bu inatlarından vazgeçirmek ve Peygamberin emrine tabî' olmalarını sağlamak için şu emri verdi: «Enırolımduğunuzu ya­pınız!» [103]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(62) «Kuşkusuz ki iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiîlec (den) Allah'a (C.C.), âhirete îman eden ve salih amelde bulunanlar için Eab'leri katında ecirleri vardır. Onlar için korku da yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır...»

Bu âyeti Selef şöyle tehlü etmişlerdir:

Selman-ı Farisî'den İbni-Ebi-Hâtim rivayet etti: ((Allah'ın Resulün­den (S.A.V.) bir dinin mensublarımn halini sordum ki, bende daha önce onlarla beraber dim. Onların namazlarından ve ibâdetlerinden bahsettim. Bunun üzerine bu âyet indi.»

İbni-Ebi-Hâtim Es-Suddî'den de âyetin iniş sebebini buna benzer bir tarzda rivayet etmiştir.

Ebi-Davud, Nasih ve Mensuh'da  İbni-Cerir ve İbni Ebi-Hâ-tim İbni-Abbas (R.A.)'dan rivayet ettiler: «Bu âyetin arkasında Ce-nabı-Hak: «Kim ki İslâm dininden başka bir din benimserse, asla on­dan kabul edilmez. O ahirette de zarara uğrayanlardandır.»  (Âl-i İmran: 85) âyetini indirdi.»

İbni-Cerir Hz. Ali'den rivayet etti:

«Yahudilere «Yahudi» demenin sebebi: Onların «Kuşkusuz bizler sana hidayet olunduk» demeleridir.»

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Mes'ud'dan: «Biz, Musa (A.S.) Kavmine «Ya­hudi» demenin nereden geldiğini biliriz. Onlara bu ismin takılması, Hz. Musa'nın «Kuşkusuz Sana hidayet olunduk» sözünden geliyor. Hı­ristiyanların «nasara» adım almaları, Hz. isa'nın «Allah'ın  dini­nin  Ansan Yardımcıları olunuz» sözünden geliyor.»

İbni-Cerir Kattade'den: «Onlara «nasara» adı «nasıra» adlı (ve Beytül-Makdis'e yakın bulunan) köyün adından kaynaklanıyor.» diye rivayet etti.

İbni-Sad «Tabakat»'mda İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Onlara «Na-sara» denildi. Çünkü Hz. İsa'nın Köyünün adı «naşire» dir.»

Abdurrazzak ve İbni-Cerir Mucahid'ten rivayet ettiler: «Sabiî'ler,

Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi (ateş perest)ler arasında bir gurubtur. Onların herhangi bir dinleri yoktur.»

tbnl-Abbas'dan da bunun benzeri rivayet edilmiştir. Fakat «Sa-biî'»nin tefsirinde başka görüşlerde vardır.

(63) «Hatırla o zamanı ki, sizin Misakınızı aldık.» Selefin bu âyetin tef­sirinde söylediklerinin bir kısmı şunlardır:

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «tur, Tevrat'ın üzerinde indiği dağın adıdır. îsrailoğullan da onun altında idiler.» İbni-Cerir tbni-Abbas'tan: «Size verdiğimizi kuvvetle tutunuz  ciddiyetle tutu­nuz demektir» diye rivayet etti.

İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den: «Oradakini hatırlayınız  Tevrat-takini okuyunuz ve onunla amel ediniz ..» diye rivayet etti.

Îbni-İshak İbni-Abbas'dan: «Umulur ki ittika edersiniz   ümid edilir ki üzerinde bulunduğunuz haramlardan el çekersiniz.»

İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan «Gerçekten siz bilirsiniz  Tanırsı­nız  demektir.» diye rivayet etti.

İbni-Abbas (R.A.) devamla: «Allah onları isyanlarından ötürü maymuna mesih etti. Mesih olunan üç günden fazla yaşamadı. Yeme­di, içmedi ve döllenmediler dedi.»

İbnü-Munzir İbni Abbas'dan:

«Maymunlar ve domuzlar o, mesih olanların soy undandırlar..»

İbnul-Münzir Hasanî Basrî'den rivayet etti: «Onların  mesih edilenlerin soyu sona erdi.»

İbni-Ebi-Hâtim Mucahid'den rivayet etti: «Onların kalbleri mesih edildi. Kalıbları (kendileri) maymun olmadı.. Bu, ancak onlar için Al­lah tarafından açıklayan bir «darbimesel»dir. Nitekim Tevrat'ın için­dekilerle amel etmiyenler için Kitab yükünü taşıyan merkebin ben­zerliğini misal vermiştir.»

Abd b. Humeyd ve İbni Cerir Kattade'den rivayet ettiler: «Balık­lar onlara helâl kılındı. Ancak Cumartesi günü haram kılındı: Ta ki, Cenab-ı Hak kendisine itaat eden kulunu isyan eden kulundan ayır­sın. Onların içinde üç sınıf vardır:

1) Bir gurubu Cumartesinin hürmetini ihlâl etti. Avlanması ken­dilerine haram kılınan balıkları avladılar.

2) Bir fırka da Allah'ın (C.C.) yasağına riayet ettiğini ilân ede­rek onlardan ayrıldı.

3) Diğer bir gurub da saldırganlara uymadılar ve fakat onlarla beraber oturdular ve onlara Allah'ın (C.C.) yasağını söylemediler. Ya­ni emribilmârufu yapmadılar.   İkinci gurubun haricinde kalan diğer iki gurub maymun ve domuza mesih edildi.   Sadece ikinci fırka kur­tuldu.»

İşte inad edip peygamberlerine karşı gelmekte ileri gitmeye de­vam eden bu kavmin başına gelenler, felâketlerin bu çeşidi idi.

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti:

«Onların gençleri maymuna, ihtiyarlan domuza mesih olundular.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Biz o azabı onların önünde bulunan   köylere  arkalarında bulunan  köylere  ibret ve onlardan son­ra kıyamete kadar gelen takva sahihlerine de bir nasihat kıldık..»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Onu  yani balıkları  daha önce ve daha sonra işledikleri günâhlara ceza kıldık..» diye rivayet etti.

Yine İbni-Cerir ondan; «Onu  yani mesih olan cezayı  onlar­dan sonra gelenlere de beraberlerinde yaşıyanlara da ukubet ve mutte-kiler için de bir hatırlatma ve ibret kıldık...»

(67) «Hatırla o zamanı ki, Musa Kavmine «Allah size bir SIĞIR kesme­nizi emrediyor» demişti......»

Bu âyetin tefsirinde Abd b. Hümeyd ve Beyhakî «Sünen»inde Übeyde es-Selmânî'den rivayet etti: «İsrailoğullannda zürriyetsiz biri vardı. Bol bir servete sahibti. Yeğeni onun vârisi idi. Geceleyin onu öl­dürdü ve onlardan olmayan diğer birisinin kapısına bıraktı. Sabahla­dığında ev sahihlerini öldürmekle itham etti. Öyle ki, silâha sarılıp bir­birlerine hücuma kalkıştılar. Akıllıları: «Neden birbirinizi öldüreceksi­niz. İşte Allah'ın peygamberi aranızdadır. Ona başvurunuz?» dedi. Musa (A.S.)'ya gelip hâdiseyi söylediler. Musa (A.S.): «Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.» dedi. Eğer onlar itiraz etmeseydiler en basit bir sığır bu işe kâfi gelecekti. Fakat onlar meseleyi teşdid ettikçe, Allah'da hallini zorlaştırdı. Ta durum, emrolundukları sığın bulup kesmelerine vardı. Onu, o sığırdan başka sığırı olmayan birinin yanında buldular. O da: «And olsun onun derisini dolduracak altın kadar fiattan aşağı vermem.» diye diretti. Sonunda derisini dolduracak altın fiyatıyla satın aldılar. Kestiler bir parçasını ölüye vurdular. Ölü dirildi. «Kim seni Öl­dürdü» diye sorduklarında yeğenine işaret ederek: «Bu öldürdü» de­dikten sonra tekrar ölü olarak yere düştü. Onun malından yeğenine hiç bir şey verilmedi. Ve katili ona vâris de olamadı.»

İbni-Ebid-Dünyâ, «Ölümden sonra yaşayanlar» bahsinde İbni-Ab­bas'dan şunları nakletti:

«Ölü iki köy arasında bulundu. O sığır da babasına itaat eden bi­risine aid idi. Onu tartısı altın ile satın aldılar..»

El-Bezzar Ebi-Hüreyre'den «Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Eğer îs-railoğullan en basit bir sığıra razı olsaydılar bu iş veya o sığır onlara yeterdi.» dediğini rivayet etti.

İbni-Cerir ve Îbni-Ebi-Hâtim bir çok yoldan İbni-Abbas'dan riva­yet ettiler:

«Âyette geçen «El-Fârid» kelimesi yaşlı manasınadır. «el-Bikır» Küçük yaşlı manasınadır. «el-A'van» Orta yaşlı manasınadır.»

Bu tefsirin benzeri Mucahid'ten de rivayet edilmiştir.

İbni-Cerir ve İbni Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Onun arasında A'vandır» Küçük yaşlılık ile yaşlılık arasındadır en kuvvetli ve en gü­zeldir.»

Bu iki zat İbni-Abbas'dan rivayet ettiler:

«Safrâu Fâkiû'n  rengi pek fazla sandır. Fazla sarılığından be­yaza çalar.»

İbni-Ebi-Hâtim Îbni-Ömer'den: «Safrâu» yani tırnakları sandır. «Fâkiû'n» yani rengi safidir.»

Abdurrezzak Kattade'den: «rengi sap saf dır. Bakanlann hoşuna gider.»

İbni-Cerir Hasan-ı Basrî'den rivayet etti: «Safrâu - Fakiu'n» siyah renkli idi. Simsiyah idi.» [104]

 

Mühim Bir Noktadır

 

Bu âyetlerde bahis konusu edilen kıssa,   İsrail oğullarının kötü­lüklerinden başka bir Örneği sergiler. Ta ki, ondan ibret alalım.

Şöyle ki:

1) Peygamberin hayatında dinde fazla deşmek ve sormak hüküm­lerde şiddeti gerektirir. Bunun için Hz. Peygamber'in zamanında böy­le hareket etmekten nehyedildik: «Ey iman edenler! Size göründüğün­de hoşunuza gitmiyen bir takım   şeylerden sormayınız..» (el-Maide: 10).

Sahih hadisde «Size «kiyl» ve «kal»ı  Dedi – koduyu ma­lın zayi edilmesini ve çokça sormayı kerih kılmıştır..»

2) Onlara hayvanlardan sığır dişisinin kesilmesi emredildi. Çün­kü taptıkları buzağının cinsindendi. Böylece ibâdetle büyüttükleri yan­larında kıymetsizleşmiş olur.

Bir de onların ineğin kesilmesi teklifi karşısındaki cevablan, ines sevgisinin ne denli onlarda yerleşmiş olduğunu ölçmüş oluyor.

3) Peygamberlerin emirlerini gırgıra almaları, onları o kötü akı­bete sürükleyen âmillerden biridir. Hattâ birincisidir.

4) Bir dirinin ineğin öldürülmesiyle bir ölüyü diriltmektir. Bu, Hz. Allah'ın (C.C.) eşyayı terslerinden icadetmeye kudretli oluşu­nun en belirgin delilidir.[105]

Kur'an'da şübhe edenler: «Israiloğullan bu kıssayı bilmiyorlar. Zi­ra Tevrat'ta böyle bir kıssa yoktur. Acaba Kur*an bunu nerden getir­di?» diye itiraz eder. Cevap olarak deriz ki: Kur'an bu kıssayı Allah'ın (C.C.) katından getirdi. O Allah ki, Hz. Muhammed'in (S.A.V.) mua'-sırı bulunan İsrailoğullan hakkında: «Onlara hatırlatma olan (Tevrat) dan bir payı unuttular.» (el-Maid: 13) buyurmuştur. Bu cevabla bera­ber deriz ki; bu hüküm Tevrat'ta vardır: «Birisi öldürülürse, katili bil­mek için çalıştırılmamış bir ineğin, suyu daima akan bir vadide ke­silip boğazlanması vacibtir. Hâdise yerine en yakın   bulunan Köyün bütün erkekleri o, vâdîde boynu kırılmış ineğin üzerinde ellerini yıka­dıktan sonra: Kuşkusuz ellerimiz bu kanı akıtmamıştır. Soyun İS-RAİLI âfet.» diyeceklerdir.

öldürülenin kanından yakasını kurtaran bir takım duaları tamam­larlar. Kim ki bunu yapmazsa anlaşılır ki katil odur.»

Bu icraattan kanların akıtılmasımn durdurulması kasdedilir.

İhtimal vardır ki Tevrat'taki bu hüküm inek kıssasından kalmış bir hüküm olsun veya o kıssa bu hüküm ihdasına sebeb olmuş olsun.

Kur'an'm tashih ettiği bu biricik kıssa onlarca tahrif edilmiş ve­ya zayi edilmiş ve Allah tarafından açıklanmış ilk hüküm değildir. Da­ha nicesi vardır.

Tevrat'ın bu hükmü «Sıfnt - Tesniye»nin yirmi birinci faslının ba­şındadır.

Bazı kimseler bu meselede şüphe ederek: «Allah'ın (C.C.) hüküm­leri halkın arızı ve sonradan peydah edilen yaptıklarına tâbi olamaz» dediler.

Cevab olarak; Allah'ça (C.C.) kullarına yapılan teklif, çoğu zaman ukubat ve cezadır. Çünkü halkı yetiştirmek ve geliştirmek hedefi tek-lifde güdülmektedir» deriz.

Bu kıssadaki sualler ve cevablar «Fa» harfi ile bitişik değil ayrı ayrı gelmişler. Zira Beliğ uslub böyle olmayı ister. Belağet ilminde sa­bittir ki; bir söz, bir sualin varlığım sezdirdiğinde ondan sonra gelen ve o mukadder suale cevab teşkil edebilen Kelâmın daha öncekinden ayrı olması gerekir. Meselâ: «Hatırla o zamanı ki Musa Kavmine: Al­lah size bir ineği kesmenizi emreder dedi.» Kelâmı gizli bir sualin var­lığını sezdirir: Sanki, bu emirden sonra ne oldu diye soruldu ve şu söz­le cevab verildi:

«Sen bizi alaya mı alırsın dediler.»

Bu cevab da şöyle bir sualin varlığını sezdirir: «Onlar böyle deyin­ce Musa (A.S.) ne cevab verdi? Bu sualin cevabı: «Cahillerden olmak­tan Allah'a sığınının demişti.» âyeti teşkil eder.

Tefsir âlimleri, daha önce de bir nebze belirttiğimiz gibi ölüye vu­rulan parçanın hangi parça olduğunda değişik yorumlar ileri sürmüş İerdir. Kimi; diliyle vurdular dedi. Kimi uyluğuyla, kimi  kuyruğuyla vurdular dedi.

El-Menar sahibi «Âyet-i celîle meselenin mücmeli hakkında bile yüzde yüz nass değildir. Nerde kaldı ki tafsilâtı hakkında nass olsun» demek suretiyle âyet hakkında daha önce naklettiğimiz «eser» leri zayıf saymaktadır. Ve «Bu icraat, Yahudiler katında katil belli olma­dığında kanlar hususunda meydana gelen münakaşaların halline bir vesiledir. Gelip elini yıkayan ve Hz. Musa (A.S.)'m şeriatinde bulunan, merasimleri icra eden o, kandan beri olur. Bunu yapmayanın boynun­da cinayet kalır.» demektedir. Devamla: «Bu yoruma göre ölülerin diriltilmesinin mânâsı: O öldürülenden ötürü akıtılması muhtemel olan kanların korunmasıdır. buradaki «ihya» — Diriltme — tıpkı şu âyetlerdeki, diriltme gibi olur.

«Bu nedenle İsrailoğullanna şunu yazdık: Kim bir nefsi, başka nefse ya da yer yüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. kîmde onu (Öl­dürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gi­bi olur...» (Maide: 32).

«Sizin için Kısas'da hayat vardır.» (el-Bakara: 189).

Allah'ın (C.C.) her şeye kadir olduğuna îman ediyoruz. Bir parça etin vurulmasıyle ölüyü diriltmesi hiç de garib değildir. Olduğuna ka­niiz. Hakikati Allah (C.C.) daha iyi bilir. [106]

 

Meal

 

(70) Onlar «Ey Musa! Bizim için Rabbinden sor. Bize beyan bu­yursun ki, ineğin durumu ve niteliği nedir! Şübhesiz ki,    (o, renkte inekler çoktur) bizim için ayırd edilmiyecek tarzda birbirine benzer­ler. Eğer Allah dilerse bizler hidâyet buluruz» dediler.

(71) Musa, «Rabbim diyor ki: Şüphesiz o inek ne boyunduruğa koşulup çifte sürmüştür, ne de tarla sulamıştır.    Ayıplardan  (uzak) sapa sağlamdır. Deri rengine ters düşen herhangi bir nisam da yok­tur» deyince onlar, «Şimdi Hakkı getirdin (söyledin)» dediler.   Böyle bir ineği boğazladılar. Nerdeyse bunu yapmayacaklardı!

(72) Hatırlayınız o zamanı ki, bir inşam öldürüp onu öldürenin hakkında cedelleştiniz. Allah sizin gizleyip durduğunuz nesneyi açığa çıkarıcıdır.

(73) Onlara «Kesilen ineğin bir parçasiyle   öldürülene vurunuz. Böylece Allah ölüleri diriltir. Ve size Ayetlerini gösterir. Belki, (ümid edilir ki) aklınızı başınıza alıp düşünürsünüz» dedik.

(74) Bütün bunlardan sonra kalbiniz kaskatı kesildi.    Binaena­leyh o kalbiniz taş gibidir veya daha katıdır. Zira bazı taşlar vardır ki, onlardan nehirler fışkırır. Ve yine taşlardan bîr kısmı vardır ki parça­lanır içinden su akar. Yine bazı taşlar vardır ki, Allah'ın korkusundan (dağdan) yuvarlanıp düşerler.    Allah sizin yaptıklarınızdan gafil de­ğildir.

(75) Onların (Yahudilerin) size    (Ey Muhammed ve   ümmeti) inanacaklarını umarsınız. Halbuki onlardan bir gurup Allah'ın kelâ­mını dinledikten ve manâsım anladıktan sonra onu bilerek tahrif edi­yorlar!

(76) Ne zamanki Mü'minlere rastlarlar, «iman ettik!»    derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında «Allah'ın size açmış olduğunu Rabbiniz katında aleyhinizde kullansınlar diye mi onlara söylersiniz. Bu (yanlış) davranışınızı hiç düşünmüyor musunuz?» derler. [107]

 

Tefsir

 

(70) Hadîsi şerif de varid oldu: «Eğer İsrailoğullan istisna (inşaallah hi­dayet buluruz) etmemiş olsaydılar, onlara dünyâ kaldıkça ineğin nite­likleri belirtilmezdi».

Ehl-i Sünnet'e göre, bu cümlede, «Bütün olaylar Allah'ın iradesiy­le olur.» delili vardır. Emr bazen iradeden ayrılır. Eğer böyle olmasay­dı emrden sonra şartın hiç bir manası kalmazdı.

Mu'tezüe ve kerramiye'ye göre, Allah'ın (C.C.) iradesi hadîs-dir, ezeli değildir.

Ehl-i Bünnet'in bu iki guruba cevabı şudur: «ta'lik taalluk itibariyledir.» (Yani Allah'ın (C.C.) iradesi kadîmdir. «Eğer dilerse» şeklindeki ifade, ilgilendiği konu itibariyledir.)

(71) «Şimdi hakikati getirdin.», Sığırın gerçek vasfını getirip onu göz­lerimizin önüne serdin. «Onlar daha önce Hakkı biliyorlardı. Hz. Musa onların bildiğine parmak basınca, «Hâ! Şimdi Hakkı söyledin.» demek değildir. Belki Hz. Musa'nın belirttiği vasıf da ineklerin az olduğunu ve böyle bir ineğin kolaylıkla ayırd edilebileceğini demek istiyorlardı. Fa­kat çok uzattıklarından ve sık sık Hz. Musa'ya müracaat ettiklerinden veya katil ortaya çıkar da rezil oluruz. Korkusundan, nerde ise onu boğazlayamıyacaklardı.

Rivayete göre: Onlardan, elinde tek bir buzağısı olan, sâlih bir ki­şi vardı. Buzağısını ormana getirip şöyle dua etti: «Ey Allahım! Bu buzağıyı oğlum için sana emanet ediyorum. Ta ki oğlum büyüyünceye kadar kalsın!» tnek yaşlandı. Onlara belirtilen nitelikler sadece o inek­te vardı. Yetimden ve annesinden satın almak istediler. Onu derisini dolduracak altın karşılığında aldılar. Öyle bir inek normal olarak o de­virde üç altına satılırdı.

(73) Kesilen ineğin dilini veya sağ budundan bir parçasını veya kula­ğını veya kuyruğunu ölüye vurdular,   Hz. Musa'nın mu'cizesi olarak Ölü dirilip dile geldi ve Amcazadeleri tarafından öldürüldüğünü ifade etti.

Umulur ki, sığırın kesilmesinden önce Allah tarafından diriltil-memesinin sebebi şudur:

Allah'a çok yalvarmak, Vacibi eda etmek, yetimi faydalandırmak, Allah'a tevekkül etmenin ve evlâtlara şefkat göstermenin bereketini bildirmek ve arayış içerisinde bulunan kimsenin Allah'a yaklaştırıcı kurban ve sadaka gibi nesnelerin en hayırlısını daha önce Allah yo­lunda takdim etmek en pahalısından alıp vermenin daha güzel oldu­ğunu bildirmektir.

Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ömer (R.A.) üç yüz altına bir deveyi satın alıp kurban etti. Yine bu hadise delâlet eder ki, hakikatte etkile­yici Cenabı Haktır, sebepler ise gerçekte etkisi olmayan emarelerdir. Kim ki en büyük düşmanını tanımak, onu gerçek manâda öldürmek istiyor ise, şehvet kuvvetinden ibaret olan nefsinin ineğini tam gençli­ğin serkeşliği ile ihtiyarlığın zayıflığı arasındaki devrede kessin.

Çünkü o devrede nefis beğenilir; parlak görünüşlü, Dünya tale­binde zelil edilmemiş ve Dünyanın çirkinlik ve kirlerinden arınmış bir haldedir. Nefsi öyle bir tarzda boğazîamalı ki, etkisi tâ kalbin derinlik­lerine nüfus etmeli ve bu sayede kalb güzel bir tarzda dirilmeli, hâlin belirmesini sağlayacak tarza gelmeli, akıl ile vehim arasındaki cidali kaldırmalıdır.

(75) Yahudilerden bir gurup Hz. Muhammed'in Tevrat'ta bulunan sı­fatlarını, Recim hakkında vârid olan Âyeti tahrif ettiler. Veya tevil edip, istekleri istikametinde tefsir ettiler. Bu gurup, Hz. Musa ile Tür Dağına gidip Allah'ın (C.C.) kelâmım dinliyen kişilerdi. Bunlar bilâ­hare, «Allah'dan konuşmasının sonunda, «Eğer bu emirleri yapmaya gücünüz yeterse yapınız. Eğer dilerseniz (!) yapmayınız.» dediğini dinledik» iddiasında bulundular.

îsrailoğulları'nın âlimleri böyle olduktan sonra, acaba câhil ve se­filleri ne yapmaz ki?..

(76) Yahudi münafıkları müslümanların yanına geldiklerinde, «Sizin Hak yolda olduğunuza inanıyoruz. Peygamberinizin Tevrat'ta geleceği müjdelenen Peygamber olduğuna kanaat getiriyoruz.» derlerdi. Fakat aralarında toplaştıklarında münafıklık yapmayanlardan münafıklıkla­rından ötürü, «Allah'ın Tevrat'ta size Muhammed'in (S.A.V.) sıfatla­rından bildirdiğini onlara söylemeyiniz! Sonra onlar sizden işittikleri­ni aleyhinizde Rabbiniz katında kullanırlar.» (Yâni Rabbinizin Kita­bında bulunan delillerle aleyhinizde bulunurlar.) derler.

Veya bu sözü Yahudi münafıkları genç kuşaklarına söylerler. Böy­lece Yahudilikte ne kadar sağlam olduklarını ortaya koymak isterler!..

Gelecek nesillerini Tevrat'ta bulunanları izhar etmemeye davet ederler. Böylece hem Müslümanlara hem de Yahudilere münafıklık et­miş olurlar!... [108]

 

Tefsir-Î Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(72) Îbni-Ebi-Hâtim ve el-Beyhakî el-Museyyib b. Ra'fiden rivayet etti­ler: «Bir kişi bir iyiliği iç içe bulunan yedi hanede bile yaparsa, Allah o iyiliği ortaya çıkarır. Eğer bir kötülüğü yedi hanenin içinde işlerse, Allah onu faş eder. Bunun tasdiki Allah'ın (C.C.) Kitabında vardır: ((Allah, gizlediğiniz şeyi açığa çıkarıcıdır.»

Ahmed ve el-Hâkim Ebi-Said el-Hüderî'den rivayet ettiler: «Eğer bir kişi kupkuru kapısız ve penceresiz bir taşın içinde bir ameli işler­se, o ameli ne olursa olsun o amel mutlaka halkın yanına çıkar ve ma'-lumlan olur.»

Beyhakî Hz. Osman'ın (R.A.) hadisinden rivayet etti: «Kimin te­miz veya kötü bir gizlisi varsa, Allah onun üzerinde o amelinden bir aba belirtir. O, onunla tanınır.»

Ebu-Şeyh ve Beyhakî Merfu olarak Enes'den bu hususda uzun bir Hadîs rivayet ettiler. O, hadîsin mânâsı: Allah, her çalışana çalışma­sından (bir libas) giydirir. Öyle ki halk onunla konuşup dururlar ve ekler yaparlar. Velev ki bu çalışmasını iç içe bulunan ve her birinin kapısı demirden olan yetmiş hanenin içinde yapmış olsun.»

Bu hadîsin senedinde zaiflik vardır.

tbni-Adiy de Enes'in hadîsinden merfu olarak rivayet eder: «Kuş­kusuz Ailahu Teâlâ (C.C.) her kişiye amelinden bir aba giydirir.»

 (73) Abd b. Humeyd Îbni-Abbas'dan: «İşte bunun için dedik o sığırın bir parçasıyla ölüye vurun.» âyetin hakkında; kürek kemiğinin arka­sında bulunan kemikle vurdular.»

Abd b. Hümeyid Kattade'den, «Onlar uylulc kemiğiyle vurdular» di­ye rivayet etti.

Îbni-Cerir Es-Suddî'den rivayet etti: «İki kürek kemikleri arasın­da bulunan et parçası İle vurdular.»

(74) Abd b. Humeyd ve Îbni-Cerir Kattade'den: «Ondan sonra kalbleri-

niz katüaştı.» âyeti hakkında şunu rivayet ettiler: «Allah onlara ölü­lerin dirilmesini ve öldürülenin durumunu gösterdikten sonra kalbleri katüaştı. O kalbler taş gibi veya katılık yönünden taştan daha şiddetli­dirler.»

Sonra Cenab-ı Hak taşı mazur gördü. Fakat Âdem oğlunun şaki­sini mazur görmedi.

«Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden nehirler kaynar. Taşların Öylesi vardır ki, yarılıp ondan çeşme gibi şarıl şarıl su akar ve öylesi vardır ki, Allah korkusundan (dağdan) aşağı yuvarlanır düşer.»

Abd bin Hüroeyd ve İbni-Ebi-Hâtim Îbni-Abbas'dan rivayet etti­ler: «Taş yere düşer. Onu kaldırmak için bir gurup insan toplaşır. Fa­kat kaldırmasına güç yetirmezler. Halbuki o taş Allah korkusundan düşmüştür.»

(75) İbni-İshak Îbni-Abbas'dan: «Sonra Allah (C.C.) Peygamberini (S. A.V.) ve beraberinde bulunan mü'minleri   Yahudilerin îman etmele­rinden ümidsiz ederek buyurdu:    «Siz onların (Yahudilerin) size ina­nacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir gurüb Allah'ın sözü­nü işitiyor (iyice) akıl erdirdikten sonra bile bile değiştiriyorlar.»

Cenabı Hakkın «Allah'ın sözünü işitiyorlar» cümlesinin mânâsı, hepsi Tevrat'ı işitmiş demek değildir. Fakat işitenler Hz. Musa'dan Rablerinin görmesini istiyenlerdirler. Orada şimşek onları yaka-paça yakaladı.»

Abd b. Humeyd ve Îbni-Cerir Kattade'den: «Umar mısınız ki on­lar size inansınlar» âyetinde geçen «Onlar» zamiri Yahudilere racidir. Allah'ın (C.C.) Kelâmını dinleyip anladıktan sonra tahrif ederlerdi Bozarlardı.

Aynı âyetin tefsirinde Abd b. Humeyd ve İbni Cerir Mucahid'den: «Allah'ın Kelâmını tahrif eden ve yazanlar âlimleri idi. Allah'ın (C.C.) Kitabını kulak ardı edenler bütün Yahudiler idi.

İbni-Cerir Es-Suddî'den: «Bu âyetteki Allah Kelâmı Tevrattır. Onu tahrif ettiler.»

(76) İbni-İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: ((Müminlerle karşılaş­tıkları zaman; «Biz de sizin gibi îman ettik derlerdi» yani Peygam­beriniz Muhammed'e (S.A.V.) îman ettik. Fakat o sadece size Peygam­ber olarak gönderilmiştir, derler. Başbaşa kaldıklarında: «Sakın Arab-lara Muhammed'in (S.A.V.) Peygamber olduğunu söylemeyiniz. Zira onunla Son Peygamberle bizden olacaktır diye onlara karşı bö-bürlenirdiniz. O da onlardan oldu. Böylece Rabbiniz katında onunla size karşı hüccet getirirler dediler.

Yani siz onun Peygamberliğini ikrar ediyorsunuz. Oysa bilirsiniz ki, ona tâbi olmaklığınız hususunda söz vermişsiniz. O da onlara, bek­lenen ve biz Yahudilerin Kitabımızda gördüğümüz Peygamber oldu­ğunu haber veriyor. Onu inkâr ediniz ve Peygamberliğini ikrar etme­yiniz.

İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Bu âyet, Yahudi münafıkları hakkın­da inmiştir.»

Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim Es-Suddî'den rivayet ettiler: «Bu âyet, Yahudilerden bir gurub hakkında indi. Bunlar îman ettiler. Sonra münafık oldular. Arab mü'minlere neden azab gördüklerini ha­ber verirlerdi. Bunun için bazısı diğerine: «Allah'ın sizin üzerinde aç­tığı azabı mı onlara haber veriyorsunuz. Ta ki, biz Allah katında siz­den daha sevimli ve kerimiz desinler?» dedi.

Îbni-Cerir İbni-Zeyd'den rivayet etti: Bu âyetin iniş sebebi; Resû-lüllah'ın (S.A.V.): «Müminden başka kimse Medine'ye ve aramıza gir­mesin» dediğidir. Bunun üzerine Yahudiler îman ettiklerini izhar ede­rek Medine'ye ve müslümanların arasına girer ve kavimlerine haber­leri götürürlerdi. Müminler, bu sözde îman eden Yahudilerden sorar­lardı: «Allah (C.C), Tevrat'ta şöyle şöyle dememiş inidir?» Yahudiler: «Evet demiştir» derlerdi. Kavimlerine geldiklerinde azarlanarak: «Al­lah'ın (C.C.) size beyan ettiğini müminlere, Rabbiniz katında aleyhi­nizde delil getirsinler diye mi söyleyip duruyorsunuz?» söze maruz ka­lırlardı. [109]



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/204.

[2] El-Ankebut: 45

[3] El-Mucade: 22

[4] El-NahI: 106

[5] El-Maide: 41

[6] El-Hucurat: 14

[7] El-Hucurat: 9

[8] El-Bakara: 178

[9] El-Enam: 82

[10] El-Ahkaf: 30

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/204-212.

[12] Ed-Durrul-Mensur,  1-20-21-22, el-Halebî Kahire.

[13] Ed - Durrul - Mensur, 1-22 El-Halebî Kahire.

[14] Ed - Durrul - Mensur,  1-22 EI-Halebî Kahire

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/213-226.

[16] Ed - Durrul - Mensur:   1-26 el - Halebî - Kahire.

[17] Ed - Durrul - Mensur:   1-26  el - Halebî - Kahire.

[18] Ed - Durrul - Mensur, 1-27, el-Halebî Kahire

[19] Ed-Durrul-Mensur, 1-27, el-Halebî Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/226-228.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/230.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/230-236.

[22] Ed-Durrul-Mensur 1-29

[23] Ed-Durrul-Mensur, 1-30 el-Halebî  Kahire

[24] Ed-Durrul-Mensur 1-30 el-Halebî Kahire

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/236-242.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/244.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/245-253.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/253-258.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/260.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/260-270.

[31] Bütün bu tefsirleri  îmâmı  Suyutinin  Ed-Dürrul-Mensur  adlı  kitabından naklettik. Bk. 4041-4243 ve 44'cü sahifelere cilt bire

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/270-279.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/281.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/282.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/282.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/283.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/283-284.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/284-285.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/286-287.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/287-288.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/288-289.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/289.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/289-290.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/290.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/290-291.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/291.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/291-293.

[48] Bk. Ed-Durrul - Mensur, cild 1-46. El-Babil - Halebî Kahire bila tarih. Bu hadisenin israiliyattan olduğunu iddia eden tefsir alimlerinin sözüne de işa­ret ettik. Fakat tmam-ı Ahmed gibi bir zatın hadisi rivayet etmesi işi değiştirir kanaatındayım. Hakikati Allah daha iyi bilir. Her şeye Kadirdir

[49] Bk. Ed-Durnıl - Mensur cild 1-47 EI-Halebi Kahire bila Tarih, imamı Suyutinin Tefsiri Bil - Me'suruna müracaat et.

[50] Bk-Imami Es-Suyutî Ed - Durrul - Mensur cilt 1-48 El-Halebî, Kahire bila tarih. Burada Şayanı dikkat olan nokta meleklerin «Biz gaybı bilmeyiz» de­dikleridir. Allah bildirirse mesele değişir. Dikkat et.

[51] Bk. îmami Suyuü'nin Ed - Durrul - Mensuruna cilt 1-50-51 El-Halebî Kahire

[52] Havva'nın, Adem'in kaburgasından yaratılmasının manası, muteşabihdir. O kaburga eksilmiştir. Havva olmuştur düşüncesi yanlıştır. Zira Cenab-ı Hak «Ey insanlar, sizi tek bir nefisden yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden bir çok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden sakının» [Nisa: 1] buyurmuştur. İnsanın tohumunu bel ile göğüs kemikleri arasından çıkaran Allah, Adem'in nef­sinden eşini yaratmaya elbette Kadirdir.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/293-318.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/318-319.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/319-320.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/320-323.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/323-324.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/324.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/325.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/325-327.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/327.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/327-328.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/329-335.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/335-339.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/339.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/339-340.

[67] Bazı eserlerde Musa yerine Harun diye geçiyor.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/340-341.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/341-342.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/344.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/345.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/345-347.

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/347-348.

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/348-349.

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/349-351.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/351-352.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/352-353.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/353.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/353-354.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/354-355.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/355-356.

[82] Bütün bu Hadisler   Fethul Kadir Cild =  1-67-68-El-Babî Kahire 1349'den nakledildi-

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/356-362.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/364-365.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/365.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/365-366.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/366.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/366-367.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/367-368.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/368.

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/368-369.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/369.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/369.

[93] Allah'ın bulutta gelmesinin na&llığı malûm değildir. Hadîs müteşabihdir. Bilinsin,

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/369-372.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/374.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/374-375.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/375-377.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/377-380.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/382.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/383-384.

[101] Bu istekleri, ya hamaketlerinden ya da ilâhi sisteme inanmamalarından ileri geliyordu. Sonunda imtihana tutulmaları birinci şıkkı destekler. Düşünülsün

[102] İnad ve haksızlıkta İsrar etmeleri bunun en bariz bir delilidir. Bk. Enva-rut-Tenzil. Cild 1, Sahife 137, Amire İstanbul.

[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/384-385.

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/386-389.

[105] Bk. Tefsîrûl-Merağî  1-141, Şirketûl - Halebî  1382 Kahire

[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/390-392.

[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/394-395.

[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/395-397.

[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/397-399.