Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsîr-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Allah'ın Hoşuna Gitmiyen Helâl
İddet Çekmekte Olan Kadına Evlenme Teklifi Yapılabilir
Mi?
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Ortanca Namaz Hakkında Gelen Rivayetler
İslâm'ın Başında, Namazda Konuşulurdu
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Ayetel-Kürsi Kur’an’ın En Büyük Âyeti
Ayetel-Kürsi’nin Fazileti Hakkında Gelen Hadisler
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Surenin Bu Son Kî Ayeti Hakkında Varîd Olan Hadisler
(191) Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz! Onlar sizi nerden çıkarmışlar ise, siz de onları oradan çıkarınız. Fitne, öldürmekten daha beterdir.
Sakın hâ Mescidi-Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz onlarla savaşmayınız! Eğer orada sizinle döğüşürler ise onları orada öldürünüz. İşte kâfirlerin cezası böyledir.
(192) Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse, kesinlikle Allah (geçmiş günâhları) çokça affedici ve merhamet sahibidir.
(193) Fitne kalmayıp Din sadece Allah'ın oluncaya kadar, onlarla savaşınız. Eğer onlar (putperestlikten) vaz geçerler ise, kesinlikle düşmanlık ancak zalimlere karşı yapılır.
(194) Haram ay, haram aya bedeldir. Haramlarda kısas vardır. Öyle ise size saldırana siz de saldırınız. Fakat siz de onun saldırısının misli ile saldırınız. Allah'dan sakınınız ve biliniz ki, kesinlikle Allah sakınanlarla beraberdir.
(195) Allah yolunda malınızı harcayınız. Sakın ha! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız, iyilik yapınız. Muhakkak ki Allah iyilik yapanları sever.
(196) Hac ve
umre'nizi Allah için tamamlayınız. Eğer bunlardan alıkonulursamz, kurbandan
kolaylıkla elde edebileceğinizi kesiniz. Sakın ha kurban yerine varmadıkça
başlarınızı tıraş etmeyiniz. Kim ki, hasta veya başında herhangi bir eziyet
verici bir durum bulunursa (o traş olsun) buna karşılık oruçtan veya sadakadan
veya kurbandan bir fidye versin. Emniyet içinde olursanız, Hac zamanına kadar
Umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen bir kurbanı kessin. Fakat
bunu bulamayan Hac'da üç gün, Hac'dan sonra memleketine dön-düğünüzde yedi gün
oruç tutsun. îşte bu tam on gün eder. Bu hüküm, aile-efradı Mescidi Haram'da
bulunmayanlar içindir. Allah'dan korkunuz ve biliniz ki, kesinlikle Allah
cezası çok şiddetli olandır.[1]
«Allah yolunda savaşınız!» cümlesi, gerçek savaşın ancak, «î'lâ-t kelimetullah» (Allah Kelâmı'nm yücelmesi) için olan savaş olduğunun delilidir. İslâm'daki savaşlar, her şeyden önce, dîn'in yücelmesi, İslâm Milletinin ve o Milletin üzerinde hüküm sürdüğü toprakların din düşmanlarına karşı korunması içindir. İkinci sebep ise müdafa-i nefisdir. Resûlüllah'm hiç bir savaşı, saldırmak ye topraklar zaptetmek için değildir. Aksini iddia edenler, ya İslâm tarihinin câhilleridirler veya garazkâr müsteşrik ve münafıklardır. Acaba bedir savaşında böyle bir manâ bulunabilir mi? Asla!... uhud savaşı da Mekke'de olmadı. Aksine saldırgan düşman, Medine'ye saldırmıştı. Mekke fethinin önünde cereyan eden hadisatı düşünen, onun ne tür bir savaş olduğunu derhal kestirebilir. Resûlüllah'ın diğer savaşları da böyledir!..
(191) «Müşriklere nerde rastlarsanız ister Haram arazisinin hududla-n içinde olsun, ister hâricinde olsun— onları öldürünüz! Onlar sizi hangi memleketten sürüp çıkarmışlar ise, siz de aynı muameleyi onlara tatbik ediniz!» Nitekim bu emir gereğince Resûlüllah Mekke Fethinde mtisliiman olmayanları Mekke'den uzaklaştırdı.
«Fitne öldürmekten daha fenadır!..»
Yâni o müşriklerin «Harem-i Şerif» de Allah'a ortak koşmaları, sizi Kabe'yi tavaf etmekten menetmeleri, sizin bugün onları öldürmeniz-den daha fena idi. Zira onun ızdırabı daha uzun ve kalıcı oldu. Muhtemel ki, Âyetin manâsı, «Bir insanı vatanından kovmaktan gelen elem ve meşekkat, öldürmekten daha fenadır.» olsun. Çünkü kovulan bir insan daima elem duyar ve sıkıntılar çeker. Ashab-ı Kiram'm aynı sıkıntıyı çektikleri gibi!.. «Allah birdir.» dediğinden Mekke'den tâ Habeşistan'a sürülen bir insanın çektiklerim düşünen, bu işlerin neye mal olduğunu pekâlâ anlar!
Mescid-i Haram'm hürmeti müslümanlarca müsellem olduğundan yüce Mevlâmız (C.C), «Müşrikler Mescid-i Haram'm bulunduğu Harem bölgesinde size harb açmadıkça orada onlarla savaşmayınız!» buyurmuştur. Yani Harem'in hürmetini onlar kırıcı olsunlar; onlar saldırdıktan sonra çekinmeden orada doğuşunuz.
«Harem-i Şerif» de bulunanlara düşman saldırırsa, karşılık verilir, oraya sığmana dokunulmaz. Fakat Hanefîlere göre, yiyecek ve içecek verilmez, ölüme veya teslim olmaya terkedilir.
(193) «Topyekün müşriklere savaş açın! Fitne sönünceye ve dîn katıksız Allah'ın oluncaya dek müşriklerle savaşınız!» Âyeti Celîle güç olduktan sonra fesadın daniskası bulunan şirkin karşısında yer almanın ve söndürülmesine çalışmanın farziyyetini ilân eder.
(194) «Haram ay, haram aya karşılıktır!..» Âyeti celîlenin nüzul sebebi şudur: «Hüdeybiyye Anlaşması»nın olduğu sene, Haram aylardan birisi olan «zil-ka'de» de müşrikler Müslümanlara savaş ilân ettiler. Ertesi sene anlaşma gereği Müslümanlar hükme bağlanan umre'ye «zil-ka'de» de gittiler. Fakat bu ayda gitmek pek ağır geldi. Zira karşı taraf saldırsa, karşılığı «Haram Ay»da vermek mecburiyeti hasıl olacaktı. Bunun üzerine bahsi geçen Âyet indi ve: «Sizin bu ayda çıkmanız, onların geçen sene aynı ayda çıkmalarına karşılık olsun. Bunun hürmetini kaldırmak onun hürmetine karşılık olsun. Bunun için üzülmeyiniz!» hükmü geldi.
«Haramlar kısasdır!..» Bu cümle, Müslümanlara verilen tesellinin delilidir. Korunması ve gözetilmesi gereken her nesnede kısas vardır, îhlâl edilirse karşılığında ihlâl edenden öç alınır. Müşrikler geçmiş senede sizin haram ayınız «zîl-ka'de»nin hürmetini, sizi kâbe'yi tavaf etmekten menetmek suretiyle kaldırdıkları için, bu sene siz de aynı ayda aynı şeyi onlara karşı tatbik edebilirsiniz. Zorla Mekke'ye giriniz. Size savaş açarlarsa, siz de savaşınız. «Size saldırana, saldırısına benzer bir tarzda, saldırınız! (Aşın gidip hakkınız olmayan şeyleri yapmaktan çekininiz ve) Allah'dan korkunuz! Biliniz ki, Allah, kendisinden korkanlarla beraberdir.» Onları korur ve muhafaza eder.
Hz. Ebu-Eyyub el-Ensarî (R.A.), «Allah İslâmı kuvvetli kıldığı ve Müslümanlar çoğaldığı zaman, biz Ensar dedik ki, «Artık bize ihtiyaç yoktur. Evimiz, aile efradımız ve malarımıza dönüş yapalım. Biraz da kendimize çalışalım.» Bunun üzerine «Allah yolunda infak ediniz! Sakın hâ ellerinizle kendi nefislerinizi tehlikeye atmayınız!...» Âyeti nazil oldu. Zira harbden kaçmak ve o uğurda malı sarfetnıemek, düşmanın kuvvetlenmesine ve bize galip gelip bizi yoketmesine yol açar. Bu da, kendi kendimizi tehlikeye atmak demektir!
Muhtemel kî, Âyetin manâsı, «Sakın israf etmek, malı fuzûlü yere sarfetmek suretiyle kendinizi tehlikeye atmayınız.» veya «Allah yolunda sarf etmekten kaçınmak ve malı sevmek sureti ile kendinizi tehlikeye atmayınız.» dır. Çünkü böyle bir tehlike ebedi yokluğa insanı götürebilir. Bu sırdan dolayıdır ki, cimriliğe «Helak» denilmiştir.
«İyilik yapınız!» cümlesi; ameller ve ahlâklarınızda veya ihtiyaç sahiplerine yardım etmekte iyilik yapınız demektir.
(196) «hac ile umre'yi Allah için tamamlayınız.» cümlesi, onlan tam yaparak yerine getiriniz, onlardaki ibadetleri Allah nzası için yerli yerinde yapınız demek olduğu gibi, bu, iki ibadetin hayatta şartlar tamam olduktan sonra her mü'minin boynunda farz olduklarına da delildir.
«ve ekimu» kıraati bu manâyı desteklemektedir. Cabir (B.A.) den: «Resûlüllah'dan, Umre Hac gibi farz mıdır, diye sorulduğunda hayır değildir. Fakat umre yapmanız sizin için daha hayırlıdır.» rivayeti vardır. Bu Hadis şu gelecek Hadis ile çarpışmakta ve delil olmaktan düşmektedir.
«Bir kişi Hz. Ömer (R.A.) a, «Ben, Hac ile Umre'nin. boynumda farz olduklarına inandım. İkisine birden ihram bağladım (siz ne buyurursunuz?)» Hz. Ömer (R.A.) da, «Sen Peygamberinin Sünnetine hidayet olundun. (Yani doğruyu yaptın).» buyurdu.»
Muhtemel ki, hac ile umre'nin tamamlanmasından maksat, aile efradının bulunduğu yerden ihrama gir, böylece kâmil bir hac ve umre ibadetini ifâ etmiş olursun. Veya «Her birisi için ayrı bir yolculuk yap.» veya «yolculuğunu sadece o iki ibadet için yap; herhangi bir dünyalık bahis konusu olmasın!» veya «O yolculukta infak edeceğin mal helâlinden olsun» demek olsun.
hudeybiye'de Allah'ın Resulü umre/yapmaktan men olunduğu zaman, şu Âyet nazil oldu: «Eğer hac ve umre'den ahkonursanız
kurbandan kolayınıza gelenini boğazlayınız.» Men olmaktan gaye, İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre, düşmanın men etmesidir. İmam Ebu-Hanife'ye göre, ister düşman, ister hastalık, ister başka bir mani olsun fark yoktur. Çünkü: Resûlüllah (A.S.), «Ayağı kınlan veya to-pallaşan kimse ihramını çözsün. Zira gelecek sene HAC ona farz olur» buyurmuştur.
Fakat beyzavî, tefsirinde bu Hadisi zayıf bulup «Hacca ihram bağlamışsa...» şartı ile tevil etmiş ve «Resûlüllah'ın Zübeyir'in kızı dibâye'ye «hac yap ve şart koşarak de ki: Ey Allahım! İhramımdan çıkışım beni hapis ettiğin yerde olsun!» buyurduğu Hadisi bu tevilin delilidir.» demiştir.
«Hasta veya başında bir eziyet bulunana oruçtan veya sadakadan veya kurbandan biri ile fidye lâzım gelir?» bu Âyeti Celîle fidyenin türlerini belirtmektedir. Yani fidyenin hangi nesnelerden verileceğini beyan eder. Fidyenin miktarına gelince, rivayet ediliyor ki, Resulü Ekrem, acre oğlu kaâb'dan sordu: «Olabilir ki, başındaki kehleler sana eziyet ederler?» kaâb: «Evet ya Resûlüllah» diye, cevap verince, Resûlüllah. (İhramda bulunan) kaâb'a: «O halde başım tıraş et ya üç gün oruç tut veya bir fark taamı altı fakire ver veya bir koyunu kurban et!» buyurdu. Hadisde bahsi geçen «fark» üç avuç dolusu taam demektir.
«Kurban bulamazsanız, hac'da üç, döndükten sonra da yedi gün oruç tutunuz!...»
hac'da tutulan üç gün, ihrama girdikten sonra ve ihramdan çıkmadan Önceki zamanda tutulur. Ebu Hanif e'ye göre, hac aylarında ve iki ihram arasında tutulur. En iyi şekli zilhecce'nin 7. 8. 9. cu günlerinde tutmaktır. Âlimlerin çoğuna göre, bayram günleri ve bayramdan sonra teşrik günlerinde oruç tutmak haramdır.
İmam Şafiî'nin bir içtihadına göre hac'dan sonra tutulan yedi gün, ancak aile efradına döndükten sonra tutulur. Ebu Hanife'nin üânci bir içtihadına göre, hac ibadeti bittikten sonra mekke dahil her yerde keffaret orucu tutulabilir.
«Bu hüküm aile efradı Harem'de olmayan içindir» Şafiî'lere göre, Harem'den maksad, yaklaşık olarak doksan (90) km. lik mesafeye kadar olan yerlerdir. Eğer bu mesafeden daha yakın bir yerde oturuyor-sa Harem ehlinden sayılır veya onların hükmündedir.
tâvus'a göre, Harem hudutlarının dışında bulunan herkese bu hüküm tatbik edilir.
imam malik'e göre, Mekke ahalisi olmayan (Mekke'de oturmayan) herkes bu hükme tabidir. imam ebu-hanife'ye göre, Mikatla-nn dışında oturanlar bu hükme tabidirler. [2]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(191) «Onları yakaladığınız yerde öldürünüz. Onların sizi çıkardığı yerden onları çıkarınız...»
Bu âyetin tefsirinde İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den şunları nakletti: «Onlardan maksad, müşriklerdir.»
«Fitne öldürmekten daha şiddetlidir..» Burada fitne şirktir. Yani şirk öldürmekten daha korkunçtilur. Veya «Sizin üzerinde bulunduğunuz fitne öldürmekten daha korkunçtur!..»
İbni-Cerir Mucahid'den: «Mü'minin dininden dönüp putlara tapması haklı olduğu halde öldürülmesinden daha şiddetlidir,»
«Onlar, Mescid-i Haram yanında sizinle savaşmadikca siz orada onlarla savaşmayınız...»
Bu âyetin tefsiri sahiheyinde geldiği gibi şöyledir: «Allah yer ile gökleri yarattığı günden beri bu beldeyi (Mekke'yi) haram kıldı. Allah'ın haram kılmasıyla bu belde tâ kıyamete kadar haramdır. Helâl kılınmadı, ancak günün bir saatinde helâl kılındı. O da benim şu içinde bulunduğum saattir. Allah'ın hükmüyle haramdır. Ağacı kesilmez, bitkisi yolunmaz. Eğer biri Resûlüllah'ın Mekke'de açtığı savaşını kendisi için bir ruhsat kabul ederse, ona deyiniz ki, Allah Resulüne izin verdi. Fakat size izin vermedi.»
Resûlüllah, burada Fetih gününde Mekke'lilerie olan savaşını kas-dediyor. Zira Mekke şehri zorla fethedildi. El-Handeme denilen yerde bir çok Mekke'li öldürüldü.
Bazıları da; Mekke sulh ile alındı. Çünkü Resûlüllah: «Kapısını kapatan emindir. Mescidi-Haram'a giren emindir. Ebi-Süfyan'ın evine giren dokunulmazdır» dedi. Bir de âyetin sonunda: «Eğer onlar sizinle savaşırsa, sizde onları öldürünüz. Kâfirlerin cezası böyledir.» denilmiştir. Âyet, Mescid-i Haram yanında (Harem hududlan dahilinde) müşrikler savaş açtıkları zaman, saldırılarını durdurmak maksadıyla onlara savaş açınız diyor.
Bir de Hudeybiye senesinde savaşmak maksadıyla Resûlüllah ağacın altında ashabından biat aldı. O sene Kureyşliler Beni-Sakif ve Ha-beşlilerle birleşip müslümanlara karşı koydular. Allah, bu eşiğine gelinmiş savaşı durdurdu: «Onlara karşı size zafer verdikten sonra Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin de ellerinizi onlardan çeken odur.» (Feth: 24).
Bir de Allah: «Eğer savaştan vazgeçerlerse, şübhesiz Allah çokça af edici ve merhametlidir.» buyurdu. Yani müşrikler Harem'deki savaşı bırakıp İslama gelirlerse, şübhesiz ki, Allah günâhlarını bağışlayıcıdır. İsterse, haramda müslümanlan Öldürmüş olsunlar teybe ettikleri tak-;dirde Allah affeder. Hiç bir günâh Allah'ın'affı önünde büyük kalmaz. Affın kapsamından dışarı kalmaz...
(193) «Fitne kalmayıncaya ve dinin tamamı Allah'ın oluncaya dek savaşınız...»
Bu âyetin tefsirinde Îbni-Abbas «Fitne, şirktin) dedi. «Dinin tamamı Allah'ın olsun»un manâsı, Allah'ın (C.C.) gönderdiği islâm dinin sair dinlere galebe çalması demektir. Nitekim Sahiheyin (Buharı ve Müslim) de Ebi-Musa el-Aşarî'den rivayet edildi: Resûlüllah'dan: «Kahramanlık, kan bağı ve görsünler için savaşanların hangisi Allah yolunda savaşmış sayılır?» soruldu.
Resûlüllah: «Kim ki Allah'ın Kelimesi (dini) yücelsin dîye savaşırsa o, Allah'ın yolundadır.» cevabını verdi.
Buharı ve- Müslim de: «Lailâhe illellah diyeceklerine kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bu kelimeyi söyledikleri zaman benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak hakkıyle kanlarını akıtabilir, mallarını alabilirim. Onların hesabı Allah'a aiddir.» hadisi yer almaktadır.
«Vazgeçerlerse artık düşmanlık ancak zalimlere karşı yapılır..»
âyetini Mucahid: «Eğer şirkten ve Müminlerle savaşmaktan vazgeçerlerse, sizde onlarla savaşmaktan vaz geçiniz. Tevbe etmelerine rağmen orlarla savaşan zalimdir, öyle ise, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.» dedi.
Veya ayetin takdiri «Vazgeçerlerse, zulm olan şirkten kurtulurlar. Bundan sonra da onlara herhangi bir saldın bahis konusu değildir.» demektir.
İkrime ve Ketade: «Zalim odur ki, lâilâhe illellah demekten imtina eder» dediler.
Buharî: «Fitneden eser kalmayıncaya dek savaşınız...» âyetin tefsirinde Muhammed b. Bışar bize ona da Abdulvehhab ona da Übey-dullah, ona da Nafi' ona da İbni-Ömer dedi: «Îbni-Zübeyr'in zamanındaki fitnede iki kişi İbni-Ömer'e gelip «Halk zayi oldular. Sen Ömer'in oğlu ve Resûlüllah'ın arkadaşısın, niçin ortaya çıkmıyorsun?»
İbni-Ömer: «Allah'ın kardeşimin kanını bana haram kılması beni ortaya atılmaktan menetti!»
O iki kişi: «Allah buyurmamış mı ki, fitne kalmayıncaya dek onlarla savaşınız.»
İbni-Ömer: «Fitne gidinceye dek biz savaştık. Din tamamen Allah'ın oluncaya kadar çarpıştık. Siz ise, istiyorsunuz ki fitne oluşuncaya dek çarpışasınız. Din Allah'dan başkasının oluncaya kadar savaşası-nız..»
(194) «Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır...»
Bu âyetin tefsirinde îkrime İbni-Abbas'dan: ((Hicretin altıncı senesinde Resûlüllah Umre'ye ihram bağlayıp gittiğinde ve müşrikler tarafından Mekke'ye girip Umre yapmasından menedildiği de Zil-Ka-de ayında bulunuyordu. Bu ay, haram aylardandır. Gelecek sene Mekke'ye girip umre yapacağına dair müşriklerle anlaşma imzaladı. Ertesi sene beraberindeki müslümanlarla birlikte Mekke'ye girdi. Allah onun Öcünü müşriklerden aldığını ilân etmek için bu âyeti indirdi.»
Ibni-Hanbel Cabir b. Abdullah yoluyle rivayet etti: «Resûlüllah haram ayda gazaya gitmezdi. Ancak kendisine savaş açıldığında kar Eyyup el-Ensarî vardı. Bazı kimseler: «Bu zat, nefsini tehlikeye attı» dediler. Bunun üzerine Ebi-Eyyup: «Biz, bu âyeti daha iyi biliriz. Bizim hakkımızda indi. Resûlüllah'a arkadaşlık yaptık, O'nunla beraber savaşlara katıldık, O'na yardımcı olduk. İslâm yayılıp zahir olduğu zaman, biz Ensar sevgi yönünden bir araya geldik ve dedik: «Allah, bizi Peygamberinin arkadaşlığıyle, O'na yardım etmekle müşerref kıldı. Tâ ki İslâm yayıldı. Müslümanlar çoğaldı. Biz İslâmı aile efradımız, mallarımız ve evlâdlanmıza tercih ettik. Artık harb şiddetini bırakmıştır. Öyle ise aile efradımıza ve malımıza dönelim, biraz da onların içinde duralım» dedik. Bunun üzerine hakkımızda bu âyet indi. Böylece anladık ki, tehlike, aile, efrad ve malın yanında durup cihadı ter-ketmektedir.» [3]
Ebu-Bekir b. Ayyaş Ebi-İshak es-Subeî'den rivayet etti: «Birisi Berra b. Azib'ten sordu: Eğer tek başıma düşmana hücum edersem beni öldürürlerse, nefsimi tehlikeye atmış olur muyum?»
Berra: «Hayır. Nefsini tehlikeye atmış sayılmazsın. Çünkü yüce Mevlâmız Resûlüllah'a: «Allah yolunda çarpış. Sen ancak nefsinden sorumlusun..» (Nisa: 84) direktifini vermiştir. Buradaki tehlike ise nafaka meselesindedir.» Hadisi İbni Merduyeh rivayet etmiştir. Tirmizî Kays b. Rebi'den o, tshak'tan o Berra'dan aynısını rivayet etti. Fakat: «Ancak nefsinden sorumlusun» cümlesinden sonra: «Lâkin tehlike, kişinin günâh işleyip tevbe etmemesindedir. Böylece nefsini tehlikeye atar ve tevbe de etmez.» cümlesi de vardır.
A'ta b. Saib Said b. Cübeyir'den o da İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Bu âyette bahsedilen tehlike savaşda değildir. Ancak nafakadadır. Allah yolunda nifak etmekten elini tutarsan, nefsini elinle tehlikeye atmış olursun.»
Hammad, Davud'dan Şa'bî'den, Dehhak'tan: «Ensar sadaka verirlerdi Mallarından Allah yolunda infak ederlerdi. Bir kıtlık senesi geldi Allah yolunda nifaktan ellerini tuttular. Bunun üzerine bu âyet indi.» diye rivayet etti.
Hasanı Basri: «Tehlike cimriliktir.» dedi.
Semmak: «Tehlike, kişinin günah işleyip tevbe etsem dahi Allah beni affetmez zannıdır» dedi.
Ali b. Ebi-Talha: «Tehlike Allah'ın (C.C.) azabıdır.»
Zeyd b. Eşlem, bu âyetin tefsirinde; Resûlüllah'm gönderdiği akınların arasında nafakasız yola çıkanlar vardı. Bunlar ya yolda kalıyorlardı. Veya başkasının boynuna yük olurlardı. Allah bunlara Allah'ın rızkından nafaka edinmelerini ve nefislerini tehlikeye atmamalarını emretti. Tehlike bazı kimselerin açlıktan veya susuzluktan veya yürümekten helak olmalarıdır.
Allah, elinde fazla mal olan kullarına: «İhsan ediniz, şüphesiz Allah, ihsan edenleri sever.» emrini verdi. Âyetin kapsamı: Allah için her hayır yerine, her taata, hele düşman savaşına malın sarfedilmesidir. Bunu terk etmek, helak ve yok olmak olduğunu haber vermektir. İhsan yapmak, taatlarm en yüce makamıdır.
(196) «Hacc ve Umreyi Allah için tam yapınız...» Bu âyetin zahirinden anlaşılıyor ki, Hacca ve Umre'ye başlamak, onları tamamlamamızı gerekli kılar.
Şu'be, Hz. Ali (K.V.) tarikiyle rivayet eyledi: «Hacc ve Umrenin tamamlanması aile efradının bulunduğu evlerden ihrama girmektir.»
Sufyanı Sevrî: «Hacc ve Umrenin tamamlanması, yurdundan ihrama girmen ve sadece Hacc ve Umre için yola çıkmandır. Mikatta Lebeykeyi okuyup, ticaret veya başka bir işe gitmemendir.» dedi.
Menhul: «Onların tamamlanması, Mikata vardığında onlar için ihrama girmektir.» dedi.
Hz. Ömer: «Haccı Umreden ayırman, onları tamamlamaktır. Hacc aylarının gayrısında Umre yapmandır. Zira Allah (C.C.): «Hacc belli aylardır» buyurdu.
Hişâm b. Avn; Kasım bT Muhammed'den dinledim: «Hacc aylarında Umre tamam değildir» dedi. Kendisinden: «Muharrem ayındaki Umre nasıldır?» soruldu. Onun tamam olduğunu söyledi. Ketade b. «Dea'meaden de bu rivayet edildi. Fakat bu görüşe dikkat etmek gerektir. Çünkü Resûlüllah'm yaptığı dört Umrenin Zil-Ka'de ayında olduğu sabit olmuştur. Şöyle ki, Hudeybiye Umresi hicretin altıncı senesinde ve Zil-Ka'dede, «Umretul-Kada» yedinci senenin Zü-Ka'de ayında, Cuurrane Umresi sekizinci senenin Zil-Kade'sinde Haccı ile beraber olan Umresi onuncu senenin Zil-Ka'desinde oldu. İkisine birden ihram bağladı. Hicretten sonra bunun gayrisinde Umreye niyetlenmedi. Fakat Ummu-Hanie: «Ramazanda bir Umre yapmak benimle beraber yapılan bir Hacca denktir» dedi.
Ümmü-Hani Cenabı Peygamberle Hacc etmeye azmetti. Fakat te-haret meselesinden ötürü katılamadı. O zaman Peygamber bu sözünü söyledi. Said bin Cübeyir: «Bu Hz. Ümmü-Hani'nin özelliklerindendir» dedi.
Katade Zurâre'den o da İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Âyetteki Hacc'dan nıurad, Arefe vakfesidir. Umre'den maksad, Kabe'yi tavaf etmektir.»
Eş-Şa'bî: «Vel-umretu lillahi» tarzında ötre ile okumuştur. Bu kıraata göre Umre vacib değildir demiştir.
Bir çok Hadisde: «Resûlüllah ihramında Hacc ile Umreyi bir araya getirmiştir.» diye varid olmuştur.
Şahinde sabit oldu ki: «Resûlüllah ashabma «Kimin beraberinde hedy (kurban) varsa, Hacc île Umreye beraber telbiye getirsin» dedi.»
Yine Şahinde varid oldu: «Artık kıyamet gününe kadar Umre Hacca girdi» yani ikisine birden niyet edilir.
«Eğer kuşatilirsamz artık size kolayı gelen kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz..» Bu âyetin hicretin altıncı senesi olan Hudeybiye'de nazil olduğunu söylediler. Beraberlerinde bulunan kurbanları kesmelerini, başlarını tıraş edip ihramdan çıkmalarını kolaylaştırdı. Beraberlerinde yetmiş deve vardı. Resûlüllah başlarını tıraş edip ihramdan çıkmalarını emrettiyse de Nesih hükmünü beklemek için durdular. Bu durum, Peygamber çıkıp başını tıraş edinceye kadar devam etti. Manzarayı gören sahabeler de tıraş oldular. Bazıları başlarını tıraş etmedi. Sadece makasla kısalttı. Bunun için Resûlüllah: «Allah başlarım tıraş edenlere merhamet etsin dedi.»
Ashap: .«Kısaltanlara da Ey Allah'ın Resulü kısaltanlara da» dediler. Üçüncü defada «Kısaltanlara da» dedi.
Ashap yedişer yedişer o yetmiş devede ortak oldular. Bin dörtyüz kişi idiler. Harem hududunun dışında ve Hudeybiye'de konaklamışlardı. Bazıları da «Tam Harem'in sınırında idiler» dedi.
Bazı âlimler; Hasr (engelleme) ancak düşman ile olur. Bazıları, hastalık, yolu şaşırmak gibi şeyler ile de olabilir dediler.
«Kurbanlardan sizin için hangisi kolaysa...»
îmamı Mâlik Hz. Ali (K.V.) tarikiyle rivayet etti: «Bu koyundur.»
İbni-Abbas'dan «Hedyi sekiz çifttendir. Deve, sığır, keçi ve koyundandır. Dört mezhebe göre de kolayı olan kurban bir koyundur.»
«içinizden hasta veya başından eziyeti olup bundan ötürü tıraş olan kimseye üç gün oruç tutmak ya da altı fakire birer fitre miktarı fidye vernıek gerektir.»
Bu âyetin tefsirinde Buharî, Adem'den o Şu'be'den, o Abdurrah-man'dan, o Abdullah b. Ma'kal'dan rivayet etti: «Bu mescidde (Küfe Mescidini kasdediyor) Kâb b. Acre'nin yanında oturdum. Ondan oruç-dan olan fidyeyi sordum. Dedi ki yüzüme kehleler döküldüğü halde Peygambere götürüldüm. Şunları söyledi: «Senin bu kadar sıkıntıda olduğunu sanmıyordum. Acaba bir koyunun yok mudur?» Ben «Hayır» dedim. Resul: «Üç gün oruç tut veya her birine yarım sa' olmak üzere altı yoksula fidye ver. Başını tıraş et.» Bu âyet özel olarak benim için nazil oldu. Genel olarak hepiniz içindir.»
îmamı Ahmed Abdurrahman b. Ebi-Leylâ'dan o da Kâb b. Acre'-den rivayet etti: «Biz Hudeybiye'de Resulün beraberinde idik. Müşrikler Peygamberi muhasaraya almıştılar. Benim saçım vardı. Kehleler yüzüme düşer dururdu. Peygamber yanımdan geçti. Senin başındaki kehleler sana eziyet verirler mi? Evet, deyince traş et, emrini verdi. Bunun üzerine bu âyet indi.»
Kişi burada muhayyerdir: dilerse, oruç tutar, dilerse, fidye verir, dilerse bir koyun boğazlar, tasadduk eder. Hangisi kolayına giderse, onu yapabilir.
Ayette «Nüsuk» diye geçen tâbirden maksad bir koyundur. Onu kesip tasadduk etmektir.
«Emin olduğunuz zaman da kim Umresini bitirip ondan faydalanarak Hacc yaparsa, kolayına gelen bir kurbanı kesmek vacip olur.»
İbni-Kesir: «Menasıkı haccı yerine getirme imkânına kavuştuğundan ötürü Temettü1 niyetini getiren gücü yettiği kurbanı kessin. Kurbanın en azı bir koyundur. Dilerse sığır da kesebilir. Bu âyette temet-tun meşruiyetine dair delil vardır. Nitekim îmran b. Hasın, (veya Hu-sayn)'dan: «Allah'ın Kitabında Temettü' âyeti indi. Resûlüllah İle beraber Temettü* yaptık. Daha sonra onu yasaklayan herhangi bir KW-an (âyet) inmedi. Ta ki Peygamber vefat edinceye dek... Bir kişi kendi reyi ile dilediğini söyledi» rivayet edilmiştir. Buharî: «Bu kişiden maksadı, Hz. Ömer'dir (R.A.). Buharî'nin bu dediği sarahaten gelmiştir. Zira Ömer (R.A.) halkı Temettü' yapmaktan menederdi. Biz AHah'ın Kitabım tutarız. Allah'ın Kitabı tamamı emrediyor» derdi. Hz. Ömer (R.A.), «Temettü' yapmak haramdır» diye yasaklamazdı. Halk çokça kâbe'ye gitsinler Hacc için ayrı ihram, Umre için ayrı ihram bağlasınlar için bu emrini verdi.»
«Bu hüküm, ehli, Mescid-i Haramda hazar olmayanlar içindir...»
Îbni-Cerir: «Ehll-Tevil, bundan kimin kasdedildiği hususunda ihtilâfa düştüler. Fakat burada Harem ehlinin kaydedildiğini, Temet-tun onlara olmadığını ittifakla savunduktan sonra ihtilâfa düştüler.
Bazıları sadece Harem ehâlisi kasdedildi. Başkası, değil dedi. Bize Bışar, ona Abdurrahman, ona Sufyanı Sevrî söyledi. Îbni-Abbas (R. Anhuma) «Bunlar harem ehlidirler.» dedi.
İbni-Mubarek Katade'den: «Bize denildi ki İbni-Abbas «Ey Mek-keliler sizin için Temettü yoktur. Af aktan gelenlere Temettü' helâl kılındı. Size haram kılındı. Sizden herhanginiz Umre için ancak bir dereyi geçer. Bu kadarcık yolculuktan sonra Umreye telbiye getirir.» dedi.
Abdurrazzak Mamer'den o Tavus'tan o pederinden rivayet etti: «Temettü sair halk için vardır. Mekke'lilere yoktur. Aile efradı Hâ-rem'den olana Temettü' yoktur. Âyetten de maksad budur.»
Başkaları «Bunlar, Harem ehâlisi ile Harem ve Mikatlar arasında yaşayanlardır. Zira bunlar da Mekke'liler gibi Temettü yapamazlar.» dedi.
Abdurrazzak Zuhrî'den: «Kimin aile efradı Haremden bir günlük mesafede bulunuyorsa, o Temettü yapabilir.»
Başka bir rivayetinde: «Bir veya iki gün» diye geçiyor. tbni-Cerir : bu hususda Şafiî mezhebini ihtiyar etti. Şafiî'ye göre Mikat ile Harem arasında yaşayanlar Mekke ehâlisi gibidirler. Kasır mesafesinde olmayan herkes böyledir. Çünkü bu mesafede bulunan mukim sayılır. Misafir değil..[4] »
(197) Hac bilinen (Şevval, Zilka'de ve Zilhiece'nin on gününden ibaret) aylardır. O aylarda (ihram bağlamak sureti ile) Hacc'ı kendine farz eden için kadına yaklaşmak,günâh işlemek ve kavga yapmak Hac'da (günlerinde) yoktur. Allah, işlediğiniz her hayrı bilir. Kendinize azık hazırlayınız. Şüphesiz ki, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (kahrımdan) çekininiz!
(198) (hac işleri ile meşgul iken,) Rabbinizden olan fazileti istemeniz günâh değildir. O halde, Arafat'tan döndüğünüzde meşeril-haram (Kuzah Dağı) yanında Allah'ı anınız. Sizi hidayet ettiği gibi, onu zikrediniz. Gerçi siz bu hidayetten önce sapı tanlardandın iz.
(199) Sonra insanların Arafat'tan dağıldıkları yoldan dağılını'z. Allah'dan af talep ediniz. Şüphesiz ki, Allah çokça af edici ve bolca merhamet edendir.
(200) HAC ibadetine ait vazifelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, babalarınızı andığınız gibi, Allah'ı (bolca) anınız veya daha fazla anınız. İnsanlardan bir gurup vardır ki, «Ey Rabbimiz dünyada bize (dilediğimizi) ver.» derler. Halbuki onun için âhirette hiçbir nasip yoktur.
(201) İnsanlardan bazıları vardır ki, «Ey Rabbimiz bize dünyada bir güzellik ve âhirette bir güzellik ver, bizi ateşin azabından koru.» der.
(202) İşte onlar için kazandıklarından bir pay vardır. Allah süratle hesap görendir.[5]
(197) Hacc'ın belli aylan Şevval ve Zilkade aylan ile Zilhiece'nin ilk on günüdür. İmam Şafiî'ye göre, bayram gecesi dahil, fakat bayram günü dahil değildir.
Ebu Hanife'ye göre, bayram günü de dahildir. İmamı Malik'e göre, Zilhiece'nin tamamı Hac ayıdır.
Hacc'm vaktinden maksat, ihramın vaktidir. Veya Hac menasikle-rinin vaktidir veya menasiklerden başkası için de güzel olmayan vakit demektir. Zira İmam-ı Malik Zilhiece'nin tamamında Umre yapmanın mekruh olduğunu söylüyor. Ebu Hanife'ye göre, Şevval'den önce ihram bağlamak caiz ise de mekruhdur.
İki ay ile birkaç güne «aylar» denilmesinin sebebi, parçayı tümün yerine koymaktan ileri geliyor veya burada çoğul, birin üstündeki iki rakamından başlayan çoğuldur. Yani cemi' mentıkîdir.
«O aylarda Hacc'ı nefsine farz kılanlara...» îmam-ı Şafiî'ye göre, o aylarda ihrama girmek Hacc'ı farz kılar, Ebu Hanife'ye göre telbiye (tebbeyke - Allahümme Lebbeyk Lebbeyke - lâ şerikelek Lebbey-ke - İnnel hamde ven-niğmete Lekel vel mülk'e Lâ şerike Leke) getirmek veya hedîyi (kurban) göndermek sureti ile farz oluyor. [6]
«Azıklanınız, şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» Ayeti, Yemen ahalisi hakkında nazil olmuştur. Yemen'liler azıksız Hacc'a gelirlerdi. «Biz Allah'a tevekkül etmişiz.» derler ve halkın boynuna yük olurlardı. Bunun üzerine Cenabı Hak azıklanmayı ve halkın boynuna yük olmamayı farz buyurdu.
«Ey akıl sahipleri benden sakınınız!.»
Bu cümle, c'Hevai nefisin şaibelerinden soyulmuş ve aklın gereği gibi Allah'dan korkunuz ve ancak Allah'dan korkanların aklı vardır.» manasını ifade ediyor. İşte işin özü budur. Gerisi gerçek akıl değil, yırtıcılardan sakınan canlının hissine benzer bir şeydir.
Islâmdan önce Hac mevsiminde ukkaz, mecenne ve zül-me-caz panayırları kuruluyordu. O yörede yaşıyanlar geçimlerini buralardan sağlıyorlardı.
(198) İslâm gelip kalplere hakim olduktan sonra bu panayırlardan salandılar. Günahdan korkarak çekindiler. Bunun üzerine «Rabbinizin faziletinden istemenizde sizin için herhangi bir günah yoktur.» âyeti indi. Bu âyet aynı zamanda ticaretten gelen kârın meşru ve Allah'ın fazlı keremi olduğunu da ifade ediyor.
arafat bölgesine bu ismin verilmesi şundan geliyor: «Bu bölge Hz. îzrahim'e vasıflandırılmıştı. İbrahim (A.S.), bu bölgeyi görünce tanıdı ve bundan ötürü tanınan manâsına gelen arafat adını aldı. Diğer bir rivayete göre Cebrail (AS.) Hz. İbrahim'i gezdirip ona ma-şar'leri gösteriyordu. Ona bu arafat denilen meşari gösterdiği zaman, «Ben tanıdım» dedfc Dolayısiyle bu ismi aldı. Bir başka rivayete göre ise, adem ile havva orada bir araya gelip tanıştılar veya insanlar orada bir araya gelip tanışırlar. «arafat» kelimesi mübalağayı ifade eden bir terim olduğundan, çokça tanışmak manâsım ifade eder. Bu yüzden de o bölge bu adı almıştır.
Bu Âyeti Celîle'de arife günü Arafat'ta Vakfe'ye durmanın farz olduğunun delili vardır. Çünkü süratle Müzdelifeye iniş ancak Arife Vakfesinden sonra olur. Oysa, «Sonra süratle ininiz.» emri bunu ifade ediyor.
«maşaril haram yanında Allah'ı zikir ediniz.» Maşari Haram «kuzah» adlı bir dağdır veya arefe'nin iki ucu ile muhasser vadisinin arasında bulunan bir tepenin adıdır. Cabir Hadisi birinci şıkkı desteklemektedir: «Resulü Ekrem Müzdelife'de fecrin karanlık karışık alaca zamanında sabah namazını kıldıktan sonra devesine binip ma-şart haram'a geldi. Orada dua etti. tekbir ve tehlil getirdi. Gün iyice aydınlanıncaya kadar vakfesine devam etti.»
maşar, nişan demektir. Burası da ibadetin nisam olduğundan ötürü bu ismi almıştır. Hürmete lâyık, manâsını ifade eden harem niteliğini ibadetin nişanı olmasından almıştır. «Onun yanında» tabiri onun yakınında zikir etmenin daha faziletli olduğuna işarettir. Yoksa muhassar vadisi hariç Müzdelife'nin her yeri dua yeridir.
(199) «Sonra insanların arafat'tan Müzdelife'ye indikleri yoldan ininiz!» hitabı Kureyşlileredir. Çünkü herkes arafat'ta durur. Onlar Müzdelifede dururlardı. Bunu bir gurur vesilesi yaparlardı. Güya diğer insanlardan üstün idiler. Onlara karışmak istemiyorlardı. Allah eşitliği emretti.
Bazı âlimler, «Müzdelife'den Mina'ya halkın indiği yoldan ininiz demektir.» dediler. Bu takdirde, hitap bütün insanlardır.
Bâzı kıraatlerde «efaden-nasi» tarzında gelmiştir. Bu takdirde nast (Unutkan) dan maksat, adem (A.S.) dır. Âyetin manâsı «Ara-fe'den Müzdelife'ye gelmek eski bir kanundur. Sakın hâ bunu bozmayınız!» demektir.
(201) «Ey Rabbimiz! Bize dünyâda güzellik ve âhirette güzellik ver!...»
Güzellik, sıhhat, yeteri kadar geçim ve hayra muvaffak olmak demektir. «Bizi ateşin azabından koru!..» Bu koruma, af ve mağfiret ile olur.
Hz. Ali'nin (K.V.) «Âyetteki hasene (güzellik), dünyada salihakadındır. Ahirette Hurilerdir. Ateş azabı ise, kişinin kötü kadınıdır!» Hasan-ı Basrî'nin: «Dünyadaki güzellik ilim ve ibadetlerdir. Ahirette Cennettir. Ateş azabından bizi koru demek, şehvetlerden ve ateşe götürücü günâhlardan bizi koru demektir.» sözleri bu güzelliğin birer misalleridirler.
«Allah acele hesab görücüdür.» Kullarının ve yaptıklarının çokluğuna rağmen bir anda onların hesablanm görür. [7]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(197) «Hacc bilinen aylardır. Kim ki o aylarda haccı (kendine ihrama girmek suretiyle) farz kılarsa, artık haccda kadına varmak, günâh işlemek ve kavga yapmak yoktur...»
Bu âyetin tefsirinde selef den gelen eserler: Teberanî (el-Evset) inde Ebi-Umame'den rivayet etti: «Hacc'ın belli aylar; Şevval, Zil~Kâde, ve Zil-Hicce'dir.»
Said b. Mansur, İbni-Ebi-Şeybe Abd b. Humeyd ve İbni-Cerir İb-ni-Ömer'den: «Haccın belli aylan, Şevval, Zil-Kade ve Zil-Hicce'nin on günüdür.» rivayet ettiler..
Abd b. Humeyd ve İbni-Cerir İbni-Ömer'den rivayet ettiler: «Kim ki o, aylarda Haccı kendine farz kılarsa..» Yani bu aylarda hacca niyet edip telbiye getirirse demektir.»
Abd b. Humeyd, İbnul-Munzur ve el-Beyhakî İbni-Mesud'dan «Âyette bahsedilen farz, ihramdır.»
Îbni-Ebi-Şeybe-Zübeyir'den: «Ayette bahsedilen farz, ihlâl (Leb-beykellahümme Lebbeyk) dir.»
İbni-Abbas «Haccın farzı, ihlâldir.»
İmamı Şafiî (el-Ümme)'de Îbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Hiç kimseye hacc aylarının dışında hacca ihram bağlamak uygun değildir. Çünkü Cenab-ı Allah, Hacc, belli aylardır, dedi.»
Teberanî İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Âyette geçen (Rafes) kelimesi, kadınları cinsel ilişkiye kışkırtan davranışlardır.. (Füsuk), bütün günahlardır. (Cidal) kişinin yandaşıyle cedelleşmesidir.»
İbni-Merduyeh (veya Merdeveyh) Ebi-Ümame'den rivayet etti: (Refes) cinsi ilişkidir, (Fusuk,) bütün günâhlar ve yalandır.»
Beyhakî Süneninde İbni-Abbas'dan Refes'in cima' fusuk'un bütün günâhlar, Cidal'in de ağızla cedelleşmek olduğunu nakletti.
. Îbni-Ebi-Şeybe ve Taberanî Îbni-Ömer'den, Refes'in cinsi ilişki Pusuk'un sövüp-saymak, Cidalm'da münakaşa etmek olduğunu nakletti.
Abd b. Humeyd, Buharî, Ebi-Davud, Neseî İbni-Abbas'dan naklettiler: «Yemenliler azıklıksız hacca gelirlerdi. Biz Allah'a tevekkül edenleriz derlerdi. Sonra Mekke'ye vardıklarında başlar huccacdan dilenirlerdi. Bunun üzerine Allah (C.C.): «Azık edininiz. Şübhesiz ki, aşağın hayırlısı Takvadır.» âyetini indirdi.»
İbni-Cerir İbni-Ömer'den rivâyeten: «Halk başlangıcda, ihrama girdiklerinde, beraberlerinde bulunan azığı atarlar, başka bir azık ta kabul etmezlerdi. Allah (C.C.) bu âyeti onları o, hareketten nehyet-mek için indirdi. Onlara azıklanmalarını beksimet, un ve kavuttan bir-şeyleri yanlarına almalarını emretti.
Ebi-Davud ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan naklen dediler: «Müslümanlar Hacc mevsiminde alış-verişten kaçar, bugünler Allah'ı anma günleridir. Ticaret olmaz derlerdi. Bunun cevabı olarak: «Hacc mevsiminde Rabbinizin fazlından (ticaret) etmeniz (alış - veriş etmeniz) sizin için herhangi bir günâh değildir.» âyetini indirdi.
Beyhakî Ebi-Umame et-Teymî'den rivayet eyledi: «İbni-Ömer*e biz hayvanlarımızı kiraya veren kimseleriz. Bu münasebetle hacıları taşıyoruz. Acaba bizde Hacı olur muyuz? Sordum. Îbni-Ömer; siz Kabe'yi ziyaret, Safa ile Merve arasında Sa'yı etmiyor musunuz? Arafat'a çıkmıyor musunuz, taş atıp baş tıraşı olmuyor musunuz?
Ben «Evet bütün bunları yapıyoruz» cevabını verdim. Bundan sonra İbni-Ömer: «Bir kişi Resûlüllah'a gelip benden sorduğunu sordu, Cebrail gelip: «Hacc mevsiminde Rabbinİzden faziletini istemek sizin için günâh değildir...» âyetini getirinceye kadar Peygamber ona cevap vermedi. Bundan sonra Hazret! Peygamber onu çağırdı ve âyeti okudu. Siz haccı olursunuz, dedi.»
İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Vakfe yerine Araf at denilmesi İbrahim Hacc vazifelerini gördükçe Cebrail'in ona «Arefte» Tanıdın mı? demesinden ileri geliyor.»
Îbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Cerir Îbni-Ömer'den rivayet eylediler: «Me-şarul-Haram»ın neresi olduğu Îbni-Ömer'den soruldu. Develerin ayaklan Müzdelife'ye bastıklarında «İşte Meşarul-Haram burasıdır» dedi.
Abdurrazzak, tbni-Cerir ve Hâkim İbni Ömer'den rivayet ettiler: «Muzdelife'nin tamamı Meşarul-Haramdır.»
Said bin Mansur ve İbni-Cerir ve Süneninde Beyhaki İbni-Ömer'den rivayet ettiler: «Meşarul-Haram Muzdelife'deki dağ ile etrafıdır.»
Abd b. Humeyd, İbni-Cerir ve İbnul-Munzur İbni-Ömer'den «İnsanların toplandığı yerde bulunan iki dağın arasıdır Meşarul-Haram.»
(198) Taberanî Îbni-Zübeylr'den: «Allah sizi nasıl hidayet etti ise, sizde onu öylece anın...» âyeti umuma değildir. Bu âyet, Mekke halkına hitaptır. Onlar toplama yerinden (Muzdelife'den) dönüş yaparlardı. Diğer halk Arafat'dan dönerdi. Cenabı-Allah onlara bu ruhsatı vermediğini beyan eden: «Sonra insanların döndüğü yerden dönünüz.» âyetini indirdi.»
Abd b. Humeyd Sufyan'dan nkablthî» deki zamir Kur'an'a raci-dir diye rivayet etti.»
Îbni-Ebi-Hâtim Mucahid'den: «Âyetteki (Dallin) tabiri cahiller demektir» sözünü nakletti.
(199} Buharî ve Müslim Aişe'den: «Kureyşliler ve onlann dininde olanlar Arafat'ta değil Muzdelife'de vakfeye dururlardı. Buna (Hümsa) adını verirlerdi. Diğer Arablar Arafat'ta vakfeye dururdu. îslâm geldiğinde Allah Peygamberini Arafat'a varıp orada vakfe etmesini, ondan sonra Müzdelife'ye inmesini emretti. İşte: «Sonra insanların döndüğü yerden dönünüz...» âyeti bunu bildirmek için indi.»
Îbni-Cerir Mucahid'den rivayet etti: «Arafe günü olduğu zaman, Allah, (Şanına yakışır bir tarzda) sema-i dünyaya (yere en yakın gök) melekleri araşma iner. Meleklere: «Kullarım va'dime iman ettiler, Peygamberlerimi doğruladılar. Acaba onların mükâfatı nedir?» der. «Onları affetmendir mükâfatları» cevabı veriliyor, İşte «Allah'd an mağfiretinizi isteyiniz.» âyeti bunu ifade eder.»
Arafat'ta vakfeye duranların af olunup rahmete mazhar olmaları hususunda bir çok sıhhatli hadîs varid olmuştur. Onjarı okuman için îmamı Suyutî'nin (Ed-Durul-Mensur) adlı tefsirine müracaat etmelisin.
(200) Îbni-Ebi-Hâtim A'ta'dan rivayet etti: «menasîklerinizi bitirince, atalarınızı andığınız gibi veya daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anınız.» âyetindeki Menasik Hacc(m vazifeleri) demektir.»
Îbni-Cerir Mucahid'den: «Menasik Kurban kanlarının akıtılmasi-dır. Ataların, anılması, demek, arabların Kurban günü boşaldığında toplanıp atalarıyla böbürlenmeleri demektir. Bunun yerinde Allah'ı anmakla emrolundular».
(201) İbni-Ebi-Şeybe İbni-Abbas'dan: «Araçlardan bir Kavim Mevkife (Arafata) gelirlerdi. Ya Rab, bu senemizi yağmurlu bir sene kıl. Bolluk senesi kıl. Güzel çocuklar senesi kıl» diye dünya için dua eder, Ahiretten hiç bahsetmezlerdi. Onlann hakkında Allah (C.C.) şu âyeti indirdi: «İnsanların kimi: Ey Rabbimiz bize dünyada ver der. O kimsenin bir nasibi yoktur.» Onlardan sonra Müminlerden diğer bir Kavim gelip: «Ey Rabbimiz bize dünyada hasene, ahirette (de) hasene ver ve bizi ateşin azabından koru.» dediler. Onların hakkında da Allah (C.C.): «Onlann kazandıklarında nasibleri vardır» âyetini indirdi. Kazandıklarından maksat, işledikleri hayırdır.»
(202) Acaba onlar sık bulutlar arasında Allah'ın (azabının) ve meleklerinin gelmesini ve tepelerine inip işlerinin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir. [8]
Meal
(203) Allah'ı sayılı günlerde anınız. Kim ki, bu zikri iki günde acele ederek yaparsa, (Mina'daki vazifeyi yaparsa) bu acelelikten herhangi bir günahı yoktur. Kim ki, üçüncü güne kadar geciktirirse, her-hangi bir günâhı yoktur. Bu muhayyerlik Allah'dan korkan insan için-dir. Allah'dan korkunuz. Biliniz ki, sizler onun huzurunda toplanacaksınız.
(204) İnsanlardan bâzıları vardır ki, dünya hayatında sözleri senin hoşuna gider ve kalbinde olan için Allah'ı şahit tutar. Halbuki o (sizler için) pek azılı bir düşmandır.
(205) Ne zaman ki iş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalar. Allah fesadı sevmez.
(206) Ne zaman ki ona Allah'dan kork denildiyse, izzetinefsi ka-barır günaha dalar. Artık ona Cehennem yetişir. Yemin ederim ki Cehennem fena yerdir.
(207) İnsanlardan bir kısım vardır ki, Allah'ın rızasını elde etmek için nefsini feda eder. Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.
(208) Ey iman edenler hepiniz birden barışa giriniz. Sakın şeytanın adımlarım takip etmeyiniz.Kesinlikle şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.
(209) Size aşikâr olan açıklamalar geldikten sonra da kayarsanız biliniz ki, Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir. [9]
(203) «Belli günlerde Allah'ı anınız!»
Belli günler, teşrik günleridir. O günlerde Allah'ı anmak, o günlerde kılınan namazların arkasında tekbir getirmek, Cemrelere taş atmak ve kurbanları keserken tekbirler getirmektir.
Kim ki, bayramın ikinci ve üçüncü günleri Küçük Cemreden başlamak üzere yedişer taş atar, Şafiî'ye göre güneş batmazdan önce, Ha-nefîlere göre dördüncü günün fecri çıkmazdan önce Mina arazisini terkederse, herhangi bir günahı yoktur.
Teşrikin üçüncü, bayramın dördüncü gününe kalıp o günün taşlarını atarsa da herhangi bir günahı yoktur.
Teşrikin üçüncü taşı, Hanefî'ye göre, güneş çıktıktan sonra, İmamı Şafiî'ye göre, zevalden sonra atılır!. Yani acele etmekte günâh olmadığı gibi te'hirde de günâh yoktur. Kişi hangisini yapsa, muhayyerdir.
Bu hüküm cahiliyyet dönemindeki fikirleri reddetmek içindir. Zira o dönemde, kimi acele etmeyi, kimi te'hiri günâh telâkki ederdi.
«Bu muhayyerlik, Allah'dan korkan içindir.» Çünkü hakikî hacı ancak odur. Hac ibadetinden gerçekte ancak o istifade eder.
(204) «İnsanlardan bazdan vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü hoşuna gider.» Yâni dünya işleri ve maişet sebebleri hakkındaki sözleri hoşuna gider. «Dünya hayatı hakkındaki sözü...»nden, muhabbet iddiasından ve imanı izhar etmesinden ibaret olan sözü kasdedilir... Veya tatlılık ve fesahat yönünden onun dünyadaki sözü hoşuna gider. Fakat âhirette kendisini saran dehşetten ötürü söz hoşuna gitmiye-cektir.
Bahsi geçen bu Âyet, Sakıflı Şüreyk'in oğlu Ahnes hakkında nazil olmuştur. Güzel çehreli, tatlı dilli Ahnes Resûlullah'a arka çıkıyor ve İslâmiyeti iddia ediyordu.
Diğer bir görüş, «Bütün münafıklar hakkında nazil olmuştur.»
(205) «Bu kimse yanından ayrıldığında yeryüzünde fesad çıkarmak, ziraat ve soyu helak etmek için çalışır durur.» Ahnes aynı şeyi «Benî -Sakii» kabilesinin başına getirdi.Geceleyin hücum etti. Ziraatlarını yaktı. Hayvanlarını helak etti. Tıpkı kötü diktatörlerin yaptıkları gibi yaptı: Öldürmek, telef etmek ve zulüm I.. «Cehennem ona kâfidir!»
Cehennem, ceza evinin adıdır. Kelimenin aslen arabça olmadığı iddia edildi.
(207) «İnsanlardan bazıları vardır ki, Allah'ın rızasını talebetmek için nefislerini feda ederler.»
Bu Âyet Süheyb bin Sinan er-Rumî hakkında nazil olmuştur. Müşrikler onu tutup azabettiler. Dininden dönsün diye bunu yapıyorlardı. Müşriklere, «Ben yaşlı bir ihtiyarım hâ yanınızda olmuşum har karşınızda!. Ne zararı var, ne de kârı! Beni îmanımla başbaşa bırakınız malımı alınız!» dedi. Müşriklere teklifi cazib geldiği için yolunu açtılar ve Medine'ye geldi.
(208) «Hepiniz birden silm'e giriniz.» sîlm, istislâm (teslim olmak) ve taat etmek demektir. Manâsı, «Allah'a teslim olunuz ve itaat ediniz!..» demektir. Bu takdirde hitab münafıklaradır. Diğer bir manâsı, «Bütününüzle İslama giriniz. Başkasını İslama karıştırmayınız!» demektir. Bu takdirde hitab Kitab ehlinin Mü'minlerinedir. Zira Müslüman oldukları halde halâ Cumartesiyi büyütür, deve etini yemez ve sütlerini içmezlerdi. Keza bir başka manâsı, «Peygamberler ve Semavî Kitaplara îman etmek suretiyle Allah'ın sistemine giriniz!» demektir. Bu takdirde hitap Kitab ehlinedir. Manâsı, «İslâmın şu'beler ve ahkâmının tamamına giriniz. Hiç bir şeyi haleldar etmeyiniz!» olabilir. Bu takdirde hitap Müslümanlaradır.
«Şeytanların adımlarına tabî olmayınız!..» Bu tebeiyyet, ayrılmak, cemaatı yıkmak ve sürtüşmek suretile olur. İslâmdan tamamen veya kısmen ayrılmak suretiyle olur.
(210) «Onlar ancak beyaz bulutlardan oluşan dumanlar içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini beklerler...» Allah'ın gelmesi, emrinin veya azabının gelmesi demektir. Nitekim başka Âyetlerde: «... Veya Rabbi-nin emri gelinceye dek!..», «... Oraya azabımız geldi!..», «... Veya Allah azabiyle onlara gelinceye dek!..» denilmiştir. Gelen emir veya azabın türü, «Şübhesiz ki, Allah her şeye gücü yetendir. Yaptıklarını yerli yerinde yapar» cümlesiyle belirtildiği için burada sükût geçmiştir.
Âyette bahsi geçen «Zülel» gölgelikler, «Gamam» ise beyaz bulut demektir.
Azabm buluttan oluşan dumanlar içinde gelmesi korkunç ve fecidir. Zira bulutlardan yağmur ve rahmet beklenir. Şer, beklenmiyen yerden geldimi daha korkunç olur. Hele hayrın beklendiği bir yerden gelirse daha kötü olur!..
«kudiyel-emru» (Hüküm infaz edilmiştir.) yerine «ve ka-daul-emr!» okunmuştur. Bu takdirde manâ, «onlar ancak Allah'ın emrinin veya azabının, meleklerin ve emrin (hükmün) in gelmesini bekler dururlar!» olur. Böylece de «Ve Kadaul-Emri» kelimesi «Melaik» kelimesi üzerine atfedilmiştir. [10]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(203) «Bir de sayılı günlerde Allah'ı (tekbirle) zikrediniz...»
Taberanî İbni-Zübeyir (R. Anhüma)'den rivayet etti: «Bu sayılı günler Teşrik günleridir.» (Bu günlere güneşte et kurutma anlamındaki Teşrik adının verilmesi, hacc mevsiminde fakirlerin kesilen kurban etini bugünlerde kuruttuğundan ileri geliyor.) Bugünlerde «Süb-hanellah», «Lâilâhe illellah» «Allahu-Ekber» ve «El-Hanıdulillah» demek suretiyle Teşbih, Tehlil, Tekbir ve Tahamidde bulununuz.»
İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «O, sayılı günler, Kurban günü üe arkasında gelen üç gün»den müteşekkil dört gündür.»
Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Ömer'den rivayet etti: «İbni-Ömer, o günlerde Mina'da Tekbir getirirdi. Tekbir getirmek vacibdir derdi. «Sayılı günlerde Allah'ı zikrediniz» âyetini böyle tevil ederdi.»
İbni-Ebi-Hatim İkrime'den: «Her namazdan sonra «Allahu-Ekber» «Allahu-Ekber» «Alfahu-Ekber» üç defa derdi.»
İbnul-Munzir İbni-Ömer'den rivayet etti: «Namazlardan sonra üçer, üçer tekbir alırdı. Sonunda «Lâilahe illellahu vahdehu lâ şerikeleh. Lehul-mülkü, ve lehul-hanıdü ve nüve alâ külli şey'İn kadirim.»
(Allah'dan başka ma'bud yoktur. Biricik mabud odur... Onun ortağı yoktur. Mülk sadece onundur. Hamd O'na mahsusdur. O her şeye kadirdir.» okuyordu.
El-Mervezî Zuhrî'den: «Allah'ın Resulü bütün teşrik günlerinde tekbir alırdı.»
Yahya b. Said, kulağıma geldi ki: Hz. Ömer (R.A.) Mina'da sabah zamanında çıkıp tekbir aldı. Onun tekbiriyle beraber halk da tekbir getirdi. Sonra kuşlukta çıkıp tekbir âldı. Halk da tekbir getirdi. Sesleri tâ Beyte (Kabe'ye) ulaştı. Üçüncü kez güneş batıya kaydığı zaman aynı günde çıkıp tekbir aldı. Halkta onunla tekbir aldı.»
Sahihde sabit oldu ki, Ömer (R.A.) cemre'lere attığı her taşla tekbir alırdı.
İbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kimki iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse, ona günâh yoktur.» Yani acele ettiği için günahkâr olmaz. «Te'hir edip kalana da günâh yoktur..» Yani gecikip üçüncü güne kalmasında da günâh yoktur.»
Îbni-Cerir İbni-Ömer'den: «İki günde Mina'dan ayrılmak ittika eden kimselerin işidir.» rivayet etti.
Abdurrazzak ve Abd b. Humeyl İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Kimin üzerinde ikinci günün güneşi Mina'da batarsa o üçüncü günün taşlarım cemre'lere atmadıkça ayrılmasın.»
İbnul-Munzir ve Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Fakat günahın olmayışı, ittika eden (korunan) içindir.» Yani ihram halinde iken avlamaktan sakınan için günah yoktur.»
Îbni-Ebi Şeybe, Ahmet ve Sünen ehli Abdurrahman bin Ya'mür ed-Deylemi'den rivayet ettiler: «Resûlüllah Arafat'ta vakfeye durmuştu. Mekkelilerden bazıları yanına gelip Ey Allah'ın Resulü hacc nasıldır? sordular. Cevap olarak; Hacc Arafat vakfesidir. Kim ki cem' (hacıların Arafat'ta bulundukları) gecesinde fecir doğmazdan önce Arafat'a yetişirse, o hacca yetişmiştir. Mina'mn günleri ise üç gündür. Kim ki iki günde acele edip Mina'dan dönerse, günahkâr olmaz, yani affolunmuş tur. Kim ki gecikirse günahkâr olmaz, yani affolunmuş-tur.» İbni-Cerir Katade'den rivayet etti: «Günâh sakınan kimse için yoktur.» Yani haccmda muharremattan (haramlardan) sakınan için günâh yoktur Zira bize denildi ki; Îbni-Mesud, Haccmda menahi (yasaklar) den sakınanın geçmiş günâhları af olunur» dedi.
Ebul-Âliye «Eğer haccdan sonra ittika ederse, onun üzerine günâh yoktur» demektir, dedi.
(204) Îbni-İshak ve İbni-Cerir Ibni Abbas'dan rivayet ettiler: «İçinde Âsim ve Mursad bulunan askerî birlik isabet aldığı zaman, münafıklardan bazıları «Vay bunların haline böylece yok oldular. Ne aile efradının içinde oturdular ne de arkadaşlarının verdiği görevlerini ve mektubunu yerine ulaştırabildiler» dediler. Bunun üzerine Cenab-i Allah: «İnsanlardan bir kısmı vardır ki, onun dünya hayatındaki sözü hoşuna gider. Kalbinde olana Allah'ı şahid tutar. Halbuki o, düşmanların en şedididir.» âyetini indirdi. Yani diliyle îslâmı ikrar etmesi, hoşuna gider. Peygamberi ikna etmek için kalbinin diline uygun olduğuna dair Allah'ı şahid tutar. Oysa yalan söylüyor. Sana müracaat edip konuştuğunda hasımların en şiddetlisidir. Yanından çıktığında yer yüzünde fesadhk yapmak için çalışır. Ziraat ve nesli fesada götürmeye çalışır. Allah onun amelini sevmez ve ondan razı da değildir.» «İnsanlardan bir kısmı vardır ki, Allah'ın rızası için nefsini safın alırlar.» Yani Allah yolunda cihad etmek suretiyle, onun hukukunu gözetmek tarzıyla nefsini Allah'dan satın aldılar. Ta ki, bu uğurda canlarını verdiler. Hz. Allah bunlardan o, askeri birliği kasdediyor. İbni-Cerir ve İbnul-Munzir es-Suddî'den rivayet ettiler: «Dünya hayatındaki sözleri» Resulün hoşuna giden kişi, (Beni Zuhre) Kabilesinin anlaşmalısı Ahnes bin Şarik (veya Şüreyk) es-Sekafî'dir. Medine'de Resûlüllah'a gelip «Müslüman olmak için geldim. Allah bilir ki, bu sözümde doğruyum» dedi. Bu davranışı ve sözü Resulün hoşuna gitti. Bundan sonra Peygamberin yanından çıkıp gitti. Bir Kavmin ziraatinin ve mer-keblerinin yanından geçti. Ziraati yaktı, merkebleri boğazladı. Bunun üzerine Allah: «O senin huzurundan ayrılıp gittiğinde, yer yüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye koştu...» âyetini indirdi.»
Abd b, Humeyd Mucahid'den: «Ziraattan maksad, yerin bitirdiğidir. Nesirden maksad, insan ve diğer canlılardır.»
(206) «Ona Allah'tan kork denildiği zaman izzet (gurur) onu günâh işlemeye sürükler...»
Bu âyeti tefsir ederken Îbnul-Munzir ve Teberani Îbni-Mesud'dan rivayet ettiler: «Allah Katında büyük günâhların en büyüğü kişinin nasihat voliyle; Allah'tan kork dediğinde, dinliyen, «Sen nefsine hâ-kiin ol. Sen mi bana emir veriyorsun?» demesidir.
İbnul-Munzir İbni-Abbas'dan rivayet etti: Âyetteki mîhad konak demektir.»
Îbni-Merduyeh Süheyib'ten rivayet etti: «Mekke'den Resûlüllah'ın yanına Medine'ye hicret etmek istediğim zaman KureyşIUer bana: Ey Suheyp, sen ilk bize geldiğinde malın yoktu. Şimdi malınla beraber çıkıp gideceksin ha? Allah'a yemin ederiz ki, bu hiç bir zaman olmaya-cektır, dediler. Onlara «Eğer malımı verirsem yolumdan çekilecek misiniz» dediğimde, «Evet, malı verdikten sonra karışmayız» dediler. Malımı onlara verdim yolumdan çekildiler. Çıkıp Medine'ye geldim. Bu haber ResûlüUah'ın kulağına ulaştığı zaman iki defa «Süheyip kâr etti.» dedi»
Enes; bu âyet Süheyb'in hicret etmesi hakkında nazil oldu dedi.
Îbni-Cerir Katade'den: «Burada bütün Muhacir ve Ensar kastedildi.»
(208) «Ey iman edenler, hepiniz birden (silme) giriniz...»
Bu âyetin tefsirini İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan şöyle rivayet etti: «Ehli-Kitabın müminleri kasdedildi. Çünkü onlar Allah'a iman etmelerine rağmen Tevrat'ın ve daha önce inen Kitablann bazısının bir takım emirlerine bağlı kalmıştılar. Cenabı Hak onlara: «Muham-med'in nizamına giriniz. Onlardan hiç bir şeyi terk etmeyiniz. Size Tevrat'a ve oradaki ilâhî hükümlere inanmak kâfidir.» Yani Kur'an'ın emirlerini yerine getiriniz, ahkâmları Kur'an'dan alınız, diğer Kitab-lardan değil... Sadece «Tevrat'ın aslı Allah'dan gelmiştir» inancına sahip olunuz bu kâfidir size...
İbni-Cerir îkrime'den rivayet etti: «Bu âyet, Yahudilerden olup müslüman olan Sa'lebe, Abdullah b. Selâm, İbni-Yâmin, Kabin Oğullan, Esed ve Esid, Said bin Ânır ve Kays b. Zeyd hakkında indi. Bun-
lar; «Ey Allah'ın Resulü, Cumartesi günü, tazim ettiğimiz bir gündür. Bize izin ver ki o günü tazim edelim. Zira Allah'ın Kitabı Tevrat bunu söyler. Günün işini geceleyin tatbik edelim» diye Resûlüllah'a teklif getirdiler. Bunun üzerine «Ey îman edenler, hepiniz birden silme giriniz» âyeti indi.
Îbni-Ebi-Hâtim: «Silm, taat ve kaffeten hepiniz birden demektir» dedi.
İbni-Cerir İbhi-Abbas'dan Silmin islam, Kayışın İslâmı terk etmek olduğunu rivayet etti.
(209) İbni-Cerir Suddî'den rivâyeten: «Size beyyineler geldikten sonra kayarsanız bilin ki, Allah galibdir.» Manası; Hz. Muhammed size geldikten sonra da Haktan inhiraf ederseniz... demek olduğunu söyledi.
(210) «Onlar bulut gölgeleri içinde Allah'ın (Kahrının) ve Meleklerin onlara gelmesini ve işin bitirivermesini mi gözetliyorlar..»
Bu âyetin tefsirini Îbni-Merduyeh İbni-Mesud'dan şöyle rivayet etti: «Allah belli bir günün vaktinde önce gelenleri de sonra gelenleri de toplar. Hepsi ayakta gözler göklere baka durmaktadır. Hükmün bitimini beklerler. Allah (şanına yakışır bir tarzda) Arşdan buluttan gölgelikler arasında Kürsîsine iner.»
İbni-Cerir, İbnul-Munzir ve Ebu-Şeyh İbni-Ömer'den bu âyet hakkında şunları rivayet etti:
«Allah indiği zaman onunla mahlukları arasında yetmiş bin perde vardır. Nur, karanlık ve su onlardandır. Su o zulmete doğru öyle bir bağrışma yapar ki kalbleri paramparça eder..»
Ebu-Yâla, Abd b! Hümeyd, İbnul-Munzir ve İbni-Ebi-Hâtim, bu âyetin tefsirinde îbni Abbas'dan şunu rivayet ettiler: «Kıyamet günü Allah bulutlardan gölgelikler içinde (Şanına yakışır tarzda) gelir. O bulutlar burçlar şeklinde parçalanmıştır.»
İbni-Cerir ve Deylemi İbni-Abbas'dan: «Bulut gölgeliklerinden Taklar (burçlar) oluşmuş. Allah (Şanına uygun bir tarzda) onların içinde gelir. O taklar Meleklerle sarılıdırlar.»
İbni-Cerir İkrime'den rivayet etti: «Buluttan olan gölgelerden maksad, Meleklerle sarih bulunan taklardır.»
Îbni-Ebi-Hâtim Katade'den: «Allah, onlara buluttan gölgeliklerde varır..»
Bu âyet de ve bununla ilgili bulunan hadisler de, Muteşabih (benzeşen, kapalı) dır. Allah onlardan neyi irade etmişse, öyle iman ederiz. Selef âlimleri bu tür âyet ve hadisleri tevil etmez ve olduğu gibi kabul etmişlerdir. Allah'ın irade buyurduğu gibi, iman ediyoruz demişlerdir. Bu tür âyet ve hadisleri araştırana Hz. Ömer (R.A.) sopa atmıştır. Halef bunları münasib bir tarzda tevile çalışmıştır. Bu hususda Akaid Sarihi Sadud-Dini Taftazanî «Selefin yolu daha sağlam, Halefin yolu, daha muhkemdir» dedi
Hulasa: Kur'an ve Hadisde yarid olan Muteşabihata, Allah ve Resulünün muradı ne ise, öyle îman ederiz. Deşmeye hakkımız yoktur. [11]
(211) Israiloğullanndan sor, kendilerine ne kadar açık âyet (Mucize) getirdik. Allah'ın nimetleri kendilerine geldikten sonra değiştiren bir kimse (bilsin ki) kesinlikle Allah'ın cezası pek fenadır.
(212) Dünya hayatı kâfir olanların gözüne pek güzel göründü. O kâfirler îman edenlerle alay ederler. Allah'ın azabından sakınanlar Kıyamet gününde kâfirlerin üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rmk ihsan eder.
(213) İnsanlar, (daha önce) tek bir ümmet îdi (ihtilâfa düştüler). Bunun için Allah Peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların arasında ayrılığa düştükleri konularda hüküm vermek için beraberlerinde Hakkı getiren Kitap (lar) indirdi. Ancak kendilerine açıklayıcı Âyetler geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden o Hakta ihtilâfa düştüler. Allah îman edenleri, ihtilaf ettikleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah dilediğini dosdoğru olan bir yola hidayet eder.
(214) Sizden geçip gidenlerin durumu başınıza gelmeden Cen-net'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar darlığa ve zorluğa girdiler. Öyle ki Peygamber ve onunla beraber îman edenler, «Acaba Allah'ın yardımı ne zamandır?» dediler (ve sarsıldılar). Dikkat edilsin ki, şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır.
(215) (Ey Habibim) senden neyi (Allah yolunda) sarfedecekleri-nî sorarlar. Onlara de ki, «infak edeceğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolculara vereceğiniz maldır. Yapacağınız her hayr-u hesenatı Allah şübhesiz ki, bilicidir.» [12]
(211) «Allah'ın nimetleri kendisine geldikten sonra onları değiştiren!...»
Nimetten maksad, Âyetlerdir. Çünkü Âyetler hidayete vesiledirler. Vesile de en yüce nimettir. Değiştirmekten maksad, yani Âyetleri hidayete değil sapıklığa vesile kılmak demektir. Veya tahrif ve bâtıl teviller demektir.
(212) «Dünya hayatı kâfirlere süslü gösterildi...» sevgisi, onların kalbine içirildi. Öyle ki, ondan başkasını görmez oldular!..
Gerçekte süsleyici Allah'dır. Zira her şeyin yapıcısı odur. «zey-yene» kıraati de bu hakikati te'kid eder. Şeytan, ve hayvanı kuvvet, dünyadaki göz kamaştırıcı ve iştah kabartıcı özellikler ve geçici süsle-yicilerdir. Hakikisi değiller. însan cinayetlerin en çirkini olan küfrü irtikab ettikten ve uyarılan kulak ardı ettikten sonra hakikattan yana gözünü kapatmıştır demek oluyor. Öyle isterse, Allah (C.C.) da öyle yapar. Durup dururken değil. Aksinin yapılmaması İrade'ye ters düşmemek içindir.
«İman edenlerle alay ederler!..»
Hz. Bilâl, Hz. Ammar ve Hz. Süheyip gibi fakir müminlerle alay ederlerdi. Nasıl olur da dünyâyı terk eder, âhirete çalışırlar? Fakat Kıyamette mesele ters yüz olur. Bu sefer alay konusu imansızlardır.
(213) «İnsanlar bir tek ümmet idi!» Bu hâdise, Adem (A.S.) ile İdris (A.S.) arasındaki dönemde veya Adem ile Nuh (A.S.) arasında veya Tufandan sonra oldu. Âyetin manası, «İnsanlar, İdris ve Nuh zamanında küfürde veya cehalette bir tek ümmet idi. İstisnasız hepsi kâfir veya cahil idi!..» de olabilir.
İhtilâfa düştüler. Allah da Peygamber gönderdi. kâb'den gelen bir rivayete göre, Peygamberlerin adedi yüzyirmi dört bin kişidir. Üç-yüz on üçü resül'dür. Diğerleri nebî'dirler.»
resul, kendisine vahyedilmiş ve vahyi tebliğ etmekle emrolun-muş insan demektir. nebî, kendisine vahyedilen ve fakat onu tebliğ etmekle mükellef kılınmayan insandır. Her Peygambere ayn ayrı kitap inmemiştir. Bâzılarına inmiştir. Bazıları da daha önceki veya zamanındaki Peygamberlere inen kitablarla amel etmekle mükellef kılınmıştır. Hz. Musa'nın devrinde yaşayan Hz. Harun (A.S.) ve ondan sonra tâ Hz. İsa'ya kadar gelen Peygamberler gibi!.. Kur'an'ı Kerim'-de özel isimleriyle anılan Peygamberler yirmi sekizdir. îşte bu zevat-ı kiramı kasdederek Rabbimiz, «Allah, müjdeci ve korkutucu olarak Peygamberler gönderdi.» buyurmaktadır. Gönderilmelerinin nedenini beyan için de «İnsanların aralarında ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükmetmek için hak Ue Kitap gönderdi!...» demektedir.
Fakat ihtilâfın kalkmasına vesile olsun diye inen Kitab'ı bu sefer insanlar ihtilâfa vesile kılacak tarzda telâkki ettiler.
(214) «Yoksa sizden öncekilerin başına gelen durumlar, başınıza gelmeden Cennet'e gideceğinizi mi sandınız?..»
Bu hitabın muhatabları, Hz. Muhammed ile mü'minlerdir. Rabbimiz, Âyetleri gelmesinden ve Peygamberlere karşı ihtilâfa düşen ümmetleri zikrettikten sonra Resûlüllah'a ve ümmetine yukarıda geçtiği gibi hitap etti. Onları muhaliflerine rağmen davalarında sebat etmeye teşvik etti.
«Hatta Peygamber ve beraberindeki . mü'minler, acaba Allah'ın yardımı ne zaman gelecektir dediler..»
Bu Âyeti Celîle'ye göre Allah'a (C.C.) varmak ve onun nezdinde zevk-ü sefaya ermek, hevayi nefsi terk etmek, bir takım mubah olan lezzetlerden dahî kaçınmak, şiddetler ve sıkıntılara göğüs germekle mümkündür. Nitekim bu durumu dile getirmek için Allah'ın Resulü, «Cennet zorluklarla, Cehennem de şehvetlerle kaplıdır.» buyurmuştur.
(215) «Senden neyi infak edeceklerini!, soracaklar» İbn-i Abbas (R.A.) der ki; «Ensar kabilesinden AMR adlı zengin ve ihtiyar bir zat Resûlüllah'a gelip, «Ey Allah'ın Resulü, mallarımızdan ne kadar infak edip ve nerelere verelim?» diye sordu. Bunun üzerine bu Âyeti Celîle nazil oldu.» Burada şayanı dikkat bir nokta vardır, şöyle ki, sualde malın ne kadarı infak edilir diye soruldu. Cevap ise, kimlere verilir şeklinde verildi. Çünkü kendilerine sadaka verilenlerin beyan edilmesi, sadaka verilen miktarın beyan edilmesinden daha mühimdir. Zira. sadakanın sadaka sayılması ancak müstahaklara verilmesine bağlıdır. Bir de Amr'm sorusunda da sadaka kimlere verilir şıkkı vardır. Her ne kadar açıkça görülmese de «Hayırdan sizin infak ettiğiniz» cümlesi onu içermektedir.
«Sizin işlediğiniz hayra gelince, kesinlikle Allah onu bilicidir.» Ya'nî eğer hayır işlerseniz kesinlikle Allah onun gerçeğini bilir ve sevabını verir. Buradaki infak zekâttan başka olan infaktır. Zekâtın farziye-tine ters düşecek bir şey yoktur ki, zekâtın farziyeti de ortadan kalksın. [13]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen
Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
«(211)
İsrail oğullarına sor onlara nice açık âyet verdik. Kim ki kendisine gelen
nimetini değiştirirse, (Bilsin ki) şübhesiz Allah'ın cezası şiddetlidir...»
Abd b. Humeyd ve Îbni-Cerir Mucahİd'den rivayet ettiler: «İsrail oğullarından maksad, Yahudilerdir. Onlara Kur'an'da zikredilen ve edilmiyen nice açık delilleri Allah göndermiştir. Kim ki, Allah'ın nimetini inkâr ederse, bilsin ki Alla'ın azabı pek şiddetlidir.»
Îbni-Ebi Hatim Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Musa'nın (A.S.) asası, (bembeyaz) eli, denizin yarılması, düşmanlarının denizde boğulması, o, manzarayı temaşa etmeleri, bulutlardan onlara gölgeliklerin ihsan edilmesi, üzerlerine Kudret helvasıyla bıldırcın kuşlarının indirilmesi gibi nice apaçık âyetleri onlara verdik. «Kim ki Allah'ın nimetini değiştirirse)) yani küfr ile dini değiştirirse, «şübhesiz Allah'ın azabı şiddetlidir.»
Îbni-Cerir, Îbnül-Munzir ve İbni-Ebi Hatim İbni-Cüreyiç'ten rivayet etti: «Dünya hayatı kâfirlere süslü göründü» yani kâfirler dünyayı isterler. Ahireti istiyenlerle, «Bunlar âhireti istiyorlar», diye alay ederler.»
Îbni-Cüreyc, ancak îkrime'den geldiğini sandığım bir eserde: «Eğer Muhammed Peygamber olsaydı ona ileri gelenlerimiz tâbi olurdu. And içeriz ki, ona ancak İbn-i Mes'ud gibi ihtiyaç sahibi yoksullar tâbi olmuştur dediler» diye varid olmuştur dedi.
İbni-Ebi-Hâtim Katade'den rivayet etti: «İman edenlerle alayederIer.» yani eğlenme kabilinden, «Bunlar bir şeyhi üzerindedirler» derler. «Halbuki, takvaya sarılan muttekiler Kıyamet gününde onların üstündedirler.» Yani üstünlük orada olur.
«Allah dilediğine hesabsız rızık verir..» İbni-Ebi-Hâtim A'tadan: «Bu âyetin tefsirini Îbrü-Abbas'dan sordum. Cevab olarak dedi ki; Allah'ın üzerinde herhangi bir gözetleyici olmadığı gibi O'nu hesaba çeken de yoktur.»
(213) İnsanlar tek bir ümmet idi...» âyetinin tefsirinde İbnul-Munzir, İbni-Ebi-Hâtim, Ebu-Yala ve Teberanî sahih bir senedle İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «İnsanlar İslâmın üzerinde bir tek ümmet idi. Hepsi İslâm üzerinde idi.»
Bezzar, İbni-Cerir ve Hâkim îbni Abbas'dan rivayet ettiler: «Adem ile Nuh arasında on karnı (nesil) vardır. Hepsi Haktan gelen bir şeriat (din) üzerinde idiler. İhtilâfa düştüklerinden ötürü onlara gönderilmek üzere Peygamberler vazifelendirildi.»
Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim Übeyy b. Kâb'den rivayet ettiler: «İnsanlar Adem'e (A.S.) arz edildikleri zaman, bir tek ümmet idiler. Allah onları İslâm üzerinde yarattı. Onlar da, Allah'ın kulları olduklarını ikrar ettiler. Müslüman olarak bir tek ümmet idiler. Adem'den (A.S.) sonra ihtilâfa düştüler.»
Vaki' ve İbni-Cerir Mücahid'den rivayet yaptılar: «İnsanlar bir tek ümmet idiler»den maksad, Adem'dir (A.S.).»
Îbni-Cerir, Übeyy'in: «İhtilâfa düştüler» manâsını ifade eden (fehtelefu) tâbirinin âyette olduğunu iddia ettiğini nakletti. Devamla; Allah, ancak ihtilâfa düştüklerinden sonra Peygamberler gönderdi ve Kitablar indirdi. İhtilâfa düşmelerinin sebebi dünyalık, saltanat ve hayatın geçici süsleridir.»
İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «(İnsanlar bir tek ümmet idi) yani hepsi kâfir idi. Onları hidâyet etmek için müjdeleyici ve korkutucu olarak Peyamberler Allah tarafından gönderildi.»
Abdurrezzak ve Îbni-Cerir: «Onların hak hususunda ayrılığa düştükleri şeyde, Allah, kendi izniyle müminleri ona hidayet etti» âystin tefsirinde, Allah'ın Resûlü'nden şunu rivayet ettiler: «Kıyamet gününde hem daha önce gelenler, hem de daha sonra gelenler biziz. îlk Cennet'e girenler bizleriz. Ancak onlara bizden önce Kitab verildi. Bize de onlardan sonra Kitab verildi. Onlann ayrılığa düştükleri hakka Allah bizi hidâyet etti. İşte bugün (Cuma gününü kasdediyor) o gündür ki, onlar onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah (C.C.) o günü bulmaya bizi hidâyet etti. Halk bugünde bize tabidirler. Yarın (Cumartesi gününü kasdediyor) Yahudilerin, öbür gün Hıristiyanların-dır.»
Bu hadîs, âyetin zikri olmaksızın Sahih (Buharî)'de yer alıyor.
Îbni-Ebi-Hâtim Zeyd b. Eslem'den rivayet etti: «Onlar Cuma günü konusunda ihtilâfa düştüler. Yahudiler Cumartesi günüdür, Hıristiyanlar Pazar günüdür diye bugünleri kabullendiler. Allah, Ümmeti Muhammedi Cuma gününe hidâyet etti. Kıble hakkında ihtilâfa düştüler. Hıristiyanlar doğuya, Yahudiler Beytul-Makdis'e (Kudsi Şerife) yöneldiler. Allah, Ümmeti Muhammed'i Kıble'ye hidâyet etti. Namazda ayrılığa düştüler. Kimisi rükû eder secde etmez, kimi secde yapar rükû yapmaz. Kimi namaz kıldığı halde konuşur. Bazıları da yürüdüğü halde namaz kılar. Bunun üzerine Allah, Muhammed ümmetini gerçeğe hidâyet etti. Oruçta ihtilâf ettiler. Kimisi gündüz oruç tutar. Kimisi yemekten sonra. Allah Muhammet ümmetini bu hususdâ da hakka hidâyet etti. (Fecirden güneş batışına kadar orucu farz kıldı).
İbrahim (A.S.) hakkında ihtilâf ettiler: Yahudiler, İbrahim (A.S.) Yahudidir, dediler. Hıristiyanlar, Hıristiyandır dediler. Allah (C.C), İbrahim'i (A.S.) batıldan yüz çevirip hakka gelen bir müslüman kıldı. İbrahim konusunda da Allah, Muhammed ümmetini hidâyet etti. İsâ (A.S.) da ihtilâf ettiler: Yahudiler onu yalanladılar. Annesine büyük bir iftira attılar. Hıristiyanlar da onu neni ilâh hem de Allah'ın oğlu yaptılar! Allah onu Allah'dan gelen bir ruh ve Allah'ın kelimesi kıldı. Muhammed ümmetini bu konuda da hidâyet etti.»
(214) (Ey müminler) yoksa kendinizden Önce geçmişlerin halleri hiç başınızdan geçmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?»
Abdurrazzak ve Îbni-Cerir Katade'den rivâyeten, «Bu âyet ah-zab (Handek) günü nazil oldu. O gün Peygamber'e ve ashabma belâ ve muhasara (kuşatılmak) isabet etti» dediler.
İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet kıldı: «Allah (C.C.) bu âyette mümin kullarına dünyânın belâ ve deneme yeri olduğunu haber vererek, sizi de deniyeceğim dedi. Teselli olsunlar diye Peygamberlerinin ve halis kullarının başına da aynı şeyi getirdiğini haber verdi.»
Ayetteki (BE'SA) fitne, (darra) hastalık demektir.
İbni-Cerir Suddî'den rivayet eyledi: «Ayette bahsi geçen belâ ve deneme ahzab (Handek) günü müslümanlara isabet etti. Hatta bazı münafıklar: «Allah ve Resulü bizi aldattılar» dediler.»
(215) Senden neyi nafaka olarak vereceklerini sorarlar. De ki hayır (mal) dan vereceğiniz şey, anneye, babaya, akrabalara, yetimler, yoksullara ve yolcularadır. Hayırdan her yaptığınızı Allah bilir.»
İbni-Cerir Suddî'den: «Bu âyet indiği gün, zekât daha farz kılınmamıştı. Burada bahsedilen, kişinin aile efradına vermekle mükellef bulunduğu nafaka ve verdiği sadakalardır. Zekâtın farziyetini getiren âyet bu âyeti nesih etti.»
Îbni-Cerir ve İbnul-Munzir İbni Cureyic'ten: «Müminler gelip haz-reti Peygamber'den mallarını nereye koyacaklarını sordular. Bunun üzerine bu âyet indi. Öyle ise, buradaki nafaka, hem nafile nafakayı hem de zekâtı kapsar.»
Îbni-Kesir'in ifâde buyurduğu gibi âyetin manâsı: «Onlar nasıl intak edeceklerini senden soruyorlar. Onlara âyette bahsi geçen sınıflara veriniz de.» Nitekim hadîsde de: «Annene, babana, kızkardeşine, oğlan karındaşına, sonra sana en yakın olana ver» denilmiştir. [14]
(216) Sizin boynunuza hoşunuza gitmediği halde savaş farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen birşey olabilir. Halbuki sizin için o daha hayırlıdır. Umulur ki, bir şeyi sevmiş olasınız; halbuki onu yapmak sizin için serdir. Allah bilir. Halbuki sizler bilmiyorsunuz.
(217) (Ey habibim!) Senden haram olan ayda savaş varmıdir diye soracaklar. Onlara de ki, «Haram ayda savaşmak büyük bir günah-dır. Allah'ın yolunu kapatmaktır.Onu inkâr etmektir. Mescidi Ha-ram'ın yolunu kapatmaktır. Halbuki Mescidi Haram'ın halkını sürüp yurtlarından çıkarmak, Allah'ın katında daha da büyük günahdır. Fitne çıkarmak öldürmekten daha fenadır. Kâfirler durmadan sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşıp duruyorlar.Tabii bu da ellerinden gelirse!... Sizlerden herhangi bir kimse dininden dönüp kâfir olduğu halde Ölürse, işte onlar dünya ve âhirette amelleri yanmış olanlardır. îşte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar Cehennem'de ebedi kalıcıdırlar.»
(218) Şüphesiz o kimseler ki, îman ettiler ve o kimseler ki, (Allah yolunda yurtlarını bırakıp) hicret ettiler ve Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çokça af edici ve bolca merhamet edicidir.
(219) (Ey habibim!) Senden içki ve kumarı sorarlar. Onlra de ki, «İçki ve kumarda büyük bir günah vardır ve bir de insanlar için ((dünyalık bakımından) faideler vardır. Halbuki içki ve kumarın günahı faidelerinden kat be kat fazladır.
(Ey Habibim!) Senden neyi infak edelim diye sorarlar: Onlara de ki, «ihtiyacınızdan) fazla artanı nifak ediniz.» İşte böylece Allah size düşünesiniz diye Âyetlerini beyan ediyor. Umulur ki, (bu beyan sayesinde) kendinizi düşünceye vermiş olasınız.[15]
(216) «Size zor geldiği halde savaş size farz kılındı.» Savaşın zor gelmesi tabiidir. Fakat savaş buna rağmen çoğu zaman tek çâre ve tek çözücü yoldur. Nice beşerî kangrenleri ortadan kaldırıcıdır. İslâm'da savaş, istenilmez, geldikten sonra da kaçınılmazdır. Daha önce beyan ettiğimiz gibi Resûlüllah'm mübarek gazaları topraklara toprak katma, nüfuza nüfuz eklemek için değil idi. Bu savaşlarla O, mazlum ve Yara-tan'ından uzaklaştırılmışları feryatlarını dindirmek, saldırganların ellerini kırmak, insanlık ve İslâmlık bayrağını dünyanın doruğuna dikmek, köleliğe ve sınıfçılığa son vermek, adalet önünde insanları insanlık sıfatlan bakımından tarak dişleri gibi eşit bir hale getirmek, üstünlüğü Allah'dan korkmaya bağlamak, kadını çaput gibi kullanıp evin bir köşesine atmaktan kurtarıp toplumun bir yarısı kabul ettirmek, siyahın beyaza, beyazın da siyaha tahakküm etmesine son vermek, Kisra ve Kayser misali diktatörlükleri kaldırıp yeryüzüne yeniden adalet getirmek gibi yüce hedefler güdüyordu.
«Umulur ki bir şeyden hoşlanmıyasınız; o, sizin için hayır, bir şeyden hoşlanasinız o, sizin için şer olsun.» İnsanların hoşuna gitmeyen nesneler, ilâhî tekliflerdir. Bu teklifler nefsin kurtuluşuna vesile olduğu halde nefis onlardan hoşlanmamaktadır.
Hoşuna gidenler ise, Allah'ın yapılmasın dediğidir. Bunları seviyor, halbuki ebedi ölümü hazırlayan bunlardır. «Umulur ki» tâbirinin kullanılmış olması, çalışma neticesinde nefsi isteklerinden caydırıp daha önce istemediklerini kendisine cazip getirmenin mümkün olduğuna işaret içindir.
Rivayete göre; Resûlüllah halazadesi Abdullah b. Cahş'ı Cemazi-yülahir ayında ve Bedir savaşından iki ay önce bir manga askerin kumandanı yapıp, ona Kureyş'lüerin kervanını gözetleme vazifesini verdi.
(217) Bu kervanın arasında Abdullah b. Amr el-Hadramî ile üç arkadaşı da bulunuyordu. Amr'i öldürdüler, arkadaşlarından iki kişiyi esir ettiler ve kervanı ganimet ettiler. Bu kervanın içinde Taif'in ticaretinden de vardı. Bu hadise Recep ayının başlangıcında oldu. Kureyş'liler hadisenin olduğu günü Cenıaziyulahir ayından sanarak dediler ki: «Artık Muhammed haram aylan da savaşa helâl kıldı. Halbuki haram ayda korkan insan emin olur, halk maişetini temin etmek için sağa sola dağılır.»
Bu propaganda, o askerî birliğe katılanlara ağır geldi. «Tevbemİz kabul oluncaya kadar kıpırdamayız.» dediler. Resûlü-Ekrem kervanı tutsaklarla beraber geri verdi. Bunun üzerine «Senden haram aydan sorarlar» Âyeti nazil oldu. İbni-Abbas'ın rivayetine göre, Âyetin nüzulünden sonra* Resûlüllah (A.S.) kervanı geri çevirip ganimet saydı. Bu ganimet, İslâm'da ilk ganimetti. Bu suali soranlar müşriklerdi. Resû-lüllah'ı ayıplamak için kendisine mektup yazdılar. Başka bir rivayete göre, suali soranlar askeri birliğe katılanlar idi.
«De ki! Haram ayda savaşmak büyük günâhdır!..» Âyeti Celîlesi «Nerde bulursanız müşrikleri öldürünüz!» Âyeti ile nesh edilmiştir. Fakat Ata, bu fikre katılmamaktadır. Zira, bu umumi bir hükümle özel bir hükmü kaldırmak olur. Böyle bir kaldırışın olup olmaması usul ilminde tartışılır bir meseledir.
«Mescid-i Haram'm ahalisini oradan sürmek Allah katında daha büyük günahtır!..» Ahaliden maksat, Allah'ın Resulü ile mü'minler-dir. Yani o askerî birliğin yaptığı yanlışlık, sizin yaptığınız saldırganlıktan daha fena değildir. Siz «Allah birdir» diyenleri yurtlarından kovdunuz. Sizin Allah'a ortak koştuğunuz fitne, El Hadrami'yi öldürmekten daha beter ve berbattır.
riddet, dininden dönmek demektir. îrtidad eden bir kimsenin amelleri, dünya ve âhirette yok olur. Yani dininden cayan bir insan ne dünyadan ne âhiretten hiçbirinden istifade edemez.
Askeri birliğin efradı hakkında şu Âyeti Celüe nazil oldu: «Şüphesiz ki, îman edip yurtlarından hicret eden ve Allah yolunda savaşanlar. Evet onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çokça af edip rahmet vericidir!.;.»
Âyeti Celüe onların yaptıklarının cezayı mucip bir şey olmadığını belirtiyor.
(219) «İçki ve kuman senden sorarlar.»
Rivayete göre Mekke'de, «Hurma ve üzüm ağaçlarından nnk ve içki ediniyorsunuz» (Nahl: 67) Âyeti nazil olduğu zaman, Müslümanlar hurma ve üzümlerden yapılan içkileri içmeye başladılar!... Bundan sonra Hz. Ömer, Muaz ve sahabelerden bir gurup Resulullah'a gelip «Ey Allah'ın Resulü, içki hakkında bize açıklama yap. Şüphesiz ki, içki aklı giderici ve malı yok edicidir.» dediler. Bu sualin arkasından bahsi geçen Âyet nazil oldu. Bundan sonra bir gurup içti; bir gurup da bıraktı. Bir ara Abdurrahman b. Avf (R.A.) bir cemaatı davet etti. Onların aralarından bir gurup içki içip sarhoş oldular. Sarhoşlardan birisi öne geçti. îmamlık ederken Kâfirun sûresini yanlış olarak
«Ey habibim de ki, ey kâfirler, sizin taptığınıza taparım (!)...» diye okudu. Yani Âyetteki olumsuz edatlarını kaldırdı, «Sizin taptığınıza tapmam diyeceği yerde, taparım.» dedi. Bunun üzerine, Sakın sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız!» Âyeti nazil oldu.
Bundan sonra hurma ve üzüm içkisini içen azaldı. Sonra Utban b. Mâlik, Saad b. Ebi-Vakkas ile bir gurubu evine davet etti. İçip sarhoş olunca birbirlerine karşı geçmişleri ile övünmeye başlayıp şiir okudular. Saad hazretleri Ensar'a küfür etmeyi içeren bir şiir okuyunca, Ensardan birisi devenin çene kemiğini sofradan kaptığı gibi Saad'ın kafasına indirdi. Saad Resulullah'a gelip şikâyet etti. Orada bulunan Hz. Ömer şu duayı etti: «Ey Allahım! İçki hakkında bizlere şek ve şüpheleri silip süpüren bir açıklama ihsan et.» Bu olaylardan sonra «Ancak içki, kumar, kurban taşları, fal okları oynamak, necasettir, şeytanın yaptığındandır, felah bulaşınız (kurtulasınız) diye ondan sakınınız!... Acaba siz hâlâ da içki, kumar, ok ve kurban taşlarından vaz geçmeyecek misiniz» (Maide: 90) Âyeti nazil oldu. Resûlüllah Âyeti vahiy kâtiplerine yazdırırken Hz. Ömer; «Ey Rabbimiz! Vaz geçtik.» dedi ve böylece içki üç kademeli hükmün gelişinden sonra, damlasından, batmanına kadar her Müslümana haram kılındı.
Âyette «el-hamr» diye geçen kelime örtmek manâsını ifade eder. Üzüm ve hurmadan yapılan içki katılaşır, kaynar hale gelirse, ona bu ad verilir. Çünkü o aklı örter. Aynı zamanda ona «sekir» adı da verilmiştir. Çünkü aklı çalışmaktan alı-koyar. Âlimlerin çoğunun görüşüne göre, «Çoğu sarhoşluk veren her içkinin aaa da haramdır.»
Ayette bahsi geçen «el-meysir», kumar demektir. Kelime kolaylıkla elde edilir manâsını ifade eder. Kumardan elde edilen hasılat da böyledir. İnsanlar için içki ve kumarda dünyalık açısından çeşitli yararlar vardır. Mal elde eder, zevklenir; o âlemlerde kulanparalık gibi hareketlere tesadüf edilir. Korkak ise, bir an için cesaretlenir; geçici olarak mürüveti bollaşır v.s. Fakat, onlardan beklenen bu yararlardan daha fazla zararlı durumlar da vardır. Acaba «hamr bütün kötülüklerin anasıdır.» diyen Hz. Muhammed boşuna mı söylemiştir?.. Toplumların ahengini bozan, fertlerde malî ve bedenî olarak hesapsız yıkıntılar meydana getiren, o, illetler illeti, içkiye ve kumara kim yararlıdır diyebilir? Âdem'den Hz. Muhammed'e dek bütün Peygamberlerin sisteminde içki ve kumar yasak edilmiştir.
Kanser, siroz gibi, toplumları kemiren hastalıkların, çoğukez varlıklı kesimlerde görülmesi, içkinin ne mal olduğunu bizlere haykırmı-yor mu? Şantajların, aile yıkımlarının sebebinin yüzde doksanını kumar teşkil etmiyor mu?
«Senden neyi infak edeceklerini sorarlar!...» Bu suali soran Amir b. El-Cemuh'dur. Önce ne infak edilir sualini sordu, sonra nasıl infak edilir sualini sordu. Resûlü-Ekrern'e, «Takatinin yettiğini infak et!» cevabını vermesi emir edildi. Rivayet ediliyor ki: Bir ganimette elde ettiği bir altın yumurtayı bir zat Resulullah'a getirip, «Bunu sadaka olarak al.» dedi. Cenabı Peygamber birkaç kez yüzünü çevirdiği halde o sözünü tekrarladı. Bunun üzerine öfkeli olarak Resûlü-Ekrem «Getir!» dedi ve topacı aldı, parçaladı. Parçalar, başa vurulduğu takdirde başı kıracak büyüklükte idi. Sonra Resûlüllah şöyle buyurdu: «Sizden biriniz bütün malım getirip sadaka veriyor, sonra gidip dilenmek üzere el açıyor. Oysa sadaka ancak zenginlikten verilir.»
Bunun üzerine bahsi geçen Âyeti Celîle nazil oldu.
İşte zenginlikten verilen sadakanın, fakirlik ve zaruretten verilen sadakadan daha elverişli olduğunu beyan ettiği gibi, Allah, size Âyetleri beyan ediyor. Tâ ki siz dünya ve âhiret günlerini de düşünüp en faydalı ve yararlı olanını alasınız, size zarardan başka birşey vermeyeni terk edesiniz diye. [16]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(216) Hoşunuza gitmediği halde size savaş farz kılındı..»
Bu âyetle ilgili olarak îbıü Ebi-Hâtim, Said b. Cübeyir'den nakletti: «Allah, Mekke döneminde Peygamber ve Müminlere Tevhidi, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve savaştan kaçmayı emretti. Medine'ye hicret ettikleri zaman sair farzlar konuldu ve kendilerine savaşmak izni verildi: «Sizin üzerinizde savaşmak yazıldı» yani farz kılındı. Halbuki cihad sizin için meşekkattir. «Umulur ki, bir şey hoşunuza gitmez» Müşriklerle savaşmayı kasdediyor. «Oysa o, sizin için daha hayırlıdır.» Allah onun neticesinde bir fetih müyesser kılar, ganimet ve şehadet mertebesini verir. «Umulur ki, cihaddan kaçmak gibi bir şeyi seversiniz o sizin için serdir. Allah onun sonucunu şerli kılar. Böylece ne bir zafer elde edersiniz ne de bir ganimet.»
Îbni-Cerir, Îbni-Cüreyç'ten rivayet etti: A'ta'dan: «Savaş, sizin üzerinizde yazılmıştır» âyeti hakkında ne dersin? Bu âyetten ötürü sa-vı\şmak müminlere vacip olmuş mudur? A'ta: Hayır vacip kılınmadı. Lakin sadece o zaman onlara farz kılındı dedi.»
Îbnul-Munzir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Şihab'tan bu âyet hakkında şunları rivayet etti:
Cihad her ferdin boynuna yazıldı. İster gazaya katılsın, isterse otursun. Oturandan yardım istenildiği zaman yardım etmek mecburiyetindedir. İmdada çağrıldığında imdada koşmalıdır.Hazır ol emrini aldığında hazırlanmalıdır. Kendisine ihtiyaç olmadığında oturur.»
İbnul-Munzir İkrime'den rivayet etti: «Halbuki o sizin hoşunuza gitmez» âyeti Bakara sûresinin «İşittik ve itaat ettik...» (Bakara: 285) âyetiyle nesih olundu.»
Şahinde sabit oldu ki: «Gaza etmeden ve gaza etmeye niyetlenmeden ölen, cahiliyet ölüsü olarak gider.»
Resûlüllah, Mekke fetih edildiği zaman: «Fetihten sonra artık hicret etmek yoktur. Ancak niyet ve cihad vardır. Sizden savaşa katılmanız istendiği zaman katılınız.» buyurdu.
Îbni-Cerir de îkrime'den İbni-Abbas'dan aynı eseri rivayet etti.
Îbnul-Munzir ve Sünen'inde Beyhakî Hz. Ali'nin (K.V.) kanalıyla rivayet ettiler: «Kur'an'da umulur manâsını taşıyan A'SA kelimesi kesinlik ifade eder.»
Mucahid ve Suddi'den de benzeri rivayet edildi.
Cihadın fazileti ve farziyeti konusunda bir çok hadîsi şerifler va-rid olmuştur. Onları İmamı Suyutî'nin «Ed-Durrul-Mansur» adlı tefsirinde okuyabilirsin. [17]
(217) Senden haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar...»
Es-Suddî Îbni-Abbas tarikiyle rivayet etti: «Bu âyetin hadisesi şöyledir: Resûlüllah yedi kişilik bir askeri birlik cihada gönderdi. Başlarında kumandan olarak (Ebu-Übeyde bin Cerrah) tayin edildi. Bu zat veda ederken Cenabı Peygamber'e olan sevgisinden ağladı. Resûlüllah onu bırakıp yerine Abdullah- b. Cahş el-Eşedî'yi gönderdi. Birliğin içinde Âmmar b. Yaser, Ebu-Hüzeyfe b. Ütbe b. Rebia, Saad b. Ebi-Vak-kas, Ütbe b. Gazvân es-Sulemî, (Bu zat «Beni-Nevfel Kabilesinin anlaşmalısı idi), Süheyil b. Beydâ, Âmir b. Fuheyre ve Hz. Ömer'in and-laşmahsı bulunan Vâkid b. Abdullah el-Ya'rbuî adlı zatlar vardı. Resûlüllah, birlik başındaki kumandana bir mektup verdi. Filân yere varmadan mektubu açmamasını emretti. Birlik belirtilen yere varınca kumandan mektubu açıp okudu. Mektubda, «Batnı-Nahbe varınca dek yürü» yazılı idi. Kumandan bu emri görünce arkadaşlarına «Ölümü istiyen varsa, benimle gelsin ve vasiyetini de yapsın. Ben vasiyetimi yapıyor Resûlüllah'm emrini yerine getirmeye gidiyorum.» dedi. Ve yola devam etti. Birlikten Saad b. Ebî-Vakkas ve Ütbe kaybolmuş müşterek develerini aramak için geride kaldılar. Kumandan Abdullah b. Cahş birliğiyle beraber yürüyüp «Batni-Nahl»e vardı. Orada Hakem b. Kisan ve Osman b. Abdullah b. Mugire'ye rastladı. (Onları tutsak yaptı.) Amr b. el-Hadremî'yi öldürdüler. Onu öldüren Vâkid b. Abdullah idi. Onlardan alınan ganimet, Hz. Muhammed'in ashabmca elde edilen ilk ganimetti. Medine'ye iki tutsak ve ganimet maliyle döndüklerinde Mekke'liler iki esiri fidye vermek suretiyle kurtarmaya teşebbüs ettiler. Müşrikler: «Muhammet! Allah'a itaat ettiğini iddia eder, oysa haram ayı ilk ihlâl eden o, oldu. arkadaşımızı receb ayında öldürdü.» diye propaganda yaptılar.
Buna cevap olarak Müslümanlar: «Biz onu «Cemaziyil-ahır» ayında öldürdük» dediler. Âmr nam kâfir cemad ayının son ve receb ayının ilk gecesinde öldürüldü. receb ayı girdiğinde müslümanlar kılıçlarını kınlarına koydular. Allah Mekke'lilerin bu kınamasına ce-vab olarak bu âyeti indirdi. Haram aylar Zil-Kâde, Zil-Hücce, Muharrem ve Receb aylandır. Üçü peşi peşine geliyor. Recebde tekdir.
Haram aylarda savaşmak helâl değildi. Fakat müşriklerin Allah'ı inkâr etmeleri, Peygamber ve ashabını Mescidi-Haram'dan menetmeleri, Mescidi-Haram ehlini oradan hicrete mecbur bıraktıkları Allah Katında haram ayda insan öldürmekten daha korkunçtur.
Ebu-Said el-Bakkal, îkrime'den o da İbni-Abbas'dan ((Bu âyet, Abdullah b. Cahş'ın birliği ile Âmr bin Hadremî'nin öldürülmesi hakkında nazil oldu.» diye rivayet ettiler.
Siyer kitablannın bazısında; Resûlüllah Abdullah bin Cahş'e: «İki gün yürüdükten sonra mektubu aç, muhtevasını tatbik et» dedi.
«Batnı-Nahl» denilen yer Mekke ile Taif arasında bulunuyor. Orada Mekke'li Kureyşi gözetlemeye gönderilmişlerdi. Kumandan mektubu okuduktan sonra Resûlüllah'ın emri başımın üstüne dedi. Arkadaşlarını muhayyer bıraktı. «Şehid olmak îstiyen benimle beraber gelsin. İstemiyen dönebilir. Zira Resûlüllah kimseyi zorlamamı emretti» dedi. Arkadaşlarından kimse geri dönmedi. Onunla beraber «Batni-Nahl»e doğru gittiler. Necran denilen yere vardıklarında Sad b. Ebi-Vakkas ile Ütbe b. Gazvân'm müşterek develeri kayboldu. Onu bulmak için geride kaldılar. Abdullah b. Cahş birliğiyle gidip Batni-Nahl'e vardı. Zeytin yağı, katık ve diğer ticarî mallar taşıyan bir Kureyş kervanı yanlarından geçti. Kervanda Âmr b. Hadremî Osman b. Abdullah bin Muğire, Kardeşi Nevfel b. Abdullah ve Hişam b. Muğire'nin azad-üsı Hakem b. Kiysan vardı. Kureyşliler ashabı görünce, korktular. Yakınlarında konaklamışlardı. Ashabdan Ukkaşe bin Muhsin onlara göründü. Başını tıraş ettiği için biraz rahat edip: «Bunlar umreye gelmişler. Size zararları dokunmaz» dediler. Ashab, onların hakkında istişare ettiler.Recebin son gecesinde bulunuyorlardı. (Daha önceki rivayette Ce-madın son ve Receb'in ilk gecesinde idiler diye geçti). Ashab: «Eğer müşrikleri bu gece bırakırsak Harem hududlanna girerler. Onlara dokunulmaz oluruz. Onları öldürürsek haram ayda öldürmüş oluruz»
deyip tereddüt ettiler. Onlara hucûm etmek ağır geldi. Bilahere cesaret getirip hucûma karar verdiler. Onlardan güç yettiklerini öldürmeye mallarım ganimet almaya karar verdiler. Vâkid b. Abdullah et-Te-mimî Âmr b. Hadremî'ye bir ok atıp onu öldürdü. Osman ve Hakem'i esir ettiler. Nevfel kaçtı. Abdullah ve arkadaşları, ganimet ile esirleri Medine'ye getirdiler.
tbni-îshak, Resûlüllah'a vardıklarında: «Ben size Haram ayda savaşmayı emretmedim» dedi. Böylece, mal da esirler de durduruldu. Resûlüllah'ın bu sözlerini işiten birliğin efradı suç işlediklerinden korktular. Müslümanlar da neden öyle yaptıklarını kınadılar. Kureyşiler de «Muhammed ve arkadaşları Haram ayı helâl kıldılar. Onda kan akıttılar. Mal aldılar. Kişileri esir tuttular» dediler. Mekke'de bulunan Müslümanlar müdafa kabilinden «Onlar bu işi Receb'de değil Şaban'-da yaptılar.» dediler.
Yahudiler: «Âmr, kelimesi harbin tamiri ve kızışmasına, «Hadçe-mi» kelimesi savaşın hazır olup yakınlaşmasına delâlet eder. «Vâkid» kelimesi ise, savaşın alevlenmesine işaret eder» diye tefeul ettiler. Bu fal açmaları, onların lehinde değil aleyhlerinde tecelli etti. Halk bu konuyu çokça konuştuğundan ötürü Allah yüce Peygamberinin üzerine: «Sana haram ayı, onlardaki savaşı sorarlar...» âyetini indirdi.
İbni-İshak, Kur'an bu emri getirip ilân edince ve Allah Müslümanların sıkıntısını giderince Resûlüllah getirilen ganimet malım ve iki esiri kabul etti. Kureyşliler, Osman b. Abdullah ile Hakem bin Kiy-san'ı fidye karşılığında bırakmak talebinde bulundular. Resûlüllah: «îki arkadaşımız Sad b. Ebi-Vakkas ile Ütbe b. Gazvân gelmedikçe esirler fidye karşılığı birakılmıyacaktır. Çünkü onlann hayatına zarar vermenizden endişe ederiz. Eğer onları öldürürseniz, tutsaklarımı öldürülecektir» dedi. Bilahere Sad ve Ütban geldiklerinde Hz. Peygamber onları fidye karşılığı bıraktı. Kiysan Oğlu Hakem müslüman oldu. Müslümanlığı güzelleşti. Tâ Mâune Kuyusu günü şehid edilinceye kadar Resûlüllah'ın yanında kaldı. Abdullah oğlu Osman ise Mekke'ye gitti ve orada kâfir olarak öldü.
Îbni-Ebi-Davud A'ta bin Meysere'den rivayet eyledi: Allah (C.C.), haram ayında savaşmayı beraet (tevbe) Sûresinde helâl kıldı: «Doğrusu, Allah, gökleri ve yeri yarattığı günde ayların sayısı, Allah Katında oniki aydır. Onlardan dördü (ZU-Kade, Zil-Hicce, Muharrem ve Receb) haram aylardır. Bu ayların haranı kılınması doğru dindir Bunun için bu aylarda nefislerinize zulmetmeyiniz. Müşrikler sizinle toptan savaştıkları gibi sizde onlarla toptan savasınız. Biliniz ki kesinlikle Allah ittika edenlerle beraberdir.» (Tevbe: 36)»
İbni-Ebi-Hâtim Sufyanı Sevri'den rivayet etti: «Sufyan (K.S.);bu hüküm, nesih edilmiştir. Haram ayda savaşmakta herhangi bir beis yoktur dedi».
Nuhas, Nâsih'inde İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Bu âyet, Tev-be'deki Kılıç âyetiyle neshedilmiştir: «Müşrikleri bulduğunuz her yerde öldürünüz.»» (Tevbe: 5).
Îbni-İshak, «Abdullah bin Cahş ile arkadaşlarının durumu açığa çıkınca, ecir elde edebilir miyiz diye umudlandılar. Bunun üzerine gelip Hazreti Peygamber'den «Ey Allah'ın Resulü! Acaba bize nıücahid-lerin ecrini yazdırtacak bir gazaya iştirak edecek miyiz?» sordular. Bunun üzerine Allah şu âyeti gönderdi:
(218) Şübhesiz ki, îman edip hicret yapanlar ve Allah yolunda ci-had edenler (var ya), onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çokça af edip merhamet edendir.»
Şüa'yib b. Ebi-Hamza Zuhrî'den, Ürve'den şunu rivayet etti: «Müslümanlarla müşrikler arasında ilk öldürülen Âmr bin Hadremî'dir. Bunun üzerine Kureyş'den bir heyet Resûlüllah'a varıp sordular: «Haram ayda savaşmak helâl midir?»
Buna karşılık: «Senden haram ayı sorarlar......» âyeti indi.»
İbni-Hişam: «İslâmda ilk ganimet budur. İlk Öldürülen düşman da Amr b. Hadremî'dir. İlk esir edilen düşman Abdullah oğlu Osman ile Hakem b. Kiysan'dır...»
«(219) Sana içkiyi ve kumarı sorarlar...»
Bu âyetin tefsirinde Ebu-Davud, Tirmizi, Nesei ve İbni-Cerir Hz. Ömer'den rivayet ettiler: «Ömer, Ey Allahım! İçki hakkında bize tatminkâr bir izahat ver. Şühhesiz ki, içki malı da aklı da gidericidir» diye yalvardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Hazreti Peygamber Ömer'i çağırttı. Ona bu âyeti okudu. Ömer: «Ey Allahım! İçki konusunda bize şifâ verici bir açıklama gönder» diye dua etti. Bunun üzerine Nisa Sûresi'ndeki: «Ey îman edenler: Serjıoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» âyeti indi. Bu âyetten sonra Resûlüllah her namaz vaktinde; sakın serhoş olanlar namaza yaklaşmasınlar diye tenbihledi. Ömer çağrıldı, bu âyet kendisine okundu. Ömer (R.A.): «Ey Allahım! İçki hakkında bize şifâ verici bir açıklık gönder» diye dua etti. Bu sefer Maide Süresindeki âyet indi. Ömer çağrıldı ve kendisine âyet okundu. «Acaba sizler içkiden vazgeçecek misiniz» cümlesine varılınca, Ömer (R.A.): «Vazgeçtik, vazgeçtik» dedi.
«De ki onların ikisinde büyük bir günâh vardır...» Yani içki içildiği ve kumar oynandığı zaman din eksilir.
«Onlarda insanlar için menfaatlar de vardır» yani içildiğinde insanlara geçici bir lezzet verir. Onların verdiği lezzet günâhlarından küçüktür.
Bu âyetten sonra «Sarhoş olduğunuz halde sakın ha namaza yaklaşmayınız..» âyeti indi. Namaz vakitlerinde içmezler. Yatsıyı kıldıktan sonra içmeye başlarlardı. Sonra bir gurup içti. Sarhoş oldu, birbirlerine girdiler. Allah'ın (C.C.) rızasına muhalif sözler sarfettiler. Bunun üzerine bu âyet geldi. «Ey müminler, içki, kumar ve ibâdet için dikilmiş taşlar, fal okları hepsi Şeytanın işinden pis birer şeydir...» (Maide: 90) İçkiyi haram kılarak yasakladı.
Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «İçki ve kumarın menfaatlı oluşu haram olmazdan önceki döneme aittir. Günâh oluşu da haramlık dönemine aittir.»
«Sana hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınızdan geri kalanı harcayınız...»
İbni-îshak ve İbni-Ebi-Hâtim îbni Abbas'dan rivayet ettiler: «As-habtan bazılan, Allah yolunda harcamak emredilince Resûlüllah'a geldiler, «Bize emredilen bu harcamanın malımızdan ne kadar olduğunu bilmeyiz. Acaba malımızdan ne kadarını infak edelim» sordular. Bunun cevabı olarak Allah bu âyeti inzal buyurdu, bu âyet gelmezden önce kişi malı bitinceye dek infak eder bitirirdi. Artık infak edebileceği bir şey bulamıyordu. Hattâ yiyecek de bulamıyordu. Bu sefer başkası ona sadaka vermeye başlardı.
Îbni-Cerir ve İbnul-Munzir İbni-Abbas'dan «afuv, maldan verildiği zaman maîı eksiltmeyen ve görülmeyen miktardı. Bu miktarın verilmesi, farz olan sadaka yani zekât farz kılınmazdan önce idi.»
Ibni-Ebi-Hâtim, Teberanî ve Beyhakî Ibni-Abbas'dan: «afuv, aile efradının nafakasından arta kalan kısımdır.»
Îbni-Cerir Îbni-Abbas tarikiyle rivayet etti: «Maldan belli bir miktarın verilmesi, farz kılınmadı. Sonra Cenab-ı Allah «afuv denilen miktarı servetten ve marufu (belli olanı) emret» dedi. Sonra farzlardan adlandırılan miktarlar indi.
Sahih'de Ebi-Hüreyre'nin hadîsinden sabit oldu ki: «Sadakanın en hayırlısı zenginlikten verilen sadakadır. Önce nafakası sana düşenden başla.»
Bu hadîsin benzeri Merfu' olarak Hakim b. Hizam'dan da sabit oldu.
«Allah âyetlerini size böylece açıklıyor ki, dünya ve âhiret hakkında düşünesiniz...»
Îbni-Cerir îbni Abbas'dan rivayet etti: «Dünya'nın zevale mahkûm ve fani olduğu hakkında âhiretin gelici ve baki kalacağı konusunda düşünmeniz için Allah âyetlerini böylece açıkladı.»
Yani nasıl ki size bu hükümleri tafsilâtlı bir tarzda açıklayıp vuzuha kavuşturmuşsa öylece size vaad ve vaidle ilgili bulunan sair âyetlerini de açıklar umulur ki, dünya ve âhiret konusunda düşünesi-
Abdurrezzak Ma'mer'den o da Katade'den rivayet etti: Ta ki, âhiretin dünya'dan üstün olduğunu bilmiş olasınız.
Bir rivayette: «Bu düşünce sayesinde âhireti dünyaya tercih edesiniz.» diye varid olmuştur. [18]
(220) Dünya ve âhiret hususunda iyi düşünesiniz diye (Âyetleri böylece size beyan etti).
(Ey Habibim!) Sana yetimleri sorarlar. Onlara de ki: «Yetimlerin işlerini düzeltmek hayırdır.» Eğer onlarla bir arada yaşarsanız artık o yetimler sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden, bozanı ayırt etmesini bilir. Eğer Allah dileseydi kesinlikle sizi zora sokardı. Şüphesiz ki Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.
(221) Allah'a eş koşan kadınlarla o kadınlar îmana gelinceye kadar evlenmeyiniz. (Yemin ederim ki,) inanan bir câriye, hoşunuza gitse de putperest bir kadından daha iyidir. îman edinceye kadar puta tapan erkeklerle imanlı kadınları evlendirmeyiniz! (Yemin olsun ki,) inanan bir köle, hoşunuza gitse bile, puta tapan bir hür erkekten daha hayırlıdır. İşte onlar ateşe çağırırlar. Allah ise, izni ile
Cennet ve mağfirete çağırır. İnsanlar ibret alsın diye, onlara Âyetlerini beyan buyurur.
(222) (Ey Habibim!) Senden kadınların aybaşı hali hakkında sorarlar. Onlara de ki: «O bir eziyettir (pisliktir). Kadınlar aybaşı halinde iken onlara yaklaşmayınız; temizleninceye kadar bekleyiniz. Temizlendiklerinde Allah'ın size buyurduğu yoldan onlara varınız. Şüphesiz ki, Allah çokça tövbe edenleri sever. Şüphesiz ki, Allah temizlenenleri sever.
(223) Kadınlarınız sizin tarlalannızdir. Tarlanıza istediğiniz gibi geliniz. Nefisleriniz için hazırlık yapınız. Allah'dan korkunuz. Biliniz ki, kesinlikle onun huzuruna varacaksınız. (Ey Habibim!) Müminlere müjde ver!..
(224) İyilik etmemek, insanlar arasında İslah etmeye çalışmamak hususunda yeminlerinizi kendinize engel yapmayınız. Allah işiten ve bilendir.[19]
(220) «Senden yetimleri sorarlar!...»
«Yetimlerin mallarını yiyenler, ateşi yerler.» mealindeki Âyet nâ-zü olduğunda halk, yetimlerden uzaklaşıp, onlarla bir arada yaşamaktan kaçındılar. Bu hâl, yetimleri zor duruma soktuğu için, Resûlüllah'a şikâyet edildi. Bunun üzerine bahsettiğimiz Âyet nazil oldu.
Bir insanın yetimleri eğitmek ve gelir kaynaklarını geliştirmek maksadiyle onlara yardım elini uzatması, «Harama girerim!» korku-suyle kaçınmasından daha hayırlıdır. «Eğer onlarla bir araya gelirseniz sizin kardeşlerinizdirler.» cümlesi sıkıntıda bulunan ve yardıma ihtiyacı olan bir yetime yardım imkânına sahip olanın el atmasının gerekli olduğunu beyan eder. «Allah İslah edenden ifsat edeni ayınr.» Bu Âyette, yetimin işleri ile meşgul olanlar için, hem tehdit hem de tebşir vardır. İhanet edene ilâhî tehdit olduğu gibi, İslah edene de müjde vardır. Bu sırra binaen Allah'ın Resulü:
«Ben ve yetimi yetiştiren, Cennet'de (iki parmağım göstererek)
şöyleyiz.» demiştir. Şahadet parmağı ile ortanca parmağını göstererek, aralarındaki mesafenin yakınlığını ifade etmeye çalışmıştır.
(221) «îman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyiniz!» Bir müslü-man erkek ancak müslüman kadın veya kitap ehli bulunan Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenebilir.
Putperestlik, «İsâ (A.S.) Allah'ın oğludur.» diyen Hıristiyanlar ile «Üzeyir (A.S.) Allah'ın oğludur.» diyen Yahudileri de kapsamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak bunu hikâye eden Âyetin sonunda: «Allah onların ortak koştuklarından münezzehdir.» cümlesini kullanarak onları putperest ilân ediyor. Fakat kitap ehli olan kadınları başka bir Âyetle bu genel hükümden ayırarak buyuruyor: «Kendilerine, Kitap verilenlerin evli bulunan hanımları!...»
Bu Âyetin sebebi nüzulü şöyledir: Allah'ın Resulü, «mursad el-ganevî»yi Mekke'ye bazı müslümanları getirmek için gönderdi. Mur-sad'ın eski metresi olan «inak» adlı kadın gelip Mursad'a kötülük teklifinde bulundu! Mursad, «îslâm, aramızda perde olmuştur.» cevabını verince kadın, «O halde benimle evlenir inisin?» diye sordu. Mursad,
«Evet. Resûlüllah ile istişare ettikten sonra evlenebilirim.» dedi. Bunun üzerine istişare etti ve Âyet nazil oldu.
«İmanlı bir cariye, putperest bir hanımdan hayırlıdır.» Cariye'-den maksad, kadındır. İster köle olsun, ister hür. Zira bütün insanlar Allah'ın köleleridir.
(222) «Senden hayzı soracaklar.»
Rivayete göre, cahiliyet döneminde, erkekler hayızlı kadınlarla bir arada oturmazlar ve yemek yemezlerdi. Tıpkı Yahudi ve putperestler gibi. Bu kötü bir âdet, taa Ebu Dahdah ile bazı sahabeler gelip Resû-lüllah'dan soruncaya kadar devam etti. Bunun üzerine Ayet nazil olup hayızlı hanımlarla ancak cinsî münâsebetin haram olduğunu beyan etti. Zira Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Ancak kadınlar hayızda oldukları zaman onlarla cinsî münâsebette bulunmaktan kaçınmanız emir edilmiştir. Onları acemlerin yaptığı gibi evlerden çıkarmanız emredilmedi.» buyurmuştur. Hadîsde bahsi geçen, «Acemler) Yahudilerin ifratı ile Hıristiyanların tefriti arasında bulunan kimseler demektir. Zira onlar hayız halinde cinsî ilişki kurar, perva etmezlerdi.
(223) «Kadınlarınız tarlamzdır.»
Yani tohumu ekeceğiniz yerlerdir. Bu tabir, hanımlara ancak ön taraftan ilişki kurulabilir hakikatini ifade eder. Zira tohum taşlara ekilmez! Ancak tarlaya ekilir. Tohumun semere veremiyeceği bir yere ekilmesinin haram olduğunu ifade eder. Helâliyle bir insan nasıl bir araya gelir, hangi yönden birleşme hasıl olur? Bu, «Tohumu tarlaya ekiniz!» tâbirinden kolayca anlaşılıyor.
Bu Âyetin sebebi nüzulü şöyle rivayet ediliyor. «Yahudiler: Arkadan fakat ön ve normal yoldan eşiyle birleşenin çocuğu şaşı olur» diyerek iddia ettiler. Bu durum Resûlüllah'a bildirildi. Cenabı Hak bu durumu izah edici Âyeti indirdi: «Allah'ın emrettiği yoldan olduktan sonra, istediğiniz biçimde eşinizle birleşebilirsiniz.»
(224) «İyilik etmemek, insanlar arasını İslaha çalışmamak hususunda yeminlerinizi engel yapmayın.»
Bu Âyet Ebu Bekir'i Sıddik hakkında nazil olmuştur. Kızı Âişe validemizin hakkında uydurulan iftiraya katıldığı için «Muştan» a nafaka vennemeye yemin etti. Veya kyet Abdullah b. Revaha hakkında nazil olmuştur; eniştesi Beşir b. El-Numan ile konuşmayacağına ve onunla kız kardeşinin arasını düzeltmeyeceğine yemin etmişti.
Yani yemininize rağmen iyiliği yapın ve İslaha koşunuz ve yemin keffaretini veriniz. Nitekim Allah'ın Resulü; îbnu Semürre'ye, «Bir şeyin üzerine and içtikten sonra başkasının daha hayırlı olduğunu görürsen, o hayırlısını yap ve o bozulan yemininin keffaretini ver!» buyurmuştur.
Muhtemel ki, Âyetin manâsı, «Allah'ı yeminlerinize hedef edinmeyiniz, onunla çokça yemin etmeyiniz. Tâ ki iyilik edesiniz. Allah'tan korkasınız ve insanların arasını İslah edesiniz!» demektir. Bunun için Rabbimiz, «El Kalem» sûresinde: «Çok yemin eden, zelil ve hakir olanlara itimat etme!» buyurmuştur.
Fazla yemin etmemek, doğraıluğun, takvanın ve insanların arasını düzeltmenin gereğidir. Zira rasgele yemin eden, Allah'a karşı cüretkârlık etmiş olur. Cüretkâr ise, iyilik yapan değildir ki, muttaki olsun. Doğru bir insan olmadığından arabuluculukta da güvenilmez. [20]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(220) Sana yetimlerin malmdan soruyorlar. De ki: Onların malını korumak ve durumlarını düzeltmek sizin için işlerine karışmamaktan daha hayırlıdır...»
tbn Cerhv Süfyan'dan Ata Wn Said'den, Said bin CübeyiMen, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Yetimlerin malına, ancak güzel olanıyla olursa yaklaşım».» «Şüphesiz yetimlerin malım zıılraen yiyenler ancak karınlarında ateşi yemiş olurlar» ve «Ateşe yakıt olacaklardır.» âyetleri nazil olduğu zaman, yanında yetim bulunan bir kimse, yemeğini yetimin yemeğinden, içmesini yetimin içmesinden ajurdı. Yetimin yemeğinden arta kalanı daha sonra yesin diye bırakıyor ve yemek bazen de ya yeniliyor veya kokuştuğu için atılıyordu. Bu dunım, yetimi besleyenlere ağır geldi. Bunu Allah'ın Resûlü'ne haber verdiler. Ve Cenab-ı Hak da bu sualin cevabı olarak bu âyeti celileyi indirdi. Böylece yetimlere bakanlar yeineklerini yetim yemeklerine, içmelerini yetim içmelerine karıştırdılar. Ve yediklerine normal devam ettiler.
Ebu Davud, Nesei, İbn Ebi Hatim ve Hâkim, Ata bin Said tarikıyla böyle rivayet etmişlerdir.
Mücahid, Ata, Eş-Şa'bi, İbn Ebi Leylâ, Katade ve seleften başka alimler de âyetin sebebi nüzulünde bunu zikretmişlerdir.
Vaki' bin Cerrah der ki:
«Bize Hişam, Ona Hammad, ona İbrahim Aişe validemizden: Ben yetimin malı yanında olanın o malı ayrı tutmasını hoş görmüyorum. Onun yemeğini kendi yemeğine, içmesini kendi içeceğine katsın. Ve «Durumlarını düzeltmek, sizin için, işlerine karışmamak Um daha hayırlıdır» cümlesi de mallarını ayırd etmektense, normal bir şekilde karıştırmak onların durumunu düzeltmek olduğundan daha hayırlı olduğuna delâlet eder. Eğer yemeğinizi onların yemeğiyle birleştirir, içeceklerinizi onlannkilerle bir araya getirirseniz bunda hiçbir beis yoktur. Çünkü onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Ve bu durumu belirtmek için de Cenab-ı Hak âyetin sonunda: «Allah ifsad edeni ıslah edenden ayirdeder» buyurmuştur. Yani Cenab-ı Hak kim yetimin malını ifsad etmek niyetiyle kendi malına karıştırıyor, kim İslah etmek için karıştırıyor? Bunu bilir.» rivayet etti.
İbn Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:
Âyetteki Muhalefet (Karıştırmak) senin yetime aid olan sütten onun da senin sütünden içmesi gibidir. Senin onun çanağından, onun da senin çanağından yemesi gibidir. Sen ona aid meyveden onun da sana aid meyveden yemesidir. Allah yetimin malını kasten yiyenleri ve yetim malından sakınanları bilir. Eğer Allah dileseydi yetimlerin mallarından almış olduğunuzu size helak sebebi yapabilirdi.
«(221) Ey müslümanlar! Allah'a şirk koşan kâfire kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyiniz...»
Bu âyet hakkında seleften gelen rivayetler: Bu âyeti celîle müminlere müşrike olan ve putlara tapan kâfire kadınlarla evlenmeyi haram kıldı. Bu âyetin umumuna ister kitabî, ister putperest olsun bütün müşrike kadınlar girmiş olur. Bak İbni-Kesire..,
Îbni-Ebi-Hâtim ve İbnül Munzir, Mukatil bin Hayyan'dan rivayet ettiler: Bu âyet, Ebi Mursed el-Ganevî hakkında nazil olmuştur. Bu zat Resulü Ekrem'den «İnak)) adlı müşrike kadınla evlenmeye izin vermesini istedi. Bu kadın, güzeldi fakat putperestti. Ebu Mursed de onunla evlenmek istediği zaman müslümandı:
— Ey Allah'ın Resulü! O hoşuma gidiyor. İzin ver evleneyim» diye ricada bulundu. Bunun için Cenab-ı Hak bu âyeti inzal buyurdu.
İbn Cerir, İbnül Munzir, İbni-Ebi-Hâtim ve Bey haki «Sünenin» de İbni-Abbas'tan rivayet ediyorlar:
«Allah bu âyetteki hükümden kitab ehlinin kadınlarını istisna etti ve buyurdu:
«Kendilerine kitab verilenlerden olan evli kadınlar da size haram kılınmıştır.» (Maide: 5)
Bu mana, birçok yoldan îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İbni-Cerir ve İbni-Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ettiler:
«(Şirk koşan kadınlarla sakın evlenmeyiniz.) âyetinden puta tapan kadınlar kastedilmiştir.»
Abd bin Humeyd ve Beyhaki, Mücahid'den bunun benzerini rivayet etmişlerdir!...
Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd, Kattade'den bunun benzerini rivayet ettiler...
İbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Ebi-Hâtim, rivayet ettiler: «îbn Ömer, kitab ehli kadınlarla evlenmeyi kerih görüyordu. Ve İbn Ömer: «Puta tapanlar, iman etmedikçe, onlarla evlenmeyiniz» âyetini tevil ediyordu.
Buhari İbn Ömer'den rivayet ediyor:
«Allah, puta tapan kadınlarla evlenmeyi, müslümanlara haram kılmıştır. Ben «İsa Rabbimdir» diyen veya herhangi bir kulu kendisine rabb edinen bir kadının şirk koşmasından daha büyük bir şirk görmüyorum» buyurdu.
El-Vahidî ve İbni-Âsakir, Es-Süddi'den, o da Ebi Malik'ten, o da îbni-Abbas'tan rivayet ediyor: «Muhakkak imanlı bir cariye hür ve putperest bir kadından daha hayırlıdır» âyeti Abdullah bin Revaha hakkında nazil oldu. Onun siyah bir cariyesi vardı. Cariyeye kızarak onu tokatladı. Sonra tokat attığı için Allah'dan korktu, Resûlüllah'a vardı ve durumu anlattı. Resûlullah:
— Ey Abdullah! O nedir? Yani nasıldır?
Abdullah:
— Oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzel abdest alıyor, Allah'tan başka mabud olmadığına ve senin Allah'ın Resulü olduğuna inanıyor» dedi. Resûlullah:
— Ey Abdullah! Bu imanlı bir kadındır, dedi. Abdullah:
— Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin-u-kasem ederim, onu azad edeceğim ve onunla evleneceğim» dedi ve bunu yaptı. Abdullah'ın bu hareketini müslümanlardan bir gurup kınadı. Ve «Bir cariyeyi nikâh etti» dediler. Onların maksadı, onu puta tapan birisiyle evlendirmekti. Onların soy soplanna rağbet ederek bunu yapmaktı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi.
İbni-Cerir ve İbnül Munzir Süddi'den bunun benzerini rivayet etmiştir.
îbni Ebi-Hâtim, Mukatil bin Hayyan'dan bu âyet hakkında şunları nakletti:
«Bizim kulağımıza geldiğine göre, bu, Huzeyfe'nin bir cariyesi idi. Huzeyfe bin Yemen onu azad etti ve kendisiyle evlendi.»
İbn Cerir, Ebu Cafer Muhammed bin Ali'den: «Allah'ın kitabında evlenmek veliyle olur» deniliyor, dedikten sonra «Sakın ortak koşan erkeklere iman etmedikçe, kızlarınızı müslüman olan hanımları nikâh etmeyiniz» âyetini delil olarak okudu. [21]
Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Bu âyeti celîîede, Cenabı Hak, kitab ehlinin kadınlarını istisna etmiştir. Yani onlarla evlenilebilir. Fakat puta tapan kadınlarla evlenilmez.»
Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Mekhul, Hasan Basri, Dah-hak, Zeyd bin Eşlem, Rebi bin Enes ve birçok alim böyle söylemiştir
Bazıları «Bu âyeti celîleden maksad, puta tapan kadınlardır. Ki-tab ehli olan kadınlar hiçbir şekilde bu hükme girmez» demişlerdir.
tbn Cerir'in rivayetine gelince; o şöyle dedi:
«Bana Ubeyd bin Adem bin Ebi îyas el Askalani, ona babası, ona Abdulhamid bin Behram el-Pezari, ona Şehr bin Havşep rivayet etmiştir. Abdullah bin Abbas'tan dinledim, şöyle diyordu:
«Allah'ın Resulü, bütün kadın sınıflarıyla evlenmeyi yasaklamış, ancak iman edip hicret etmiş kadınlar bundan müstesnadır. İslâm dinenden başka hangi dine mensub olursa olsun, onunla evlenmeyi haram kılmıştır. Çünkü Cenab-ı Hak: «Kim ki imanı İnkâr ederse, onun ameli yanmıştır» buyuruyor.»
Talha.bin Ubeydullah Yahudi bir kadını nikâh etti. Huzeyfe bin Yeman Hristiyan bir kadın nikahladı. Hz. Ömer (R.A.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Hatta bu iki sahabiyi dövmeyi bile düşündü. Onlar:
— Ey müminlerin emiri! Sen öfkelenme. Biz onları boğarız» dediler. Hz. Ömer:
— Eğer onların boşanmaları helal ise, evlenmeleri de nikahlan da helaldir. Fakat ben onları sizi zelil ve küçük düşürücü halde sizden alıp sökeceğim.» dedi.
İbni Cerir'in bu hadisi, cidden garip bir hadistir. Hz. Ömer'den (R.A.) gelen bu eser de garibtir. Cafer bin Cerir, kitab ehli kadınlarla evlenmenin mubah olduğunun icma ile sabit olduğunu naklettikten sonra şunları ekliyor:
Hz. Ömer bu iki sahabinin bu şekilde evlenmelerini hoş karşılama-mıştır. Ta ki halk müslüman kadınları bırakıp ehli kitab kadınlara rağbet etmesin.
Veya başka bir manâ vardır; yoksa ehli kitabtan olan kadınlarla evlenmek caizdir. Nitekim Ebu Kureyb bize, ona İdris, ona Es-Selk bin Behram, ona Şâkik rivayet etti: Huzeyfe bin Yeman Yahudi dinine mensup bir kadınla evlendi. Hz. Ömer ona yazdı: Kadının yolunu bırak!» O da Hz. Ömer'e cevab olarak şöyle yazdı:
«Siz, Yahudi bir kadınla evlenmenin haram olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Ki ben onun yolunu bırakayım, onu boşayayım.»
Hz. Ömer:
«Ben, onun haram olduğunu iddia etmem. Fakat korkarım ki mümin kadınlar böylece onlardan zarar görmüş olsunlar.»
Bu hadisin senedi, sıhhatli bir senettir. El Halal, Ömer bin İsmail'den, o Veki'den, o Salk'tan benzerini rivayet etmiştir...
îbn Cerir Musa bin Abdurrahman el-Mesruki'den, o Muhammed bin Bişir'den, o Süfyan bin Said'den, o Yezid bin Ebi Ziyad'dan, o Zeyd bin Vehb'den rivayet ettiler. Hz. Ömer:
«Müslüman bir erkek Hıristiyan bir kadınla evlenebilir. Fakat Hıristiyan bir erkek müslüman bir kadınla evlenemez.» dedi.
Ravi «Hz. Ömer'den gelen bu rivayetin senedi ilk rivayetin senedinden daha sıhhatlidir» dedikten sonra şunları ekledi: «Bize Temim bin Muntasir, ona İshak el-Ezreki ,ona Şerik, ona Eş'as bin Sivar, ona Hasan Basri, ona Cabir bin Abdullah rivayet etti. Allah'ın Resulü:
«Biz, ehli kitabın kadınlarıyla evleniriz. Bizim kadınlarımız onlarla evlenemez.» buyurdu.
Ravi bu hadisi rivayet ettikten sonra «Hernekadar bu hadisin senedinde zaif olmuşsa da, fakat bu şekilde hükmetmek, bütün ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir hükümdür» dedi. İbni-Cerir de böyle dedi.
tbni-Ebi-Hâtim, Muhammed bin İsmail el-Ahmusi'den, o Veki'den o Cafer bin Berkan'dan, o Meymun bir Mehran'dan, o da İbn Ömer'den rivayet etti: İbni-Ömer, kitab ehli olan kadınlarla evlenmeyi kerih görüyordu. Ve: «Müşrik olan kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyiniz» âyetini tevil ediyordu.
Ebu Bekr El-Helal, Muhammed bin Harun'dan, o İshak bin İbrahim'den, o Muhammed bin Ali'den, o Salih bin Ahmed'den rivayet etti: «Ahmed bin Hanbel'den «Müşrik olan kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyiniz» âyetinin ne demek olduğunu sordum:
«Bu, putlara tapan Arapların müşrik kadınlarıdır.» diye cevap verdi.
«Yemin ederim, mümine bir cariye, müşrike bir kadından daha hayırlıdır. Velev ki müşrike hoşunuza gitse de...» âyeti hakkında Süd-di; daha önce naklettiğimizi söylüyor.
Abd bin Humeyd, Cafer bin Avn'dan, o da Abdurrahman bin Ziya el-îfriki'den, o Abdullah bin Yezid'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet ediyor;
Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kadınlar güzelliklerinden ötürü nikâh edilmezler. Umulur ki onların güzellikleri onlan helake götürsün. Sakın kadınları servetlerinden dolayı nikâh etmeyiniz. Umulur ki, onların mallan onları tuğyana götürmüş olsun. Onlan dinleri üzerinde nikâh ediniz. Yemin ederim ki, siyah bir cariye, dindar ise» diğerlerinden daha üstündür.»
Bu hadisin senedinde bulunan Ifriki zaiftir. Sahihayn'da Ebu Hureyre'den şu hadis rivayet edildi:
«Kadın dört şey için nikah edilir: Malından, soyundan, güzelliğinden ve dininden ötürik,. Dindar kadınla evlenmeye bak. Eli toprakta olasıca... (Yani dindar kadınla evlen. Yoksa toz gibi hakir olursun. Zira dindar olmayan kadında başka durumlar da olabilir.)
Müslim, Cabir'den bu hadisin benzerini rivayet ediyor. Ayrıca Müslim, İbn Ömer'den şu hadisi naklediyor:
«Dünya meta'dır. Dünya metaının en hayırlısı şaline bir kadındır. İman etmedikçe müşriklerle kızlarınızı evlendirmeyiniz. Yani imanlı kadınları şirk koşan erkeklerle evlendirmeyiniz! Ne o imanlı kadınlar o müşrikler için helâldir, ne de o müşrikler o imanlı kadınlar için helâldir» âyetine dikkat edilsin. îmanlı bir köle, hür bir müşrikten daha hayırlıdır. Velev ki o müşrik hoşunuza gitse dahi. Yani imanlı bir köle Habeşli bir köle olsa dahi reis ve baş olan müşrik erkekten daha hayırlıdır. Müşrikler, insanları ateşe davet ederler. Onlarla ihtilat inşam ateşe götürür. Dünya sevgisine daldırır. Dünyayı ahirete tercih etmeye sürükler. Bunun sonucu da felâkettir. Allah ise, Cennet ve mağfirete izniyle (yani Kur'anıyla) çağırır. Allah'ın emrettiği ve yasakladı-ğıyla Allah Cennete ve mağfirete insanları çağırır!...
(222) «Sana kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki, o bir rahatsizliktir. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılınız. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız...»
Bu âyet hakkında seleften şunlar nakledilmiştir: İmam Ahmed, Abdurrahman, o Hammed bin Seleme'den, o Sabit'-ten, o da Enes'ten rivayet ediyor: Yahudilerin hanımları aybaşı halini gördükleri zaman Yahudiler onlarla oturup yemek bile yemiyordu. Onlarla cinsi ilişki kurmadıkları gibi evde de bir araya geliniyorlardı. Re-sûlüllah'm eshabı «Biz de böyle yapalım mı?» Veya «onların yaptıktan doğru mudur?» diye sorunca Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi inzal buyurdu. Cenab-ı Peygamber: «Nikâh yani emsi ilişki hariç hayızda olan bir kadınla bütün şeyleri yapabilirsin, yani kendisini öpebilirsiniz, elleyebilir, onunla yemek yiyebilir, sohbet edebilirsiniz. Aynı yatakta yatabilirsiniz.»
Resûlullah'ın bu sözü Yahudilerin kulağına gittiğinde, onlar: «Bu kişi neyi kastediyor? Bizim emrimizden hiçbir şeyi yoktur ki, bu zat ona muhalefet etmesin.» Yani herşeyde bize muhalefet etmeyi irade ediyor. Bunun üzerine Esid bin Hudayr ve Ubbad bin Bişr Resûlüllah'a gelip:
Ey Allah'ın Resulü! Yahudiler şöyle şöyle dediler. Acaba biz hanımlarla bir araya gelmiyelim mi? diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah'ın benzi attı. Hatta zannettik ki Resûlüllah o ikisine kızdı. İkisi de çıktılar. Onlar, Resûlüllah'a hediye olarak gelen bir süte rastladılar. Cenab-ı Peygamber onların arkasından bir elçi gönderdi. Geri dönüp gelmelerini istedi. Ve onlara o sütten içirdi. Onlar bildiler ki Resûlüllah, kendilerine öfkelenmemiştir.» Hadisi Müslim, Ahmed bin Zi-yad bin Seleme'den rivayet ediyor.
«Hayızda kadınlardan uzaklasınız» dan maksat, cinsî ilişki kurmayınız demektir. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Nikâh hariç, herşey yapabilirsiniz» buyurmuştur. Bunun için alimlerin çoğu, kocası tarafından hayızlı bir kadının tenasül organı hariç bütün bedenine dokunmak caizdir demişlerdir. Ebu Davud, bize Musa bin İsmail, ona Hammad, ona Eyyub, ona İkrime, Resulullah'm pak zevcelerinin bazılarından nakletmiştir: «Cenab-ı Peygamber, adet halinde bulunan bir hanımıyla oynaşmak istediği zaman, onun mahrem noktalarını bir elbise ile kapatır sonra oynaşırdı.»
Ebu Davud; bize Şabî, ona Abdullah bin Ömer bin Ganim, ona Ab-durrahman bin Ziyad, ona Ammare rivayet etti: Ammare'nin halalarından biri ona: Bu durumu Aişe'den sordum. Buyurdular:
— Biz zevcati tahirattan herhangi birimiz hayz gördüğümüzde kocamızla yatağımız birdi.» Bunları söyledikten sonra Aişe validemiz:
— Sana Resûlüllah'ın yaptığını söyliyeyim, dedi: Cenab-ı Peygamber mescidine gitti. (Ebu Davud Bu mescidden gaye Aişenin evinde namaz kıldığı yerdir dedi.) O geri gelmedi. Benim gözlerime uyku girdi. Resûlüllah'a da soğuk tesir etti. Ve Cenab-ı Peygamber «Bana yaklaş» dedi. Resûlüllah'a «Ben hayz halindeyim» dedim. O halde baldırını aç buyurdu. Açtım. Mübarek yanağını benim uyluklarıma koydu. Göğsü de baldırımın üzerindeydi. Ben de Resûlüllah'ın üzerine eğildim. Resûlüllah ısınınca uyudu.»
Ebu Cafer bin Cerir, İbni Bişir'den, o Abdulvahab'tan, o Eyyüb'-ten, o Ebi^Kallame'nin kitabından naklediyor: Mesruk Aişe validemize gitti ve:
— Selâm peygamberin ve ehlinin üzerinde olsun» dedi. Aişe validemiz:
«Sana merhaba, sana merhaba}) dedi. Mesruk'a izin verdiler ve içeriye girdi. Aişe'ye:
«Ben senden birşey sormak istiyorum, fakat utanıyorum» dedi.
Aişe:
«Ey Mesruk! Ben senin annenim. Sen de benim oğlumsun.» Bunun üzerine Mesruk;
— Kadın hayızlı olduğu zaman kocası neresine dokunabilir? diye sordu. Aişe:
— Cinsî ilişki hariç, herşey kocasına helâldir» dedi.
Bu hadisi, Humeyd bin Mes'ade'den, Yezid bin Zureh'ten o da Mesruk'tan rivayet etmişlerdir. Bu görüş aynı zamanda İbn Abbas'ın, Mücahid, Hasan Basri ve îkrime'nin de görüşüdür. İbn Cerir, Ebi Ku-reyb cahid, Hasan Basri ve İkrime'nin de görüşüdür. İbn Cerir, Ebi Kureyb bin Ebi Zait'ten, o da Haccac'tan, o da Mümin bin Merhan'dan, o da Aişe validemizden rivayet etti. Aişe validemiz Mesruk'a:
— Peştemalin üstü yani göbekten yukarısı helâldir, dedi. Ben Aişe'den sordum:
«Hayızlı kadınla aynı yatakta yatmak, ona sarılmak, onunla korkusuzca yeyecek yemek caiz midir?» Aişe:
«Resûl-ü Ekrem bana emrediyordu. Hayızlı olduğum halde onun başını yıkıyordum. O benim kucağıma yaslanıyordu, hayızlı olduğum halde yanımda Kur'an okuyordu» dedi.
Sahihte Hz. Aişe'den gelmiştir:
— Ben hayızlı olduğum halde et yeyerken kemiği sıyırmaya çalışıyordum. Sonra aynısını Resûlüllah'a veriyordum. O mübarek ağzını, benim ağzımı koymuş olduğum yere koyuyordu. Su veya süt içiyordum. Resûlüllah'a uzatıyordum. O ağzını benim ağzımın bulunduğu yere koyar ve içerdi.»
Ebu Davud, Museddet'ten, o Yahya'dan, o Cabir bin Sebih'ten, o Halas el-Hecevi'den rivayet etti:
Aişe'den dinledim:
«Ben, katı bir hayz halinde iken Cenab-ı Peygamberle beraber aynı yatakta yatıyordum. Eğer benden Resûlüllah'a birşey isabet ederse, ancak onun yerini yıkardı. Başka yerleri yıkamazdı. Eğer elbisesine birşey isabet ederse, onun yerini yıkardı, isabet ettiği yerden ötesine gitmezdi. Ve o elbise ile namaz kılardı.» [22]
Ebu Davud'un Said bin Cebbar, Abdulaziz bin Muhammed, Ebu'l Yeman el-Muzerre tankıyla Hz. Aişe'den rivayet etti:
«Ben hayıza girdiğim zaman döşekten inip hasırın üzerinde yatıyordum. Temizleninceye kadar Resûlüllah bana ben de ona yaklaş-mazdım.»
Bu hadis, tenezzüh ve ihtiyat üzere hamledilir.
Bazıları kocaya hayızlı hanımının izhar altındaki yani diz ile göbek arasındaki bölge hariç diğer bedeni helâldir. Nitekim Sahihayn'de Haris Kızı Meymune el Hilaliye'den sabit olmuştur ki: «Resulü Ekrem
hayzlı hanımlarından birisiyle oynaşmak istediği zaman,ona izannı bağlamasını emrederdi.» Bu lâfız Buhari'nindir. Buhari ve Müslim benzerini de Hz. Âişe'den rivayet ettiler.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace «El Ula» hadisinde Hizan bin Hakim'den, o da amcası Abdullah bin Saad'dan rivayet ediyor:
Resûlullah'tan sordum:
— Hanımım hayzlıyken bana neresi haramdır?
— tzann üstü helâldir, diye cevab verdi.
Ebu-Davud, Muaz bin Cebel'den rivayet ediyor: Resûlullah'tan: «Hayızh hanımın neresi bana helaldir?» diye sordum, «tzann üstü helâldir. Fakat ondan da sakınmak daha efdaldir» buyurdular. Bu, daha önce Hz. Âişe'den, İbni-Abbas, Said bin Museyyib ve Şureyh'ten de rivayet edilmiştir.
İşte bu ve benzeri hadisler: «Ancak izarın üstü kocaya helaldir» diyenlerin aleyhinde hüccettir.
«Eğer temizlenirlerse Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin...»
Bu âyeti celîle kadın hayzdan çıkıp, yıkandıktan sonra, onlarla cins- ilişki kurmayı teşvik ediyor.
İbn Hazm bu âyete bakarak: «Hayzdan sonra cinsi ilişki kurulması vacibtir» demiştir. Fakat îbn Hazm'ın bu sözünün herhangi bir mesnedi yoktur. Çünkü bu âyetteki emir HAZAR (sakındırmak) den sonradır. Usul alimlerinden bazıları «Hazerden sonraki emri mutlak emir gibi vücubu ifade eder» demişlerdir. Bazıları da «Emir burada ibaha içindir» dediler. Fakat burda da nazar vardır. (Temmül etmeye muh-taçdır). Alimler İttifak etmişlerdir ki kadının hayzı bittikten sonra yıkanmadan veya teyemmüm etmeden kocasına helal olamaz. Ancak Ebu Hanife «ekseri hayz geçtikten sonra kadının kanı kesilirse, yani on gün bittikten sonra kan kesilirse, yıkanmadan kocasına helal olur. Yıkanmaya mecburiyet yoktur» dedi.
Ibni-Abbas ve Mücahid «Allah'ın varılmasını emrettiği yer ön taraftır» demişlerdir. Ali bin Ebi Talha İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Allah'ın emrettiği yerden onlara gidiniz» âyetinden maksat, tenasül organıdır, ön taraftır. Onu aşıp başka yerlere gitmeyiniz. Yani arka tarafa gitmek yasaktır.
«Kim ki bundan birşey yaparsa o hududu aşmıştır.» Bu âyeti ce-lîlede, hanıma arkadan varmanın haram olduğuna delil vardır.
Ebu-Rezin, îkrime, Dahhak: «Allah'ın emrettiği yerden onlara vantuzdan maksat, onlar hayızlı olmadıktan (tahir oldukları) zamandır dediler. Ve bunun için Cenab-ı Hak «Şüphesiz Allah günahtan çokça tevbe edeni ve pislikler ve eziyyetlerden kaçınanı sever.»
(223) Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi geliniz.»
İbn Abbas; «Tarladan maksat, çocuğun doğumda geldiği noktadır» diyor. Yani o noktadan istediğiniz şekilde, ister arkadan ister önden, gelebilirsiniz.
Buharı; bize Ebu Naim, ona Süfyan, ona İbn ul-Munkedir rivayet etti: Cabir'den dinledim. «Yahudiler; 'Kişi, Ön organa arkadan cinsî ilişkide bulunursa, çocuk şaşı olarak doğar' dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hak «Kadınlarınız sizin tarlanızdır. (Tarlanıza meşru yoldan geldikten sonra) istediğiniz şekilde gelebilirsiniz» âyeti nazil oldu.» Hadisi Müslim, Ebu Davud, Süfyan-Sevri'nin tarikiyle rivayet etmişlerdir.
İbn Ebi Hatim, Muhammed bin el Munkedir tarikıyla rivayet ediyor: Cabir bin Abdullah bize haber verdi ki Yahudiler müslümanlara 'kim ki hanımına ön yoldan olmak üzere arkadan gelirse çocuk şaşı olur'. Cenab-ı Hak onları yalanlamak üzere bu âyeti celîleyi indirdi.
Resûlü-Ekrem: «Tenasül uzvu (yani ön noktada) olduktan sonra ister önden, ister arkadan olsun gelmek, koca için serbestir» buyurmuştur.
Bahz bin Hakim'in hadisinde Muaviye bin Hayda babasından, o da dedesinden rivayet ediyor. Ben:
(Ey Allah'ın Resulü! Biz hanımlarımızın neresine gelebilir ve neresini terkederiz? diye sordular. Buyurdular:
— Hanımınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza ne şekilde gelirseniz geüniz. Ancak yüze vurmayınız, çirkin lâf söylemeyiniz, evin haricinde terketmeyinîz.»
Hadisi Ahmed ve ehli sünen de rivayet etmişlerdir. İbni-Ebi-Hâtim, Abdullah bin Abbas tarikıyla rivayet ediyor:
Himyer kabilesinden bir gurup Resûlullah'a geldi, bazı şeyleri sordular. Bir kişi Resûlü-Ekrem'den:
— Ben kadınlara icabet eden veya kadınları seven bir kişiyim. Bunun hakkında ne buyurursun? diye sordular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi...
İmam Ahmed, îbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:
«Bu âyet Ensardan bazı kimseler hakkında nazil oldu. Resûlullah'a gelerek sordular. Resulü Ekrem onlara:
— Her durumda hanımınla cinsî ilişki kurabilirsin. Ancak ön yoldan (fercten) olmak şartıyla...a
Ebu Cafer et Tahavi «Müşkilül-Hadis» adlı kitabından Ahmed bin Davud bin Musa'dan, o da Ebi Said el Hudri'den rivayet ediyor:
«Bir kişi arka yoldan bir hanımla cinsî ilişki kurdu. Halk onun ifşa edilen bu hareketini hor gördü. Cenab-ı Hak bunun üzerine bu âyeti celileyi indirdi.»
İbn Cerir, bunu Yunus ve Yakub'tan rivayet etmiştir. Hafız Ebu'l Ya'lâ el Musili, El Haris bin Şureyh'ten, o da Abdullah bin Mef a'dan bu şekilde rivayet etmiştir.
Hammad bin ebi Hanife babasından, o da Haysem'den, o Yusuf bin Mahik'ten o Hafsa validemizden rivayet etti: Bir kadın Hafsa validemize geldi ve:
— Benim kocam hem yüzüstü, hem sırt üstü benimle cinsî ilişki kuruyor, bu caiz midir? diye sordu. Bu haber Resûlullah'a iletildi. Cenab-ı Peygamber:
«ön delikten olduktan sonra zarar yoktur» buyurdular.
îmam-ı Ahmed, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor. Hz. Ömer Re-sûlüllah'a geldi:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben helak oldum,» dedi. Cenab-ı Peygamber;
— Seni helak eden nedir? diye sordu. Ömer:
«Bu gece yükümü değiştirdim» dedi. Resûlüllah ona herhangi bir cevap vermedi. Sonra Cenab-ı Hak Resûlullah'a bu ayeti celîleyi indirdi. Resulü Ekrem Ömer'e:
«İster sırt üstü, ister yüz üstü yatırarak ehlinle birleyebilirsin. Yalnız dübür ve hayz halinden sakın» buyurdular.
Hadisi Tirmizi, Abd bin Humey'den, o da Hasan bin Musa el Eş-heb'ten rivayet etmiştir. Ve Tirmizi «Hadis-i Hasen ve garibtira diyor.
Kadını normal olmayan yoldan kullanmak (caizdir) reyini belirtenlerin sözlerine güvenmek caiz değildir. Çünkü onlar cevaza delâlet eden herhangi bir delil getirmemiştir. Onlardan birisi «Ben bu âyetten bunu anlıyorum» diyenin anlayışında yanılma vardır. Zira âyeti Resûlüllah ve eshabm büyükleri bize tefsir etmişlerdir. Âyeti yanlış yorumlayan kim olursa olsun onun sözüne güvenilmez. Hanımını arkadan kullanan bir kimse hakkında bu âyet nazil olmuştur, diyenin iddiasına göre de bu âyet bu işin helâl olmasına delâlet etmez. Kim böyle bir iddiada bulunursa, yanılmıştır. Âyetin delâlet ettiği husus bu işin haram olduğudur. Onun, âyetin sebebi nüzulü olması delâlet etmez ki âyet onu helâl kılmak için nazil olmuştur. Çünkü birçok sebeb-lere dayanan birçok âyetler bazan o sebeblerin helâl kılınmasını, ba-zan da haram kılınmasını gerektirirler.
Rivayet ediliyor ki, İbn Abbas, bu âyeti daha önce naklettiğimiz manâların hilâfına tefsir ederek demiştir «Âyetin manâsı; isterseniz azl yaparsınız, isterseniz azl yapmazsınız» demektir. Bu manâyı İbn Abbas'tan İbni-Ebi Şeybe Abd bin Humeyd, İbni Cerir, İbni-Munzir ve «El Muhtara» adlı eserinde Ez-Ziya rivayet etmişlerdir. Bunun benzeri îbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. İbn Ebi Şeybe, Said bin Museyyib'-ten de bunu rivayet etmiştir.
Bu konuda son olarak İbn Kesir'den nakledelim:
Nafi'in İbn Ömer'den rivayet ettiği hadis ((Cinsî ilişki önden olmuştur, fakat bu İlişki kurulurken koca zevcesine arkadan yaklaşmıştır. Çünkü Nesei, Ali bin Osman'dan, o Said bin İsa'dan, o Fadl bin Faddale'den, o Abdullah ibn Süleyman Tavil'den, o Kaab bin Alkame'-den, o Ebi Nadr*den rivayet ediyor. Ebu Nadr, İbn Ömer'in azadlısı Na-fi'den sordu:
— Halk aleyhinde çok dedikodu yapıyor. Sen îbn Ömer'den kadınlara mutad olmayan yoldan gelmeye fetva verdiğini naklediyor-muşsun?... O zat:
«Halk bana iftira ediyor. Fakat ben size durumun nasıl olduğunu söyliyeyim. İbn Ömer bir gün Kur'an'ı Kerimi manâlandırmaya devam ediyordu. Ben de yanındaydım. Ta «Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Dilediğiniz şekilde tarlanıza geliniz» âyetine vardığında dedi ki:
— Ey Nafi! Sen bu âyetin sebebi nüzulünü biliyor musun?
— Hayır, bilmem, dedim. Bunun üzerine Îbni-Ömer:
— Biz Kureyşliler kadınlarımızı dilediğimiz şekilde kullanıyorduk. Medine'ye vardığımızda Ensarlı kadınlarla evlendik. Daha önce kadınlarımıza vardığımız gibi onlara varmak istedik. Onlar, bundan hoşlanmadılar. Bunu çirkin saydılar. Ensar kadınları, bu durumu Yahudilerin hanımlarından Öğrenmişlerdi. Onlar, yanlan üzerine yatırılarak cinsî ilişki kuruyorlar. Cenab-ı Hak bunun üzerine "bu âyeti indirdi.
Ibni-Merduyeh, Tabarani'den, o Hüseyin bin İshak'tan, o Zekeri-ya bin Yahya'dan, o Mufaddal bin Fadale'den, o Abdullah bin Ayyaş'-tan, o Kâab bin Alkame'den bunu rivayet etmiştir ve bu sened, sahihtir. Biz; sarahaten İbni Ömer'den nakledilenin hilafını da İbni-Ömer'-den rivayet ettik. îbn Ömer, katiyen dübürden cinsî ilişkiyi mubah ve helâl görmezdi. Her ne kadar bu fetva Medine fakıhlerinin bir kısmına ve başka fakihlere nisbet edilmişse de ve bazıları bunu imam Ma-lik'in Kitab-ı Sırr'da söylediğini rivayet etmişse de, insanların çoğu böyle bir fetvanın İmam Malik'ten çıkışının sıhhatli olmadığına kaildirler. Müteaddid tariklerden gelen hadisler kadını dübürden kullanmayı kesinlikle meneder ve böyle yapmaktan müslümanlan sakındırır. Hasan bin Arefe, İsmail bin Ayyaş'tan, o Süheyl bin Ebi-Salih'ten o Muhammed bin Munkedir'den, o da Cabir'den rivayet ediyor. Resû-lüllah buyurdu:
«Şüphesiz ki Allah hakkı söylemekten çekinmez. Sizin için kadınları dübürden kullanmak helâl kılınmamıştır.»
İmam Ahmed, Huzeyme bin Sabit tarikıyla rivayet ediyor: Resû-lü-Ekrem; kişinin hanımını âdet olmayan yoldan kullanmasını yasaklamıştır.»
Yine İmam Ahmed, Huzeyme bin Sabit el-Hitmi'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü:
«Haya ediniz. Şüphesiz Allah hakkı söylemekten çekinmez. Sakın kadınları duhûllerinden kullanmayınız.»
Hadisi, Nesei, İbn Mace çeşitli tariklerden Huzeyme bin Sabit'ten rivayet etmişlerdir. Hadisin senedinde çok ihtilâf vardır.
Ebu İsa et-Tirmizi ve Nesei, İbn Abbas tarikiyle rivayet ediyorlar. Cenab-ı Peygamber buyurdu:
«Allah, hanımına arkadan gelen veya herhangi bir kadına arkadan gelene nazar etmez.»
Tirmizi: «Bu hadis, hasen ve garibtir» dedi. İbn Hibban sahihinde böyle rivayet etti. İbn Hazm da bu hadisi tashih etti.
Abd bin Humeyd diyor ki: Bize Abdurrezzak, ona Ma'mer, ona İbni Tavus, ona babası rivayet etti: Bir kişi îbn Abbas'tan kadını dü-burdan kullanmayı sordu. îbn Abbas:
«Benden küfrü soruyorsun» dedi. Hadisin isnadı sahihtir. Nesei İbn Mübarekin tarikiyle Ma'mer'den aynısını rivayet etmiştir.
Abd tefsirinde İkrime'den rivayet ediyor:
Bir kişi İbn Abbas'a gelip ailemle cinsi ilişkiyi arkadan (adet olmayan yoldan) kuruyorum. Zira, Cenab-ı Hakkın «Hanımlarınız tarla-nızdır» âyetini dinledim. Bunun, bana helâl olduğunu zannediyorum, dedi. İbn Abbas ona haykırarak:
«Ey Luti! Bu âyeti celîle ister kadın ayakta, ister oturarak olsun. İster sırt üstü yatırarak, isterse yüzükoyun yatırarak olsun, ancak ön yoldan onlarla birleşebilirsiniz. Onu aşıp başka yerden gitmeyiniz demek istiyor» dedi.
tmam Ahmed, Âmr bin Şuayb'ın tarikıyla, o babasından, o da babasından rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:
«Kim ki arka yoldan hanımı ile birleşirse, o, küçük lutiliği yapmış olur!...»
Katade tankıyla da aynı hadis arkadan cinsî ilişki kurmanın küçük lutilik olduğu şeklinde gelmiştir.
Kattade, Akabe'dan, o Ebi Derda'dan rivayet etti:
«Bunu acaba kâfirden başkası yapar mı» demek suretiyle bu işin korkunçluğuna işaret buyurmuştur. Bu hadis, Yahya bin Said el-Kat-tan'dan, Said'den, Kattade'den, Ebu Eyyüb'ten, Abdullah bin Âmr bin As'tan gelmiştir. Allah daha iyisini bilir.
Cafer el-Feryadi Abdullah bin Ömer tarikıyla rivayet ediyor; Allah'ın Resulü buyurdu:
«Yedi sınıf insan vardır ki, kıyamet günü Allah onların yüzüne e. Ve onları temize çıkarmaz. Ve ateşe girenlerle beraber ateşe
giriniz der. Onların birincisi faildir (Lutilik yapan). İkincisi, kendisiyle bu iş yapılandır. Üçüncüsü eliyle nikâh eden (yani eliyle menisini getiren) dir. Dördüncüsü, hayvanlarla birleşen, beşincisi hanımını arka yoldan kullanandır. Altıncısı kadını kmyle beraber nikâhının altına alandır. Yedincisi komşusunun zevcesiyle zina edendir. Sekizincisi komşusu kendisine lanet okuyacak derecede komşusuna eziyet edendir.»
İmam Ahmed, Abdurrezzak'tan ve Ali bin Telkin yoluyla rivayet ediyor:
«Cenab-ı Peygamber, kadınları arka yoldan kullanmayı yasaklamıştır. Bunu söylüyorum, çünkü Allah hakkı söylemekten çekinmez»
dedi.
İmam Ahmed, Ebu-Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Resûlüllah buyurdu:
«Hanımını arka yoldan kullanan bir kimseye Allah nazar etmez, (yüzüne bakmaz).»
İmam Ahmed yine Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:
«Kim ki hanımını arkadan kullanırsa o lanetlenmiştir.»
Ebu Davud ve Nesei, Veki yoluyla bu hadisi rivayet ettiler.
Hafız Ebu Naim Ebu-Hureyre tarikiyle rivayet ediyor. Cenab-ı Peygamber:
«O kimse ki hanımını arkadan kullanıyor, lanetlenmiştir.» buyurdu.
Müslim bin Halidi Zenci Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor: «Kim ki, kadınları arkadan kullanırsa, o lanetlenmiştir.»
İmam Ahmed ve sünen ehli Ebi Temim el Huceymi yoluyla Ebu Hureyre'den rivayet ediyorlar:
«Kim ki hayızlı bir kadına yaklaşırsa veya bir kadını arkadan kullanırsa, veya bir kâhine vanp onu tasdik ederse, o Hz. Muham-med'in üzerine ineni inkâr etmiştir.»
Tirmizi «Hadîse Buhari zaif demiştir» diyor.
En-Nesei, Ebu Seleme tarikıyla Ebu Hureyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Allah'tan hayanın gereği nasılsa, o şekilde haya ediniz' Sakın kadınları arkalarından kullanmayınız.»
Nesei Ebu Hureyre tarikiyle rivayet ediyor: «Erkeklerin kadınları arkadan kullanmaları küfürdür.»
Bu hadisler mevkuf veya muhaddisler tarafından sıhhatleri hakkında çeşitli görüşler serdedilmiştir. Eğer hadis kesinlikle sabit ise, küfürden maksat büyük günahtır. Yoksa imandan çıkmak manâsın-daki küfür burada kastediîmemiştir. Ancak «Haram da olsa ben bunu yaparım ve helâl bilirim» diyerek ilâhi emre karşı çıkarsa, imandan olur.
Muhammed bin Ebanul Belhi Hz. Ömer tankıyla rivayet ediyor:
«Allah hakkı haykırmaktan çekinmez. Sakın kadınları dübürle-rinden kullanmayınız.»
Bunlara benzer daha nice hadisler îbn Kesir'de, Suyuti'nin Ed-Durrul-Mensur'unda, İbn Cerir Taberi'de, Şevkani'nin Fethul-Kadir'inde yer almaktadır. Bu hususu daha fazla öğrenmek isteyen bu kitab-lara müracaat etsin. Kesinkes ehli sünnet vel cemaatin katında sabit olmuştur ki kadını arkadan kullanmak günahı kebairdir, haramdır.[23]
(224) Bir de iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinize siper kılmayınız...»
Bu âyeti celîîe hakkında selef şunları söylemiştir:
Buhari: «Yemininde ısrar etmek, o yemini bozup keffaretini vermekten daha fazla günah getirir kişiye» diyor. İbaresi şöyledir:
Bize İshak bin İbrahim, ona Abdurrezzak, ona Ma'mer, onaHem-mam bin Munebbih haber vermiştir. Ona da Ebu Hüreyre, ona da Allah'ın Resulü:
«Biz kıyamet gününde, son gelenler ve önde olanlarız. Yemin ederim ki, herhangi biriniz aile efradı hakkında (aleyhinde) yapmış olduğu yeminde ısrar ederse, Allah katında bu ısrarı, yemini bozup Allah'ın farz kılmış olduğu keffareti vermekten daha fazla ona günah getirir.»
Müslim de, bu şekilde Muhammed bin Rafi'den, Abdurrezzak'tan rivayet etmiştir. İmam Ahmed de, bu şekilde rivayet etmiştir. Sonra Buhari devamla:
Bize İshak bin Mansur, ona Yahya bin Salih, ona Muaviye bin Selâm, ona Yahya ibn Ebi-Kesir, ona îkrime, ona Ebu Hüreyre söyledi. Allah'ın Resulü:
«Kim ki, bir yemininden dolayı aile efradına karşı olmakta İsrar ederse, onun günahı, keffaret vermek suretiyle yeminini bozmasından daha büyük olur.»
Ali bin Ebi Talha, îbn Abbas'tan bu âyet hakkında şunları rivayet etti:
«Sen, hayrı yapmamaya yemin etmiş isen yeminin bunu yapmaya mani olmasın. Yemininin keffaretini ver ve hayrı işle.»
Mesruk Eş Şa'bi, İbrahim en Nehai, Mücahid, Tavus, Said bin Cu-beyr, Ata, İkrime, Mekhul, Zuhri, Hasan Basri, Katade, Mukatil bin Hayyan, Rebi bin Enes, Dahhak, Ata el-Hurasani ve Süddi de böyle demişlerdir. Cumhurun bu sözlerini, Müslim ve Buhari'nin Sahiheyn adlı eserlerinde sabit olan hadisle teyid edilmektedir. Hadis, Ebu Musa el Eş'ari'den geliyor. Allah'ın Resulü:
«Ben Allah'a yemin ederim ki, (Allah'ın izniyle) herhangi bir şeyi yapmamaya veya yapmaya yemin ettikten sonra gayrisinin ondan daha hayırlı olduğunu görürsem o daha hayırlıyı yapar, ve yeminimi kef-faretlend irmek suretiyle bozarım.»
Yine Sahihayn'da sabit olmuştur ki, Resûlü-Ekrem, Abdurrahman bin Semurre'ye:
«Ey Abdurrahman bin Semurre! Sakın emir olmayı, baş olmayı isteme. Eğer istemeden Allah onu sana verirse Allah onun hususunda sana .yardım edecektir. Eğer istemenin sonunda Allah onu sana verirse, sen onunla başbaşa kalmış olursun. Herhangi bir şey yapmamaya dair yemin ettikten sonra yapmayı yapmamaktan daha hayırlı görürsen daha hayırlıyı yap ve yemininin keffaretini ver.»
Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Herhangi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya yemin eden bir kimse o şeyin gayrisini ondan daha hayırlı görürse, yemininin keffaretini versin, daha hayırlı hangisi ise onu işlesin.»
İmam Ahmed, Ebu Said'den, o da Halife bin Hayat'tan, o da Âmr bin Şuayb'tan, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Herhangi bir şeye dair yemin eden bir kimse, gayrisini ondan daha hayırlı görürse, onu terkedip, keffaretini verir. Veya onu terket-mek onun keffaretidir.»
Ebu Davud, Ebi Ubeydullah bin Ahnes, o Amr ibn Şua'yb, o da babasından, o da babasından rivayet etti:
«Ademoğlunun mülkünde olmayan bir şey için nezir yapmak ve yemin etmek yoktur. Allah'a isyan olan bir konuda nezr ve yemin yapmak yoktur. Sılayı rahmi kesmek hususunda nezr ve yemin yapmak yoktur. Kim ki herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda yemin eder, sonra onun gayrisini ondan daha hayırlı görürse, o şeyi bıraksın, daha hayırlı olanı yapsın. Onu bırakması onun keffaretidir.»
Ebu Davud; Resûlüllah'tan gelen bütün Hadisler, yemininin kef-faretini versin şeklindedir ve sıhhatlisi de bunlardır» dedi.
îbn Cerir, Âişe validemiz tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kim ki sılayı rahmi kesmeye veya, bir masiyeti yapmaya dair yemin ederse, onun o yeminden kurtuluşu, onu bozup keffaret vermesidir.»
Ibn Kesir «Bu hadis zayıftır. Çünkü hadisin ravisi Haris bin Ebi Rical Muhammed bin Abdurrahman'dır. Bu zatın hadisi terkedilmiştir ve bütün Muhaddisler katında hadisi zayıftır» diyor.
İbn Cerir, İbn Abbas, Said bin Museyyib, Mesruk ve Şabi'den rivayet etti ki, hepsi «Masiyet yapmak için yapılan bir yemin, yemin olmaz ve onun keffareti de yoktur.» demişlerdir. [24]
(225) Allah sizi rasgele yeminlerinizden ötürü sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kesbettiği (dilinizle beraber kastettiği) yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Allah çokça bağışlayıcı ve Halîm'dir. (Bol bilim sahibidir).
(226) Hanımlarına yanaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dönerler ise (bilsinler ki), Allah çokça bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
(227) Şayet boşanmaya kararlı iseler (bilsinler ki), Allah şüphesiz işitir ve bilir.
(238) Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız müddeti beklesinler. Eğer Allah ve Âhiret gününe inanmışlar ise rahimlerinde Allah'ın yarattığım gizlemek onlar için helâl değildir. İddet müddeti zarfında kocaları anlaşmak isterse, onları geri aJmaya kocaları daha çok uygundur. Eğer ıslah etmeyi kast ediyorlarsa!... Erkeklerin meşru şekilde kadınlar üzerinde haklan olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkeklerin onlardan bir ü stün derecesi vardır. Allah her şeye gücü yeten Aziz ve yerli yerinde h«rşeyi yapan Hakîm'-dir.
(229) Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak veya iyilikle bırakmaktır. İkisi Allah'ın sınırlarım koruyamamaktan korkmadıkça, kadınlara verdiklerinizden bir şey j«ri almanız sizin için helâl değildir. Eğer Allah'ın hudutlarım koruyamayacaklar diye kor-karsaniz, o zaman kadının fidye verip talakını v erdirmesinde, eşlerin ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın huduUandir. O hudutlan çiğnemeyiniz. Allah'ın hudutlannı çiğneyenler zalimlerin ta kendileridir.
(230) Eğer (üçüncü defa) yine boşarsa ontLan sonra kadın başkabirisi ile (normal yoldan) evlenmedikçe (ve normal yoldan boşanıp ikinci kocanın iddetini çekmedikçe) bir daha birinci kocaya helâl olmaz. Eğer bu yeni koca onu boşarsa Allah'ın sınırlanm gözeteceklerini de sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde herhangi bir günâh yoktur. Bunlar bilen kimseler için Allah'ın açıklamış olduğu sınırlandır[25].
(226) Âyette «el-lağv» tabiri, gelişigüzel yapılan konuşma ve yemin demektir. Bu yemin de kalp dil ile birleşmiyor. Meselâ, «Halil gel çorba iç! Hayır vallahi içmem.» sözündeki yemin gibi... Bu yeminlerde kalbin kastı ve niyeti yok, fakat bir dil sürçmesi ve kayması vardır. «Fakat Allah sizi kalblerinizin kesb ettiğinden ötürü cezalandinr.» Cümlesi, cezanın ve keffaretin ancak kalp ile dilin birleştiği yeminleri bozmakta olduğunu bildirir. .Ebu-Hanife, «Lağv yemini kişinin yalancı zannına binaen yaptığı yemindir.» dedi. Bu yoruma binaen âyetin tefsiri şöyledir:
«Sizi, yanlışlıkla yaptığınız yeminlerden ötürü değil, fakat, ancak kasten yaptığınız yeminlerden ötürü, Allah muaheze eder.» [26]
(225) İla, kişinin hanımı ile cinsi münâsebette bulunmayacağına dair yapmış olduğu yemindir. İşte bu meseleyi, «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır.» Âyeti izah etmektedir. Yani bu tür yemin edenler, dört aya kadar yeminlerini bozmayabilir, hanımları ile bir araya gelmeyebilirler. İmam-ı Şafiî'ye göre, bu müddet bittikten sonra bir talakla boş olunur.
îmam-ı Hanefî'ye göre, eğer ilâ müddetinde hanımla birleşir veya birleşeceğine dair söz verirse dönüşü doğru olur. Cinsi münâsebette bulunduğu taktirde keffaret gerekir. Aksi takdirde bir talakla boşanmış olur. Şafiîler, «Dört ay müddet bittikten sonra, ya bir araya gelip keffaret vermek, veya boşanmak teklifi ile karşı karşıya bırakılır. Hiç birisini yapmadığı takdirde kadı (hâkim) hanımın boşanmasına karar verir.» derler.
(228) Boşanmış kadınlar, kendi kendine üç ay başı halini geçirecek kadar iddet çekerler.» Burada geçen boşanmışlardan maksat, kendileri ile cinsi ilişki kurulan ve hayız görecek yaşta olan kadınlardır. Çünkü başka Ayetler ve Hadisler sadece nikâhı kıyılmış fakat kendisi ile cinsi ilişki kurulmamış kadınların iddet çekmeyeceğine delâlet ederler. Âyette, bahsi geçen kuru kelimesi, çoğuldur. Hayız haline de temizlik haline de söylenir. Esasında temizlikten hayıza geçmek demektir. Âyette de bu manâ kasdedilmiştir. Zira, rahmin boşluğuna hayz değil, temizlik delâlet eder. Hanefîler ise, bu fikirin tam tersini savunmuşlardır. Çünkü Cenabı Hak bir Âyette: «Hanımları iddetleri zamanında boşayınız» buyurmuştur. Meşru olan boşanma ise, hayz halinde olmaz. Resûlü-Ekrem'in, «Cariyenin talakı ikidir, iddet çekmesi de iki defa hayız görmesidir.» Hadisi ise, Müslim ve Buhari'nin rivayet ettikleri İbnü Ömer'in kıssasında varid olan Hadisle mukavemet edemez. O Hadis şöyledir: «Ey Ömer! Oğluna emret ki, hayız halinde boşadiğı hanımını yeniden nikâhının altına alsın! Sonra temizleninceye kadar, sonra hayza girince, sonra temizleninceye kadar tutsun! Bu durumlardan sonra, cinsî ilişki kurmadan önce isterse tutar, isterse boşar. İşte kadınların vaktinde boşanması emredilen iddet budur.»
«Kadınlar, eğer Allah'a ve Ahiret gününe imanları varsa, rahimlerinde Allah tarafından yaratılmışı gizlemesinler.»
Allah'ın rahimlerde yaratmış olduklarından maksat, çocuk veya hayzdır. Kadın onları iddetin tezce bitmesi veya kocanın dönüş hakkını iptal etmesini sağlamak için gizlememelidir. Bu Âyeti Celîle'de «İd-dette kadının sözü makbuldür.» hükmünün delili vardır.
«Kadınlar için, meşru olarak boyunlarında bulunan hak gibi bir hak vardır.» Yani kocaların boynunda tıpkı kocalarının onların boynunda olduğu gibi, haklan vardır. Ancak erkeklerin kadınlara karşı daha fazla haklan vardır. Zira kocaların hakları kadınların nefsinde-dir. Kadınların haklan ise, mehirleri, yetecek kadar nafakalan ve zarara uğratılmamalan gibi haklardır. Veya Âyetin manası: «Erkekler şeref ve fazilet yönünden kadınlardan üstündürler. Çünkü kadınları sevk ve idare eden ve nöbetçiliklerini yapan erkeklerdir. Evlenmenin gayesinde eşit olmalarına rağmen, erkek kadının hukukunu gözlemek ve nafakasını vermek özelliğine sahiptir.»
(229) «Talâk iki defadır!...» Yani ric'i talâk ikidir. Çünkü Resulü Ekrem'den soruldu: «Üçüncüsü nerde?» Cevap olarak buyurdu: «Veya iyilik ile bırakmaktır.» Yani Âyetin son cümlesini okudu.
Bâzı tefsir âlimlerine göre, Âyetin manâsı şudur: «Serî' boşama, ayn ayn olmak sureti ile birer talak ile boşamaktır.» Bu sırra binaen Hanefîler, «İki veya üç talakla boşamak bidattir. Önce hanıma «seni boşadım.» denecek, iddet bitinceye kadar beklenecek, durumunda herhangi bir değişiklik görülmez ise, ikinci kez «seni boşadım.» denecek ve yine iddet bitinceye kadar beklenecek. Pişmanlık gibi bir durum meydana gelmez ise, üçüncü talak ile boşayacak. Bu takdirde bir daha bu çift şer'î nikâh ile bir araya gelemez. Ancak normal olarak kadın evlenir, boşanır ve iddet çekerse yeniden eski kocası ile evlenebilir. [27]
«Kadınlara mehir olarak verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri almanız sizin için helâl değildir.»
Rivayete göre, münafık başı Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b. Kays'den hoşlanmazdı. Resûlüllah'a gelip, «Ne ben ne Sabit!.. Hiç bir şey artık Sabit ile başımı bir araya getiremez. Allah'a yemin ederim, Sabit'in dîninde ve ahlâkında bir ayıp göremiyorum. Fakat İslâm dîninde (olduğum halde) kâfirlikten (münafıklık) tiksiniyorum. Nefret ettiğimden ötürü Sabit ile artık geçinemiyorum. Çadmn eteğini kaldırdım, Sabit'in bir gurup erkekle beraber geldiğini gördüm. Baktım ki, hepsinden daha siyah, hepsinden daha kısa ve hepsinden daha çirkin idi» dedi. Bunun üzerine bahsi geçen Âyet nazil oldu. Cemile daha önce Sabit'ten mehir olarak aldığı bahçeyi geri verdi ve hulu yaptı, yani boşanmasını para ile sağladı.
Âyetteki hitap idarecileredir. «Siz almayınız» isnadı ise, o malın verilmesi kararı onlardan geldiğinden dolayıdır.
Ancak karı-koca Allah'ın sımrlannı çiğneyeceklerinden korkarlarsa ve sizde bunların bu korkularının yerinde olduğunu görürseniz o zaman kadının para verip boşanmasını sağlamakta herhangi bir beis yoktur. (îki taraf içinde...)
Bilinsin ki, bahsi geçen Âyetin zahiri, delâlet eder ki, kan ile koca arasında nefret ve geçimsizlik olmaz ise, hulu' caiz değildir. Ve yine delâlet eder ki, hulu' meselesinde kadın erkekten almış olduğu meh-rin tamamını verip boşanmayı temin eder ise, caiz değildir. Bu manâyı Resûlüllah'm şu Hadisi de desteklemektedir: «Hangi kadın ki, ko-casiyi e aralarında herhangi bir geçimsizlik olmadığı halde kocasından boşanmayı talep eder ise, o kadına Cennet kokusu haram olur.» Bir de şu hadis teyid eder: «Resûlüllah Cemile'den sordu: «Sen Sabit'in me-hir olarak sana vermiş olduğu bahçesini geri verebilecek misin?» Cemile, «Evet fazlası ile beraber veririm.» Resûlüllah: «Fazlasına gelince, hayır!» dedi.
Cumhuru ulemaya göre, fazlasının verilmesi mekruh olmakla beraber caizdir. Ve geçimsizlik olmaksızın da hulu' caizdir. Zira bir akidin men edilmesi, olduktan sonra fasit olmasına delâlet etmez. Hulu' meselesinde verilen para, fidye olarak verilmiş gibi yorumlanabilir. Çünkü Cenabı Hak, buna fidye ismini vermiştir. Hulu' talak tabiri ile icra edilmedikten sonra nikâhın feshi midir, boşanma mıdır hususunda ihtilâf edilmiştir.
(230 .(Üç talakla hanımı boşadıktan sonra hanım ikinci bir koca ile evlenip boşanmadiktan sonra birinci kocaya helâl olmaz.»
İbnül Müseyyep, bu Âyetin zahirine bakarak «Üç talakla boşanmış bir hanım, ikinci bir insan ile akdi nikâh ederse, aralannda cinsi mukarenet olmazsa da boşanırsa, birinci koca ile yeniden evlenebilir.» demiştir.
Cumhuru ulemaya göre, kesinlikle ikinci /kocanın cinsi münâsebette bulunması şarttır. Zira Rivayet ediliyor ki, Rifae'nin hanımı Re-sûlüllah'a, «Rifae beni boşadı ve talakımı üçledi, Zübeyr'in oğlu Ab-durrahman ile evlendim. Kesinlikle Abdurrahman'm yanındaki (Nesnesi) elbisenin eteği gibidir. Yani cinsi mukarenet yapamaz haldedir. Resûlüllah sordu: «Sen Rifae'ye dönmek istiyor musun?» Kadın: «Evet!» Resûlüllah: «Hayır dönemezsin. Tâ ki sen Abdurrahman'm balını, o da senin balını tatmadıkça!...» dedi. Böylece mutlak hükmü getiren Âyeti, Hadis kayıtlandırmış oluyor.
Bu hükmün nedeni, acelece boşanmaya başvurmamak, üç talakla boşanmışa dönüş yapmamak ve ondan vazgeçmektir.
Tahlil niyetiyle (yani eski kocasına helâl olsun şartı ile) ikinci kocaya nikâhı kıymak ve nikâhtan sonra boşanmayı şart koşmak, ekseri ulemaya göre fasittir. Ebu Hanife ise, kerahat ile beraber caiz görmüştür. Allah'ın Resulü, tahlil yapmaya kalkışan ilk kocaya da tahlil için nikâhı kabul eden ikinci kocaya da lanet etmiştir. Ekseri ulemaya göre, bu lanetlenme, nikâhın fasit olduğundan ileri geliyor. Ebu Hanîfe'ye göre; nikâhın fasit değil fakat, çirkin oluşundan ileri geliyor. [28]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(225) Allah sizi yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, (boş sözlerden) dolayı sorumlu tutmaz...»
Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen tefsirler:
İbn Abbas, Aişe validemiz ve ulema cumhuru «Boş söz» manasına gelen «lağv», kişinin rastgele «Hayır, vallahi», «Evet, vallahi» demesl-dir. Fakati bunu söylerken yemine inanarak söylemiyor ve yemin kas-dı da yoktur.» dediler.
Ebu Hureyre ve seleften bir cemaat «Lağvın manası; kişinin zannettiği bir şeyi essah imiş gibi göstermesine dair yemin etmesidir. Oysa o şey kişinin zannettiğinin hilaf madır, dediler... Bu görüş, aynı zamanda Hanefîlerin ve Zeydiyelerin de görüşüdür. İmam Malik «El Mu--vatta» adlı kitabında bu görüşü savunmuştur. İbn Abbas'tan rivayet ediliyor:
«Yemini-lağv, öfke halinde yapmış olduğuna yemindir.»
Tavus ve Mekhul, bu görüştedirler. Bu görüş, aynı zamanda İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir.
Bazı selef alimlerine göre, «Yemini lağv, günaha ait olan yemindir». Yani bir günah işlemeye yemin etmektir. Bunu Said bin Museyyib, Ebu Bekr bin Abdurrahman, Abdullah bin Zübeyr ve Urve bin Zu-beyr rivayet ettiler. Meselâ: Adam yemin ediyor ki içki içeceğim veya silaı rahmi keseceğim, işte bu, haramları işlemeye dair olan yemin, yemini lağvdır.
Bazıları da «yemini lağv, kişinin aleyhinde beddua etmesidir» diyor. Meselâ «Allah onun gözlerini kör etsin.» «Allah onun malını götürsün.» «O yahudidir», «o müşriktir» sözleri gibi. Bunu Zeyd bin Eşlem söyledi.
Mücahid «yemini lağv, iki kişi alışveriş yapıyor. Birisi 'vallahi şu kadara sana bunu satmam' der. Diğeri de 'vallahi ben şu kadarla sa-tınalmam' der. İşte bu, yemini lağvdır.» diyor.
Dahhak «Yemini lağv o yemindir ki, keffareti verilmiştir. Yani keffareti «verildiğinde manasız ve lağv kalır» demiştir.
Ebu Davud ve tbn Cübeyr, Ata bin Ebi Ribah tarikıyla rivayet etmişlerdir:
«Ata'dan 'yemini lağıv ne demektir?)) diye soruldu. Dedi ki; Aişe validemiz: Allah'ın Resulü; evinde kişi 'hayır vallahi', 'evet vallahi derse, o yemini lağvdır» dedi diye rivayet etti.
Abdurrezzak, Abn bin Humeyd ve îbn Cerir bu âyetin tefsirinde Aişe validemiz tarikıyla şunları rivayet ediyorlar:
«Yemini lağıv, cidal eden bir kavmin sözüdür. Birisi 'Hayır vallahi* diyor. Öbürüsü 'Hayır vallahi' diyor. Ve böylece aralarında yemin cereyan edip duruyor. Fakat kalbleri yüzdeyüz yemin üzerinde durmamıştır.»
îbni Cerir, İbni-Ebi Hâtim'den, o da Âişe validemizden naklediyor;
«Yemini lağıv, kişinin hayır, vallahi, evet vallahi demesi gibi şaka veya fuzuli konuşmalarda olan yemindir. Bunun herhangi bir keffareti yoktur. Keffaret, ancak kalbten gelerek yapılan yeminde vardır. Meselâ: Yapacağım diye yemin eder, sonra yapmaz. İşte bu tür yeminin keffareti verilmelidir.»
Îbn Cerir Hasan Basri tarikıyla rivayet ediyor:
Resûlü-Ekrem, bir kavmin yanından geçti. Onlar da ok atarlardı.
Resûlüllah ile beraber eshabtan bir zat da vardı. O ok atanlardan birisi oku attı, «Vallahi hedefe isabet ettirdim» dedi. Bazı kerreler «Vallahi yanüdım» diyorlardı. Resûlüllah ile beraber bulunan sahabe Cenab-ı Peygamberden:
— Ey Allah'ın Resulü! Kişi keffarete mahkûm oldu mu? diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
— Hayır! Ok atanların yeminleri lağıvdır, onda herhangi bir keffaret, herhangi bir ceza yoktur, buyurdu.
İbni-Ebi-Hâtim, Said bin Cübeyr tarikıyla rivayet ediyor:
«Yemini lağv, kişinin masiyet üzerine (yani masiyet işlemeye dair) yemin etmesidir.»
Abdurrezzak ve Abd ibn Humeyd, Nehai'den rivayet ediyorlar:
«Kişi herhangi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya dair yemin et-tikden sonra unutur yapmazsa, işte o, yemini lağıvdır.»
«Allah gafur ve halimdir» cümlesinin tefsirinde İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor:
Yani Cenab-ı Hak yapılan yeminin cezasını tatbik etmemek suretiyle gafur, yemini lağıvda keffareti kılmamak suretiyle halimdir. [29]
(226) Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu müddet içerisinde erkek yemininden dönerek hanımı ile birleşir keffaret verirlerse şüphesiz ki Allah bu şekilde yeminlerini bağışlayıcıdır, esirgeyicidir...»
«ilâ», yemin demektir. Kişi bir müddet hanımı ile cinsî ilişkide bulunmayacağına dair yemin ettiğinde ya bu yeminle belirttiği müddet dört aydan az veya daha fazla olacaktır. Eğer dört aydan az ise, o zamanın bitmesini bekleyebilir. Sonra hanımı ile cinsî ilişki kurar. Kadın da sabretmelidir. Bu müddet zarfında onu cinsî ilişkiye zorlama yetkisi de yoktur. Bu, «Sahihayn'da Âişe validemizden sabit olan hadiste böyle gelmiştir:
«Allah'ın Resulü hanımlarından bir ay uzak duracağına dair yemin etti. Ayın yirmi dokuzuncu günü hanımlarına dönüş yaptı ve «Bazen ay yirmi dokuz gün sürer» buyurdu.»
Yine Müslim ve Buhari, Ömer bin Hattab'tan benzerini rivayet etmişlerdir. Eğer müddet, dört aydan fazla ise, dört ay bitiminde kadın kocasından yatağına gelmesini taleb edebilir. Koca ya dönüş yapacak, cinsel ilişki kuracak veya kadını boşayacaktır. Hakim onu böyle yapmaya cebreder, zorlar. Ta ki kadına zarar dokunmasın. Bu âyeti celîle delâlet eder ki ilâ yani böyle yemin, sadece hür kadınlar hakkındadır, cariyeler hakkında yoktur. Cumhurun mezhebi de budur.
«Eğer dönüş yaparlarsa şüphesiz Allah gafur ve rahimdir» cümlesi delâlet eder ki dört aydan sonra dönüş yapanın üzerinde herhangi bir keffaret yoktur. Bu, bir görüştür. îmam Şafii'nin kadim içtihadı da böyledir. Ve bu görüş, daha önce Âmr ibn Şuayb'den,babasından, dedesinden gelen şu hadisle de tekid edilmektedir. «Resûlüllah; herhangi bir şeyi yapmamaya yemin eden bir insan, o şeyden daha hayırlısını gördüğünde, yeminini terkedip o, hayırlıyı işlerse, bu yaptığı, o yeminin keffareti olur.»
Hadisi îmam Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.
Cumhurun bu meselede üzerinde bulunduğu görüş şöyledir: Dört aydan sonra dönüş yapan bir insan keffaret verecektir. Çünkü keffa-retin her yemin edene vacib olduğu, bu hususta gelen naslardan anlaşılıyor.»
(227) Bu tür yemin edenler, eğer kadınlarını boşamaya karar verirse, onu yerine getirirler...»
Bu âyeti celîle, delâlet eder ki, boşanma, sadece dört ayın geçmesiyle vaki olmaz. Bu görüş cumhurun mutaahhirlerinin görüşüdür. Başkaları «Dört ay geçmesiyle bir talak düşer» demişlerdir. Bu da, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, îbn Mesud, îbn Abbas, İbn Ömer, Zeyd bin Sabit'ten sıhhatli senedlerden rivayet edilen hadislerden anlaşılıyor. İbn Şirin, Mesruk, Kasım, Salih, Hasan Basri, Ebu Seleme, Katade, Kadı Şureyh, Kubeyse bin Zueyb, Ata, Ebu Seleme bin Abdurrahman, Süleyman bin Terhan et-Teymi, İbrahim en-Nehai, Rebi bin Enes ve Süddi de bu görüştedirler.
Başka bir görüş, «Dört ayın geçmesiyle kadın ric'i olarak bir talakla boşanır.» Bunu da, Said bin Museyyib, Ebu Bekr bin Abdurrahman bin Haris bin Hişam, Mekhul, Rebia, Zühri, Mervan bin Hakem söylemişlerdir. Başka bir görüş «Bain bir talakla boşanır» şeklindedir. Hz. Ali, îbn Mesud, Hz. Osman, İbn Abbas, İbn Ömer, Zeyd bin Sabit'ten böyle rivayet edilmiştir. Hatta Cabir bin Zeyd, Mesruk, îkri-me, Hasan Basri, İbn Şirin, Muhammed bin Hanefiyye, İbrahim, Kubeyse bin Züeyb, Ebu Hanife, Sevri, Hasan bin Musaleh böyle dediler.
«Dört ayın geçmesiyle kadın boşanır» diyenler, kadının üzerine iddeti çekmeyi vacib kılmışlardır. Ancak İbn Abbas ve Ebu Şa'sâ'dan gelen rivayete göre; bu müddet zarfında kadın üç hayız görmüş ise, onun üzerinde herhangi bir iddet olmadığı şeklindedir. Yani yemin anından dört ayın bitimine kadar üç hayız geçirmiş ise, ikinci bir İddet çekmesi yoktur. Bu, îmam Şafii'nin de sözüdür. Fakat sonradan gelen cumhurun görüşü ise, «Dört ayın geçmesiyle talak düşmez. Mesele durdurulur. Kocadan ya dönüş yaparak hanımıyla cinsî ilişki kurmaya veya boşanmaya razı olması istenir. Malik, Nafi'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet etti:
«Kişi ilâ ederse (yani hanımıyla cinsî ilişki kurmayacağına dair yemin ederse) dört ay geçse dahi talakı düşmez. Durdurulur. Ya dönüş yapar veya boşar.»
Hadisi Buhari rivayet etmiştir.
İmam Şafii Süfyan bin Uyeyne'den, o Yahya bin Said'den, o Süleyman bin Yesar'dan rivayet etti:
«Ben, Resûlü-Ekrem'in eshabından on küsur kişiye yetiştim. Hepsi bu meselede yemin eden koca durdurulup ya boşanmaya razı olur ya dönüşe diyorlardı.»
Bunu aynı zamanda îmam Şafii Hz. Ali'den de rivayet ediyor. Ve bu, Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ayşe, Osman, Zeyd bin Sabit'ten rivayet ettiğimize de uygundur.
İbn Cerir, İbn Ebi Meryem'den, Yahya bin Eyyüp'ten, Ubeydullah bin Ömer'den, Süheyl bin Ebi Salih'ten, o da babasından rivayet ediyor:
«Resûlü-Ekrem'in eshabından on iki kişiye, hanımıyla cinsî ilişki kurmayacağına dair yemin edenin durumunu sordum. Hepsi; onun üzerinden dört ay geçinceye kadar herhangi bir şey yok. Dört ayın hitamında ya dönüş yapar veyahut ta boşar dediler!»
Darekutni de bu hadisi Süheyl tarikıyla rivayet etmiştir.
Ben de derim ki; bu, Ömer, Osman, Ali, Ebu Derda, Aişe, İbni-Ömer, Ibni-Abbas'tan rivayet edilmiştir. Said bin Museyyib, Ömer bin Abdulaziz, Mücahid, Tavus, Muhammed bin Kâab ve Kasım da böyle dediler ve aynı zamanda bu görüş, Malik, Şafii ve Ahmed bin Han-bel'in de mezhebidir. İbn Cerir'in de ihtiyarıdır. Leysin, İshak bin Re-havi, Ebu Ubeyd, Ebi Sevr ve Davud'un da görüşüdür. Bütün bunlar «Eğer dört ay sonunda hanımına dönüş yapmazsa, boşanmaya mecbur edilir. Eğer boşanmazsa hâkim ona vekâleten hanımı boşar. Ve talakta ric'i olur. tddet zamanında da dönüş yapabilir» dediler. İmam Malik «iddet zamanında hanımla cinsi ilişki kurmadan dönüş yapamaz» fikrini teK başına belirtmiştir. Fakat bu, cidden gariptir.[30]
Fâkihler, yemin eden bir İnsanın dört aya kadar bekletilmesi münasebetiyle İmam Malik bin Enes'in «Muvatta»da rivayet ettiği eseri nakletmişlerdir. Eser, Abdullah bin Dinar'dan geliyor. Hz. Ömer bir gece Medine sokaklarında gezerken bir kadının şu şiirleri okuduğunu dinledi:
«Dikkat!.. Bu gece uzadı.
Onun kenarları simsiyah kesildi
Uykumu kaçırdı.
Çünkü yanımda kendisiyle oynaşacağım bir dostum yok.
Allah'a yeminim olsun, eğer Allah'ı (onun azabını) murakabe etmeseydim, bu şeririn (yatağın) kenarları sarsılacaktı.»
Bunun üzerine Hz. Ömer kızı Hafsa validemizden sordu:
— Kadının kocasız sabredeceği müddet ne kadardır?
Hafsa:
— Alü veya dört aydır.»
Hz. Ömer:
— Ben artık askerlerden herhangi bir kimseyi altı veya dört aydan fazla hududlarda bekletmem» dedi.
(228) Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi beklerler...»
Bu ilâhî emir, hayz görecek çağda bulunan ve kendisi ile cinsî ilişki kurulduktan sonra boşanan kadınlaradır. Bu kadınlar kendi kendilerine boşandıktan sonra üç defa hayz görüp temizleninceye kadar beklerler. Dört mezhebin ittifakıyla bu bekleme hürre kadınlar içindir. Cariyeler bunun dışındadır. Cariye ise iki defa hayz görüp temizleninceye (yani hürrenin yarısı) kadar bekler. Esasında cariyenin bir buçuk defa beklemesi gerekirken iki defa hayız görüp temizleninceye dek beklemeli denildi. Çünkü hayz parçalanmaz.
tbni-Cerir, Müzahir bin Eşlem el-Mahzumi'den o da Kasım'dan, o da Aişe'den (R.A.) rivayet ediyor.
«Allah'ın Resulü (S.A.V.); cariyenin talakı, iki talaktır. Onun iddet çekmesi iki hayızdır.» buyurdu.
Hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmişlerdir.
Seleften bazıları «Cariyenin iddeti hürre kadının iddeti gibidir. Çünkü âyet geneldir. İddet de tabiî bir emirdir. Hürler ve cariyeler burada eşittirler» diyor. Bu görüş, Ebu-Ömer bin Abdulber'den, o da Muhammed bin Sirin'den ve zahir ehlinin bazılarından rivayet edilmiştir. Bu görüşü rivayet eden, zaif olduğunu da kaydetmiştir.
îbni Ebi-Hâtim, Esma binti Yezid bin Seken el Ensari'ye tarikiyle rivayet ediyor:
«ResûlüIIah'ın (S.A.V.) döneminde boşandım. O zaman boşanan kadınların herhangi bir iddeti yoktu. Ben boşandığım zaman Cenab-ı Hakk iddet âyetini — yani bu âyeti — nazil etti, diyor.»
Öyleyse hakkında iddet âyeti nazil olan ilk kadın Esma binti Zeyd'dir.
Selef, halef ve mezheb imamları âyette bahsedilen kur'un mânâsında ve ne demek olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları kuru'dan maksat, hayizden temizlenmektir, diyor. Malik El Muvat-ta'da îbni Şahab'tan, Urve'den, Âİşe'den rivayet ediyor:
«Ebu Bekr Sıddik'ın oğlu Abdurrahman'ın kızı Hafsa boşanmıştı. Üçüncü hayza girdiğinde iddet çekmekte olduğu yerden babasının evine intikal etti.»
Urve'nin bu hadisi Hafsa'nın kız kardeşi Umrete binti Abdurrah-man'dan soruldu. Umrete: «Urve doğru söylüyor» dedi.
Aişe validemizle bu hususu müzakere eden birçok kimseler oldu. Onlar«Şüphesiz Allah, Kur*an'mda üç kur'u diyor. Sen de, üçüncü hayza gir mekle iddet bitiyor diyorsun. Bu nasıl olur?».
Aişe validemiz:
«Siz doğru söylüyorsunuz. Fakat kurVlann ne demek olduğunu biliyor musunuz? Kuru'Iar temizliktir» buyurdu.
Malik, Nafi'den, o Abdullah bin Ömer'den rivayet ediyor: «Kişi hanımını boşadığı zaman, hanım üçüncü hayza girdiğinde kocasından, kocası da ondan ayrılmış olur. Alaka kesilmiş ve iddet bitmiş olur.»
îmam Malik «Bizim katımızda emir budur» diyor. Bunun benzerini İbn Abbas, Zeyd bin Sabit, Sabit, Salim, Kasım, Urve, Süleyman bin Yesar, Ebubekr bin Abdurrahman, Eban bin Osman, Ata bin ebi-Re-bah ve Katade, Zühri'den de rivayet etmiştir.
Malik'in, Şafii'nin, Davudi Zahiri'nin, Ebu Sevr'in mezhebi de budur. Bu görüş Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak: «Onlan iddetlerinde boşayınız. Yani temiz oldukları zaman boşaymız» buyurmuştur. Onların boşanmış olduklan zaman temizlik sayıldığına göre, bu temizlik üç temizlikten birisi olduğuna delâlet eder. Öyle ise ikinci temizlikten sonra, üçüncü hayza girdi mi iddet tamam olmuş demektir. Bunun için de bahsi geçen zatlar «İddet çeken kadın üçüncü hayza girdi mi kocasından tamamen boşanmış ve ayrılmış oluyor») diyorlar.
Kadının «iddetim bitmişdir» sözünü tasdik edecek en az zaman, otuz iki gün iki saatlik bir zamandır.
İkinci görüş, kuru'dan
maksat hayızdır. Kadın üçüncü hayızdan ttemizlenmedikçe iddeti bitmez. Bazıları
üçüncü hayizdan temizlenip yıkandıktan sonra iddeti biter dediler. Kadın «Benim
iddetim bitmiştir» dediğinde eğer otuz üç gün bir lahza üzerinden geçmişse bu
görüşe göre tasdik edilir.
Sevri, Mansur'dan, o
İbrahim'den, o Alkame'den rivayet ediyor: Biz Hz. Ömer'in (R.A.) yanında
oturuyorduk. Bir kadın gelip:
«Ey müminlerin emiri!
Kocam benden bir (veya iki) talakla ayrıldı. Sonra bana geldiğinde elbisemi
çıkarmış, kapımı kilitlemiştim, ne buyuruyorsun?..» dedi. Hz. Ömer, Abdullah
ibn Mesud'a hitaben:
«Onun kansı olduğu
kanaatini taşıyorum» dedi. Abdullah bin Mesud:
«Ben de bu görüşteyim»
dedi. Böylece Ebu Bekr Sıddik'tan, Ömer'den, Osman'dan, Ali'den, Ebi
Derda'dan, Ubade bin Samit'ten, Enes bin Malik'ten, İbn Mesud'dan, Ubey bin
Kaab, Ebu Musa el Eş'ari, İbn Abbas, Said bin Museyyib, Alkame, Esved, İbrahim,
Mücahid, Ata, Tavus, Said bin Cubeyr, İkrime, Muhammed bin Şirin, Hasan Basri,
Kat-tade, Şa'bi, Rebi, Mukatil bin Hayyan, Süddi, Mahan, Dehak ve Ata'-dan
rivayet edilmiştir. Hepsi Kuru, hayızdır demişlerdir. Ebu Hanife ve
arkadaşlarının mezhebi de budur. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetin en
sıhhatlisi de budur.
El Eşlem, İmam
Hanbel'den rivayet ediyor:
Eshabı Resûl'den
büyükler; «Kur'u, hayızdır» dediler. Sevri'nin, Evzai'nin, İbn Ebi Leylâ ve İbn
Şubreme'nin, Hasan bin Salih'in, İbn Huyey, Ebu Ubeyde, îshak bin Rehavey'in de
mezhebi budur.
Ebu Davud ve Nesei'nin
el Munzir bin Muğire'den, onun da Urve bin Zubeyr'den, onun da Fatıma binti Ubeyş'ten
rivayet ettiği hadis" bu görüşü takviye eder. Hadis şöyledir:
«Allah'ın Resulü
(S.A.V.); Fatuna binti Ebu Ubeyş'e: «Kur'u günlerinde namazı terket dedi.»
Eğer bu sened sahih ise, bu hadisi şerif kur'unun hayz manâsında olduğunu
açıkça belirtiyor. Fakat hadisin senedindeki el-Munzir, Ebu Hatım'ın görüşüne
göre meçhuldür, meşhur değildir. Fakat İbn Hibban onu itimad edilecek
muhaddisler arasında zikretmiştir.
Ibni-Cerir «Kur*un
esası, arap kelâmında adet olan bir şeyin vakti yani belli bir vakitte gelmesi
veya belli bir vakitte gitmesi, adet olan bir şeyin gitmesi demektir» diyor.
İbni-Cerir'in naklettiğimiz bu ibaresi iktiza eder kit kur'u hayız ile
temizlik arasında müşterek olsun. Çünkü hayz gider temizlik gelir. Temizlik
gider, hayz gelir. Usul alimlerinin bazıları da bu manayı kabullenmişlerdir.
Bu, el Esmai'nin de sözüdür. Çünkü «Kur'u vakit demektir» dedi.
Ebu Amr bin El-Ulâ
dedi ki: «Araplar hayza kur'u derler. îki hayz arasındaki temizliğe de kur'u
derler. Hayz ve temizliğe beraber de kur'u derler.»
Şeyh Ebu-ömer bin
Ebdulberr dedi ki:
«İlim ehlinden ve arap
lisanını bilen fakihlerden hiç kimse ihtilâf etmez ki, kur'udan maksad hayzdir.
Fakat kuru'dan temizlik de irade olunur. Ancak onlar da bu âyetteki kur'u hangi
manâda kullanıldığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.»
«Onların lehine de
aleyhlerindeki bilinen meşru hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için
onlar üzerinde bir derece vardır...»
Bu âyeti celîle
hakkında selefin görüşü:
Erkekler için
kadınların boynunda olan haklarına denk bir hak da kadınlar için erkeklerin
boynunda vardır. Herkes arkadaşının hakkını edâ etsin. Bilinen ve meşru olan
yoldan herkes boynuna vacib olanı yerine getirsin. Sahihi Müslim'de Cabir
tarikıyla gelen hadis:
Resûlü-Ekrem Veda
Hutbesinde buyurdular:
«Kadınlar hususunda
Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki sizler kadınları Allah'ın emanetiyle almış
bulunuyorsunuz. Onların nefislerini Allah'ın kelimesiyle, (nikâhla) helâl
kılmışsınız. Sizin için onların boynunda hak olarak şu vardır:
Onlar sizin
istemediğiniz bir kimseye yatağınızı çiğnetmeyecekler-dir. Eğer bunu
yaparlarsa, öldürücü olmayan bir vuruşla onları dövünüz. Onlar için sizin
boynunuzda onların nafakası vardır. Giyimleri vardır. Bu da bilinen ve meşru
bir dairede olacaktır.»
Behz bin Hakim,
Muaviye bin Hayde'den, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor; sordum:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizim hanımlarımızın boynumuzdaki hakları nelerdir?...»
— Yemek yediğin zaman ona da yedirmen, elbise
iydiğin zaman ona da giydirmen ve onun yüzüne vurmaman, ve ona çirkin sözler
söy-lememendir. Ancak evde onu terkedebilirsin diye cevab verdi...
Veki' Beşir bin
Süleyman'dan, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Ben, kadının benim
için süslenmesini sevdiğim gibi, kadın için o şekilde süslenmeyi severim. Çünkü
Cenab-ı Hak: «Kadınların boynunda bulunan hakkın dengi kadınlar için vardın)
buyuruyor.
Bu hadisi, İbni Cerir
ve İbni Ebi-Hâtim rivayet etmişlerdir.
Sünen ehli, Âmr bin
Ahves'ten rivayet ediyorlar:
Allah'ın Resulü
buyurdu: «Dikkat ediniz! Şüphesiz ki sîzin kadınlarınızın boynunda hakkınız
vardır. Kadınlarınızın da sizin boynunuzda haklan vardır. Sizin kadınların
boynundaki hakkınız sizin hoşunuza gitmeyen kimseye yataklarınızı
çiğnetmemeleri ve sizin hoşunuza gitmeyen bir kimseye evinize girmeye izin vermemeleridir.
Dikkat ediniz! Onların sizin boynunuzdaki hakları da onlara giyimlerinde ve
yemelerinde iyilik yapmanızdır.»
Hadisi, Tirmizi
rivayet etmiştir. Ahmed, Ebu Davud, Nesei, îbn Mace, İbn Cerir, Hakim ve
Beyhaki Muaviye bin Hayde'den daha önce bahsettiğimiz hadisi rivayet
etmişlerdir.
«Erkeklerin kadınlar
üzerinde dereceleri vardır...»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Bu, bir fazilettir.
Cenab-ı Hak erkeği bu fazilette kadından üstün kılmıştır. Bu fazilet,
cihaddır. Bir de erkeğin terekeden payı kadının payından fazladır. Bir de
erkeklerin kadınlardan fazla oldukları yaradılış, ev sahibi olmak, emrine itaat
edilmek, kadına infak etmekte, kadının ihtiyaçlarını yerine getirmek
yönündendir. Evet bu yönlerden erkek üstün bir dereceye sahibdir.
(229)
Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır...»
Bu âyeti celîle,
İslâm'ın başlangıcında bulunan durumu kaldırıcıdır. O durum şöyle idi: Kişi
hanımını yüz defa boşasa dahi onu nikâhının altına almak istediğinde herkesten
daha fazla hak sahibi sayılırdı ve geri alabilirdi. Yeter ki iddet bitmezden
önce olsun. Fakat bu durum, kadınlar hakkında zararlı olduğundan Cenab-ı Hak
talakı (boşanmayı) üçe irca buyurdu. Bir talakta, iki talakta ricat yani kadının
kocası tarafından tekrar nikâhına döndürülmesini mubah kıldı. Üçüncü talak
etti mi tamamen etmesine Cenab-ı Hak hüküm buyurdu. «Boşamak iki türlüdür. Ya
iyilikte tutmak veya .güzellikle bırakmaktır.»
Ahmed bin Muhammed el
Mervezi, Ali bin Hüseyin bin Vakıd'dan o da babasından, o da Yezid ul
Nahvi'den, o da İkrime'den, o da îbni Abbas'tan rivayet ediyor:
«Boşanmış kadınlar,
kendi kendilerine üç kur'u (hayız veya temizlenme) süresi beklerler. Eğer
Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz.»
âyeti indiğinde ki§İ
hanımını üç talakla dahi boşarsa onu yeniden nikâhının altına (ricat yapmak
suretiyle) almaya daha müstahak sayılırdı. Fakat «Boşanma iki defadır, ya
iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktım âyeti, yukarıda bahsi geçen âyeti
neshetti.
Nesei, Hişam Bin
Urve'den, o da babasından rivayet ediyor: «Bir kişi hanımına; «Hiç bir zaman
seni boşamayacağım ve hiç bir zaman da seni nikâhımın altına almayacağımı)
dedi. Kadın:
— Bu nasıl olur? dedi. Kişi:
— Seni boşanm. Senin iddetinin bitimine yakın
bir zamanda tek-raren «Seni nikâhımın altına aldım» diye ricat ederim. Böylece
devam eder gider» dedi. Bunun üzerine kadın Resûlüllah'a geldi ve bu durumu
Cenab-ı Peygambere arzetti. Allah (C.C.) da buna cevab olarak:
«Boşanma iki defadır:
Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır» âyetini gönderdi. îbn Cerir
Tefsirinde Cerir bin Abdulhamid'in tarikıyla Urve'den gelen şu hadisi rivayet
etti:
Islâmın başlangıcında
kişi karısını kaç talakla boşamış olursa olsun iddet bitmezden önce ricat
etmek suretiyle onu nikâhının altına almaya daha müstahaktı. Ensardan bir kişi
hanımından öfkelendi. Ve ona hitaben:
«Yemin ederim, ne seni
nikâhımın altına alır, ne de senden ayn-lınm...» dedi. Kadın:
— Bu nasıl olur?
Kişi:
— Seni boşayacağım.
İddetinin bitimi yaklaştı mı seni almaya tek-raren müracaat edeceğim. Bu
müracaattan sonra tekrar boşayacağım. Ve ikinci iddetinin bitimi yaklaştı mı
tekraren seni nikâhımın altına alacağım» dedi. Bunun üzerine kadın Resûlüllah'a
gelip bu durumu arzetti. Cenab-ı Hak «Boşanma iki defadır: Ya iyilikle tutmak
ya da güzellikle bırakmaktır» âyetini gönderdi.
Yani hanımı bir veya
iki talakla boşadığın zaman sen muhayyersin. Hanımın iddeti bitmeden önce
istersen yeniden ıslah ve ihsanı niyet ederek kadını nikâhının altına
alabilirsin. İstersen iddeti bitinceye kadar terkeder, iddet bitti mi senden
boşanmış olur. Onun dizginini bırakmış olur ve ona iyilik etmiş olursun. Sakın
onun hakkında herhangi bir zulme kayma. Ona herhangi bir zarar verme niyetini
taşıma.
tbni-Ebi Talha, İbn
Abbas'tan rivayet eder:
«Kişi, hanımını iki
talakla boşadığı zaman, bu hususta (yani üçüncünün hususunda) Allah'tan
korksun. Ya iyilikle ve ıslah niyetiyle onu alsın nikâhının altına. Aldıktan
sonra da onunla güzel arkadaşlık yapsın. Veya iyilikle onun dizginini
bıraksın, ona herhangi bir zulüm yapmasın.»
Îbni-Ebi-Hâtim, Süfyan
Sevri tankıyla İsmail bin Semi'den rivayet etti. O da Ebu-Racim'den:
«Bir kişi Resûlüllah'a
geldi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Siz «Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır»
âyetine dikkat ediyor musunuz? Acaba üçüncü talak nerdedir?»
Cenab-ı Peygamber
(S.A.V.):
«Veya iyilikle
bırakmak kelimesi, üçüncü talaktır» buyurdu. Abd bin Humeyd tefsirinde Yezid
bin Ebi'l-Hakim'den, o Süfyan'-dan, o İsmail bin Semiğ'den rivayet etti.
Ebu-Razi el-Esedi der ki:
Bir kişi Allah'ın
Resûlü'ne geldi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Allah «Talak ikidir» diyor. Acaba üçüncüsü nerede?»
Cenab-ı Peygamber:
«Üçüncüsü ya iyilikle
tatmak veya. güzellikle bırakmak'dır kelimesidir» dedi.
îmana Ahmed, Said bin
Mansur da Halit bin Abdullah'tan, o İsmail bin Zekeriya'dan, o Ebi
Muaviye'den, o İsmail bin Semi'den o da Ebi Razi'den aynı hadisi rivayet
ettiler.
«Kadınlara verdiğiniz
bir şeyi geri almanız sizin için helâl olmaz...»
Ebu Davud «Nasihninde
ve Îbni-Ebi-Hâtim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Kişi, gerek mehir
olarak hanımına verdiği malından gerekse hanımın diğer mallarından yerdi. Ve
hanımımı} malından yemek, herhangi bir günahı gerektirmez kanaatini taşıyordu.
Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi ve böylece bu âyetten sonra hanımların mallarından
ancak onların nzalanyla birşey alabiliyorlar. Yoksa haramdır.
imam Malik, Şafii,
Ahmed, Ebu Davud, Nesei, Beyhaki, Abdurrah-man'ın kızı Ümre'nin tarikıyla
rivayet ettiler. O da Şehrin kızı Habi-be'den rivayet etti. Habibe Sabit bin
Kays'ı seviyordu. Cenab-ı Peygamber sabah namazına çıktı. Habibe'yi karanlıkta
kocası Sabit'in kapısında gördü ve «Sen kimsin?» diye sordu. «Ben Sehl'in kızı
Habi-be'yim» dedi. «Niçin orada duruyorsun?» Habibe:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ne ben ne de Sabit (geçinemiyoruz)» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah geçip gitti.
Sabit bin Kays namaza geldiğinde Allah'ın Resulü ona:
«İşte Sehl'in kızı
Habibe, Allah dilediği kadarım söyledi.» dedi. Bu esnada orada bulunan Habibe:
«Ey Allah'ın Resulü!
Sabit'in bana mihr olarak verdiği bütün mallan katımdadır» dedi. Bunun üzerine
Resûlüllah, Sabit'e:
— Habibe'den mallarını
al ve boşa, dedi. Sabit de Habibe'den ma-lmı aldı ve boşadı. Habibe, babasının
yanında iddet çekti...
îbn Cerir, İbn
Cüreyç'ten rivayet etti:
Bu âyet, Sabit bin
Kays ve zevcesi Habibe hakkında nazil oldu. Habibe kocası Sabit'i Resûlüllah'a
şikâyet etti. Cenab-ı Peygamber Ha-bibe'ye:
— Sen kocana, mihr olarak almış olduğun bostanı
geri verir misin? diye sordu. Habibe:
— Evet, dedi.
Resûlüllah Sabit'i davet etti ve onları Sabit'e söyledi. Sabit:
— Ya Besûlellah! Ben
onu alırsam bana helâl olur mu?
Resûlüllah:
— Evet, olur. Sabit:
— öyleyse ben kabul ettim, dedi. Ve bunun
üzerine bu âyet indi.
Abdurrezzak, Ebu
Davud, tbn Cerir ve Beyhaki, Umre tarikıyla o da Âişe validemizden bunun
benzerini rivayet etmişlerdir.
Buhari, Nesei, İbn
Mace, İbn Abbas tankıyla rivayet ettile:
«SelüTün oğlu münafık
başı Abdullah'ın kızı Cemile, Sabit bin Kays bin Şemmas'ın kansı idi.
Peygamber'e (S.A.V.) gelip:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben Sabit'in ahlâkında ve dininde her hangi bir ayıp görmüyorum ve onu
kınamıyorum. Fakat buğz olarak ona tahammül etmeye de gücüm yok. Ben İslâm
dininde küfrü yaşamayı da hoş görmüyorum» dedi.
Resûlüllah:
— Sen Sabit'e, ondan almış olduğun bostanı geri
verir misin? diye sordu. Cemile:
«Evet ya Resûlellah»
dedi. Resûlüllah: «Ey Sabit! Bostanı al ve onu boşa» buyurdu. Beyhaki Ata
tarikıyla rivayet etti: Bir kadın Resûlüllah'a gelip:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben kocamdan buğzediyor ve ondan ayrılmayı istiyorum» dedi. Resulü Ekrem:
«Sana sidak ve mihr
olarak verdiği bostanı geri verir misin?»
diye sordu. Kadın:
«Evet, veririm.
Fazlasını da veririm» dedi. Cenab-ı Peygamber: «Fazlası İse, o, senin malındır,
verme» buyurdu!... îbn Cerir, Hz. Ömer'den rivayet ediyor:
Muhale'a (Hulu'
yapmak) yoluyla kocalarından ayrılmak isteyen bazı kadınlar için «Hanımından
bir küpe almak suretiyle dahi olsa onunla muhalea muamelesini yap» diye
kocalarına emir verirdi..
Abdurrezzak'ın Hz.
Ömer'den rivayet ettiği bir lafzıda:
«Hulu' yoluyla
kocasından ayrılmak isteyen kadının kocasına onun saç bağı (saça vurulan
tokası) karşısında dahi olsa Muhalea' yap ve onu bırak» diye gelmiştir.
Buhari; Hz. Osman, saç
bağından az olan bir şeye karşılık da hulu' caiz görüyordu diyor.
Abd bin Humeyd ve
Beyhaki, Ata'dan rivayet ettiler:
Cenab-ı Peygamber
kadına verilen mehirden fazlasını hulu' muamelesinden ötürü almayı kerih görüp
hoşlanmazdı. Hulu' yoluyla (yani mal vermek suretiyle) kocasından ayrılmak
isteyen kadınların aleyhinde birçok hadisler varid olmuştur. Onlardan birisi
Ahmed, Ebu Da-vud, Tirmizi, Ibn Meçe, İbn Cerir, Hakim ve Beyhaki'nin rivayet
ettikleri şu hadistir:
«Aralarında herhangi
bir geçimsizlik olmaksızın kocasından boşanmak istiyen kadına Allah Cennet
kokusunu almayı dahi haram kılar.»
Seleften büyük bîr
gurup ve halefin de imamları, «Hulu, ancak kadınlar tarafından ayrılık, söz
dinlememe, baş gösterirse, caiz olur. Koca o zaman para karşılığında kadını
boşayabilir. Çünkü Cenab-ı Hak «Onlara vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi almak
size helâl değildir. Ancak eşler Allah'ın hududlarıni ikame etmekten
korkarlarsa mesele değişir» buyuruyor. Yani Hulu' ancak bu durumda olabilir. Bu
durumun gayrisinde ancak bir delille olabilir. Asıl Hul'un yok olmasıdır.»
dediler. Bunu, îbn Abbas, Tavus,
İbrahim, Ata, Hasan Basri,
cumhur savunmuştur.
Hatta Malik ve Evzai «Eğer talak ric'i ise hanıma zarar verici olduğu halde
kocanın ondan aldığı birşeyi geri vermesi vacibtir.» İmam Malik «Halkı
(Medine'lileri) üzerinde bulduğum durum bu idi» diyor. Şafii «Hulu' ihtilâf
halinde caizdir. İttifak halinde tariki evlâ ile caiz olur» diyor. Bu görüş,
Şafii'nin bütün arkadaşlarının görüşüdür. Ancak Şeyh Ebu-Ömer bin Abdulberr
«El İztizkâr» adlı kitabında Bekr bin Abdullah el Muzeni'den rivayet etti:
«Hulu', «Eğer onların birisine bir kantar verirseniz onlardan hiçbir şey almayınız»
âyetiyle nesholunmuştur. Îbni-Cerir de Muzeni'den bunu rivayet etmiştir. Fakat
bu, zaif bir sözdür, söyleyene reddedilecek bir mehazdır.»
İbni Cerir: «Bu âyetin
Sabit bin Kays bin Şemmas ve Habibe bin-ti Abdullah bin Ubey bin Selül'ün
hakkında nazil olmuştur» diyor.
İmam Malik «Muvatta»da
Yahya bin Said tarikıyla Umrete binti Abdurrahman bin Said bin Zürare'den
rivayet etti. Bu hanım da, Üm-mü-Habibe binti Sehl Ensari'den rivayet etti:
«Habibe, Sabit bin
Kays bin Şemmas'm hanımı idi. Resûlüllah sabah namazına çıktı. Habibe'yi
Sabit'in kapısında, karanlıkta gördü. Ve «Sen kimsin?» dedi. Habibe:
«Ben Habibe binti
Şehrim» dedi. «Niçin duruyorsun?»
«Ne ben ne de Kays'ın
oğlu Sabit» diye cevab verdi. Sabit geldiğinde Resûlüllah ona:
«Bu, Sehl'in kızı
Habibe'dlr. Allah'ın dilediğini söyledi» dedi. Habibe:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bana verdiklerinin hepsi benim yanımdadır. (Hemen iade etmeye hazırım)» dedi.
Resûlüllah; Sabit'e:
«O verdiklerini
Habibe'den al!» dedi. Sabit onları aldı. Ve Habibe babasının evine gidip oturdu
( orada iddetini çekti.) İmam AhmeU, Abdurrahman bin Malik'ten böyle rivayet
etmiştir.
Îbni-Cerir, Abdullah
bin Ribah tarikıyla rivayet etti:
Abdullah bin Ubey bin
Selül'ün kızı Cemile, Sabit bin Kays'ın hanımı idi. Araları açıldı. Resûlüllah
gönderip Cemile'den sordu:
«Ey Cemile! Sabitin nesine razı olmuyorsun?»
Cemile:
«Vallahi onun din ve
ahlâkının hiçbirini kerih görmedim. Ancak ben onun kısa boylu oluşundan
hoşlanmıyorum» dedi. Resûlüllah:
«O halde onun
bostanını kendisine ver» dedi. Habibe:
«Veririm ya
Resûlellah!» dedi. Bostanı geri verdi ve Resûlüllah onların aralarını ayırdı.
îbni Cerir, İkrime'den
sordu: «HUL'un aslı var mıdır?» Cevap olarak dedi ki:
«İbn Abbas diyordu ki;
İslâm'da ilk oluşan hulu' hadisesi Abdullah bin Ubey bin Selül'ün kız
kardeşinin hadisesidir. Bu hatun Resû-lüllah'a geldi ve:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim başımla koçanım başı hiçbir şeyi hiçbir zaman bir araya getirmez. Ben
perdenin bir tarafını kaldırdım. Kocamın bir kaç kişinin arasında geldiğini
gördüm. Baktım hepsinden daha siyah ve hepsinden daha kısa boyludur ve fizyonumu
bakımından hepsinden daha çirkindir.» dedi.
Kocası:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben malımın en faziletlisini, bostanımı ona mihir olarak vermiştim. Eğer
bostanımı bana geri verirse, boğarım» dedi.
Resûlüllah ona:
«Ey kadın? Sen ne
dersin?» diye sordu. Kadın:
«Evet, onun bostanını
geri veririm. İsterse fazlasını da
veririm»
dedi. Böylece
Resûlüllah onları ayırdı.
Kişinin mihir olarak
verdiği maldan fazlasını hanımından alıp onu bırakması caiz midir, değil midir
konusunda ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre; fazla alması, caizdir. Çünkü
Cenab-ı Hak «Kadının verip nefsini kurtardığı şeyde ikisinin üzerine de
herhangi bir hareç, (günah) yoktur» diyor.
İbni Cerir, bize Yakub
bin İbrahim, ona îbn Aliyye, ona Eyyup, ona îbn Semurre azadlısı Kuseyr rivayet
etti:
Hz. Ömer'e (R.A.)
naçize bir kadın getirildi. Onu köhne ve mezbelelik olan bir eve kapattı.
Ertesi gün onu çağırdı. «O, evi nasıl buldun?» diye sordu. Kadın:
«Ben, kocamın evinde
herhangi bir rahat görmedim. Ancak beni hapsettiğin bu gecede rahat gördüm.» dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, (R.A.) kocasına:
«Onunla hulu'
muamelesini yap. Sana sadece küpesini verse dahi, muhaleha muamelesinde bulun.»
diye emir verdi. Zira kadın mezbeleliği evinden daha rahat görecek derecede
bıkmış görünüyordu. Bu durumda onun muaşereti hiçbir faide getiremezdir.
Abdurrezzak İbn
Samurre'nin azadlısı Kuseyr'den rivayet ediyor. O da bunun benzerini söyledi.
Fakat onun rivayetinde «Hz. Ömer, (R.A.) kadını orada üç gün hapsetti» diye
geçiyor.
Said bin Ebul-Urube,
Kattade'den, Humeyd'den rivayet ediyor:
«Bir kadın Hz. Ömer'e
gelerek kocasını şikâyet etti. Hz. Ömer o kadını o gece mezbelelik evinde
bıraktırdı. Sabahleyin ona sordu:
«Sen, yerini nasıl
buldun?»
Kadın:
«Ben bu geceden daha
hoş bir geceyi kocamın katında geçirme-dim» deyince Hz. Ömer (R.A.), kadının
kocasına:
«Onun saç bağının
bahasına olsa dahi al ve onu boşa» dedi. Abd bin Humeyd ve Beyhaki, Ata'dan
rivayet ettiler:
Muhalea' yapan kocanın
nikâhın başlangıcında hanımına vermiş olduğu mihrden fazlasını almasını Cenab-ı
Peygamber kerih görüyordu.
[31]
(230) Eğer
koca karısını ikinci talaktan sonra bir kere daha bo-şarsa, bundan sonra kadın
başka bir erkekle nikâhlanmadıkça ilk kocasına helâl olmaz...»
Cenab-ı Hak bu âyeti
celîlesinde: «Eğer koca karısını üç talakla boşarsa başka bir erkekle evlenip,
ondan da boşanıp iddet çekmeden birinci kocasına helâl olmaz» buyuruyor. Bu,
boşanmaya sürat edilmemesi, ulu orta boşanmaya gidilmemesi bakımından ilâhî
bir zecr-dir.
îmam Şafii,
Abdurrezzak, bin Ebi Şeybe, îmam Ahmed, îmam Bu-hari, Müslim, Tirmizİ, Nesei,
İbn Mace ve Beyhaki Âişe validemizden rivayet ettiler:
Rifa'el Kurezi'nin
hanımı Resûlüllah'a geldi:
— Ey Allah'ın Resulü!
Ben Rifa'nın nikâhı altında idim. Beni boşadı ve talaki bitte yaptı. Yani üç
talakla beni boşadı. Ben Zübeyr'in oğlu Abdurrahman'la evlendim. Abdurrahman'ın
katında ancak elbisemin kenarı gibisi vardır. (Durumum ne olacaktır?..)
Bunun üzerine Cenab-ı
Peygamber tebessüm etti ve buyurdu:
«Rifa'ya yeniden
dönmek istiyor musun? Fakat dönemezsin. Ta ki sen Abdurrahman'ın balçığını, o
da senin balçığını tatmazsan.»
(Yani ikinci koca
cinsî ilişkide bulunmadıkça, seni boşayıp iddeti-ni çekmedikçe birinci kocana
varamazsın demektir.)
Abdurrezzak, bin Ebi
Şeybe, Ahmed, Nesei, îbni Mace, Îbni-Cerir, Beyhaki Hz. Ömer'den (R.A.) bunun
benzerini merfu olarak rivayet etmişlerdir.
Fâkihlerin birçoğunun
arasında Said bin Museyyib «üç talakla boşanmış bir hanıımn ilk kocasına helâl
olması için, ikinci bir akdin yapılması kâfidir» dediği meşhur olmuştur. Fakat
bu rivayetin Said bin Museyyib'ten gelmesinde nazar vardır. Bununla beraber
Şeyh Ebu-Ömerbin Abdulberr «El-İztizkâr» adlı eserinde Said bin Museyyib'ten
bunu rivayet etmektedir. Allah daha iyisini bilir.
Ebu Cafer bin Cerir
buyurdu. Ona İbn Bişar, ona Muhammed bin Cafer, ona Şube, ona Alkame bin
Mersed, ona Salim bin Rezin, ona Salim bin Abdullah, ona Said bin Museyyib îbn
Ömer'den rivayet etti:
Allah'ın Resûlü'nden;
evlenen bir insan hanımıyla cinsî ilişki, kurmazdan evvel üç talakla boşarsa,
ikinci bir koca onu nikâh eder, o
da
onunla cinsi ilişki kurmazdan önce boşarsa, acaba birinci kocasına dönüş
yapabilir mi? diye sordu. «Hayır, kadın ikinci kocanın balçığını, ikinci koca
da kadının balçığını tatmadan birinci kocaya helâl olmaz».
İmam Ahmed, Nesei ve
İbn Mace Süfyanı Sevri'den, o da Alkame bin Mursed'den, o da Rezin bin Süleyman
el-Ahmeri'den, o da İbn Ömer'den rivayet ediyor: Allah'ın Resûlü'nden soruldu:
— Kişi hanımını üç talakla boşuyor. Başka
birisi onunla evleniyor. Kapıyı kilitliyor, perdeleri sarkıtıyor. Sonra onu
cinsî ilişki olmadan boşuyor. Acaba bu kadın birinci kocasına helâl olur mu?
Cevab:-
— Hayır! Kadın ikinci
kocasının balını tatmadıkca birinciye yeniden evlenmesi helâl olmaz.
İkinci kocadan maksat,
ikinci kez bir kişi kadını istekli olarak nikahlayacak ve nikahlama anında da
onunla daima bir şekilde yaşamayı kastedecektir. Nitekim evlenmenin hedefi de
budur. Yapmacık bir evlenme veya bir saat, iki saat veya bir gece sonra
boşanmak maksadıyla olan bir evlenme devamlılık sıfatım taşımadığından dolayı
batıldır. İmam Malik «Bununla beraber ikinci koca hammla helâl bir şekilde
cinsî ilişki kurmalıdır. Eğer kadın ihramda veya oruçlu veya iti-kâfta veya
hayıziı veya nifas kanını görmek üzereyken veya kocası oruçlu veya ihramlı veya
itikâflı iken cinsî ilişki aralarında bu haram durumda kurulursa, bundan sonra
kadın boşanıp, iddeti çekerse, birinci kocasına helâl olmaz. Eğer ikinci koca
zimmi ise, o zimminin nikâh etmesiyle kadın birinci kocasına helâl olmaz.
Çünkü kâfirlerin nikahlan bizim katımızda batıldır.
Hasan Basri'den Ebu
Ömer bin Abdulberr'in rivayet ettiğine göre, cinsî ilişki kurmakla beraber
meninin akkmasını da şart koşmuştur. Çünkü Resulü Ekrem «Hayır, birinci
kocanla evlenemezsin. Ancak sen ikinci kocanın balını, o da senin balını
tatarsa evlenebilirsin» buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, ikinci kocanın
cinsî ilişki kurmasıyla beraber menisinin aksaması da şarttır.
Muhalülin (yani üç
talakla boşanmış kadını birinci kocasına helâl kılmak maksadıyla kadınla
ikinci evlenen kişinin) zammedilmesi
ve lanetlenmesi hakkında birçok hadisler varid
olmuştur. İkinci koca nikâh aktedilirken «Benim maksadım, onu birinci kocasına
helâl kılmaktır» derse, cumhura göre nikâh batıldır.
1) îbn
Mes'ud'dan:
Allah'ın Resulü «Dak
yapana, dak yaptırana, saça saç ekleyene ve saçına saç ekletene, ilk kocasına
helâl olsun diye boşanmış kadını nikâh edene, ve buna rıza gösteren ilk
kocasına, Riba yiyene ve yedirene lanet etmiştir.»
2) Hz.
Ali'den: Allah'ın Resulü:
Riba yiyene ve
yedirene, ve Riba muamelesinin iki şahidine ve bu muamelenin kâtibine, güzellik
için olursa, dak yaptırana ve yaptırtana, sadakayı menedene, boşanmış kadmı
kocasına helâl kılmak maksadıyla o, kadınla evlenen (Muhallil)e ve buna rıza
gösteren birinci kocaya lanet okumuştur. Cenab-ı Peygamber, cenazelerde sesli
ağlamaktan da nehyetmiştir.
3) Cabir'den;
Allah'ın Resulü üç talakla boşanmış kadını kocasına helâl kılmak
maksadıyla nikâh edene ve buna nza
gösteren ilk kocasına lanet etmiştir.»
4) Akabe bin
Amr'dan geliyor: Allah'ın Resulü: «Size, mustear tekeden haber vereyim mi?»
diye sordu. Eshab-ı Güzin: «Evet, ey Allah'ın Resulü! Haber ver» dediler.
Resulü Ekrem:
«Mustear yani emaneten
sahibinden alınmış teke, üç talakla boşanan kadım kocasına helâl etmek
maksadıyla kadınla evlenen kişidir. Allah, hem bu maksatla evlenene, hem de
kadını boşayıp buna rıza gösterene lanet etmiştir.»
5) îbn
Abbas'tan geliyor: Allah'ın Resulü, Muhallile hülle yapan kişiye hülle yapmaya göz yuman
ilk kocaya lanet etti.»
6) Yine İbn
Abbas'tan gelen altıncı hadis: Allah'ın Resdûlü'nden hülle nikâhı hakkında
sordum:
«Bu, olmaz. Ancak
rağbet ve istek nikâhıyle olur. Herhangi bir şeyi gizlemek maksadıyla yapılan
nikâhla olmaz. Allah'ın kitabıyla is
tihza edilemez. Sonra nikâh eden kişi kadının balını tadacaktır.»
7) Ebu
Hureyre'den geliyor: Allah'ın Resulü hülle yapana ve kendisi için hülle
yapılmasına razı olana lanet etmiştir.»
8) İbni-Ömer'den
geliyor: Bir kişi İbni-Ömer'e gelip hanımını üç talakla boşayan, onun emri
olmaksızın onunla bir din kardeşi evlenir, ta ki ona hanımı helâl kılsın. Acaba
bu evlenme ile o hanım birinci kocasına helâl olur mu? İbn Ömer, hayır, ancak
rağbet nikâhı vardır. Biz bu tür nikâhı Allah Resûlü'nün zamanında zina
sayardık!» dedi.
Ebu Bekr bin Ebi
Şeybe, Museyyib bin Rafi'den, o Kubeyse bin Ca-ir'den o da Hz. Ömer'den rivayet
ediyor: Bana Muhallü ile Muhallelu-leh yani tahlil yapan ve kendisi için tahlil
yapılan, (hülle yapılan) kişiler getirirlerse onları recmederim.»
Beyhaki, îbn
Lehi'a'dan, o da Bükeyir bin Eşed'den, o da Süleyman bin Yesar'dan rivayet
etti: Hz. Osman'a (R.A.) üç talakla boşanan kadın kocasına helâl olsun diye
nikâh eden bir kişi getirildi. Hz. Osman o kadınla ikinci kocasının arasını
derhal tefrik etti. Bu durum, Hz. Ali'den (K.V.), İbn Abbas'tan ve birçok
sahabeden böylece rivayet edilmiştir. Eğer ikinci koca rağbetli olarak
evlenirse, ve kadınla cinsî ilişki kurduktan sonra onu boşarsa, o vakit kadın
ikinci idde-tini çektikten sonra birinci kocasıyla evlenebilir. Eğer Allah'ın
hudud-lannı yerine getirmeyi sanıyorlarsa (Yani normal bir şekilde geçim
sağlayacaklarım ümid ediyorlarsa) evlenebilirler...
Kişi karısını bir
talak veya iki talakla boşarsa iddeti bitinceye kadar da «Ben seni yeniden
nikâhımın altına aidimi} demezse veyahut ta cinsî ilişki kurmazsa (yani ricat
yapmazsa), kadını gidip başka bir erkekle evlenirse, ikinci koca kadınla cinsî
ilişki kurduktan sonra onu boşarsa, ikinci boşanmadan gelen iddeti biterse,
sonra birinci koca ile evlenirse, acaba bu evlenme üç talaktan geri kalmış
üçüncü talakla mıdır? Ki Şafii, Maliki,
Hanbel bunu söylüyorlar ve sahabeden bir gurup da bunu söylemişler veyahut ta ikinci koca daha önceki talakı
tamamen yıkmış, birinci koca ile yemden evlendiği zaman, üç talakla mı birinci
kocanın nikâhına girer? Bu ikinci görüşü, Ebu Hani-fe ve arkadaşları
savunmuşlardır. Onların delilleri, ikinci koca birinci kocanın üç talakını
tamamen yıkıyor. Öyleyse üçün altındaki talakları yıkması daha kolaydır.
[32]
(231) Kadınları
boşayıp onlar da, iddetlerini çekip bitirince ya onları örf ve âdet üzere
nikâhınızın altında tutunuz veya iyilikle bo-şayınız. Onlara zarar vermek
maksadı ile onları nikâhınızın altında tutmayınız. Bunu yaptığınız taktirde Allah'ın hududunu çiğnemiş
olursunuz. Bu işi yapan bir kimse kendisine zulüm etmiş olur. Sakın hâ Allah'ın
Âyetlerini eğlence yapmayınız. Allah'ın size vermiş olduğu nimetlerini
hatırlayınız. Allah'ın size indirmiş olduğu Kitap ve hikmeti anınız. Size
indirilenle Allah, size öğüt veriyor. Allah'dan korkunuz. Biliniz ki, Allah
şüphesiz herşeyi bilicidir.
(232) Kadınları
boşadığınızda onlar da iddetlerini
tamamladıklarında, sakın âdet gereğince aralarında barışıp muvafakat
meydana gelen kocalarına varmalarında zorluk çıkarıp engel olmayınız. Bu bir
hükümdür; bununla sizden Allah'a ve «Son Gün»e îman eden bir kimseye nasihat
verilir. Bu şekilde hareket etmek sizin için daha uygun ve daha temizdir. Zira
Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.
(233) Anneler
çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için tam iki sene emzirirler. Bu
müddet zarfında emziren annenin örf ve âdet gereğince yiyeceği ve giyeceği,
çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse gücünün yetmediğinden fazlasıyla yükümlü
tutulmaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir baba çocuğundan ötürü zarara
sokulmasın. Mirasçıya da aynı şeyleri yapmak gerektir. Eğer anne ile baba
aralarında istişare ederek ve anlaşarak çocuklarını sütten kesmek isterler ise,
ikisine de sorumluluk yoktur. (Ey müminler!) Eğer çocuklarınızı süt anneye
vermek isterseniz, takdir ettiğiniz ücreti iyilikle verdiğiniz takdirde size
sorumluluk yoktur. Allah'tan korkunuz. Biliniz ki, şüphesiz Allah sizin
yaptıklarınızı görücüdür.
[33]
(231)
«Kadınları boşadığımz zaman, onlar iddetlerini çekerlerse!..» iddetinin sonuna
yaklaşırsa demektir. Zira fiilen iddetin tamamını çekerse, artık müracaat
yoktur. Ve «O zaman ya onları iyilikle nikâhlarınızın altına alınız veya
iyilikle yakalarım bırakınız!» hükmünü id-dete bağlamak, sıhhatli olmaz. Çünkü
kuca iddetinin müddeti bitmiş kadını eski nikahının altına alamaz. Ancak yeni
bir nikâhla olur. «Müddeti uzatmak suretiyle zarar vermek için onları yeniden
nikâhınızın altına almayınız,» Bu şekilde onları fidye verip kendilerini kurtarmaya
mecbur bırakmayınız. Bunu yapan koca, nefsine zulmetmiş olur.
«Sabin Allah'ın
Ayetlerini alaya almayınız!..» îslâmm başlangıcında kişi, evlenir, köle azad
eder ve nikâh kıyar, boşardı. «Ben oynuyorum!» diye öğünürdü. Bunun üzerine bu
Âyet nazil oldu.
Bu konuda aynca
Allah'ın Resûlü'nden «Üç şey var. Onların ciddiyeti de ciddiyettir. Şakası da
ciddiyettir. Onlar; boşanma, evlenme ve azadetmektir!..» hadîsi gelmiştir.
Yâni bir insan şakayla kölesine «Seni azad ettim» dese, köle azad olur. Matrak
olarak hanımına «Seni boşadım!» dese dinen kadın boş olmuş sayılır.
«Allah'ın size olan
nimetini anınız!» Hidayet ve Hz. Muhammed'in Peygamberliği o nimetlerdendir.
«Size inen Kitab ve hikmeti hatırlayınız!..» Kitab, Kur'an, hikmet ise,
Resûlüllah'm sünnetidir. Nimetlerin cümlesinden olan Kitab ve Sünneti, özel
olarak zikretmek, onların şerefini izhar etmek içindir.
(232)
«Kadınları boşadığımz ve iddet müddetlerini doldurdukları zaman kocalanyle
yeniden evlenmelerine mâni olmayınız!...» Bu Âyeti celî-lenin Muhatabları
kadınların velileridir. Çünkü rivayet edilir ki, bu âyet «Ma'kıl bin Yesar»
hakkında nazil olmuştur. Mâkıl, kız kardeşi «Cümeylâ»nın eski kocasına
dönmesine mâni oldu. Yeni nikâhla evlen: melerine karşı çıktı.
Bu Âyet «Kadın kendi
kendini evlendiremezn hükmünün delilidir. Zira eğer kadın kendini evlendirebilseydi,
o zaman velîsinin mâni olmasının hiç bir manâsı kalmazdı.
Aynı zamanda Âyetin
muhatabları, iddetin bitimine rağmen eski hanımlarının evlenmesine mâni olmak
istiyen zorba kocalardır. Boşadığımz kadınların evlenmesine düşmanlık yapıp
mâni olmayınız, demektir. Üçüncü bir görüşe göre, Âyetin muhatabları bütün
insanlardır. Yâni «Ey Müslümanlar! Aralarınızda bu işi yapan olmasın!» demektir.
Zira böyle yapan aranızda olur siz de razı olursanız, hepiniz günahkâr
olursunuz.
[34]
(233)
«Anneler tam iki sene çocuklarını emzirirler!...» Bu, esasında bir emirdir.
Rabbimiz, «Emzirsinler» veya «Emziriniz» yerinde «Emzirirler!» tabirini,
mübalağayı ifade etsin diye kullanmıştır. Bu emrin manâsı nedip veya vücubdur.
Yâni anneye «emzir» demesi, «emzirirsen daha iyidir.» Veya «ille emzir»
demektir. Çocuk, annesinin sütünden başka süt içmezse, veya annesinden başka
süt verecek kadın bulunmazsa, bu takdirde annenin emzirmesi vâcib olur. Baba,
ücretle çocuğu emzirmeye güç yetirmezse yine anneye emzirmek vâcib olur. Buradaki
anneler, ister boşanmış anneler olsun ister başkaları olsun. Kocaları
çocuklarına iki sene süt vermek isteğinde bulunursa, anneler çocuklarına süt
vermek hususunda önceliğe sahibdirler. İstekli değüse-ler, o zaman çocuk başka
bir kadına verilir. Bu hükmünün muhatabı babalardır. Zira çocuğun nafakası gibi
emzirilmesi de babaya aid ve onun boynuna vâcibdir.
Emzirmenin en uzun
müddeti, iki senedir. İki seneden sonraki emzirmeler nazarı itibare alınmaz.
İki seneden az bir zamanda çocuğu sütten kesmek caizdir. Bütün bu hükümler,
bahsi geçen Âyetten anlaşılmaktadır.
Âyette «bil-maruf»
tabiri hâkimin takdir ettiği ve nafaka verenin de gücü yettiği kadar demektir.
Nitekim «Hiçbir nefis gücünün yetmediğiyle mükellef tutulmaz» Âyeti de bu hükmü
pekiştirmektedir.
«Ne anne, ne de baba
evlâdından ötürü zarara uğratılsın!.» yâni eşler çocuk hususunda birbirlerine
zorluklar çıkarmasın, zarar vermesin. Güç yetmez tekliflerle karşı karşıya
bırakmasınlar birbirlerini!...
«Vârisin boynunda da onun benzeri vardır!..»
Nasıl ki çocuğun
babasına onu emzirenin nafakası, giyeceği ve sair hakları vacibse, vârisine de
aynı şeyleri emzirene vermesi vâcibdir. Baba öldüğünde vârisi olan çocuğunun
malından masrafları çıkarır. Bazı tefsirlere göre ana ve babadan hangisi
hayatta kalırsa ona nafakanın verilmesi intikal eder. Îbnu-Ebi Leylâ'ya göre;
Âyetye bahsi geçen vâris, çocuğun vârisi demektir. Ebu-Hanife'ye göre; vârisi
demek, onun mahremi demektir. Ebu-Zeyd'e göre, vârisi demek akrabaları demektir.
Bütün bu görüşler mu'teber birer içtihaddırlar.
«Eğer çocuklarınıza
süt veren dâyeler tutmak istiyorsanız, sizin herhangi bir günâhınız olmaz!..»
Bu Âyeti celîle, baba
çocuğunu emzirmek için başka kadına verebilir; annesini çocuğu emzirmekten
menedebilir hükmünü getiriyor. Aynca Âyet, çocuğun terbiye ve taliminin babaya
ait olması gibi, büyütmesinin de onun ödevi olduğunu hatırlatıyor. Fakat
«AUah'dan korkunuz!» cümlesi, bu işin hissi tarafına kaçmamayı ve sadece anne
mutazarrır olsun diye ondan çocuğu esirgemek yönüne kaçmamayı emreder. Eğer
babanın kanaati, çocuğun yaran annesine değil başka bir bakıcı kadına vermeyi
gerektiriyor radde de ise, o zaman verebilir!
Kocanın çocuğuna
bakmak, ev hizmetlerini yapmak, çamaşırım yıkamak, yemeğini pişirmek ve sair
hizmetleri kadının boynuna farz değildir. Yaparsa, iyilik yapar Allah'ı razı
eder. Böylece çocuğunu emzirmek, annenin aslî vazifesi değildir. Dilerse
yapar. Beri tarafda koca da kadına her istediğini vermek mecburiyetinde
değildir. Normal nafakasını, kışlık ve yazlık elbiselerini, yatacağı yeri ve
zarurî geçimini temin eder. Milyonluk mobilya, yüzbinlerle altın ve mücevherat,
yüzlerce elbiseler, onlarca ayakkabılar ve saireyi almak kocanın aslî ve
zorunlu vazifesi değildir. Amma taraflar birbirlerine fedakârlık yapıyorsa, o
da güzel ve sevaptır. Bugünkü toplumumuzda bu örf ve âdet câridir, bu türü
takib ediliyor. Evin içinden kadın, dışından erkek mesuldür, kanaati
cemiyetimizde hâkim bir görüştür.
[35]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(231) Siz
kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirmeye yakın onları ya iyilikle
tutun veya iyilikle boşayımz...»
Bu âyeti celîle
hakkında gelen eserler:
Cenab-ı Hak bu âyetle
kocalara emrediyor: Hanginiz hanımını bo-şarsa, boşamasından sonra ricat hakkı
vardır. İddeti bitmek üzere olduğu ve ancak ricat edecek kadar zaman
kaldığında, ya ricat ederek, onu yeniden nikâhının altına alıp tutar veya ricat
etmeksizin iddeti-nin bitmesini güzelce bekler. Herhangi bir mücadele yapmadan
ve çirkin sözler sarfetmeksizin evinden çıkarır.
«Yoksa haklarına
tecavüz etmek için zararlarına onları tutmayınız. ..»
Bu âyetin tefsirinde
İbn Abbas, Mücahid, Mesruk, Hasan Basri, Katade. Dahhak Rebi, Mukatil bin Hayyan
dediler:
İslâm'ın başlangıcında
kişi hanımını boşuyordu. İddeti bitmek üzere iken müracaat ediyor, tekrar
nikâhının altına alıyordu. Bunu ıslah için değilde, kadını zarara sokmak için
yapıyorlardı. Kadın gidip başka bir erkekle evlenmesin diye yapıyordu. Sonra
tekraren onu bo-şuyor. Kadın ikinci iddet çekiyor. îddetin bitimine yaklaşınca
tekraren ricat yapmak suretiyle tutuyordu. Ta ki iddet uzasın. İşte Cenab-ı
Hak bu âyetle bu durumu yasakladı. Ve bu durumla iştigal eden bir kimse
hakkında «Kim ki Allah'ın emrine muhalefet eder, bunu böyle yaparsa, o, nefsine
zulmetmiştir» buyurdu.
«Allah'ın üzerinizdeki
nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kur*an'i ve ondaki hikmeti düşünün.
Allah'tan korkun ve bilin ki Allah herşeyi kemaliyle bilicidir...»
İbn Cerir, Ebu
Küreyb'ten, o îsak bin Mansur'dan, o da Ebu Musa el-Eş'ari'nin tankıyla
rivayet ediyor:
Cenab-ı Peygamber
Eş'arilere kızdı. Ebu Musa Resûlüllah'a geldi:
— Ey Allah'ın Resulü! Sen benim kabilem olan
Eş'arilerden kızmış mısın?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
— Sizden birisi, ben boşadım, (sonra iddet
bitimine yakın), ricat ettim dedi. Böyle
yapmak, müslümanlann boşanması değildir. Kadım iddetinden önce boşayınız.»
dedi.
Mesruk: «Allah'ın
âyetlerini sakın istihza konusu etmeyiniz» âyetinin muhatabı olan kişi, gerçek
manâda hanımını boşamamıştir. Fakat boşamak ve geri dönmek suretiyle ona zarar
vermek isteyen kişidir.
Hasan Basri, Katade,
Ata el-Hurasanî, Rebi, Mukatil bin Hayyan, «Bu, o kişidir ki boşuyor sonra ben
şaka ettim» diyor. Veya azad eden veya evlenen, sonra «Ben hata ettim diyen»
kişiler hakkında nazil olmuştur. Cenab-ı Hak, şakadan boşanmayı ve şakadan
nikâh kıymayı terketmeyi kişinin boynuna farzetmiş oluyor.
İbn Merduyeh, mücahid
yoluyla o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Kişinin birisi
oynaşmak maksadıyla hanımını boşadı. Gayesi boşamak değildi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi. Resûl-i Ekrem de onun hanımının boşanmış
olduğunu ona lâzım kıldı.
İbni Ebi-Hâtim, Hasan
Basri'den rivayet ediyor:
Kişi hanımı boşuyordu.
Sonra: «Ben şaka ettim» diyordu. Kölesini azad ediyordu. Sonra: «Şaka ettim»
diyordu. Bir kadının nikâhını kabul ediyor, «Ben şaka ettim» diyordu. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.
Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Kim ki karısını
boşarsa veya kölesini azad ederse veya herhangi bir kadının nikâhını kabul
ederse veya herhangi bir kadını başkasına nikâh ederse ister ciddi olsun ister şakacı onun yaptığı
geçerlidir.»
Yine Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Üç şey vardır, kim ki
şaka veya ciddiyet yoluyla onları söylerse, geçerli olmuş olurlar. Onlar,
boşanmak, azad etmek ve evlenmek.»
İbn Maceh, Abdurrahman
bin Habib'in yoluyla Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü «Üç
şey vardır. Onların ciddisi de ciddiyettir, şakası da ciddiyettir: Nikâh, Talak
ve Ricat» buyurdu.
Tinnizi «bu hadis,
hasen ve gariptir» dedi. «Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız...»
Bu âyeti celüenin
tefsirinde selef şunları söyledi: Allah'ın hidayetle size peygamber,
açıklayıcı belgeler ve mucizeler göndermesini hatırlayınız. Sizin üzerinize
kitab ve hikmetle indirdiğini de hatırlayınız.
Buradaki «Hikmet»
sünnettir, yani hadisi şeriflerdir. Cenab-ı Hak, o, indirdiği ile size emreder,
yasaklar. Haramları işlemekten Ötürü sizi te'dib eder.
[36]
Talak, îslâm dininde
helâldir. Fakat «Allah'ın (C.C.) katında en buğzedilen helâl talaktır»
hadisiyle talakın mebğuz olduğunu Allah'ın Resulü tesbit etmiş oluyor.
(232)
Kadınları boşadığınizda iddetlerini bitirdiler mi aralarında meşru bir şekilde
anlaştıkları takdirde, (Ey veliler) artık kocalarına varmalarında zorluk
çıkarıp engel olmayınız.»
Ali bin Ebi-Talha, İbn
Abbas'tan rivayet etti: Bu âyet, hanımını bir veya iki talakla boşayan, iddeti
bittikten sonra onunla yeniden evlenmek isteyen veya yeniden müracaat etmek
isteyen koca ile aynı istekte olan kadın ve bu müracaata veya yeniden
evlenmeye mani olmaya kalkışan velileri hakkında nazil olmuştur. Cenab-ı Hak,
kadının velilerini böyle yapmaktan menetti.
Mesruk, İbrahim
en-Nehai, Zühri, Dahhak da «Bu âyet, bu konuda nazil olmuştur» demişlerdir. Bu
âyeti celîlede, kadının nefsini direkt olarak evlendirmeye yetkili olmadığı
delili vardır. Nikâhta bir velinin olmasının şart olduğuna dair delil vardır.
Nitekim Tirmizi ve İbn Cerir böyle demişlerdir. Ve nitekim hadisde de «kadın
kadını ev-lendiremez. Kadın kendi nefsini de evlendiremez. Şüphesiz zina eden
kadın nefsini evlendiremeyen kadındır» Duyurulmuştur.
Başka bir eserde
«Nikâh, ancak irşad edici bir veli ve adil olan iki şahitle aktedilir.»
Rivayete göre; bu
ayeti celile, Ma'kal bin Yesar el-Müzeni ve kız-kardeşi hakkanda nazil
olmuştur. Bulıari, Sahih'inde bu âyeti tefsir ederken şunları söylüyor:
Bize Ubeydullah bin
Said, ona Ebu-Âmr el-Ukbi, ona Übbad bin Raşid, ona Hasan, ona Ma'kıl bin Yesar
haber verdi:
Ma'kü bin Yesar'ın
kızkardeşini kocası boşadı. İddeti bittikten sonra kocası yeniden onu istedi.
Makil ona kızkardeşini vermekten imtina etti ve bu âyet o zaman nazil oldu.
Ebu Davud, Tirmizi, İbni-Ma-ce bu şekilde rivayet etmişlerdir. Tirmizi «Hadisi
sahihtir» dedi. Tir-mizi'nin lafzı şöyledir: Makel bin Yesar Resûlüllah'm
zamanında kız-kardeşini müslümanlardan birisiyle evlendirdi. Kocasının yanında
uzun bir zaman durdu. Sonra kocası onu bir talakla boşadı. İddeti bitinceye
kadar ricat da yapmadı. Fakat kalbi hanımıyla idi, kadının kalbi de kocasıyla
idi. Sonra gidip Makıl'dan kızkardeşini istedi. Makıl ona:
«Ey lekâ oğlu lekâ!»
(namerd oğlu namerd)
«Ben onu sana ikram
olarak verdim. Onu seninle evlendirdim. Fakat sen onu boşadın. Allah'a yemin
ederim artık hiçbir zaman o, sana dönmeyecektir.» Fakat Allah kocanın kadına
ihtiyacını, kadının da kocasına ihtiyacının olduğunu bildiği için bu âyeti
indirdi. Makel, âyeti dinledikten sonra «Benim Rabbimitı emri başgöz
üzerindedir dedi. Sonra eniştesini çağırdı. «Ben kızkardeşimi seninle
evlendiririm ve sana ikram ederim» dedi.
İbni-Mace,
İbni-Merduyeh «yeminimin de keffaretini vereceğim»
fazlalığını da
eklediler.
İbni-Cerir, İbn
Cüreyç'ten rivayet ediyor:
«Kadın Yesar'ın kızı
Cemil (veya Cümeyle)dir. Ebul Bedah'ın nikâhında idi.»
Süfyan İshak
el-Subeyhi'den rivayet ediyor: «Hakkında âyet gelen Yesar'm kızı Fatime'dir.»
Es-Süddi «Bu âyet,
Cabir bin Abdullah ve amcasının kızı hakkında nazil olmuştur» dedi. Fakat en
sıhhatli görüş, Makıl biri Yesar'ın ve kızkardeşinin hakkında inmiş olmasıdır.
(233) Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler
çocuklarını iki tam yıl emzirirler...»
Bu âyeti celîlenin
tefsirinde Abdurrezzak ve İbn Cerir Mücahid'-den şunları rivayet ettiler:
Boşanmış kadınlar
çocuklarını tam iki sene emzirirler. Babasına zorluk olsun diye anne çocuğunu
emzirmekten imtina etmemelidir!.
Ebu Davud «Nasih»inde
ve İbni-Ebi-Hâtim Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiler: Çocuğu emzirecek bir
kimseyi bulamadığı takdirde, anne çocuğunu babasına atamaz. Anne de çocuğunu
emzirmek istediği halde baba çocuğunu ondan alıp emzirmek için başkasına
veremez. Şayet verirlerse veya anne çocuğu babasına bu durumda atarsa birbirlerine
zarar vermiş oluyorlar.
Ayette bahsedilen
«varis» de ölünün velisidir.
Abdurrezzak ve Abd bin
Humeyd, İbn Sirin'den rivayet ediyorlar: Bir kadın çocuğunun nafakasını çocuğun
varisinden almak üzere Abdullah bin Ukbe bin Mesud'e müracaat etti. Abdullah
«Nafaka çocuğun malında vacibtir» dedi ve varise dönerek: «Sen Cenab'ı Haklan
«varisin üzerinde onun misli vardır» âyetine bakmaz mısın?» dedi. Ve «Eğer
çocuğun malı olmasaydı senin üzerine nafakayı yüklerdim» diye ilâve etti.
İbn Cerir ve Nuhhas,
Kubeyse bin Züheyp'ten rivayet ettiler: Âyette bahsedilen varisten maksat, çocuktur.
Çünkü o ölenin varisidir. Yani eğer malı varsa, çocuğun nafakası çocuğun
boynundadır.
Veki', Abdullah bin
Muğaffil'den rivayet ediyor:
«Çocuğun emzirme
ücreti, onun mirastan düşen payından çıkarılır.»
İbni-Cerir,
İbni-Munzir, Ata el-Hürasani'nin tarikıyla İbni Abbas'-tan rivayet ediyorlar:
«Varisin üzerinde onun
misli vardır» âyetin manâsı; çocuğun babası çocuğa herhangi bir mal bırakmamış
ise, sütten kesilinceye kadar nafakası vardır...»
İbni Cerir, Dahhak'tan
rivayet ediyor:
«Bu âyetteki «fisal»
çocuğu sütten ayırmak demektir.»
Veki', Süfyan,
Abdurrezzak ve tbnİ-Cerir Mücahid'den rivayet ediyorlar:
((Ayetteki istişare
çocuğu iki seneden önce sütten kesmek hususundaki istişaredir. Kadın (çocuğun
annesi) kendi başına çocuğu sütten kesemez. Ancak babası razı olursa keser.
Babası da çocuğu iki yaştan önce sütten kestiremez. Ancak annesi razı olursa
kestirir.»
Abdurrezzak, Abd bin
Humeyd ve tbni-Cerir Ata'dan rivayet ettiler:
«Eğer çocuklarının
emzirmek isterseniz örfe uygun vereceğinizi ödedikten sonra size bir sorumluluk
yoktur» âyetin manâsı; çocuğun annesi veya başka bir kadın böyle bir emzirme
talebinde bulunursa, o, emzirene de ücreti verilmiş ise, o vakit herhangi bir
beis yoktur.
tbni-Ebi-Hâtim, İbn
Şehab'tan rivayet ediyor:
«Bu âyetin manası,
anne ve baba isteyerek böyle bir karara varırlarsa, zarar yoktur.»
[37]
(234) Sizden
vefat edip geride eşler bırakanların eşleri kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler (iddet çekerler) Müddetlerinin sonuna vardıklarında, o
kadınların kendi haklarında uygun
şekilde yaptıklarından dolayı sizlere her hangi bir sorumluluk yoktur. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.
(235) İddet
çekmekte olan kadınlara kapalı bir tarzda evlenme teklif etmenizde veya
kalbinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde sizin için günâh yoktur. Allah
bilir ki, siz onları anacaksınız, sakın onlarla gizli vaatleşmelerde
bulunmayınız. Ancak onlara normal söz söylemeniz müstesnadır. Müddeti sona
erinceye kadar nikâh aktini yapmaya kalkışmayınız. Biliniz ki, Allah şüphesiz içinizde olam bilir. O halde
Allah'dan sakınınız. Biliniz ki, Allah şüphesiz çokça bağışlayandır ve çokça
Halimdir.
(236) Kadınlara
yaklaşmadan ve mehirlerini tayin etmeden onları boşarsanız, size her hangi bir
sorumluluk yüklenmez. Böyle kadınları faydalandırınız. Zengin olanınız
kudretince, fakir olan da kudretin-ce> uygun bir şekilde
faydalandırsın. (Boşanmış hanıma
birşeyler versin.) Bu şekil, iyi davrananların boynuna bir haktır.
(237) Eğer
kadınları, el sürmeden önce, fakat mehirlerini tayin etmiş olduğunuz halde
boşarsanız, onlara mehrin yansı vardır. Ancak onlar haklarından vaz geçerlerse,
veya nikâhın düğümü elinde bulunan onu af ederse, o zaman birşey lâzım gelmez.
Af etmeniz takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği unutmayınız. Şüphesiz ki,
Allah işlediklerinizi görücüdür.
[38]
(234) ölen
bir insanın hanımı hamile değil ise, dört ay on gün İddet çeker; ondan sonra
başka bir kocaya gidebilir. Bu müddetin takdir edilmesinde hikmet şudur:
Rahimdeki çocuk erkek ise üç ayda kız ise dört ayda çoğu kez kıpırdama yapar.
Bunun için dört ay iddet kabul edilmiş ve on günde ihtiyaten eklenmiştir.
İmam-ı Şafii'ye göre,
Müslüman kadın ile Kitap ehli olan kadın bu hükümde eşittirler.
El-EsanVe göre, hür
kadın ile cariye, hamile, ile hamile olmayan bu hükümde eşittirler. Fakat
kıyas, cariyenin iddetinin hürün iddeti-nin yarısı kadar olmasını ister. İcma
ise, hamile olan kadının iddetini çocuğunu doğurmasına bağlar. Çünkü Cenab-ı
Hak başka bir Âyette: «Hamile bulunan kadınların iddetleri doğum yapmalarıdır.»
(Talak: 1) buyuruyor.
Hz. Ali ve İbnu
Abbas'dan gelen bir rivayete göre, kadın, iki id-detten (yani dört ay on gün
ile, doğumdan) hangisi daha yakın ise, onu çeker.»
«Kadınlar îddetlerini
bitirdikleri zaman onların kendi kendileri hakkında yaptıklarından size bir
mesuliyet düşmez.»
Bu hitap, ya sadece
Müslüman idarecilere veya bütün Müslüman-laradır. Yani hanımlar iddet çekerken
kendilerine haram olan evlenmeyi, başkası ile evlenme sözünü vermek gibi
durumları, iddetten sonra yaparlar ise, mesul olmadıkları gibi siz de mesul
olmazsınız. Tabiî ki, şer'an caiz olduğu şekilde olmak şartı vardır. Aksi
takdirde yaptıklarından idareciler veya bütün ümmet sorumlu olur.
[39]
Açık bir şekilde söylemek
yasaktır. Fakat dolaylı yollardan ve kapalı bir şekilde söylemeye Kur'ân yol
vermektedir.
(235) İddet çeken kadınlara kapalı bir şekilde evlenme
teklif etmenizde veya böyle bir şeyi içinizden geçirmenizde size bir
sorumluluk yoktur.»
Âyette bahsi geçen «hıtbe»
kadına talip olmak ve Allah'ın emri ile dolaylı yollardan istemek demektir.
Meselâ: «Sen güzelsin!» veya «Ben evlenmek istiyorum.» gibi lâfızlarla
kendisine talip olduğunu bildirmek.
Ayette bahsi geçen
gizlilikten maksat, nikâh veya cinsî mukare-nettir. Çünkü gizli söylenen
bunlardır. Yani iddet çeken hanıma böyle bir vaat verilemez. İddet zarfında
nikâh kıymayı yasaklayan Âyet, «Farz olan iddet son bulmadıkça nikâh akdine
azmetmeyiniz. Biliniz ki, Allah sizin kalbinizde olanı bilir. O halde Allah'dan
sakınınız!» dır. Eğer kadın bir veya iki talak ile ric'î şekilde boşanmış ise,
iddet çekerken ona ne açık ve ne de kapalı evlenme teklifi yapılamaz. Zira
kocası her an dönüş yapabilir.
(236) Nikâh
kıyılmış fakat cinsi mükarenet olmamış ve nikâh kıyıhrken de mehir tayin
edilmemiş bir kadın boşanırsa, bu kadının iddet çekmesi lâzım değildir. Ve
kocası ona mehir vermek mecburiyetinde değildir. Ancak bu mesele de omita'»
veya «temettü» tâbir edilen ve hakim tarafından takdir yapılan bir mal verilir.
Bu «Mita»yı zengin haline göre, fakir de haline göre verir. Bu hususa
ResulüUah'm şu hadîsi delâlet eder.
Ensarlı bir kişiye:
«Evine getirdiğin ve cinsi ilişki kurmazdan önce boşamış olduğun hanımına
başındaki kalensüve dahî olsa Mita' olarak ver!»
îmam-ı Ebu-Hanife'ye
göre mita' kişinin sosyal durumuna göre, bir entari, bir yorgan ve bir baş
örtüsü olabilir. Kadının mehrül-mîsli bunlardan az ise, o zaman mehrül-müslin
yansı kadar verilir. Âyetin mefhumuna göre, Mita' ancak evine getirip temas
etmezden önce bıraktığı kadına verilir.
Eğer mehrini tayin
etmiş fakat temas etmezden önce boşamış ise, kadma mihrin yarısı verilir. Artık
bu suretle mita' verilmez. Boşanmış hanımlar haklarından vaz geçerlerse veya
nikâh düğümünü elinde tutan koca mihrin tamamını verirse, o zaman mesele
kendiliğinden halledilmiş olur.
Bâzı tefsircilere göre
nikâhın düğümü elinde olandan maksat, kadın küçük olduğu takdirde kadını
evlendirebilecek velîsi demektir. Mü-ta'm oğlu Cübeyir'den gelen bir habere
göre:
«Bir kadınla evlendim.
Vermiş olduğum mehirin yansım geri vermek istedi. Ben, mehil almamak bana daha
uygundur dedim.» demiştir.
[40]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(234) İçinizden ölenlerin geride bıraktığı eşleri kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler...»
Bu âyetin tefsirinde
İbni Cerir, îbni Munzir ve İbni Ebi-Hâtim, Ibn Abbas tarikıyla şunu rivayet
ederler:
Bu âyet, inmezden önce
kişi öldüğünde terkettiği hanımı bir sene kişinin evinde iddet bekler idi. Ve
o hanıma iddet müddetince kişinin bırakmış olduğu maldan nafaka verilirdi.
Sonra Cenab-ı Hak «dört ay ongun bekleyecektir» dedi. Tabii eğer kocası ölen
kadın gebe değilse, bu kadar bekler. Eğer gebeyse, onun iddeti karnındaki
çocuğu do-ğuruncaya kadardır. Çocuğu doğurduktan sonra iddet bitmiştir. Cenab-ı
Hak kadının mirasında «Onlar için sizin terkettiğinizin dörtte biri vardın}
buyurdu ve kadının mirasını açıkladı. Vasiyet ve nafakayı açıklamadı.
«Bu bekleme süresi
dolduğunda artık onların kendi haklarında bilinen bir şekilde yaptıklarından
dolayı size herhangi bir sorumluluk yoktur.» Yani kadın boşandığı veya kocası
öldüğü zaman iddetini çekip bitirdikten sonra evlenmek için süslenebilir ve
evlenmek için bir kadının hangi hududlara kadar süslenmesi ve ne gibi
hareketlerde bulunma ruhsatı var ise, onu yapabilir. Ve onu yapmakta da hiçbir
beis yoktur.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Ebu'l Aliye'den rivayet ettiler:
«Dört aya on gün
eklendi. Çünkü anne rahminde çocuk var ise, o, on günde ona ruh verilir, ruh
üfürülür ve canlanır.»
îbn Cerir, Kattade'den
rivayet ediyor: Said bin Museyyib'ten sordum. Bu dört aya eklenen on gün
niçindir? Dedi ki, o on günde çocu- 1$
ğa ruh üfürülür, yani canlılık gelir.»
Îbni-Ebi-Hâtim,
Rebia'dan, Yahya bin Said'den rivayet etti. Bu iki zat on tabirinden on gecenin
kastedildiğini söylediler.
El-Feryadİ, Abd bin
Humeyd, Buhari, Ebu Davud, Nesei, İbn Ce-rir, İbn Ebi Hatim, Hakim ve Beyhaki,
İbn Ebi Nuceyr tarikıyla Müca-hid'den rivayet ettiler: Bu âyette belirtilen
iddet, daha önce kadının kocasının yakınları yanında çekmekte olduğu iddettir
ve bu vacibti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi:
«İçinizden ölüp de
geriye eşler bırakmakta olanlar evlerinden çıkarılmaksın n senesine kadar
yararlanmaları için eşlerine vasiyyet bıraksınlar. Amma onlar kendiliklerinden
çıkarlarsa, artık onların meşru ve bilinen olarak kendileri için
yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur.» (El Bakara: 240)
Böylece Allah (C.C.)
kadın için senenin tamamım yedi ay yirmi gün kıldı. Bu da, vasiyyet yönündedir.
Kadın dilerse vasiyetinde durur, dilerse çıkar. Bu da Cenab-ı Hakkın
«çıkartılmaksızın» buyurduğu tabiri ilahisidir. Ata İbn Abbas'tan rivayet
ediyor:
Bu âyeti celîle,
kadının kocasının ailesi yanında oturup iddet çekmesini neshetti. Kadın
dilediği yerde iddetini çeker. Çünkü Cenab-ı Hak «kadın çıkartümıyorsa»
buyurmuştur.
Ata «isterse kadın
ölen kocasının ailesi yanında oturur,
iddetini çeker. Kendisi için yapılan vasiyete dikkat eder. İsterse çıkar. Çünkü
Cenab-ı Hak «Eğer çıkarlarsa, sizin üzerinizde onların kendi nefisleri ı^ için yaptıklarından herhangi bir mesuliyet, (sorumluluk)
yoktur.» buyuruyor.
Ata «sonra miras âyeti
geldi, meskeni neshetti. Binaenaleyh kadın
IS dilediği yerde iddetini çeker, onun için zorunlu mesken yoktun» dedi.
Abdurrezzak ve İbni
Cerir, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:
İbn Abbas «kocası ölen
bir kadına koku sürünmesi, süs takınması mekruhtur» diyordu. Cenab-ı Hak
«kocası ölen bir kadın dört ay on gün kendi kendine iddeti bekler» buyurdu.
«(Kendi evlernide (yani kocasına ait olan evlerinde) iddetini bekler» demedi.
Binaenaleyh kadın istediği yerde iddetini çekebilir.
Abdurrezzak,
İbni-Saad, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Hakim, Sinan oğlu Malik'in
kızı el Fureyya'dan rivayet ettiler. Bu hatun Ebu Said el Hudri'nin
kızkardeşiydi. Bu hatun Resûlullah'a geldi:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben ailemin «Beni Hudre»
kabilesinde bulunan evine dönebilir miyim? Benim kocam kaçan kölelerini geri
getirmek için gitti. Onların geri dönmelerinin zorlaştığı bir yerde onlara
yetişti. Onlar kocamı öldürdüler. Ben aile efradıma dönebilir miyim? Çünkü
kocam bana mülkünde olan bir ev bırakmadığı gibi herhangi bir nafaka da
bırakmamıştır.
Allah'ın Resulü
«Dönebilirsin» dedi. Bunun üzerine ben Resûlül-lah'ın huzurundan çıktım. Daha
hücrede veya mescidde iken Resû-lüllah beni geri çağırdı veya beni çağıran
birisine emretti. Çağrıldım. Buyurdular:
— Sen ne dedin?
Ben yeniden
Resûlüllah'a kıssayı anlattım, kocamın durumunu söyledim. Cenab-ı Peygamber:
«Git evinde dur. Ta ki
iddet tamamlanıncaya kadar» buyurdu.
Böylece evimde dört ay
ongun durdum.
Hazreti Osman (R.A.)
halife olduğu zaman bana haber gönderdi ve bu meseleyi benden sordu ve ben de
bu meseleyi kendisine söyledim. O bu meseleyi benim başımdan geçtiği gibi
taklit etmeye hükmetti.
îbni Kesir «Bu âyeti
celîledeki hüküm, kendisiyle kocası cinsî ilişki kurduğu kadına da, nikâh edip
de cinsî ilişki kurmadan evvel dul bıraktığı kadına da şamil gelmektedir»
diyor. Çünkü âyet geneldir. Bir de İmam Ahmed'in ve Sünen ehlinin rivayet
ettikleri ve Tirmizi tarafından tasrih edilen hadis vardır. Hadis şöyledir: İbn
Mesud'dan, bir hanımla evlenip onunla daha cinsî ilişki kurmadan ölen bir kimsenin
meselesi soruldu. Bu kimse hanıma herhangi bir mehr de vermemişti. Bu meselede
birkaç defa İbn Mesud'a gelip gittiler. İbn Mes'-ud sonunda «Ben bu mesele
hakkında kendi reyimi söyleyeyim. Eğer sevab ise Allah'tan geldi Eğer yanılmış
isem, bu benden ve şeytandandır. Allah ile peygamber ondan uzaktırlar. Benim
kanaatim şudur: Bu kadına mihir kâmil bir şekilde, tam olarak verilecektir.»
Başka bir lafızda «Bu
kadının hakkı mihri misildir. Ne eksiltilir ve ne de artırılır. Ve bu kadın
iddet çekecektir ve bu kadın kocasının malından mirasını alacaktır.» tbn Mes'ud
bu hükmü verdikten sonra Makıl bin Yesar el-Aşcaî ayağa kalktı:
«Ben Allah'ın
Resûlü'nden dinledim. Vaşık kızı Büreyde hakkında böyle hüküm verdi» dedi.
Bunun üzerine Abdullah bin Mesud tarif edilmeyecek şekilde sevindi.
Başka bir rivayette
Eşca kabilesinden bazı kimseler ayağa kalktılar ve dediler ki:
«Biz şehadet ederiz
kif Allah'ın Resulü Büreyde binti Vaşık hakkında böyle hüküm verdi» dediler.
Bu hükümden kocası ölüp de hamile olan kadınlar ancak çıkabilir. Çünkü hamile
kadının iddeti hamlini vazetmektedir. Velev ki kocasının ölümünden birkaç
dakika sonra doğum yapsa dahi... Çünkü Cenab-ı Hak «Hami sahibi —yani gebe —
kadınların iddeti, hanilerini vazedinceye kadardır» buyuruyor.
tbni Abbas «yüklü bir
kadının iddeti, dört ay on günle yükünü bırakmasından hangisi daha uzun ise,
onunladır. Yani en uzunuyladır» diyor. Ta ki bu iki âyetin hükmünü bir araya
getirelim. Eğer Müslim ve Buhari'de yer alan Sübeyha el Eslemiye'nin hakkında
gelen hadis olmasaydı tbn Abbas'ın bu mehazı güzel ve meseleki kuvvetliydi. O hadis
şöyledir:
Sübeyha'nin kocası
Saad bin Havle vefat etti. Sübeyha hamile idi. Kocasının vefatından az bir
zaman sonra doğum yaptı. Nifası bitirdikten sonra evlenmek için süslendi.
Ebu-Senabil bin Bahkeke onu almak üzere talib çıkıp evine gitti. Ona:
— Ne oluyor? Seni
süslenmiş görüyorum. Umarım ki, sen evlenmek istiyorsun. Allah'a yemin ederim,
senin üzerinden dört ay ongun geçmedikten sonra sen kimse ile evlenemezsin.
Sübeyha, Ebu-Senabil
bunları bana söyledikten sonra elbisemi sırtıma aldım, akşamladığım zaman
Resûlüllah'a vardım ve bu durumu sordum. Cenab-ı Peygamber benim evlenmek
hususunda, doğum yaptığımdan itibaren helâl olduğumu bana fetva yerip «Eğer
evlenmeye ihtiyacın var ise evlen» diye emretti.
Ebu Ömer bin Abdulberr
der ki, rivayete göre, ibn Abbas, Sübeyha'nın hadisine dönüş yapmıştır. Yani
Sübeyha hadisiyle îbn Abbas'a karşı çıkıldığında hükümden dönüş yapmıştır. îbn
Abbas'ın dönüş yaptığının emareleri talebelerinin Sübeyha'nın hadisiyle fetva
vermeleridir. Bütün ehli ilmin de görüşü budur.
«Kocası Ölen kadının
meselesinde» cariye de, istisna ediliyor. Cariyenin iddeti cumhura göre
hürrenin iddetinin yarısıdır. Yani iki ay beş gündür. Çünkü had ve ceza
meselesinde hürrenin yansını ona tatbik ediyoruz. îddet de öyledir.
Bazı alimler, Muhammed
bin Şirin ve zahirilerin bazıları «Hürre kadınlar ile cariye kadınlar iddette
eşittirler. Çünkü âyet «Kocası ölen kadınlar dört ay on gün beklerler» diye
genel olarak gelmiştir. Bir de, iddet tabii emirler kabilindendir. Orada
yaradılmış bütün kadınlar eşittirler» diyorlar.
Said bin Museyyib ve
Ebu'l Aliye söylediler:
«İddetin dört ay on
gün kılınmasının hikmeti, kocası ölmüş kadının rahminde çocuk olabilir. Bu
müddet te çocuk belirsin diyedir. Kadın bu müddeti bekledikten sonra çocuk
varsa, belirecektir.
Nitekim İbn Mesud'un
Müslim ve Buhari'de yer alan hadisinde «Şüphesiz herhangi birinizin yaradılışı
annesinin kanunda kırk gün durur. Sonra et parçası olarak kırk gün durur. Sonra
ona bir melek gönderilir ve melek ona ruhu üfürür» denmektedir. îşte bu üç tane
kırk günler dört ay ederler. On gün de o dört aydan sonra ihtiyat olarak
eklenmiştir. Çünkü bazı aylar eksik olurlar. Bir de ruhun üfürül-mesinden sonra
hareket belirsin diye on gün eklenmiştir derler. Allah daha iyisini bilir.[41]
Evet, bu nedenden
dolayı İmam Ahmed «ummul veledin iddeti hür kadınların iddeti gibidir. Çünkü
onlar da hürler gibi kocalarına yatak olmuşlardır» der. Bir de İmam Ahmed,
Yezid bin Harun'dan, o da Said bin Ebil-Ğurube'den, o Kattade'den, o da Cabir
bin Hayat'tan, o Kubeyse bin Zueyb'ten o da Âmr bin As'tan rivayet etmiştir
«Peygamberimizin sünnetini bizim üzerimizde karıştırmayınız (Kapatmayınız)
Ümmül veledin kocası öldüğünde iddeti dört ay on gündür.» Bu
hadisi Ebu Davud Kuteybe'den, Gunder'den, İbnul
Musemma'dan ve Ab-dul-Alâ'dan rivayet etmiştir. İbni-Mace de Ali bin
Muhammed'den, o da Rebi'den, bunların üçü de Said bin Ebi öurube'den, o da
Nakar ul Errak'tan, o da Reca bin Hayat'tan, o da Kubeys'ten, o da Amr bin
As'-tan rivayet etmiştir. Yine rivayete göre İmam Ahmed «Bu hadis, mün-kerdir.
Zira Kubeyse, Amr'ı dinlememiştir» dedi.
Bu hadislerle seleften
bir gurub hükmetmiştir. Bunların başında Said bin Museyyib, Mücahid, Said bin
Cübeyr, Hasan Basri, İbn Şirin, Ebu İyad, Zühri, Ömer bin Abdulaziz geliyor.
Yezid bin Abdulmelik de Emiril müminin iken bu hadîsle fetva verirdi. Evzai,
İshak bin Raha-viye ve Ahmed bin Hanbel de bu hadîsle fetva verirlerdi. Tavus,
Kata-de ise «ümmül veledin iddeti, efendisi öldüğü zaman hür bir kadının
iddetinin yansıdır, Udi ay beş gündün» dedi. Ebu Hanife ve talebeleri Sevri,
Hasan bin Salih bin Uyeyn «Ümmül veled üç hayizla iddet çeker» diyor. Yani üç
defa hayza girip çıkmakla iddeti biter. Bu, Hz. Ali'nin, İbn Mesud'un,
Ata'nın, İbrahim en Nehai'nin içtihadıdır. Malik, Şafii, Ahmed «Ümmül veledin
iddeti bir hayz beklemektir» dediler. Bunu, İbni Ömer, Sabi, Mekhul, Leys, Ebu
Ubeyde, Ebu Sevr ve cumhur da söylüyor. Leys «efendisi öldüğü zaman ümmül
veled hayz halinde ise hayza bittikten sonra iddeti bitmiştir» dedi. İmam
Malik «eğer kadın hayz gören kadınlardan ise, üç ay iddet bekleyecektir» diyor.
Şafii ve cumhur «Bir ay üç gün bizim katımızda daha sevimlidir» dediler.
235) tddeti
bekleyen kadınları nikahlamak istediğinizi, onlara sezdirmenizde ya da böyle
bir isteğin gönlünüzde saklamanızda sizin için bir sakınca yoktur...»
Bu âyeti celüede
«sızdırmak» ile tefsir ettiğimiz arzın açıklamasını îbn Kesir şöyle yapıyor:
«Ben evlenmek
istiyorum. Burnu şöyle şöyle olan bir kadını seviyorum. İsterim ki Cenab-ı Hak
bana o hanımı nasib etsin.» gibi laflardır. Kadın iddet içerisinde İken onu
istemeye kalkışmamalıdır. Bir rivayette «Eğer Allah dilerse senden başka bir
hanımla evlenmem» «İsterdim ki, salih bir hanımı Allah nasib etsin» demesidir.
Buhari Talk bin
Ğanam'dan o di Zahid'den, o da Mansur'dan, o da Mücahid'den, o da İbn Abbas'tan
rivayet ediyor:.
Tariz'in manâsı «Ben
evlenmek istiyorum», «kadınlara ihtiyacım var», «isterdim ki Allah bana salih
bir kadın nasib etsin» gibi sözlerdir.
Mücahid, Tavus,
İkrime, Said bin Cübeyr, İbrahim en Nehai, Eş Şa'bi, Hasan, Katade, Zühri,
Yezid bin Kusayr, Mukatii bin Hayyan, Kasım bin Muhammed de böyle demişlerdir.
Bütün bunlara göre,
kocası ölmüş bir kadına açıkça «Ben sana talibim» demeksizin sızdırmak, tariz
etmek caizdir. Talakı butte ile yani üç talakla boşanmış bir kadının hükmü de
böyledir. Ona da tariz yapılabilir. Nitekim Allah'ın Resulü, Kays kızı
Fatıma'ya kocası Ebu Âmr bin Hafs onu üçüncü talakla boşadıktan sonra emretti
ki, İbn Üm-mi Mektum'un evinde iddetini çeksin. Ve ona «sen helâl olduktan sonra
bana haber ver» dedi. Kadın iddetini çekip helâl olduktan sonra Re-sûlü-Ekrem,
mevlası (azadlısı) Zeyd'in oğlu Usame'ye kadını istedi. Ve Usame ile onu
evlendirdi. Boşanmış bir kadın ise iddet çektiği zaman kocasından başka kimse,
ne sarahaten ne de tariz yoluyla ona evlenme teklifinde bulunamaz.
«Ancak onlarla gizlice
anlaşıp nikâh ve münasebet kurmayınız...»
İbni Cerir, İbn
Abbas'tan gelen bir tarikla onlara «Sana aşıkım, bana söz ver ki benden
başkasıyla evlenmeyeceksin» gibi laflar söylemeyiniz diya rivayet etmiştir.
Said bin Cübeyr,
Şa'bi, İkrime, Ebudduha, Dahhak, Zühri, Mücahid ve Sevri'den de bu rivayet
gelmiştir. Yani kendisinden başkasıyla evlenmemek sözünü iddet çeken kadından
almasın.
Mücahid «Bu vaad,
kişinin kadına; 'Sen nefsini elimden kurtaramazsın. Şüphesiz seni nikâh
edeceğim' demesidir» diyor.
Katade «Bu vaad, kadın
iddet içerisinde iken ondan kendisinden başkasıyla evlenmeme sözünü almaktır.
Cenab-ı Hak bunu yasaklıyor» dedi.
İbn Zeyd «Bu vaad,
kadın daha iddet içerisinde iken gizlice onunla evlenmesidir. Kadının iddeti
bitirdikten sonra «Ben onunla evlendim» diye açığa vurulmasıdır» diyor.
Muhtemel ki, âyeti
celîle bütün bu manâları derleyici olsun... «Ancak meşru olan sözler
söyleyebilirsiniz.»
Bu âyetin tefsirinde:
Muhammed bin Şirin «Ben Ebu-Hüreyre'den bu âyetin manâsını sordum. Bana cevab
olarak: Talib olanın kadının velisine; kadını bana haber vermeden evlendirme,
sözüdür.» Bunu, İbn Ebi-Hâtim de rivayet etmiştir.
«Takdir edilen iddet
sona ermedikçe nikâh akdine azmetmeyiniz...»
Bu âyet hakkında gelen
tefsir:
Alimler iddeti çekme
müddetinde nikâh akdetmenin doğru olmadığını ittifakla söylemişlerdir. Fakat
iddeti çeken bir kadınla evlenip de onunla cinsî ilişki kuran hakkında ihtilâf
vardır. Zira böyle bir evlilikle bir araya gelenler ayrılır. Fakat bu kadın
ebediyyen bu adama haram olur mu? şeklinde ihtilâf vardır: Cumhur «Bu kadın,
ebediyyen buna haram olmaz» demişlerdir. îddet bittikten sonra onu yeniden isteyebilir.
İmam Malik ise «Bu kadın, ebediyyen artık ona haramdır» demiştir. Delil olarak
İbni Şuab Süleyman bin Yesar'm rivayet ettiği hadisi ileri sürmüştür. Hadis
şudur:
«Hz. Ömer, hangi kadın
iddet müddetinde nikâh edilirse, eğer onunla iddet müddetinde evlenen kocası
cinsî ilişki kurmamışsa, birbirlerinden tefrik ediliyor. Sonra o iddetinin
geri kalan kısmını tamamlar. Ve onunla iddet arasında nikâh, kıyan bir insan
da isteklilerinden birisi olur. Eğer iddet arasında nikâh kıyan adam kadınla
ilişki kurmuş ise aralarım ayırırız. Kadın geri kalan iddetini çeker. Sonra
ikinci kocanın iddetini çekmeye başlar. Sonra ikinci koca ebediyyen onu nikâh
edemez...»
Ulema, bu fetvanın
mehazı şudur diyor: İkinci koca Cenab-ı Hakkın tecil ettiğini acelece yerine
getirmek istediği için tam kastının tersiyle cezalandırıldı ve bu kadın ona
ebediyyen haram kılındı. Nitekim katil maktulun mirasından ebediyyen mahrum
kılındığı gibi...
İmam Şafii, bu eseri
İmam Malik'ten rivayet etmiştir. Beyhaki «îmam Şafii kavli kadiminde bunu
savunmuştur» diyor. Fakat kavli ce-didde bundan dönüş yapmış. Çünkü Hz. Ali
(K.V.): «Bu kadın ikinci kocaya helaldir» demiş.
Beyhaki dedi ki: Hz.
Ömer'den gelen rivayet munkati bir rivayettir».
Sevri Eş'as'tan,
Şabi'den, Mesruk'tan rivayet ediyor ki, Hz. Ömer bu fetvasından dönüş
yapmıştır.
236)
«Kadınlara el sürmeden ve mihrelerini biçmeden onları bo-şarsanız size
sorumluluk yoktur...»
Bu âyeti celîlenin
yorumu şöyle gelmiştir:
îbn Cerir, İbn Abbas
tarikıyla şunu rivayet ediyor: Ayetteki «Mess» kelimesi evlenmek ve temas
etmektir. «Faride» kelimesi sidak ve mehr demektir. Kişi bir hanımla evlenir,
onun sıdakını belirtmeden ve onunla ilişki kurmadan kadını boşayana, Cenab-ı
Hak zenginliği nispetinde ona bir mal versin emrediyor. Eğer zengin ise, ona
bir hizmetkâr veya benzerini versin. Fakir ise, üç elbise ve benzerini versin.
Abdurrezzak ve Abd bin
Humeyd, İbn Ömer'den rivayet ettiler: «Temettü' yoluyle verilen malın en azı
otuz dirhemdir.»
İbn Cerir, îbn
Abbas'tan rivayet etti:
Kişi kadının mihrini
belirtmezden ve cinsî ilişki kurmazdan önce kadını boşarsa, ona mut'a
vermesinden başka bir hakkı yoktur.
237) Eğer
onlara mihr biçer de el sürmeden onları boşarsamz kendileri veya nikâh akdi
elinde olan erkeğin bağışlaması hali müstesna biçtiğinizin yansım verin.
Bağışlamanız Allah'tan sakınmaya daha uygundur...»
Bu âyeti celîlenin
yorumunda îbn Ebi Davud «El Mesahif»te A'meş'ten rivayet ediyor:
«Entemessuhunne»
yerine «Entücamihunne» okunmuştur. Böylece messin cima manasında olduğu ortaya
çıkmış oluyor.
Bu durumda mehrin
yansını vermek âlimler arasında ittifak edilen bir konudur. Burada herhangi
bir ihtilâf yoktur. Çünkü kişi kadına bir mihr tayin ederse, sonra cinsî
ilişki kurmadan ondan boşanır-sa, (aynlırsa), onun tayin ettiği mehrin yarısını
vermesi gerekiyon. Ancak eimmei selase (üç imam) ye göre; kişi mehri tayin
ettikten sonra kadınla başbaşa kalırsa, onunla cinsî ilişki kurmasa dahi bütün
sı-dakı yani bütün mehri vermek mecburiyetindedir.İmam Şafii kavli
kadiminde bunu söylemiştir. Hulefai Raşidin de böyle
hükmetmişlerdir. Fakat İmam Şafii sonradan bize Müslim bin Halid, ona
İbn-Cü-reyc, ona Leys bin Ebi Süleym (veya Selim) ona Tavus, ona İbn Ab-bas
haber verdi ki; bir kadını nikâh edip kendisiyle başbaşa kaldıktan sonra cinsî
ilişki kurmadan o kadını boşayan bir insana ancak mehrin yansı düşer. Çünkü
Cenab-ı Hak «onlarla cinsî ilişki kurmaz-dan önce, onlara herhangi bir mehri de
tayin etmiş iseniz bu tayin edilenin yarısını veriniz» buyuruyor, İmam Şafii
«Ben böyle diyorum, Kur'an'ın zahiri de budur» dedi.
Beyhaki ve Leys bin
Ebi Selim «Hernekadar hüccet sayılmıyorsa da, biz bunun rivayet ettiği hadisi
İbn Ebi Talha rivayetiyîe İbn Ab-bas'tan rivayet etmişizdir» dedi.
«Veya nikâh bağı
elinde olan veli affederse...»
Bu cümlenin yorumunda
İbni-Ebi-Hâtim, İbn Lehia'dan, o da Amr bin Şuayb'tan, o babasından, o da
dedesinden, o da Resûlullah'tan rivayet et£i:
«Nikâh bağının velisi
kocadır.»
İbn Merduyeh, Abdullah
bin Lehia'nm hadisinden böyle rivayet etmiştir. İbn Cerir, İbn Lehia'dan, Amr
bin Şuayb'tan Cenab-ı Peygamberin böyle söylediğini nakletti. Fakat İbn
Cureyc'in rivayetinde «o, babasından, o da dedesinden» ibaresi yoktur. Allah
daha iyisini bilir.
Sonra ibn Ebi Hatim
«bize Yunus bin Habib, ona Ebi Davud, ona Davud, İbn Ebi Hazım, ona İsa bin
Âsim rivayet etti:
Kadı Şureyh'ten dinledim.
Şöyle diyordu:
Ali bin Ebi Talib
benden «Nikâh bağı elinde olanın kim» olduğunu sordu. Ona: O kadının
velisidir, dedim.
Hz. Ali (K.V.):
Hayır, o değildir.
Belki o kocasıdir. dedi.
Hadisin ravisi sonra
şöyle devam etti:
İbn Abbas'tan gelen
rivayetlerin birisinde «o kocasıdir» denilmektedir. Ben derim ki, bu İmam
Şafii'nin kavli cedidi'dir. Ebu Hanife'nin,eshabının, ve Sevri'nin, İbn
Şübreme'nin ve Evzai'nin de görüşüdür. Bu görüşün alış noktası elinde nikâh
bağı bulunan gerçekten kocadır. Çünkü nikâhın bağı, nikâhın kesinleştirilmesi,
nikâhın bozulması hep kocanın elindedir. Nasıl ki veli için, velisi bulunduğu
kadının herhangi bir malını hibe etmesi caiz değil ise, mehr meselesinde de
böyledir.[42]
(238)
Namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz
(daima kılınız). Can-u gönülden boyun bükerek Allah için namaza
durunuz.
(239) Eğer
korkarsanız, piyade veya binici olarak namazı edâ ediniz. Emniyete kavuştuğunuz
zaman size bilmediğinizi öğrettiği gibi Allah'ı anınız
(240)
Sizlerden ölüp geride işler bırakacak olan kimseler, eşleri İçin evlerinden çıkarılmıyarak bir
sene faydalandırılmasını vasiyet etsinler. Eğer çıkarırlarsa bizzat kendisinin
yaptığı meşru işlerinden dolayı size günâh yoktur. Allah her şeye gücü yeter.
Aziz ve Hakimdir.
(241Boşanmış
kadınlar için uygun bir tarzda
faydalandırmak vardır. Bu, Allah'dan sakınanların boynunda bir haktır.
(242)
Böylece Allah size Âyetlerini açıklar umulur ki, düşünesi-niz.
(243) ölüm
korkusundan binlerce kişi oldukları halde memleketlerinden çıktıklarını
görmedin mi? Allah, onlara «Ölünüz» dedi. Sonra onlan diriltti. Allah şüphesiz
ki, insanlar için fazl-u kerem sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmez.
(244)
Allah'ın yolunda savaşınız. Ve biliniz ki, Allah şüphesiz işitici ve bilicidir.
(245) Kimdir
Allah'a güzel bir ödünç takdim eden? Allah, buna karşılık, ona kat kat
artırsın. Allah daraltır ve genişletir. Sadece ona dönüş yapacaksınız.[43]
(238)
«Namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz.»
Namazlara vakitlerinde
ve daimi kılmak suretiyle dikkat edilir. Yavrular ile hanımlardan bahseden
hükümlerin yanında namazlardan bahsetmenin nedeni şudur. O meseleler ile
meşguliyet namazı ihmal ettirmesin. Zira namaz dinin direğidir. Ortanca namaz,
namazların arasında bulunan veya namazların en üstünü olan, namaz demektir.
Bu namaz, ikindi
namazıdır. Zira Allah'ın Resulü (S.A.V.) Ahzab (Hendek Savaşı) günü «Bizi
ortanca namaz olan ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerine ateş
doldursun!» buyurdu. Fazileti, o anda halkın çok meşgul olmasından veya
meleklerin o anda bir araya gelmesinden ileri geliyor.
Başka bir tefsire
göre; ortanca namaz, öğle namazıdır. Zira öğle namazı tam günün ortasmdadır.
Böylece öğle namazı halka en ağır geıen namaz olur. Bundan dolayı da en
üstündür. Zira Allah'ın Resulü (S.A.V.) «ibadetlerin en üstünü en meşakkatli
olanıdır!)) buyurdu.
Diğer bir tefsire göre
ortanca namaz, sabah namazıdır. Zira ikisi gündüzün ikisi de gecenin namazları
bulunan dört namazın tam orta-sıdır. Gece ile gündüzün müşterek hududuna girmiştir.
Bir de meleklerin gece nöbetini terkedip gündüz nöbetine başladığı zamandır.
Yine bir tefsire göre
ortanca namaz, akşam namazıdır. Zira akşam namazı sayıca ortadadır ve gündüzün
arkasından gelen ve tek rek'atlı namazın manasını taşıyan bir gündüz VİTRİ'dir.
Başka bir tefsire göre ortanca namaz, yatsı namazıdır. Zira bu namaz, gecenin
başı ile sonunda kılınan akşam ile sabah namazlarının arasında bulunuyor.
Aişe validemiz (R.A.)
«Allah'ın Resulü «Ves-salatil-Vustâ ve Sala-tii Asrı» (ortanca namazı ve ikindi
namazını koruyunuz) diye okuyordu» dedi. Halbuki Ma'tuf (atfedilen) Mâ'tufun
aleyh (üzerine atıf yapılan) in gaynsı bir şey olduğuna göre, burada ikindi
namazı ayrı bir namaz, ortanca namaz ayrı bir namazdır. İkisi de faziletli
olduğundan ikindi namazıyle beraber zikredilmiştir.
Bir kıraat da «Ves
salatel-Vustâ» diye üstün harekesiyle okunmuştur. Bu takdirde manası «ortanca
namazı överim!» demek oluyor.[44]
(239) Bu
Âyette korku halinde kılınan namazın hükmü olduğu gibi, namazın en dar zamanda
bile terk edilemez bir ibâdet olduğunun hakikati da vardır. «Eğer (düşmandan
veya başka bir felâketten)
korkarsa-nız, yaya veya binici olarak namazı kılınız!...» Bu Âyet, kılıç
kılıca savaşırken bile namazın farz oldruğuna delâlet eder. İmamı Şafiî bu görüştedir.
İmam Ebu-Hanife ise, «Yürüdüğü ve kılıç çaldığı durumda değil, durduğunda farz
olur.» dedi.
«Emin olduğunuz zaman
Allah'ı anınız, nitekim size bilmediklerinizi bildirdiği gibi.»
Bu Âyeti Celîle ya
emniyet namazını emir ediyor veya emniyetten ötürü Allah'a şükür ediniz diyor.
(240) «Sizden vefat
edip geride eşlerini bırakanlar!...» Bu
Âyeti Celîle iddetini çektikten sonra kocaya gitmek niyetinde olmayan bir hanıma,
vefat eden kocasının bir senelik geçimi ve konutu için vasiyet etmesini
emreder. Fakat bu durum, îslâmın
başlangıcında idi. Sonra bir senelik müddet, «dört ay on gün iddet çeker?»
mealindeki Âyetle neshedildf. Bu nesh edici Âyet, her ne kadar neshedilen
Âyetten Kur*-an'da daha önce görünüyorsa da, İnişde bundan sonradır. Bir
senelik nafaka ise, kadının eğer kocası zürriyetsiz ölmüşse servetinin dörtte birini, zürriyyetli
ölmüşse sekizde birini almasıyle kalktı.
Konut ise, Şafiîlere göre lâzım, Hanefüere göre gereksizdir.
Eğer iddetini çeken
kadın kendi isteğiyle ve serî yoldan evden çıkarsa, idarecileri onu ille de
orada oturmaya zorlıyamadıklan gibi, mesul de değillerdir. Âyet, yas tutmanın
da mecburî olmadığını bildiriyor.
(241) Boşanmış
kadınlar için normal bir geçim sağlanması muttakile-rin vazifesidir» mealindeki
Âyet, geçimi sağlıyacafe kadar yardım etmenin her boşanmış kadına lâzım
olduğunu beyan eder. İbnü Cübeyr:
«Böyle bir şeyin her
boşanmışa verilmesi vaciptir.» demiştir. Başka âlimler, vacip olan miktar ile
müstehap olan kısımları kapsıyacak şekilde yorumladı. Diğer bir gurup,
«Buradaki mita'dan gaye iddet müddetinde verilen nafakadır.» dedi.
(243) «Ölüm
korkusundan binlerce kişi olarak
yurtlarından çıkanları görmedin mi?...»
Bu kişilerden maksat «vasît»
ilinin yakınlarında bulunan «de-verdan» kasabasının ahalisidir. Bu kasabada, «kolera»
hastalığı görüldü. Bu dehşet verici hastalığın korkusundan yurtlarını bırakıp
kaçtılar. Bu kaçış esnasında Allah onları önce öldürdü, sonra diriltti. Ta ki,
ibret alıp Allah'ın kaza ve kaderinden kurtuluşun olmadığına kesinlikle
inansınlar.
Tefsir âlimlerinin
bâzıları «Âyette bahsi geçenler, İsrailoğullann-dan bir guruptur. Başlarındaki
hükümdarları kendilerini savaşa davet ettiği için ölüm korkusundan kaçtılar.
Allah onları sekiz gün Ölü tuttu. Sonra diriltti!» dediler.
Başka bir- tefsire
göre, «hazkil» (a.s.) deverdan ahalisinin yanından geçerken etlerinin çürüyüp
kemik yığınlarının kaldığını, mafsallarının biribirinden ayrıldığını gördü.
Hayret etti. Cenabı Hak kendisine vahy göndererek:
«Onlara Allah'ın izni
ile kalkınız diye çağır!» dedi. Bu çağrı üzerine dirilip, «Ey Allah'ımız sen
ortaktan münezzehsin senin hamdin ile senden başka ilâh yoktur deriz» dediler.
Bu kıssanın faydası
müslümanları cihada teşvik etmek ve şehit olmaya talip çıkartmaktır. Allah'ın
kader ve kazasına teslim olmaya teşvik etmektir.
(245) «Kim
var ki, güzel bir ödüncü Allah'a takdim
edip birçok katım AUah'dan alsın?..»
Allah'a verilen güzel
ödünçten maksat, ihlasla, isteyerek ve helâlden ihtiyaç sahibine verilen
borçtur.
Allah tarafından kat,
kat verilmesinden gaye, ancak Allah tarafından sevabının çokluğu takdir
edilecek kadar bol olduğudur. Zira bir
Hadisi
Şerifte «Borç olarak verilen paranın yansı sadaka verilmiş gibidir.»
denilmektedir.
«Allah sıkar ve
genişletir.» Âyeti Celîlesi bâzı kimselere az, bâzı kimselere bolca rızkın
verilmesini beyan eder. Yani bu işin Cenabı Hakka ait olduğunu bildirmekle
bizim cimriliğe kaçmamızın kapısını kapatır, fakir fukaraya yardım elimizi
uzatmamızı tembih eder!.
[45]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
238)
Namazları ve özellikle orta namazını koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler
olarak durun...»
Bu âyeti celîlenin
tefsirinde İbni-Ebi-Hâtim, İbn Abbas'tan rivayet etti: Bu namazlardan maksat
farz namazlardır.»
İbn Ebi Şeybe ve İbn
Cerir, Mesruk'tan rivayet ettiler:
«Namazları korumak,
onların vakitlerine dikkat etmek demektir. Namazlardan gafil olmak
vakitlerinden gafil olmak demektir.»
Malik, Şafii, Buhari,
Müslim Ebu Davüd, Nesei, Talha bin Ubey-dullah'tan rivayet ediyorlar:
«Necidli bir kişi
Resûlüllah'a geldi. Saçı karmakarışıktı. Sesinin gürültüsünü dinliyorduk, fakat
ne dediğini anlamıyorduk. Resûlüllah'a yaklaştı. Baktık ki, Resûlüllah'tan
İslâmı soruyor. Cenab-ı Peygamber:
«İslâm bir gün bir
gecede beş vakit namaz kılmaktır» deyince:
— Bu beş vakitten başka namaz var mıdır benim
boynumda?
Resûlüllah:
— Yoktur, ancak sen
tatavvu edebilirsin (yani nafile namaz kılabilirsin) ve İslâm Ramazan ayında
oruç tutmaktır, deyince o:
— Bir aydan fazla boynumda farz olarak oruç var
mıdır? Resûlüllah:
— Yoktur, ancak nafile oruç tutabilirsin»
buyurdu. Ve Resûlüllah ona zekâtı zikretti:
— Bundan başka benim boynumda bir hak var mı?»
Resûlüllah:
— Hayır, ancak nafile sadaka verebilirsin,
dedi.
Bunlardan sonra kişi
sırtını çevirip Resûlüllah'ın huzurundan gitti ve giderken:
«Allah'a yemin ederim,
ne bundan fazlasını yaparım, ne de bundan eksiltirim» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Eğer doğru
söylüyorsa, felah bulmuştur» buyurdular.
Buhari, Müslim,
Tirmizi, Nesei, Enes'ten rivayet ediyorlar: Biz Resûlüllah'tan herhangi bir
şeyi sormaktan nehyedümiş idik. Göçebelerden birisi gelip, akıllıca
Resûlüllah'tan sorması hoşumuza
giderdi ve dinlerdik. Bu esnada göçebelerden birisi geldi ve sordu:
— Ey Muhammedi
Bize elçin geldi. İddia ediyor ki, sen
«Allah beni göndermiştir» demişsin. Acaba doğru mu söyledi?
Resûlü-Ekrem:
— Evet, doğru
söylemiştir.
Göçebe:
— O halde gökleri
yaratan kim?
Resûlüllah:
— Allah!
Göçebe:
— Yeri yaratan kimdir?
Peygamber:
— Allah!
— Bu dağlan yerin üzerine diken ve
dağlarda kıldıklarını kılan kimdir?
Peygamber:
— Allah!
Göçebe:
— Gökleri yaratan, yeri yaratan, dağlan üzerine
kazık olarak çakan Allah ile sana yemin verdiriyorum, Allah mı seni göndermiştir?
Peygamber:
— Evet! Göçebe:
— Elçin bizim üzerimizde bir gün bir gecede beş
vakit namazın olduğunu söyledi.
Peygamber:
— Doğnı söylemiştir.
Göçebe:
— Seni peygamber
olarak gönderen Allah ile sana yemin verdiriyorum, Allah mı sana beş vakit namaz
kılmamızı emretti?
Peygamber:
— Evet!
Göçebe:
— Elçin diyor ki, bizim mallarımızda zekât
boynumuza farz kılınmıştır.
Peygamber:
— Doğru söylemiştir.
Göçebe:
— Seni peygamber olarak gönderen Allah He yemin verdiriyorum, Allah mı sana bu zekât meselesini
emretti?
Peygamber:
— Evet!
Göçebe:
— Elçin iddia eder ki, bizim bir senenin içinde
bir ay oruç, (Ramazan ayının orucu) vardır boynumuzda.
Peygamber:
— Doğru söylemiştir.
Göçebe:
— Seni peygamber olarak gönderen Allah adiyle
yemin verdiriyorum, Allah mı bu oruç tutmayı sana emretti?
Peygamber:
— Evet.
Göçebe:
— Elçin iddia eder ki,
gücü yetenlerimizin boynunda hac, (Kâ'be'-yi ziyaret) etmek vardır.
Peygamber:
— Doğru söylemiştir.
Göçebe:
— Seni hak ile
peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki bunların üzerine ne fazlalık
yaparım, ne de bunlardan herhangi bir şeyi eksiltirim» dedi. Hz. Peygamber:
«Eğer doğru söylemiş
ise, kesinlikle Cennet'e girecektir» buyurdu. Buharı, Müslim, Nesei Ehi
Eyyüp'ten rivayet ediyorlar:
Bir kişi Hz. Peygamber'e
geldi:
__Beni öyle bir amele
muttali kıl ki o ameli işleyeyim, beni Cennet'e yaklaştırıp, Cehennem'den
uzaklaştırsın.
Resulü Ekrem:
«Allah'a ortak
koşmaksızın kulluk yapacaksın. Namaz kılacaksın, zekât vereceksin, silayı rahm
yapacaksın» dedi. Kişi Resûlüllah'm huzuru peygamberisinden ayrıldıktan sonra
peygamber buyurdu:
«Eğer kendisine
emrolunana yapışırsa, Cennet'e girecektir.»
Buhari, Müslim Ebu
Hureyre'den rivayet ediyorlar: Bir göçebe Allah'ın Resûlü'ne geldi:
«Ey Allah'ın Resulü!
İşlediğim zaman beni Cennet'e götüren bir ameli bana söyler misiniz?..»
Cenab-ı Peygamber:
«Hiçbir şeyi Allah'a
ortak koşmaksizın Allah'a kulluk yapacaksın. Farz namazı eda edeceksin. Farz
olan zekâtı vereceksin, Ramazan orucunu tutacaksın.»
Göçebe:
«Nefsimi yed-i
kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim, ne bunun üzerine bir şey artırır,
ne de bundan herhangi bir şey eksiltirim» dedi. Resûlüllah'm huzurundan
ayrıldıktan sonra Peygamber buyurdu:
«Kim ki, Cennet
ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa işte bu kişiye baksın.»
Müslim, Cabir'den
rivayet ediyor. Bir kişi Resûlüllah'tan sordu: «Ben farz olan beş vakit namazı
kıldığım, ramazan orucunu tuttuğum, helali helal, haramı da haram bildiğim
halde bundan fazlasını yapmazsam Cennet'e girebilir miyim?»
Resûlüllah:
«Evet» dedi. Kişi:
«Bunlara herhangi bir
şey eklemeyeceğime yemin ederim» dedi.
İbni-Ebi Şeybe,
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei ve İbn
Mace İbn Abbas'tan rivayet ederler:
Cenab-ı Peygamber,
Muaz'ı Yemen'e gönderdi ve buyurdu: «Ey Muaz! Sen kitab ehlinden bir kavme
gideceksin. Onlara vardığında onları Allah'tan başka mabud olmadığına, benim
de Allah'ın Rasûlü olduğuma şahidlik etmeye davet et. Eğer buna itaat
ederlerse, onlara bildir ki, Çenab-ı Hak onların boynuna beş vakit namazı bir
gün bir gecede farz kılmıştır. Eğer buna itaat ederlerse, onlara bildir ki,
Cenabı Hak onların boynuna bir sadakayı, (zekâtı) farz kılmıştır. Zenginlerinden
alınıp fakirlerine verilir. Eğer buna itaat ederlerse, sakın onların mallarının
en güzellerini zekât olarak alma. Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü mazlumun
bedduası ile Allah arasında herhangi bir perde yoktur.»
Ebu Davud, ve îbn Mace
Ebu-Katade bin Rebii'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Allah bana hitaben,
senin ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Katımda bir ahid yaptım, söz
verdim ki, bu beş vakit namaza dikkat edip vaktinde onları eda eden, bir
kimseyi Cennet'e sokacağım ve o kimse benim ahdimdedir. Kim ki, bu namazlar
üzerinde dikkatli olmazsa, onun için benim katımda herhangi bir ahid, (söz)
yoktur, buyurdu.» dedi.
Ebu-Davud Leysi'den
rivayet ediyor. Resûlüllah'a vardım, bana dini öğretti. Bana öğretilenlerin
içinde şu vardı:
«Beş vakit namazın
vakitlerinde kılınmalarına dikkatli ol.»
Malik bin Ebi Şeybe,
Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace, İbni-Hibban ve Beyhaki Ubbade bin Samit'ten
rivayet ettiler:
Resûlüllah'tan
dinledim: Beş vakit namaz Allah tarafından kullara farz kılınmıştır. Kim ki
beş vakit namazı edâ eder, onlardan herhangi birisini zayi etmezse, onların
hukukunu hafife almadan onları yerine getirirse, (hadisin başka bir lafzında:
Kim ki, onların abdestini güzel tutar ve o
namazları vaktinde edâ ederse, rüku ve huşu'Iannı tamamlarsa) o kişi için Allah
katında bir ahid vardır ki onu affedecektir. Bunu yapmayan insana gelince,
onun Allah katında herhangi bir ahdi yoktur. Allah dilerse affeder, dilerse
azabeder.»
Malik, Ahmed, Nesei,
İbn Huzeyme ve Hakim, Âmr bin Sad'dan rivayet ettiler:
Babam Saad'dan ve
eshabı kiramın bazılarından dinledim: Resû-lüllah'm zamanında iki kardeş vardı.
Birisi diğerinden üstündü. Üstün olanı vefat etti. Diğer kardeşi de ondan kırk
gün sonra vefat etti. Eshab, Resûlüllah'a birincisinin faziletini anlattılar.
Cenab-ı Peygamber sordu:
— Öbürüsü de namaz
kılmıyor muydu?
— Evet, kılıyordu. Zarar yoktu. (Yani normal ibâdete
devam ederdi).
Resûlüllah:
«Siz ne bilirsiniz ki
onun namazı onu nasıl bir mertebeye götürmüştür?.. (Yani belki namazı onu
büyük.mertebelere götürmüştür). Namazın meselesi, ancak bir akan nehir
meselesine benzer. Kirli ve sıkıntılı bir kişinin kapısından akan nehir gibi.
Kişi günde beş vakit o nehre girer, yıkanır. Acaba o kişinin kirinden ne
kaldığını görüyorsunuz? Ne bilirsiniz ki onun namazı onu hangi dereceye
yetiştirmiştir?»
Tabarani «Evset»inde
Hz. Âişe'den rivayet etti: Resûlüllah'tan dinledim «Cenab-ı Hak, kulları
üzerine bir gün bir gecede beş vakit namazı farz kılmıştır dedi.»
Ebu Ya'le, Enes bin
Malik'ten rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Dinlerinden ilk
insanlara farz kılınan namazdır. En son kalan da namazdır. İnsanlardan ilk
sorulan namazdır. Cenabı Hak:
— Kulumun namazına
bakınız. Tamam mıdır? Eğer tam ise, tam yazılır. Eğer eksik ise, «Acaba kulumun
nafile namazları var mıdır?»
sorar. Eğer nafile
namazları var ise, onunla farzını tamamlıyorlar. Sonra Cenab-ı Hak buyuruyor:
«Kulumun zekâtma
bakınız, tamam mıdır?
Eğer zekât tam ise,
tamam olarak yazılır. Eğer eksik ise Cenab-ı Hak:
«Kulumun sadakasına
bakınız» der. Eğer sadakası var ise zekâtı sadakasıyla tamamlanır.»
Ahmed ve Tabarani,
Hanzele el-Kâtib'ten rivayet ettiler: «Resûlüllah'tan dinledim: Kim ki beş
vakit namazına dikkat eder, rüku ve secdelerini ve vakitlerini dikkate alırsa,
onların Allah katından gelen hak bir ibâdet olduğunu bilirse Cennet'e dahil
olur.»
Tabaran i«Evset»inde
Enes'ten rivayet ediyor:
«Kıyamet gününde kulun
ilk hesaba alınan ibâdeti namazdır. Eğer namazı elverişli ve tam ise, diğer
ibadetleri de tamdır. Eğer namazı fasid ise, diğer ibâdetleri de fesada
gider!..»
Ahmed, Îbni-Hibban,
Tabarani, Abdullah bin Âmr'dan, o da Resûlüllah'tan rivayet etmiştir:
Cenab-ı Peygamber bir
gün namazdan bahsederek şunları söyledi: «Kim ki, namazlara dikkat ederse,
namaz onun için nur ve delil olur. Ve kıyamet gününde kurtarıcı kesilir. Kim ki
namazları zayi ederse, onun kıyamet gününde nuru, delili ve kurtarıcısı yoktur.
Kıyamet gününde bu kimse Firavn, Haman ve Ubey bin Halefle beraber olur.»
Bezzar Ebu Hureyre'den
rivayet etti:
«Namazı olmayan bir
kimsenin İslâmda payı yoktur. Abdesti olmayanın da namazı yoktur!..»
Tabarani «Evset»inde
İbn Ömer'den rivayet etmiştir: «Eminliği olmayan bir kimsenin imanı
yoktur. Abdesti olmayan bir kimsenin
namazı yoktur. Namazı olmayan bir kimsenin dini yoktur. (Yani kâmil dini yok)
Namazın dindeki yeri başın vücuddaki yeri gibidir.»
Tabarani «Evset»inde
Âişe'den rivayet etti:
«Kim ki beş vakit
namaz ile kıyamet gününde Allah'ın huzuruna gelirse, bakılır: Eğer o namazların
abdestlerine dikkat etmişse, vakitlerine, rükülanna, secdelerine dikkat etmiş
ise ondan herhangi birşey eksiltmez. Ve bu kişi bu haliyle gelirse, Allah'ın
katında onun bir ahdi vardır. Allah onu azaba duçar etmeyecektir. Kim kî
namazdan herhangi bir şey eksilterek gelirse onun Allah katında ahdi yok.
Dilerse rahmet eder, dilerse azab eder.»
Tabarani «EvseUinde
Enes'ten rivayet eder. Allah'ın Resulü buyurmuştur:
«Üç şey vardır. Kim
onları korursa o gerçekten benim dostumdur. Kim onları zayi ederse, gerçekte
düşmanımdır: Namaz, oruç ve cenabetten yıkanmak.»
Tabarani «Evset»te Ebu
Hureyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü etrafında bulunan ümmetlerine:
«Bana altı şeye kefil
olun, ben de size Cennet'te kefil olayım, dedi. Biz:
«Ey Allah'ın Resulü
onlar nedir?» diye sorduk. Buyurdular:
«Namaz, zekât, emanet,
tenasül uzvu korumak, karnı haramlardan sakındırmak, dili haramlardan
tutmaktır.»
Ahmed ve Îbni-Hibban
Abdullah bin Âmr'den rivayet ediyor: Bir kişi Resûlüllah'a gelip «Amellerin en
üstünü hangisidir?» sordu. Cenab-i Peygamber «Namazdır)} dedi. Kişi
«sonra?» Resûlüllah «yine namazdır.»
Kişi: «Sonra nedir?» Resûlüllah: «Yine namazdır. Bunu üç defa tekrar etti.
Kişi:
«Sonra nedir?»
«Sonra Allah yolunda
cihad etmektir.»
Kişi:
«Benim hayatta annem
ve babam vardır.»
Resûlü-Ekrem:
«Anne ve babaya
hayırlı davranmayı emrediyorum» buyurdular.
Tabarani, Tarık bin
Şahab'tan rivayet ediyor. Tarık, Selmani Farisi'nin ibadetleri nasıldır. Bunu
öğrenmek için Selman'ın yanında geceledi. Selman gecenin sonunda kalktı,
namazını kıldı. Tarık hayal ettiği durumu Selman'dan görmedi. Ve bunu Selman'a
söyledi. Selman, cevab olarak:
— Beş vakit namaza
dikkat ediniz. Onlar bu yaraların keffaretlerldir. Ama yaranın öldürücü
noktalara isabet etmemesi şarttır. Kişi
yatsı namazını kıldığı zaman, onun için üç mertebe oluşuyor:
1.
Lehinde
de aleyhinde olmayan mertebedir.
2.
O mertebelerden biri vardır ki lehindedir,
aleyhinde değildir.
3.
Onlardan
biride vardır ki aleyhindedir, lehinde değildir.
Binaenaleyh gece
karanlığından istifade ederek ve halkın uykulu halinden yararlanarak atına
binip mea'silere giden bir kişi için o gece aleyhdedir, lehde değildir. Lehinde
olup aleyhinde olmayan kişi de bir kişidir ki gecenin karanlığından ve halkın
gafletinden istifade ederek kalkıp namaz kılar. İşte bu kişi için bu gece
lehtedir, aleyhinde değildir. Onların bir kısmı vardır ki ne lehinde, ne
aleyhindedir. O da bir kişidir ki, namazı kıldıktan sonra uyudu. Bunun için
gece ne lehindedir, ne de aleyhinde!... Sakın aşırılıktan uzaklaş, normal
hareket etmeye ve daima yapmaya yapış» dedi.
Deylemi, Hz. Ali'den,
o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Namaz dinin direğidir.»
Beyhaki «Şuab»ta Hz.
Ömer'den rivayet ediyor:
Bir kişi Resûlüllah'a
(S.A.V.) geldi ve:
«Ey Allah'ın Resulü!
Allah katında İslâm dininde en sevimli şey nedir?» diye sordu. Cenab-ı
Peygamber:
«Vaktinde eda edilen
namazdır. Kim ki namazı terkederse, onun dini yoktur. (Tam değildir) Namaz
dinin direğidir.» buyurdu.
Hakim, Ebu Hureyre'den
rivayet ve tasrih ediyor. Allah'ın Resulü:
«Kim ki bu beş vakit
namaza devam ederse, o gafillerden yazılmaz. Kim ki bir gecede yüz âyet
okursa, o Allah'a itaat edenlerden yazılır» dedi.
Müslim, Ebu Davud,
Nesei ve İbn Mace, İbn Mesut'tan rivayet ettiler:
«Kim ki müsfiiman
olarak yarın kıyamette Allah ile mülaki olmayı istiyorsa, namazlara dikkatli
olsun. Nerede namazlara çağrılırsa, orada namazları eda etsin.»
Ebu Davud da: «Beş
vakit namaza dikkatli olsun. Nerede çağrılırsa, orada edâ etsin. Çünkü bu beş
vakit namaz (Hüdâ) sünnetlerin-dendir. Cenab-ı Hak, Peygamberimiz için (Hûda)
sünnetlerini şeriat kılmıştır. Ben sahabeleri gördüm. Namazdan ancak apaçık
münafık olan bir kimse geride kalırdı. Bizi gördüm, bizden herhangi bir kişi
safta yerini alıncaya kadar iki kişinin arasına sokulurdu. Bizden herhangi bir
kimse yoktu ki onun evinde bir secde yeri olsun. Eğer siz evlerinizde namazı
kılıp mescidlerimizi terkederseniz peygamberimizin sünnetini terketmiş
olursunuz. Eğer peygamberinizin sünnetini terketmiş olursanız şüphesiz ki
nankörlük etmiş olursunuz.» ilâvesi vardır.
Ahmed ve Tabarani,
Ebu-Tufeyil Âmr bin Vâile'den rivayet ettiler; «Bir kişi bir kavmin yanından
geçti ve onlara selâm verdi. Selâmının cevabını verdiler. Onları geçtikten
sonra o kavmin arasından birisi «Allah'a yeminim olsun ki, ben Allah için bu
adamdan buğzede-yim» dedi. Mecliste oturanlar:
«Yeminlerimiz olsun,
sen kötü bir şey söyledin.»
«Yemin olsun ki biz
onu bundan haberdar edeceğizi} dediler. Aralarından birisine:
«Kalk, ona bu haberi
ver» diye emir verdiler. Elçi kalktı. Ve ona hakkında söyleneni haber verdi.
Kişi vanp Resûlüllah'a dedi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Müslümanların bir meclisinin yanından geçtim. Onların içerisinde falan da var
idi. Onlara selâm verdim, selâmımın cevabını verdiler. Onları geçtikten sonra
onlardan bir kişi arkadan bana yetişti. Bana haber verdi ki onların aralarında
bulunan filân adam «Allah'a yemin ederim, Allah için bu kişiden buğzediyorum»
demiş. Ey Allah'ın Resulü! Onu çağır, niçin benden buğzettîgini sor.»
Resûlüllah bu kişiyi
çağırdı. Arkadaşının söylediğini ona sordu. O da «Evet, ben bunu söyledim» diye
itirafta bulundu. Resûlüllah :
«Niçin ondan
buğzediyorsun?» buyurdu. Kişi:
«Ben onun komşuşuyum.
Onun halini bilenim. Allah'a yeminim olsun, şu doğru ve tacirler tarafından
kılınan beş vakit namazdan başka namaz kıldığını görmedim.
Kişi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Sor. Acaba bu namazı vaktinde tehir ettiğimi hiç gördü mü? Veya abdestinde
kusur ettiğimi hiç gördü mü? Rükû ve secdesinde kusur ettiğimi gördü mü?
Cenabı Peygamber
sordu. Kişi: «Hayır, görmedim» dedi ve devamla:
«Allah'a yemin ederim,
onun şu doğru ve yalancılar tarafından tutulan bir ay ramazandan başka oruç
tuttuğunu görmedim.
Kişi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Sor. Acaba ramazanda ifrat ettiğimi hiç gördü mü? Veya ramazanın hakkından
eksilttiğimi hiç gördü mü?»
Resûlüllah ondan
sordu. «Hayır görmedim» dedi ve sonra devam etti:
«Yemin ederim, şu
doğru ve facir tarafından edâ edilen zekâttan başka Allah yolunda herhangi bir
şeyi infak ettiğini görmedim» dedi. Kişi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Sor, acaba zekâtın herhangi bir şeyini ket-metmiş iniyim? Veya zekât
isteyenlerin herhangi birisine hile yapmaya kalkmışmıyım?..»
Resûlü-Ekrem sordu.
Kişi «Hayır» dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü ona:
«Kalk! Bilmem, umarım
ki o senden daha hayırlıdır» dedi.
Bezzar ve Tabarani,
Malik bin Eşçai'den, o da babasından rivayet etmiştir:
«Bir kişi müslüman
olduğu zaman, Cenab-ı Peygamber ilk olarak ona namazı öğretirdi.»
Muhammed bin Nasr
el-Mervezi «Kitab ü Sala»da, Tabarani de Ubbade bin Samit'ten rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü ve
benim dostum bana yedi hasleti tavsiye buyurdular:
«Sakın! Paramparça
edilirseniz veya yakılırsaıuz veya asıhrsanız dahi Allah'a hiçbir şeyi şerik
koşmayınız. Sakın kasten namazı terket-meyiniz. Kim ki kasten namazı
terkederse, o milletten (İslâm camiasından) çıkmış oluyor. Sakın günahlara
dalmayınız. Çünkü günahlar, Cenab-ı Hakkı
kızdırır. Sakın içki içmeyiniz. Çünkü o bütün günah-lann başıdır.»
Ahmed ve Tabarani,
Muaz bin Cebel'den rivayet ettiler. Resûlüllah bana on kelimeyi vasiyyet
ederek, buyurdu:
«Öldürülürsen ve
yakılırsan dahi Allah'a bir şeyi şerik koşma. Anan ve baban sana ehlinden ve
malından çıkmayı dahi emrederlerse onlara isyan etme. Sakın kasten farz bir
namazı terketme. Çünkü farz bir namazı terkeden bir kimse Allah'ın zimmetinden
uzaklaşır. Sakın içki içme. Çünkü o her fahişeliğin başıdır. Masiyetten uzak
dur. Çünkü masiyettedir Allah'ı öfkelendiren. Bütün arkadaşların helak olsa
dahi bütün insanlara Ölüm isabet etse dahi sakın harp safından kaçma. Sen
orada sebat kıl. Kendi maundan aile efradına infak et. Edeb yönünden onlardan
sapam kaldırma (eksiltme). Onları Allah yolunda (onun için) korkut.
İbn Ebi Şeybe, Buhari,
Müslim ve îbn Mace Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Münafıkların üzerinde
en ağır namaz yatsı ile sabah namazlarıdır. Eğer münafıklar yatsı ile sabahın
ne olduğunu bilmiş olsaydılar yüz üstü sürünseler dahi onların ikisine katılırlardı.
Ben niyetlendim ki
namazı emredeyim, o kılınsın. Namazı kıldıran bir kimseye emredeyim, halka imam
olsun. Sonra beraberlerinde kucaklarla odun bulunan bazı kimseleri alayım.
Namaza varmayanlara varayım. Onların üzerinde evlerini ateşle yakayım.»
buyurdu!..
Bezzar ve Ebu Ya'la ve
Tabarani «Evset»te Enes'ten rivayet etti. Resûlüllah'tan dinledim:
«Kim ki sabah namazını
kılarsa, o Allah'ın zimmetindedir. Sakın ha, sizden bir şeyi taleb ettiğinden
kaçınmasın.»
Malik ibn Ebi Şeybe,
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, îbn Mace, İbn Huzeyme ve Beyhaki
Sünen'inde İbn Ömer'den, o da Resûlüllah'tan rivayet etti:
«O kimse ki ikindi
namazım kaçınrsa sanki o aile efradım ve malım helak etmiştir.»
Ahmed, Ebu Derda'dan:
«Kim ki ikindi
namazını kasten terkederse onun ameli yanmıştır.»
Müslim, Nesei ve
Beyhaki, Ebu Basrat Rifai'den rivayet ettiler. Resûlüllah (El-Mahmes) denilen
yerde ikindi namazını bize kıldırdıktan sonra: «Bu namaz, sizden önceki
ümmetlere arzedildi. Onlar bu namazı zayi ettiler. Kim ki, bu namaza devam
ederse, onun ecri iki defa verilir. Bu namazdan sonra şahid çıkıncaya kadar
namaz yoktur. Şahit de yıldızdır.»
İbn Mace ve Hakim ve
Beyhaki Sünen'inde Abbas bin Abdulmut-talib'ten rivayet ettiler. Allah'ın
Resulü buyurdu:
«Ümmetim aksam namazı
yıldızlar birbirine geçirilinceye kadar tehir edilmedikçe fıtrat üzre olurlar.»
Ahmed, Tabarani ve
Beyhaki, Said bin Yezid'den rivayet ettiler. Resûlüllah buyurdular:
«Ümmetim yıldız
çıkmazdan önce akşam namazını kıldıkları müddetçe fıtrat üzerindedirler.»
Tabarani «Evset»te
Âişe'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Namazın en efdali
akşam namazıdır. Ondan sonra iki rekât kılan bir kimseye Cenab-ı Hak Cennet'te
bir ev bina eder.»
îbn Saad, Buhari,
Müslim, Ebu Musa'dan rivayet ettiler. Bir gece Resûlüllah yatsı namazına çıktı
ve buyurdular:
«Müjdeleniniz. Mutlaka
Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetindendir ki sizden başka hiç kimse bu namazı
kılmamıştır.» Veya şöyle buyurdu:
«Hiç kimse sizden
başka bu saatte namaz kılmadı.»
tbni-Ebi Şeybe, Ebu
Davud ve Beyhaki süneninde Muaz'dan rivayet ederler: Resûlüllah ile beraber
bir gece yatsı namazı için durduk. Cenab-ı Peygamber yatsıyı tehir etti. Hatta
bazıları sandı ki, Resûlüllah yatsıyı kılmıştır. Veya çıkıp da önümüzde
kılmayacaktır. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:
«Bu namazı siz ganimet
biliniz. Şüphesiz ki, siz bu namazla diğer ümmetler üstünde faziletli
kılındınız. Ve sizden önce hiçbir ümmet bu namazı kılmamış tır.»
Ahmed, Hasanı
Basri'den, o da Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor. O da, Resulü Ekrem'den:
«Köle olan bir kul
getiriliyor. Namazından Ötürü hesaba çekiliyor. O namazda herhangi bir
eksikliği var ise, ona niçin onu eksik yaptın diye soruluyor.
«Ey Allah'ım! Sen
benim üzerime bir efendiyi musallat kılmıştın. O benî namazımdan meşgul etti»
der. Cenab-ı Hak ona:
«Onun maundan kendi
nefsin için çaldığını gördüm. Niçin onun çalışmasından nefsin için çalmadın?»
Böylece Cenab-ı Hak o
kulunu susturmuş oluyor.»
Ibni Ebi Şeybe, Ebu
Davud ve Tirmizi, Abdulmelik bin Rebi'den o da babasından, o da dedesinden
rivayet etti:
«Çocuk yedi yaşına
geldi mi ona namaz kılmayı emrediniz. On yaş oldu mu namazdan ötürü dövünüz.»
Ebu Davud bir
sahabiden rivayet ediyor. Resûlüllah'tan (S.A.V.) sordular:
«Çocuk ne zaman namaz
kılar?»
«Sağım solundan ayırd
ettiği zaman ona namaz kılmayı emrediniz.»
İbn Ebi Şeybe ve
Tabarani, İbn Mesud'dan rivayet ettiler:
«Namaz hususunda
çocuklarınızı koruyunuz. Onları hayra alıştırınız. Çünkü hayr alıştırmaktır.»
[46]
İbn Cerir, Said bin Museyyib'ten:
«Allah Resûlü'nün eshabı birbirlerine geçirilmiş parmaklar gibi ortanca
namaz hususunda ihtilaf
ettiler.»îbni Cerir ve îbni Ebi-Hâtim. İbni Ömer'den
rivayet ettiler:
Birisi İbn Ömer'den
ortanca namazın hangisi olduğunu sordu. Ce-vab:
«O beş vaktin
içindedir. Beş vaktin hepsini koru (ve kıl) onu da kılmış olursun» dedi.
İmam Malik «Muvatta»da
Hz. Ali (K.V.) ile İbn Abbas'tan rivayet ediyor. Bu iki zat «ortanca namaz
sabah namazıdır» diyorlardı. Bey-haki de süneninde bunu rivayet etmiştir.
İbn Cerir Ebul-Aliye
tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti:
İbni-Abbas sabah
namazını Basra camiinde kıldı. Rükudan önce kunüt okudu. Ve «Bu namaz ortanca
namazdır. O namazdır ki, Allah (C.C.) «Namazlarınızın vakit ve erkânlarım
gözeterek edasına devam edin. Bilhassa orta namaza dikkat edin» demiştir.
Said bin Mansur ve Abd
bin Humeyd, İkrime tarikıyla îbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Ortanca namaz, sabah
namazıdır. Gecenin siyahlığında kılınır.» İbni-Abdulberr «Temhid»inde İbn
Abbas'tan rivayet etti:
«Ortanca namaz, sabah
namazıdır. Gecenin siyahı ile gündüzün beyazı arasında kılınır ve insanların
elinden en fazla fevtoîunan namaz odur.»
Tabarani «Evset»te
sikka (güvenir) olan kişilerden, İbn Ömer'den rivayet etti. İbn Ömer'den
ortanca namazın hangisi olduğu soruldu. Cevab olarak dedi ki:
«Biz; ortanca namaz o,
namazdır ki Resûlüllah onun içinde kıbleye dönmüştür. O da öğle namazıdır diye
konuşuyorduk.»
Abd bin Humöyd
Mekhul'dan rivayet etti: Bir kişi Resûlüllah'a geldi ve orta namazı sordu.
Cenab-ı Peygamber:
«Ortanca namaz o
namazdır ki sabah namazından sonra gelir.» Böylece öğle namazı olmuş oluyor.
Ahmed, Buhari,
tarihinde Ebu Davud, İbn Cerir, Tahavi, Rüyani, Ebu Ya'la, Tabarani, Beyhaki,
Zeberkan'ın tarikıyla Urve bin Zübeyr1den Zeyd bin Sabit'ten rivayet etti:
Cenab-ı Peygamber Öğle namazını Hacira (öğlenin tam sıcağında) vaktinde edâ
ediyordu ve eshabma en ağır gelen namaz o olurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak
«Namazları ve orta namazı koruyunuz» âyetini indirdi. Çünkü ondan önce iki
namaz, ondan sonra da iki namaz vardır.»
Nesei ve Tabarani,
Zühri'nin tarikıyla Said bin Müseyyib'ten rivayet ediyor. Ben bir kavmin
yanında İdim. Ortanca namaz hakkında ihtilâfa düştüler. Onların en küçüğü
bendim. Beni Zeyd bin Sabit'in yanına gönderdiler ki, ortanca namazı ondan
sorayım. Ona geldim ve sordum. Buyurdular:
Resulü Ekem öğleyi tam
günün ortasında kılıyordu. O zaman halkın bir kısmı günün ortasındaki
uykularında bulunuyordu. Bir kısmı ticaretlerinde olurdu. Cenab-ı Peygamberin
arkasında ancak bir veya iki saf namaza dururdu. Bunun üeerine Cenab-ı Hak:
«Namazları ve ortanca namazı gözetiniz ve itaat edici olarak Allah'a kulluk
yapınız» âyetini indirdi. Allah'ın Resulü «Ya halk bu yaptıklarından vazgeçerler
veya evlerini yakarım» tehdidinde bulundu.
Abdurrezzak, Nafi'den
rivayet ediyor: Hafsa validemiz bir kölesine kendisine mushafı yazmak için
verdi. Ve «Namazları ve ortanca namazı gözetiniz» âyetine vardığında bana
haber ver dedi. Köle mushafı yazıp bu âyete gelince Hz. Hafsa'ya haber vermek
için geldi. Hafsa kendi eliyle «Namazları, ortanca ve ikindi namazını
gözetiniz» yazdı.
Bu rivayetten
anlaşılıyor ki Hafsa validemiz yazı yazardı ve Hafsa validemiz ortanca namazı
öğle namazı diye tefsir etmiştir.
El-Ebari «Mesahifnte
Süleyman bir Erkam tarikıyla Hasan'dan, İbn Şirin ve İbn Şehabuz-Zühri'den
rivayet etti. (Zühri bunların hepsinden hadis bakımından daha doyurucu idi).
Bunlar dediler ki, Ye-mame savaşında Kur'an'm okuyucuları (kurralar) çokça
öldürüldüklerinde, o günde onlarla beraber dörtyüz (400) kişi öldürüldü. Bundan
dolayı Zeyd bin Sabit, Ömer bin Hattab'a giderek ona:
«Bu Kur*an, bizim
dinimizin derleyicisi tek kitabtır. Eğer Kur'an giderse, dinimiz gider. Ben
Kur'an'ı bir kitabta derlemek istiyorum.»dedi.
Ömer:
«Bekle! Ta ki Halife
Ebubekr'den soralım» dedikten sonra ikisi beraber Ebubekr*e gittiler ve
sordular. Ebubekr:
«Acele etme! Ta ki,
Müslümanlarla istişare ediyor» dedi. Sonra hutbeye (konuşmaya) çıkıp halka bunu
haber verdi. Halk «isabet ettin» dediler. Böylece Kur'an'ı cemettiler. Ebu
Bekr tellal bağırttı: «Kimin katında Kur'an'dan birşey varsa, getirsin.» Hafsa:
«Siz, namazlara,
hassaten orta namaza dikkat ediniz» âyetine vardığınızda bana haber veriniz,
dedi. Bu âyete vardıklarında Hafsa'ya haber verdiler. O da onlara:
«Yazınız. Ortanca
namaz ikindi namazıdır» dedi. Ömer, Hafsa'ya: «Senin buna dair bir delilin var
mıdır?» Hafsa: «Hayır.» Ömer:
«Allah'a yemin ederim,
biz Kur'an'a bir kadının delilsiz olarak şahitlik ettiği bir kelimeyi
sokmayız» dedi.
Abd bin Humeyd,
Müslim, Ebu Davud (Nasih'inde) İbn Cerir ve Beyhaki, Berra bin Azip'ten rivayet
ettiler:
«Kur'an namazların
üzerine, hele ikindinin üzerine gözetleyici olunuz diye indi. Biz bunu
Resûlüllah'm devrinde Allah'ın dilediği kadar okuduk. Sonra Cenab-ı Hak bunu
neshederek «namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz» şeklinde gönderdi.»
Berra'ya denildi:
— O halde ortanca
namaz ikindi namazı mıdır?»
Berra:
«Ben size Kur'an'm
nasıl indiğini haber verdim ve Allah'ın onu nasıl neshetmiş olduğunu beyan
ettim» dedi.
Beyhaki, Berra'dan
rivayet ediyor:
«Resûlüllah ile
beraber bir zaman «namazlara ve ikindi namazına dikkat ediniz» diye okuduk.
Sonra «namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz» diye indi. Bilmem acaba bu
ortanca namaz ikindi namazı mıdır değil midir?»
Abdurrezak, îbni Ebi
Şeybe, Ahmed, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni
Mace, İbni Cerir, İbni Mun-zir, İbni Ebi-Hâtim, Beyhaki, Zürkani yoluyla
rivayet ettiler:
Ben Ubeyde'ye dedim
ki:
«Hz. Ali'den (K.V.)
ortanca namazı sor! Ubeyde de sordu. Hz. Ali (K.V.) cevab olarak dedi ki:
«Biz bunu sabah namazı
olarak görüyorduk. Ta Jd Resûlullah'tan Hendek gününde «Onlar bizi ortanca
namazdan, ikindi namazından meşgul ettiler. Allah onların kabirlerini ve
içlerini ateşle doldursun» dediğini işitinceye kadar.»
İbn Cerir başka bir
yoldan Zürkani'den rivayet ediyor:
Ben ile Ubeyde
es-Selmani Hz. Ali'ye gittik. Ubeyde'ye Hz. Ali'den (K.V.) ortanca namazı
sormasını söyledim. O da sordu. Hz. Ali: (K.V.):
«Biz onun sabah namazı
olduğunu zannediyorduk. Hayber'de savaşırken eshab namazı kılamıyacak derecede
yoruluncaya kadar savaştılar. Vakit tam güneşin batmasından az önce idi.
Allah'ın Resulü:
«Ey Allah'ım! Bu
kavmin kalblerini doldur. Bu kavim ki bizi ortanca namazdan meşgul ettiler.
Onların kalblerini ve içlerini ateş doldur», buyurdu. Ve o gün biz ortanca
namazın ikindi namazı olduğunu bildik.»
îbn Ebi Şeybe,
Tirmizi, îbn Hibbat'ın, îbn Mesud'dan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Ortanca namaz ikindi
namazıdır» buyurdu.
Îbni-Cerir, İbrahim
bin Yezid Dimeşki tarikıyla rivayet etti:
«Abdulaziz bin
Mervan'ın yanında oturmuştuk:
Ey filan! Falan
sahabiye git. Ondan: Ortanca namaz hakkında Resûlullah'tan neyi dinledin, diye
sor? dedi.
Bunun üzerine orada
oturan bir kişi dedi ki:
— Ebubekr ve Ömer
(R.A.) Resûlullah'tan (S.A.V.) ortanca namazı sormam için beni gönderdiler.
Ben küçücük bir çocuktum. Peygamber benim küçük parmağımı tuttu, «Bu, sabah
namazıdır)) dedi. Sonra küçük parmağımı takib eden parmağımı tuttu, «Bu, öğle
nama-
zıdır» dedi. Sonra baş
parmağımı tuttu: «Bu akşam namazıdır.» dedi. Sonra baş parmağımı takib eden
şehadet parmağımı tuttu, «Bu, yatsı namazıdır» dedi. Sonra buyurdu:
«Senin hangi parmağın
kaldı?»
«Ortanca parmağım
kaldı» dedim.
«Namazların hangisi
kaldı?»
«İkindi namazı kaldı»
dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:
«İşte o ikindi
namazıdır.» dedi.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Katade'den rivayet ettiler:
Biz ortanca namazın
ikindi namazı olduğunu zannederdik. Zira ondan önce gündüzün iki namazı var,
ondan sonra da gecenin iki namazı vardır.»
îbn Ebi Hatim, (Hasen
bir senedle) İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Ortanca namaz, akşam
namazıdır.
İbn Cerir, Kubeyse bin
Züeyb'ten rivayet etti:
Ortanca namaz akşam
namazıdır. Görmez misin, o ne namazların en azı gibi, ne de namazların en çoğu
gibidir. (Yani ne iki, ne de dört rekâttır. Sefer halinde de kasrolunmaz.
Allah'ın Resulü onu vaktinden tehir etmemiştir ve acele de yapmamıştır.)
Abd bin Humeyd,
Muhammed bin Sirin'den rivayet etti:
Bir kişi Zeyd bin
Sabit'ten ortanca namazın hangisi olduğunu sordu:
«Bütün namazları kıl.
Onu elde etmiş olursun» dedi.
[47]
İbn Ebi Şeybe, Abd bin
Humeyd, Rebi bin Hayseme'den rivayet ettiler. Bir kişi Rebi'den sordu:
«Ortanca namaz hangi
namazdır?»
«Bütün namazları koru.
Bunu yaptığın takdirde ortanca namazı elde etmiş olursun. Çünkü o onlardan
birisidir» dedi.
İbn Ebi Şeybe, İbn
Sirin'den rivayet etti:
Şureyh'ten ortanca
namazın hangisi olduğu soruldu:
«Bütün namazları koru.
Onu elde etmiş olursun.» diye cevab verdi.
[48]
Veki', Ahmed, Said bin
Mansur, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Cerir,
İbni Huzeyme, Tahavi, İbn ul Munzir, İbni Ebi Hatim, İbn Hibban, Tabarani ve
Beyhaki, Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiler:
«Resûlüllah'm
zamanında namaz içinde konuşuluyordu. Kişi namaz içinde olduğu halde,
yanındaki arkadaşıyla konuşuyordu. Ta ki: «Allah'a gönülden boyun eğiciler
olarak namaza durun» cümlesi nazil oldu. O zaman bize sükût emredildi ve
namazda iken konuşmaktan menedildik.»
İbni Cerir ve îbnul
Munzir, İkrime'den bunun benzerini rivayet etmişlerdir.
Said bin Mansur ve Abd
bin Humeyd, Muhammed bin Kâab'tan rivayet, ettiler:
Resûlüllah Medine'ye
geldiğinde halk namazda ihtiyaçlarını konuşurlardı. Tıpkı ehli kitab
ihtiyaçlarını namazın içinde konuştukları gibi. Bu âyet nazil olunca o zaman
konuşmayı terkettüer.
îbn Ebi Hatim, îbn
Mesud'tâ'n rivayet etti: «Kânit Allah ve Resûlü'ne itaat eden kimsedir.))
îbn Abbas «kanitîn
tâbiri namaz kılıcılar demektir» dedi. Bundan sonra da İbni Abbas: «Her dinin
etbai o dinde âsi olarak kaim olurlar. Siz Allah'a itaat ediciler olarak kaim
olunuz» mânâsını taşıyor, dedi.
îbni Ebi Şeybe «El
Musennef»te Dahhak'tan rivayet etti: «Kânitîn» mutiin, (itaat ediciler)
manasınadır.
Îbni-Cerir, İbn
Cüreyç'den rivayet etti:
«Namaza kalktığınız zaman
sükût ediniz. Hiç kimseyle konuşmayınız. Ta ki namazdan fariğ oluncaya kadar.
Çünkü kânit o musalli (namaz kılan) dir ki, fariğ oluncaya kadar konuşmaz.»
[49]
Buhari, Müslim, Ebu
Davud, Nesei, İbn Mace ve Beyhaki sünenin-de Muhammed bin Sirin'den rivayet
etti.
Enes bin Malik'ten
soruldu:
«Resûlüllah sabah
namazında kunut okudu mu?
«Evet, okudu» diye
cevab verdi. Soruldu: «Rüküden önce mi okudu?»
Cevab:
«Az olarak rüküden
sonra okudu» Havi der ki: Bilmiyorum acaba bu azlık zamanın azlığı mıdır veya
kunutun azlığı mıdır.
Yani rüküden az zaman
sonra mı okudu veya rüküdan sonra az bir kunut mu okudu? Ravi bunu
bilmemektedir.
îbni Ebi Şeybe İbn
Ömer'den rivayet ediyor: İbn Ömer ne sabah namazında ne de vitre'de kunut
okurdu. Kunut kendisinden sorulduğunda:
«Biz, kunutun namazda
uzun kıyam ve kıraat olduğunu biliyoruz. Yani bu manâya geldiğini biliyoruz»
derdi.
Buhari ve Beyhaki, Ebu
Kulabe'den, o da Enes'ten rivayet etti: «Kunut sabah ile akşam namazmdadır.»
İbni Ebi-Şeybe,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Darekutni ve Beyhaki, Berra bin Azip'ten
rivayet ettiler:
«Allah'ın Resulü sabah
ve akşam namazında kunut okuyordu.»
Tabarani «Esvet»inde
Darekutni ve Beyhaki Berra bin Azip'ten rivayet ettiler:
«Resûlü-Ekrem
sabah ve akşam namazlarında kunut
okudu.»
Bazı rivayetlerde «Tüm
farz namazlarda kunut okurdu» diye gelmiştir. Bu durum, belâların umumî bir
tarzda yayıldığı zamana mahsus olsa gerek. Zira Şafiî mezhebinde böyle bir
zamanda her namazda kunut okunur.
Buhari, Müslim, Ebu
Davud, Nesei, Darekutni ve Beyhaki, Ebu Seleme'den rivayet ettiler. Bu zat, Ebu
Hüreyre'den dinledim.
— Allah'a yemin
ederim, size Resûlullah'm namazını yaklaştıracağım. (Yani onun namazının
biçiminde namaz kılacağım. Siz göreceksiniz) dedi. Bunun üzerine Ebu-Hüreyre
öğle, yatsı ve ikindi namazının son rekâtında kunut okudu. Bunu da, rüküdan
kalkıp «Semiâl-lahulimen hamiden» dedikten sonra yapıyordu. Ve Müslümanlara dua
eder, kâfirlere lanet okurdu.»
Ebu Davud, İbn Abbas
tarikıyla rivayet ediyor:
«Allah'ın Resulü bir
ara peşi peşine öğle, ikindi, akşam yatsı ve sabah namazlarında kunut okudu.
Her namazın arkasında (semiâllahu limen hamidehu) dediği son rekâtta Süleym,
Rail, Zekvan ve Huseyye kabilelerinden bazılarına beddua ediyordu. Arkasında
namaza duran sahabiler de «Amin» diyorlardı.»
Ebu Davud ve
Darekutni, Muhammed bin Sirin'den rivayet ettiler:
«Resûlüllah ile
beraber sabah namazını kıldım. Cehab-ı Peygamber ikinci rekâtın rükûundan
başını kaldırınca azıcık durdu. (Kunut okudu)».
Ahmed, Bezzar ve
Darekutni, Enes'ten rivayet ettiler:
«Resûlü-Ekrem dünyadan
aynlıp gidinceye kadar sabah namazında kunut okurdu.»
İmamı Şafii'nin
delilini teşkil ediyor bu rivayet... Darekutni ve Beyhaki, Enes'ten rivayet
ettiler:
«Cenab-ı Peygamber bir
ay kunut okudu. Kâfirlere beddua ediyordu. Sonra kunutu terketti. Sabah
namazında ise Cenab-ı Peygamber dünyadan ayrılıncaya kadar kunuta devam etti.»
Darekutni, Enes'ten
rivayet etti:
«Resûlüllah bir ay
müddetle onların aleyhinde kunut okudu, sonra terketti. Sabah namazında ise,
dünyadan ayrılıncaya kadar kunuta devam etti.»
Darekutni, Enes'ten
rivayet ediyor:
«Ben Resûlüllah ile
namaza durdum. Dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazının ikinci rükü'undan
sonra kunut okuduğunu gördüm. Sonra onların (Halifelerin) arkasında namaz
kıldım. Onların da sabah namazının son rekâtının rükü'undan sonra dünyadan
ayrılıncaya kadar kunut okuduklarını gördüm.»
Resûlüllah ölünceye
kadar kunutu okudu, Ebu-Bekr, ölünceye kadar, Ömer ölünceye kadar, kunut
okuduklannı Bezzar ve Beyhaki, Enes'ten rivayet ederler.
Tabarani «Esvet»inde
İbn Mesud'dan rivayet etti:
«Resulü Ekrem hiçbir
namazda kunut okumadı. Ancak vitr namazında kunut okudu. Fakat Cenab-ı
Peygamber harbe gittiğinde bütün namazlarda kunutu okuyordu. Ve müşriklerin
aleyhinde bedduada bulunuyordu.»
[50]
Ebu Davud, Nesei ve
İbn Mace, Übey bin Kâab'tan rivayet
ettiler:
«Allah'ın Resulü,
vitirde rükûden önce kunut okudu.»
İbn Ebi Şeybe, Ebu
Davud ve Tirmizi Hasan bin Ali'den
rivayet etti:
«Benim dedem bana
birkaç kelime öğretti. Onları vitir kımıltım da söylüyorum: Ey Allah'ım!
Hidayet ettiklerin içerisinde beni hidayet et. Afiyet verdiklerinin içerisinde
bana afiyet ver. Emirlerini eline aldıklarının içinde benim emrimi de eline al.
Bana verdiğinde bereket kıl. Beni takdir ettiğinin şerrinden koru. Şüphesiz ki
sen hükmedersin ve senin üzerinde hüküm yapılmaz. Şüphesiz ki sen kime yardımcı
olursan o, zelil olmaz.»
Tabarani ve Beyhaki:
«Kime düşmanlık
yaparsan o aziz olmaz. Sen ortaktan münezzeh ve yücesin» kelimelerini de
eklemişlerdir.[51]
(239) Eğer korkarsanız, yaya veya binekli olarak namazınızı
kılınız. Bu korkulardan emin olarak bilmediğinizi size öğrettiği gibi Allah'ı
zikrediniz...»
Bu âyeti celîle
hakkında gelen eserler:
Bu âyet, korku
namazının meşruiyetini getiren âyettir. Malik, Şafii, Abduri-ezzak, Buhari,
İbni Cerir ve Beyhaki, Nafi tarikıyla rivayet ettiler:
İbn Ömer, korku
namazından sorulduğu zaman, imam öne geçer. Halktan bir taife imamın arkasında
saf tutar. İmam onların bir rek'ât namazını kıldırır. Onların bir gurubu da
onlar ile düşman arasında nöbetçi olarak duracaklardır ve namaza
girmiyeceklerdir. İmamla beraber olanlar, bir rekâtı kıldıklarında gider nöbet
yerinde dururlar, fakat selâm vermezler. Bu sefer nöbette olanlar gelir, imamla
beraber bir rekâtı kılarlar. İmam selâm verir. Böylece her taife imamla beraber
bir rekâtı kılmış olur. İmamdan ayrıldıktan sonra her taife ikinci rekâtı tek
kılacaktır. Eğer korku daha şiddetli ise yaya olarak, ayaklar üzerinde
yürüyerek namazlarını kılarlar. Veya binici olarak kıbleye yönelerek
namazlarını kılarlar. Başka yönlere de yüzleri düşerse yine kılarlar.
Nafi; «Zannediyorum
ki, îbn Ömer korku namazının bu şeklini Resûlüllah'tan rivayet etti» dedi.
[52]
îbn Ebi Şeybe, Müslim
ve Nesei, Nafi'den, o da İbn Ömer'den rivayet etti:
Allah'ın Resulü bazı
günlerinde korku namazını kıldı. Onunla beraber bir taife namaza durdu. Bir
taife düşmanın önünde idi. Beraberindekilerin önünde bir rekât kıldırdı. Sonra
onlar gittiler. Diğerleri geldiler. Onlara da bir rekât kıldırdı. Sonra iki
taife de tek başına birer rekât namazlarını kıldılar.»
İbn Ömer: Eğer korku
bundan daha dehşetli ise, ister binici olarak, ister yaya olarak namazı kıl ve
işaretle de kılabilirsin)) dedi.
îbn ul Munzir, îbni
Ebi-Hâtim, Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiler:
«Kılıç ve süngü harbi
olduğunda kişi başıyla yönü hangi tarafa olursa olsun işaret etsin. Bu da yaya
veya binici olarak namazınızı edâ ediniz âyetinin mânâsıdır.»
Abd b. Humeyd
Kattade'den rivayet etti:
«Cenab-ı Hak, korkulu
olduğun halde sana yaya olarak da binici olarak da namaz kılmayı helâl
kılmıştır. Hem yürüyeceksin, hem de namaz için işaret edeceksin. Bu durumda
yönün hangi taraf olursa olsun.»
îbn Ebi Şeybe ve Abd
bin Humeyd, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Kişi, savaşta iki
rekâtı kılacaktır. Eğer buna gücü yetmiyorsa, bir rekat kılacaktır. Buna da
gücü yetmiyorsa, yüzü hangi tarafta olursa olsun, bir tekbir alacaktır.»
VekT ve îbn Cerir,
Mücahid'den rivayet ettiler:
«Emin olduğunuz zaman»
yani seferden çıkıp ikame evine vardığınız zaman demektir.
îbn Cerir, îbn
Zeyd'den rivayet etti:
Emin olduğunuz zaman,
Cenab-ı Hakkın size farz kıldığı gibi namazı kılınız. Korku geldiğinde Allah
size fırsat vermiştir. Dilediğiniz şekilde kılarsınız.
240) İçinizden
ölüp de geride eşler bırakmakta olanlar evlerinden çıkarılma ksızan senesine
kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet etsinler. Amma onlar
kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların meşru olarak kendileri için
yaptıklarından dolayı size sorumluluk
yoktur...»
îbn Ebi Hatim, Ata
yoluyla İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Daha önce kocası ölen
bir kadına bir seneye kadar nafakası ve
süknası
verilirdi. Bu âyeti, miras âyeti neshetti. Miras âyeti kadına kocasının çocuğu
varsa terekesinden sekizde bir, yoksa dörtte bir verdi.»
Buharı ve Beyhaki
süneninde İbn Zübeyr'den rivayet etti:
«Ben Hz. Osman'dan
sordum. Bu âyeti miras âyeti neshetti. Niçin bu âyeti yazdırıyorsun? Onu
birakmıyalım mı?
Hz. Osman (R.A.):
«Ey yeğenim!
Kur'an'dan hiçbir şeyi yerinden bozmaya
hakkım
yoktur» dedi.
İbn Cerir bu âyetin
tefsirinde Ata'dan rivayet etti: ((Kadının kocasından mirası ölüm gününden sene sonuna kadar dilerse, onun
evinde durmaktı. Dilemezse kocalara herhangi bir mesuliyet düşmez. Sonra bu
âyeti, miras âyeti neshetti.»
Ebu Davud, Nesei ve
Beyhaki, İkrime'den, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
(240) İçinizden ölüp de geride eşler bırakmakta olanlar»
âyeti «içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi kendilerine dört ay
ongun beklerler» âyetiyle neshedildi. Cenab-ı Hak ikinci âyetle onlara ya malın
dörtte biri veya sekizde birini farz kıldı. Bir seneye kadar beklemeyi de dört
ay on güne çevirdi.»
İmam Şafii ve
Abdurrezzak, Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiler: «Kocası ölen kadına
mirasından başka bir nafaka verilmez.»
îbn Rehaviye
tefsirinde Mukatil bin Hayyan'dan rivayet etti: Taif ehlinden bir kişi
Medine'ye geldi. Beraberinde erkek ve kız olarak çocukları vardı. Anne ve
babası ve hanımı vardı. Medine'de bu za t vefat etti. Durum Resûlüllah'a
arzedildi. Cenab-ı Peygamber anne ve babaya ve evlâtlara bilinen şekilde
verdi. Hanımına birşey vermedi, fakat bir seneye kadar onun malından kendisine
nafaka verilmesini emretti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «İçinizden Ölenlerin
geride bıraktığı eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu bekleme
süresi dolduğunda artık onların kendi haklarında...» âyeti sonuna kadar
indirdi.
(241) Boşanmış kadınların maruf bir tarzda ve
miktarda yararlanmaları vardır...»
îbni Cerir, İbn
Zeyd'den rivayet etti:
«Bu ihsan edenler
üzerinde borç bir haktin» âyeti nazil olduğunda bir kişi «Eğer ihsan edersem
veririm, istemezsem vermem» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti inzal
buyurdu.
İbn-ul Munzir, Ali bin
Ebi Talib'ten rivayet etti: İster hür olsun ister cariye boşanmış her müslüman
kadının, bir mut'ası vardır» sözünü dedikten sonra «Boşanmışların maruf bir
tarzda yararlanmaları vardır» âyetini okudu.
Beyhaki, Kattade'den
rivayet ediyor:
Bir kişi hanımım kadı
Şureyh'in yanında boşadı. Kadı Şureyh kişiye:
«Sen ona meta verdin
mi?»
Kadın:
«Benim onun üzerinde
herhangi bir metaım yok. Çünkü Cenab-ı Hak «Boşanmışların maruf bir tarzda
yararlanmaları vardır ki korkup sakınanlar üzerinde bir haktır», ve yine «bu
ihsan edenler üzerine borç bir haktır» dedi. Kocam ise, bu iki sınıfa da
girmemektedir.» dedi.
243)
Binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıktıklarını görmedin mi? Allah
onlara 'ölün' dedi, sonra da onları diriltti...»
Bu âyetin tefsirinde
selef şunları söylemiştir:
Veki' ve îbni Cerir,
Said bin Cübeyr tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Bunlar dört bin kişi
idi. Taundan (yani koleradan) kaçarak çıktılar «Öyle bir yere gideceğiz ki
orada ölüm olmasın» dediler. Sonunda şöyle bir yere vardılar. Allah onlara
«ölünüz» dedi. Hepsi ölüverdi-ler. Peygamberlerden birisi onların yanından
geçti. Onları ölü görünce, Rabbinden onları diriltmesini istedi, ta ki Allah'a
ibadet etsinler. Cenab-ı Hak onları diriltti.)
Abd bin Humeyd ve İbni
Ebi-Hâtim, İkrime tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etmiştir:
«Bunlar dört bin kişi
idi. Daverden adlı bir köyün ahalisi idiler. Koleradan kaçarak memleketlerinden
çıktılar.»
îbn Cerir ve îbn ul
Munzir, Esbat tarikıyla Süddi'den, Ebi Malik'-ten rivayet ettiler:
«Daverden isimli bir
köy vardı. «Vasıt» şehrine yakındı. Onlara kolera isabet etti. Bir gurup
memleketinde durdu, diğer bir gurup kaçtı. Duranların çoğu yok oldular.
Gidenler, veba hastalığı kalktıktan sonra döndüler. Kalanlar «Bizim
arkadaşlarımız bizden daha tedbirli idiler. Eğer onlar gibi yapsaydık sağlam
kalırdık. Eğer ikinci bir kolera hastalığı geldiğinde hayatta kalırsak onların
yaptığı gibi yaparız.» dediler. Ertesi sene kolera hastalığı yine başgösterdi.
Bu sefer hepsi çıkıp memleketi terkettiler. Otuz bin kişiydiler. Geniş bir
vadiye gelinceye kadar yürüdüler. Orada konakladılar. Vadi iki dağ arasında
idi. Ce-nab-ı Hak onların üzerine iki melek gönderdi. Meleğin birisi vadinin en
üst, ikincisi de en alt noktasında durdu. Melekler «ölünüz» diye onlara
seslendiler. Hepsi öldü. Allah'ın dilediği kadar cesedleri yerde kaldı. Sonra
«Hazkil» isimli bir peygamber yanlarından geçti. O kemikleri gördü. Hayretle o
kemik yığınlarına baktı. Cenab-ı Hak ona vahyetti:
— Ey Hazkil! Onlara,
ey kemikler, Allah, sizin bir araya gelmenizi istiyor» diye çağırmasını
emretti. Çağırması üzerine kemikler vadinin başlangıcından son noktasına
kadar birbirlerine doğru gelip birbirlerine
yaklaştılar. Hangi cesetten olan kemik ise, o cesede yaklaştı. Ve böylece
kemiklerden cesedler oluverdiler ki ne kan var, ne et. Sonra Cenab-ı Hak, Peygamberine:
— Onlara, ey kemikler!
Allah emreder ki siz sırtınıza et giy direşiniz.
Bunun üzerine kemikler
et giydiler. Sonra Allah ona vahyetti: Onları çağır: Ey cesedler! Allah
kalkmanızı emretti..»
Böyle çağırdıktan
sonra hepsi diri olarak kalktılar ve memleketlerine dönüş yaptılar. Ve
memleketlerinde hiçbir şey giymeksizin durdular. Ancak sırtlarında yağlı bir
keten vardı. O zamanın ehli onların öldüğünü biliyordu. Böylece durdular
ecelleri gelince gittiler.»
Esbat diyor ki,
Mansur, Mücahid'den rivayet etti:
Onlar dirildikten
sonra Konuşmaları «Subhanekeallahümme, Rabbena vebihamdık. Laiiaheilla ente.» (Ey Rabbim! Ey Allahım.
Sen ortaktan münezzehsin. Senin hamdinle bunu söylüyorum. Senden başka mabud
yok.)
İbn Ebi Hatim, Said
bin Abdulaziz'den rivayet etti: «Bunlar Ezruât denilen memleketin ahalisi
idiler.»
Ebi Salih; âyetin
tefsirinde: «Bunlar, dokuz bin kişi idi» diyor.
Abd bin Humeyd,
Katade'den rivayet ediyor:
Allah, ölümden
kaçtıkları için onlardan buğzetti. Hepsini ceza olarak öldürdü. Sonra diğer
ecellerini yaşasınlar diye diriltti. O ecelleri geride kalmasaydı onları
Cenab-ı Hak tekrar diriltmezdi.»
Abd bin Humeyd,
Dahhak'tan rivayet ediyor:
İsrailoğullarından bir
halka belâ isabet etti. Şiddete maruz kaldılar. Beladan şikâyet ettiler ve
«keşke biz ölseydik de bu belâdan rahat olsaydık» dediler. Bunun üzerine Allah,
Hazkil (a.s.) peygambere vahy gönderdi:
«Senin kavmin belâdan
çağrışıyorlar ve iddia ediyorlar ki ölürlerse istirahate kavuşacaklardır.
Acaba ölümde onlar için hangi istirahat vardır? Onlar benim onları ölümden
sonra diriltmeğe kadir olmadığımı mı sanıyorlar? Sen şöyle şöyle mezarlığa
git. Orada dört bin kişi vardır. İşte onlar, hakkında bu âyet nazil olan
kimselerdir. Orada dur ve onları çağır. Onların kemikleri dağılmıştır. Kuşlar
ve yırtıcı hayvanlar onları parçalamıştır.
Hazkil (a.s.):
— Ey kemikler! Allah sizin bir araya gelmenizi
emrediyor, diye çağırdı. Her insanın
kemiği bir araya geldi. Sonra:
— Ey kemikler! Allah damarlar ve damanmsı
yapışkan maddelerin sizde bitmesini emrediyor, dedi. Böylece kemikler
birbirlerine yapıştılar, damarlarla muhkemleştiler. Ve ikinci bir kez Hazkil
onlara:
— Ey kemikler! Allah size et giymenizi emrediyor,
dedi. Böylece kemiklere et giydirildi, etten sonra da deri. Onlar cesedler
haline geldiler. Sonra Hazkil üçüncü kez onlara:
— Ey ruhlar! Cenab-ı
Hak size bu cesedlere geri gelmenizi emrediyor, dedi. Böylece Allah'ın izniyle
ayağa kalktılar, hepsi bir kişinin Tekbiri gibi Tekbir aldılar.
İbn-i Cüreyc, Ata'dan
rivayet ediyor:
Bu, bir darbı
meseldir. Yani vaki olan bir kıssa değildir.
Amr bin As:
Bunlar Zaver dağının
ehli idiler. Zaver de Vasıt'a bir fersah mesafededir, diyor.
«Allah insanlara karşı
fazl ve ihsan sahibidir. Ancak insanların çoğunluğu şükretmez...»
Yani Cenab-ıHakkm
vermiş olduğu nimetin şükrünü gereği gibi yerine getiremezler. Bu kıssada
ibret ve delil vardır ki, sakınmak kaçmak insanı kaderin pençesinden
kurtaramaz. Ve yine delil vardır ki, Allah'tan kaçmak ancak Allah'a sığınmakla
mümkün olabilir. Çünkü bu kişiler veba hastalığından kaçarak memleketlerini
terkettiler. Uzun yaşamak talebinde bulundular. Ve Cenab-ı Hak onların tam kastının
tersini onlara verdi. Bir anda hepsi ölüverdiler.
İmam Ahmed'in rivayet
ettiği şu sahih hadis de, bu kabildendir:
Hz. Ömer Şam'a gitti.
«SARG» denilen yere varıncaya kadar yola devam etti. Sarg'de Şam'daki ordu
kumandanları Ebu Übeyde bin Cerrah ve arkadaşları onu karşıladılar. Hz.
Ömer'e, Şam'da kolera olduğunu haber verdiler. Hz. Ömer Şam'a gidip gitmemekte
tereddüt içerisinde idi. Kimisi git, kimisi Medine'ye dön diyordu. Ta ki
Abdurrah-man, bin Avf geldi. O bir takım ihtiyaçları için daha önceden gelmemişti.
Abdurrahman bin Avf:
— Benim katımda bu
hususta bilgi vardır. Allah'ın Resûlü'nden dinledim: «Bir memlekette veba varsa
ve siz de orada iseniz.sakın ondan kaçarak çıkmayınız. Herhangi bir memlekette
vebamn olduğunu işitirseniz sakın oraya gitmeyiniz.» Bunun üzerine Hz. Ömer
Allah'a hamdetti ve Medine'ye döndü.
İmameyn (yani Buhari
ve Müslim) bu hadisi Sahihayn'da Zühri tarikıyla rivayet etmişlerdir.
«Allah yolunda
savaşınız ve biliniz ki şüphesiz Allah işitendir, bilendir...»
Bu âyetin yorumunda
seleften şunlar gelmiştir.
Nasıl ki sakınmak
kaderin önüne geçmiyorsa cihaddan kaçmak
böyledir. Zira cihad
eceli yaklaştırmaz, ondan kaçmak da eceli uzak-laştırmaz. Belki ecel mahtumdur
(gelmesi yüzde yüzdür), rızık da maksumdur (taksimlidir). Herşey nizamla takdir
edilmiştir, ne.fazlalık vardır ne eksiklik. (345) Allah'a karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı güzel
bir borcu verecek olan kimdir? Allah daraltır ve genişletir ve siz ona
döndürüleceksiniz...»
Bu âyetin yorumunda
şunlar söylenmiştir:
Cenab-ı Hak bu âyetle
kullarını Allah yolunda infak etmeye teşvik ediyor. Bu âyet Kur'an'ın birçok
yerlerinde tekrar edilmektedir. Nüzul Hadisinde Cenab-ı Hak şunları söylüyor:
«Kim yoksul olmayana
ve zulme uğramayana karz (borç) verecektir?»
İbni-Ebi Hatim - Hasan
bin Arefe'den, o da Hallad bin Halife'den, o da Humeydi-Araç'tan, o da Abdullah
bin Haris'ten, o da Abdullah bin Mesud'dan rivayet ediyor:
Bu âyet indiği zaman
Ebu Dahdah el-Ensari:
— Ey Allah'ın Resulü!
Cenab-ı Hak bizden borç mu istiyor?
Allah'ın Resulü:
— Evet ya Ebu-Dahdah,
dedi. Ebu Dahdah:
— Ey Allah'ın Resulü! Elini bana göster.
Ravi diyor ki
Resûlullah elini Ebu Dahdah'a verdi. Ebu Dahdah:
— Şüphesiz ben Rabbime
bostanımı borç verdim. O, bostan ki orada 600 hurma ağacı vardır. Ve orada
Ümmü Dahdah ile çocukları vardır.
Ebu Dahdah gelip «Ey
Ümmü Dahdah» diye hanımını çağırdı. Hanımı, «Buyurun}), dedi. O da «Çık, ben
bu bostanı Allah'a borç verdim» dedi. Hadisi îbn Merduyeh, Abdurrahman bin Zeyd
bin Eslem'den, o da babasından, o da Hz. Ömer'den merfu olarak bu şekilde rivayet
etmiştir.
Hz. Ömer ve selefden
bazıları, «Borçtan maksat, Allah yolundaki infaktır» dediler. Bazıları «Bu
güzel borçtan maksat, çoluk çocuğuna verdiğin nafakadır}), bazıları «Teşbih ve
takdistin) dediler.
«Çok artırma ile kat
kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?» cümlesine karşılık ve ona
benzeri «O, kimseler ki Allah yolunda mallarını in fak ederler, onların
meselesi yedi başak bitiren, her başakta yüz dâne olan bir dânenin meselesine
benzer. Allah dilediğine daha kat kat yapar» âyeti gelir.
îmam Ahmed, Yezid'den,
o Mübarek bin Fadale'den, o Ali bin Zeyd'den, o Ebu Osman bin Nebi'den:
— Ben Ebu Hureyre'ye vardım. Ve ona; benim
kulağıma geldiğine göre sen diyorsun ki bir hasene bin defa bine katlanır.
Yani bir milyon hasene olur.
— Bunda hayret
edilecek ne var? Ben Resûlüllah'tan dinledim. Diyordu ki «Bir hasene iki
milyona varacak kadar katlanır.»
İbn Kesir, «Bu, garip
bir hadistir» diyor. Bu hadisin ravileri arasında yer alan Ali bin Zeyd bin
Cebeha çok münker hadis nakleden kişidir. Fakat bu hadisi îbni Ebi-Hâtim başka
bir tarikla rivayet etmiştir.
Ebu Hallad, Süleyman
bin Hallad bin Mueddib bize, Yunus bin Muhammed el-Mueddib ona, Muhammed bin
Rifai ona, Ziyad el Ces-sas da ona, Ebu Osman el-Nebi ona, dedi:
Benden daha fazla Ebu
Hureyre'nin yaranda oturan birisi yoktu. Ebu Hureyre, benden önce hacca
gitmişti. Ben de onun arkasında idim. Baktım ki Basralılar Ebu-Hüreyre'nin
şöyle dediğini rivayet ediyorlar:
— Cenabı Hak bir haseneyi bir milyon hasene
yapar.
Ben onlara:
— Rahmet olasıca. Benden daha fazla Ebu
Hureyre'nin yanında oturan birisi yok. Ben bu hadisi ondan işitmedim, dedim.
Ben acele ettim ki
yolda Ebu-Hüreyre'ye yetişeyim. Baktım ki, hacca gitmiş. Mekke'ye doğru gittim.
Bu hadis için onunla mülaki olmak istiyordum. Mülaki oldum ve sordum:
«Ey Eba Hureyre!
Basralılann senden dinledikleri hadis nedir?» «Hangi hadis?» dedi.
«Onların ifadesine
göre sen demişsin ki Allah tek haseneyi bir milyon haseneye katlar (yapar.)»
Ebu Hureyre:
— Ey Eba Osman! Niçin
bunda hayret ediyorsun? Cenab-ı Hak demiyor mu ki «Allah'a, karşılığını çok
artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?» Ve yine
Cenab-ı Hak demiyor mu ki «Dünya hayatının metaı âhirette ancaz az bir şeydir».
Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, Allah'ın. Resûlü'nden
dinledim. Diyordu:
«Şüphesiz Cenab-ı Hak
bir tek haseneyi iki milyon haseneye katlar, (yapar)»
Bu hadisin manasını,
Tirmizi'nin ve başka muhaddislerin Amr bin Dinar, Salim'den, Abdullah bin
Ömer'den rivayet ettikleri hadis de takviye etmektedir. O, hadis şöyledir:
«Kim ki, herhangi bir
çarşıya gidip Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh lehul mülkü ve lehul hamd
ve hüve âlâ küllî şey'in kadir (Allah'tan başka ilâh yok. Biriciktir. Onun
ortağı yok. Mülk onundur, hamd onundur. O herşeye kadirdir) derse Allah ona bir
milyon hasene verir ve onun defterinden bir milyon seyyieyi de siler.»
İbni Ebi-Hâtim, Ebu
Zer'a'dan, o İsmail bin İbrahim bin Bişar'-dan, o Ebu İsmail el Mueddib'ten, o
îsâ bin Musayyib'ten, o Nafi'den, o İbn Ömer'den rivayet etti:
«Allah yolunda
mallarını infak edenlerin meselesi bir dane meselesidir ki o dane yedi başak
bitiriyor» âyeti celîlesi nazil olduğunda Allah'ın Resulü:
«Ey Rabbim! Ümmetime
daha fazlasını ver» dilekte bulundu. İşte onun üzerine bu âyeti celîle nazil
oldu. Resûlü-Ekrem, «Ey Rabbim! Ümmetime daha fazlasını ver» dedi ve onun
üzerine «Ancak sabredenler hesabsız ecirlerini alırlar» âyeti indi.
[53]
(246)
Görmedin mi ki, İsrailoğullarından bir gurup Musa'dan sonra kendilerine gönderilmiş
Peygambere «Bize bir kumandan tayin et ki; (onun kumandasında) Allah yolunda
savaşalım.» dediler. O Peygamber «Acaba ya size savaş farz kılındığı takdirde
savaşmazsanız?» dedi. Onlar «Neden Allah yolunda savaşmıyacakmışız?
Memleketimizden çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmışız» dediler. Ne zaman ki, savaş onlara farz kılındı,
onlardan çok azı hariç, hepsi yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilicidir.
(247) Ve
Peygamberleri onlara «Şüphesiz ki, Allah size kumandan olarak tâlut'u
gönderdi.» dedi. Onlar «O nerden bize kumandan oluyor? Biz kumandanlığa ondan
daha lâyıkız. Üstelik o geniş bir zenginliğe de sahib değildir.» dediler.
Peygamber «Şübhesiz ki, Allah onu sizden üstün kıldı. İlim ve geniş cisim
yönünden onu artırdı. Allah, mülkünü
dilediğine verir. Allah (in rahmeti) genişdir.
(Allah) bilicidir.» dedi
(248) (Onlar
Tâlut'un kumandanlığının delilini
istedikleri zaman) Peygamberleri onlara «Onun kumandanlığına nişan, size,
içinde Rabbinizden gelen sükûnet, Musa ve Harun ailesinin terekesi bulunan
«Tabut»un gelmesidir. Onu melekler yüklenip getiriyor. Şübhesiz ki, eğer mümin
iseniz sizin için Tabut'un getirilmesinde bir Âyet (Mu'-cize) vardır.[54]
(246)
«Görmedin mi ki İsrailoğullanndan bir
gurup Musa'dan sonra kendilerine
gönderilmiş peygambere...»
Yahudilerden olan bu
cemaat, müşavere için bir araya gelmişlerdi. Peygamberleri Hz. Yûşa1 veya Hz.
Şemûn veya Hz. Şemûl'e (A.S.)
«Bize İçimizden bir
kumandan tayin et ki, emri altında savaşalım. Bize gösterdiğini yapalım.»
dediler. Peygamberleri, «Korkanın ki, savaş farz olduktan sonra savaşdan
kaçarsınız!» dedi. Onlar, memleketimizden Câlût tarafından sürüldük, Akdenizin
kıyılarında bulunan Âmâ-lika (Fenike) liler yurdumuzu istilâ ettiler, çoluk
çocuklarımızı tutsak yaptılar. Hatta prens ve prenseslerimizden dörtyüz kırk
kişiyi bile esir ettiler, deyip harbdan kaçamayacaklarını ileri sürdüler. Fakat
savaş farz kılındıktan sonra ancak az bir kısmı hariç diğerleri kaçtı. Rivayetlere
göre kalanları, üçyüz onüç kişi idi. Resullerin adedi kadar!..
Allah'ın emriyle
kendilerine kumandan tayin edilen tâluta itiraz ettiler. Rivayete göre,
Peygamberleri onların başında kumandan olacak birisinin tayini için Allah'a
yalvardığmda Allah tarafından kendisine bir ASA (baston) verildi. Onunla kumandan
olabileceklerin boylarını ölçerdi. Bu Ölçüye ancak Tâlut'un boyu denk geldi.
Tâlut'un fakirliği, sıradan bir çoban veya saka veya tabakçı olması ve Hz.
Ya-kub'un oğlu Bünyamin'in soyundan geldiği onları bu itirazları yapmaya
zorladı. Çünkü Bünyamin'in zürriyetinde ne Peygamberlik ne de hükümdarlık
vardı. Peygamberlik «lavî»nin çocuklarında, hükümdarlık «Yahuza»nın
çocuklarında idi. Bu iki boydan bir çok kimse de hâlâ hayatta vardı. Neden
onlara değil de Tâlut'a hükümdarlık verilsin? Cenabı Peygamber (A.S.) onlara,
bu işin tertipcisinin Allah (C.C.) olduğunu, bir de Tâlut'ta hem güç hem de
ilim bulunduğunu ifade etti. Böylece hükümdarlarda bulunması gereken
faktörlerden mühim olan ikisini de belirtmiş oldu. Tâlut'un öncülüğünü
gerektiren nedenler:
1) Allah'ın
(C.C.) onu seçmesidir.
2) Siyaseti
bilmek için lâzım olan bolca ilimdir.
3) Düşmanların
gözünü dolduran ve savaşa dayanan fizikî gelişmesidir. Zira Tâlut o kadar
bedenen gelişmişt ki, oturduğu halde,
ayakta duran normal insanın eli ancak onun başına yetişirdi.
4) Mülkün
sahibi Allah'dır. Dilediğine verir.
5) Allah'ın
fazlu keremi geniştir. Dilediği fakir
kulunu zengin kılar. îlim sonsuzdur. Kimin hükümdarlığa daha lâyık olduğunu bizden
iyi bilir.
tabut, sandık
demektir. «tevb» kökünden geliyor. Manâsı, dönmek demektir. Çünkü bu sandıkta
bulunan emanetler tekrar buraya dönüp geliyor. Bu sandıkta Tevrat vardı. Şimşad
ağacından yapılmıştı. (3x2 = 6 Zira' büyüklüğünde idi. Altın ile işlenmişti.
Allah'dan gelen bir
sekine Tabut'ta bulunuyordu. «sekine» den maksat, sükûnettir. Musa (A.S.)
savaşa çıktığında Tabut'u önde taşıtırdı. Ona bakan İsrailoğulları sükûnete
kavuşurlardı. Bâzı tefsirci-ler Tevrat'ın sarihlerinden devşirerek «Sekine'den
maksat, sandığın içinde bulunan Zeberced veya Yakuttan yapılmış olan heykeldir.
O heykelin başı kedi başı gibi, kuyruğu kedi kuyruğu gibiydi. İki de kanadı
vardı. İnlerdi. Tabut düşmana doğru yürürdü (!) Onlar da peşinden giderlerdi.
Tabut durduğunda dururlar ve o zaman AÎIah'dan yardım inerdi.» dediler. Ne
derece doğruluk taşıyor bu rivayet Allah bilir!..
Tefsircilerden
bâzıları da «Tabutun içinde Hz. Adem'den Hz. Mu-hammed Mustafa'ya kadar olan
Peygamberlerin resimleri bulunurdu.) dedi.
Bâzıları, «Tabut
kalbdir. Sekine ise, kalbde bulunan ilim ve ihlas dır. Onun gelmesi demek,
kalbinde bulunmayan ilim ve vakan oluş turmaktır.» demişlerdir.
Musa ve Harun (A.S.)
âlinin terekesi, Tevrat'ın yazılı bulunduğu tahtaların parçalan, Hz. Musa'nın
asası, elbisesi ve Harun (A.S.) sangı idi. Musa ile Harun'un âlinden maksad,
çocuklan veya nefisleridir. Ya da İsrailoğullarınm diğer Peygamberleridir.
Çünkü hepsi Hz. Musa ile Hz. Harun'un amcazadeleridir. Bazı görüşlere göre,
Allah (C.C.) Hz. Musa'dan sonra Tabut'u kaldırdı. Onlann gözleri önünde melekler
Tabut'u indirdi. Diğer bir rivayete göre, Tabut Hz. Musa'dan sonra diğer
Peygamberlerin yanında idi. İsrailoğulları fesada kayınca kâfirlerin eline
düştü. Câlut'un yurduna götürüldü. Tâ ki, Allah Tâlut'u hükümdar tayin edinceye
dek orada kaldı. O zamandan sonra onlar büyük bir belâya çattılar. Beş
şehirleri silme gitti. «Tabut bize uğur getirmedi» dediler! Tabut'u iki öküze
bindirdiler ve saldılar. Melekler, öküzleri Tâlut'un yurduna sürdüler!..
[55]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(246) Ey Habibim! Musa'dan sonra İsrailoğullanndan ileri
gelen bir topluluğun müşaveresine vakıf olmadın mı?...»
Bu âyeti celîle,
hakkında selefden gelen tefsir:
Abdurrezzak,
Ma'mer'den, o Katade'den rivayet etti: Bu âyette bahsedilen Peygamber Yuşa bin
Nun'dur. İbn Cerir «Efraim bin Yusuf bin Yakub'tur» dedi. Fakat İbni Cerir'in
bu tevili uzaktır. Çünkü bu hadise, Musa'dan uzun bir zaman sonra ve Davud
(A.S.) zamanında olmuştur. Nitekim kıssada açıkça bu söylenilmektedir. Davud
ile Musa (A.S.) arasında bin küsur seneden fazla bir zaman vardır.
Es Süddi «Bu Peygamber
Şem'un'dur» dedi. Mücahid «ŞemviT-dir» dedi. Muhammed bin İshak Vehb bin
Münebbih'ten Şem'il bin Ba-li bin Alkame bin Tırham bin Elvehd bin Bahre bin
Alkame bin Macid bin Ömer Sa'bin, Azraya bin Safiyye bin Alkame bin Ebu Yaşik
bin Karun bin Yes'eb bin Kaiz bin Lai bin Yakub binishak bin İbrahim'dir. Vehb
bin Münebbih ve başkalan İsrail oğulları Musa'dan sonra müstakim yolun
üzerinde bir müddet devam etti. Sonra bidatları ihdas etmeye başladılar.
Bazıları putlara taptı. Aralarında Peygamberler vardı. «Emri:bil-maruf» yapan
âlimler vardı. «Nehyi-anilmünker» yapan vaizler vardı. Onlar yaptıklarını
yapıncaya dek onları Tevrat'ın yoluna davet edenler eksilmezdi. Böylece Allah
onların düşmanlarını onlara musallat kıldı. Düşmanlar onlardan büyük bir
kitleyi katlettiği gibi birçok kimseleri de esir ettiler. Onlardan birçok
beldelerini aldılar. Onlarla kim savaşırsa, onları mağlub eder hale geldi.
Çünkü onlar Tevrat'ın ve eski zamanlardan kalan Tabutun (Sandığın) sahibleri
idiler. Tabut seleflerinden haleflerine miras olarak kalmıştı. Hz. Musa'ya
miras olarak geçmişti. Buna rağmen onları sapıklığa götüren durumları devam
etti. Bir harpde bazı krallar Tabutu onlardan aldı. Tevrat'ı ellerinden
çıkardı. Tevrat'ı hıfzeden kimseler de aralarında pek azdı. Peygamberlik artık
onların torunlarından kesildi. Lavi'nin torunlarından kimse kalmadı. Zaten
İsrailoğullarmın Peygamberi Lavi'nin zürriyetinden geliyordu. Ancak hamile bir
kadın kalmıştı. Onun kocası da öldürülmüştü. Kadını tutup bir evde hapsederek
gözettiler. Belki Cenab-ı Hak ona bir çocuk verir de, o çocuk onlara peygamber
olur. Kadın böyle bir çocuk vermesini yalvararak Allah'dan istedi. Cenab-ı Hak
da onun duasını kabul etti. Ona bir çocuk ihsan etti. O, da o, çocuğa «Şemvil»
ismini verdi. Şemvil'in manası «Allah benim duamı dinledi» demektir. Bazıları,
«Şem'un'u verdi, o da aynı manaya geliyordu» dedi. Ve Cenab-ı Hak onun güzel
bir şekilde yetişmesini takdir etti. Peygamberliğin yaşma geldiği zaman,
Cenab-ı Allah kendisine vahy gönderdi. İnsanları Allah'a davet etmeyi ona
emretti. Allah'ın birliğine insanları çağırmayı ona direktif verdi. O da
İsrailoğullarını Allah'ın hidayetine davet etti. Onlar «Bize bir' padişah
gönder de onun yardımı ile Allah yolunda düşmanlarımızla savaşalım)} diye
dilekte bulundular.
Peygamber:
«Ya üzerinizde bir
savaş farz edilmiş bulunur da muharebe etmezseniz? demişti» Onlar:
«Niçin Allah yolunda
savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıldık. Çocuklarımızdan uzak bırakıldık,
dediler.»
Ne zaman ki üzerlerine
savaş farz kılındı, içlerinden pek az kimseler hariç diğerleri savaştan yüz
çevirdiler.
«Allah cihaddan geri
kalan zalimleri pek alâ bilicidir.»
Yani Allah'a vermiş
oldukları vaadi yerine getirmediler. Belki çoğu cihattan kaçtı. Allah onları
bilicidir.
247) Onlara
Peygamberleri:
«Allah size Talut'u
melik olarak gönderdi», dedi. Onlar:
«Biz hükümdarlığa ona
göre daha çok hak sahibi iken, ona mal bolluğu verilmemiş iken nasıl bizi yönetmek
üzere hükümdarlık onun olabilir? demişlerdi...»
Bu âyetin yorumu
şöyledir:
Onlar
peygamberlerinden kendilerine bir padişahın tayinini istediler. Peygamberleri
onlara Talut'u padişah olarak tayin etti. Talut askerden bir kişi idi. Fakat
kıral ailesinden değildi. Çünkü kraliyet Ye-huda'nın torunlarında idi. Talut
ise, Yehuda'nın, torunlarından değildi. Bunun için «O nasıl bize hükümdar
olur?» dediler. «Biz hükümdarlıkta ondan daha hak sahibiyiz. Üstelik ona geniş
bir servet de verilmemiştir. Yani fakirdir, malı yoktur» diye ilâve ettiler.
Bazıları, «Talut bir saka idi» dediler. Bazıları «debbağ» idi dediler. Onlar
böylece peygamberlerine itiraz ettiler, karşı koydular. Oysa onların
peygamberlerine itaat etmeleri lâzımdı. Güzel söz söylemeleri gerekirdi.
Peygamber onlara cevab olarak dedi:
«Allah onu sizin
üzerinize seçti. (Yani sizi yönetmek üzere onu seçti.) Allah onu sizden daha
iyi tanır. Ben onu kendi nefsimden tayin etmedim. Cenab-ı Hak bana emretti, onu
tayin ettim. Cenab-ı Hak onun vücut ve bilgi gelişimini artırdı. Bununla
beraber o sizden daha bilgindir, daha zekidir. Şekli sizin şeklinizden daha
güzeldir. Kuvveti sizin kuvvetinizden daha fazla, harpte sizden daha sabırlı ve
harbi sizden daha iyi biliyor. Yani hem ilim yönünden, hem şekil yönünden sizden
daha mükemmeldir» dedi.
Peygamberin bu
sözünden anlaşılıyor ki, yönetici, padişah, kral, ilim sahibi, ve fizyonomisi
güzel olacak, bedeninde ve nefsinde fazla bir kuvveti olacaktır. Sonra
peygamber şöyle devam etti:
«Allah o hakimdir ki
dilediğini yapar. Yaptığından sorumlu değildir. Kullar ancak
yaptığından'sorumludurlar. Çünkü Cenab-ı Hak kullarına şefkat ve merhamet
edendir. Allah'ın fazileti geniştir, istediği kulunu rahmetine mazhar eder. Kim
yönetmeye, kıral olmaya, padişah olmaya müstahaktır, onu herkesten daha iyi
bilir.»
(248) Peygamberleri onlara şöyle de dedi:
— Onun hükümdarlığının
nişanesi size Tabut'un gelmesi olacaktır. Ki onda Rabbinizden bir güven
duygusu ve huzur ile Musa ve Hanın ailesinin arta kalanları var. Onu melekler
taşır. Eğer inanmışsanız bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır...»
Bu âyetin yorumu şöyle
gelmiştir:
İbni Cerir ve
İbnul-Munzir, İbn Cüreyc'ten, o da İbni Abbas'tan rivayet etti:
Bu hadise Tevrat'ın
refolunduğu (kaldırıldığı) ve iman ehlinin memleketlerinden çıkarıldığı zamanda
oldu. Diktatörler onları memleketlerinden çıkarmışlar, aile efradından
uzaklaştırmışlardı. Tabut onlara getirildiği zaman cihad onların boynuna farz
kılındı. îsrail-oğullannda iki boy vardı. Birisi peygamberlik boyu, birisi de
hükümdarlık boyu idi. Hükümdarlık boyu ancak hükümdarların sülâlesinden,
peygamberlik boyu da ancak peygamberlerin sülâlesinden oluyordu. Peygamberleri
onlara «Cenab-ı Hak Talut'u size idareci olarak gönderdi» dediğinde «O nasıl
bize idareci olur? Biz idareciliğe ondan daha müstahakız. O iki soydan
hiçbirisinden değildir. Ne peygamberlik so-yundandir, ne de hükümdarlık
soyundandır.»
Peygamber onlara:
«Cenab-ı Hak, onu size
seçip vermiştir, ihtiyar etmiştir» dediyse de, onlar ona riyaseti teslim etmekten
imtina ettiler. Peygamber onlara «Onun hükümdarlığının belgesi size Tabut'u
getirmektir, Tabut'-ta sükûn, Rabbinizden gelen huzur vardır. Musa ve Harun
ailesinden kalanlar vardır.»
Hz. Musa, Turi Sinadan
döndüğü zaman, buzağıya tapanları gördüğünde Tevrat'ın levhalarını attı ve
levhalar kırıldı. Bir kısmı ref-olundu. Yani kayboldu. Hz, Musa, bir kısmının
parçalarını topladı. Tabuta (sandığa) koydu. Amalika Tabut'u ganimet olarak
İsrailoğulla-nndan almış götürmüştü. Amalika, Âd kavminden kalan bir kavimdi.
Eriha denilen yerde yaşıyorlardı. Melekler, Tabut'u gök ile yer arasında
taşımak suretiyle getirdiler. İsrailoğulları da buna bakıyorlardı. Ta ki
Tabut'u Talut'un yanma koydular. Bunu gördükleri zaman Talut'a teslim oldular,
kıral olarak onu ilân ettiler.
Peygamberler, savaşa
hazır olduklarında Tabut önlerinde gidiyordu. Rivayete göre:
— Adem (A.S.) bu
Tabut'u ve Hacer ul esvedi (Kabe duvarında bulunan siyah taşı), ve Musa'nın
asasını Cennet'ten beraberinde getirmiştir. Kulağıma geldi ki Tabut ile Musa'nın
Asası Taberiye gölün-dedir. Ve onlar kıyamet gününden Önce çıkarılacaktır.
[56]
İbn İshak ve İbn
Cüreyc, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ettiler:
Musa'dan (A.S.) sonra
İsrailoğulları arasında halife olarak Yuşa bin Nun kaldı. Onlara Tevrat'ı
öğretir, Allah'ın emrini söylerdi. Allah (C.C.) onun canını kabzedinceye kadar
devam etti. Sonra onlara onun yerine Kâlib bin Yukana geçti. O da Tevrat'ı
onlara yayar, Allah'ın emrini ikame ederdi. Sonra Allah onun ruhunu kabzetti.
Onun yerine Hazkil bin Buzi geçti. Hazkil ihtiyar kadının oğluydu. Sonra Cenab-ı
Hak, Hazikil'in canını aldı. îsrailoğullannıri arasmda bid'atler başgösterdi.
Allah'a vermiş oldukları sözü unuttular. Putları diktiler, onlara tapmaya
başladılar. Allah onlara İlyas bin Nesi bin Fenhas bin Ayzar bin Harun bin
İmranı peygamber olarak gönderdi. İsrailoğullarının peygamberleri, Musa'dan
sonra Tevrat'tan ne kadarını unutmuş ise onu tecdid etmek için gönderirlerdi.
İlyas (A.S..), İsrailoğullannın krallarından birisinin yanında idi, kralla
beraberdi. Kralın ismi Ecan idi. Ecan İlyas'ı diriler, tasdik ederdi. İlyas da
onun durumunu tanzim ederdi. İsrailoğullannın diğer kıralları putlar edinmişler
ve onlara taparlardı. İlyas, durmadan onları Allah'a davet ediyordu. Onlar da
İl-yas'ın hiçbir sözünü dinlemiyorlardı. Ancak o kraldan dinlerlerdi. Kralların
site devletleri Şam diyarında dağınıktı. Her kralın özel bir arazisi vardı.
Ondan yer-içerdi. O kral bir gün İlyas'a:
«Senin çağırmakta
olduğun dini batıl olarak görüyorum. Zira İsrailoğullannın filan, filan kralı
putlara taptılar. Oysa buna rağmen yer, içer ve nimeti enirler. Onlann
dünyasından hiçbir şey de eksilmez» dedi. Bunun üzerine İlyas:
«tnnalillahi ve inna
ileyhi raciûn» (Biz Allah'tanız ve ancak ona döneceğiz) dedi ve bedenindeki
tüyleri diken diken oldu. Sonra kralı terke-dip yanından çıktı. Kral da diğer
kralların yaptıkları gibi, putlara taptı. İlyas'tan sonra Elyesa' peygamber
olarak geldi. Bu da Allah'ın dilediği kadar îsrailoğullannın yanında kaldı.
Sonra Cenab-ı Hak onun ruhunu kabzetti. Onların Elyesa'dan sonra çeşitli
kimseleri baş çektiler. Hatalar büyüdükçe büyüdü. Büyüğün büyükten miras
olarak almış olduğu Tabut da onlann yanında idi. Tabut'un içinde sekinet vardı.
Al-i Musa ve Al-i Harun'dan arta kalan şeyler vardı. Savaş açtıkları her
düşmanı onunla karşılıyorlardı. Tabut'u önlerine koyarlar ve onunla
dönerlerdi. Onun yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Hak düşmanlarını mağlub kılardı.
Fakat hadisat büyüdüğü ve Allah'ın ahdini terkettik-leri zaman bir düşman
onlara musallat kılındı. Onu karşılamaya çıktıkları zaman beraberlerinde Tabut
da vardı. Nitekim daha önce de beraberlerinde Tabut'u götürürlerdi... Tabut'un
etrafında idiler. Hepsi mağlûp oldular. Tabut ellerinden alındı. Durumları
karmakarışık bir hale geldi. Düşman, çoluk-çocuklannı, hanımlarını esir edecek
kadar onlra güç yetirdi. Onların bir peygamberi vardı. Ona Şem'il denilirdi.
İşte bu âyette Cenab-ı Hakkın zikrettiği peygamber oydu. Şem'-il'le konuştular:
— Bize. bir,idareci
seç. Allah'ın yolunda harbedelim. İsrail oğullarının varlığı kralların üzerinde
toplanıp itaat etmek ve peygamberlere iman etmektedir.
Kral toplulukları alıp
düşmanı karşılıyor, peygamber de onun durumunu düzeltiyor, ona haber
getiriyordu. Böyle yaptıkları zaman işleri yolunda giderdi. Ne zaman ki
krallar tuğyan edip peygamberlerin emirlerini terkettiler, durumları kötüye
doğru gitmeye başladı. Cemaat idarecilere, sapıklıkta uydu. Peygamberlerin
emrini terketmeye başladılar. Bir" gurup peygamberleri yalanlıyor,
onların hiç bir şeyini kabul etmiyordu. Bir gurup peygamberleri öldürüyordu. Bu
belâ, îsrailoğul-lan arasında devam etti. Ta ki Şemule:
«Bize bir kral tayin
et. Onun riyasetinde Allah yolunda savaşalım, dediler» Şemul onlara:
«Sizde vefa, doğruluk,
cihada rağbet yoktur, dedi» Onlar:
«Biz cihattan
korkuyorduk. Cihad istemiyorduk. Biz memleketimize hiç kimsenin ayağını
bastırmıyorduk. Hiçbir düşman bize galip gelmiyordu. Durum bu noktaya
geldikten sonra mutlaka cihad etmemiz lâzımdır, Rabbımıza düşmanlarımızın
cihadında itaat edeceğiz. Çoluk çocuğumuz ve kanlarımızı esaretten koruyacağız.
Hürriyetlerimizi sağlıyacağız.»
Onlar bunu dedikleri
zaman Şemul Cenab-ı Hakk'dan onlara bir idareci göndermesini diledi. Cenab-ı
Hak:
«Senin yanında bulunan
yağ dolu boynuza bak. Bir kişi yanma girecektir. Boynuzdaki o yağ kaynayıp
üste çıkacaktır. İşte o İsrailoğullannın idarecisidir. O yağ ile onun başını
yağla ve onlara onu kral olarak tayin et.»
Şem'il o kişinin
gelmesini bekliyordu. Ne zaman gelecektir diye intizardaydı. Talut debbağ bir
kişi idi. Derileri debbağ ederdi. Bünya-min bin Yakub'un torunlanndandı.
Bünyamin'in torunlarında ne peygamberlik, ne de krallık vardı. Talut kaybetmiş
olduğu bir hayvanını aramak üzere, beraberinde bir hizmetkâr olduğu halde
çıktı. Peygamberin evinin yanından geçerken çocuk Talut'a:
«Şu peygamberin yanına
gitsek, hayvanımızın durumunu ondan sorsak. O bizi irşad eder, o hayvan
hususunda bize hayır dua ederse iyi olmaz mı? dedi» Talut:
— Vallahi dediğinde
herhangi bir beis yoktur, dedi. Ve böylece Ta-lut ve hizmetkârı Şemul'in yanına
girdiler. Onlar Şeniul'in yanında, kaybolan hayvanın durumunu söylerken
boynuzda bulunan yağ kaynadı. Şemul kalktı ve boynuzu aldı. Sonra Talut'a
«Başını yaklaştır» dedi. O da başını uzattı. Başını yağladı. Sonra «Sen
İsraillilerin idare-cisisin, padişahısın. O idareci ki Allah'ın bana tayin
etmesini emretmiştir».
Talut'un ismi
süryanice Şavud bin Kays'tı. Talut hz. Şemul'in yanında oturdu. Halk «Şemul,
Talut'u kral tayin etmiştir» dedi. İsrail-oğullannın ileri gelenleri Şem'ul'e
geldiler «Talut'un durumu nedir ki, onu bize kral tayin ediyorsun? O
peygamberlik ve krallık ailesinden değildir. Bilirsin ki peygamberlik ile
krallık Lavi ile Yehude ailesinde-dir» dediler. Şem'ul onlara:
«Cenab-ı Hak onu sizin
üzerinize seçti. Onu ilim ve cisimde sizden daha kuvvetli kıldı» dedi.
Bu kıssayı daha
mufassal bir şekilde okumak istiyorsan İmam Su-yuti'nin «Eddur ul Mensur» adlı
tefsirine bak.[57]
(248) îbn ul
Munzir, İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan «Sekine rahmet ma-na-snidadır» diye
rivayet ettiler.
İbni Ebi Hatim, ve Ebu
Şeyh, îbni Abbas'tan «Sekine, itminane ve kalbin sükûna kavuşmasıdır)) diye
rivayet ettiler.
İbn ul Munzir, İbni
Ebi Hatim, İbn Abbas'tan:
«Sekine, kedi kadar
bir canlı hayvandır. İki gözü vardı. Gözleri parlardı. İki gurup düşman savaş
meydanında bir araya geldiklerinde, sekine ellerini çıkarır, düşmana
gösterirdi. Böylece onun korkusundan düşman orduları kaçardı» şeklinde
rivayetler naklettiler. Allah gerçeği daha iyi biliyor. Fakat mümkin ki böyle
bir silâhı o devirde icad etmişlerdi. Veya o devrin peygamberine böyle bir
mu'cize verilmiştir.
îbn Ebi Hatim ve İbn
Asakir, Said bin Mesud'dan rivayet ettiler: Allah'ın peygamberi bir
meclisteydi. Başını kaldırıp göklere baktı.
Sonra başını eğdi.
Sonra tekraren başını kaldırıp baktı.
Niçin böyle yaptığı sorulduğunda
buyurdular:
«Bu önümüzdeki meclis
ehli Allah'ı zikrederlerdi. Onların üzerine sekine nazil oldu. Melekler onu
yüklenmekteydiler. Kubbe gibi idi. Onlara yaklaşıldığında içlerinden birisi
batıl bir konuşma yaptı. Sekine yeniden göklere kaldırılıp götürüldü.»
Said bin Mansur, Abd
bin Humeyd ve tbni Cüreyc, Ebi Malik tari-kıyla İbn Abbas'tan rivayet ederler:
«Sekine altından
yapılmış bir tastır. Cennet'ten gelmiştir. Onun içinde peygamberlerin kalbleri
yıkanıyordu. Musa (A.S.), Tevrat'ın levhalarını onun içerisine attı.»
Abdurrezzak, Abd bin
Humeyd ve İbni Cerir ve îbn Ebi Hatim, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ettiler.
Yahudilikten İslâm'a gelen bu zattan sekinenin ne olduğu soruldu:
— O, Cenab-ı Hak'tan
gelen bir ruhtur, kavm bir şey hususunda ihtilâf ettikleri zaman, o, ruh
konuşur. Onlara- irade ettiklerinin açıklamasını yapardı, dedi. Bu
rivayetlerin çoğu Tevrat'ın şerhlerinden nakledilen rivayetlerdir. Hakikati
Allah bilir deyip geç..
[58].
(249) Tâlut
askerleri ile birlikte ayrıldıktan sonra «Şüphesiz ki, Allah sizi bir ırmak ile
deneyecektir. O ırmaktan içen benden değildir. Ancak onu tatmayan ve sadece eli
ile bir avuç avuçlayan bu hükmün dışındadır.» dedi. Ordudan pek azı müstesna o
sudan içtiler. Tâlut'un kendisi ile beraberinde iman edenler o ırmağı geçince
«Bugün Calut ve ordusuna karşı gelecek kuvvetimiz yoktur.» dediler. Allah'a
kavuşacaklarını zannedenler ise,
«Nice az topluluk, kalabalık topluluğa Allah'ın yardımı ile üstün
gelmiştir. Allah sabır edenler ile beraberdir.» dediler.
(250) Câlut
ve askerlerine karşı çıktıklarında,
«Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sarsılmaz kıl.
Kâfir kavime karşı bize yardım et.» diye yalvardılar.
(251) Tâlut
ve ordusu Allah'ın izni ile Câlut ve ordusunu perişan etti. Davut Câlut'u
öldürdü. Allah Dâvut'a hükümdarlık ve hikmet verdi Ona dilediğinden öğretti.
Eğer Allah'ın insanları birbiri ile defetmesi olmasaydı yeryüzü fesada
uğrardı. Lâkin Allah âlemlere karşı
fazilet sahibidir. (Lütfeder onlara).
(252) (Ey
Habibim!) İşte bunlar varya Allah'ın Âyetleridir. Biz onları sana Hak olarak
okuyoruz. Şüphesiz ki, sen gönderilmiş
peygamberlerdensin.
[59]
(249) Tâlut,
orduları ile amâlika (Fenike) Ulara karşı savaşmak üzere yola çıktı. Yola
çıkmazdan önce «Benimle beraber evli olmayan, delikanlı ve güçlü kimseler yola
çıksın!» dedi. Böylece yanında seksen
bin kişi toplandı.
Zaman sıcaktı. Bir çölü geçmeye başladılar. Bir ırmağı akıtması için Allah'dan
dilekte bulunulmasını istediler. Peygamberleri kendilerine, «oluşmasını
istediğiniz ırmağı Allah sizi denemek için verecektir. O nehirden içen benim
etbaımdan değildir. O nehirden tatmayan bendendir.» dedi. Bunun böyle
olacağını vahy yoluyla bildi. Eğer yukarıdaki konuşma Peygambere ait değilse, o
zaman Peygamberin haber vermesinden kaynaklanır. Azların dışında hepsi
nehirden kana kana içtiler. Bu azlar bir rivayete göre, «üç yüz onüç kişi» idi.
Başka bir görüş, «onlar üçbin kişi», diğer bir görüşe göre, «bin kişi» idiler.
Rivayet ediliyor ki, bir avuç avuçlayan kandı. Fazla içenler ise, gittikçe daha
fazla susadılar. Dudakları karardı. Yürümeye güçleri kalmadı. Ahireti
kasdedenler için dünyâ da böyledir.
Tâlut ve beraberindeki
ordu nehiri geçtiklerinde, mü'minlerden bir kısmı «Bizim Câlut ve ordusuna
gücümüz yetmez! Çokturlar! Kuvvetlidirler.» dediler. Onların hâlis olanları ve
kesinlikle Allah'ın mükâfatına inanıp sevabını bekliyenleri, «Nice az kitleler
vardır ki, Allah'ın izniyle daha çok olan kitleleri mağlûp etmiştir.» dediler.
(250) Bir
tefsire göre, «Câlut ve ordusuna gücümüz yetmez!» diyenler, Tâlut'u dinlemeyip
nehirden içenlerdir. «Nice azlar çokları Allah'ın izniyle mağlup etti!»
diyenler o azlardır. «Allah sabredenlerle beraberdir.» Âyeti Celîlesi sabrın
bir çok müşkülâtın anahtarı olduğunu ve onsuz zaferin elde edilmesinin bir
tesadüf eseri olacağını kaydeder. Câlut ve ordusuna yaklaşınca, Tâlut'un ordusu
şu duayı yaptı: «Ey Babbimiz! Kalblerimize sabrI boşalt. Harb sahasında
ayaklarımızı sarsılmaz ve kaymaz kıl. Kâfir kavme karşı bizi galib getir!»
Böyle dua ile Allah'a
iltica ettiler. Önce savaşın temelini teşkil eden sabırla kalelerini
doldurdular. Sonra sabrın neticesi olan cesareti ve daha sonra bu ikisinin
tatlı meyvesi olan zaferi istediler. Duaları kabul olundu. Calût'un ordusu
mağlûp ve perişan oldu.
Talût'un ordusunda
«ÎŞA» yedi oğlu ile beraber bulunuyordu. Yedinci oğlu Dâvud (A.S.) küçük yaşlı
ve koyun çobanı idi. Allah, tsra-iloğullannın Peygamberlerine, «Dâvud (A.S.)
Câlut'u öldürecektir.» diye vahy etti. Bundan haberdâr olan Peygamber (A.S.)
Davud'un savaşa katılmasını pederi İŞÂ'dan istedi. Dâvud harbe katıldı. Yolda
Allah'm emriyle üç taş onunla konuştu: «Bizimle Câlut'u öldüreceksin.» dediler.
Davud, taşları torbasına koydu. Savaş meydanına gelince onları Câlut'a fırlattı.
Câlut'u öldürdü. Sonra Tâlut kızını armağan olarak Davud'a verdi. Böylece
Allah İsrailoğullarmm hâkimiyetini Davud'a verdi. Dâvud'dan önce hiç bir
hükümdarda ittifak etmemişlerdi. Üstelik hükümdarlıkla beraber hikmetin tâ
kendisi olan Peygamberliği de Allah Dâvud kuluna verdi. Bütün bunlarla beraber
dört bacaklı hayvanların, kuşların ve öten rüzgârların dilini de Davud'a ihsan
etti!
Eğer Allah bir kısım
insanları diğerlerine musallat kılıp zalimi tepeletmeseydi, kâfiri Müslümana
mağlûp düşürmeseydi, kâfirler merhametsizlikle diğer insanlara saldırıp
yeryüzünü fesada vereceklerdi. Nizam-ı âlem bozulacaktı. Bu manâyı getiren
Âyet-i Celîle, nizam-ı âlem için devletin varlığının gerekli olduğunu söyler.
Bâzı kıraatlarda,
«Dıfaullahı» gelmiştir. (Yani Allah'ın defetmesi demektir. Müşareket mücerredin
manasınadır.)
îşte bu binlerce
kişinin yurdundan çıkmaları, Tâlut'un kumandanlığı, Tabut'un getirtilmesi,
zalimlerin kaçmaları ve Davud'un Câlut'u tepelemesi, Allanın Âyetleridir.
«Kitap ehlinin ve tarihçilerin bildiklerine uygun bir tarzda sana bunları
okuduk. Şüphe götürmez hakikat şudur ki, sen Peygamberlerdensin! Söylediğin
vahy'e dayandığından seksiz ve şübhesizdir.»
[60]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
249) Talut
ordu ile birlikte ayrıldığında dedi ki:
«Doğrusu Allah sizi
bir ırmak ile imtihan edicidir. Kim bundan içerse, o, artık benden değildir. Ve
eliyle bir avuç avuçlayanlar hariç, kim ki onu tatmazsa o bendendir...»
Bu âyeti celîle
hakkında seleften gelen rivayetler. îbni Cerir ve İbni Ebi-Hâtim, Süddi'den
rivayet ettiler:
Talut'la beraber çıkan
ordu seksenbin kişiydi. Talut insanların en cesimi ve en kuvvetlisi idi.
Kendisi daima ordunun önünde yürürdü.
Arkadaşları arkasını
takib ederlerdi. Önüne çıkanı asker gelinceye kadar kaçırırdı. Ordu sefere
çıktığında Talut onlara:
«Cenab-ı Hak sizi bir
nehir ile deneyecektir. Kim ki o nehirden içerse benden değildir. Kim ki ondan
tatmazsa, o, bendedir, dedi.»
işte böylece Calut'un
heybetinden ötürü ondan İçtiler. Onlardan dörtbin (4.000) kişi nehri geçti,
seksen altı bin (86.000) kişi geri döndü. Nehirden içen susadı. Nehirden
içmeyüp, ancak bir avuç alan kana kana içmiş gibi oldu. Talut ve
beraberindekiler nehri geçtikten sonra Calut'a baktılar, korktular ve «Bugün
Cahit ve askerine karşı bizim takatimiz yoktur» dediler ve üç bin seksen (3080)
küsur kişi geri döndü, Talut'la beraber Bedir savaşçılarının miktarı kadar üç
yüz (300) küsur kişi kaldı.
Îbni-Ebi-Hâtim, îbn
Abbas'tan rivayet etti:
«Allah sizi bir
nehirle deneyecektir» Yani susamakla deneyecektir. Onlar Ürdün nehrine
vardıklarında başlarını nehre sokup kana kana içtiler. İçen daha da susamaya
başladı. Bir avuç almakla iktifa edenlerin ise susamaları geçti.»
İbni Cerir İbni
Abbas'tan rivayet eder:
«Talut, ordusuyla
beraber Calut'a karşı savaşçı olarak çıktığı zaman, İsrail oğullarına
«Filistin ile Ürdün arasında bir nehirle Allah sizi deneyecektir. Suyu tatlı
bir nehir» dedi. Böylece her insan kalbinde olanın miktarını içti. Kim ki
ondan bir avuç avuçlarsa ve Talut'a itaat ederse, o itaati sayesinde kana kana
su içmiş gibi olur. Kim ki bir avuçtan fazla içdiyse o isyan etti ve susuzluğu
da gitmedi.
Talut ve beraberinde
iman edenler nehri geçtikten sonra içenler «Bugün Cahit ve askerlerine karşı
bizim takatimiz yoktur» dediler. O
zaman kuşkusuz Allah'a
kavuşacaklarını umanlar şöyle dediler:
«Nice az bir topluluk
daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle ^alip gelmiştir. Allah
sabredenlerle beraberdir.»
Bu sözü söyleyenler
bir avucu avuçlayanlardır.
Îbni-Cerir, İbni
Ebi-Hâtim «Bu nehir, Filistin nehridir») dediler.
Abdurrezzak,
Katade'den «Kâfirler nehirden ne kadar içtilerse
kanmazlardı. Müslümanlar bir avucu avuçlamak suretiyle
onlara kâfi gelirdi» rivayet etti.
İbni Cerir, Katade'den
rivayet etti: Resulü Ekrem Bedir günü arkadaşlarına:
«Siz Talut'un Calut'la
mülaki olduğu gündeki arkadaşlarının sayısı kadarsınız» buyurdu. Sahabe o gün
(310) üçyüz on küsur kişi idi.
İbni Ebi Şeybe,
Ubeye'den rivayet etti:
«Resûlullah ile Bedre
varanlar Talut ile beraber nehri geçenler kadar idiler (313) üçyüz onüç kişi
idiler.»
îsâ bin Bişr «El
Mübteda»sında ve Îbni-Asakir Cüveybir'den o da Dahhak'tan o da İbni Abbas'tan
rivayet etti:
«Onlar üçyüz bin veya
üçyüz üç bin ve üçyüz küsur kişi idiler. Nehirden içtiler. Ancak (311) üçyüz
onbir kişi içmedi. Tıpkı Resûlü-Ek-rem'in Bediideki eshabı kadardılar. Talut,
içenleri geri çevirdi. (313) üçyüz onüç kişi ile gitti. Şemul Talut'a bir zırh
vermiş idi. «Bu zırh kimin bedenine gelirse işte o Allah'ın izniyle Caiut'u
Öldürecektir demişti» Talut'un dellalı çağırarak, Talut'un:
«Kim ki Caiut'u
öldürürse, ona kızımı, padişahlığımın ve malımın da yansım veririm» dediğini
ilân etti.
Allah (C.C.) bu emri
Davud bin İşa eliyle yerine getirdi. Davud, Hasrım bin Farid bin Yehuda bin
Yakub'un torunlanndandır.
(250) Onlar
Calut ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında dediler ki:
Rabbimiz! Üzerimize
sabır yağdır. Adımlarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım
et...»
Feryadi, Abd bin
Humeyd, İbni Munzir ve İbni Ebi-Hâtim müca-hid'den rivayet ettiler:
«Talut, ordusunun
enıiri idi. Davud'un babası, Davud'la beraber savaşta olan kardeşlerine birşey
gönderdi. Davud, Talut'a:
«Eğer ben Caiut'u
öldürürsem bana ne vardır?» dedi. Talut: «Mülkümün üçte birini sana vereceğim,
kızımı da sana nikâh edeceğim.»
Bunun üzerine Davüd
bir torba aldı. Ona üç taş koydu. İbrahim, îshak ve Yakub'un isimlerini
üzerlerine yazdıktan sonra elini torbaya sokup «Mabudum olan Allah'ın ismiyle!
Ecdadım İbrahim, îshak ve Yakub'un mabudu olan Allah'ın ismiyle» dedi ve
üzerinde ibrahim yazılı taşı çıkardı. Onu sapana koydu. Onunla Calut'a attı. Ve
onun başından otuzüç kemiği kırdı. Ve Calut'un arkasında bulunan ordudan da
otuz bin kişi öldürüldü.
Abdurrezzak, İbn
Cüreyc, Cerir, îbn ul Munzir ve İbni-Ebi Hatim, Vehb bin Münebbıh'ten rivayet
ettiler:
Talut, Calut'un
meydanına çıktığında Calut:
«Benimle savaşan
birisini meydana çıkarınız. Eğer o beni öldürürse, benim mülküm sizin olur.
Ben onu öldürürsem sizin mülkünüz benim olur.» dedi.
Böylece Davud'u,
Talut'un yanma getirdiler:
«Eğer Cahit"u
öldürürsen kızımı sana veririm. Malımda seni hakim kılarım» dedi. Talut ona bir
zırh giydirdi. Davud, zırh ile savaşmayı hoş görmedi.
«Eğer Allah ona karşı
bana zaferi vermişse, silâh hiçbir şey yapamaz» dedi ve taş torbasını alıp,
sapanla meydana çıktı. Torbada taşlar vardı. Calut sordu:
«Sen mi evvelâ
atarsın, yoksa ben mi?»
Davud:
«Evvelâ ben atarım»
dedi. Calut:
«Azab olasıca! insanın
köpeği kovalamaya çıkması gibi benim meydanıma sapanınla, taşlarla çıktın.
Senin etlerini parçalar, seni bugün kuşlar ve yırtıcı hayvanlara yem yaparım»
dedi. Davud:
«Sen Allah'ın
düşmanısın. Köpekten daha berbatsın».
Bunun üzerine Davud
bir taş aldı, sapan ile ona taşı fırlattı. Taş Caludun iki gözünün arasına
isabet etti. Taş onun dimağına yerleşin-ceye kadar gitti. Bu vuruştan Calut bir
feryat kopartt. Beraberinde bulunanlar kaçmaya başladılar ve Calut'un başı
kesildi.
İbni Cerir ve İbni Ebi
Hatim, Essüddi'den rivayet ettiler:
«Nehirden içme günü
Talut'la beraber geçen (313) üçyüz onüç kişiden birisi Davud'un babası idi.
Davud onun en küçük çocuklarından birisiydi. Böylece babasına gelerek:
«Ey Babam! Ben
sapanımla neye atarsam onu vururum» dedi. Babası:
«Müjdelen! Cenab-ı Hak
senin rızkını sapanında kılmıştır» dedi. İkinci bir gün geldi:
«Ey Babam! Ben dağlar
arasına girdim. Kükremiş bir aslan gördüm. Ona bindim, onun kulaklarından
tuttum. Hiç te beni heyecana sokmadı» dedi. Babası:
«Ey oğlum! Müjdelen,
bu bir hayırdır, Allah sana verecektir.» Sonra üçüncü günü geldi ve:
«Ben dağlar arasında
yürüyorum, yüzüyorum, teşbih ediyorum. Benimle beraber teşbih etmeyen hiçbir
şey yoktur» dedi. Babası:
«Ey oğlum! Müjdelen.
Bu bir hayırdır, Allah sana vermiştir» dedi.
Başka bir rivayet:
Davud çoban idi. Babası onu evde bırakmıştı. Babasına ve kardeşlerine yemek
getirirdi. Bu esnada Peygambere içinde yağ bulunan bir boynuz ve demirden bir
elbise getirilmişti. Onu Talut'a gönderdi:
«Calut'u öldüren
arkadaşınız bu boynuzu başının üzerine takacaktır. Boynuz yağ ile
kaynayacaktır ve yağ onun yüzünün üzerinde akmayacaktır. Tıpkı padişahların
başındaki taç gibi onun "başında kalacaktır ve bu elbiseyi giyecek, onu
dolduracaktır» dedi.
Bunun üzerine Talut,
İsrailoğullarmı çağırdı. Tecrübe etti. Hiçbirisi bu vasfa uygun değildi. Hepsi
bunu giydikten sonra Talut, Davud'un babasına:'
«Senin geride kalmış
bir çocuğun var mıdır?» diye sordu. Babası:
«Evet. Bir oğlum var.
ismi Davud'dur. O bize yemek getiriyor» dedi.
Davud babasına
geldiğinde yoldan üç taş aldı. Taşlar onunla: «Ey Davud! Bizi al, bizimle
Calut'u öldür.» diye konuştular.
Onlan aldı ve bir
torbaya koydu. Talut da «Kim Calud'u öldürürse kızımı ona zevce olarak verir,
onu mülkümde kendime naib kılarım»
demişti. Davud
geldiğinde boynuzu onun başına koydular. Boynuz fıkır fıkır kaynadı. Yağı
çıktı. Elbiseyi ona giydirdiler. Elbiseyi doldurdu. Bu elbiseyi ondan Önce
giyen içerisinde küçük kalırdı. Davud giydi- :; ğinde elbise daraldı ve
eksilmeye başladı. Sonra Calut'un meydanına çıktı. Calut insanların en cesuru
idi, iskelet bakımından korkunçtu. Fil gibi kuvvetli idi. Davud'a baktığında
kalbine korku girdi. Davud'a:
«Ey genç! Sen geri
dön. Ben sana merhamet ediyorum. Seni öldürmek bana ağır geliyor» dedi. Davud:
«Hayır, dönmem, ben
seni öldüreceğim» dedi. Ve taşı çıkardı. Sapanına koydu. Her çıkardığı taşla
bismillah diyordu. «Bu, babam İsmail'in ismine» dedi. İkincisine, «Bu, babam
İshak'ın ismine» dedi. Üçüncüsüne «Babam İsrail'in ismine» dedi. Sonra sapanını
çevirdi. Taşlar bir ta§ haline geldiler. Sonra taşı fırlattı. Taş Calut'un tam
iki gözünün arasına değdi. Başını deldi. Ve onu öldürdü. O taş hangi insana
isabet etti ise onu da öldürürdü. Taşın karşısında hiç kimse kalmadı ve hepsi
kaçtılar. Davud, Calut'u öldürdü ve Talut'a döndü. Talut kızını Davud'a verdi
ve onu mülkünde naib kıldı. Halk Davud'a meyletti. Onu sevdiler. Talut bunu
görünce nefsinde kırıldı ve Davud'a haset etti. Onu öldürmek istedi. Davud,
Talut'un bu fikrine vakıf oldu. Yatak odasında örtülü bir içki dağarcığı vardı.
Onu yatağına koydu. Talut Davud'un yatak odasına girdiğinde Davud oradan
kaçmıştı. Yatakta olan dağarcığa vurdu. Onu deldi ve ondan içki aktı. «Allah
Davud'a rahmet eylesin. Amma da çok içmiştim [61] dedi.
Sonra Davud onun evine geldi. O uykuda idi. Onun başının ucuna iki, ayaklarına,
yanma, sağına ve soluna ikişer ok koydu ve çıktı. Talut uyanınca okları gördü
ve tanıdı.
«Allah Davud'a rahmet
eylesin! O benden daha hayırlıdır. Ben onu elde ettim, öldürdüm. O beni elde
etti, fakat öldürmedi» dedi. Sonra Talut bir gün binip çöle çıktı. Davud'un
çölde gezdiğini gördü. Talut bir atın sırtında idi. «İşte bugün Davud'u
Öldüreceğim» dedi. Davud korktuğu zaman hiçbir at ona kavuşamazdı. Talut onun
arkasında atı koşturdu. Fakat Davud kaçıp bir mağaraya sığındı. Cenab-ı Hak,
ankebuta, (örümceğe) ağını örmesini emretti. Örümcek mağaranın
baktı. «Eğer Davud buraya girseydi örümcek ağını
yırtardı» deyip orayı terketti. Talut öldürüldükten sonra Davud onun yerine
geçti. Allah Davud'u peygamber kıldı. Evet, «işte ona nur ve hikmeti verdik»
âyetinin manası budur. Hikmet peygamberliktir. Allah, Şem'undan sonra
peygamberliğini Davud'a vermiştir. Mülk de Talut'un mülküdür. Allah (C.C.)
Talut'un saltanatını Davud kuluna vermiştir.
(251) Eğer Allah insanların bir kısmı ile bir kısmını def etmeseydi yeryüzü mutlaka fesada uğrardı...»
İbni-Cerir ve İbn Adiyy (zaif bir senedle) tbn Ömer'den rivayet ettiler «Allah'ın Resulü; salih bir müslümandan ötürü Cenab-ı Hak, komşularından yüz hane halkından belâyı uzaklaştırır» buyurdu ve 0sonra bu âyeti okudu.
îbn Cerir (zaif bir senedle) Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti: «Allah'ın Resulü «salih müminin salihliği sayesinden çocuğu, çocuğunun çocuğu ve etrafındaki insanlar salih olur? O onların içinde kaldıkça onlar Allah'ın himayesinde olurlar.» buyurdu.»
Îbni-Ebi-Hâtım ve Beyhaki «Şuab ul İman» da İbn Abbas'tan riva-
yet ettiler:
«Allah namaz kılanın yüzü suyu hürmetine kılmayandan belâyı uzaklaştırır. Haccedenîn yüzü suyu hürmetine haccetmeyenden, zekât verenin yüzü suyu hürmetine zekât vermeyenden belâyı defeder.»
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Eğer Allah doğru kulunun yüzü suyu hürmetine facir kulundan belâyı defetmeseydi yeryüzü onların helak olmasıyla fesada gidecekti.»
Abd bin Humeyd, Katade'den rivayet etti:
«Allah, mümini kâfir ile belâlandırır. Kâfire müminin yüzü suyu hürmetine afiyet verir.»
«Yer fesadata gidecekti» yani yerdekiler helak olacaktı, diye İbn Cerir, Rebi'den rivayet etti.
îbn Cerir, Ebi Müslim'den rivayet ediyor: Hz. Ali'den (K.V.) dinledim. Şöyle diyordu:
«Eğer müslümanlann kalıntıları içinizde olmasaydı helak olacaktınız.» [62]
Ahmed, Hakim-i Tirmizi ve îbn Asakir, Hz. Ali'den rivayet ettüer:
Resûlüllah'ı (S.A.V.) dinledim. «ebdallar Şam'dadırlar. Dört kişidirler. Onlardan birisi vefat edince Allah onun yerine başka bir kişiyi seçer. Yağmurlar onların yüzü suyu hürmetine verilir. Düşmana karşı galebe onlann yüzü suyu hürmetine olur. Onların yüzü suyu hürmetine Şam ahalisinden azab uzaklaştırılır.»
îbn-i Asakirin rivayetinde «Onların yüzü suyu hürmetine yeryüzü ahalisinden belâ ve Tufanı Nuh gibi bir tufanın gelmesi uzaklaştırılır»
şeklindedir.
El Halâl «Keramet ul Evliya» adlı kitabında Hz. Ali'den rivayet ediyor:
«Cenab-ı Hak, bir köyde bulunan yedi mümin kişinin yüzü suyu hürmetine o köyden belâyı defeder.» [63]
Tabarani «Evset»te (Hasen bir senedle) Enes'ten rivayet etti:
«Yeryüzü kırk kişiden hali değildir. Onlar Halilurrahmamn benzeridirler. Onlann yüzü suyu hürmetine size yağmur verilir. Onlann yüzü suyu hürmetine siz düşmana galib gelirsiniz. Onlardan birisi öldü mü onun yerine Cenab-ı Hak başkasını tayin eder.»
Tabarani «Kebir»inde Ubbade bin Samit'ten rivayet etti:
«Allah'ın Resulü «ümmetimden Ebdal otuz kişidir. Onlann adaleti ile yeryüzü kaim olur. Onlann yüzü suyu hürmetine yağmur yağar ve onlann yüzü suyu hürmetine düşmana galebe çalarsınız.» buyurdu.» [64]
Ahmed «Zühüd»de, Halâl «Keramet Evliya» kitabında (sahih bir senedle) İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Nuh'tan sonra yeryüzü yedi kişiden hali olmamıştır. Allah onlann yüzü suyu hürmetine yeryüzünün ehlinden belâyı defeder.»
Halal (zaif bir senedle) İbn Ömer'den rivayet etti:
«Allah'ın Resulü «Daima kırk kişi vardır. Allah onlann yüzü suyu hürmetine yeryüzünü korur. Onlardan bir kişi ölürse, Cenab-ı Hak onun yerine başkasını tayin eder. Onlar yeryüzünün tümüne yayılmışlardır» buyurdu.»
Tabarani, îbn Mesud'dan rivayet etti:
«Benim ümmetimde daima kırk kişi vardır. Kalbleri Hz. İbrahim'in kalbi üzerindedir. Allah onların yüzü suyu hürmetine yeryüzünün ehlinden belâyı defeder. Onlara Ebdal deniliyor. Onlar bu makama ne namazla, ne oruçla ne sadaka ile varmışlar.» Eshap:
«Ey Allah'ın Resulü! Bu makama ne ile vanhr?» diye sordular.
«Onlar cÖmertlikleriyle müslümanlara yapmış oldukları nasihat ve irşadlanyla bu makama ererler, buyurmuştur.»
Ebu Naim «El Hilye»de ve îbn Asakir, îbn Mesud'dan rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu «Halk arasında üçyüz kişi var. Kalbleri Adem (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk arasında Allah'ın kırk kulu vardır ki kalbleri Musa (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk arasında Allah'ın yedi kulu vardır ki kalbleri İbrahim'in (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk arasında Allah'ın beş kulu vardır ki kalbleri Cebrail'in (A.S.) kalbi üzerindedir Halk arasında Allah'ın üç kulu vardır ki kalpleri Mikâil'in (A:S.) üzerindedir. Halk arasında bir kulu vardır ki kalbi İsrafil'in (A.S.) kalbi üzerindedir. O bir kişi öldü mü üçten birisi onun yerine geçer. Üçten birisi öldü mü beşten birisi onun yerine geçer. Beşten birisi öldü mü yediden birisi onun yerine geçer. Kırktan birisi öldü müüçyüzden birisi onun yerine geçer. Üçyüzden birisi öldü mü avamı halk arasından birisi onun yerine seçilir. Onların hürmetine Allah diriltir - öldürür, yağmur verir, bitki bitirir, belâyı defeder.»
Abdullah bin Mesud'an soruldu: «Nasıl Allah onlarla diriltir-öldürür?» Abdullah ibn Mesud:
«Çünkü onlar Cenab-ı Haktan ümmetlerin çoğalmasını isterler ve ümmetler çoğalır. Onlar diktatörlerin aleyhinde bedduada bulunurlar. Allah zalimlerin belini kırar. Onlar yağmur isterler, Allah yağmuru gönderir. Onlar dilekte bulunurlar, yeryüzü bitki bitirir. Onlar dua ederler, onların hatın için belânın çeşitlerini Allah defer» dedi.
Îbni-Asakir, Avf bin Malik'ten:
«Sakın Şam ahalisine küfretmeyiniz. Ben Resûlullah'tan dinledim. Derdi ki:
Onların içinde Ebdallar vardır. Bu Ebdallann hatın için Allah sizi muzaffer kılar ve onların hatın için Allah size nzık verir.»
İbn-i Hibban «Tarih»inde, Ebu Hureyre'den, Resûlullah'tan rivayet etti:
«Yeryüzü İbrahim (A.S.) benzeri olan otuz kişiden hali olmaz. Onların hürmetine Cenab-ı Hak size yardım eder. Onların hatın için size nzık verir ve onların yüzü suyu hürmetine yağmur yağdmr.»
İbn Asakir, Katade'den rivayet etti:
«Yeryüzü kırk kişiden boşalmaz. Onların hürmetine halkın yardımına koşulur. Onların hürmetine halk muzaffer olur. Onların hürmetine Cenab-ı Hak halka nzık verir. Onlardan bir kişi öldü mü halktan birisi onların yerine geçer.»
Katade «Allah'a yemin ederim, umanm ki Hasan (Basri) onlardan birisidir» dedi.
Abdurrezzak «El Musannef»te ve İbn ul Munzir, Ali bin Ebi Talib'-ten (K.V.) rivayet etti:
Senenin bütününde yeryüzünde yedi tane müslüman ve daha fazlası vardır ki onlar olmasaydı yeryüzü üzerinde bulunan mahlûklarla beraber helak olurdu.»
İbn Cerir, Şehr bin Havşab'tan rivayet etti:
«Yeryüzü ile yeryüzünde bulunanlar ondört kişi olmasaydı kalmazdi. Allah onlann yüzü suyu hürmetine yeryüzünden def-i belâ eder. Yeryüzünün bereketleri çıkar. Ancak İbrahim (A.S.) zamanında sadece o vardı.»
Ahmed bin Hanbel «Zühd»de, «HalâTda «keramet-ul Evliya» adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Yeryüzü Nuh'tan sonra yedi kişiden boşalmaz. Allah onlann yüzü suyu hürmetine yeryüzünden belâyı defeder.»
Ahmed «Zühd»de Kâab'tan rivayet etti:
«Nuh'tan (A.S.) sonra yeryüzünde daima ondört kişi bulunur ki, Allah onlann yüzü suyu hürmetine daima azabı defeder.»
El Halal «Keramat ul Evliya» adlı eserinde Zazan'dan rivayet ediyor:
«Nuh'tan sonra yeryüzü on iki veya daha fazla müslümandan hali olmaz. Allah onlann yüzü suyu hürmetine ehli arzdan belâyı defeder.»
El Cündi «Fezayi li Mekke» adlı eserinde Mücahid'den rivayeten:
«Yeryüzünde yedi veya daha fazla müslüman vardır. Eğer onlar olmasaydı yeryüzü üzerindekilerle beraber helak olurdu.» .
El Ezraki «Tarihi Mekke»de Züheyr bin Muhammed'den rivayet ediyor:
«Daima yeryüzünde yedi veya daha fazla müslüman vardır ki, eğer onlar olmasaydı yeryüzü ve ehli helak olurdu.»
İbn Asakir ve Ebu-Zehra Zahiriye'den rivayet etti:
Ebdal otuz kişidir. Şam'dadırlar. Onların yüzü suyu hürmetine siz korunur, nzıklanırsınız. Onlardan birisi öldü mü Cenab-ı. Hak onun yerine başka birisini getirir.»
El Halal «Keramat ul Evliya» adlı eserinde İbrahim'i Nehai'den rivayet ediyor:
«Hiçbir köy ve hiçbir belde yoktur ki, orada yüzü suyu hürmetine Allah o beldenin ahalisinden belâyı defettiği bir zat bulunmasın...»
İbn Ebidünya «Kitab ul Evliya»da Ebi Zennet'tan rivayet etti: «Peygamberler yeryüzünün direkleri idiler. Peygamberlik sona erdikten sonra Cenab-ı Hak onlann yerine ümmeti Muhammed'den kırk kişiyi geçirmiştir. Onlara ebdal deniliyor. Onlardan birisi öldüğü zaman Cenab-ı Hak onuri yerine başkasını halef kılar. Onlar yeryüzünün direkleridir. Onlardan otuzunun kalbi Hz. İbrahim'in kalbindeki yaki-nin misli üzerindedir. Onlar çok namaz kılmak veya çok oruç tutmakla halktan üstün olmamışlardır. Ancak takvanın doğruluğuyla, niyetin güzelliğiyle, kalblerin selâmetiyle bütün müslümanlara yapılan nasihatin yüzü suyu hürmetine bu mertebeye varmışlardır.»
Buhari, Müslim, İbn Mace, Muaviye bin Ebu Süfyan'dan rivayet ettiler. Resûlüllah'tan dinledim, buyuruyordu:
«Benim ümmetimden bir gurup kıyamete kadar Allah'ın emriyle kaim olacaklardır. Onları mahrum edenler onlara hiçbir zarar, (veya onlara muhalefet edenler onlara hiçbir zarar) veremez. Allah'ın emri gelinceye dek onlar halkın üzerinde galib olacaklardır.»
Müslim, Tirmizi, İbn Mace, Sevban'dan rivayet ettiler: Allah Resulü buyurdu:
Ümmetimden bir taife hak üzerinde zahir olacaklar. Onları mahrum edenin onlara bir zararı dokunmayacaktır. Allah'ın emri gelinceye dek onlar bu durumda kalacaklar.»
Buhari, Müslim, Muğire bin Şube'den rivayet ettiler. Resûlüllah'tan dinledim:
«Ümmetimden bir kavm kıyamete kadar halka galib gelecekler. Onlann galib oldukları hal Allah'ın emri gelinceye kadar devam edecektir.»
îbn Mace, Ebu Hureyre'den rivayet etti:
«Allah'ın Resulü «Ümmetimden bir gurup daima Allah'ın emri üzerinde olacaklar. Onlara muhalefet edenin muhalefeti onlara bir zarar vermez}» dedi.
Hakim, Ömer bin Hattab'tan rivayet (ve tasrih) etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Benim ümmetimden bir taife halkın üzerinde galib olacaklar. Kıyamet kopuncaya kadar da böyle devam ederler.»
Müslim, Hakim, Cabir bin Semurre'den rivayet (ve tasrih) etti:
«Bu din kıyamet kopuncaya kadar daima ayakta olacaktır. Müslümanlar bu din üzerinde savaşacaklardır.»
Ebu Davud ve Hakim, îmran bin Hüseyin'den (veya Hasm'dan) rivayet (ve tasrih) etti:
«Benim ümmetimden bir taife hak için savaşacaklar. Düşmanlarına galib gelecekler. Hatta onların sonuncusu Mesihu Deccal'la savaşacaktır.»
Tirmizi rivayet (ve tasrih) etti:
İbn Mace de Muaviye bin Kurre'den, o da Babasından rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Benim ümmetimden kıyamet kopuncaya kadar bir gurup, muzaffer olarak yaşayacaklar. Onları terkedenlerin terki, onlara bir zarar vermez.»
îbn Cerir, Hakimi Tirmizi «Nevadir ul-Usul» adlı kitabında Ebi Münebbih'den rivayet etti. Resûlüllah'tan dinledim, buyuruyordu:
«Allah, durmadan bu dinde fidanlar diker (yetiştirir) onları taa-tında kullanır.»
Müslim, Akabe bin Âmr'den rivayet etti. Resûlüllah'tan:
«Ümmetimden bir gurup daima olacaklar, Allah'ın emrine karşı düşmanlarıyla çarpışacaklar. Ve düşmanları kahredici olacaklar. Bunlara muhalefet edenin muhalefeti, onlara bir zarar vermeyecektir. Bu durum onlar bu durumda oldukları halde kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir, dediğini dinledim.»
Müslim, Saad bin Ebi Vakkas'tan rivayet etti:
«Mağrib (yani Fas veya İslâm âleminin batısın) da bulunanlar daima kıyamet kopuncaya kadar hak üzerinde olacaklar.» [65]
Ebu Davud, Hakim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Cenab-ı Hak her yüz senede bir müceddidl bu ümmete gönderir. O bu ümmetin dinini (hurafadan) tazeler, tecdid eder (anndınr).»
Hakim «Menakıb ı Şafii»de Zühri'den rivayet etti:
«Cenab-ı Hak hicretin yüz yılı başında Ömer bin Abdulaziz'i bu ümmet için gönderdi. O tecdid vazifesini yaptı.»
Beyhaki «EL Methabde, Hatib Ebibekir Mervezi'nin tarikıyla rivayet etti: Ahmed bin Hanbel buyurdu:
Benden bir mesele sorulduğunda onun hakkında bir haber bilmediğim zaman onun hakkında Şafii'nin görüşünü söylerim. Çünkü haberde Resûlüllah'tan varid olmuştur ki, «Allah her yüz senenin başında halka sünneti Öğreten, peygamberden yalanlan uzaklaştıran bir kimseyi gönderiyor». Biz dikkat ettik, yüz senenin hitamında Ömer bin Abdulaziz, iki yüzüncü senenin başında da Şafii gelmiş, bu vazifeyi icra etmiştir.
Muaz, Süfyan bin Uyeyne'den rivayet etti:
«Kulağıma geldi, Resûlüllah'ın ölümünden sonra her yüz senede, âlimlerden bir kişi gelir. Cenab-ı Hak onunla dini kuvvetleştirir. Benim katımda Yahya bin Adem o âlimlerden birisidir.»
Hakim «Şafii'nin Menakıbı»nda Ebil Velid, Hasan bin Muhammed El Fakih'ten rivayet etti: -
tüm ehli olan bir âlimden dinledim:
«Ebul Abbas bin Süreyya diyordu: Ey kadı! Müjdelen. Şüphesiz ki Cenab-ı Hak Ömer bin Abdulaziz'Ie yüz senenin hitamında müslüman-lara mirmet etti. Her sünneti o açığa çıkardı ve her bidati öldürdü. İki-yüzüncü senenin başında ise Cenab-ı Hak Şafii ile insanlara minnet etti. O da sünneti ortaya çıkardı, bidati kapattı ve sildi. Üçyüzüncü senenin başında Cenab-ı Hak, seni gönderdi. Sen her sünneti kuvvetleş-tirdin ve her bidati zaif düşürdün.»
Değerli okuyucu!
Bütün bu rivayetleri nakletmekteki hedefim şudur: Bu rivayetler tarih boyunca İslâm âleminde istismar edilmiştir. Meselâ her gurup bu rivayette zikredilen üçler, yediler, kırklar, üçyüzler, birler, beşler biziz, bizim arkadaşlarımızdır demişlerdir.Oysa Cenab-ı Peygamber eğer sıhhatli iseler, bu rivayetlerle, bütün ümmeti Muhammed'i kastetmektedir, ve bu rivayetlerde belirtilen birler, üçler, beşler, yediler, onikiler, ondörtler, kırklar, otuzlar, üçyüzler ve sairesi hep ehli ilimden Kur'an ve sünneti bilenlerden hadisi tatbik edenlerden olmuşlardır. Meselâ bu sınıflarda isimleri âlimler tarafından belirtilen Hasan Basri büyük bir muhaddis ve büyük bir Kurradır. İmam Şafii. Ömer bin Abdulaziz ve Yahya büyük insanlar ve büyük alimlerdir. Esasen bu müjdeler âlimlere, hem de ilimleriyle âmil olan âlimlere, ilimlerde derinleşen âlimlere gelmiştir. Bunu ilimsizlerin alıp istismar etmeleri önlensin diye hepsini İmam Suyuti'nin Ed Durrul Mensur (Cl, S 321-322'den) naklettim.
İbn Kesir «Bu hadislerin bazılarına garip ve zaiftir diyor. Bu hadislerin bazıları için meselâ «Şam'Ulara küfretmeyiniz» diye başlayan hadis gibi bazıları için Beni Umeyye taraftarlarının uydurmuş olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Abbasilerin methu senasını tazammun edenlerinin de Abbasilerin tarafdarlannca uydurulmuş olduklarını söyleyenler vardır. Hakikati Allah bilir. [66]
(253) İşte
bu (Sûrede bahsi geçen) Peygamberlerden
bâzılarını diğerlerinden üstün
kılmışızdır. Onlardan bâzıları vardır kî, Allah onunla konuştu
Bâzılarını Allah dereceler yönünden yüceltmiştir. Meryemoğlu tsâ'ya beyyine'ler verdik. onu «rühül - kudüs»le destekledik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine beyyine'ıer geldikten sonra Peygamberlerin arkasında kalanlar birbirini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilâfa düştüler. Onlardan bâzıları îman etti. Bâzıları inkâr etti. Eğer Allah dileseydi birbirlerini Öldürmezlerdi. Fakat Allah irade ettiğini yapar.
(254) Ey iman edenler! Alış verişin, dostluğun ve şefaatin kendisinde balunmayan bir günün gelip çatmasından önce, size rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) veriniz. Kâfirler zalimlerin tâ kendileridir.
(255) Allah (O zattır ki,) O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir. (Halkın tedbirini yürüten) Daimdir. Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz. Yerde ve göklerde ne varsa onun (mülkü) dür. O'nun izni olmadan Onun katında kim şefaat edebilir? Mahlûkatın önünde ve arkasında bulunanı bilir. Onlar, O'nun dilediği hariç O'nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. Kürsüsü gökleri ve yeri kapsamıştır. Yer ile göğün korunması ona ağır gelmez. O'dur (benzerlerden) yüce ve O'dur (her şeyi büyüklük yönünden alçakta bırakan tek) büyük.
(256) Dinde zorlama yoktur. Artık küfür ile îman apaçık ortaya çıkmıştır. Putları bırakıp Allah'ın birliğine manan kimse sağlam ve kopmak bilmeyen bir kulpa sarılmıştır. O kulpta ekleme ve kopukluk yoktur. Allah işitici ve bilicidir. [67]
(253) «İşte bu Peygamberler...» «El-Bakara» Sûresinde bahsi geçen veya Hz. Muhammed'e malûm olan ya da gelmiş geçmiş bütün Peygamberler kasdediliyor. Kendilerine inanmak bakımından bütün Peygamberler eşittir. Fakat bâzılarına bir takım hasletler verilmiş ki, diğerlerine verilmemiştir. Allah'ın kendisi İle konuşan Peygamber ise, Hz. Musa'dır. Sina'da şaşkınlık içinde bulundukları gecede ve TÛr dağında kendisi ile konuştu. Ayni zamanda Hz. Muhammed (A.S.) de kasdedilebi-linir. Çünkü Allah MÎRAÇ gecesinde onunla da konuştu.
«kelleme allahe» yerine «kâlemellahe» okunmuştur. Yani Peygamber Allah ile Allah da Peygamber ile konuşmuştur.
Peygamberlerin bâzılarına, diğerlerinde olmayan birçok derece verilmiştir. Meselâ: Hz. Muhammed'e insanlar ve cinlerin hepsi dâhil umumi bir Peygamberlik, bol deliller, daimi olan mucizeler, biri biri ardınca gelen Âyetler, ilmî ve amelî faziletler verilmiştir ki, bunlar toptan bir çok Peygamberlere verilmemiştir. Bâzıları bundan İbrahim (A. S.) kastedilmiştir. Çünkü mertebelerin en yücesi olan «hillet» (Dostluk) mertebesi ona verilmiştir dediler. Bâzıları, bahsi geçen Peygamberden maksat îdris (A.S.) dir, çünkü Cenab-ı Hak başka bir Âyette idrls hakkında şöyle buyuruyor: «Onu yüce bir makama yükselttik.» Bâzıları da maksat, azim sahibi Peygamberlerdir, demişlerdir.
îsâ (A.S.)'ya verilen «beyyînat»tan maksat, mucizeleridir. Onu destekleyen «ruhul-kudüs»den maksat cebrail (A.S.) dir.
Peygamberlerden sonra Din hususunda ihtilâfa ve ayrılıklara düşüp döğüşenleri eğer Allah diîeseydi, barış içinde yaşatırdı. Fakat o zaman «ebu-bekir»ler ile «Ebu-Cehil»lerin îmanı arasında fark kalmazdı. Kahramanlıklarla şeytanlıkların ayrılması mümkün olmazdı. Dünya dariil imtihan olmaktan çıkardı. Niçinler ve nedenlerin kökünü kazıtan Âyetin son cümlesi «Fakat Allah dilediğini yapar.», Peygamberlerin derece bakımından bir olmadıklarını ve delile dayanarak bâzılarının diğerlerinden üstün olduklarını dile getiriyor. Keza aynı Âyet olayların Allah'ın yedi kudretinde olduğunu, hayır olsun, şer olsun, küfür olsun, îman olsun, O'nun dileğine bağlı bulunduğunu beyan ediyor.
(254) «Ey îman edenler! Rızık olarak size verilenlerden Allah yolunda harcayınız!...»
Bu Âyet, zekât
müessesesini getiren Âyetlerden birisidir. Bununla beraber haşirin olacağını da
haber veriyor. Haşirde çarelere başvurmanın mümkün olmadığını gösteriyor.
Orada ne bir alış-veriş ne yardım eden bir dost, ne de Allah'ın izni olmadan
şefaat eden bir şefaatçi vardır ki eksikler telâfi edilip azaptan kurtulsun.
(255) «Allah kendisinden başka ilâh olmayandır!..»
Bu Âyete, «Âyetül kürsi» deniliyor. Çünkü burada yer ve gökleri İçine alan İlâhî Kürsî'den bahis ediliyor. Bu Âyet aynı zamanda tevhidin bayrağını dalgalandıran bütün varlıkların perçeminin Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu bildiren bir Âyettir. «el-hay» sıfatı, bilmesi ve güç yetirmesi doğru olan diri zat demektir. Bu sıfat, daimîdir. «el-kayyum» halkın bütün ihtiyaçlarını gören ve daim olan ve koruyucu bulunan ZAT demektir. «Uyuklama» uykudan önceki gevşeklik ve esneklik halidir. Uyku ise, beyne doğru yükselen buharlardan oluşup dimağ damarlarında gevşemeyi meydana getiren rutubetin bir halidir. Bu haller, Allah için memnudur. Zira bu hal olduktan sonra görünürdeki duyular başlı başına hissetmekten uzaklaşır. Oysa Allah hem diri hem Kayyumdur. «Yerde ve göklerde olan herşey onundur.» Cümlesi ile kayyumiyetini isbatlar. «Onun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?» cümlesi, şefaatin rastgele değil, Allah'ın iznine bağlı olduğunu bildirir, «Her büyüğün büyüklüğü Allah'ın büyüklüğüne göre, hiçtir.» hakikatini dile getirir. Allah, insanların dünya ve Ahi-retteki işlerini onların hissettiklerini ve etmediklerini bilir. Allah bildirmedikten sonra Peygamberler dahil ne melekler, ne de insanlar O'nun bildirmediklerini bilemezler. İlim sıfatı mutlak manâda O'nun-dur.
«O'nun Kürsüsü yerleri ve gökleri kaplar.»
Bu Âyet, Azametin tasviri ve mücerret temsilidir. Hakikatte beşerin kürsüsüne benzemez o kürsü. Ve Allah onun üzerinde oturmuştur düşünülmez! Zira Allah mekândan ve zamandan münezzehdir. Tefsir çilerden bâzıları «Kürsî, Allah'ın ilminden ve mülkünden kinayedir.» dedi. Bazıları da «Kürsî, Arşın önüne bırakılan bir cisimdir. Bunun için de Kürsî adını alır. Yedi göğü kaplamaktadır. Çünkü Allah'ın Resulü:
«Yedi gök İle yedi arz Kürsîye nisbet edildiklerinde, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî'den büyüklüğü ise, o sahranın o halkadan büyüklüğü gibidir.» buyurmuştur.» demişlerdir.
Belki de Kürsî «felekil-buruç» (Burçların Feleği) diye bilinen meşhur felektir. Fakat Kürsî lügatte üzerinde oturulan ve ancak oturana kâfi gelen sandalye anlamındadır.
«Yer ve göklerin korunması Allah'a ağır gelmez. Odur (her şeyi büyüklük yönünden alçakta bırakan tek) büyük..»
Bu Âyeti Celîle ilâhî meselelerin kökenlerini kapsamaktadır. Allah'ın var olduğunu ve Allah'ın sıfatında Bir olduğunu, Zatından dolayı «Vacibü'l Vücud» olduğunu başkasının yaradanı bulunduğunu, nefsi ile var, mekân ve zamandan münezzeh, mülkün sahibi, ruhlara arız olan hastalıklardan uzak, asılların ve dalların mucidi, şiddetli kahrın sahibi ve izni olmadan ne bir Peygamber, ne de bir melek şefaat etme cesaretinde bulunmaz derecede kahrından korkulur bir mabûd olduğunu ilân eder. O, eşyanın gizlisini, açığını, küllisini ve cüzisini bilen âlim, mülk ve kudreti geniş, hiç bir ağırlık, hiç bir meşakkat kendisine ağır gelmeyen, hiç bir durum kendisini başka şeyler yapmaktan alıkoymayan, hiçbir vehmin kapsamına girmeyen ve azameti hiçbir anlayış ile gerçek manâda kavramlamayan bir zatı kibriyadır. Bu sırra binâen Allah'ın Resulü, «Kur'an'da en büyük Ayet ayetel kürsidir. Onu okuyan için Cenab-ı Hak bir melek gönderir. Okuduğu andan ertesi gün o zamana kadar melek onun iyiliklerini yazar ve kötülüklerini siler.» buyurmuştur. Başka bir Hadîs, «Kim ki, her farz namazı narkasmda Ayetel Kürsî'yi okursa, onun Cennete girmesine ancak ölüm manîdir.» (Yani Ölse hemen Cennet'e gider.) «Ayetel-Kürsi»nin okunmasına ancak Allah'ın dostu ve Abid bir kimse devam eder. Kim ki yatağına girerken Ayetel-Kürsiyi okursa, Allah o kimseyi onun nefsinden ötürü emin kıldığı gibi, komşusunu da ve komşusunun komşusunu da ve etrafındaki evleri de emin kılar!» şeklindedir.
(256) «Dinde zorlama yoktur» Tehdit ile ve zor kullanarak hiç kimseyi dine getirme usulü İslâm'da yoktur. Ancak İslâm kâfirliği îmandan, açık Âyetler indirmek sureti ile ayırdetmiştir. Getirdiği deliller îmanın ebedi saadete götürücü bir yol, küfürün de ebedi felâkete sürükleyici bir yol olduğunu ortaya koymuştur. Aklı eren, düşünce neticesinde ebedî saadet ve kurtuluşu elde etmek için kendiliğinden îmanı kabul eder. Zorlamaya ihtiyaç kalmaz.
Bu hüküm genel bir hükümdür; sonradan inen şu Âyet ile kaldırılmıştır.
«Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklar ile cihat et Onlara karşı taviz verme!...»
Veya bu hüküm kitap ehli hakkında gelen özel bir hükümdür. Bütün insanlara tatbik edilmez. Her fikire karşı hoşgörürlüğü gerektirmez. Zira rivayete göre, Ensardan bir zatın iki oğlu Peygamber gelmezden Önce Hıristiyan dinini kabul etmişlerdi. Bilahâre Medine'ye gelen bu çocukların babaları yakalarına yapışıp «Sizler Müslüman olmadıkça yakanızı bırakmam!» diye İsrar etti. Onlar da kabul etmeyince Resûlüllah'a baş vurdular. Ensarlı zat: «Ey Allah'ın Resulü! Nasıl olur da benim bir parçamın Cehenneme girmesine razı olurum?» deyince, bu bahsi geçen Âyet nazil oldu. O baba, da onların yakasını bıraktı.
«tagut», Şeytan, put, Allah'dan başka tapılan her şey veya Allah'a ibadete engel teşkil eden her gedik demektir. Âyette bahsi geçen «urvetül viskâ», kopmaz ve en muhkem kulp demektir. İmândan doğan düşünce ve kuvvetli fikirden ibarettir. [68]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(253) İşte bu Peygamberlerin bir kısmını kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün laldık. O Peygamberlerden Allah'ın sözleş-tiği Peygamberler var. Ve bazılarını da derece bakımından Allah yükseklere çıkarmıştır...»
Cenab-ı Hak bu âyette bize bazı peygamberleri diğerlerinden üstün kıldığını haber veriyor. Nitekim başka bir âyette «peygamberlerin bazısını diğerine üstün kıldık, Davud'a Zebur verdik» buyuruyor. «Bu peygamberlerin bazılarıyla Allah konuştu» âyetinden maksat, Mûsâ (A.S.) ve Hz. Muhammed'dir (S.A.V.). Adem (A.S.) de İbn Hibban'ın sahihinde rivayet edilen hadise göre bu peygamberlerdendir. Hadisi îs-rada da peygamberlerin bazıları dereceler bakımından daha üstün kılınmıştır keyfiyeti sabit olmuştur. Şöyle ki, Cenab-ı Peygamber |>ey-gamberleri üstünlükleri nispetinde göklerde görmüştür. Eğer bu âyet ile sahihayn'de sabit olan ve Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen «Müslümanlardan biriyle bir yahudi küfürleştiler. Yahudi etmek istediği bir yeminde:
Hayır! Musa'yı (A.S.) âlemler üstüne ihtiyar eden, (seçen) Allah'a yemin ederim, dedi. Müslüman elini kaldırıp yahudinin yüzüne bir sille indirdi ve:
«Ey habis! Muhammed'den de mi üstün kılmıştır onu?» dedi. Bunun üzerice Yahudi Resûlüllah'a gelip Müslümanı şikâyet etti. Allah'ın Resulü:
«Sakın beni peygamberlerden üstün kılmayınız. Çünkü bütün insanlar kıyamet gününde kriz geçirirler. İlk uyanan ben olurum, Mû-sâ'yı arşın ayağına yapışmış olarak görürüm. Bilmem benden önce mi uyandı veya Tur dağındaki krize karşılık olarak kıyamet krizinden Allah onu muaf mı tuttu? Sakın beni peygamberlerin üstüne tafdil etmeyiniz (çıkarmayınız)».
Başka bir rivayette:
«Sakın peygamberler arasında tafdil getirmeyiniz.» hadis arasında çelişki görülmüyor mu diye sorulursa, bu sualin cevabı birkaç ve-cihte verilmiştir:
1- Bu hadise peygamberlerin bir kısmının diğerinden üstündür keyfiyeti Resûlüllah'a bildirilmezden önce olmuştur. Fakat bu cevabta nazar var. Zira böyle olduğu muhtemel olduğu gibi olmaması da muhtemeldir.
2- Cenab-ı Peygamber bunu hedmi nefis (tevazu) dan ötürü söylemiştir.
3- Tafdil şikâyet konusu olan bu gibi hallerde olmamalıdır.
4- Mücerred rey ve asabiyetten ötürü tafdil yapmayınız demektir.
5- Peygamberlerin birinin diğerinden üstün olma makamı sizin vazifeniz değildir. O Allah'a havale edilmiş bir vazifedir. Siz Allah'a-itaat etmek ve teslim olmak ve iman etmekle mükellefsiniz.
Ibn-Ebi-Hâtim, Katade'den rivayet etti:
«Allah, İbrahim'i dost, Musa'yı muhatab kıldı. İsa'nın meselesini Adem meselesi gibi kıldı. Onu topraktan* yarattı. Sonra ona ol dedi ve o da oldu. Adem Allah'ın kulu ve kelimesidir. Ve Allah'tan gelen bir ruhtur. Davud'a Zebur'u verdi. Süleyman'a saltanatı verdi. Öyle saltanat ki, Süleyman'dan sonra hiç kimseye nasib olmamıştır. Muhammed için geçmiş ve gelecek zellerin (kaymaların) hepsini affetti.»
Adem bin Ebi İyas, Abd bin Humeyd, îbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki «Esma ve Sıfatnta Mücahit'ten rivayet ettiler:
Allah Mûsâ ile konuştu. Muhammed'i bütün insanlara peygamber olarak gönderdi.»
îbn Ebi Hatim ve Âmr Şabi'den rivayet ettiler:
«Onların bazılarını diğerine dereceler bakımından yükseltti» âyetinde Muhammed (A.S.) kastedilmiştir.»
tbnul-Munzir ve Hakim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler ve aynı zamanda Hakim tasrih de etti:
«Halilliğin İbrahim'e, konuşmanın Musa'ya, Cemalullah'ı görmenin de Muhammed'e olmasından hayret mi ediyorsunuz?»
İbn ul Munzir, Rebi bin Haysem'den rivayet etti:
«Ben peygamberimizin üzerine hiç kimseyi üstün kılmıyorum. İbrahim Haîillurrahmanın üzerine hiç kimseyi üstün kılmıyorum.»
(254) Ey iman edenler! Bir alışverişin, bir dostluğun ve de bir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz nzıktan Allah yolunda harcayınız. Kâfirler, (e gelince) işte onlar zalimdirler. ..»
Bu âyeti celîle, Allah
yolunda infak etmeyi kullarına emrediyor. Hayr yolunda, infak etsinler ki,
sevabını Allah'ın katında görsünler. Bu dünya hayatında Kıyamet günü gelip
çatmazdan önce bunu yapsınlar. Zira Kıyamet gününde hiç kimse ne nefsini satın
alabilir, ne de mal verip nefsini
kurtarabilir. Yeryüzü dolusu altın verse yine de olmaz.
O
kıyamet gününde hiç kimsenin dostluğu da hatta hiç kimsenin nesebi de hiç
kimseye hiçbir faide sağlamaz. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayette «sura
üfürüldüğü zaman insanlar arasında artık soylar yoktur. Onlar o gün biri
diğerinden bir şeyde soramazlar. Ve şefaat edenlerin şefaatları da onlara
hiçbir fayda sağlamaz. Kafirlere gelince zalimlerin ta kendileridir.» Yani
kâfir olarakAllah huzuruna gelen bir kimsenin zulmünden daha büyük bir zulüm
olmaz.
İbn
Ebi Hatım, Ata bin Dinar’dan rivayet etti:
«Hamd
o Allah’a olsun ki; «Kafirlere gelince zalimlerin ta kendileridir.» demiş
«Zalimlere gelince, onlar kafirlerin ta kendileridir.» dememiştir.
[69]
«(255) Allah o Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O ezeli ve
ebedi hayat ile bizatihi diridir. Zat ve kemal sıfatlarıyla yaratıkların bütün
işlerinde hakim ve kaimdir. Herşey onunladır.Onu ne bir dalgınlık, ne de bir
uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne var ise hepsi onundur. Onun izni olmadıkça
katında kim şefaat edebilir. Bütün varlıkların önlerinde ve arkalarında, gizli
ve aşikar herşeyi bilir. Onlar ise Allah’ın dilediği kadarından başka ilahi
ilimden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onunu kürsüsü gökler ve yeri çevrelemiş,
kaplamıştır. Gökler ve yeri korumak, gözetmek ona zorluk ve ağırlık vermez. O
çok yüce çok büyüktür…»
Bu
ayet hakkında seleften gelen rivâyetler:
Bu
âyet «El Kürsi» âyetidir: Bunun büyük bir şanı vardır. Allah Resulü’nden
sıhhatli hadisle sabit olmuştur ki bu ayet,
Kur’an’ın en büyük ayetidir. İmam Ahmed bize Abdurrezzak’tan, ona
Süfyan, ona Şahidel-Ceriri, ona Ebusselim, ona Abdullah bin Ribah, ona Ubey bin
Kaab rivayet etti.
Resulüllah
Ubey’den sordu:
«Allah’ın
kitabında hangi âyet daha büyüktür?»
Ubeyy:
«Allah
ve Resulü daha iyi bilir» dedi.
Cenab-ı
Peygamber suali birkaç defa tekrar etti. Sonra Ubey, «Ayetel-kürsi en büyük
âyettir.» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Ey
Ebel Munzir! İlim senin için mutlu olsun. Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran
Allah’a yemin ederim, ayetel-kürsinin lisanı ve iki dudağı vardır. Arşın, saki
(ayağı) yanınnda durur padişahlar padişahını takdis etmektedir.»
Müslim
bu hadisi Ebibekr bin Ebi Şeybe’den, o da Abdilâlâ bin Abdilâlâ’dan, o da
Ceriri’den rivayet etmiştir. Fakat Müslim’in rivayetinde «nefsimi yed-i
kudretinde tutan Allah’a yemin ederim» cümlesiyoktur.
[70]
Hafız
Ebu Ya’la el Mus’sili,Abdullah bin Ubey bin Kaab yoluyla rivayet etti:
«
Ubeyy oğlu Abdullah haber verdi ki: Bizim içinde hurma dolu bir anbarımız
vardı. Babam onu daima kontrol ederdi. Onun eksildiğini gördü. Bir gece onu beklerken
baktı ki ergenlik çağına gelmiş erkek çocuğa benzer bir hayvan geldi. Ona selam
verdi ve bende selamın cevabını verdim dedikten sonra devamla şunları söyledi:
«Sen
nesin? Cinni misin insi misin? » sordum.
«Ben
cinniyim» dedi. Ben:
«O
halde elini bana uzat» dedim. Elini bana verdi. Baktım ki eli eli köpek elidir.
Tüyleri köpek tüyü. Ben:
«Cinlerin
yaradılışı böyle midir? » diye sordum. O:
«Cinler
biliyor ki, onların içinde benden daha kuvvetlisi yoktur. »
Ben:
«Seni
bu işe zorlayan nedir? » dedim. O:
«Benim kulağıma geldi
ki sen sadakayı seven bir kişisin. Senin tamından biz de nasibdar olmayı
istedik.»
Ubeyy ona
«Bizi sizden koruyacak ne vardır?» diye sordu. O:
«Bu âyet (âyetel-kürsi) vardır» dedi. Sonra Ubeyy ertesi gün Re-sûlullah'a gelip haber verdi. Cenab-ı Peygamber «o habis doğru söylemiştir» buyurdular. Hadisi Hakim «Müstedrek»inde Ebu Davud et-Ta-yalisi'nin, o da Harb bin Şeddad'ın, o da Yahya bin Ebi Kesir'in, o da Hadrami bin Laik'in, o da Muhammed bin Amr bin Ubeyy bin Kâb'ın hadisinden rivayet etmiştir. Fakat Müslim ve Buhari hadisi rivayet etmemişlerdir.
Eske* el Bakri, Hafız Ebul Kasımi Tabarani'den ve Buharı tarihinde rivayet etti:
— Allah'ın Resulü muhacirlerin sofasında (meclisinde) bize vardı. Bir kişi sordu:
— Ey Allah'ın Resulü! Kur'an'ın hangi âyeti daha büyüktür? Cenab-ı Peygamber:
Ayetelkürsiyi okudu ve «Bu en büyük âyettir» dedi.
Enes'ten, İmam Ahmed rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü ashabından bir kişiye sordu:
«Sen evlendin mi?» O:
«Hayır! Benim katımda evlenmekte sarf edilecek birşey yok» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Senin katında thlâs sûresi yok mudur? (Onu ezbere bilmiyor musun?» Kişi:
«Evet, o sûreyi ezbere biliyorum.»
Cenab-ı Peygamber:
«O, Kur'an'ın dörtte biridir.»
Yine devam etti:
«Senin katında 'kul ya eyyuhel kâfinin' sûresi yok mudur? (Ezberden okumaz mısın?..»
Kişi:
«Evet, o sûreyi de ezbere okurum.»
Cenab-ı Peygamber:
«O, Kur'an'ın dörtte biridir.» Ve devamla sordu:-
«Senin katında 'iza zülzilet' sûresi yok mudur?»
«Evet, vardır» dedi. Peygamber:
«O, Kur'an'ın dörtte biridir» dedi ve sordu:
«Senin yanında 'izacae nasnıllah' sûresi yok mudur?»
Kişi: «Vardır Ya Resûlüllah!...» dedi.
Peygamber:
«O Kur'an'ın dörtte biridir» dedi ve devam etti:
«Senin yanında (Allah o Allah'tır ki kendinden başka hiçbir ilâh yoktur) diye başlayan Ayetel-Kürsî yok mudur?»
O:
«Evet, vardır. (Ayetel-Kürsi)yi ezbere bilirim!»
Resûlüllah: «O, Kur'an'ın dörtte biridir» buyurdu.»
İmam Ahmed, Ebuzer, (Cündeb bin Cenade) tarikıyla (yoluyla) rivayet etti:
«Resûlüllah'a vardım. Mesciddeydi. Oturdum,
«Ey Ebazer! Namazı kıldın mı?»
«Hayır, kılmadım.»
«Kalk, namazı kıl» diye emretti. Kalktım, namazı kıldım, sonra oturdum.
«Ey Ebazer! İnsan ve cinlerden olan şeytanların şerrinden Allah'a sığmıyor musun?»
«Ey Allah'ın Resulü! İnsanlardan şeytanlar var mıdır?»
Allah'ın Resulü:
«Evet, vardır.»
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Ya namaz kılmaları ne olacaktır?»
Cenab-ı Peygamber:
«O konulmuşun en hayırlısıdır. Diliyen az yapar, dileyen çok yapar.»
«Ey Allah'ın Resulü! Ya oruç?»
«O mükâfatlı bir farzdır. Allah'ın katında fazladır.»
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Ya sadaka?»
«O çok katlara katlanandır. (Bire karşı on, bazan da yedi yüz) verilir.
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Bunların hangisi en üstündür?»
«Yoksulun en son tahammül edebileceği kadar veya bir fakire yetişeni sadaka vermesi en üstündür.» dedi.
«Ey Allah'ın Resulü! Peygamberlerin hangisi önce İdi?»
«Adem, (ilk insan ve ilk Peygamberdir).
«Ey Allah'ın Resulü! O peygamber midir?»
«Evet o peygamberdir ve Allah onunla yüzyüze konuşmuştur.»
«Ey Allah'ın Resulü! Mürseller kaç tanedir?»
«Üçyüz on (310) küsur kişidir. Büyük bir cemaattırlar. (Başka bir defa da (315) kişidir)
«Ey Allah'ın Resulü! Senin üzerine inen ayetlerin hangisi daha üstündür?»
«Ayetel-kürsi. (Allah o Allahtır ki ondan başka mabud yok.» diye başlayan âyet...»
Hadisi Nesei rivayet etti.
Ebu Eyyub Halid bin Zeyd el Ensari'den İmam Ahmed rivayet ediyor.
Ebu Eyyub, bana ait bir sofada yatarken ğûl gelip beni yakalıyordu. Gulu Allah'ın Resûlü'ne şikâyet ettim. Cenab-ı Peygamber:
«Onu gördüğün zaman bismillah de. Ey ğûl Allah'ın Resûlü'ne icabet et» diye söyle» dedi.
Ebu Eyyüb diyor:
«Ğul geldi. Bismillah dedikten sonra Allah'ın Resûlü'ne icabet et dedim ve gulu tuttum. Ğul «Bir daha bunu yapmam» dedi. Ebu Eyyub bunun üzerine onu bıraktım ve huzura geldiğimde Resûlullah sordu:
«Senin esirin ne yaptı?»
Ebu Eyyub:
«Onu tuttum. «Ben bir daha böyle birşey yapmayacağım» diye söz verdiği için bıraktım.»
Cenab-ı Peygamber:
«O, bir daha geri gelecektir» dedi. Bunun üzerine iki veya üç defa daha yakaladım. O her defasında «Ben bir daha gelmeyeceğim» diyordu. Ben de Resûlullah gelip «O senin esirin ne yapıyor?» diye soruyordu. Ben:
«Onu tuttum. O geri gelmem dediği için bıraktım» derdim. Cenab-ı Peygamber: «O gelecektir» buyururdu. Ve onu tekraren tuttum.
«Beni bırak. Buna karşılık sana birşey öğreteceğim ki onu söylersen artık hiçbir şey sana yaklaşmayacaktır. O, ayetel-kürsidir.» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Peygambere gelip hadiseyi anlattım. Cenab-ı Peygamber:
«Ğul yalancı olduğu halde bunu doğru söylemiştir» buyurdu. Hadisi Tirmizi «Fedail ul Kur'an'da» Bendar'dan, o, Ebi Ahmedi Zübey-ri'den rivayet etmiştir. Ve Tirmizi «Hadis hasen ve gariptir» diyor, Ğûl, arap lügatinde geceleyin görülen cin demektir.
Buhari Kur'an'ın Fezaili kitabında, vekâlet konusunda, İblisin sıfatı bahsindeki bu kıssayı Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
Osman bin Heyseme Ebu Amr bize Avf'den Muhammed bin Sirin'-den, ve Ebu Hureyre'den rivayet etti:
«Allah'ın Resulü, Ramazanda zekâtı koruma vazifesini bana verdi. Zekât yiğini durmadan eksiliyordu. Bu esnada bir hırsız geldi. Onu tuttum: Ve ona:
«Seni Allah'ın Resulüne götüreceğim, dedim.» O yalvararak:
«Beni bırak. Ben muhtacım. Benim çoluk çocuğum var. Şiddetli bir ihtiyacım var. Onun için geliyorum» dedi. Ben onun yolunu, (yakasını) bıraktım. Sabahladım. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Eba Hureyre! Akşamki esiri- ne yaptı?» diye sordu. Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Şiddetli bir ihtiyaç ve çoluk çocuktan şikâyet etti. Ben de merhamet ettim, yakasını bıraktım.
Allah'ın Resulü:
«Dikkat et! O sana yalan söyledi. İkinci kez yine gelecektir» dedi. Ben onun ikinci kez geleceğini Resulullah'm sözünden anladım. Ve onu bekledim. Geldi. Yine yığından (çalarken) onu yakaladım.
«Seni Allah'ın Resulüne götüreceğim,» dedim. O:
«Beni bırak. Ben muhtacım. Çoluk çocuğum vardır. Bir daha gelmeyeceğim» dedi. Ona merhamet ettim, yakasını bıraktım. Sabahladığımda Allah'ın Resulü bana:
«Ey Eba Hureyre! Dün akşamki esiri ne yaptın?»
«İhtiyaç ve çocuktan, aile efradından şikâyet etti. Ona merhamet ettim, yakasını bıraktım» dediğimde:
Cenab-ı Peygamber:
«O yalan söyledi. Geri dönecektir» buyurup dikkatimi çekti...
Üçüncü kez onu bekledim. Yine geldi. Zekât taamından çalmaya başladı. Onu yakaladım:
— Seni Allah Resulüne götüreceğim ve bu, üç defadır. Sen gelmeyeceğim diyorsun, tekraren geliyorsun, dedim. O:
«Ey Eba Hureyre! Beni bırakırsan sana yararlı olan birkaç kelimeyi öğreteceğim» dedi. Ben:
«O kelimeler nelerdir? Söyle.» dedim!.. O:
«Sen yatağına girdiğinde ayetül kürsiyi sonuna kadar oku. Onu okuduğun takdirde Cenab-ı Hakta seni koruyucu olacaktır. Sabahla-yıncaya kadar hiçbir şeytan sana yaklaşmayacaktır.»
Böylece onun yakasını bıraktım ve sabahleyin Allah'ın Resulü bana:
«Dün akşamki esiri ne yaptı?»
«Ey Allah'ın Resulü! Bana yararlı olacak bir kaç kelime öğrettiğini söyledi. Bun karşılık ben de yakasını bıraktım.
Cenab-ı Peygamber: «O kelimeler nelerdir?» Dedim kî; bana:
«Yatağına girdiğin zaman, ayetel kürsiyi başından sonuna kadar oku. Bunu okuduğun zaman, Cenab-ı Hak'tan gelen bir koruyucu seni koruyacaktır. Sabahlayıncaya kadar hiçbir şeytan sana yaklaşma-yacaktır.» dedi.
Eshab hayn elde etmek hususunda çok titiz idiler. Cenab-ı Peygamber:
«Dikkat et! O yalancı olduğu halde sana doğruyu söylemiştir. Ey Eba Hureyre! Üç geceden beri kiminle konuştuğunu biliyor musun?» «Hayır ya Eesûlellah. bilmiyorum.»
Cenab-ı Peygamber: «İşte o, şeytandır» dedi. Hadisi Buharî de böyle rivayet etti. Nesei «El Yevm vel'leyle»sinde îbrahim bin Yakub'-tan rivayet etti.
Ebu Ubeyd «Kitab ul Garib»te Ebu Muaviye'den, o Ebu Asım Sa-kafi'den, o Şa'bi'den o da Abdullah bin Mesud'dan rivayet etti:
«İnsanlardan birisi yola çıktı. Cinlerden birisi ona rastladı: (Ey insan oğlu!) Benimle güreşir misin? Beni yıkarsan sana bir âyet öğreteceğim. Evine girdiğinde onu okuduğun zaman o eve hiçbir şeytan girmeyecektir.»
İnsanoğlu cirmi yendi. Ve cinniye:
«Şahsiyet yönünden seni zaif görüyorum. Sanki senin ellerin köpek eli gibidir. Siz cinlerin hepsi böyle midir yoksa sen mi böylesin?.)
O cinnî:
«Ben onların aralarında en kaburgalısıyım. İkinci bir kez benimle güreşir misin?»
İkinci kez de Ademoğlu onu yıktı. Cinnî:
«Ayetelkürsiyi oku. Onu herhangi bir kimse evine girerken okursa şeytan onun evinden çıkar. Ve merkebin yellendiği gibi yellenerek kaçar.»
îbn Mesûd'tan:
«O cinnî ile güreşen Hz. Ömer miydi?» diye soruldu. O:
«Ömer'den başka kimin olabileceğini ümid edersiniz?»
Ebu Ubeyde diyor ki:
Hadisteki «DEÎL» zaif cisimli demektir. «HÎH» ise yellenmek demektir.
Ebu Hureyre tarikıyla Hakim, Ebu Abdullah «Müstedrek»inde rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«El-Bakara sûresinde bir âyet vardır. Kur'an âyetlerinin efendisidir. O herhangi bir evde okunursa, orada bir şeytan varsa, mutlaka o evden çıkar. O, ayetelkürsidir.»
Hakim bunu Zaid tarikiyla da rivayet etmiştir. Sonra isnadı sahihtir, demiştir.
Tirmizi Zaid'in hadisinde «Her şeyin hörgücü vardır. Kur'an'ın hörgücü el Bakara süresidir. El Bakara sûresinde Kur*an âyetlerinin efendisi olan bir âyet vardır. O da ayetelkürsi'dir» dedi. Sonra Tirmizi:
— Hadis garibtir. Ancak Hakim bin Cübeyr'in hadisinden bunu tanıyoruz. Hadisin ravisi Ebu Hakim'in hakkında Şu'be konuşmuş ve onu zaif saymıştır.
îbn Kesir «Ahmed ve Yahya bin Muin'de onu zaif saymışlardır» diyor. İbnu Mehdi onun hadisleri terketmiş, Es-Sadi onu yalancı olarak ilân etmiştir.
îbn Merduyeh Hz. Ömer'in oğlu Abdullah tarikıyla Hz. Ömer'den rivayet ediyor:
«Bir gün eshap, halka halka oturdukları halde Hz. Ömer çıkarak onların yanma geldi. Ve sordu:
«Sizden hanginiz bana Kur'an'm en büyük âyetini haber verebilir?» Îbn Mesud Ömer'e cevab olarak:
«Tam bilenin üzerine bastm. Resulü Ekrem'den dinledim, buyuru-yordu:
«Kur'an'm en büyük âyeti, ayetelkürsidir.» Ve devamla: Ayetelkürside Allah'ın en büyük ismi vardır.»
îmam Ahmed, Esma binti Yezid bin Seken'den rivayet ediyor:
«Allah'ın Resûlü'nden dinledim. «Allah o Allah'tır ki ondan başka ilâh yok. Hayy ve kayyımdır.»
Elif, lâm, mim. Allah o Allah'tır ki, ondan başka ilâh yok. O hay ye kayyumdur» âyetlerinde Allah'ın en büyük ismi vardır.»
Ebu Davud, Museddet'ten ve Tirmizi Ali bin Haşrem'den, ve tbn Mace Ebibekr bin Ebi Şeybe'den, bunların üçü de İsa bin Yunus'tan, Abdullah bin Ebi Ziyad'dan böyle rivayet ettiler. Tirmizi «Hadisi ha-sen ve sahihtir» dedi.
Ebi-Ümame (R.A.) dan İbn Merduyeh rivayet ediyor:
«Allah'ın en büyük ismi o isimdir ki, onunla Cenab-ı Hak çağrıldığı zaman, İcabet eder. O üç yerdedir: El Bakara, Ali Imran ve Tana sûrelerindedir.»
Dimeşk Hatibi olan Hişam bin Âmmar bahsi edilen üç yeri şöyle izah etti: «El Bakara süresindeki âyet «Allah o Allah'tır ki ondan başka mabud yoktur. Hayy ve kayyumdur». Ali îmran'daki âyet «Elif, lam, mim. Allah o Allah'tır ki ondan başka ilâh yoktur. O hayy ve kayyumdur». Tahâ süresindeki âyet «Bütün yüzler hayy ve kayyum olan, ölmeyen ve ezelden beri mevcud olan Allah'a baş eğmiştir (Taha 11)» âyetleridir.»
Ebi Ümame*den farz namazdan sonra ayetelkürsiyî okumanın fazileti hakkında Ebu Bekr bin Merduyeh rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kim ki her farz namazının arkasında ayetelkürsiyi okursa, onun Cennet'e gitmesine ancak ölmemesi mani olur. (Yani ölürse hemen Cennet'e gider).»
Nesei «El Yevm velleyle» de Hasan bin Bişr'den bu şekilde rivayet etti îbn Hibban'da «sahih»inde Muhammed bin Himyer'den rivayet etti.
Muhammed bin Hasan bin Ziya bin Mukri', Katade'den, o da Hasan Basri'den, o da Ebu Mus'el Eş'ari'den, o da Resûl-ü Ekrem'den rivayet ettiler:
«Allah, Imran oğlu Musa'ya vahy gönderdi. Ayetelkürsiyi her farz namazın akabinde oku. Çünkü onu her farzın akabinde okuyana şük-redenlerin kalbini ihsan edeceğim. Zikredenlerin dilini vereceğim. Peygamberlerin sevabını, sıddîklerin amelini vereceğim. Çünkü buna ancak bir peygamber veya sıddîk veya kalbi iman için imtihan edilen veya Allah yolunda öldürülmesini isteyen devam eder.»
îbn Kesir «bu hadis, cidden münkerdir» diyor. [71]
«Kim ki ayetelkürsiyi günün evvelinde veya gecenin evvelinde okursa o onu korur» konusundan gelen hadisler:
Tirmizi hadisi Ebi Seleme'den, o da Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kim ki sabahladığı zaman «Hâ, mim» (El Mümin) sûresinin üçüncü (dönüş Allah'ındır) âyetine kadar ve ayetelkürsiyi okursa onların ikisinin yüzü suyu hürmetine akşamlayıncaya kadar korunur. Akşamlandığında onların ikisini okursa, onların yüzü suyu hürmetine sabahlanıncaya kadar korunur.»
Tirmizi «Bu hadis, hadisi gariptir» diyor. Ehli ilimden bazıları, hadisin ravilerinden olan Abdurrahman bin Ebibekr bin Ebi Muleyke hakkında hadis hıfzı yönünden konuşmuşlardır.
Ayetelkürsinin fazileti hakkında birçok hadisler varid olmuştur. Kısa olsun diye onları nakletmedik. Çünkü kan aldırma anında ayetel-kürsi okunursa iki kan aldırma yerine geçer hadisi gibi bazılarının sıhatı yok. Ebu Hureyre'nin «Sol elle onu zaferanla yedi defa yazmak ve hafızlık için o yazıyı dille yalamak» hadisi gibi senedlerinde zaaf olan hadisler vardır. Bunların ikisini de İbn Merduyeh nakletmiştir. Onun için biz bunları bıraktık. [72]
«Allah o haydır» Yani nefsinde diridir, ebediyyen ölmez. «Kayyum-dır» yani başkasını vareder. Hz. Ömer «El-Kayyum»u «el kıyam» diye okuyordu. Binaenaleyh bütün mahlûkat, bütün varlıklar Allah'a muhtaçtır ve o varlıklardan zengindir. Varlıkların varlığı onun emiriyledir başkasıyla değildir. Nitekim öbür âyetinde «Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer onun emriyle kaim olur.»
«Onu uyuklama ve uyku tutmaz.» Yani herhangi bir gaflet, herhangi bir nakışlık ve mahlûklardan habersizlik onun için yoktur. «O her nefsin üzerinde kaimdir» onun kazancını görmektedir. Herşeyin üzerinde murakıptır. Ondan hiçbir şey gizlenmez. Onun kayyumiyeti-nin tamamındandır ki, onu uyuklama ve uyku tutmaz.
Sahih'te Ebu Musa'dan rivayet ediliyor:
Allah'ın Resulü bizim aramızda dört kelime ile kalkıp konuştu: «Allah uyumaz. Ve Allah'a uyumak uygun değildir. Teraziyi alçaltır ve yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce Allah'ın huzuruna getirilir. Gecenin ameli gündüzün amelinden önce getirilir. Onun perdesi nurdur. Eğer o perdeyi kaldırırsa, onun yüzünün teşbihleri, yetiştiği her mahlukunu yakacaktır.»
İshak bin Ebi İsrail'den, o Hişam bin Yusuf'tan, o Umeyye bin Şib-li'den, o Hakem bin Eban'dan, o İkrime'den, o Ebu Hureyre'den rivayet etmişdir:
Resûlüllah'ı dinledim. Minberi üzerinde Musa (A.S.) den haber veriyordu: Musa'nın nefsine; acaba Allah (C.C.) uyur mu diye geldi. Bunun üzerine Allah bir meleği Musa'ya gönderdi. Üç gün üç gece onun uyumamasını sağladı. Sonra ona iki şişe verdi. Her birisi bir elindeydi. Onları korumasını emretti. Zaman zaman Musa uyuyor, elleri
birbirlerine vurulacak şekle yaklaşınca uyanıp onları birbirinden uzak-laştırıyordu. Sonunda şişeleri birbirine değdirecek tarzda uyudu ve şişeleri kırdı. Allah (C.C.) bununla Musa'ya bir darbımesel veriyor ve «Eğer Allah uyusaydı yer ile göğü nasıl tutardı?» demek istiyor.» Bu hadis, cidden gariptir. Bu, ve benzeri için verilen en açık cevap şudur: «Bu tür hadisler, İsrailoğullannın hadislerindendir ve merfu değildirler.
îbn Ebi-Hâtim Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«İsrailoğulları: Ey Musa! Senin rabbin uyuyor mu?»
Musa:
«Allah'tan sakınınız.» deyip onları böyle sorulardan menetmeye çalıştı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Musa'ya seslenerek:
«Ey Musa! Onlar, senden Rabbin uyuyor mu? diye sordular. Sen iki eline iki cam al ve bu gece ibadete devam et» dedi. Bunun üzerine camlan alan Musa ibadete devam etti. Gecenin üçte biri geçtiği zaman Musa uyukladı. Dizlerinin üzerine düştü. Sonra uyandı ve onları tuttu. Gecenin sonuna kadar bu hal devam etti, sonunda uyudu. Ve şişeler onun elinden düşüp kırıldılar. Neticede Cenab-ı Hak Musa'ya:
«Eğer ben uyusaydım elinden düşen iki camın helak oluşu gibi, gökler ve yerler böylece düşer, helak olurlardı.»
Ve bunun üzerine Cenab-ı Hak peygamberine [73] ayetelkürslyi indirdi.
«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.»
Bu âyet, tüm varlıkların Allah'ın kulu ve mülkünde olduğunu bize haber veriyor. Her şeyin onun mülkünde ve saltanatının altında olduğunu bize bildiriyor. Nitekim Cenab-ı Hak:
«Şân şudur ki; Göklerde ve yerde her ne ki, var ise, hepsi kul olarak Rahmana gelecektir. Cenab-ı Hak sayı ile onlan saymıştır. Hepsi kıyamet gününde ferden ona geleceklerdir» (Meryem 94) buyurmuştur.
«Onun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?» âyeti ce-lilesi, «Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri hiçbir şey sağlamaz, ancak Allah dilediğine izin verir ve razı olursa» (Enbiya: 28) âyetiyle «Allah'ın ancak razı olduğu kimseye şefaat eder» (Sebe: 23) âyeti gibidir. Bu âyet Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasını bildiren âyetlerdendir. Hiç kimse Allah'ın izni olmadan Allah katında şefaat etmeye cesaret edemez. Nitekim şefaat hadisinde Allah'ın Resulü:
«Ben arşın altına gelir, secdeye kapanırım. Allah'ın dilediği kadar secdede kalırım. Sonra bana denilir ki, başını kaldır. Söyle, dinlenirsin. Şefaat et. Şefaatin kabul edilecektir. Cenab-ı Hak bana bir hudud çiziyor. Ve onlan Cennet'e götürüyor.» demektedir.
«Onların önünde ve arkasında olanı bilin) âyeti, Allah'ın ilmi İlâhisinin bütün kâinatı kapladığının delilidir. Kâinatın geçmişini, hazırını ve müstakbelini kaplıyor. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette meleklerden haber vererek buyurmuştur:
«Biz ancak senin Babbinin emriyle iniyoruz. Bizim önümüzdeki olan da, arkamızdaki olan da, onların arasında olan da O'nundur. Senin Rabbin unutkan değildir.» (Meryem: 64).
«Onun dilediği hariç, onun ilminden herhangi bir şeyi mahlukat kapsıyamıyor, (ihata edemiyor)» Allah'ın bildirdiği, ve halkı muttali kıldığı ilminden başka hiçbir kimse Allah'ın ilminden herhangi bir şeye muttali olmaz. Muhtemel ki, âyetin manası; onun zat ve sıfatlarının ilmine, onun halkı muttali ettiğinden başka halk muttali olamaz. Nitekim başka bir âyette «tüm yönünden onu ihata edemezler» (Taha: 111) buyurmuştur.
«Onun kürsüsü gökler ve yeri kapsamıştır, (çevrelemiştir).»
Îbn-Ebi-Hâtim, Ebu Said'den, o İbn İdris'ten, o Mutarnf bin Ku-reyf'ten, o Cafer bin Ebi Muğire'den, o said bin Cübeyr'den, o îbn Ab-bas'tan rivayet etti:
«Kürsiden maksat Allah'ın ilmidir.»
İbn Cerir, Abdullah bin İdris'in hadisinden, Hüşeym'in hadisinden, onların ikisi de Mutarnf bin Tarifin hadisinden böyle rivayet ettiler. Ibn-Ebi-Hâtim, Said bin Cübeyr'den benzerini rivayet etti. Sonra İbn Cerir «Başkaları da; kürsi, onun iki ayağının yeridir dediler» dedi. Suca' bin Muhallid tefsirinde:
«Bize Ebu Asım, ona Süfyan, ona Ammar Zehebi, ona Müslim bin Baki, ona Said bin Cübeyr, ona İbn Abbas haber verdi:
Allah'ın Resûlü'nden «Onun kürsüsü gökler ve yeri kapsamaktadır (kapsadı)» âyetin manâsı soruldu. Buyurdular:
«Onun kürsüsü ayaklarının yeridir. Arşın hududunu Allah'tan başkası çizemez.»
Ebubekr bin Merduyeh, Şüca' bin Muhallid, el-Fellas'm yolundan hadisi bu şekilde rivayet etmiştir. Fakat bu galattır.
Veki' de tefsirinde Süfyan'dan, Ammar'ı Zehebi'den, Müslim'i ... den, Said bin Cübeyr'den İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Onun kürsüsü, iki ayağının yeridir. Arşın hududunu hiç kimse takdir edemez.»
Hakim «Müstedrek»inde Ebu-Abbas Muhammed bin Ahmed el-Mahbubi'den, o Muhammed bin Muaz'dan, o Ebi Âsım'dan, o Süfyan'dan, o İbni Abbas'tan mevkuf olarak benzerini rivayet etmiştir. Şey-heynin şartına göre sahihtir. Fakat Şeyheyn bunu rivayet etmemişlerdir, diyor.
Ibn Merduyeh, El Hakim bin Züheyri'nin yoluyla rivayet etmiş tir; o da Süddi'den o da babasından ve Ebu Hureyre'den (merfu olarak) rivayet etmiştir. Fakat İbn Kesir «Bu sıhhatli değildir» diyor.
Süddi, Ebil Malik'ten rivayet etti: «Kürsi arşın altındadır.»
Süddi «Gökler ve yer kürsinin içindedir, kürsi de arşın önündedir»
dedi.
Dahhak, İbn Abbas'tan:
«Eğer yedi gök ve yedi yer yayıldıktan sonra birbirine yapıştınhr-sa ve onlar kürsinin genişliğine nisbet edilirlerse, ancak bir çöle atılmış bir halkanın bir ucu kadar yer teşkil ederler.»
İbn Cerir, İbn Zeyd'in tankıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü:
«Yedi kat göğün, kürsiye nisbeten büyüklükleri, yedi tane dirhemi bir miğfere atmak gibidir.»
Ebu Zer; Allah'ın Resûlü'nden dinledim diyor:
«Kürsi, arşın yanında ancak bir çöle atılmış demir bir halka gibidir. (Yani halkanın çöle olan nisbeti ne kadarsa onun da nisbeti o kadardır.)
Ebubekr bin Merduyeh, Ebu Zer Gifari tarikıyla rivayet etti: «Ebu-Zer Allah'ın Resûlü'nden kürsiyi sordu. Allah'ın Resulü:
Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, yedi kat gök ve yedi kat yer kürsinin yanında çöl olan bir araziye atılan bir halka kadardırlar. Arşm kürsi üzerindeki fazlalığı ise, çölün o halka üzerindeki fazlalığı kadardır.»
Hafız Ebu Ya'la el Musili, Hz. Ömer tarikıyla rivayet ediyor:
Bir kadın Resûlullah'a geldi ve:
«Ey Allah'ın Resulü! Allah'tan iste ki, beni Cennet'e göndersin.»
Cenab-ı Peygamber onu dinlediği zaman, Allah'ı tazim etti ve buyurdu:
«Allah'ın kürsisi gökler ve yeri kapsar kadar büyüktür. Onun Allah'ın ağırlığından ötürü devenin sırtındaki eğerin ağırlıktan gıcırdamp seslendiği gibi çatırdayıp ses veriyor!...» (Dikkat! Hadisi muteşa-bihdir. Mânâsı kapalıdır.)
Hafız el-Bezzar Müsned'inde Abd bin Humeyd ve îbn Cerir tefsirlerinde, Tabarani ve Ebi Asım sünen kitablarında, Hafız Ziya «El Muhtar» adlı kitabında, Ebu İshak es-Subeyhi'nin hadisinden, Abdullah bin Halifenin hadisinden bunu rivayet ediyorlar. Fakat bu, meşhur değildir. Hz. Ömer'den bu hadisin dinlenmesinde nazar vardır. Bazıları da Hz. Ömer'den mevkuf olarak rivayet ediyorlar. Bazıları mürsel olarak rivayet ediyorlar. Bazıları metnine garib bir fazlalık ekleyerek rivayet ediyorlar. Bazıları hazfediyorlar. Bundan daha garibi Cübeyr bin Mut'imin Arş sıfatı hakkındaki hadisidir. Ebu Davud, süneninde, (Ki-tab ussünne) de bunu rivayet ediyor.
İbn Merduyeh ve başka muhaddisler Bureyde'den, Cabir'den ve başka sahabelerden rivayet ettiler.
«Kıyamet gününde insanların arasında hüküm vermek için kürsinin konulduğu hakkında bir takım hadisler rivayet ediyorlar. Fakat zahir şudur ki onlar bu ayetin tefsirinde zikredilmiş değildirler.»
«Heyet-ilmi» (Astronomi) konusunda konuşan bazı İslâm alimleri iddia ederler ki, kürsi onların katında sekizinci felektir. Bu felek sabitlerin felekidir. Onun üstünde dokuzuncu felek vardır, o esirin feleğidir. Ona «El-Atlas» deniliyor. Başkaları da onların bu iddialarını çürütmüştür. Hakikati Allah bilir.
İbn Cerir, Cüveybir'den, o da Hasan Basri'den rivayet ediyor:
«Kürsi, arşın ta kendisidir.» Fakat sıhhatli şudur ki kürsi arştan başkasıdır. Arş kürsiden daha büyüktür. Nitekim eserler ve haberler buna delalet ettiler. îbn Cerir, Abdullah bin Halife'nin Hz. Ömer'den bu hususta naklettiği hadise dayanmıştır. Fakat benim katımda bu hadisin sıhhatında nazar vardır. Allah daha iyisini bilir.[74]
«Onları korumak Allah'a ağır gelmez.»
Yani gökler ve yerleri, gökler ve yerlerin arasında bulunanlarla beraber onları korumak, Allah'a ağır gelmez. Belki kolaydır. Onun katında azdır. Çünkü her nefsin ve kazancının murakıbı odur. Bütün eşyanın murakıbı odur.'Hiçbir şey ondan gaib değildir. Bütün eşya hakir ve onun ellerinin önünde durmakta, tevazu etmekte, ona nisbeten küçülmektedirler. Ona muhtaçtırlar. Gani ve sevilen ve övülen odur. Dilediğini dilediği anda yapan odur. Yaptığından sorulmayan ve insanları sorguya çeken odur. Her şeyi kahredici odur. Herşeyin hesabım gören odur. Yüce ve yüksek murakıb odur. Ondan başka mabud yok, ondan başka Rab yoktur.
«O yüce ve büyüktür» mealindeki cümle «o büyük ve yücedir»
cümlesi gibidir. Bu âyetler ve bunların manasıyla ilgili sahih hadisler hususunda en kuvvetli görüş selefi salihinin görüşüdür. Onları keyfi-yetsiz, teşbihsiz ve Allah Katında olduğu gibi geçirmektedirler. Yani tevil etmeksizin, Allah'ı tenzih ile beraber, Allah'ı herhangi bir şeye benzetmeksizin onlara geldiği gibi iman ederler.[75]
(256) Dinde zorlama yoktur. Gerçek şu ki doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Bunun kopması yoktur. Allah işitendir, bilendir...»
Bu ayeti celile, hakkında gelen eserler:
Bu ayeti celile, İslâm'ın büyük kurallarından birisini getiriyor. O da hiç kimsenin İslama girmek hususunda zorlanamayacağıdır. Çünkü İslâmın buna ihtiyacı yoktur. Zira İslâm apaçık ve aşikârdır. Delilleri ve burhanları apaçıktır. Hiç kimsenin zorla ona girmeye ve zorlanmaya ihtiyacı yoktur. Belki Allah kime hidayet ederse, kimin göğsünü açarsa, basiretini nurlandınrsa o bir delile dayanarak İslama girer. Allah kimin kalbini köreltirse, kulağına ve gözüne mühür basarsa ona zorla ve kahredici bir şekilde dine sokmak hiçbir faide vermez. Selefi salihin «Bu âyet, Ensardan olan bir kavim hakkında nazil oldu. Fakat hükmü âmdır» diyor.
İbn Cerir, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Kadının evlâdı yaşamadığı zaman nefsine; 'Eğer herhangi bir çocuğu yaşarsa onu yahudi yapmayı' nezrederdi. (Beni-Nadr) kabilesi Medine'den sürüldüğü zaman onların aralarında Ensarın bu tür çocukları vardı. Ensar «Biz çocuklarımızın gitmesine mani oluruz» dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.
Ebu Davud ve Nesei de Bender'den bunu rivayet etmişlerdir. Mü-cahid, Said bin Cübeyr, Sabi, Hasan Basri ve başkası da «Bu âyet, bu hususta nazil olmuştur» demişlerdir. Muhammed bin İshak İkrime tarikıyla Said'den, o da îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Bu âyeti celile, Ensardan (Beni-Salim bin Avf) kabilesinden olan Husayin isminde bir kişi hakkında nazil olmuştur. Onun iki oğlu Hris-tiyan olmuştu. Annesi müslüman bir kadındı. Allah'ın Resulüne:
«Ben onları müslüman olmaya zorlayayim mı? Çünkü onlar Hris-tiyanlıktan başka bir şey kabul etmez» diye sormuştu.
Cenab-ı Hak onun hakkında bu âyeti nazil etti. Bu durumu aynen îbn Cerir de rivayet etmiştir. Fakat İbn Cerir'in Es-Süddi'den rivayet ettiği hadiste «onlar Şam'dan Medine'ye gelen bazı tüccarların eliyle Hristiyan olmuşlardır. Kuru üzüm satan tüccarlar Şam'a dönünce onlar da onlarla beraber gitmeye azmettiler. Babalan onları zorla müslüman yapmaya kalkıştı. Cenab-ı Peygamberden onların arkasına gidip onları geri getirmesine izin vermesini istedi. Bu âyet nazil oldu.»
İbn Ebi-Hâtim, Ebu Hilal Tarikıyla Esbat'tan rivayet ediyor:
«Ben Hristiyan bir köle idim. Ömer bin Hattab'ın yanında bulunuyordum. Ömer daima bana İslâmı arzediyor ve ben de kabul etmiyordum. Ve o «Dinde zorlama yoktur» diyor ve «Ey Esbat! Eğer müslüman olsaydın seninle müslüman emirlerinin bazılarına hizmet ederdik» ilâve ederdi. (Bazı rivayetlerde bu kölenin adı Vask Er-Rumî diye geçer. Biline).
Alimlerden bir gurup «Bu âyet ehli kitab üzerine hamledilir» demiştir. Ve ehli kitabın nesh ve tebdilden önce dinine girenler üzerine hamlediliyor. Onlar cizyeyi verdikleri takdirde dinde zorlanamazlar. Başkaları «Bu âyet, kital âyetiyle yani savaşa izin veren âyetle neshe-dildi» dediler. Bütün ümmetleri İslama girmeye davet etmek farzdır. Eğer onlardan birisi îslâma girmekten imtina edip itaat etmezse, veya cizye vermezse onunla savaşılır. İşte ikrahın manası budur. Cenab ı Hak başka bir âyette «Şiddetli kuvvete sahib olan bir kavme çağrılacak-
siniz. Onlarla savaşacaksınız veya onlar müslüman olacaklardın»
(Feth: 16) dedi. Diğer bir âyette «Ey Peygamber! Kâfir ve münafıklarla cihad et. Onların üzerinde katı ol.» (Tevbe: 73) buyurulmuştur.
... Sahihte «Senin Rabbin Cennet'e doğru zincirlerde çekilen bir kavimden hayret eder.» denildi. Yani o esirler ki bağlanarak, bukağılar ve kayıtlar ellerine veya ayaklarına takılarak İslâm memleketine doğru çekilip getirilirler. Sonra müslüman olurlar. Amelleri elverişli olur. İçleri, sırlan iyi olur ve Cennet ehlinden olurlar.
İmam Ahmed'in Enes'ten rivayet ettiği:
«Allah'ın Resulü bir kişiye «Müslüman ol» dedi. Köle:
— Ben İslâm'dan ikrah ettiğimi görüyorum ya Resûlellah!
Resul: «Kerih görürsen dahi müslüman ol» bu hadise gelince, sü-lasi (üçlü) ve sahih bir hadistir. Fakat zorlama kabilden değildir. Çünkü peygamber onu müslüman olmaya zorlamadı. Belki onu İslama çağırdı. O da «Nefsim İslâmı kabul etmiyor» diye peygambere haber verdi. Ve Cenab-ı Peygamber «Müslüman ol, velev ki nefsin istemese dahi. Çünkü Cenab-ı Hak sana niyet ve ihlası rızık olarak verecektir.» dedi.
Tağuttan maksat, Allah'a eş tutulan putlardır. Şeytanın ibadetine davet ettiği herşey ve Allah'tan başka ibadeti yapılan herşey Tağuttur. «Kim ki tağutu inkâr eder, Allah'ı birlerse, sadece Allah'a kulluk yaparsa, Allah'tan başka mabud olmadığına şahitlik yaparsa, o kopmaz bir kulpa sarılmıştır». Yani emrinde sabit olmuştur. Dosdoğru yolun üzerinde müstakim kalmıştır.
Ebul Kasım el-Bağavi, Ebu Ruh el Beledi'den, o da Ebul Ahvas Selâm bin Selim'den, o da Ebi İshak'tan, o da Hasan'dan, o da İbnu Kaid el-Abbasi'den rivayet etti:
Hz. Ömer «Âyetteki «CİBT» sihirdir, Tağut şeytandır. Şecaat ve korkuluk insanlarda olan tabiatlardır. Şeci tanımadığı için çarpışır. Korkak annesinden bile kaçar. Kişinin keremi ve namusu dinidir. So-yu-sopu ahlâkıdır. Farisi veya Nepti olsa dahi.»
İbni Cerir ve İbn Ebi-Hâtim, Es-Sevri'nin hadisinden Ebi İshak'tan, Hasan bin Kaid el-Abbasi'den, Hz. Ömer'den benzerini rivayet etmişlerdir. Hz. Ömer'in Tağut hakkında «o cidden kuvvetli bir şeytandır» demesinin manası; onun bütün şerri kapsamasından ileri geliyor. Zira cahiliye erilinin putlara tapmasında, putlara hakemlik götürmelerinde ve putlara yardım etmelerinde olduğu gibi bütün serleri kapsamaktadır.
Es-Süddi «kopmaz kulptan maksat, İslâmdır» diyor. Mücahid «kopmaz kulptan maksat, imandır» dedi.
Said bin Cübeyr ve Dahhak «kopmaz kulptan maksat, lailahe il-lallahtır» dedi.
Enes bin Malik «kopmaz kulptan maksat, Kurandır».
Salim bin Ebi Cud «o Allah için insanları sevmektir, Allah için insanlardan ouğzetmektir» diyorlar. Bütün bu yorumlar sıhhatlidir ve aralarında çelişki yoktur.
Muaz bin Cebel «(ona kopmak yoktur) âyetinde, Cennet'e girmekten başka» dedi.
Mücahid, Said bin Cübeyr «kopması olmayan en kuvvetli kulpa yapışmıştır» âyetini okuduktan sonra «Bir kavim nefislerinde oiam bozmadıkça Allah onlarda olanı bozmaz» (Rad: 11) âyetini okudu.
İmam Ahmed İshak bin Yusuf'tan, o İbn Avf'tan, o Muhammed bin Kays'tan rivayet etti:
«Ben mesciddeydim. Bir kişi geidi. Yüzünde huşu eseri vardı. İki rekât namaz kıldı. Onları da kısa kesti. Kavim «Bu kişi Cennet ehlinden bir kimsedir» dedi. Bu kişi çıktığında onun peşini takib ettim, evine girinceye kadar gittim. Ben de onunla birlikte eve girdim ve kendisiyle konuştum. Aramızda ünsiyet peydah olduktan sonra ona:
«Sen camiye girdikten sonra kavim şöyle şöyle dediler» dedim. O da:
«Subhanallah! Hiç kimseye bilmediğini söylemek caiz değildir. Bunun nedenini ben sana haber vereyim. Ben Resûlüllah zamanında bir rüya gördüm. Onu Resûlüllah'a arzettim. Gördüm ki, sanKi ben yemyeşil bir bahçenin içindeydim. O bahçenin ortasında demirden yapılmış bir direk vardı. Onun altı yerde idi, ucu gökte. En yüksek yerinde bir kulp vardı. Bana «Bunun üzerine çık» dediler. Ben «gücüm buna yetmez» dedim. İnsaflı birisi bana geldi. Elbisemi arkadan kaldırdı. «Çık» dedi. Ben de çıktım. O kulpa yapıştım. Bana «Sen kulpa yapıştın» dedi. Ben uyandım ve (sanki) kulp hâlâ elimdeydi. Allah'ın Resulüne geldim ve ona rüyamı hikâye ettim. Cenab-ı Peygamber:
«O, bahçeye gelince o tslâmdır. Direğe gelince o da islâm'ın direğidir. Kulpa gelince o kuvvetli kulptur. Sen İslâmın üzerinde Ölünceye kadar kalacaksın» dedi.
Ravi «Bu zat, Abdullah bin Selâmdır» diyor. Müslim ve Buhari sahihlerinde Abdullah bin Avn'ın hadisinden bunu rivayet etmişlerdir. Buhari başka bir yoldan Muhammed bin Sirin'den rivayet etmiştir.
tmam Ahmed, Harşete ibn ul Har'dan rivayet ediyor:
«Medine'ye vardım. Allah Resulünün mescidinde Medine'nin ileri gelenlerinin yanında oturdum. Bir piri-fâni geldi. Asasına dayanıyordu. Kavm:
«Kim ki Cennet ehlinden bir kimseye bakmak istiyorsa ona baksın» dediler. O zat, bir direğin arkasında durdu, iki rekât namaz kıldı. Ona sordum, «kavimden bazıları şöyle şöyle söylediler». O, «Cennet Allah'ındır, dilediğini oraya gönderir. Ben ResûlüUah'ın zamanında bir rüya gördüm; Sanki bana birisi geldi, «gel gidelim dedi». Onunla beraber gittim. Beni büyük bir yola götürdü. Benim solumda bir yol gördüm, ona girmek istedim. «Sen onun ehlinden değilsin» dedi. Sonra sağımda bir yol belirdi. O yolda devam ettim. Kaygan bir dağa vardım. O benim elimden tuttu ve beni yukarıya çıkardı. Dağın tam doruğunda idim. Ne durabilir ne de tutunabilirdim. Baktım demirden bir direk. Onun başında altından bir halka vardı. O kişi elimden tuttu, o halkaya yapışıncaya kadar beni çıkardı. Kişi bana «Yapıştın mı?» diye sordu. Ben de «Evet, yapıştım» dedim. Böylece ayağıyla direğe vurdu. «Kulpa yapış» dedi. Ben rüyamı Resûlüllah'a söyledim. O da «Hayrı görmüşsün. O, büyük yola gelince o, mahşerdir. Solunda beliren yola gelince o, Cehennem ehlinin yoludur. Sen onlardan değilsin. Sağında beliren yola gelince o, Cennet ehlinin yoludur. O, kaygan dağa gelince o, şehitlerin konağıdır. Senin yapışmış olduğun kulpa gelince o, İslâm-dır. Sen ölünceye kadar İslama yapışacaksın.»
Kişi bunlan söyledikten sonra «Ancak ben Cennet ehlinden olmak-Uğımı umarım» dedi.
Ravi diyor ki; onun Abdullah bin Selâm olduğu bana söylenildi!...
Nesei de Ahmed bin Süleyman'dan, Affan'dan, İbn Mace'den, Ebi-bekr bin Ebi Şeybe'den, Hasan bin Musa el Eşhed'den böyle rivayet etmiştir. Bunların ikisi de Hammad bin Seleme'den benzerini rivayet etmişlerdir. Müslim «Sahih» inde A'meş'in hadisinden, Süleyman Mus-virMen, Harşete bin Harrul-Fezzari'den böyle rivayet etmişlerdir. [76]
.
(257) Allah, îman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfüne kaçanlara gelince, onların velileri tağut'tur. O ta-ğut onları nurdan karanlıklara düşürür. İşte onlar, ateşin arkadaşlarıdırlar. Onlar ateşte kalıcıdırlar.
(258) (Ey Habibim!) Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, İbrahim ile Rabbisi hakkında tartışanı (Nemrut'u) görmedin mi? Hatırla o zamanı ki, İbrahim, «Benim Rabbim, O dirilten ve öldürendir.» dedi. (Nemrut) «Ben de diriltir ve Öldürürüm.» dedt İbrahim «Allah şüphesiz ki, güneşi doğudan getirir. Haydi sen de Batı'dan getirsen'e» dedi. Böylece kâfir olan şaşa kaldı. Zira Allah zalim bir kavmi doğru yola hidayet etmez.
(259) Yahut şu kimse gibi ki, bir kasabadan geçti. O kasaba altı üstüne gelmiş bomboştu. O kimse «Acaba Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecektir.» dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı. Ve sonra tekrar diriltti. Ve «Ne kadar kaldın?» diye sordu. O «Bir gün veya bir günden az kaldım.» dedi. Allah «Hayır yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak! Bozulup kokmamıştır. Eşeğine bak (ki, onu nasıl çürütmüşüzdür, kemikler nasıl parçalanmıştır) ve seni insanlara bir ibret kılalım diye (bunu yaptık). Kemiklere bak onları nasıl birleştirip ve sonra üzerlerine nasıl et giydiriyoruz?» dedi. Bu, ona, apaçık bir şekilde açıklanınca, «Artık bilirim ki, Allah her şeye kadirdir.» dedi.[77]
(257) «îman edenlerin velîsi Allah'dır!..» Velî, dost ve işlerini gören demektir. Allah îman edenlerin dostudur. Onların işini ayarlar. Îman edenlerden maksat, Allah'ça îman edilmesi istenmiş ve Allah'ın ilminde îman edeceği sabit olmuş kimselerdir. Her «Lâilâhe illallah» diyendir. Son nefesde îmanla gitmek şartıyla...
Karanlıklardan maksat, cahillik, hevanın peşine takılmak, vesve-se'eri kabul etmek ve küfre götüren şüphelerdir. Nurdan maksat, îmana götüren hidayettir.
Tağut, şeytanlar veya sapıtan istekler demektir. «Onları nurdan karanlıklara düşürüyorlar.» demekten maksat, insanoğlunun fıtratında bulunan nur ve kabiliyettir veya onları açık delillerin nurundan şüphelerin karanlıklarına götürür. «Tağut onlan çıkarır» deyip çıkarmayı tağut'a nisbet etmek, sebep oluşundan ileri geliyor. Yoksa gerçekte Allah'ın kudret ve iradesi rol oynuyor.
(258) «Kendisine hükümdarlık verildiğinden şınıanp, İbrahim ile Rabbi hususunda cedelleşeni görmedin mi?» Bu Âyet, Nemrut'un Allah'ı inkâr hususunda delil getirişinden ve ahmaklığından bahseder, şımarmasının sebebi dünyalık olduğunu beyan eder Aynı zamanda Âyeti Celîle, «Allah saltanatı kâfire vermez.» diyen muhtelizeleye karşı da delildir.
Nemrut'un «Ben de diriltir ve öldürürüm.» demesinden, Öldürmekten affettiği ve müstehak olmadan öldürdüğü kimseleri kasdediyor.
«Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir.» Bu söz, insanların çıplak gözle gördüklerine göredir. Güneşin sabitliği ile ters düşmez. Üstelik güneş kendi ekseni etrafında durmadan döner. Ve belki de «Allah doğudan getirir.» Cümlesi ile bunu kasdetmiştir. Herhalde Nemrut, «Allah'ın her yaptığını ben de yaparım (!)» iddiasında bulunmuştur ki, Hz. İbrahim onu böylece susturmuştur. Nemrut'u bu korkunç iddiaya sevk eden faktörler saltanat, hamakat veya «hulul» inancıdır.
(259) Tefsircilerden bâzısı, «İbrahim putları kırdığında, Nemrut tarafından bir zaman hapis edildi, sonra ateşe atılmak üzere çıkartılıp huzura getirildi, Nemrut, «İnsanları kendisine çağırdığın Rabbin kimdir?» diye sorunca, bu mücadele aralarında devam etti. Ve Nemrut'un mağlûbiyeti ile sonuçlandı. «Veya o kimse gibi ki, bir kasabadan geçti!...» Bu kimse Şerhİya oğlu üzeyr veya hazır veya haşri inkâr eden bir kâfirdir. Ayette bahsi geçen kasaba Kudsi Şeriftir. Hadise Babil hükümdarı buhtannasar'm Kudüs'ü yıkmasından sonra meydana gelmiştir. Fakat kaynakların çoğu, Hz. Üzeyir'de İsrar ederler. Şehirin duvarları yıkılmış tavanlar o yıkıntılar üzerine yığılmıştı. Hz. Üzeyir bu manzara karşısında diriltmenin yolunu bilmekten kusurlu olduğunu ikrar etmekle beraber diriltenin kudretini tazim etmek için «ölümünden sonra şu kasabayı Allah ne zaman diril te çektir?» diye haykırdı. Eğer kâfir bu sözü söylemişse, «Böyle bir diriltme mümkün değildir.» demek istiyor. Allah onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti ve «Ne kadar zamandan beri hurdasın?» diye sorunca kuşluk zamanı öiüm uykusuna dalan o zat, ikindi zamanından sonra uyandığı için «Bir veya yanm gün» diye cevap verdi. Cenab-ı Hak ona, «Bilakis yüz sene yattın.» Bunca zamana rağmen bozulmamış yemeğine ve içkine bakN buyurdu. Yemeği incir ve üzümden ibaret olduğu gibi, içkisi de üzüm şırası veya süt idi ve tazeliğini koruyordu. Cenab-ı Hak devamla «Eşeğine bak!» Kemikleri nasıl dağılmıştır, veya eşeğine bak ki, yerinde duruyor, susuz ve yemeksiz yüz senedir nasıl dayanıyor? Biz seni insanlar içni ib^et verici bir delil yapmak için bunu yaptık.» demek istemiştir.
Rivayete göre, Uzeyr eşeğinin sırtında kavmine gelip «Ben üze-yirim» dedi. Kavmi, «Üzeyr yüz senedir kayıptır.» deyip onu yalanladı. Tevrat'ı ezberden okuyan yoktu. Böylece onu tanıdılar ve «Allah'ın oğlu (!)» dediler. Bir rivayete göre, evine döndüğünde kendisi genç, çocukları ihtiyardı. Onlara bir şey konuştuğu zaman «Bu yüz sene öncesinin konuşmasıdır.» derlerdi.
«Kemiklere bak onlan nasıl diriltiriz?» Buradaki kemiklerden maksat, ya merkebin kemiği veya o kasabada ölen insanların kemiğidir. Dirütilmelerinden maksat, terkip edilmeleridir. «Sonra onlara et giydiririz, kendisine belli olduğu zaman...»
Belirmenin faili, Allah'ın her şeye kadir olmasıdır. Yani Allah'ın her şeye kadir olması kendisine görüldüğü zaman, şunları haykırdı, «Biliyorum ki, Allah herşeye kadirdir.» [78]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(257) Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları dalalet karanlıklarından hidayet nuruna çıkarır. Kâfirlerin dostları ise Tağutlardır. Kendilerini nurdan karanlıklara sokarlar...»
İbnul Munzir ve Tabarani îbn Abbas'tan rivayet ederler:
«Allah tarafından karanlıklardan, (zulmetlerden) nura çıkartılmış kimseler, bir kavimdir ki Hz. İsa'ya inanmadılar. Fakat Hz. Mu-hammed Mustafa geldiğinde iman ettiler. Tağutlar tarafından nurdan karanlıklara sokulan kâfirler ise, bir kavimdir, Hz. İsa'ya iman ettiler. Fakat Hz. Muhammed Peygamber olarak gönderildiği zaman onu inkara kalkıştılar.»
Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Katade'den rivayet ederler:
«Zulmetler»den maksat, dalalet ve sapıklıklardır. Nurdan maksat, hidayettir. Yani Allah onları sapıklıklardan hidayete çıkarmıştı. Berikilerini, Tağutlan hidayetten delâlete götürmüştür.»
İbn Cerir Dahhak'tan rivayet etti: «Karanlıklar küfür, nûr imandır.» Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet etti:
«Kur*an'da ne kadar karanlıklarla nur tabirleri geçerse o küfür ile imandan ibarettir.»
İbn Ebi-Hâtim Musa bin Ubeyde'den, o, Eyyub bin Halid'den rivayet etti:
«Hevalarına tâbi olanlar hasra fitneleriyle beraber gönderilirler. Kimin hevası iman ise, onun fitnesi bembeyaz, pırıl pırıl parlar. Kimin nevası küfür ise, onun fitnesi de simsiyah ve karanlıktır.
Bunları söyledikten sonra bu âyeti celîleyi okudu. Allah herşeyi daha iyi bilir dedi.»
(258) Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye İbrahim ile Eabbisi hakkında mücadele edeni görmedin mi?...»
İbrahim (A.S.) ile Rabbi hususunda mücadele eden Babil Kralı Nemrud bin Ken'an bin Kuş bin Sambin Nuh'tur. Bazıları rivayetlerde Nemrud bin Falih bin Abir bin Salih bin Fehşad bin Sambin Nuh diye gelmiştir. Fakat ilk rivayet daha kuvvetlidir. Zira o hem Mücahidin hem de başka tefsir rivayet eden âlimlerin sözüdür (tefsiridir).
Mücahid diyor ki «Nemrud dünyayı şarktan garba kadar saltanatının altına almıştı. Dünyaya şarktan garba kadar dört kişi hükümdarlık yapmıştı. İkisi mümin, ikisi kâfirdi. Müminler Süleyman bin Da-vud ile Zülkarneyn, kâfirler de Nemrud ile Buhtanassardır. Allah gerçeği daha iyi bilir.»
Abdurrezzak ve îbn Cerir, İbn Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh Ceyd bin Eslem'den rivayet ettiler:
Nemrud yeryüzünün ilk diktatörüdür. Halk onun katma gidip yiyecek maddeleri alıyordu. İbrahim de halkla beraber gidip yiyecek maddesini getirmek istedi. Halk onun yanından geçerken:
«Sizin Rabbiniz kimdir?» diye soruyordu. Onlar da ona: «Sensin» derlerdi. İbrahim (A.S.) geçerken: «Senin Rabbin kimdir?» diye sordu. İbrahim: «Benim Rabbim odur ki diriltir ve Öldürür.»
Nemrud:
«Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi. İbrahim:
«Allah güneşi doğudan batıya getirir. Haydi sen de güneşi batıdan doğuya getir bakalım» dedi. Böylece kâfir susturuldu. Ve kızarak İbrahim'i, gıda maddelerini vermeksizin geri gönderdi. İbrahim aile efradına geri giderken kum yığınlarından birisinin yanından geçti ve o yığından çocuklarımı bari ilk vehlede (gördüklerinde) sevindireyim diye biraz kum aldı. Aile efradına gelince yükünü indirdi. Sonra yorgunluktan ötürü uykuya daldı. Hanımı onun yüküne varıp açtı. Birde yükün içinde ne görsün, yemekler ve yiyecek maddelerinin en güzeli vardı. O yiyecek maddesiyle İbrahim'e birşeyler pişirdi ve İbrahim uyandı. İbrahim ailesinden ayrılırken evinde pek yiyecek yoktu. Sordu:
«Bu nereden gelmiştir?»
«İşte senin getirmiş olduğun nimettendir bu...»
Bu durum karşısında İbrahim anladı ki, Allah ona rızık vermiştir. Allah'a hamdetti. Sonra Cenab-ı Hak o diktatör Nemrud'a bir melek gönderdi ve ona:
«Gel Allah'a iman et. Allah'a iman ettiğin takdirde Allah seni mülkünün üzerinde bırakacaktır» dedi. Diktatör Nemrud:
«Benden başka Allah varmıdır ki iman edeyim?» deyip iman etmekten kaçındı. Melek ikinci kez aynı teklifi tekrar etmek üzere geldi. O da yine karşılık olarak birinci kezde söylediklerini söyledi. Melek üçüncü kez geldi. O yine kabul etmedi. Melek ona:
«O vakit üç güne kadar bütün topluluklarım toparla. Seninle harb edilecektir,» dedi. Diktatör bütün topluluklarım toplattı.
Cenab-ı Hak meleğe emretti. Melek sivrisineklerden bir kapıyı Nemrud'un üzerine açtı. Güneş doğdu. Onlar sivrisineklerin çokluğundan güneşi görmez oldular. Sivrisineği Allah onların üzerine musallat kıldı. Onların kanlarını içtiler. Kemiklerindeki ilikleri emdiler. Onlarda kupkuru kemikten başka birşey kalmadı. Diktatör Nemrud ise olduğu gibi duruyordu. Ona hiçbir şey isabet etmemişti. Cenab-ı Hak bir sivrisineği gönderdi. O Nemrud'un burnuna girdi. Ve onun beyninde Allah'ın dilediği kadar kaldı. Rahat etmesi için kafasına tokmaklarla vurdurtuyordu. Onun katında onun hakkında insanların en merhametlisi iki elini bir araya getirip onun başına vuran kimse idi. Nemrud diktatörü (400) dörtyüz senelik bir zaman yeryüzünde hükümdarlık yapmıştı. Cenab-ı Hak o kadar da ona azab verdirdikten sonra onu öldürdü. O göklere uzanan gökdeleni yapan idi. Allah (C.C.) emrini gönderip onun gökdelenini temellerinden yıktırdı.
259) Ya da altı üstüne gelmiş bomboş bir şehre uğrayan gibisini görmedin mi? demişti bunun burasını ölümünden sonra nasıl dirilte-cekmiş? Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı da sonra onu diriltti. Ve ona demişti ki:
— Ne kadar kaldın?
— Bir gün veya bir günden az kaldım, demişti. Allah ona:
— Hayır! Yüzyıl kaldın. Böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak. Henüz bozulmamış. Eşeğine de bir bak. Seni insanlara ibret belgesi kılacağız... Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz, demişti...»
Selef, bu kasabanın yanından geçenin kim olduğunda ihtilâf etmişlerdir, tbn Ebi-Hâtim, İsan bin Davud'dan rivayet, o da Adem bin Eyas'tan rivayet, o da İsrail'den, o da Ebi İshak'tan, o da Naciye bin Kâab'tan, o da Ali bin Ebi Talib'ten rivayet ediyor ki bu kişi Hz. Uzeyr idi. İbn Cerir de Naciye'den aynı şeyi hikâye ediyor. İbn Cerir İbn Ebi Hatim, tbn Abbas'tan, Hasan'dan, Katade'den, Süddi'den, Süleyman bin Bureyde'den aynı şeyi hikâye etmişler ve bu görüş, en (kuvvetli ve) meşhur görüştür.
Vehb bin Münebbih, Abdullah bin Ubeyd:
— Bu kişi Ermiya bin Halkiya idi, dediler.
Muhammed bin İshak, Veheb bin Münebbih'in tarikıyla:
— Bu Hızır isimli kişiydi, diyor.
îbn Ebi Hatim, Süleyman bin Muhammed el Yesari'den rivayet ediyor:
«Şam ahalisinden olup bu kasabanın yanından geçenin ismi Haz-kil bin Beyar'dır» dedi.
Mücahid bin Cebr: «O îsrailoğullarından bir kişi idi. Kasaba ise Beytil Makdis'tir. Buhtunnassar Beytulmakdis'i yıktıktan sonra o kişi Beytulmakdis'ten geçti ve bunu söyledi.» dedi.
«Hâviye» demek, boş ve içinde hiç kimse yoktur, demektir. Tavanlar ve duvarlar arsaların üzerine düşmüş, altı üstüne getirilmiştir. Geçen zat, o, büyük tamirden sonra bu hale gelen Beytulmakdis'in durumunu düşündü. Onun yıkıntılarının şiddetli bir şekilde darmadağın olduğunu görünce «Allah bunu ölümünden sonra ne zaman diriltecektir» dedi. Cenab-ı Hak onu (100) yüz yıl öldürdü. Yetmiş sene geçtikten sonra kasaba yeniden tamir edildi. Sakinleri tamamlandı. İsra-iloğullan oraya döndüler. Cenab-ı Hak onu dirilttiği zaman ilk olarak iki gözünü diriltti. Ta ki onlarla Allah'ın yaptığına baksın. Allah onun bedenini nasıl diriltecektir? Görsün. Tamamen dirilttikten sonra Allah melekler vasıtasıyla kendisinden sordu:
«Ne kadar durdun?»
«Bir veya yarım gün.» Cevabını verdi. Böyle cevap vermesinin nedeni şudur: Bu zat, günün evvelinde ölmüştü. Cenab-ı Hak onu günün sonunda diriltti. Güneşin daha batmadığım görünce zannetti ki o, uykuya daldığı günün güneşidir. Ve bunun için «veya günün bir kısmı» dedi. Cenab-ı Hak melek vasıtasıyla ona:
«Sen yüz sene kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamıştır.»
Rivayetlere göre beraberinde incir, üzüm ve üzüm şırası vardı. Onları bozulmamış olarak gördü.
«Merkebine bak! Senin gözünün önünde Allah onu nasıl dirilte-cektir? Seni haşnn kopması hususunda insanlar için bir delil kılacağız. Kemiklere bak, onları nasıl yükseltiyoruz. Bir kısmı nasıl gidip diğerine yapışıyor?»
îshak bin Bişr ve Inb Asakir, birçok yoldan, Kâab, Hasan ve.Vehb'-ten rivayet ederler. Bazıları diğerinden fazla ve eksik rivayetler yaparlar. Fakat hülâsası şudur:
«Üzeyr salih bir kul idi. Hekim idi. Bir gün bahçesine çıktı. Onu ıslah etmeye gitti. Bahçeden dönerken bir harabeye vardı. Vakit tam öğle vakti idi. Sıcak kendisini zorladı. Harabeye girdi. Merkebin sırtından indi. Beraberinde bir selek vardı. Onun içinde incirler bulunuyordu. İkinci bir selekte de üzümleri tolamıştı. O harabenin gölgesine indi. Beraberinde getirdiği bir çanak çıkardı. Üzümlerden ona sıktı. Sonra kuru bir ekmek çıkardı. Onu üzüm şırasının içerisine attı. Yumuşa-sın ki yesin. Sonra sırt üstü uzandı. Ayaklarım duvara dayadı. Evin tavanına baktı. Orada olanları gördü. Ev yıkılmıştı, yerler üzerinde bulunuyordu. Sakinleri tamamen helak olmuştu. Kupkuru ve çürümeye yüz tutan kemikleri gördü. «Allah bunların ölümünden sonra bunları nasıl diriltecektir?» dedi. Esasında Allah'ın onları dirilteceğinden şüphe etmiyordu. Fakat bunu hayret yönünden söyledi. Cenab-ı Hak melekul mevti (ölüm meleğini) gönderdi. Onun ruhunu kabzetti. Yüz sene onu ölü olarak bıraktırdı. Bu yüz sene zarfında İsrailoğullan-nın arasında birçok hadiseler, olaylar meydana geldi. Yüz senenin neticesinde Allah Uzeyr kuluna bir melek gönderdi. Evvelâ onun kalbini yarattı. Ta ki onunla düşünebilsin. Gözlerini yarattı, ta ki onlarla bakabilsin. Ve Allah ölüleri nasıl diriltir ki, teakkul edib (düşünsün).
Sonra onun yaradılışını gözlerinin önünde yapıp meydana getirdi. Onun kemiklerine et giydirdi. Kıllar ve deri giydirdi. Sonra ona ruh üfürdü. Bütün bunları o gözleriyle görüp aklıyla anladı. Kalktı ve oturdu. Melek ondan sordu:
«Bu uykuda ne kadar kaldın?»
«Bir gün kaldım. Veya bir günün bir parçası kadar uyudum» dedi.
Bunun sebebi o günün tam başında yani öğle vaktine yakın bir zamanda uyumuş olmasıydı. Günün sonunda, güneş daha batmazdan önce de diriltti. Daha bir gün tamam olmamıştı. Melek ona:
«Sen yüz sene uyudun. Yemeğine ve içeceğine bak, yani o kuru ekmek ile üzüm şırasına bak ki, onlar aynen duruyorlar. Şıra bozulmamıştır, kuru ekmek de çürümemiştir. İncir ve üzümlere bak. Onlar taptazedirler.»
Uzeyr kalbinde bunun nasıl olduğunu pek kavrayamıyordu. Melek ona:
«Sana söylediklerimi kalbin kavramıyor mu?» diye sordu. Ve «Öyleyse merkebine bak!» diye ilâve etti.
Merkebine baktı ki merkeb tamamen çürümüştü. Kemikler bozulmaya başlamıştı. Melek merkebin kemiklerini çağırdı. Onlar icabet ettiler. Her taraftan toplaştılar. Melek onları bir araya getirdi. Üzeyr de bakıyordu. Sonra onlara damar ve ilik giydirdi. Sonra onların üzerine et, etin üzerine deri giydirdi. Ve deride de kılları meydana getirdi. Sonra melek merkebe ruhu üfürdü. Merkeb kalktı. Başını kaldırdı. Kulakları da göklere doğru idi ve bağırdı. Üzeyr bunları tamamiyle gördükten sonra: «Ben Allah'ın he rşeye kadir olduğunu biliyorum. Ölüleri diriltmeye ve başka hadiselere de kadirdir» dedi. Böylece Üzeyr merkebine bindi ve mahallesine geldi. Halk onu, o da halkı tanımıyordu. Halkın evlerini tanımaz olmuştu. Tahminen bir eve vardı. O ev onundu. Baktı ki iki gözü kör ve kötürüm bir ihtiyar kadın oturuyor. Tam (120) yüz yirmi sene yaşamıştı. Kadın onların bir cariyesi idi. Üzeyr onlardan ayrıldığı zaman, yirmi yaşında idi. O Üzeyri tanımıştı ve aklı eriyordu. Üzeyr ona:
«Ey kadıncağız! Bu Üzeyr'in evi midir?»
Kadın:
«Evet, Üzeyr'in evidir» dedikten sonra ağladı ve dedi ki:
«Şu kadar seneden beri hiç kimsenin Üzeyr'in ismini andığını işitmedim ve görmedim. Halk Üzeyr'i unutmuştur.»
Üzeyr:
«Ben Üzeyr'im.» dedi. Kadın:
«Sübhanallah! Sen nasıl Üzeyr olabilirsin? Biz yüz seneden beri Üzeyr'i kaybetmişiz. İsmini bile işitmedim, dedi. Üzeyr (A.S.):
«Ben Üzeyr'im. Allah beni yüz sene öldürdü. Sonra diriltti.»
Kadın:
«Üzeyr duası makbul bir kişi idi. Hastalara ve belâ sahihlerine dua eder, Allah afiyet eder, şifa verirdi. O halde, Allah'a dua et ki Cenab-ı Hak gözlerimi geri versin. Ta ki göreyim. Eğer sen Üzeyr isen seni tanıyacağım» dedi.
Uzeyr Rabbine yalvardı. Eliyle cariyesinin iki gözünü elledi. İki gözü de sıhhat buldular. Onun elinden tutup «Allah'ın izniyle kalk» dedi. Cenab-ı Hak kadının ayaklannı da şifaya kavuşturdu. Sıhhatli bir şekilde ayağa kalktı. Sanki bir bağdan bırakılmış gibi idi. Baktı
ve:
«Ben şahitlik ederim ki sen Üzeyr'sin» dedi. İsrailoğullannin bulunduğu mahalleye gitti. Onlar kahvelerinde, meclislerinde oturmuşlardı. Üzeyr'in (118) yüzon sekiz yaşında bir ihtiyar oğlu vardı: Çocuklarının çocukları ihtiyarlamış ve mecliste bulunuyorlardı. Kadın onlara seslendi:
«İşte Üzeyr size geldi» dedi. Onlar kadını yalanladılar. Kadın: «Ben sizin falanca cariyenizim. O Rabbine dua etti, Rabbisi bana
gözlerimi ve ayaklarımı verdi. O diyor ki «Cenab-ı Hak beni yüz sene
Öldürdü, sonra diriltti.»
Böylece halk kalktı, Üzeyr'e doğru yürüdüler. Üzeyr'e baktılar.
Üzeyr'in oğlu:
«Benim babamın omuzları arasında siyah bir beni vardı» dedi ve Üzeyr'in omuzlarının arasını açtılar. Baktılar ki o Üzeyr'dir. İsrailoğul-ları dediler ki:
«Bizim içimizde Üzeyr'den başka Tevrat-ı ezbere bilen yoktu, Buh-tunnassar Tevrat'ı yaktı. Tevrat'tan hiçbir şey kalmadı. Ancak bazı kimselerin ezberlediği bazı âyetler kaldı. O halde onu bize yaz» dediler.
Üzeyr'in babası Buhtunnassar zamanında Tevrat'ı bir yere gömmüştü. Üzeyr'den başka hiç kimse o yeri bilmezdi. Üzeyr onlarla oraya gitti. Toprağı eştiler. Tevrat-ı çıkardılar. Yapraklan kopmaktaydı. Yazı tamamiyle silinmişti. Bir ağacın gölgesinde oturdu. Etrafında bulunan îsrailoğullanna Tevrat'ı yeniledi. Gökten iki yıldız indi. Onun karnına girdiler. Tevrat'ı hatırladı. İsrailoğullanna yeniledi. İşte bundan dolayı yahudiler bilahere «Uzeyr Allah'ın oğludur» dediler. Çünkü gözleriyle gökten inen iki yıldızın Üzeyr'in ağzından girdiğini gördüler. Çünkü onlara o Tevrat'ı yenilemiş ve onların emirlerini ihya etmişti. Onlara Hazkil kilisesinde, Sevad arazisinde Tevrat'ı indirdi.
İbn Abbas «Üzeyr Allah'ın buyurduğu gibi oldu. İnsanlar (îsrail-oğullan) için bir mucize oldu. Şöyle ki, o çocuklarının çocuklarıyla, torunlarıyla oturuyordu. Torunları ihtiyar, o gençti. Çünkü o Öldüğü zaman kırk yaşında idi. Dirildiği zaman da öldüğü gün gibi kırk yaşında oldu.»
İshak bin Bişr ve îbn Asakir Hasan'dan rivayet ediyorlar:
«Uzeyr ile Buhtunnassar olayları fetret zamanında (yani Hz. İsa ile Resulü Ekrem arasında, peygamberlerden boş kalan zamanda) oldu.
İshak ve İbn Asakir - Ata bin Ebi Rebah'tan rivayet ettiler:
«Üzeyr'in hadisesi Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında bulunan fetret devrinde cereyan etti...»
îshak bin Bişr ve İbn Asakir, Vehb bin Münebbihden rivayet ettiler:
«Üzeyr ile Buhtunassar hadisesi İsa ile Süleyman (A.S.) arasında
bulunan zamanda oldu.» [79]
(260) Hatırla o zamanı ki, İbrahim, «Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.» dedi. Allah, «Buna inanmıyor musun?» dedi. İbrahim, «(İnanmaz değilim) fakat kalbim mutmain olsun (iyice kansın) diye istiyorum.» dedi. Allah, «Öyle ise, kuşlardan dört tane al! Onları iyice kendine yaklaştır. Sonra onları parçala her dağın üzerine birer parçalarım koyduktan sonra o kuşları çağır! Sana koşarak gelirler. Bilmiş ol ki, şüphesiz Allah her şeye galip ve hikmet sahibidir.
(261) Mallarım Allah'ın yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat arttırır. Allah'ın lutfu geniştir ve her şeyi bilicidir.
(262) Mallarını Allah yolunda sarf edip sonra sarf ettiklerinin peşinden başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rableri katında ecirleri vardır. Onların üzerinde korku yoktur ve onlar üzülmezler.
(263) Uygun bir söz ve bağışlama, ardında eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir ve halimdir.
(264) Ey îman edenler! Sakın sadakalarınızı başa kakmak ve ar-dı.ıda eziyet etmek ile bozmayınız; tıpkı malını insanlara gösteriş için sarf eden Allah'a ve Ahiret gününe Ulanmayan kimse gibi. Bu kimsenin durumu üzerinde toprak bulunan kayanın durumuna benzer. O kayanın üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Onlar kazandıklarından hiçbirşey elde edemezler. Allah kâfir bir kavme bidayet etmez. [80]
(260) «Hatırla o zamanı ki İbrahim, «Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltiyorsun bana göster.» dedi.»
İbrahim gözü İle diriltmeyi görsün diye sordu. Bâzı görüşlere göre, Nemrut İbrahim'e «Ben de diriltirim ve öldürürüm.» dediğinde ona cevap olarak İbrahim, «Allah'ın diriltmesi ruhu bedene çevirtmekle olur.» dedi. Nemrut, «Sen bunu gözünle gördün mü?» diye sorunca, İbrahim: «Evet» demeye muktedir olamadı. Rabbine, «Senin ölüleri diriltmene inanırım, fakat ikinci bir defa benden sorulursa kalbim mutmain olsun diye soruyomm.» dedi.
«Allah ona dört kuş al!» dedi.
Bu kuşların tavus, horoz, karga ve güvercin olduğunu söylediler. Bâzıları güvercin yerine nesir kuşu vardı dediler. Burada ebedi hayatla nefsin diriltilmesi ancak, şehvetlerin, süslerin, saldırganlığın, uzun emelin ve suratla hevayi nefse hücum etmenin öldürülmesi ile mümkün olduğu ifade ediliyor. Zira tavus süs ve şehvetin, horoz hücum-kârlığın, karga uzun emel beslemenin, güvercin acelece isteğine hücum etmenin sembolleridir.
Bütün varlıkların içinden kuşları bu işlere tahsis etmenin hikmeti, insanlara en yakın ve hayvani özellikleri en derleyici olduklann-dandır.
İbrahim (A.S.) o kuşları bir zaman için tetkik ettikten sonra kesip parçalarını oradaki dağların üzerine koydu. Sonra «Allah'ın izni ile geliniz!» diye çağırdı. Onlar uçarak ve koşarak geldiler.
Rivayette gelmiştir ki, İbrahim onları kesmek ve tüylerini yolmak, bedenlerini parçalamak, başlarını yanında bırakıp diğer parçalarım karıştırarak her parçayı bir dağın üzerine koyup sonra onları «Geliniz!» diye çağırmakla emir olundu. Emir olunduklarını aynen yaptı. TIer parça diğerine üşüştü. Başsız beden oluştu. Tüyler yerlerine konuldu. İskeletler Hz. İbrahim'e gelip başlan ile birleştiler.
Burada işaret vardır ki, nefsini ebedî hayatla diriltmek isteyene, bedensel kuvvetlere yönelip onları söndürmek, biribirine karıştırıp hiddetlerini kırmak, aklın ve şer'in çağrısı ile çağırdığı zaman kendisine itaat edeceklerini sağlamak gerekiyor.
Hz. İbrahim'in üstünlüğüne, duada yalvarmanın bereketine, istekte ebed'i gözetmenin iyi neticesine, delil olarak sana yeterdir ki, Cenab-ı Hak İbrahim'in derhal kendisine gösterilmesini istediği şeyi en kolay tarzda göstermiştir. Ve aynı istekte bulunan Üzeyir'e yüz sene sonra isteğini vermiştir. [81]
(261) «Allah yolunda da mallarını infak edenlerin durumu!...».Bu Âyeti Celîle, Allah yolunda verilen bir kuruşa karşı yediyüz kuruş sevap olduğunu kayıt eder. «Allah dilediğine kat kat arttırır.» cümlesi ise, bire karşı yediyüzün taban olduğunu, tavanın ise beşerin durumuna uygun sayılmayacak kadar sonsuza gittiğini tesbit eder. Bu kârın temelinde sadaka verenin ihlâsı yatmaktadır. Bu Âyet, Tebuk savaşının iki kahramanı olan Hz. Osman İle Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Hz. Osman, askerlere bin deveyi üzerindeki çullan ve boynundaki yularlan ile bağışladı. Abdurrahman b. Avf ise Resûlül-lah'a dört bin dirhem sadaka getirip teslim etti.
(264) «Ey îman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak ve eziyet etmek ile bozmayınız!...» Âyeti Celîlesi ne denli sadakalann Allah katında geçerli olduğunu beyan etmekle beraber, sadakanın ve iyiliğin temelini sarsan faktörleri de ortaya koymuş oluyor. Riyakârlann Allah'ın huzurunda gösteriş için yaptıklannm hiçbir karşılığım görmemeleri ve telâfisi mümkün olmayan bir üzüntüye gark olmalarım belirten cümle ne acı bir hakikati sergiliyor.
«Onlar yaptıklarının hiçbir şeyinden fayda görmez» Âyetin son cümlesi olan «Allah, kâfir bir kavmi hidayet etmez.» işaret eder ki,
gösteriş için çabalar başa kakmalar ve eziyet vermeler kâfirin sıfatla-nndandır. Mü'minler kesinlikle bunlaıdan kaçınmalıdır. [82]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(260) Bir vakit İbrahim şöyle demişti:
«Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.»
Allah:
«Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?» buyurdu. İbrahim:
«Evet, inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum» dedi...
Bu âyetin tefsirinde selef: İbrahim (A.S.)'in sorusuna birkaç se-beb zikretmişlerdir. Birisi İbrahim, Nemrud'a «Rabbim diriltir ve öldürür» dediği zaman istedi ki ilmel yakinden, aynel yakma geçsin. Yani buna ilmen inandığı gibi gözüyle de görsün. Ve bunun için:
«Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster» dedi. Buhari-nin bu ayetin tefsirinde rivayet ettiği hadis:
Ahmed bin Salih, îbn Vehb, Yunus'dan, îbn Şihab'tan, İbn Ebi Seleme'den, Said'den, Ebu Hureyre'den geliyor:
«Biz şek hususunda İbrahim'den daha müstahakız. Zira İbrahim:
«Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster, dedi. Allah'ta «Sen iman etmedin mi?» diye sordu. İbrahim, «Evet iman ettim. Fakat kalbim mutmain olsun diye istiyorum» dedi.»
Müslim de bu hadisi Harmele bin Yahya'dan, Vehb'cen rivayet etmiştir. Buradaki sekten maksat, ilimsizlerin anladığı şek değildir. Bu hadisi çeşitli şekillerde ilim erbabı yorumlamışlardır.
Muhammed bin îshak bin Huzeyme, Ebi İbrahim İsmail bin Yahya el Muzeni'den bu hadisin yorumunda şunu söylediğini rivayet etti:
«Ne Resûlüllah, ne de îbrahim şüphe etmediler ki Allah ölüleri diriltmeğe kadirdir. Onlar ancak Cenab-ı Hak dileklerini kendilerine gösterecek midir? Orada şüpheli idiler. Onu kesinkes bilmiyorlardı.
Ebu Süleyman El Hitabi:
«Biz İbrahim'den şüphe etmeye daha müstahakız» sözü, Resulü Ekremin kendi nefsinde ve İbrahim (A.S.) de şüphenin olduğunu ikrar etmek değildir. Ancak burada hem şüpheyi kendi nefsinden, hem de İbrahim'den defetmesi bahis konusudur. Ve Resulü Ekrem diyor ki, «Madem ben Allah'ın kudretinde yani ölüleri diriltmeye kadir olduğunda şüphe etmiyorum, İbrahim benden daha müstahaktır ki burada şüphe etmesin.» Ve peygamber bunu tevazu yoluyla, nefsini küçültmek kabilinden konuşmuştur. Resûlüllah'ın «Eğer Yusuf'un hapiste çaldığı uzun müddet ben kalsaydım ona yapılan çağınya icabet eder-lim» hadisi de böyledir. Yani tevazu yoluyla söylenmiştir.
Bu âyeti celîlede İbrahim'in (A.S.) sorusunu şek cihetinden sor-iıasının ilân vardır. Zira ilmi, gözle görmek suretiyle artsın diye İs-;emiştir. Çünkü gözle görmek, istidlal yoluyla kalbte oluşmayan narifet ve sükûneti ifade eder.
Denildi ki, bu âyeti celîle nazil olduğu zaman bir kavm «İbrahim jüpheye düştü. Fakat bizim peygamberimiz şüpheye düşmedi» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber bu sözü tevazu yoluyla söyledi ve İbrahim'i kendi nefsine takdim eyledi. [83]
Alimler, İbrahim'in kesmiş olduğu kuşların hangi kuşlar olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Onları tayin etmekte herhangi bir falde yoktur. Eğer olsaydı Kur'an onu nassen söyleyecekti. Fakat rivayetleri zikredelim:
îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Turna, Tavus, Horoz ve Güvercin idi.
Yine İbn Abbas'tan ikinci bir rivayet geliyor: Kaz, Rey (nuâmenin yavrusudur), Horoz ve Tavustur.
Mücahid ve îkrime «güvercin, horoz, tavus ve kartal idi» diyor.
îbn Abbas, îkrime, Said bin Cübeyr, Ebu Maluk, Ebu] Esvedi Deuli, Vehb bin Munebbih, Hasan ve Süddi: «îbrahim onları parçaladı.»
El Hufi, îbn Abbas'tan:
«İbrahim onları bağladıktan sonra kesti. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça koydu.»
Müfessirlerin zikrine göre «İbrahim, dört tane kuşu tuttu ve onları kesti. Sonra parçaladı. Tüylerini yolup parçaladı. Etlerini birbirine karıştırdı. Sonra onları dört (veya yedi) dağ üzerine koydu. Başlan İbrahim'in elindeydi. Sonra Cenab-ı Hak, İbrahim'e onları çağırmasını emretti. Onları Allah'ın emrettiği şekilde çağırdı ve bakıyordu tüylere, bir tüy diğer tüyün yanına, kan diğer kanın yanına ve et diğer etin yanına uçuyordu. Her kuşun parçası diğer parçanın yanma uçuşuyor, birbirine yapışıyordu. Böylece her kuşun iskeleti oluştu. Sonra îbrahim onları daha güzel seyretsin diye yürüyerek İbrahim'e geldiler. Her kuş gelip İbrahim'de bulunan başını almak için hazırlandı. îbrahim her kuşun başını başkasına uzattığı zaman kabul etmezdi. Başını uzattığı zaman Allah'ın havi ve kuvvetiyle baş cesedle birleşirdi. Bunun için Kur'an-ı Kerim «Bil ki Allah galibtir ve hâkimdir» buyuruyor. Yani dilediği olur. hiçbir şey ona mani olamaz. Çünkü herşeyi kahredici odur. Sözlerinde, fiillerinde, şeriatında ve kudretinde hikmet sahibidir.
Abdürrezzak, Ma'mer'den, o Eyyüp'ten rivayet ettiler: «Lâkin kalbim mutmain olsun diye» âyeti Kur'an'da en ümit verici âyettir.
tbn Cerir, Muhammed bin Mûsanna'dan, o Muhammed bin Cafer'den, o Şu'be'den rivayet etti. O da Zeyd bin Ali'den dinledim diyor. O da Said bin Müseyyib yoluyla rivayet etmiştir:
«Abdullah bin Abbas ile Abdullah bin Âmr bir araya geldiler. Biz de o zaman gencecik kimselerdik. Birisi diğerine:
«Allah'ın kitabında bu ümmet için en ümit verici âyet hangisidir?» diye sordu. Abdullah bin Âmr (R.) Anhuma:
— Cenab-ı Hakkın «Ey Habibim (benden taraf) söyle ki: Ey nefisleri üzerinde israf etmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki, Allah bütün günahları affedicidir» (Zümer: 53) âyetidir dedi.
îbn Abbas:
— Sen bunu böyle diyorsun. Fakat ben derim ki, bu ümmet için en ümit verici âyet, İbrahim'in «Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl diriltiyorsun, göster? Allah: Sen inanmamış mısın? İbrahim: Evet, inandım. Fakat kalbim mutmain olsun diye istiyorum» dedi» âyetidir.
tbn Ebi-Hâtim, Ubeyy'den o da Zinnûn kebir tarikıyla rivayet ediyor:
Abdullah bin Abbas ile Abdullah bin Âmr bin As bir araya geldiler, îbn Abbas, îbn Amr'dan:
«Kur'an'm hangi âyeti senin katında daha ümit vericidir?»
Abdullah bin Âmr:
— Cenabı Hakkın «De ki: Ey nefisleri hakkında israf eden kullarım! Ümitsiz olmayınız» âyetidir.
îbn Abbas:
— Fakat ben derim ki, Kur'an'm en ümit verici âyeti, İbrahim'in «Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.»
Allah:
«Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?» buyurdu. İbrahim: «Evet, inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum dedi.» âyetidir.
Îbn Abbas'ın böyle demesinin sebebi, nefislerde şeytanî vesveselerin arız olmasındandır. Bu hadisi Hakim de «Müstedrekainde Ebi Abdullah Muhammed bin Yakub bin Hazrem'den, İbrahim bin Abdullahi Sadi, Bişr bin Ömeri Zehrani, Abdullah bin Ebi Seleme'den rivayet etmiş ve «Sahihul isnattır» buyurmuştur.
261) Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah dilediğine kat kat artırır. Allah ihsanı bol olandır ve bilendir...»
Bu âyet hakkında gelen tefsirler:
Bu, bir Darbımeseldir. Cenab-ı Hak Allah yolunda infak edenin sevabının kat kat verilmesine dair bu misali getirir. Bir hasene on misli olur, yediyüz misline kadar yükselir.
Said bin Cübeyr, «Allah'ın yolunda» demek Allah'ın taatinde sar-fetmek demektir diyor.»
Mekhul, «Allah'ın yolunda demek, atlan bağlamak, silâhlan hazırlamak gibi cihad yolunda sarfetmek demektir.»
Şehid bin Bişr, îkrime'den, îbn Abbas'tan:
«Allah yolunda demek, cihad yolunda, hac yolunda demektir. Bu yolda sarfedilen bir dirhem yediyüz dirheme kadar sevab getirir. Çünkü Cenab-ı Hak «Bunun meselesi, bir tek danenin meselesi gibidir ki, yedi başak bitiriyor. Her başakta yüz tane vardır» buyurdu.
Hadisi şeriflerde, bir hasenenin yedi yüz kata kadar çıktığı tesbit edilmiştir. Bu hususta İmam Ahmed'den gelen bir hadis:
îyad bin Latif der ki:
«Biz Ebu Ubeyde'nin evine, ona isabet eden bir hastalıktan dolayı, ziyaret maksadıyla gittik. Hanımı Tuhayfe yanıbaşında oturmuştu. Biz sorduk:
«Ebu Ubeyde nasıl geceledi?» Hanımı:
«Vallahi bir ecirle geceledi» dedi. Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (R.A.):
«Hayır, bir ecirle gecelemedim» dedi. Duvara dönük olan yüzüyle bize döndü ve:
«Niçin benden böyle söylediğimin sebebini sormuyorsunuz?» dedi. Kavim:
«Senin söylediğin bizi hayrete düşürmedi ki senden nedenini soralım.» dediler. Ebu Ubeyde:
— Resûlüllah'dan dinledim: «Kim ki, katında faz la bulunan bir nafakayı Allah yolunda sarfederse Cenab-ı Hak yediyüz mislini ona verir. Kim ki, nefsine ve ehline infak ederse, veya bir hastayı ziyaret ederse veya bir eziyeti yoldan kaldırırsa, bir hasenesine karşılık on mislini alır.. Oruç, sahibi onu yırtmazsa ateşten korumak için kalkandır. Allah kimi bir belâ ile musallat kılarsa, cesedinde o belâ onun için günahın silicisidir.»
Nesei, oruç bahsinde bunun bir kısmını hadis olarak, bir kısmını da mevkuf olarak nakletmiştir.
İmam Ahmed, İbn Mesud tarikıyla rivayet ediyor:
Bir kişi bir deveyi yularryla Allah yolunda tasadduk etti. Allah'ın Resulü:
«Kesinlikle bu deve bu kişiye kıyamet gününde yediyüz deve olarak ikram edilecektir, hepsi yularlı olacaktır» dedi.
Müslim ve Nesei bu hadisi Süleyman bin Mihran'dan, o da A'meş'-ten rivayet etmiştir. Müslim'in lafzı şöyledir:
«Bir kişi yularlı bir deveyi getirdi:
— Ey Allah'ın Resulü! Bu, Allah yolundadır dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Bundan ötürü senin için kıyamet gününde yediyüz deve vardır»
buyurdu.
Yine İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor:
«Allah, Ademoğlunun bir hasenesini on misline, yediyüz misline kadar artırır. Ancak oruç müstesnadır. «Oruç benimdir. Onun mükâfatını ben takdir ederim. Oruçlumıniki sevinci vardır. Birisi iftar zamanında, birisi de kıyamet günündedir. Yemin ederim, oruçlunun ağzından gelen koku Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.» diyor Cenab-ı Hak...»
İmam Ahmed Ebu Hureyre tarikıyla rivayet etti:
«Ademoğlunun her iyi ameli katlanır. Bir hasene on misli olur. Yediyüz misline kadar çıkar. Allah'ın dilediğine kadar çıkar. Cenab-ı Hak «Ancak oruç müstesnadır. O benim içindir. Onu ancak ben mükâfatlandırırım. Kulum yemesini, içmesini benim için bırakmıştır. Oruçlunun iki sevinci vardır. Bir sevinci iftar zamanındadır, diğeri de Rabbi ile mülâki olduğu zamandır. Yemin ederim, oruçlunun ağzından gelen koku, Allah katında misk kokusundan daha hoştur. Oruç kalkandır, oruç kalkandır.» buyurdu ...
Yine İmam Ahmed, Bişr bin Amile'den, o da ibn Vail'den rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kim ki Allah yolunda bir nafaka verirse, ona nafakası yediyüz kata kadar çıkar.»
Ebu Davud, Seni bin Muaz'dan, o da babasından rivayet ediyor:
«Şüphesiz namaz, oruç ve zikr, Allah yolundaki sadakadan yediyüz kat daha fazla olurlar. (Yani sadaka on misline, yediyüz misline çıkıyor. Bunlar da sadakadan yediyüz kat daha üstündürler gibi bir durum anlaşılıyor hadisten.. Fakat farz namaz, ve farz oruca yorumlamak gerektir.)
Îbn-Ebi-Hâtim, İmran bin Haşinin (veya Husayın) tarikıyla Re-sûlüllah'tan rivayet ediyor:
«Kim ki bir nafakayı Allah yolunda gönderirse kendisi evinde kalırsa, Cenab-ı Hak onun gönderdiği her dirheme karşılık kıyamet gününde yediyüz dirhemin sevabını ona verir. Kim ki, Allah yolunda gazaya gidip o cihette infak ederse, her dirheme karşılık (Kıyamette) yediyüzbin dirhem ona verilir.»
Resûlüllah bunu söyledikten sonra:
«Allah dilediğine kat kat yapan) âyetini okudu. îbn Kesir «Bu hadis, gariptir» dedi. Fakat daha önce Ebu Osman en Nehdi'nin Ebu Hu-reyre'den rivayet ettiği «Bir hasene, iki milyon hasene olur» hadisi geçti. Onu hatırla» diyor.
Başka bir hadis İbni Merduyeh (veya Merdevih)'in îbn Ömer ta-rikıyîa rivayet ettiği hadistir:
«Bu âyeti celîle nazil olduğu zaman Allah'ın Resulü:
«Ey Rabbim! Ümmetime fazlasını ver» dileğinde bulundu. Cenab-ı Hak:
«Kim vardır ki Allah'a güzel bir borç ile borç versin» âyetini indirdi. Resûlü-Ekrem:
«Ey Rabbim! Ümmetime
daha fazlasını ver» diledi. Cenab-ı Hak: «Ancak sabredenler, ecirlerini
hisabsız ahrlar» âyetini indirdi.
(262) Mallarını cihad ve hayr işlerinde Allah için harcayanlar ve sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyenler var ya. İşte onların Rp.bleri katında mükâfatlan vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve mahzun da olmayacaklardır.»
Sadakada başa kakmayı yasaklayan birçok hadis varid olmuştur. Sahihi Müslim'de Şu'be, A'meş'ten, o Süleyman bin Mıshir'den, o Har-şe bin Har'den, o Ebi-Zer'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Üç sınıf vardır, kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onların yüzüne bakmaz ve onları temiz yapmaz Onlar için elem verici azab vardır. Birinci sınıf, Allah yolunda vereni başa kakanlar. İkinci sınıf, eteklerini uzun yapıp kibirden ötürü yerde sürtenler. Üçüncü sınıf yalan yeminle malını satanlardır.»
îbn Merduyeh Ebu Derda tarikıyla rivayet ediyor: «Cennete ana ile babaya karşı gelen, sadakasını başa kakan, içkiye devam eden ve kaderi yalanlayanlar girmezler.»
îmam Ahmed, İbn Mace, îbn Hibban, Hakim, Nesei, Abdullah bin Yesar el Arec'ten, o Salim bin Abdullah bin Ömer'den, o da babasından rivayet ediyor:
«Üç sınıf vardır ki kıyamet gününde Allah onların yüzüne bakmaz: Birincisi, anne ile babaya karşı gelendir, ikincisi içkiye devam edendir. Üçüncüsü verdiğini başa kakandır.»
Nesei Malik bin Saad'dan, o Mücahid yoluyla îbn Abbas'tan rivayet etti:
Allah'ın Resulü buyurdu:
«tçkiye devam edip ölen, ana-babaya isyan edip ölen, Allah yolunda vermiş olduğunu başa kakan Cennete giremezler.»
İbn Ebi Hatim bu Hadisi Hasan bin Minhal'den rivayet etmiştir. Mücahid'den, Ebu Said'den ve Ebu Hureyre'den benzeri rivayet edilmiştir.
Bunun için Cenab-ı Hak:
(264) Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayınız» buyurmuştur. Ve böylece haber veriliyor ki, sadaka başa kakmak ve eziyet vermekle iptal olunur. Onun sevabından hiçbir şey kalmaz ve onun sevabı bu hatalan karşılayamaz. Sonra Cenab-ı Hak şöyle devam etti:
«Çünkü onun bu gösterişinin hali, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş halinde bırakır...»
Yani sadakayı insanlar kendisini öğsün veya güzel sıfatlarla kendisini nitelendirip, insanların teşekkürüne mazhar olsun diye veren, dünyevî maksatlardan herhangi birisi için harcayan bir kimse, tıpkı üzerinde toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurun isabetiyle üstünde topraktan zerre dahi kalmayan bir taşın meselesine benzer.
Dahhak «Bu âyet nafakasının arkasında başa kakan veya eziyet veren bir kimsenin darbımeselidir» diyor. Ayetteki «safva» ya saf-ve'ninin çoğulu (cemi) dür veya (müfred) tekildir. Lügat manâsı kaygan taş kayalık demektir. vabil ise, şiddetli yağmur demektir. Onu sald olarak bırakmanın manâsı onu kaygan ve kupkuru taş olarak bırakmak demektir. Yani topraktan zerreyi dahi taşın üzerinde bırakmıyor, hepsi gidiyor. Mürai ve şöhretperestlerin de amelleri böyledir. Hepsi gider, Allah katında yok olur. [84]
(265) Mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve nefislerinde olan imanı kökleştirmek niyeti ile harcayanların durumu, münbit bir yerde bulunan bir bostanın durumu gibidir. O, bostana bol yağmur yağarsa mahsûlünü iki kat verir. Eğer yağmur isabet etmez ise, bir çiğin düşmesi de kâfidir. Allah işlediğini/i görücüdür.
(266) Acaba sizden biriniz ister mi ki, kendisinin hurma ve üzüm bahçesi bulunsun, o bahçenin altından ırmaklar aksın, onun için o bahçesinde her türlü meyveler bulunsun, o da ihtiyarlanmış olup küçücük çocukları olsun, o durumda iken içinde ateş bulunan sam rüzgârı o bahçeye isabet edip yansın. İşte böylece Allah size Âyetleri açıklıyor. Ta ki, iyice düşünesiniz.
(267) Ey imân edenler! Kazandıklarınızdan ve sizin için yerden bitirdiğimizin iyilerinden harcayınız. Sakın o malların bayağısını kas-dedip ondan infak etmeye kalkışmayınız. Halbuki sizler gözlerinizi yummadan o mallar size verildiği takdirde alamayacaksınız. Biliniz ki, Allah zengindir, çokça övendir.
(268) Şeytan size fakirliği vaat ediyor; fena şeyleri yapmayı emrediyor. Allah ise, size kendisinden gelen mağfiret ve bolluk vâdeder. Allah ihsanı geniş olan ve bilici bulunandır.
(269) (Allah) dilediğine hikmeti verir. Kendisine hikmet verilene birçok şeyler verilmiştir. (Bu Âyetlerden) akıl sahipleri Öğüt alırlar. [85]
(267) «Ey îman edenler kazancınızın helâlinden, yerden size bitirmiş olduğumuz rızıkdan infak ediniz.»
Bu Ayeti Celîle'dekİ «teyyîbat» helâl ve güzel nesneler demektir. Haramdan verilen sadakalar mesuliyeti mucip olduğu gibi, malın özürlü olanından vermek de tam sadaka sayılmaz.
«Yerden sizin için çıkardığımız...» dan maksat taneler, meyveler, ve madenlerdir. Âyet-i Celîle genel bir kaideyi getirmiştir: «Size verildiğinde cam gönülden değil, gözünüzü kapayıp da kendinizi zorlayarak kabul edebileceğiniz şeyi sadaka vermeyiniz.»
îbni Abbas'tan gelen bir rivayette: «Sahabeler hurmanın çürük ve kötüsünden sadaka veriyorlardı. Böylece bu işi yapmaktan men olundular» diye varid olmuştur.
«Biliniz ki, Allah zengindir.» Sizin sadakalarınıza muhtaç değildir. Sadaka vermenizi ancak yararlanmanız için emreder. Üstelik sadakayı veren bir kısmınız olduğu halde, o sizin sadakanızı kabul eder ve sizi över.
(268) «Şeytan sizi fakirlikle korkutuyor.» Farz veya sünnet olan sadakayı insanoğluna verdirtmeyen. «Verirsen servetin tükenir.» diye vesvese veren şeytandır. «Size fahişeliği emreder.» (Yani cimriliği). Cimrilik pek kötü olduğundan Kur'ân'da fahişelik tabiri ile zikr edilmiştir. «Allah size katından gelen bir affı vadeder!»
Gerek farz, gerekse sünnet olan sadakaların çıkarılması günâhın affına vasıta (vesile) olduğunu, ona karşılık hem dünyada hem âhi-rette lûtfu keremde bulunacağını bildirir.
(269) «Allah hikmeti dilediğine verir.»
Hikmetten maksad kesin ilim ve yerli yerinde yapılan çalışma demektir. [86]
("Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(265) Allah'ın rızasını istemek ve kendilerindeki imanı kökleştirip kuvvetlendirmek için mallarını harcayanların hali de bir tepe üzerinde bulunan bir bahçenin haline benzer...»
Bu âyetin tefsirinde seleften gelenler:
Bu âyeti celîle, Allah'ın rızası için mallarını infak eden müminlere bir darbemeseldir. Müminler nefislerinde muhakkak bir şekilde Allah onları buna karşı mükâfatlandıracağına inanırlar. Allah buna karşı onlara mükâfatın en büyüğünü verecektir diye bunu yaparlar. Zira âyeti clîle'deki «Tesbiten» kelimesi tahkik mânâsını ifade eder. Nitekim bu mânâ Allah Resulünden, Müslim ve Buharı tarafından ittifakla rivayet edilen hadisde de gelmiştir:
«Kim ki Allah'a İnanarak ve tahkiken Allah o mükâfatı verecektir diye güvenerek ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş ve gelecek (yani bütün) günahları affolunur.»
Şa'bi, «Tesbit, tahkik ve yakin manasınadır» dedi. Katade, Ebu Salih, İbn Zeyd de böyle söylediler. İbn Cerir de bu tefsiri seçti. Müca-hid ve Hasan, «Onlar sadakalarını nerelere koyacaklarını tesbit ederler demektir» diyorlar.
Rabve, cumhurun katında yerin yüksek tepeleri demektir. İbn Abbas ve Dahhak ((içinde nehirler akan tepeler» diyorlar. îbn Cerir Rabve kelimesinde üç lügat vardır diyor. Medine'liler, Hicaz'lılar ve Iraklılar Rubve Diye R'nin ötresiyle okumuşlardır. Şamlılardan bazıları ve Kûfe'liler Ra kelimesinin Fethiyle Rabve okumuşlardır. Bir de Temim kabilesinin kıraati vardır. Re'nin kesriyle (esresiyle) Ribve Okuyorlar. Onlara göre «Bu kıraatian İbn Abbas'ın kıraatidir.»
Yani bu bostan daima su bulmaktadır. Su olmazsa yağmur yağmaktadır. Çünkü ona şiddetli bir yağmur isabet etmezse mutlaka çiğ gibi nem veren maddeleri Cenab-i Hak onun üzerine gönderir. Müminin ameli de böyledir. Hiçbir zaman kurumaz. Allah onu kabul eder, çoğaltır ve geliştirir. Cenab-ı Hak her çalışana ameline göre mükâfat verir. Bunun için de:
«Allah sizin işlediklerinizi görücüdür. Yani amellerinizden hiçbir şey ona gizli değildir» buyurmuştur.
(266) Sizden biriniz arzu eder mi ki hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, ağaçlan altından ırmaklar aksın ve kendisinin her türlü meyveleri orada bulunsun. Böylece ona ihtiyarlık çoksun de elleri ve güçleri yetmez, yavruları olsun derken o geçim vasıtaları olan bahçeye ateşli bir bora isabet ediversin de o yanıversin...»
Buhari bu âyetin tefsirini yaparken şöyle diyor:
Bize İbrahim bin Musa, ona Hişam bin Yusuf, ona îbn Cüreyc, ona Abdullah bin Ebi Muleyke, ona İbn Abbas rivayet etti:
Hz. Ömer bir gün eshab-ı kirama:
«Sizin kanaatinize göre bu âyet kimin hakkında nazil oldu?» diye sordu. Dediler ki:
— Allah daha iyisini bilir.
Bunun üzerine Hz. Ömer öfkelendi ve buyurdu:
— Siz biz biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz. İbn Abbas:
«Ey müminlerin emîri, benim nefsimde bunun hakkında birşey vardır» dedi. Ömer:
«Ey yeğenim! (Kardeşimin oğlu,) söyle! Nefsini tahkir etme.
İbn Abbas:
«Bu bir amel hususnda verilen Örnek ve meseldir.»
Hz. Ömer:
— Hangi amel?
İbn Abbas:
«Zengin bir kişinin ameli için. Evvelâ Allah'ın taatiyle amel ediyor, sonra şeytan ona musallat oluyor ve amellerinin tamamı süinince-ya kadar günahlar yapmaya başlıyor.»
Nitekim darbımeselden anlaşılıyor ki evvelâ kişi en güzel amelleri işlemiş, sonra tamamen mesleğini değiştirmiş hasenatın yerine seyyi-atlar gelmiştir. Ve böylece ikinci ameliyle daha önceki amelini iptal etmiştir. En sıkıntılı anlarda birinci amelinin bazı şeylerine muhtaç olmuş, fakat hiçbir şey eline geçmemiş ve kendi nefsine en şiddetli anda ihanet etmiş oluvermiştir.»
Âyeti celîldeki «İ'SAR» kelimesi şiddetli rüzgâr, bora demektir. Yani şiddetli ve içinde ateş bulunan bir bora bostana isabet etti. Meyvelerini yaktı, o ağaçlarını kül haline getirdi.
tbn Ebi Hatim El-Ufi'den, o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor.
«Cenab-ı Hak güzel bir darbımeselle açıkladı. Onun bütün darbı meselleri güzeldir.» Yani Cenabı Hak, burada kişinin gençliğinde yapmış olduğu güzel amellerini ihtiyarladığı, çocuk ve zürriyet sahibi bulunduğu bir zamanda İçinde ateş bulunan bir bora gelmiş yakmıştır. İkinci kez o bostan gibi bir şey meydana getirmeğe de gücü yoktur. Zürriyetinin katında da ona yanyacak bir hayr bulunmamaktadır. Kâfir de böyledir. Kıyamet gününde Cenab-ı Hak onu haşre getirdiğinde hayrı yoktur; kınanıyor, bakıyor ki nefsine herhangi bir hayr yapmamıştır. Arkasından gelen zürriyeti de kendisini zengin edecek birşey yapmamıştır. İşte sevaba en muhtaç olduğu bir dönemde sevabından mahrum kalmıştır.
Hakim «Müstedrekainde Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediyor:
Cenab-ı Peygamber duasında şöyle yakarıyordu: «Ey Allah'ım! Yaşlandığım zaman rızkının en genişini benim üzerimde ihsan et. Ömrümün sonuna vardığı devrede onu nasîb kıl.»
(267) Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarfediniz. İğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayınız. Allah'ın müstağni ve övülmeye lâyık olduğunu biliniz...h
Bu âyeti celîle, hakkında seleften şunlar rivayet edilmiştir.
İbn Abbas, «Allah burada mümin kullarını harcamaya (yani sadaka vermeye) davet ediyor. Rızıklannın en temizlerinden, elde etmiş oldukları malların en temizlerinden vermeye davet ediyor.» diyor.
Mücahid: «Burad aticaret kastedilmektedir. Cenab-ı Hak size kolaylaştırmış olduğum ticaretinizden kazandığınızdan veriniz» diyor. Süddi «Sizin kazançlarınızın en temizlerinden veriniz demek, altın ve gümüşten veriniz demektir. Meyvelerden ve zirai ürünlerden veriniz demektir» diyor.
İbn Abbas «Cenab-ı Hak, kullarına malın en güzelinden, en temizinden, en nefisinden infak etmeyi emretti. Onları malın döküntülerinden, geçersizlerinden, habislerinden tasadduk etmekten de yasakladı.» diyor ve ilâve ediyor: «Çünkü Allah temizdir ve ancak temizi kabul eder. Güzeldir, ancak güzeli kabul eder.»
«Helâl malı bırakıp haram maldan vermeyiniz, harcamayınız.» Yani nafakanızı haramdan kılmayınız.
İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Cenab-ı Hak sizin aranızda nzıklarınızı taksim ettiği gibi ahlâklarınızı da taksim etmiştir. Cenab-ı Hak sevdiğine de sevmediğine de dünyayı verir. Fakat dini ancak sevdiğine verir. Allah kime din ver-mişse onu sevmiştir. Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, kalbi ve dili selim kalmayan bir kul selim kalamaz. Komşusu bevaikinden (şerrinden ve hile ve zulümden) emin olmadıkça hiçbir kul iman etmiş sayılmaz.»
Bu hadîsi şerifte gelen, «Bevâik»ın mânâsı nedir ey Allah'ın Resulü» diye sordular:
«Hile, zulüm demektir» buyurdu.
Herhangi bir kul haramdan bir malı elde eder ondan infak ederse, Allah onda bereket kılmaz. Onu sadaka verirse, Allah kabul etmez. Onu miras olarak bırakırsa, o kul için o ateşe götürücü bir azık olur. Şüphesiz Cenah-ı Hak günahı günah ile silmez. Lâkin günahı hasene ile, sevabla siler. Şüphesiz ki pisi silmez.
îbni Cerir, Hüseyin bin Ömer el Akkari'den, o da Ubeyd'den, o da Esbat'tan, o da Süddi'den, o da Adiy bin Sabit'ten, o da Berra bin Azip'-ten rivayet etti:
Bu âyeti celîle, Ensan kiram hakkında nazil oldu. Ensar hurma toplama zamanında hurmaların BUSR denilen sınıfını iplere takar, Resûlüllah'ın mescidinde iki direğin arasına asarlardı. Muhacirlerin fakirleri ondan yerlerdi. Bazıları da hurmaların en düşük kalitelilerini getirip bunların arasına takardı. Ve zannederlerdi ki, bu yaptığı caizdir. Böylece Cenab-ı Hak bu hususu yapanlar hakkında «Salan pise kastedip de ondan infak etmeyiniz» âyetini inzal buyurdu.
İbn Cerir, İbn Mace ve İbn Merduyeh ve Hakim «Müstedrekninde Süddi tarikıyla, İbn Sabit'ten, Berra'dan aynısını nakletmişlerdir.
İbn Ebi Hatim yine Berra tarikıyla rivayet ediyor:
Bu âyeti celîle, bizim hakkımızda nazil oldu. Biz hurma sahibleriydik. Kişi zenginliği ve fakirliği miktarınca hurmalığından getirirdi. Bir kişi bir hurma salkımını getirir, camie asardı. Suffe eshabının, (yani muhacir ve Ensarın fakirlerinin) yemekleri yoktur. Onlardan biri acıktığı zaman gelip bastonuyla o salkıma vurur, ondan busr ve diğer hurma çeşitleri düşer, onu yerdi. Hayırda rağbeti olmayan bazı kimseler hurmanın kalitesizlerini getirip asardı. Bunun üzerine bu âyeti celîle indi. Ve buyurdu:
«Eğer herhangi birinize sizin getirmiş olduğunuz hurmaların benzeri verilirse, onu ancak gözünü kapatarak ve utanarak alabilirsiniz.»
İşte bu âyet indikten sonra herkes katında makbul olan malından getirmeye başladı.
Tirmizi de Abdullah bin. Abdurrahman ed Darimi'den bu şekilde rivayet etmiştir ve «bu hadisi hasen ve gariptir» buyurmuştur.
İbn Ebi Hatim, Ubey'den, Yahya bin Muğire'den, Cerir'den, Ata bin Said'den, Abdullah bin Muğeffel'den rivayet ediyor:
«Müslümanm kazancı haram olmaz. Fakat müslüman düşük kaliteli mal ve kalp paralarla sadaka vermez. İçinde hayr olmayanı sadaka vermez.»
İmam Ahmed, Hammad bin Seleme'den, o da Hammad bin Süleyman'dan, o da îbrahim'dea, o da Esved'ten, o da Hz. Âişe'den rivayet etti:
Allah'ın Resulüne keler denilen hayvan getirildi. Onun etini yemedi, fakat «yemeyiniz» de demedi. Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Bİ2 onu fakirlere yedirelim mi?» diye sordum. Cenab-ı Peygamber:
«Sizin yemediğinizden onlara sakın yedirmeymiz» buyurdu.
Affan, Hammad bin Seleme'den aynı hadisi rivayet «diyor. Fakat bu rivayette Hz. Âişe «Ey Allah'ın Resulü! Biz onu fakirlere yedirme-yelim mi?» diye soruyor. «Sabin yemediğiniz şeyleri onlara yedirmeyi-niz» buyurdu diyor.
«Biliniz ki Allah ganîdir.» Selef bu âjetin yorumunu şöyle yapmıştır:
Allah her ne kadar size sadakaları malın en güzelinden vermeyi emretmişse de «Cenab-ı Hak onlardan müstağnidir» Onu nefsi için değil, ancak fakir ile zenginin eşitlenmesi için emretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette:
«Ne kurbanların etleri, ne de kanlan Allah'a varmaz. Ancak Allah'a varan sizden olan takvadır» buyurmuştur.
Allah bütün yarattıklarından zengindir. Bütün mahlûkltı ona muhtaçtır. Onun fazileti geniştir. Onun katındaki hazine bitmez. Güzel bir kazancından bir sadaka veren bir kul bilsin ki Cenab-ı Hak, vergisi böl ve ganidir, kerimdir, cevaddır. Onun karşılığını mutlaka kat be kat ona verecektir.
«Allah hainiddir.» Yani bütün fiillerinde ve bütün sözlerinde övül-mektedir. Nizamından ve kaderinden Ötürü övülmektedir. Ondan başka mabud yok, ondan başka bir Rab yoktur...
(268) Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allah ise, lütfundan bir mağfiret, bir fazileti vâadediyor. Allah'ın kudreti geniştir. Herşeyi kemaliyle bilendir...»
Bu âyetle ilgili olarak seleften gelen tefsir:
îbn Ebi Hatim, Ebu Zer'a'dan, En-Nedip bin Serri'den, Ebul Ah-ves'ten, Ata bin Said'den, Murretül Hemedani'den, Abdullah bin Me-sud'dan rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu:
«İnsanoğlunda şeytana ait bir parça (vesvese merkezi) olduğu gibi meleğe aid de bir parça vardır. Şeytanın parçası şerri savunup, hakkı yalanlıyor. Meleğin parçası ise, hayrı va'd ve hakkı tesbit etmeyi emrediyoT. Kim kî, bu ikinciden nefsinde birsey bulursa, onun Allah'-dan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Şeytan tarafından olanı gö-e, rürse, şeytandan Allah'a sığınsın.»
îbn Jtesud bunları söyledikten sonra «Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur» âyetini sonuna kadar okudu.
Tinnizi ve Nesei de kitablarmda, tefsir bölümünde bunu böyle rivayet etrnişlerdir. Tirmizi «garib ve hasendir» dedi.
Yani şeytan sizi fakirlikle korkutuyor, ta ki elinizdeki serveti, Allah yolunda ve Allah rızası için infak etmeyesiniz (dağıtmayasınız). Bununla beraber günahlar ve haramlara ve ahlâka aykırı düşenlere bolca sarfetmenizi emrediyor. Şeytanın bu emrine karşılık Allah ta kendisinden gelen bir mağfireti size vaadediyor. Ve korku karşılığında da bir fazileti size vermeye söz veriyor.
(269) Allah dilediğine hikmeti ihsan eder. Kime ki hikmet verilmiş ise muhakkak ona çok hayır verilmiştir.
Bu âyeti ancak olgun ve akıl sahihleri düşünürler...»
Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Hikmet, Kur'an bilgisidir. Kur*an'm Nasihini, Mensuhunu, Muhkem âyetlerini, Muteşabih âyetlerini, hangi âyetlerinin daha önce, hangilerinin daha sonra geldiğini, Kur'an'ın helâlini ve haramını ve
Kur'an'daki darbımeselleri bilmektir.»
Cüveybir Dahhak'tan o da îbn Abbas'tan (merfu olarak) rivayet
Etti:
«Hikmet, Kur'an'dır. (Yani Kur'an'ın tefsiridir) Allah Kur'an'ı tefsir etmek ve açıklamak yetkisini dilediği kuluna verir demektir.»
İbn Abbas «Kur'an'ın tefsiri dedik. Çünkü Kur'an'ın metnini doğru insanlar da, facir insanlar da okur. Fakat onun gerçek mânâlarına, ve sünnete uygun olan tefsirine ancak doğru olanlar vakıf olur.» diyor.. İbn Merduveyh, bunu, böylece rivayet etmiştir.
İbn Ebi Nuceyh, Mücahit'ten rivayet etti: «Hikmetten maksat, kavilde, (sözde) isabet etmektir.»
Veys bin Ebi Süleyman Mücahit'ten rivayet etti:
«Hikmet, peygamberlik değildir. Fakat ilim, fıkıh ve Kurandır.»
Ebu'l-Âliye:
«Hikmet, Allah korkusudur. Çünkü Cenab-ı Haktan korkmak her hikmetin başıdır.
îbn Merduveyh, Bakiyye'den, Osman bin Züfer el-Cüheni'den, Ebu-Âmmar el-Esedi'den, İbn Mesut'tan (merfu olarak) rivayet ettiler: «Hikmetin başı, Allah korkusudur.»
Ebu'l Âliye, İbn Mesut'tan gelen bir rivayette: «Hikmet, kitab ve kitabı anlamaktır» diyor.
İbrahim en Nehâi:
«Hikmet, kitabı anlamaktır,» dedi.
Ebu Malik:
«Hikmet, Resûlü-Ekrem'in sünneti seniyyesidir. Yani Hadislerdir.»
İbn Vehb, Malik'ten o da Zeyd bin Eslem'den: «Hikmet, akıldır.» diye rivayet etti.
Malik diyor ki:
«Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah'ın dininde fâkih olmaktır. Hikmet Allah'ın rahmetinden ve faziletinden kalblere .sokulan bir emirdir.»
Bunu açıklayan şudur:
Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasım dünya emrinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Allah'ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.
Essüddi:
«Hikmet peygamberliktir, diyor.»
Fakat sıhhatlisi şudur:
Hikmet, cumhurun dediği gibi, sadece peygamberliğe tahsis edilmez. Belki peygamberlikten daha geniştir. Yani peygamberlik de hikmettir, diğer ilimler de hikmettir. Fakat hikmetin en yüce dalı peygamberliktir. Resûllük de peygamberliğin en yüce dalıdır. Fakat peygamberlerin etbalanna, peygamberlere tâbi olmak ve yolan üzerinde bulunmak nedeniyle hayrdan bir nasip verilmiştir. Nitekim bazı Hadislerde vârid olmuştur:
«Kim ki Kur'an'ı hıfzederse, o peygamberliği omuzlarının arasına sokmuştur. Ancak ona vahyi gelmiyor.»
Hadisi, Veki' bin Cerrah tefsirinde rivayet etti.
İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikiyla rivayet ediyor: Re-sûlüllah'tan dinledim, şöyle buyuruyordu:
«Kıskanma (gıbta etmek), ancak iki haslette vardır: Bir kişi ki, Allah ona mal vermiş ve o malı hak yolda harcamaya muvaffak kılmıştır. Bir kişi ki Allah ona hikmet vermiş ve o hikmet ile hükmeder ve onu başkasına öğretir.»
Buhari, Müslim, Nesei ve İbn Mace de çeşitli senedlerle- bu hadisi rivayet etmişlerdir.
Âyetin son cümlesinden anlaşılıyor ki, mev'ize - hatırlatma - ancak akıl sahihlerine faide verir. Akıldan noksan olanlara hiçbir faidesi yoktur. Biline.. [87]
(270) Harcadığınız nafakayı ve adadığınız adağı şüphesiz ki, Allah bilir. Zulmedenlerin hiç yardımcıları yoktur.
(271) Eğer sadakalarınızı açıkça verirseniz o, ne güzeldir. Eğer onları gizler ve fakirlere verirseniz o sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah o sadakaları kötülüklerinizden bir kısmına keffaret yapar. Allah sizin yaptığınızdan haberdardır.
(272) (Ey habibim!) Onlann hidayeti sana düşmez. Fakat Allah dilediğine hidayet eder. Sarf ettiğiniz hayır kendinize aittir. Zaten ancak Allah'ın rızasını elde etmek için sarf ediyorsunuz. Sarf ettiğiniz hayır tastamam size verilecektir.
(273) (Sadakalarınızı) kendilerini Allah'ın yoluna adayıp yeryüzünde dolaşmaya güçleri yetmiyenlere utançlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin saydıktan yoksullara harcayınız. Onları yüz-lerindeki secde eserinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemezler. Sarf ettiğiniz hayırlı bir şeyi şüphesiz ki, Allah bilicidir.
(274) Gece-gündüz açıkta ve gizlide mallarını (Allah yolunda) sarf edenlerin mükâfatı Rablerinin katında mevcuttur. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. [88]
(270) «Sizin verdiğiniz herhangi bir nafakayı veya adadığınız bir adağı Allah bilir!...»
İster az, ister çok, ister gizli, ister açıkta, ister hak, ister batılda verilen nafakaları, verilen sadakaları Allah bilir. Adaklar da ister şartlı olsun, ister şartsız, ister taat, ister isyanda olsun yine Allah'ça bilinir. Onun mükâfatı ona göre verilir. Ona göre her insan kendisini ayarlamalı. «Zalimler için yardım edenler yoktur.» Zalimlerden maksat, servetlerini günâha harcayan veya günâh hususunda adak adayan bedbaht insanlardır.
(271) «Eğer sadakaları açıktan verirseniz o, ne güzel bir iştir!...»
Bu tatbikat, farz olan zekâttadır. Bir de zenginlikle şöhret bulmamış kimseler içindir. Sünnet olan sadakada gizlilik daha hayırlı ve daha iyidir. İbni Abbas'dan gelen bir rivayet: «Sünnet sadakada gizlilik, açıkça verilenden yetmiş derece daha üstündür. Farz olan zekâtın açıkta verileni, gizliden verilenden yirmibeş derece daha üstündür.»
«Allah sadakalarınızı günahlarınıza keffaret eder.» cümlesi, sadakanın sevaptan başka getirdiği yaran belirtir.
(272) «Onların hidayeti sana düşmez.»
Bu Âyeti Celîle, Resûlüekrem'in vazifesini tayin eden Âyetlerden birisidir. Yani ille insanları hidayete getirmek, sana vacip değildir. Senin vazifen ifşaat, güzellikleri teşvik ve çirkinliklerden sakındırmak-tır. «Fakat Allah dilediğine hidayet eder.» cümlesi açıkça hidayetin Allah'tan ve onun meşiyeti ile olduğunu, bir kavime verildiğini ve başka bir kavme verilmediğini bildirir.
«Allah yolunda harcadığınız hayır sizin içindir.» Yani siz ondan yararlanacaksınız. Başkasının başına kakmaya veya malınızın en kötüsünü vermeye kalkışmayınız. «Hayırdan vermiş olduğunuzun karşılığı size tastamam verilecektir.» Yani sevabı kat kat verilecek veya onun yerine Allah dolduracaktır. Çünkü Allah'ın Resulü: «Ey Allahım! Senin yolunda infak edenin boşalmış yerini doldur! Senin yolunda in-fak etmekten kaçınanın malını telef et!...» diye dua,etmiştir.
Rivayet ediliyor ki, Müslümanlardan bâzılarının kayınlar ve kaynataları' süt akrabaları Yahudiler arasında bulunuyordu. İslâm gelmezden önce bu akrabalarına infak ederlerdi. İslâm geldikten sonra Yahudileri faydalandırmaktan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu Âyet nazil oldu. Tabii ki, gayrimüslimlere farz olmayan sadaka verilir. Farz olan sadaka (zekât) ise, kâfirlere verilmez.
(273) «Yeryüzünde dolaşarak ticaret etmeye gücü yetmeyen ve Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirlere infak hayırlıdır.»
Bu kimselerden maksat, savaşan askerler veya hudutlarda nöbet bekleşen kimseler veya Ashabı «SUFFE» dir. Ashabı Suffe dörtyüz kişiye yakın ve muhacirlerin fakirlerinden müteşekkil hazır bir kuvvet idi. Caminin avlusunda yatıp kalkıyorlardı.
Bütün vakitlerini öğrenmeye ve ibadete hasretmişlerdi. Resulül-lah'ın her gönderdiği akınlarda onlar vardı. Bu fakirler, halktan bir şey istemiyorlar ve istedikleri zaman da İsrar etmezlerdi.
İslâm dininde dilenmek haramdır. Ancak zaruret halinde mubah hayat tehlikesi bahis konusu oldu mu vaciptir. Resûlüekrem'in:
«Dilenmek kolun kazancının en sonuncusudur.» Hadisi bu keyfiyeti bildirmektedir.
ffO kimseler ki, mallarını gece gündüz gizli ve açık infak ederler!..»
Bu Âyet Ebu Bekir Sıddik (R.A.) hakkında nazil olmuştur.
Kırk bin dinar sadaka verdi, on bin dinarını gece, on bin dinarını gündüz, on bin dinarını gizli ve on bin dinarını da açıkta tasadduk etmiştir. Bâzı tefsircilere göre, Mü'minlerin emiri Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Hz. Ali'nin (K.V.) sadece dört dirhemi vardı. Bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli, bir dirhemini de açıkta infak etmiştir. Bâzılarına göre; Allah yolunda at bağlayıp beslemek hususunda inmiştir. Maksat bütün vakitlerdir. Gece, gündüz, gizli, açık, tabirleri bunu ifade ediyor. [89]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(270) Nafakadan her ne harcadınızsa, Allah onu bilir...»
Bu âyet, hakkında seleften gelen rivayetler:
Rabbınız haber veriyor ki, çalışanların hayırlardan, nafakalardan ve adaklardan neyi işlenıişlerse, hepsini Allah bilicidir. Bu bilgisi aynı zamanda Allah'a, buna karşılık, mükâfat vermeyi de tazammun etmekte (içermekte) dir. Ayeti ceîîle, aynı zamanda Allah'ın taatiyle amel etmeyenlere bir tehdittir. Allah'ın emrine muhalefet etmiş, haberini yalanlamış, Allah'la beraber başkasına tapmış bir kimseyi tehdid etmektedir. «Kıyamet gününde zalimleri Allah'ın azabından kurtaracak hiç yardımcıları yoktur.»
(271) Eğer sadakaları aşikâre verirseniz o ne güzel şeydir.»
Yani sadakalarınızı göz göre göre verirseniz o güzel bir şeydir. Belki başkasına da örnek olursunuz. «Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır» cümlesinde sadakayı gizli vermenin açıkça vermekten daha üstün olduğu keyfiyeti vardır. Çünkü gizli veren riyadan daha uzaktır. Ancak açıkça vermenin üzerinde bir faide terettüp ederse, yani halka numune olsun, halk ona bakarak sadaka versin diye olursa, bu takdirde açıkça vermek gizli vermekten daha üstün olur. Nitekim Allah'ın Resulü:
«Kur'an'ı açıkça okuyan bir kimse sadakayı açıkça veren bir kimse gibidir. Kur'an'ı gizli okuyan bir kimse de sadakayı gizli veren bir kimsedir.» buyurmuştur.
Bu meselenin aslı ve temeli şudur:
Gizlilik bu âyetten ötürü açık vermekten daha üstündür. Bir de, Sahihayn'de, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet olunmuş:
«Yedi sınıf vardır.
Allah onları gölgelerin bittiği bir günde gölgesinde (arşının gölgesinde)
gölgelendirir.
1) Adaletli
olan imam, (yani idareci),
2) Allah'ın
ibadetinde yetişmiş bir genç,
3) Allah
için sevişen İki kişi, ki Allah sevgisi üzerinde bir araya gelirler ve Allah
sevgisi üzerinde ayrılırlar.
4) Bir kişi
ki, camiden çıktıktan sonra dönünceye kadar kalbi camiye bağlı olmaktadır.
5) Bir kişi
ki, tenhada olduğu halde Allah'ı zikredip gözlerinden yaşlar akar,
6) Bir kişi
ki, mansıp ve güzellik sahibi bir kadın onu nefsine davet ediyor, o da «Ben
Alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkuyorum» diyerek zinadan kaçar,
7) Bir kişi
ki, bir sadaka çıkardığında öyle gizli verir ki, sol eli sağ elinin verdiğinden
(infakından) haberi olmaz.»
İşte bu hadisi şerifde gizlice vermenin açıkça vermekten daha üstün olduğu tesbit ediliyor.
imam Ahmed, Enes bin Malik tarikıyla rivayet ediyor; Allah'ın Resulü buyurdu:
«Allah yeri yarattığı zaman yer uzanmaya başladı. Bunun üzerine dağlan yarattı yerin üzerine attı ve yer istikrar buldu. Melekleri dağların yaradılışından hayret ederek dediler:
«Ey Rabbimiz! Mahlûkların arasında dağlardan daha kuvvetlisi ve güçlüsü var mıdır?»
Allah:
«Evet, demir vardır.»
Melekler:
«Acaba demirden daha güçlüsü var mıdır yâ Rab?»
Cenab-ı Hak:
«Evet, ateş vardır.»
Melekler:
«Ey Rabbimiz! Acaba ateşten daha güçlüsü var mıdır?»
Cenab-ı Hak; «Evet, su vardır.»
Melekler:
«Ey Rabbimiz! Acaba sudan daha güçlü birşey yaratılmış mıdır?»
Cenab-ı Hak:
«Evet, rüzgâr vardır.»
Melekler:
«Ey Rabbimiz! Acaba mahlûkların arasında rüzgârdan daha şedidi var mıdır?»
Cenab-ı Hak:
«Evet, Ademoğlu vardır. Sağ eliyle sadaka veriyor ve onu sol elinden gizliyor.»
Daha önce naklettiğimiz Ebu Zer hadisinde Ebu Zer soruyor: «Ey Allah'ın Resulü! Sadakanın hangisi daha üstündür, daha ef-daldir?»
Cenab-ı Peygamber:
«Gizlice bir fakire verilen veya bir yoksulun verebileceğini vermesidir.» Hadisi İmam Ahmed rivayet etti. İbn Ebi-Hâtim da Ali bin Ye-zıd'den, o da Kasim'dan, o da Ebu Umame'den, o da Ebu Zer'den rivayet etmiştir.
Yine bir hadiste:
«Gizlice verilen sadaka Rabbln gazabım söndürür» buyurulmuş-
tur.
îbn Ebi-Hâtim, Âmr eş-Şa'bi tarikıyla rivayet ediyor:
Bu âyeti celîle, Ebu Bekr ve Ömer hakkında nazil olmuştur.
Ömer'e gelince o malının yansını getirip Resûlüllah'a verdi. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Ömer! Aile efradına geride ne bıraktın?» diye sordu.
Ömer:
«Onlara malımın yansım bıraktım» dedi. Ebubekre gelince o malının tamamını getirdi. Fakat onu nefsinden bile gizlemeye çalışıyordu. Onu getirip Resûlüllah'a teslim etti. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Ebabekr! Aile efradına geride ne bıraktın?»
«Allah'ın ve peygamberin sözünü bıraktım» dedi. Bunun üzerine Ömer ağladı ve:
Ey Ebabekr! Annem ve babam sana feda olsun. Allah'a yemin ederim, herhangi bir hayır kapısına doğru yansırsak mutlaka sen öndesin.» dedi.
Bu hadis başka bir yolla Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. Fakat bu âyeti celîle amm'dır. Genellikle gizli sadakanın açıkça verilen sadakadan üstün olduğunu savunuyor. İsterse, farz sadaka olsun isterse nafile. Fakat İbn Cerir, Ali bin Ebu Talha tarikıyla İbn Abbas'tan bu âyetin tefsirinde şunu rivayet ediyor:
«Allah, nafile olan sadaka gizliliği, açıkça vermekten üstün kıldı. Bazı rivayetlerde «yetmiş derece üstünndür. Fakat farz sadakayı (zekatı) açıkça vermeyi gizlice vermekten yirmibeş derece daha üstün kıldı.»
Böylece İbni-Abbas'ın bu yorumu nafile sadakayı gizlice vermeyi, farz sadakayı da açıkça vermeyi üstün olarak tesbit etti...
(272) İnsanların yola gelmesi senin üzerine borç değildir. Şu kadar var ki Allah dilediğini yola getirir. Malınızdan hayr namına her ne harcarsanız hep kendi menfaatiniz içindir...»
Bu âyeti celîle hakkında seleften şunlar gelmiştir:
Ebu-Abdurrahman, En Nesei, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Ab-bas'tan rivayet ediyor:
«Müslümanlar müşrik akrabalarına sadaka vermeyi hoş görmüyorlardı. Bu durumu sordular ve bu âyet onlara ruhsat getirdi.»
Cafer bin Ebi Muğire, Said bin Cübeyr'den, o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Allah'ın Resulü «ancak sadakayı müslümanlara verini»} diye emrediyordu. Ta ki bu âyet nazil oldu. Bundan sonra Cenab-ı Peygamber «Hangi dinden olursa olsun, dilenen her dilenciye sadaka ver» diye ruhsat verdi.
«Zaten siz ancak Allah rızasını gözeterek verirsiniz» cümlesi hakkında Hasan Basri'den şöyle bir rivayet gelmiştir.
«Müminin nefsine olan sadakası burada kastedilmiştir. Mümin Allah rızasını gözetmeden birşey verirse, o, infak etti denilmez.»
Ata el-Hurasani «Ayetin mânâsı 'sen Allah rızası için verdikten sonra karşındakinin ameli ne olursa olsun seni enterese etmez' demektir» demiştir. Ata'nın bu tevili güzel bir manadır. Onun hülâsası şudur: Sadaka veren bir kimse «Allah rızası için sadaka verdikten sonra onun ecrini Allah verecektir. İsterse sadakasını doğru, isterse facire versin, isterse müstahaka, isterse müstahak olmayana versin, mutlaka niyetinden ötürü ecri verilecektir.» Bu mânâyı destekleyen âyetin şu son cümlesidir:
«Hayrdan ne infak ederseniz size zulüm etmeksizin size karşılığı verilecektir.»
Bir de sahihayn'da Ebu Zenne tarikıyla A'reçten, Ebu-Hüreyre'den gelen şu hadis bunu desteklemektedir:
«Bir kişi, 'and içerim ki, bu gece bir sadaka vereceğim' dedi. Sadakasını çıkardı. (Bilmeden) zina eden bir kadının eline verdi. Halk sabahladılar. Bu, zinacı bir kadına sadaka verdi diye konuşuyorlardı. O da 'Ey Allah'ım! Zâniyeye verdiğim sadaka için de sana hamd ederim.' dedikten sonra yine; and olsun bir sadaka vereceğim diye yemin etti. Bu sefer sadakasını götürdü, (bilmeden) zenginin eline verdi. Yine halk sabahladılar. «Bu adam bu gece bir zengine sadakasını verdi» diye konuşuyorlardı. O:
«Ey Allah'ım! Zengine verdiğim sadakadan ötürü de sana hamdol-sun» dedi. Ve:
«And içerim, bu gece bir sadaka vereceğim» diye ilâve etti. Sadakayı çıkardı (bilmeden) bir hırsızın eline verdi. Sabahladılar. 'Bu gece sadakayı hırsıza verdi' dediler. O da:
«Ey Allah'ım! Zaniye, zengine, ve hırsıza verdiğim sadaka üzerinde sana hamdediyorum.» dedi.
Ona Allah tarafından gelindi ve denildi ki:
«Senin sadakan kabul edilmiştir. Zani kadın ise, belki o sadakanın yüzünden az zina yaptı. Zengine gelince, umulur ki, ibret alır, o da Allah'ın verdiğinden infak eder. Hırsıza gelince umulur ki, onunla afif-leşir, hırsızlığı bırakır.»
273) Sadakalarınızı o fakirlere veriniz ki, onlar Allah yolunda çalışmaya koyulmuşlardır. Yeryüzüne koşup kazanamazlar.
Dilenmekten çekindikleri için tanımıyanlar, onları zengin zannederler...»
Bu âyeti celîlenin tefsirinde gelen yorumlar:
Bu âyeti celile, muhacirler hakkında nazil oldu. Allah'a ve onun Resûlü'ne itaat ederek.memleketlerini terkedip Medine'ye gelip yerleşen muhacirler... Nefislerine, aile efradlanna, kendilerini zengin edecek çalışma imkânları yoktu. Dört taraftan kuşatıldıkları için sefere çıkıp ticaret yapma imkânları da yoktu. Onları tanımayan bir kimse de onları zengin zannediyordu. Çünkü elbiselerinde olsun, hallerinde olsun, sözlerinde olsun zengin ve afif davranıyorlardı.
Bu mânâyı Müslim ve Buhari'nin itifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadisde değinilmiştir:
«Şu gezip bir veya iki lokma, bir veya iki hurma, bir karın doyması veya iki karın doyması ile ikna olunup kapılardan uzaklaşan fakir değildir. Lâkin, fakir o kimsedir ki, kendisini zengin edecek bir serveti yoktur. Ve hiç kimseye de sezdirmediği için hiç kimse onun haline vakıf olup da ona sadaka da vermemektedir. Ve hiç kimseden de bir-şey istememektedir.»
İmam Ahmed hadisi tbn Mesud'dan rivayet etti... Yine Buhari, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:
«Miskin (yani fakir) o kimse değildir ki, bir veya iki hurma, bir veya iki lokma onu kapılardan uzaklaştırır. Ancak miskin o kimsedir ki afifleşerek gururunu korur. Müptezellik yapmaz. İsterseniz:
«Onlar iffetlerinden ötürü nisanları rahatsız edip birşey istemezler»
âyetini okuyunuz.»
Hadisi, Müslim de İsmail bin Cafer el-Medini'den Ebu Hureyre tarikıyla rivayet etmiştir...
Îbn-Abdurahman en Nesei, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor*:
«Miskin o değildir ki bir veya iki hurma, bir veya iki lokma onu kapılardan uzaklaştırır. Miskin afif insandır. İsterseniz «Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler» âyeti celîlesini okuyunuz.»
İbn ul Munzir, Kelbi tarikıyla Ebu Salih'ten, îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Sadakalarınızı o fakirlere veriniz ki onlar Allah yolunda çalışmaya koyulmuşlardır» âyetinde maksat, Suffe eshabıdır. Yani camiin avlusunda ve yanında oturup evsiz barksız, çoluksuz-çocuksuz, peygamberle ibadet edip hazır bir kıta gibi peygamberin emrini bekleyen sahabelerdir.
Buhari ve Müslim, Abdurrahman bin Ebibekr'den rivayet ederler:
«Eshabı Suffe, fakir bir gurup idi. Allah'ın Resulü kimin yanında iki kişilik yemek var ise üçüncüyü yani ehli suffeden birini beraberlerinde götürsünler» buyururdu.
Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü bana:
«Ey Eba Hureyre! Ehli suffeye katıl ve onlan çağır! Ehli suffe ls-lâmın misafirleridir. Onların ne malı, ne aile efradı vardır.»
Resûlüllah'a bir sadaka geldi mi onlara gönderiyordu. Ondan birşey almıyordu. Bir hediye geldi mi onlara gönderiyordu. Hediyeden birşeyler kendisine de bırakıyordu.
Ebu Naim «Hilye»de Fuddale bin Ubey'den rivayet ediyor:
Resûlü-Ekrem halka namaz kıldırdığı zaman, bazı kimseler kıyamdan yani ayaktan düşerlerdi. Çünkü aç idiler. Onlar ehli suffe idiler. Hatta göçebeler «Bunlar çıldırmışlardır» veya «Delirmişlerdir» diye kanaat yürütüyorlardı.
İbn Saad, Ebu Naim ve Abdullah bin İmam Ahmed, Ebu Hureyre'-tarikıyla rivayet ettiler:
«Ehli suffeden yetmiş kişi vardır ki, onların hiçbirisinin ridası, (abası) yoktu.»
Ebu Naim, Hasan'dan rivayet ediyor:
Bir suffe (eyvan) müslümanlann zaifleri için bina edilmişti. Müslümanlar ellerinden gelen hayırları onlara götürüyorlardı. Allah'ın Resulü onlara gelir:
«Ey ehli suffe! Size selâm olsun» derdi. Onlar da:
«Ey Allah'ın Resulü! Senin de üzerinde selâm olsun!» diye cevab verirlerdi. Resûlüllah:
«Siz nasıl sabahladınız?»
Onlar:
«Ey Allah'ın Resulü! Hayırla sabahladık.»
Resûlüllah:
«Siz bugün mü hayırlısınız, yoksa herhangi birinize bir cüfne (yemek kabı) dolusu sabah, akşam yemek getirildiği, sabahTayınca yeni bir elbise giydiği, akşam başka bir elbise ile gezdiği gün mü?»
Onlar:
«Biz bugün daha hayırlıyız. Allah bize verir, Allah'a şükrederiz.»
Resûlüllah (S.A.V.):
«Evet, siz bugün daha hayırlısınız» buyurdu..
İbn Saad, Muhammed bin Kâb Kurezi'den rivayet ediyor:
«Bu âyet, eshabı suffe hakkında nazil olmuştur. Onların Medine'de evleri yoktu. Soylarından olanlar da yoktu ki kabilelerinden istifade etsinler. Cenab-ı Hak bu âyetle insanları onlara sadaka vermeye davet etti.»
Süfyan, Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Bu âyet, muhacir ve Kureyşlilerin Medine'de olan kısımları hakkında nazil olmuştur. Allah bu âyette o muhacirlere sadaka verilmesini emrediyor.»
İbn Cerir ve îbn ul Munzir, Katade'den rivayet ettiler: Bize denildi ki, Allah'ın Resulü buyurmuştur:
«Allah, halim, utangaç, kalbi zengin ve iffetli kullarını sever. Fahiş konuşan, dili bozuk, dilencilik yapan ve insanlardan dilendiği zaman İsrar eden kimseden de Allah buğzeder.»
Malik ve Ahmed, Beni Esed kabilesine mensub bir kişiden rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kimin yanında bir Vakıyye (yani kırk dirhemlik bir para), veya onun kadar bir serveti olursa, buna rağmen dilenirse o ilhah eden bir kimse sayılır. Zaten ilhah eden bir kimsenin de haram işlemiş olduğunu Kur'an-ı Kerim beyan ediyor.»
îbn Ebi Şeybe, Ata'dan rivayet ediyor:
«Bir kimse, Allah'ın zatı için veya Kur'an için bana veriniz diye dilenirse bu hoş bir şey değildir.»
îbn Ebi Şeybe, Abdullah bin Amr'dan rivayet etti:
«Herhangi bir müslümandan Allah'ın zat ve sıfatları ile bir şey istenilirse, o da bunun için verirse onun yetmiş ecri vardır.»
îbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim ve Nesei, İbn Ömer'den rivayet ettiler: Allah'ın Resulü:
«Dilenmek herhangi birinizi öyle bir hale getirir ki, kıyamette Allah'ın huzuruna vardığında yüzünde bir parça et dahi kalmamıştır!...»
İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud ve Tirmizi, Nesei, İbn Hibban Semurre bin Cündeb'ten rivayet ettiler:
«Dilenmeler, yaralamalardır. Kişi onlarla yüzünü yaralıyor. İsti-yen dilenmeyi bırakmak suretiyle yüzünü sağlam bırakır, istiyen dilenmek suretiyle yüzünü yaralı kılar. Ancak yöneticilerden veyahut ta zaruri olan bir emirden ötürü insan dilekte bulunabilir.»
Beyhakİ îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Fakir olmadığı halde halktan dilenen bir kimse fakir olur. Bir kimse kendisini güç yetirmez bir çoluk çocuğa sahib veya maişetlerinden aciz olduğu aile efradının bulunduğunu insanlara imâ ederek dilenirse, böyle bir kimse kıyamet gününde yüzünde bir parça et olmadığı halde haşrolunur. Çünkü Allah'ın Resulü «Nefsinin üzerine dilencilik kapısını açan bir kimse, fakir değil ise, fakir olur. Güç yetirmez çoluk çocuk sahibi değilse, Cenab-ı Hak onun üzerine bir fakirlik kapısını bilmediği yerden açar ve sıkıntıya sokar» buyurmuştur.
Ahmed ve Tirmizi Ebi Kebşe el-Enmari'den rivayet ettiler. Bu zat; Allah'ın Resûlü'nden dinledim. «Üç şey vardır, ben onlara dair yemin ederim, dedikten sonra ilâve ederdi: size bir hadis söyleyeyim onu ezberleyiniz:
«Hiçbir kulun malı sadaka verdiğinden dolayı eksilmez. Herhangi bir kula bir zulüm edildiğinde sabrederse, Cenab-ı Hak onu izzet bakımından artırır. Herhangi bir kul, kendisine, dilencilik kapısını açarsa Allah da onun üzerine bir fakirlik kapışım açar.»
Size bir hadis söyleyeyim, onu ezberleyiniz: «Dünya, dört kişinindir;
1) Bir kigi ki, Allah ona mal ve ilim vermiştir. O bu hususta Rab-binin emirlerini gözetir, sılayı rahm yapar. Allah nzası için okutur ve bilir ki, Allah'ın burada hakkı vardır. îşte bu, konakların en yücesiii-dedir.
2) Bir kişi ki Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. Onun niyeti doğrudur. Der ki:
«Eğer Allah bana mal verseydi, malımı Allah yolunda harcayan filan adam gibi ben de harcardım.» îşte bu kişi niyetiyle başbaşadir. Onunla o harcayanın ecri eşittir.
3) Bir kişi ki, Allah ona malı rızık olarak vermiş, ilim vermemiştir. O malında ilimsiz davranmaktadır. Rabbıiun emrini gözetmemektedir. Sılayı rahm yapmamaktır. Bilmez ki, Allah'ın o malda bir hakkı vardır. İşte bu konakların en pisinde ve derecelerin en kötüsünde-dir.
4) Dördüncüsü bir kuldur ki, Allah ona ne mal ne de ilim vermiştir. O der ki: Eğer Allah bana mal verseydi, filan adamın malını harcaması gibi harcardım.
Bu kişi de niyetiyle başbaşadır. Bununla o yerinde olmak temennisinde bulunduğu günahkârın günahları eşittir.»
Ahmed Bezzar, ve Tabarani, îmran bin Hasin'den rivayet ettiler:
«Zengin bir insanın dilenmesi, kıyamet gününde onun yüzünde çirkin bir yara olur. Zengin bir insamn dilenmesi, ateştir. Eğer ona az verilirse, az ateş, çok verilirse çok ateş olur.»
Müslim ve Tirmizi, Kavk bin Malik el Eşyai'den rivayet ettiler: Biz dokuz kişi idik. Bize:
«Siz Allah'ın Resulüne biat etmiyor musunuz?» diye sordular. Biz: «Neyin üzerine biat edelim?» dedik.
«Allah'a kulluk yapacağınıza, ona herhangi bir şeyi ortak koşmayacağınıza, beş vakit namazı edâ edeceğinize, Resulüllah'a ve onun halifelerine itaat edeceğinize ve halktan hiçbir şey istemeyeceğinize dair biat edeceksiniz.» dediler.
Yemin ederim, ben bu biat edenlerden bazılarını görüyordum. Elinden kamçısı düşüyor, devesinden inip kamçısını kendisi alıyordu. Halka «kamçımı bana verin» bile demiyor ve istemiyordu.
Ahmed, Ebu Zer tarikıyla rivayet eder. Allah'ın Resulü beni çağırdı:
«Sen biat edip karşılığında cennet almaya var mısın?» «Evet, ey Allah'ın Resulü, varım» dedim. Ve Resûlüllah bu biatta, bana şart koştu ki ben hiç kimseden birşey istemeyeceğim. «Evet, ben bu hususta söz veriyorum» dedim. Resûlüllah:
«Senin elinden düşen bir çırpıyı, bir kamçıyı dahi istemeyeceksin, kendin ineceksin ve alacaksın, buyurdu.»
İmam Ahmed, îbn Ebi Müleyke'den rivayet eder:
Bazı kerre halife Ebubekr Sıddikin elinden devesinin yuları düşüyordu. Yuları almak için devenin kollarına vuruyor, deveyi oturtuyor, inip yularını alıyordu. Eshab-ı kiram ona:
«Niçin bize emretmiyorsun ki biz sana verelim?» diye soruyordu. Ebubekr Sıddik:
«Benim dostum ve Allah'ın Resulü bana emretti ki hiç kimseden birşey istemeyeyim.»
İbn Ebi Şeybe, Müslim, Ebu Davud ve Nesei, Kubeyse bin Meha-rik'ten rivayet ettiler:
Ben bir borcun altına girdim. (Veya bir yükün altına girdim). Allah Resûlü'ne geldim. Bunu omuzumdan atmak için diledim:
«Yanımızda dur. Sadaka gelince sana bu yük kadar mal vermeyi emrederiz» buyurdular. Sonra:
«Ey Kubeyse! Dilenmek ancak üç kişiden birisine helâldir. 1 — Bir kişi ki bir yükün altına girmiş, ona o yükü omuzundan atmcaya kadar dilenmek helâldir. Sonra dilenmekten vazgeçer. 2 — Bir kişi ki ona bir felâket isabet etmiş, malını götürmüş. O maişetini temin edinceye kadar dilenebilir. 3 — Bir kişi ki ona bir fakirlik isabet etmiş, ona da dilenmek helâldir. Öyle fakir olmuş ki, kavminden akıl sahiblerinden üç kişi «filân adama bir fakirlik isabet etti» diyorlar. Ey Kubeyse! Bu üç kişiden başkasının dilenmesi haramdır. Bu üç sınıfa girmeden dilenen bir insanın dilenmiş olduğu malı haramdır, yiyeceği haramdır.»
Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei, İbn Ömer'den rivayet ediyorlar:
Resulü Ekrem minberin üzerinde olduğu halde sadakayı ve iffeti zikrederek, buyurdu:
«En yüksek el en alçak elden daha hayırlıdır. En yüksek el Allah nzası için veren eldir. En alçak el de dilenen eldir.»
îbn Hibban, Ebu Zer'den rivayet etti.
Allah'ın Resulü bana:
«Ey Eba Zer! malın çokluğunu zenginlik olarak mı görüyorsun?» diye sordu.
«Evet, ya Resûlellah, öyle görüyorum» dedim.
Buyurdu:
«Malın azlığını fakirlik olarak mı görüyorsun?»
Ben:
«Evet, ey Allah'ın Resulü, öyle görüyorum.»
Buyurdu:
«Zenginlik ancak kalbin zenginliğidir, fakirlik de ancak kalbin fakirliğidir.»
İmam Ahmed - Ebu Davud ve Tirmizi, Nesei ve Beyhaki, Enes'-ten rivayet ettiler.
«Ensardan bir kişi Allah'ın Resûlü'ne geldi ve diledi. Allah'ın Resulü:
«Senin evinde hiçbir şey yok mudur?»
«Evet bir palas vardır. Onu giyiyoruz. Öbür yarışım da yayıp üzerinde oturuyoruz. Bir de su içmek için bir maşrabanuz vardır. Başka birşey yoktur.» dedi.
Cenab-ı Peygamber:
«Git onların ikisini bana getir» dedi. Ensarî onları Resûlüllah'a getirdi. Peygamber onları eline aldı:
«Kim bunları satın almak istiyor?»
Bir kişi:
«İkisini bir dirheme satın almak istiyorum Ya Resûlellah» dedi.
Allah'ın Resulü:
«Kim daha fazla verir? Bir dirhemden fazla kim verir?»
İki veya üç defa bu sözü tekrar etti. Bir kişi: «Ben onları iki dirhemle kabul ederim» dedi. Resûlullah onları o kişiye verdi. İki dirhemi alıp Ensarh zata uzattı. Ve:
«Bunların birisiyle yemek al. Çocuklarına götür. Birisiyle de bir keser al, bana getir.» dedi.
Ensarh zat, keseri Resûlüllah'a getirdi. Cenab-ı Peygamber eliyle kesere bir sap vurdu. Sonra:
«Git, odun getir, sat ve onbeş gün seni görmeyeyim» dedi.
Ensarh gitti, Resûlüllah'ın dediğini yaptı. Onbeş gün sonra Peygambere geldi. On dirhem kazanmıştı. Onların bir kısmıyla elbise, bir kısmıyla da yemek almıştı. Allah'ın Resulü:
«Bu durum senin için kıyamet gününde gelip dilenmenin senin yüzünde siyah benler teşkil etmesinden daha hayırlıdır. Dilenmek ancak üç simf için elverişli olur: Fakru-zaruretin altında inim mim inlemiş kişi veya dehşetli bir borca dalmış kişi veya acıtıcı bir kanın altına girmiş kişi» buyurdu.
Ebu Ya'la Ebu Hureyre'den rivayet ediyor:
«Sakın dilenmekte ilhan etmeyiniz. Çünkü ilhan suretiyle bizden birşey alan bir kimse için 6 şeyde bereket olmaz.»
Malik, Ata bin Yesar'dan rivayet etti:
Resulü Ekrem Hz. Ömer'e bir hediye gönderdi. Ömer hediyeyi geri çevirdi. Cenab-ı Peygamber Ömer'den sordu:
«Niçin bunu geri çevirmişsin?»
Ömer:
«Ey Allah'ın Resulü! Sen bize haber vermedin mi ki herhangi birimizin en hayırlısı hiç bir kimseden bir şey almayanımızdır.»
Resûlüîlah:
«Ben bunu söyledim. Fakat bu dilenmek suretiyle olursa böyledir. Dilenmeksizin sana gönderilen ise, o bir nzıktır, Allah onu sana göndermiştir.»
Ömer:
«Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, bundan sonra hiçbir kimseden birşey istemeyeceğim, fakat istemeksizin bana gelen bir şeyi de geri çevirmeyeceğim.»
Bu hadisi şerif hediye yoluyla gelenin helâl olduğunu bize haber veriyor.
İmam Ahmed ve Beyhaki, Aişe validemizden rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü bana:
«Ey Aişe! Dilenmeksizin bir kimse sana birşey verirse, onu kabul et O ancak bir nzıktır, Allah onu sana arzetmiştir.»
Ebu Ya'la, Vasıl bin Hattab'dan rivayet ediyor: Sordum:
«Ey Allah'ın Resulü! Siz, en hayırlısı senin için hiçbir kimseden birşey istememendir» buyurdun.
Cenab-ı Peygamber:
«O istemek suretiyle gelirse öyledir. Fakat istemeksizin gelen ancak bir nzıktır. Allah sana o rızkı vermiştir» buyurdu.
İmam Ahmed, Haüd bin Adiyy el-Cüheni'den rivayet ettiler: Resûlüllah'tan dinledim:
«Dilenmeksizin kardeşinden bir iyilik bir kimseye gelirse, (nefsinde beklemeksizin böyle bir şey gelirse) onu kabul etsin, reddetmesin. Bu bir nzıktır, Allah onu sevketmiştir.»
îbn Ebi Hatim, Ebu Said Hudri tarikıyla rivayet etti:
«Kimin bir evkiye (yani kırk dirhem) lik serveti olduğu halde dilenirse, o, dilencilikte ilhah eden zümreye dahil olduğu gibi haram, işlemiş oluyor.»
İmam Ahmed, Ata bin Yesar'dan rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Bir evkiye serveti olduğu halde dilenen bir kimse dilencilikte ilhah etmiş oluyor.»
İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor.
«Kim ki kendisini zengin edecek kadar malı olduğu halde, dilenirse onun zenginliği kıyamet gününde onun yüzünde yaralar ye bereler şeklinde olduğu halde haşre gelir.»
Eshab-ı Kiram:
«Ey Allah'ın Resulü! Onun zenginliği ne kadardır?n
Cenab-ı Peygamber:
«Elli dirhem veya elli dirhem karşılığı altındır.»
Hafız Ebul Kasım Tabarani, Muhammed bin Şirin tarikıyla rivayet ediyor:
«El Haris, Şam'da Kureyşten olan bir kişiye Ebu Zer'in ihtiyacı, olduğunu söyledi. O kişi Medine'de bulunan Ebu Zer'e (300) üçyüz dinar gönderdi. Ebu Zer, bu dinarlar geldiğinde:
«Acaba Abdullah benden daha kıymetsiz bir kimseyi yanında bulamadı mı?» dedi ve devamla:
«Ben Resûlüllah'tan dinledim; kimin kırk dirhemi olduğu halde dilenirse o ilhah etmiş oluyor. Ebuzer'in ailesinde (kendi ailesini kastediyor) kırk dirhem vardır. Kırk koyunu vardır, Ud tane de hizmetçisi vardır» dedi.
İbn Merduyeh, Amr ibn Şuayb'tan Resûlüllah'tan rivayet etti:
«Kimin kırk dirhemi olduğu halde dilenirse, o muinin (yani ilhah etmiş) oluyor ve o aldığı da kızgın kum gibidir.»
(274) Mallarım gece ve gündüz gizli ve aşikâra hayra harcayan kimseler var ya! İşte onların Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır...»
Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen rivayetler:
Bu âyet, Allah rızası için bütün vakitlerde, (gecede, gündüzde) bütün durumlarda mallarını infak edenler hakkında gelmiştir. Hatta kişinin aile efradına verdiği nafaka da buna dahildir. Nitekim Sahi-hayn'da sabit olmuştur: Feth senesi hasta düşen Saad bin Ebi Vak-kas'ı Resûlüllah (S.A.V.) ziyaret etti. Bâzı rivayetlerde bu olay Hac-cet-ul Veda senesinde olmuştur. Ve Saad'a hitaben şunu söyledi:
«Allah rızasını taleb etmek maksadıyla herhangi bir nafakayı ve« rirken onunla derecen yükselir ve bir yüce makamı elde edersin. Hatta hanımının ağzına verdiğin lokma da böyledir.»
İmam Ahmed, İbn Mesud tarikıyla, o da Allah'ın Resûlü'nden rivayet etti:
«Müslüman bir kimse aile efradına bir nafaka verirse, ve bunu da hasbeten lillah yaparsa, o, nafaka onun için sadakadır.»
Said bin Yesar, Yezid bin Abdullah'tan rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Bu âyeti celîle, Hayl eshabı (at sahihleri) hakkında nazil olmuştur.»
Habeş es-Senânî İbn Şihab'tan, o da îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Hayl eshabı, o kimselerdir ki, Allah yolunda cihad etmek için at beslerler.»
Ebu Ümame'den Saîd bin Müseyyüb'ten, Mekhul'den rivayet ediliyor:
Hz. Ali'nin dört dirhemlik malı vardır. Allah rızası için bir dirhemi gece verdi. Bir dirhemi gündüz, bir dirhemi gizli, bir dirhemi de açıkda verdi. Onun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.
İbn Cerir de Abdulvahab bin Mücahid yoluyla böyle rivayet ediyor. Fakat bu zat zaiftir.
İbn Merduyeh başka bir yoldan îbn Abbas'tan rivayet ediyor. «Bu âyet, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur.» [90]
(275) Ribayı (Faizi) yiyenler (kabirlerinden, şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu da, onların «Alım - satım da ancak faiz gibidir!» demelerindendir. Halbuki Allah, alış - veriş; helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbisînden bir öğüt gelir de (faizden) vaz geçerse, geçmişi kendisinedir. Onun emri Allah'a aiddir. Kim (faizciliğe) dönerse işte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar ateşte kalıcıdırlar.
(276) Allah faizin bereketini kaldırır, sadakaları artırır. Allah pek nankörlük yapan ve çok günahkâr olan hiç bir kimseyi sevmez.
(277) Şübhesiz ki, iman eden, iyi amellerde bulunan, namaz kılan, ve zekât verenler için Rableri katında ecirler vardır. Onların üzerinde korku yoktur. Ve onlar üzülmezler de.
(278) Ey îman edenler! Allah'dan korkunuz! Eğer mü'minler iseniz faizden arta kalanı bırakınız.
(279 Eğer (bunu) yapmazsanız, Allah ve Resûlü'ne karşı açılmış bir savaşta olduğunuzu biliniz. Eğer tevbe ederseniz mallarınızın başlan (sermayeniz) sizindir. Böylece ne zulmeder ne de zulme uğrarsınız.
(280) Eğer borçlu darda ise, zengin oluncaya kadar mühlet veriniz. Eğer biliyorsanız alacağınızı sadaka edip bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.
(281) Öyle bir günden korkunuz ki, o günde Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancı kendisine eksiksiz verilecektir! [91]
(275) Faizcilik İslam'dan önce bulunan bir usuldür. Hangi zamanda ihdas edildiğine dair elimizde kesin bir delil yoktur. Yalnız Yahudilerin protokollanndan nakledildiğine göre «Yahudi Yahudîden faiz almaz, fakat diğer insanlardan faiz alır!» yazılıdır. Demek ki kökü tâ o zamana dayanıyor faizin!..
İslâm kesinlikle faizi haram olarak ilân eder. «Faizi yiyenler, (kabirlerinden ancak şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkar!...»
«yiyenler» tâbirinden, yemenin malın en büyük yaran olduğuna ve faizin daha fazla yiyeceklerde yaygın olduğuna işaret vardır. Faiz, zamandaki veya bedeldeki fazlalıktır. Meselâ, bir yiyecek maddesini diğer bir maddeye karşı satar veya bir parayı diğer bir para ile değiş tokuş yapar. Fakat birisini bilâhere teslim edeceğini şart koşar! Ya da yüz gıram altını yüz bir gıram ile değiştirir. Bu iki muamele de caiz değildir. «Faizciler, kabirlerinden saralının kalktığı gibi kalkarlar.» Âyeti Celilesi muhatablannın «Şeytan insana çarpar» kanaatına göre varid olmuştur. Faizcilerin, deliler gibi kalkış ve düşüşleri akıllarında bulunan bir eksiklikten ötürü değildir. Aksine Alah, onların mi-delerindeki, faizi artırır, onlara ağırlık yaparak düşürür! Bu cezanın sebebi, alış - veriş ile faizi aynı gözle görmeleri ve ikisini bir ipe takmalarıdır. Zira İkisi de kâr getirir. Nasıl alış - verişten gelen kâr helâl İse, faizden gelen kâr da helâldir, dediler. Faiz ile alış - verişin arasındaki fark apaçıktır. Zira bir dirheme karşılık olarak iki dirhem vermek, yüzde yüz bir dirhemi kayıp etmek demektir. Amma bir dirhem eden bir malı, iki dirhemle satın alan ya ihtiyaçtan veya bir kân beklemekten dolayı böyle aldığı için zararı telâfi edilmiş demektir.
«Allah alış verişi helâl, faizi haram kılmıştır.» Bu Âyet, faizin her zaman ve her yerde ister Müslümandan alınsın, ister gayri müs-limden alınsın, haram olduğunu ilân eder. Allah (C.C.), «Şu zamanda, şu memlekette faiz haramdır. Filan memlekette, fişmekân zamanda helâldir» demedi. Mutlaka haram olduğunu ilân etti. Hanefî mezhebinin metinlerinde «Darül-harbde kâfir ile Müslüman arasında faiz yoktur!» diye yer alan ibarenin tahlili çeşitli şekillerde yapılmıştır. Meselâ Fethul-Kadir'in haşiyesi «El-İnaye»de «Darül-harbde dahî, kâfir ile Müslüman arasında faiz alıp vermek yasaktır» denmektedir.
Yine aynı kitabın haşiyelerinde «Bu metin, Makhıü tarafından gelen bir Hadîsi Mürseldir. Delil olup olmaması tartışılmıştır.» denilmiştir.
«Bu hadise herhangi bir müsnedde rastlanmamıştır. Üstelik Ebu-Hanîfeden rivayet edilen sadece «Darül-harbde faiz yoktur!» kadarıdır. «Müslüman ile Harbî Kâfirin arasında!» ki bölüm bazı meşayihin ders esnasındaki takrirleridir» denilmektedir.
Bir de Hanefîlerden Ebu-Hanife ile talebesi îmamı Muhammed bu durumu savunmuşlardır. Ebu-Yusuf ise diğer üç mezheb|n imamları gibi «Her zaman ve her yerde faiz haramdır!» demiştir. Üstelik Ebu-Hanîfe ile îmamı Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî «Müslüman Darülharbde faiz ile parasını kâfire verebilir. Fakat kâfirden faizli para alamaz.» demişlerdir.
Faizin bereketini Allah gidermiştir. Sadakaların sevabını ise, kat kat artırmıştır. Bu sırra binaen Alah'ın Resulü, «Şübhesiz ki, Allah sadakanızı alıp herhangi birinizin tayını ve buzağısını büyüttüğü gibi büyütür!» demiştir.
Başka bir hadîsde de «Hiç bir mal yoktur ki, zekâttan ötürü eksilsin!..» demiştir.
(276) «Allah, kâfirlikte pek ileri gideni ve günâha dalanı sevmez!.»
Kâfirlikte pek ileri gidenden maksat, haramları helâl telâkki edenlerdir. Günâha dalandan maksat, helâl ve haramı ayırdetmiyenlerdir.
«Benî - Sâkif» kabilesinin Kureyşden faiz alacağı vardı. O, faizin zamanı geldiğinde «Haydi malımızı veriniz!» diye Kureyşlileri sıkıştırdılar. Bunun üzerine «Ey îman edenler! AUah'dan korkunuz ve faizden arta kalanı bırakınız!...» Âyeti nazil oldu. Halktan sermayeden fazla alacağız diye şart koştuğunuz faizi almayınız, dendi.
(279) «Eğer faizi almaktan vazgeçmezseniz Allah ve Resûlü'nden gelen bir savaşta olduğunuzu biliniz!»
«Bir savaş» tâbiri, gelecek savaşın büyüklüğünü ilân eder.
Âyeti Celîle, murabînin hükmü, bağînin hükmü gibi olduğunu bildirir. Rivayete göre bu Âyetin nüzulü (inişi) anında Benî-Sâkifliler: «Allah ve Rasûlü'nün harbine gücümüz yetmez!» dediler ve faizden vazgeçtiler.
«Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Ne zulmeder ne de zulm edilirsiniz!» Bu Âyeti Celîle, îslâmm «Ne kimseye zarar verilir ne de zarar kabul edilir!» kaidesini getirmiştir. Ve yine bu Âyeti Celîle delâlet eder ki, «Faizcilikten tevbe etmedikleri takdirde sermayeleri faizcilere geri verilmez. Zira haramı helâl telâkki etmek irtidattır!»
(280) «Eğer borçlu fakirse, zengin oluncaya dek ona mühlet veriniz. Bağışlamanız size daha hayırlıdır!...» Yani geciktirmeden daha hayırlıdır veya aldığınızdan daha hayırlı olur. Çünkü sevab, kat kattır.
Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Müslüman bir kimsenin alacağım tahsil etme zamanı geldiği halde (Ödeyenin takatsızhğına bakar ve tehir ederse, her gün için bir sadaka, defterine yazılır!)» buyurmuştur.
(281) «Öyle bir günden sakınınız ki o günde Allah'a döndürüleceksiniz!»
Bu gün, ya Kıyamet günü veya ölüm günüdür. «Sonra her nefse kazandığı verilir ve onlara zulmedilmez!» Bu Âyet İbnu-Abbas (R.A.)'a göre Cebrail'in en son getirdiği ve Resûlüllah'a «Bu Âyeti, el-Bakara'-nın iki yüz sekseninci Âyetinin başına koy!» dediği Âyettir. Bu olaydan sonra Allah'ın Resulü «yirmi bir gün» yaşadı. Bâzıları seksen bir gün, bâzıları yedi gün, bâzıları da üç saat yaşadı demişlerdir. [92]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(275) Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış bir tarzda kalkarlar. Bu, onların «Alış veriş de ancak Riba gibidir» demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helâl, Ribayı ise haram kılmıştır...»
Bu âyeti celîle hakkında varid olan eserler: İbn Cerir, Mücahid'den rivayet eder:
«Cenab-ı Hakkın yasakladığı Riba, o Ribadır ki, cahiliyet ehli bir kimseye borç verirlerdi. Borcun alma zamanı geldiğinde verecekli (borçlu) alacaklıya «şu kadar borcuma ekler, şu kadar zaman sonra verirsem olur mu» derdi. O da, olur diye kabul ederdi. İşte bu âyetteki Riba budur.»
îbn Cerir, Katade'den rivayet etti:
Cahiliyet ehlinin Ribasi, kişi belli bi zamana kadar bir mal satın alırdı, O zaman geldiğinde borçlu borcunu edâ etmekten aciz ise, borca birşeyler eklemek suretiyle yeni bir zaman ve yeni bir mühlet isterdi.»
Ahmed, Bezzar, Rabi bin Hubeys'ten rivayet ettiler: Allah'ın Resûlü'nden soruldu:
«Kazancın hangisi daha helâl, daha güzeldir?»
«Kişinin kendi eliyle kazandığı daha helâl ve daha güzeldir. Bir de dinen geçerli olan alış-verişle elde ettiği daha güzel, daha helâldir.»
Müslim ve Beyhaki, Ebu Said'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resûlü'ne bir hurma getirildi. Cenab-ı Peygamber:
«Bu bizim hurmalarımızdan değildir. (Yani Medine hurması değildir) buyurdu.» Getiren kişi:
«Ey Allah'ın Resulü! Biz kendi hurmalarımızdan iki avuç verdik, bundan bir avuç aldık.» dedi.
Cenab-ı Peygamber:
«İşte bu, Ribadır. Onu geri veriniz. Sonra bizim hurmamızı onlara satınız. Sonra bizim için bu hurmadan satın alınız» buyurdu.
Abdurrezzak, îbn Ebi Hatim, Aişe validemizden rivayet ettiler:
Bir kadın Âişe validemizden sordu:
«Siz Zeyd bin Erkam'ı tanıyor musunuz?»
Aişe validemiz: «Evet, tanıyorum» dedi.
«İşte ben Zeyd bin Erkam'a bir köle sattım, falan zamana kadar, (800) sekiz yüz dirheme. Sonra para bakımından sıkıştı. Köleyi bana zamanı gelmezden önce (600) altı yüz dirheme sattı". (Buna ne buyuru-yorsun?)
Aişe validemiz:
«Senin sattığın da satın aldığın da çok kötü birşeydir. Git Zeyd'e söyle! O Alan Resulü Ue beraber olan cihadını iptal etmiştir. Eğer bu işten tevbe etmezse, cihadı iptal edilmiş olur.»
Kadın:
«Ey Aişe! Acaba ben bu arada kalan (200) ikiyüz dirhemi affedersem, (almazsam), sadece (600) altı yüzü alırsam Zeyd ve ben bu işten kurtulur muyuz?»
Âişe validemiz:
«Evet, kurtulursunuz» dedi ve şu âyeti okudu:
«Kime Rabbinden bir öğüt gelir de Ribaya son verirse artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir...»
Ebu Naim «El-Hilye»de Cafer bin Muhammed'den rivayet etti. Bu zattan «Niçin Allah Ribayı haram kılmıştır?» soruldu. Buyurdu:
«Ta ki, insanlar birbirlerine iyilik yapmaktan menolunmasınlar. Ribadan ötürü birbirlerine borç vermekten imtina etmesinler.»
İbn Cerir ve İbnul-Munzir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar: «Riba yiyen bir kimse kıyamet gününde mecnun olarak, (zaman zaman sar'aya tutularak) haşrolunur.»
Abd bin Humeyd, İbn Cerir ve İbnul Munzir başka bir yoldan İbn Abbas'tan rivayet ederler:
«Bu âyetteki manzara, Ribacının kabrinden haşre gönderildiği çağdaki manzaradır.»
Abdurrezzak, Ahmed ve Beyhaki Kâab'tan rivayet ettiler: «Ribadan yediğin bir dirhem ki Allah onu riba olarak yediğini biliyor benim katımda otuzüç zinadan daha korkunçtur.»
Tabarani «Evset»te ve Beyhaki, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: «Ribanın bir dirhemi Allah katında otuz altı zinadan daha şiddetlidir. Kimin eti haramdan biterse, o ete ateş daha uygundur.»
îbn Ebi Dünya «gıybet» konusunda ve Beyhaki, Enes'ten rivayet ettiler:
«Allah'ın Resulü bir gün hutbe okudu. Ribadan bahsetti. Ribanın korkunçluğunu gözler önüne serdi ve buyurdu:
«Kişinin almış olduğu bir dirhemük Riba Allah katında, hata yönünden kişinin işlemiş olduğu otuzaltı zinadan daha korkunçtur. Ribanın en korkuncu müslüman bir kişinin aleyhinde bulunup onun haysiyetini payimal etmektir.»
Tabaranİ, Avf bin Malik'ten rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Af olunmayacak (korkunçluğundan kinayedir) giinahlaıdan sakınınız. Onlar: ğulûl ile Riba'dır. Ğulûl, ganimet malından, (devlet hazinesinden) çalmaktır. Kim ki, bu maldan herhangi birşey çalarsa, kıyamet gününde onunla beraber haşre gelir. Kim ki Bibayı yerse, Allah onu mecnun olarak hasreder. O haşre gelirken düşüp kalkıyor» dedikten sonra şu âyeti okudu:
«Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olarak mezarlarından kalkarlar.»
Abdurrezzak, Ahmed, Buhari, Müslim ve İbn ul Munzir, Aişe validemizden rivayet ettiler:
«El Bakara sûresinin son âyetleri Riba hakkında nazil olduğunda Cenab-ı Peygamber mescide çıktı. Onları halka okudu. Sonra içki ticaretini haram kıldı.»
Ebu Davud ve Hakim, Cabir'den rivayet ettiler:
«Vakta ki «Riba yiyenler ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka bir tarzda kalkmazlar» âyeti indi, Allah'ın Resulü:
— Kim ki, muhabere muamelesini terketmezse, o Allah'a ve Resulüne karşı harp ilân etsin.» dedi.
Hadisin metninde bahsi geçen Muhabere, müzarea muamelesidir. Yani kişi arazisini o araziden çıkan mahsulün bir kısmını almak karşılığında kiraya veriyor.
Muhabere haram olduğu gibi Müzabene ve muhakele de haramdır. Müzabene; ağacın üzerindeki yaş ve toplanmamış meyveyi aynı meyvenin cinsinden kurutulmuşlarla değiştirmektir. Muhakele; daha harman edilmemiş buğdayı (yani sapında bulunan buğdayı) başakta bulunan buğdayı tasviye edilmiş buğday ile değiştirmektir. Bu eşya ve bunlara benzer şeylerin haram olması, Riba kökünü kesmek ve kaldırmak içindir! Çünkü iki şeyin arasındaki eşitlik bilinmiyor. Kuru-mazdan önce onu takdir etmek zordur. Bunun için fâkihler, eşitliği bilmemek gerçekten fazla bir şekilde değiştirmek gibi hüküm oluyor diye bu noktadan hareket ederek Ribaya vardıran yollan daraltmak, Ri-baya götüren vesileleri ortadan kaldırmak için içtihadlanna göre birçok şeyleri haram ilân etmişlerdir.
İmam Ahmed, îbn Mace ve Îbn-Cerir, Hz. Ömer'den rivayet ediyorlar:
«Kur'an'ın en son inen (ahkâm) âyeti Riba âyetidir. Allah'ın Resulü o âyeti bize tefsir etmeden, (açıklamadan) önce vefat etti. Binaenaleyh Riba ve şüpheli şeyleri bırakınız.»
Buhari, Ebu Abd ve İbn Cerir ve Beyhaki «Delail»inde Eş Şa'bita-' rikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Cenab-ı Hakkın peygamberi üzerine en son indirdiği (ahkâm) âyet Riba âyetidir.»
El Beyhaki «Delail»inde Said bin Müseyyeb tankıyla da Hz. Ömer'in «Allah tarafından en son indirilen âyet Riba âyetidir» dediğini naklediyor.
Sahihayn'da Numan bin Beşir'in tarikıyla gelen bir hadiste Allah'ın Resulü buyuruyor:
«Şüphesiz helâl apaçıktır. (Yani Kur'an helâlin ne olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir.) Haram da açıktır. (Kur'an onu da bildirmiş). Helâl ile haram arasında şüpheli bir takım emirler vardır. Kim ki şüphelilerden sakınırsa, o hem dinini, hem namusunu korumuş olur. Kim ki şüphelilere girerse harama girmiş olur. Tıpkı korunun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi. Yaklaşır ki sürü koruya girsin!»
Sünende Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'dan rivayet ediliyor:
«Ceddim Resûlülah'tan dinledim! Seni şüpheye sokanı bırak, şüpheye sokmayana yapış, buyuruyordu.»
Başka bir hadiste «Günah, o şeydir ki kalbi gıdıklıyor, nefis onun hakkında tereddüd ediyor. Halkın onu görmesini istemiyor.»
Başka bir rivayette «Halk sana fetva verse dahi, halk sana fetva verse dahi kalbinden fetvayı iste» buyurulmaktadır.
îmam-ı Gazali, «Bu, özel olarak bir sahabi için söylenilmiş bir hadisi şeriftir. Genel bir hüküm olmaz» diyor.
tbn Mace, Heyyac bin Bostan'm tarikıyla Ebu Said el Hudri'den şu hadisi rivayet ediyor:
Hz. Ömer bize hutbe okudu:
«Şüphesiz ki, umulur ben size elverişli olan birtakım şeylerden sizi menetmeye kalkışayım. Veya size elverişli olmayan bir takım şeyleri size emretmiş olayım. Şüphesiz ki, Kur'an'ın iniş yönünden en son âyeti Riba âyetidir. Şüphesiz ki, Resûl-ü Ekrem onu bize açıklamadan önce vefat etti. Binaenaleyh sizi şüpheye düşüreni bırakınız. Kesinlikle sizi şüpheye düşürmiyeni yapınız.»[93]
îmam Ahmed, Hüseyin'den o da Hasan Basri tarikıyla rivayet ediyor. Ebu Hureyre'den dinledik. Allah'ın Resulü:
«insanlar üzerine bir zaman gelecektir ki, onda Riba yiyeceklerdir.» buyurdu. Ravi «Allah'ın Resûlü'nden soruldu:
— Bütün insanlar mı yiyeceklerdir?
Cevab:
— Riba yemiyenlere de Ribanın tozu dokunacaktır.» dedi.
Bu hadisi, Ebu Davud, Nesei ve İbn Mace de başka yollardan rivayet etmişlerdir, işte haramlara götüren vesileler de bu kabildendirler. İbn Kesir, bu konuda şunları da kaydediyor:
Riba konusu birçok ehli ilme bütün konulardan daha girift, daha müşkil, daha zor gelmiş bir konudur. Emiril Müminin Ömer İbn Hat-tab:
«Üç konu vardır. İsterdim ki, Allah'ın Resulü onların hakkında bize bir açıklama yapsaydı. Ta ki biz onun çizmiş olduğu hududda durmuş olsaydık. O konular: Dedenin miras meselesi, kelâle meselesi ve Ribânın bablanndan bazı bablar (Ribâ meselelerinden bazı meseleler) ve kendisinde Riba şaibesi (kokusu) olan bir takım meselelerdir» buyurdu.
Allah'ın sistemi şahittir ki, her haram gibi, haramın vesilesi de haramdır. Çünkü harama götüren haramdır. Nitekim vacibin tamamlanmasına vesile olan da vacibdir.
îmam Ahmed, Ebu Muaviye'den, A'meş'ten, Müslim bin Su-beyh'ten, Mesruk'tan, Aişe'den rivayet etti:
«El-Bakarâ'nm son âyetleri Riba hakkında nazil olduğunda Allah'ın Resulü mescide gelip o âyetleri okudu. İçki ticaretini haram ilân etti»
Bu hadisi, Tirmizi hariç diğer cemaat, (sünen sahihleri) rivayet etmişlerdir. Buhari bu âyetin tefsirini yaparken «Cenab-ı Hak bunların ticaretini de haram kılmıştır» dedi. Buhari'nin Aişe validemizden gelen diğer bir lafzında «El Bakara sûresinin son âyetleri riba hakkında nazil olunca Resûlullah halka okudu. Sonra içki ticaretini haram kıldı» şeklindedir.
Bu hadis üzerinde konuşma yapan bazı hadis imamları şöyle diyorlar:
Riba ve vesileleri haram kılındığında içki ve ona götüren ticaretler ve benzerleri de haram kılındı. Nitekim Müslim ve Buhari'nin ittifakla rivayet ettiği hadiste Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:
«Allah, yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlan haram kılındı. Onlar o iç yağlarını eriterek, satıp parasını yediler.» Yani hileye kaçtılar. Daha önce muhallil bahsinde ge;en hadiste, Cenab-ı Hak Ribayı yiyene, yedirene ve iki şahidine ve kâtibine lanet ettiği geçti. Hadis imamları Ribanın üzerinde şahitlik ve akdini yazmak ancak şeı^i bir akid suretinde belirtilirse, olur dediler. Şer'i bir akid suretinde belirtiliyor, fakat içi fasidtir. Öyleyse burada itibar mânâyadır, surete değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Meselâ: Ribayı kişi yemek istiyor. Fakat direkt yemiyor. Birtakım hileli yollara başvuruyor. Ve böylece zahirde, (surette) şer"i bir hüküm haline getiriyor. Fakat gerçekte Ribadır. Böyle bir muamele dinen memnu'dur..
Sahih'te «Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak Allah sizin kalblerinize ve amellerinize bakar» denilmektedir.
îbn Kesir bunlan söyledikten sonra şunu da ekliyor:
îmam ve allame îbn Teymiye Îbtalitahyil (Hileli muameleleri ibtal) hususunda bir kitab telif etmiştir. Bu kitabda batıla götüren vesilelerin tamamım yasaklayan hadisler ve hükümler yer almaktadır. Ve orada kifayetli bir şekilde izahat vermiş ve hastalıklara şifa getirmiştir. Allah ona rahmet etsin ve ondan razı olsun. [94]
(276) Allah Ribayı yokeder. Sadakaları artırır. Allah oldukça günahkâr olan kâfirlerin hiçbirini sevmez...»
İbn Cerir «Bu âyet, tıpkı Abdullah bin Mes'ud'dan gelen hadisin naziridir. O hadis şudur: «Riba, ne kadar çoğahrsa çoğalsın, onun neticesi azlığa dönüşür.» Bu hadisi, îmam, Ahmed «Müsned»inde rivayet etmiştir.» Riba hernekadar çoğalırsa neticesi azlığa dönüşür» den mak-sad, neticede hüsran yokluk ve iflas vardır demektir. îbn Mace bu hadisi Abbas bin Cafer'den rivayet etmiştir. Bu, maksudun tam aksine veren muamele kabilindendir. Nitekim îmam Ahmed, Emirilmüminin Hz. Ömer'den gelen şu rivayeti kaydetmektedir:
«Hz. Ömer mescidden çıktı. Yayılmış bir taamı gördü. «Bu taam nedir?» diye sordu, Dediler ki bize celbedilmiş bir taamdır.» Hz. Ömer:
«Alan sizin için, bu taamda ve onu celbedende bereket kılsın.» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer'den soruldu:
«Ey müminlerin emiri! O adam ihtikâr yapmıştır.»
Hz. Ömer:
«Kim bu taamı ihtikâr etmiştir? O adam kimdir?»
Dediler ki:
«Hz. Osman'ın azadlısı Ferruh, ve senin kölen filan zat.»
Hz. Ömer onların ikisini de huzuruna çağırdı:
«Müslümanların yemeğini ihtikâr etmeğe (yani karaborsa yapmağa) sizi iten nedir?»
Dediler:
«Ey Müminlerin Emîri! Biz malarımızla (yani paramızla) satın alıyor ve satıyoruz.»
Hz. Ömer:
«Ben Resûlüllah'tan dinledim. Buyurdu:
«Kim ki, müslümanlann üzerinde taamlarını ihtikâr ederse, Allah (C.C.) onunla ona vurur. (Yani neticesi iflâstır) Veya cüzzamla vurur.» »
Hz. Ömer bunları söylediği zaman Ferruh:
«Ben Allah'a da, sana da söz veriyorum ki, hiçbir taam hususunda hiçbir zaman böyle bir şey artık yapmayacağım!»
Hz. Ömer'in azadlısı ise:
«Biz ancak malımızla alır ve satarız deyip böyle yapacağında İsrar etti.» Hadisenin ravisi olan Ebu Yahya diyor ki:
«Ben, ömrümün sonunda bu azadlı köleyi, cüzzam hastalığına tutulmuş olarak gördüm.»
İbn Mace, El Heysem bin Rafi'den rivayet ediyor: «Kim ki, müslümanlar üzerinde taamlarını (yani gıdalarını) karaborsa yaparsa, (ihtikâr ederse) Allah ona iflas ve cüzzamı isabet ettirir.» Bu hadisde hem iflâs var, hem de cüzzam.. Bunlar, maddi de olabilir, manevî de olabilir. Dikkat edilsin.
Sadakaların çoğalması hususunda Buharı, Abdullah bin Kesir (veya Kuseyr)den, o Ebu Nadr'dan ve Abdurrahman bin Abdullah bin Dinar'dan, o babasından, o Ebi Salih'ten, o Ebu Hureyre'den rivayet ediyor:
«Kim ki, bir hurma kadar helâldan ve kazancından sadaka verirse, sadece helâl kesbten verilen sadakayı kabul eden Cenab-ı Hak, onun o sadakasını sağ eliyle kabul ediyor. Sonra o sadakayı sahibi için artırıyor. Tıpkı birinizin küriğini (at yavrusunu) besleyip onun dağ kadar olmasını sağlaması gibi.»
Buhari zekât kitabında böyle rivayet etmiştir. Tevhid kitabında Halid bin Muhalled bin Süleyman bin Bilal'dan, Abdullah bin Dinar'dan benzerini rivayet etmiştir. Müslim de zekât bahsinde bunun benzerini rivayet etmiştir.
îbn Hibban, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Allah sadakayı sağıyla kabul eder. Sizin için onu besleyip artırır. Tıpkı sizden birisinin at yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi... Hatta bir lokmanız (bazen) Uhud dağı kadar olur. Bunun tasdiki Cenab-ı Hakkın kitabındadır. «Allah Ribayi yok eder, sadakaları arti-nr\»
tbn Cerir'in Ebu Hureyre tankıyla rivayet ettiği hadiset:
«Kul, helâlinden sadaka verirse Allah onu Sağıyla (eliyle) alır. Kabul eder. Birinizin küriğini beslediği gibi besler. Şüphesiz ki kişi bir lokmayı sadaka verir. O Allah'ın elinde veyahut Allah'ın keffinde ço-ğalup Uyud dağı kadar olur. Binaenaleyh sadaka veriniz.»
«Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve Riba hesabından arta kalanı bırakınız. Eğer gerçek müminler iseniz...»
Bu âyet, «Beni Sakif» boyundan olan «Beni Âmr bin Umeyre» kabilesi ile Kureyş boyundan olan «Beni Muğire» kabilesi hakkında nazil oldu. Cahiliyet döneminde bu iki kabile arasında Riba muamelesi vardı. İslâm geldi ve İslama girdiklerinde Beni Sakif o Ribalarmı Beni Muğire'den almak istediler. İstişare ettiler. Beni Muğire:
— Biz İslâmdaki kazancımızla İslâmda Ribayı ödemeyeceğiz, dediler. Mekke valisi îtab bin Esid (R.A.), Allah'ın Resûlü'ne bu hadiseyi yazdı ve o zaman bu âyeti celîle indi. Cenab-ı Peygamber bu âyeti İtab'a yazdı:
(278) Ey müminler! Allah'tan korkunuz ve Riba hesabından arta kalanı bırakınız. Eğer gerçek mümin iseniz böyle yapınız. Yok, eğer bu Ribayı terketmezseniz bilin ki, Allah'a ve peygamberine karşı harbe girmişsiniz.»
Bu âyeti dinleyen bu kabileler:
«Biz Allah'a tevbe ettik. Ribanın geri kalan kısmını da bıraktık»
dediler. Ve hepsini bıraktılar.
İbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi-Hâtim, Süddi'den rivayet ettiler:
«Bu âyet, Resûîullah'm amcası Abdulmuttalib oğlu Abbas ile Beni Muğire'den olan bir arkadaşı hakkında nazil oldu. Bunların ikisi ca-hiliyyet döneminde ortak idiler. Paralarını Riba ile Sakif boyundan «Beni-Zümre» kabilesine veriyorlardı. Bunlar da Beni Âmr bin Umeyr-dirler. İslâm geldiğinde onların daha büyük bir Riba alacakları vardı. Cenab-ı Hak «Cahiliyet Ribasmdan artakalanı bırakınız» âyetini indirdiği zaman, onu da bıraktılar.»
Abd bin Humeyd, îbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Kıyamet gününde Riba yiyene denilir kî, harp için silâhına sarıl.»
Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, îbn Ebi Hatim ve Beyhaki Âmr bin Ahves'ten rivayet ettiler:
Veda haccında Resûlüllah ile beraberdim. Buyurdular:
«Dikkat edilsin! Cahiliyet döneminden kalan her Riba mülgadir. (Kaldırılmıştır). Siz ancak sermayenizi (öz paranızı) alırsınız. Ne kimseye zulmedersiniz, ne de size zulmedilecektir. İlk mülga olan Riba Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın Ribasıdir.»
İbn Mendeh, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Bu âyeti celîle, Rabia' bin Âmr ve arkadaşları hakkınd anazil olduğu zaman, Cenab-ı Peygamber onlara:
«Eğer tevbe ederseniz size öz paranız geri verilecektir.» dedi. Müslim, Beyhaki, Cabir bin Abdulah'tan rivayet ettiler:
«Allah'ın Resulü Riba yiyene, yedirene, şahitlerine, kâtibine lanet etmiştir.»
Abdurrezzak ve Beyhaki Hz. Ali'den rivayet ettiler:
«Resûlüllah, on sınıfa lanet okumuştur: Riba yiyen, yediren, iki şahide, kâtibe, dak yapana, dak yaptırana, sadaka vermeyen, hülle yapan-ve kendisi için hülle yaptırılana...»
Hakim Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu;
«Dört sınıf insan vardır ki, Allah'a onları cennete sokmamak, ve onlara cennetin nimetlerinden tattırmamak haktır:
1- İçkiye devam eden (alkolik olan)
2- Riba yiyen
3- Yetimin malını haksız olarak yiyen
4- Ana ve babaya karşı koyan (Akil-Vâlideyn) a
Ebu Ya'la îbn Mes'ud'dan, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor:
«Herhangi bir kavimde zina ile riba açıkça işlendiği zaman onlar Allah'ın cezasını kendi nefislerine celbetmişlerdir!...»
Ahmed, Amr bin As'tan, o da Resûlüllah'tan rivayet ettiler: «Hangi kavm ki, onlarda Riba açıkça alınıp verilirse, onlara mutlaka kıtlık isabet eder. Hangi kavm ki, onlarda rüşvet açıkça alınıp verilirse, mutlaka onlara korku isabet edecektir.»
Tabarani, Kasım bin Abdulvahid el-Verrak'tan rivayet ediyor:
Abdullah bin Ebi Evfa'yı çarşıda gördüm. Şöyle bağırıyordu:
«Ey sarraflar! Müjdeleniniz.»
Sarraflar:
«Allah sana cennet müjdesini versin. Neyle bizi müjdeliyorsun?»
Abdullah bin Ebi Evfa:
«Allah'ın Resulü «Sarrafları cehennemle müjdeleyiniz dediğini dinledim» dedi.
Buradaki sarraf, helâl haram demeden, Ribalı muameleyi - Riba-sız muameleden ayırd etmeden muamele yapan sarraflardır. Yoksa ahkâmı gözeten, Riba muamelesini Ribasız muameleden ayırd eden bir sarraf diğer tacirler gibidir. Cenab-ı Hak rızkın onda dokuzunu ticarette kılmıştır. Ve doğru olan tacirleri Cenab-ı Hak peygamberler ve şehitlerle haşredecektir.
İmam Malik, tmam Şafii, Abdurrezzak, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, îbn Mace ve Beyhaki, Malik bin Evs'den rivayet ettiler:
Ben Talha bin Ubeydullah'a (R.A.) gümüşü altınla değştirmek üzere verdim. Talha bana hitaben:
«Bana mühlet ver, bizim muhasib ormandan dönünce malım sana teslim edeceğim.» dedi
Onun bu sözünü Hz. Ömer dinledi ve:
«Hayır, Allah'a yemin ederim, sana mühlet vermeyecek ve senden hakkını alıncaya kadar senden o ayrılmayacak. Çünkü Resûlüllah'tan dinledim: Altın gümüşle değiştirilirse, Ribadır. Meğer ki, aynı mecliste o verilir öbürüsü karşısında teslim edilirse. Buğday buğday ile değiştirilirse Ribadır. Meğer ki aynı mecliste teslim edilirse* Arpa arpa ile değiştirilirse Ribadır. Meğer ki aynı mecliste değiştirilirse. Hurma hurma ile değiştirilirse Ribadır. Ancak aynı mecliste karşılıklı alınıp verilirse, Riba olmaktan çıkar...»
Abd bin Humeyd, Müslim, Nesei, Beyhaki, Ebu Said el-Hudre'den rivayet ettiler:
«Altın altınla değiştirildiği zaman eşit olacaklar ve aynı mecliste alınıp verileceklerdir. Gümüş gümüşle değiştirildiği zaman eşit olacaklar ve aynı mecliste alınıp verileceklerdir. Hurma hurma ile değiştirildiği zaman eşit olacaktır. Ve aynı mecliste verilip alınacaktır. Buğday buğday ile değiştirildiği zaman eşit olacak ve aynı mecliste verilip alınacaktır. Arpa arpa ile değiştirildiği zaman eşit olacak ve aynı mecliste alınıp verilecektir. Tuz tuz ile değiştirildiği zaman eşit olacak, aynı mecliste alınıp verilecektir. Kim ki, fazla alırsa ve «Bana fazla ver» diye talebte bulunursa, hem alan hem de veren eşit olarak Ribaya girmiş oluyorlar.»
Malik, Şafii, Buhari, Müslim, Tinnizi, Nesei ve Beyhaki Ebu Said el Hudri'den rivayet ettiler.
Allah'ın Resulü:
«Sakın altını altınla takas etmeyiniz. Ancak eşit olurlarsa. Bir kısmını diğerinden fazla yapmayınız. Gümüşü gümüşle satmayınız, ancak eşit olurlarsa. Bir kısmını diğerinden artırmayınız. Sakın mevcuı olmayan bir malı hazır olan bir mal ile takas etmeyiniz.»
Şafii, Müslim, Nesei, Ebu Davud, İbn Mace, ve Beyhaki Ubade bir Samit'ten rivayet ettiler: Allah'ın Resulü:
«Sakın altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpa ile, hurmayı hurma ile, tuzu tuz ile takas etmeyiniz. Ancak eşit ve hepsi mevcut olurlarsa... Aynı elden verilip aynı elden alınırlarsa. Ancak altını gümüşle, gümüşü altınla, buğdayı arpa ile arpayı buğday ile, hurmayı tuz ile, tuzu hurma ile hazır almak şartıyla istediğiniz şekilde değiştirebilirsiniz. Kim ki fazla verirse veya fazla vermek talebinde bulunursa, o Ribaya girmiştir.»
Malik, Müslim, Beyhaki, Osman ibn Affan'dan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu;
«Sakın bir dinarı verip iki dinar almayınız. Bir dirhem verip iki dirhem almayınız.»
Malik, Müslim, Nesei ve Beyhaki, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Bir dinar bir dinarla takas edilir. Aralarında fazlalık yok. Bir dirhem bir dirhemle takas edilir, aralarında fazlalık yok» buyurdu.
Müslim ve Beyhaki, Ebu Said el Huderi'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Dinar dinarla, dirhem dirhemle, tartı ile değiştirilir. Aralarında fazlalık yok. Hazır olan gaip olanla takas edilemez.»
Buhari, Müslim, Nesei ve Beyhaki, Ebul Munhal'den rivayet ettiler:
«Ben, ashabdan olan Berra bin Azip'ten ve Zeyd bin Erkam'dan sarraflık hususunda sordum. Buyurdular:
Biz Resûlüllah'ın zamanında tüccar idik. Resûlüllah'tan sarraflığı sorduk. Buyurdular:
«El elle yani hazır olarak) değiştirme olursa, zararı yoktur. Fakat biri hazır birisi borç olursa o olamaz (yani o Ribadır).»
Malik, Şafii, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, tbn Mace ve Beyhaki Saad
bin Ebi Vakkas'tan rivayet ettiler: i
Allah'ın Resulü'nden yaş hurmayı kuru hurma ile değiştirmek meselesi soruldu.
«Yaş hurma kuruduğu zaman azalır mı?»
«Evet, azalır ya Resûlellah» dediler.
«İşte bunun için bu çeşit alış - veriş yasaktır» dedi.
Bezzar, Ebubekr Sıddik'ten rivayet ediyor. Resûîüllah'tan dinîe-dım:
«Altın altınla, gümüş gümüşle ancak eşit olarak değiştirilebilir.
Fazla veren de fazla vermeyi isteyen de ateştedir.»
Bezzar, Ebubekre'den rivayet etti:
Allah'ın Resulü vefat etmezden iki ay önce sarraflık yapmayı neh-
(280) Eğer borçlu darlık içinde ise o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek var. Bununla beraber alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz...»
Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:
Saad bin Mansur, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'den ve ibn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Bu âyet, Riba hususunda nazil olmuştur.»
İbn Cerir ve İbn Ebi-Hâtim, El Hufi tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Cenab-ı Hak Riba hususunda darlık içinde olana mühlet vermeyi emretti. Fakat emanet hususunda bu mühlet vermek demek değildir. Zira emanet sahiblerine derhal ödenir.
Yani borçlu sıkıntıda ise, feraha çıkıncaya kadar ona mühlet verilir. Cahiliyet ehlinin borçlularına «Ya borcunu ver veya borcuna bir-
şeyler eklerim» demesi gibi yapmamalıdır. Fakat sıkıntılı bir borçlunun borcunu affetmek büyük sevaba vesiledir. Bu hususta birçok yoldan Resulü Ekrem'den hadisler varid olmuştur:
1- Ebi-Ümame (Esad bin Zürare) tarikıyla gelen hadis:
«Kim ki, istiyorsa, gölgelerin bulunmadığı, ancak Allah'ın gölgesinin bulunduğu bir günde Allah onu gölgelendirsin. O sıkıntılı bir borçlusuna kol ay iaş tirsin veya borcun tamamını bağışlasın.»
2- Büreyde tarikıyla îmam Ahmed rivayet etmiştir:
«Kim ki, bir sıkıntılı insana mühlet verirse, her güne karşılık borç miktarı sadaka onun için yazılır.»
Başka bir rivayette:
«Sıkıntılı bir borçluya mühlet veren alacaklı için her gün o alacağının iki miktarı sadaka vermiş gibi sevab yazılın) denmektedir.
Bunu söyleyen Cenab-ı Peygamberden sordum:
«Ey Allah'ın Resulü! Daha Önce senden dinledim. 'Kim ki sıkıntılı bir nisana mühlet verirse, her güne karşılık o alacağının bir misli kadar sadaka vermiş sayılıyor* buyurmuştun. Bugün de dinliyorum ki, sen iki misli diyorsun?»
Cenab-ı Peygamber:
«Borç vakti gelmezden önce her güne karşılık bir misli sadaka var. Borç vakti geldiğinde borçluya mühlet verirse, bu sefer her güne karşılık iki misli sadaka vardır.» buyurdu.
3- Ebi Katade, El Haris bin Rib'i el-Ensari'den gelen bir hadisi îmam Ahmed rivayet ediyor:
Ebu Katade'nin bir kişi üzerinde alacağı vardı. Ebu Katade o kişiye gidip alacağını istiyordu. O kişi de gizleniyordu. Bir gün Ebu Katade geldi. Evden bir çocuk çıktı. Adamın evde olup olmadığını çocuktan sordu. Çocuk «Evet, o evdedir, yemek yiyor» dedi. Bunun üzerine Ebu Katade onu çağırdı:
«Ey filan! Dışarı çık. Ben haber aldım ki sen buradasın» dedi Kişi çıktı. Ebu Katade:
«Niçin benden gizleniyorsun?» diye sordu. Kişi:
«Ben yoksulum. Yanımda bîrşey yok.»
Ebu Katade:
«Allah'ın adiyle sana yemin verdiriyorum. Doğru söyle, gerçekten yoksul musun?»
Kişi:
«Evet, ben yoksulum» dedi. Bunun üzerine Ebu Katade ağladı ve dedi ki:
— Ben Resûlüllah'tan dinledim:
«Borçlusunu ferahlatan veya defterinden o borcu silen kimse kıyamet gününde arşın gölgesinde olur.»
Hadisi Müslim de
sahihinde rivayet etmiştir!...
4- Huzeyfe bin Yeman'dan gelen bir hadistir. Hafiz Ebu Ya'la el-Musilî rivayet etti. Alah'ın Resulü:
— Kıyamet gününde, bir kul Allah'ın huzuruna getiriliyor. Aliah ondan soruyor:
— Dünyada benim için ne gibi bir amelde bulundun? Kul, üç defa:
«Ey Rabbim! Dünyada bir zerre kadar dahi senin için yapmış olduğum bir amelim yoktur ki onunla ümitleneyim.» dedikten sonra şöyle der:
«Ey Rabbim! Şüphesiz bana fazla bir mal vermiştin. Ben de halkla ahş-veriş yapan bir kimse idim. Benim ahlâkımda alacaklarımdan vazgeçmek var idi. Zengin borçluma mühlet veriyor, ödemesini kolay-1 aştırıyordum. Fakir borçluma da mühlet veriyordum.»
Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«Ben kolaylaştırmaya herkesten daha fazla yakınım. (Yani herkesten daha çok bana yakışır). O halde cennete gir» der.
Buhari, Müslim, ibn Mace, Ribi' bin Harras/ın tarikıyla Huzeyfe'-den bunu böyle rivayet etmişlerdir.
Buhari başka bir lâfzında Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:
«Bir tüccar vardı. Halka borç veriyordu. Sıkıntılı bir borçluyu gördüğünde hizmetkârlarına:
«Onun borcunu siliniz. Umulur ki Allah da bizim borcumuzu siler» diyordu. Ve böylece Allah onun borcunu sildi, onu affetti.»
5- Sehl bin Hanlf ten gelen bir hadistir. Hakim «Müstedrek»inde rivayet etmiştir:
Allah'ın Resulü buyurdu:
«Allah yolunda cihad eden bir kimseye veya bir gaziye veya sıkıntıda olan bîr borçluya veya boynunu kölelikten kurtarmak için kitabet akdini yapan bir mükâtebe yardım edeni, gölgelerin stop ettiği bir günde Alan gölgesinde, (arşının gölgesinde) gölgelendirir.»
6- Abdulah bin Ömer'den gelen bir hadisi İmam Ahmed naklediyor. Alah'ın Resulü buyurdu:
«Duasının Allah'ça kabul edilmesini ve sıkıntısının giderilmesini Allah'dan dileyen bir insan, sıkıntılı olan borçlusunu sıkıntıdan kurtarsın!»
Ebu Mes'ud, (Akabe bin Âmr)den İmamı Ahmed rivayet ediyor: «Allah'ın huzuruna bir kişi getiriliyor:
— Dünyada ne gibi bir amel yaptın?» diye soruluyor. Kişi üç defa «Zerre miktarı hayr amel işlemedim» diye tekrarlıyor. Fakat bilâhere:
«Dünyada bana fazla bir mal vermişdîn. Halkla ahş-veriş yapıyordum. Zengine kolaylık gösteriyor, fakire mühlet veriyordum.» der.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«Bunu yapmak senden daha fazla şanımıza yakışır» der ve meleklerine:
«Kulumdan vazgeçiniz. Onun günahtan affolunmuş tur» emrini verir.
Ebu Mes'ud: «Bunları Allah'ın Resûlü'nden dinledim» dedi.
Müslim, Ebi Malik, Saad bin Tarık'tan da böylece rivayet etmiştir...
7- îmran bin Hüseyin'den İmam Ahmed rivayet ediyor: «Kim, bir insanın boynunda bir hakkı var ise, onu tehir ederse,
onun için her güne karşılık sadaka yazılır.»
8- Ebu Yusr Kâab bin Amr'dan İmam Ahmed rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Kim ki, sıkıntılı bir insana mühlet verir veya
onun borcunu affederse, gölgelerin bulunmadığı bir günde Allah, onu gölgesinde (yani Arşının gölgesinde) gölgelendirir.»
9- İbn Abbas'tan İmam Ahmed rivayet ediyor. Allah'ın Resulü elleriyle işaret ederek mescide çıktı. Abdurrahman bunu söylerken elleriyle yeri işaret etti ve «Resûlüllah da böyle işaret ediyordu» dedi:
«Kim ki, yoksul bir borçluya mühlet verir veya onun borcunu tamamen affederse, Allah o kimseyi cehennem nefesinden muhafaza eder. Dikkat ediniz! Şüphesiz cennetin ameli tepede bulunan sert bir yer gibidir. Yani işlenmesi zordur. (Bunu üç defa söyledi). Dikkat edilsin! Şüphesiz ateşin ameli sahrada bulunan yumuşak bir yer gibidir. (Yani kolaydır). Said, o, kimsedir ki fitnelerden korunmuştur. Allah katında öfkenin yutulmasından daha sevimli bir yutma yoktur. Kul öfkesini yutuyor ve o öfkesini yutmaya ancak Allah'ın rızası onu sevkediyorsa onun içini Allah iman ile doldurur.»
10- Tabarani, Ata'dan, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Borçlusuna zengin oluncaya kadar mühlet verenin günahlarını tevbe edinceye kadar Allah bekletir ve defterine yazdırmaz.»
281) Öyle bir günden korkup sakınınız ki, o gün hepiniz Alah'a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese dünyada kazandığı amellerin karşılığı tamamen verilecektir. Ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır. ..»
Rivayete göre bu âyet, Kur'an'ın en son inen âyetidir. İbn Meyia, Ata bin Dinar'dan, o Said bin Cübeyr'den rivayet etti:
«Kur'an'ın en son inen âyeti bu âyettir.»
Resûl-ü Ekrem, bu âyetin inişinden dokuz gece sonra vefat etti. Resûlullah'ın vefat ettiği gün pazartesi ve Rebiulevvel ayının ikinci günü idi.
İbn Merduyeh, El Mesudi'nin hadisinden Habib Bin Ebi Sabit'ten, Said bin Cübeyr'den ve İbn Abbas'tan rivayet etti:
«En son inen âyet, bu âyettir.»
Nesei, Yezid-in Nahvi'nin hadisinden, İkrime'den, Abdullah bin Abbas'tan rivayet etti:
«Kur'an'ın en son inen âyeti bu âyettir.»
Dahhak, El Ufi'den, Es Sevri'den, el Kelbi'den, o Ebi Salih'ten, o İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Son inen âyet, bu âyettir. Bu âyetin inişiyle Resûlüllah'm vefatı arasında otuzbir gün vardır.»
îbn Cerir İbn Abbas'tan; «Son inen âyet, budur.» İbn Cerir:
«Dediler ki, Allah'ın Resulü bu âyetten dokuz gün sonra vefat etti. Hastalığı cumartesi başladı ve pazartesi vefat etti.» diye rivayet etti.
îbn Atiyye Ebu Said'den rivayet etmiş: «Son inen âyet, bu âyettir.»
El Feryadi, Abd bin Humeyd ve Beyhaki, El Kelbi tarikıyla, o Ebi Salih'ten, o îbn Abbas'tan rivayet etti:
«Son inen âyet bu âyettir. Minada indi. Bu âyetin inişi ile Resû-lüllah'ın vefatı arasında 81 günlük zaman vardır.» [95]
(282) Ey îman edenler! Birbirinize belirli bir zaman için borç verdiğinizde onu yazınız. Aranızda bir kâtip doğrulukla yazsın. Kâtip onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçmasın. Kâtip yazsın. Borçlu olan da yazdırsın. Rabbisi olan Allah [in Kahrın] dan sakınsın. Borcundan birşey eksik yazdırmasın. Erkeklerinizden iki kişiyi şâhid tutunuz. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlikl erine razi olacağınızdan bir erkek ile iki kadın şahid olabilir.
Kadınların birisi unutursa diğeri hatırlatır. Şahidler çağrıldıkları zaman çekinmesdnler. Borç büyük olsun küçük olsun onu süresiyle beraber yazmaktan üşenmeyiniz. Bu, sizin için Allah katında adalete daha uygundur. Şahidlik için daha kuvvetlidir. Şüpheye düşmemeniz için en yakın durumdur. Meğerki, o, aranızda peşin dolaşan bir ticaret olursa, onu yazmamanızda size herhangi bir sorumluluk yoktur. Alış veriş yaptığınızda şahid tutunuz. Ne kâtibe ne de şahide sakın zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz o, doğru yoldan sizin çıkmanızdır. Allah'dan korkunuz. Allah size Öğretir. Allah her şeyi bilicidir. [96]
(282) Bu Ayet, Kur'anı Kerîm'in en uzun Âyetidir. Borç vermek, alış veriş yapmak, ve vadeli mua'melelerde bulunmanın genel hatlarını, vazetmiş bir Âyeti celîledir. Bu Âyet'ten şu sonuçlar çıkmaktadır:
1) Borç vermek veya almak belirsiz bir süre için olmaz. Süre belirtilir. O sürede ödenmediği takdirde ikinci bir süreye kadar mühlet verilir.
2) Borcun miktarı ve süresi yazılır. Cumhûr-u Ulemaya göre bu yazmak farz değil müstehapdır.
İbn-u Abbas (R.A.), «Bu borçlaşmadan maksat, selem [veya selef] muamelesidir. Allah faizi haram kıldığında selemi helâl kıldı!» dedi.
3) Adil, dindar ve güvenilir bir kâtibi bulmaları emrediliyor. Do-layısıyle «katibi - adil» diye isimlendirilen «noter» sistemine benzer bir sistem getirilmiştir.
4) Kendisinden başka kâtip bulunmazsa okur - yazar kişiye tek-lifedildiğinde yazmaktan kaçınmaması gerekir. Nasıl ki, Allah ona vesikaları yazmayı öğretmiş ise, veya nasıl ki, Allah ona bilmediği yazıyı öğretmiş ise oda insanlara yazmak suretiyle yararlı olmaya çalışsın.
5) Borçlu borcun miktarım ve vâdesini dikte ettirir. Çünkü ikrar eden ve ikrarına dair şahid tutan odur.
6) Dikte ettiren borçlu veya. kâtip Allah'dan korksun, gerçek borçdan bir şeyi eksik yazdırmasın veya yazmasın.
7) Borçlu abdal veya acizse velîsi adil bir tarzda borcunu dikte ettirsin. Eğer borçlu çocuk ve aklı noksan biri ise, velisi onun işini yürütmeye memur edilen kayyîm'dir. Güçsüz ise, velisi vekili ve mütercimidir.
Bu Âyet, ikrar'da da vekilin olmasının sıhhatına delâlet eder. Umulur ki, bu vekalet, kayyim veya vekilin normal olarak yürüttükleri konulardadır; umumi değildir.
8) borç hususunda iki erkek veya bir erkek iki kadın şahid tutulur. «Sizin erkeklerinizden» tabiri şahidin Müslüman olmasının şart olduğunu bildirir. Bütün âlimler burada müttefiktirler. Ebu - Hanîfe «Kâfirin şahidliği ancak kâfir için caizdir!» dedi.
Şafiîlere göre, bir erkek ile iki kadının şahidliği, malî muamelelere mahsus bir durumdur. Hanefîye göre, cezalar ve kısaslar hâriç diğer yerlerde böyledir.
İki kadının şahitlikte bir erkeğe eşit olmasının nedenini, «Biri unutursa diğeri hatırlatır.» Âyeti Celîlesi belirtiyor. Bu Âyette kadınların, erkeklere nisbeten eksik akıllı, hadiseleri az hatırlayan oldukları keyfiyeti vardır. Tabi bu hüküm geneldir. İstisnalar kaideyi bozmaz.
«Şahidler çağnldıklan zaman şahidlik etmekten kaçmasınlar.»
Bu hüküm, borç meselesinde olduğu gibi, her yerde böyledir. Yalancı şahitlik korkunç olduğu gibi, şahitliği inkâr etmekte o derecededir. Küçük, büyük olsun farketmeksizin her borç yazılmalıdır; süresi yazı ile belirtilmelidir. Zira yazmak Allah katında daha adil ve şahitliğe daha yardımcı ve şüpheye düşmemeye daha yaklaştırıcıdr. Çünkü senette borcun cinsi, süresi, ve miktarı v.s. si yazılıdır.
Ancak peşin alış verişlerde yazışmayı bırakırsak, mesuliyet yoktur, yani elden verip almakta. Ancak gerek bir ticarette olsun, gerekse ticaretin başka şekillerinde olsun şahid tutmak daha itiyatlıdır.
Kur'ân'ın en uzun Âyeti bulunan bu Âyetteki emirler, müctehid-lerin çoğuna göre istihbab içindir. Bâzı âlimlere göre, bu emirler va-ciplik ifade eder. Ayrıca bu Âyetin muhkem olup olmadığın da, nes-hedilip edilemediğinde de ihtilaf vardır.
«Sakın ne kâtibe, ne de şahide zarar verilsin!» Yani onları «EVET» demekten alıkoymak, tahrife zorlamak, bozmaya mecbur etmek gibi durumlar olmasın. Kâtibe ücretini şahide de şahitlik için gelip gitme bedelini vermemezlik yapılmasın! Eğer kâtibe veya şahide zarar verirseniz bu durum Allah'ın emrinden çıkmaktır. Allah'ın emrine muhalefet etmekten sakınınız. Allah size maslahatlarınızın ahkâmını öğretir. Çünkü Allah her şeyi bilicidir. [97]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(282) Ey iman edenler! Belli bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Kâtib Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Yazsın. Üzerinde hak olan kimse borcunu ikrar ederek yazdırsın. Rab-bi olan Allah'tan korksun. O haktan hiçbir şeyi eksik etmesin...»
Bu ayeti celile hakkında gelen eserler:
Bu ayet, Kur'ân'm en uzun ayetidir. İmam Ebu Cafer bin Cerir, Yunus'tan, o İbn Vehb'ten, o Yunus'tan, o İbn Şihap'tan. o Said bin Müseyyib'ten rivayet etti:
Kulağıma geldi ki, Kur'ân'm Arş ile ilişkisi en taze olan ayeti borç ayetidir.
İmam Ahmed, Yusuf bin Mehran tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Borç ayeti indiği zaman, Allah'ın Resulü:
— İlk inkâra kalkışan Adem (AS)dir. Cenab-ı Hak, Adem'i yarattığı zaman, sânına yakışır bir şekilde sırtını sıvazladı. Ona kıyamete kadar gelen neslini çıkarttı. Zürriyetini ona arzetti, o onlann arasında gururlu davranan birisini gördü:
— Ey Rabbim! Bu kimdir?
Allah:
— O senin oğlun Davut'tur, dedi.
— Ey Rabbim! Onun ömrü ne kadardır?
Cenab-ı Hak:
— Altmış senedir.
— Ey Rabbim! Onun ömrünü artır.
Cenab-ı Hak:
— Hayır, ancak senin ömründen alıp onun ömrüne ekleyebilirim.
Adem'in ömrü bin sene idi. Onun ömründen kırk seneyi Davud'un ömrüne ekledi. Ve bunun hakkında bir ahidname yazdı. Melekleri de şahit kıldı. Adem sekerata girdiğinde melekler ona geldiler. Adem me-
leklere:
— Benim Ömrümden daha bark sene vardır.
Denildi ki:
— Sen onu oğlun Davuda hibe ettin.
A.dem:
— Ben bunu yapmadım, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak o yazılan senedi gösterdi ve melekler de şahid oldular.»
Bize Esved bin Amr, ona Hammad bin Seleme hadisin benzerini rivayet ettiler ve şu ibareyi de eklediler:
«Allah, o, ömrü Davud için yüz seneye, Adem için de bin seneye tamamladı.»
Bu Hadisi İbn Ebi Hatim de Yusuf bin Ebi Habib'ten, Ebu Davud et - Tayalisidir. Hammad bin Selemden rivayet etti; «Bu hadis cidden garip bir hadistir» dedi. îbn Kesir: Hadisin metninde, (senedinde) olan Ali bin Zeyd bin Ceda hadisinde nekaret vardır. Hz. Adem gibi bir peygamberin şanına bu tarz davranmak uygun düşmemektedir. Ancak bir temsil olabilir. Dikkat edile...
Ebu-Ubeyde (Deldil')inde îbn Şihab'tan nakletti:
«Kur'an'm arş ile en taze (en genç) ilişkisi olan ayetleri Riba ile borç ayetidir.»
İmam Şafii, Abdurrezzak, Abd bin Humeyd, Buhari, İbn Cerir İbn ul Munzir, İbn Ebi Hatim, Tabarani, Hakim ve Beyhaki, İbn Abbas'-tan rivayet ettiler:
«Şahitlik ederim ki, belli bir vakte kadar yapılan Selef veya Selem muamelesini, Cenab-ı Hak bu şekilde tehir etmiştir (yani bu cevazı vermiştir) ve buna izin vermiştir.»
Bunları söyledikten sonra İbn Abbas bu ayeti okudu.
Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, îbn Ebi Hatim, ve Beyhaki İbn Ab-bas'tan rivayet ettiler:
«Bu ayeti celile, Selem (yani Selef) muamelesi hakkında nazil oldu. Buğdayda yapılan Selef, belli bir ölçek, belli bir zamana kadar, [Yani kişi para vererek «üç ay sonra on kilo buğday bana verirsin» şeklinde dediği] Selem (Selef) muamelesidir.
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, ve Bayha-ki İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Resûlûllah Medine'ye geldiğinde, Medine'liler meyvelerde iki seneye kadar selef muamelesi yaparlardı. Üç seneye kadar yaparlardı. Yani iki sene sonra gelen hurmasını, veya üç sene sonra gelecek hurmasının şu kadar kilosunu, şu kadar okkasını şu kadar parayla satıyorum, ve parasını alıyorum diyordu. İki sene veya üç sene sonra hurmayı teslim ederdi. Cenab-ı Peygamber bu muameleyi gördükten sonra:
«Kim ki, selef muamelesini yaparsa, belli bir ölçek ile, belli bir tartı ile ve belli bir zamana kadar yapsın» buyurdu.
Bayhaki îbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Selef, ancak verilebilecek zamana kadar olabilir. Ziraat hasadına (Biçimine) veya en enderi ziraat bulununcaya dek veya şira yapılıncaya kadar selef muamelesi yapılamaz. Selef için belli bir zamanı tayin ediniz.»
İbn Cerir ve Îbnul-Munzir İbn Abbas'tan bu ayetin tefsirinde .şunları rivayet etti:
«Cenab-ı Hak, borç yapıldığı zaman şahit tutmayı emretti. Ta ki, buaraya bir inkâr veya unutkanlık girmesin. Kim ki bunun üzerine şahit tutmazsa o inkâr etmiştir. Şahitler de çekinmesinler. [Yani şe-hadetine ihtiyaç vaki olan müslümanlar da şehadetten imtina etmesinler] Veya katında bir şâhidlik olan müslüman, şâhidliğe çağrıldığı zaman, onu ketmetmesi helâl değildir.»
Sonra İbn Abbas şöyle devam etti:
«Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin.»
Bu zarar, kişi o şahidin şehadetine ihtiyacı olmadığı halde «Allah sana şahitlik etmeyi emretmiştir. Ona çağrıldığın zaman onu ket-metmemen lâzımdın) deyip de ona zarar vermesin. Çünkü bu işi, başkası görmüştür. Cenab-ı Hak, başkasıyla mesele görüldükten sonra bir müslümam kınamak suretiyle ona zarar vermesin. Ve Cenab-ı Hak «Eğer zarar verirseniz o mutlaka kendinize dokunacak bir fisk olur» buyurmuştur. Fisk, günâh demektir.
İbn Abbas, «Şahitliği terketmek büyük günahlardandır. Çünkü Cenab-ı Hak «kim ki şahitliği katmedip, inkâr ederse, şüphesiz o kimsenin kalbi günahkârdır» buyurmuştur.» dedi.
İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den:
«Kâtib, adeletle yazsın.»
Yani ikisinin arasında yazarken adaletten ayrılmasın. Ne borçlunun boynuna fazla yazsın, ne de alacaklının hakkını eksik etsin.
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, îbn Ebi Hatim, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Kâtibe yazmaya davet edildiği zaman, yazmak vacib olur.»
İbn Cerir, İbnul-Munzir ve İbn Ebi Hatim Essüddi'den rivayet ettiler:
«Eğer kâtib boş ve vakti var ise, yazmaktan imtina etmemelidir.»
İbn Cerir, Dahhak'tan rivayet etti:
«Kâtib imtina etmesin» ayetiyle yazmak azimet oldu. Sonra bu azimeti «yazana da, şahitlik edene de zarar verilmesin» cümlesiyle neshedildi.
İbn Cerir, El Ufi'den, İbn Abbas'tan:
«Onun velisi, dosdoğru söyleyip yazdırsın» ayetinde borç sahibin velisi demektir dedi.
Abd bin Humeyd, İbn Ebi Hâtim'dan ve Hasan'dan: Yetimin velisi yazdırsın demektir dedi. İbn Cerir, Dahhak'tan:
«Onun velisi, yani sefih insanın veya zaîf insanın velisi yazdırsın demektir» diyor.
Abd bin Humeyd ve İbnul-Munzir, Mücahid'den ve İbn Ömer'den rivayet ediyor:
«îki şahit tutunuz» cümlesi, eğer nakten alışveriş yaparlarsa yazılmaz, sadece şahit getirilir i ifade eder.
Mücahid «Borçla alışveriş yapılırsa, hem yazılır, hem şahit getirilir» dedi.
Süfyan ve Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Mücahid'den rivayet etmişler:
«Erkeklerinizden îki şahit tutunuz» yani hürlerden. İbn ul Munzir, Zühri'den rivayet ediyor: Zühri'den kadınların şahitliği soruldu:
«Onların şahitliği Cenab-ı Hakkın zikretmiş olduğu borç meselesinde caizdir. Başka meselelerde değildir, dedi.» Bu, kadınlar için bir nakise değildir. Zira İslâm onlara erkekler gibi kazanıp kocasını ve çocuklarını geçinme derdini yükletmemiştir. Ancak zaruri durumlar müstesnadır. Biline...
İbn ul Munzir, Mekhul'dan:
— Kadınların şahitliği ancak borç meselesinde caizdir, rivayet ediyor...
İbn Ebi Hatim, Yezid bin Abdurrahman bin Ebi Malik'ten rivayet
etti:
«Haklar hususunda iki erkeğin yerine dört kadının şehadeti ka-imolamaz. Kadınların şehadeti ancak onlarla beraber bir erkek bulunursa caizdir. Bir erkek ile bir kadının şehadeti caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer iki erkek yoksa bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz» buyuruyor.
İbn ul-Munzir, İbn Ömer'den rivayet ediyor:
Kadınların tek başına şahitlikleri ancak kadınların muttali olduğu konularda caizdir. Kadınların avret yerleriyle ilgili meselelerde, onların gebeliği ve hayz halleri hususunda onların tek basma şâhid-likleri caiz, diğer yerlerde değildir.»
Müslim Ebu Hureyre'den, o da Allah'ın Resulünden: «Ey hanımlar, akıl ve dinleri eksik olanlar arasında akıl sahibleri-ne sizden daha fazla gâlib gelip tesellut edeni görmedim.»
Bunun üzerine bir kadın:
— Ey Allah'ın Resulü! Akim ve dinin noksanı ne demektir?
Resûlüllah: Aklın noksanı, iki kadının şahidliği, bir erkeğin şeha-detine denk olmasıdır. Din noksanlıklarına gelince, birçok zaman kadın durur, ne namaz kılar, ne de orucu tutar. (Yani hayz veya nifas halinde iken namaz kılmaz, oruç tutmazlar) Bu da dinlerinin eksikliğidir.» dedi.
«Sizin razı olduklarınızdan iki erkeği veya bir erkek iki kadım şahit tutunuz.» Yani adil olması şarttır. Zira müslümanlar ancak adil olandan razı olurlar.
Said bin Mensur İbn Ebi Hatim ve Hakim, İbn Ebi Muleyke'den
rivayet ediyorlar:
İbn Abbas'a yazıp çocukların şahitliği konusunu sordum. Bana, «Cenab-ı Hak şahitlerden razı olduklarınızı tutunuz.» buyuruyor. A Çocuklar ise bizim razı olduklarımızdan değildirler. Öyleyse onların I şahitlikleri caiz değildir.» diye yazdı...
îmam Şafii Mücahid tarikıyla rivayet ediyor: «Bu iki şahid adil, hürr ve müslüman olacaklardır.» İbn Ebi Hatim, İkrime tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Şahitler, şahitlik yapmak için çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar.» ayetin manası: Eğer şahidliğe çağrılanların katında şahitlik var İse kaçınmasınlar...
İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Rebi'den rivayet ettiler: Kişi kocaman bir gurubun içerisinde dolaşıyordu. Şahit olsunlar diye onları çağırıyordu. Fakat hiç kimse onun arkasından şahitlik için gelmiyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
Süfyan ve Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Mücahid'den rivayet ettiler:
«Senin kalanda şahitlik varsa, onu eda et. Şahitlik edesin diye davet edildiğin zaman, istersen git, istersen gitme.»
Abd bin Humeyd, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor: «Şahitler şahitlik yapmak için çağrıldıkları zaman, kaçınmasınlar.» ayetindeki şahitlerden maksat, yanında şahitlik olan kimselerdir.»
«Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin» ayeti hakkında İbn Cerir, Rebi'den şunu rivayet ediyor:
«Bu ayet, nazil olduğu zaman birisi kâtibe gelir, «gel bana şunu yaz» diyordu. Kâtib «Ben meşgulüm veya ihtiyacım yardır. Başkasına git, o, yazsın» diyordu. Gelen kişi kâtibin yakasına yapışıyordu:
— Sen Kur'an ile emrolundun ki bana yazasın. Mutlaka gelip yazacaksın» der, onu zorlar, ve zarar verirdi. Halbuki başkası da yazabilirdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin» ayetini indirdi.
«Allah'tan korkunuz. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilendir.»
Bu ayetin tefsirinde Ebu Yakub el-Bağdadî «Rivayet ul kibar an-ıssiğar» adlı kitabında Süfyan'dan rivayet ediyor:
«Kim ki, bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediklerine de muvaffak kılar.»
Eu Naim «El-Hilyede Enes'ten rivayet etti:
«Kim ki, bildiğiyle amel ederse, Cenab-ı Hak, ona bilmediklerinin
ilmini de miras olarak verir.»
Tirimizi, Yezid bin Seleme el-Ca'fiden rivayet etti. Bu zat:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben senden çok zaman bir hadis dinliyorum. Korkarım ki, o hadisin evveli bana ahirini unuttursun. Bana derleyici bir kelime söyle ki unutmayayım. Bu arzum üzerine Cenab-ı Peygamber:
— Bildiğinde Allah'tan kork ve sakın» buyurdu.
Beyhaki «Eş Şuab»da Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti:
— Sükutu öğreniniz. Sonra hilm sıfatım, sonra da ilmi öğreniniz. Sonra ilimle amel etmeyi öğreniniz. Sonra yer yüzüne dağılmız.»
İbn Ebi Dünya «Kitab üt Takva» da Ziyad bin Hudeyr'den rivayet etti:
«Takvaya baliğ olmayan bir kavim fâkîh olmamıştır.»
İbn Ebi Dünya, Hasan'dan rivayet etti: Allahu Azimüşşan bir hadisi kudside:
«Kulumun üzerine teatime yapışmanın galip olduğunu bildiğim zaman, ona benimle meşgul olmayı minnet ederim. Bana herşeyden kesilip kendisini vermeyi ona bahşederim.»
Ebu-Şeyh, Cüveybirden, Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«İlim tslâmın hayatıdır. İmanın direğidir. Kim ki, bir ilmi öğrenirse, Allah kıyamete kadar onun ecrini artırır. Kim ki, bir ilim öğrenir, onunla amel ederse, Allah'ın üzerine haktır ki onun bilmediklerini ona öğretsin.»
Hemmad, Dahhak'tan rivayet ediyor:
Üç defa «Allah onların herhangi bir duasını kabul etmez» dedi ve
devam etti:
1- Kişi ki beraberinde zina eden kadın vardır. Onunla şehvetini yerine getirdikçe «Yarab! Beni affet» diyor. Cenab-ı Hak:
— Ondan vazgeç, seni affedeyim. Aksi takdirde affetmem, der.
2- Kişidir ki muayyen bîr zamana kadar alış veriş yapıyor. Şahit tutmuyor, senet yazmıyor. Ya borçlu onun malını inkâr ediyor. O da yarabbi, filan adam benim malımı inkâr etti» diyor. Cenab-ı Hak, «sana ücret vermem, senin duanı da kabul etmem. Ben sana yazmayı ve şahit tutmayı emrettim. Sen ise bana isyan ettin» der.
3- Bir kişi ki bir kavmin malını yer. Onlar da ona bakıyorlar. Ve o «Ey Rab bini! Onların malından yediğimi bana affet» diyor. Cenab-ı Hak «onlara mallarını geri ver ki affedeyim. Aksi takdirde affetmem» diyor. [98]
(283) Eğer sefer üzerinde bulunup kâtip bulamazsanız, alınmış bir rehine ile geçiştiriniz. Şayet biri birinize güvenirseniz, güvenilen kimse emaneti yerine versin ve Babbisi olan Allah'tan korksun, salan şahitliği gizlemeyiniz. Kim ki, şahitliği gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir.
(284) Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan ötürü hesaba çeker. Ondan sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah herşeye kadirdir.
(285) Allah'ın Resulü kendisine Babbi tarafından indirilen (Kur'ân'a) îman etti. Mü'minler de îman ettiler. Hepsi Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ve Peygamberlerine inandı. «Biz Peygamberlerden hiçbirinin arasında fark gözetmeyiz. İşittik ve itaaf ettik. Ey Rabbimiz mağfiretini isteriz ve nihayet gideceğimiz yer sensin.» (dediler.)
(286) Allah bir kişiye ancak gücünün yettiği kadarım yükler. Kazandığı iyilik kendisine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Ey Rabbimiz, eğer unutursak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden önceki ümmetlere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Sen bizim mevlamızsm, kâfirlere karşı bize yardım et. [99]
(283) «Eğer sefer halinde olup kâtip bulamazsanız rehin alınız.» Ayeti Celîlesi, «Rehin» müessesesini getiriyor. Yani senedin yazılamadığı zaman, rehin alınır; ister hazarda olsun ister seferde. Fakat seferde daha fazla bulunmadığı için misafirin durumuna değinilmiştir. Bina-naleyh rehinenin, alınması için misafir olmak şart değildir.
Tefsircilerden mücahit ve dehhak Âyet'in zahirine bakarak böyle zannetmişlerdir. Fakat şu hadis zanlarının yersiz olduğunu ispatlar: «Allah'ın Resulü yirmi avuç arpayı aile efradına bir Yahudiden borç alırken kaftanım rehin bıraktı.»
Eğer borç verip alanlar birbirlerine güvenirlerse rehin vermeyebilirler.
«Eğer nefsinde olanı açığa vurur veya gizlerseniz ondan ötürü Allah sizi hesaba çekecektir.»
Bu Âyeti Celîle, Kıyamet gününde hesabın olduğunun delilidir. Kıyamet gününde hesap yoktur diyen Mu'tezile ve Rafızi'leri yalanlar.
Allah bütün insanları hesaba çektikten sonra kâfir olarak ölmemiş şartı ile «...dilediğini af eder, dilediğine azap eder.» Bu cümle açıkça günahkârlar için azabın, illede olacaktır diye, birşey olmadığını ifade eder. Kâfirlerin azabı ille de olacaktır hakikati ise, «Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşmayı af etmez.» Âyeti ile sabittir.
«Resul, Rabbinden kendisine indirilene iman etti.» cümlesiyle Allah, Peygamberinin îmanı hakkında şahitlik etmektedir.
«Vel Mü'minûn'e» kelimesi muhtemeldir ki, «erresulu» kelimesi üzerine atıfdır. O zaman genel olarak Mü'minlerin îmanlarının doğruluğuna da Allah şahitlik eder. «EL mu'minüne» nin mübteda olup, «Küllün» kelimesinin onun te'kidi olması muhtemeldi. «amene» cümlesi de bu takdirde haberi olur. Manâsı «Mü'minlerin tamamı Allah'a, Meleklerine kitaplarına ve Peygamberlerine îman ettiler.» demektir.
«Biz Peygamberlerden herhangi birisinin arasında aynhk etmeyiz.»
Bu söz, Mü'minlerindir. Yani bir kısmını tasdik edip diğer bir kısmım yalanlamayız; hepsini tasdik ederiz demektir.
Mü'minler şunu da derler: «Emrini dinledik ve enirine ita'at ettik.» Bu cümle kayıtsız ve şartsız Allah'a teslim olmak prensibini getirir. Şunu da derler: «Ey Rabbimiz affını dileriz, dönüş ancak sanadır.» Bu cümle bir insanın amelleri ne kadar düzgün olursa olsun amellerine güvenip Allah azabından emin olmamayı gerektirir. «Ümit ile korku arasında bulun.» Hadisi Şerifi de bu ruhu ifade etmeye çalışır.
«Dönüş ancak sanadır.» cümlesi, haşrin olduğunu isbatlayan cümlelerden birisidir. «Allah bir insana gücü yettiğini yükler.» cümlesi, tıpkı «Allah size kolaylığı irade eder, zorluğu irade etmez.» cümlesi gibidir. Bu İslâmm getirdiği ibadet ve yüklediği vazifelerin hiç birisnin taşınmaz bir mahiyette olmadığını ispatlar; hal ile teklifin olmadığını bildirir. Fakat memnu olduğuna delâlet etmez. «Nefsin, yararlılıkları lehine kötülükleri aleyhinedir.» cümlesi, «Bir insanın yaptığından ancak kendisi faydalanır, günahlarından da kendisi zarar görür» kaidesini getirir. Fakat ehli Sünnet, «Bir insan malını başkasına vermeye yetkili olduğu kadar, sevap da vermeye yetkilidir.» diye hüküm yürütür. Kur'ân-ı kerîm «kesb»i hayırda «îktisab»ı serde kullanmıştır çünkü «iktisab»da fazla çabalama vardır. Şer nefsin isteği olduğundan, onu elde etmek için nefis hayrı yapmaktan daha fazla çaba sarf eder.
(286) «Ey Rabbimiz eğer unutur veya yanlışlık yaparsak bizi sorumlu tutma.»
Yani bizi unutkanlık veya hata işlemeye götüren Tefrit ve önemsememekten Ötürü sorumlu tutma. Zira unutkanlığın ve yanlışlıkla yapılanın sorumluluk gerektirmediği bir gerçektir. Öyle ise sorumluluğu gerektiren onların yollarıdır.
Aklen unutkanlık ve yanlışlıkla yapmak cezayı mucip olabilir. Zira günahlar, zehirler gibidir. Nasıl ki, zehirler yanlışlıkla yutuldu-ğunda öldürüyorsa, günahlar da öyledir. Fakat Cenab-ı Hak, lütuf olarak yanlışlıktan ve unutkanlıktan vazgeçtiğini vaadetmiştir. Böylece mümkündür ki, insan bu duayı «lütuf devam etsin ve nimet bulunsun» diye yapmış olsun.
«Benim ümmetimden, yanlışlık ve unutkanlık (cezası) kaldırılmıştır!» Hadisi Şerifinin manâsı bunu teyid etmektedir.
Âyetteki «isran» kelimesi, ağır yük manasınadır. Ondan maksat, İsrailoğullarının üzerine yüklenen ağır yüklerdir. Zira onlardan tövbe etmek isteyen birisinin kendisini öldürmesi gerekiyordu;pis olan bir yeri kurtarmak için kesip atmak gerektiği gibi.
Gece ve gündüz elli vakit namaz kılmaları mallarının dörtte birini zekât vermeleri ile emir olunmuşlardı. «isran» dan maksat, onların başına gelen şiddetler ve felâketler de olabilir.
«Ey Rabbimiz gücümüzün yetmediğini bize yükletme!» belâ ve felâketlerden bizi koru veya beşer gücünün kaldıramadığı şeyleri bize yükletme demektir.
Âyetteki «mevla» kelimesi efendi ve yardımcı demektir. Ehli Sünnete göre, bu vasıf gerçek manada Allah'a verilir. Âyetteki kâfir kavimden maksat, Müslümanların bütün düşmanları veya bütün kâfirlerdir.
Rivayete göre Resûlü-Ekrem bu kelimelerle dua ettiği zaman, her gl kelimenin arkasında Allah tarafından «yaptım - verdim» deniliyordu.
Allah'ın Resûlü'ne gelen bir Hadiste, «Allah Cennet hazinelerinden iki Âyet indirdi ki, halkı yaratmazdan ikibin sene önce Rahman eli ile onlan yazmıştı. Kim ki, yatsı namazından sonra o iki Âyeti
okursa bütün o gece ibadet yapmanın yerine geçer.» denilmektedir.
Yine Resûlüllah'tan, «El-Bakara Sûresinin son iki Âyetini okuyan bir kimseye, o ibadet kâfi gelir.» Hadîsi rivayet edilmiştir.
Bazı kimseler «Bu sûreye el-bakara adım vermek mekruhtur.» Zira Resûlüllah «O Sûre ki, ora da inekten bahs ediliyor. O Kur'ânın çadırıdır. Onu öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi berekettir. Terk edilmesi pişmanlıktır. Tembeller onu öğrenemezler.» dediğinde soruldu: «Ey Allah'ın Resulü! Tembeller kimlerdir?» «Onlar sihirbazlardır.» diye cevab verdi.
Fakat yukardaki Hadis bu kanaatin aleyhinde delildir. [100]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan,Tefsir)
(283) «Eğer seferde olup yazıcı bulamazsanız, o, takdirde borçludan alınmış rehinler kâfidir. Birbirinizi emin bulursanız, kendisine güvenilen kimse, üzerindeki emanet borcu sahibine ödesin ve Babbi olan Allah'tan korksun...»
Bu ayetin tef simde İbn Abbas şöyle buyuruyor: «Eğer sefer halinde kâtibi bulupta- kalem, divit, kâğıt bulamasalar dahi hak sahibi kabzedilen bir rehine alacaktır.»
İmam Şafii ve Cumhur bu ayeti celile ile «Rehin ancak kazbetmek suretiyle lâzım gelir» diye istidlal etmişlerdir.
imam Ahmed'den gelen bir rivayete göre:
«Rehnin mürtehinin elinde kabzedilmiş olarak bulunması lâzımdır.» .
Bir gurub âlim de İmam Ahmed gibi söylemiştir.
Seleften başkalan «Bu ayet delalet ederki, rehin almak ancak sefer halinde meşrudur.» Bunu, Mücahid söyledi.
Sahihhayn'de Enes'ten gelen bir hadisde sabit olmuştur ki, Allah'ın Resulü vefat ettiği zaman onun abası bir Yahudinin yanında otuz Risk (ölçek) arpa karşılığında rehinde idi. O arpayı almış, aile efradına yedirmiş idi. Başka bir rivayette «Medine'li bir Yahudiden aile efradı için almış olduğu otuz Risk arpa karşılığında abası, rehinde bulunuyordu.»
İmam Şafii'nin rivayeitnde Ebu Şahmil adlı Yahudinin yanında abası rehinde bulunuyordu.
İbn Ebi Hatim, Eu Said el Huderi'den (güzel bir senedle) rivayet ediyor:
«Birbirinizden emin bulunuyorsanız kendisine güvenilen kimse üzerindeki emanet borcu sahibine ödesin» ayeti nazil olunca kendisinden öncekini neshetti.
Sabi «Birbirinize güvendikten sonra yazmazsanız ve şahit tutmazsanız bir beis yoktur» demektir dedi.
«Şahitliği gizlemeyiniz. Kim onu gizlerse, muhakkak onun kalbi günah içindedir...»
Yani hakimler katında şahiltiği gizlemeyiniz. Kim ki bir hak üzerinde şahit gösterilirse, o şahitliği olduğu gibi yerine getirsin İster lehde olsun, isterse aleyhte. Kim ki şahitliği gizler ve onu edâ etmezse onun kalbi günahkârdır. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir. Yani şahitliği gizlemenizi veya şahitliği yerine getirmenizi bilendir.
îbn Ebi Hatim, Rabia'dan:
Hiçbir kimsenin şahitliği gizlemesi helâl değildir. Aleyhinde dahi olursa gizlemesin. Annesinin babasının veya akrabalarının aleyhinde olsa dahi, şahitlik etmek mecburiyetindedir.
İbn - Abbas ve başka müfessirler «yalancı şahitlik günahların en büyüklerinden olduğu gibi, şahitliği katetmek te böyledir» dediler.
Süddi «Şahitliği terkedenin kalbi facirdir» dedi. «(284) Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır...» Bu ayet hakkında gelen rivayetler:
Bu ayeti celile nazil olduğu zaman eshabı güzine gayet ağır geldi. Ve bu ayetten dehşetli bir şekilde korktular. Allah'ın az ve çok amellerden ötürü kendilerini hesaba çekmesinden dehşete düştüler. Bu durum, imanlarının ve yakınlarının kuvvetliliğinden ileri geliyordu. İmam Ahmed, Affan'dan, o Abdurrahman bin İbrahim'den, o Ebi Abdurrahman'dan, o da babasmdan, o da Ebu-Hureyre'den rivayet etti:
Allah'ın Resulünün üzerine «göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır, siz içinizde olan şeyi açıklasanız da, saklasanız da Allah sizi onunla, hesaba çeker...» ayeti İndiğinde bu durum eshabı güzüne gayet ağır geldi. Resûlüllah'a geldiler. Diz çöküp:
— Ey Allah'ın Resulü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi amellerden gücümüzün yetmekte olanları bize teklif edildi. Biz bunları yaptık. Fakat şimdi de bu ayet senin üzerine indi. Bu ayetin içerdiğine bizim gücümüz yetmez. Ne buyurursun?...
Cenab-ı Peygamber eshabı güzine:
«Acaba iki kitab (Tevrat ve İncil) ehlinin sizden önce «Dinledik, isyan ettik» dedikleri gibi demek mi İstiyorsunuz. Hayır bunu demeyiniz. Deyiniz ki, biz dinledik, itaat ettik.
Ey Rabbimiz! Senin affmı istiyoruz ve dönüş sanadır.»
Eshabı güzin, Resûlüllah'ın bu dediklerini ikrar edip dilleriyle Onu tekrar ettiklerinde Cenab-ı Hak bunun arkasında:
(285) Peygamber ve müminler Kabbisinden kendine indirilen (Kur'ân'a) iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablanna ve peygamberlerine imân eylediler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırd etmeyiz. Duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiretini isteriz. Dönüşümüz ancak sanadır diye söylediler» ayetini indirdi. Onlar bunu işledikleri zaman Cenab-ı Hak daha önceki ayeti nes-hetti ve şu ayeti indirdi:
(286) Allah bir kimseye gücü yettiği kadar teklif eder. Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendisne, ve yapıtğı fenalığın zararı da yine kendisine aittir.»
îmam Ahmed, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Siz içinizde olan şeyi açıklamanız da saklasanız da Allah Teala sizi onunla hesaba çeker» ayeti «İndiği zaman, eshabm kalbine daha önce girmeyen bir korku girdi: Cenab-ı Peygamber onlara «Deyiniz, dinledik, itaat ettik, (teslim olduk)» onlar da bunu söylediler. Cenab-ı Hak onların kalbine imanı ilka etti ve Cenab-ı Hak «Peygamber ve müminler Rabbisinden kendine indirilen Kur'ân'a iman ettiler» ayetini gönderdi. Bu hadisi Müslim, Ebubekr bin'Ebi Şeybe'den, Ebu Kureyş'etn, îshak bin İbrahim'den, rivayet ettiler.
«Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk yahut ta katkımız olmayarak hata ettikse bizi hesaba çekme.» Cenab-ı Hak «Bunu size verdim}} dedi. «Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin musibetler gibi bize ağır yük yükleme» dediklerinde Cenab-ı Hak «Bunu da size verdim» dedi. «Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğim şeyi bize yükletme» dediğinde Allah «Bunu da size verdim.» dedi,
«Bizden çıkanları affet. Bizi bağışla. Bize merhamet buyur. Sen mevlamız, yardımcımızsın» dediklerinde Cenab-ı Hak «Bunu da size verdim» buyurdu.
îbn Cerir Yunus'tan, o Ibn Vehb'ten, o Yunus bin Yezid'den o İbn Şihab'tan, o Said bin Mercane'den rivayet etti:
«Biz, Abdullah bin Ömer'in yanında oturuyorduk. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındın} ayetini okudu.
«Allah'a yemin ederim, Allah bununla bizi muaheze ederse, helak oluruz, dedikten sonra İbn Ömer'in sesli inlemesini ve ağlamasını dinledik.»
İbn Mercane «Kalkıp da İbn Abbas'a vardım, hadiseyi ona naklettim. İbn Abbas:
— Allah, Ebu Abdurrahman'ı (İbn Ömer'i) affeylesin. Hayatıma yemin ederim, bu ayet nazil olduğu zaman şu anda hissettiğini sahabeler, müslümanlar hissettiler. Cenab-ı Hak ondan sonra «Allah ancak bir nefse gücü yettiğini yükler» ayetini nazil etti. Bu gerçek de müslümanların güç yetiremiyeceği birşeydi. Emir Allah'ın hükmüne havale edildi. Nefis neyi kasbederse, o onun için vardır ve neyi ter-kederse o onun üzerinde vardır.» dedi.
İbn Cerir, Zühri tarikıyla Salim'den rivayet etti:
Babam «göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır» ayetini okuduğu zaman gözlerinden yaşlar aktı. İbn Abbas'a bu durum arzedi-lince «Allah Ebu Abdurrahman'dan razı olsun. Bu ayet nazil olduğu zaman Resûlüllah'ın eshabının yaptığını yaptı. Fakat Allah bu ayeti «Allah herhangi bir nefse gücü yetmediğini yükletmez» ayetiyle nes-hetti.
Sahihayn'da Süfyan bin Uyeyn'e tarikıyla Ebu-Hureryre'den geldik, Cenab-ı Hak [Bir hadisi Kudsîde] buyurdu:
«Kulum herhangi bir günahı kastettiğinde onu o kulumun üzerine yazmayınız. Ancak işlerse onu bir günah olarak yazın. Kulum herhangi bir sevabı kastederse ve işlemezse ona bir hasene olarak yazınız. Eğer işlerse, on hasene olarak yazınız.» buyurdu.
Abdurrezzak Ma'mer'den, Hemman bin Munebbih'ten,_o da Ebu Hureyre'Üen rivayet etti:
Cenab-ı Hak: Kulumun kalbinden herhangi bir hasene işlemek geçerse, onu bir hasene olarak ona yazarım, işlediği zaman on mislini ona yazarım. Bir kötülük kalbinden geçerse, işlemediği zaman onu onun için affederim, işlerse ona bir kötülük yazarım.» buyurdu.
Allah'ın Resulü bir hadîsinde: Melekler soruyorlar:
— Ey Rabbimiz! Senin kulun o kalbinden geçirdiği kötülüğü işlemek istiyor.
Cenab-ı Hak, onlara cevab olarak buyuruyor:
— Onu murakabe ediniz. Eğer işlerse onun bir mislini defterine yazınız. Eğer terkederse, onu onun için bir basene olarak yazınız. Çünkü onu terketmesi benden Ötürüdür. Benim rızam içindir.» dedi.
Cenab-ı Peygamber «Bir kimse güzel bir manada müslüman olursa, onun her hasenesine karşı on hasene yazılır. Bu yediytiz kata kadar çıkar. Her seyyiesi bir seyyie yazılır. Allah'a mülaki oluncaya ka-. dar durum böyledir.»
Müslim, Ebu Kureyip'ten, Halid el-Ahmer'den, Hişam'dan, îbn Sirin'den, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:
«Bir haseneyi işlemeyi kasteden bir kimse işlemezse dahi ona bir hasene yazılır. Bir haseneyi işlemek kastıyla yola çıkıp onu işlerse on. haseneden başlayarak yediyüz haseneye kadar ona yazdır. Bir kötülüğü kasteder işlemezse, defterine bir şey yazılmaz. Bir kötülüğü kastedip işlerse sadece defterine bir kötülük yazılır.»
Müslim, Şeyban bin Tank senediyle Abdulvaris'ten, Cahd bin Ebi Osman'dan, Ebu Rebİ el Ataridi'den, İbn Abbas'tan ri vay et ediyor:
Cenab-ı Peygamber Rabbinden rivayet ettiği bir (Kudsî) hadiste: Allah haseneler ve seyyieleri yazdı. Sonra onu açıkladı: Binaenaleyh kimki bir haseneyi kasteder, işlemezse, Allah, katında bir haseneyi ona yazar. Fakat kastedip, işlerse, Cenab-ı Hak katında on haseneden başlamak üzere yediyüz kata veya daha fazla katlara kadar onun defterine yazar. Bir seyyieyi kasteder işlemezse, Cenab-ı Hak ona bir hasene yazar. Bir seyyieyi kasteder işlerse, Cenab-ı Hak, katında ona bir seyyie yazar.»
Süheyl'in babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis şudur:
Eshab-ı güzinden bazı kimseler, Cenab-ı Peygambere gelip sordular:
— Biz nefsimizde öyle şeyleri buluyoruz ki onu konuşmak herhangi birimize pek ağır geliyor.
Cenab-ı Peygamber:
— Siz, işlediğinizde böyle olacağını biliyor musunuz?
Eshab:
— Evet, biliyoruz.
Cenabı Peygamber:
— îşte o, imanın sarihi (Kamili) dir buyurdu.
Müslim, Ameş'ten, Ebu Salih'ten, Ebu Hureyre'den benzerini rivayet etti.
Birde Müslim, Muğire'den, İbrahim'den, Alkame'den, Abdullah'tan rivayet ediyor:
Allah'ın Resulünden vesvesenin hükmü soruldu. Cenab-ı Peygamber:
— O imanın açığı, (sarihi) dir, buyurdu.»
Ali bin Ebi Talha, îbn Abbas taikıyla:
«Siz, içinizde olan şeyi açıklasamz da saklasamz da Allahu Teala sizi onunla hesaba çeker» ayeti hakkında «Nesh olunmamıştır. Ancak Cenab-ı Hak mahlukları kıyamet gününde bir araya getirdiğinde «Sizin nefislerinizde gizlediğinizi size haber vereceğim. Oysa onlara meleklerim de muttali olmamışdır. Böylece Müminlere haber verir, ve nefislerinde tasavvur ettiklerini onlar için affeder.» diye rivayet etti.
İşte bu «Onunla Allah sizi hesaba çeker» cümlesinin manasıdır. Yani size haber verir. Şek ehline gelince onların kalblerinde gizledikleri yalanlamayı onlara haber verir. Bu da «Allah dilediğini affeder, dilediğine azab eder» ayetiyle
«Lâkin Allah sizi kalblerinizin kesbiyle (tasavvurla) muaheze eder, yani şek ve nifakla muaheze eder» ayetinin manasıdır.
El-Ulfi ve Dahhak buna yakın rivayetler yapmışlardır.
İbn Cerir, Mücahid'den ve Dahhak'tan benzerini rivayet etmiştir. İbn Cerir, Hasan Basri'den bu ayetin neshedilmemiş olduğunu, ve muhkem ayetlerden bulunduğunu rivayet etti. Ve devamla «Her hesaba çekmekte ceza vermek gerekmez. Zira Cenab-ı Hak bazan hesaba çeker, fakat affeder. Bazan hesaba çeker, ceza verir deyip zikrettiğimiz hadisle istidlal etti ve:
Yine İbn Cerir, Bize Bişar, Saffan b. Muhariz tarikiyle haber verdi:
«Abdullah bin Ömer'le beraber Kabe'yi tavaf ettiğimiz bir zamanda kişinin biri İbn Ömer'in yanına gelip sordu:
— Ey İbn Ömer; Necve (gizli konuşma) hakkında Resûlüllah' tan ne dinledin?
îbn Ömer:
— Mümin Rabbına öyle yaklaşır ki, Rabbi onun üzerine (rahmet) kanadını geriyor. Ona bütün günahlarını ikrar ettirtikten sonra sorar:
— Sen şunu yaptığını biliyor musun?
— İki defa evet biliyorum Yarab! der. Böylece Rabbi onu dilediği noktaya kadar götürdükten sonra:
«Ben onları dünyada senin için gizledim. Kimseye göstermedim. Bugün de senin için affediyorum.» der.
Böylece o kişiye hasenatının sahifesi veya kitabı sağ eline verilir. Kâfir ve münafıklara gelince, Rabbler şahitler huzurunda onları çağırır. «İşte bunlar Rableririin kesesinden yalan uyduranlardır. Dikkat edilsin, Allah'ın laneti zalimler üzerindedir.»
Bu hadis, Sahihayn'de ve başka sünen kitablannda müteaddit senedlerle Katade'den rivayet edilmiştir.
îbn Ebi Hatim, Ali bin Zeyd'in tarikıyla rivayet etti:
«Aişe validemizden «Eğer siz içinizde olan şeyi açıklasanız da sak-Iasaniz da Allah Teala onunla sizi hesaba çeker» ayetinin manasım sordum. Aişe validemiz:
Bunu Resûlüllah'tan sorduğumdan şu ana kadar hiç kimse benden sormadı. Bu, Cenab-ı Hakkın kul ile olan mubayesidir (Biyatet-mesidir.) Kula isabet eden sıtma, musibetler, eline alıp ta kaybettim zannıyle önce ürküp korktuğu sonra cebinde bulduğu maldan dolayı çektiği sıkıntı, bütün bunlar günahlarına keffarettirler. Bu sayede mümin günahlarından kırmızı maden pasdan çıktığı gibi çıkıp tertemiz olur.»
Hadisi Tirmizi, İbn Cerir, Hammad bin Seleme tarikıyla da rivayet ettiler. [101]
Buhari Muhammed bin Kesir'den, o Şu'be'den, o Süleyman'dan, o İbrahim'den, o Abdurrahman'dan, o İbn Mesut'tan, o Peygamberden rivayet ediyor:
«Kim ki bu iki ayeti (yani el-Bakara suresinin son iki ayetini bir gecede) okursa bu iki ayet, ona kâfi gelirler.»
İmam Ahmed Ebu Zer tarikıyla rivayet ediyor:
«Bana El-Bakara suresinin son ayetleri, Arşın altında bulunan bir hazmeden verildi. Halbuki benden önce hiçbir peygambere onlar verilmemiştir.»
İbn Merduyeh Rib'idan Zeyd bin Ziyan'dan, Ebu Zer'den rivayet ediyor:
«Bana arşın altındaki hazineden El-Bakara suresinin sonuncuları verildi.»
Müslim Mürre tarikiyle Abdullah'tan rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü İsra'ya gittiğinde Sidret ul Münteha'ya vardı. Sid-ret ul Münteha yedinci göktedir. Yerden yükselip gelen bütün ameller oraya varır ve ordan alınır. Ve oraya yukardan gelen amller varır ve ordan alınır. Allah'ın Resulüne üç şey verildi: Beş vakit namaz, El-Bakara suresinin son ayetleri ve ümmetinden Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmayanın affedilmesi.»
İmam Ahmed, Akabe bin Âmir el Cehemi tarikıyla Allah'ın Resulünden rivayet etti:
«El Bakara suresinin son iki ayetini oku. Şüphesiz onlar arşın altındaki hazineden bana verildiler.»
İbn Merduyeh Huzeyfe tarikıyla rivayet ediyor:
«Biz insanlara üç şeyle üstün kılındık: El Bakara sûresinin sonundaki ayetler, arşın altındaki bir hazineden bana verildi. Benden önce hiç kimseye verilmediği gibi, benden sonra da hiç kimseye verilmeyecektir.»
İbn Merduyeh Hz. Ali tarikıyla rivayet ediyor:
«İslâmı anlamış bir kimse Ayete! kürsi ile El Bakara sonundaki ayetleri okumadan öleceğini zannetmiyorum. Çünkü bu arşın altındaki bir hazineden bizim peygamberimize verilmiştir.»
Ebu-İsa et Tirmizi Numan bin Beşir tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet etti:
«Ceııab-ı Hak, yer ve gökleri yaratmazdan Ud bin sene önce bir kitab yazdı. O kitabtan iki ayet indirdi. Onlarla el Bakara suresini tamamladı. Üç gece onlar bir evde okunurlarsa, şeytan o eve yaklaşmaz.»
Tirmizi «Bu garib bir hadistir» dedi.
El Hakim «Müstedrek»inde hadisi Hammad bin Seleme'den rivayet etti. «Müslim'in şartı üzerine sahihtir. Fakat Müslim ve Buharı rivayet etmemişlerdir.» dedi.
îbn Merduyeh, ibn Abbas tarikiyle rivayet ediyor:
Resulü Ekrem El Bakara suresinin son ayetini ve ayetelkürsiyi okuduğu zaman güler. «Onlar arşın altındaki bir hazinedendirler diyordu. Resulü Ekrem «Kim ki bir kötülük işlerse, onunla cezalandırılır.» ayetiyle «İnsanoğlunun ancak çalışması insanoğlu için vardır» ayetini okuduğu zaman «innalillah ve inna ileyhi raciun» (Biz Allah içiniz ve biz ona dönüş yapıcıları) der ve sakinleşirdi.
İbn Merduyeh Ma'kil bin Yasar tarikıyla rivayet ediyor:
Bana Fatihat-ul Kitab ve El Bakara'nın sonuncu ayetleri Arşın altından verildi. Mufassal sureleri de fazladan verildi...»
Fatihanın faziletleri hakkında Abdullah bin İsâ bin Abdurrah-man bin Ebi Leyla'dan, Said bin Cübeyr'den İbn Abbas'tan geldi:
Cenab-ı Peygamber yanında Cebrail olduğu bir devrede üstünde bir gıcırtı işitti. Cebrail başını göklere kaldırdı:
— Bu, bir kapıdır, gökte açıldı. Şu ana kadar hiçbir zaman açılmamıştı dedi.
Bu kapıdan bir melek indi, Resûlüllah'a geldi. Ve Resûlüllah'a:
— İki nurla sana müjde veriyorum. Onları Allah özel olarak sana vermiştir. Senden Önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Birisi Fa-tihat ul Kitab suresi, öbürü de El Bakara suresinin son ayetleridir.
Onlardan herhangi bir harfi okursan, Allah onun manasını sana verecektir.» Müslim ve Nesei böyle rivayet ettiler. Binaenaleyh «peygamber kendisine Rabbisinden indirilene iman etti» cümlesi Resulü Ekrem'in bundan haberdar edilmesidir.
İbn Cerir Bişr'den, o Yezid'den, o Said'den, o Katale'den rivayet etti: Allah'ın Resulü üzerine «Peygamber Rabbisinden kendisine indirilene iman etti» ayeti nazil olduğu zaman ((peygambere böyle iman etmek de gereklidir» dedi.
Hakim «Müstedrek'inde Ebu Nadr'den, Muaz bin Necdetul Kara-şi'den, Hallab bin Yahya'dan, Ebu Ukayl'dan, Yahya bin Ebu Kuseyr'-den, Enes bin Malik'ten rivayet etti:
«Peygamber kendisine Rabbisinden indirilene iman etti» ayeti nazil olduğu zaman, Cenab-ı Peygamber «Peygambere böyle iman etmek de haktır, yani farzdır» buyurdu.
«Müminler de ona iman ettiler» cümlesi bütün müminlerin Cenab-ı Haklan bir olduğuna, fard olduğuna, Samed olduğuna, ondan başka mabud olmadığına inanıyorlar ve bütün peygamberler ve Resulleri tasdik ediyorlar. Gökten kullar (peygamberler ve mürseller) üzerine inen kitablara da iman ederler. Peygamberlerin arasında ayırd-etmezler. Yani bazılarına iman edip bazılarına iman etmemek yoktur. Belki bütün peygamberler müminlerin katında doğrudurlar. Halkı hakka irşad etmişlerdir. Hayr yoluna hidayet etmişlerdir. Bazıları diğerinin şeriatını Allah'ın izniyle neshederse, hepsinin şeriatı yine Al-lahı'n izniyle onların en sonuncusu Hz. Muhammed'in şeriatı ile nes-hedilmiş olduğuna da inanırlar.
îbn Cerir, İbn Humeyd, Cüreyr, Sinan, Hakim ve Cabir'den rivayet ettiler:
«Bu ayetler, peygamber üzerine nazil olduğunda Cebrail, Peygambere «Allah, seni ve senin ümmetini medh etmiştir. Allah'tan iste, Allah istediğini verecektir» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber «Yarab! Herhangi bir nefse gücü yetmediğini yükseltme» dedi ve ayetin sonuna kadar istekte bulundu. Cenab-ı Hak da bunu kabul etmek suretiyle indirdi. Bu ilhî lütuftur. Cenab-ı Hak kullarına lütfetmiştir. Eshab-ı Kiramın korktuğu noktayı bu ayeti celile neshetmiştir. (Ortadan kaldırmıştır.)
Tabarani ve İbni Hibban Ata'dan, o da Ubeyd bin Umeyr'den o da İbn Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Cenab-i Hak yanlışlıkla, unutkanlıkla yapılan ve zorla yaptırılan fiillerin günahını ümmetinden kaldırmıştır.»
İbn Ebi Hatim, Ummu Derda'dan, Resûlüllah'tan rivayet etti: «Şüphesiz Cenab-ı Hak benim ümmetim için üç şeyden vazgeçmiştir: Hatadan, unutkanlıktan ve cebren yaptırılandan.»
İbn Cerir Ebu İshak tarikıyla rivayet eder. Muaz (RA) el Bakara suresini bitirdikten sonra «ÂMİN» derdi.
Veki' Süfyan'dan, Ebu İshak'tan, o da bir kişiden, o da Muaz ibn Cebel'den rivayet ediyor:
El Bakarayı sonuçlandırdığı zaman Amin kelimesini derdi. İbn Cerir [Tezhib ul Asar] da Eyyüp'ten rivayet ediyor:
Ebu Kallab, Eyyüb'e yazdı ki, kerb (üzüntü) duasını hem kendisine hem de çocuğuna öğretsin:
«Lâilâheillellahul aziymul haliymu. Lailâheillallahu Babbul Ar-şü aziyml Lailâheilellalahu. Rabbu semevatısseb'i ve rabbul ardi ve Rabbul arşil keriymi. Subhaneke ya Rahmanu ma şi'te enyekûne kâııe vemâ lemteş'e lemyekun. Lehavle vela kııkvvete illa billahi. Euzu bil-lezî yumsiku ssemavati seb'ı ve menfihinne enyeka'ne alelardi min şerri ma halaka ve min şerri ma beree. Euzu bikelimatillahî ettamâtı. Elleti latucavizuhunne berrun velâ facirun min şerri tammeti vel hammeti ve minşeerri kullihi fiddünya velahire.»
Meali [Yüce Allah, Halimdir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah arşı azimin rabbidir. Allah'tan başka ilah yok. Allah yedi göğün ve yerin ve kerim olan arşın rabbidir. Sen ortaktan münezzehsin ey Rahman... Senin dilediğin olur. Senin dilemediğin olmaz. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak Allah'ın kuvveti ile olur. Öyle bir Allah'a sığınıyorum ki, yedi kat göğü ve o göklerde bulunanları yeryüzüne düşmeketn o tutar. Yarattıklarının, [halket-tiklerinin] şerrinden ona sığınıyorum. Doğrularında, facirlerinde, kur-tulamıyacağı Allah'ın O tam kelimeleriyle Allah'a sığınıyorum. Ölümün şerrinden, şeytanın şerrinde nve bütün serlerden, dünya ve ahi-retteki bütün serlerden ona sığmıyorum.]
Bu duayı okuduktan sonra ayetelkürsi ve el Bakara suresinin son ayetlerini okuyacaksın diye yazdı ona...
Böylece El Bakara suresinin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Tevfik Allah'tandır. [102]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/6-7.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/7-11.
[3] Ebu-Davûd, Tirmizî ve Nesei Bkz. İbn-i Kesîr 1-405
Darul-Endulus bila tarih Beyrut.
[4] lbn-i Kesîr 1-416 Darul-Endulus bila tarih, Bayrut.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/11-20.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/22.
[6] telbiyenfn manâsı: «Ey Allahim! Senin hizmetindeyim,
senin ortağın yok. Senin hizmetindeyim. Hamd sana mahsusdur. Mülk ta senindir.
Senin ortağın yoktur.» demektir.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/23-25.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/25-29.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/31.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/32-34.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/34-39.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/41.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/42-44.
[14] Bkz. Îbn-Kesîr Cild : 1 446, Darul-Endulüs, Beyrut,
Fethul-Kadir Cild : 1-191, :1-Halebi, Kahire.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/44-47.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/49.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/50-53.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/54-55.
[18] Bkz. Ibn-Kesir Cild : 1454, D. Endülüs - Beyrut. Fethul-Kadir Cild : 1-198, D. el-Halebî, Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/55-61.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/63.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/64-66.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/66-69.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/69-75.
[23] Bkz. Îbn-Kesîr, Cild: 4, 466-470, Darul-Endülüs,
Bilâtarih, Beyrut.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/75-86.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/88-89.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/89.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/89-91.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/91-93.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/93-95.
[30] Bkz. İbn-Kesîr, Cild: 1, 475-476, Darul-Endülüs,
tarihsiz, Beyrut
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/95-111.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/111-115.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/117.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/118-119.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/119-120.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/121-123.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/123-126.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/128.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/129.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/129-131.
[41] Bfcz. Îbn-Kesîr, Cid: 1, 505-506, Darul - Endülüs,
Beyrut.
[42] Bki. Îbn-Kesîr, Cild : I, 512-513, Darul - Endülüs, Bilâ tarih,
Beyrut.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/131-141.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/143.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/144-145.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/145-147.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/147-160.
[47] Bu ve benzeri rivayetler, orta namazın beş namaz
arasında gizlenmesinin hikmetini sergiliyorlar. Onu bulmak için bütün namazlara
dikkat etmek lâzım
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/160-166.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/166-167.
[50] Sabah namazının ikinci rükünden sonra her gün Kunut
duası vardır, di-yen'îmamı Şafiî ve arkadaşlarının katında bu hadîs sabit
olmadığı için o, rçti-hadda bulunmuşlardır
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/167-169.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/169170.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/170.
[53] Bkz. İbn-Kesîr Cild: 1-5: 532-533, Darül-Endülüs.
Beyrut, Bilatarih.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/170-179.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/181.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/181-183.
[56] Bkz. Ed-Durrul-Mansur, Cild : 1-5 : 310-314, M. el-Helebî, Kahire.
[57] Bkz. Ed-Durrul-Mansur, Cild: 1-5: 314-316, M. el-Halebî, Kahire
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/183-191.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/193.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/193-195.
[61]
içi o devirde meşrudur. Aynı zamanda bu durum da, Davut (A.S.) un peygamberlik
döneminden Öncesine aittir.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/195-202.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/202.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/202.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/203-207.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/207-209.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/211.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/212-215.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/215-218.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/218-219.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/219-227..
[72] Bkz. ibn-Kesir.C: 1, S: 547, Darûl-Endülüs, Kahire,
tarihsiz
[73] Burada peygamberden maksad, Musa (A.S.) dır. öyle ise
bu rivayete göre, Aytetel Kürsi Hz. Musa'ya da inmiştir. Bkz. Ibn-Kesîr C: 1,
548, Darül-Endülüs, Kahire, bilâtarüı.
[74] Bkz. Îbn-Kesîr, 1 - 550, 551 Darül-Endülüs, Kahire,
tarihsiz.
[75] Bkz. Ibn-Kesîr, I - 551, Darü^Endülüs, Kahire,
tarihsiz
[76] Bkz. Îbn-Kesîr, l . 554, Darül-Endülüs, Kahire,
tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/227-239.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/241.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/241-243.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/224-251.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/253.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/254-255.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/255.
[83] Bkz. tbn-Kesîr 1/559-560 Darül-Endülüs, Beyrut,
tarihsiz.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/255-264.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/266.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/266-267.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/267-276.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/278.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/278-280.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/280-296.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/298.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/299-301.
[93] Bkz.
Îbn-Kesîr, 1 572,
Darül-Endülüs, Beyrut,
Ed-Durul-Mensur Suyutî,
1-364-365, Mat. el-Halebi, Kahire.
[94] Bkz. Îbn-Kesîr, 2-582-583, DariiliEndülüs, Beyrut,
Bilâtarih.
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/301-320.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/322.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/322-324.
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/324-332.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/334.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/335-337.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/337-344.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/345-349.