Meal 4

Tefsir 4

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 5

Meal 6

Tefsir 6

Allah'a Kulluk. 6

Valideyne, Yakınlara, Yetim Ve Miskinlere İhsan Etmek. 7

İnsana Güzel Davranmak. 7

Kan Dökmek. 7

Zulümde Birleşme Ve Yardımlaşma. 7

Ruhul Kuds. 8

Küfür Lanetlenmenin Sebebidir 8

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 9

Ruhul - Kudüs. 9

Meal 10

Tefsir 10

Lanet 10

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 11

Meal 11

Tefsîr 12

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 14

Meal 14

Tefsir 15

«Cinden Olan Şeytan Ve İnsandan Olan Şeytan.». 15

Hârüt Ve Mârût 15

Resulullah'a Karşı Saygı 15

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 16

Sihir Ve Şeytanlar 16

Sihir 17

Hârut Ve Mârut 18

Babil 20

Sihirle Amel Etmek Ve Ona İnanmak. 20

Sihrin Tesiri 20

Sîhir Yapan Kâfir Olur Mu?. 21

Sihir İlmini Bilmek Mahzurlu Mu?. 21

Sihirbazın Tevbesi Kabul Olur Mu?. 22

Meal 22

Tefsir 23

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 24

Nesih Meselesi 25

Meal 27

Tefsir 27

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 28

Mühim Bir Hulasa. 30

Meal 30

Tefsir 31

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 32

Meal 36

Tefsir 36

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 37

Meal 38

Tefsir 39

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 40

Meal 41

Tefsir 41

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 42

Meal 45

Tefsir 45

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 46

Meal 47

Tefsir 47

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 49

Meal 51

Tefsir 51

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 52

Meal 54

Tefsir 55

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 55

İzah. 56

Domuzun Eti 58

Deniz Domuzu. 58

Allah'dan Başkasının Adıyla Kesilen. 58

İztırar Hali 59

Bagı 61

Meal 62

Tefsir 63

İslâm'da Kısas. 63

İslâm'da Vasiyet 64

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 64

Meal 67

Tefsir 67

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 68

Îslâmda Vasiyet 68

İslamda Oruç. 69

Hastalık Ve Oruç. 70

Sefer Ve Orucu. 70

Seferde Oruç Tutmak Mı Daha Afzaldık Yoksa Yemek Mi?. 71

Kazaya Kalmış Orucu Bozana Ne Lazımdır?. 72

Fidye. 72

Pîri Fâni Kimdir 73

Orucun Fazileti Hakkında Hadisler 73

Kur'anın Înişi 74

Ramazan Bayramında Tekbîr 76

Îslamda Dua. 76

Meal 76

Tefsir 77

İslâmda İtikaf 77

Allah'ın Hududları 77

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 78

Sahur Yemeği 79

Fecrin Tesbiti 80

İslâmda Îtikaf 81

Mühim Bir Nokta. 82

Rü'yeti Hilâl 82

Şahidlikte Genel Bir Kaide. 83

İhtilafı Metalia İtibar Yok. 84


Meal

 

(77) Onlar bilmezler ki, Allah gizledikleri ve açıkladıktan her şe­yi bilir.

(78) Onlardan ümmîler vardır ki, Tevrat'ı bilmezler. Ancak uy­durulmuş yalanlan bilirler. Şübhesiz ki onlar ancak zannederler. (Öyle sanırlar).

(79) Hasret ve helak, elleriyle kitabı yazıp sonra onunla değersiz ve az şeyleri satın almak için, «Şu Allah'ın katından gelmiştir.» diyen­lere vardır (olsun). Elleriyle yazdıklarından ötürü onlara helak var-dır. Kazandıklarından onlara helak ve hasret vardır.                                 

(80) Dediler ki, «Ateş bize sadece bir kaç gün dokunur.» Onlar­dan sor: «Bu konuda Allah'dan bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Al­lah hiç bir zaman sözünden dönmez! Yoksa Allah hakkında bilmediklerinizi mi söylüyorsunuz?»

(81) Evet bir çirkini işleyen ve hatası kendisini saran kimseler var yâ, onlar Cehennem müdavimleridir. Onlar orada ebedî kalıcıdır­lar.

(82) O kimseler ki, îman edip güzelleri işlemişlerdir. Onlar var ya Cennetin daimi müşterileridirler.    Onlar Cennette ebedî kahcidır-lar.                                                                                                                     |

(83) Hatırla ki, biz Israiloğullanndan «Allah'dan başkasına kul­luk yapmayınız, anne ve babanıza, akrabanıza, yetimlere, fakirlere iyi­lik yapınız. İnsanlara güzel söz söyleyiniz. Namazı kılınız ve zekâtı ve  riniz!» diye söz aldık. Sonra az bir kısmınız hâriç bu va'dinizden dön­dünüz! Siz Hak'tan yüz çevirmeyi âdet haline getirmiş bir kavimsiniz![1]

 

Tefsir

 

(78) Zann, ilmin karşılığında her görüş ve kesin olmayan inanca de­nir. Sahibine göre kesin olması, onu zann olmaktan çıkarmaz. Mukal­lidin itikadı buna örnek olabilir!. Bazı görüşlere göre taklidi îman bile makbul değildir.

(79) «Veyl» Helak olmak, hasret çekmek demektir. Bazılarına göre; Veyl Cehennemde bir vadinin veya bir dağın adıdır. Bunun mânâsı: Cehennemde bir yer vardır. «Veyl» e müstehak olan kimseler orada azab görür. Mecazen oraya «veyl» adı verilmiştir.

Elleriyle Kitab yazanlardan maksad, Tevrat'ı tahrif edenlerdir. Onlar hasis yararlarını elde etmek için uzak ve uygun olmayan tevil­ler yaparlar.

(80) Yahudilerin inancına göre; kendileri  ancak buzağıya  tapüdığı günler kadar Cehennemde kalacaklardır. O da kırk gündür. Bazı Ya­hudi bilginleri de: «Dünyanın ömrü yedi bin senedir. Her seneye kar­şılık bir gün Cehennemde kalırız» dediler! Fakat hepsi delilsiz iddia­lardır. Dünyanın yaşının yedibin sene olacağı nerden çıkar? Her sene­ye karşılık bir gün kaydı nerden gelir? V.s.

«Muhakkak ki, Allah vadine muhalefet etmez!» Âyeti Celîlesi, muhalefet etmenin Allah için muhal olduğunun delilidir.

(81) «Evet, günâhı işleyen ve o, günâhı da kendisini kuşatan orada dâi­mi kalmak üzere Cehennemlikdir.»

Günahı kendisini kuşatan ve bütün durumlarını kapsayan bir kimse, ancak kâfir bir kimse olabilir. Zira kâfir olmayan bir kimsenin kalb ile tasdiki ve dil ile ikrarı yalnız kalsa bile, hatası onu her taraf-dan kuşatmaz.

Bu sırra binaen selef bunu küfür ile tefsir etmişlerdir. Bunun incelemesi şöyledir: «Bir günâh işleyip onu bir türlü bırakmayanı o günâh, ikinci bir benzer günahı işlemeye sürükler. Onu, onun benze­rine daldırır. Daha büyüğünü yapmaya götürür. Öyle ki, sonunda gü­nâh onu kuşatır, kalbini derler ve damarlarını elde eder. Dolayısıyla kalben günâha yönelir. Günâhları güzel görür. Onlardan daha lezzet tisinin bulunmadığına inanır! Mani olan kişilerden buğz eder!.. Ken­disine vaz-u nasihat edeni, yalanlar! Nitekim Cenab-ı Hak başka bir Ayette «Sonra kötülüğü âdet edinmişlerin akıbetleri Allah'ın Ayetleri­ni yalanlamak oldu.»

Bunlar Dünyâ'da ateşin sebeblerinden ayrılmadıkları gibi Âhiret-te de ateşten ayrılmayacak şekilde kalıcıdırlar. Kâfirler ebediyyen, fa-sıklar ve günahkârlar cezaları nisbetinde Cehennemde kalacaklardır.

Bu Âyetlerde, büyük günâhların sahiblerinin ebediyyen Cehen-nenı'de kalacaklarına dair delil yoktur. Zira «hulud» kökünden ge­len «halıdun» uzun zaman durmak demektir. Eğer «ebedâ» keli­mesi eklenirse o zaman ebedîyyet manâsını ifade eder. Aksi takdir­de ebediyyete delâleti kati değildir.

(82) Salih amelin îman üzerine atıf edilmesi, amelin îmanın bir parça­sı olmadığının delilidir. İmamı Buharî aksini söyler.

(83) «Azınız müstesna sonra verdiğiniz sözden caydınız!..»    Bu Âyeti celîle nesh olunmazdan önce Yahudilikte samimi   olan Yahudileri ve İslâm geldikten sonra İslama giren Yahudileri istisna eder. Onlar ver­dikleri sözde durdular! [2]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(77) İbni-Cerir Ebul-Âliye'den: «Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizle­dikleri şeyi de açıkladıklarını da tamamen bilir» âyetin tefsirinde şun­ları rivayet etti: «Onların gizledikleri, Hz. Muhammed'i (S.A.V.)  in­kâr edip yalanladıklarıdır.   Açığa vurdukları «Biz de îman ettik» de­meleridir.»

Seleften bir cemaat da böyle dediler. [3]

(78) İbni-İshak ve İbni-Cerir. İbni-Abbas'dan: «Onlardan ümmiler var­dır. Kitabı bilmezler.» âyetin tefsirinde: Onlar Kitabda olanı bilemez­ler. Onlar, senin Peygamberliğini zann ile inkâr ederler.»

İbni-Cerir İbni Abbas'dan: «Ümmiler, bir kavimdir. Allah'ın (C.C.) gönderdiği her hangi bir Peygamberi tasdik etmezler..  Allah'ın (C.C.) İndirdiği hiç bir kitaba inanmazlar. Elleriyle bir kitab yazdıktan son­ra sefil ve cahil bir kavme «Bu Kitab Allah katından geldi» dediler. Cenab-ı Hak onların elleriyle yazdıklarını haber verdikten sonra Al­lah'ın (C.C.) kitap ve Peygamberlerini inkâr ettikleri için onlara Üm-mi dedi.»

Îbni-Cerir ve İbnul-Munzir İbni-Abbas'dan: «Âyetteki «Emaniyye» kelimesi bir takım hadîsler dedi  kodular demektir.»

İbni-Cerir ondan yaptığı diğer bir rivayette «Emaniyye» yalanlar demektir» diyor. Bunun benzerini Abd b. Hümeyd Mücahid'den de rivayet etti. «Onlar ancak zanda bulunurlar» ancak yalan söyler­ler» zannı yalanla tefsir etmek Mücahid'den rivayet edildi.

(79) En-Nesei Îbni-Abbas'dan: «Artık azab o kimselere ki Kitab yazar­lar da sonra biraz para almak için «Bu Allah tarafındandır» derler» âyeti ehl-i Kitab hakkında inmiştir.»

Ahmed ve Tirmizî Ebi-Said'den rivayet ettiler: «veyl, Cehennem­de bir vadidir. Kâfir orada kırk sene yuvarlandığı halde onun dibine varamaz.»

İbni-Cerir Hz. Osman'ın (R.A.) hadîsinden merfu olarak rivayet etti: «veyl, Cehennemde bir dağın adıdır».

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Kitabı yazanlar Yahudi haham­larıdırlar. Onlar Hz. Muhammed'in (S.A.V.) sıfatlarını Tevrat'ta şöyle yazılı olarak gördüler: Gözleri sürmelidir. Orta boyludur. Saçlar kıv­rımlıdır. Yüzü güzeldir. Bunları gördüklerinde kıskançlıklarından Tev­rat'tan sildiler. Böylece Kureyş'lilerden bir gurub gelip Yahudilerden sordular; «Siz Tevrat'ta ümmî bir peygamberi görüyor musunuz?» Ya­hudiler:

— Evet görüyoruz, dedikten sonra Resulün sıfatlarını değiştirerek, uzun boyludur, gözü mavidir. Saçları sarkıktır, dediler. Kureyşliler, Bizde olan bu değildir. Bu sıfatlara sahib olan bizden değildim dedi­ler.

Îbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Az baha demek, dünya malından ve­rilen fiat demektir. Ellerinin yazdığı o kitabdan ötürü azab onlara ol­sun. Sefil ve cahil halkın malından haksız yere kesbettiklerinden ötü­rü azab onlara olsun.»

İmamı suyutî «Ed-Durrul-Mensur» adlı tefsirinde Selefin bir ce­maatinden naklediyor: «Bu âyete dayanarak Mushaflarm satılmasını kerih görmüşlerdir. Fakat bu âyette öyle bir delil yoktur. Sonra diğer bir cemaatin Mushaflarm satışında her hangi bir kerahat olmadığını söylediklerini nakletti.

(80) İbni-îshak ve İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Yahudiler, dünyanın ömrü yedi bin senedir. Biz her bin seneye karşılık Dünya günü ile bir gün azab göreceğiz. Bu, sayılı yedi gün eder. Sonra azabımız Kesilir!» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Yahudiler «Bize sayılı bir kaç günden başka asla Cehennem ateşi dokunmaz dediler...» âyetini in­dirdi.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Yahudiler; ateş, ancak buzağıya tap­tığımız kırk gün kadar bizi yakar, dediler.»

Abd b. Hümeyd, ve İbni-Cerir îkrime'den: «Bir gün Yahudiler top-laşıp Hz. Peygamber'le (S.A.V.) cedelleştiler: Ateş ancak bizi sayılı günler  kırk gün  yakar, dediler. Bizim çıkacağımızdan sonra bazı kimseler orada kalırlar dediler ve Resul ile ashabını kasdettiler. Resû-lüllah iki elini başına koyarak, yalan söylüyorsunuz. Aksine siz orada daimisiniz. Ateşte daimi kalacaksınız. İnşallah hiç bir zaman biz ora­da sizin geride kalmışlarınız olmıyacağız dedi. Bunun üzerine on­ların hakkında şu âyet indi: «Yahudiler «Bize saydı birkaç günden başka asla Cehennem ateşi dokunmaz» dediler...»

Ahmed Buharı Darımı ve Neseî Ebu-Hüreyre'den: «Hayber'de Re-sûlüllah Yahudilerden Cehennemlileri sordu. Yahudiler, «Biz orada az bir zaman kaldıktan sonra sizler orada yerimizi alır halef imiz olursu­nuz» diye cevap verince Hz. Peygamber: «Ümidsiz olunuz. Hiç bir za­man orada sizin yerinizi tutmayacağız» dedi.

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir Mücahid'den: «Allah katındaki ahid-den maksad, onların iddia ettikleri gibi Allah'dan gelen bir vesikadır.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «ahîd'den maksad lâilahe illel-lah deyip ona ortak koşmamak ve kâfir olmamaktır.»

Abd b. Hümeyd Katade'den: «Yoksa Allah'a karşı bilmediğinizi mi söylüyorsunuz.» âyetin tefsirinde:    «Kavim yalan ile batılı söylediler»

diye rivayet etti.

 (81) Îbni-Ebi-Hâtim İbnİ-Abbas'dan:  «Âyetteki Seyyie» kelimesi    şirk koşmak demektir.»

İbni-Ebi-Hâtim Ebu-Hüreyre'den: «Günâhlan onu kapsamıştım âyetinin mânâsı: Şirk koşması onu kapsamıştır demektir dedi.»

Abd b. Hümeyid Katade'den: «Günâhları onu her tarafdan kap­sarsa» âyetindeki günâhlardan maksad, sahibine ateşi gerekli kılan büyük günâhdır.

Vaki' Hasan'dan rivayet etti: «Her şey ki Allah onun karşısında ateşi vaadetmiştir o, «Hatie» dir.»

Îbni-Ebi Şeybe Rebİ b, Haysam'dan rivayet ettiler: «Günâhı ken­disini kapsayandan maksad, tevbe etmezden önce günâhı üzerinde ölen kimsedir.»

(83) Ibni-İshak Îbni-Abbas'dan: «îsrailoğullannın misakını aldıktan maksad, onları kınamaktır, yani sizin misakınızı aldık demektir.»

İbni-Cerir: «İnsanlara en güzelini söylevinizden maksad, emribil-marûf ve Nehyi anilmünkeri yapınız demektir.» diye rivayet etti.

Beyhakî Hz. Ali'den (R.A.): «İnsanların hepsine en güzeli söyle­yiniz» diye rivayet ettiler.

İbni-İshak ve İbni-Cerir tbni Abbas'dan: «Sonra yüz çevirdiniz» âyetin manâsı, «Hepsini terk ettiniz demektir» dedi.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Benim Umûmdan yüz çevirdiniz. An­cak Taatım için seçtiğim 6, azlar yüz çevirmediler» diye rivayet etti. [4]

 

Meal

 

(84) Hatırlayınız o zamanı ki, sizden «Kanlarınızı dökmeyiniz. Kendi nefislerinizi yurdunuzdan çıkarmayınız!» sözünü almıştık. Son­ra (bu sözü kabul ve) ikrar etmiştiniz. Halbuki siz (bu hususda selef­lerinizin bu ikrarına) şah idi i k ediyorsunuz!

(85) Bu sözleşmeden sonra sizler, ey topluluk, kendi kendinizi öldürürsünüz. Ve bir gurubunuzu yurtlarından çıkarıyorsunuz Onla­rın aleyhinde günâh ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer esir dü­şer size gelirlerse, kurtulmaları için fidyelerini verirsiniz. Halbuki, on-lan yurtlarından çıkarmak size haramdır. Yoksa kitabın bir kısmına iman ediyor, diğer bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bu işleri yapanların cezası dünya hayatında rezilliktir. Kıyamet gününde de en şiddetli azaba döndürülecektir. Allah sizin yaptığınızdan gafil değil­dir.

(86)  îşte onlar o kimselerdir ki, Âhiretlerini vererek, Dünya ha­yatını satın aldılar. Onlardan azab hafifletilmez ve onlara yardım da yapılmaz.

(87) Yemin ederim ki, biz Musa'ya Tevrat'ı verdik. Ve Musa'nın arkasından Peygamberler gönderdik. Ve Meryem'in oğlu İsa'ya (Ölü di­riltmesi gibi) açık mu'cizeler verdik. Ve İsa'yı <tRuhul-Kuds» ile teyid eyledik. Acep size nefsinizin istemediği şeyle bir Peygamber her geldik­çe, ona karşı kibre mi kapılacaksınız? Onların bir kısmını yalanla(h-nız. Bir kısmını da öldürdünüz.

(88)  Ve dediler ki; kainlerimiz kılıflıdır. Belki, Allah onlara kâ­firliklerinden ötürü lanet etmiştir. Onların pek azı müstesna başkası îman etmezler. [5]

 

Tefsir

 

Tefsirin bu bölümünde, genel olarak şu konular işlenecektir.

1) Allah'a (C.C.) kulluk etmek,

2) Ebeveyne, akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik etmek,

3) İnsanlara iyi söz söylemek,

 4) Namaz ve zekât,

5) Kan dökmemek,

6) Zulümde birleşmemek,

7) Kaypaklığın cezası,

 8) Ruhul-Kudus'ün kimliği,

 9) Kâfirlik laneti gerektirir bir nedendir. [6]

 

Allah'a Kulluk

 

Mü'min kimse, manâsını ve manâ ile ilgili bütün yönlerini, nama­zından tâ duasına kadar her yalvarışını ve yakarışını Allah'a (C.C.) bağlar. Bütün isteklerinde ona yönelir. Kıblesi odur. Fakat kabe remizdir. İsrail oğullarından da onlardan önce gelen ümmetlerden de tek ona kulluk yapmalarını istemiştir ve «bezmi elesti» de bütün insanlardan bu sözü almıştır. Bütün Peygamberler, melekler, ruhlar, ölüm ve dirim onun yarattıklarıdır. «Allah, hanginiz daim güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı (dirimi) yarattı.» (Mülk: 2).

«Hatırla o zamanı ki, îsrailoğullanndan sözü aldık ki; «Allah'dan başkasına kulluk etmeyiz...» »

Bu misak (söz), Peygamber göndermek veya tur'u Cebrail va­sıtasıyla üzerlerine kaldırıp «ya söz veriniz veya Tûr'u üzerinize bıra­kırım.» demek suretiyle alınmıştır. [7]

 

Valideyne, Yakınlara, Yetim Ve Miskinlere İhsan Etmek

 

İnsanı karnında taşıyan annesi ve bütün yükünü taşıyan babası yardımına ve hizmetine en müstanak ve en lâyık olan kişidir. Onlara her türlü ferahlatıcı faktörleri sağlamak, bütün meşru' isteklerini ye­rine geciktirmeksizin getirmek, gönüllerini hoş tutmak Allah'ın taşı­tından sonra insanın boynunda ve önce olan vazifedir. «Sakın onlara öf bile demeyiniz!» diyen Kur'an-ı Kerim burada: «Valideyne güzel davranınız, onların kalbini hoş tutunuz sözünü İsrailoğullanndan al­dık!..» demiştir.

Bir Hadîsi şerîfde Allah'ın Resulü (S.A.V.):

«Pederin evlâdına duası, Peygamberin ümmetine duası gibidir!», bir hadîsde de: «Alemlerin Rabbi «Sila-i Rahmi» yarattığı zaman Si-la-i Rahm Arşın ayağına yapışarak, «Ey Rabbim! Dünyada beni kesen­den merhametini kes!» diye dua etti!..» buyurmaktadır.

Yetimler, toplumun merhametine en muhtaç, kanadı kırık yavru­lar! Onlara yardım elini uzatan, merhamet sembolüdür. Allah'ın Re­sulü (S.A.V.), «Ben ve yetimi besleyip büyüten Cennet'te bu parmak­ların ikisi gibi yan yanayız.» deyip şehadet parmağıyle orta parmağını gösterdi. Böylece yetimin bakıcısının mertebesinin kendi mertebesine yakın olduğunu ifade buyurdu.

Kur'aiı-ı Kerim'de: «Öyle ise yetime gelince ona zulmetme (yüzü­nü ona karşı ekşitme..)!» (Ed-Duha: 9). «O öyle bir (kâfir) ki, yetimi kovar!» (El-Maun 3) buyruluyor.

Miskin, fakir demektir. Cenabı Hak, «... Fakiri de doyurmaya teş­vik etmez!..» Âyeti Celîlesinde, Dîni yalanlayanın sıfatlarından biri olarak fakire yardım etmemeyi ve ettirmemeyi saymaktadır. [8]

 

İnsana Güzel Davranmak

 

İnsanlara, meşreb ve mezhebleri ne olursa olsun, güzel söz söyle­mek ahlâk verici ve irşad edici kelimeler kullanmak gerektir.

Allah, kâfirlerin başında gelen Firavun (aleyhil-Lâ'ne)'a karşı yu­muşak davranmayı «Ulûl-Azim» Peygamberlerden olan Hz. Musa ve onun ağabeyisi ve Peygamberlik ortağı Hz. Harun'a tavsiye ediyor: «Firavun'a varınız ona yumuşak bir söz söyleyiniz!..»

Kâinatın Fahri'ne: «Eğer sen katı ve kalbi merhametsiz biri olay­dın, kesinlikle onlar etrafından dağılırlardı!..» buyruluyor.

Namaz dinin direğidir. Zekât tslâmın köprüsüdür. İkisi de İslâmın rüknüdür. «İslâm beş temel üzerinde kurulmuştur (yâni beş şeyden meydana gelmiş); AUah'dan başka Ma'budun olmadığına, Hz. Muham-med'in Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık etmek, namazı kılmak, ze­kâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak, ve gücü yetiyorsa, Hacca git­mektir!.» (Hadîs) «Hatırlayınız ki, «Allah'dan başkasına tapmayınız, anne ve babanıza, akrabanıza, yetimlere, fakirlere iyilik ediniz, insan­lara güzel söyleyiniz, namaz kılınız ve zekâtı veriniz!» diye İsrailoğul-lanndan söz almıştık.- Sonra içinizden birazınız müstesna bu sözünüz­den döndünüz. Siz Hak'tan halâ yüz çevirmektesiniz.» [9]

 

Kan Dökmek

 

(84) Kan dökmek, öldürmek, Allah'ın yapmış olduğu ve haksız olarak dokunmasını yasakladığı binayı yıkmaktır.

«Kim ki bir mümini kasden öldürürse onun cezası Cehennemdir. O, orada (Eğer katletmek, helâldir kanaatında ise) ebedî kalır. Allah ona lanet etmiştir. Allah ona gazab etmiştir ve onun için elem verici bir azabı hazırlamıştır.»

Cenab-ı Hak: «Nefsinizi öldürmeyiniz» diyor. İnsanın öldürdüğünü, öz nefsi olarak gösteriyor. Bunun nedenleri şunlardır: Öldürülen soy­ca veya dince öldürenle bağlıdır. Ya da öldürmek, öldürülmeyi gerek­tirdiği için, sanki öldüren kendisini öldürmüştür. «Yâni: «Kanlarını­zın akıtılmasını gerektiren bir fiilde bulunmayınız. Sizi yurdunuzdan çıkartılmayı icabeden hareketlerden kaçınınız. Ebedî hayatınıza halel getiren ve zehir yapan durumlardan uzak durunuz. Bu duruma düş­mek, gerçek ölümdür. Hakiki Eviniz olan Cennet'ten sizi uzaklaştıran hareketlerde bulunmayınız. Zira gerçek hicret budur!»

«Sonra vermiş olduğunuz sözü ikrar ettiniz». Onun lüzumluluğu-na kanaat getirdiniz. «Halbuki, bu hususda nefsinizin aleyhinde şa-hidlik de ediyorsunuz.» Ya da Âyetin manâsı, «Ey Kur'an'm muha­tapları İsrailoğulları! Siz eslâfinizin ikrarları hakkında şâhidlik eder­siniz.» Bu manâya göre, ikrar fiilinin mevcudlara isnadı mecazî olur. Sanki Ecdadlarınin ikrarları onların ikramdır. [10]

 

Zulümde Birleşme Ve Yardımlaşma

 

(85) «Sonra siz (ondan sonra) şu tenkid edicilersiniz. Nefislerinizi (din­daşlarınızı veya ırkdaşlarınızı)     öldürüyorsunuzSizden bir gurubu yurtlarından sürgün ediyorsunuz. Onların aleyhinde günâh ve zulüm­le yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse fidye ve­rip kurtarıyorsunuz.»

Rivayete göre, Yahudilerin «Ben-i Kureyze» kabilesi Medine'li avslar'ın müttefiki, «Beni Nâdir» kabilesi de Medine'li hazraç ka­bilesinin müttefikleri idiler. Savaşta her kabile müttefikine yardım ederdi. Karşıdakileri öldürür, yurtlarını yerle bir ederlerdi. Yurtların dan kovarlardı. Yahudilerin döğüşen bu iki kabilesinden herhangi bi­risi esir düşerse, bu sefer iki gurub onu kurtarmak için aralarında mal toplar onu kurtarırdı. Yâni, ırkdaşının tutsaklığına sebeb olan, bu se­fer fidye verip onu kurtarırdı.

Başka bir manâ daha, «Eğer onlar şeytanların elinde esir olarak size görünürlerse, onların kurtulması için vaz-u nasihatta bulunursu­nuz kendinizi ise zayi edersiniz.» Nitekim Cenab-ı Mevlâ (C.C.), «Aca­ba halka iyiliği yapmayı emreder de nefislerinizi   unutur musunuz?»

buyurmuştur.

(85) «Ey tsrailoğullan! Kitabın (Tevrat'ın)    bir kısmına inanıyor bir kısmım da inkâra mı kalkışıyorsunuz?»

Onların inandığı, tutsak bir dindaşını kurtarmak ve fidye ver­mektir. İnkâr ettikleri kısım ise, dindaşlanyla savaşmak ve onları yurdlanndan kovmaktır.

«Sizden bu işi yapanın cezası Dünya hayatında rezil olmaktır.Kı­yamet gününde azabın en şiddetlisine dönüştürüleçekdir. Allah sizin yaptığınızdan gafil değildir!»

Dünyâdaki rezaletleri; «Beni-Kureyze» nin öldürülmesi, tutsakla-ması ve «Beni Nâdir»in yurdlanndan sürülmesi gibi olaylardır.

Allah-u Teâlâ'nın (C.C.) daimî bir şekilde kullarının amellerini murakabe etmekte olduğunu isbatlayıcıdır, Ayetin en son cümlesi:

(86) «Onlardan azab tahfif edilmez ve onlara yardım da edilmez.»

Bu Âyeti Celîle Yahudilik karakterinin Dünyâ ve Ankette zilletin nedeni olduğunu belgeler. Katillik, hilebazlık, tefecilik, gibi uygunsuz hallerin, Dünyâ ve Ahiret meskenetini gerektiren gerçeğini sergiler!. [11]

 

Ruhul Kuds

 

(87) «Biz İsa'yı Ruhûl-Kudüs ile takviye ettik.»

Hz. İSA'ya verilen mu'cizeler, ölüleri Allah'ın izniyle diriltmek, körlerin gözlerini açmak, cüzzamlıları iyileştirmek, kayıplardan haber vermek gibi harikulade şeylerdir.

Meryem ise hizmetçi mânâsını taşıyor. Çünkü O yüce peygam-ber'in annesi meryem, Küdsi Şerifin hizmetkârlarından İdi.

Ruhül Kudüs, mukaddes olan ruh demektir; ondan Hz. Cebrail kasdedilmektedir. Bazı tefsir âlimlerine göre Ruhûl Kudüs, Hz. İsa'­nın ruhu demektir. Bu Peygamber-i zîşanın ruhuna özellikle Ruhûl-Küdüs denilmesinin hikmeti, Muhterem validesine isnat edilen dinsiz­ce iftiralardan uzak olduğunu, şeytanının dahli olmadığım, ispat et­mek içindir. Veya Allah'ın (C.C.) katındaki şerefinden ötürüdür. Nite­kim Cenab-ı Hak başka bir Âyette: «Ben ruhumdan üfürdüm.» diye onu nefsine izafe etmiştir. Veya Hz. İsa'nın ruhu babanın sulbüne ve hayiz ile kirli bulunan anne rahmine girmediği için bu vasıfı almıştır. Bazı tefsircilere göre, Ruhul Kudüs İncil veya ölülerin diriltilmesinde kullanılan Allah'ın (C.C.) en büyük ismi demektir!

«Acaba nefislerinizin sevmediği bir emirle herhangi bir Peygamber geldikçe ona iman etmekten yüz mü çevireceksiniz, onlardan bir gu­rubu yalanlayıp, diğer bir gurubu da öldürecek misiniz?»

Yalanlanan gurup Hz. Musa ile Hz. îsâ gibi, öldürülenler ise Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya gibi Peygamberlerdir.

Üstelik sizler ecdadınız gibi Hz. Muhammed'i öldürme teşebbü­sünde bulunuyorsunuz. Bunun için ona sihir yaptınız ve zehirletmek için bir koyunun gövdesine zehir koyarak takdim ettiniz. [12]

 

Küfür Lanetlenmenin Sebebidir

 

(88) «İsrailoğulları, «Bizim kalplerimiz kılıflıdır.» dediler. Hayır! Ya­lan söylüyorlar. Allah, küfürlerinden ötürü, onlara lanet etti, onlar az îman ederler!»

Kalblerinin üzerinde bulunduğunu iddia ettikleri kılıflar tabii kı­lıflar idi, dolayısı ile Peygamberin getirdiklerini dinlemezler ve anla­mazlardı.

Başka bir tefsir âlimine göre Âyetin mânâsı:

«Kalplerimiz ilim torbalandır, neyi dinlersek kaparız fakat senin dediklerinden birşey anlamıyoruz veya dağarcıklarımızdaki ilim bize yeter, başkasına ihtiyacımız yoktur!»

Cenabı Hak onların diğer insanlar gibi tertemiz bir şekilde yara­tılmış olduklarını ve kalbleri Hakkı kabul edecek şekilde olduğunu be­yan buyurduktan sonra rezalet ve lanetlenmelerinin tek sebebi kâfirlik leri olduğunu beyan buyurdu. O kalpler, herhangi bir nedenle Hakkı kabul etmekten kaçmıyorlardır. Belki tek neden küfürdür. Nitekim başka bir Âyette «Kâfirlik onların kulaklarını sağır, gözlerini kör et­miştir» demiştir. [13]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(84)  «Hatırla o zamanı ki, sizden Misak (kesin söz) almıştık ki, birbi­rinizin kanlarını dökmiyeceksiniz.»

Bu âyetin tefsiri seleften şu şekilde gelmiştir: Birbirinizi öldürmi-yeceksiniz. Bir kısmınız diğerini memleketinden çıkarmıyacaktır. Son­ra hazır ve şahid olduğunuz halde bu Misakı (Kesin sözü) ikrar (ka­bul ve itiraf) ettiniz.» İbni-Cerir Ebul-Âliye'den böyle rivayet etti.

İbni-Cerir ve İbni Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Sonra ikrar ettiniz  ki bu benim misakımdan sizin üzerinizde bir haktır. Sonra sizler nefislerinizi öldürürsünüz yani müşriklerle beraber birbirinizi öldü­rürsünüz  Adamlarınızla beraber onların kanlarım akıtıyorsunuz.

Bir gurubunuzu müşriklerle beraber memleketlerinden çıkarıyor­sunuz. Medine'li Evs ve Hazreç kabileleri arâsmda bir savaş olduğun­da «Beni-Kaynuka» Yahudileri Hazreç'le beraber olurlardı. «Beni-Na-dir» ve «Beni Kureyze» Yahudileri de Evs'la beraber olurlardı. Her ka-bîle andlaşmalılanyla beraber olup din kardeşinin aleyhinde çalışırdı. Öyle ki, kanlarını akıtırlardı. Savaş bittikten sonra Tevrat'taki hük­mü doğrulamak için esir olmuşlarını   fidye vermek   suretiyle kurtanrlardi. «Eğer onlar, esir olup size gelirlerse mal karşılığında esir mü­badelesini yaparsınız  yani böyle yapmanın dininizde sizin üzeriniz­de farz olduğunu   «Onların yurdlanndan çıkarmaları sizin için haramdır»  Yani Kitabınızda bu hüküm vardır. «Acaba Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz.» Yani Kita­ba inanarak onları esaretten kurtarırsınız de Kitabın, onları yurdla­nndan çıkarmak size haramdır demesine neden inanmıyorsunuz?»

İbni-Cerir Katade'den:(86)«Bunlar âhireti Dünya hayatına satmış kimselerdir» âyetin tefsirinde «Dünyanın azını âhirete tercih edenler­dir.» rivayet etmiştir.

«And olsun: Biz Musa'ya Kitabı verdik» bu âyeti İbni-Âsakir İbni-Abbas'dan: «Kitaptan maksad, Tevrat'tır. Bir defada mufassal ve muhkem olarak verildi» diye rivayet etti.

(87) «Musa'dan soma birbiri ardınca Peygamberler gönderdik...» yani Eşmûil b. Babil, Menşâbil, Şa'ya, Hazkil, ve halk arasında Hızır diye bilinen Ermiya, Süleyman'ın babası Davud ve Meryem oğlu İsa'yı (se-latu-selâm onlara olsun), Musa'dan sonra gönderdik. Evet, bu Resul­ler, Musa'dan (A.S.) sonra seçilip gönderildiler. Onlardan çok kuvvetli ve kesin söz alındı ki Hz. Mühammed'in (S.A.V.) sıfatlarını ümmetle­rine tebliğ etsinler. Onun ümmetinin vasfını da söylesinler.» [14]

İbni-İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Meryem'in oğlu İsa'ya Beyyinler verdik» âyetin tefsirinde: Bu Beyyinler, açık mu'cizelerdi. Allah onun eline onları vermişti: Meselâ: Ölüleri diriltmek, kuş heye­tinde çamurdan bir iskelet yapıp ona üfiemek suretiyle diriltmek, has­talıkları iyi etmek ve gayiblerden bir çoğunu Allah'ın (C.C.) izniyle haber vermek ve onların üzerine inen Tevrat ve İncil'den Allah'ın (C. C.) kendisine bildirdiğini bildirmek gibi.» [15]

 

Ruhul - Kudüs

 

İbni-Cerir, İbnul-Münzir ve İbni Ebi Hatim Îbni-Abbas'dan riva­yet ettüer: Kudüs, o isimdir ki İsâ (A.S.) ona sığınarak ölüleri dirilti­yordu. Ondan gelen bir Ruh ile İsa'yı (A.S.) teyid ve takviye ettik.

İbni-Ebi-Hâtim Mucahid'den:   «Kudüs Allah demektir.Yani Allah'dan (C.C.) gelen bir ruh ile onu teyid ettik.»

% Rebi' bin Enes de bunun benzerini rivayet etti.

Aynı zat İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Kudüs temizlik demektir. Temizlik ruhu ile onu teyid ve takviye ettik.»

Es-Suddî'den: «Kudüs bereket demektir» diye rivayet etti. İsmail b. Ebi-Halid'den:  «Ruhul-Kudüs Cebrail  (A.S.)  dir.» diye rivayet edildi.

İbni-Mesud'dan da o tefsirin benzeri rivayet edildi.

Ebu-Şeyh «El-Azame» de Cabir'den rivayet etti. «Allah'ın Resulü Ruhuî-Kudüs Cebrail'dir dedi.»

Sahihda sabittir ki, Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Ey Allah'ım! Has­sanı Ruhul Kudüs'le takviye ve teyid et diye Şairi Hassan b. Sabita dua etti.»

Said b. Cübeyr: «'Feriyk' kelimesinin anlamı bir gurub demektir.» dedi.

İbni-Abbas: «Kalbe döner mânâsına gelen kalb demenin sebebi bir halde durmamasından ileri geliyor.»

Et-Teberanî «El-Evset» adlı eserinde: İbni-Abbas «Gülfûn» keli­mesini «Güllefün» tarzında okumuştur. Bu takdirde âyetin mânâsı: «Biz nasıl öğreneceğiz! Halbuki bizim kalblerimiz hikmetin kalbleri-dirler.» Yâni öğrenmeye ihtiyacımız yoktur.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kalblerimiz ilim doludur. Ne Muhammed'in (S.A.V.) ne başkasının ilmine ihtiyacımız yoktur.».

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Kalblerimiz perdeli ve örtülü­dür» diye rivayet etti.

İbni-Cerir İbni Âbbas'dan: «Onlar mühürlü kalblerdi.» İbni-Cerir Katade'den: «Onlar anlamaz kalblerdir.»

İbni-Ebi Şeybe Huzeyfe'den:

«Kalbler dört kısımdır:

1) Perdeli kalbdir. O kâfirin kalbidir.

2) Musfah  iki yüzlü, hem imam    hem de nifakı    taşıyan   kalbdir. Bu da münafüun kalbidir.

3) Bir kalbdir ki sapsafdır. Onda lâmba benzeri vardır. O mü­minin kalbidir.

4) Bir kalbdir ki, onda İman ve nifak vardır.İmanın meselesi; temiz suyun yetişip  kavuştuğu bir ağaç   meselesi   gibidir. Nifakın meselesi, irin ve kan imdadına yetişmiş bir yaranın meselesine ben­zer.»

İmamı Ahmed Ebu-Said'den güzel bir senedle rivayet etti: «Al­lah'ın Peygamberi: Kalbler dörttür:

a) Tertemiz bir kalbdir ki onda parlar lâmba benzeri iman var­dır.

b) Perdeli ve perdesi bağlı bir kalbdir.

c) Tersyüz çevrilmiş bir kalbdir.

d) İki yüzlü bir kalbdir.

Tertemiz kalbe gelince, o müminin kalbidir. Ondaki çırası nuru­dur.

Perdeli ve bağlı kalbe gelince, o kâfirin kalbidir.

Baş aşağı ve ters yüz döndürülmüş kalbe gelince, o münafıkın kalbidir. Münafık hakkı tanıdıktan sonra İnkâr etti. İki yüzlü kalbe gelince, o bir kalbdir ki, onda îman ve nifakın ikisi de vardır. Oradaki îmanın benzerliği baklanın benzerliğidir. Ona tertemiz su yardım eder. Oradaki nifakın meselesi, irinin yardım ettiği bir yara meselesi­dir. Su ve irinden hangisi diğerine galip gelirse o, kalbi istilâ eder.»

Abdurrezzak ve İbni-Cerir Katade'den: «Ancak az îman ederler.»

tefsirinde, ancak az kimseler îman ederler diye rivayet etti. [16]

 

Meal

 

(89) Onlara, Kıtablarını doğrulayıcı olarak Allah katından bir Ki-tab geldiğinde (onu inkâr ettiler.) Halbuki, o Kitabla daha önce müş­rikler üzerinde yardım umud ederlerdi. Ne zaman ki tanıdıkları Hak onlara geldi, onu inkâr ettiler. Kâfirlerin üzerinde Allah'ın laneti var­dır.

(90) Nefislerini satın aldıkları (m zannettikleri) şey ne fena şey­dir. O da hasetten ötürü Allah'ın indirdiğini inkâr etmeleridir. Kulla­rından dilediğine Allah'ın fazl-u    keremiyle Kitab    indirmesinden ve Peygamberlik vermesinden kıskandıkları için (inkâra kaçtılar). Bunun için de AUah tarafından gazab üstüne gazaba müstehak oldular. Kâ­firlere hor ve rezil edici bir azab vardır.

(91) Ne zaman ki, onlara «Allah'ın indirdiğine îman ediniz» de­nilse, «Biz, bize indirilen Kitaba îman ederiz.» derler.   Kitablarından başkasını inkâr ederler.   Halbuki o Kitablarından   sonra gelen Kitab Hakkın tâ kendisidir. Onların beraberlerinde bulunan Kıtablarını doğ­rular durumdadır. De ki:    «Eğer mü'min iseniz daha önce neden Al­lah'ın Peygamberlerini öldürüyordunuz?»

(92) Yemin olsun, kesinlikle Musa size mu'cizelerle geldi. Musa (Tûr'a gittik) ten sonra buzağıyı tanrı edindiniz. Halbuki, (bu hareke­tinizde) zalimlerdiniz.

(93) Hatırlayınız o zamanı ki, sizden söz aldık ve Tur (dağını) üstünüze kaldırdık «Verdiğimizi muhkemce tutunuz ve    (Tevrat'taki emirleri) dinleyiniz. Onlar:  (Senin sözünü) dinledik,    (senin emrine) isyan ettik.» dediler. Kâfirliklerinden ötürü buzağının sevgisi kalble-rinde yerleştirildi De ki: «Eğer mü'minler iseniz îmanınız size ne fe­na şey emrediyor?» [17]

 

Tefsir

 

Yahudiler Hz. Muhammed'in Peygamber olarak gönderilmesinden önce şöyle dua ederlerdi: «Ey Allahım! Ahir Zaman Peygamberi ile bi­ze yardım et. O, Peygamber ki, sıfatlan Tevrat'ta yazılıdır.» Müşrik­lere, «O, Peygamberin sıfatlarını bildiğimiz için ona tabî olur, size kar­şı mücadele edip sizi mağlûp edeceğiz!» derlerdi! Ne zaman ki Hz. Mu-hammed (S.A.V.) kâinata şeref verdi. Bu sefer «Neden bizden olma­dı?» diye kıskanmaya başladılar. Tevrat'ın içinde bulunan ve tahrif edilmemiş hükümleri tasdik edip doğrulayan Kur'ân-ı buna rağmen yalanladılar. Allah'ın katından gelmemiştir, dediler. Bundan ötürü de kâfir oldular. Kâfirlere ise, Allah'ın laneti vardır!. [18].

 

Lanet

 

Kâfirlerden, başka hiç bir guruba lanet okunmaz. Cansızlara da lanet okunmaz. Belli bir fâsık ve facire de lanet okunmaz. Bir Hadîs-i şerifde, «Kişi bir nesneye lanet okuduğunda lâhet ona gider. Eğer la­nete lâyık ise, oraya konur. Değilse, lanet yer ve gökleri gezer konaca­ğı bir yeri bulamadığı için geri gelir laneti okuyanın boynuna geçer!» diye varid olmuştur.

Büyük günâh işleyene lanet eden bir kimseye laneti iade olunur. Hatta Hz. Hüseyin'in zımni katili sayılan yezid'e bile Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat» lanet okumayı caiz görmemişlerdir. Ancak Sünnîlerin çok ifrat edenleri Yezid'e lanet okumuşlardır. Haccac-ı zâlime bile la­net okumayı uygun görmemişlerdir.

Umumî olarak zâlimlere, ribacılara ve içkicilere lanet eden Âyet­ler nazil olmuştur; Hadîsler de varid bulunmaktadır.

Genel olarak yalancılara da lanet varid olmuştur. Fakat içki içen birisinin ismini yâd ederek lanetlemek caiz değildir. Ancak Melûnin zümresine girer. Allah yardım eyliye!..

Tevrat'a îman ettiklerini iddia eden Yahudileri IJabbimiz yalanla­makta ve Peygamberine sual sordurmaktadır. «De ki: Eğer mümin iseniz neden daha önce Allah'ın Peygamberlerini öldürdünüz?»  Tevrat Peygamberlere karşı gelip onları öldürmeyi haram kılmıştır! Tev­rat'ı ihlâl eden ona îman etmiş sayılır mı?

Israiloğullarının âdetinin zulmetmek ve körü körüne taannüt et­mek olduğunu şu Âyet ne güzel sergiler: «Yemin ederim ki, Musa size mu'cizelerle geldi. Ayrılıp Tûr Dağı'na gittikten sonra buzağıyı tanrı edindiniz. Halbuki bunda siz zalimlersiniz.»

Bu cümle zulmün onların tabii bir karakteri olduğunu ifade eder. Onların seleflerinin diğer Peygamberlere karşı takınmış oldukla­rı tavrı, onlar da Resûlüllah'a (S.A.V.) karşı takınırlar!

İsrailoğulları, mücessime ve hulûlîyye olduklarından bu küfürleri kalblerinde buzağının sevgisini yerleştirmeye, zihinlerinde buzağının suretini dikmeye sebeb oldu. [19]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(89) «Vaktaki onlara Allah katından   beraberlerinde   bulunanı tasdik eden bir Kitab geldi.»

Bu âyetin tefsirinde Abd b. Hümeyd Katade'den rivayet etti. «O Kitab Kur'an'dır. Onların beraberlerindeki ise, Tevrat ve İncildir.»

İbni-İshak ve İbni-Cerir Asım bin Ömer bin Kattade el-Ensarî ta­rikiyle rivayet ettiler: «Bizden bazı ihtiyar zatlar bize söylediler. Biz Ensar'dan daha fazla hiç bir Arab kabilesi Resûlüllah'ın durumunu bilmez. Çünkü bizimle beraber Yahudiler Medine'de yaşıyordu. Onlar ehli-Kitap bizde putperest idik. Onların hoşlarına gitmiyen bir şeyi­miz onlara dokunduğunda: «Şimdi (yakında) bir Peygamber gelecek­tir. Onun zamanı yakındır. Biz Yahudiler ona tabi' olur. Âd ve irerain Ödrülülmesi gibi sizi öldüreceğiz» derlerdi.

Resûlüllah gönderildiğinde biz Ensar ona tabi' olduk Yahudiler ise onu yalanladılar. Allah'a yemin ederiz ki, şu âyet: «Daha önce küfredenlere karşı fetih istiyorlardı» bizimle, Yahudiler hakkında na­zil olmuştur.

Beyhakî Ed-Delail'de Îbni-Abbas ve İbni-Mesud'dan rivayet etti: Arablar Yahudilerin yurdundan geçerken onlara eziyet ve zarar verir­lerdi. Yahudiler Hz. Muhammed'i  (S.A.V.)  Tevrat'ta görüyorlardı. Allah'dan (C.C.) onu Peygamber olarak gönderilmesini niyaz eder du­rurlardı. Ta ki, onunla beraber arablara karşı savaşsınlar. Fakat Hz. Muhammed (S.A.V.) gönderildiğinde sadece İsrailoğullarından olma­dığı İçin onu inkâr ettiler.»

Selefden başkaları da bunun benzerini rivayet ettiler.

(90) Abd b. Hümeyid ve İbni-Cerir Kattade'den: «Allah'ın kullarından dilediğine ihsanından indirmesini kıskanarak indirdiğini tanımamak­la nefislerini ne kötü şeye karşılık sattılar.» âyetin tefsirinde: Onlar Yahudîlerdir. Allah'ın (C.C.) indirdiğini   (Kur'an'ı) de Muhammed'i (S.A.V.) de kıskançlık ve arablardan duydukları hasedin yüzünden in­kâr ettiler. Böylelikle gazab üstüne gazaba uğradılar. Allah (C.C.) on­lara iki defa gazab etti. Bir defasında Hz. İsâ üe İncil'i inkâr ettikle­rinden. İkincisinde Hz. Muhammed (S.A.V.) üe Kur'an'ı inkâr ettikle­rinde, dediğini rivayet ettiler.

Îbni-İshak, İbni-Cerir ve Îbni-Ebi-Hâtim İbni Abbas'dan rivayet ettiler:

Allah (C.C.) neden Peygamberliği başka bir millete vermiştir, di­ye kıskandılar. Hz. Muhammed'i (S.A.V.) inkâr ettiklerinden ikinci ga­zabı yediler. Nitekim Tevrat'ta yaptıkları tahrifden ötürü birinci gazabı yedikleri gibi...

(91) Îbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Onun arkasında olanı in­kâr ediyorlar.» Yani ondan sonra geleni inkâr ediyorlar.))

İbni-Cerir Es-Suddî'den: «Onun arkasında olandan maksad, Kur ân'dir.»

(93) Abdurrezzak ve İbni-Cerir Kattade'den: «Küfürleri sebebiyle kalb-lerine buzağı (sevgisi) sindirilmişti.» Onun sevgisi kalblerine sinecek derecede onlara içirümişti.» [20]

 

Meal

 

(94) De ki: «Eğer (iddia ettiğiniz gibi) Ahiret Evi Allah Katın­da başka kimselere değil de sadece size aitse ve eğer doğru iseniz, ölü­mü temenni edip isteyiniz (bir an evvel oraya gidiniz).»

(95) (Göreceksin ki) onlar, ellerinin    daha önce işlediklerinden ötürü (ondan korktukları için) hiç bir zaman ölümü istemezler. Allah zâlimleri pek iyi bilir.

(96) Kesinlikle onları herkesden ve (hatta) müşriklerden de da­ha fazla yaşamaya muhteris olarak görürsün. Her birisi bin sene ya­şamak ister ve sever. Halbuki, bu uzun yaşamak onu azabdan kurtara­maz. Allah onların işlediklerini görücüdür.

(97) De ki: «Cebrail'e düşman olan  (kâfirdir.) şübhesiz ki o, Kur'an'i senin kalbinin üzerine Allah'ın izniyle daha önceki, Kitab'la-n doğrulayıcı, Mü'minlere rehber-i hidayet ve müjde olduğu halde in­dirmiştir.»

(98) Kim ki, Allah'a, onun meleklerine, Resullerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşmanlık güderse (o kâfirdir)    şübhesiz ki Allah kâfirlerin düşmanıdır.

(99) Kesinlikle sana apaçık Âyetler indirdik.   O, Ayetleri ancak fâsıklar inkâr ederler.

(100) Onlar ne zaman bir ahid verirlerse, içlerinden bir gurub çıkıp o ahdi kulak ardı yapar. Belki onların çoğu îman etmiyor. Ne za­man ki, Allah katından ve onların beraberindeki Kitablanru doğrula­yıcı bir Peygamber geldiyse, Kitab ehlinden bir gurup Allah'ın Kita­bını arkalarına attılar. Sanki onlar (onun Allah Kitabı olduğunu) bil­miyorlar. [21]

 

Tefsîr

 

Yahudilerin iddiasına göre Cenneti Allah (C.C.) onlar için yarat­mıştır.

Kur'an-ı Kerîm yüce Peygamberimize (S.A.V.) ,(94)«Onlara söyle, gerçekten iddia ettiğiniz gibi Cennet sadece sizin için yaratılmış ise, başkasının yeri değil ise, bir an evvel o lezzetler yurduna kavuşmak için ölümü temenni ediniz; tabiî ki eğer sözünüzde doğru iseniz!..»

Madem ki İsrailoğullan böyle bir temennide bulunmuyorlar, ölüm­den alabildiğine kaçıyorlar, anlaşılıyor ki, iddiaları bir kuruntudan ibarettir. Zira Cennetlikliğine yüzdeyüz inanan bir insan örneğini Hz. Ali (R.A.) şu sözleriyle vermektedir: «Ölümün üzerine düşmem veya Ölümün benim üzerime düşmesi, hiç amma hiç, beni endişelendirmez ve böyle bir olaya perva da etmem.»

Hz. Ammar - bin - Yasir (R.A.) Sıffın Savaşında şunları haykırdı: «İşte şimdi dostlarım Hz. Muhammed ile grubuna kavuşmak zamanı­dır.»

Huzeyfe (R.A.) da, ölüm döşeğinde iken şöyle haykırdı: «Dost fa­kirlik üzerine geldi. Onun mülâkatinden pişman olan felah bulmasın!»

Yahudiler Hz. Muhammed'i (S.A.V.) inkâr ettiklerinden Kur'an-ı yalanladıklarından ve Tevrat'ı tahrif edip bozduklarından ötürü ,öl-dükten sonra Cehennemi boylayacaklarını kesinkes biliyorlar. Ve bundan dolayı da ölümü temenni değil de uzun boylu yaşamayı te-mennî ederlerdi. Nitekim Kur'an bu hakikati şu şekilde sergiliyor: «On­lar daha önce yapmış olduklarından ötürü asla Ölümü temenni etmez­ler.»

Bu cümle gaipten haber vermektedir ve Yahudilerden bilâharo Müslüman olanlar bu haberi teyid etmektedirler. Bir de, eğer böyle bir temennide bulunsaydılar, muhakak bu hadîse nakledilecek ve şöhret bulacaktı. Oysa böyle bir durum meydanda yoktur. Allah Resulünden (S.A.V.) şu hadîs rivayet edilmektedir: «Eğer Yahudiler ölümü temen­ni etseydiler, herkes tükürüğü ile boğulacaktı, yâni herkesin tükürü-f üyle boğulup oldukları yerde yığılacaklardı ve böylece yeryüzünde hiçbir Yahudi kalmayacakdı.»

 (95) «Allah zalimleri çokça bilendir.» Bu ilâhî bir tehdit olduğu gibi, kendilerine ait olmayan davalardan vazgeçmeleri için de zalimlere bir uyarıdır. Yahudiler bütün insanlardan, hattâ putperestlerden daha fazla yaşamaya haris oldukları, «Biz Allah'ın seçkin gurubuyuz, Cen­net Özel olarak bizim için yaratılmıştır v.s.» sözleri samimiyetten mah­rum, temelsiz ve dayanıksız birer iddiadan öteye gitmez!..

(97) «De ki: Cebrail'e düşman olan kâfirdir.»

Bu Âyeti Celîle Suriya oğlu Abdullah hakkında nazil oldu. Bu Ya-hudî, Allah Resulünden (S.A.V.): «Sana kim vahyi getiriyor?» diye sordu. Cenabı Peygamber, «Cebrail (A.S.) getiriyor.» deyince Abdullah şöyle karşılık verdi: «Cebrail düşmanımızdır, biz Yahudilere birkaç kez düşmanlık etmiştir. O düşmanlıkların en barizi, Cebrail bizim Pey­gamberimize şu vahyi getirdi: «Babü hükümdarı Bühtannaser Beytül makdisi yıkacaktır. Bunun üzerine Bühtannaseri öldürmek üzere Ba-bil'e bir fedaî gönderdik, Babil'de hükümdarı görüp öldürmek isteyen fedaimize Cebrail mani oldu ve dedi ki: Eğer Rabbiniz Buhtannâser'e sizin helak edilmenizi emretmiş ise, onu öldüremezsiniz, (Zira onu öldürürseniz kim sizi helak edecek ve Allah'ın emri nasıl yerine gele­cektir.) Eğer sizi öldürmez ise, neye karşılık onu öldürüyorsunuz?» dedi»

Başka bir rivayete göre Ayetin sebebi nüzulü şöyledir: Hz. Ömer bir gün Yahudi okullarını gezerken Cebrail'i onlardan sordu. «Biz Cebrail'e düşmanız. Bizim sırlarımıza Muhammed'i (A.S.) muttali kı-üyor. Yeryüzünde batan her memleketi o batırıyor ve her milletin aza­bım o tatbik ediyor. Mikail (A.S.) ise bolluk ve barışma meleğidir. (Onu seviyoruz).» Bunun üzerine Hz. Ömer sordu: «Bu iki meleğin Al­lah katında mertebeleri nasıldır?» Yahudiler: (Cebrail Allah'ın sağın­da (keyfiyeti bilinmeyen bir cümle) Mikâil ise solundadır. Ve ayni za­manda iki meleğin arasında düşmanlık vardır.»

Hz. Ömer (R.A.), «Eğer bu iki melek dediğiniz gibi ise o vakit düş­man değildirler, kesinlikle siz eşşekten de daha inkarcısınız. Bu iki me­lekten herhangi birine düşmanlık yapan Allah'ın da düşmanıdır.  dedi.

Bu konuşmalardan sonra Hz. Ömer Resûlüllah'a geldi. Baktı ki Cebrail daha önce vahyi  getirmiştir.    Ömer'i gören Resûlüllah, «Ey Ömer! Rabbin sana muvafakat edip sözüne uygun Âyet indirdi.» bu­yurdu.

Cebrail kelimesinde sekiz lügat vardır: cebraiyl (selsebily gibi), cebryl, cebreil (cahmeriş gibi) cibril (kındil gibi). Bütün kıraatlar kıraati meşhûredirler! Dört tane de kıraati şazze var­dır: cebael, cebrail, cıbreel ve cebrin. Acemce (Arap olma­yan demektir) ve bir zâtın özel ismi olduğu için, gayri munsariftir. Manâsı; ALLAH'm Kulu demektir!.. «Senin kalbinin üzerine Ceb-raili indirdi» Kalbinden bahsetmenin nedeni şudur: Vahyin ilk mer­kezi, hıfzetmenin ve anlayışın yeridir. «Allah'ın izniyle», O'nun emri ile veya kolaylaştırmasiyle demektir.

Cebrail'e düşmanlık eden, insafın ipini boynundan çözmüştür ve­ya Cebrail'e düşmanlık eden onun beraberindeki ilâhî hükmü inkâr etmiştir. Çünkü Cebrail'in getirdiği Kitap, geçmiş Kitapların doğrula-yıcısıdır.

Veya Âyetin manası: «Cebrail'e düşmanlık yapan, öfkesinden öl­sün ve gebersin.» Veya: «Cebrail'e düşmanlık güden benim düşmanım-dır. Ben de onun düşmanıyım!»

Bir meleğe düşmanlık yapan sanki bütün meleklere düşmanlık yapmıştır. Bu Âyeti Celîle meleklerin ve Peygamberlerin düşmanlığı­nın küfür olduğunu isbatladı.

(99) «Sana apaçık Âyetler indirdik, onları ancak fasıklar inkâr eder!»

Hz. Muhammed'e verilen apaçık Âyetlerin başında Kur'an geliyor. Bir işaretiyle Ay'ı ikiye bölmesi, az bir yemeğe mübarek ellerini koyup çoğaltmasını sağlaması, gizlice söylenen hadiselerden Vahiy vasıtasıyle haberdar olması, bir avuç toprağı düşmanın yüzüne serpip geçip git­mesi, suyun parmaklarının arasından akması, ağacın ve devenin gelip kendisine selâm vermesi ve bazı gaybî emirlerden haber vermesi gibi daha nice mu'cize ve Peygamberliğine delâlet eden alâmetler vardır.

Mekteb ve medrese görmiyen ümmî bir zâtın bütün dünyâya ilim sahasında meydan okuması onun yüce Risaletini isbata yeter de artar kanaatmdayız.

Bu Âyetin sebebi nüzulü, Îbnu-Surya'nm Hazreti Muhammed'e (S. AV.): «Bizim kültürümüz kapsamında bulunan ve kayda değer bir şey Resûlüllah (S.A.V.): «Demin Cebrail onlan bana haber verdi» de-yince:

Abdullah b. Selâm: Cebrail mi?

Resûlüllah: Evet Cebrail.

Abdullah: Meleklerden o, Yahudilerin düşmanıdır. Bunun üzerine Resûlüllah: «De ki her kim ki, Cebrail'e düşman ise...» âyetini okudu.

Abdullah b. Selâm: Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?

Resûlüllah: Kıyamet alâmetlerinin ilki bir ateştir. Doğudan çıkar halkı Batıya doğru sevk eder.

Cennet ehlinin ilk yediği bir balığın ciğerinden arta kalandır.

Çocuğu annesine veya babasına çeken faktör şudur: Eğer erkeğin suyu kadının suyundan önce gelirse çocuk babaya çeker. Aksisi olursa anneye çeker.»

Abdullah b. Selâm: «Eşhedü enlailâhe illallahu ve enneke Resu-lullah  Allah'dan başka hiç bir ma'budun olmadığına ve senin de Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık ve şâhidlik ediyorum  dedi.»

tbni - Cerir îbni - Abbas'dan: «Şüphesiz ki, Cebrail onu Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir.» âyetin tefsirinde; Cebrail Kur'an'ı Allah'ın emriyle indirdi ki, senin kalbini onunla takviye etsin onunla kalbini bağlasın. «O daha Önce gidenleri tasdikleyîci olarak indi» Ya­ni Kur'an'dan önce inen Kitablan, âyetleri (Mucizeleri) ve Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamberleri, tasdik edip doğrular Kur"an...

îbni - îshak ve İbni - Cerir İbni Abbas'dan: «İbni - Sûrîyâ Yahu-disi Resûlüllah'a (S.A.V.): ccEy Muhammedi Bize tanınan bir şey ge­tirmedin. Allah senin üzerine açıklayıcı bir âyet de indirmedi.» dedi. Bunun için Cenab-ı Hak: «Biz sana açıklayan âyetler indirdik. Onlan fasıklardan başka kimse inkâr etmez.» âyetini indirdi.

Resûlüllah gönderildiğinde ve Yahudilerden alınan Misak (kesin söz) den bahsettiğinde Yahudilerden Mâlik b. Sayf: «Vallahi Muham-med (S.A.V;) hakkında bizden herhangi bir söz alınmamıştır. Ve her hangi bir ahid de verilmemiştir» deyince, Allah (C.C.): «Onlar her ne zaman bir ahid üzerine anlaşma yapmışlarsa, içlerinden bir topluluk o ahdi bozup atmadı mı?» âyetini indirdi.

İbni - Cerir ibni - Abbas'dan: «Açıklayıcı âyetler» hakkında şun­ları rivayet etti: Sen sabah - akşam ve bu iki zaman arasında onlara o âyetleri okuyor ve haber veriyorsun. Sen onların katında ümmî ve Kitabı okumaz bir kimsesin. Halbuki ellerinde bulunanı olduğu gibi pnlara haber veriyorsun. İşte burada onlar için bir ibret ve aleyhlerin­de bir hüccet vardır   Eğer bilseler   »

îbni - Cerir Kattade'den rivayet etti: «Kendilerine Kitab verilen­lerden bir gurup onu attı.» Yani onu nakz etti ve bozdu.»

(101) İbni - Cerir Es - Suddî'den: «Kendileri ile yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir Peygamber Allah katından gelince» âyetin tef­sirinde: Muhammed onlara geldiğinde Tevrat ile Ona muareze ettiler. Tevrat ile Kur*an uyumluk içerisinde görülünce Tevrat'ı atıp Âsef in Kitabına ve Harut ile Marufun sihrine yapıştılar. Sanki Tevrat'ta bu­lunan; «Muhammed'e tabi' olunuz ve Onu doğrulayımz» emrini hiç bilmezlermiş gibi davrandılar.»

getirmedin. Senin üzerine herhangi bir Ayet nazil olmadı ki, sana ta­bî olalım.» demesidir. [22]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(94)  «De ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu, başka insanların değil de, yalnız sizin ise, eğer doğru sözlü iseniz ölümü dileyiniz.»

Bu âyetin tefsirinde: İbni-Cerir Ebul-Âliye'den şunlar rivayet etti: Yahudiler Cennete ancak Yahudi olan veya Hıristiyan olan girer!» id­dia ettiklerinde bu âyet nazil oldu.»

İbni-Cerir bunun benzerini Kattade'den de rivayet etti.

Beyhakî «Delail» adh eserinde İbni Abbas'dan: «Diğer insanlara ait olmayıp Allah'ça size tahsis edilmişse...» âyetindeki «insanlar» dan maksad Mü'minlerdir diye rivayet edildi. «Ölümü temenni ediniz» bu âyet geldiğinde Resûlüllah onlara: «Eğer sözünüzde (iddianızda) doğ­ru iseniz, Ey Allah'ımız! Bizi öldür, diye dua ediniz. Benim nefsimi yedi kudretinde tutan Allah'a yeminim olsun: Sizden herhangi bir kimse bu duada bulunursa, tükürüğüyle boğazı tıkanır ve derhal olduğu yer­de oluverir» dedi.

İbni-İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Hangi gurub daha yalancıdır, onun için ölüm niyazında bulununuz dedi Hz. Peygamber. Fakat onlar böyle bir niyazda bulunmaya yanaşmadılar. Eğer Resu-IüUah bunu teklif ettiği günde onlar bu temennide bulunsaydılar yer­yüzünde ölmemiş hiç bir Yahudi kalmazdı.» diye rivayet etti...

Buharı Merfu' olarak rivayet etti: «Eğer Yahudiler böyle bir te­mennide bulunsaydılar kesinlikle ölürlerdi ve ateşteki yerlerini gö­rürlerdi.»

(96)  «And olsun onları hayata karşı (diğer insanlardan) daha haris bu-Iursun...»

Bu âyetin tefsirinde İbni-Ebi-Hâtim ve Hâkim ondan rivayet etti­ler. «Zamir Yahudilere raci'dir. Müşrikler de ölümden sonra dirilip haşr olunmaya inanmadıkları için onlar da uzun yaşamaya en fazla harisdirler. Yahudilerin hayata karşı harisliği, yanlarındaki ilmi zayi ettiklerinden başlarına gelecek rezaleti bildiklerindendir.

«Yasamak onu azabdan uzaklaştıracak değildir.» Yani kurtaracak değildir.»

Said b. Mansûr, İbni - Cerir İbni Abbas'dan: «Her biri, bin sene yaşatılsın ister» Bu söz, Acemlerin birisi aksırdığında bin sene yaşa mânâsına gelen «zih hezar sal» dedikleridir.

(97) Ahmed ve İbni - Cerir ve Ebu - Naim Îbni-Abbas'dan rivayet etti­ler: «Yahudilerden bir cemaat Resûlüllah'a (S.A.V.) gelerek: «Ey Ebel Kasım! Senden soracaklarımız vardır. Onların cevabım ancak pey­gamberler bilir. Onları cevablandırabilir misin?»

Cenab-ı Peygamber: «İstediğinizi sorabilirsiniz» deyince, Yahudi­ler sordular. Peygamber de cevab verdi. Sonra Yahudiler: «Bize haber ver senin meleklerden dostun (sana vahyi getiren) kimdir? İşte o za­man ya seninle beraber dururuz veya ayrılırız» diye sordular.

Resûlüllah: «Benim dostum Cebrail'dir. Hiç bir peygamber yok­tur ki Cebrail onun dostu (kendisine vahyi getiren elçi) olmasın» de­di.

Yahudiler: «Eğer senin dostun ondan başka.bir melek olsaydı sa­na tâbi olur ve seni doğrulardık» dediler.

Resûlüllah: «Cebrail'i tasdik etmekten sizi alıkoyan nedir?»

Yahudiler: «Cebrail bizim düşmanımızdır» dediler. İşte o zaman Cenabı Hak: «De ki, her kim ki Cebrail'e düşman ise, gerçekten Ceb­rail daha önce indirileni tasdik etmekte olan Kur'an'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirdi...» âyetini indirdi.

İbni-Ebi-Şeybe ve Ahmed, Buharı ve Neseî Enes'den rivayet etti­ler:

Yahudi âlimi Abdullah b. Selâm bir arazisinde meyveleri topladığı bir anda Resûlüllah'm (S.A.V.), Medine'ye gelmiş olduğunu haber al­dı. Derhal Resûlüllah'a geldi. Ve Resule: «Senden peygamberlerden başkası bilmiyen üç şeyi soracağım:

1) Kıyamet şartlan (alâmetleri) nin ilki nedir?

2) Cennet ehlinin ilk yemeği nedir?

3) Çocuğu babasına veya annesine çeken nedir? [23]

 

Meal

 

(102) Yahudiler, şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkın­da uydurduklarına tabî oldular. Oysa Süleyman kâfir olmadı. Fakat şeytanlar kâfir oldular. Halka sihirbazlığı öğretirlerdi. Babil  (memle­ketin) de iki melek olan Hârût ve Mâruf a   indirileni öğretirlerdi. Bu iki melek: «Biz fitneyiz, imtihanız sakın hâ kâfir olma!» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlardan, kan ile kocasının arasını ayı­ran sihri öğrenirlerdi. Halbuki» sihirbazlar Allah'ın izni olmadan hiç kimseye herhangi bir zarar veremezler. Kendilerine zarar verip faidesi olmayan sihri öğrenirlerdi. And olsun ki, sihirbazlığı satın alana (öğ­renen ve seçene) Ahiret Âleminde hiç bir nasibin olmadığım bilirler­di Nefislerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bil­selerdi.

(103) Eğer onlar iman edip sakınsalardı Allah katından gelen bir sevap onlar için daha hayırlı olurdu. Keşke buseydiler.

(104) Ey îman edenler! Sakın hâ (Peygamber'e) «raina» (Bizi gözet, telkin yaptığın zaman yavaşlan ki, anhyalım) demeyiniz! «un-zuena» (Bize mühlet ver ki, dediklerini ezberliyelim.)  deyiniz. Gü­zelce sözlerini dinleyiniz. Kâfirler için elem verici bir azab vardır.

(105) Kitab ehli ve müşriklerden olan kâfirler, Rabbinizden size bir hayır gelmesini İstemezler. Halbuki Cenabı Allah rahmetiyle dile­diği kulunu tahsis eder. Allah büyük fazilet sahibidir. [24]

 

Tefsir

 

(102) Şeytanların Hz. Süleyman (A.S.)'in hükümdarlığı ve zamanı hak kında uydurduğu sihirbazlık kitablarını Yahudüerden bir gurup oku­yup dururlar.

Bu şeytanlar ya cinlerden olan şeytanlardır veya Hz. Süleyman'ın (A.S.) devrinde onun aleyhinde konuşup halkı ayaklandıran kötü ruhlu insanlar demektir. O zamanda geçerli akça olan sihir ve büyü­yü âlet ederek fitneyi alevlendirirlerdi. Zira şeytanlar, Kur'an'ı Ke-rim'in «En-Nas» Sûresinin son Âyetinde iki kısma ayrılmıştır:

«Cin­den Olan Şeytan Ve İnsandan Olan Şeytan.»

«Hz. Süleyman sihir ilmini biliyordu. Bu ilim sayesinde bütün cin­leri celbedip küplere koydu ve deniz adalarına sürgün etti!» şeklindeki iddialar asılsız ve astarsızdır. «Süleyman kâfir olmadı, lâkin şeytanlar kâfir oldular.» Âyeti bahsi geçen bu iddiaları yalanlar. «Süleyman si­hir yapmadı.» yerine «Süleyman kâfir olmadı.» tâbirini kullanmakla sihirbazlığın küfür olduğuna işaret ettiği gibi, Peygamber olanın. bu felaketten ma'sum ve masun olduğuna da işarettir.

Şeytanlar halkı sapıtmak gayesiyle durmadan siniri öğretmeye çalışır dururlardı.

sihir, şeytana yaklaşmak sayesinde elde edilen ve yalnız insanla meydana gelmiyen bir bilim dalıdır. Bu bilimi ancak şeytanla uyum sağlayanlar tahsil edebilirler. Şirret ve pislikte şeytanın hebasetine uy­gun bulunan ancak sihirbaz olabilir. Zira uyum, birleşmek ve yardım­laşmakta şarttır. İşte sihirbazın Peygamberden ve Velîden ayrılma noktası budur.

Hile sahihlerinin âletler ve ilâçlar vasıtasiyle veya el çabukluğuy-le yaptıkları oyunlar ise, dînen kötü ve mezmum olan sihirden değil­dir. Ona sihir adının takılması ise, mecazîdir. Veya ondaki incelikten ötürü bu ad takılmıştır. [25]

 

Hârüt Ve Mârût

 

Bunlar sihri öğretmek için Allah tarafından bir belâ ve imtihan olarak gönderilmiş iki melektir. Aynı zamanda, sihir ile mu'cizenin ayırd edilmesi içindir, onlann gelmeleri.

«Onlar, birer beşer oldular ve kendilerinde şehvet halkedildi Zuh-re adlı bir kadına saldırdılar. Kadın onları günâh işlemeye ve şirke ite­ledi. Sonra kadın onlardan Öğrendiği sihir ile göklere çıktı.» tarzında­ki hikâye Yahudilerin uydurduğu asılsız bir iddiadır.

Umud edilir ki, bu daha önce geçmişlerin remz ve işaretlerinden-dir. Basiret sahihlerine gizli değildir. Onu çözerler. Fakat basiretleri kapalı bulunanlarda anahtarları yoktur.

Tefsircilerin bazılarına göre, Hârût ve Mârût iki kişinin adıdır. Çok sâlih oldukları için, melek diye adlandırıldılar. «El-Melikeyn» kıraati bu tür tefsiri teyid eder.

Bazı müfessirlere göre «ve mâ» daki «Mâ» nefiy (olumsuzluk) edatıdır. «Ma Kefere Süleymanü» üzerine atıf dır. Mânâsı: «Sü­leyman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü halka sihir­bazlığı öğretirler. Babil'de iki meleğe (Hârût ve Mârût) bir şey inme­di. Onlar kimseye bir şey öğretmediler ki, biz fitneyiz... desinler!»

Sihri öğrenip onunla amel etmiyen, îmanında sabit kalır. «Sakın hâ! Sihrin Öğrenilmesinin caiz olduğunu savunup onunla amel etmek suretiyle kâfir olma!.»

Âyet, sihir olsun, diğer mahzurlular olsun öğrenilmesinin caiz ol­duğuna delâlet eder. Ancak onun peşine düşüp onunla amel etmek mahzurludur!

İkinci tefsire göre: «Hiç kimseye öğretmezler ki; onlara biz fitne­yiz sakın kâfir olma desinler. Halk da onlardan kadın ile kocasının ara­sım ayırd edecek sihri öğrensinler!» demek olur.

«Onlar Allah'ın izni olmadan sihir ile hiç bir kimseye bir zarar dokundurmazlar!» Âyeti, sebeblerin müstakilen hiç bir tesirleri olma­dığına delâlet eder. Ancak Allah'ın (C.C.) emri ve mümkün kılmasıyle tesir ederler. [26]

 

Resulullah'a Karşı Saygı

 

(104) Mü'minler Resûlüllah'a; «raina» yâni bize telkin ettiğini yavaş yavaş telkin et ki, anlayalım derlerdi. Yahudiler bu fırsatı kullanarak, ahmaklık mânâsına gelen «ran» kökünden alarak Resûlüllah'a (S.A. V.) «raina» (Haşa) ahmâkımız mânâsında kullandılar, ya da ibra-nîce'de küfür etmek manâsına gelen «raina» kelimesi niyetiyle kul­lanırlardı. Bunun için Rabbimiz mü'minleri bu kelimeyi kullanmama ya da'vet edip onun mânâsını ifade eden «unzurnâ» kelimesini kul­lanınız dedi. «Unzurnâ»nm mânâsı ya «Bize bak!» veya «Bizi bekle acele etme!» demektir. «enzırnâ» da okunmuştur. «înzar» kökün­den gelir. Manâsı «Bize mühlet ver ki dediklerini zabtedebilelim.» de­mektir.

«Dinleyiniz» yâni can kulağı ile Resûlüllah'ı (S.A.V.) dinleyiniz, Yahudilerin dinlediği gibi değil. Ciddiyetle dinleyiniz ki, men olundu­ğunuzu bir daha İşlemiyesiniz!

«Kâfirler için elem verici azab var.» Âyeti, Resûlüllah'ı dinlemiye-nin küfre girdiğini ifade eder.

Kitab ehlinden ve müşriklerden oluşan kâfirler, hiç bir zaman ve hiç bir surette mü'minlerin hayrını istemezler. Mü'minlerin muvaf­fak olmasından hoşlanmazlar. Kur'an-ı Kerîm, bunun aksini savunan veya sananları yalanlar: «Ehli kitabdan ve müşriklerden olan kâfirler, sevmezler ve istemezler ki, Rabbiniz tarafından size herhangi bir hayr insin!» Yâni sizden kıskanırlar!... Size ilim verilmesini ve yardımı hiç bir zaman hazmetmezler.

(105 «Allah rahmetiyle dilediği kuluna dilediğini verir. Allah büyük fa­ziletin sahibidir.» Âyet-i Celile, hiç bir şeyin Allah'a vacib olmadığını hiç bir kimsenin onun üstünde hiç bir hakkı olmadığını isbatlar. Pey­gamberliğin onun fazl-u kereminden olduğuna işaret eder. Bazı kul­larını mahrum bırakması, faziletinin darlığından değil istemeyişinden ileri geldiğini tesbit eder. Niçin istememiştir diye, kendisinden bir he­sap sorulamaz! [27].

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

Said b. Mansur ve İbni-Cerir İbni-Abbos'dan rivayet ettiler:

(102) «Şeytanlar gökten dinlemek için kulak kabartıp dururlar. Birisi bir hakkı dinlerse, bin tane de yalan katıp yayar. O yalanları halkın kalbinde yerleştirirlerdi. Halk o yalanlan divanlar (Kitablar) edindiler. Allah, Davud Oğlu Süleyman'ı (A.S.) ona muttali kıldı. Hz. Süleyman o yalan divanları topladı. Kürsînin-altında yere.görndü. Süleyman vefat edince bir şeytan yolda dikilip: «Size Süleyman'ın el yetişmiyen ve hiç kimsece bulunmıyan hazinesini göstereyim mi?» dedi.

Halk: «Evet göster» dediler. Böylece Süleyman'ın (A.S.) hazinesini çıkarmak için yeri eşdiklerinde sîhir kitabıyla karşılaştılar. Millet bir zaman onun önünden kitabları yazıp çoğalttılar. Allahu Teâlâ (C.C.), onların Süleyman'a (A.S.) nisbet ettikleri sihir meselesinde Süley­man'ı (A.S.) ma'zur göstererek buyurdu:

«Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir değildi. Ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kâfir olmuşlardı.»

En-Neseî ve îbni Ebi-Hâtim İbni Abbas'dan rivayet ettiler: «Âsef bin Berhiya Hz. Süleyman'ın kâtibi idi. Ve İsm-i A'zam bilirdi. Her şe­yi Süleyman'ın (A.S.) emriyle yazar Süleyman'ın (A.S.) kürsîsinin al­tına gömerdi. Hz. Süleyman vefat edince şeytanlar o gömülenleri çı­karttılar. Her iki satırın arasında sihirlerini ve küfrü yazdılar. «İşte Süleyman'ın (A.S.) amel ettiği kitab budur» dediler. Böylece halkın cahilleri Hz. Süleyman'ı (A.S.) tekfir edip sövdüler. Alimler ise, buna yanaşmadılar. Cahilleri tâ Hz. Muhammed'e (S.A.V.) dek ve «Onlar şeytanların okuduklarına tabî' oldular» âyeti ininceye kadar, Hz. Sü­leyman'a (A.S.) küfredip durdular.

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Süleyman (A.S.) helaya veya başka bir durumunu yapmaya yeltendiğinde, «el-Curade» adlı ha­nımına hatem'ım teslim ederdi. Allah, kulu Süleyman'ı (A.S.) belâ-landırnıak istediğinde, Süleyman o minval üzere bir gün yine «el-Cura­de»'ye hatem'ım teslim etti. Bir şeytan Süleyman'ın suretine girip geldi ve el-Curade'ye: «hatem'imi getir» dedi. Hatem'i alıp eline tak­tı. Şeytanlar, cinler ve insanların hepsi ona itaat ettiler. Süleyman (A. S.) geldi Hatem'imi ver deyince, kadın «yalan söylersin Süleyman de­ğilsin» dedi. Hz. Süleyman anladı ki bu, bir belâdır. Allah (C.C.), Sü­leyman'ı (A.S.) onunla deniyor. İşte şeytanlar o günlerde içinde sihir ve küfür dolu kitaplar yazdılar. Sonra Hz. Süleyman'ın (A.S.) Kürsî­sinin altına gömdüler. Sonra oradan çıkarıp halka okudular. «Süley­man (A.S.) ancak bu kitablarla halkı mağlûp ederdi.» dediler. Böyle­ce halk tabakası Hz. Süleyman'dan (A.S.) yaka silkip onu tekfir etti-

ler. Ta ki, Hz. Muhammed (S.A.V.) geldi ve ona: «Süleyman kâfir ol­madı. Fakat şeytanlar kâfir oldular.» âyeti indi. [28]

 

Sihir Ve Şeytanlar

 

Muhterem okuyucu, burada biraz durup bu âyetlerin ve buraya aldığımız rivayetlerin tahliline çalışalım: Hz. Süleyman Peygamberdir. Peygamberler masumdurlar. Küfür, hata ve büyük günâhlar onlardan sâdır olamaz. Yahudiler, Süleyman'ı (A.S.) büyük bir sihirbaz ve (ha­şa) büyük bir sahtekâr bilirler! Kur'an'ı Kerîm ise, Hz. Süleyman'ı (A.S.) bu töhmetlerin altından çıkarıp enbiya zümresine kattı.

Bu âyetlerde bahsedilen şeytanların insanlardan olan şeytanlar ol­duğu ihtimali tefsir kitaplarında yer almaktadır. Yahudiler, insan­dan olan şeytanların kıssa ve hikâyelerine tabi' oldular. Cinnî şeytan-lannsa vesveselerine tabi' oldular. Muhtemel ki insi ve cinnî şeytanla­rın hepsi de kasdedilsin nitekim: «Aldatmak için birbirlerine çekici sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. Bu şeytanlar, âhirete inanını yanların kalblerinin o sözlere yö­nelmesi ondan hoşnud olması ve kendilerinin işledikleri suçları işleme­leri için böyle yaparlar.» (En'âm 112-113) âyetinde de iki sınıf şeytan kasdedildiği gibi..

Süleyman'ın mülkünden maksad, onun devri ve hükümrân oldu­ğu zaman demektir.

Daha önce dediğimiz gibi Yahudiler Hz. Süleyman'ın hükümranlı­ğı sihir, tılsımlar ve büyüler üzerinde kaim ve var olduğunu iddia eder ler ve ettiler. Hayatının sonunda (haşa) irtidad ettiğini, putperest eş­lerinin hoşnutluğu için putlara taptığını iddia ederler!..

Bü vehim ve yalanlan Allah'ın (C.C.) Peygamberi Hz. Süleyman'a (A.S.) İsrailoğullanndan bazı deccallar yakıştırmışlar. Bazı müslüman-lara da vesvese vererek kendilerini sihir hikâyelerinde tasdik etmele­rini sağlamışlardır.

Bu zamanda da Müslümanlar arasında Süleyman'a (A.S.) nisbet edilen kasemleri ve azimetleri okuyup amel edenlere tesadüf etmek bir talihsizlik eseridir.   Bakarsın ki bazı çizgileri çizerler. Bir takım tılsımları yazarlar ve onlara Hz. Süleyman'ın (A.S.) Hatemi derler. Bunları yazıp taşıyanlara cinler ve ifritler dokunmaz diye iddia eder­ler.

Hz. Süleyman'ın siniri yazıp, Kürsîsinin altına gömdüğü, ve hü­kümranlığının emniyet supabı olan Hatem'ini zayi ettiği, onun bir şey­tanın eline düştüğü O, da Süleyman'ın (A.S.) yerine oturup hükmet­tiği Yahudilerin iddiaları olduğunu yazıyor Menar sahibi.. Ve devam­la: «Şek ve şübhe yoktur ki sihir ve küfür haberinde Hz. Süleyman (A. S.) ve hükümranlığı hakkında ne söylemişlerse hepsi yalandır. Fasid inançlılar onları uydurmuştur. Bunlann peygamberler hakkında uy­durduklarını ibret almamız için Allah bize nakl etti.» [29]

 

Sihir

 

Sihir Kur an'ın bir çok yerinde zikredilmiştir. En fazla Musa ve Firavun'un meselesinde tekrarlanmıştır.

Arablar: Mehazı ince, ve gizli olan şeye sihir derler. Ona sihir etti, onu kandırdı diye de kullanırlar.

Sahare kelimesi yemek borusu ve damar demektir. sihir madde­si buradan alınmıştır ve kökeni budur. Yemek borusu gizlidir. Me'hazı ince ve gizli olan sihir de, ehlinden başka kimse onu çözemez tarzda gizlidir.

Cenabı Hak, Kur'an'da sîhri gözleri kandıran, olmayanı olmuş gibi gösteren ve hayal verici bir oyun olarak nitelendirdi:

«Onların ipleri ve bastonları kendisine (Musa'ya) gerçekten debe-leniyormuş hayaliyle göründü» (Taha: 65).

Başka bir âyette: «(Sihirbazlar asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyülediler. Onlan dehşete düşürdüler ve büyük bir sihir ge­tirdiler» (el-Araf: 116) demektedir.

Bu arada tefsir konumuz olan âyetlerden anlaşılıyor ki, sihir öğ­renmekle elde ediliyor. Zaten tarih de bunu doğrular. Mısır'lılar eski­den âlim bir kimseye Sâhir derlerdi. Nitekim şu âyetten de bu anlaşılıyor: «Ve onlar dediler ki Sahir (âlim)! Sende olan ahdi adına (onu vesile yaparak) bizim için Rabbine dua et..» (Ez-Zuhruf: 49).

Bu nasslann tamamı, sihrin ya hile veya şa'veze (cerbeze) ya-hud pek az insanların bildiği ilmî ve gizli bir sanaat olduğunu ifade ederler. Halkın çoğu onun nedeni gizli olduğundan ona sihir derler.

Bununla beraber tarihçiler: Firavun'un sihirbazları iplerini ve bastonlarını küçük ve büyük yılanlar suretinde göstermek için «zi-bek» maddesini kullandılar. Halka onların debriyoriar hayalini ver­diler.[30]  

Fethul - Kadir'de: «Sihir, sihirbazın yaptığı hile ve verdiği hayal­lerdir. O, hayallerden ötürü serabı görüp su sanan gibi sihre hedef olan insan fasid düşüncelere dalıp bozuk şeyler görür.

Sihrin aslı ve astan var mıdır, yoksa mücerred bir hayal midir, di­ye ihtilâf edildi. Ebu-Hanife ve Mu'tezileler gurubu:

«Sihrin aslı ve astan yoktur. O, katıksız bir hayaldir» dediler.

Diğer âlimler: «Sihrin etkileyici bir hakikati vardır. Sahih hadis-de Resulüllah'a (S.A.V.) sihir yapıldığı tesbit edilmiştir. Sihri yapan lebid b. A'sam adlı bir Yahudi idi. Hattâ o zamanda Resûlüllah (S. A.V.) yapmadığım yapmıştır gibi sanıyordu. Sonra Allah (C.C.) şifa ihsan etti ve kurtuldu» dediler.[31]  

Bu husus, müslüman âlimleri arasında uzun münakaşalara yol açan bir hususdur.

Es-Suddî: «Süleyman'ın (A.S.) mülkü aleyhinde şeytanların oku­duklarına tâbi oldular» âyetin tefsirinde: Süleyman'ın (A.S.) ahdi aleyhinde şeytanların okuduklarına uydular, demektir dedi.

Şeytanlar göklere yükseliyor, dinlemek için orada bekliyordu.

Meleklerin kelâmından, yeryüzünde olacak ölüm, gaybî emirler ve herhangi bir şeyi dinlerlerdi. Onu alıp kâhinlere getirirlerdi. Kâ­hinler halka onu haber verirlerdi. Halk o hadiselerin kâhinlerin anlat­tığı gibi çıktığını görüyorlardı. Kâhinler böylece halkı kendilerine güvenir bir hale getirdikten sonra bu sefer dinlediklerine yalanlar ekler dururlardı. Başka fikirleri katarlardı. Her kelimeye yetmiş yalan kelime kattılar. Halk o hadiseleri kitaplara yazdılar. Böylece İsrailoğulları arasında yayıldı ki cinler gaybi bilirler. Hazreti Süleyman (A.S.) o kitapları toplattı. Bir sandığa koyup Kürsîsi'nin altında gömdü. Şey­tanlardan kim Kürsüye yaklaşırsa yanardı. Hz. Süleyman, «Kim cin­ler gaybi bilir dese, boynunu vururum» dedi. Süleyman'ın (A.S.) ölü­münden sonra onun emrini bilen âlimler de ölümle tükendiler. Onla­rın yerlerine başkaları geldi. Şeytan birisinin suretinde îsrailoğulla-nndan bir guruba vardı ve: «Size yemekle bitiremiyeceğiniz bir hazi­neyi göstereyim mi?» dedi.

— Evet göster» dediler.

«Öyle ise Kürsünün altını eşiniz» dedikten sonra önlerine düştü ve onlarla gidip yeri gösterdi. Kendisi uzakta durdu. Onlar, o şeytana «yaklaş» dediler. Şeytan «Yaklaşamam, Fakat burada elinizin altın­dayım. Hazineyi bulamadığınız takdirde beni öldürünüz)} dedi.

Kürsünün altım eştiler ve o kitablan buldular. Onlar kitablan çı­kardıklarında şeytan: «Süleyman (A.S.) insan, cin, şeytan ve kuşları bu sihir sayesinde elinin altında bulundururdu» dedikten sonra uçtu ve gitti. Halk arasında «Süleyman sihirbazdı» haberi yayıldı. İsrail-oğullan o kitablan edindiler. Hz. Muhammed (S.A.V.), Süleyman'ın (A.S.) Peygamber olduğunu söyleyince onlar onun karşısına çıktılar (sihirbazdı) dediler. Nitekim Allah (C.C.): «Süleyman (sihir yapıp) kâfir olmadı. Fakat şeytanlar kâfir oldular.» buyurdu.

Yahudiler, sihri hem öğrendiler, hem öğrettiler. Sihir hiç bir mil­lette Yahudi milleti kadar yayılmamıştı.

Resûlüllah Süleyman'ı (A.S.) Peygamberler listesinde zikredince Medine'de bulunan Yahudiler: «Muhammed'in (S.A.V.) yaptığından hayret etmez misiniz? Davud oğlunun Peygamber olduğunu iddia eder. Oysa o, ancak bir sihirbazdı» dediler. İşte o zaman Allah (C.C.) onla­rın hakkında bahsi geçen âyeti indirdi. [32]

 

Hârut Ve Mârut

 

Es-Suddî: «İki meleğe indirilen, sihrin başka bir çeşidi idi. Melek­lerin kelâmını insanlar dinler istediğini yapıp onunla amel ederse, si­hir olur.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Allah sihri indirmedi.»

İbni-Ebi-Hâtim Hz. Ali'den (K.V.) rivayet etti: «Hârut ve Mârut gökte bulunan iki melek idiler.»

îbni Ebi-Hâtim Abdurrahman el-Ebzî'den rivayet etti. «Melekeyim  iki melek  yerinde «MeUkeyn»   iki kıral  diye okumuştur. Ona Davud ve Süleyman'ı (A.S.) da (tefsiri olarak) eklemiştir.

İbni-Ebi-Hâtim Dehhak'tan rivayet etti: «Hârut ve Mârut Babil ahalisinden iki kişi idiler.»

Beyhakî «Şua'bul-îman» adlı eserinde Îbni-Ömer'in hadîsinden rivayet etti: «Resûlüllah (S.A.V.): Melekler dünyaya baktılar. Adem-oğullannın isyan ettiklerini gördüler. «Ey Rabbimîz! Bunlar ne ca­hildirler. Senin büyüklüğünü amma da az bilirler» dediler.

Cenab-ı Hak: «Eğer onların yerlerinde sizler olsaydınız şübhesiz siz de bana isyan edecektiniz.» dedi.

Melekler: «Bu nasıl olurdu? Oysa biz hamdinle teşbih eder ve se­ni takdis ediyoruz» dediler.

Hz. Allah: «O halde aranızdan iki meleği seçiniz» dedi. Bunun üze­rine melekler Hârut ile Mârufu seçtiler. Onlar yeryüzüne indiler. On­larda Ademoğullarınm şehvetleri yaratıldı. Onlara bir kadın temsil edildi (gösterildi). Kendilerini zabtedemediler günâha girdiler. Cenabı Allah: «Ya dünya veya âhiret azabını seçiniz» diye onları muhayyer kıldı. Birbirine bakıp ne dersin, dediler.

— Derim ki dünya azabı sonuçludur. Ahiret azabı ise ardı gelmez­dir.»

Böylece dünya azabmı seçtiler. İşte Kur'an'da bahsedilen iki me­lek bunlardır.»

Bu kıssa İbni^Ömer'den değişik lafızlarla rivayet edilegelmiştir. O rivayetlerin bir kısmında İbni-ömer Ka'bul - Ahbar'dan kıssayı riva­yet ediyor.

îbni - Kesir: «Kâb'dan gelen rivayet diğer rivayetlerden daha sıh­hatlidir» dedi.

Abd b. Hümeyd ve îbni - Cerir Hz. Ali'den (K.V.): «Şu Zühre yıl­dızına arablar Zühre adını taktılar. Acemler ona «Enahid» derler de­dikten sonra önce İbni - Ömer'den geçen rivayetin benzerini zikretti.

Abd b. Hümeyid İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Zühre bir kadındı.»

Abdurrezzak İbni-Abbas'dan: «İki meleğin fitnelenmesine sebeb olan kadın mesih edildi, işte Kızıl yıldız (Zühre) odur.»

İbnul-Munzir ve İbni Ebi-Hâtim, Hâkim ve Beyhakî uzun bir kıs­sa naklettiler. Orada iki meleğin içki içtiğini o kadınla zina ettiğini ve kadını öldürdükleri rivayet ediliyor.

İbni-Cerir, İbni-Mes'ud ve Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Zühre yıldızı bir kadın suretinde onların yanına (imtihan için) indi. İkisi de hataya girdiler.» [33]

İbni-Kesir «Hârut ve Mârut kıssasında Mucahid, Es-Suddî, Hasanı Basrî, Ketade, Ebul-Aliye, Ez-Zuhrî, Rebi b. Enes, ve Mukatıl b. Hey-yan gibi tabiîn âlimleri olan bir cemaattan rivayetler gelmiştir. Mute-kadımın ve muteahirden bir çok kimse bu kıssayı nakletmişlerdir» dedi. Ve devamla:

Bütün bu nakillerin dayanağı İsrailoğullannm haberlerine dönü­şür.. Çünkü bu kıssa hakkında merfu' sahih, ve senedi Resûlüllah' a (S A.V.) dayanan bir hadîs yoktur. Kur'an Siyakının zahiri ise, Kıssayı icmalen geçiştiriyor. Bast edip uzatmıyor. Biz Kur'an'da vârid olan her şeyi Allah'ın (C.C.) irade buyurduğu tarzda tasdik edip îman edi­yoruz. Halin hakikatini yüce Allah daha iyi bilir»  [34] dedi.

Îbni-Kesir: Bu hususda garib bir eser, acaip bir siyakla vârid ol­muştur. Ona dikkatleri çekmek istiyoruz: İmam Ebu-Cafer b. Cerir Rebi' b. Süleyman'dan o, İbni-Vehb'den o, İbni Ebi-Zennad'dan o, Hişam b. Urve'den o, babasından o, da Âişe validemizden rivayet etti: «Dûmetül-Cendel ehâlisinden bir kadın bana, hemen Resûlüllah'm ye-fâtından sonra geldi. Sihir meselesinde içine girdiği ve işlemediği bazı şeyleri sormak için gelmişti. Resûlüllah'ı bulamadığı ve derdlerine de­va elde etmediği için ağladığım gördüm. Merhametimi celbedecek de­recede ağlardı. Şunları söyledi:

Ben helak olmaklığımdan (imansız gitmemden) korkuyorum. Ko­cam kayıp oldu. Bir ara bir acuze (ihtiyar) kadına vardım ve derdimi açtım. «Sana emrettiğimi yaparsan kocanı sana gelir hale getiririm» dedi. Gece geldiğinde iki siyah köpek getirdi. Ben birine o da öbürüne bindik. Tâ Babil'e varıncaya kadar bir engelle karşılaşmadık. Babil'de ayaklarından asılan iki kişiyle karşılaştım. Onlar: «Niçin geldin» di­ye sordular.

Ben «Sihri öğrenmek için» dedim.

Onlar; «Biz fitneyiz sakın kâfir olma ve dön git» dediler.

Ben: «Hayır dönmem» dedim.

Onlar: «O halde şu tandıra git. orada sidiğini yap» dediler. Git­tim, korktum ve su dökmeden geri geldim onların yanlarına.

Onlar: «Yaptın mı?»

Ben: «Evet, yaptım.»

Onlar: «Bir şey gördün mü?»

Ben: «Hayır görmedim.»

Onlar: «O halde su dökmemişsin. Memleketine dön git ve kâfir olma» dediler.

Ben asıldım ve dönüşü kabul etmedim. İkinci kez aynı olay ara­mızda cereyan etti.

Onlar: «Sen daha emrinin basındasın dön ve kâfir olma» dediler ise de ben dönmemekte İsrar ettim. Nihayet o, tandıra gidip su dök­tüm. Demirlerle sarılı bir süvarinin benden çıkıp göğe gittiğini ve gö­zümden kaybolduğunu gördüm.

Onlara gelip dediklerinizi yaptım deyince ne gördüğümü sordu­lar.

Ben: «Zırhlı ve miğferli bir süvari benden çıkıp göğe doğru gidip gözümden kayboldu» deyince, onlar: «Doğru söyledin o, senin îmanın­dır seni terketti» dediler.

Ben yanımdaki âcuze'den sordum:  «Vallahi bunlann dediğinden bir şey anlamadım. Bana bir şey söylemediler.

Âcûze: «Evet söylediler. Sen neyi irade edersen o oluverir. Al şubuğdayı ek» dedi.

Buğdayı aldım ektim. «Başak ver» dedim. Başak verdi. «Biçil» de­dim biçildi. «Samanından ayrıl» dedim ayrıldı. Sonra: «Kuru ol» de­dim, derhal kurudu. Sonra «üğütül» dedim derhal un haline geldi. Sonra «Piş» dedim derhal pişildi. Neyi irade edersem olduğunu görün­ce pişman oldum. Ey Mü'minlerin annesi! Allah'a yemin ederim ki,

ben o sihirle hiç bir şey yapmadım ve hiç bir zaman da yapmayacağım dedi. Bunun üzerine Resûlüllah'm  (S.A.V.). eshabından sordum. O zamanda Resûlüllah yeni vefat etmiş ve ashabı da çoktu. Fakat hiç kimse kadına ne cevab verileceğini bilmedi. Hepsi kadına bilmediği konuda fetva vermekten korkup çekindiler.

Ancak İbni-Abbas veya onun yanında bulunanlardan bazı kimse­ler kadına:

«Eğer ebeveynlerin, ikisi veya birisi diri olsaydı onlar sana kâfî ge­lirlerdi, yani seni bu işi yapmaktan menederlerdi» dedi.

Hişam: ((Eğer o kadın bize gelseydi ona tazminatla (yani tevben kabul olur diye) fetva verirdik.» dedi.

Îbni-Ebi-Zennad: «Hişam derdi ki, ashap Tekva ehli idiler. Al-lah'dan (C.C.) korkarlardı. Eğer o kadının benzeri bugün biz (Tebei tabin) e gelirse, (Haşa) hameket ehli akılsız ve ilimsiz zorlanmaya gi­rişenleri bulacaktır. (Hişam, bu sözüyle nefsini kırıyor. Yoksa tebei tabiînde hem Allah korkusu hem de ilim vardır).»

Bu sened, Hz. Âişe'ye kadar güzeldir.  [35]

Durul-Mensur'da HekimiTirmizî'den nakledilen bir rivayette: Hârut ve Mârufun Hz. İdris'in zamanında oldukları kaydediliyor. Ay­nı eserin diğer bir yerinde İbni-Cerir'in Îbni-Abbas'dan rivayet ettiği­ne göre; onlara: «Ya dünya azabını veya âhiret azabım seçiniz» diyen Hz. Süleyman'dır, deniyor.

Bu iki rivayetin bağdaştırılması şöyle olabilir: İdris'in (A.S.) za­manında yere indiler. Tâ Süleyman (A.S.) gelinceye dek adaletle hük­mettiler. Bilâhare başlarından geçen geçti ve Hz. Süleyman'a (A.S.) gelen vahye binaen onlara o teklifi yaptı..

Sihirbazın ferdlerin kalelerinde etkisi vardır diyen âlimler Âişe validemizden gelen eseri delil gösterdiler.

Aynı eserle; Kur'an'da bahsedilen Babil'in Irak'taki Babil oldu­ğuna dair de istidlal edilmiştir.

Es-Suddî ile başka tefsircilerin «Babil Diyavend'deki Babildir» de­meleri zayıf kalıyor.

El-Kurtûbî bu eserlerin bazılarını naklettikten sonra şunları söy­lüyor: Bunun tamamı zaifdir. İbni-Ömer'den de başkasından da nak­ledilmesi uzak bir ihtimaldir. Bu eserlerin hiç bir şeyi sıhhatli değil­dir. Çünkü Hârut ve Mârut hakkında ileri sürüleni, vahyi eminleri, Al­lah (C.C.) ile kulları arasında elçi olan melekler hakkındaki usul (ve kaideler) reddeder. İşte kaideler:

«Melekler Allah'a isyan etmezler. Onlara ne emredilirse onu ya­parlar.» (Tahrim: 6)

«Hayır, onlar ikrama mazhar olmuş kullardır. Sözde Allah'ı geç­mezler. Onlar Allah'ın emriyle çalışırlar.» (el-Enbiya: 27) Ve: «Gece gündüz gevşemeden teşbih eder dururlar.» (El-Enbiya: 20). Akla ge­lince, akıl meleklerin isyan etmesini mümkün görür. Teklif edildiğinin hilafı onlardan görülebilir. Onlarda şehvetler halk edilebilir. Zira veh­medilen her şey Allah'ın kudreti kapsamındadır. Peygamberlerin âlim  ve fâzıl velîlerin korkusu bu kabildendir. Fakat aklen mümkünün va­ki olması, ancak semî delille olur. Oysa bu hususta her hangi sıhhatli bir eser yoktur. Sıhhatli eserin olmayışına delâlet eden delil şudur:

Allah göğü yarattığında (seyyar ve sabit olan) şu görülen yıldızlan da yarattı.

Haberde varid olmuştur: «Gök yaratıldığında onda yedi tane sey­yar yıldızı yarattı Allah.. Onlar, Zühal, Müşteri, Behram, Ütarid, Züh-re, Güneş ve Ay'dır.»

İşte: «Her birisi bir Felekte yüzüp durur.»

Âyetin mânâsı budur. Böylece, sabit oldu ki, Zühre ve Suhayl yıl­dızlan Adem'in (A.S.) yaratılışından önce vardılar; [36]

Şevkanî Fethul-Kadir'inde Kurtubî'nin bu sözlerini naklettikten sonra şunları ekliyor: «Kurtubî'nin bu görüşü delilsizdir ve uzaklıktır. Kur'an bu konuyu gördüğünüz tarzda gözler önüne sermiştir. Bu zor­lamalarla konuyu zahirinden saptırmak delilsizdir.

«Usul bunu reddeder» demesine gelince, eğer bu usullerin oluşu­nu farzadersek onlar bu kıssada gelenle tahsis edilmiştir. Tahsisi men etmek için hiç bir neden yoktur. İblis, büyük dereceye sahibti. Fakat bilahere mahlûkatın en şerlisi ve Alemlerin en kâfiri oluverdi. [37]

 

Babil

 

Denildi: Babil: Irak ve etrafıdır.

İbni-Mes'ud Kûfe'lilere: «Siz Hiyre ile Babil arasında bulunuyor­sunuz.» dedi.

Kattade: «Nüseybin'den Re'sül-Âyne kadar olan bölgenin adıdır Babil..» dedi.

Bir Kavim; Babil Fas'dadır, dedi. İbni-Atiyye; bu görüş zaifdir. diye reddetti.

Bir kavim de: «Babil - Nehavend dağıdır» dedi.[38]

 

Sihirle Amel Etmek Ve Ona İnanmak

 

Abdullah b. Bişir el-Muzenî rivayet etti: «Dünyâdan sakınınız. Nefsimi yedi kudretinde bulunduran Allah'a yeminim olsun Dünyâ, Hârut ve Mâruftan daha sihirbazdır.»

Zira Dünya insanı aldatır. Fitne olduğunu gizler. Seni kendisine hırsla bağlanmaya çağırır. Onun için derlemeni ve onun için menetme­ni senden ister. Sonunda seni Allah'ın taatmdan uzaklaştırır. Hakkı görmekle aranda perde olur. Şehvet ve lezzetleriyle seni avutur. Nite­kim Resûlüllah:

«Bir şeyi sevmen, (seni onun çirkinliklerini görmekten) kör ve sa­ğır yapar...» buyurdu.

İbni-Cerir Kattade'den: «Biz ancak fitneyiz   yani belâyız de­mektir.» diye rivayet etti..

Bezzar sahih bir senedle İbni Mes'ud'dan rivayet etti: «Kim bir kâhine, veya sihirbaza gidip onun dediğini tasdik edip doğrularsa, o kimse Muhammed'in (S.A.V.) üzerine ineni inkâr etmiş olur.»

Bezzar İmrân b. Haşin (veya Husayn)'den rivayet etti: «Kim ki bir şeyi uğursuz ve meymenetsiz sayarsa veya onun için başkası tara­fından böyle sayılırsa, kim ki, falcılık yapar (gaybî meseleleri o şekilde çözüme bağlamaya kalkışırsa) veya onun için falcılık yapılırsa, kim M, sihir yapar veya onun için başkası tarafından sihir yapılırsa, kim ki, bir düğümü bağlarsa (büyücülük yaparsa) ve kim ki, bir kahine gidip onun dediklerini doğrularsa, o kimse, Muhammed'in (S.A.V.) üzerine mene küfretmiş olur.»

«Oysa o ikisi: «Biz yalnızca bir fitneyiz sakın küfretme» demedik­çe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi.» Bu âyetin tefsirinde Ebu-Ca-fer Er-Razî Rebi' b. Enes'den, Kays b. Ubbad'dan İbni-Abbas'dan şun­ları rivayet etti: «Sihri öğrenmek için biri onlara geldiğinde var-kuv-vetleriyle onu yasaklarlardı. «Biz denemeyiz, sakın kâfir olma» der­lerdi. Böyle davranmalarının nedeni; onlar hayrı, şerri, küfrü ve îma­nı bilirlerdi. Sihrin küfürden olduğunu tanırlardı. Gelen ille öğrenmek­te İsrar ettiğinde «filân yere git» diye yer gösterirlerdi. Oraya geldi­ğinde Şeytanı görürdü. Şeytan ona sihri öğretirdi. Sihri öğrendiğinde ondan nur çıkardı. Nur göklere yükselip giderken o da bakar dururdu. Ve «Ey hasretim, ey azabım (gel senin zamanındır) Ben ne yaptım.» diye hayıflanıp dururdu.

Suneyd, Haccac'dan ve İbni-Cureyç'ten şunu rivayet etti: «Sihri öğrenmeye ancak kâfir kimse kalkışır. Ayetteki «Fitne» im­tihan demektir.»

Bazı kimseler, bu âyetle sihri öğrenenin küfrüne delil getirmişler­dir.[39]

 

Sihrin Tesiri

 

«Oysa Allah'ın (C.C.) izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar ve­remezlerdi.»

Bu âyeti Sufyanı Sevri şöyle yorumladı: «Ancak Allah'ın kazası ve kaderiyle zarar verebilirler.»

Muhammet b. İshak: «Ancak onunla irade ettiğinin arasından çe­kilirse zarar verebilir.»

Hasan-ı Basrî «Evet, Allah (C.C.) kimi dilerse, onları ona musal­lat kılar. Dilemediğine tasallut edemezler. Allah'ın (C.C.) izni olma­dan hiç kimseye güç yetiremezler.»

Başka bir rivayetinde: «Bu sihir ancak onun içine girene zarar verir» dedi

«Kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreni­yorlar.»

Dinlerinde onlara zarar vereni ve yaran zararına denk gelmiyenî öğrenirler. [40]

 

Sîhir Yapan Kâfir Olur Mu?

 

«And olsun bunu satın alanın âhirette hiç bir «Halakı» yoktur.»

Bu âyetteki, «Halak» nasib demektir.

Abdurrezzak, Kattade'den: «Âhirette Allah katında bir yönü yok­tur.» diye rivayet etti.

Hasanı Basrî'den: «Dini yoktur.» diye rivayet edildi.

(103) «Doğrusu eğer onlar iman edip sakınsalardı Allah katından gelen bir sevab gerçekten daha hayırlı olurdu.»

Sihirbazın kâfir olduğunu savunan bu âyeti delil gösterdi. îmamı Ahmed ve selefin bir gurubundan da böyle rivayet edildi.

Bazıları, «Kâfir olmaz. Fakat ceza olarak boynu vurulur» dedi. Zira İmam Şafii ve İmamı Ahmed Bucale b. Abde'den gelen şu eseri ri­vayet ettiler:

«Hz. Ömer (R.A.) (idarecilere) her erkek ve kadın sihirbazı Öldü­rünüz diye yazdı. Biz bu emirnameye binâen üç Sihirbazı öldürdük.»

Hadîsi Buharı Sahihinde rivayet etti. İşte böylece, «Hz.Hafsa'nm cariyesi ona sihir yaptı. O da onun öldürülmesini emretti ve öldürül­dü» rivayeti doğrulanmıştır.

İmam Ahmed: «Sâhirin öldürülmesi hakkında Resûlüllah'ın üç sahabisinden doğru rivayet gelmiştir» dedi.

Tirmizî Cündep el-Ezdî'den: «Resûlüllah sihirbazın cezası kılıçla vurulmasıdır.»

İmamı Şafii Hz. Ömer ile kerimesi Hafsa validemizin kıssalarını, içinde şirk olan bir sihirle yorumlamıştır.

Ebu-Abdullah Er-Razî tefsirinde: «Mu'tezileler sihir yoktur dedi­ler. Çok kerre: «Sihir vardır» diyeni kâfirlikle itham ederler. Ehl-i Sünnet, sihircinin uçmasını, inşam eşeğe çevirmesini ve aksini yapma­sını mümkün görürler. Ancak şu kadar var ki, sihirbaz o büyü ve belli kelimeleri söylediği ve yaptığı zaman da Allah o eşyayı yaratır. Onlar da felek veya yıldızlar etki etmezler derler.

Fakat felsefeciler, Müneccim ve sabiiler sihirbazların o meydana gelen eşyada etki yaptığını savunurlar.

Ehli Sünnet: Sihrin Allah'ın (C.C.) yaradılışıyla olduğunu «Al­lah'ın izni olmadıkça sihirle biç kimseye zarar veremezlerdi.» âyetiy-le, Resûlullah'a (S.A.V.) sihir yapıldı ve o, sihir Hz. Peygamberde te­sir etti diyen hadîsle ve hazreti Aişe'ye gelen kadının meselesiyle is­tidlal ettüer. [41]

 

Sihir İlmini Bilmek Mahzurlu Mu?

 

Sihiri sadece ilim olarak bilmek mahzurlu değildir. Zira her ilim, ilim olmak noktasından şereflidir. «Acaba hiç bileiilerle bilmiyenler bir olur mu?»  (Ez-Zümer: 9) âyeti bütün ilimleri kapsamaktadır.

Bir de sihri tanımıyan kimse, mu'cizeden onu ayırd edemez. Mu'çizenin mu'cize olmasını bilmek vacibdir. Vacibin bilinmesi neyle olur­sa onu bilmek de vacib olur. İşte bu kaziye ifade eder ki sihir ilmini bilmek de vacibdir. Vacip olan nasıl haram ve çirkin olur?»

Burada Ebu-Abdullah Er-Razî'nin sözü bitti.

Fakat bu görüşü pek tutarlı değildir. Zira eğer: «Sihri bilmek çirkin değildir.» sözünden aklî delil yönünden çirkin değildir demek istiyorsa, işte akılcı Mu'tezile taifesi bunun tam tersini savunurlar.

Eğer şer'an çirkin değildir diye kasdederse, bu âyeti kerîmede si­hir ilmini öğrenmek çirkin gösterilmektedir. Sahih hadîsde de: «Kim ki bir Arrafa (Kâhine, gaybi biliyorum iddiasında bulunan büyücü ve ya çalınmış mal gibi gizli şeylerden haber veren üfürükçüye» veya bir kâhine varır (ve dediklerini doğrular) sa kesinlikle bu kimse Hz. Mu-hammed'e  (S.A.V.)  inene küfür etmiş olur.»

«Bir düğüme üfleyerek bağlayan sihir yapmıştır» diye vârid ol­muştur.

«Sihir ilmini bilmekde herhangi bir mahzur yoktur!» sözüne ce­vap; acaba zikrettiğimiz âyet ve sahih hadîslere ters düşmesine rağ­men yinede mi mahzur yoktur?

«Muhakkiklerin sihir ilmini öğrenmesinde ittifak ettiğini iddia ediyor..

Eğer böyle bir ittifak varsa, âlim imamların tamamının veya çok­larının nasslan olmalıdır. Acaba bu nasslar nerededir? Sihir ilmini «Acaba bilenlerle bilmiyenler hiç bir olur mu?» âyetin umumuna da­hil etmesi de yerinde değildir, Çünkü bu âyet seri ilmi bilenleri med-hetnıektedir.

Mu'cizeyi sihirden ayırd etmek için sihir ilminin tahsil edilmesi vacibdir tarzındaki iddiası zayıf olduğu gibi fasid bir iddiadır. Çünkü Peygamberimizin en büyük Mu'cizesi, önünden ve arkasından (hiçbir cephesinden) kendisine bâtıl karışmayan Kur'an'dır. Kur'an'ın mü'cize olmasını bilmek hiç de sihir ilmini bilmeye bağlı değildir.

Bir de yüzde yüz bilinmektedir ki sahabe, tabiîn, müslümanlann imamları ve bütün müslümanlar mu'cizeyi bilirlerdi. Mu'cizeyi başkasından ayırd ederlerdi. Buna rağmen ne sihri biliyorlardı. Ne öğren­mişler ve ne de öğretmişlerdi. [42]

Vezir Ebul-Muzaffer Yahya b. Muhammed b. Hubeyre (veya He-bire) «El-İşraf alâ - Mezahıbıl - Eşraf» adlı eserinde şunları kaydedi­yor:

Ebu-Hanife, Mâlik ve Ahmed'e göre, sihri öğrenip kullanan kâfir olur. Hanife'lerden bazıları «korunmak için öğrenen kâfir olmaz» dedi.

«Bana faidesi dokunur veya öğrenmesi caizdir» kanaatiyle öğrenen ve Şeytanlar emrimdedir, dilediğimi yaparlar inancında olanlar küf­re girer.

İmamı Safi: «Sihirbaza «inancını izah et» deriz. İzah ettiğinde küfrü gerektiren bir şey varsa kâfirdir. Babil'lilerin inandıkları gibi yedi yıldıza kulluk yapıp yaklaşmak suretiyle onlara her şeyi yaptırt­mak itikadında ise, kâfir olur. Mubah olduğuna inanırsa kâfirdir.

Îbnu-Hübeyre: Sadece sihri kullanmakla insan öldürülür mü diye sorunca İmamı Malik ve Ahmed, evet öldürülür. İmamı Şafiî ve îmam Ebu Hanife hayır, dediler. Eğer sihriyle bir irfanı öldürmüşse, Malik, Şafiî ve Ahmed'e göre öldürülür. Ebu-Hanife, bu iş tekerrür etmedik­çe veya belli bir insan için sihir yaptığını ikrar etmedikçe öldürülmez» dedi.

Öldürdüğünde hadd (ceza) olarak öldürülür. İmam Şafiî, kısas olarak öldürüdür dedi. [43]

 

Sihirbazın Tevbesi Kabul Olur Mu?

 

îmarm Malik, Ebu-Hanife ve Ahmed'in meşhur görüşleri: «Sihir­bazın tevbesi kabul değildir» sededindedir, Şafiî ve Ahmed'in diğer ri­vayetlerine göre sihircinin tevbesi kabuldür, sededindedir.

Ebu-Hanife'ye göre, Ehli Kitabdan olan sihirbaz, müslüman sâhir gibi öldürülür. Diğer üç imama göre öldürülmez. Zira Resûlüllah (S. A.V.) kendisine sihir yapan Yahudi «lebîd»i öldürmedi. Müslüman ve sihirbaz kadm, Ebu-Hanife'ye göre öldürülmez.  Ancak hapsedilir. Üç imam; «Dişinin hükmü de erkeğin hükmü gibidir» dediler.

Acaba sihirbazdan sihrinin çözülmesi istenir mi?

Buharî'nin Said b. Museyyeb'den naklettiğine göre istenebilir.

Hasanı Basrî; mekruh dedi.

Sahih'de Âişe'den «Ey Allah'ın Resulü! Neden sihrin çözülmesi için kendini afsun edip bir şeyler okumadın sorunca Resul: Allah bana şifâ verdi. Halkın üzerinde bir şerri açmaktan korktum» diye cevab verdi.

Sihrin giderilmesi için en yararlı deva, Allah'ın bu hususda Pey­gamberine indirdiği FALAK ile NAS Sûrelerini okumaktır. Hadîsde: «Hiç bir afsuncu bu iki sûre gibisiyle afsun yapmamıştır.» diye varid oldu. Ayetel-Kürsîyi okumak da Şeytanları kaçırtır. [44]

(104) «Ey îman edenler! «raina» (bizi güt) demeyiniz. unzurna (bi­ze bak) deyiniz...»

Bu âyetin tefsir ve tevili selefden şöyle gelmiştir.

Said b. Mansur Sünen'inde, Ahmed «zuhd» bahsinde Îbni-Mesud'-dan rivayet ettiler:

Biri Îbni-Mesud'a gelip bize tavsiyede bulun, dedi.

Îbni-Mesud: «Ne zaman ey iman edenler ibaresini işitirsen hemen kulağını kabart. Zira onun arkasında ya bir hayır emredilir veya bir serden sakındırılır.» dedi.

Ebu-Naim İbni-Abbas'dan rivayet etti. «rai'na Yahudilerin dilin­de çirkin küfürdür. Yahudiler bu kelimeyi Hazreti Peygamber'e karşı gizlice kullanırlardı. Ashabı Kiramın da «Bizi gözet» mânâsında bu kelimeyi kullandıklarım işitince artık hazreti Peygamber'e (S.A.V.) karşı açıkça bu kelimeyi kullanıp aralarında kıs kıs gülüp dururlardı. Bunun üzerine Allah (C.C.) bu âyeti indirdi.

Mü'minler «Bu âyetten sonra kim Peygambere karşı bu kelimeyi kullanırsa boynunu vurunuz» dediler. Bundan sonra Yahudiler bu ke-imeyi kullanmaktan vazgeçtiler.

İbnul-Munzir Ebi-Sahir'dan: «Resûlüllah aynlıp gittiğinde ihtiyaç sahibi mü'min arkasında kulağını bize ver mânâsına gelen «Raina» diye bağırırlardı. Allah, Resulünü böyle çağırmaktan yüceltip onlara «UNZURNA» kelimesini kullanınız. Ta ki Peygamberi tazim etmiş ola­sınız dedi.

(105) «Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder.» Bu âyetteki Rahmeti Mucahid Kur'an ve İslâmla tefsir etmiştir. [45]

 

Meal

 

(106) Her hangi bir Âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun gibisini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misiniz?

(107) Bilmezmisin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. (Bil­mez misin kL) Sizin için AUah'dan başka yardımcı yoktur.

(108) Yoksa daha önce Musa'ya sorulduğu gibi, Peygamberiniz­den sormak mı istiyorsunuz? Kim ki, îmanı verip küfrü alırsa, kesin­likle o, doğru yoldan sapıtmıştır.

(109) Kitab enimden bir çok kimse, Hak gözlerinin önüne seril­diği halde, nefislerinden gelen bir kıskançlıktan   ötürü sizi îmanınız­dan sonra kâfirler olarak döndürmek istiyorlar. Onlara (karşı) affet­mek ve kusurlarından yüz çevirmekle muamele ediniz. Ta ki, Allah em­rini getirinceye dek!.. Şübhesiz ki, Allah her şeye kadirdir.

(110) Ve namazı kılınız ve zekâtı veriniz! Nefsiniz için ölmezden <ince yapmış olduğunuz hayr-u hesenat'ı Allah katında  (zerresi zayi olmadan) bulursunuz. Allah yaptıklarınızı görücüdür.  (Onun bir zerresi dahî kaybedilmez).

(111) (Kitab ehli Yahudi ve Hıristiyanlar) dediler ki: «Cennet'e Yahudi ve Hıristiyan olanlardan başkası asla giremez.» Bu onların ku­runtularıdır.  (Ey Habibim!)  sor: «Eğer doğrular iseniz   burhanınızı (delilinizi) getirin!»

(112) Evet. İhsan edici olduğu   halde yüzünü  (özünü) Allah'a teslim edenin Rab his in in yanında ecri vardır.    Onların üzerinde her hangi bir korku yoktur ve onlar üzülmezler. [46]

 

Tefsir

 

Ayetlerin neshini bildiren bu Ayet-i Kerime’nin sebebi nüzulü, müşrikler veya Yahudiler, “Muhammed’e bakmaz mısınız? Ashabına birşeyi emrediyor, biraz sonra aynı şeyi yasaklıyor. Ve onun tersini emir ediyor.” Dediler.

(106) “Nesh” lügatta, herhangi bir şeyden bir sureti kazımak ve başka bir yerde onu yerleştirmek demektir. Tıpkı gölgenin güneşi kazıyıp başka bir mekana nakil etmesi gibi. Ruhların tenasuhu da bu manadan gelmektedir. Ayetin Nesh edilmesi demek; onu okuyup ibadet etmenin sona ermesi demektir. Yani. Nesh edilen ayet namazda okunursa namaz olmamıştır. Veya ayetin neshi demek, ondan istifade edilenhükmün kaldırılması demektir.

Veyahut da Ayetin nesh edilmesi, hem okunması hem de hükmü kaldırılmış demektir. Böylece nesh üç kısma ayrılmış oluyor:

a) Kıraatın neshi,

b) Hükmün neshi,

c) Hem kıraatın hem hükmün neshidir.

Ayetin unutturulması ise kalplerden sildirilmesi demektir. Rabbimiz bir ayeti nesh eder veya unutturur ise, faide ve sevapta kulları için daha hayırlısını veya en az benzerini getirir. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? Madem ki durum böyledir, nesh edilen Ayet’ten daha hayırlısını veya benzerini getirmeye de kadirdir. Nesh’in sebebi, ahkamların konulması, Ayetlerin inmesi, kulların yararı ve Allah’ın bir fazileti olarak nefislerinin kemale erdirmesidir. Bu durum da zamanlar ve şahısların değişmesi iledeğişir, tıpkı yaşamanın sebepleri gibi. Zira bir zamanda yararlı bulunan nesne, başka bir zamanda zararlı bulunabilir!

Bedelsiz, yani yerine bir Ayet konulmadan veya daha ağır bir Ayet gelmeden veya Hadis ile Ayetin neshini meneden alim bu Ayet ile istidlal etmiştir. Zira nesh edici nehy edilenin yerine bedel olarak gelen demektir. Hadis ise, Ayetin yerine gelmiş değildir, nesh edenin, nesh edilenden daha hayırlı veya onun gibi olması lafzında onun gibi olması demektir. Oysa Hadîs bu itibarla Kur'ân seviyesinde değildir. Fakat usul âlimlerine göre Kur'ân Hadîs ile nesh edilebilir.

Mu'tezile âlimleri, bu Âyet ile Kur'ân'ın hadîs olduğuna delil ge­tirmişlerdir. Zira bozulmak ve gelenin kaldırılandan ayrı bulunması hadis olan şeylerin niteliğidir.

Ehli sünnet mu'tezîlelerin bu itirazına şu cevabı vermişlerdir: Bo­zulma ve gelenin gidenden daha fazla olması Allah'ın kadîm zatı ile bağlı bulunan mâna ile ilgilenen geçici emirlerde peyda olan arızalar­dandır. Bu manânın zatında böyle bir şey olmamıştır. Yani Allah'ın sıfatı olan Kur'ân'da bozuntu veya daha fazlalık diye bir şey bahis ko­nusu değildir. Ancak Kur'ân'dan anlaşılan manâ ile ilgili emirlerde bu durum meydana gelir.

Yahudiler «Allah'ın kelâmında nesh olursa, beda yâni bilgisiz­lik ve daha önceden kestirmemek meydana gelir.)) dediler. Bazı âlim­ler de ayni fikri savundular. Fakat bu iddia tutarsızdır. Zira Cenabı Hak başka bir Âyetinde «Allah dilediğini siler ve dilediğini ispatlar, Ana Kitap (Levhul-Mahfuz) onun yanındadır.» buyurmuştur.

(108) «Yoksa daha önce Musa'dan sorulduğu  gibi Resulünüzden sor­mak mı istiyorsunuz?»

Bu Âyeti Celîle kayıtsız ve şartsız Allah Resülü'ne teslim olmayı emrediyor, ona güveniniz, onu soru yağmuruna tutmayınız diyor. Zi­ra daha önce Yahudiler de Hz. Musa'dan güvensizlik gösterecek soru sormaya başladılar. Ve dolayısıyle de helak oldular!

Yahudiler, Resûlüllah'dan: «Gökten bize bir Kitab indir!» Veya müşrikler: «Bizim üzerimize okuyacağımız bir Kitabı indirmedikçe se­nin yükselmene îman etmeyiz.» dedikleri zaman, şu Âyeti Celîle nâzü oldu:

«Kim ki, küfürle imanı değiştirirse, kesinlikle o doğru yoldan sa-pıtmıştır!»

' Yâni apaçık Âyetlere güvenmiyen, onlarda şübheye düşen ve on­lardan başkasını istemeye kalkışan dosdoğru yoldan sapmıştır. İman­dan sonra küfre girmiştir. Âyetin mânâsı: Resûlüllah'dan yeni Âyetler istemeyiniz. Aksi takdirde orta yolu kaybedersiniz.Sapıklık sizi alıp maksuddan pek uzakta bulunan mesafelere götürür. Bu takdirde îman yerini de küfür tutar.

(109) «Kitab ehlinin çoğu îmandan  sonra sizi kâfirliğe dönüştürmek hususunda can atıp dururlar!..»

tbnu-Abbas'dan gelen bir rivayete göre bu Ayet, savaş emrini ge­tiren Âyetle neshedilmiştir. Fakat İbnu-Abbas'dan gelen bu rivayet zayıfdır. Zira buradaki «Affediniz ve vazgeçiniz» emri mutlak ve umu­mî değildir. «Kesinlikle (bilki) Allah her şeye kadirdir.» onlardan in­tikam alması da kudretinin kapsamına girer.

(110) «Nefisleriniz için ölmezden önce ne yaparsanız onun sevabını Al­lah katında (Ahiret Âleminde) bulursunuz.»

Bu Âyeti Celîle, «Hayır ve hasanatm en güzeli kişinin hayatında yaptığıdır.» hakikatini ifade eder!.

Yapılan hayr ve hasenatın bir zerresinin dahî zayi olmayacağı gerçeğini getirir.

«Bir zerre ağırlığınca hayır işliyen onun karşılığını görür!.» {Zil-zâl: 7) diyen Cenab-ı Mevlâ elbette va'dine sahip çıkacaktır.

Âyeti Celîle'deki, «tukaddîmü» yerinde «tükdimü» da okun­muştur. Birincisi «tef'îl» ikincisi «ifâl» babmdandır. Muhatap sî-gası olan «ta'melûn» yerinde, gaib sîgası olan «ya'melün» da okun­muştur.

Bahsî edilen Âyeti Celîle hayır yapmaya teşvik eden bir Âyettir. Hayrı denemekte hayır vardır. Nitekim Firdevsî Şehnamesinde gayet mâ'kul olarak diyor ki: (Farsça şiir)

«Sadbâr Bedî Kerdîyu didî Semereşrâ,

hübî Ci Bedî daştı ki yekbârı ne kerdî.»

(Yâni; yüz defa «kötülük» yaptın ve meyvesini gördün. Acaba «iyîlik» ne kötülük taşıyor ki, onu bir defa dahî denemedin?)

(111) Yahudi ve Hıristiyanların iddiasına göre, Cennet'e onlardan baş­kası giremez. Aynı zamanda Yahudilerin iddiasına göre, Hıristiyanlar, Hıristiyanların iddiasına göre Yahudiler Cennete giremez (!).. Aallah (Celle)  iki sınıfı da    yalanlıyarak    «Bunlar onların kuruntularıdır.» dedi.

«Bunlar» zamirinden maksad: Yahudi ve Hıristiyanların: «Al-lah'dan Mü'minlerin üzerine bir hayır inmesin!» «Mü'minleri yeniden dinlerinden döndürelim!» «Bizden başkası Cennet'e girmesin!» gibi çürük ve kuru iddialarıdır. [47]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

 (Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(106) «Biz bir âyeti (diğer bir âyetle) değiştirirsek veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz...»

Bu âyetin tefsirinde selefden gelen görüşler;

İbni-Ebi-Hâtim ve İbni-Âsakir İbn-Abbas'dan (R.A.) rivayet etti: Resûlüllah'ın (S.A.V.) üzerine inenden bir kısmı gece gelirdi. Peygam­ber gündüzleyin onu unuturdu. Bunun üzerine (Resulünü teselli et­mek için) Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi. [48]

Taberanî İbni-Ömer'den rivayet etti: Ensardan iki kişi, Resûlül­lah'ın kendilerine okuttuğu bir sûreyi okumak üzere, bir gece kalkıp namaz kılmak istediler. Fakat bir türlü o sûreden bir harfi dahi hatır­layıp okuyamadüar. Sabahleyin Resûlüllah'a vardılar (şikâyetde bu­lundular). Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.): «O sûre nesh edilmiş veya unutturulmuş sûrelerdendir. Onu bırakınız» dedi.

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan bu âyet hakkında şunları rivayet etti: «Nesh değiştirmektir. Unutmak bedelsiz terk etmektir. Nesh ettiğimiz âyet yerine, size daha yararlısını, daha şefkatlisini getiririz.»

İbni-Ebi-Hâtim «unutturursakdan maksad, geciktirmektir» dedi.

Ebu-Davud «Nasıh»mdâ, İbni-Cerir, İbni-Ebi-Hâtim ve Beyhakî tbni-Mesud'dan (R.A.) rivayet ettiler. Neshetmek, yazısını bırakıp hükmünü değiştirmektir. Unutturmaksa geciktirmektir.»

Abd b. Hümeyd, Ebu-Davud ve Ibni-Cerir Kattade'den rivayet et­tiler: «Ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz» den mak­sad; getireceğimizin içinde tahfif vardır. Ruhsat, emir ve yasak var­dır demektir.

Ebu-Davud «Nasıh»ında İbni-Munzir ve İbnil-Enbarî «el-Mesahif» da Ebu-Zer el-Harevî «FedaiMnde Ebi-Ümame b. Sehl b. Hanifden ri­vayet ettiler: «Bir kişinin ezberinde bir sûre vardı. Onunla (ibadet et­meye) kalkıştı. Fakat bir türlü okuyamadı. Başka biri okumaya yel­tendi. O da okuyamadı. Üçüncü birisi daha okumak istedi. Okuyama­dı. Böylece sabahladılar ve Resûlüllah'a (S.A.V.) vardılar. Onun ya­nında bir araya geldiler ve durumu haber verdiler. Allah'ın Resulü (S. A.V.): «O sûre dün gece nesh edildi.» dedi.»

Bu hadîsin benzeri başka bir yoldan da rivayet edildi.

Sahihi Buharî'de ve başka kaynaklarda da Enes'den sabit oldu: «Maûne Kuyusunda şehid edilenlerin hakkında şunları indirdi yüce Allah (C.C.): «Durum ve şan şudur ki, bizim kavmimize haber veriniz ki biz Rabbimize mülâki olduk. O bizden razı oldu ve bizi razı etti.» Sonra bunlar nesih edildi.»

Böylece Müslim'de ve başka kaynaklarda Ebu-Musa el-Aşarî'den sabit oldu: «Biz Resûlüllah'ın (S.A.V.) döneminde uzunluk ve şidde­tinde Berae (Tevbe) sûresine benzer bir sûreyi okuyorduk. Şimdi ise, onu unuttum. Ancak ondan şunu hatırlıyorum: «Eğer Adem oğlunun iki vadi dolusu malı olsa, kesinlikle üçüncü vadiyi istiyecektir. Onun karnını ancak toprak doldurur.»

Biz bir sûreyi okuyorduk. Teşbihle başlayan sûrelerden birine benzetirdik. Onun ilk âyeti: «Göklerde olanlar Allah'ı teşbih etti..» Onu unuttuk. Ancak ondan: «Ey îman edenler! Neden yapmadığınızı söy­lersiniz? Böylece boynunuzda bir şâhidlik olarak yazılır ve siz Kıya­met gününde ondan sorulursunuz» kadarı hafızamda kalmıştır.

Bunun benzeri, Ashab-ı Kiram'ın bir cemaatinden de rivayet edil­miştir.

Recim âyeti de bu kabildendir. Nitekim bu durumu Abdürrezzak, Ahmed ve İbni-Hibban Hz. Ömer'den (R.A.) rivayet etmişlerdir.[49]

 

Nesih Meselesi

 

Nesih âlimlerin istilahında; sonra gelen serî bir delil ile serî bir hükmü kaldırmaktır.

Nesih aklen caizdir. Delil ile de vaki olmuştur. Yahudiler bunun tersini söylerler. Zira onların bir gurubu, «Nesih vaki olmamıştır. Fa­kat aklen nesih mümkündür» dediler.

Müslümanlardan az bir gurub da Cumhurdan ayrılıp nesih ola­maz dediler. Cumhur neshin oluşuna dair bir çok delil getirdi. Onlar­dan birisi şudur: Bir çok emare Hz. Muhammed'in (S.A.V.) Peygam­berliğine delâlet eder. Onun Peygamberliği ancak neshin oluşu ile doğrulanır. Yani Hz. Muhammed'den önceki Peygamberlerin şeriatı onun Peygamberliğiyle kalkmıştır. Eğer nesih yoktur denilse, o zaman Hz. Muhammed'in (S.A.V.)- Peygamberliğine halel gelir.

Neshi inkâr eden Yahudileri ilzam edecek bir çok delilimiz var­dır. Onlardan bazıları şunlardır:

1) Allah Yahudilere Cumartesi günü çalışmayı haram kıldı. Hal­buki onlardan önceki ümmetlere çalışmayı haram kılmamıştı.

2) Tevrat'ta: Nuh (A.S.) gemiden   çıkarken   Allah (C.C.) ona: «Her hayvanın etini sana ve zürriyetine helâl kıldım. Onlardan yeyi-niz» dedi. Sonra Allah (C.C.) Musa'ya    (A.S.) ve îsrailoğullanna bir çok hayvanın etini haram kıldı. Bu da, neshin tâ kendisidir.

3) Adem (A.S.), çocuklarından erkeği kızkardeşleriyle evlendirir-dî. Oysa Adem'den (A.S.) sonra gelenlere ve Musa'ya (A.S.) Allah (C. C.) bu âdeti haram kıldı.   Böylece   neshin caiz ve vaki olması sabit oldu.

Bu tesbit olan nesihten sonra Cumhur nesih hususunda değişik fikirler ileri sürdüler:

1) Tevrat ve încil gibi eski   Kitaplar ve Şeriatların   tamamını Kur'an neshetti.

2) Nesihden maksad, Kur'an'ı «Levhul - Mahfuzadan dün­yamıza en yakın göğe naklidir.

3) Cümhur'un itimad ettiği şudur: Nesh bazı âyetlerin hükmü­nün onlardan sonra gelen bir delil ile kaldırılmasıdır. Ve bu âyetten maksad, budur. Çünkü «Âyet» kelimesi zikredildiği zaman ondan maksad, Kur'an âyetleridir. Zira bizce bilinen budur.

İmamı Şafiî (R.A.): «Kur*an'ı Kerim Sünneti-Mutevatirle de ne­sih edilmez» dedi ve bu âyeti delil gösterdi. Zira Allah (C.C), burada nesh edilen veya unutturulan âyetin yerine daha hayırlısını veya bir benzerini getiririm der. Bu hüküm delâlet eder ki, o âyeti getiren Al-lah'dır. O getirilen de Kur'an'ın cinsindendir. Kur'an'm cinsinden olan ancak Kur'an olur. Bir de Sünnetin hiç bir nevi ne Kur'an'dan daha hayırlı olur ne de onun benzeri olur.

Cümhur'a göre, Kur'an Sünnetle nesih olunur. Zira ölünün yakın­larına vasiyet etmesini emreden âyet Resûlüllah'ın (S.A.V.): «Vâris olan için vasiyet yapılmazı) hadîsiyle nesih olunmuştur.

İmam-ı Şafiî, bu görüşü zayıf görmüştür ve yakınlara olan vasi­yet, bahsedilen Hadîsle değil mirasın vârisin hakkı oluşu ile men edil­miştir. Ve sabit oldu ki Miras âyeti vasiyete manidir, dedi. Bu mesele­nin daha açık geçtiği yer, Usul - Fıkıh kitaplarıdır.

Kur'an'daki nesih bir kaç vecih üzeredir:

1) Hem hükmü hem de tilâveti (okunuşu) kaldırılmıştır. Nite­kim daha önce,   sahabelerden bazıları okudukları ve öğrendikleri bir sûreyi okumak istediler. Fakat hatırlamadılar. Bunun üzerine Resulü] -lah'a gelip söylediler. Resul (S.A.V.): «O sûre dün akşam nesih edildi» diye cevap verdi.

2) Recim âyeti gibi tilâveti (okunuşu) kaldırılmış, fakat hükmü kaldırılmamıştır.

İbni-Abbas'dan rivayet edildi: Hz. Ömer (R.A.) Resûlüllah'ın (S, A.V.) minberinde oturduğu halde şunları söyledi:

«Allah (C.C.) Muhammed'i (S.A.V.) hakk ile gönderdi. Onun üze­rine Kitabı indirdi. O Kitabda recim âyeti vardı. Biz onu okuduk,, anladık ve ezberledik. Resûlüllah (evli olanlar zina ettiklerinde ve dört şahid ile zinaları sabit olduğunda) Recim etti. Ve biz de ondan sonra recimi tatbik ettik. Korkarım ki halkın üzerinde uzun bir za­man geçtikten sonra, biri çıkıp: «Biz Recim âyetini Kur'an'da görmü­yoruz» desin ve böylece Allah'ın indirdiği bir farzı inkâr etmek sure­tiyle sapıtsın. Oysa evli kadın ve evli erkek için Recim hükmü haktır

ve Kur'an'da vardır. Tabiî ki delil olduğu veya gebelik ya da ikrar bu­lunduğu zaman Recim yapılır.» [50]

3) Hükmü kaldırılmıştır. Fakat lefiz ve hattı Kur'an'da mev-cuddur. Bu türlü nesih Kur'an'da pek çoktur. Örnek: Akrabalara va­siyet etmeyi emreden âyetin Şafiî'ye göre Miras âyetiyle, Cümhur'a gö­re de Sünnetle nesih edilmesi gibi.. Ölüm iddetinin bir sene bekle­mekten dört ay on güne çevrilmesi ve «Eğer sizden sabreden yirmi ki­şi olursa, ikiyüz kişiyi mağlûp eder» âyeti ile «İşte şimdi Allah yükü­nüzü hafifletti ve sizde zaiflik olduğunu bildi» âyetiyle neshedümesı gibi...

Bazı Kıraatda «nenseeha» okunmuştur. Bu takdirde âyetin mâ­nası «Onu tehir edip indirmediğimiz veya Recim âyeti gibi okunması­nı kaldırıp hükmünü bıraktığımız takdirde ondan daha hayırlısı veya onun benzerini getiriniz» demek olur.

Bu Kiraata binaen birinci fiil ile ifade edilen nesh, hem âyetin okunmasının hem de hükmünün kaldırılması demektir.

Said b. Museyyib ve Ata «Bu âyetteki «Nensaha» kelimesi, in­dirdiğimiz, «Nunsî» kelimesi de terkettiğimiz manasınadır. Yani in­dirdiğimiz âyetler ile «Levhul-Mahfuz» da bıraktığımız ve indirme­diğimiz âyetler yerine daha kolayını veya benzerini getirdik» demek­tir» dediler.

Başkasına bazı âyetleri unutturmak, Resûlüllah (S.A.V.) için de geçerli midir? Bu hususda ihtilâf edildi.

Resûlüllah'a bazı âyetler unutturulmuştur diyenler şu âyeti delil göstermiştirler:

«Seni okutacağız. Sen de unut mı yac aksın. Ancak Allah'ın diledi­ği başka. Zira o açıkta olanı da, saklı olanı da bilir.» (El-Alâ: 6-7).

Bu görüş aynı zamanda Hasan'ın da mezhebidir. Aksini iddia edenler şu âyeti delil göstermişlerdir: «And olsun eğer dilersek sana vahyi ettiklerimizi gerçekten götürürüz. Sonra bunun için bize karşı bir vekil de bulamazsın» (İsra: 86).

Bu âyet delâlet eder ki, Allah Peygambere Vahyettiğini gidermeyi dilemiyor.

Bu görüş, aynı zamanda Ez-Zeccac'm da görüşüdür. Fakat kuv­vetli değildir. Zira âyetteki «el-lezi» kelimesinden Kur'an'ın unut-turulması da, caiz olmayan âdetler de kasdedilebilir.

Ebu-Ali, «Bu bahsi geçen âyetten «Maksad hepsini gidermedi de­mektir» dedi.. İki takdirde de istisnaya ters düşmez. Hiç unutmayan zat Ortaktan münezzehdir.

Bazı âlimler: «Nesih hükmün kaldırılmasıdır ister lâfız sabit kal­sın ister kalmasın.. «İnşa» (unutturmak) ise lâfzın giderilmesidir. İster hüküm sabit olsun ister olmasın..» dediler.

Bazıları «Nesih, geçmiş hükmün yerine yeni bir hükmün getiril­mesi şeklinde gidermektir. İnşa ise bedelsiz gidermektir» dedi.

Bu iki tefsir de zayıftır. Zira Neshin bu mânâya hamledilmesi hem lügata hem de istilâna ters düşer. «İnşa» (Unutturmak) kalblerden gidermek mânâsını ifade eder. Bu hakiki anlamım bırakıp mecazi mâ­na ile yorumlamak zorlamadan başka bir şey değildir. Umarız ki, bu iki tefsirin kaynağı olarak gösterilen ve bazı büyüklere nisbet edilen rivayetler sabit olmamıştır. [51]

Son olarak deriz ki, bütün Şeriatların ehli Nesh'in mümkün ol­duğuna ve oluşunda ittifak etmişlerdir. Yahudilerden başka Neshin oluşunu inkâr eden yoktur.

(108) «Yoksa siz önce Musa'ya sorulduğu gibi   Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?»

Bu âyetin tefsiri selef tarafından şöyle yapıldı:

İbni-İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: Rafî b. Hü-reymil ve Vehb b. Zeyd Resûlüllah'dan (S.A.V.) sordular: «Ey Mu-hammed (S.A.V.) bize gökten bir Kitap indir ki, okuyalım. Veya yer­den nehirler akıttır ki, görelim ve seni tasdik edelim. Dolayısıyla sana tâbi olalım.»

Bundan sonra Cenabı Allah (C.C.) onlara cevap olarak bu âyeti indirdi.

Ahtap oğlu Hüyey, Allah Resulünü (S.A.V.) Yahudilerden değil arablardan gönderildiği için herkesden daha fazla arablardan buğze-derdi. Güçleri yettiği kadar halkı İslâm'dan caydırmaya çalışırlardı. Bu­nun için Allah onların hakkında: «Kitab ehlinden çok kimseler nefiş­lerindeki hasedlerinden ötürü sizi iman etmenizden sonra kâfirliğe çe­virmek istiyorlar...» âyetini indirdi.

Abd b. Hümeyd Mucahid'den rivayet etti. Kureyş'liler Hz. Mu-hammed'den (S.A.V.) «safa» tepesini altın yapmasını istediler. Resû-lüllah «Evet sizin isteğinizi Allah verecektir. Fakat buna rağmen kâ­firliğe saparsanız İsrailoğullarına verilen sofra'nın neticesi gibi bir netice olacaktır. Buna razı mısınız?» deyince onlar bunu kabul etme­diler ve dönüş yaptılar. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: «Yoksa siz daha önce Musa'ya sorulduğu gibi Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?..»

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: Küfürden maksad, şiddet­tir, îmandan maksad, refandır. Âyetin mânâsı: «Kim ki refahı şiddet­le takas ederse şübhesiz o doğru yoldan kaymıştır.»

Ebu-Davud Kâb b. Mâlik'ten rivayet etti: «Yahudiler ve Medine'li putperestler Resûlüllah'a ve ashabına en şiddetli eziyeti yaparlardı. Bunun için Cenab-ı Hak buna sabır göstermeyi ve affetmeyi emrederek çu âyeti indirdi:

(109) «Kitap ehlinden çok kimse......»

Sahiheyinde Usame b. Zeyd'den rivayet edildi: «Resûlüllah (S.A. V.) ve arkadaşları müşrikleri ve Kitap ehlini affederlerdi. Allah'ın (C.C.) emrettiği gibi eziyetlerine göğüs gererlerdi. Nitekim Cenab-ı Hak: «Andolsun siz, sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden ve müşriklerden bir çok eziyet işiteceksiniz!» (Âl-i İmran: 186) diye bu­yurmuştur. Resûlüllah (S.A.V.), Allah'ın (C.C.) emrettiği gibi müş­rikleri affederdi. Ne zaman onları öldürmesine izin çıktı onun eliyle Allah (C.C.) Kureyş'in Senadid (başkan) larını öldürdü.

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Onlan bağışlayın ve kı­namayın...» âyeti, «Allah'a îman etmiyenlere savaş açınız...!» Ve «Müşrikleri nerde yakalarsanız öldürünüz» âyetleriyle neshedildi.

tbni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyir'den rivayet etti: «Nefisleriniz için önceden ne gönderirseniz» den maksad, dünyada yapılan hayırlı amel­lerdir. «Onu Allah katında bulursunuz» dan maksad, sevabını bulur­sunuz demektir.»

(111) «Dediler: Cennete ancak Yahudi veya Hıristiyan girer...»

Bu âyetin tefsirinde Îbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den: «Yahudiler; Cennete ancak Yahudiler girer dediler. Hıristiyanlar: Ancak Cennete Hıristiyanlar girer dediler. Bu hükümleri, haksız olarak Allah'ın (C. C.) kesesinden verilen- bir hükümdür...» diye rivayet etti.

İbni-Cerir: «Âyetteki «Burhan» kelimesi hüccet ve delü demektir» dedi.

(112) îbni-îshak: «Kim ki yüzünü Allah'a teslim ederse...» de ki «YÜZ» kelimesi DÎN demektir. Teslim olmaktan maksad, ihlâslı davranmak­tır.[52]

 

Meal

 

(113) Yahudiler, «Hıristiyanlar hiç bir şey üzerinde değillerdir.» dediler. Hıristiyanlar, «Yahudiler bir şey üzerinde    değildir.» dediler. (Bu lâfları) söylerler halbuki onlar Kitabı okuyorlar. BUmiyen  (put­perest) ler de onların sözleri gibi dediler! Kıyamet gününde onların ihtilâf ettikleri konularda Allah onların arasında hüküm edip (iki gu­rubun da yalancı olduğunu belirtecektir.)

(114) Allah'ın mescidlerinde onun adının anılmasını men eden ve o, mescidlerin harab olmasına koşandan daha zâlim kim olabilir? Onların o mescidlere korkmadan girmemeleri gerekir. Dünyada onlar için rezil olmak vardır. Ahirette de büyük azab...

(115) Hem Doğu hem Batı Allah'ındır. Hangi yerde Kıbleye dö­nerseniz oradadır, Allah'ın yönü. Şübhesiz ki, Allah (in rahmeti)  ge­niştir ve Allah her şeyi bilicidir.

(116) «Allah evlâd edindi.» dediler. Allah bu dediklerinden mü­nezzeh (uzak) dir. Aksine yerde ve göklerde ne varsa Allah'ındır. Hep­si Allah'a itaat eder.        

(117) Göklerin ve yerin örneksiz olarak yaratanı Ofaur! Bir şe­yin olmasını hükme bağladığında ona «ol!» der, o da olur.

(118) BUmiyen (cahil müşrikler) «Neden Allah bizimle konuş­muyor veya bize bir Âyet neden gelmiyor?» dediler. Onlardan önceki­ler de onların söylediklerinin tıpkısını söylemişlerdi. Kalbleri birbirine benzedi. Muhakkak ki inanan bir kavim için Âyetleri açıkladık!

(119) (Ey Muhammed!) şübhesiz ki, Biz seni Hak Ue müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorulmazsın! [53]

 

Tefsir

 

Yemen'in Necran bölgesinden Hmstiyanlardan bir heyet Resûlül-lah ile konuşmak üzere Medihe-i Münevvere'ye geldiler. Bu esnada Me-dine'li Yahudi Hahamları da Resûlüllah'm huzuruna vardılar. Hıristi­yan keşişleriyle münazaraya tutulup birbirlerini dinsizlikle itham et­tiler. Bunun üzerine:

(113) «Yahudiler; Hıristiyanlar hiç bir şey üzerine değillerdir.Hıristi­yanlar da Yahudiler bir şey üzerine değillerdir dediler!...»

Âyeti nazil oldu. Putperestlerin ve tatilcilerin dediği gibi, bir söz­dür bu söyledikleri. Cahiller gibi aslı, astan olmayan iddiaları yap­tıkları için onları kınadı.

Eğer, «İki gurub da iddiasında doğrudur, çünkü iki Din de is­lâm ile riesh olunmuştur., O halde neden bu sözlerinden kınanıyor­lar?» denilirse, cevabı şöyle olur: «Onların her gurubu diğerinin Dîni­ni temelinden inkâr eder. Dolayısıyle o Dîni getiren Peygamberi de in­kâr edip kitabını yalanlar. Halbuki, bu iki Dînin Kur'ân ile neshedil-meyen Âyetleri hakdır. Kabullenmesi her Müslümana vacibdir. Onunla amel etmek farzdır.»

Rumlar, «Beytül-Makdis» (Kudsi şerif) i istilâ edip, Mescidi harab ettikleri ve bütün sakinlerini öldürdükleri veya müşrikler, «Hudeybi-ye» senesi Resûlullah'ı «Mescid-i Haram'a» (Kabe'nin etrafında yapı­lan Mescid'e) girmekten menettikleri zaman,

(114) «Allah'ın mescidlerini içinde Allah'ın adının anılmasına mani olup onları yıkmak için çalışanlardan daha zâlim kimse var mıdır?» Âyeti nazil oldu!..

Bu hüküm, sebebsiz herhangi bir mescidi harab eden veya nama­za hazırlanmış herhangi bir yeri tâtü eden herkesin hareketini kapsa­yıcı ve genel bir hükümdür.

Bir mescid, umum yola girerse, ve cemaatinin çoğu mescidin bir kısmının yola katılmasına razı olursa, birazını yola katmaya Hanefî Fukahası cevaz vermiştir. Yine cemaatın tamamının veya çoğunun nzasıyle caminin yeri değiştirilebilinir. Ancak eski camî yeri kişisel de­ğil umumun yararına tahsis edilebilir. «Onların, o mescidlere ancak korku ile girmeleri icab eder!..»   Bu Âyet, gelecek tarzlarda tefsir edilmiştir. «Korku ve huzur içinde olma­ları lâzım iken, tahribe yeltenmeleri korkunç olur!» Veya «Mü'minler o kadar izzet içinde olmalı ki, tahribkârlar, değil camileri yıkmak ve kilitlemek belki camilere girmeye dahî cesaretleri olmamalıdır.» Veya «Allah'ın ilminde ve kaderinde böyle bir imkânlarının olmaması tak­dir edilmiştir!.»

Bu son tefsir, mü'minlere yardım va'di yapıldığını bildirir! Birde mescidlerin düşmanların elinden kurtulacağına dair müjde verir. Ve Allah-u Teâlâ, Mekke'deki Mescid-i Haram ve Kudüs'deki Mescİd-İ Aksâ'yı kurtarmak suretiyle bu va'dini yerine getirdi.

Tefsir âlimlerinden bazıları, «Bu Âyeti Celîle, gayrimüslimlerin mescidlere girmesini mutlaka yasaklar» dediler. İmamlar ise bu hu-susda ihtilâf ettiler. Ebu-Hanife'ye göre, Müslüman olmayanlar, mes­cidlere girebilirler. Yani bu imkânı veren müslümanlar günahkâr ol­mazlar.

İmamı Mâlik, «Müslüman olmayanların mescidlere girmeleri mut­laka haramdır.» dedi. İmamı Şafii, «Mescidi Haram'a gayrimüslimler giremezler. Fakat diğer mescidlere girebilirler.» dedi.

(115) «Doğu ve Batı Allah'ındır...» yâni yeryüzünün tamamı onundur. Mescid-i Haram'da da, Mescid-i Aksâ'da da size namaz kılma imkânı verilmezse, yeryüzünün her yerinde namaz kılabilirsiniz. «Yer küresi­nin her köşesi ümmetim için mescid kılındı.» (Hadis).

Nerede yüzünüzü Kıble'ye çevirirseniz orada Allah'ın emrettiği ci­het vardır. Zira Kıble'ye yönelmek her hangi bir yere mahsus değil­dir.

Nerede Kıble'ye yönelirseniz orada Onun zâtı var, yâni âlimdir. Orada olana muttalidir.

İbnu-Ömer (R.A.)'den: «Bahsi geçen Âyeti Celîle, misafirin deve üzerinde namaz kılması hakkında nazil olmuştur.» şeklinde rivayet edilir.

Bazılarına göre ise, yolunu şaşırmış ve değişik yönlere namaz kıl­mış; sabahlayınca yanlışlıklarını görmüş bir kavim hakkında nazil olmuştur.

Bazılarına göre de Kıble'nin neshine başlangıçdır ve yol açmak maksadiyle gelmiştir.

(116) «Onlar, «Allah evlâd edindi!» dediler.» Bu Âyetin sebebi nuzûlü şunlardır:

Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, Hıristiyanlar, îsa (A.S.) Al­lah'ın (C.C.) oğludur. Ve Arap müşrikleri de Melekler Allah'ın (C.C.) kızlarıdır dediler. İşte o zaman bahsi geçen Âyeti Celîle nazil oldu!.. «Aksine, yerde ve göklerde ne varsa hepsi Allah'ındır!» yâni hepsinin yaradanı Allah'dır (C.C). Melekler de Üzeyr (A.S.) de, «İSA - Mesih» de onun mahlûklarıdırlar. O halde hiç biri yaradana benzemez ve hemcinsi değildir. Oysa baba ile evlâd arasında hemcinslik mutlaka lâzımdır.

Fâkihlerden bazıları, «Madem ki, Allah evlâdlık nisbetiııi, her şe­yin mülkü olduğunu söylemekle reddetti, anlaşıldı ki, bir baba evlâdı­nı mülk edinemez. Binaenaleyh evlâdını kölelik voliyle mülk edinenin evlâdı kendiliğinden azad edilir. Zira mülkiyet ile evlâdlık bir arada olmaz.» dediler.

(117) «Allah, (daha önce bir pilân ve etkilenme olmaksızın) yer ve gök­leri varedendir. Bir şeyi irade buyurduğunda, sadece ona «OL!» der o da hemen oluverir!»

«KADA» kelimesinin aslı, bir şeyi tamamlamaktır. Bu tamamlama bu Âyette olduğu gibi bazen sözle olur. Bazen de fiil ile olur. Buna da misal, «Rabbin o gökleri yedi gök yaptı.» Âyetidir. «kada!...» Bir şe­yin varlığına o şeyi gerektirdiği bakımından bağlanan ilahî iradeye it-lak olunmuştur.

Allah'a evlâd nisbet etme sapıklığının kökeni tâ derinliklere ka­dar gider. Eski Şeriatların sahibleri, ilk sebeb olmak hasebiyle Allah-ıı Tealâ'ya baba demişlerdir. Hatta öz babaya «Küçük Rab Hz. Al­lah'a «En Büyük Baba» derlerdi. Sonra cahilleri zannettiler ki, baba­lıktan maksad, normal babalıktır. Taklid ederek körü körüne inandılar ki, melekler v.s. Allah'ın (Haşa) evlâdlandırlar. Bundan ötürü Cenab-ı Hak böyle diyenleri tekfir etti. Hangi manâ ile olursa olsun Allah'a (C.C.) «Baba» kelimesi itlak olunmaz. «Allah Baba» denilmez. Böylece Allah (C.C.) Fesad'ın kökünü kazıdı!..

(118) Müşrikler ve Kitab ehlinden işi cahilliğe vuranlar, Resûlüllah'a: «Senin Resul olduğuna dair neden Allah meleklerle konuştuğu gibi bi­zimle de konuşmadı, veya bize vahy göndermedi, ya da senin doğrulu­ğuna dair bir delil gelmedi.» dediler.

Bunlardan daha önceki ümmetler de Hz. Musa'ya: «Allah'ı apaçık bir tarzda bize göster!» «Rabbinin gücü, bize gökten bir sofra indirme­ye yetiyor mu?» demişlerdi. [54]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(113)  «Yahudiler:  Hıristiyanlar birşey üzere değiller, dediler. Hıristi­yanlar da «Yahudiler birşey üzere değiller dediler...»

Bu âyetin tefsirinde selefden gelen rivayetler: İbni-İshak ve İbni Cerir İbni Abbas'dan rivayet ettiler: «Necran'dan bir Hiristiyan heyeti Resûlüllah'a geldiklerinde onlara Yahudi Haham'lan geldiler ve Re-sûlüllah'ın huzurunda mücadele ettiler.

Hüreymü oğlu Raf î Hıristiyanlara hitaben: «Siz hiç bir şey üzerinde değilsiniz. İsa Peygamber değil, İncil hak kitap değildim dedi. Necran heyetinden biri: «Siz Yahudiler hiç bir şey (din) üzerinde değilsiniz»

diye karşılık verdi. Hem Hz. Musa'yı hem de Tevrat'ı inkâr etti. işte bu husus hakkında Allah yukardaki âyeti indirdi.

«Halbuki, onlar Kitabı okuyorlar...» Yani her gurup Kitabında diğer gurubun doğruluğunu okumaktadır.

Îbni-Cüreyç: «Ata'dan sordum: Bu âyette bahisleri geçenJıilmi-yenlerden kim kasdedilmektedir? Ata: Onlar, Yahudi ve Hıristiyanlar-dan önce geçmiş ümmetlerdir» diye cevab verdi.

İbni-Cerir Es-Şuddî'den rivayet etti: «Onlar arablardır. Muham-med (S.A.V.) bir şey üzerinde değildir dediler.»

(114) «Allah'ın mescidlerinde Allah'ın ismini anmaktan meneden ve ha-rab olmaları yolunda çalışan kimselerden daha zalim kim vardır?...»

Îbni-İshak ve Îbni-Ebi-Hâtim    Îbni-Abbas'dan    rivayet    ettiler:

 «Kureyşliler Resûlüllah*! Mescid-i Haram'da Kabe'nin yanında namaz kılmaktan menettiler. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.

İbni-Cerir Es-Suddî'den rivayet etti: «Âyet'te bahsedilen zalimler­den maksad Rumlar'dır. Beytul-Makdisi (Kudsi şerifi) yıkmakta Ba-bil hükümdan Buhtun-Nasare yardım ettiler. «Bunların mescidlere an­cak korka korka girmek haklan olabilir..» âyetin tefsirine devam eden Es-Suddî: «Bugün yer yüzünde hiç bir Rum yoktur ki, mescidlere gi­rersem boynum vurulacaktır diye korkmasın. Onlar haraç vermekle de korkutuldular.»

«Onlar için dünyada zillet var...» Es-Suddî; Onların dünyadaki zilletleri şöyledir: Mehdi çıktığında Konstantiniyye'yi fethedecek ve onları öldürecektir  [55] dedi.

Es-Suddî'nin bu tefsiri, İstanbul fâtihinin Mehdî oluşunu sergi­ler... Olabilir ki buradaki Mehdi'den maksad, âhır zamanda gelecek meşhur Mehdî değil, hidâyet edici bir kumandandır. Allah daha iyi bilir.

Abd b. Hümeyd ve Îbni-Cerir Kattade'den rivayet etti: «Burada bahsedilen kavim, Kumlardır.»

Îbni-Ebi-Hâtim Kâb'dan rivayet etti: «Onlar Hıristiyanlardır. Çün­kü Beytul-Makdis'i zabtettiklerinde yaktılar.»

Îbni-Cerir Abdurrahman b. Zeyd'den rivayet etti: «Onlar müşrik­lerdir. Hudeybiye gününde Resûlüllah'ı (S.A.V.) Kabe'den menetti­ler!...»

Îbni-Ebi Şeybe Ebi-Salih'den rivayet etti: «Âyetten maksad, müş­rikler ancak korka korka mescide girebilirler..» demektir.

(115) «Doğu ve Batı Allah'ındır...» Âyetin tefsirinde İbnul-Munzir, İbni Ebi-Hâtim, Hâkim ve Beyhaki Îbni-Abbas'dan şunlan rivayet ettiler: «Bize söylenen içinde Kur'an'm ilk neshedileni Kıble durumudur. Bah­sedilen âyet indiğinde Resûlüllah Beytul-Makdis'e yönelerek namazını küdı. Böylece Kabe'ye yönelmeyi terk etti. Sonra Cenab-ı Hak onu Ka­be'ye yöneltip Kudsi-Şerîfe yönelmeyi nesih ederek buyurdu: «Nerden yola çıkarsan yüzünü     Beytul-Haram yönüne çevir...»     »(El-Bakara 150).

Îbni-Ebi-Şeybe, Müslim, Tirmizî ve Nesei İbni-Ömer'den rivayet ettiler: «Resûlüllah devesinin sırtında yönü hangi taraf olursa olsun nafile namazını kılardı. İbni-Ömer bunu söyledikten sonra: «Hangi ta­rafa yönelirseniz orada Allah'ın yüzü var.» âyetini okudu. Ve: «Bu âyet bu durum hakkında inmiştir» dedi.

Sahihi Buharî'de Cabir'den geldi: «Resûlüllah devesinin sırtında Doğu yönüne yönelerek nafileleri kılardı. Farzları kılmak istediğinde iner, Kıbleye yüzünü çevirir öylece namazım kılardı.»

Bunun benzerini Îbni-Ebi-Şeybe ve Ebu-Davud Enes'in hadîsinden merfû olarak rivayet etti.

Abd b. Hümeyd Îbni-Maceh ve İbni-Cerir Âmir b. Rabia'dan nak­len şunu rivayet ettiler: «Simsiyah ve karanlık bir gecede Resûlüllah ile beraberdik. Bir yerde konakladık. Her kişi başladı taş toplamaya. Mescid yaptı. İçinde namaz kumaya başladı. Sabahladığımızda Kıble­den başka yöne namaz kıldığımızı gördük.

«Ey Allah'ın Resulü! Bütün bu gece Kıble'den başka yöne namaz kılıp durduk.» Bunun üzerine: «Doğu ve Batı Allah'ındır» âyeti ini­verdi. Resûlüllah «Sizin namazınız geçerli oldu.» dedi.

Îbrü-Ebi-Hâtim: «Her nereye dönerseniz Allah'ın «Yüzü» orada­dır...» diyen âyetin tefsirinde Îbni-Abbas'dan yüzün «kıble» mânâ­sında olduğunu rivayet etti. Bu takdirde âyetin mânâsı: «ister Şarka (doğuya) ister Garba (batıya) yöneliniz her hangi bir tarafa yönelir­seniz orada Allah'ın Kıblesi vardır.»

İbni-Ebi-Şeybe, Tirmizî ve İbni-Maceh Ebu-Hüreyre'den rivayet et­tiler: «Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Doğu ile Batı arası Kıbledir.» dedi.»

Bunun bir benzerini de îbni Ebi-Şeybe, Dare Kutnî ve Beyhakî îb-ni Ömer'den rivayet ettiler.

İbni-Ebi-Şeybe ve Beyhekî benzerini Hz. Ömer'den de rivayet et­tiler.

Bu eserlerin yorumu şöyledir: Siz müslümanlar kible hususun­da şübheye döştüğünüzde var kuvvetinizle kıble'yi belirten çarelere başvurduktan sonra kalbiniz Kible'nin hangi yönde olduğuna kanaat getirirse, o yöne durup namazlarınızı edâ ediniz. Zira hangi yöne du­rursanız orada Allah'ın Kıblesi vardır.

Müfessirlerin üstadı zamahşerî keşşaf'ın da: «Siz Mescid-iHa­ramda veya Beytül-Makdis (Kııdsi Şerif)'de namaz kılmaktan menedil-diğiniz zaman, kesin olarak biliniz ki; yeryüzü sizin için mescid kılın­mıştır. Onun hangi kıtasında olursanız olunuz namaz kılabilirsiniz, namaz kıldığınızda kıble'ye yemeliniz. Çünkü yönelmek her yerde mümkündür. O her hangi bir mescidin özelliği değildir. Bir yerde olur diğer yerlerde olmaz değildir.» Söyledi. Fakat âyet bu mânadan daha genişini kapsar.

(116) «Dediler ki; Allah oğul edindi. O yücedir (Bu sözden münezzeh-dir.) Hayır, göklerde ve yerde ne varsa onundur».

Bu âyetlerin tefsiri Selefden şöyle rivayet edildi Buhar! Ibni-Ab-bas'dan o da Allah'ın Resulünden (S.A.V.) rivayet etti: «Allah (C.C.) «Ademoğlu beni yalanladı ve bana küfretti Onun beni yalanlamasına gelince, o, ölümünden soma daha önce olduğu gibi iade edemiyeceğimi iddia etmesidir. Onun bana küfretmesine gelince, onun «Allah'ın çocu­ğu vardın» demesidir. Eş veya evlâd edinmekten sânım pek yücedir!» dedi.»                                                                   .Abd b. Hümeyd İbni-Abbas'dan rivayet etti: «(sübhanellah) Allah'ın (C.C.) zâtını kötülükten tenzih etmekliğidir.»

Abdurrezzak, Abd b. Hümeyd, Îbni-Cerir, tbni Munzir ve Beyhekî «El-Esma ves-sifat»ta Muşa b. Talhe'den rivayet ettiler. O da, «Allah Resulünden tesbih'in ne demek olduğunu» ve insanın «Sübhanellah» demesinin manâsım sordular. Cevab olarak: «Allah o insanı kötülük­ten terbiye etti demektir.» dedi. Yani o Allah'ı (C.C.) tenzih ettiği için tenzih etmenin tersinden gelen kirlilikten Allah (C.C.) onu sağlam kıldı..

Hâkim, İbni-Merduyeh ve Beyhakî Talha b. Yahya b. Talha'dân, o da pederinden o da pederi Hz. Talha b. Übeydullah'dan rivayet etti-

«ResûlüUah'dan sübhanellah'ın manâsım sordum. Buyurdu: (O, Allah'ı her kötülükten tenzih etmektir.)»

Ahmed, İbni-Cerir ve İbni-Hibban Ebu-Said'den ResûlüUah'dan (S.A.V.) rivayet ettiler: «Kur'an'da içinde «kunut» maddesi bulunan her harf (her âyet ve her cümle) taat demektir.»

Îbni-Cerir ve îbni Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den rivayet ettiler: «Gökler ve yerin bedîdir..» Yani onları yaratmasında hiç kimse ortak de­ğildir.»

İbni-Cerir ve İbni-İshak İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: Rafı b. Hü-reymil, Allah'ın Resulüne (S.A.V.): «Ey Muhammedi Eğer iddia etti­ğin gibi Allah'ın Resulü isen Allah'a (C.C.) söyle konuşmasını işitme­miz için bizimle konuşsun» diye teklifte bulunduğunda Cenab-ı Hak: «Bilgisizler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize de bir âyet gelmeli değil miydi?» âyetini indirdi.»

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir'in Mücahid'den rivayet ettiklerine göre, o bilgisizler Hıristiyanlarla onlardan daha önce gelen Yahudiler-dir.

Bu iki zatın Kattade'den rivayetlerine göre; onlar Arab müşrikler­dirler.

Abdurrazzak, Abd b. Hümeyd, İbni-Cerir ve İbnul-Munzir Mu-hammed b. Kâb El-Kurezi'den rivayet ettiler: Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Keski bilseydim ebeveynim ne yaptılar?» diye tahassür ve temen­nide bulunduğu bir anda «Şübhesiz biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Sen Cehennem'in arkadaşlarından sorumlu tutulmayacaksın..» âyetini indirdi. Bu âyetten sonra Allah'ın Resulü vefat edinceye kadar ebeveynini bir daha anmadı.»

Fakat bu rivayet üzerinde İmamı Suyuti'nin bir taliki vardır. Onu zikretmeden geçmek istemiyorum. O da şudur: Bu hadis, hadîsi Mür-seldir ve isnadı zayıfdır. Suyutî bunları kaydettikten sonra Hadîsi, İb­ni-Cerir'in Davud b. Asım'ın tarikiyle merfu olarak rivayet ettiği yol­dan da zikretti. Ve «Senedi Mu'daldır ve zayıfdır. Ne bu hadîs ne de daha Önceki hadîs ile Hüccet getirilemez» dedi. [56]

 

Mühim Bir Hulasa

 

Resûlüllah'ın (S.A.V.) ebeveyni hakkında ehli-sünnet genelde iki guruba ayrıldılar: Bir gurubu yukardaki hadîsler gibi bir dizi hadîsi delil göstererek onların kurtulmadığını ileri sürdüler. Diğer bir gurub da, bahsedilen hadîslerin zayıf olduğunu, hüccet getirmeye elvermedi­ğini ileri sürmekle beraber ebeveyni Resulün fetret ehli olduklarını ve «Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiç bir toplumu) azab-landırıcı değiliz.» (İsra: 15) âyetiyle Ehli-Fetret'in kurtulmuş olduk­larını savundular. Allah (C.C.) hakikati daha iyi bilir. Bizim âciz ka-naatımıza ve elde ettiğimiz ilmî melekelerimize göre, bu ikinci görüş daha ağır basmaktadır.

Üçüncü bir görüş, daha ileri sürülmüştür: «Allah (C.C.) Resulü için ebeveynini diriltmiştir. Onlar ona iman etmişlerdir. Ve bu sadece ResûlüUah'ın (S.A.V.) özelliğidir.»

Molla Ali El-Karî ilk görüşü savunuyor. Osmanlı âlimlerinden olan Saçaklızâde ve emsali bulunan âlimler de Ali Eİ-Karî'ye karşı çık­tılar.

îmamı Suyutî başda olmak üzere Hadîs hafızlarından on iki zatta ikinci görüşü desteklemektedirler. İleride bu konuyu geniş bir tarzda ele alacağız.. İnşaattan.,. I

Îbni-Ebi-Hatim Ebi-Malik'ten: «(cahiym) ateşi büyük ve kor­kunç olan yer demektir» diye rivayet etti. [57]

 

Meal

 

(120) (Ey Habibim!) elbette ne Yahudiler   ne de Hıristiyanlar, milletlerine (dinlerine) tabî olmadıkça senden asla razı olmazlar. (Ce-vab olarak) Onlara, «Şübhesiz'ki, Allah'ın hidâyeti (İslâm dini) hidâ­yetin tâ kendisidir.» de. Yemin ederim ki, sana gelen   ilimden sonra (buna rağmen) onların (bâtıl) heveslerinin peşine takıhrsan seni Al­lah'ın azabından kurtaracak ne bir dost ne de yardımcın olur!..

(121) Kendilerine Kitab verdiğimiz  (Ehlikitabın mü'minleri)   o Kitabı gerçek bir tarzda okurlar.    İşte onlar Kitab'a iman ediyorlar. (Kitabı tahrif edenler değil). Kim ki, Kitab'ı (tahrif etmek suretiyle) inkâr ederse, işte onlar zarar edicilerin tâ kendisidir.

(122) Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi(n aba ve ecdadınızı) zamanlarındaki âlemlere üstün kıldığımı hatırlayınız!

(123) Öyle bir günden (azabından) sakınınız ki, o günde hiç bir nefis diğer bir nefse hiç bir şey ödemez (günahkâr) nefisden her han­gi bir fidye de kabul edilmez ve o, nefse şefaat etmek de fayda vermez  ve o, günahkârlara yardım da edilmez.

(124) (Ey Habîbün!)  hatırla o, zamanı ki,    Rabb'isi İbrahim'i (A.S.) bazı kelimelerle (emir ve yasaklarla) mükellef kıldı (imtihan etti). İbrahim bu (emir ve yasaklan) tam manâsiyle yerine getirince, Cenab-ı Hak ona «Şübhesiz ki, seni insanlara imam yapacağım.» dedi. İbrahim «(Ey Rab) zürriyetimden de imam yap.» diye dilekte bulun­du. Allah (ona cevap olarak) «Ahdîm zâlimlere verilmez.» dedi.

(125) Hatırla o zamanı ki, biz beyt'i (Kabe'yi) sevap kazanıla­cak yer ve eminlik merkezi eyledik. İbrahim makamından namazgah edininiz (dedik). İbrahim ve İsmail'e   Beyt'ini, tavaf edenlere, itikat eyleyen, secde ve rükû yapanlara temiz eyleyiniz, diye emrettik.

(126) Hatırla o zamanı ki İbrahim, «Ey Rabbim burayı (Mekke) emniyetli bir memleket kıl halkından Allah'a ve Ahiret Günü'ne îman edenleri meyvelerden rıziklandır.» dediğinde, Allah, «Onlardan kâfir olanları az bir şey faydalandıracağım sonra Cehennem azabına gitme­ye zorlayacağım. Orası ne fena gidilecek yerdir.» dedi. [58]

 

Tefsir

 

Cenabı Hak, Peygamberini Yahudi ve Hıristiyanların Müslüman olacaklarını ümit etmekten mutlak bir şekilde uzaklaştırmak için:

(120) «Kesinlikle ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar «Millet»Ierine tabî ol­madıkça senden razı olmazlar.» dedi. Evet Yahudi ve Hıristiyanlar an­cak Allah'ın Resulü onlann Dînine girerse ondan razı olacaklarına gö­re, acaba onun Dînine nasıl tabî olacaklardır. Belki onlar bilfiil Resû-lüllah'a bu sözü söylediklerinden Allah (C.C.) bu sözü nazil etti.

«Millet», Allah'ın kullan için Peygamberlerin dili ile koymuş ol­duğu kanunlar demektir. Zira Mîllet kelimesi yazmak manâsında olan, «İmla» kökünden geliyor.

«Hava» insanın şehvetine tabî olan rey'i demektir. Âyette geçen «İlim» vahyi veya doğruluğu belli olan din demektir.

(124) Hz. İbrahim'in denenmesinde kullanılan Kelimeler'den gaye, emirler ve nehylerdir. Veya Allah (C.C.) tarafından verilen on ilâhî sünnetidir: Sünnet olmak, kasıklarım tıraş etmek, tırnaklarını kesmek, bıyıklarının önlerini almak, çocuğunu kesmek ve hicret etmek gibi de­nenmeler. ..

Bir rivayette, «ibrahim» kelimesi ötre ile okunmuştur!.. Bu tak­dirde Âyetin manâsı «Yâd et o zamam ki İbrahim Rabb'ini bir kısım kelimelerle çağırdı.»

O kelimeler, «Bana göster ki, ölüleri nasıl diriltirsin.» «Şu şehri emniyet yeri kıl.» gibi kelimelerdir. Yani kelâmlardır.

Hz. İbrahim, «Acaba Rabbim bana dileğimi verir mi?) diye bu is­teklerde bulundu.

Âyeti Celîle'de geçen «Îmam» kelimesi: Önder ve kendisine uyu­lan kimse demektir.

Hz. İbrahim'in İmamlığı kıyamete kadardır. Zira ondan sonra ge­len bütün Peygamberler onun soyundandır ve onun soyundanım de­meleri emredilmiştir.

Âyette geçen «Zürrîyet», kişinin nesli demektir. Yaradılış ma­nâsından olan «Zer» kökünden geliyor.

Bâzı kıraatlarda «Zırrı Yeti» okunmuştur.

Âyette bahsi geçen «Âhid» kelimesi Allah'ın emaneti (Peygam­berlik ve İmamlık) demektir. İbrahim (aleyhisselâm) ayni mertebeyi, soyundan geleceklerin bazısı için istedi ise de, Cenabı Hak, «esenin zür-riyetinden bir takım (Ebu Cehil gibi) zalimler gelecektir. Onlar İma­met mertebesine varamazlar. Çünkü İmamet Allah'ın emanet ve ah­didir zalimlere uygun değildir.» buyurmuştur.

Bu Âyeti Celîle'de Peygamberlerin peygamberlikten önce de bü­yük günahlardan korunmuş olduğuna dair delil vardır. Ayni zamanda fâsıkın İmamlığa uygun olmadığını da ifade buyuruyor. Bir kıraatte «Zâlîmun» gelmiştir.

125) Âyette bahsi geçen «El Beyt» kelimesi «Kâbe»nin özel ismi ol­muştur. Nerde zikir edilir ise «Kabe» kasıt edilir. Nitekim «En-Necm» Süreyya yaldızının adı olduğu gibi.

Âyetteki «Emnen» kelimesi «kabe»nin ehline saldırılmaz veya onu ziyaret eden Ahiret azabından emin olur, zira hac daha önceki günâhları siler, ya da «kâbe»Ye sığman bir insan katil de olsa, zorla çıkarılmaz. Ancak su ve ekmek verilmez, kendiliğinden çıkmaya mec­bur bırakılır, demektir.

Ebu Hanîfe'nin içtihadı bahsettiğimiz gibidir.

İbrahim Makamı, Kâbe-Yi Muazzama'nın kapısı üe zemzem Kuyusunun yakınında bulunan ve üzerinde mübarek ayağının izi olan taş veya o, taşın bulunduğu yer demektir. İbrahim (A.S.) o, taşın üze­rine çıkıp bütün insanlık âlemini hacc'etmeye çağırmıştır. Veya o ta­şın üzerine çıkmış Kabe duvarlarını inşa etmiştir. İşte Makamı İbra­him orasıdır.

Rivayete göre Resulü Ekrem Hz. Ömer'in (R.A.) elinden tutup, «İşte burası Hz. İbrahim'in Makamıdır.» dedi. Hz. Ömer; «Burada na­mazgah edinmeyelim mi?» diye sordu. Resûlüllah: «Böyle bir emir al­madım.» cevabını verdi. Ayni gün Güneş batmazdan önce «İbrahim'in Makamından namazgah edininiz!» Ayet-i Kerîmesi nazil oldu.

Bâzı rivayetlere göre, Makamı İbrahim'de kılınması emredilen na­maz, tavaftan sonra kılınan iki rekâttır. Zira Cabir (R.A.) rivayet edi­yor ki: «Resulü Ekrem tavaf dan sonra Makamı İbrahim'e çekilip onun arkasında iki rekât namaz kıldı.»

Hanefîlere göre, bu namaz vaciptir. îmam'ı Şafiî'nin bir kavli de böyledir.

Bâzı kimselere göre, İbrahim'in Makamı bütün Kabe'dir. Bâzı kimselerce, bütün HAC menasiklerinin yapıldığı, Arafat, Müzdelife ve Mîna gibi yerlerin adıdır. Bu takdirde Âyetin manâsı: «Harem hudut­ları dahilinde Allah'a el açıp yalvarmak ve kurban kesmek sureti ile Allah'a yaklaşınız.» olur.

Nafî ve İbni-Âmir, mazî sîgası olarak «îttehazu» okumuşlardır. Yâni «Halk daha Önce İbrahim Makamı olan kâbe'yi Kıble edinmiş­lerdi.» demek oluyor.

«İbrahim ve İsmail'e; Beyt'imi tavaf edenler, itikafa girenler, rü­kû ve secde edenler için temizleyiniz emrini verdik.»

Temizlenmesi, putlardan, pislikler ve kâbe'nin şanına yakışma­yan her şeyden paklanması demektir.

(126) İbrahim (A.S.), Mekke'nin emniyet içinde bulunması veya ahâli­sinin her türlü belâlardan emîn olmaları için dua etti. Mekke'lilerden Allah'a ve Âhiret gününe îman edenlerin meyvelerden (bütün dünya mahsullerinden) nzıklanması için dua etti. Rızık da imamlık gibi kâ­firlere verilmez kanaatında idi. Onun için Mekke'de yaşayan kâfirlere dua etmedi. Bunun için Allah, Kulu İbrahim'in dikkatini çekerek RIZK'ın dünyevî bir nimet olduğunu kâfir ve Müslüman bütün yara­tıklara verildiğini ifade buyurdu: «Mekkelilerden kâfir olanları da az nimetlendiririm.»

Amma imamet ve dîn'de ilerleme nzık gibi değildir. [59]

                                           

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsiri

(120)  «Sen milletlerine tâbi olmadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden asla razı olmazlar...»

Sâlebî İbni-Abbas'dan: «Medine Yahudileri de Necran Hıristiyan-ları da Hz. Muhammed'in kendi kıblelerine yönelip namaz kılmasını-umarlardı. Ne zaman ki Cenab-ı Hak Kıbleyi kâbe'ye çevirdi bu hal-onlara gayet ağır geldiği gibi, dinlerine uyacağından da ümidsiz oldu­lar. Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ yukarda bahsi geçen âyeti gönder­di» diye rivayet etti.

(121) Abdurrazzak Kattada'den: «O kimseler ki onlara Kitabı verdik» den maksad Hıristiyan ve Yahudilerdir diye rivayet etti.

İbni-Cerir ve Îbnul-Munzir Îbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «O Ki­tabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler onlardır...;) gereğin­den maksad; helâlına helâl, haramına haram derler ve hükümlerini yerlerinden çırpıtmazlar demektir.

Aynı senedle: «Gereği gibi Kitaba tâbi olurlar» diye de rivayet edildi.

İbni-Ebi-Hâtim Hz. Ömer'den (R.A.): «Kitabı gereği gibi okuyor­lar, Cennet'ten bahseden âyet geldiğinde AUah'dan Cennet'i isterler. Cehennem enimden bahis geçtiğinde ateşten Allah'a sığınırlar» diye rivayet etti..

İbni-Ebi-Hâtim Zeyd b. Eslem'den: «İndiği gibi onu söylerler ve hiç bir hükmünü inkâr etmezler.» diye rivayet etti.

İbni-Cerir Kattade'den: «Bu âyette bahsedilenler Hz. Muham­med'in (S.A.V.) ashabıdırlar» diye rivayet eyledi. İbni-Cerir bu riva­yeti yaptıktan sonra bir benzerini de Hz. Ömer'den (R.A.) rivayet etti

Veki' ve Îbni-Cerir Hasanı Basrî'den: «Kitabın muhkemiyle amel ederler. Muteşabih (manâsı kapalı) âyetlere de inanırlar. Kendilerine kapalı kalanını bilginine havale ederler» demektir diye rivayet etti.  

122) «Ey tsrailoğullan, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamai için) âlemlere kesinlikle üstün kıldığımı hatırlayınız...»

Tefsir âlimleri, İsrail, Hz. Yakub'un adıdır diye ittifak etmişlerdir. «israil» kelimesinin manâsı; «Allah'ın Kulu» demektir. «isr» İbra-nice «Kul» «iyl» ise, Allah demektir.

Bahsi geçen âyetin daha önce geçen bir benzerinin tefsirinde îb-ni-İshak ve İbni Cerir İbni-Abbas (R.A.)'dan şunları rivayet ettiler: «Bu hitap, Yahudi Hahamlarınadır «Yani size ve ecdadlannıza vermiş olduğum nimetimi hatırlayınız. Onları Firavun ve Kavminin zulmün­den kurtardığımı anınız. Size geldiğinde Resulüm Hz. Muhammed için sizden aldığım sözünüzü yerme getiriniz. Ben de onu tasdik ettiğiniz­den ötürü üzerinizde bulunan zilleti kaldırmak suretiyle size verdiğim sözümü yerine getireyim.

«Ancak benden korkunuz.» Yani geçmiş ecdadlannıza indirdiğim cezalan size de indirmemden çekininiz. «Yammzdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kur'an)'a iman ediniz. Sakın onu ilk inkâr eden olmayınız.» Zira onun doğruluğu hakkında başkasının yanında olma­yan bilgi sizde vardır. «Bildiğiniz halde hakkı ketmetmeyiniz.» Yani katınızda Resulümün tanınması hususunda bulunan bilgiyi gizleme­yiniz. Çünkü elinizde bulunan Kitablarda onun niteliklerini görüp du­rursunuz.»

Bahsi geçen âyetin tekrar edilmesi hususunda tefsir âlimleri şun-lan söylediler: Ümmî olan Peygambere tâbi olmaları için teşviktir.

(124) «Hatırla o zamanı ki, Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle dene­meden geçirmişti...»

Bu âyetin tefsirinde Abdurrazzak, Abd b. Humeyd ve İbni Cerir İbni-Abbas (R.A.)'dan: «Allah, İbrahim Kulunu on temizlikle deneme­ye tâbi tuttu. Onlann beşi baştadır. Beşi de ceseddedir. Başta olanlar; Bıyığım kesmesi, Mazmaza (gusül ve abdestte ağıza su alması), İstin-şak (buruna su alması), Misvak, ve başdaki saçı ortadan ikiye ayırıp taramasıdır. Ceseddekilerine gelince, onlar: Tırnakların kesilmesi, eteklerin tıraş edilmesi, sünnet ameliyesi, koltuk altlarının yolunması, küçük ve büyük abdestlerin yerini su ile yıkamasıdir.

Îbni-Cerir, İbni-Ebi-Şeybe, Hâkim ve İbni-Asâkir İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «İbrahim (A.S.) hariç hiç bir kimse yoktur ki bu din ile denenmiş olsun ve onu tamı tamına yerine getirsin.» Bunlan söyliyen İbni-Abbas bu âyeti okudu. Kendisinden; o kelimeler nelerdir diye so­ruldu. Cevap olarak: «İslâmın okları (veya paylar) otuzdur. On tane­si Et-Tevbe sûresindedir. «Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, (din için) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emre­denler, kötülükten sakındıranlar, ve Allah'ın hududlanm (hükümleri­ni) koruyanlar (var ya) işte (böyle) mü'minlere müjde ver.» (Tevbe: 112).

On tanesi El-Müminun Sûresinin başındadır: «Mü'minler gerçek­ten felah bulmuştur. Onlar namazlarında huşu içinde olanlardır. Onlar boş şeylerden yüz çevirenlerdir. Onlar zekâtlarını verenlerdir. Onlar ırzlarını korumakta olanlardır. Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı hariç, bu konuda onlar kınanmış de­ğillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa artık onlar sınırı aşanlardır. Onlar emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. Onlar namazlarını da koruyanlardır. İşte vâris olacak olanlardır onlar...» (El-Müminun: 1 - 10).

On tanesi El-Meariç'tadır: «Namaz kılanlar hariçtir. Onlar ki na­mazlarında daimidirler. Onlar ki mallarında yoksul ve yoksun olan için belirli bir hak vardır. Onlar ki ceza gününü doğrularlar. Onlar ki Rab-lerinin azabından korkarlar. Şüphesiz Rabblerinin azabından emin bulunulmaz. Onlar ki, ırzlarını korurlar. Ancak kendi eşleri ya da ca­riyeleri başka. Çünkü (onlardan ötürü) kınanmazlar. Fakat bundan ötesini arayanlar artık onlar hududu aşmışlardır. Onlar ki emanetle* rine ve verdikleri sözlerine riayet ederler. Onlar ki şahidliklerinde doğ­ru davranırlar. Onlar ki namazlarını koruyorlar. İşte onlar Cennetler­de ikrama mazhar olunanlardır.» (El-Meariç: 22 - 35.)

On tanesi de El-Ahzab'dadır: «Kuşkusuz müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'mîne kadınlar, gönülden (Rabbine) itaat eden erkekler ve gönülden itaat eden kadınlar, sabre­den erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Rabbinden) korkan er­kekler ve saygıyle korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka ve­ren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını mu­hafaza eden erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler, ve Allah'ı çokça anan kadınlar (işte) onlar için Allah bir ba­ğışlama ve büyük bir ecir hazırlamıştır.» (El-Ahzab: 35) dedi.»

Abdurrezzak, İbni-Cerir ve Hâkim «Haccın menasikleri o kelime­lerdendir» diye İbni-Abbas'dan rivayet ettiler.

Îbni-Cerir îbni Abbas'dan «O, kelimeler; Ben seni insanlara îmanı yapacağım âyetinden itibaren tâ «Ve hatırla o zamanı ki, İbrahim ile İsmail Kabe'nin temellerini yükselttiler..» âyetine kadar olanlardır. Bu âyetler, menasık hac ve İbrahim (A.S.) için kılman Makam, Beyt'in etrafında oturanların nzıkları ve Hz. Muhammed'in (S.A.V.) İbrahim -ile İsmail (A.S.) zürriyetinden gönderileceğinden bahsederler» diye rivayet ettiler..

İbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Cerir Mucahid'den rivâyeten: «İbrahim'in (A.S.) imtihan olunduğu Kelimeler, bu âyetten sonra gelen âyetlerdir. Yani onların manâlarıdır.» dediler. Eş-Şâbî'den de bunun benzerini rivayet eylediler.

İbni-İshak ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas (R. Anhüma)'dan rivâ­yeten şunları söylediler: «İbrahim (A.S.)'in denenmesinde kullanılan ve İbrahim'in (A.S.) yüzde yüz imtihan kazandığı kelimeler şunlardır: AUah için ve Allah'ın (C.C.) emriyle Kavminden ayrılması, Allah yo­lunda Nemrut ile mücadele etmesi, onlara muhalefet etmekte ne denli tehlikenin olduğunu bildiği halde mücadelesinden vazgeçmemesi, Al­lah'ın (C.C.) yolunda kendisini yakmak maksadiyle ateşe atmalarına sabretmesi, ateşe atılma olayından ve hicret emrini aldıktan sonra vatanından göç etmesi, ziyafet ve misafir ağırlamak hususunda aldığı emri metanetle yerine getirmesi ve oğlunu kurban etmekten çekinme-mesidir. İbrahim bütün bu imtihanları yerine getirdiğinde Cenab-ı Mevlâ ona «teslim ol» dedi. O da: «Alemlerin Rabbine teslim oldum.» dedi.»

Abd b.-Hümeyd ve İbni-Cerir Hasanı Basrî'den: «Allah İbrahim'i (A.S.) yıldızla denedi. İbrahim ondan razı oldu. Ay ile denedi. İbrahim rıza gösterdi. Güneşle denedi. İbrahim nza gösterdi. Vatanından hic­ret etmekle denedi. İbrahim (A.S.) razı oldu. Sünnet etme ameliyesiy-le denedi, razı oldu. Oğluyla denedi, yine razı oldu İbrahim (A.S.)» diye rivayet yaptılar.

İbni-Cerir «Onları tamamladı.» Yani yerine getirdi diye İbni-Ab-bas'dan rivayet etti.

İbni-Ebi-Hâtim Ata'dan rivayet etti: «Allah'ın Resulü (S.A.V.); Misvak kullanmak Hz. İbrahim'in fitretinden (sünnetinden) dir.» Şev-kanî Fethul-Kadir'de:

Bu hadîsin Ata'ya nisbet sıhhatli olsa dahi Hadîsi Mürseldir. Hüc­cet olamaz. Allah'ın Kelâmını tefsir etmekte bu tür hadîslere dayan­mak sıhhatli değildir. Böylece İbni-Ebi-Hâtim'in Mücahid'den yaptığı şu gelecek rivayete de tefsirde dayanmak doğru olamaz: «Tenasul-uz-vu ile el ve ayak parmaklarının kıvrımlarını yıkamak Hz. İbrahim'in sünnetindendir.» Îbni-Ebi-Şeybe'nin «MÜSANNAF» de Mücahid'den rivayet ettiği: «Altı şey Hz. İbrahim'in fitretindendir: Bıyığı kesmek, Misvak kullanmak; saçları ikiye bölüp taramak, tırnakları kesmek, is-tinca yapmak ve etek tıraşı icra etmektir.» hadîsin benzerine de tefsir­de dayanmak caiz ve helâl değildir.

Gerek Sahih'de, gerek başka kaynaklarda Ashab-ı Kirâm'ın bir cemaatından bu on şeyin bu ümmet için meşruiyeti sabit olmuştur. Fakat İbrahim'in (A.S.) denenmesinde kullanılan Kelimelerin bunlar olduğu sıhhatli bir tarzda Allah'ın Resulünden gelmemiştir.

Bu hususda Allah'ın Resûlü'nden gelen en güzel hadîs Tirmizi'nin İbni-Abbas'dan rivayet edip Tahsin ettiği şu hadîsdir: «Allah'ın Resu­lü bıyığını keser veya bıyığından alırdı. Ve Allah'ın (C.C.) dostu İb­rahim (A.S.) da bunu yapardı» derdi.»

Malûmundur ki, Hz. İbrahim'in bıyığından alması veya bıyığın; kesmesi İbrahim'in mübtelâ olduğu Kelimelerden olmasını gerektirmez. Madem bu hususda Allah Resûlü'nden sıhhatli bir nakil yoktur. Ma­dem ki, o Kelimelerin ta'yininde delil olacak bir sened elimizde mev-cud değildir. O halde elimizde tek çare o Kelimeler Allah'ın (C.C.) Ki­tabında zikrettiği «Ben seni insanlara İmam (önder) yapacağım.» di­ye başlayan âyetlerdir. Ya bu âyetler o, kelimelerin beyanıdır ya da Kelimelerin hususunda susup ilmini Allah'a (C.C.) havale etmeli­yiz. Daha önce Kelimelerin tayininde İbni-Abbas ve onun gibi Sahabe­lerden rivayet edilenlere gelince, bunlar Ashab-ı Kirâm'ın sözleridir. Ashab'ın sözü bu hususda delil olur mu diye ihtilâf edilmiştir. Ashap­tan sonra gelen talebelerinin sözleri ise, bu konuda, hüccet olamaz. Bunda ictihad etmek imkânı bulunmadığı ve Ashabın sözü, merfu hükmünü taşıdığı takdirde, Ashab o kelimelerin ta'yini hususunda bazı­larının sözünü tercih etmeye mani olunacak bir tarzda ihtilâf etmiş­lerdir. Hatta Îbni-Abbas gibi bazı zatlardan o, kelimelerin ta'yini hususunda değişik rivayetler gelmiştir. O halde bununla amel etmek nasıl caiz olur?

«Umuma gidilir o, Kelimeler burada söylenenlerin hepsidir» diye yorum yapanın sözünün zayıflığı da böylece ortaya çıktı. Zira böyle bir yorum, Allah Kelâmının zayıf, birbirini nakzeden ve hüccet olmaya elverişli bulunmayanla tefsir edilmesini gerektir. [60]

Şevkaniye ilâve edilecek bazı hususlar vardır: «Ashabın sözlerinin hüccet olmayışı teslim edilecek bir husus değildir.. Zira Allah'ın Resu­lü (S.A.V.): «Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.» buyurmuştur. Binâenaleyh Sahabîye nisbet edilen söz, yüzde yüz Sahabinin sözü ise, hüccet olur. Çünkü tefsir gibi dinin te­melini teşkil eden konularda Sahabi işitmediğini, söyliyemez.

Ashabın talebeleri tabiine gelince, bu tabakadan olan herkesin sö­zü hüccet olmayabilir. Fakat burada umumu hükümde nazar vardır.

İbni-Abbas gibi bazı zatlardan aynı konuda yapılan değişik riva­yetlere gelince, daha önce İbni-Abbas'dan nakledenlerden kime güve­nilir bahsi geçti..

Abd b. Humeyd İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Ben seni insanlara imam kılacağım...» Yani halk senin dinine, hidâyet ve Sünnetine uya­caktır demektir.

«İbrahim: Benim zürriyetimden de (zürriyetim olmayanlara) İmam kıl.»

«Allah; benim ahdim zâlimlere yetişmez.» Yani zürriyetinden olan zalimler insanlara dinde rehber olamazlar. Hidâyet rehberi olmayacak­ları gibi sünnetlerine de uyulmayacaktır.»

El-Feryabî İbni-Abbas'dan, Cenab-ı Hak; İbrahim'in (A.S.) zürri-yeti için istediğini yapmaktan imtina etti. Sonra: «Ahdim zalimlere yetişmez.» dedi.

Abdurrezzak ve tbni-Cerir Kattade'den rivâyeten: «Kıyamet günü Allah Katında hiç bir zalime Allah'ın ahdi nail olmaz. Dünyada ise, zalimler Allah'ın ahdine bazen nail olmuşlar. Onunla Müslümanların mirasına konmuşlar. Onlarla çarpışmış ve evlenmişler. Kıyamet günü ise, Allah ahdini sadece dostlarına tahsis edecektir.»

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir, bu âyetin tefsirini Mücahid'den şöy­le rivayet ettiler:

«Cenab-ı Hak; zâlim ve kendisine uyulan bir İmam kılmam dedi.»

İbni-İshak ve İbni-Cerir, ayni âyetin tefsirini İbni-Abbas dan: «Al­lah, İbrahim'e eğer zürriyetinde zalim bir kimse olursa, o, benim ah­dime nail olamaz ve sende onu hiç bir emrinde vazifelendirme,» diye rivayet ettiler.

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Hiç bir zalimin Al­lah'a isyan etmekte senin üzerinde her hangi bir ahdi yoktur.»

Veki' ve İbni-Merduyeh Hz. Ali'nin (R.A.) hadîsinden rivayet et­tiler: Allah'ın Resulü (S.A.V.), «Benim ahdim zalimlere yetişmez» âye­tin tefsirinde «itaat ancak Ma'ruf da vardır» diye buyurdu.

Abd b. Hümeyd İmran b. Haşin (veya Hüsayn) 'in hadîsinden ri­vayet etti: «Allah'a masiyet etmekte hiç bir mahlûka itaat yoktur.»

Îbni-Cerir Îbni-Abbas'dan rivâyeten: «Ayetin tefsiri: zalim, için her hangi bir ahd yoktur. Ona verdiğin ahdin varsa onu boz!..» dedi.

(125) «Hatırla ki Beyti (Kabe'yi) insanlar için bir toplama ve emniyet yeri yaptık.»

Bu âyetin açıklamasını İbni-Cerir, ve İbnul-Munzir İbni-Abbas'-dan şöyle rivayet ettiler: «Onlar Kabe'ye akın yaptıktan sonra dönüş yaparlar.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan âyetin manâsı: «İnsanlar bir türlü Ka­be'den doymazlar. Ona geldikten sonra ailelerine dönerler sonra tekrar Kabe'ye dönüş yaparlar» demektir diye rivayet etti.

«İbrahim'in makamından namaz yeri edininiz..» <Bu âyetin tefsi­rini Buharî Enes'in hadîsinden o da Hz. Ömer'den (R.A.) rivayet etti: «Ben üç yerde Rabbime muvafakat ettim, Rabbim de üç yerde bana muvafakat etti. Ben; «Ey Allah'ın Resulü; keski İbrahim'in makamın­dan bir namazgah edinseydin» dedim, bahsi geçen âyet nazil oldu. Yi­ne, «Ey Allah'ın Resulü! Senin hanımlarının hücrelerine doğrudan fâ-cir de girer. Keski onlara örtünmelerini emretseydin» dedim. Bunun üzerine HİCAB  (örtünme) âyeti indi.

Resûlüllah'm (S.A.V.) hanımları kıskançlıkta Resûlüllah'ın aley­hinde elbirliği yaptılar. Onlara: «Eğer Resûlüllah sizi boşarsa umulur ki Rabbisi sizden daha hayırlf eşleri yerinizde ona versin» dedim. Âyet, aynen dediğim gibi indi.»

Müslim ve başkası Cabir'in hadîsinden rivayet ettiler: «Allah'ın Resulü (S.A.V.) tavafın ilk üç turunda Remel (göğsünü gere gere ve omuzlarını oynata oynata yürüyüş) yaptı. Son dört turunda da nor­mal yürüyüş yaptı. Tavafı bitirdikten sonra Makamı İbrahim'e vardı. Orada Tavafdan sonra kılınan iki rekatı edâ ettikten sonra «İbra­him'in makamından namazgah edininiz..» âyetini okudu.

Makamı İbrahim hakkında bir çok hadîs vardır. Kaynak kitablar-da tesbit edilmiştir.

Sihhatli hadîsler İbrahim Makamının Kabe'yi bina etmek için üzerinde durup çalıştığı taş olduğuna delâlet ederler.

Kabe'nin duvarları yükseldiğinde Hz. İsmail o taşı üzerine çıkıp çalışsın diye pederine getirdi. Nitekim Buharî bu durumu İbni-Ab-bas'ın hadîsinden tesbit etmiştir. O taş Kabe'nin duvarına bitişik olan taşdı. Abdurrezzak ve Beyhakî'nin sahih bir senedle rivayet ettiğine göre; o taşı ilk nakleden Hz. Ömer'dir (R.A.). Aym durumu İbni-Ebi-Hâtim ve İbni-Merduyeh de değişik yollardan naklettiler.

İbni-Ebi-Hâtim Cabir'in hadîsinden Resûlüllah'ın (S.A.V.) haccı-nın vasfını naklederken şunları söyledi: Hz. Peygamber Kabe'yi tavaf ettiğinde Hz. Ömer (R.A.): «Bu İbrahim'in (A.S.) Makamı mıdır?» diye sordu. Cenabı Peygamber «Evet» dedi.

«İbrahim ve İsmail'e «Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler, rü­kû ve secde edenler için temizleyin diye emrettik.»

Bu âyetin tefsiri Selef den şöyle gelmiştir:

İbni-Cerir: «Ahdetmek emretmekdir» dedi.

Îbni-Ebi-Hâtim: «Beytimi putlardan temizleyiniz.»

Mücahid, Said b. Cübeyr: «Putlardan, şübheden, iftira ve pislik­ten temizleyiniz.»

Îbni-Ebi-Hâtim Îbni-Abbas'dan: «Kişi ayakta ise tavaf edenlerden olur. Oturuyorsa itikaf edenlerden olur. Namaz kılıyorsa, rükû ve sec­de edenlerden olur.» diye rivayet ettiler.

Abd b. Hümeyd; Hz. Ömer'den Mescidde uyuyanların hali sorul­du. Hz. Ömer (R.A.): «İşte onlar itikaf edenlerdin» dîye cevab verdi.

Allah'ın Resûlü'nden (S.A.V.) sabit oldu: «Kuşkusuz İbrahim (A.S.) Mekke için Harem hududlanm çizip belirtti. Ben de Medine'yi Harem sahibi kıldım. Medine'nin iki dağı arası Haremidir. O Harem­den av avlanamaz ve bitkileri biçilmez.»

Bu hadîsi Hz. Cabir'in hadîsinden Ahmed, Müslim, Neseî ve başka hadis âlimleri rivayet ettiler...

Ashabdan bir cemaatın yoluyla bu manâ rivayet edilmiştir. Müs­lim Rafî b. Hüdeyç'den Ahmed Ebu-Kattade'den, Şeyheyn Enes'den, Müslim Ebu-HüreyTe'den, Et-Teberanî Hz. Ali'den (K.V.), Ahmed ve Buharî üsame b. Zeyd'den, Buharî Âişe'den (R. Anha) rivayet etti­ler...

Allah'ın Resûlü'nden (S.A.V.) sabit oldu: «Allah, yer ve gökleri yarattığı günden itibaren Mekke'nin Haremini kılmıştır. Bu Harem ta Kıyamete kadar da Harem olarak kalacaktır..»

Bunu Buharî talikli olarak rivayet etti...

Îbni-Maceh Safiyye binti Şaybe'den, Seyhan İbni-Abbas'dan riva­yet ettikleri gibi, Müslim ve Buharî ve Sünen sahibleri Ebu-Hüreyre'-den rivayet ettiler. Bu hususda zikrettiğimizden başka hadîsler de var­dır.

Bu hadîsler arasında muareze yoktur. Çünkü İbrahim (A.S.), halka, «Allah Mekke için Harem kıldı ve o Harem hele de emniyet ye­ri bir Haremdin) dediği için, İbrahim Mekke Haremini kıldı denildi. Yani bu hususda bulunan ilâhî hükmü belirtti. Îbni-Attiyye ve İbni-Kesir bu tevile gittiler.. Îbni-Cerir.ise, ccMekke Haremli idi. Allah (C. C.) insanları bunu gözetlemekle mükellef kılmadı. Tâ ki, İbrahim di Übey bin Kâb: »Kâfir olan kimseyi de...» cümlesi Allah'ın sözün-dendir, dedi. İbni-Abbas: Bu cümle Hz. İbrahim'in sözündendir. Rab-i!4|   binden kâfir olan kimseye de dünyanın az bir zamanı için rızk verme­sini taleb ediyor. Bu durumu İbni-Cerir ve Ebi-Hâtim rivayet ettiler...

Birlekte bulununca buna binaen Cenab-i Hak Mekke'yi Haremleştirdi ve buna riâyet etmekle halkı mükellef kıldı» dedi...

Bu iki görüş de güzeldir.

(126) El-Ezrukî Muhammed b. Kâb el-Kurezî'den rivayet etti: Hz. İbra­him mü'minlere dua etti, lâkin kâfirlere dua etmedi. Bunun için Ce-nab-ı Hak: «Kâfir olan kimseyi de dünyanın az vaktinde rmklandm-nm, sonra onu âhirette Cehennem azabına mecbur bırakınm» dedi.

Ibni-Merduyeh: «Ve ahalisinden Allah'a ve âhiret gününe îman edenleri çeşitli meyvalarla nzıklandır.» âyetin tefsirinde Îbni-Abbas'­dan rivayet etti: «Sanki Hz. İbrahim bütün insanlara değil sadece || Mekke'li mü'minler için tahsis etti. Bunun üzerine Allah (C.C.): «Kâ­fir olan kimseyi de...» âyetini indirdi. Yani mü'minlere nzık verdiğim   gibi onlara da nzık veririm. Bir halkı yaratınm, onlara nzık değil, gecici ve az bir meta veririm, sonra onları ateş azabına mecbur kılarım. işi    Bunları söyleyen İbni-Abbas: «Hepsine, onlara da bunlara da Rabbi-nin ihsanından artırarak veririz» (İsra: 20) âyetini okudu. [61]

 

Meal

 

(127) Yâd et o zamanı ki, İbrahim ile İsmail Beyt'in  (Kabe'­nin)  duvarlarını yükselttikleri  (zaman), «Ey Rabbimiz bizden kabul et. Şüphesiz ki, sen işitici ve bilicinin tâ kendisisin.

(128) Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmakla daim kıl. Zürri-yetimizden sana teslim   olmuş bir ümmet kıl.    Bize Mehasıklanmm (Hac'da ibâdet yapacağımız yerlerimizi)  göster.    Ve tevbemizi kabul buyur. Şüphesiz ki, çokça tevbe kabul eden ve çokça merhamet eden­sin.

(129) Ey Rabbimiz! Onlardan olan bir Peygamberi onlara gönder ki onlara senin Âyetlerini okusun ve onlara Kitap ve hikmet'i öğret­sin. Onları günahkârlardan temizlesin.  Şübhesiz sen Aziz (galip) ve Hakim (her şeyi kuvvetlice ve yerli yerinde yapan) sın diye dua etti­ler.

(130) İbrahim'in millet'inden kendilerini bilmiyenlerden baş­ka kim yüz çevirir? Yemin olsun ki, İbrahim'i Dünyada seçkin kıldık. Şübhesiz ki, İbrahim Ahiret'te de sâlih kullardandır.

(131) İbrahim'e Rabbisl, «Teslim ol!» O da «Âlemlerin Rabbine teslim oldum!» dediği zaman onu seçkin kıldı.

(132) Bu kelimeyi  (Âlemlerin Rabbine teslim oldum.)   İbrahim evlâdlanna tavsiye etti. Yakub da tavsiye ederek dedi ki: «Ey evlât­larım! Allah sizin için din'i seçti. Sakın hâ ancak müslüman olarak can veriniz!»

(133) Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde siz orada bulunuyor muy­dunuz? Yâd et o zamanı ki, Yakup çocuklarına, «Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?» dedi. Çocukları, «Senin ve babaların İbrahim, İs­mail ve İshak'm Rabb'ine kulluk yapacağız. O Rab da bir tek Rabb'-dır. Biz o, Rabb'e teslim olanlarız!» dediler.

 (134) Onlar, geçen bir ümmettir. O, ümmetin kazandığı ona aittir. Sizin kazandığınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorul­mazsınız! [62]

 

Tefsir

 

(127) Hz. İbrahim (A.S.) ile İsmail (A.S.) Kabe'nin duvarlarını yapar­ken İbrahim taşlan yerleştirir, İsmail taş taşırdı.İkisi birden: «Ey Rabbimiz! Bu işimizi dergâhında kabul eyle. Zira duamızı işiten sen­sin; niyetimizi bilen de sensin. Ey Rabbimiz bizi katıksız sana bağla­nan kullarından eyle.» diye dua eder, ihlâs itâât ve ibâdette devamlı­lık hususunda daha da artış beklerlerdi. Bu dua, Peygamberlerin dahi büyüklüğün son hududuna varmadığını gösterir. Sonsuz yücelik mer­tebesi ise ancak Allah'ındır.

(128) Bir kıraatte «müslümeyni»  (iki nıüslüman) yerine  çoğulu ifa­de eden «müslîmîne» okunmuştur.

Hz. İbrahim ile mahdumu İsmail dualarını şöyle devam ettirdiler: «Bizim zürriyetimizden sana teslim olmuş bir ümmet kıl.» Zürriyetle-rine dua etmelerinin sebebi, zürriyetin şefkate daha müstehak olma­sıdır. Bir de onların zürriyeti salâh bulunca o züriyetin tabileri de sa­lah bulurlar. Zürriyetin bir kısmına dua etmelerinin sebebi ise, zürri-yetlerinde zâlimler olacağını ve Allah'ın hikmetinin bütün zürriyetin ihlâs ve ikbalde ittifak edecekleri biçiminde tecelli etmiyeceğini bilme­leriydi. Çünkü hepsinin öyle olması hayatı alt-üst ederdi. Bu sırra bi­nâen denilmiştir: «Eğer ahmaklar olmasa idi Dünya harap olurdu.»

Bazı tefsircilere göre, «Hz. İbrahim ile İsmail'in duasındaki üm­met Hz. Muhammed'in ümmetidir.»

İki Peygamberin duası şöyle devam etti: «bize men a siklerimi­zi göster!» Menasikten gaye, hac'ta yapılan ibâdetlerin yerleri veya kurbanların kesildiği merkezler demektir. Menasikin, tekili olan «nü-suk» ibâdetin son haddi demektir. hac'da bu tâbirin çokça kullanıl­masının sebebi şu: Hac'da zorluk ve âdetlerden uzaklaşma vardır.

(129)  Duanın devamında,    «Tövbemizi kabul eyle kesinlikle sen çokça tövbe kabul eden ve bolca merhamet edensin. Ey Rabbimiz! Soyumuzdan gelen o Müslüman ümmetin içinden onlara bir Peygamber gönder. O Peygamber onlar için Âyetlerini okusun «Kitap ve Hikmeti» onlara öğretsin, onları putperestlik ve günâhlardan arındırsın. Kesinlikle sen her şeye galip gelen Azîz ve herşeyi mükemmel yapan hakım'sin.»

İbrahim ve İsmail (A.S.) var olması için dua ettikleri Peygamber, Hz. Muhammed (A.S.) dir. Zira ismail'in (A.S.) soyundan ondan baş­ka Peygamber gelmemiştir. Onların duası son Peygamber'dir. Nitekim Allah'ın Resulü bir Hadîsi Şerifinde:

«Ben babam İbrahim'in duası, Hz. İsa'nın müjdesi ve annem Âmi-ne'nin rüyası'yım.» buyurmuştur.

(131) «Yâd et o zamanı ki, İbrahim'in Rabb'isi İbrahim'e teslim ol dedi, O da «Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum.» dedi ve bu sözü evlâtlarına da vasiyet etti. Yakup (A.S.) da çocuklarına tavsiye etti.»

İbrahim'in (A.S.) çocukları dört kişi idi: İsmail, İshak, Medyen, ve Medan. Yakup (A.S.)'ın çocukları ise, on iki kişi idi. İsimleri, Ru-bil, Şem'un, Dâvi, Yahuza, Yeşşuhur, Zebulun, Neftuli, Dun, Kuza, Oşir, Bünyamin ve Yusuf'du. «Allah size dini seçti.» sözündeki «DİN», İslâm Dîni'dir. Çünkü son cümlesi olan «Ancak müslüman olarak ölü­nüz!» bunu açıklamaktadır. Hz. Yakup burada Ölünceye kadar İs­lâm'ın gerektiği yolda bulunmayı ve sebat göstermeyi yavrularına tav­siye ediyor.

Rivayete göre, Yahudiler Resûlüllah'a, «Bilmez misin ki, Yakup (A.S.) öleceği gün çocuklarına Yahudiliği tavsiye etti.» dediklerinde şu Âyet nazil oldu: «Yoksa ölüm Hz. Yakub'a geldiğinde siz orada mı idi­niz?».

(133)  «Hatırla o zamanı ki, Yakup çocuklarına, «Benden sonra neye ta­pacaksınız?» diye sorduğunda çocukları,   «Senin babaların olan, İbra­him, İsmail ve İshak'ın bir tek mabudu olan Allah'a tapacağız. Biz an­cak ona teslim oluruz.» dediler. Ayeti Celîle İsmail'i Yakup'un babalan arasında sayıyor. Oysa îsmail (A.S.), ameasıdır. İşaret ediyor ki, am­ca baba gibidir. Nitekim Allah Resulü de amcası Abbas hakkında, «Ki­şinin amcası babasının dalıdır.» buyurmuştur.

(134)  Yahudiler Hz. Yakup, İshak ve İbrahim'in  soyundan geldiklerinden ötürü kendilerinde bir özellik görürler idi.Cenab-ı Hak bunu red ederek buyurdu: «Onlar geçmiş bir ümmettir, kazandıkları onlara, si­zin kazancınız da sizedir.» Yani onların soyundan gelmeniz, onların yaptıklarından yararlanmanızı gerektirmez. Ancak onların gittiği yol­dan giderseniz fayda vardır. Nitekim Allah'ın Resulü yakınlarına, «Sa­kın ha! Yarın Kıyamette halk güzel amelleri ile, siz de soyunuzla, yani bana yakınlığınızla gelmiş olmayasınız!» buyurmuştur.

«Siz onların yaptıklarından da sorumlu tutulmayacaksınız.» [63]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(127) Îbni-Ebi-Hâtim Îbni-Abbas'dan: «Âyetteki Kevaid, Beyt'in temel­leri demektir» diye rivayet etti.

Buharı ve İbni-Cerir Said b. Cübeyr'den uzun bir kıssa naklettiler. O kıssanın son bölümünde, beyt (kabe)'in binası hakkında bilgi vardır. Ezcümle: «Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail Beyt'in te­mellerini yükselttiler.» Yani İsmail taş taşırdı. İbrahim (A.S.) de du­varları örerdi.

Bina yükseldiğinde malûm taşı getirdi. İbrahim için koydu. İbra­him duvarlan işlemek maksadıyle o taşın üzerine çıktı. Duvarları ör­dü ve İsmail de pederine taşlan vermeye başladı. İkisi birden: «Ey Rab-bimiz! Bizden (bu hayırlı işi) kabul et. Kuşkusuz sen (duamızı) işitici ve (niyetlerimizi) bilicisin» diye Allah'a (C.C.) yalvardılar.»

Abdurrezzak İbni-Abbas'dan: «Beytin temelleri İbrahim ve İsma­il'den (A.S.) önceki temellerdi.» diye rivayet etti.

Tefsir âlimleri; beyt'in binası, yeryüzünün hangi taşlarından bi­na edildiği, hangi zamanda bilinmiş olduğu ve ilk önce kim tarafından haccedildiği hususlarında Selefden bir çok görüş naklettiler. Beytin fazileti veya bir kısmı olan «hacerül-esved» (Siyah taş) m fazileti hakkında İmamı Suyûtî'nin «Durul-Mensur» adlı tefsirine bakınız. Orada uzun bahislere yer verilmiştir.

(128) İbni-Ebi-Hâtim Selâm b. Ebi-Mutî'den: «Ey Rabbimiz! Bizim iki­mizi şana teslim olmuş kıl.» âyetin tefsirinde;İbrahim de İsmail de (A.S.) Allah'a (C.C.)  daha önce teslim olmuşlardı. Fakat Allah'dan teslimiyette sabit kalmalarını istediler» dedi.

Îbni-Ebi-Hâtim Abdulkerim'den: «Teslim olmaktan İhlâs kasde-dildi. Yani sana ihlâsla yönelenlerden bizi kıl demektir.»

İbni-Cerir Es-Sudî'den: «Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (A.S.) zür-riyeti, Arablardır. Onlar o dualarıyla Arabları kasdetmişlerdir.» ri­vayet etti.

Said b. Mansur ve İbni-Ebi-Hâtim Mücahid'den rivayet ettiler: «İbrahim, Ey Rabbim bize hac vazifelerimizi göster» deyince Cebrail (A.S.) Hz. İbrahim'e geldi. Onu alıp Beyt'e getirdi. Bunun temellerini yükselt dedi. İbrahim duvarları ördü ve binayı tamamladıktan sonra Cebrail (A.S.) onun elinden tutup onu mina'ya götürdü. «cemre-tül-akabe» (Akabe vadisindeki taş yığını) yanına vardığında ib-lis'in ağacın yanında durduğunu gördü. İbrahim'e: «Tekbir getir ve ona taş at» dedi. İbrahim (A.S.) de: «Allah-u Ekber» deyip Şeytana taş attı. Bunun üzerine İblis Ortanca cemre'ye gidiverdi. İbrahim (A.S.), orada îblis'in hakkında daha önce yaptığım tekrarladıktan sonra üçüncü cemre'ye gidip orada.da aynı şeyi yaptı. Sonra Ceb­rail (A.S.), İbrahim'in (A.S.) elinden tutup onu «maşa'rul-ha-ram»a (Müzdelife'ye) götürdü. «İşte Maşa'rul-Haram'dır burası» de­di. Sonra onu «arafat» a götürdü. «Saha gösterdiklerimi bildin mi?» diye üç defa sordu. İbrahim (A.S.): «Evet bildim)} deyince, Cebrail (A. S.): «O halde halkı hacca davet et» dedi. İbrahim (A.S.): «Nasıl çağı­rayım?» diye sorunca Cebrail (A.S.): «De ki, Ey Nas! Rabbinizin çağ­rısına icabet ediniz diye üç defa seslen» dedi. Bunun üzerine kullar: «lebbeyke allahümme lebbeyk.» (Ey Allah'ımız (C.C.) iki ke­re senin hizmetindeyiz, senin hizmetindeyiz) dediler. Böylece o günde İbrahim'e (A.S.) icabet eden hacı olur.»

İbni-Cerir İbnul-Musayyib'dan o da Hz. Ali'den (K.V.): «İbrahim (A.S.) Beyti tamamladığında, Ey Rabbim işte kabe'yi yaptım. Bize vazifelerimizi göster» diye yalvardı. Bunun üzerine Cenab-ı Allah Ku­lu Cebrail'i gönderdi. İbrahim'e (A.S.) hacc nasıl yapılır diye gösterdi.»

Selefden bu hususda gelen eserler pek çoktur. Hepsinde Cebrail'in (A.S.)  İbrahim'e (A.S.)  hacc vazifelerini gösterdiği keyfiyeti yer almaktadır. Rivayetlerin çoğunda: «Şeytan İbrahim'e göründü. İbrahim onu taşladı.» diye gelmektedir. Biline..

(130) «Kendini bilmiyenden başka kim   İbrahim'in dininden yüz çevi­rir?...»

İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliyye'den rivayet etti: «Yahudi ve Hıristi­yanlar İbrahim'in (A.S.) dininden yüz çevirdiler. yahudilik ve hı­ristiyanlık bidatim uydurdular. Oysa Allah'dan böyle bir şey gel­memiştir. Onlar İbrahim'in dinini bıraktılar. Hz. Muhamrned ise, o din ile gönderildi.»

Abd b. Hümeyid de benzerini Kattade'den rivayet etti. İbni-Ebi-Hâtim Malik'den rivayet ediyor ki: «Âyetteki «istifa» kelimesi seç­mek ve intihap etmek manasınadır.»

(132) İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «vassâ-bîhâ» daki zamir İslama ra-cidir. Yani: «İbrahim oğullarına İslâm'ı vasiyet ettiği gibi Hz. Ya-kub da onu oğullarına vasiyet etti.»

Es'salebî Fudeyl b. İyad'dan rivayet ediyor: «Siz ancak müslüman olarak ölünüz» Yani Rabbiniz hakkında güzel zann beslediğiniz halde ölünüz.»

Nitekim bir Hadîsi Kudsîde: «Ben Kulumun hakkımdaki zannının yanındayım» buyurulmuştur.

(133) İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den  rivayet eyledi: «Yoksa Yakuba ölüm geldiği vakit siz orada hazır mıydınız?...» âyetindeki hitap Kitab ehlinedir.»

Aynı zat Hasam Basrî'den rivayet etti: «Ne Yahudiler, ne Hıristi­yanlar ve ne de hiç kimse Hz. Yakub'un ölümü ânında ve çocukların­dan Allah'dan başkasına ibâdet etmiyeceklerine dair söz aldığı zaman­da hazır değildi. Çocukları ona o sözü verdiler. Allah'da (C.C.) onların bu ikrarlarına ve müslüman olduklarına şahidlik etti.»

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Dede babadır» dedi ve: «O vakit Yakub oğullarına: (ölümünden) sonra neye tapacaksınız» dedi. Onlar: Babaların İbrahim'in İsmail'in ve İshak'ın (A.S.) ilâhı olan tek ilâh'a ibâdet ederiz...» (Görüldüğü gibi Hz. Yakub'un dedesi İbrahim'e baba denilmiş ve yine amcası olan İsmail'e (A.S.) de baba tâbiri kullanıl­mıştır.)

İbnİ-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den: «Âyette amcaya baha denildiği de rivayet edilmiştir.»

Evet İsmail (A.S.) Hz. Yakub'un amcası idi. Fakat Arablar baba tabirini amca için de kullanırlar. Nitekim İbrahim (A.S.)'ın amcası azer için baba tâbiri kullanıldığı gibi...

Azer'in İbrahim (A.S.)'in babası olup olmaması konusu üzerinde uzun münakaşalar vardır. Ehli-Sünnetin ekserisi Peygamberlerin öz ana ve öz babalarının küfür üzerinde olmadığı noktasından hareket ederek Azer'in öz baba olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bazıları da aksi olabilir ihtimalini savunarak kelimenin hakiki manâsına hamletmesi mümkün olduktan sonra mecazı manâya gitmenin asıldan kaymak olduğunu ileri sürdüler ve Azer'in İbrahim'in (A.S.) Öz babası olduğu­nu iddia ettiler.

Mevlâna Molla Ahmed el-Cezerî meşhur divanında:

«Dâ şahidi esma bihemî vechi binasın.»

«Yek Mesti Samed Kir Biyeki nakşı sanemda.»

demek suretiyle İbrahim (A.S.) ye Azer hadisesine dikkatleri çekmek­tedir. Bu zahid, âbid ve âbid olduğu kadar da ince anlayışlı âlim zât şunları kasdediyor:

İlâhi isimlerin şahidleri olan Ademoğulları yaradanlannı bütün vecihlerle tanısınlar diye Mevlâmız ve yaradanımız, oğul İbrahim'i sa-madanîyyet sıfatında mest eyledi. Baba azer'i de putları rengâ reng yapmak sanatında mahir yaptı.

Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkarmak misali beşeriyyetin öz ruhu olan iman'dan mahrum bulunan Azer'den, aynı ruhdan lebalep dolu bulunan İbrahim'i (A.S.) çıkarması her şeye kadir olduğunun bir ni­şanesi olması içindir.

Nemrud'a tapan ve en büyük mabüü olarak onu bilen bir toplu­mun bu manâda ilerlemiş heykelcisinden doksan derece tersine dönüş yapıp amcasının veya pederinin fikir mahsulünü berhevâ eden İbra­him (A.S.) gibi bir putşikesti yaratan tekdir ve ortağı yoktur. (Celle -Celaluhu). [64]

 

Meal

 

(135) Kitab ehli «Yahudi veya   Hıristiyan   olunuz ki, hidayete eresiniz.» dediler.  (Ey habibim!)  onlara de ki: «Aksine bâtıldan yüz çevirmiş ve Hakk'a yönelen İbrahim'in Dînine tabiî oluruz. İbrahim müşriklerden değildir.»

(136) (Ey Müminler!) deyiniz ki: «Biz Allah'a (C.C.) bize Allah (C.C.) taralından indirilene (Kur'an'a) İbrahim'e (A.S.), İsmail'e, (A. S.), İshak'a, (A.S.) Yakub'a (A.S.) Esbâta (torunlara) inene, Musa ve İsa'ya verilene ve Rableri tarafından peygamberlere verilene îman et­tik peygamberler arasında tefrika ve ayrılık yapmayınız. Biz Allah'a (C.C.) teslim olmuşlarız.»

(137) Eğer Kitap ehli, sizin îman ettiğinizin benzerine îman eder­lerse, kesinlikle hidayete ererler. Eğer (îmandan) yüz çevirirlerse, şüb-hesiz (Hakk'a) aykırılık yaparlar. Bu durumda onlara karşı Allah (C. C.) sizi korumakta kâfi gelecektir. Allah îşitici ve bilicinin tâ kendisi-dir.

(138) (Allah bizi) boyasıyla (boyadı), Allah'dan daha iyi boyası olan kim vardır? Ve biz ona tapıcılanz.

(139) (Ehli Kitab'a) de ki: «Allah'ın (şanı) hakkında bizimle çekişiyor musunuz? Halbuki, Allah bizimde Babbimizdir sizin de. Ve bizim amelimiz bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Ve biz (onu) birleyici-leriz.»

(140) Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbat (torunlar) in Yahudi veya Hristiyan olduğunu mu iddia edersiniz? (Ey Habibim) sor: «Siz mi, yoksa Allah mı daha iyi bilir?» Acaba Allah tarafından kendisine tevdi edilen bir şahitliği ketmeden kimseden daha zâlim kim vardır? Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.

(141) Onlar, geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları onlara­dır. Sizin kazandığınız da sizedir. Onlann yaptıkları sizden sorulmaz. [65]

 

Tefsir

 

(135) «Kitab ehli, Yahudi veya Hıristiyan   olunuz hidâyet bulursunuz» dediler.»

Yâni Yahudiler sadece Yahudiliğe Hıristiyanlar da sadece Hıristi­yanlığa çağırırlardı. Yahudilerin kanaati, Hıristiyan da Yahudi olma­dıkça kurtulamaz şeklindedir. Hıristiyan da onlar için öyle düşünür. Zira Kur'an, «Yahudiler, «Hıristiyanlar hiç bir şey (Din) üzerinde de­ğil.» Hıristiyanlar, «Yahudiler hiç bir şey üzerinde değiller.» dediler.» buyuruyor.

Hz. İbrahim'in (A.S.) Milleti, Müslüman Milletidir. Ondan sonra gelen bütün insanlar onun Milletine tâbi olmuşlardır. Bu Ayeti Celile Hz. Muhammed Mustafa'dan İbrahim'in Milletine tabî olduğunu ilân etmesini istiyor. Bunun manâsı, «Onun ümmetindeninı.» demek değil­dir. Manâsu «İbrahim'in (A.S.) tebliğ ettiği Dîn'in aynısını tebliğ edi­yorum. Bir tek olan ve ortaktan münezzeh bulunan Allah'a (C.C.) ina­nıyor, ona inanmaya çağırıyorum. Biz onun Milleti'nin ehliyiz» de­mektir.  «hanîfen», bâtıldan Hakk'a yönelmek demektir!..

«İbrahim müşriklerden değildi.»

Bu ifâdeyle Rabbimiz, Kitab ehliyle müşrikleri kasdediyor. Zira onlar İbrahim'in Dîni'nden olduklarını iddia ederler. Oysa onun Dîni, tevhid dini idi. Bunlar ise, şirk koşanlardır. O, Mü'minlere Allah'a, (C: C.) Kur'an'a, İbrahim, İsmail, Yakup, (A.S.) Yakub'un evlâd-lan'na, Musa'ya (A.S.), İsa'ya (A.S.) ve diğer Peygamberlere inen kitaplara îman etmeyi, emretti. Hz. Allah, «De ki: Sizin dediğinizin ak­sine İbrahim'in Milleti'ne tabî oluruz.» diye emretti.

Bu Âyet, bir Müslüman, nasıl Kur'an'a îman etmek mecburiyetin­de ise, daha önce gelen Kitapların esaslarına da îman etmek mecbu­riyetindedir.

Hz. İsmail'e, İsljak'a - Yakup (A.S.) ve çocuklarına her ne kadar müstakil bir Semavî Kitap gelmemişse de onlar da, Hz. İbrahim'e inen «suhuflarna îman etmek ve onun ahkâmiyle amel etmekle mükel­leftiler. Öyle ise, onlara da nâzü olmuş demektir. Tıbkı Kur'an'm bize nazil olması gibi!..

Müslüman, bütün Peygamberlere îman etmek ve îman yönünden aralarında ayrılık yapmamakla mükelleftir. Yahudi ve Hıristiyanlar ise, Peygamberlerin bir kısmına ancak inanırlar. Zamanımızda yaşa­makta olanlar ise, mataryalist bir görüşle Peygamberan-ı îzâmı tahli­le kalkışır, onları normal kişiler gibi mütâlâa ederler! Yahudilerin Tev­rat'ına ve onun şerhlerine baktığımızda, Hz. Musa'yı katil, Hz. Süley­man'ı ve Yusuf'u (Haşa) zânî olarak görürüz. Hıristiyanlar dahi Mer­yem'i (Haşa) zina ile itham etmekten pek kaçınmamaktalar. Papazlar maddi çıkarlar için tarih boyunca İncil ve Tevrat'ta (Âhd-i Atik ve Ahd-i Cedid) tahrifat yapıp durmaktalar. Avrupa ve diğer ülkelerde kiliseler birer turizm merkezi haline sokulmuş, «Hıristiyanlık Ruh»u diye bir şey kalmamıştır. Konuştuğumuz papazlarla, meyhanede kafa çeken sarhoşların manâlara bakış açılan aynıdır. Manâ tamamen, ama tamamen Batı dünyasından kalkmıştır. Doğu (İslâm) dünyâsı bu yö­nün yüzde ellisini kaybetmiştir. Bizde de mâbedler yavaş yavaş abid-leri kaybetmekte, manâ yerini maddeye bırakmakta. Allah'ın rahme­tinden ümîd kesilmez amma, «Eğer Allah'ın Dîni'ne yardım ederseniz, Allah size yardım eder!» gibi Âyetler, bu ümidin şartlı olarak tahak­kuk edeceğini göstermektedir.

(137) «Eğer onlar sizin iman ettiğinizin benzerine îman ederlerse hida­yet bulmuşlardır.» Âyeti, Kitab ehlini susturmak için gelmiştir. Tıpkı: «Onun benzerinden bir sûre getiriniz!» Âyetinde olduğu gibi. Çünkü Müslümanların îman ettiğinin benzeri yoktur. «Allah'ın benzeri bir şey yoktur.» Âyeti bu hakikati ifade eder! islam dîn'i gibi, bir Dîn de yok. «Şübhesiz ki, Din Allah katında tslâm'dır.» Mümkün ki, «bi misli» de ki, «BA» harfi tâdiyet için değil âlet için olsun. Bu takdir­de Âyetin manâsı: «Eğer imam, Hakk'a varan yolunuz gibi bir yolla ararlarsa, hidâyete ererler.» olur. Muhtemel ki, «BA» harfi zaid olsun; bu takdirde Âyetin manâsı şu olur: «Eğer sizin îman -ettiğiniz gibi îman ederlerse, hidayeti bulmuşlardır.»

Muhtemel ki, «misil» kelimesi «İsrail oğullarından bir şahid onun misli üzerine şahidlik etti.» Âyetinde olduğu gibi, burada da zaid ol­sun. Bu takdirde manâsı, «Eğer sizin îman ettiğinize, îman ederlerse, hidayet bulurlar.» olur. Bu son tefsiri, «fein amenu bî mâ amen-tüm bihi» (Eğer sizin îman ettiğinize îman ederlerse) kıraati teyid etmektedir.

«Eğer imandan imtina ederlerse, kesinlikle Hak'la çarpışırlar» Hak bir tarafta, onlar öbür tarafta olurlar.

Allah-U Tealâ Resulünü teselli etmek için «Allah, seni onların şer­rinden korumaya kâfi gelecektir.» dedi. Yüzotuz yedinci Âyetin bu son cümlesinin İslâm Tarihinde çok acı bir hatırası vardır. Şöyle ki:

Üçüncü Halîfe Hz. Osman (R.A.) hayatının son gününde ihtilâl­ciler tarafından kuşatılmış evinde Kur an'ı Kerîm'i okurken şehid edildi ve mübarek kanı bu cümlenin üzerine aktı. Halen o Kur'an İs­tanbul Topkapı Sarayındadır. Âyette bahsi geçen «Allah'ın Boyasın­dan maksat, insan fıtratıdır. Zira o fıtrat insana süstür. Boyanın yap­tığı süsten daha güzelini yapar.

«Her çocuk, tslâm fıtratı üzerinde doğar. Sonra annesi ve babası onu ya Yahudi veya Hıristiyan veya ateşperest yaparlar.» (Hadîs).

Muhtemel ki Âyetin manâsı: «Allah, hidayetiyle bizi hidayet etti. Hüccetiyle bizi irşad etti.» Veya «Zatına mahsus temizlikle, bizim kal­bimizi temizledi.» dir. Buna boya denilmesinin sebebi, boyanın eseri boyanmışda görüldüğü gibi, bunun da eserinin hidayete ermişde gö-rülmesidir. Veya «Benzerlik» için bu tabir kullanılmıştır. Hıristiyanlar çocuklarını «El-Ma'mudiyye» denilen sarımtırak bir suya daldırıp «vaftîz» ederler. Bu suyun, çocuklar için temizleyici olduğuna ina­nıp, onlan hakiki Hıristiyan yapar (!) kanaatini taşırlar. Ona maddî bir benzerlik olarak hidayet bu tarzda ifade edildi.

(140) «Allah tarafından olan bir şahidliği inkâr edenden daha zâlim kim var?»

Buradaki şâhidlik; Allah'ın İbrahim (A.S.) hakkındaki, «ha-nefîyye'lik» (yâni bâtıldan yüzünü çevirip Hakk'a yönelmek) şa-hidliğidir. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan beri ve uzak bulunduğu hu­susundaki, şâhidliğidir. Âyetin manâsı, «Kitab ehlinden daha zâlim kimse yoktur. Çünkü bu şahidliği örtbas ettiler.» Veya «Eğer biz Müs­lümanlar bu ilâhî şahidliği gizlersek bizden daha zâlimi yoktur.» de­mektir. [66]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(135) İbn-i İshak ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Kör Ya-hudî Abdullah b. Sûryâ Hz. Muhammed'e (S.A.V.): «Hidayet, ancak biz Yahudilerin üzerinde bulunduğumuz yoldur. Ey Muhammedi Bize tâbi ol hidayet bul.» dedi. Hıristiyanlarda bu söze benzer laflar ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ: «Dediler: Yahudi veya Hıristiyan olu­nuz ki hidayet olasınız..» âyetini onların hakkında indirdi.

İbni-Cerir Mucahid'den: «Ayetteki «hanifen» tâbiri, tâbi olmak manâsına gelmiştir» dedi.

İbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hatim İbni-Abbas'dan «Hanifen demek haccı olmak demektir. (Bu tefsire göre âyetin manâsı: «De ki: Biz Kabe'yi ziyaret eden İbrahim'in dinindeyiz...» demek oluyor.

İbni-Ebi Hatim Muhammed b. Kâb'dan rivayet etti: «Hanif, müş­tekim - Dosdoğru - demektir.»

İbni-Ebi-Hâtim Hüsayf (veya Hasif)den rivâyeten: Hanif, muh­lis demektir dedi.

Ayni zat, Ebi-Kâlâbe (veya Kılâbe)den rivayet ederek: «Hanif, o kimsedir ki, Peygamberlerin ilkinden sonuncusuna kadar hepsine ina­nır demektir dedi.

İmamı Ahmed Sahabi Ebi-Ümame'den; Allah'ın Resulü (S.A.V.); «Bemberrak, halis ve katıksız olan hanif dinle gönderildim» dedi diye rivayet etti.

İmamı Ahmed, «EI-Edebul-Mufred» adlı eserinde Buharı ve İb-nul-Munzir İbni-Abbas'dan: «Allah'ın Resulünden «Dinlerin hangisi Allah'ın Katında daha sevimlidir» diye soruldu. Resûlüllah: «Bember­rak olan Hanefiyye dini» diye cevap verdi.

(136) Ahmed, Müslim, Ebi-Davud ve Nesaî İbni-Abbas'dan rivayet etti­ler: «Cenabı Peygamber, sabah namazının ilk rekâtında El-Bakara sûresinin «Deyiniz biz Allah'a ve bize indirilene (Kur'an'a) İbrahim, İsmail, İshak, Yakupve Esbata (Yakub'un oğullarına ve torunlarına) indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve bütün Peygamberlere Bableri tarafından verilene iman ettik...» âyetinden başlar sonuna kadar okur-

du, İkinci rekâtında: «Havariler (İsa'ya (A.S.) bağlı bulunanlar) Biz Allah'ın (dinin) yardımcılarıyız ve Allah'a îman ettik. Şahid ol ki, biz gerçekten müslümanlanz.» (Âl-i İmran: 52) âyetini okuyordu.» [67]

Buharî Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Kitab ehli Tevrat'ı ibra-nice okuyorlardı ve Müslümanlara arabça tefsirini yaparlardı. Bu­nun üzerine Allah'ın Resulü (S,A.V.) ashabına: Kitab enlini ne doğ-rulayınız ne de yalanlayınız. Deviniz ki: «Biz Allah'a ve bize indirile­ne (Kur'an'a) ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Esbata indirilene iman ettik...» diyerek âyeti sonuna kadar okudu.

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «esbat, Hz. Yakub'un oğullandır. On iki kişi idiler. Her birinin sulbünden bir ümmet (ce­maat) nisan peydah oldu.»

Bunun benzerini, Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim Es-Suddî'den de rivayet ettiler.

İbni-Kesir Ebul-Âliye, Rebi ve Kattade'den aynı tefsiri nakletti.

(137) «Şayet onlar da sizin İman ettiğinizin benzerine iman ederler­se, şübhesiz doğru yolu bulmuşlardır.»

Bu âyetin tefsirinde, Îbni-Cerir, İbni-Ebi-Hâtim, ve Beyhakî İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Sakın ha; eğer onlar sizin îman ettiğinizin benzerine îman ederlerse demeyiniz. Zira Allah'ın benzeri yok­tur. Ancak sizin îman ettiğinize îman ederlerse deyiniz.»

Evet, bu rivayet açıkça yukarıda yazdığımız tarzda âyete meal vermenin hata olduğunu kaydeder. Ayetin en doğru hıeallendirmesi şöyledir: «Eğer onlar sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, muhak­kak hidâyet bulmuşlardır..»

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu hitap Müslümanlaradır. Gerek Kitablılar olsun gerekse diğer bâtıl dinlerin mensûblan olsun siz müs-lümanlar gibi Allah'ın bütün Kitablanna ve Peygamberlerin hepsine îman edip Peygamberler arasında ayırım yapmadıkları takdirde kesin­kes hidâyet olmuşlardır. Bu tefsire binaen âyetin metninde geçen «mislî» kelimesi zaiddir. Nitekim «Onun benzerinin benzeri hiçbir şey yoktur» (Şura: 11) âyetinde «misil» kelimesi zaid olduğu gibi. Zira bu âyette «Misli» kelimesi zaid olmazsa yukardaki meal ortaya çıkar ve Allah'a misil isbatlanır...

Îbni-Ebi-Davud: «El-Mesahif»de ve Hatip tarihinde Ebî-Cemre'-den rivayet ettiler: «ibni-Abbas «bîmisli» yerinde «billezı» oku­yordu.»

Bu takdirde âyetin metninde herhangi bir zorluk kalmaz. «Eğer yüz çevirirlerse, onlar elbetde bir şıkak içindedirler...»

Bu âyetin tefsirinde Îbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den rivayet ediyor ki: «şikak, ayrılık manasınadır.»

(138) «Allah'ın boyasına (dinine yapışınız) Allah'dan daha güzel boya­sı olan kimdir?...»

İbni-Cerir, İbni-Abbas'dan: «Allah'ın boyası dini demektir» diye ri­vayet etti.»

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir Mücahid'den rivayet etti: «Allah'ın boyası, insanları üzerinde yarattığı Karekterdir.» (Nitekim Hadîsde: Her çocuk İslâm karakteri üzerinde doğar. Sonra annesi ve babası onu Yahudi veya Hıristiyan veya Mecusî yaparlar diye varid olmuştur.)

İbni-Merduyeh «El-Muhtare» adlı eserinde ve Ziya Îbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Allah'ın Resulü (S.A.V.): İsrail oğullan Hz. Musa'dan; Rabbin boyuyor mu? diye sordular. Hz. Musa; Allah'dan korkunuz di­ye onları uyardı. Bunun üzerine Rabbi Musa'ya: Ey Musa! Rabbin boyar mı diye senden sordular. Onlara cevap ver: Ben-âzimuş-şân bü­tün renklerle boyarım. Kırmızı, beyaz, siyah ve bütün renkler benim boyamdadır» ve Cenab-ı Hak Peygamberinin üzerine: «Allah'ın boya­sına (dinine yapışın.)...» âyetini indirdi.»

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir ve İbni-Munzir, Kattade'den rivayet eylediler: «Yahudiler çocuklarına Yahudilik, Hıristiyanlar da çocuk­larına Hıristiyanlık boyasını çalarlar. Kuşkusuz Allah'ın boyası ıs-lam'dır. İslâm boyasından daha güzel ve daha temiz bir boya yoktur. Hz. Nuh ve ondan sonraki nebileri Allah o dinle görevlendirerek gön­derdi.»

Îbni-Necar Bağdat tarihinde İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Allah'ın boyası beyazlıktır.»

(139) Îbni-Ebl-Hâtim Îbni-Abbas'dan:    «Muhacat, çekişmek demektir» diye rivayet etti.

Îbrü-Cerir İbni-Abbas'dan: «Muhacat, mücadele etmektir» diye rivayet etti.»

(140) «Allah tarafından gelen Kitab vasıtasiyle bildiği ve kendisince sa­bit gördüğü bir şahidliği gizliyenden daha zalim kim olabilir?...»

Âyetin tefsirinde İbni-Cerir ve Abd b. Hünıeyd Kattade'den: hBu âyette bahsedilenler Kitap ehlidirler. Allah'ın (C.C.) dini olduğunu bildikleri halde islâm'ı inkâr ettiler. Yahudilik ve Hıristiyanlığı edin -diler. Allah'ın Resulü olduğunu bildikleri halde Hz. Muhammed'in (S. A.V.) Peygamberliğini inkâr ettiler.»

İbni-Cerir Hasan-ı Basrî'den bunun benzerini rivayet etti.

(141) «O bir ümmetti, geldi, geçti. Onların kazandıkları kendilerine si­zinki de sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız.»

Bu âyetin tefsirinde Îbni-Cerir Kattade ve Rebi'den rivayet etti: «O ümmet, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup (A.S.) ve Esbat'ürlar...» [68]

 

Meal

 

(142) İnsanların beyinsizleri, «Acaba Müslümanları üzerinde bu­lunduktan Kıblelerinden ne döndürdü?» diyecekler.   (Ey Habib!)  de ki, «doğu ve batı Allah'ındır. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.»

(143) Böylece, sizi hayırlı, adaletli bir ümmet kıldık ki, siz in­sanların üzerine şahit olasınız ve Resûlüllah da sizin üzerinize şahit olsun. Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber'e tabî' olan ile topukları üzerinde arkasını döneni bilelim diye yaptık. Kıblenin değiş­tirilmesi (herkese) ağır gelse dahi Allah'ın hidâyet ettiğine ağır gel­mez, Allah sizin îmanınızı zayi edecek değildir. Şübhe yoktur ki, Al­lah insanlar için şefkat ve merhamet sahibidir.

(144) (Ey Habibim!) Bazen yüzünün semâya baktığını görürüz. Kesinlikle seni, razı olacağın bir kıble'ye döndüreceğiz. O halde yü­zünü Mescid-i Haram'a çevir. Nerede bulunursanız bulununuz yüzü­nüzü Mescid-i Haram yönüne çeviriniz!  Şübhesiz ki, kendilerine Ki­tap verilenler, Kıble tahvilinin Rabb'Ierinin tarafından gelen bir Hak olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.

(145) (Ey Habibim!)  Eğer Kitap kendilerine verilenlere bütün Ayet (Hüccet) leri getirmiş olsanız, yine de kıble'ne tabî' olmazlar Sen de onların Kıblesi'ne tâbi* olamazsın. Kitab ehli'nin bir kısmı di­ğerinin Kıblesine tâbi' olmaz. Sana ilimden gelenden sonra Kitab eh­linin hevâ ve heveslerine tabî' olursan, kesinlikle o zaman zâlimlerden olursun. [69]

 

Tefsir

 

(142) Âyette «Beyinsiz» diye tefsir ettiğimiz (sefihler) akıllan hafif, kö­rü körüne taklid ederek akla hiç kıymet vermiyen kimselerdir. Bu tür akılsızlar, gözlerini kâinata kapatıp Mükevvin'i bulmtfyı arzulamazlar.

Bunlar, kıble'nin tahviline karşı çıkıp Resûlüllah'm aleyhinde kesif bir propagandaya girişen münafıklar, Yahudiler ve müşrikler ve bu­gün hâlâ onların izinde giden haytalardır.

kıble, aslında insanoğlunun üstünde bulunduğu müstakbel hâli demektir. Örf'de namazda yöneldiğimiz yer demektir; kabe gibi.

Allah'ın Resulü, Mekke'de iken kendisinden önceki Peygamberle­rin kıble'si bulunan «beytul-makdis»e yönelip namazını kılardı. Fakat kâbe'yi önüne alırdı. Böylece dedeleri Hz. İbrahim ile Hz. İs­mail'in Kıblesi'ne de yönelmiş olurdu. Medine'ye hicret ettikten sonra bu sefer Kuds-i Şerife yöneldiğinde kabe arkasında kalırdı. Bu du­rum onyedi aya yakın bir zaman devam etti. Sonra Cenab-ı Hak Resû-lü'ne tabî' olup olmayanları bilmek için «Beytul-Makdis»den kâbe'ye çevirdi. kıble'yi.

Yahudiler, münafıklarla işbirliği yaparak zayıf imanlı kimseleri kışkırttılar ve şüpheye düşürmeye çalıştılar. Bunun üzerine şu Ayet-i Celîle indi:

«De ki, doğu da batı da Allah'ındır...» Allah'ın olmaktan hiç bir yer istisna edilmez. «Şu mekânda tabiî bir özellik vardır. Başka bir mekân onun yerini tutmaz» diye bir şey de yoktur. İlâhî maslahat, bir zaman «Kuds-i Şerife», bir zaman sonra da kıyamete kadar Kâbe-i Muazzama'ya yönelmeyi iktiza etmiştir. Buna ancak budalalar iti­raz eder.

(143) «Böylece sizi orta bir ümmet kıldık.» Orta demek, hayırlı ve ada­letli demektir. İlim ve amelle temizlenmiş demektir. Aslında her ta-rafdan eşit bir noktada bulunan yer demektir. Fakat burada güzel hasletler manâsında kullanılmıştır. Çünkü bu hasletler ifrat ve tefrit ortasındadır. Tıpkı cömertliğin israf ve cimrilik, şecaatin tahavvür ile korkaklık arasında birer derece olduğu gibi.

îcma'-i ümmet'in hüccet olduğuna dair, bu Âyeti Celîle delil gösterilmiştir. Zira eğer ümmetin icmâında bâtıl bulunursa «ada­let» sıfatlan yıkılır!

Rivayete göre, ümmetler kıyamet gününde Peygamberlerinin teb­liğini inkâr ederler. Bunun üzerine her şeyi daha iyi bilen Allah, Peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair delil getirmelerini ister. Onlar da Hz. Muhammed'in ümmeti'ni şahid olarak gösterirler. Ümmetler İti­raz ederek: «Nerden bilirsiniz?» derler. Ümmet-i Muhammed: «Onu, Allah'ın, bize doğru söyllyen Peygamberinin diliyle bildirmesinden an­ladık!» derler.

Bu sefer Hz. Muhammed getirilir. Ümmetinin hâli de ondan soru­lur. Hz. Peygamber de ümmetinin adaletli bir ümmet olduğuna şâ-hidlik eder. «Siz halk hakkında, Peygamber de sizin hakkınızda şa-hidlik edesiniz diye sizi orta bir ümmet kıldık!..»

Resûlüllah, kâbe'ye yöneldiği zaman, Âshab sordu: «Ey Allah'ın Resulü! Tahvil-i Kıbleden önce Kuds-i Şerife yönelip ibâdet yapan ve ölenlerin hali ne olacak?» Bu sualin cevabı olarak şu Âyet nazil oldu: «Allah sizin imanınızı (îmanda sebat etmenizi) zayi edecek değildir!..»

Resûlüllah'ın kalbine gelirdi ki, rabbı kıble'sini kabe'ye çe­virecek. Çünkü kabe dedesi İbrahim'in (A.S.) Kıblesi olduğu gibi, Uk Kıble idi. Arapların îmana gelmesine daha yararlı idi ve aynı zaman­da Yahudilere muhalefette bu iş de vardı. Genel olarak onlara muha lefet Hakk'a muvafakattir.

Resûlüllah (S.A.V.)'in, Medine'ye varmasından on altı küsur ay sonra receb ayında bedir savaşından iki ay önce ashabiyle bera­ber «benî-selîme» kabilesinin mescidinde Öğle Namazı'nın iki re­kâtını kılarken «kıble» değiştirme hükmünü getiren Âyet nazil ol­du. Namazın İçinde yüzünü çevirip kâbe'ye doğru yöneldi. Kadınlar ile erkekler saflarını değiştirdiler. Bunun için bu mescide iki kıble'-li Mescid denildi.

(145) «O Kitabehlinin bir kısmı diğerinin Kıblesine tâbi' olmaz.»

Zira Yahudiler Kuds-i Şerif'deki, taşa (sahre), Hıristiyanlar gü­neşin doğuş noktasına yönelip oraları Kıble edinmektedir. Sana tabî1 olmaları umulmadığı gibi, birbirlerine de uymaları umulmaz!

«Sana gelen ilme rağmen onların heva ve heveslerine tâbi' olur; san, o zaman muhakkak ve kesinlikle zâlimlerden olursun!»

Âyetin son cümlesinde yedi yönden tekid olduğu gibi ilâhî tehdid de vardır. Bunlar,

1) Kasem lamı,

2) Gizli bulunan kasem,

3) Tahkik edatı «inne»,

4) Fiilî ve ismî olarak iki değişik cümleden meydana gelmesi,

5) Ha­berde lamın getirilmesi,

6) Onu zalimlerden birisi kılması, «Sen zalim olursun» dememesi,

7) İlmin gelmesiyle kayıdlandırmasıdır. Bu husus­ların hepsi, belli olan Hakk'ın yüceltilmesini ve O'na tabî' olmaya teş­viki, nevayı nefisden kaçınmayı ve Peygamberlerden günâhın sâdır olmasının korkunç olduğunu ifade eder. Bütün bunlar ehline ma­lumdur. [70]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(142) «İnsanlardan bazı sefihler «onları üzerinde bulundukları Kıblele­rinden çeviren nedir?» diyecekler...»

Zeccac «Sefihlerden maksad, arabm beyinsiz müşrikleridir» dedi.

Mucahid: «Sefihlerden maksad Yahudi hahamlarıdır» dedi. Es-Suddî: «Sefihlerden maksad, münafıklardır.» dedi.

Evet âyet bütün bunları kapsar.

İmamı Buharî Ebu-Naim'den, o Züheyr'den, o Ebi-İshak'dan o da Berra b. Azib'ten rivayet etti: «Allah'ın Resulü ya onaltı veya onyedi ay Medine'de Beytul-Makdis'a (Kudsü-Şerife) yönelip namazlarını eda etti. Kıblesinin Kabe olmasını temenni ederdi. Resûlüllah'ın kabe' Ye yönelip kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Peygamberle beraber bir kavimde o, ikindi namazını kıldılar. Onlardan birisi çıkıp mescid-de namaza durup rüku' halinde olanların yanından geçti. «Ben Allah için şahidlik ederim ki, Resûlüllah ile Mekke'ye yönelip namaz kıldık» dedi. Böylece onlar oldukları yerde dönüp Kâbe'ye yöneldiler. Kıble daha Kâbe'ye dönmezden önce ölenler ve şehid edilen bazı kimseler vardı. Onlar için ne diyeceğimizi bilmiyorduk. Bunun üzerine Allah (C.C.): «Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir.» âyetini indirdi.»

Muhammed b. İshak Berra tarikiyle rivayet etti: «Resûlüllah Kudüs'e doğru durup ibâdet ederdi. Sık sık göklere bakar Allah'ın Kıb­le hakkındaki hükmünü beklerdi. Bunun üzerine Rabbimiz: «Biz se­nin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz...» âyetini in­dirdi. Müslümanlardan    bazıları:    «Biz Kâbe'ye    yönelmezden önce

ölenlerimizin halini keski bilseydik. Beytul-Makdis'e doğru kıldığımız namazımızın ne olduğunu bilseydik» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir» âyetini indirdi.

Ehli Kitabın sefihleri ve onlara uyan müşrikler: «Acaba üzerinde bulundukları kıble'lerinden onlan döndüren nedir?» dediklerinde, Ce-nabı-Mevlâ «İnsanlardan beyinsizler; acaba onları üzerinde bulunduk­ları Kıblelerinden çeviren nedir?» âyetini indirdi.

Îbni-Ebi-Hâtim Berra b. Azabın tarikiyle rivayet etti:

«Allah Resulü on altı veya on yedi ay Beytul-Makdis'e (Kudse) yönelip ibâdetini yaptı. kâbe'ye yönelmek onun hoşuna giderdi. Bu­nun için Allah: «Senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görü­yoruz...» âyetini indirdi. Bu ilâhî emre binaen Resûl-i Zişân kâbe'ye yöneldi. İnsanlardan sefih olan Yahudiler, «üzerinde bulundukları kıble'lerinden onlan caydıran nedir» dediler. Bunun cevabı olarak Cenab-ı Allah (C.C.): «De ki doğu da batı da Allah'ındır. Allah dile­diğini dosdoğru yola hidâyet eder» Ayetini indirdi.

Ali b. Ebi-Talha İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Resûlüllah (S.A.V.) Medine'ye hicret ettiğinde Allah (C.C.) ona «Küdsi-Şerife» yöne­lip ibâdet etmeyi emretti. Yahudiler buna sevindiler. Peygamber on küsur ay Kudsa doğru durup namazım edâ etti. Resûlüllah Hz. İbra­him'in Kıblesi olan kâbe'ye yönelmeyi istiyordu. Bunun için Allah'a yalvarır, göklere bakar dururdu.

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ (C.C.) «Yüzünüzü onun (Kabe'­nin) yönüne çeviriniz...» âyetini indirdi. Bundan ötürü Yahudiler şüb-heye düştüler. «Üzerinde bulundukları Kıblelerinden onları çevirten nedir?» dediler. Allah bu suallerine cevab olarak: «De ki doğu da batı da Allah'ındır...» Ayetini indirdi.»

Bu konuda bir çok hadis gelmiştir. Hulasası şudur: Allah'ın Re­sulü Beytul-Makdis'ta bulunan taşa yönelip ibâdet etmekle emredildi. Mekke'de bulunduğu dönemde iki rüknün (Hacerul-Esved rüknü ile Yemen rüknü) arasında durup ibâdet ederdi. Böylece hem kâbe'ye hem de Kudüs'te bulunan Taşa yönelmiş olurdu. Hem Peygamberle-rin Kıblesi olan Kudsa hem de Hz. İbrahim'in ve Hz. İsmail'in Kıblesi olan Kâbe'ye yönelirdi.    Medine'ye hicret    ettiğinde    böyle yapması mümkün değildi. Allah ona Küdus'a yönelmesini emretti.»

Bu görüşü İbni-Abbas ve Cumhur savunmuştur. Fakat bu emri Allah Kur'an ile mi vermiş veya başka yoldan mı vermiştir diye ihtilâf edilmiştir.

El-Kurtubî tefsirinde îkrime'den, Ebul-Âli'ye ve Hasan-ı Basrî'den Beytul-Makdısa yönelmenin Resûlüllah'm içtihadıyle olduğunu söyle­diklerini naklediyor.

Maksad şudur: Resûlüllah Medine'ye geldikten sonra on küsur ay Kudsa yönelip ibâdet etmesinin tesbitidir. İbrahim'in Kıblesi bulunan kâbe'ye yönelmesini emretmesi için durmadan Allah'a yalvarırdı. Sonunda bu isteğine nail oldu. «Beytul-Atik» (eski ev) olan kâbe'ye doğru durup ibâdet etmesi emredildi. Bu durumu Resûlüllah ashabın ileri gelenlerine ilân etti.

Daha önce geçtiği gibi kâbe'ye yönelip kıldığı ilk namaz ikindi namazıdır. Sahiheyn (Buharî ve Müslim) de Berra'dan nakledilen bu­dur.

Nesai Ebi-Said b. Mualla'dan kâbe'ye yönelip kılman ilk namaz öğle namazı olduğunu rivayet etti... Ebi-Said; kâbe'ye doğru durup ilk namaz kılan ben ve arkadaşımdır» dedi.

Bir çok tefsirci ve başka dallardaki âlimler: «Resûlüllah öğle na­mazından iki rekâtı edâ ettiği durumda iken kıble'nin değişmesini getiren âyet nazil oldu. Bu olay «Beni-Selim» kabilesinin mescidinde cereyan etti. Bunun için bu mescide, Mescidil-Kıbleteyn (iki Kıblcli mescid) denildi.» Bu rivayete göre vahyi namazın içinde de geliyor. Zira bu rivayet Hz. Resulün namazda olduğu bir zamanda vahyin gel­diğini kaydediyor.

Müslimin kızı Nuveyla hatun rivayet etti: «Tahvili-Kıble haberi, kavim öğle namazında iken geldi. Böylece kadınlar, erkeklerin, erkek­ler de kadınların yerine geçtiler.»

Kubâ ehline gelince onlara bu haber ancak ertesi gün sabah na­mazında yetişti. Nitekim bu durum Sahiheyn'de böylece İbni-Ömer'den rivayet edilmiştir:    «Ertesi gün sabah namazında bulunan Kübalılara tahvili Kıble haberi ulaştı. Şam'a doğru namaza duran Kübalılar (ay­nı namazda), kâbe'ye yüzlerini çevirdiler.»

Bu hadise mühim bir kaide getirdi. Şöyle ki: «Nasih bilindikten sonra mamulunbih (kendisiyle amel edilen) olur.» Çünkü Resûlüllah Kubâ'lılara tahvili Kıble'den sonra ikindi, akşam ve yatsıyı iade et­melerini emretmedi.[71]

Tahvili Kıble'den sonra münafıklar ve Yahudiler şüpheye düşüp hidâyetten tamamen kaydılar. Ve: «Acaba üzerinde bulundukları Kıb­lelerinden onları çevirten nedir?» dediler. Yani bunlara ne oluyor ki bir oraya bir buraya dönüp dururlar dediler. Onlara cevap olarak: «De ki, doğu da batı da Allah'ındın» ayeti geldi.

İmamı Ahmed Âişe Validemizin tarikiyle rivayet etti: «Allah'ın Resulü (S.A.V.), Kitap ehii hakkında «Onlar kendileri­nin kayıp ettiği ve Allah tarafından bize verilen Cuma gününden, Kıb­le meselesinden ve bizim imam arkasında «amin» dememizden kıskan­dıkları kadar hiç bir şeyimizden kıskanmazlar.» dedi.

(143) «Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık...»

İbni-Cerir, Îbni-Hibban Ebi-Said'den rivayet ettüer: Ayetteki «va-saten» kelimesi âdil manâsına gelmiştir. Yani sizi âdil bir ümmet kıl­dık.» demektir.

İbni-Cerir Ebi-Hüreyrç'den de benzerini rivayet ettiği gibi, İbni-Abbas'dan da rivayet etti..

Ahmed, Buharî, Tirmizi ve Nesei Ebi-Said'den rivayet ettiler:

«Kıyamet gününde Nuh (A.S.) çağrılır. Peygamberliğin gereği olan tebliği yaptın mı? diye sorulur. Nuh (A.S.): «Evet yaptım» der. Nuh'un kavmi çağrılır. «Nuh size tebligat yaptı mı?» Onlar: «Bize herhangi bir korkutucu ve hiç bir kimse gelmedi (!)» derler. Nuh'a: «Tebliğ ettiği­ne dair şahidin kimdir?» diye sorulduğunda: «Muhammed ve ümme­tidir» cevabım verir. İşte bu, «Böylece sizi adil bir ümmet kıldık..» âyetinin mânâsıdır. «Siz ümmeti Muhammed çağrılacaksınız. Ve Nuh'un (A.S.) tebligat yaptığına dair şahitlik edeceksiniz, diyen Hz. Peygamber: «Ben de sizin için şahidlik edeceğim» dedi.

İbni-Cerir ve İbni-Merduyeh Cabir'den, o da   Hz. Peygamber'den

rivayet etti:

«Ben ve ümmetim Kıyâmet'de bir tepe üzerinde durup Mahşerde­ki mahlûkata bakarız. O gün bizden olmasını temenni etmiyen hiç bir kimse yoktur.Kavmi kendisini yalanlayan her Peygamber için: «Teb­ligat yaptı» diye şahidlik ederiz.»

Buharî ve Müslim Enes'den rivayet ettiler: «Müslümanların ya­nından bir cenaze geçti. Onun hayırlı olduğunu söylediler. Resûlüllah «Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu» diye üç defa söyledi.

İkinci bir cenaze yanlarından götürüldü. Onun için şerlidir, de­diler. Bunu dinliyen Hz. Resul «Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu» dedi. Hz. Ömer, Resûlüllah'dan (S.A.V.): «Ne vacib oldu?» diye sordu. Cenabı Resul (S.A.V.): «Kim için hayırlıdır derseniz ona Cennet va­cib olur. Siz yeryüzünde Allah'ın şahidlerisiniz» dedi.»

Hekim et-Tirmizi Resûlüllah bunları söyledikten sonra: «Böylece sizi âdil bir ümmet kıldık» âyetini okudu.» bölümünü de ekledi ha­dîse.

Bu babda Cabir'den, Ömer'den, Ebi-Züheyr es-Sakefî'den, Ebu-Hüreyre'den, Seleme b. Ekva'dan merfu hadisler rivayet edildi.

Îbni-Cerir Ata'dan rivayet etti: «Kendisine yöneldiğin Kıbleyi an­cak sana uyanlarla geri dönenler arasım ayırd etmek için Kıble kıl­dık...» âyetinde «Üzerinde olduğun Kıble'den maksad Beytul-Makdis'-dir.

Bilelim manasını taşıyan «Na'leme» fiilî deniyelim manasınadır. «Kim Allah'ın emrine teslim olur, kim olmaz diye denemek için onaltı veya onyedi ay müddetle Küdsu sana Kıble yaptık.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan «Na'leme» fiili ayırt edelim manasına olduğunu rivayet etti. Yani YAKİN ehlini ŞEK ehlinden ayırmak için Kudsu Kıble yaptık, demektir.

Kıble'nin tahvili, şirk ve şek ehline her ne kadar ağır gelirse de, bunu yaptık...

İbni-Cerir İbni-Cüreyc'den rivayet etti: «Müslüman olanlardan bazı zaif kimseler imandan caydılar. «Bir oraya, bir buraya olur mu» diye

ilâhî hükme itiraz edip şübheye düştüler.

 (145) «And olsun eğer sana gelen bunca ilim arkasında faraza onların havâlanna uyarsan, bu takdirde muhakkak ki, zâlimlerden olursun...»

Bu âyet kalbleri titreten, bedendeki tüyleri diken diken yapan bir âyet-i celîledir. Madem ki, Allah'ın Resulü dahi muhaliflerin hevâ ve hevesatına meyi ederse, Peygamberlik divanından silinip zalimlerden olur. (Haşa bin defa haşa.) Acaba diğer ümmetleri hakkında ne olur?

İslâmın ayağı sabit olup sancağı dalgalandıktan sonra Cenab-ı Hâk İslâm ümmetini Kitab ehlinin kuruntularından korudu. Ancak bir takım şeytanî desiseler Tağûtî gerekçeler kalmıştır. Allah'ın (C.C.) delillerini bildikleri halde dünyalık için Bidatcı zümrelerin nevalarına tâbi oluyorlar. Bazen bid'atcilerden gelen fesadlık ehli Kitabdan gelen fesadlıktan daha korkunçtur. Su suya, hurma hurmaya benzediği gibi bid'atçılann nevaları Kitablüann nevasına benzer.

Bazen daha şedid olmasının nedeni; bid'atçılar İslâm'a mensub-durlar, halka bid'atlanyla dinî hizmet ettiklerini iddia ederler ve di­nin en güzelini yaptıklarını ileri sürerler. Oysa tam tersine en çirkini yapıyor ve yardım edecekleri yerde köstek oluyorlar din için...

Böylece kendilerine uyanları bid'attan daha kötüsüne sürükler götürürler!.. Sonunda dinden tamamen çıkmasına sebeb olabilirler..

«Öyle ise yüzünü Mescid-i Haram Şatrine çevir...» yani Mescid-i Haram yönüne çevir.» Bu eseri İbni-Cerir ve Beyhekı İbni-Abbas'dan rivayet ettiler. İbni-Ebi Şeybe, Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir Ebul-Ali-ye'den «Mescid-i Haram'ın Setri onun tarafı ona doğru durmaktır, diye rivayet ettiler...

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kabe'nin tamamı Kıbledir. kabe-nin Kıblesi ise Kapısıdır» rivayet etti.

Beyhakî Sünen'inde İbni Abbas'dan merfû olarak rivayet etti: «kabe Mescid-i Haram'da bulunanların Kıblesidir. Mescid-i Haram, Mekke Hareminde oturanların Kıblesidir. Mekke-Haremi ister doğuda, ister batıda olsun bütün ümmetimin kıblesı'dir.»

Es-Sudî: «Kendilerine Kitab verilenler kesinlikle onun hakkın tâ kendisi olduğunu bilirler..» Buradaki «onun» zamiri Kıble'ye racidir, di­ye tefsir etti..

Ebu-Davud «Nâsih»inde benzerini Ebul-Âliye'den rivayet etti.

Abdurrezzak ve İbnül-Munzir Kattade'den rivayet ettiler: «Kitab ehlinden maksad; Yahudi ve Hristiyanlardır. Onu tanırlardan mak-sad, Hz. Peygamberdir.» Yani zamiri Resule racidir...

Abd b. Hümeyd ve Îbni-Cerir Kattade'den: «Onu, yani Beytül Ha-ram'ın Kıble olduğunu bilirler.» diye rivayet ettiler. [72]

 

Meal

 

(146) O kimseler ki, onlara Kitap vermişizdir. Çocuklarını tanı­dıkları gibi onu (Hz. Muhammed'i) tanıyorlar. Hal bu iken, (yine de) onlardan bir gurup kesinlikle Hakkı inkâr ederler. Halbuki, biliyorlar,

(147) Hak odur ki, Babbindendir. Sakın hâ!     (Onların bilerek Hakkı inkâr etmelerinde) şüphe edenlerden olma!

(148) Her ümmetin bir yönü (Kıblesi) var. O yönüne yönelir. Binaenaleyh hayırda yansınız.    Nerede olursanız olun Allah hepinizi (Mahşere) toplar. Şübhesiz ki, Allah her şeye kadirdir.

(149) Hangi cihetten (yolculuğa) çikarsan çık. Yüzünü Mescidi Haram tarafına çevir.   Şübhesiz ki bu emir Rabbinden gelen Hak'tır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.

(150) Hangi taraf «I an (sefere) çikarsan çık, yüzünü Mescid-i Ha-ram'a döndür. Nerede olursanız olunuz, insanların sizin üzerinizde bîr hücceti olmasın diye  (Kıble birliği yapıp Kabe'ye)     yüzünüzü onun (Kabe'nin) cihetine çevirinizi Ancak buna rağmen nefislerine zulme­denler aleyhinizde hüccet yapar.   Sakın hâ!    Onlardan korkmayınız! Benden korkunuz.  (Kıble tahvilini size emrettim ki,)  nimetimi sizin için tamamlayayım. Umulur ki hidâyete eresiniz!

(151) Nitekim sizden bir   Peygamberi    size    gönderdik ki, size Ayetlerimizi okusun, sizi tertemiz yapsın, size Kitap ve Hikmeti öğret­sin ve sizin bilmediğinizi size öğretsin.

(152) (İbâdet yapmakla) beni anınız ki, (Sevabla)   sizi anayım. Bana şükredin (nimetimi inkâr etmekle) nankörlük yapmayın!

(153) Ey îman   edenler!    (isyana karşı)    sabretmek ve namaz kılmakla yardım isteyiniz.    Şübhesiz ki, Allah sabredenlerle beraber­dir. [73]

 

Tefsir

 

(146) Kitab ehlinin âlimleri, çocuklarını tanıdıkları gibi Allah'ın Resû-lü'nü, veya ilmi veya Kur'an'ı ya da kıble'nin tahvilini bilirler. Yâni daha önceki, Peygamberlere inen Tevrat, İncil ve Suhuflar'da gerek Hz. Muhammed'in, gerek ilmin, gerek Kur'an'ın ve gerekse kıble tahvili'nin durumlarını görmüşler ve okumuşlardır. Nitekim Hz. Ömer (RA.)'den gelen bir rivayette, «Abdullah bin Selâm'dan Resû-lüllah'ı sordum. Cevab olarak dedi ki: Onu, oğlumdan daha iyi tanı­yorum.» Hz. Ömer, «Neden bu kadar yakından tanıyorsun?» Abdullah, «Muhammed'in (S.A.V.) Peygamberliğinde şek ve şüphe etmiyorum. Oğlum ise, belki, annesi bana ihanet etmiştir.» dedi.

(149) «Nerede olursanız (olunuz) Allah hepinizi getirecektir.» Yâni is­ter muvafık, ister muhalif olunuz; hangi yerde olursanız olunuz, ister parça parça olunuz, ister bir arada olunuz, Allah hesab için hepinizi Mahşer'de toplayacak demektir.

Veya, ister yerlerin derinliklerinde, ister dağların başlarında olu­nuz, Allah hepinizin ruhlarını kabzedecektir. Veya, Dünyânın hangi bölgesinde bulunursanız bulununuz, Allah hepinizi getirir, namazları­nızı sanki bir cihete imiş gibi kılar demektir.

Kıble Kudüs iken Yahudiler, «Tevrat'ta, sıfatlan bulunan son Peygamber'in kıblesi kâbe'dir. Muhammed niye Kabe'ye yönel-miyor? Hem dinimizi inkâr ediyor, hem de Kıblemize tâbi oluyor.» diye fitne saçtılar.

Müşrikler de, «Muhammed, İbrahim'in Milleti'nden olduğunu id­dia eder; fakat Kıblesi'ne yönelmez.» dediler. Peygamberin aleyhinde kullanılan bu menfi delillerini boşa çıkarmak maksadiyle kıble de­ğiştirildi: «Nerde olursanız olunuz yüzünüzü kabe'ye çeviriniz! Tâ ki, insanların üzerinizde delili olmasın. Ancak o insanların zulmedenle­ri buna rağmen yine aleyhinizde propaganda edip duracaklar.» .

Zalimler, «Muhammed (S.A.V.) kavminin Dînine meylettiği için yüzünü kâbe'ye çevirdi! Memleketi Mekke olduğu için oraya yönel­di (!) Veya sonunda düşündü ecdadının Kıblesine döndü (!) Yalanda kureyşitlerin Dînine de dönecektir (!) v.s.» yollu iftiralar ettiler.

Bu dedikodularına Mevlâmız «Hüccet» demiştir. Oysa hüccet, kuvvetli temellere dayanan bir delil demektir. Çünkü müşrikler, Ya-hudî ve maskaralar olan münafıklar bu dedikoduları «Hüccet» tarzın­da mukaddimeler, kaziyeler kurarak yürütürlerdi.

Size Kıble değiştirmeyi emrettim ki, size verdiğim îman nimetimi tamam edeyim. İrade buyurduğum hidayetinizi kemale götüreyim. Hadîsi şerif de:

«Nimetin tamamlanması Cennete girmektir!» buyruluyor. Hz. Ali (R.A.)'den rivayettir:

«Nimetin tamamlanması islâm üzerinde ölmektir.»

(151)  «Sizden size bir Resul gönderdiğim gibi!...» Bu Âyeti Celîle, ya da­ha önce geçen cümlelerle ilgilidir bu takdirde manası:  «Kıble emrin­de veya Ahirette nimetlerimi tamamlamak için tahvil-i Kıble'yi emret­tim. Nitekim sizden size bir Peygamber göndermekle nimetimi tamam­ladığım gibi.» demektir. Ya da kendisinden sonra gelen cümlelerle il­gilidir. Bu takdirde manâsı,   «Nasıl sizden size bir Resul göndermekle sizi hatırlamış isem, siz de beni anınız!» olur.

Bu Âyet Resûl'ün ödevlerini de belirtiyor. Bunlar:

1) Size Âyetlerimi okuyacaktır,

2) Sizi tertemiz yapacak yola sevk edecektir,

3) Size kitab'ı  (Kur'an'ı)  öğretecektir,

4) Size hikmeti öğretecektir,

5) Size bilmediklerinizi öğretecektir, yani düşünmekle, eşyadan delil getirmekle elde edilmesine nail olmadıklarınızı vahy'i vasıtasıyle kolayca size öğretecektir.

Âyette, aklın tek başına kâfi gelmediği Vahy'in hizmetinde oldu­ğu takdirde yararlı olabileceği hakikati sergilenmiştir. O halde: Ey insan! aklın ne denlû çözücü olduğunu aklınla çöz!..

(152)  «Beni anınız ki, sizi anayım!» Evet. Eğer Allah'ın seni anmasını istiyorsan Allah'a (C.C.) tapmak, kulluk yapmak suretiyle Allah'ı an! Onun yardımını istiyorsan manevî huzurunda secdeye kapan!

Nimetin devam etmesini diliyorsan, Mün'ime (nimet verene) şükret! Nimete karşı nankörlük yapmak ve Mün'im'in emrine isyan et­mek «inkâr»dır, nânkörlük'tür.

(153) Mevlâmız sabr ile namazın yardım isteme dilekçeleri olduğunu ifade buyurdu, şu Âyette: «Ey îman edenler! Sabr ve namaz vasıtasıy-Ie yardım talebediniz!» 8u sırra binaen Resûlüllah: «Sabır, îmanın ya­nsıdır!», «Sabreden zaferi elde etmiştir.», «Sabr, sevgi ve kurtuluşun anahtarıdır.», «Sabır acıdır. Fakat meyvesi tatlıdır.» buyurmuştur.

Namaz ibâdetlerin temelidir. Onda bütün ibâdetler vardır: Sabır, zekât, oruç, Kur an okunması gibi bütün ibâdetler namazda vardır. Düşünürsen hepsini orada bulursun.

Namaz, mü'minin mi'racıdır ve âlemlerin Rabbi'siyle münacattır. Allah'ın Resulü, «Dînin direğidir namaz; onu eda eden Dînini dimdik ayakta tutmuştur. Onu terk eden dinini yıkmıştır.», «Bizimle onlar arasındaki fark, namazdır!.» buyurmuştur.

Hanefî, Şafiî ve Mâlikî'nin içtihadlarına göre; namazın farz oldu­ğuna inandığı halde namazı kılmayan bir Müslüman büyük bir günâh işlemiş olur ve manevî tehlikeye girer. Fakat Müslümanlık vasfını kay­betmez.

Hanbelî içtihadına göre, îmanın bir parçasıdır. îman tecezziyi ka­bul etmez. Bir kısmının gitmesi, tamamının gitmesine yol açar. Allah akibetimizi hayırla hitama erdirsin, înşallah. [74]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(146) Abdurrezak, Abd b. Hümeyd ve Îbnul-Munzir Kattade'den rivayet ettiler: «Kendilerine Kitap verdiklerimiz» den maksad, Yahudi ve Hı-ristiyanlardır. «Onu tanırlar» zamirden maksad, Kz. Muhammed'dir. Kitablarmda nitelikleri belirtildiğinden çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanırlar.

Abd ve İbni - Cerir Kattade'den rivayet eylediler: «Onu tanırlar» daki, zamir kâbe'nin Kıble olduğu durumunu çocuklarım tanıdıkla­rı gibi tanırlar.

İbni-Cerir Er-Rebî'den benzerini nakletti: Abd, ve İbni Cerir Mucahid'den rivayet ettüer:

«Şübhesiz onlardan bir gurub bildikleri halde hakkı gizlerleri) âye-tindeki hakk'dan murad, Hz. Muhammed'dir. Onun niteliklerini Tev­rat ve İncil'de gördükleri halde söylemezler, katmederler...

«Nasih»mda Ebu-Davud ve Îbni-Cerir Ebul-Aliye'den rivayet etti­ler:

(147) «Allah  (C.C.)  Peygamberlerine; Hak senin Rabbindendir.    Sakın şübhe edenlerden olma...» diye hitab etti. Yani; Kabe'nin senin Kıb­len olduğu hakkında sakın şüphe etme. Zira senden önceki, Nebile­rin de Kıblesi Kabe idi..» [75]

(148)  «Her ümmetin doğrulup durduğu bir yönü (Kıblesi) vardır..»

Bu âyetin yorumunu İbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan şöyle naklettiler: «Buradaki, her ümmet veya her kitle manâsında olan «kull» kelimesiyle sair din mensupları kasdedilmiştir. Onların her birisinin razı olduğu bir Kıblesi vardır...»

İbni-Ebi-Hâtim'in İbni-Abbas'dan nakil yaptığı ikinci tefsire gö­re: «Bir defasında Kudsi Şerife doğru durup namaz kıldılar. Bir de­fasında da Kabe'ye yönelip kıldılar.» demek oluyor.

İbni-Cerir Kattade'den rivayet etti: «Öyle ise hayırlarda yansı­nız..» yani Kıbleniz hususunda mağlûp olmayınız.

İbni-Cerir İbni-Zeyd'den: «Hayırlamdan maksad, salih ameller­dir.

Îbni-Ebi-Hatim Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Hayırlarda acele edi­niz..

«Nerede olursanız Allah hepinizi bir araya toplar.» Yani Kıyamet­te hepinizi hesab için bir araya getirir demektir.

Îbni-Cerir, Es-Suddî yoluyle Îbni-Abbas'dan, İbni-Mes'ud ve sair ashabdan rivayet etti. «Resûlüllah Kudse yönelip namazlarını kıldıktan on altı ay .sonra kâbe'ye dönünce Mekke müşriklerinden bir gu-rub: «Muhammed dininde şaşırdı. Böylece Kıblesinde size döndü ve si zin ondan daha hidayette olduğunuzu anladı. Yakında da dininize gi­recektir.» dediler.

(150) Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescidi-Haram yönüne çevir. Ve nerde olursanız yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanlar için aleyhinizde bir delil olmasın» âyetini indirdi.

Abd ve İbni-Cerir Kattade'den rivayet ettiler: «insanlardan maksad, Kitab ehlidir. Resûlüllah'ın yönü Kabe'ye çevrildiği zaman: «Kişi atalarının evini arzuladı ve kavminin dinine döndü» dediler, pro­paganda yaptılar.

Abd b. Hümeyd ve İbni Cerir Mucahid'den: «Onların hüccet ve delilleri (Bizim Kıblemizi sevdi.) demeleridir.»

«Ancak onlardan inad ederek nefislerine zulmedenler müstesna­dır...» âyetinin tefsirinde «Nasih»inde Ebu-Davud, İbni-Cerir ve İbnul-Munzir Kattade ve Mucahid'den: «nefislerine zulmedenlerden mak-sad, Kureyş müşrikleridir. Onlar Kabe'ye dönmenizi aleyhinizde kul­lanacaklardır.

Resûlüllah'ın Kabe'ye döndürülmesinden esinlenerek, «O yalanda dinimize de dönecektir» dediler. İşte bütün bunlara bir cevab olarak Rabbimiz: «Ey iman edenler sabır ve namazla Allah'dan yardım iste­yiniz. Muhakkak ki, Allah'ın yardımı sabredenlerle beraberdir» diye buyurdu.

 151) İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den: «Sizden size bir Resul gönderdiği­miz gibi.» âyetindeki, Resul, Hz. Muhammed'dir.

(152) Ebu-Şeyh ve Deylemî Cüveybi'rin kanalıyla Dehak'dan o da İb­ni-Abbas'dan rivayet ettiğine göre: «Beni anınız ki sizi anmış olayım.» âyetin manası, «Ey Kullarım bana itaat etmek suretiyle beni anınız ki, affetmekliğimle sizi anayım» demektir.

Deylemî ve İbni-Âsakir benzerini Ebi-Hind ed-Darî'den rivayet etti. Ve:    «İtaatkâr olduğu halde beni ananı affetmekliğimle anmam hak olmuştur. Bana karşı asî olduğu halde beni anam buğz ile anmak bana haktır.» ekini ilâve etmiştir.

Abd b. Hümeyd İbni-Abbas'dan:    «Allah, benim sizi anmaklığını sizin beni anmanızdan daha hayırlıdır» diyor diye rivayet etti.

zikir ve şükür hakkında bir çok hadis varid olmuştur. [76]

 

Meal

 

(154) Sakın hâ!  Allah yolunda öldürülenlere (şehidlere)  ölü­lerdir demeyiniz. Aksine onlar diridirler. Fakat siz  (Onların hâli ne­dir) sezemezsiniz!

(155) Yemin olsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlar­dan ve meyvelerden biraz eksiklikle imtihan edeceğiz. Ve sabredenlere müjde ver.

(156) Öyle sabredenler ki, kendilerine brr musibet isabet ettîğin-de (başlarına bir felâket geldiğinde) «Biz, Allah'danız ve şüphesiz ki, (Ahirette) Allah'a dönücüleriz.

(157 tşte bu sabredenler için, Rablerinden mağfiretler ve rah­met vardır. İşte o sabredenler hidâyete erenlerdir,

(158) Şüphen olmasın ki, Safa ve Merve tepeleri Allah'ın nişan-

lanndandır. kâbe'yi (Hacc niyetiyle) veya (sadece) Umre maksadıy­dı

le ziyaret eden kimse için Safa ile Merve'yi ziyaret etmek (ikisinin ara­sında Sa'yi yapmak) te bir beis yoktur. Kim ki kendiliğinden bir hayır yaparsa, şübhesiz ki, Allah şükrü kabul edici (yani kendiliğinden ha­yır yapana sevab bahşedici) ve her şeyi bilicidir.

 (159) Şüphesiz ki, Kitab'da insanlara beyan ettiğimizden sonra indirdiğimiz  (ve    Hz. Muhammed'in durumunu belirten)  beyyineler (deliller) ve (Hz. Muhammed'e îman etmeyi    gerekli kılan) hidayeti ketmedip gizliyenlere hem Allah, hem de bütün lanet edenler, lanet ederler.

(160) Ancak bu durumu    gizlemekten vazgeçip    tevbe edenler, bozduklarını tamir edenler, ve o alâmetleri belirtenler müstesnadırlar,

(onlara lanet yoktur.) işte onlar var yâ! Onların tevbelerini kabul edrim. Affetmesi bol ve merhameti çok olan zât benim.

 (161) Şübhesiz ki, kâfir olanlar ve kâfir oldukları halde ölenler var ya! İşte onların üzerinde Allah'ın,   Melekler ve bütün insanların lanetleri vardır.

(162) Onlar o lanetin içinde daimi kalıcıdırlar. Onlardan azab tahfif edilmez. Ve onlara (Özür dilemek için) mühlet verilmez.

(163) (Ey insanlar!)    Mâ'bu dunuz öyle bir Mâ'buddur  (ortağı yok) ki, ondan başka Mâ'bud yoktur. Rahman ve Rahimdir. [77]

 

Tefsir

 

(154) Şehid, savaş meydanında öldürülen veya orada yara alıp hiç bir şey yemeden canını bilâhere teslim eden zat demektir.

Şehidlerin hayatı cesedle değildir. Hayat sahihlerinin hissetikleri cinsinden de değildir onların hayatı!.. Onların hayatları akılla değil vahy ile idrak olunur.

Hasan-ı Basrî'den, «Şehidler Rableri katında diridirler. Rızıkları Ruhlarına arzedilir. Onlara sevinç ve sürür yetişir. Nitekim ateşin Fi-ravun'un âlini her sabah - akşam yakaladığı, onlara elem ve acısı var­dığı gibi!.,.» Hadîsi rivayet edilmiştir.

Bu Âyeti Celîle, bedir kahramanları hakkında nazil olmuştur. Bu kahraman şehidler ondört kişi idi. Aynı zamanda bu Âyet, ruhların nefisleriyle kaim ve bedenden hissedilene mugayir birer cevher oldu­ğunu da isbatlar. Ölümden sonra da pek fazla idrak edici olarak kalır ruhlar!... Bütün Ashab ve Tabi'in de bu görüştedirler. Âyetler ve Ha­dîsler de bunu ifade ederler.

(155)  «Yemin ederim ki, sizi biraz korku, biraz açlık, maldan, canlardan ve meyvelerden biraz eksiltme ile deniyeceğiz!»   Âyeti celîlesi, bütün Mü'minterin imtihan sahasında olduklarını belirtiyor. Acaba belâlara karşı sabredip kazalara teslim olurlar mı?

îmam-ı Şafii hazretleri «Korku, Allah'ın korkusu, açlık Ramazan Orucu, malların eksikliği, sadakalar ve zekâtlar, nefislerin eksikliği hastalıklar, meyvelerin eksikliği çocukların Ölümüdür» dedi.

Resûlüllah (S.A.V.), «Kulun çocuğu öldüğünde, Cenab-ı Hak meteklerine; siz kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız?» Melekler: «Evet». Cenab-ı Hak, «Kulumun kalbinin meyvesini mı aldınız?» Me­lekler, «Evet». Cenab-ı Hak, «Kulum ne dedi?» Melekler, «Sana hamd-etti ve (Biz Allah içiniz ve Allah'a dönüşeceğiz manâsında bulunan) âyeti okuyup îstirca etti.» Bunun üzerine Allah (C.C.): «Kulum için Cennet'te bir ev bina ediniz ve b eve «Beytul-Hanıd» adı veriniz!» der.

(156} «Îstîrca» etmek sureti ile sabır sadece dille değil ona kalbi de katmak gerek. Şöyle ki:

musîbetzede niçin yaratıldığını, Rabb'ine döneceğini düşünecek Allah'ın kendisine olan nimetlerini hatırlayacak. Tâ ki yanında bulu­nan nimetlerin geri alman nimetten kat kat fazla olduğunu görebilsin. Böylece felâket kolaylaşır, Allah'ın (C.C.) emrine teslim olur!

Allah'ın Resûlü'nden, «Musibet anında tstirca eden bir kimse­nin musibetini Allah (C.C.) telâfi eder, neticesini güzel getirir ve onu razı edecek bir bedeli onun yerine verir.» rivayet ediliyor.

(158) safa ve merve Mekke'de iki tepenin adıdırlar. Hacc'a veya Ürn-re'ye giden bir insan safa'dan başlar merve'ye gider, merve'den safa'ya gelir. Böylece her gidiş ve geliş birer sa'y sayılmak üze­re yedi defa tekrar eder ve merve'de son bulur.

İslâm'dan önce safa tepesinde «usefa» adlı put, merve tepe­sinde ise «naile» adlı put bulunmaktaydı. Cahiliyet devrinin insanla­rı «safa» ile «merve» arasında gidip gelirken, o putları eller ve öperlerdi! İslâm geldiğinde putlar kırıldı. Müslümanlar müşriklere benzememek için Safa ile Merve arasında ziyaret yapmaktan çekindi­ler. Bunun üzerine «Şüphesiz ki; safa ye merve tepeleri Allah'ın ibâ­detinin alâmetlerindendir!..» Âyeti nazil oldu. Ümmetin icmâiyle sa­fa ile merve arasında hacc'da ve ümre'de sa'y yapmak meşru­dur. İhtilâf, bu SA'Y'in vacip olup olmaması hususundadır.

İmam'ı Ahmet, «Sünnettir.» dedi. Enes ve İbni Abbas da bu görüş­tedirler. Çünkü Âyet, «Kabe'yi ziyaret eden veya umre edenler için safa ve merve arasında tavaf etmekte bir beis yoktur.» demektedir.

beis'in olmayışı vücûbun manâsına dahil olan cevaza delâlet eder. Fakat vücûbu defetmediği için bu görüş zayıf olur.

Ebu Hanîfe'den safa ve merve arasında sa'y yapılmasının vâ-ip olduğu görüşü gelmiştir. Ancak terk edilirse kurban gerekmez. Mâlik 'e Şafiî'ye göre sa'y hacc'm rükünlerindendir. Terk edildiğinde HAC asit olur, çünkü Allah'ın Resulü (A.S.), «Ey ümmetlerim! safa ile rlerve arasında sa'y yapınız. Zira Allah sizin boynunuza sa'y'ı farz almıştır.» buyurmuştur.

159) «Kitab'da insanlara beyan ettiğimizden sonra indirdiğimiz beyyi-leler ve hidayeti örtbas edenlere hem Allah hem de lanete gücü yeten terkes lanet eder.»

Bu Ayet, îsrailoğuUannın âlimleri ve onlara benzer Hakk'ı inkâr iden bilginlerin hakkında nazil olmuştur.

Âyette bahsi geçen «beyyineler», Hz. Muhammed'in Peygam-»erliğine delâlet eden deliller ve Âyetlerdir. Bu deliller, hem Tevrat ıem de İncil'de yer almıştır. Fakat iki Millet'in bilginleri, zaman, za-nan toplanıp bu konu ile ilgili her Âyeti tahrif ettiler. Bir çoğunu te-nelden çıkardılar.

«Lanete gücü yeten»lerden maksad, melekler, cinler ve insanlar-lır. Allah'ın (C.C.) Âyetlerini örtbas eden her ferde, Allah'ın (C.C.) nelekler, cin ve insanların laneti vardır. Bu cinayeti irtikab ettikten ionra, tevbe eden, ifsad ettiğini İslah eden, ve örtbas ettiğini çıplak bir arzda beyan eden kimse lanetten kurtulmuştur. Zira tevbe her günahı iler. «Tevbe edip günâhdan dönen, hiç günahı olmayan kimse gibidir.» [Hadîs). 163} «İlâhınız, bir tek ilândır!...»

Yâni sizin ibâdetinize müstehak olan zât birdir. Ortağı yoktur ki, m ortağa ibâdet edilsin. «Ondan başka ilâh yoktur.» Bu, vahdani­yetin takrir ve tesbitini belirten bir cümledir.

«Acaba varlık âleminde ibâdete müstehak olmayan da olsa, baş­ta bir ilâh yok mudur?» istifhamını silip götüren bir cümle!.. «O, Bah-nan ve Rahimdir.» cümlesi ise bu dâvanın hüccetidir. Şöyle ki: «Ma-iem ki, Allah, aslî ve fer'î olmak üzere bütün nimetlerin yaradanıdır. Ulah'dan başka bulunan bütün varlıklar ya nîmet veya kendisine ıîrriet verilendir. O halde ondan başka ibâdete müstehak hiç bir kim-;e yoktur. [78]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(154) «Sakın Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz...»

Bu âyetin nuzül sebebini İbnİ-Mendeh Küçük Suddî'nin tarikiyle el-Kalbî'den İbni-Abbas'dan şöyle rivayet etti: «Bedir savaşında şehid düşen Temiym b. Hamam ve diğer arkadaşları hakkında inmiştir bu âyet...»

İbni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyr'den rivayet eyledi «Allah'ın (C.C.) yolundan maksad, Allah'ın (C.C.) itaatında müşriklerle savaşmaları­dır..»

İbni-Ebi-Hâtim ve el-Beyhakî Ebul-Aliye'den rivayet ettiler:

«Şehidlerin diriliği, yeşil kuşlar suretindedir. Cennet'ten diledik­leri yere uçarlar. Diledikleri rızkından yerler..»

İbni-Ebi-Şeybe ve el-Beyhakî Kâb'den rivayet ettiler:

«Cennetül-Me'va'da yeşil kuşlar vardır. Şehidler yeşil kuşların iç­lerinde o Cennet'te terekki edip dururlar. Mü'minlerin erginlik çağına varmadan Ölen yavruları Cennet'in kuşlanndandırlar. Orada uçup du­rurlar...»

Abdurrazzak Mâmer'den, Kattade'den: «Şehidlerin ruhları beyaz kuşların suretlerinde olup Cennet meyvelerinden yediklerini» dediğini rivayet etti.

El-Kalbî: «Beyaz kuşlar kılıfında Arşın altında asılı bulunan kan­dillerde dururlar...» diye rivayet etti.

Abd b. Hümeyd ve İbni-Cerir Kattade'den: «Şehidlerin ruhları beyaz kuşlarda bulunuyor. Cennet meyvelerinden yiyor, meskenleri Sidretül-Müntehâ'dır. Cenab-ı Hak mücahid kuluna hayırdan üç has­let vermiştir: 1) Allah yolunda öldürülen mücahid Allah Katında diri­dir ve nzıklanıyor. 2) Mücahid mağlûp olduğunda Allah ona büyük ecir verir. 3) Cihad yolunda eceliyle ve normal bir tarzda öldüğünde Allah onu güzel bir rızka kavuşturur.» diye rivayet ettiler.

Nesaî ve Hakim Enes'den rivayet ettiler: «Allah'ın Resulü; Kıya­mette Cennet ehlinden   olan kişiyi   huzura getirirler Cenab-ı Hak (C.C.): Ey Adem oğlu! Cennet'tekİ konağını nasıl buldun? diye sorun­ca, o kul; Ey Babbimiz en güzel konaktır cevabını veriyor, Allah-u Teâlâ «İste istediğini der. Kul; Ey Allah'ım senden neyi istiyeyim? (Oysa her nimeti bana bahşetmişsin) Senden istediğim beni Dünyâ'-ya on defa gönder ki, her defasında senin yolunda çarpışıp şehid ola­yım» der. «Bunu da şehidlik karşılığında gördüğü faziletten ötürü ta-leb eder.» diye buyurdu.

(155) oAnd olsun sizi korku, açlık ............... gibi şeylerle deneriz, sab­redenlere müjde ver..»

Bu âyetin tefsirinde selefden gelenin bazısı şunlardır:

Îbni-Abbas; «Allah bu âyetinde dünyânın deneme evi olduğunu ve insanları burada deneyeceğini haber verdi. Bu deneme karşısında sabredenlere müjde vermeyi emretti. Yine haber verdi ki; Mü'min Al­lah'ın (C.C.) emrine teslim olduğu zaman, musibeti anında «Biz Al­lah içiniz ve biz ona dönücüleriz» dediği zaman, Allah hayırdan ona üç hasleti yazar:

1) Allah'dan bağışlama,

2) Allah'dan rahmet,

3) Doğ­ru yolu bulmalarıdır.

Musibet anında îstirca edenin (Biz Allah içiniz ve biz O'na dö­nücüleriz) diyenin musibetini Allah cebr eder. Onun akibetini güzel-leştirir ve onu razi edecek bir halefi ona ihsan eder.»

tbni-Cerir Ata'dan «Denenenler Resûlullah'm (S.A.V.) ashabıdır­lar» diye rivayet etti.

Sufyan b. Uyeyne «Bir kişi Ed-Dehhak'e yazıp «Biz Allah içiniz. Bizler O'na dönücüleriz âyeti özel bir kavim için midir, yoksa genel midir? diye sordu.

Dehhak; «Bu âyet, takvaya sarılan ve farzları edâ eden içindir di­ye cevab verdi.»

Said bin Cübeyr «Sizi deniyeceğiz, sizi belâlandıracağız demektir. Muhatap müzminlerdir. Sabredenlere müjde ver. Yani musibette Al­lah'ın emrine karşı sabredenlere Cennet müjdesini ver.

Musibet anında Allah'ın emrine itaat edenlerin üzerinde Rable-rinden gelen rahmet vardır. Azabdan emin olmak vardır. Musibet enında istirca etmek suretiyle hidâyet bulmuşlardır onlar...»

Îbni-Cerir Reca b. Hayat'tan: o Meyvelerden eksiklikle denemek»

ifadesini getiren âyetin tefsirinde:    «Bir zaman gelecek ki, kocaman bir hurma ağacı bir tek hurma verecektir.» dedi.

İbni-Merduyeh İbni-Abbas'dan: «Allah'ın Resulü; (S.A.V.) ümme­time öyle bir şey verildi ki, hiç bir ümmete verilmemiştir. O da «Biz Allah içiniz. Biz O'na dönücüyüz» âyetini musibet amnda söylemeleri-dir.» diye rivayet eyledi.

Said b. Cübeyr ((Musibet çağında bu ümmete öyle bir şey verildi ki, daha önceki Peygamberlere bile verilmemiştir. Eğer Peygamberle­re verilseydi Hz. Yakub'a verilirdi. Bakmaz mısın Yakup (A.S.) «Ey Yusuf için olan üzüntüm!» dedi. Ümmetime verilen o şey «Biz Allah içiniz.. Biz O'na dönücüleriz cümlesidir.» dedi.

(158) «Şubhesiz «Safa» ile «Merve» Allah'ın nişanelerindendir...» Bu âyetin tefsirinde Selef şunları söylediler:

Ebu-Hanife, talebeleri ve Sufyanı Sevrî «Bu ikisini tavaf etmekte her hangi bir beis yoktur.» cümlesi, «Safa» ile «Merve»nin arasındaki sa'y'in vacip olmadığına delâlet eder» dediler.

Ebu-Hanife'den bu iki yeri ziyaret etmenin vacip olduğunu ve fa­kat terk edene kurban lâzım gelmediğini söylemesini Zamehşerî Keş­şafında nakletti.

İbni-Abbas, İbni-Zübeyir, Enes b. Malik ve İbni-Sirin «Safa» ile «Merve»nin tavaf edilmesinin vacib olmadığını söylediler. Âyetin «Kim gönülden iyilik yaparsa karşılığını görür» cümlesi bu zatların görüşü­nü takviye eder.

Cumhur «Safa» ile «Merve» arasındaki Sa'yin vacip ve Hacc'ın nü-süklerinden biri olduğunu söyledikten sonra bu görüşlerini Seyhan (Buharı ve Müslim) in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri şu gelecek hadîs­le takviye ettiler: «Hz. Zübeyr'in oğlu Urve (R.A.) halası Aişe valide­mize Cenab-ı Hakk'm «Şubhesiz ki Safa ve Merve Allah'ın nişanelerin­dendir...» sözüne bakmaz mısın? Binâenaleyh Safa ile Merve arasında Sa'yi yapmayanın mesuliyetsiz olduğuna kanaat ediyorum deyince, Aişe validemiz yeğeni Urve'ye (R.A.): «Ey ablamın oğlu çok kötü bir şey söyledim. Şüphesiz ki, eğer âyet senin te'vilin üzerinde olsaydı Safa ile Merve'nin arasında Sa'yi yapmayana herhangi bir beis olmazdı. Lâkin bu âyetin sebebi nüzûlu şudur: Ensar, müslüraan olmazdan ön­ce, taptıkları «menat» adlı put için ihram bağlarlardı. Cahiliyet dö­neminde Menat'a ihram bağlayan «Safa» ile «Merve»yi tavaf etmek­ten sakınırdı. Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ: «Şübhesiz ki, Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir..» âyetini indirdi.« Âişe validemiz sö­züne şöyle devam etti: «Bundan sonra Resûlullah (S.A.V.) Safa ile Merve nasıl tavaf edilir; hareketiyle beyan buyurdu. Öyle ise hiç kim­se onları ziyaret etmeyi terk edemez..»

Yine Müslim Âişe validemizden rivayet etti: «Hayatıma and olsun ki, Safa ile Merve arasında Sa'yi yapmayanın Hacc'ı ve Umresi ta­mam değildir. Çünkü Hz. Allah: «Şübhesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir» dedi.»

Taberanî Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Resûlüllah'dan . (S.A.V.) Safa ile Merve arasındaki Sa'yin durumu soruldu. Cevap olarak; Şüb­hesiz ki, Allah sizin üzerinizde Sa'yi yazmıştır. Binaenaleyh (Safa ile Merve arasında) Sa'yi ediniz.» dedi.

Ahmed Müsned'inde, îmam-ı Şafîi, İbni-Sad, İbnul-Munzir, İbni-Kanî' ve el-Beyhakî Ebi-Tecere'nin kızı Habibe'den rivayet ettiler: «Re-sûlüllah'ı (S.A.V.) gördüm. Önünde halk Safa ile Merve arasında Sa'yi etmek için yürüyordu. O da arkalarında Sa'yi ederdi. Hatta pek şid­detli Sa'yi yaptığından izannın mübarek dizlerine dolaştığım bile gör­düm. «Sa'yi yapımz. Şübhesiz ki Allah sizin üzerinizde Sa'yi etmeyi yazmıştır» der dururdu.

«Menasikinizi benden öğreniniz» hadisi de bu görüşü takviye eder.

(159) İbni-lshak Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Beni-Seleme'den Muaz b. Cebel, Beni-EşhePden Sad b. Muaz, Beni-Haris'den Harice b. Zeyd gi­dip Yahudi hahamlarından Tevrat'ın bazı hükümlerini sordular. Ha­hamlar onların sorduklarına bildikleri halde cevap vermediler. Bunun üzerine Cenab-ı Allah «Kitabda insanlara beyan ettikten sonra indir­diğimiz mu'cizeler ve hidayet sebeblerini gizltyenlere Allah ve bütün lanet edenler lanet ederler.» âyetini indirdi.

Selef den bir gurup da; «Bahsi geçen âyet, Resûlüllah'ın Peygam­berliğini inkâr eden Kitap ehli hakkında indi» dediler.

İbni-Maceh Berra b. Azıp kanalıyla rivayet etti:

«Bir cenazede Resûlullah (S.A.V.) ile beraber bulunuyorduk. Bu­yurdular: «Kâfirin iki kaşları arasına (alnına) insan ve cinden başka her canlının işitebileceği tarzda şiddetli bir darbe vurulur. O sesi işiten her canlı o, kâfire lanet okur. tşte bu «Onlara her lanet edenler lanet ederler» âyetinin mânâsıdır» dedi.»

Buradaki lanet edenlerden yeryüzündeki canlılar kasdedüdi.

Abd b. Humeyd de Ata'dan «Cinler, insanlar ve her canlı kasdedil-di» diye rivayet etti.

Âbdurrazzak Mucahid'den «Konuşmaz canlılar kıtlığa yakalandık­tan zaman Adem oğullarının fâsıklarma beddua ederler. (Zira onların kötülükleri buna sebeb olmuştur).»

Abdb. Humeyd veîbni-Cerir bu âyetin tefsirinde: «Yerdeki can­lılar, akrep ve haşaratlar: Bizim kıtlığımıza Adem oğlunun fasıkları sebeb oldular» deyip onlara lanet okurlar...»

Abd b. Humeyd «Haşarat dahil her şey onlara lanet eder..» dedi.

(160) İlmin ketmedilmesinin haramlığı hakkında bir çok sıhhatli ha­dîsler gelmiştir. Daha uzun kaynaklara müracaat edilsin. «Ancak tev-be edenler, İslahı nefis edenler ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna­dırlar..»

İbni-Cerir Kattade'den: «Kendileri ile Allah'ın arasını islâh eden­ler, Allah'dan (C.C.) gelen ilmi ketmetmeyip söyliyenler..» diye ri­vayet etti.

(161) İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti:    «Kıyamet gününde kâfir durdurulur sonra bütün insanlar ona lanet ederler.» İbni-Cerir Katta­de'den: «Bütün insanlardan maksad, mü'minlerdir» diye rivayet etti.

(162) «Lanette daimidirler...» bu âyetin tefsirinde Îbni-Cerir Ebul-Âli­ye'den şunları rivayet etti:  «Onlar Cehennem'de lanetin içinde daimi dururlar... Onlara özür dilemeye bile fırsat verilmez.»

(163)  «Mabudunuz bir tek    mabuddur. O esirgiyen ve    bağışlayandan başka ma'bud yoktur.»

Bu âyetin tefsirinde, İbni-Ebi-Şeybe, Ahmet Darımı Ebu-Davud ve

Tirmizî Zeyd Kızı Esma'dan o da Resûlüllah'dan (S.A.V.) şunlan riva­yet etti: «Allah'ın ismi a'zamı bu âyet ile «Elif - Lam - Mim Allah, On­dan başka mâbud olmayandır. Diridir. Çokça kaimdir.» (Âli-İmran: 1-2) âyetlerindedir.«

Ed-Deylemî Enes'den o da Resûlüllah'dan (S.A.V.) rivayet etti: El-Bakara'da bulunan bu âyetten daha şiddetlisi sapık cinler hakkın­da gelmemiştir.» [79]

 

Meal

 

(164) Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündü­zün arka arkaya gelişinde, insanların yaranna denizde yüzen gemide, Allah'ın gökten indirip yerin ölümünden sonra yeri dirilten yağmurda, yeryüzünde yaydığı her yürüyende, rüzgârların değişik yönlerden esme­sinde, ve yer ile gök arasında evrilip   çevrilen   bulutta akıl eden bir, kavm için âyetler (deliller) vardır.

(165) Allah'ı bırakıp ona ortak koştukları putları ilâh edinen ba­zı insnalar vardır. Onları, Allah'ı sevdikleri gibi severler! iman edenlere gelince, onların sevgi yönünden Allah'a bağlanmaları, puta tapanların putları sevmesinden kat kat üstündür.

Eğer (putları ilâh edinmekle) zulmedenler azabı gördüklerinde kuvvetin tamamının Allah'ın olduğunu ve Allah'ın azabının pek şid­detli bulunduğunu görürlerse (şübhesiz pek fazla pişman olacaklar­dır.)

(166) Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı görüp peşlerinde gi­denlerden uzaklaşıp ve aralarındaki sebeblerin kesildiğini    (görünce pişman oldukları gibi.)

(167) Uyanlar, «keski bizim için Dünyâ'ya    bir dönüş olsa da, uyulanlar (önderler) bizden uzaklaştıkları gibi, onlardan biz de uzak-laşsak» dediler. Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarım hasretler ha­linde gösterecektir. Onlar hiç de Cehennem'den çıkacak değillerdir.

(168) Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl olarak bulunan nesnelerden yeyiniz! Sakın şeytanın adımlarına tâbi olmayınız. Şüb­hesiz ki, şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.

(169) Muhakkak ki, şeytan size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyleri uydurmanızı emreder. [80]

 

Tefsir

 

(164) Müşrikler, «İlâhınız bir ilândır!..» Âyetini dinledikleri zaman, hay­retle sordular: «(Ey Muhammedi Eğer doğru isen, senin doğruluğunu isbatlayan bir Âyet getir!» Bunun üzerine şu Âyet nazil oldu: «Şüb-hesiz ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün peşi peşine gelişinde...»

Neden «gökler» tâbiri çoğul olarak kullanılmış da «yer» ise, tekil olarak kullanılmıştır? Zira gökler yer küremizden başka bulunan, ve biri diğerinden ayrı olan ve hakikatta değişik tabakalardır.

Jüpiter, Neptün ve Uranüs gibi yerküremizden daha büyük yıldız­ların her biri birer gök olabilir...

Denizde yürüyen gemide de Allah'ın birliğine delil vardır. Zira ge­mi ile denize dalınır ve denizin acaiblikleri temaşa edilir. Dolayısıyla onu yaratanın azameti hatırlanır. Denizin yağmur ve buluttan önce zikredilmesinin sebebi, onların menşei olmasından ileri geliyor.

Âyette geçen «sema» tabiri felek, bulut ve yüksek cihet ma­nâlarına gelir. Burada bulut manâsında kullanılmıştır.

Yağmurun yağışı, bitkilerin onunla oluşu ve bu yüzden canlıların yeryüzünde üreyip dağılmasıyle Allah'ın birliğine istidlal ediyor Kur'-an!..

Rüzgârların oluşup değişik yönlerden esmesi, bitkilerin döllenme­sini temin etmesi ve bulutlara yer değiştirmesi de vahdaniyet'e de­lâlet eder!..

Yer ile gök arasında otağlar gibi öbek, öbek yayılan, düşmiyen ve parçalanmayan bulutların oluşu ve varlığı bir kâdir-i mutlak'm varlığına delâlet eder!

Bütün bunlar, akıllarının göziyle bakanlar için Vahdâniyet-i Süb-hanîye'nin birer delilidirler. Allah'ın Resûlü'nden, «Bu Âyeti Celîleyi okuyup çiğniyene, yani düşünmiyene yazıklar olsun!» hadîsi vârid ol­muştur.

Bu Âyetlerin Mâbud-u Hakikî'nin varlığına ve birliğine delâlet et­mesi, bir çok yöndendir. Hulâsası şudur:

Bütün bunlar, imkân (oluş) dahilinde bulunan nesnelerdir. Her biri özel bir tarzda muhtemel yönler ve değişik taraflar arasından se­çilip olmuştur. Zira göklerin bugünkü hareketinin aksine dönmeleri ihtimal dahilindedir. Saman yolu değişik olabilirdi ve bugün üzerinde bulunduğu tarz üzerinde de olabilir ve olmuştur. Öyle ise, onu oluştu­ran kudret sahibi, hikmet vasıflı bir zât vardır ki, hikmetinin istediği şekilde onu oluşturmuştur. Başkası onun yaptığına itiraz edemez. Zi­ra onun kudreti gibi bir kudrete sahib olan Bir ilâh onunla beraber olsaydı, eğer ikisinin İradesi birbirine uysaydı ve ikisi (Haşa) bir­den yapsaydı bir işin üzerinde iki failin tesir etmesi kaçınılmaz olur­du. Birinin iradesiyle olsaydı, tercih sebebi olmaksızın tercih etme lâ­zım geldiği gibi ilâhlığa muhalif olan acizlik sıfatı da diğerinde olu­şurdu. Her birinin iradesi ayrı olsaydı temanu' ve tetarud (yani birbi­rine mani olmak ve birbirini kovmak) lâzım gelirdi. «Eğer yerde ve gökde Allah'dan başka ilâhlar olsaydı onların ikisi de yıkılırdı.» Âyeti ti bunu ifade eder.

Ayni zamanda Âyeti Celîle Kelâm îlmi'nin faziletine de parmak basar. Bizi mahlûkatı inceleyip Hâlik'ın varlığına ve birliğine varma­ya çağırır!..

(165) «Allah'ı bırakıp ona ortak koştukları putları ilâh edinen bazı in­sanlar vardır» bu Âyette geçen «ENDAD» putlar demektir veya Dün­yada körü körüne sapık insanların taklit edip peşlerinden koştukları bir takım kötü önderler demektir. Çünkü daha sonraki Âyet'te: «Ha­tırla o zamanı ki, uyutanlar uyanlardan uzaklaştı.» denilmektedir.

Putlar ve kötü önderlerin hepsini kapsayıcı bir manâ da kastedi-lebilir.

Bu sapıklar peşine düştüklerini Allah'ı sevdikleri gibi severler. Ya­ni önderleri ile Allah'ı sevgide tâât ve tazimde eşit ve denk tutarlar. Kulun Allah'ı sevmesi, başka bir kulu sevmesi gibi değil, O'na itaat etmesi ve razı olduklariru oluşturmaya çalışması demektir. Allah'ın kulu sevmesi ise, ona ikram etmesini irade etmesi onu ibâdette çalış­tırması ve günâhlardan koruması demektir. Sapıkların Tağutlan sev­mesi hiçbir zaman ehli îmanın Allah'ı sevmesi ile eşit olamaz.

Bu Âyeti Celîle bazı meallerde yanlış meallendirilerek sanki mü1minler Tağutlan seviyormuşlar da Allah'ı daha çok seviyorlarmış gibi bir manâ verilmektedir. Oysa belirttiğimiz gibi, müzminlerin Allah'a bağlılığı putperestlerin putlarına bağlılıklarından daha kuvvetlidir. Zira Allah'ı sevmek daimî ve kesilmezdir. Amma diğer sevgiler böyle değildir. Zamanla az bir sebeple dağılır gider. Milyonlarca put peres-tin İslâm'a girişi bunun en bariz delilidir.

(167) Dünya'da sahte olarak ortaya atılan binlerce insanı peşlerine ka­tan Tağutlar Allah'ın azabını gördükleri zaman cemaatlerinden vazge­çerek uzaklaşmak isterler. Aralarındaki bağlar kopar. Dünya'da sapı­tan cemaatler, «Keski bir daha   Dünya'ya dönse idik, bu tağutlarm bizden uzaklaştıkları gibi onlardan uzaklaşıp intikam alsaydık» derler. Fakat heyhat! Artık bu devirler kapanmış olacaktır. Hiçbir çabanın faydası olmayacaktır. Allah (C.C.) onların bu pişmanlıklarını içlerini dağlamak için onlara gösterecektir. Onlar ebediyyen Cehennem'de ka­lacaktır.

(168)  Bir gurup, nefislerine güzel yemekleri güzel elbiseleri yemeyi ve giymeyi haram kıldılar. Akıllarınca bu şekilde gitmekle Allah'a (C. C.) daha çok yaklaşırlardı. Bunun üzerine şu Âyet geldi: «Ey insanlar yeryüzündeki mahsullerden   helâlini ve şer'ân   güzel olanını yiyiniz. Sakın şeytanın adımlarına   tâbi olmayınız,    onun izinde gitmeyiniz! Kesinlikle şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.»

Hevayı nefse tabî olan, şeytanlara uyduğundan haramı helâl, he­lâli de haram kılarlar. Oysa haramı helâl veya helâli haram kılan dî­nin dışına çıkmış olur.

Şeytanın açık düşmanlığı, ancak basiret erbabına görünür. Şeyta­nın yolunda gidenlere yardım etmesi aldatmacadır. Esasında en büyük düşmanlığı onlara yapmaktadır.

(169) «Ancak size kötülük ve fahişelikleri emir eder.» cümlesi, şeytanın düşmanlığının delili ve açıklamasıdır. Kötülük ve fahişelikler aklen benimsenmemiş ve şerân çirkin bulunmuş şeyler demektir.

«Bilmediklerinizi Allah'ın hakkında söylemenizi size emir eder.»

Putlar edinmek, haramları helâl bilmek ve helâlleri de haram bilmek gibidir. Âyet başlı başına zanna tabî olmanın yasak olduğunu bildirir.

Serî bir delile dayanılan müctehidin zannına tabî olmak ise, mukallid için kesinlikle vaciptir. Bu husus usûl kitaplarında tafsilâtlı bir tarz­da belirtilmektedir.

Müşrikler Kur'ân'a ve diğer semavî deliller ve âyetlere tabî olma­ya davet edildiler. Fakat kabul etmeyince şu Âyeti Celîle nazil oldu: «Onlara Allah'ın indirdiğine uyunuz denildiğinde, «Biz ecdadımızın yoluna tabî oluruz.» cevabını veriyorlar.» Rabbimiz bu Âyetle İslâm sistemini bırakıp körü körüne örf ve âdetleri taklid edenleri yeriyor. Bazı âlimlere göre bahsi geçen Âyet Yahudilerden bir gurup hakkında nazil olmuştur. Allah'ın Resulü onları İslâm'a davet etti. Onlar; «Biz İslama değil ecdatlarımızı üzerinde bulduğumuz dîne tabî oluruz, çün­kü ecdadımız bizden daha hayırlı ve bilgin idiler.» cevabını verdiler.

«Acaba ecdatları hiçbir şey bilmeyip hidayete ermemişlersede mi onların peşinden gideceklerdir?» Bu cümle, körü körüne taklid eden­lerin ahmaklıkta en ileri merhalede olduklarının delilidir. [81]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(164) «Şübhesiz ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün

arka arkaya geldiğinde ...... bulutların evirip   çevirmesinde düşünen

bir Kavun için âyetler (deliller ve Mu'cizeler) vardır...»

Bu âyeti Celîle'ye dair Selefden gelen rivayetler:

«Âyetler»den maksad, Allah'ın (C.C.) birliğine delâlet eden delil­lerdir. Bu da, göziyle bakan, akliyle düşünen topluluklar içindir.

Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan:

«Kureyş Kabilesi Allah'ın Resulüne (S.A.V.), «Safa» tepesini ken­dileri için altına çevirmesini ve düşmanlarına karşı güç olarak kullan­malarına elverişli kılmasını Rabbinden istemesini (onu verdiği tak­dirde sana îman ederiz diye) teklif de bulundular. Bunun üzerine Allah (C.C.) Resulüne: «Onların isteklerini veririm. Safa'yı altın yaparım. Fakat bundan sonra yine de kâfirlikte İsrar ederlerse, âlemlerden hiç kimseye tatbik etmediğim bir azabla onları azablandınnm» diye Vah­yi gönderdi. Bu Vahyin karşısında Hz. Peygamber Allah'a şöyle yal­vardı «Ey Rabbim! Beni Kavmimle başbaşa bırak. Onları bir güne karşılık bir gün (senin dinine) çağırayım!» Bu istek üzerine Cenab-ı Hak yukardaki âyeti celîleyi indirdi.

İbni-Cerir Said b. Musayyeb'den rivayet etti: «Sizin ma'budunuz bir tek ma'buddur» âyeti indiği zaman, yüzlerce puta tapan müşrikler hayret ettiler: «Muhammed bize; mabudunuz bir tek ma'buddur der. Eğer doğru ise, bize bu hususu doğrulayan bir âyet (alâmet) getirsin»

dediler. Bunun cevabı olarak Cenab-ı Allah bahsi geçen âyeti indirdi.

Ebu-Şeyh Selmân'dan rivayet etti:

Geceyi sevku-idare ile görevli bulunan meleğin adı «şerahil» dir. Gece zamanı yaklaştığında siyah bir sicim (veya boncuk) alır, ba­tı tarafından sarkıtır. Güneş ona bakar bakmaz bir göz açıp-kapana-cak kadar bir zamanda saranp batışa yüz tutar. Güneş o sicimi gör­medikçe batmamakla emredilmiştir. Güneş battığında gece gelir. «HE-rahil» adlı bir melek gelip beyaz bir sicimi doğu tarafından sarkıt-madıkca, o siyah sicim asılı kalır. Şerahil onu görünce ona sicimini uzatır. Güneş, beyaz sicimi gördüğünde doğar. Zaten onu görmedikçe doğmamak emrini almıştır. Güneş doğunca da gündüz geliyor.»

Malûmdur ki; sicim sarkıtılması, meleğin gelmesi, güneşin doğ­ması, gece ve gündüzün oluşması, güneş manzumesinden kinayedir. Bu manzume de zaten bir âmirin emrindedir. Onun' direktifiyle yü­rür, durur, gider ve gelir. Kâinatı yokluktan var eden, her şeyi bir ni­zam ve intizama bağlayan ve insanoğluna musahhar kılan Zatı Kibri­ya ortaktan münezzehtir.

İbni-Ebi-Hatim «Fülk gemi demektir» dedi.

Aynı zat Suddî'den naklen «besse» kelimesi yarattı demek oldu­ğunu nakletti.

İbni-Cerir Kattade'den: «Rüzgârların evirip çevirmesi demek, is­tediği anda onları rahmet kılıp bulutlan aşılamaya amade kılmak, ve Rahmetinin müjdecisi yapmak veya onları kısır ve herhangi bir tohu­mu getirmez üstelik azab üstüne azab kılmak demektir.»

İbni-Ebi-Hâtim Ubey b. Kab'dan rivayet etti:

«Kuf'an'da riyah (Rüzgârlar) tâbiri gelirse rahmet manâsını ifade eder. Kur'an'da RİYH (Rüzgâr) diye geçen her tâbir de azab demektir.»

Rüzgâra küfretmenin haramlılığı hususunda bir çok sahih hadîs gelmiştir. Onların direkt olarak bu âyetle ilgisi olmadığı için naklet­medik.

(165) «İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını eş ve ortak tutarlar. On­ları Allah'ı sever gibi severler.»

Bu âyetin hakkında Seleften gelen bazı rivayetler:

Abd b. Hümeyd Mucahid'den rivayet etti: «Hakkı o, eşlerle muta­zarrır kılmak ve onlarla böbürlenmek yönünden o eşleri ve ortakları edinirler. İman edenlerin Allah'ı sevmeleri, kâfirlerin putlarım sevme­sinden daha fazladır.»

Îbni-Cerir Ebi-Zeyd'den: «Bu, müşriklerin Allah'a eş koştukları, Allah ile beraber (Haşa) tapdıklan bâtıl ma'budlarıdır. İman edenler Allah'ı sevdikleri gibi, onlar da o, putları severler. Oysa iman edenlerin Allah'ı sevmesi onların bâtıl ma'budlarını sevmesinden daha şiddetli ve fazladır.» diye rivayet etti.

İbni-Cerir Suddî'den: «Eşlerden maksad, bir takım kişilerdir ki, Allah'a itaat ettikleri gibi, onlara itaat ederler. O Allah'a eş koşulan kişiler, onlara emrettikleri zaman onların dediklerini yapar. Allah'a ise isyan ederler.» diye rivayet etti.

«O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman hiç tartışmasız kuv­vetin tamamının Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın ger­çekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.»

Bu âyetin tefsirinde îbni Cerir Ez-Zübeyrî'den şunları rivayet etti:

«Ey Muhammedi Nefislerine zulmedip benden başka eşler ve or­taklar edinen ve sizin beni sevdiğiniz gibi onları seven zalimleri Kıya­mette kendilerine hazırladığım azabımı gördüklerinde müşahede et-seydin o zaman bütün kuvvetin putlara değil, bana (Allah'a) mahsus olduğunu bilecektin. Evet bilecektin ki kuvvet Allah'ındır, onlara o günde hiç bir yaran olmayan ve kendilerinden oluşan azabı kaldırma­ya kadir bulunmayan putlann olmadığına kesin keş kanaatin oluşa­caktı.

Benim azabımın beni (zat veya sıfatımı) inkâra kalkışanlar için pek şiddetli ve çetin olduğunu görecektin. Benden başka bir ilâhın ol­duğuna inanmanın cezasının pek dehşetli olduğu günü görecektin...»

(166) «Hatırla o zamanı ki, kendilerine uyutanlar peşlerine takılanlar­dan hızla uzaklaşmıştır...»

Bu âyetin Seîefden vârid olan açıklaması şöyledir:

Abd b. Hümeyd Kattade'den: «Şirkte önder olan diktatörler, körü körüne Dünya'da peşlerinde gidenlerden hızla uzaklaşıp yaka silker-ler.»

Kattade: «Onlar şeytanlardır. Peşlerinde giden insan oğlundan teberri ederler.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Aralarındaki bağlar parçalanıp kop­muştur..» cümlenin tefsirinde; aralarındaki sevgi bağı parçalanmıştır diye rivayet etti.

İbni Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «Esbabdan maksad, konaklardır.» İbni-Cerir İbniAbbas'dan: «Esbabdan maksad, rehimlerdir.»

Ebu-Naim Mucahid'den: «Esbabdan maksad, Dünyada onların aralarında bulunan birleşmeler ve sevgilerdir.»

Abd b. Hümeyd Ebi-Salih'ten: «O sebebler, amelleridir.»

İbni-Cerir Rebi'den: «O sebebler konaklarıdır.» diye rivayet etti­ler.

(167) «Tâbi* olanlar şöyle temenni etmektedirler: Keski bizim için bir dönüş olsaydı...»

İbni-Cerir Kattade'den bu âyetin tefsirini şöyle rivayet etti: «Kes­ki Dünya'ya bir dönüşümüz olsaydı.»

İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den rivayet etti: «İşte böylece Allah onlara amellerini pişmanlık halinde gösterecektir...» âyetindeki amel­lerden maksad, pis ve kötü amelleridir. Kıyamet gününde o ameller onların aleyhinde hasret ve nedamet olur...»

(168)  «Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerden helâli ve temizi ye-yiniz...»

Bu âyeti Celîie «Sakif», «Huzaa» ve «Beni-Mudlec» Kabileleri hakkında inmiştir. Onların nefislerine haram kıldıkları bir takım hayvan­ların durumunu izaha kavuşturmuştur. Fakat hüküm daha önce de belirtildiği gibi umumidir.

İmam-ı Şâfîi hazretleri «Tayyibten murad, lezzetli sayılan ve sağ­lam tabiatların nefret etmediği şeylerdir.» dedi.

İbni-Merduyeh tbni-Abbas'dan rivayet etti:

«Bu âyet Resûlullah'ın (S.A.V.) yanında okundu. Sad b. Ebi-Vek-gas kalkıp; Ey Allah'ın Resulü! Allah'a yalvar ki beni duası kabul olu­nan kullarından eylesin» diye dilekte bulundu. Hz. Peygamber: «O halde ey Sad, yiyeceğini tayyib kıl, duan kabul olunacaktır. Muham-med'in. nefsini yed'i kudretinde bulunduran Allah'a yemi ederim ki, bir kişi haram lokmayı içine indirir. Bundan ötürü de kırk güne kadar ondan (duası veya ibâdeti) kabul edilmez. Hangi kul ki, eti haramdan veya faizden bitip gelişmişse ateş onu yakmaya daha elverişlidir!»

«Sakın ha şeytanın adımlarına uymayınız». Îbni-Cerir: «Şeytanın ameline uymayınız» demektir dedi.

İbni-Ebi-Hâtim: «Kur'an'a muhalefet eden her şey şeytanın adım­larıdır.»

İkrime: «Şeytanın adımları, onun vesveseleridir.»

Said bin Cübeyr: «Şeytanın adımlan, onun süslü püslü gösterdi­ğidir.»

Kattade: «Allah'a (C.C.) karşı işlenen her ma'siyet şeytanın adım­larıdır...»

Abd b. Humeyd İbni-Abbas'dan: «Gazab ve öfke halinde yapılan her yemin ve adak şeytanın adımlarındandır. Bunun kefareti, ye­minin kefaretidir.»

Abdurrezzak, İbni-Mes'ud hazretlerine tuzla yemlen bir bitki ge­tirildi. Yemeye başladı. Yanmdakilerden biri bir kenara çekilip yeme­di. İbni-Mes'ud: «Arkadaşlarınıza da veriniz» dedi. O, adam: «İste­mem» dedi. İbni-Mes'ud: «Oruçlu musun?»

Kişi: «Hayır.»

İbni-Mes'ud: «O halde neden yemiyorsun?»

Kişi: «Bu maddeyi yemeyi nefsime haram etmişim. İbni-Mes'ud: «Bu yaptığın şeytanın adımlarındandır. Bu bitkiden ye ve yeminin keffaretini ver» dedi.

Abd b. Humeyd Hasan-ı Basrî'den rivayet etti:

«Kim ki yüzüstü sürüne sürüne haccetmeyi kendisine adarsa, onun bu yaptığı şeytanın adımlarındandır.»

Abd b. Humeyd: «Bir zat Cabir b. Zeyd'den sordu: Bir kişi bur­nuna bir altın halka takacağına yemin etmiştir. Buna ne buyurulur?»

Cabir: «Bu, şeytanın adımlanndandır. Bu oldukça o Allah'a (C.C.) isyan etmiş olur. Halkayı burnundan çıkarsın ve yemin keffaretini versin.»

Abd b. Humeyd Ebi-Meclez'den rivayet etti: «Şeytanın adımları, onun ma'siyetle yapmış olduğu adaklardır.»

(169) İbni-Cerir «(Âyetteki «Sui» kelimesi masiyet manasınadır.  «Fah-şa» kelimesi zina demektir.» dedi. [82]

 

Meal

 

(170) Onlara Allah'ın indirdiğine    uyunuz denildiğinde    aksine biz ecdatlarımızı üzerinde bulduğumuz şey'e tâbi oluruz, derler. Baba­lan birşey bilmez ve hidayeti bulmaz (guruptan) İseler yine demi on­lara tâbi olacaklar?!!

(171) İnkâr edenlerin meselesi, çağırma ve bağırmadan başka­sını duymayarak haykıran bir kimsenin meselesi gibidir.   Dilsiz, sağır ve kördürler. Onlara gelince, bu yüzden akıl erdirmezler.

(172) Ey îman edenler! Size rızik olarak verdiğimizin helâlların-dan yeyiniz, eğer Allah'a ibâdet ediyorsanız ona şükür ediniz.

(173) Şüphesiz ancak Allah size ölü hayvanın etini, kanı  (her türlüsünü), domuzun etini ve Allah'tan başkası için kesilen kurbanın etini haram etmiştir. Lâkin darda kalana başkasının hakkına el uzat­mamak ve zaruret miktarım aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah çokça bağışlayan ve merhamet edendir.

(174) Şüphesiz ki, Allah'ın indirdiğini    kitaptan gizleyenler ve onunla az bir değer satın   alanlar, işte onlar var ya karınlarına tıka­dıkları ancak ateştir.

Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz ve onlan günâhların­dan arıtmaz. Onlar için pek elem verici bir azap vardır.

(175) İşte onlar o kimselerdir ki, sapıklığı hidayetle azabı mağ­firetle satın almışlardır. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar.

(176) O azap, Allah'ın kitabını hak ve doğru indirdiğinden ileri geliyor. Şübhesiz ki, kitapta ihtilâfa düşenler. Kesinlikle derin bir çık­mazın içindedirler!.. [83]

 

Tefsir

 

Bu bölümde işlenen konular:

1- Küfür katıksız taklitten ileri geliyor.

2- Helâl nzkın her türlüsünden istifade edilebilir.

3-  Haram kılınan nesnelerin beyanı ve ne zaman ve ne miktar­da mubah olacaklarının durumu.

4- Dünyalık karşısında Kelamullah satılmaz hükmü.

(170) Kâfirler taklitçilikte o kadar derinlemesine dalmışlar ki, kendile­rine okunan ilâhî sistemlere kulak vermedikleri gibi kendilerine söyle­neni de düşünmek istemezler. Bunun için bunlar sesi işitip manâsını anlamadan bağıran hayvanlar gibidir, sesi hissediyor, fakat manâsını anlamıyor, veya Tağutlann çağırmaları hayvanları çağırmaya benzi­yor; ne Tağut çağrıyı anlar, ne de hayvan!

(172) Ehli îman helâl nzıklann tamamından istifade edebilir. Evlenme­mek yememek ve içmemek, dağların başına ve taş kovuklarına çekil­mek hıristiyan ruhbanlarına mahsus bir durumdur. îslâmiyette ise, ruhbanlık yoktur. Ancak Müslümanlar araştırıp helâlinden nzıklanır, verilen nimetlerin şükrünü edâ etmek üzere   Hakk'ı ayakta tutarlar. Nimetlerin Allah'tan geldiğini bilir ona şükür ederler. Nitekim bir Ha­dîsi Şerifte Allah'ın Resulü, Allah'tan şunları nakil etmektedir: «Şüp­hesiz ki, ben, insanoğlu ve cinler büyük bir haber ile karşı karşıyayız, Ben yaratıyorum. Benden başkasına kulluk yapılıyor. Ben rmk veriyo­rum, başkasına şükür ediliyor.»

(173) Rabbimiz, mundar ve ölmüş hayvanın yenmesini ve her türlü yol­dan istifade edilmesini haram kılmıtır. Mundar hayvan, kesilmeyen hayvan demektir. Hadîsi Şerif ile, bir diri hayvandan kesilen herhangi bir parça da mundar kabul edilmiştir. Balık ve çekirge ise örfen veya şer'ân mundarlardan ayırt edilmiştir. Mundarın derisinden ancak ta­bak edilmek sureti ile istifade edilir. Karaciğer ve dalak müstesna ka­nın her türlüsü haramdır, yenilmez, içilmez. Ancak tedavi ve zaruret halleri müstesnadır. Domuzun eti haramdır denildi; yağı derisi kemik­leri de ete tabidirler, onların da haram oldukları tab'ân bilinmektedir.

Zahirî mezhebi her ne kadar haramlığın ette olduğunu iddia etmiş ise de İcmâ bunun hilâfınadır.

Kesildiğinde Allah'dan başkasının ismi üzerinde haykırıp söylenen hayvanın eti de yenilmez. Yâni Allah'dan başkasının niyetiyle kesilen kurbanın eti yenilmez. Bir mundarı diğerine tercih etmeksizin mec­bur kaldığında ve «Sed-i Ramak» (ölmiyecek kadar) yenmesi helâldir.

Bazı âlimler Âyette geçen «Velâ - Adın»; yol kesici olmamak de­mektir. Bu zaruret halinde haramdan istifade edilebilir. «Gâyr-ı bâ-ğin» ise, «devlete karşı gelmemiştir.)) şeklinde tefsir edilmiştir. Bu tef­sire göre, devlete karşı başkaldıran ve yol kesmek maksadıyle sefere çıkan bir kimse bu zaruret hükmünden istifade etmez.

(174) Allah'ın indirdiği Âyetleri inkâr eden ve ne kadar olursa olsun dünyalık karşısında satanlar midelerini ateşle doldurmuşlardır. Kıya­met Gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları günâh kirinden te­mizlemez. Onlar için elem verici azab vardır. Onlar Dünyâda hidayeti vermiş dalâleti almışlardır. Âhirette ise, mağfireti verip azabı satın al­mışlardır. Bu alış-verişleri, tama'lar ve dünya çıkarları için Hakk'ı giz­lemelerinden ileri geliyor! Allah'ın hak ile indirdiği Kitabı yalanlamak ve gizlemek suretiyle terketmelerinden ileri geliyor! [84]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsiri

(170) «Onlara; Allah'ın indirdiğine tâbi olunuz denildiği zaman onlar 'Hayır biz ecdadımızı neyin üzerinde bulduksa ona tâbi oluruz' dedi­ler......»

Bu âyetin Selefden gelenle açıklaması şöyledir:

İbni-Cerir ve İbni-İshak İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Resûlüllah (S.A.V.) Yahudileri İslâm dinine çağırdı. Onları o, yöne teşvik etti. Al­lah'ın (C.C.) azab ve tenkilinden onları korkuttu. Bunun üzerine Rafi b. Harice ve Malik b. Avf adlı Yahudiler: «Ey Muhammed, sana de­ğil, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine tâbi oluruz. Atalarımız, bizden daha âlim ve daha hayırlı idiler» dediler. Bundan sonra Ce-nab-ı Mevlâ yukarıda bahsi geçen âyeti indirdi.»

Îbni-Cerir Rebi ve Kattade'den «elfeyna» kelimesinin «Bul­duk» mânâsında olduğunu rivayet etti.

(171) «Küfre dalanların meselesi bağırmakdan başka bir şeyi duymayıp seslenenin meselesi gibidir.» Bu âyetin tefsirinde Îbni-Abbas: «Sığır, merkep ve koyunun meselesi gibidir. Bazılarına bir söz söylediğinde ne dediğinizi anlamaz. Ancak sesinizi işitir. Kâfir de böyledir. Ona bir ha­yır, emreder veya bir şerri yasaklarsan veya nasihat yaparsan ne de­diğini idrak edemez ancak sesini duyar.»

Îbni-Cerir, İbni Cüreyç'den rivayet etti: «A'ta bana bu âyetin bah­settiği kâfirler «Allah'ın indirdiği Kitabdan bir şeyi ketmedip gizli-yenler ve onunla değeri az bir şeyi satın alanlardır. Onların yedikleri de ateşten başkası değildir...» yani Yahudilerdir dedi.»

(172) «Ey îman edenler! Size verdiğim nzkm  tayyibelerinden yeyiniz. Eğer sadece Allah'a kulluk   yapıyorsanız   Allah için    (ona) şükredi­niz...»

İbni-Ebi-Hatim Said b. Cübeyr'den «Teyyibatjin helâller demek olduğunu rivayet etti.

İbni-Sad Ömer b. Abdülaziz'den rivayet etti: «Ayetteki «Teyyib» kazancın helâli demektir. Yiyeceklerden olan helâl demek değildir.»

İbni-Cerir Dehhak'tan: «Bu helâl, rızkın helâlidir» diye rivayet etti.

Ahmet, Müslim ve İbni-Ebi Hatim, Ebu-Hüreyre'den rivayet etti­ler: «Resûlüllah (S.A.V.) buyurdu: Allah Teyyibdir (Temizdir). Ancak Teyyibi kabul eder. Allah Peygamberlere neyi emretmişse, müminlere de aynı şeyi emretti: «Ey Peygamberler Teyyiblerden yeyiniz, salih amelde bulununuz. Şübhesiz ki, sizin yaptığınızı biliciyim.» Ve yine: «Ey îman edenler size verdiğimiz rızkın Teyyiblerinden yeyiniz.» dedi. Cenabı Peygamber bunları söyledikten sonra uzun yolculuğa çıkan, sa­çı  sakalı tozlu topraklı olan, ellerini göklere uzatıp: «Ey Rabbim, Ey Rabbim diye yalvaran fakat yemeği haram, içeceği haram, giyeceği haram ve haramla gıdalanmiş o kişinin duası nasıl kabul edilir?» diye bahsetti

(173) Jbnul-Munzir Ibni-Abbas'dan: «ühille» kesilmiş   demektir diye rivayet etti.

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Tağutlar için kesileni size haram kıl­dı.» diye nakletti.

îbni Ebi Hatim, Mücahid'den: «Allah'tan başkası için kesileni ha­ram kıldı» diye rivayet etti.

Aynı zat, Ebul-Âliye'den: «Allah'dan (C.C.) başkasının adı anıla­rak kesileni haram kıldı.»

İbni-Ebi-Hatim, İbni-Abbas'dan: «Âyette bahsi geçen haramlar­dan bir şeyi mecburiyet altında yiyene her hangi bir günah terettüp etmez. Mecburiyet olmaksızın yiyen bir kimse çizilen ilâhî sının aş­mıştır.»

İbnul-Munzir Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Mecburiyet mundar olanın hakkındadır. Taşkınlık yapmak yemektedir.»

İbni-Ebi-Şeybe Mücahid'den: «Müslümanlara karşı saldırgan ol­maksızın mecbur kalana onlar helâl olur. Kim. ki, süai-rahmi kesmek, veya yol kesmek ya da yeryüzünde fesadlık yapmak için veya cemaat­tan ayrılmak maksadı ile yola çıkmışsa, bu durumda mundardan ye­meye mecbur kalmışsa kendisine helâl olmaz.» [85]

 

İzah

 

Bu âyeti Celîlede, mundar olmuş hayvanın eti, kan, domuzun eti, ve Allah'dan (C.C.) başkasının ismiyle kesilen hayvanın eti haram olarak ilân edildi. Bu âyet Medenîdir. Yani hicretten sonra nazil ol­muştur. Genel olarak bütün haramları kapsamaktadır. Bir rivayete göre Cenab-ı Hak bu âyetin te'kidi olarak «El-En'am» Sûresinin Are-fe'de inen yüz kırk beşinci âyetini indirdi: «De ki, bana Vahyi olu­nanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için ölü eti, dökülen kan, domuz eti, veya Allah'dan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Kim ki, mecbur kalır, saldırma­mak ve haddi aşmamak şartıyla (sayılanlardan yiyebilir). Şübhesiz Rabbin çokça bağışlayandır, çokça esirgiyendir.»

Bir görüşe bakılırsa «El-En'am» âyeti Mekkî âyetlerdendir. O za­man âyette sayılan haramlardan başkası yoktu. Sonra «El-Maide» Sûresi Medine döneminde indi: «Boğdurularak öldürülen, sopalayarak öldürülen, bir yüksek yerden yuvarlanarak veya toslaşarak ölenin eti­ni, içkiyi ve başka haramları da ekledi» Allah'ın Resulü (S.A.V.) da Medine'de dişleriyle parçalayan her canavarın, pençesiyle yırtan her kuşun etini haram kıldı. [86]

Ayette «meyte» diye geçen tâbirden maksad, kesilmesi âdet ol­duğu halde kesilmeksizin ölen hayvandır. Kurt gibi, eti yenilmiyenin ölümü, kesilmesi gibidir.

Bu âyetin getirdiği hüküm umumidir. «Balık ile çekirge olmak üzere iki ölü, ciğer ile dalak olmak üzere iki kan bize helal kılındı.»  [87] Câbir'in Ânber hakkındaki hadîsi senedinin sıhhatiyle Kur'an'ın umu­munu böylece tahsis kıldı. Câbir'in hadîsini, Buharı ve Müslim «Size denizin avı helâl kılındı.» âyetiyle beraber rivayet ettiler.

İmam-ı Malik'e göre, denizin ölü ve diri bütün hayvanları helâl­dir. Mâlik hazretleri deniz domuzu hakkında fikir beyan etmekten çe­kinmiştir. «Siz domuz dersiniz}» diye soranlara cevap vermiştir.

Malik'in talebesi Kasım: «Ben deniz domuzunu yemekten sakını­rım, fakat haram olarak görmüyorum» dedi.[88]    

Alimler, Kur'an'ın Sünnet ile tahsis olunup olunmaması husu­sunda ihtilâf ettiler. Bununla beraber zaif hadisle Kur'an'm tahsis edilmemesi hususunda ittifaklan vardır.

Bu âyetin tahsisine Müslim'in şu gelen hadîsi de delâlet eder:

Abdullah b. Ebi-Evfa: «Resûlüllah (S.A.V.) ile beraber yedi savaşa katıldık. Peygamberle beraber çekirgenin etini yedik.» Bu hadîsin za­hiri delâlet eder ki, çekirge ne şekilde ölürse ölsün eti yenir. Bu görüş, İbni-Nafiin, Abdul-Hakem'in, Şafii'nin, Ebi-Hanife'nin ve başka âlim­lerin de görüşüdür. Malik'in görüşü; eğer çekirge eceliyle ölürse yenil­mez. Çünkü karanın avındandır. îhramlı hacı onu öldürdüğünde ceza verdiğine göre kara avından olur.

Mundarın herhangi bir parçasından istifade edilir mi diye ihtilâf ettiler. Mâlik; istifade edilir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) Meymune'nin ölmüş koyununu gördüğünde «Niçin derisini almadınız» diye sordu. Yani mundarın parçası olan derisinden istifade edilir.

Başka bir görüşü, mundarın hiç bir şeyinden istifade edilemez ve necasetlerden de istifade etmek haramdır. Hatta necis su ile sulamak bile caiz değildir, necis su hayvanlara içirilmez, necasetler hayvanlara verilmez. Mundar, köpeklere dahi verilmez. Çünkü Cenab-ı Hak: «Mundar size haram kılındı...» dedi.

Bir de Abdullah b. Ükeym'in hadîsinde «Ölünün derisi ve sınırlan dahil hiç bir parçasından istifade etmeyiniz» diye vârid olmuştur.

Hayvan kesildiğinde karnındaki yavru da kesilmiş sayılır. Ancak diri çıktı mı kesilir. O zaman müstakildir. «Dilerseniz kesilmiş hayva­nın kanundan çıkan ölü yavrudan yeyiniz. Çünkü onun kesilmesi an­nesinin kesilmesiyledir.» [89]

Mundarın derisi tabakla temizlenir mi diye İmam-ı Mâlik'ten de­ğişik rivayetler gelmiştir. Mezhebin zahirine göre temizlenmez. Fakat «Hangi deri tabak edilirse, o, temiz olmuştur.» hadîsine göre temizlenir demiştir. Bu iki ters görüşün nedeni kısaca şudur: Temizlenmez de­miştir. Çünkü ölünün bir parçasıdır. Hali-hayatta ölüden soyulursa necisdir. Öyle ise ete kıyasen tabakla temizlenmemesi icab eder. Ta­bakla temizlenir diyen hadîsler, deride olan pislikleri tabak giderir. Kuru eşyada kullanmak veya üzerinde oturmak suretiyle kendisinden istifade edilir demektir, görüşünü ileri sürdü İmam-ı Mâlik hazretleri...'

Mundar hayvanın tüyleri ve yünü tahirdir. Çünkü Ümmü Se-leme'den Resûlüllah'ın (S.A.V.): «Tabak edildiği takdirde mundann derisinde, yıkandığı takdirde tüy ve yününde her hangi bir beis yok­tur.» hadîsi rivayet edildi. Bir de hali hayatında tüyleri alınsaydı ta-hirdi Öyle ise, ölümünden sonra da durum budur. Eti ise hali hayatta alındığı takdirde necis ve haram olduğu gibi ölümünden sonra da ne­cis olur.

Yine İmam-ı Mâlik'e göre; mundardan alman süt ile yumurta tahirdirler. Ancak necis bir kapta oldukları için necis olurlar.    Ölümle ise, necis olmazlar.

Fare bir şeyde ölürse, eğer o şey katı ise, sadece etrafını pisler. Eğer sıvı ise hepsini necis eder. Katıya düşen fare ve temas ettiği et­rafı atılır, gerisi temizdir. Zira yağın içine düşüp ölen farenin durumu Resûlüllah'tan soruldu. Buyurdular: Eğer camid (katı) ise fare ile te­mas ettiği kenarlarını atınız. Eğer sıvı ise, dökünüz!»

Mundarın satışı hiç bir surette caiz değildir. Zira İmam Mâlik'e göre necisler satılamazlar. Çünkü Resûlüllah'tan (S.A.V.): «İçkinin bedeli nasıldır» diye sorulunca: «Allah Yahudilere lanet etsin. Onlara İÇ yağları haram edildi. Buna rağmen onlar onu eritip sattılar ve be­dellerini yediler dedi.»

Allah (C.C.) bir şeyi haram kıldı mı, onun parasını da haram kı­lar [90]

îmam-ı Şâfîi, «Mundarın kursağındaki «pizmiye» denilen nesne ve mundarın sütü necisdirler» dedi. Çünkü Cenab-ı Hak: «Size mundar haram kılındı» dedi.

Ebu-Hanife ikisinin de temiz olduğunu söyledi. Çünkü yaradılış yerinde hilkatan peydah olmuşta etrafını necis etmek etkisi kılınma­mıştır. Bunun içindir ki, et içindeki damarla beraber yenir. Oysa o da­marların içinde kanın bulunması yüzde yüzdür. Ve yıkanmamıştır. İmam-ı Mâlik'te Ebu-Hanife'nin içtihadına yakın bir içtihatta bulun­du. Mundarda bulunan maye ve süt Mâlik'e göre de ölümle necis ol­mazlar. Ancak necis kabın içinde oluşları onları necis eder. Bunlar yı­kanması da mümkün olmayan nesneler olduğundan yıkanmazlar da. İbni-Hüveyzimendad, bu konuda şunları söyledi:

«Eğer bu görüşünüz icmain tersini gerektirir. Çünkü Hz. Pey­gamber ve ondan sonra da müslümanlar peyniri yerlerdi. Oysa o ye­dikleri peynir de Acemistan'dan getirilirdi. Ateşe tapan acemlerin kes­tiklerinin mundar olduğu da malûmdur. O peynirin mundar hayvan­ların kursağındaki mayeden mi veya kesilmişinkinden mi yapılmasını hiç te sormadılar diye itiraz edilirse, bunun cevabı: «O peynirlere katılan mayenin az olduğunu farz et. Az necaset de bol sıvının içine gi­rerse ma'fuvdur. Yani necaset girmemiş gibidir» demektir.

Veya «ResûlüUah'ın (S.A.V.) o peynirden yemesi İslâmın başlan­gıcında idi. Hiç kimse Acemistan'dan getirilen peyniri Ashab-ı Gü-zinin yediğini nakledemez. Bilâkis peynir Arabların yemeğinden de­ğildi. Fütuhat sayesinde İslâm Acemistan'a yayıldığında hayvanları kesmek müslümanlann oldu. Binaenaleyh Acemistan'dan getirilmiş ve ateşperestlerin kestiği ve mundar olan hayvanların kursağından çıkan mayeden yapılmış peynirin getirilip getirilmemesini bir tarafa bırak Resûlüllah'ın (S.A.V.) ve ashabının peynir yediği nerden çıkı­yor?  [91]

Putperestlerin ve ateşperestlerin ve Kitabsızlann kestikleri et ha­riç diğer yemekleri yenir. Ancak kestiklerinin kursağından çıkan ma­ye ile yapılan peynirleri yenilmez.

Ehli-Kitabın yüzdeyüz domuz kursağından mayelenmiş olduğu bi­linen peynirleri de yenilmez.

Süneni-İbni-Maceh de:

Resûlüllah'dan (S.A.V.) peynir, yağ, kürk (veya yaban eşek) du­rumu soruldu. Cevab olarak buyurdu:

«Helâl odur ki, Allah Kitabında onu helâl etmiştir. Haram odur ki Allah Kitabında onu haram ilân etmiştir. Allah neyi sükût ile geçi$-tirmişse, o da afv olunmuştur.» dedi. [92]

Âlimler kanın haram ve necis olduğunda ittifak ettiler. Yenmez ve kendisinden istifade edilmez. (Ancak hayat bahis konusu olursa, «zaruretler mahzurları dahi mubah kılar» kaidesi ortaya çıkar.)

İbni-Hüveyzi Mendad: «Kana gelince, umumu - Belvâ olmadıkça o haramdır. Etin ve damarların içinde bulunan kan gibi Umumu Belvâ haline geleni Allah atfetmiştir.

Bedene ve elbiselere sıçrayan az kanla namaz kılınır. Bunu söyle­dik çünkü Cenab-ı Hak: «Size mundar ve kan haram kılındı» dedi. Başka bir âyette:

«De ki, bana Vahyi olunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölmüş hayvan (mundar) veya dökülen kan, veya domuz eti ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir lısk dışında haram kılınmış bir şey bulmuyorum.» (El-Enam: 145) dedi.

Bu ayet de dökülen kanı haram kıldı.

Aişe Validemiz: «Resûlüllah'ın (S.A.V.) devrinde et dolu çömleği kaynatıyorduk. Kandan ötürü sanlık çömleğin üstüne çıkardı. Onu çekinmeden yiyorduk. Çünkü bu tür kandan sakınmak zordur ve din­de zorluk yoktur.» dedi.

Dinin genel bir kaidesidir ki; ümmete herhangi bir ibâdet ağır ve çekilmesi güç hale gelirse, düşer. Görmez misin ki mecbur ve muztar kalan mundarın etinden yiyebilir. Ağır hasta orucu yiyebilir. Hasta su kullanmaktan muztarib ise teyemmüm edebilir. [93]

Hatta hazik, bilgin ve müslüman bir doktorun raporu ile hayat bahis konusu ise, hastanın oruç bozması vâcib olur. Abdest almak bir uzvun sakatlanmasına veya nefsin tehlikeye girmesine sebeb olursa, teyemmüm etmeye gitmesi gerekli olur.

Allah buradaki âyette kanı mutlak olarak «el-En'am»da dökül­müş kan diye kayıtlı olarak zikretti. Alimler buradaki Mutlak'ı Ora­daki Kayıtlı'nın üzerine hamlettiler. O halde buradaki kandan mak-sad dökülmüş kandır. Çünkü ete karışan kanın icmaen haram olma­ması sabit oldu. Ciğer ve dalak kanı da böyledir.

Balığın akıp ayrılmış kamnda ihtilâf edildi. EI-Kabısî; tahirdir dedi. İbni-Arabî haram olmamasını savundu. Çünkü haram olsaydı balığın boğazlanması meşru kılınırdı, dedi.

Hanifîler; balığın kanı necis değildir. Çünkü kuruduğunda beyaz-laşıyor. Kan olsaydı siyahlaşması gerekirdi dediler. İmam-ı Şafii'nin aleyhinde bu noktayı delil olarak kullanmışlardır. [94]

 

Domuzun Eti

 

Cenab-ı Hak domuzun etini betahsis zikretmiştir. Tâ ki, aynisinin (özünün) haram olduğuna delâlet etsin. İster boğazlansın ister boğaz­lanmasın aynisi haramdır.. Bir de iç yağları ve bedendeki sınırları kapsıyor diye eti zikretti...

Ümmet, domuzun iç yağlarının haramlılığmda ittifak ettiler. İmam-ı Mâlik; iç yağı yemiyeceğine yemin eden et yiyorsa, keffaret lâzım gelmez. Fakat et yememeye yemin eden iç yağı yiyorsa, keffaret lâzım gelir. Çünkü iç yağı etle beraber oldumu yine de et adını alır..

Yağ etin ismine girer. Fakat et yağ ismine girmez. Domuzun yağı etin ismine dahil olduğu için Allah onu da haram kılmıştır. Çünkü et kelimesi onu kapsar.

Domuzun kılı hariç her şeyi haramdır. Kılıyle pabuç dikilebilir. Yani kılını «Biz» yerinde kullanmak caizdir. Zira rivayete göre Al­lah'ın Resulü'nden (S.A.V.) domuz kılıyle delmek ve ip geçirmek hu­susunun caiz olup olmaması soruldu. «Onda bir beis yoktur.» diye ce­vap verdi. Bunu İbni-Hüveyzimendad söyledi. (Bak. Kurtubî cild 2-223 Darul-Katip. Kahire 1387). Çünkü Resûlüllah'ın (S.A.V.) devri-seade-tinde domuz kılının Biz yerinde kullanılması vardı. Ondan sonra da vardır. Resûlüllah'ın veya ondan sonra gelen imamların onu yasakla­dığını bilmiyoruz. Resûlüllah (S.A.V.) tarafından caiz görülen sanki yeniden şerîatlaşmıştır. [95]

 

Deniz Domuzu

 

Deniz domuzunun haram olup olmaması hususunda ihtilâf var­dır. İmam-ı Mâlik onun hakkında fikir beyan etmemiştir. «Siz domuz dersiniz» demekle iktifa etmiştir. [96]

 

Allah'dan Başkasının Adıyla Kesilen

 

Allah'dan başkasının adiyle kesilenden maksad, ateşperest, put­perest ve «Muattile»nin kestiğidir. Putperest, put adiyle keser. Ateşperest, ateş için keser. «Muattile» hiç bir şeye inanmadığı için kendi adıyla keser. Bunların bu tarzda kestiğinin yenilmemesi ittifak edil­miş bir meseledir. îmam-ı Mâlik ve Şâfîi katında bahsi geçen sınıfla­rın ister taptıklarının adıyla ister hiç bir şeyi anmaksızın kestikleri yenilmez.

İbnul-Musayyib ve Ebi-Savr bu sınıflar müslümanın emriyle müs-lüman için keserlerse kestikleri yenilir.

«ühille» ihlâl kökünden geliyor. Sesin yükseltilmesi demek­tir.

İbni-Abbas: «Burada dikilmiş taşlar ile putlara kesilen kasdedil-miştir» dedi.

Arablar, kim için hayvanı kesseler onun adını haykırırlardı. Hat­ta haram olmak nedeni olan niyet yerinde de bu tâbiri kullanmaları çoktur.

Görmez misin ki Hz. Ali, Galip Etraf Ferazdek'in kestiği develer hususunda niyetini gözeterek «Bunlar Allah'dan gayrisinin adıyla bo-ğazlananlardır dedi.»

Bir kadın Hz. Âişe'ye: ıcEy mü'minlerin annesi! Bizim Acemler­den dünürlerimiz vardır. Onların bir takım bayramları vardır. Onlar­dan bize hediyeler verirler. Acaba onlardan bir şey yiyelim mi?»

Âişe Validemiz: «O gün için kesilenden sakın bir şey yemeyiniz. Fakat ağaçlarından (meyvelerinden) yeyiniz» dedi.  [97]

 

İztırar Hali

 

Bu âyette sayılan haramlardan yemeye muhtaç olanın durumu şöyledir: Ya bir zalimin zorlamasıyla onlardan yemeye mecbur edile­cektir veya kıtlıktaki açlıktan ötürü mecbur olur. İki halde de tuğyan ve hududu aşmak yoksa, yiyebilir.

Cumhura göre; âyetin manâsı «yokluk ve açlık birisini bahsi ge­çen haramlardan yemeye mecbur bırakırsa» demektir.

Bazıları da manâsı; başkası tarafından zorlanırsa demektir dedi.

Mucahid: «Düşman tarafından tutulup domuz etinden yemeye zorlanan kişi gibi icbar edilen... demektir» dedi. Böyle bir zorlama so­nuna kadar haramlardan yemeyi mubah kılar.

Açlık daimi ise, mundar etten tıka-basa yiyebilir. Ancak ağacın başında bulunan hurma ve dağda bulunan koyun gibi alındığında el kestirmeyi gerektirmiyen müslüman malı varsa, mundardan yemesi helâl olmaz. Çünkü Ebu-Hüreyre: «Resûlüllah (S.A.V.) ile bir seferde iken ağaç dalıyla memeleri bağlı bulunan develeri gördük, onlara doğ­ru koştuk. Resûlüllah bizi çağırdı. Resûlüllah'a geri döndük. «Bu de­veler müslüman bir ailenin develeridir. Allah'dan sonra onların gıdası ve bereketidir. Acaba ağıllarınıza döndüğünüzde ağıldaki mallarınızın silinip götürülmesi hoşunuza gider mi? Bunu adalet sayar mısınız?»

Ashap: «Hayır saymayız» dediler. Resûlüllah: «İşte bu da onun gibidir.»

Ashap: «Ey Allah'ın Resulü! Acaba yiyecek ve içeceğe muhtaç olursak (yani mecbur ve çaresiz kalırsak) durum nasıldır? (Halkın malından yiyebilir miyiz?)

Resûlüllah (S.A.V.): «Alıp götürmeksizin ye, alıp götürmemek şar­tıyla iç.» dedi.

İşte benim Katımda da asıl budur.

Îbni-Munzir de: «Biz, Ey Allah'ın Resulü! Her hangi birimiz mec­bur kalırsa müslüman kardeşinin malından ne kadar onun için helâl olur?» diye sorduk.

Resûlüllah: «Götürmeksizin yer, götürmeksizin içer.» diye cevab verdi. İbnul-Munzir: «Bundan sonra hakkında ihtilâf edilen her mal, Allah'ın malları haram kılmasına dönüştürülür» dedi. [98]

Ebu-Ömer «Bu konuda özet şudur: Müslümana, müslüman karde­şinin ruhunun son nefesini kurtarmak düştüğünde o vazifeyi ondan başka kimsenin yapması mümkün olmadığında, o muztarın son nefe­sini kurtarmak ona farz oluyor. Eğer buna    rağmen malından vermezse mecbur kalan kişi, onunla savaşabilir, öldürülmesi pahasına dahi olursa ihtiyacını onun malından alır. Alimlerin katında; bir kişi­den başkası orada olmadığı zaman o, bulunan kişiye muztarı kurtar­mak farz olur. Muztar bir köyde ise, bütün ehali mesuldür. Yani Muz-tar ve muhtacı kurtarmak hepsinin boynunda farzu kifayedir. Bu hü­kümde su ve müslümanın nefsini kurtaran tüm gıda ve giyim madde­leri eşittir. Muztar kurtulduktan sonra sarf edilen malının bedelini ver­mekle mükellef midir diye ihtilâf edilmiştir.

Mutakaddim ve müteahhir âlimler; müslümanın telef olunması bahis konusu olduğunda ölmiyecek ve mal sahibine zarar vermiyecek kadar başkasının malından yiyebilir» hükmünde ittifak ettiler  [99]

Güber Kabilesinden Übbad b. Şarahbil adlı zat diyor: «Kıtlık se­nesi Medine'ye vardım. Bir bahçeden bir başak kopardım. Onu elimle ufaladım, tanelerini çıkarttım. Ondan yedim ve gerisini abmaa koy­dum. Bu esnada sahibi geliverdi. Beni dövdü ve abamı benden aldı. Allah'ın Resûlü'ne (S.A.V.) vardım ona bu hadiseyi ilettim.

Cenabı Peygamber bostan sahibine şöyle hitap etti:

«Aç olduğu halde ona yedirmedin. Cahil olduğu halde onu eğitme­din.»

Bunları söyledikten sonra bostan sahibine elbisemi geri vermesini emretti. Bana da bir (veya yarım) çuval dolusu yiyecek maddesinin verilmesini emir buyurdu.»

Bu hadîs sihhatlidir. Bunu rivayet eden zatlardan Buharı ve Müs­lim'in ikisi de hadisi rivayet etmiştir. Ancak «İbnu-Ebi-Şeybe» adlı râ-vinin sadece Müslim tarafından hadîsi rivayet edilmiştir.

Fakat «Ğüber»li Übbad b. Şerahbil'in Müslim ve Buharî'de hadîsi yoktur. Ebi-Ömer'in rivayetine göre o zatın bundan başka herhangi bir hadîsi de rivayet edilmemiştir. Bu hadîs, açlıkta el kesmenin ve edeblendirmek için dövmenin kalktığını ifade eder.

Ebi-Davud Hasan'dan, Semurre'den rivayet etti: «Allah'ın Resulü (S.A.V.), «Her hangi biriniz bir koyun sürüsüne vardığında, eğer sürü sahibi orada ise, selâm versin. Süt sağması için izin istesin. Eğer izin verirse, sütü sağsın ve içsin. Eğer sürü sahibi gözükmüyorsa, üç defa çağırsın eğer cevap verirse izin istesin. İzin verirse ne alâ. Aksi takdir­de sütü sağsın ve içsin lâkin alıp götürmesin.»

Tirmizî Ibni-Ömer'den o da Resûlüllah'dan rivayet etti: «Kim ki etrafı duvarlı bir bostana girerse ondan yesin lâkin koltuk altına ko­yup götürmesin.»

Tirmizî; bu hadîs, hadîsi garibdir. Bu hadîsi ancak Yahya b. Se­lim yoluyle tanırız dedi.

Âmir b. Şua'yib babasından, babası da babasından, o da Resûlül-lah'dan (S.A.V.) ağaçta asılı bulunan meyvenin durumu soruldu. Bu­yurdular: «İhtiyaç sahibi bir kimse, koltuk altı yapmamak şartıyla on­dan yiyebilir.»

Tinnizî'nîn bu hadîs hakkındaki yorumu «Hasen bir hadîsdir.» şeklindedir.

Hz. Ömer (R.A.): «Herhanginiz bir çevrili bostanın yanından ge­çerse, ondan yesin. Sakın ondan elbise edinmesin, yani etek doldurma­sın» hadîsini rivayet etti.

Bu hadîs, muztar ve aç kalanın yanında yiyecek alabileceği para -pul olmadığında karnını doyurmasını ve bir şey kaldırıp götürmeme-sini ruhsatlı kılar.

İttifakla kabul edilen asıl şudur: «Başkasının malı ancak rızasıy­la helâl olur.»

İslâmm başlangıcında olduğu gibi çevrili bostandan yemek tar­zında bir adet varsa onu tatbik etmek caizdir. Ve bu âdet açlık ve iz-tirar zamanına hamledilir.  [100]

Eğer açlığı geçici ise, önünde çöl ve sahra gibi korkulan bir du­rum varsa doyuncaya kadar yer ve azık ta edinir. Helâlinden edinme imkânı başgösterir göstermez onu atar ve yemez. Bu görüşü Muvatta'-da İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şâfîi ve çok âlimler paylaşmaktalar. Çünkü zaruret haramlılığı kaldırır. Onu mubaha çevirir. Zaruret zamanı da gıdanın bulunmayışından başlar. Bulunduğu zamana kadar devam eder. ANBAR denilen balık hadisesi bu görüşü kesinkes belirtiyor: «As­habı Kiram seferden dönüyorlardı. Azıkları bitmişti. Deniz sahiline doğru gittiler. Sahilde büyük yığın gibi bir karartı gördüler. Vardıkla­rında ANBAR adlı deniz hayvanının gövdesiyle karşılaştılar. Emirleri Ebu-Übeyde: «Bu mundar olmuştur» dedikten sonra «Hayır değildir. Biz Allah Resûlü'nün (S.A.V.) elçileriyiz. Allah (C.C.) yolunda çıkmı­şız. Muztar kalmışızdır. Yeyiniz» dedi. Bir ay orada kaldık. Biz üçyüz kişi idik, yiye yiye tavlandık.»

Evet ashab haram sandıklarından doyasıya yemişlerdir. Medine'ye kadar olan yol azığım da ondan almışlardır. Medine'ye vardıklarında Resûlüllah'a hâdiseyi naklettiler. Resûlüllah helâl olduğunu söyledik­ten sonra onlardan «Beraberinizde onun etinden var mıdır? Bize yedi-riniz» dedi. Resûlüllah'a (S.A.V.) onun etinden gönderdiler. Hz. Pey­gamber o eti yedi.

Bir gurub âlim «Ancak seddi-remak (ölmiyecek kadar) yiyebilir» dediler.

Şâfîiler misafir ile mukimi ayırd ettiler .Misafir doyasıya kadar, mukim ise «Seddi-Ramak» kadar yer. Ne zaman mubahı görürse onu atar. Mubahdan istifade eder» dediler. Başka bir muhtaç görürse ya­nındaki haramı ona verir. Satamaz, çünkü mundarı satmak caiz de­ğildir. [101]

İçki içilmeye zorlandığında hayat tehlikesi yüzde yüze yakın bir ihtimalle varsa içer. Susamak ve acıkmak içinse içmesin.

îmam-ı Mâlik: «İçki harareti daha da artırır. Öyle ise, içilmesin» dedi. İmam-ı Şâfîi de bu durumda içmemesini savundu. Çünkü Ce-nab-ı Hak, içkiyi mutlak bir tarzda, mundarı ise zaruret hali müstes­na olarak haram kılmıştır.

El-Ebherî «Eğer içki susuzluğu ve açlığı gideriyorsa zaruret ha­linde içer. Çünkü Cenab-ı Hak domuzun eti için de «necistir» tâbirini kullandı. Sonra zaruret halinde mubah kıldı. Necis olan içki de kıyası celi ile domuz etinin zaruret halinde mubah olmasının mânâsına girer. Bir an için de olsa susuzluğu giderir niteliğe sahibdir» dedi. [102]

Îbni-Kasım «Muztar, kan içer, içki içmez. Mundardan yer, çölde kaybolan hayvanı kesip etini yemez.»

İbni-Vehp: «Zaruret halinde sidiği içer içkiyi içmez. Çünkü sidi­ğin cezası yoktur. Fakat içkinin cezası vardır. Öyle ise içki daha galiz­dir.» dedi.

İmam-ı Şâfîi de bunu böylece kesin bir tarzda söyledi.

Boğazında lokma kalan, içkiden başka bir meşrubat bulmazsa lok­mayı yutmak için içkiden alabilir.

Muztar, mundar, domuz etini ve insanın leşini bir arada bulursa mundardan yer. Çünkü o bir halde helâl ve yenilebilir. Domuz ile Adem oğlunun eti ise hiç bir halde yenilmez. Ağır harama girmektense hafif harama girmek daha evlâdır. Mâlikilere göre, ölse dahi Ademoğlunun leşinden yiyemez. İmam-ı Ahmet ve Davudı-Zahiri'de böyle dediler. İmam-ı Ahmed «ölü insanın kemiğini kırmak, dirisinin kemiğini kır­mak gibidim hadîsini delil getirdi.

îmam-ı Şafii; muztar kalan Ademoğlunun leşinden yiyebilir. Etin­den yemek için bir zimmiyi öldüremez. Çünkü zimminin kanı korun­muştur, dökülmez. Müslümanı da öldüremez. Tutsağı da öldüremez. Çünkü o, başkasının malıdır. Eğer kâfir harbî ise, muztar onun etin­den «Seddi-Ramek» kadar almak için öldürür.

Muztar, evli olduğu halde zina eden bir insanın etinden istifade etmek için onu katleder.

İbnul-Arabî «En sıhhatli görüş benim katımda şudur: «Kişi izti-rar ve mecburiyet halinde yüzde yüz kurtulacağını bildikten sonra Ademoğlunun leşinden yiyebilir.»

Ebu-Davud Cabir b. Semüre tarikiyle rivayet etti: «Bir kişi aile ef­radıyla «El-Harre» adı ve Medine kenannda bulunan yerde konaklan­dı. Yanına uğrayan birisi; «Bir devemi kaybettim onu bulduğun za­man tut. Ta ki gelip götüreyim» diye tenbihledi. Misafir bilâhare o de­veyi buldu ve deve sahibi bir türlü gelip devesini götürmedi. Deve has­talandı. Misafirin hanımı «Deveyi boğazla» dedi. Fakat adam deveyi boğazlamaktan imtina etti. Deve de öldü. Hanım kocasına; devenin derisini soy ki, etini ve yağını kurutalım ve yiyelim, dedi. Kocası; Re-sûlüllah'dan sorayım dedi. Varıp Hz. Peygamber'den (S.A.V.) sordu. Resûlüllah (S.A.V.): «Acaba ondan seni gani bırakan bir zenginliğin yok mudur?» diye sorunca, kişi: «Hayır ya Resûlüllah. öyle bir zen­ginliğim yoktur» dedi.

Resûlüllah: «O halde yiyiniz» dedi.

Devenin sahibi geldi. Kişi ona devenin başından geçenleri söyledi. Deve sahibi: «Neden boğazlamadın» diye sorunca, kişi: «Senden utan­dım, ondan kesmedim» dedi.»

İbnl-Hüveyzi Mendad: «Bu hadîsde iki delil vardır:

1) Muztar kalan, nefsinin telef    olmasından    korkmazsa dahi mundarın etinden yiyebilir. Çünkü Cenabı Peygamber (S.A.V.) ondan zenginliğini sormuştur. Nefsinin helak olmasından korkup korkmadı­ğını sormamıştır.

2) Yer, doyar ve azık da edinir. Zira Cenab-ı Peygamber ona doy­mamasını şart koşmamıştır.»

Ebu-Davud, Harun b. Abdullah'dan o da Fadıl b. Dükiyn'den o da Akebe b. Vahb b. Akebe El-Amirî'den rivayet etti: «Babamdan dinle­dim. «Fucayi* el-Amirî (R.A.) Resûlüllah'a (S.A.V.) vardı. Mundardan yememizi helâl kılan nedir? diye sordu.

Resûlüllah: «Sizin yiyeceğiniz nedir? Ne kadar var?» Fucayi' «Bir bardak sütü sabah bir bardak da akşam alıyoruz». Resûlüllah: «Babama yemin ederim ki, o açlıktır.» dedi.

Ravi der ki Resûlüllah onlara bu durumda mundardan yemeyi helâl kıldı. Sabah ve akşam içilen bir bardak süt ancak nefsi tutar. Bedeni gıdalandırmaz ve tam bir şekilde doyurmaz. Böyle bir durum­da Resûlüllah onlara mundar olmuş hayvanın etinden yemeyi mubah kıldı.

Bu hadîsi şerif delâlet eder ki, nefis doyasıya ihtiyacını mundar­dan alıncaya dek muztar için yemesi mubahtır. Bu görüş İmam-ı Mâ-lik'in görüşüdür. Şafii'nin bir içtihadına göre de durum budur.

Ebu-Hanife ve Şafii'nin diğer bir içtihadına göre: ^Mundardan an­cak «Saddı-Ramak» kadar yiyebilir.»

El-Müzenî'de böyle dedi. Çünkü başlangıçda kişi «Saddı-Ramak» durumunda ise, mundardan yemek kendisine haram olur. O halde mundardan yeyip bu hale geldimi yine yemeyi keser. Buna benzer bir görüşHasan-ı Basrî'den de rivayet edildi.

Kattade; tıka-basa yiyemez dedi.

Mukatü b. Hayyan «Üç lokmadan fazla alamaz» dedi. Fakat sahih bunun hilafıdır.[103]  

Mundar ile tedavi olmaya gelince, eğer yakmak (veya laboratu-varla da eritip başka hale sokmak) suretiyle kullanılırsa, Îbni-Habibe göre; onunla tedavi olmak caizdir. Onunla namaz kılınır. Çünkü nite­liği değiştirdiği İçin yakmak temizleyici olur.

«El-Ütbiye»de «Mundarın kemiğinden yapılan «El-Mertek» ilâcı yaraya konursa onunla namaz kılınmaz. Yıkanması lâzımdır» diye bir hüküm yer alıyor.

«Suhnun» «Ne mundarın aynisiyle ne de domuzla bahsedilen te-davî caiz değil. Çünkü onun yerine geçecek ilâçlar vardır. Açlık ise, böyle değildir. Eğer açlıkta da onun yerini tutan varsa yenilmez.

îmam-ı Malik'e göre içkiyle tedavi haramdır. İmam-ı Şâfîi mezhe­binin zahirinden de bu anlaşılıyor. İmam Ebi-Hanife: «tçki tedavi için alınır» dedi. Şafii'lerden el-Taberi de bu görüştedir. Es-Sevrî de bunu söyledi. Şafii'lerden bazı âlimler: «Hiç bir haramla tedavi caiz değil­dir. Ancak deve sidiğiyle caizdir» dediler.

Çünkü deve sidiği hususunda «el-ürenîyyin» hakkındaki ha­dîs vardır.

Bazıları da «Şübhesiz ki, ümmetim için haram kılınanda Allah şi­fâyı kümamıştır.» hadîsinden ötürü bütün haramlarla tedavi yasaktır dedi.

Bir de Tarik b. Süveyd Resûlüllah'dan içkiyi sordu. Resûlüllah (S.A.V.) ona yasakladı veya içkiyi imâl etmesini hoş görmedi. Tarik: «Onu tedavi için imâl ediyorum» dedi. Hz. Peygamber: «O deva değil, hastalıktır» buyurdu.[104]    

Bunun İztirar haline bağlanması muhtemeldir. Zira zehirle tedavi olmak caizdir. Fakat içmesi caiz değildir.[105]

 

Bagı

 

Mucahid ve Said b. Cübeyr: «Yol kesenler, devlete karşı koyanlar, Silai-Eahmi kesmek için yolculuğa çıkanlar, müslümanlara ansızın saldıranların hepsi Baği ve Adiy tâbirlerin mefhumuna dahildir. Zira âyetin mânâsı ((Müslümanların payına el uzatmamak ve onlara saldır­mamak üzere bahsi geçen haramlardan yemesi günâh sayılmaz...» de­mektir. Böylece iztirar halinde Allah bütün haramları mubah kıldı. Çünkü muztar kalan kişi bütün mubahlardan mahrum kalan kişi de­mektir. Böylece mubahın olmayışı haramın mubah olmasının şartı oldu.

Muztar kalanın iztiranyla beraber yol kesmek gibi bir günahı da varsa acaba Allah'ın (C.C.) bu ruhsatından istifade edebilir mi? Mâlik ve Şâfîi edemez, dediler. Çünkü mâsiyet vardır. Allah (C.C.) asîye yar­dımı helâl kılmamıştır. Eğer bu ruhsattan istifade etmek istiyorsa, derhal tevbe etmelidir.

Ebu-Hanife ve Şafii'nin diğer bir görüşü «Muztar kalan âsi de ol­sa Allah'ın (C.C.) ruhsatından istifade edebilir.»

İbnul-Arabî «İsyana devam ederse, istifade edemez. Eder diyen yanılmıştır» dedi.

Mesruk: «Bu haramlara muhtaç olduğu halde yemeyip ölen Ce­henneme gider. Ancak Allah (C.C.) affederse gitmez» dedi.

El-Kıyâ Ebul-Hasan et-Taberî: «İztirar halinde mundarı yemek ruhsat değil, azimet ve vacibtir. Eğer yemekten imtina ederse as! olur»

dedi. Mundardan yeme ruhsatı, seferin özelliği değildir. Hasta olduğu halde mukim orucunu bozabileceği gibi, iztirar hâli tahakkuk ederse, mundardan yiyebilir.

İbnu-Hüveyzimendad: «İztirar çağında mundardan yemek asî ve muti için eşittir. Çünkü hazerde de seferde de muztar için mundarı ye­mek caizdir. Zira terk etmesinde nefsin telef olunması bahis konusu­dur. Bu da intihar olduğundan günâhların en büyüğüdür.» dedi.

El-Bacî «Ziyad b. Abdurahman el-Endülüsî «isyan seferine çıkan namazını kasr eder. Orucunu tutmayabilir dediğini» söyledi. Bu görüş Ebi-Hanife'nin de görüşüdür. Fakat yemekten imtina ederek nefsini te­lef etmesinin caiz olmamasında ihtilâf yok. Yemesi vacibdir. Masiyet se­ferinde olandan farzlar, vacibler düşmediği gibi nefsin telef olmaması için haramlardan alması gereklidir.

Hulasa: Âsi, bu ruhsattan istifade edemez diyenlerin gerekçesi şu­dur: Bu mânâlar seferlerde mubah kılınmıştır. Çünkü halk sefer et­meye muhtaçtır. Öyle ise onlar isyana yardım etmek için bu ruhsat­tan istifade etmek mubah değildir. Nefsini öldürmemesinin bir yolu da var: «Tevbe eder mundardan öylece yeme ruhsatını elde eder.» Bu­nu söyliyen İbni-Habib: Zaruret halinde mundardan yemesini bâğî ol­mamasına bağlamıştır. Yol kesmek ve benzeri manâlar için sefere çık­mak bağiliktir. Böylece ibahe şartlan bu yolcuda tahakkuk etmemiş olur. Allah daha iyisini bilir. [106]

«Şübhesiz ki, Allah'ın indirdiği Kitab'tan (bir şeyi) gizleyip onun­la değeri az (bir dünyalığı) satın alanlar (var ya) onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir.»

İbni-Cerir İkreme'den «Bu âyetler, Yahudiler hakkında nazil ol­muştur.» rivayet etti.

Salebi İbni-Abbas'dan «Bu âyet Yahudiler hakkında indi.)) diye rivayet etti. Hidayeti verip delâlet satın almaları, delâleti hidâyete ter­cih etmeleri demektir. «Ateş üzerinde ne kadar dayanıklıdırlar)) demek ateşi gerektiren amel üzerinde sabırlı olmalarından kinayedir.

İbni-Cerir Mucahid'den: «Amma da ateş ehlinin ameliyle amel et­mekte sabırlıdırlar» diye rivayet etti.

Abd b. Humeyd «Vallahi ateşe karşı hiç de sabırları yoktur. Fakat Allah (C.C); onlar amma da ateş üzerinde cüretlidirler» dedi.

İbni Cerir Es-Suddî'den rivayet etti «Bu âyet istifham vechiyle-dir. Allah (C.C.) «Acaba onları ateş üzerinde sabırlı kılan nedir?» di­ye soruyor.»

 (176) «Kitab konusunda ihtilâfa düşenlere gelince onlar uzak bir ayrı­lık içindedir.»

Bunlardan maksad, Hıristiyan ve Yahudilerdir. Uzak ayrılıktan maksad kökleri uzaklarda bulunan bir düşmanlıktır. Haktan uzak olan bir ihtilâfdır.

Bazı âlimler de; bu âyetlerdeki Kitabtan maksa,d Kur'an'dır. îhti-lâfa düşenlerden maksad Kureyş müşrikleridir, dedi.

Kitabın hak ile inişi doğrulukla veya burhan ve delille İnişi de­mektir. [107]

 

Meal

 

(177) Yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz   bîrr  (allah'ı razı edecek hareket) değildir. Fakat (önemsenen Birr) Allah'a, Kıyamete, Meleklere, Kitaba ve Peygamberlere îman edenin, akraba­lara, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere sevgisine rağmen (ve­ya sevgisi için) mal verenin,  (farz) namazı kılanın, zekâtı verenin, söz verdiklerinde sözlerini    yerine getirenlerin BİRR'idir.    Fakirliklerde, hastalıklarda ve savaş anında sabredenleri (överim.) İşte bunlar (din­de) doğruluk gösterenlerdir. İşte bunlar    (küfr ve sair rezaletlerden) sakınanlardır.

(178) Ey îman edenler! Öldürmelerde sizin üzerinizde kısas farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle ve kadın ile kadın kısas edilir. Fakat her hangi bir katil için kardeşi tarafından birşey affolunursa  (kısas düşer). Artık maktulün velisi diyeti bilinen tarzda tahsil etsin. Katil de iyi bir tarzda Ödesin (geciktirmesin ve kısmasın). Bu, Rabbinizden size bir azaltma ve rahmettir. Bu anlaşmadan sonra saldıran kim olur­sa olsun, onun için elem verici bir azab vardır.

(179) Ey akıl sahihleri! Sizin için kısasda hayat vardır. Umulur ki, bu sayede (kısası gerektiren hareketlerden) şakırlasınız!

(180) Her hangi biriniz için ölüm (sebepleri) gelip çatarsa, eğer bir mal bırakırsa, ana ve babasına ve akrabasına adaletle vasiyet et­mesi hepinize farz kılınmıştır. (Bu Âyet, bilâhare Miras Âyetleriyle neshedildi.) Muttakîlerin boynunda bu, sabit olmuş bir gerçektir.

(181) Vasiyeti işittikten sonra bozup değiştirene (gelince), bu­nun günâhı ancak değiştirenlerin boynundadır. Şüphesiz ki, Allah işi-tici ve bilicidir. [108]

 

Tefsir

 

(177) «Sizin doğu ve batıya yönelmeniz birr değildir...» Burada, Allah Kitab ehline hitab etti! Kıble değiştirildiği zaman, bu hususda derin, derin dalıp çıktılar. Her gurup «birr bizim Kıblemize yönelmektir.» dedi. Allah onların iddialarını reddederek «Sizin üzerinde bulunduğu­nuz birr değildir. Sizin Kıbleleriniz neshedilmiştir. birr, Allah'ın emrettiği ve Mü'minlerin tâbi' olduğu Kıbledir.»

«hubbthi» (Sevgisi) kelimesindeki zamir mala râcidir. Nitekim Allah'ın Resûlü'nden (S.A.V.) sadakanın hangisi daha üstündür diye sorulduğunda, «Sıhhatli olduğun ve mala karşı sıkı bulunduğun, ya­şamayı umduğun ve fakirlikten korktuğun halde verdiğin sadaka en üstünüdür» buyruldu.

Akraba ve yetimlerden ihtiyaç sahibi olana ancak sadaka verilir. Bütün sınıflardan önce akrabaların zikredilmesi, onlara verilen sada­kanın en üstün sadaka oluşundan ileri geliyor. Çünkü Resûlüllah (S. A.V.), «Senin fakire olan sadakan bir sadakadır. Yakının olan fakire verdiğin sadaka ikidir. Biri sadaka, diğeri sila-i rahimdir!» dedi.

Miskin, o kimsedir ki, fakirlik kendisini söndürmüş daima sakin durur. Hanefîlere göre «Miskin» en fazla ihtiyacı olan kimse demektir. Fakir ise, ikinci derecede ihtiyaç sahibidir. Şâfîiler, tam aksini söyler­ler. Tevbe Sûresi'nin altmışıncı Âyetinde zekâtın müstahakları sırala­nırken önce fakirler sınıfı söylenmiştir. Bu durum, fakirin ihtiyaç yö­nünden miskinden daha önde olduğunu tercih eder.

Dilenci, ihtiyaçtan ötürü bu işi yapandır. Hatta başka çare olmaz­sa dilenip zaruri ihtiyacını gidermesi zorunlu olur. Bu durumda bulu­nan bir kimse dilenmeyip kendini ölüme terkederse, intihar etmiş olur.

Allah'ın Resulü (S.A.V.), «Dilenci ata binerek gelse dahi hakkı vardır.» buyurdu. Yâni birşeyler verilsin. Amma sahtekârlığı yüzde yüz biliniyorsa o zaman mesele değişir.

Bir insanı kölelikten kurtarmak için mal vermek, îmanın kemâ-lindendir.

Kölelik müessesesi islâm tarafından tesis edilmiş değildir. An­cak islâm, o günkü şartlar dahilinde, daha önceden beri süregelen bu müesseseyi bir takım değişikliklerle islâh edip mecburiyet karşı­sında kabul etmiştir. Fakat türlü çarelerle ortadan kaldırılmasına ça­lışmıştır. Kölelik, İslâm'ın bu hususda getirdiği hükümler, teşvik ve tergibler sayesinde ortadan kaldırılmıştır. İslâm'a bu yüzden çamur atanlar ya vicdan fukarası veya akıl noksanıdırlar. Allah hidâyet ver­sin. Amin.

Bu Âyeti Celîle gördüğün gibi, insanî kemâlatm tamamını bir ara­ya getirmiştir. Açık ve zımnî olarak bu insanî hasletlere delâlet et­mektedir. Zira bu hasletler çok ve çeşitli olmasına rağmen genel ola­rak üç sınıfda toplanır:

a) Doğru inanç ve itikad,

b) Güzelce insanlarla geçinmek,

c) Nefsin doğrulamasıdır.

Birinci sınıfa, Allah'a, Kıyamet'e, Melekler'e, Kitab'a ve Peygam-berler'e îman kısmı işaret eder. İkinci sınıfa, Allah sevgisi için malını, ihtiyaç sahibi yakınlarına, yetimlere, miskinlere yolda kalmış yolcula­ra, dilencilikten başka çaresi kalmamış dilencilere ve kurtarmak için kölelere veren kısmiyle işaret etmiştir. Üçüncü sınıfa, namaz kılar, ze­kât verir. Sözünde kalırlar, fakirlikte, hastalıkta ve savaşta sebat göste­rip sabrederler kısmıyla işaret etmiştir.

Bu niteliklere sahib olanın îman ve itikadına bakarak onu doğru­lukla, halk ile muaşeret etmek ve Hak ile geçinmek cihetine bakarak takva ile nitelendirdi. Allah'ın Resulü (S.A.V.) bu duruma işaret ede­rek buyurdu: «Bu Âyetle amel eden bir kimse, kesinlikle îmanını ke­mal mertebesine vardırmıştir.»

(5-3-1983 tarihinde Ankara Kapalı Cezaevinde yazdım.) [109]

 

İslâm'da Kısas

 

(178) Cahiliyet devrinde iki arap kabilesi arasında kan davaları vardı. Birisi daha fazla öldürmüştü. Mağdur kabile «Yemin ederiz kölemizin yerine hür olanınızı, kadınlar yerine de erkeğinizi Öldüreceğiz.»   diye and içmişti. İslâm geldiği zaman Resûlüllah'a müracaat ettiler. Dola-yısı ile «Ey îman edenler! KISAS sizin boynunuza farz kılınmıştır. Ölü­ler hususunda hür, hür ile köle, köle ile kadın, kadın ile öldürülür.» Âye­tine muhatap oldular. Bu Âyeti Celîle, hür köleyi, erkek, kadını öldürür ise veya aksi olursa kısas tatbik edilmeyecektir diye bir şeye delâlet etmez. İmam-ı Mâlik ile talebesi İmam-ı Şafii'nin, «İster kendisinin, ister başkasının olsun, köleyi öldüren hür öldürülmez şeklindeki içti­hatlarının sebftbi, Hz. Ali'den gelen şu hadîsi şeriftir: «Bir kişi kölesini öldürdü. Resûlüllah ona hâd vurup bir sene sürgüne gönderdi ve kı­sas etmedi.»

Yine Hz. Ali (R.A.)'den rivayet ediliyor: «Bir müslümam zımmîye ve bir hürü köleye mukabil Öldürmemek Sünnet'tendir.»

İki İmamın dayandıkları ikinci bir delil de, Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekir (R.A.) ve İkinci Halife Hz. Ömer (R.A.) dönemlerinde de Resû-lüllah'm (S.A.V.) binlerce Sahabesi olduğu halde köle öldüren birhür-rü öldürmezlerdi. Ancak hâd vurur ve diyet ödetirlerdi.

İki İmamın üçüncü delilleri ise, azalar üzerine kıyas etmeleridir. Bu Âyetin «Hür köle ile erkek kadın ile kısas edilmez.» manâsına de­lâlet etmediğini kabul, eden bir müctehid ise ancak bu Âyetin «Nefis nefis ile öldürülür,..» Âyeti Celîlesi ile nesh edilmiş olduğunu iddia edemez. Zira bu Âyet, Tevrat'daki hükmü hikâye ediyor, Kur'ân'daki hükmü nesih edemez. Hanefîler, «Kasten öldürmenin cezası kısastır» diye bu Âyetle hüccet getirmişlerdir.

Hangi katil ki, maktulün kardeşi tarafından biraz af edilirse, o ka­til kısastan kurtulur, diyet vermek hükmüne maruz kalır. diyet'i normal bir yoldan af edici istemeli af edilen de gecikmeksizin ve kıs-maksızm diyeti ödemelidir. Kur'ân'ın bu hükmünde de diyet'in de kasten öldürmenin gereklerinden olduğuna delâlet vardır. Aksi takdir­de, mutlak af etmeye diyet ödenme emri bağlanmazdı. Bu af ve kı-sas'ın diyet'e dönüşmesi Rabbimiz tarafından bize bir hafiflik ve rahmettir. Zira Yahudilere kısastan başkası farz kılınmadı. Hıristiyan-lara ise mutlaka af etmek ve diyet vermek farz kılındı. Bu ümmet ise kısas, af etme ve diyet verme arasında muhayyer kılındı. On­lara bir kolaylık olsun diye veya mertebelere göre hüküm takdir edil­sin diye bu kolaylık verildi.

 (179) Ey kâmil akılların sahipleri kısas'ın hikmeti hususunda engin engin düşününüz! Göreceksiniz ki, «Öldürürsem, öldürülürüm.» diye düşünen bir insan, toplumda huzursuzluk yaymaktan kaçınır, «Sizin için KISAS'da hayat vardır.» diyen ilâhî hükme ram olur. Evet kısası bilmek, kâfciji katletmekten alıkoyar. Dolayısı ile iki nefsin yaşaması­na sebep olur. Eğer katletmek intikamcı bir toplumda işlenir ise, ica­bında bir öldürme yüzlerce ve hatta binlerce öldürmeye sebep olabilir. İşte Kısas prensibi onu önler. Ve bütün bu insanların hayatım kendile­rine bahşeder.

Bâzı tefsir âlimlerine göre, buradaki hayat Âhiret Hayatıdır. Zira katil Dünyada katledilirse artık Âhiret azabından kurtulur yani yap­tığını dünyada hayatı ile ödemiş olduğundan bir daha azap olunmaz.

Bâzı âlimler; kısas'dan murat, Kur'ân'dır, Âyetin manâsı, «Ey akıl sahipleri Kur'ân'da kalpleriniz için hayat vardır.» demektir de­mişlerdir. [110]

 

İslâm'da Vasiyet

 

(180) Miras Âyetleri nazil olmazdan önce ebeveyne, yakınlara adaletle ve terekenin üçte birini geçmemek ve zenginleri tercih etmemek kay­dı ile vasiyet yapmak farz idi. İslâm'ın başlangıcında bulunan bu hük­mü belirten «Sizin boynunuza ölüm gelip çattığı zaman, eğer mal bı­rakırsanız, valideyne, yakınlarına adaletle vasiyet etmek farzdır!...» Âyeti Celîle, mîras Âyeti ile nesh olunduğu gibi Resûlüllah'm «Şüphe­siz ki, Allah her hak sahibinin hakkını Âyette belirtip vermiştir. Dik­kat edilsin bundan sonra vârisler için vasiyet diye birşey artık yoktur. Zira onlraın paylarını Allah Mîras Âyetlerinde belirtmiştir.» hadîsi ile de nesh edilmiş olduğu söylenilmiştir!..

Fakat bu görüş, biraz dikkati gerektirir. Çünkü Mîras Âyetleri va­siyete ters düşmez aksine, onu takviye eder. Çünkü vasiyeti belirten Âyet, mutlak şekilde ölümden önce vasiyet etmeye delâlet ediyor. «Şu ferde bu kadar mal verilsin!» diye tafsilât getirmiyor. Bahsi geçen Hadîsi Şerif ise, ahadî Hadislerdendir. Ümmetin o Hadîsi kabul et­mesi onu Hadîsi mütevatir mertebesine çıkarmaz ki, onunla Âyet nesh edilsin. Umulur ki Allah'ın Resulü bu Hadîsde «Vasiyeti miras şeklin­de yapılsın» veya ölüm döşeğinde olan bir kimse, mîras haklarından fazlasını vârisler için vasiyet etsin!» diye tefsir edenin tefsirine itiraz etmiştir. [111]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(177) «Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz Birr (İyilik) değil­dir...»

Bu âyetin tefsirini tbni-Ebi-Hâtim Ebi-Zer'den şöyle rivayet etti: «Resûlüllah'tan iman'ı sordum. O, bu âyeti Celîle'yi sonuna kadar okudu. Tekrar İman'ı sordum, yine aynı âyeti okudu. Üçüncü kez sor­dum aynı âyeti okuduktan sonra «Bir haseneyi yaptığın zaman kalbin onu sever. Bir kötülük işlediğin zaman kalbin ondan buğzeder» de­di.»

îshak b. Rahuyeh Musned'inde Kasım b. Abdurrahman'dan riva­yet etti: «Bir zat Ebi-Zer'e gelip iman'ın ne olduğunu sordu. O da bu âyeti sonuna dek okudu.

Kişi: birrî senden sormadım.

Ebi-Zerr: «Bir kişi, Allah Resûlü'ne (S.A.V.) geldi. Benden sor­duğunun aynısını Resûlüllah'dan sordu. Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) ona bu âyeti okudu. Senin razı (tatmin) olmadığın gibi oda razı ol­madı (yani cevap kendisini tatmin etmedi.) Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (S.A.V.); yaklaş dedi. O da yaklaştı. Hz. Peygamber; Mü'min bir hasaneyi (iyiliği) işlediği zaman sevabından ötürü kalbi sevinir. Seyyieyi (kötülüğü) yaptığı zaman kalbi üzülür ve cezasından korkar dedi.»

Abdurrezzak İkrime'den: «Hz. Hasan'm Şam'dan dönüşünde îman'ı kendisinden sordular. Cevab olarak; doğuya ve batıya yönel­meniz birr'den değildir, âyetini okudu.»

İbni-Cerir Kattade'den: «Yahudiler batıya, Hıristiyanlar doğuya yönelerek ibâdet ederlerdi. Bunun hiç olduğunu belirtmek üzere bu âyeti Celîle indi.

Îman âyeti diye bilinen bu âyet konusunda İbni-Cerir, İbni-Ab-bas'dan şunu rivayet etti: «Namazda yüzünüzü doğu ve batıya çevir­meniz BİRR'den değildir» hükümü Peygamber (S.A.V.) Mekke'den Me­dine'ye geldiğinde oldu. Farzlar nazil oldu. Hududlar tayin edildi. Al­lah farzları ve onlarla amel etmeyi emretti.»

İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Bu âyet, Medine'de indi. Namazda yü­zünüzü doğu ve batıya çevirmeniz BİRR değildir. Lâkin Birr kalbde sabit olan ilâhî taattır. Çünkü yönlere olan namaz değişebilir.»

Ibni-Ebi-Şeybe İbni-Meysere'den rivayet etti:

«Bu âyetin muhtevasıyla amel eden imanını tamamlamıştır.»

«Asıl iyilik, Allah'a (C.C.), âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve Peygamberlere îman edenin inancıdır.»

Bu âyetin tefsirinde Ahmed, Müslim, Ebu-Davud, Neseî, Tirmizi, İbni-Maceh ve Şuabul-İman'da Beyhaki Hz. Ömer (R.A.)'den şunu rivayet ettiler:

«Bir ara Resûlüllah'm katında oturuyorduk, bir zat yürüyerek geldi. Saçları güzeldi. Sırtında beyaz elbise vardı. Ashab birbirinin yü­züne baktı. Bunu tanımıyoruz. Bu seferden de gelmiyor (çünkü elbise­si tertemizdir dercesine işaretler yapıldı.) Sonra ö zat: «Ey Allah'ın Re­sulü senin yanına geleyim mi?» deyince Hz. Peygamber, «Evet» dedi. Bunun üzerine gelip dizlerini Peygamberin dizlerine dayattı, ellerini uyluklarına bıraktı ve «İslâm nedir?» diye sordu. Resûlüllah «İslâm, Allah'tan başka ma'bud olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan oru­cunu tutman, Beyt'i (Kabe'yi) ziyaret etmendir» dedi.

O zat «iman nedir?»

Resul: «Allah'a, Meleklerine, Son güne, Kitabına, Peygamberlere, Cennete, Cehenneme, ölümden sonra dirilmeye, kaderin tamamına inanmandır» dedi.

O zat «ihsan nedir?»

Resûlüllah  (S.A.V.)  «Allah'ı  (C.C.)  görür gibi Allah'a kulluk et­mendir. Eğer Allah'ı görmezsen o seni görür» dedi. O zat: «Kıyametin kopması ne zamandır?»

Hz. Peygamber: «Kendisinden sorulan sorandan bu hususda daha bilgin değildir» dedi.

O zat «Kıyametin şartları (alâmetleri) nedir?

Resûlüllah: «Çıplak, yalın ayak ve fakir olanlar ne zaman binaları uzatırlarsa ve cariyeler efendilerini doğururlarsa o zaman Kıyametin kopmasını bekle» dedikten sonra Cenab-ı Peygamber ayrılan o zatı ba­na çağırın dedi. Onu aradılar bir şey görmediler. îki veya üç gün son­ra Resûlüllah «Ey Hattabın oğlu, şundan şundan soran o zatın kim ol­duğunu bilir misin?»

Ben «Allah ve Allah'ın Resulü daha iyi bilir dedim.»

Resûlüllah (S.A.V.): «O zat, Cebrail idi. Size dininizi nasıl öğre­neceğinizi öğretmek için geldi» dedi.

İbni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyr'den rivayet etti: «Sevgisi üzerinde malı yakınlarına, yetimlere, fakirlere, yolda kalana, dilencilere, ve bo­yunduruk altında bulunanlara verenin yaptığı birrdir..» bu âyette bah­si geçen «Sevgisi» kelimesindeki zamir mala gider. Yani malı sevdiği halde bahsi geçen sınıflara verenin yaptığı Birr'dir...

Beyhaki İbni-Mesud'dan: «Kendisi sıhhatli, mala karşı tamahı ol­duğu, yaşamayı umduğu ve fakirlikten korktuğu halde malı infak ede­nin yaptığı Birr'dir.» diye rivayet etti.

Ahmed, Buharı, Müslim Ebi-Hüreyre'den şunu rivayet ettiler:

«Sadakamn en üstünü sıhhatli olduğun, yaşamak emelinde bu­lunduğun ve fakirlikten korktuğun halde verdiğin sadakadır. Sakın ruh gelip hançereye dayandığı zamana sadakayı tehir etme. O zaman filana şu kadar filana bu kadar olsun deme. Oysa o zaman mal filânın (vârisin) dir.»

Ahmed, Ebu-Davud, Tirmizi ve Nesei, Ebi-Derda'dan rivayet etti­ler: «Ölüm anında infak edenin veya sadaka verenin meselesi, doy­duktan sonra hediye edenin meselesine benzer.»

İbni-Ebi-Şeybe; Ahmed, Tirmizi ve Neseî Selman b. Âmir ed-Dub-bî'den şunu rivayet ettiler: «Miskine (fakire) verilen sadaka bir sada­kadır. Fakir akrabaya verilen sadaka, iki sadakadır; biri sadakadır ikincisi sila-i rahimdir.»

Ahmed Buharî, Müslim, Neseî, İbni-Maceh, Abdullah b. Mes'ud'un eşi Zeyneb'ten rivayet ettiler: «Allah'ın Resûlü'nden (S.A.V.) sordum: Kocama ve evimdeki yetimlere vereceğim nafaka benim için sadaka yerine geçer mi?» Resûlüllah: «Senin onda iki ecrin vardır. Biri sada­ka ecridir, diğeri yakınlık ecridir.» buyurdu.

İbni-Abbas: «Yol oğlundan maksad, Müslümanların evine gelen misafirdir» dedi.

Îbni-Cerir Mucahid'den: «Yol oğlundan maksad, misafir olarak uğrayandır.»

Îbni-Cerir tkrime'den: «Dilenenden maksad elini açıp senden üşü­yendir.»

Ahmed ve Ebu-Davud, Hz. Ali'nin (R.A.) oğlu Hz. Hüseyin'den (R.A.) rivayet ettiler: «Dilenci, atın sırtında dahi gelirse onun bir hakkı vardır.»

İbni-Adi Ebi-Hüreyre'den: «Dilenci atın sırtında dahi olursa yine ona veriniz.»

İbni-Sad, Tirmizi, İbni-Hüzeyme ve Îbni-Hibban, Abdurrahman b. Büceyde'den oda Resûlüllah'ın peşini takip eden ninesi «Ümmü Bü-ceyd'den rivayet etti:

«Ey Allah'ın Resulü! Fakir kapıma geliyor ona verecek bir şey bu­lamıyorum ne yapmam lâzım? diye sordum.

Resûlüllah: «Eğer yanmış bir tırnakdan başka bir şey bulmazsan onu ver.» dedi.

Ebu-Naim, Salebi, Deylemî ve Hatip zaif bir senedle İbrii-Ömer*-den rivayet etti: «Allah'ın mü'min kulu için hediyesi, kapısına gönder­diği dilencidir.»

Îbni-Şâhin Ubeyy b. Kâb'den Resûlüllah «Sizlere Allah'ın kulları için olan hediyelerini haber vereyim mi? Bizler «Evet haber ver» dedik. Resûlüllah «Fakir Allah'ın hediyesidir ister senin sadakanı kabul et­sin ister terk etsin.»

İbni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyr'den: «Namazın ikamesi, farz nama­zın tamı tamına kılınmasıdır. Zekâtın verilmesinden maksad, farz olan zekâttır.»

İbni-Merduyeh Fatma binti Kays'dan rivayet etti: «Allah'ın Re­sulü, malda zekâtın haricinde bir hak vardın) dedikten sonra «yüzleri­nizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz Birr (iyilik) değildir» âyetini sonuna kadar okudu.

Buharı Tarihinde Ebi-Hüreyre'den rivayet etti: «Resûlüllah'dan zekâttan başka malda herhangi bir hak var mıdır diye soruldu. Evet vardır» diye cevab verdi.

Abd b. Hümeyd eş-Şa'bî'den rivayet etti: «Acaba zekâttan başka kişinin malında herhangi bir hak var mıdır?» diye soruldu. Eş-Şabi: «Evet» dedikten sonra bahsi geçen âyeti okudu.

İbni-Cerir Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Kim Allah'ın ahdini ver­dikten sonra bozarsa, Allah ondan intikam alır. Kim ki, herhangi bi­risine Peygamber sözünü verdikten sonra hile yaparsa, Kıyamette onun hasmı Hz. Peygamberdir.»

Hâkim İbni-Mesud'dan: «(be'sa) ve (darra) tâbirleri sakam ve hastalık mânâsını ifade ederler. (hinel-be's) da savaşmak zama­nı demektir» diye rivayet etti.

İbni-Cerir Kattade'den «(Be'sa) fakirlik demektir. (Darra) hasta­lık ve acıma (Beis) zamanı, savaşmak zamanı demektir.

Bazıları, İbni-Abbas'dan (Besa) bolluk, (Darra) kıtlık demektir diye rivayet etti...

«İşte onlar doğru söylediler.»

İbni-Ebi-Hâtim Said'den: «Bu âyette zikredenleri işliyenler doğru söyliyenlerdir.» diye rivayet etti.

İbni-Cerir Rebi'den: «Doğru söylediler, îman konuşmasıyle konuş­tular demektir» diye rivayette bulundu.

Böylece amelin hakikati Allah'a karşı doğru söylemektir, dediler.

Hasan «Bu, îman konuşmasıdır. Onun hakikati ameldir. Eğer söz­le beraber amel yoksa, hiç bir şey yoktur demektir.»

Hakim-i Tirmiz  Ebi-Âmir el-Eşarî'den rivayet etti: «Ey Allah'ın Resulü Birr'in tamamı nedir diye sorduğumda, gizli­de açıklığın amelini işlemelidir» cevabını verdiler..

 (178) «Ey îman edenler, Öldürülenler hakkında size kısas farz edildi...!»

Ibni-Ebi-Hâtim Said b. Cübeyir'den rivayet etti: «İslâm gelmezden az bir zaman önce cahiliyet döneminde iki arab kabilesi çarpıştılar. Aralarında Ölümler, yaralamalar oldu. Hatta köleleri ve kadınları bile öldürdüler. Müslüman oluncaya kadar bir birinden çektiler. Birisi öbürüsüne karşı mal ve silâhça böbürlenip dururdu. Böylece yemin ettiler ki, kölemize karşılık ancak onların özgürüne, kadınımıza karşı­lık ancak onların erkeğine razı oluruz. Bunun üzerine: «Ey îman eden­ler, ölüler hakkında sizin boynunuza kısas farz kılındı. Hürre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir» âyetini indirdi.»

İbni-Abbas «Bu âyet, «Nefse karşı nefis kısas edilir» âyetiyle nes-hedildi.» dedi.

Abd b. Humeyd, Kattade'den rivayet etti: «Cahiliyet ehli arasında zulüm vardı. Şeytana itaat ederlerdi. Başka bir kavmin kölesi, kölele­rini öldürdüğünde üstünlük tasladıkları için «Kölemize karşılık bir hürü isteriz» diye tuttururlardı. Kadınları kadın tarafından öldürüldü­ğünde ille bedel olarak bir erkek isteriz derlerdi. Cenab-ı Hak bu âyeti onlara karşı indirdi. Onları hududu aşmamaya çağırdı. Sonra el-Maide Sûresi geldi. Orada nefse karşı nefis hükmü indirildi. Yani öldüren ki­mi öldürürse ona karşılık öldürülecektir.

Nuhas «Nâsıh»ında İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Bu âyet «Orada onların üzerinde yazdık ki, nefse karşı nefis var..» âyetiyle neshedüdi.»

«Kim için kardeşi tarafından bağışlama olursa artık örfe uymak ve ona güzellikle (diyeti) ödemek gerektir.»

İbni-Hibban ve Beyhakî İbni-Abbas'dan «israil oğullarında sadece kısas vardı. Onlarda DİYET yoktu. Fakat yüce Allah bu ümmete bu âyeti gönderdi. Affetmek, kasden işlenen cinayette Kısas yerine Diye­te razı olmak demektir. Maktulün vârisi Kısası kaldırıp Diyete razı olunca, örfe tâbi olsun, ödeme yapan da güzellikle Diyete, ölünün vâ­risine veya velisine teslim etsin. Bu hüküm Rabbinizden gelen bir tah­fif ve rahmettir. Daha Öncekilere yüklenen ağırlıktan indirmektir. Kim Diyeti aldıktan sonra katili öldürürse, onun için elem verici azab var­dır.»

Teberanî İbni-Abbas'dan İsrail oğullarında öldürme oldu mu on­lara kısas yapmaktan başka yol yoktu. Allah Diyeti ancak bu ümmete helâl kıldı. Davacıya Örfe tâbi olmasını, davalıya da iyilikle ödeme yapmayı emretti. «Bu, Rabbinizden bir hafifletmektir..»

(179) «Ey akıllılar! Sizin için Kısasda hayat vardır..»

Abdurrazzak Kattade'den «Hayattan maksad, kısas vazu nasihat oluyor demektir. Çünkü zalim olan saldırgan Kısası hatırladıkça öl-dürmekden uzak kaçar.»

Abd b. Hümeyd Kattade'den rivayet etti: «Allah-u Teâlâ bu Kısa­sı akıl sahihleri için hayat ve ibret kılmıştır. Sefih ve cahiller için on­da nasihat vardır. Nice kimseler vardır ki, tehlikeyle karşı karşıya ge­lir. Eğer Kısasın korkusu olmazsa muhakkak o tehlikeye girer. Lâkin Allah (C.C.) kullarının bir kısmım diğerinin ellerinden Kısas sayesin­de emin kılmıştır. Allah'dan gelen her emirde dünya ve âhiret faidesi vardır. Her yasakladığında da fesad vardır. Allah (C.C.) kullarına el­verişli olanı daha iyi bilir..»

(180) «Sizden birinize ölüm gelip çattığında eğer geride bir hayır bırak-mışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya bilinen bir tarzda vasiyette bulunması Allah'a (C.C.) isyan etmekten kaçınanlara bîr hak olarak size yazıldı.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti:  «Hayır mal demektir.»

Îbni-Cerir Mucahid'den: «Kur'an'da gelen her hayır kelimesi mal manasınadır. Meselâ «Eğer Hayır, geride bırakırsa..» «insan Hay­rın sevgisinde pek şediddir.» «Hayrı sevdim..» «Eğer onda Hayınn ol­duğunu bilsem...» gibi âyetlerde Hayır mal mânâsına gelmiştir.

Abd b. Hümeyd İbni-Abbas'dan «Altmış Dinar miras bırakmayan Hayn bırakmamıştır.»

Beyhakî Sünen'inde Ürve'den rivayet etti: «Hz. Ali (K.V.) ölüm döşeğinde olan bir azadlısınm yanma girdi. Onun yedi yüz veya altı yüz Dirhemi vardı. Hz. Ali'den (K.V.); vasiyet edeyim mi? diye sordu. Hz. Ali (K.V.) «Hayır vasiyet etme. Çünkü Allah «Eğer bir Hayn bıra­kırsa» dedi. Senin de bol bir malın yoktur. Malım mirasçılarına bırak)) dedi.

Beyhakî Hz. Âişe'den rivayet etti: «Bir kişi Âişe'den «Vasiyet et­mek istiyorum» diye sordu. Âİşe: «Ne kadar malın vardır?» Kişi: «Üç bin (Dirhem veya Dinar) vardır.» Âişe; «Kaç mirasçın vardır?» Kişi: «Dört mirasçım vardır.» Âişe: «Allah, eğer biri hay m bırakırsa, vasiyet etsin» dedi. Senin malın az bir şeydir. Onu aile efradına bırak. Bu da­ha üstündür» dedi.

(181) «işittiğinden sonra vasiyet edenin vasiyetini değiştiren onun gü­nahını omuzlar.»

Îbni-Cerir Îbni-Abbas'dan rivayet etti: «Tebdil halinde vasiyet ede­nin ecri Allah'a (C.C.) aiddir. Vasiyetinde günahdan uzak olmuştur. Eğer zulmetmişse, velileri onun yanlışını düzeltmekte her hangi bir günaha maruz kalmazlar.»

İbni-Cerir Kattade'den: «Vasiyeti duyduktan sonra değiştiren, onun günâhını almış olur.»

İbni-Ebi-Hatim Said b. Cübeyr'den: «Vasilerden kim ki ölünün vasiyetini âdil olan ölüden işittiği halde değiştirir, onu tatbike çalış­mazsa, günâh değiştirenindir. Yani vasinindir. Ölü o günahdan uzak­tır. Allah vasiyeti duyandır ve vasiyeti bilendir.» [112]

 

Meal

 

(182) Kim ki vasiyet edenin haktan uzaklaşacağından veya gü­nâha girmesinden korkarsa dolayısiyle kendilerine vasiyet yapılanlar ile yapanın arasında islâh yaparsa asla bu kimsenin boynunda günâh yoktur. Şüphesiz ki, Allah yargılayıcı ve merhamet edicidir.

(183) Ey îman edenler!  Sizden önceki milletlere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılınmıştır. Tâ ki günâhlardan sakınasınız.

(184) Sayılı günlerdir. Sizden herhangi biriniz hasta veya sefer halinde bulunuyor ise, tutmadığı günler adedince diğer günler de oruç tutsun. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler, bir fakirin doyumluğu fidye versin! Kendiliğinden bir hayır   işleyene bu hareketi daha hayırlıdır. Eğer biliyor iseniz, sizin oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

(185) Ramazan Ayı'nın orucu size farz kılınmıştır. O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidâyet sebeplerini belirten, bâ­tıl ile hakkı ayırt eden kur'an onda indirildi. Sizden herhangi biriniz Ramazan Ayı'nda (evinde)  hazır bulunursa, O ayın orucunu tutsun. Hasta olan veya yolculukta bulunan kimse ise, tutmadığı günler sayı­sınca diğer günlerde orucunu tutsun. Allah size kolaylığı irade ediyor; size zorluk istemiyor. (Bu geçen kolaylığın verilmesi) sayıyı tamamla­manız, sizi buna hidâyet ettiğinden dolayı Allah'ı yüceltmeniz ve ona şükür etmeniz içindir.

(186) Kullarım ne zaman senden beni sorarlarsa şüphesiz ki, ben yakınım. Beni çağıranın duasını kabul ederim. O halde onlar da benim emirlerime icabet etsinler. Bana îman etsinler. Umulur ki, hakkı bula­cak yola irşad olurlar. [113]

 

Tefsir

 

(183) Bizden önce kendilerine oruç farz olunmuş   kimselerden maksat, Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e  (A.S.)  dek gelmiş ve geçmiş ümmet­lerdir. Demek ki, oruç tâ insanlığın başlangıcından beri kurulup gelen bir ilahî ibadettir. Tarihi, insanlığın tarihi ile beraberdir. Bu beyanın hikmeti:

İnsanları oruca teşvik ve nefisleri hoş etmektir! Orucun, şer'î ma­nâsı, fecrden güneşin batışına kadar yiyecek, içecek ve cinsî ilişkiler­den uzak durmak demektir.

«Umulur ki, oruç sayesinde sakınasınız;» cümlesi Resûlullah'ın (S.A.V.): «Ey gençler! Evleniniz, üreyiniz zira ben kıyamette sizin çok­luğunuzla diğer ümmetler karşısında iftihar ederim. Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Zira orucun şehvet kesici yönü vardır.» Hadisi ile takviye, edildiği gibi, orucun nefis azgınlığına gem olduğunu beyan eder.

(184) «Belli günlerdiraden maksat, ya Ramazan Ayı'nın orucudur veya Ramazan vacip olmazdan önce vacip olan oruç günleridir O günler Aşure veya her aydan üç gün oruç günleridir.

Bazı tefsir âlimlerine göre, Âyetin manâsı şöyledir: «Sizin orucu­nuz günler sayısı bakımından sizden öncekilerin orucu gibidir.» Çünkü hadiste rivayet edildiğine göre, Ramazan orucu Hıristiyanlara farz kı­lındı. Harareti veya soğukluğu şiddetli bir zamana rastladı. Papazlar, onu yazın mutedil zamanına tahvil ettiler. Bu tahvilin keffareti olarak da yirmi gün eklediler ve öylece tuttular.

Oruç ile tehlikeli hal olan bir hastalık ancak orucun yenmesine sebep olabilir. Misafir ise, fecrden önce sefere çıkarsa seferi müddeti de namazın kısaltılmasına vesile olan kadarsa, yani gideceği mesafe, yaklaşık olarak doksan kilometrelik bir mesafe ise orucunu tutmaya­bilir.

«Oruç tutmaya gücü yetenler orucu tutmaz iseler, bir fakire yete­cek kadar fidye ile yükümlüdürler.» Bu ilâhî ruhsat, İslâmın başlan­gıcında idi. Müslümanlar ilk oruç tutmakla emir olunduklarında oruç zor geldi. Çünkü âdet edinmemiş idiler.    O zaman verilen bu ruhsat bilâhare nesh edildi.

Bâzı kıraatlerde «yutikune» yerine «yutevvikunnehu» gel­miştir. Bu takdirde Âyetin manâsı, «Orucu zorlukla ancak tutabilecek ve bununla beraber haklarında tehlike ihtimali bulunan ihtiyarlar oruçlarını yiyebilirler; her gün için bir fakiri doyuracak fidye verirler. Eğer güçleri fidye vermeye yetmiyor ise Allah gafur rahimdir. Fidye miktarını arttırmak daha hayırlı olur. Ey hastalar ve özür sahihleri, mazeretinize rağmen nefislerinizi zorlayıp oruç tutarsanız sizin için fidye vermekten daha hayırlıdır. Tabiî bu da oruçtaki fazilet ve beraa­tı zimetteki ulviyeti bildiğiniz takdirde yanaşabileceğiniz bir haslet­tir.»

Oruç Hicret'in ikinci senesinde Medine-i Münevvere'de farz kılın­mıştır. Yüce Peygamber hayatta dokuz sene oruç tutmuştur.

Ramazan kelimesi ramd fiilinin kökündendir, yanmak manâsı­na gelir. Oruca ramazan isminin verilmesi, ya günahları yakıp yok et­mesinden veya Hicaz'ın sıcak ve yakıcı günlerine rast gelmesinden ile­ri gelmektedir.

Kur'ân'ı Kerim «Levh-ü Mahfuz»dan bütün olarak Ramazan'm kadir gecesinde yer küresine en yakın olan gök tabakasına inmiştir. Oradan da yirmi üç yıl içerisinde peyderpey Cebrail vasıtası ile Pey­gamberimiz (S.A.V.)'e indirilmiştir.

Allah'ın Resûlü'nden, «Hz. İbrahim'in sahifeleri Ramazan'm ilk gecesinde tevrat Ramazan'm altıncı gecesinde, incil Ramazan'm ondördüncü gecesinde, kur'an Ramazan'm yirmibeşinci gecesinde na­zil olmuştur.» rivayeti vardır.

(185) «Sizden her hangi biriniz Ramazan Ayı'nda hazarda bulunursa bu ayın orucunu tutsun.»

Bazı tefsir âlimleri, «sizden herhangi bir kimse Ramazan Hilâli'ni görürse, o ay oruç tutsun.» bu takdirde «Ramazan Ayı'nda hazır bulu­nursa,» mealindeki cümle, «Hilâlini görürse,» manâsına gelif. Nitekim «Cuma Gününde hazır bulundum» diyenin «Cuma namazını kıldım» demiş olduğu gibi.

 (186) Bir göçebe Allah Resûlü'ne gelip sordu: «Acaba Rabbimiz yakın mıdır ki, onunla münacaat edelim? (Fısıldanarak ve yakararak yalva-ralını). Yoksa bizden uzak mıdır ki, seslerimizi yükselterek yakaralım.» Bu sual üzerine, «Kullarım senden beni sordukları zaman, kesinlikle ben yakınımdır, çağıran beni çağırdığı zaman duasım kabul ederim.»

Bu yakınlık Cenab-ı Hakk'm kullarının fiilleri ve sözlerini tam manâsı ile bilmesinin ve onlara en yakın bulunan bir yerden durumla­rını gözetlemesinin bir temsilidir.

îman ve tââte icabet eden bir kulun yalvarmasını ve yakarmasını kabul edeceğine dair ilâhî vââddir bu. [114]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(182) «Kim ki vasiyet edenin bir hata veya günâh işlemesinden korkar da (tarafların) aralarım düzeltirse, ona günâh yoktur...»

Bu âyetin hakkında selef den gelen rivayetler:

Anaya, babaya ve yakınlara vasiyet etmek, miraslar âyeti nazil ol­mazdan önce vacipti. Mirasçıların terekeden olan paylarını bildiren âyet nazil olduğunda bu âyet neshedildi. Takdir edilen miras miktar­ları Allah'dan (C.C.) gelen birer farize oldu. Miras sahibleri vasiyet edenin minnetini almadan paylarım alma hakkına kavuştular. Bunun için Hadîsde «Şübhesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Bundan böyle herhangi bir varise herhangi bir vasiyet yapılamaz» di­ye varid olmuştur.[115]  

 

Îslâmda Vasiyet

 

îslâmın başlangıcında ölüme yaklaşanın bütün malını anneye, babaya ve akrabalara vasiyet etmesi farzdır. Çünkü Cenab-ı Hak «Bi­rinize ölüm geldiği zaman eğer mal bırakıyorsa, anaya, babaya, ya­kınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakıtı) nanlara bir borç olarak size farz kılındı.» buyurdu. Sonra miraslardan bahseden âyetle bu hüküm nesih edildi. Vasiyet malın üçte birinde veya daha azında varis olmayanlara müstahap olarak kaldı. Mal az, aile efradı çoksa dahi vasiyetin bu istihbablığı devam eder.

İcma'dan önce vasiyetin tesbitini yapan seri delil, Cenabı Hakkın dört yerde «Bu hükümler ölünün borcu ödenip yaptığı vasiyyeti yeri­ne getirildikten sonradır.» (Nisa: 11 - 12) buyurduğudur.

Bir de icma'dan önce vasiyyetin isbatını yapan bir çok sahih ha­disler vardır. Meselâ: Müslim ve Buharî «Vasiyet edeceği bir şeyi oldu­ğu halde vasiyetsiz olarak iki geceyi geçirmek hakkı hiçbir müslü-manda yoktur.» Yani tedbirden veya ahlâktan bilinen ancak vasiye­tin etmesidir.» Hadisi vardır.

İbni-Maceh «Mahrum o kimsedir ki, vasiyyet etmekten yoksul­dur. Kim ki vasiyyet yaparak ölürse, o kimse yol, sünnet, takva ve şe-hadet (şehidlik) üzerinde ölmüştür. Afvolunarak ölmüştür.» Hadisi de vasiyyetin tesbitinde bir esasdır.

Varis olmayan yakını vasiyyetde takdim etmek daha efdaldır. On­lardan da mahremi olan sonra süt kerabetine (yakınlığına) sahip ola­nı, sonra dünürlük yakınlığına sahip olanı, sonra velâ (azadetmekten gelen yakınlık) sahibini sonra da komşuluk yakınlığına sahip olanı vasiyyette takdim etmek daha efdaldır.

Bir kimsenin boynunda zekât ve hacc gibi Allah'ın (C.C.) veya emanet ve gasbedilen mal gibi insanların hakkı varsa, bu hususu va­siyyet etmesi farzdır.[116]  

Abd b. Hümeyd, Buharî, Müslim İbni-Ömer'den «Hiçbir müslü-manın hakkı değildir ki, üzerinden üç gün geçsin vasiyeti yanında ol­masın» Îbni-Ömer (R.A.) «Bu Hadisi dinlediğim günden beri vasiyet­siz gecelemedim» dedi.

Abdurrezzak, Basra Kadısı Übeydullah b. Abdullah b. Ma'mer'den rivayet ediyor: «Vasiyetini kim için yaptığını belirtenin vasiyetine gö­re amel ederiz. Yani adını verdiğine teslim ederiz. Eğer «Allah'ın emrettiği şekilde sarfediniz» derse, o vasiyet ettiği malı    (muhtaç olan) yakınlarına veririz.»

Abdurrazzak Tavus'tan «Bir kavmin adım vererek onlara vasiyet edenin beri tarafda ihtiyaç sahibi yakınları varsa, vasiyet edilen mal, muhtaç yakınlara rededilir.»

Abdurrazzak Hasanı Basrî'den «Akrabaları olmayanlara malının üçte biriyle vasiyet ettiğinde vasiyet edilen o, mal üçe ayrılır: Bir kıs­mı onlara, iki kısmı da yakınlarına verilir.»

Ahmed ve Beyhakî İbni-Sirin'den «İbni-Abbas (R. Anhuma) hut­be okudu. Onun esnasında «el-Bakara» suresini okudu. O, surede olan­ları açıkladı. Ta bu vasiyet âyetine gelinceye dek. Buraya vardığında; Bu âyet neshedildi dedi.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan «Ana ve baba ile beraber olan başka yalanları terekeden istifade etmezdi. Ancak yakınlara vasiyyet edil­mişse onlara terekeden verilirdi. Bunun üzerine Hz. Allah MİRAS âye­tini indirdi. Orada ana ve babanın terekedeki paylarını açıkladı. Ya­kınların terekenin üçte birinde olan vasiyet hakları yerinde bırakıldı.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan «Mirasçıların bu âyetteki durumları nesh edildi. Fakat mirasçı olmayan yakınların vasiyeti nesh edilmedi.»

İbni-Cerir Kattade'den o da Şureyh'den «Miras âyeti ininceye ka­dar ölüme hazır olan bütün malını vasiyet ederdi.» Yani kendisi ma­lının taksimini yapardı.

Abd b. Hümeyd Hasanı Basrî'den: «Diğer mirasçılar razı olmadık­tan sonra hiç varise vasiyet yoktur. Yani yapıldığı takdirde hüküm­süzdür. Meğer ki diğer mirasyediler razilik gösterirlerse...»

İbni-Cerir Kattade'den «Kim ki duyduğu halde vasiyeti değişti­rirse o, günâh onun boynundadır.»

Îbni-Ebi-Hâtim Sala" b. Cübeyir'den «Vâsilerden her hangisi ölü­nün ağzından işittikten sonra vasiyetini yerine getirmezse, vasiyet eden de âdil ise, (yani yanlış bir tarzda vasiyet etmemişse) onun gü­nâhı değiştirenlerin boynundadır. Ölü kurtulmuştur. Allah vasiyeti duyar ve bilirdir. Kim ki vasiyet yapan ölünün taraf tutarağından ve­ya yanlışlığından korkarsa, onların arasında İslah edip yanlışını düzeltirşe, varisler arasını düzelten o vasiyi Allah (C.C.) affeder. Ona mer­hamet edicidir. Ona ölünün yanlış vasiyetini düzezetme ruhsatını da vermiştir.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Ayette geçen «cenet» kelimesi yan­lış demektir. «isim» kelimesi kasden yapılan günâh demektir dedi.»

Abd b. Hümeyd Kattade'den: «Kim ki zulmü vasiyet ederse veya vasiyette hududu aşarsa ölünün varisi veya müslümanlann imamla­rından biri o vasiyeti Allah'ın Kitabına ve Resulün Sünnetine red ede­bilir.»

Sufyan b. Üyeyne İbni-Abbas'dan «Vasiyette tarafgirlik ve başka­sına zarar vermek büyük günâhlardandır.» diye rivayet yaptı.

«Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı......»

islam'ın beş rüknünden biri olan oruc'un farziyetini getiren bu âyet hakkında selef den gelenler:

Buharî, Müslim, Tirmizî, ve Beyhakî İbni-Ömer'den rivayet etti­ler: «İslâm beş şeyin üzerinde kurulmuştur. (Beş şeyden meydana gel­miştir.): AUah'dan başka herhangi bir ma'budun olmadığına, Mu-hammed'in (S.A.V.) onun elçisi olduğuna dair şahidlik, Namaz kılmak, Zekât vermek, Ramazan ayının orucunu tutmak ve Hacca gitmektir.»[117]

 

İslamda Oruç

 

Oruç, namaz gibi bedenî bir ibadettir. Birinci derecede gelen ze­kâttan sonra en üstün ibadet oruçtur. Hicretten bir buçuk sene sonra Şaban ayının onunda ve Kıble Kabe'ye döndükten sonra oruç farz kı­lındı. Orucun zamanı gündüzdür. Fecri-sadıktan başlar güneş batın-caya dek devam eder.

Orucun fazileti hakkında bir çok sahih Hadîsler varid olmuştur. Hadîs imamları onları Müsnedlerinde zikkretmişlerdir. Onlar'dan biri şu gelecek Hadisi-Kudsîdir: «Ademoğlunun bütün ameli kendisine aiddir. Ancak orucu müstesnadır. O benim içindir. Ben ondan ötürü Ademoğlunu mükâfatlandırırım.»

Her nekadar insanoğlunun bütün ibadetleri Allah'ın ise de orucun be tahsis Allah'ın (C.C.) olduğu için iki neden vardır ki, onlar saye­sinde oruç sair ibadetlerden ayrılır:

1) Oruç kul ile Rabbisi arasında bir «SIRndır. Ancak onun üze­rine Allah muttali olur.

Diğer ibadetler ise apaçıktırlar. Bazen onları kul riyakârlık için yapar.

2) Diğer ibadetlerin mani olamadığı   nefsî lezzetlere oruç manî olur.

Şabî ve Kattade «Ayetteki teşbih (benzetme), orucun vakit ve miktarına racidir dediler. Çünkü Cenab-ı Mevlâ, hem Hz. Musâînm (A.S.) hem de Hz. İsa'nın (A.S.) kavmine Ramazan orucunu farz kıl­dı. Onlar bozdular. Papazları bir aya on gün eklediler. Sonra bir pa­pazları hasta düştü «Eğer Allah bana şifâ verirse on gün oruç daha ek­lerim o, kırk güne» dedi. Ve öyle yaptı. Böylece Hıristiyanların orucu elli güne vardı. Sıcak zamanda oruç onlara zor geldi. Sonbaharın serin günlerine naklettiler. İlâhî sistemde keyfi hareket ettiler.

Mucahid «Allah Ramazan orucunu her ümmete farz kıldı.» dedi.

Hasanı-Basrı ve Suddî'den gelen rivayete göre; Hıristiyanlar «ve-sîke»ye (ihtiyata) yapışarak önce otuzun evvelinde bir, sonunda da bir gün ilâve ettiler. Bu da asırlarca devam etti. Böylece oruçları elli güne vardı. Sıcak mevsimde elli gün zor geldiğinden serin zamana naklettiler.

Bundan ötürü şek günü islam'da mekruh kılındı.

Bazı âlimler «Teşbih» (benzetme) orucun aslının farz olduğuna racidir. «Yani sizden önce geçen ümmetlere orucun aslı farz olduğu gibi size de aslı farz olundu.»

Teşbih, vakit ve keyfiyet yönünden değildir dedi.»

Bazılar teşbih orucun sıfatı yönündendir: Yani, nasıl yemek, iç­mek ve cinsî ilişkiden onları meneden bir oruç onlara farz kılındı ise size de böyle olan oruç farz kılındı. Bu görüş Suddî, Ebul-Âliye, ve Re-bi'in görüşüdür.

Muaz b. Cebel ve Ata «Teşbih orucun sıfatına ve sayıya değil oru­ca raci'dir veya iki orucun eksiklik veya fazlalıklarına bakılmamakta-dır. İslâmın başlangıcında her aydan üç gün ve Aşura günü oruç tu­tulurdu. Buna binaen âyetin manası «Sizden öncekilere Îbni-Abbas onlar Yahudilerdir dedi   her aydan üç gün ve Aşurâ günü farz kılın­dığı gibi size de farz kilindi.» demek olur. Sonra bu ümmet hakkında her aydan üç gün ve aşura orucu nesih edildi. Yerine Ramazan ayı geldi.

Muaz b. Cebel «onlar, sayılı günlerle, o günler de Ramazan orucuy­la nesih edildi.» dedi.

Oruç şehvetleri öldürdüğü için takvaya sebebdir. Nitekim Hz. Pey­gamber «Oruç kalkandır. Oruç boğurmadır.» dedi.Ayette geçen sayılı günler Ramazan ayı olursa, daha önce Muaz'-dan rivayet edilenin hilafı sabit olur. [118]

 

Hastalık Ve Oruç

 

Hiç bir halu-kârda orucu tutmaya gücü yetmiyecek tarzda hasta­lık olursa, orucu bozmak vacip olur.

Zarar görerek ve meşakkat çekerek ancak oruç tutabilen hastaya orucunu bozması müstahabdır.

İbni-Sirin: «İnsan hastadır denilecek bir duruma düştüğünde oru­cu bozabilir» dedi. Sefer illetinden ötürü orucunu bozabilecek misafire kıyas etti.

Hasanı Basrî: «Ne zaman hastalıktan ötürü namazda ayakta du-ramıyorsa, o zaman orucunu bozar.» dedi.

Buharî: «Nişabur'da hafifçe hastalandım. Bu da Ramazan ayına tesadüf etti. O esnada îshak b. Raheveyh (veya Rahuyah) beni ziyare­te geldi. Beraberinde bir kaç arkadaşı da vardı. Bana: «Ey Eba-Abdul-lah orucunu bozdun mu?» dedi.

Ben «Evet bozdum» dedim. îshak: «Ruhsatın kabul edilmesinden zaif kalınabilec eğinden korktum. Onun için sordum» dedi.

Abdan Îbni-Mubarek'ten o da İbni-Cureyiç'ten rivayet etti: «Ata­dan sordum: Hangi hastalıktan ötürü orucumu bozabilirim?»

Ata «Hangi hastalık olursa olsun» diye cevap verdi. Buharî: «Bahsedilen Hadîs, Ishak'ın yanında yoktur» dedi,

Ebu-Hanife: «Eğer kişi orucunu bozmadığı takdirde bedeninin da­ha fazla acı çekeceğinden ve sıtmanın daha şiddetleşeceğinden kor-karsa, orucunu bozar» dedi. [119]

 

Sefer Ve Orucu

 

Hac veya cihad gibi taat seferinde ittifakla oruç bozulabilir de­dikten sonra âlimler namazın kasredildiği ve orucun yenildiği sefer konusunda ihtilâf etmişlerdir.

İmamı Mâlik; namazın kasrediidiği sefer, orucun yemesini ruh­satlı kılan seferdir. O da bir gün bir gecelik mesafedir dedikten sonra ikinci bir kez, kırk sekiz millik mesafedir, dedi.

İki günlük mesafe dediği de rivayet edildi. İmam Şafiî; iki günlük mesafedir, dedi.

Âtiye, İbni-Abbas ve Sevrî'den; üç günlük mesafedir, diye rivayet etti.

Buharî de: «İbni-Ömer ve İbni-Abbas'dan dört «berîd»lik bir mesafede namazı kasr eder, orucu bozarlardı. Dört Beridlik mesafe on altı «fersah»lik mesafedir. Günümüzün ölçüsüyle seksen küsur ki­lometrelik mesafedir.

Ed-Darekutnî Ebu-Bekr En-Nişaburî'den, o da Mısır'da İsmail b. îshak b. Sehil'den o İbni-Ebi-Meryem'den o Muhammed b. Cafer'den, o Zeyd b. Eslem'den o Muhammed b. Munkedir'den o Muhammed b. Kâb'dan rivayet etti: «Ramazan ayında Enes b. Malik'e vardım. Sefe­re çıkmak istiyordu. Bineği hazırlanmıştı. O da yolculuk elbisesini giy­mişti. Güneş batışa yaklaşmıştı. Yemek istedi. Yemekten yedikten son­ra bineğine bindi. Ben sordum: «Bu yaptığın Resulün Sünneti midir?» «evet» cevabını verdi.

Hasanı Basrî: «Sefere çıkmak istediği gün kişi, dilerse evinde oru­cunu bozabilin» dedi.

îmamı Ahmed: «Evlerden çıktığında orucunu bozam dedi. îshak: «Ayağım üzengiye koyduğundo bozar» dedi.

Hanefi'lere göre; hazeri olarak sabahladıktan sonra sefere çıkar­sa, o günün orucunu bozamaz.

Ez-Zuhrî, Mekhul, Yahya el-Ensarî, Evzaî, Şafiî ve Ebu-Sevir'de böyle ictihad ettiler. Fakat bu durumda orucunu bozarsa, sadece gü­nü gününe kaza eder. Keffaret düşmez, dediler. «Îbnul-Arabî», Şafiî-lerden «el-Bacî» «Keffaret lâzım gelin» dediler.

Ebu-Ömer: «Bu durumda keffaret düşer diyenin sözü hiç bir kıy­met ve mânâ ifade etmez. Çünkü Allah misafire oruç yemeyi mubah kıl-, mıştır. Allah'ın vacip kılmadığını hiç kimse vacip kılamaz. O günün­de sefere çıkarsa, dilediği takdirde orucunu bozar.

Bu görüşü, Eş-Sabî, Ahmed ve İshak da paylaştılar. Zira Buhar! de Îbni-Abbas'dan gelen Hadîsde: «Resûlüllah Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktı. «Üsfan» adlı köye varıncaya kadar orucunu bozmadı. Orada su istedi Halka göstermek için iki eliyle su kabını kaldırdı ve içti. Mekke'ye kadar bir daha da yolda oruç tutmadı.» denilmektedir. Bu hüküm burada «NASS»dır. Onun tersi geçerli değildir.[120]

Bu Hadîsde, aynı zamanda yolculukta oruç tutulamaz diyenin de görüşünün reddi vardır.

İbni-Ömer: «Seferde oruç tutan hazerde kazasını yapar.»

Abdurrahman b. Avf: «Seferde oruç tutan, hazerde oruç yeyen gi­bidir.» dedi.[121]  

Zahirilerden bir kavim de bu görüşü savundu. Delil olarak Cenabı Hakkın: «Tutmadığı günler sayısınca başka günlerde tutar» hükmü­dür. Başka bir delil de Hz. Peygamber'in: «Seferde oruç tutmak Birr'-den değildim sözüdür. [122]

 

Seferde Oruç Tutmak Mı Daha Afzaldık Yoksa Yemek Mi?

 

İmam Mâlik ve İmam Şafiî: «Oruç tutmak güçlü yolcu için daha afzaldır dediler.»

Başka bir görüşlerinde; kişi muhayyerdir dediler. Çünkü İbni-Üleyye Enes'den rivayet etti: «Ramazan ayında Resûlüllah ile yolcu­luğa çıktık. Oruç tutanımız tutmayanları, tutmayanlar da tutanları ayipsamadılar.» Malik, Buharı, ve Müslim Hadisi rivayet ettiler.

Resûlüllah'ın ashabı Osman b. Ebi-As Es-Sakafî ve Enes b. Malik'-den gelen rivayete göre; kudreti olana seferde oruç tutmak yemekten daha afzaldır.

îmam Ebu-Hanife ve talebeleri de bu görüşteler.

İbni-Ömer ve Îbni-Abbas'dan: «Yemek tutmaktan daha iyidir» ri­vayeti de gelmiştir.

Said b. Musayyip, Şabî, Ömer b, Abdulaziz, Mucahid, Kattade, Ev-zaî, Ahmed ve îshak: «Yolculukta orucu tutmamak daha afzaldır.» de­diler. Çünkü Cenab-ı Hak: «Allah sizin için kolaylığı irade eder, zor­luğu değil..» dedi.

Bir memlekette Ramazan yirmi dokuz gün çekerse, orada hasta olan veya yolculuğa çıkan bilahere yirmidokuz gün kaza eder.

İbni-Abbas, Ramazan kazasını kişi dilerse arka arkaya dilerse ara­lıklı tutacağı hakkında: «Dilediğin tarzda onu tut» Hadisiyle istidlal etti.

Ebu-Hüreyre'den rivayet edilen: «Kimin boynunda Ramazan ka­zası varsa onu ardanla kaza etsin, onu kesmesin» Hadîs ise isnadında Abdurrahman b. îbrahim vardır. Bu zatın Hadîsi zaifdir.

Îbni-Ömer: «Yediğin gibi kaza et» dedi. Hulasa: Ramazan kazasında ardarda tutmak müstehaptır. Fakih-ler bunda ittifak ettiler. Aralıklı tutarsa da olur.

«Yediğinin sayısınca başka günlerde tutsun..» cümlesi, zaman ta­yini yapmadan Ramazan kazasının farziyetine delâlet eder.    Sahihe yinde Aişe Validemizden gelen; «Ramazan kazası boynumda olurdu. Onu ancak gelecek Şaban ayında kaza edebilirdim. Resûlullah ile meş­guliyetim orucun kazasını yapmamı geciktirirdi.» Hadîs nass'dır ve âyeti daha açığa kavuşturur. Aynı zamanda Davud-i Zahiri'nin aley­hinde delildir. Davudi-Zahiri: «Şevvalin hemen ikinci günü kaza et­mesi vacibdir. Böyle yapmayan ve ölen günahkârdır» dedi.

Usul âlimlerinin bazısı «Şevvalin ikinci gününü kaza yapmaksızın geçilirse ve kaza etmek azminde ise, sıhhatli görüş şudur ki, ne gü­nahkârdır ne de kusurludur.

Cumhurun reyi de budur. Lakin emin olmak için acelece kaza yapması mustahaptır.

Eğer Ramazan kazasını gelecek Şaban'dan sonraya bırakırsa, Ma­lik, Şafii, Ahmed ve İshak'a göre; keffaret vermesi gerekir ve ikinci senede günü gününe kaza eder. Her gün için bir fitre miktarı keffaret verir.

Ebu-Hanife, En-Nahaîi ve Davud, Keffaret lâzım gelmez, dediler. İmamı Buharî de bu görüşü savunarak: «Ebu-Hüreyre ve İbni-Abbas'-dan mürsel olarak şu hadis rivayet edildi: Kazasını ikinci seneye bıra­kan yedirir. Yani her gün için keffaret verir. Oysa Allah; (C.C.) sade­ce başka günleri yediği günler yerine tutar demiştir» dedi. [123]

 

Kazaya Kalmış Orucu Bozana Ne Lazımdır?

 

Kasden kaza orucunu bozana İmamı Mâlik katında keffaret lâ­zım gelmez. Cumhurda bu görüştedir. Ancak günü gününe kaza eder.

Kattade: «Ramazan kazasını tutarken ailesiyle birleşir veya bir şey yiyerek orucunu bozana kaza ve keffaret lâzım gelir» dedi.

Cumhur: Bir hastalıktan veya seferden ötürü orucunu yeyen kaza etme imkânına kavuşmadan ölürse hiç bir şey lâzım gelmez» dedi.

Kattade ve Tavus: «Hasta iyileşmeden ölürse her günü için taam (fidye) verilir dediler».

Ramazan kazasına borçlu iken ölenin yerine kimse oruç tutamaz. Bu görüş Şafiî, Mâlik ve Sevrî'nindir.

Ahmed, İshak, Ebu-Sevr, Leys, Ebu-Übeyd ve Zahiriler: «Yerinde başkası tutar. Ancak şu kadarı vardır ki, başkası kendisine nazrettiği takdirde tutar» dediler.

Zira Aişe Validemizden: «Kim ölürse ve boynunda da oruç kazası varsa velisi onun yerinde o orucu tutsun...» Hadisi gelmiştir. Ancak şu varki bu Hadis oruç hususunda genel olarak varid olmuştur. Müs-limin   "İbni-Abbas'dan rivayet ettiği bunu tahsis eder:

«Bir kadın Peygamberce (S.A.V.) geldi. Ey Allah'ın Resulü! Annem vefat etti. Boynunda nazrettiği oruç (veya bir ayın orucu) vardır. Aca­ba onun yerinde bunu tutabilir miyim?» diye sordu. Hz. Peygamber: «Bana haber verir misin eğer annenin boynunda bir borç olsaydı, sen de onu ödeseydin acaba ödenmiş olur muydu?»

Kadın: «Evet ödenmiş olurdu» dedi. Resul: «Öyle ise annen yerine oruç tut» dedi.

Mâlik, Şafiî ve Sevrî: «Hiç bir kimse başkasının günâhım taşı­maz.» (En'am: 164) «İnsana ancak kazancı vardır.» (Necm: 39) «Her nefis ancak aleyhinde kazanır.» (En'am: 164) gibi âyetleri delil getir­mişler. Bir de Neseî'nin İbni-Abbas'dan naklettiği şu Hadisle delil ge­tirmişlerdir: «Kimse, kimsenin yerine namaz kılamaz. Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz. Ancak borçlunun her günü için buğdaydan bir «Müdd» (iki el dolusu) kadarını verir.»

Said b. Mensur Ebi-Cafer'den rivayet etti: «Ramazan ayı her oru­cu neshetti.» [124]

 

Fidye

 

(184) «Oruca dayanamayanlar bir düşkünü doyuracak kadar fidye ve-

rir.»

Bu meal, «Yütîkunae üzerine olumsuzluk harfi «la» kelimesini dahil ettiğimiz takdirde geçerlidir. Fakat Tefsiri-Birriveyede bütün nakiller «lâ» harfi olmaksızın gelmiştir. Böylece meal: «Oruca güç yetirenlere (bozdukları takdirde) fidye düşer. O da bir düşkünü doyu­racak kadardır.» oluyor.

Abd. b. Hümeyd İbni-Sirin'den; Îbni-Abbas hutbe irad etti. Bu âyete vardığında; «Bu âyet nesih edildi» dedi.

İbni-Ebi-Hâtim Îbni-Abbas'dan; bu âyet indiğinde, dileyen oruç tuttu. Diliyen tutmadı ve bir düşküne fidye verdi. Sonra: «Öyle ise, sizden kim Ramazan ayında hazır bulunursa (Hilâli görürse) artık onu tutsun.» âyeti indi. Bu âyeti neshetti. Ancak fâni (çok yaşlı) bu hükmün dışındadır. Dilerse, orucunu bozar, her gün oruca karşılık olarak bir düşküne yedirir.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Bu âyet, oruç tutabilecek güçte bu­lunan yaşlılar için bir ruhsat getirdi: Orucu bozup fidye verebilirler. Her gün için bir yoksula bir fidye verir. Sonra bu hüküm nesih edildi. Bunun üzerine Cenab-ı Mevlâ: «Sizden ktm Ramazan ayında bulunur­sa (Hilâli görürse) artık Ramazanı tutsun.» âyetini gönderdi. Yaşlı kaduı ve yaşlı erkek oruca güç yetiremediği takdirde yeyip her gün için fidye verirler. Gebe ve emzikli kadın korktukları takdirde orucu bozar, her gün için bir düşküne fidye verir ve güç yetirmiyen yaşlılara kaza da lâzım gelmez.»

Ed-Darîmî, Buharî, Müslim, Ebu-Davud, Tirmizî, Neseî ve İbni-Ce-rir Hüzeyme'den, Ebu-Avane, İbnul-Munzir Seleme b. Ekva'dan riva­yet ettiler: «Bu âyet indiğinde bizden diliyen oruç tutardı. İstiyen oru­cu yer fidye verirdi. Fakat bu âyetten sonra gelen «Ramazan aynıda bulunan (Hilâli gören) artık Ramazanı tutsun.» âyeti bunu nesh etti.»

Buharî Ebi-Leylâ'dan riyâyet etti: «Bizim bazı arkadaşlarımız bi­ze haber verdiler: Ramazan hakkındaki âyet indiğinde müslümanlara oruç tutmak ağır geldi. O zaman bir yoksula fidye veren orucu yeye-bilirdi. Bu sefer de, oruç tutabilecek kimsenin orucu terketmesi onla­ra ağır geldi. «Sizin oruç tutmanız size daha hayırlıdır.» âyeti geldi ve daha Önceki hükmü nesih etti. Böylece müslümanlar oruç tutmakla emrolundular.

Abd b. Hümeyd ve Âmir es-Şabî'den: «Oruç tutmaya güç yetiren-lere, düşkünlere yedirmek üzere fidye vardır» âyeti indiğinde, zengin­ler orucu yediler ve fakirlere fidye verdiler. Böylece orucu fakirlerin üzerine bıraktılar. Bunun üzerine Allah (C.C.): «Sizden Ramazan ayında bulunan orucunu tutsun» âyetini indirdi. Böylece bütün müs­lümanlar orucu tuttular».

Veki' ve Abd b. Hümeyd Ebi-Leylâ'dan rivayet ettiler: «Ata b. Ebi-Ribah'm yanma Ramazan ayında vardım. Yemek yediğini gördüm. Kendisine yemek mi yiyorsun diye sordum. Cevab olarak: «Oruç ilk geldiğinde istiyen yiyor, istiyen tutardı. Yiyen bir yoksula fidye verir­di. Ne zaman ki, «Bununla beraber gönül isteğiyle kim bir iyilik yap­sa o kendisi için iyidir.» âyeti indi. O zaman iyilik yapan her yediği oruç için iki düşküne yedirmeye başladı. Ne zaman ki, «Sizden kim Ramazan ayında bulunursa o ayı oruç tutsun..» âyeti geldi, o zaman hasta ve misafir hariç her müslümana oruç farz oldu. Benim gibi pi-ri-fâni de istisna edildi. Benim gibisi yer ve her gün için bir düşküne fidye yedirir dedi.»

Veki' Sufyan, Aburrazzak, el-Feryabî, Buharî, Ebu-Davud «Nasih» inde İbni-Abbas'dan gelen yollarda «Yutikune» yerinde «Yutav-Vakune» kıraatini naklettiler. Mânâsı: «Oruçla mükellef olup onu tutmaya güç yetiremiyenlerin üzerinde yoksullara yedirmek üzere fid­ye lâzımdır.» demektir. Bu kıraata göre âyet mensûh değildir» dedi. [125]

 

Pîri Fâni Kimdir

 

Güç yetiremiyen piri-fâni, ihtiyar erkekler ile acûza kadınlardır. Bunlar her gün için bir yoksula yedirirler. Kaza etmek bunlara gerek­mez.

İbni-Ebi-Şeybe İbni-Abbas'dan: «Oruca güç yetirenlere fidye ge­rektir» âyeti oruç tutmaya gücü yetmiyen ihtiyarlar hakkında nazil oldu. Allah böyle bir piri-fâniye orucunu yemesini ve her gün için fid­ye vermesini ruhsatlı kıldı.»

Îbni-Sad Tabakatında Mucahid'den rivayet etti: «Bu âyet Kays b. Saib'in Mevlâsi hakkında nazil oldu. Orucunu yedi. Hergün için bir yoksula yedirdi.»

İbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Orucu ancak büyük bir meşekkatle tutabilen gebe kadın, emziren kadın, pirî-fâni ve hastalığı daimi olan kimseler orucunu bozar ve her gün için bir yoksula fidye yedirir.» ri­vayetini yaptı.

Veki' ve Abd b. Hümeyd Enes'den naklettiler: Enes yaşlılıkta ilerlediği bir dönemde orucunu tutamadı. Her gün için dört düşküne ye­dirdi. [126]

 

Orucun Fazileti Hakkında Hadisler

 

Son olarak oruca dair varid olan bazı Hadisleri nakledelim:

Buharı, Müslim, Ebu-Davud, Tirmizi, Neseî, İbni-Maceh, Ebu-Hü­reyre'den: «Ademoğlunun her ameli katmerleşir. Hasene (sevab) on katından yedi yüz katına kadar çıkar. Allah (C.C.) «Ancak oruç bu­nun dışındadır. O sadece benim içindir. Ben onun mükâfatını verir (ve takdir eder) im. Benim için yiyeceğini, içeceğini, ve şehvetini terk ede­nin elbette mükâfatını ben takdim ederim.» Oruçlunun iki kez sevin­ci vardır. Bir sevinci iftar zamanındadır. Diğer sevinci Rabbine müla­ki olduğu zamandadır. And olsun oruçlunun ağzından gelen (açlık) ko­kusu Allah katında Miskin kokusundan daha hoştur.»

Ahmed ve Beyhakî Cabir'den: «Rabbimiz oruç kalkandır. Kul onunla ateşten korunun. O benimdir. Onun karşılığını ben veririm de­di.»

İbni-Üyeyne yukarıda bahsi geçen Hadisi Kudsînin yorumunda: «Bu Hadis, Hadislerin en cömerdidir: En muhkemidir. Kıyamet geldi­ğinde Allah kulunu hesaba çeker. Boynunda bulunan zulümleri diğer amellerinden öder. Öyle ki oruçtan başka kulun elinde bir şey kalmaz. Bu raddede Cenab-ı Hak geri kalan borçlarını Zatı Kibriyası üzerine alır ve orucuyla onu Cennete koyar.»

Ahmed, Buharî, Müslim Serbel b. Sad'dan rivayet ettiler: «Cenne­tin sekiz kapısı vardır. Birisinin adı «reyyan» dır. Kıyamette o ka­pıdan sadece oruçlular girerler. Oruçlular nerededir diye çağrılır. On­lar oradan girerler. En son oruçlu da oradan Cennete girdikten sonra o kapı kapanır. Hiç kimse ondan sonra oradan Cennete giremez.»

Îbni-Hüzeyme'nin rivayetinde: «O kapıdan giren Cennet suyunu içer. tçen de bir daha susamaz.» fazlalığı vardır.

Beyhakî Ebu-Hüreyre'den: «Oruçta riya yoktur. Allah bir Hadisi Kudsî'de: «Oruç benim içindir. Ben azimuş-şân için yemeğini ve iç­mesini bırakıp oruç tutanın orucunun mükâfatını veririm dedi.»

Buharı ve Sünen sahibleri Ebu-Hüreyre'den rivâyeten şunları söy­ledi: «Kim ki, inanarak ve ecrini Allah'dan istiyerek Ramazan orucu­nu tutarsa, onun geçmiş günâhları affedilir!.»

Neseî rivayet etti: «Oruçlunun iftar çağında kabul edilir duası vardır.»

Beyhaki Abdullah b. Ebi-Evfâ'dan rivayet etti: «Oruçlunun uykusu ibadettir. Sükût etmesi teshilidir. Ameli kat­merlidir. Duası kabul edilir ve günâhı affolunmuştur...»

Ahmed, Nesei, İbni-Hüzeyme Ebi-Ümame'den rivayet ettiler: «Ey Allah'ın Resulü! Bana bir amel emret ki, onu senden alayım.

Onunla Allah bana faide versin» dedim. Cenab-ı Peygamber:  «Oruca yapış. Onun gibi bir amel yoktur.»

Teberanî «El-Evset»de Ebu-Hüreyre hadisinden rivayet etti: «Oru­cu delmedikçe kalkandır.» «Onun delmesi neyledir?» diye sorulduğun­da, «Onun-delinmesi yalan ve gıybetledir» diye cevap verdi.

Îbni-Maceh Ebu-Hüreyre'den rivayet etti: «Oruç sabrın yansıdır. Her şeyin zekâtı vardır. Cesedin zekâtı oruçtur.»

İbni-Maceh Bureyde'den rivayet etti: «Bilâl Resûlüllahın huzuru­na girdi. Peygamber gıdalanıyordu. «Ey Bilâl, gıdalanırmısın?» diyen Hz. Peygambere Bilâl: «Ey Allah'ın Resulü, ben oruçluyum» dedi. Re-sûlüllah (S.A.V.): «Biz rızkımızı yiyoruz. Bilâlin rızkı Cennette arttı. Ey Bilâl seziyor musun ki, oruçlunun kemikleri teşbih eder. Onun ya­nında yemek yenildiği zaman Melekler onun için af talebinde bulunur­lar.»

Bezzar ve Beyhakî Ebu-Hüreyre'den: «Üç dua kabul edilir: Oruç­lunun, misafirin ve mazlumun duaları kabul edilir.» rivayet etti.

Ahmed Enes'den: «Resûlüllah bir gün ashabından sordu: «Bugün hanginiz bir cenazenin kaldırılmasında bulundu? Hz. Ömer: «Ben bulundum.» Resul: «Hanginiz bir hastayı ziyaret etti?» Hz. Ömer: «Ben ziyaret ettim.»

Resûlüllah: «Hanginiz bir sadaka vermiştir bugünde...» Hz. Ömer: «Ben verdim.»

Resul: «Hanginiz oruçlu olarak sabahladı?»

Hz. Ömer: «Ben oruçlu olarak sabahladım ya Resûlüllah» dedi. Hz. Peygamber iki defa: «Vacib oldu» dedi.» Yani Cennet ona vacip oldu.

Îbni-Ebi-Şeybe, Ebu-Davud, Neseî, Tirmizi ve İbni-Maceh Ebu-Hü-reyre'den; Resûlüllah: «Ruhsatsız olarak Ramazan ayından bir gün orucu bozan bütün sene oruç tutsa yine de onun yerini tutamaz» dedi.

Yani bir günün kazası bir günle kalkar, fakat mânâ bakımından ve tamı tamına farz olduğu zamandaki gibi bir fazilet oluşamaz..

Darekutnî Enes b. Malik'ten: «Özür ve ruhsat olmadan Ramazan orucundan bir günü bozan'a bir ay oruç tutmak gerektir.» diye riva­yet etti. Yani ihtiyaten bu böyledir. Yoksa gerçekten bir günün karşı­lığı bir gündür. Bu kaide, İslâm zeminine bindört yüz beş seneden be­ri yerleşmiştir.

Darekutnî Recab. Cemil'den o da Rebia' bin Abdurrahman'dan: «Kim Ramazandan bir gün orucunu bozarsa,, on iki gün kaza etmesi lâzımdır. Çünkü Hz. Allah on iki aydan bir ayı seçmiştir.»

Bu fetva, ihtiyatlı bir görüştür. Ümmetin üzerinde istikrar ettiği görüş günü gününe kaza etmesidir.

Îbni-Ebi-Şeybe Said b. Musayyeb'ten rivayet etti: Bir kişi hazreti Feygamber'e gelip: «Ben Ramazandan bir günü yedim ne yapmam ge­rektir?» Hz. Peygamber: «Sadaka ver, Allah'tan af talep et ve onun yerine bir gün kaza et dedi.»

İşte Mudevven mezheplerin ittifakla kabullendiği fetva budur. Ve İslâm âleminin bugün (Bin dört yüz beş) de amel ettiği budur. [127]

 

Kur'anın Înişi

 

(135) «Ramazan ayı, insanlar için hidâyet kaynağı olan, doğru yolu gösteren, hak ile batılı birbirinden ayıran, apaçık delilleri ihtiva eden Kur'an onda indirildi...»

Bu âyeti celîle konusunda ümmetin selefinden gelen tefsir ve açık­lamalar :

İbni-Cerir Mücahid'den: «Sakın Ramazan demeyiniz. Çünkü Ra­mazanın ne olduğunu bilmezsin. Umulur ki o, Allah'ın isimlerinden bi­ri ola. Fakat Ramazan ayı deyiniz. Nitekim Cenab-ı Hakk ta öyle de­miştir.»

İbni-Asakir «tarih»inde İbni-Ömer'den rivayet etti: «Bu ay, Ra­mazan adım günahları sildiğinden dolayı almıştır. Ondan sonraki aya Şevval denmesinin nedeni deve kuyruğunu kaldırdığı gibi günâhları kaldırması dır.»

Îbrü-Merduyeh (veya Merdeveyh) Hz. Aişe'den: «Resûlüllah'tan: «Ey Allanın Resulü Ramazan ne demektir» diye sorulduğunda cevap olarak: «Allah, o ayda mü'minlerin günâhlarını sildi, onlar için ba­ğışladı.» Ya Şevval nedir? Resul: «O ayda müminlerin günâhları çeki­lip alındı. O ayda affedilmemiş hiç bir günâh kalmaz.»

Buharî ve Sünen sahibleri Ebi-Bekre'den rivayet ettiler: «Bayra­mın iki ayı olan Ramazan ve Zül-Hicce eksilmezler.»

Beyhakî Enes'ten: «Receb ayı geldiğinde Resûlüllah: «Ey AHahım! Bizim için Receb ve S a ban'd a bereket kıl. Bizi Ramazana kavuştur» diye dua ederdi.

Malik, Buharî, Müslim, Ebi-Davud ve Neseî Hz. Talha b. Übey-dullah'dan rivayet ettiler. Bir göçebe saçı - sakalı karmakarışık oldu­ğu halde Resûlüllah'a gelip sordu: «Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın bana farz kıldığı oruçtan haber ver. Resûlüllah; Allah sana Ramazan ayı­nın orucunu farz kılmıştır. Ancak nafile oruç da tutabilirsin.»

Arabî: «Bana Allah tarafından farz kılınmış zekâttan haber ver» deyince Resul ona İslâmm zekâtla ilgili sistemlerini izah etti.

Arabî: «Ey Allah'ın Resulü! Seni Peygamberlikle şereflendiren Al­lah adına and içerim ki, nafile olan hiç bir ibâdeti yapmıyacağım ve Allah'ın boynuma yüklettiği farzlardan da hiç bir şeyi eksiltmiyece-ğim» deyince Hz. Peygamber: «Eğer doğru ise kurtuldu. (Veya eğer doğru ise Cennete girdi)» dedi.

İbni-Maceh Cabir'den: «Resûlüllah her iftar zamanında Allah'ın azad ettikleri olur. Bu da Ramazanın her gecesidir» dedi.

Tirmizî, Neseî ve Îbni-Maceh, Ebi-Hüreyre'den: «Ramazan ayının ilk gecesi geldiğinde Şeytanlar ve Cinlerin âsileri pırangaya vurulurlar. Ateşin kapıları kapanır. Onlardan hiç bir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılan açılır. Onların hiç birisi kapalı kalmaz. Her gece bir dellal «Ey hayn istiyen gel. Ey şerri istiyen isteğini kısalt» diye bağırır. Al­lah'ın ateşten azad ettiği vardır. Bu azad etme işlemi Ramazan boyun­ca her gecede vardır.»

Beyhakî ve îsfehanî: Cabir b. Abdullah'dan: «Ümmetime Rama­zan ayında beş şey verildi. Benden Önce gelen hiç bir Peygambere ve­rilmedi: 1) Ramazan ayının ilk gecesi geldiğinde Allah ümmetime ba­kar. Oysa Allah kime bakarsa hiç bir zaman onu azaba düçâr etmez. 2) Akşamladıkları zaman ağızlarının kokusu Allah katında Misk ko­kusundan lana lezzetlidir. 3) Ramazan boyunca her gün ve her gece Melekler onlara af talebinde bulunurlar. 4) Allah, Cennetine, «Hazır­lan ve kullarım için süslen, nerde ise Dünyanın yorgunluğundan evi­me ve ikramıma gelip istirahat etmeleri yaklaştı» diye emreder. 5) Ra­mazanın son gecesi geldiğinde bütün ümmetimi bağışlar.»

Cemaattan biri: «Ey Allah'ın Resulü! O gece KADİR gecesi mi­dir?» diye sordu. Resûlüllah: «Hayır değildir. Bakmaz mısın işçiler ça­lışıp işlerini bitirdiklerinde ücretlerini alırlar» dedi.»

Bezzar ve Beyhakî Ebi-Said el-Hudrî'den rivayet etti: «Ayların efendisi Ramazan ayıdır. Hürmet yönünden en büyükleri Zul-Hücce'-dir.»

El-îsfehanî Zuhrî'de. «Ramazan ayında bir teşbih başka aylar­daki bin teşbihten daha hayırlıdır.»

İsfehanî Ebi-Hüreyre'den: «Ramazan ayında kötülük yapmaktan sakınınız. Zira onun iyilikleri de kötülükleri de katmerleşir.»

îmamı Ahmed Âmir b. Mürre el-Cehenî'den rivayet etti: «Kuda Kabilesinden biri Hz. Peygamber'e (S.A.V.) geldi: «Ey Allah'ın Resu­lü, bana haber ver: Eğer AUah'dan başka ma'bud olmadığına, senin de Allah'ın Resulü olduğuna şahidlik eder, beş vakit namazı kılar, Rama­zan orucunu tutar ve değerlendirirsem ve zekâtı verirsem ben neci olurum.»

Resûlüllah ona hitaben: «Bu ameller üzerinde ölen, eğer anaya ve babaya karşı gelmemişse, —iki parmağını göstererek— bunların iki­si gibi o da kıyamette Peygamberler, sıddikler ve şehidlerle beraber olur, dedi.»

Beyhakî Hz. Ali'den rivayet etti: Ramazan geldiğinde hutbe oku­yor ve bu o mübarek aydır ki Allah onun orucunu farz kılmıştır. Fakat kıyamım farz kılmamıştır. Kişi; filan adam oruç tuttuğu zaman, ben orucu tutarım o, yediği zaman ben de bayram yaparım demekten (bu körü körüne olan taklidden) sakınsın. Dikkat edilsin oruç (sadece) yemek ve içmekten sakınmaktan ibaret değildir. Lakin oruç yalandan, batıldan, mânâsız lağvu-lahuvdan sakınmaktır.

Dikkat! Ramazan ayını oruçlu karşılamayınız (şekk gününü oruç­la geçirmeyiniz). Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz.

Hilâl gördüğünüzde bayram yapınız. Eğer üzeririnizde hava ka­palı ise sayıyı (Şaban ayının günlerini) tamamlayınız dedi.

Ahmed, ve İbni-Cerir Vasile b. Eska'dan rivayet etti: «Hz. İbra­him'in sahifeleri Ramazanın ilk gecesinde, Tevrat altıncı gecesinde, İncil onüçüncü gecesinde, Zebur onsekizinci gecesinde ve Kur'an yirmi dördüncü gecesinde indi.»

Îbni-Deris (veya Düreys) Ebul-Celed'den rivayet etti: «Allah, İb­rahim'in sahifelerini Ramazanın ilk gecesinde, İncil'i on sekizinde ve Kuranı yirmi dördünde indirdi.»

Allah'ın Resulü «Es, Sabu't-Tüvel» (Yedi Uzun Sûre) El-Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide, En'am, Araf, Enfal veya Yunus Tevrat'ın ye­rinde, El-Miun (yüz âyetli Sûreler) İncil yerinde, «El-Mesanî» (âyet­leri tekrar edilip okunan sûreler) (Zebur yerinde) ve «El-Mufessal» (Kaf sûresinden sona dek) fazladan verildi dediğini nakletti.

İbni-Cerir Maksam'dan rivayet etti: Atiye b. Esved İbni-Abbas'-dan sordu: «Benim kalbime şübhe düştü. Çünkü, Cenab-ı Hakk'm «Ramazan ayı, o aydır ki insanlar için hidâyet olan ve doğru yolu, ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık deliller ihtiva eden Kur'an-ı onda, indirmiştir» (el-Bakara: 186).

«Şübhesiz ki, Kur'an-ı Kadir gecesinde indirdik.»   (Kadir:  1) «Şübhesiz ki biz Kur'an-ı mübarek bir gecede indirdik.»  (Duhan:

3) âyetleri Kur*an'ın Şevval, ZulrKade, Zul-Hicce,   Muharrem ve Re-biül-Evvel aylarında indiğini tesbit ediyorlar. Bu nasıl olur?»

İbni-Abbas: «Ramazanda Kadir gecesinde ve mübarek gece hepsi birden indi. Bundan sonra Mevlâ Kitabını hâdiselere göre peyderpey aylar ve günlerde indirdi, dedi.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kur'an'ın hepsi (Levhul-Mahfuzdan), Cebrail'e (A.S.) bir defada ve Kadir gecesinde indi. Ondan sonra Al­lah neyi emrederse, Cebrail (A.S.) onu Hz. Resule indirdi.»

Beyhakî İbni-Abbas'dan: «Ramazanın yirmi dördünde Kur'an'ın tamamı Levhul-Mahfuz'dan) indi. Yere en yakın semâdaki «beytul-ızzete» konuldu. Oradan Cebrail (A.S.) Hz. Muhammed'e (S.A.V.) aralıklı getirdi.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kadir gecesi, mübarek gece diye Kur'-an'da geçen gecedir. Bu gece Ramazandadır. Kur'an defaten zikîr (Levhul-Mahfuz) dan beytul-ma'mura indi.»

İbnül-Munzir İbni-Cüreyiç'ten: «İnsanlar onunla hidâyet bulur­lar. Hidayetten debilerdir» demek orada helâl, haram ve cezalar var­dır, demektir dedi.»

Abd b. Hümeyid ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Sizden kim Ra­mazan ayında hazır olursa, onu oruçlu geçirsin»    âyetindeki   «Hazır olursa»nın mânâsı öz evinde Ramazan ayına kavuşursa, demektir de­di.»

Îbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Allah, hakkınızda kolaylık irade eder»

âyetindeki kolaylıktan maksad seferdeki oruç bozma ruhsatıdır. Zor­luktan maksad seferde oruç tutmaktır.»

Ibni-Ebi-Hâtim Rebi'den rivayet etti: «Sayıyı tamamlamanız,.» de ki sayı Ramazan ayının sayısıdır.»

Îbni-Cerir Dehhak'tan: «Bu sayı hastanın ve misafirin yediği gün­ler sayısıdır.» diye rivayet etti. [128]

 

Ramazan Bayramında Tekbîr

 

Îbni-Cerir Îbni-Abbas'dan: «Oruçlular Şevval ayma kavuştukları zaman bayram (namaz) lanndan boşaîıncaya    kadar tekbir almaları gerektir. Çünkü Cenab-ı Hak: «Sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yo­la ulaştırmasına karşılık Allah'ı tekbirle yüceltmeniz içindir. Umulur ki, şükredesiniz.» demektedir.»

Said bin Mansûr, ve İbni-Ebi-Şeybe İbni-Mesud'dan rivayet etti­ler: «Bu zat, tekbiri; «Allah ekber, Allah ekber Lâ ilahe illellahu Vella-hu ekber, Allahu ekber ve Iillahil-Hamd» (Allah her şeyden yücedir. Allah her şeyden yücedir. Allah her şeyden yücedir. Allah'tan başka hak mabud yoktur. Allah her şeyden yücedir. Allah her şeyden yüce­dir. Hamd Allah'a mahsustur.) şeklinde getirirdi.

Beyhaki Sünen'inde İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Bu zat; «Allahu ekber Kebira, Allahu ekber Kebira, Allahu ekber ve Iillahil-Hamdu ve ecelle, Allahu ekber âlâ mâ hedana» (Yücelikte Allah her şeyden yüce­dir. Yücelikte Allah her şeyden yücedir. Allah en yücedir. Hamd Al-laha mahsustur ve O en yücedir. Allah her şeyden yücedir. Bunları bizi hidâyet ettiğine karşılık ikrar ederiz)* tarzında tekbir alırdı. .

«Kullarım beni senden soracak olurlarsa, işte ben pek yakınımdır Beni çağırdığında dua edenin duasına cevab veririm...»

Bu âyetin tefsiri bu ümmetin selefinden şöyle gelmiştir:

İbni-Cerir ve Ebu-Şeyh Es-Salt b. Hekim'den, o da Ensarlı bir zat­tan o da babasından ve dedesinden rivayet etti. «Biri Hz. Peygamberce gelip sordu: Ey Allah'ın Resulü! Acaba Rabbimiz yakın mıdır ki mü-nacat edelim. Yoksa uzak mıdır ki sesli çağıralım.» Hz. Peygamber bu suale karşılık vermedi. Ve sustu. Bu sualin cevabı olmak üzere bu âye­ti celüe indi.»

Abdurrezzak ve İbni-Cerir Hasan'dan rivayet ettiler: «Ashab-ı Ki­ram Resûlüllah'tan; «Rabbimiz nerededir?» diye sordular. Bunun üze­rine bu âyet indi.»

İbni Merdevih (veya Merdûyeh) Enes'ten rivayet etti: «Bir göçe­be Resûlüllah'dan sordu: «Rabbimiz nerededir?» Bunun üzerine bu âyet indi.»

İbni-Asakir Hz. Ali'den rivayet etti: Allah'ın Resulü «Sakın dua etmekten âciz kalmayınız. Şübhesiz Allah, ben kulunun üzerine «Beni çağırınız size icabet edeyim» âyetini indirdi.» dedi.    Bu meyanda bir kişi: «Ey Allah'ın Resulü, Rabbimiz duamızı dinler mi, veya bu nasıl­dır?» diye sordu. Bunun üzerine bu âyet indi.»

Abd b. Humeyd ve Îbni-Cerir Âta'dan: «Kulağıma geldi ki, «Beni çağırınız size cevab vereyim» âyeti indiği zaman, ashap, «Keski hangi saatda Allah'ı çağırmamız gerektiğini bilseydik» diye temennide bu­lundular. Buna cevab teşkil eden bu âyet o zaman indi»a[129]

 

Îslamda Dua

 

(186) «Sahih»de Ebi-Said'den şu hadîs gelmiştir: «Her hangi bir müs-lünıan. içinde günâh ve Sile-i Rahmin kesilmesine dair bir istek olma­yan bir dua ederse Allah o duadan ötürü (şu gelecek) üç hasletten bi­rini ona ihsan eder: 1) Ya acele isteğini verir, 2) Ya o, duanın karşı­lığını âhiret azığı yapar, 3) Veya ondan o isteğin dengi bir kötülüğü defeder..»

Yani müslümanm kalbinden gelen duası mutlaka karşılıklıdır. Hiç bir meşru olan dua boşuna değildir. Zira dua ibâdettir. Her ibâdetin karşılıklı olduğunu başka âyetler kaydetmektedir: «Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görür»  (Zilzal: 7).

«Sahih»de Ebu-Hüreyre'den gelen bir Hadisde Allah'ın Resulü: «Her hangi biriniz duada acele etmedikçe (dua ettim onun karşılığını bulamadım deyüp acele etmedikçe) duası kabul edilir.»

tbni-Ebi-Hâtim Enes'den rivayet etti: !O halde onlar da çağrıma cevab versinler» Beni dua suretiyle istesinler. «Bana îman etsinler» Yani onların beni çağırdıklarında dualarını kabul edeceğime inansın­lar.»

Îbni-Cerir Mucahid'den: «Yani Bana itaat etsinler^ diye rivayet eyledi. Allah daha iyi bilir. [130]

 

Meal

 

(187) Oruç gecesinde hanımlarınızla birleşmek size helâl kılın­mıştır. Hanımlarınız sizin için siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah bildi ki, nefsinize ihanet ediyorsunuz. Onun için hatanızı af etti, töv­benizi kabul etti. Artık şimdi onlara yaklaşınız ve Allah'ın sizler için takdir buyurduğunu isteyiniz. Fecirin siyah ipliğinden beyaz ipliği ay­rılıncaya kadar yeyiniz ve içiniz, sonra geceye kadar (Güneş batınca-ya kadar)  orucunuzu tamamlayınız.    Mescitlerde itikâfda olduğunuz halde hanımlarınıza yaklaşmayınız. Bu hükümler Allah'ın çizdiği hu­dutlardır. Sakın hâ bu hudutlara yaklaşmayınız. İşte bu açıklama gibi, korunsunlar diye Cenab-i Hak Âyetlerini insanlar için açıklıyor.

(188) (Ey İnsanlar) Sakın hâ aranızda biri birinizin malım bâ­tıl yollardan yemeyiniz!

İnsanların bir kısım mallarım haram yoldan yemek için o mallan idarecilere götürmeyiniz. Halbuki (bâtıl yolda olduğunuzu) bilirsiniz.

(189) (Ey Habibim!) Senden yeni doğan hilâlleri (aylan) sormak­tadırlar. Onlara de ki, o hilâller insanlara vakitlerini ve Hac zamanını bildirir. Evlere arkalarından girmeniz BİRR (hayır)den değildir... Fa­kat BİRR Allah'dan korkanın hareketidir. Evlere normal kapılarından girin. Allah'dan korkunuz; böyle yaptığınız takdirde umulur ki, felah bulursunuz.

(190) Sizinle harbedenlerle Allah yolunda (Allah için) siz de sa­vaşınız! Fakat aşın gitmeyiniz. Çünkü Allah aşın gidenleri sevmez. [131]

 

Tefsir

 

(187) Rivayete göre İslâm'ın başlangıcında   Müslümanlara ancak iftar yemeğinden Yatsı Namazı'm kümcaya kadar Ramazan gecelerinde yemek içmek ve cinsî münasebette bulunmak helâl idi. Bir ara Hz. Ömer (R.A.) Yatsıdan sonra hanımı ile birleşti. Fakat pişman oldu. Resûlül-lah'a gelip özür diledi. Hz. Ömer'in bu yaptığını gören sahabelerden bazıları ayağa kalkıp, Yatsı Namazından sonra yaptıklarını itiraf etti­ler. Bunun üzerine, «Ramazan gecesi, sizin için hanımlarınızla birleş­mek helâl kılındı.» Âyeti nazil oldu. «Siz onlara, onlar size elbisesiniz.» tâbiri, eşlerin sıkı fıkı bir irtibat halinde olduklarından, korunmanın çok zor olduğuna işarettir.

Bilahare bu yasak şu Âyetle neshedildi: «Şimdi onlarla birlesiniz.»

Bu Âyeti Celîle'de, Hadisi Şerifin Kur'ân ile neshedilmesinin caiz olduğuna delil vardır.

«Sizin için Allah'ın yazdığını isteyiniz.» cümlesi, evlâdın olup ol­mamasının daha önceden «Levh-u Mahfuzada tesbit edildiğini ispat­lar. Bu cümlenin mânâsı şudur: «Evlenen bir insanın hedefi; çocuk yapmak olmalıdır. Çünkü şehvetin yaratılışından ve nikâhın meşru kılınmasından gaye, çocuktur, sadece nefsi tatmin etmek değildir.

Bazı görüşlere göre, «Bu Âyet, azil yapmaktan insanı sakmdmr.» Başka bir görüş, Bu Âyet normal yoldan başka yollardan birleşmemeyi emreder. Allah'ın sizin için helâl kıldığı yere vanmz.» şeklindedir.

«Beyaz ip, siyah ipten belirinceye kadar yeyiniz içiniz ve Allah'ın size takdir buyurduğunu arayınız.» Âyeti .ilk başta «minel facri» kaydı olmaksızın nazil olmuştur. Bunun üzerine bazı kimseler, biri si­yah diğeri beyaz iplik alırlardı. O ipler birbirinden beUrinceye kadar yer ve içerlerdi. Cenab-ı Hak «fecirden^ manâsını taşıyan «minel fecr» ekini indirmekle siyah iplikten gece karanlığının, beyaz iplik­ten fecr aydınlığının anlaşılması gerektiğini bildirerek bu şüpheyi or­tadan kaldırdı.

Sabahın beyazlığı önce diklemesine belirir. Buna yalancı fecr de­nilir. Az bir zaman sonra bir karanlık çöker o karanlıktan sonra önce doğunun ufuklarını, sonra yavaş yavaş bütün semayı aydınlatan bir ışık gelir. İşte bu ikincisi doğru fecir'dir. Bu doğru fecir gelinceye, kadar sahur yenir. Doğru fecir geldikten sonra herşey yasaklanır ve oruç başlar.

Sabah vakti gelinceye kadar cinsi   ilişkinin caiz   kılındığına, cünüplükten temizlenmenin o zamana tehir etmesinin ve cünüp olarak sabahlayan bir kimsenin orucunun caiz olduğuna, dair delilleri vardır bu Âyette...

«Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız!» cümlesi oruç vaktinin son hududunu belirtiyor ve geceyi o vakitten çıkarır. Böylece (sev-mül visâl'i)  (Birleşik orucu) da yok eder. [132]

 

İslâmda İtikaf

 

İtikâf: İbâdet niyeti ile mescitte durmak demektir. Allah'ın yü­ce Resulü çoğu kez Ramazanın son on gününü itikâf ile geçiriyordu. Ramazanda olsun Ramazanın dışında olsun itikaf sünnettir. İTİKÂF'a giren bir insana, itikâf süresince cinsi münasebet haramdır.   Olduğu -takdirde îtikâfı ifsat eder. [133]

 

Allah'ın Hududları

 

Allah'ın hudutlarından maksat, insanlara gönderdiği hükümlerdir. Bu hükümler, Hak ile bâtıl arasında, bâtıla girmemek için birer sur­durlar. Nitekim Allah'ın Resulü: «Her padişahın bir korusu vardır. Al­lah'ın korusu ise, haram kıldıklarıdır. Kim ki, korunun etrafında dola­şırsa, koruya saldırması yaklaşır.» buyurmuştur.

Diğer bir görüş: «Allah'ın hudutları haram kıldıkları ve yasakla­ndır.»

(188) «Sakın hâ mallarınızı aranızda bâtıl yollardan yemeyiniz!» Âyeti Celîle, mubah olan alış - veriş ve takas yapmak gibi yollardan birbiri­mizin mallarından istifade edebiliriz hükmünü getirmiştir.

«Bâtıl yoldan halkın mallarından bir kısmını yemek için o mallan idarecilere vermeyiniz!» cümlesi: «Başkasının hakkını yemek veya za­yi etmek için verilen rüşvetin yasaklığım ifade eder. Zira Hadisi Şe­rif de «Rüşvet verene, rüşvet alana ve bu hususta aracılık yapana Al­lah'ın laneti vardır.» diye varid olmuştur.

Bu Hadisin açıklaması şöyledir: «Başkasının hakkını zayi etmek veya hakkı olmayan bir şeyi elde etmek için rüşvet verene lanet vardır. Nefsini veya malını herhangi bir zalimin zulmünden korumak, veya meşru olan bir hakkını elde etmek için verilen rüşvet de verene değil, alana haram ve lanet vesilesidir.»

«Bildiğiniz halde.» cümlesi, bilerek günâh işlemenin daha kötü ve çirkin olduğuna delâlet eder. Rivayet ediliyor ki, «âbdan el-hadra-mî», «umru'ul kays el-kîndî»nin elinde bir parça arazisinin ol­duğunu iddia etti. Fakat elinde herhangi bir delil yoktu. Bunun için Resûlüllah, «ümrül kays»a yemin etmekle hüküm etti. umrul kays yemin etmeye teşebbüs ederken Cenabı Peygamber şu Âyeti oku­du: «Şüphesiz ki Allah'ın ahdi ve yeminleri ile az bir nesneyi satın alanlar!...» Resûlüllah'ı dinleyen «Umrul Kays» o yerden vaz geçti ve abdan'a teslim etti. Bunun üzerine bahsi geçen Âyeti Celile nazil ol­du. Bahsi geçen Âyeti Celîle'ye göre aynı zamanda Kadı efendinin hük­mü, yanlış verilmiş ise, manen geçerli değildir. Allah Resûlü'nün, «Ben ancak bir beşerim, siz benim yanıma husumetlerinizi getiriyorsunuz. Umulur ki, bir kısmınız diğerinden daha kuvvetli delil getirebilsin. Ben de ondan dinlediğime binaen onun lehine hüküm verebileyim. Binae­naleyh herhangi bir kimseye kardeşinin hakkını vermek sureti ile hü­küm edersem ancak ateşten bir parçayı ona vermiş olurum.» hadisi şerifi bu delili teyid etmektedir.

(189) «Senden hilâlleri soruyorlar!...» Resûlüllah'dan Muaz b. Cebel ve Salebe b. Gânem: «Ey Allah'ın Resulü hilâl niçin önce ince olarak çı­kar, sonra dolunay olacak şekle dönüşür, sonra yine yavaş yavaş eski haline döner.» diye sorduklarında bu bahsi geçen Âyeti Celîle nazil ol­du. Bahsi geçen sahabeler hilâlin değişik hallerinin hikmetini Resû-lüllah'tan sordular. Fakat Allah, Resûlü'ne şöyle cevap vermesini emir etti: «Bu husustaki açık hikmet hilâllerin insanlar için nişan olmala­rıdır.» O hilâllerle işlerini vakitlendirirler; vakitli ibâdetlerinin vakitle­rini onlarla tanırlar. Hele hac ibâdeti  Bu ibâdete ister edâ olsun, ister kâza— vakit gözetilir.

Medine yerlisi Ensar-ı Kiram, Hac ihramı bağladıklarından itiba­ren herhangi bir eve veya çadıra normal kakpusundan girmezlerdi. Ancak bir delikten veya evin arka duvarında açılmış sığmaktan girip çıkarlardı ve bunu sevap sayarlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «birr, sizlerin evlere arkasından girmeniz değildir!...» yani sevap oyle yapmanızda değil, «sevap ancak haramlar ve şehvetlerden sakın­maktadır.» buyurdu. Bu Âyeti Celîle'nin daha önceki Âyetle münase­beti şudur: Daha önceki Âyette Haccm vakitleri ve hilâller beyan edi­lince Hacda işlenen fiillerden biri olan bu Âyetteki hüküm eklendi ve­ya halk kendilerini ilgilendirmeyen ve Peygamberlik ilmi ile alâkası bulunmayan şeyleri sorup, kendilerini ilgilendirenlerden göz yumduk­ları için, Rabbimiz onların cevabının akabinde kendilerini ilgilendiren­den sormalarının daha uygun olacağını bildirmek İçin bu Âyeti indir­di. Muhtemel ki, bu Âyeti Celîle ile Cenabı Hak onların durumlarını evin kapısını bırakıp arkadan eve girmeye çalışan bir kimsenin duru­muna benzeterek sorgularda aksi yönde gittiklerine dikkatlerini çekti. Bu takdirde manâsı şöyle olur: «Sevap sizin meselelerinizi ters sorma­nızda değildir. Fakat sevap böyle şeylerden sakınıp benzerine cesaret etmeyenin hareketidir.» [134]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(187) «Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl oldu...»

Bu |yetin sebebi nüzulünü vaki; Abd. b. Hümeyd, Buharî ve Ebu-Davud Berra b. Azib'ten şöyle rivayet ettiler: «Ashabı Kiram oruçlu olduklarında iftar çağında yemeden uyurlarsa bir daha yemeleri ha­ram olurdu. Ta ikinci geceye kadar beklerlerdi. Ensarlı Surma oğlu Kays (R.A.) oruçlu iken bütün gün arazisinde çaîiştı. İftar zamanı ha­nımının yanına gelip «yiyecek var mıdır?» diye sordu. Hanımı, «Hayır yoktur. Fakat gidip sana birşeyler tedarik edeyim» dedi. O esnada «Kaysna uyku galebe çaldı. Uyuya kaldı. Hanım onu uyur görünce, «Vahy haline uyudun mu?» dedi. Ertesi gün öğle olunca «Kays» açlı­ğından düşüp bayıldı. Bu durum Resûlüllah'a söylendi. Bunun üzeirne bu âyeti celîle indi. Ashap bundan ötürü pek fazla sevindiler.

Buharî Berra'dan: «Ramazan ayının orucu nazil olduğu zaman bütün ay boyunca müslümanlar kadınlara yaklaşmazlardı. Bazı kim­seler nefislerine hainlik ederlerdi:

«Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de tevbeni-zi kabul etti. Sizi affetti.» âyeti indi.»

Ahmed ve İbni-Cerir Hasan bir senedle Kâb b. Malik'ten rivayet ettiler: «Ramazanda uyuduktan sonra kişinin yemesi, içmesi ve kadı­na yaklaşması haram olurdu. Ta ertesi gün iftara dek... Resûlüllah'm yanında gece sohbetine dalan Ömer b. Hattap (R.A.) evine dönünce hanımını uyur buldu. Uyandırdı ve birleşme arzusunda bulundu. Ka­dın: «Ben uyudum» dedi. Ömer (R.A.): «Fakat ben uyumadım» diye itiraf edip cinsî ilişkide bulundu. Kâb b. Malik te Ömer (R.A.) gibi yap­mıştı. Ömer (R.A.) ertesi sabah Resûlullaha gelip hadiseyi anlattı. Bunun üzerine bu âyet indi.»

İbni-Ebi-Hâtim ve Îbni-Cerir İbni-Cüreyç'den rivayet ettiler:

«Yeyiniz ve içiniz» âyeti Beni-Hazreç Kabilesinden Ebi-Kays b. Surme'nin hakkında nazil oldu.»

İbni-Ebi-Şeybe ve Müslim Âmr b. As'dan rivayet ederek: Resû-lüllah: «Bizim orucumuzla ehli-kitabm orucu arasında fark sahuru yemektim dedi.

Abdurrazzak Îbni-Abbas'dan «Duhul, Tağaşşî, İfda, Mübaşeret, Refes, Lems, Mess ve Mesis Cinsi-münasebet demektir. «Refes» tabiri Ramazanda cima' demektir. Hacc'da ise, cinsi-ilişkiye kışkırtmak de­mektir.»

Et-Tastî Îbni-Abbas'dan: «Nafî b. Ezrak İbni-Abbas'dan sordu: «Onlar sizin için Libasdir» âyeti ne demektir?.. «Kadınlar sizin için sü­kûnettir (teskin edicidir) gece ve gündüz onlarla sükûnet bulursunuz»

diye cevap verdi.»

Nafi «Arablarca bu mana bilinir mi?» diye sordu.

Ibni-Abbas «Evet bilinir» dedikten sonra Nabiğa b. Zibyan'ın bir şiirini delil getirdi.

Abdurrezzak Sad b. Mesud el-Kindî'den rivayet etti: Osman b. Me­zun Resûlüllah'a (S.A.V.) gelip sordu: «Ey Allah'ın Resulü! Ben aile­min avretimi görmesinden utanıyorum?»

Resul «Allah seni onlara, onları da sana libas kılmıştır.» Osman: «Ben bundan hoşlanmam.»

Resul: «Onlar (hanımlarını kasdediyor) benden, ben de onlar'dan görüyorum.»

Osman: «Ey Allah'ın Resulü, sen mi? (onlardan görüyor ve göste­riyorsun?»

Resul: «Evet ben..»

Osman: «Sen mi o halde senden sonra kim olabilir?»

Osman, bunları söyledikten sonra dönüp gitti. Resul: «Mezûn'un oğlu çok utangaç ve kapalıdır» dedi.»

«Allah'ın sizin için yazdığım isteyiniz..»

Ebu-Hüreyre, İbni-Abbas, Enes, Kadı Şureyh, Mucahid, İkrime ve s.v.

«Bundan maksad çocuktur» dediler.

Abdurrahman b. Zeyd: «Bundan maksad cinsi ilişkidir» dedi.

Amr b. Mâlik el-Bekrî Ebi-Cevza'dan, Îbni-Abbas'dan: «Bundan maksad Kadir gecesidir.»

Abdurrezzak Ma'mer'den: «Ramazanda size verilen ruhsatı dileyi­niz. Size helâl kumanı dileyiniz» demektir, dedi.

İbni-Cerir: «Ayet, bütün bu mânâlardan dan geniştir» dedi.

«Fecir vaktinden size beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye dek yiyin ve için...» yani, sabahın ziyası gecenin siyahından ayırdedi-linceye dek yiyiniz, içiniz ve cinsi ilişkide bulununuz.

Buharî rivayet etti: «Beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye dek yiyiniz...» âyeti indiğinde «Fecir vaktinden» tâbiri inmedi. O za­man oruç tutanlardan bazısı ayağına birer siyah ile beyaz iplikler bağ­ladı. İkisini ayırdedebilinceye kadar sahur yedi. Bunun üzerine'Mev-lâmız «Facir vaktinden» tâbirini indirdi. Bunun üzerine siyah ve beyaz iplikten maksadın gece ve gündüz olduğu anlaşıldı.

îmamı Ahmed, Adî b. Hatim tarikiyle rivayet etti: «Bu âyet, inin­ce biri beyaz biri siyah iki ip aldım. Yastığımın altına koydum. Onla­ra bakarak sahur yedim. Beyaz belli olunca sahuru terk ettim. Sabah­ladığımda Resûlüllah'a vardım ve yaptığımı arzettim. ResûlüUah: «O zaman senin yastığın pek de geniştir. O, günün beyazlığını, gecenin siyahlığından ayırdetmektedir» dedi.

Hem Buharî hem de Müslim bu hadîsi değişik yollardan Hz. Adî'-den rivayet eylediler.

«Yastığın pek de geniştir»den Resûlullah'm maksadı: «Eğer bu yastığın bu âyette belirtilen beyaz ve siyah ipleri altına alabilirse, do­ğudan batıya kadar geniş olur demektir. Zira burada iplerden mak­sad, günün beyazlığı ile gecenin siyahlığıdır.» [135]

 

Sahur Yemeği

 

Allah'ın yemeyi, içmeyi ve cinsi ilişkiyi tâ fecre kadar mubah ilân etmesinde, sahur yemeğinin mustahab olmasının delili vardır. Çün­kü sahuru yemek ruhsat kâbilindendir. Ruhsatı kullanmak mah-bubtur. Bu nedenle Resûlüllah'dan sabit olan sünnet sahur yemeye teşvik etmektir.

Sahiheyinde Enes'den: «Sahur yiyiniz. Zira sahurda bereket var­dır.» diye gelmiştir.

Müslim Âmr b. As'dan: «Bizimle Kitap ehlinin orucu arasındaki fazilet sahur yemektir.»

İmamı Ahmed Âta b. Yesar o da Ebi-Saî'den rivayet etti: «Sahur bereket yemeğidir. Onu terketmeyiniz. Velev ki biriniz bir yudum su içerse dahi onu bırakkmasm. Çünkü Allah da Melekleri de sahur yi­yenlere Selevat getirirler.»

sahuru fecrin doğuşuna yakın bir zamana tehir etmek müsta-habtır. Zira Enes b. Mâlik Zeyd b. Sabit'ten rivayet etti: «ResûlüUah ile sahuru yedikten sonra sabah namazına durduk.» Enes: «Ey Zeyd! Ezan ile sahur arasında ne kadar zaman vardır?

Zeyd: «Elli âyet kadar.» Yani elli âyetin okunuşu ne kadar zaman alırsa sahur ile ezan arası o kadardı.

İmamı Ahmed Adiy b. Hatim el-Hımısî'den o da Ebi-Zer'den ri­vayet etti. «Ümmetim, iftarlarını acelece, sahurlarını gecikmeli yap­tıkları müddetçe, kendilerinde hayır vardır» Yani güneş oturdukları memleketin tepelerinden kaybolduğunda hemen iftar ederler. Tâ fec­re yakın bir zamanda da sahuru yerler. Güneşin batışından hemen sonra iftar edilir. İftan geciktirmek, daha önce namazı kılıp sonra if­tar etmek sünnete muhalefettir. Kabalıktır. Sahurun te'hiri de şüb-heli vakta girmemelidir. Bazı cahil, softa ve bidatçı çevrelerin yaptığı gibi fecirden bir saat gibi uzun bir zaman önce'de imsak edilmeme­lidir.

Burada dikkat edilecek bir Hadis vardır Bazı çevrelere onu yan­lış istihraçlarına delil olarak ileri sürüp dururlar. O da şu Hadisdir:

İmamı Ahmed, Neseî ve İbni-Maceh Hammad b. Seleme'den o da Âsim b. Behdele'den o da Zeyd b. Hübeys'den o da Hüzeyfe'den rivâ-    | yet etti:

«Resûlüllah ile sahur yemeğini yedik. Gündüzdü ancak güneş doğ­mamıştı.»

Nesei: «Bu Hadisi Asım b. Ebi-Nücûd tek başına rivayet etti» de­di. Gündüzden maksad; gündüze yakın bir zamandır. Yani vakit fecre (gündüzün başlangıç noktasına) pek yakındı. Yoksa fecrin doğuşu ile güneşin doğuşu arasındaki zaman kasdedilmemektedir.

Nitekim Cenâb'ı Hak: «O boşanmış kadınlar iddetlerine vardığın­da ya iyilikle onları nikâhınız altında tutunuz ya da iyilikle onlardan aynimiz..» (el-Bakara: 231) buyurmuştur. Evet bu âyette sona yak­laşmak, sona varmış tarzında ifade edildiği gibi Hadisde de gündüze yaklaşmak, gündüzün içine girmek gibi ifade edilmiştir.

gerekli ve lâzımdır» dedi. Onlar, sahuru yedikleri zaman fecrin doğu­şunu kesinlikle gösteremiyorlardı. Bazıları doğdu zannına, bazıları doğ­madı kanaatmda idiler. Yüzde yüz fecrin doğuşu tahakkuk etti mi yi­yenin orucu bozulur. Sahurun son hududu fecrin doğuşudur. Selef sa­hurun tehir etmesinde pek müsamahakâr davranırlardı. Tâ fecrin do­ğuşuna yakın zamana kadar geciktirirlerdi. Hz. Ebu Bekr (R.A.), Ömer, (R.A.), Ali (R.A.), İbni-Mesud, Hüzeyfe, Ebi-Hüreyre, İbni-tJmer, İb-ni-Abbas ve Zeyd b. Sabit gibi sahabelerden bu durum rivayet edildiği gibi Muhammed b. Ali b. Hüseyin, Ebi-Meclez, İbrahim en-Nehaî gibi tabiinden de bu durum rivayet edildi. «Oruç tutmak, güneşin doğu­şundan batışına kadardır» tarzındaki görüşü, bir takım Cehele ileri sürmüştür. Dalaletin tâ kendisidir. Zira: «Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye dek yiyiniz, içiniz, sonra geceye kadar orucu tamamlayınız.» âyetine muhalefettir.

Sahiheyinde Kasun'ın Aişe validemizden rivayet ettiği Hadisde:

«Hilâlin ezanı sizi sahurunuzu yemekten men'etmesin. Çünkü Bilâl (R.A.) gecede ezam okuyor. Îbni-Ümmi-Mektum'un ezanım işidinceye dek yiyiniz, içiniz. Zira o (Abdullah)  fecir doğmadan    ezan okumaz.»

Hadisi de bu cahilce olan görüşü reddeder. [136]

 

Fecrin Tesbiti

 

îmamı Ahmed, Allah'ın Resulünden «Ufukta uzunlamasına yayılan fecir değildir. Lâkin enlemesine yayılan kırmızılık fecirdir» rivayet ettiği gibi Tirmizî de rivayet etti.

İbni-Cerir Semürre b. Cündeb tarikiyle rivayet etti:

«Sakın Bilâl'in ezam ve şu beyazlık sizi aldatmasın, tâ fecir do­ğuncaya dek yiyiniz.»

Îbni-Cerir Şu'be'den o da Semurre'den: «Bilâl'in ezam da uzun­lamasına çıkan fecri (kâzip) de sizin sahur yemenize mani olmasın. Lâkin fecir ufukta sıçrayan (ve yayılan kırmızılık)  dır..»

Yakup b. İbrahim Semurre b. Cündup voliyle rivayet etti: «Ne Bi­lâl'ın ezanı ne de şu (sabah direği denilen) beyazlık sizi aldatmasın (yiyiniz ve içiniz) ta ki bu beyazlık ufukta yayıhncaya dek.»

Muhammed b. Abdurrahman b. Sevbân'dan gelmiştir:

«Fecir ikidir: Biri sanki kurt kuyruğu olan fecirdir. Bu fecir hiç bir şeyi haram kılmaz. Ancak ufuka, sıçrayan fecir (sabah) namazım helâl, yemeği (ve içmeği) haram kılar.»

Abdurrezzak İbni-Abbas tarikiyle rivayet etti: «Onlar, iki fecîr'-dir. Gökte belirlenen fecir hiç bir şeyi helâl ve haram kılmaz. (Zira vakit daha gecedir.) Fakat dağların duruklarında parlayan fecir, içme­yi (ve yemeyi) haram kılandır.»

A'ta «Gökte peydan olup diklemesine giden fecir ile oruçluya iç­mek haram olmaz. (Sabah) namazı kılınmaz ve Hacc fevt olunmaz. Fakat ışık dağların tepelerine dağıldı mı oruçluya içmek haram olur. Hacc fevt olunur (o, ana kadar Arafat'a varmayanın hacci fevt olunur. Zira bayram gününe girmiş olunur.)  dedi.»

Feciri, yemenin, içmenin ve ilişkinin son sınırı kılan, cunup ola­rak sabahlananın yıkanıp orucunu tamamlamasına delil çıkarıyor bun­dan... Dört imamın mezhebi budur. Selef ve halefin âlimleri bunda it­tifak ettiler. Zira Buharı ve Müslim Âişe ve Ümmü-Seleme valideleri­mizin Hadisinden rivayet ettiler: «Cenab-ı Peygamber ihtilâm olmak­sızın cinsî ilişkiden cünüp olarak sabahlan irdi. Sonra yıkanır orucu­na devam ederdi.»

Ümmü-Seleme'nin Hadisinde: «Sonra iftar etmezdi ve kaza da yapmazdı.» rivayeti de var.

Sahihi Müslimde, Ai§e Validemizden gelen bir hadîsde: «Bir zat: Ey Allah'ın Resulü, namaz vakti geliyor. Ben cünüp bulunuyorum, oruç tutayım mı?» diye sordu. Resul: «Bende (bazen) namaz vakti ge­lip çatıyor, cünüp bulunuyorum (yıkanıp) oruca devam ediyorum.

Kişi: «Ey Allah'ın Resulü, sen bizim gibi değilsin. Senin geçmiş ve gelecek tüm günâhın (zellen) af olunmuştur.»

Resul: «Allah'a yemin ederim ki, hepinizden dana fazla AUah'dan korktuğumu ve sakındığımı, hepinizden    daha iyi bilmemi umanm»

dedi.

İmamı Ahmed'in rivayet ettiği hadîs, Abdurrezzak'tan, Ma'mer'-den, Hemam'dan, Ebi-Hüreyre'den geldi:

«Sabah namazı için niyet edildiği zaman, her hangi biliniz cü-nüpse o gün oruç tutmasın!..»

Bu Hadisin senedi Şeyheynin şartına göre güzeldir. Buharî ve Müslim'de Ebi-Hüreyre'den geldi. Nesei Üsame b. Zeyd'den ve Fazl b. Abbas'dan rivayet etti. Fakat REF' yapmadı! Yani Resûlüllah bunu söyledi demedi. Alimlerden bazısı, Hadis, bu yönden malûldür, dedi. Bazıları da bu görüşü seçti. Ebi-Hüreyre, Salim, A'ta, Hişam b. Ürve, Hasan-i Basrî bu görüşteler.

Bazıları da, «Cünüp uyuya kalırsa, zaran yoktur, tstiyerek kalır­sa orucu yoktur» dedi. Bu görüş, Urve'nin, Tavus'un görüşüdür.

Bazıları «farz orucda bu, zarar verir. Fakat nafilede vermez» dedi. Sevrî Mensur'dan rivayet etti.

Bazılan, «Ebi-Hüreyre'nin Hadisi Aişe ile Ümmü-Seleme'nin hadi-siyle neshedildi» dedi.

İbni-Hazım «Ebi-Hüreyre'nin hadisi bu âyetle nesih edilmiştir» dedi.

Fakat bu iki görüş de uzaktır. Zira tarih ellerinde yoktur. Hatta tarihin zahiri İbni-Hazmm aksini isbatlar.

Bazıları «Ebi-Hüreyre'nin Hadisini kemal üzerine hamletti. Yani cünüp iken sabahlayanın orucu vardır. Fakat kâmil değildir. Bu tevil, hakikata en yakın bir yorumdur. Ve en derleyicidir [137]

«Mescidlerde itikafda bulunduğunuz zamanlarda kadınlara yak­laşmayınız.»

Ali b. Talha İbni-Abbas'dan: «Bu âyet, ister Ramazanda ister baş­ka zamanlarda itikafa giren kimseler hakkında gelmiştir. İtikafı bitin­ceye kadar hem gecede hem gündüzde kadına yaklaşmak ona haram­dır. Yani itikafda bulunduğunuzda ister mescidde olsun, ister başka yerde olsun onlara yaklaşmayınız.

Mucahid ve Kattade: «Bu âyet ininceye kadar itikaflılar bunu ya­parlardı. Bundan sonra yapmadılar.»

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Mesud - Muhammed b. Kâb, Mucahid'den ri­vayet etti: «Kişi itikafda bulundukça kadına yaklaşamaz. »

İttifak edilen hüküm, budur. Zaruri bir ihtiyacından ötürü iti-kafh evine giderse ancak işini görünceye dek orada durabilir. [138]

 

İslâmda Îtikaf

 

İtikaf sünnettir. Her zaman olabilir. Ancak Ramazan ayında da­ha afzal olduğu da münakaşa götürmez bir hakikattir. Oruçtan sonra itikafı zikretmek, oruç ayında veya Ramazanın son on gününde itika­fa girmenin ehemmiyetini belirtmek içindir. Zira sünnette sabittir ki Hazreti Peygamber Ramazanın son on günü ölünceye . kadar itikafla geçirdi. Ondan sonra pak zevceleri de böyle yaptılar.

Sahiheyinde «Ramazanda Resûlüllah itikafa girdiğinde Safîyyeb. Huyey adlı hanımı onu ziyaret etti. Onun yanında bîr saat sohbet ettikten sonra kalkıp evine gitmek istedi. Zaman gece idi. Resûlüllah Safiyye validemizi evine götürmek için beraberinde yürüdü. Bu vali­demiz Usame b. Zeyd'in evinde Medine'nin kenarında otururdu. Yolun ortasında Ensardan iki kişi Resûlullah'a rastladılar. Resûlullah'ı (S. A.V.) görünce acelece oradan uzaklaşmak istediler. Çünkü Peygamber hanımıyla beraber bulunuyordu.

Cenab-ı Peygamber onlra: «Yavaşlayınız. Bu, Huyey'in kızı Safi-ye'dir.» Yani hanımımdır. Onlar: «Ey Allah'ın Resulü, Subhanellah. Şübhe mi ediyoruz? Resul: «Adem oğlunda kanın aktığı yerde Şeytan cereyan eder. Korktum ki ikinizin kalbine bir şey veya bir şer atasın da (hakkımda sui zannedip helak olasınız.)»

İmamı Şafiî: «Resûlüllah bununla ümmetine ithamların yerinden uzaklaşmalarını öğretti. Ta ki mahzurlu duruma girmesinler. Oysa d, iki zat Allah Resulü hakkında kötü zannda bulunmaktan pek yüce idiler.

Burada yasaklanan «yaklaşmak» tan maksad,   cinsi ilişki ve öp-nek, ellemek, sarılmak gibi çağmalarıdır. Yoksa kadının elinden bir  almak ve benzerleri itikafa zarar vermez.

Sahiheyinde Aişe validemizden: «Resûlüllah mescidden başını lücreme uzatırdı saçlarını tarardım. Oysa ben hayızh bulunuyordum. İtikafda olduğunda ancak insanoğlunun zaruri ihtiyaç için eve girer-

ü.» diye rivayet gelmiştir.

188) «Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyiniz...»

-1 Bu âyetin tefsirinde Ali b. Ebi-Talha İbni-Abbas'dan şunu rivayet stti: «Bu âyet, boynunda bir borç olup fakat bu borcun olduğuna dair ıer hangi bir belge mevcud olmayan bir kimse hakkında inmiştir. Bu âmse o borcunu inkâr eder, mahkemelere gider. Borçlu olduğunu bile )Ue belgenin olmayışından istifade ederek davacıyı mağlûp eder. Gü-lahkâr olduğunu ve haramı yediğini de bilir.

Mucahid, Said b. Cübeyir İkrime, Hasan, Kattade, Suddî, Muka-U, Abdurrahman b. Zeyd: «Zâlim olduğunu bile bile hak sahibiyle nahkemeye çıkma!..»

Sahiheyinde:  «Ümmü-Seleme'den gelen rivayette Allah'ın Resulü buyurdu: «Dikkat edilsin. Ben ancak bir beşerim. Hasım (lar) bana gel­diğinde biri diğerinden daha güzelce hüccetini getrebilir. Bundan do­layı ona hakkı verebilirim. Ben kime bir müslümanın hakkını verir­sem o hakkın bir ateş parçası olduğunu unutmasın, ya alıp götürsün veya terk etsin.» [139]

 

Mühim Bir Nokta

 

Burada bir noktaya dikkaatinizi çekmek istiyorum: Buharı ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilen bu hadisi şerif, delâlet eder ki, Allah'dan başka gaybı hiç kimse bilemez. Ancak Allah bildirirse bi­linmiş olur. Allah'ın Resulü: «Ben ancak bir beşerim)} sözüyle bunu ifade buyurdu. Bazı çevrelerin «Kalblerin içindekini dahi filan zat bi­lir» iddiasını şiddetle reddeder. Nitekim Cenab-ı Hak «el-Cin» sûresin­de: «Gaybi (görülmiyeni) bilici olan Allah, gaybe kimseyi muttali kıl­maz. Ancak Peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır.» (Cin: 26 27)

Bahsi geçen âyet ile Hadis, hâkimin hükmü hakikatleri değiştir­mediğine delâlet ederler. Haramı helâl kılamaz. Helâli haram yapamaz. Ancak zahirde bağlayıcıdır. Eğer hakikata uygun düşerse, ne güzel. Eğer aksi olursa Hâkimin ecri vardır. Hile yapıp işi ters yöne saptıra­na da günâh vardır.

Kattade: «Ey Adem oğlu! Kadı (Hâkim) nin hükmü, sana hara­mı helâl kılmadığı gibi, batılı da hakka çevirmez. Kadı (Hâkim) nasıl görür ve şahidlerden nasıl dinlerse öylece hükmünü verir. Kadı beşer­dir yanılabilir, doğru da gidebilir. Biliniz ki batıl yoldan kendisine hak verilenin mahkemesi ancak kıyamet gününde biter. Allah zalim dava­cı ile mazlum davalıyı bir araya getirir. Dünyadaki hükkmün tam ter­sine hükmeder.»

(189) «Sana Hilâl hâlindeki aylan sorarlar. De ki; o insanlar ve hacc için belirlenmiş vakitlerdir..»

Bu âyetin tefsiri selefden şöyle gelmiştir:

EI-Avfi Îhni-Abbas'dan: «Halk'ResûIüllah'dan Hilâllann durumu­nu sorduğunda bu âyet nazil oldu. Bu hilâllerle halk borçlarının zamamm bilmiş olurlar. Kadınların iddetlerini, Hacclannın zamanını tayin ederler.»

Ebu-Câfer Rebi'den o da Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Kulağımıza geldi ki, Ashab; «Ey Allah'ın Resulü niçin bu Hilâller yaradılmıştır?»

diye sordular. Buna cevabı olsun diye Allah (C.C.) bu âyeti indirdi. Yani Allah (C.C.) Hilâli insanların orucuna, iftarına, kadınlarının id-detine ve borçlarına zaman ve vakitler kıldı.» [140]

 

Rü'yeti Hilâl

 

Abdurrazzak, Abdulaziz bin Ebi-Rivad'dan o da Nafi'den o da İb-ni-Ömer'den rivayet etti:

«Resûlüllah buyurdu: «Allah Hilâlleri halk için vakitler kıldı. Öy­le ise, Hilâli görüp oruç tutunuz ve Hilâli görünüz bayram yapınız. Eğer sizin üzerinizde hava bulutlu geçiyorsa, otuz günü sayınız.»

Bazı rivayetlerde «Şaban ayını otuz güne doldurunuz.»

Muhammed b. Cabir Kays bin Talk'dan o da babasından rivayet etti: «Allah Hilâlleri halk etti. Binaenaleyh Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz. Hilâli gördüğünüzde bayram yapımz. Eğer hava size kapalı ise, sayıyı otuza tamamlayınız.» Yani Şaban'm sayısını otuza tamam­layınız veya Ramazan'm sayısını otuza tamamlayınız.

İbni-Ömer'den: «Hilâli görmedikçe oruca başlamayınız. (Şevval) Hilâli (ni) görmedikçe bayram yapmayınız. Eğer hava kapalı ise, onun için takdir yapınız.»

Yani Şabanı veya Ramazanı otuza ikmal ediniz. Zira Buharî de «Şabanın sayısını otuza ikmal ediniz.» diye varid olmuştur. Ba§ka bir rivayette: «Eğer hava kapalı ise, otuz gün oruç tutunuz.»

Binaenaleyh Ramazan orucu ve bayram ancak Hilâlin görünme-siyle farz olurlar. Ramazan ayının hilâliyle oruç farz olur. Şevval ayı-, nın Hilâliyle bayram yapmak farz olur. Hilâl, ister güneşin batışından önce görülsün ister sonra görülsün hüküm değişmez. [141]

Neseî Abdurrahmanu b. Zeyd b. Hattap'tan rivayet etti: «Ashabı Kiramla oturdum. Onlardan sordum ve bana Allah'ın Resulünün şöy­le dediğini naklettiler: «Onun (Hilâlin) görmesiyle oruç tutunuz. (Şev­val) Hilâlinin görmesiyle bayram ediniz. Eğer sizin için hava kapalı ise, Şabanın sayısını otuza tamamlayınız. Ancak iki kişi şahidlik ederse olur.»  [142]

Bu Hadisin mefhumu muhalifinden anlaşılıyor ki bir tek kişinin şehadeti kâfi değildir. Fakat Arabi'nin hadisinden anlaşılan kâfi gel­mesidir. Hanefîler katında mefhumu muhalifin mentûk yanında hiç bir kıymet taşımadığı sabittir.

Ru'yet-i Hilâl adil bir kişinin şenadetiyle sabit olur. Nitekim İb-ni-Ömer «Halk birbirine Hilâlin göründüğünü söylediler. Ben gelip Resûlüllah'a gördüğümü haber verdim. Bunun için hem oruç tuttu, hem de halka oruç tutmayı emretti.» Bu hadisi Ebu-Davud İbni-Hib-ban ve el-Hâkim rivayet ettiler.[143]  

Îbni-Abbas'dan: «Bir Arabi (göçebe) Resûlüllaha geldi. Ben hilâli gördüm» dedi. Resûlüllah: «Sen Allah'dan başka ma'bud olmadığına şahidlik eder misin?»

Arabi: «Evet şahidlik ederim.»

Resul: «Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık eder inisin?»

Arabî: «Ederim.»

Resûlüllah: «Ey Bilâl! Halka bildir ki, oruç tutsunlar.»[144]

Bu iki Hadîs, bir tek müslümanın şehadetiyle ru'yeti Hüâlinn sa­bit olduğunu gösterir. Ashab ve Tabiin'den bazıları, İbnul-Mübarek, Ebu-Hanife, Ahmed ve Şafiî bu fetva üzerindedirler.

Malik, Leys, Sevri, Evzaî ve îshak «iki âdilin şehadeti lâzımdır» dediler.

Tacul-usulun sârini cild iki sahife elli yedide: «Cumhurun görü­şü, şudur ki Hilâl bir memlekette sabit oldu mu bütün müslümanın onunla amel etmesi vacip olur. Şafiî, Mâlik ve Ahmed bu görüşteler.

Bunu el-Hitabî söyledi. İbni-Macişûn (fBir memleketde görülen Hilâl ancak orada oturanları iltizam eder. Ancak Devlet başkanının katında sabit oldumu bütün müslümanları iltizam eder» dedi.

Ramazan orucu, tek kişinin «Hilâl gördüm» demesiyle sabit olur. Bayram ise, ancak iki âdil kişinin şehadetiyle sabit olur. Bu hususu İbni-Abbas rivayet etti. Tirmizi'ye bak.

Hidaye sahibi; Şaban'ın yirmi dokuzunca gününü otuzuncu güne bağlayan gecede Hilâl aramak lâzım gelir Müslümanlara... Eğer gö-rüılerse, Ramazana başlarlar. Hava kapalı ise, Şabanı otuza tamamlar­lar. Sonra oruca başlarlar. Doğuda Hilâl görülürse, Batıdaki müslü-man da oruç tutmak gerekir. [145]

Serehsî Mebsutunda: «Hilâli tek başına gören bir kimsenin şâhid-ligi imam tarafından reddedilirse, kendisi o günü oruç tutabilir. İmam, böyle bir kimsenin şahidliğini havanın açık olduğu ve şehirde oturdu­ğu halde reddedebilir.»

Hava kapalı veya şahid şehir hâricinden geldi ise, veya yüksek bir tepede yaşıyorsa, onun tek başına «Hilâli gördüm» deyip şahidlik et­mesi kabuldür. Zira hilâli görmesi onunla Rabbisi arasında bir emir­dir. Hâkimin hükmü orada etki yapamaz. Şahidliği reddedilmezden önce oruç ona lâzım oldu. Öyle ise, şahidliğin reddinden sonra da ona oruç lâzımdır.  [146]

Bazıları, «Hilâlin görülmesi müşkilleşince takvimlerin görüşü­ne göre oruç tutulur» dediler. Bu görüş, ölçüden uzak bir görüştür. Çünkü Hazreti Peygamber; «Kahinin (falcının, gayıbtan haber vere­nin) yanına (veya yıldız ilmiyle meşgul olup geleceği ve gaybı bildiği­ni haber veren) Arrafın yanına vanp onun sözünü tasdik ederse, o kimse Muhammed'in üzerine mene inanmamıştır!..» buyurmuştur.

Yıldızlara bakıp tahmini bilgilerden de kâhinlik ve Arraflık ko­kusu geldiğinden oraya yüzde yüz inanmak yolu açık değildir.

Resûlüllah'dan gelen: «Eğer sizin için hava kapalı ise, onu takdir ediniz» Hadisin manası: «Şevval ayının sayısını tamamlayınız» demektir. Nitekim bu hususu başka bir hadisde açıkça ifade buyurmuş­tur Hazreti Peygamber..  [147] Kenzud-Dekaik ve Şerhi Bahrur-Raikde şu görüş yer almaktadır: «Kim Ramazan veya Şevval hilâlini gördüğüne dair şahidlik ederse, ve şahidliği kabul edilmezse kendisi oruç tutmalıdır. Eğer yerse, sade­ce günü gününe kaza eder.»

Bir nedenden ötürü âdil bir kimsenin: «Ramazan hilâlini gör­düm» demesi kabul edilir. O kimse köle veya kadın olsa dahi hüküm değişmez.

Şevval Hilâlini görmek için iki hür erkeğin veya bir hürr erkek ile iki hürre kadının şahidliği lâzımdır. Aksi takdirde büyük bir cemaat­tan şahidlik gelmelidir.

Şahidliği reddedilenin orucunu yediği halde günü gününe kaza et­mesinin nedeni: «Sizden kim Ramazan ayında hazır bulunursa oruç tutsun..» (el-Bakara: 178) âyetidir...

Şevval ayının hilâli konusunda ileri sürülen hükkmün kaynağı: «Orucunuz oruç tuttuğunuz gündür. Bayramınız bayram yaptığınız gündür.» hadisidir.

Müslümanlar o günde bayram yapmamışlardır. Onlara uyması vaciptir. Zira halkın şiddetli bir tarzda Ramazan hilâlini arayıp bul­maması, onun tek başına görmesinin yanlış olduğunun delilidir.

Kadıhânin fetevâsında: «Köyde Ramazan hilâlilini görenin şahid­liğini geçerli sayacak bir idareci veya Kadı bulunmadığı takdirde, eğer gören güvenilir bir kimse İse, halk onun sözüyle oruç tutar.

Bayram meselesinde iki âdil Hilâlin görünmesine şahidlik ederse, bayram yapmalarında bir zarar yoktur.»

Hilâl meselesinde şart koşulan «adalet» insanı takva ve mürü-veten ayrılmamaya zorlayan bir melekedir.[148]

 

Şahidlikte Genel Bir Kaide

 

Ramazan hilâli gibi din ve diyanet meselelerinde, âdil bir kimse­nin haberi kâfi gelir. Alış-veriş gibi kulların hukuku olan meselelerde sayı, adalet, şahidlik lafzı diğer şartlarla beraber lâzımdır. [149]

 

İhtilafı Metalia İtibar Yok

 

Bir belde ahâlisi Hilâli görürse, diğer belde halkı görmezse dahi hepsine birden oruç tutmak vacip olur. Eğer görenlerin yanında, Hi­lâli görmek vacibliği gerektiren bir yoldan sabit olmuşsa, doğuda gö­ren müslümanlann görmesiyle batıda oturan müslümanlara oruç va­cip olur.

Bazıları, ihtilâfı metali' mu'teberdir, dedi. «Tebyin» adlı kitabda belirtildiğine göre; bu ikinci görüş, en eşbeh (benzer) bir görüştür. Bi­rinci görüş, rivayetin zahiridir ve temkinlidir.

Fethul-Kadirde böyledir ve bu görüş Mezhebin zahiridir. «El-Hu-lasa» adlı eserde «Fetva bunun üzerindedir» denildi. İhtilâfı Metalia dair delil olarak ileri sürülen El-Fadl ile Abdullah bin Abbas'ın hadise­sinde bu tür bir delil yoktur.

El-Fadil, Şam'da hilâli Cuma gecesi gördüğünü, halkın da görüp oruç tuttuklarını Halife Muaviye'nin oruç tuttuğunu Medine'ye geldi­ğinde İbni-Abbas'a nakletti. Îbni-Abbas bu nakle itibar vermedi. Me-dine'lilerin Cumartesi gecesi gördükleri Hilâle itibar etti. Çünkü Fadl, bu konuda şahidlik yapan birisinin şehidliğine veya Hâkim hükmüne dair şahidlik etmedi. Eğer etti desek şahidlik lafzını kullanmadı. Eğer bu da oldu desek, Fadl bir kişidir. Bir kişinin şahidliğiyle hükmetmek Kadının boynuna vacip olamaz.[150]  

^iyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik haram­dan sakınanın hareketidir. Evlere kapılarından geliniz...»

Buharî bu âyetin tefsirinde şunları söyledi: «Arablar cahiliyet dö­neminde ihram bağladıkları zaman, evlere arkadan açılan yoldan gi­rerlerdi. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. Bunu yasakladı.»

Ebi-Davud Et-Tayâlısî Şu'beden o da Ebi-îshak'tan o da Berra'-dan rivayet etti: «Ensar yolculuktan dönünce evlere kapılarından gir­mezlerdi Bu nedenden Ötürü bu âyet indi..»

A'meş, Ebi-Sufyan'dan o da Cabir'den rivayet etti «Kureyşlüer hürmet ve büyüklük iddia ederlerdi. İhram halinde evlere kapıdan gi­rerlerdi.»

Ensar ve sair arablar ihramda iken herhangi bir kapıdan girmez­lerdi. Bir ara Resûlüllah bulunduğu bostanın kapısından çıktı. Onun beraberinde Ensar'dan «Kutbe bin Âmir'de çıktı. Ashap: «Ey Allah'ın Resulü, Âmir oğlu Kutbe fâcir bir kişidir. O, seninle beraber kapıdan çıktı» dediler.

Resul, Kutbe'den: «Neden böyle yaptın?» sorunca Kutbe; «Se­nin çıktığım gördüm ve senin yaptığını yaptım» cevabını verdi.

Resul: «Ben «Humse» yapıyorum» yani Kureyş'in hürmetlilik fik­rini icra ediyorum dedi.

Kutbe, Hazreti Peygambere: «Benim dînimle senin dinin birdir» deyince bu âyet nazil oldu.»

Hadisi İbni-Ebi-Hâtim rivayet etti. El-Ufî benzerini Îbni-Abbas'-dan rivayet etti. Mücahid, Zuhrî Ketade, Nehaî, Suddî ve Enes oğlu Rebi'den de böyle rivayet edilmiştir.

Hasan-ı Basrî dedi: «Cahiliyet döneminde bazı kavimler vardı. Bi­ri yolculuğa çıktığında eğer niyyet değiştirip yolculuğundan vazgeçer­se eve kapıdan girmezdi. Ancak evin arkasında duvara atlayarak eve girerdi Bunun hiç bir iyilik taşımadığını belirten bu âyet o zaman indi»

Muhammed b. Kâb: «Kişi itikafa girdiğinde eve kapısından gir­mezdi. Bunun yanlışlığını belirtmek için bu âyeti celîle indi.» dedi.

A'ta b. Ebi-Ribah: «Medine halkının adeti, bayramdan döndükleri zaman evlere arkadan girerlerdi ve bunu da iyiliğe daha yakın bir ha­reket telâkki ederlerdi. Bunun üzerine Allah «İyilik, sizin evlere arka­dan gelmeniz değildir...» âyetini indirdi.

(190) «Allah yolunda size savaş açanlara savaş açınız..»

Bu âyetin hakkında seleften gelen tefsirler: Ebu-Cafer er-Razî Re-bf bin Enes'ten o da Ebul-Âliye'den rivayet etti:

«Medine'de İnip savaşa izin veren âyetlerin ilki bu âyettir. Bu âyet indikten sonra Resûlüllah savaş   açana savaş açar, uslu durana karışmazdı. Tâ el-Tevbe sûresi ininceye dek bu durum böyle devam et­ti.»

Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem de böyle dedikten sonra şöyle de­vam etti. Bu âyet «Müşrikleri nerde bulursanız öldürünüz» âyetiyle nesh edildi.» Fakat bu nesih edilme meselesinde nazer vardır. Çünkü Cenab-ı Hakkın bu âyetinin gayesi maksadlan İslâmı ve müslümanla-n ortadan kaldırmak olan düşmana müslümanlan kışkırtmaktır. Ya­ni «Onlar size savaş açtıkları gibi sizde onlara savaş açınız.» Nitekim «Müşrikler sizin topunuza savaş açtıklan gibi siz de onlara topyekûn savaş açınız» âyetinde bu durum açıkça ifade edildiği gibi. Bunun için bu âyetin devamında «Onlan her bulduğunuz yerde öldürünüz. Onlar sizi nereden çıkanmşsa siz de onlan oradan çıkannız..» denildi.

«Aşın gitmeyiniz. Elbette Allah aşın gidenleri sevmez..»

Bu âyetin altına bütün yasaklar girer. Düşmanın burun, kulak ve sair azasını kesmek tarzında ayıbdar etmek, mallarını yürütmek, ka­dın, çocuk, savaşda hiç bir şekilde etkisi olmayan ihtiyarları, Rahible-ri, Manastırlara çekilip ibâdet edenleri öldürmek, ağaçları yakmak, ya­rarsız bir tarzda hayvanlarını boğazlamak gibi... Bu tefsir İbni-Abbas, Ömer b. Abdulaziz, Mukatıl b. Hayyan'dân nakledilmiştir.

Sahihi Müslim'de «Büreyde»den şu hadis rivayet edildi: «Allah yolunda savaşımz. Allah'ı inkâr edenleri öldürünüz. Savaşınız. Hainlik yapmayınız. Hile yapmayınız, temessul etmeyiniz. Çocuk ve Manastır ehlini öldürmeyiniz.»

Îbni-Abbas'dan «Resûlüllah (S.A.V.) askerini savaşa gönderdiği zaman, şöyle buyururdu: «Allah'ın adiyle yola çıkınız. Allah'ı inkâr edenle Allah için savaşınız. Aşın gitmeyiniz. Hududu aşmayınız. Aza­lan kesmek suretiyle temessul yapmayınız. Çocukları öldürmeyiniz. Manastımişinleri de öldürmeyiniz...»

Hadisi İmamı Ahmed rivayet etti. Buharî ve Müslim de İbni-Ömer'-den: «Resûlüllah'in bazı savaşlannda öldürülmüş bir kadın leşi bulun­du. Bunun üzerine Resûlüllah kadın ve çocuklann Öldürülmesini hoş karşılamadığım ilân etti.»

îmamı Ahmed Hüzeyfe tarikiyle rivayet etti: «Allah'ın Peygam­beri bize misaller getirdi. Bir, üç, beş, yedi, dokuz ve onbir örnek verdi. Resûlüllah, bunlardan birini bize açıkladı. Diğerlerini terk etti: Buyurdu: «Zaif ve kuvvetsiz bir kavim vardı. Zalim ve diktatör bir kavim o güçsüzlere savaş açtı. Allah o zaiflere zaferi nasip etti. Bu se­fer o zaifler düşmanlanm kötü bir tarzda kullandılar, çalıştırdılar. Böylece tâ kıyamete kadar Allah'ın gazabını üzerlerine çekmiş oldu­lar.»

Bu hadîs- «O zaifler,   güçleşince aşın gittikleri için Allah onlara garabetti» demek istiyor.

Burada birinci cild Allah'ın yardımıyla sona erdi.    Tevfik ancak Allah'dandır.

İkinci cild el-Bakara Sûresi'nin yüzdoksan birinci   âyetiyle başlı­yor. Allah, bütün cildlerin hitama ermesini bize nasib eylesin. Amin.[151]

ALÎ ABSLAN

12 - Şavval - 1405 H.

5 - ARALIK - 1984 M.

İSTANBUL

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/401.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/402-403.

[3] Bk. Fethul-Kadir, CÜt:   1-87, Şirketul - Halebî  1349 Kahire

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/403-406.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/408.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/409.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/409.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/409-410.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/410-411.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/411.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/411-412.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/413.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/413.

[14] Fethûl - Kadir, Cild:  1-94 Mustafa el-Halebî baskısı Î349 Kahire.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/414-415.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/415-417.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/419.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/420.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/420-421.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/421-422.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/424.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/425-428.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/428-431.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/433.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/433-434.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/434-435.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/435-436.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/436-438.

[29] Bkz.  El-Menar, Cilt;   1-398-399. Darul-Menar  1373  Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/438-439.

[30] Bkz. El-Menar, Cilt:   1-400, Darul-Menar 1373 Kahire.

[31] Bkz. Fethul-Kadir Cilt:  1-101, Mus. el-Halebî Mat. 1349 Kahire.

[32] Bkz.  Îbiii-Kesîr,  Cilt:   1-237-238,  Darul - Endülüs,  Beyrut  -  Tarihsiz.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/4439-441.

[33] Bkz. Fethul Kadir, Cilt: 1-105, Mus. el-Halebî Mat. 1349 Kahire.

[34] Bkz. İbni-Kesîr, 1-248, Darul - Endülüs, Beyrut - Bilâ tarih.

[35] Bkz. Ibn-Kesîr, 1-249, Darul - Endülüs - Beyrut. Ed-Durrul-Mensur,  1-101, el-Halebî - Kiahire.

[36] Bkz. el-Kurtubî, Cild: 2-52, Darul- Katip - 1387 Kahire

[37] Bkz. Fethul - Kadir, 1-105, Must. el-Halebî-1349 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/.442-447.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/447.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/447-448.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/449.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/449-450.

[42] Bkz.  İbni-Kesîr,  Cilt:   1 - 254  Darul - Endülüs,  Beyrut - Tarihsiz

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/450-452.

[44] Bkz.  Ibnİ-Kesîr, cilt;   İ-258-259,- Darul - Endulusu  Beyrut.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/452-454.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/456.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/457-460.

[48] Dikkat bu rivayetin senedinde Haccac el-Cezerî vardır. Bu zatın riva­yetleri hakkında tedebbür etmek gerektir.

[49] Bkz. Fethul - Kadir, Cilt:   1-109, el-Halebî bas.  1374  Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/460-461.

[50] Hadîsi  Müslim  rivayet  etti.  Buharî'de  de  benzeri  vardır.  Bkz.   Hazin Cild:   1-176,  Amire  İstanbul.

[51] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî, Cilt:  1-351, Darûl-îhya, Beyrut Bila tarih.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/461467.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/469.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/470-473.

[55] Bkz. Fethul-Kadir, Cild 1-113, M. Elhalebî Kahire 1349

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/473-477.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/477-478.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/480-481.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/481-483.

[60] Bkz. Fethul-Kadir, Şevkanî Cild: 1 -120 Mustafa el-Halebî 1349 Kahire.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/484-493.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/495-496.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/496-498.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/498-501.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/503.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/504-506.

[67] Bu  hadisde  «sonuna kadar okuyordu»  cümlesi yoktur. Fakat  siyaktan böyle olması anlaşılıyor. Dikkat edilsin. A. Arslan.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/507-510.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/512.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/512-515.

[71] Bkz. Îbni-Kesîr, cild:, 1-190-Darul-İhya, Beyrut  1383-1969

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/515-521.

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/523.

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/524-526.

[75] Buradaki Nebilerden Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Kasdedildi. Zira diğer peygamberlerin Kıblesi Kudüs'tür

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/526-529.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/531-532.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/532-534.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/535-540.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/542.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/543-546.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/546-551.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/553.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/554-555.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/555-557.

[86] Bkz. el-Kurtubî, Cild 7-115-Darül-Kâtip  1387-1967  Kahire.

[87] Dare  Kutnnî  rivayet etti.  Kurtubî, Cild 2-217, Darul-Katip  1387-1967 Kahire

[88] Dare Kutnî rivayet etti.    Kurtubî, Cild 2-217,    Darul-Katip 1387-1967 Kahire.

[89] Ebu-Davud Kurtubî 2-218, Darul-Katip, 1387-1968 Kahire.

[90] Bkz. Kurtubî 2-220 Darul-Kâtip-1387-Kahire.

[91] Bkz. Kurtubî 2-221, Darul-Kâtip 1387-1968, Kahire

[92] Bkz. Kurtubî, Cild 2-221, Darul-Kâtip, 1387 Kahire

[93] Bkz. Kurtubî, Cüd 2-222, Darul-kâtip, 1387 Kahire.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/557-562.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/563.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/563.

[97] Bkz. Kurtubî, Cild 223-224, Darul-Kâtip, 1387 Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/563-564.

[98] İbni Mace, Bk. Kurtubî 2-225 Darul-Kâtip 1387 Kahire

[99] Bkz. Kurtubî 2-226 Darul-Kâtip 1387 Kahire

[100] Bkz. Kurtubî 2-227, Darul - Kâtip 1339 Kahire.

[101] Bkz. Kurtubî, 2-228, Darul- Kâtip 1387 Kahire.

[102] Bkz. Kurtubî, 2-228, Darul-Kâtip 1387 Kahire

[103] Bkz. Kurtubî, 2-230, Darul- Kâtip 1387 Kahire.

[104] Bkz.  Müslimin  Sahihine - Kurtubî 2-231, Darul-Kâtip  1387  Kahire

[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/564-572.

[106] Bkz. Kurtubî 2-233-234, Darul-Kâtip, 1387 Kahire.

[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/572-574.

[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/576.

[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/577-578.

[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/578-580.

[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/580-581.

[112] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/581-588.

[113] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/590.

[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/591-593.

[115] Sünen sahibleri Âmr b. Hariceden rivayet ettiler. Bkz. Muh. İbn-Kesir 1-157-Darul-Kur'ân Beyrut, Bilâ tarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/.593.

[116] Bkz. Muğnul-Muhtaç 3-39 Şırketul-Halebî-Kahire  1377.

[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/593-596.

[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/596-598.

[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/598-599.

[120] Bak Kurtubî Cild: 2-278-279 Darul-Kâtip 1387, Kahire

[121] Bkz. Kurtubî Cild: 2-280 Darul-Kâtip, 1387, Kahire,

[122] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/599-600.

[123] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/601-602.

[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/602-603.

[125] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/603-605.

[126] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/605-606.

[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/606-608.

[128] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/608-612.

[129] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/612-614.

[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/614.

[131] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/616.

[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/616-618.

[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/618.

[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/618-620.

[135] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/620-623.

[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/623-625.

[137] Bkz. tbn-Kesîr Cild: 1-394 Darul-Endulus, Beyrut, Bilâ tarih.

[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/625-627.

[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/627-629.

[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/629-630.

[141] Bkz. Tacul-Usul 2,54, Kahire, Bilâ tarih.

[142] Bkz. Buluğul-Meram, 2417.

[143] Bkz. Tacul-Usul, 2-56.

[144] Hadîsi Sünen sahipleri rivayet ettiler. Bkz. Tacul-Usul, Cild: 2-56.

[145] Bkz. Fethul-Kadir 2-313, Mısır 1389.

[146] Bkz. Mebsut 3-1324, Saadet Mat., Kahire

[147] Bkz. Mebsut 3-78, Kahire.

[148] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/630-633.

[149] Bkz. Bahrur-Raik 2-288, Mat-el-ilmî, Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/633.

[150] Bkz. Bahrur-Raık 2-191

 .[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/634-637.