Meal 3

Tefsir 3

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 5

Meal 7

Tefsir 8

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 9

Tefsir 10

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 11

Meal 13

Tefsir 14

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 14

Meal 16

Tefsir 16

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 18

Haram Aylar 18

Meal 20

Tefsir 21

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 22

Hangi Kadınlarla Evlenilir 23

İhtiyatlı Davranış. 25

Meal 29

Tefsir 30

İlâ Meselesi 30

Hulu Meselesi 31

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 31

İlâ Bahsi 32

Hülle Meselesi 38

Meal 40

Tefsir 40

Çocukların Emzirilmesi 41

Tefsîr-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 41

Allah'ın Hoşuna Gitmiyen Helâl 42

Meal 44

Tefsir 44

İddet Çekmekte Olan Kadına Evlenme Teklifi Yapılabilir Mi?. 44

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 45

Meal 49

Tefsir 49

Korku Namazı 49

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 50

Ortanca Namaz Hakkında Gelen Rivayetler 55

İslâm'ın Başında, Namazda Konuşulurdu. 57

Namazda Kunut 58

Vitirde Kunut Okumak. 59

Korku Namazı 59

Başka Bîr Rivayet 59

Meal 63

Tefsir 63

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 64

Meal 67

Tefsir 67

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 68

Ebdallar Konusu. 70

Kırklar 70

Yediler 71

Müceddid. 72

Meal 73

Tefsir 73

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 75

Ayetel-Kürsi Kur’an’ın En Büyük Âyeti 76

Ayetel-Kürsi’nin Fazileti Hakkında Gelen Hadisler 76

Manevî Sigorta. 80

Meal 84

Tefsir 84

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 85

Meal 88

Tefsir 88

Allah Yolunda Harcamak. 89

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 89

Meal 92

Tefsir 93

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 93

Meal 96

Tefsir 96

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 97

Meal 103

Tefsir 104

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 105

Meal 112

Tefsir 112

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 113

Meal 116

Tefsir 116

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 117

Surenin Bu Son Kî Ayeti Hakkında Varîd Olan Hadisler 120

 


Meal

 

(191) Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz! Onlar sizi nerden çıkarmışlar ise, siz de onları oradan çıkarınız. Fitne, öldürmekten daha beterdir.

Sakın hâ Mescidi-Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz onlarla savaşmayınız! Eğer orada sizinle döğüşürler ise onları orada öldürünüz. İşte kâfirlerin cezası böyledir.

(192) Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse, kesinlikle Allah (geç­miş günâhları) çokça affedici ve merhamet sahibidir.

(193) Fitne kalmayıp Din sadece Allah'ın oluncaya kadar, onlar­la savaşınız. Eğer onlar (putperestlikten) vaz geçerler ise,   kesinlikle düşmanlık ancak zalimlere karşı yapılır.

(194) Haram ay, haram aya bedeldir. Haramlarda kısas vardır. Öyle ise size saldırana siz de saldırınız. Fakat siz de onun saldırısının misli ile saldırınız. Allah'dan sakınınız ve biliniz ki, kesinlikle Allah sa­kınanlarla beraberdir.

(195) Allah yolunda malınızı harcayınız. Sakın ha! Kendi elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayınız, iyilik yapınız. Muhakkak ki Al­lah iyilik yapanları sever.

(196) Hac ve umre'nizi Allah için tamamlayınız. Eğer bunlar­dan alıkonulursamz, kurbandan kolaylıkla elde edebileceğinizi kesiniz. Sakın ha kurban yerine varmadıkça başlarınızı tıraş etmeyiniz. Kim ki, hasta veya başında herhangi bir eziyet verici bir durum bulunursa (o traş olsun) buna karşılık oruçtan veya sadakadan veya kurbandan bir fidye versin. Emniyet içinde olursanız, Hac zamanına kadar Umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen bir kurbanı kessin. Fa­kat bunu bulamayan Hac'da üç gün, Hac'dan sonra memleketine dön-düğünüzde yedi gün oruç tutsun. îşte bu tam on gün eder. Bu hüküm, aile-efradı Mescidi Haram'da bulunmayanlar içindir. Allah'dan korkunuz ve biliniz ki, kesinlikle Allah cezası çok şiddetli olandır.[1]

 

Tefsir

 

«Allah yolunda savaşınız!» cümlesi, gerçek savaşın ancak, «î'lâ-t kelimetullah» (Allah Kelâmı'nm yücelmesi) için olan savaş olduğu­nun delilidir. İslâm'daki savaşlar, her şeyden önce, dîn'in yücelmesi, İslâm Milletinin ve o Milletin üzerinde hüküm sürdüğü toprakların din düşmanlarına karşı korunması içindir. İkinci sebep ise müdafa-i nefisdir. Resûlüllah'm hiç bir savaşı, saldırmak ye topraklar zaptet­mek için değildir. Aksini iddia edenler, ya İslâm tarihinin câhilleridir­ler veya garazkâr müsteşrik ve münafıklardır. Acaba bedir savaşın­da böyle bir manâ bulunabilir mi? Asla!... uhud savaşı da Mekke'de olmadı. Aksine saldırgan düşman, Medine'ye saldırmıştı. Mekke fethi­nin önünde cereyan eden hadisatı düşünen, onun ne tür bir savaş ol­duğunu derhal kestirebilir. Resûlüllah'ın diğer savaşları da böyledir!..

(191) «Müşriklere nerde rastlarsanız ister Haram arazisinin hududla-n içinde olsun, ister hâricinde olsun— onları öldürünüz! Onlar sizi hangi memleketten sürüp çıkarmışlar ise, siz de aynı muameleyi on­lara tatbik ediniz!» Nitekim bu emir gereğince Resûlüllah Mekke Fet­hinde mtisliiman olmayanları Mekke'den uzaklaştırdı.

«Fitne öldürmekten daha fenadır!..»

Yâni o müşriklerin «Harem-i Şerif» de Allah'a ortak koşmaları, si­zi Kabe'yi tavaf etmekten menetmeleri, sizin bugün onları öldürmeniz-den daha fena idi. Zira onun ızdırabı daha uzun ve kalıcı oldu. Muhte­mel ki, Âyetin manâsı, «Bir insanı vatanından kovmaktan gelen elem ve meşekkat, öldürmekten daha fenadır.» olsun. Çünkü kovulan bir in­san daima elem duyar ve sıkıntılar çeker. Ashab-ı Kiram'm aynı sıkın­tıyı çektikleri gibi!.. «Allah birdir.» dediğinden Mekke'den tâ Ha­beşistan'a sürülen bir insanın çektiklerim düşünen, bu işlerin neye mal olduğunu pekâlâ anlar!

Mescid-i Haram'm hürmeti müslümanlarca müsellem olduğundan yüce Mevlâmız (C.C), «Müşrikler Mescid-i Haram'm bulunduğu Ha­rem bölgesinde size harb açmadıkça orada onlarla savaşmayınız!» bu­yurmuştur. Yani Harem'in hürmetini onlar kırıcı olsunlar; onlar sal­dırdıktan sonra çekinmeden orada doğuşunuz.

«Harem-i Şerif» de bulunanlara düşman saldırırsa, karşılık verilir, oraya sığmana dokunulmaz. Fakat Hanefîlere göre, yiyecek ve içecek verilmez, ölüme veya teslim olmaya terkedilir.

(193) «Topyekün müşriklere savaş açın! Fitne sönünceye ve dîn katık­sız Allah'ın oluncaya dek müşriklerle savaşınız!» Âyeti Celîle güç ol­duktan sonra fesadın daniskası bulunan şirkin karşısında yer almanın ve söndürülmesine çalışmanın farziyyetini ilân eder.

(194) «Haram ay, haram aya karşılıktır!..» Âyeti celîlenin nüzul sebebi şudur: «Hüdeybiyye Anlaşması»nın olduğu sene, Haram aylardan bi­risi olan «zil-ka'de» de müşrikler Müslümanlara savaş ilân ettiler. Ertesi sene anlaşma gereği Müslümanlar hükme bağlanan umre'ye «zil-ka'de» de gittiler. Fakat bu ayda gitmek pek ağır geldi. Zira karşı taraf saldırsa, karşılığı «Haram Ay»da vermek mecburiyeti hasıl ola­caktı. Bunun üzerine bahsi geçen Âyet indi ve: «Sizin bu ayda çıkma­nız, onların geçen sene aynı ayda çıkmalarına karşılık olsun. Bunun hürmetini kaldırmak onun hürmetine karşılık olsun. Bunun için üzül­meyiniz!» hükmü geldi.

«Haramlar kısasdır!..» Bu cümle, Müslümanlara verilen tesellinin delilidir. Korunması ve gözetilmesi gereken her nesnede kısas vardır, îhlâl edilirse karşılığında ihlâl edenden öç alınır. Müşrikler geçmiş se­nede sizin haram ayınız «zîl-ka'de»nin hürmetini, sizi kâbe'yi ta­vaf etmekten menetmek suretiyle kaldırdıkları için, bu sene siz de ay­nı ayda aynı şeyi onlara karşı tatbik edebilirsiniz. Zorla Mekke'ye gi­riniz. Size savaş açarlarsa, siz de savaşınız. «Size saldırana, saldırısı­na benzer bir tarzda, saldırınız! (Aşın gidip hakkınız olmayan şeyleri yapmaktan çekininiz ve) Allah'dan korkunuz! Biliniz ki, Allah, kendi­sinden korkanlarla beraberdir.» Onları korur ve muhafaza eder.

Hz. Ebu-Eyyub el-Ensarî (R.A.), «Allah İslâmı kuvvetli kıldığı ve Müslümanlar çoğaldığı zaman, biz Ensar dedik ki, «Artık bize ihtiyaç yoktur. Evimiz, aile efradımız ve malarımıza dönüş yapalım. Biraz da kendimize çalışalım.» Bunun üzerine «Allah yolunda infak ediniz! Sakın hâ ellerinizle kendi nefislerinizi tehlikeye atmayınız!...» Âyeti nazil oldu. Zira harbden kaçmak ve o uğurda malı sarfetnıemek, düş­manın kuvvetlenmesine ve bize galip gelip bizi yoketmesine yol açar. Bu da, kendi kendimizi tehlikeye atmak demektir!

Muhtemel kî, Âyetin manâsı, «Sakın israf etmek, malı fuzûlü ye­re sarfetmek suretiyle kendinizi tehlikeye atmayınız.» veya «Allah yo­lunda sarf etmekten kaçınmak ve malı sevmek sureti ile kendinizi teh­likeye atmayınız.» dır. Çünkü böyle bir tehlike ebedi yokluğa insanı götürebilir. Bu sırdan dolayıdır ki, cimriliğe «Helak» denilmiştir.

«İyilik yapınız!» cümlesi; ameller ve ahlâklarınızda veya ihtiyaç sahiplerine yardım etmekte iyilik yapınız demektir.

(196) «hac ile umre'yi Allah için tamamlayınız.» cümlesi, onlan tam yaparak yerine getiriniz, onlardaki ibadetleri Allah nzası için yerli ye­rinde yapınız demek olduğu gibi, bu, iki ibadetin hayatta şartlar ta­mam olduktan sonra her mü'minin boynunda farz olduklarına da de­lildir.

«ve ekimu» kıraati bu manâyı desteklemektedir. Cabir (B.A.) den: «Resûlüllah'dan, Umre Hac gibi farz mıdır, diye sorulduğunda ha­yır değildir. Fakat umre yapmanız sizin için daha hayırlıdır.» riva­yeti vardır. Bu Hadis şu gelecek Hadis ile çarpışmakta ve delil olmak­tan düşmektedir.

«Bir kişi Hz. Ömer (R.A.) a, «Ben, Hac ile Umre'nin. boynumda farz olduklarına inandım. İkisine birden ihram bağladım (siz ne bu­yurursunuz?)» Hz. Ömer (R.A.) da, «Sen Peygamberinin Sünnetine hidayet olundun.  (Yani doğruyu yaptın).» buyurdu.»

Muhtemel ki, hac ile umre'nin tamamlanmasından maksat, aile efradının bulunduğu yerden ihrama gir, böylece kâmil bir hac ve umre ibadetini ifâ etmiş olursun. Veya «Her birisi için ayrı bir yol­culuk yap.» veya «yolculuğunu sadece o iki ibadet için yap; herhangi bir dünyalık bahis konusu olmasın!» veya «O yolculukta infak edece­ğin mal helâlinden olsun» demek olsun.

hudeybiye'de Allah'ın Resulü umre/yapmaktan men olundu­ğu zaman, şu Âyet nazil oldu: «Eğer hac ve umre'den ahkonursanız

kurbandan kolayınıza gelenini boğazlayınız.» Men olmaktan gaye, İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre, düşmanın men etmesidir. İmam Ebu-Hanife'ye göre, ister düşman, ister hastalık, ister başka bir mani olsun fark yoktur. Çünkü: Resûlüllah (A.S.), «Ayağı kınlan veya to-pallaşan kimse ihramını çözsün. Zira gelecek sene HAC ona farz olur» buyurmuştur.

Fakat beyzavî, tefsirinde bu Hadisi zayıf bulup «Hacca ihram bağlamışsa...» şartı ile tevil etmiş ve «Resûlüllah'ın Zübeyir'in kızı dibâye'ye «hac yap ve şart koşarak de ki: Ey Allahım! İhramım­dan çıkışım beni hapis ettiğin yerde olsun!» buyurduğu Hadisi bu te­vilin delilidir.» demiştir.

«Hasta veya başında bir eziyet bulunana oruçtan veya sadakadan veya kurbandan biri ile fidye lâzım gelir?» bu Âyeti Celîle fidyenin tür­lerini belirtmektedir. Yani fidyenin hangi nesnelerden verileceğini be­yan eder. Fidyenin miktarına gelince, rivayet ediliyor ki, Resulü Ek­rem, acre oğlu kaâb'dan sordu: «Olabilir ki, başındaki kehleler sa­na eziyet ederler?» kaâb: «Evet ya Resûlüllah» diye, cevap verince, Resûlüllah. (İhramda bulunan) kaâb'a: «O halde başım tıraş et ya üç gün oruç tut veya bir fark taamı altı fakire ver veya bir koyunu kurban et!» buyurdu. Hadisde bahsi geçen «fark» üç avuç dolusu taam demektir.

«Kurban bulamazsanız, hac'da üç, döndükten sonra da yedi gün oruç tutunuz!...»

hac'da tutulan üç gün, ihrama girdikten sonra ve ihramdan çık­madan Önceki zamanda tutulur. Ebu Hanif e'ye göre, hac aylarında ve iki ihram arasında tutulur. En iyi şekli zilhecce'nin 7. 8. 9. cu gün­lerinde tutmaktır. Âlimlerin çoğuna göre, bayram günleri ve bayram­dan sonra teşrik günlerinde oruç tutmak haramdır.

İmam Şafiî'nin bir içtihadına göre hac'dan sonra tutulan yedi gün, ancak aile efradına döndükten sonra tutulur. Ebu Hanife'nin üânci bir içtihadına göre, hac ibadeti bittikten sonra mekke dahil her yerde keffaret orucu tutulabilir.

«Bu hüküm aile efradı Harem'de olmayan içindir» Şafiî'lere göre, Harem'den maksad, yaklaşık olarak doksan (90) km. lik mesafeye kadar olan yerlerdir. Eğer bu mesafeden daha yakın bir yerde oturuyor-sa Harem ehlinden sayılır veya onların hükmündedir.

tâvus'a göre, Harem hudutlarının dışında bulunan herkese bu hüküm tatbik edilir.

imam malik'e göre, Mekke ahalisi olmayan (Mekke'de oturma­yan) herkes bu hükme tabidir. imam ebu-hanife'ye göre, Mikatla-nn dışında oturanlar bu hükme tabidirler. [2]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(191) «Onları yakaladığınız yerde öldürünüz. Onların sizi çıkardığı yer­den onları çıkarınız...»

Bu âyetin tefsirinde İbni-Ebi-Hâtim Ebul-Âliye'den şunları nak­letti: «Onlardan maksad, müşriklerdir.»

«Fitne öldürmekten daha şiddetlidir..» Burada fitne şirktir. Yani şirk öldürmekten daha korkunçtilur. Veya «Sizin üzerinde bulunduğu­nuz fitne öldürmekten daha korkunçtur!..»

İbni-Cerir Mucahid'den: «Mü'minin dininden dönüp putlara tap­ması haklı olduğu halde öldürülmesinden daha şiddetlidir,»

«Onlar, Mescid-i Haram yanında sizinle savaşmadikca siz orada onlarla savaşmayınız...»

Bu âyetin tefsiri sahiheyinde geldiği gibi şöyledir: «Allah yer ile gökleri yarattığı günden beri bu beldeyi (Mekke'yi) haram kıldı. Al­lah'ın haram kılmasıyla bu belde tâ kıyamete kadar haramdır. Helâl kılınmadı, ancak günün bir saatinde helâl kılındı. O da benim şu için­de bulunduğum saattir. Allah'ın hükmüyle haramdır. Ağacı kesilmez, bitkisi yolunmaz. Eğer biri Resûlüllah'ın Mekke'de açtığı savaşını kendisi için bir ruhsat kabul ederse, ona deyiniz ki, Allah Resulüne izin verdi. Fakat size izin vermedi.»

Resûlüllah, burada Fetih gününde Mekke'lilerie olan savaşını kas-dediyor. Zira Mekke şehri zorla fethedildi. El-Handeme denilen yerde bir çok Mekke'li öldürüldü.

Bazıları da; Mekke sulh ile alındı. Çünkü Resûlüllah: «Kapısını kapatan emindir. Mescidi-Haram'a giren emindir. Ebi-Süfyan'ın evine giren dokunulmazdır» dedi. Bir de âyetin sonunda: «Eğer onlar sizinle savaşırsa, sizde onları öldürünüz. Kâfirlerin cezası böyledir.» denilmiş­tir. Âyet, Mescid-i Haram yanında (Harem hududlan dahilinde) müş­rikler savaş açtıkları zaman, saldırılarını durdurmak maksadıyla on­lara savaş açınız diyor.

Bir de Hudeybiye senesinde savaşmak maksadıyla Resûlüllah ağa­cın altında ashabından biat aldı. O sene Kureyşliler Beni-Sakif ve Ha-beşlilerle birleşip müslümanlara karşı koydular. Allah, bu eşiğine ge­linmiş savaşı durdurdu: «Onlara karşı size zafer verdikten sonra Mek­ke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin de ellerinizi onlardan çe­ken odur.» (Feth: 24).

Bir de Allah: «Eğer savaştan vazgeçerlerse, şübhesiz Allah çokça af edici ve merhametlidir.» buyurdu. Yani müşrikler Harem'deki savaşı bırakıp İslama gelirlerse, şübhesiz ki, Allah günâhlarını bağışlayıcıdır. İsterse, haramda müslümanlan Öldürmüş olsunlar teybe ettikleri tak-;dirde Allah affeder. Hiç bir günâh Allah'ın'affı önünde büyük kalmaz. Affın kapsamından dışarı kalmaz...

(193) «Fitne kalmayıncaya ve dinin tamamı Allah'ın oluncaya dek sa­vaşınız...»

Bu âyetin tefsirinde Îbni-Abbas «Fitne, şirktin) dedi. «Dinin ta­mamı Allah'ın olsun»un manâsı, Allah'ın (C.C.) gönderdiği islâm di­nin sair dinlere galebe çalması demektir. Nitekim Sahiheyin (Buharı ve Müslim) de Ebi-Musa el-Aşarî'den rivayet edildi: Resûlüllah'dan: «Kahramanlık, kan bağı ve görsünler için savaşanların hangisi Allah yolunda savaşmış sayılır?» soruldu.

Resûlüllah: «Kim ki Allah'ın Kelimesi (dini) yücelsin dîye sava­şırsa o, Allah'ın yolundadır.» cevabını verdi.

Buharı ve- Müslim de: «Lailâhe illellah diyeceklerine kadar insan­larla savaşmakla emrolundum. Bu kelimeyi söyledikleri zaman ben­den kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak hakkıyle kanlarını akıtabilir, mallarını alabilirim. Onların hesabı Allah'a aiddir.» hadisi yer almaktadır.

«Vazgeçerlerse artık düşmanlık   ancak zalimlere karşı   yapılır..»

âyetini Mucahid: «Eğer şirkten ve Müminlerle savaşmaktan vazgeçer­lerse, sizde onlarla savaşmaktan vaz geçiniz. Tevbe etmelerine rağmen orlarla savaşan zalimdir, öyle ise, düşmanlık ancak zalimlere karşı­dır.» dedi.

Veya ayetin takdiri «Vazgeçerlerse, zulm olan şirkten kurtulur­lar. Bundan sonra da onlara herhangi bir saldın bahis konusu değil­dir.» demektir.

İkrime ve Ketade: «Zalim odur ki, lâilâhe illellah demekten imti­na eder» dediler.

Buharî: «Fitneden eser kalmayıncaya dek savaşınız...» âyetin tef­sirinde Muhammed b. Bışar bize ona da Abdulvehhab ona da Übey-dullah, ona da Nafi' ona da İbni-Ömer dedi: «Îbni-Zübeyr'in zamanın­daki fitnede iki kişi İbni-Ömer'e gelip «Halk zayi oldular. Sen Ömer'in oğlu ve Resûlüllah'ın arkadaşısın, niçin ortaya çıkmıyorsun?»

İbni-Ömer: «Allah'ın kardeşimin kanını bana haram kılması be­ni ortaya atılmaktan menetti!»

O iki kişi: «Allah buyurmamış mı ki, fitne kalmayıncaya dek on­larla savaşınız.»

İbni-Ömer: «Fitne gidinceye dek biz savaştık. Din tamamen Al­lah'ın oluncaya kadar çarpıştık. Siz ise, istiyorsunuz ki fitne oluşuncaya dek çarpışasınız. Din Allah'dan başkasının oluncaya kadar savaşası-nız..»

(194) «Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır...»

Bu âyetin tefsirinde îkrime İbni-Abbas'dan: ((Hicretin altıncı se­nesinde Resûlüllah Umre'ye ihram bağlayıp gittiğinde ve müşrikler tarafından Mekke'ye girip Umre yapmasından menedildiği de Zil-Ka-de ayında bulunuyordu. Bu ay, haram aylardandır. Gelecek sene Mek­ke'ye girip umre yapacağına dair müşriklerle anlaşma imzaladı. Er­tesi sene beraberindeki müslümanlarla birlikte Mekke'ye girdi. Allah onun Öcünü müşriklerden aldığını ilân etmek için bu âyeti indirdi.»

Ibni-Hanbel Cabir b. Abdullah yoluyle rivayet etti: «Resûlüllah haram ayda gazaya gitmezdi. Ancak kendisine savaş açıldığında kar Eyyup el-Ensarî vardı. Bazı kimseler: «Bu zat, nefsini tehlikeye attı» dediler. Bunun üzerine Ebi-Eyyup: «Biz, bu âyeti daha iyi biliriz. Bi­zim hakkımızda indi. Resûlüllah'a arkadaşlık yaptık, O'nunla beraber savaşlara katıldık, O'na yardımcı olduk. İslâm yayılıp zahir olduğu za­man, biz Ensar sevgi yönünden bir araya geldik ve dedik: «Allah, bizi Peygamberinin arkadaşlığıyle, O'na yardım etmekle müşerref kıldı. Tâ ki İslâm yayıldı. Müslümanlar çoğaldı. Biz İslâmı aile efradımız, mallarımız ve evlâdlanmıza tercih ettik. Artık harb şiddetini bırak­mıştır. Öyle ise aile efradımıza ve malımıza dönelim, biraz da onların içinde duralım» dedik. Bunun üzerine hakkımızda bu âyet indi. Böy­lece anladık ki, tehlike, aile, efrad ve malın yanında durup cihadı ter-ketmektedir.» [3]

Ebu-Bekir b. Ayyaş Ebi-İshak es-Subeî'den rivayet etti: «Birisi Berra b. Azib'ten sordu: Eğer tek başıma düşmana hücum edersem beni öldürürlerse, nefsimi tehlikeye atmış olur muyum?»

Berra: «Hayır. Nefsini tehlikeye atmış sayılmazsın. Çünkü yüce Mevlâmız Resûlüllah'a: «Allah yolunda çarpış. Sen ancak nefsinden sorumlusun..» (Nisa: 84) direktifini vermiştir. Buradaki tehlike ise na­faka meselesindedir.» Hadisi İbni Merduyeh rivayet etmiştir. Tirmizî Kays b. Rebi'den o, tshak'tan o Berra'dan aynısını rivayet etti. Fakat: «Ancak nefsinden sorumlusun» cümlesinden sonra: «Lâkin tehlike, kişinin günâh işleyip tevbe etmemesindedir. Böylece nefsini tehlikeye atar ve tevbe de etmez.» cümlesi de vardır.

A'ta b. Saib Said b. Cübeyir'den o da İbni-Abbas'dan rivayet eyle­di: «Bu âyette bahsedilen tehlike savaşda değildir. Ancak nafakada­dır. Allah yolunda nifak etmekten elini tutarsan, nefsini elinle tehli­keye atmış olursun.»

Hammad, Davud'dan Şa'bî'den, Dehhak'tan: «Ensar sadaka ve­rirlerdi Mallarından Allah yolunda infak ederlerdi. Bir kıtlık senesi geldi Allah yolunda nifaktan ellerini tuttular. Bunun üzerine bu âyet indi.» diye rivayet etti.

Hasanı Basri: «Tehlike cimriliktir.» dedi.

Semmak: «Tehlike, kişinin günah işleyip tevbe etsem dahi Allah beni affetmez zannıdır» dedi.

Ali b. Ebi-Talha: «Tehlike Allah'ın (C.C.) azabıdır.»

Zeyd b. Eşlem, bu âyetin tefsirinde; Resûlüllah'm gönderdiği akın­ların arasında nafakasız yola çıkanlar vardı. Bunlar ya yolda kalıyor­lardı. Veya başkasının boynuna yük olurlardı. Allah bunlara Allah'ın rızkından nafaka edinmelerini ve nefislerini tehlikeye atmamalarını emretti. Tehlike bazı kimselerin açlıktan veya susuzluktan veya yü­rümekten helak olmalarıdır.

Allah, elinde fazla mal olan kullarına: «İhsan ediniz, şüphesiz Al­lah, ihsan edenleri sever.» emrini verdi. Âyetin kapsamı: Allah için her hayır yerine, her taata, hele düşman savaşına malın sarfedilmesidir. Bunu terk etmek, helak ve yok olmak olduğunu haber vermektir. İh­san yapmak, taatlarm en yüce makamıdır.

(196) «Hacc ve Umreyi Allah için tam yapınız...» Bu âyetin zahirinden anlaşılıyor ki, Hacca ve Umre'ye başlamak, onları tamamlamamızı ge­rekli kılar.

Şu'be, Hz. Ali (K.V.) tarikiyle rivayet eyledi: «Hacc ve Umrenin tamamlanması aile efradının bulunduğu evlerden ihrama girmektir.»

Sufyanı Sevrî: «Hacc ve Umrenin tamamlanması, yurdundan ih­rama girmen ve sadece Hacc ve Umre için yola çıkmandır. Mikatta Lebeykeyi okuyup, ticaret veya başka bir işe gitmemendir.» dedi.

Menhul: «Onların tamamlanması, Mikata vardığında onlar için ihrama girmektir.» dedi.

Hz. Ömer: «Haccı Umreden ayırman, onları tamamlamaktır. Hacc aylarının gayrısında Umre yapmandır. Zira Allah (C.C.): «Hacc belli aylardır» buyurdu.

Hişâm b. Avn; Kasım bT Muhammed'den dinledim: «Hacc ayla­rında Umre tamam değildir» dedi. Kendisinden: «Muharrem ayındaki Umre nasıldır?» soruldu. Onun tamam olduğunu söyledi. Ketade b. «Dea'meaden de bu rivayet edildi. Fakat bu görüşe dikkat etmek gerektir. Çünkü Resûlüllah'm yaptığı dört Umrenin Zil-Ka'de ayında olduğu sabit olmuştur. Şöyle ki, Hudeybiye Umresi hicretin altıncı se­nesinde ve Zil-Ka'dede, «Umretul-Kada» yedinci senenin Zü-Ka'de ayında, Cuurrane Umresi sekizinci senenin Zil-Kade'sinde Haccı ile beraber olan Umresi onuncu senenin Zil-Ka'desinde oldu. İkisine bir­den ihram bağladı. Hicretten sonra bunun gayrisinde Umreye niyet­lenmedi. Fakat Ummu-Hanie: «Ramazanda bir Umre yapmak benim­le beraber yapılan bir Hacca denktir» dedi.

Ümmü-Hani Cenabı Peygamberle Hacc etmeye azmetti. Fakat te-haret meselesinden ötürü katılamadı. O zaman Peygamber bu sözünü söyledi. Said bin Cübeyir: «Bu Hz. Ümmü-Hani'nin özelliklerindendir» dedi.

Katade Zurâre'den o da İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Âyetteki Hacc'dan nıurad, Arefe vakfesidir. Umre'den maksad, Kabe'yi tavaf etmektir.»

Eş-Şa'bî: «Vel-umretu lillahi» tarzında ötre ile okumuştur. Bu kıraata göre Umre vacib değildir demiştir.

Bir çok Hadisde: «Resûlüllah ihramında Hacc ile Umreyi bir ara­ya getirmiştir.» diye varid olmuştur.

Şahinde sabit oldu ki: «Resûlüllah ashabma «Kimin beraberinde hedy (kurban) varsa, Hacc île Umreye beraber telbiye getirsin» dedi.»

Yine Şahinde varid oldu: «Artık kıyamet gününe kadar Umre Hacca girdi» yani ikisine birden niyet edilir.

«Eğer kuşatilirsamz artık size kolayı gelen kurban yerine varın­caya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz..» Bu âyetin hicretin altıncı se­nesi olan Hudeybiye'de nazil olduğunu söylediler. Beraberlerinde bu­lunan kurbanları kesmelerini, başlarını tıraş edip ihramdan çıkmala­rını kolaylaştırdı. Beraberlerinde yetmiş deve vardı. Resûlüllah başla­rını tıraş edip ihramdan çıkmalarını emrettiyse de Nesih hükmünü beklemek için durdular. Bu durum, Peygamber çıkıp başını tıraş edin­ceye kadar devam etti. Manzarayı gören sahabeler de tıraş oldular. Bazıları başlarını tıraş etmedi. Sadece makasla kısalttı. Bunun için Resûlüllah: «Allah başlarım tıraş edenlere merhamet etsin dedi.»

Ashap: .«Kısaltanlara da Ey Allah'ın Resulü kısaltanlara da» de­diler. Üçüncü defada «Kısaltanlara da» dedi.

Ashap yedişer yedişer o yetmiş devede ortak oldular. Bin dörtyüz kişi idiler. Harem hududunun dışında ve Hudeybiye'de konaklamışlar­dı. Bazıları da «Tam Harem'in sınırında idiler» dedi.

Bazı âlimler; Hasr (engelleme) ancak düşman ile olur. Bazıları, hastalık, yolu şaşırmak gibi şeyler ile de olabilir dediler.

«Kurbanlardan sizin için hangisi kolaysa...»

îmamı Mâlik Hz. Ali (K.V.) tarikiyle rivayet etti: «Bu koyundur.»

İbni-Abbas'dan «Hedyi sekiz çifttendir. Deve, sığır, keçi ve koyun­dandır. Dört mezhebe göre de kolayı olan kurban bir koyundur.»

«içinizden hasta veya başından eziyeti olup bundan ötürü tıraş olan kimseye üç gün oruç tutmak ya da altı fakire birer fitre miktarı fidye vernıek gerektir.»

Bu âyetin tefsirinde Buharî, Adem'den o Şu'be'den, o Abdurrah-man'dan, o Abdullah b. Ma'kal'dan rivayet etti: «Bu mescidde (Küfe Mescidini kasdediyor) Kâb b. Acre'nin yanında oturdum. Ondan oruç-dan olan fidyeyi sordum. Dedi ki yüzüme kehleler döküldüğü halde Peygambere götürüldüm. Şunları söyledi: «Senin bu kadar sıkıntıda olduğunu sanmıyordum. Acaba bir koyunun yok mudur?» Ben «Ha­yır» dedim. Resul: «Üç gün oruç tut veya her birine yarım sa' olmak üzere altı yoksula fidye ver. Başını tıraş et.» Bu âyet özel olarak benim için nazil oldu. Genel olarak hepiniz içindir.»

îmamı Ahmed Abdurrahman b. Ebi-Leylâ'dan o da Kâb b. Acre'-den rivayet etti: «Biz Hudeybiye'de Resulün beraberinde idik. Müş­rikler Peygamberi muhasaraya almıştılar. Benim saçım vardı. Kehle­ler yüzüme düşer dururdu. Peygamber yanımdan geçti. Senin başın­daki kehleler sana eziyet verirler mi? Evet, deyince traş et, emrini ver­di. Bunun üzerine bu âyet indi.»

Kişi burada muhayyerdir: dilerse, oruç tutar, dilerse, fidye verir, dilerse bir koyun boğazlar, tasadduk eder. Hangisi kolayına giderse, onu yapabilir.

Ayette «Nüsuk» diye geçen tâbirden maksad bir koyundur. Onu kesip tasadduk etmektir.

«Emin olduğunuz zaman da kim Umresini bitirip ondan faydala­narak Hacc yaparsa, kolayına gelen bir kurbanı kesmek vacip olur.»

İbni-Kesir: «Menasıkı haccı yerine getirme imkânına kavuştuğun­dan ötürü Temettü1 niyetini getiren gücü yettiği kurbanı kessin. Kur­banın en azı bir koyundur. Dilerse sığır da kesebilir. Bu âyette temet-tun meşruiyetine dair delil vardır. Nitekim îmran b. Hasın, (veya Hu-sayn)'dan: «Allah'ın Kitabında Temettü' âyeti indi. Resûlüllah İle be­raber Temettü* yaptık. Daha sonra onu yasaklayan herhangi bir KW-an (âyet) inmedi. Ta ki Peygamber vefat edinceye dek... Bir kişi kendi reyi ile dilediğini söyledi» rivayet edilmiştir. Buharî: «Bu kişiden mak­sadı, Hz. Ömer'dir (R.A.). Buharî'nin bu dediği sarahaten gelmiştir. Zira Ömer (R.A.) halkı Temettü' yapmaktan menederdi. Biz AHah'ın Kitabım tutarız. Allah'ın Kitabı tamamı emrediyor» derdi. Hz. Ömer (R.A.), «Temettü' yapmak haramdır» diye yasaklamazdı. Halk çokça kâbe'ye gitsinler Hacc için ayrı ihram, Umre için ayrı ihram bağla­sınlar için bu emrini verdi.»

«Bu hüküm, ehli, Mescid-i Haramda hazar olmayanlar içindir...»

Îbni-Cerir: «Ehll-Tevil, bundan kimin kasdedildiği hususunda ih­tilâfa düştüler. Fakat burada Harem ehlinin kaydedildiğini, Temet-tun onlara olmadığını ittifakla savunduktan sonra ihtilâfa düştüler.

Bazıları sadece Harem ehâlisi kasdedildi. Başkası, değil dedi. Bi­ze Bışar, ona Abdurrahman, ona Sufyanı Sevrî söyledi. Îbni-Abbas (R. Anhuma) «Bunlar harem ehlidirler.» dedi.

İbni-Mubarek Katade'den: «Bize denildi ki İbni-Abbas «Ey Mek-keliler sizin için Temettü yoktur. Af aktan gelenlere Temettü' helâl kı­lındı. Size haram kılındı. Sizden herhanginiz Umre için ancak bir de­reyi geçer. Bu kadarcık yolculuktan sonra Umreye telbiye getirir.» de­di.

Abdurrazzak Mamer'den o Tavus'tan o pederinden rivayet etti: «Temettü sair halk için vardır. Mekke'lilere yoktur. Aile efradı Hâ-rem'den olana Temettü' yoktur. Âyetten de maksad budur.»

Başkaları «Bunlar, Harem ehâlisi ile Harem ve Mikatlar arasında yaşayanlardır. Zira bunlar da Mekke'liler gibi Temettü yapamazlar.» dedi.

Abdurrazzak Zuhrî'den: «Kimin aile efradı Haremden bir günlük mesafede bulunuyorsa, o Temettü yapabilir.»

Başka bir rivayetinde: «Bir veya iki gün» diye geçiyor. tbni-Cerir :    bu hususda Şafiî mezhebini ihtiyar etti.   Şafiî'ye göre Mikat ile Ha­rem arasında yaşayanlar Mekke ehâlisi gibidirler. Kasır mesafesinde olmayan herkes böyledir. Çünkü bu mesafede bulunan mukim sayılır. Misafir değil..[4] »

 

Meal

 

(197) Hac bilinen  (Şevval, Zilka'de ve Zilhiece'nin on günün­den ibaret) aylardır. O aylarda (ihram   bağlamak sureti ile)    Hacc'ı kendine farz eden için kadına yaklaşmak,günâh işlemek ve kavga yapmak Hac'da (günlerinde) yoktur. Allah, işlediğiniz her hayrı bilir. Kendinize azık hazırlayınız. Şüphesiz ki, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (kahrımdan) çekininiz!

(198) (hac işleri ile meşgul iken,) Rabbinizden olan fazileti is­temeniz günâh değildir. O halde, Arafat'tan döndüğünüzde meşeril-haram (Kuzah Dağı) yanında Allah'ı anınız. Sizi hidayet ettiği gibi, onu zikrediniz. Gerçi siz bu hidayetten önce sapı tanlardandın iz.

(199) Sonra insanların Arafat'tan dağıldıkları yoldan dağılını'z. Allah'dan af talep ediniz.    Şüphesiz ki, Allah çokça af edici ve bolca merhamet edendir.

(200) HAC ibadetine ait vazifelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, babalarınızı andığınız gibi, Allah'ı (bolca) anınız veya daha fazla anı­nız. İnsanlardan bir gurup vardır ki, «Ey Rabbimiz dünyada bize (di­lediğimizi) ver.» derler. Halbuki onun için âhirette hiçbir nasip yok­tur.

(201) İnsanlardan bazıları vardır ki, «Ey Rabbimiz bize dünya­da bir güzellik ve âhirette bir güzellik ver, bizi ateşin   azabından ko­ru.» der.

(202) İşte onlar için kazandıklarından bir pay vardır. Allah sü­ratle hesap görendir.[5]

 

Tefsir

 

(197) Hacc'ın belli aylan Şevval ve Zilkade aylan ile Zilhiece'nin ilk on günüdür. İmam Şafiî'ye göre, bayram gecesi dahil, fakat bayram gü­nü dahil değildir.

Ebu Hanife'ye göre, bayram günü de dahildir. İmamı Malik'e gö­re, Zilhiece'nin tamamı Hac ayıdır.

Hacc'm vaktinden maksat, ihramın vaktidir. Veya Hac menasikle-rinin vaktidir veya menasiklerden başkası için de güzel olmayan va­kit demektir. Zira İmam-ı Malik Zilhiece'nin tamamında Umre yap­manın mekruh olduğunu söylüyor. Ebu Hanife'ye göre, Şevval'den ön­ce ihram bağlamak caiz ise de mekruhdur.

İki ay ile birkaç güne «aylar» denilmesinin sebebi, parçayı tü­mün yerine koymaktan ileri geliyor veya burada çoğul, birin üstünde­ki iki rakamından başlayan çoğuldur. Yani cemi' mentıkîdir.

«O aylarda Hacc'ı nefsine farz kılanlara...» îmam-ı Şafiî'ye göre, o aylarda ihrama girmek Hacc'ı farz kılar, Ebu Hanife'ye göre telbiye (tebbeyke - Allahümme  Lebbeyk  Lebbeyke - lâ şerikelek Lebbey-ke - İnnel hamde ven-niğmete  Lekel vel mülk'e  Lâ şerike Leke) ge­tirmek veya hedîyi (kurban) göndermek sureti ile farz oluyor. [6]

«Azıklanınız, şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» Ayeti, Ye­men ahalisi hakkında nazil olmuştur. Yemen'liler azıksız Hacc'a gelir­lerdi. «Biz Allah'a tevekkül etmişiz.» derler ve halkın boynuna yük olurlardı. Bunun üzerine Cenabı Hak azıklanmayı ve halkın boynuna yük olmamayı farz buyurdu.

«Ey akıl sahipleri benden sakınınız!.»

Bu cümle, c'Hevai nefisin şaibelerinden soyulmuş ve aklın gereği gibi Allah'dan korkunuz ve ancak Allah'dan korkanların aklı vardır.» manasını ifade ediyor. İşte işin özü budur. Gerisi gerçek akıl değil, yır­tıcılardan sakınan canlının hissine benzer bir şeydir.

Islâmdan önce Hac mevsiminde ukkaz, mecenne ve zül-me-caz panayırları kuruluyordu. O yörede yaşıyanlar geçimlerini bura­lardan sağlıyorlardı.

(198) İslâm gelip kalplere hakim olduktan sonra bu panayırlardan sa­landılar. Günahdan korkarak çekindiler. Bunun üzerine «Rabbinizin faziletinden istemenizde sizin için herhangi bir günah yoktur.» âyeti indi. Bu âyet aynı zamanda ticaretten gelen kârın meşru ve Allah'ın fazlı keremi olduğunu da ifade ediyor.

arafat bölgesine bu ismin verilmesi şundan geliyor: «Bu bölge Hz. îzrahim'e vasıflandırılmıştı. İbrahim (A.S.), bu bölgeyi görünce tanıdı ve bundan ötürü tanınan manâsına gelen arafat adını aldı. Diğer bir rivayete göre Cebrail (AS.) Hz. İbrahim'i gezdirip ona ma-şar'leri gösteriyordu. Ona bu arafat denilen meşari gösterdiği za­man, «Ben tanıdım» dedfc Dolayısiyle bu ismi aldı. Bir başka rivayete göre ise, adem ile havva orada bir araya gelip tanıştılar veya in­sanlar orada bir araya gelip tanışırlar. «arafat» kelimesi mübalağa­yı ifade eden bir terim olduğundan, çokça tanışmak manâsım ifade eder. Bu yüzden de o bölge bu adı almıştır.

Bu Âyeti Celîle'de arife günü Arafat'ta Vakfe'ye durmanın farz olduğunun delili vardır. Çünkü süratle Müzdelifeye iniş ancak Arife Vakfesinden sonra olur. Oysa, «Sonra süratle ininiz.» emri bunu ifade ediyor.

«maşaril haram yanında Allah'ı zikir ediniz.» Maşari Haram «kuzah» adlı bir dağdır veya arefe'nin iki ucu ile muhasser va­disinin arasında bulunan bir tepenin adıdır. Cabir Hadisi birinci şıkkı desteklemektedir: «Resulü Ekrem Müzdelife'de fecrin karanlık karışık alaca zamanında sabah namazını kıldıktan sonra devesine binip ma-şart haram'a geldi. Orada dua etti. tekbir ve tehlil getirdi. Gün iyice aydınlanıncaya kadar vakfesine devam etti.»

maşar, nişan demektir. Burası da ibadetin nisam olduğundan ötürü bu ismi almıştır. Hürmete lâyık, manâsını ifade eden harem niteliğini ibadetin nişanı olmasından almıştır. «Onun yanında» tabiri onun yakınında zikir etmenin daha faziletli olduğuna işarettir. Yok­sa muhassar vadisi hariç Müzdelife'nin her yeri dua yeridir.    

 (199) «Sonra insanların arafat'tan Müzdelife'ye indikleri yoldan ini­niz!» hitabı Kureyşlileredir. Çünkü herkes arafat'ta durur. Onlar Müzdelifede dururlardı. Bunu bir gurur vesilesi yaparlardı. Güya di­ğer insanlardan üstün idiler. Onlara karışmak istemiyorlardı. Allah eşitliği emretti.

Bazı âlimler, «Müzdelife'den Mina'ya halkın indiği yoldan ininiz demektir.» dediler. Bu takdirde, hitap bütün insanlardır.

Bâzı kıraatlerde «efaden-nasi» tarzında gelmiştir. Bu takdirde nast (Unutkan) dan maksat, adem (A.S.) dır. Âyetin manâsı «Ara-fe'den Müzdelife'ye gelmek eski bir kanundur. Sakın hâ bunu bozma­yınız!» demektir.

(201) «Ey Rabbimiz! Bize dünyâda güzellik ve âhirette güzellik ver!...»

Güzellik, sıhhat, yeteri kadar geçim ve hayra muvaffak olmak demek­tir. «Bizi ateşin azabından koru!..» Bu koruma, af ve mağfiret ile olur.

Hz. Ali'nin (K.V.) «Âyetteki hasene (güzellik), dünyada salihaka­dındır. Ahirette Hurilerdir. Ateş azabı ise, kişinin kötü kadınıdır!» Hasan-ı Basrî'nin: «Dünyadaki güzellik ilim ve ibadetlerdir. Ahirette Cennettir. Ateş azabından bizi koru demek, şehvetlerden ve ateşe gö­türücü günâhlardan bizi koru demektir.» sözleri bu güzelliğin birer misalleridirler.

«Allah acele hesab görücüdür.» Kullarının ve yaptıklarının çoklu­ğuna rağmen bir anda onların hesablanm görür. [7]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(197) «Hacc bilinen aylardır. Kim ki o aylarda haccı (kendine ihrama girmek suretiyle) farz kılarsa, artık haccda kadına varmak, günâh iş­lemek ve kavga yapmak yoktur...»

Bu âyetin tefsirinde selef den gelen eserler: Teberanî (el-Evset) in­de Ebi-Umame'den rivayet etti: «Hacc'ın belli aylar; Şevval, Zil~Kâde, ve Zil-Hicce'dir.»

Said b. Mansur, İbni-Ebi-Şeybe Abd b. Humeyd ve İbni-Cerir İb-ni-Ömer'den: «Haccın belli aylan, Şevval, Zil-Kade ve Zil-Hicce'nin on günüdür.» rivayet ettiler..

Abd b. Humeyd ve İbni-Cerir İbni-Ömer'den rivayet ettiler: «Kim ki o, aylarda Haccı kendine farz kılarsa..» Yani bu aylarda hacca ni­yet edip telbiye getirirse demektir.»

Abd b. Humeyd, İbnul-Munzur ve el-Beyhakî İbni-Mesud'dan «Âyette bahsedilen farz, ihramdır.»

Îbni-Ebi-Şeybe-Zübeyir'den: «Ayette bahsedilen farz, ihlâl (Leb-beykellahümme Lebbeyk) dir.»

İbni-Abbas «Haccın farzı, ihlâldir.»

İmamı Şafiî (el-Ümme)'de Îbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Hiç kimseye hacc aylarının dışında hacca ihram bağlamak uygun değil­dir. Çünkü Cenab-ı Allah, Hacc, belli aylardır, dedi.»

Teberanî İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Âyette geçen (Rafes) keli­mesi, kadınları cinsel ilişkiye kışkırtan davranışlardır.. (Füsuk), bü­tün günahlardır. (Cidal) kişinin yandaşıyle cedelleşmesidir.»

İbni-Merduyeh (veya Merdeveyh) Ebi-Ümame'den rivayet etti: (Refes) cinsi ilişkidir, (Fusuk,) bütün günâhlar ve yalandır.»

Beyhakî Süneninde İbni-Abbas'dan Refes'in cima' fusuk'un bütün günâhlar, Cidal'in de ağızla cedelleşmek olduğunu nakletti.

. Îbni-Ebi-Şeybe ve Taberanî Îbni-Ömer'den, Refes'in cinsi ilişki Pusuk'un sövüp-saymak, Cidalm'da münakaşa etmek olduğunu nak­letti.

Abd b. Humeyd, Buharî, Ebi-Davud, Neseî İbni-Abbas'dan naklet­tiler: «Yemenliler azıklıksız hacca gelirlerdi. Biz Allah'a tevekkül edenleriz derlerdi. Sonra Mekke'ye vardıklarında başlar huccacdan di­lenirlerdi. Bunun üzerine Allah (C.C.): «Azık edininiz. Şübhesiz ki, aşa­ğın hayırlısı Takvadır.» âyetini indirdi.»

İbni-Cerir İbni-Ömer'den rivâyeten: «Halk başlangıcda, ihrama girdiklerinde, beraberlerinde bulunan azığı atarlar, başka bir azık ta kabul etmezlerdi. Allah (C.C.) bu âyeti onları o, hareketten nehyet-mek için indirdi. Onlara azıklanmalarını beksimet, un ve kavuttan bir-şeyleri yanlarına almalarını emretti.

Ebi-Davud ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan naklen dediler: «Müslümanlar Hacc mevsiminde alış-verişten kaçar, bugünler Allah'ı anma günleridir. Ticaret olmaz derlerdi. Bunun cevabı olarak: «Hacc mev­siminde Rabbinizin fazlından (ticaret) etmeniz (alış - veriş etmeniz) sizin için herhangi bir günâh değildir.» âyetini indirdi.

Beyhakî Ebi-Umame et-Teymî'den rivayet eyledi: «İbni-Ömer*e biz hayvanlarımızı kiraya veren kimseleriz. Bu münasebetle hacıları taşıyoruz. Acaba bizde Hacı olur muyuz? Sordum. Îbni-Ömer; siz Ka­be'yi ziyaret, Safa ile Merve arasında Sa'yı etmiyor musunuz? Ara­fat'a çıkmıyor musunuz, taş atıp baş tıraşı olmuyor musunuz?

Ben «Evet bütün bunları yapıyoruz» cevabını verdim. Bundan sonra İbni-Ömer: «Bir kişi Resûlüllah'a gelip benden sorduğunu sor­du, Cebrail gelip: «Hacc mevsiminde Rabbinİzden faziletini istemek sizin için günâh değildir...» âyetini getirinceye kadar Peygamber ona cevap vermedi. Bundan sonra Hazret! Peygamber onu çağırdı ve âye­ti okudu. Siz haccı olursunuz, dedi.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan rivayet etti: «Vakfe yerine Araf at denil­mesi İbrahim Hacc vazifelerini gördükçe Cebrail'in ona «Arefte»  Ta­nıdın mı?   demesinden ileri geliyor.»

Îbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Cerir Îbni-Ömer'den rivayet eylediler: «Me-şarul-Haram»ın neresi olduğu Îbni-Ömer'den soruldu. Develerin ayak­lan Müzdelife'ye bastıklarında «İşte Meşarul-Haram burasıdır» dedi.

Abdurrazzak, tbni-Cerir ve Hâkim İbni Ömer'den rivayet ettiler: «Muzdelife'nin tamamı Meşarul-Haramdır.»

Said bin Mansur ve İbni-Cerir ve Süneninde Beyhaki İbni-Ömer'­den rivayet ettiler: «Meşarul-Haram Muzdelife'deki dağ ile etrafıdır.»

Abd b. Humeyd, İbni-Cerir ve İbnul-Munzur İbni-Ömer'den «İn­sanların toplandığı yerde bulunan iki dağın arasıdır Meşarul-Haram.»

(198) Taberanî Îbni-Zübeylr'den: «Allah sizi nasıl hidayet etti ise, siz­de onu öylece anın...» âyeti umuma değildir. Bu âyet, Mekke halkı­na hitaptır. Onlar toplama yerinden (Muzdelife'den) dönüş yaparlar­dı. Diğer halk Arafat'dan dönerdi. Cenabı-Allah onlara bu ruhsatı ver­mediğini beyan eden: «Sonra insanların döndüğü yerden dönünüz.» âyetini indirdi.»

Abd b. Humeyd Sufyan'dan nkablthî» deki zamir Kur'an'a raci-dir diye rivayet etti.»

Îbni-Ebi-Hâtim Mucahid'den: «Âyetteki (Dallin) tabiri cahiller demektir» sözünü nakletti.

(199} Buharî ve Müslim Aişe'den: «Kureyşliler ve onlann dininde olan­lar Arafat'ta değil Muzdelife'de vakfeye dururlardı. Buna (Hümsa) adını verirlerdi. Diğer Arablar Arafat'ta vakfeye dururdu. îslâm gel­diğinde Allah Peygamberini Arafat'a varıp orada vakfe etmesini, on­dan sonra Müzdelife'ye inmesini emretti. İşte: «Sonra insanların dön­düğü yerden dönünüz...» âyeti bunu bildirmek için indi.»

Îbni-Cerir Mucahid'den rivayet etti: «Arafe günü olduğu zaman, Allah, (Şanına yakışır bir tarzda) sema-i dünyaya (yere en yakın gök) melekleri araşma iner. Meleklere: «Kullarım va'dime iman ettiler, Peygamberlerimi doğruladılar. Acaba onların mükâfatı nedir?» der. «Onları affetmendir mükâfatları» cevabı veriliyor, İşte «Allah'd an mağfiretinizi isteyiniz.» âyeti bunu ifade eder.»

Arafat'ta vakfeye duranların af olunup rahmete mazhar olmaları hususunda bir çok sıhhatli hadîs varid olmuştur. Onjarı okuman için îmamı Suyutî'nin (Ed-Durul-Mensur) adlı tefsirine müracaat etmeli­sin.

(200) Îbni-Ebi-Hâtim A'ta'dan rivayet etti:    «menasîklerinizi bitirin­ce, atalarınızı andığınız gibi veya daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anı­nız.» âyetindeki Menasik Hacc(m vazifeleri) demektir.»

Îbni-Cerir Mucahid'den: «Menasik Kurban kanlarının akıtılmasi-dır. Ataların, anılması, demek, arabların Kurban günü boşaldığında toplanıp atalarıyla böbürlenmeleri demektir. Bunun yerinde Allah'ı anmakla emrolundular».

(201) İbni-Ebi-Şeybe İbni-Abbas'dan:  «Araçlardan bir Kavim Mevkife (Arafata) gelirlerdi. Ya Rab, bu senemizi yağmurlu bir sene kıl. Bol­luk senesi kıl. Güzel çocuklar senesi kıl»   diye dünya için   dua eder, Ahiretten hiç bahsetmezlerdi. Onlann hakkında Allah (C.C.) şu âyeti indirdi: «İnsanların kimi: Ey Rabbimiz bize dünyada ver der. O kim­senin bir nasibi yoktur.» Onlardan sonra Müminlerden diğer bir Kavim gelip: «Ey Rabbimiz bize dünyada hasene, ahirette (de) hasene ver ve bizi ateşin azabından koru.» dediler. Onların hakkında da Al­lah (C.C.): «Onlann kazandıklarında nasibleri vardır» âyetini indirdi. Kazandıklarından maksat, işledikleri hayırdır.»

(202) Acaba onlar sık bulutlar arasında Allah'ın (azabının) ve meleklerinin gelmesini ve tepelerine inip işlerinin bitmesini mi bekli­yorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir. [8]

 

Meal

 

(203) Allah'ı sayılı günlerde anınız. Kim ki, bu zikri iki günde acele ederek yaparsa, (Mina'daki vazifeyi yaparsa) bu acelelikten her­hangi bir günahı yoktur. Kim ki, üçüncü güne kadar geciktirirse, her-hangi bir günâhı yoktur. Bu muhayyerlik Allah'dan korkan insan için-dir. Allah'dan korkunuz. Biliniz ki, sizler onun huzurunda toplanacak­sınız.

(204) İnsanlardan bâzıları vardır ki, dünya    hayatında sözleri senin hoşuna gider ve kalbinde olan için Allah'ı şahit tutar. Halbuki o (sizler için) pek azılı bir düşmandır.

(205) Ne zaman ki iş başına   geçince yeryüzünde   bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalar. Allah fesadı sevmez.

(206) Ne zaman ki ona Allah'dan kork denildiyse, izzetinefsi ka-barır günaha dalar. Artık ona Cehennem yetişir. Yemin ederim ki Ce­hennem fena yerdir.

(207) İnsanlardan bir kısım vardır ki, Allah'ın rızasını elde et­mek için nefsini feda eder. Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.

(208) Ey iman edenler hepiniz birden barışa giriniz. Sakın şey­tanın adımlarım takip etmeyiniz.Kesinlikle şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.                                                                                       

(209) Size aşikâr olan açıklamalar geldikten sonra da kayarsa­nız biliniz ki, Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir. [9]

 

Tefsir

 

(203) «Belli günlerde Allah'ı anınız!»

Belli günler, teşrik günleridir. O günlerde Allah'ı anmak, o gün­lerde kılınan namazların arkasında tekbir getirmek, Cemrelere taş at­mak ve kurbanları keserken tekbirler getirmektir.

Kim ki, bayramın ikinci ve üçüncü günleri Küçük Cemreden baş­lamak üzere yedişer taş atar, Şafiî'ye göre güneş batmazdan önce, Ha-nefîlere göre dördüncü günün fecri çıkmazdan önce Mina arazisini terkederse, herhangi bir günahı yoktur.

Teşrikin üçüncü, bayramın dördüncü gününe kalıp o günün taş­larını atarsa da herhangi bir günahı yoktur.

Teşrikin üçüncü taşı, Hanefî'ye göre, güneş çıktıktan sonra, İma­mı Şafiî'ye göre, zevalden sonra atılır!. Yani acele etmekte günâh ol­madığı gibi te'hirde de günâh yoktur. Kişi hangisini yapsa, muhay­yerdir.

Bu hüküm cahiliyyet dönemindeki fikirleri reddetmek içindir. Zi­ra o dönemde, kimi acele etmeyi, kimi te'hiri günâh telâkki ederdi.

«Bu muhayyerlik, Allah'dan korkan içindir.» Çünkü hakikî hacı ancak odur. Hac ibadetinden gerçekte ancak o istifade eder.

(204) «İnsanlardan bazdan vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü ho­şuna gider.» Yâni dünya işleri ve maişet sebebleri hakkındaki sözleri hoşuna gider.    «Dünya hayatı   hakkındaki sözü...»nden,   muhabbet iddiasından ve imanı izhar etmesinden   ibaret olan sözü kasdedilir... Veya tatlılık ve fesahat yönünden onun dünyadaki sözü hoşuna gider. Fakat âhirette kendisini saran dehşetten   ötürü söz hoşuna gitmiye-cektir.

Bahsi geçen bu Âyet, Sakıflı Şüreyk'in oğlu Ahnes hakkında nazil olmuştur. Güzel çehreli, tatlı dilli Ahnes Resûlullah'a arka çıkı­yor ve İslâmiyeti iddia ediyordu.

Diğer bir görüş, «Bütün münafıklar hakkında nazil olmuştur.»

(205)  «Bu kimse yanından ayrıldığında yeryüzünde fesad çıkarmak, ziraat ve soyu helak etmek için çalışır durur.» Ahnes aynı şeyi «Benî -Sakii» kabilesinin başına getirdi.Geceleyin hücum etti. Ziraatlarını yaktı. Hayvanlarını helak etti. Tıpkı kötü diktatörlerin yaptıkları gibi yaptı: Öldürmek, telef etmek ve zulüm I.. «Cehennem ona kâfidir!»

Cehennem, ceza evinin adıdır. Kelimenin aslen arabça olmadığı iddia edildi.

(207) «İnsanlardan bazıları vardır ki, Allah'ın   rızasını talebetmek için nefislerini feda ederler.»

Bu Âyet Süheyb bin Sinan er-Rumî hakkında nazil olmuştur. Müş­rikler onu tutup azabettiler. Dininden dönsün diye bunu yapıyorlardı. Müşriklere, «Ben yaşlı bir ihtiyarım hâ yanınızda olmuşum har karşı­nızda!. Ne zararı var, ne de kârı! Beni îmanımla başbaşa bırakınız ma­lımı alınız!» dedi. Müşriklere teklifi cazib geldiği için yolunu açtılar ve Medine'ye geldi.

(208) «Hepiniz birden silm'e giriniz.» sîlm,    istislâm  (teslim olmak) ve taat etmek demektir. Manâsı, «Allah'a teslim olunuz ve itaat edi­niz!..» demektir. Bu takdirde hitab münafıklaradır. Diğer bir manâsı, «Bütününüzle İslama giriniz. Başkasını   İslama karıştırmayınız!» de­mektir. Bu takdirde hitab Kitab ehlinin Mü'minlerinedir. Zira Müslü­man oldukları halde halâ Cumartesiyi   büyütür, deve etini yemez ve sütlerini içmezlerdi. Keza bir başka manâsı, «Peygamberler ve Sema­vî Kitaplara îman etmek suretiyle Allah'ın sistemine giriniz!» demek­tir. Bu takdirde hitap Kitab ehlinedir.    Manâsı, «İslâmın şu'beler ve ahkâmının tamamına giriniz. Hiç bir şeyi haleldar etmeyiniz!» olabi­lir. Bu takdirde hitap Müslümanlaradır.

«Şeytanların adımlarına tabî olmayınız!..» Bu tebeiyyet, ayrıl­mak, cemaatı yıkmak ve sürtüşmek suretile olur. İslâmdan tamamen veya kısmen ayrılmak suretiyle olur.

(210) «Onlar ancak beyaz bulutlardan oluşan dumanlar içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini beklerler...» Allah'ın gelmesi, emrinin veya azabının gelmesi demektir. Nitekim başka Âyetlerde: «... Veya Rabbi-nin emri gelinceye dek!..», «... Oraya azabımız geldi!..», «... Veya Allah azabiyle onlara gelinceye dek!..» denilmiştir. Gelen emir veya aza­bın türü, «Şübhesiz ki, Allah her şeye gücü yetendir. Yaptıklarını yer­li yerinde yapar» cümlesiyle belirtildiği için burada sükût geçmiştir.

Âyette bahsi geçen «Zülel» gölgelikler, «Gamam» ise beyaz bulut demektir.

Azabm buluttan oluşan dumanlar içinde gelmesi korkunç ve feci­dir. Zira bulutlardan yağmur ve rahmet beklenir. Şer, beklenmiyen yer­den geldimi daha korkunç olur. Hele hayrın beklendiği bir yerden ge­lirse daha kötü olur!..

«kudiyel-emru» (Hüküm infaz edilmiştir.) yerine «ve ka-daul-emr!» okunmuştur. Bu takdirde manâ, «onlar ancak Allah'ın emrinin veya azabının, meleklerin ve emrin (hükmün) in gelmesini bek­ler dururlar!» olur. Böylece de «Ve Kadaul-Emri» kelimesi «Melaik» kelimesi üzerine atfedilmiştir. [10]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(203) «Bir de sayılı günlerde Allah'ı (tekbirle) zikrediniz...»

Taberanî İbni-Zübeyir (R. Anhüma)'den rivayet etti: «Bu sayılı günler Teşrik günleridir.» (Bu günlere güneşte et kurutma anlamın­daki Teşrik adının verilmesi, hacc mevsiminde fakirlerin kesilen kur­ban etini bugünlerde kuruttuğundan ileri geliyor.) Bugünlerde «Süb-hanellah», «Lâilâhe illellah» «Allahu-Ekber» ve «El-Hanıdulillah» de­mek suretiyle Teşbih, Tehlil, Tekbir ve Tahamidde bulununuz.»

İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan: «O, sayılı günler, Kurban günü üe arkasında gelen üç gün»den müteşekkil dört gündür.»

Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Ömer'den rivayet etti: «İbni-Ömer, o günler­de Mina'da Tekbir getirirdi. Tekbir getirmek vacibdir derdi. «Sayılı günlerde Allah'ı zikrediniz» âyetini böyle tevil ederdi.»

İbni-Ebi-Hatim İkrime'den: «Her namazdan sonra «Allahu-Ekber» «Allahu-Ekber» «Alfahu-Ekber» üç defa derdi.»

İbnul-Munzir İbni-Ömer'den rivayet etti: «Namazlardan sonra üçer, üçer tekbir alırdı. Sonunda «Lâilahe illellahu vahdehu lâ şerikeleh. Lehul-mülkü, ve lehul-hanıdü ve nüve alâ külli    şey'İn kadirim.»

(Allah'dan başka ma'bud yoktur. Biricik mabud odur... Onun ortağı yoktur. Mülk sadece onundur. Hamd O'na mahsusdur. O her şeye ka­dirdir.» okuyordu.

El-Mervezî Zuhrî'den: «Allah'ın Resulü bütün teşrik günlerinde tekbir alırdı.»

Yahya b. Said, kulağıma geldi ki: Hz. Ömer (R.A.) Mina'da sabah zamanında çıkıp tekbir aldı. Onun tekbiriyle beraber halk da tekbir getirdi. Sonra kuşlukta çıkıp tekbir âldı. Halk da tekbir getirdi. Ses­leri tâ Beyte (Kabe'ye) ulaştı. Üçüncü kez güneş batıya kaydığı za­man aynı günde çıkıp tekbir aldı. Halkta onunla tekbir aldı.»

Sahihde sabit oldu ki, Ömer (R.A.) cemre'lere attığı her taşla tekbir alırdı.

İbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «Kimki iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse, ona günâh yoktur.» Yani acele ettiği için günahkâr olmaz. «Te'hir edip kalana da günâh yoktur..» Ya­ni gecikip üçüncü güne kalmasında da günâh yoktur.»

Îbni-Cerir İbni-Ömer'den: «İki günde Mina'dan ayrılmak ittika eden kimselerin işidir.» rivayet etti.

Abdurrazzak ve Abd b. Humeyl İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «Kimin üzerinde ikinci günün güneşi Mina'da batarsa o üçüncü gü­nün taşlarım cemre'lere atmadıkça ayrılmasın.»

İbnul-Munzir ve Îbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Fakat günahın olmayışı, ittika eden (korunan) içindir.» Yani ihram halinde iken avlamaktan sakınan için günah yoktur.»

Îbni-Ebi Şeybe, Ahmet ve Sünen ehli Abdurrahman bin Ya'mür ed-Deylemi'den rivayet ettiler: «Resûlüllah Arafat'ta vakfeye durmuş­tu. Mekkelilerden bazıları yanına gelip Ey Allah'ın Resulü hacc na­sıldır? sordular. Cevap olarak; Hacc Arafat vakfesidir. Kim ki cem' (hacıların Arafat'ta bulundukları) gecesinde fecir doğmazdan önce Arafat'a yetişirse, o hacca yetişmiştir. Mina'mn günleri ise üç gündür. Kim ki iki günde acele edip Mina'dan dönerse, günahkâr olmaz, yani affolunmuş tur. Kim ki gecikirse günahkâr olmaz, yani affolunmuş-tur.» İbni-Cerir Katade'den rivayet etti:    «Günâh sakınan kimse için yoktur.» Yani haccmda muharremattan (haramlardan) sakınan için günâh yoktur Zira bize denildi ki; Îbni-Mesud, Haccmda menahi (ya­saklar) den sakınanın geçmiş günâhları af olunur» dedi.

Ebul-Âliye «Eğer haccdan sonra ittika ederse, onun üzerine günâh yoktur» demektir, dedi.

(204) Îbni-İshak ve İbni-Cerir Ibni Abbas'dan rivayet ettiler: «İçinde Âsim ve Mursad bulunan askerî birlik isabet aldığı zaman, münafık­lardan bazıları «Vay bunların haline böylece yok oldular. Ne aile efra­dının içinde oturdular ne de arkadaşlarının verdiği görevlerini ve mek­tubunu yerine ulaştırabildiler» dediler. Bunun üzerine Cenab-i Allah: «İnsanlardan bir kısmı vardır ki, onun dünya hayatındaki sözü hoşu­na gider. Kalbinde olana Allah'ı şahid tutar. Halbuki o, düşmanların en şedididir.» âyetini indirdi. Yani diliyle îslâmı ikrar etmesi, hoşuna gider. Peygamberi ikna etmek için kalbinin diline uygun olduğuna da­ir Allah'ı şahid tutar. Oysa yalan söylüyor. Sana müracaat edip konuş­tuğunda hasımların en şiddetlisidir. Yanından çıktığında yer yüzün­de fesadhk yapmak için çalışır. Ziraat ve nesli fesada götürmeye çalı­şır. Allah onun amelini sevmez ve ondan razı da değildir.» «İnsanlar­dan bir kısmı vardır ki, Allah'ın rızası için nefsini safın alırlar.» Ya­ni Allah yolunda cihad etmek suretiyle, onun hukukunu gözetmek tarzıyla nefsini Allah'dan satın aldılar. Ta ki, bu uğurda canlarını ver­diler. Hz. Allah bunlardan o, askeri birliği kasdediyor. İbni-Cerir ve İbnul-Munzir es-Suddî'den rivayet ettiler: «Dünya hayatındaki söz­leri» Resulün hoşuna giden kişi, (Beni Zuhre) Kabilesinin anlaşmalı­sı Ahnes bin Şarik (veya Şüreyk) es-Sekafî'dir. Medine'de Resûlüllah'a gelip «Müslüman olmak için geldim. Allah bilir ki, bu sözümde doğ­ruyum» dedi. Bu davranışı ve sözü Resulün hoşuna gitti. Bundan son­ra Peygamberin yanından çıkıp gitti. Bir Kavmin ziraatinin ve mer-keblerinin yanından geçti. Ziraati yaktı, merkebleri boğazladı. Bunun üzerine Allah: «O senin huzurundan ayrılıp gittiğinde, yer yüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye koştu...» âyetini indirdi.»

Abd b, Humeyd Mucahid'den: «Ziraattan maksad, yerin bitirdiği­dir. Nesirden maksad, insan ve diğer canlılardır.»

 (206) «Ona Allah'tan kork denildiği zaman izzet (gurur) onu günâh iş­lemeye sürükler...»

Bu âyeti tefsir ederken Îbnul-Munzir ve Teberani Îbni-Mesud'dan rivayet ettiler: «Allah Katında büyük günâhların en büyüğü kişinin nasihat voliyle; Allah'tan kork dediğinde, dinliyen, «Sen nefsine hâ-kiin ol. Sen mi bana emir veriyorsun?» demesidir.

İbnul-Munzir İbni-Abbas'dan rivayet etti: Âyetteki mîhad ko­nak demektir.»

Îbni-Merduyeh Süheyib'ten rivayet etti: «Mekke'den Resûlüllah'ın yanına Medine'ye hicret etmek istediğim zaman KureyşIUer bana: Ey Suheyp, sen ilk bize geldiğinde malın yoktu. Şimdi malınla beraber çı­kıp gideceksin ha? Allah'a yemin ederiz ki, bu hiç bir zaman olmaya-cektır, dediler. Onlara «Eğer malımı verirsem yolumdan çekilecek mi­siniz» dediğimde, «Evet, malı verdikten sonra karışmayız» dediler. Ma­lımı onlara verdim yolumdan çekildiler. Çıkıp Medine'ye geldim. Bu haber ResûlüUah'ın kulağına ulaştığı zaman iki defa «Süheyip kâr et­ti.» dedi»

Enes; bu âyet Süheyb'in hicret etmesi hakkında nazil oldu dedi.

Îbni-Cerir Katade'den: «Burada bütün Muhacir ve Ensar kast­edildi.»

(208) «Ey iman edenler, hepiniz birden (silme) giriniz...»

Bu âyetin tefsirini İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan şöyle rivayet etti: «Ehli-Kitabın müminleri kasdedildi. Çünkü onlar Allah'a iman etmelerine rağmen Tevrat'ın ve daha önce inen Kitablann bazısının bir takım emirlerine bağlı kalmıştılar. Cenabı Hak onlara: «Muham-med'in nizamına giriniz. Onlardan hiç bir şeyi terk etmeyiniz. Size Tevrat'a ve oradaki ilâhî hükümlere inanmak kâfidir.» Yani Kur'an'ın emirlerini yerine getiriniz, ahkâmları Kur'an'dan alınız, diğer Kitab-lardan değil... Sadece «Tevrat'ın aslı Allah'dan gelmiştir» inancına sa­hip olunuz bu kâfidir size...

İbni-Cerir îkrime'den rivayet etti: «Bu âyet, Yahudilerden olup müslüman olan Sa'lebe, Abdullah b. Selâm, İbni-Yâmin, Kabin Oğul­lan, Esed ve Esid, Said bin Ânır ve Kays b. Zeyd hakkında indi. Bun-

lar; «Ey Allah'ın Resulü, Cumartesi günü, tazim ettiğimiz bir gündür. Bize izin ver ki o günü tazim edelim. Zira Allah'ın Kitabı Tevrat bunu söyler. Günün işini geceleyin tatbik edelim» diye Resûlüllah'a teklif getirdiler. Bunun üzerine «Ey îman edenler, hepiniz birden silme gi­riniz» âyeti indi.

Îbni-Ebi-Hâtim: «Silm, taat ve kaffeten hepiniz birden demek­tir» dedi.

İbni-Cerir İbhi-Abbas'dan Silmin islam, Kayışın İslâmı terk et­mek olduğunu rivayet etti.

(209) İbni-Cerir Suddî'den rivâyeten: «Size beyyineler geldikten sonra kayarsanız bilin ki, Allah galibdir.» Manası; Hz. Muhammed size gel­dikten sonra da Haktan inhiraf ederseniz... demek olduğunu söyledi.

(210) «Onlar bulut gölgeleri içinde Allah'ın (Kahrının) ve Meleklerin on­lara gelmesini ve işin bitirivermesini mi gözetliyorlar..»

Bu âyetin tefsirini Îbni-Merduyeh İbni-Mesud'dan şöyle rivayet etti: «Allah belli bir günün vaktinde önce gelenleri de sonra gelenleri de toplar. Hepsi ayakta gözler göklere baka durmaktadır. Hükmün bitimini beklerler. Allah (şanına yakışır bir tarzda) Arşdan buluttan gölgelikler arasında Kürsîsine iner.»

İbni-Cerir, İbnul-Munzir ve Ebu-Şeyh İbni-Ömer'den bu âyet hak­kında şunları rivayet etti:

«Allah indiği zaman onunla mahlukları arasında yetmiş bin per­de vardır. Nur, karanlık ve su onlardandır. Su o zulmete doğru öyle bir bağrışma yapar ki kalbleri paramparça eder..»

Ebu-Yâla, Abd b! Hümeyd, İbnul-Munzir ve İbni-Ebi-Hâtim, bu âyetin tefsirinde îbni Abbas'dan şunu rivayet ettiler: «Kıyamet günü Allah bulutlardan gölgelikler içinde (Şanına yakışır tarzda) gelir. O bulutlar burçlar şeklinde parçalanmıştır.»

İbni-Cerir ve Deylemi İbni-Abbas'dan: «Bulut gölgeliklerinden Taklar (burçlar) oluşmuş. Allah (Şanına uygun bir tarzda) onların içinde gelir. O taklar Meleklerle sarılıdırlar.»

İbni-Cerir İkrime'den rivayet etti: «Buluttan olan gölgelerden maksad, Meleklerle sarih bulunan taklardır.»

Îbni-Ebi-Hâtim Katade'den: «Allah, onlara buluttan gölgeliklerde varır..»

Bu âyet de ve bununla ilgili bulunan hadisler de, Muteşabih (ben­zeşen, kapalı) dır. Allah onlardan neyi irade etmişse, öyle iman ederiz. Selef âlimleri bu tür âyet ve hadisleri tevil etmez ve olduğu gibi kabul etmişlerdir. Allah'ın irade buyurduğu gibi, iman ediyoruz demişlerdir. Bu tür âyet ve hadisleri araştırana Hz. Ömer (R.A.) sopa atmıştır. Halef bunları münasib bir tarzda tevile çalışmıştır. Bu hususda Akaid Sarihi Sadud-Dini Taftazanî «Selefin yolu daha sağlam, Halefin yolu, daha muhkemdir» dedi

Hulasa: Kur'an ve Hadisde yarid olan Muteşabihata, Allah ve Re­sulünün muradı ne ise, öyle îman ederiz. Deşmeye hakkımız yoktur. [11]

 

Meal

 

(211) Israiloğullanndan   sor, kendilerine ne kadar   açık âyet (Mucize)  getirdik. Allah'ın nimetleri kendilerine geldikten sonra de­ğiştiren bir kimse (bilsin ki) kesinlikle Allah'ın cezası pek fenadır.

(212) Dünya hayatı kâfir olanların gözüne pek güzel göründü. O kâfirler îman edenlerle alay ederler. Allah'ın azabından sakınanlar Kıyamet gününde kâfirlerin üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rmk ihsan eder.

(213) İnsanlar,  (daha önce) tek bir ümmet îdi (ihtilâfa düştü­ler). Bunun için Allah Peygamberleri   müjdeci ve uyarıcı olarak gön­derdi. İnsanların arasında ayrılığa düştükleri konularda hüküm ver­mek için beraberlerinde Hakkı getiren Kitap (lar) indirdi. Ancak ken­dilerine açıklayıcı Âyetler geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yü­zünden o Hakta ihtilâfa düştüler. Allah îman edenleri, ihtilaf ettikleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah dilediğini dosdoğru olan bir yola hidayet eder.

(214) Sizden geçip gidenlerin durumu    başınıza gelmeden Cen-net'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar darlığa ve zorluğa girdiler. Öyle ki Peygamber ve onunla beraber îman edenler, «Acaba Allah'ın yardı­mı ne zamandır?» dediler (ve sarsıldılar). Dikkat edilsin ki, şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır.

(215) (Ey Habibim) senden neyi (Allah yolunda) sarfedecekleri-nî sorarlar. Onlara de ki, «infak edeceğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolculara vereceğiniz maldır.    Yapacağınız her hayr-u hesenatı Allah şübhesiz ki, bilicidir.» [12]

 

Tefsir

 

(211)  «Allah'ın nimetleri kendisine geldikten sonra onları değiştiren!...»

Nimetten maksad, Âyetlerdir. Çünkü Âyetler hidayete vesiledirler. Ve­sile de en yüce nimettir. Değiştirmekten maksad, yani Âyetleri hida­yete değil sapıklığa vesile kılmak demektir. Veya tahrif ve bâtıl tevil­ler demektir.

(212)  «Dünya hayatı kâfirlere süslü gösterildi...» sevgisi, onların kalbi­ne içirildi. Öyle ki, ondan başkasını görmez oldular!..

Gerçekte süsleyici Allah'dır. Zira her şeyin yapıcısı odur. «zey-yene» kıraati de bu hakikati te'kid eder. Şeytan, ve hayvanı kuvvet, dünyadaki göz kamaştırıcı ve iştah kabartıcı özellikler ve geçici süsle-yicilerdir. Hakikisi değiller. însan cinayetlerin en çirkini olan küfrü irtikab ettikten ve uyarılan kulak ardı ettikten sonra hakikattan ya­na gözünü kapatmıştır demek oluyor. Öyle isterse, Allah (C.C.) da öy­le yapar. Durup dururken değil. Aksinin yapılmaması İrade'ye ters düşmemek içindir.

«İman edenlerle alay ederler!..»

Hz. Bilâl, Hz. Ammar ve Hz. Süheyip gibi fakir müminlerle alay ederlerdi. Nasıl olur da dünyâyı terk eder, âhirete çalışırlar? Fakat Kı­yamette mesele ters yüz olur. Bu sefer alay konusu imansızlardır.

(213) «İnsanlar bir tek ümmet idi!» Bu hâdise, Adem (A.S.) ile İdris (A.S.) arasındaki dönemde veya Adem ile Nuh (A.S.) arasında veya Tufandan sonra oldu. Âyetin manası, «İnsanlar, İdris ve Nuh zama­nında küfürde veya cehalette bir tek ümmet idi. İstisnasız hepsi kâfir veya cahil idi!..» de olabilir.

İhtilâfa düştüler. Allah da Peygamber gönderdi. kâb'den gelen bir rivayete göre, Peygamberlerin adedi yüzyirmi dört bin kişidir. Üç-yüz on üçü resül'dür. Diğerleri nebî'dirler.»

resul, kendisine vahyedilmiş ve vahyi tebliğ etmekle emrolun-muş insan demektir. nebî, kendisine vahyedilen ve fakat onu tebliğ etmekle mükellef kılınmayan insandır. Her Peygambere ayn ayrı ki­tap inmemiştir. Bâzılarına inmiştir. Bazıları da daha önceki veya zamanındaki Peygamberlere inen kitablarla amel etmekle mükellef kı­lınmıştır. Hz. Musa'nın devrinde yaşayan Hz. Harun (A.S.) ve ondan sonra tâ Hz. İsa'ya kadar gelen Peygamberler gibi!.. Kur'an'ı Kerim'-de özel isimleriyle anılan Peygamberler yirmi sekizdir. îşte bu zevat-ı kiramı kasdederek Rabbimiz, «Allah, müjdeci ve korkutucu olarak Peygamberler gönderdi.» buyurmaktadır. Gönderilmelerinin nedenini beyan için de «İnsanların aralarında ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükmetmek için hak Ue Kitap gönderdi!...» demektedir.

Fakat ihtilâfın kalkmasına vesile olsun diye inen Kitab'ı bu sefer insanlar ihtilâfa vesile kılacak tarzda telâkki ettiler.

(214) «Yoksa sizden öncekilerin başına gelen durumlar, başınıza gelme­den Cennet'e gideceğinizi mi sandınız?..»

Bu hitabın muhatabları, Hz. Muhammed ile mü'minlerdir. Rabbi­miz, Âyetleri gelmesinden ve Peygamberlere karşı ihtilâfa düşen ümmetleri zikrettikten sonra Resûlüllah'a ve ümmetine yukarıda geç­tiği gibi hitap etti. Onları muhaliflerine rağmen davalarında sebat et­meye teşvik etti.

«Hatta Peygamber ve beraberindeki . mü'minler, acaba Allah'ın yardımı ne zaman gelecektir dediler..»

Bu Âyeti Celîle'ye göre Allah'a (C.C.) varmak ve onun nezdinde zevk-ü sefaya ermek, hevayi nefsi terk etmek, bir takım mubah olan lezzetlerden dahî kaçınmak, şiddetler ve sıkıntılara göğüs germekle mümkündür. Nitekim bu durumu dile getirmek için Allah'ın Resulü, «Cennet zorluklarla, Cehennem de şehvetlerle kaplıdır.» buyurmuştur.

(215) «Senden neyi infak edeceklerini!, soracaklar» İbn-i Abbas  (R.A.) der ki; «Ensar kabilesinden AMR adlı zengin ve ihtiyar bir zat Resû­lüllah'a gelip, «Ey Allah'ın Resulü, mallarımızdan ne kadar infak edip ve nerelere verelim?» diye sordu.   Bunun üzerine bu Âyeti Celîle nazil oldu.» Burada şayanı dikkat bir nokta vardır, şöyle ki, sualde malın ne kadarı infak edilir diye soruldu. Cevap ise, kimlere verilir şeklinde verildi. Çünkü kendilerine sadaka verilenlerin beyan edilmesi, sadaka verilen miktarın beyan edilmesinden daha mühimdir. Zira. sadakanın sadaka sayılması ancak müstahaklara    verilmesine bağlıdır.    Bir de Amr'm sorusunda da sadaka kimlere verilir şıkkı vardır. Her ne kadar açıkça görülmese de «Hayırdan sizin infak ettiğiniz» cümlesi onu içer­mektedir.

«Sizin işlediğiniz hayra gelince, kesinlikle Allah onu bilicidir.» Ya'nî eğer hayır işlerseniz kesinlikle Allah onun gerçeğini bilir ve sevabı­nı verir. Buradaki infak zekâttan başka olan infaktır. Zekâtın farziye-tine ters düşecek bir şey yoktur ki, zekâtın farziyeti de ortadan kalk­sın. [13]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

 (Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

«(211) İsrail oğullarına sor onlara nice açık âyet verdik. Kim ki kendisine gelen nimetini değiştirirse, (Bilsin ki) şübhesiz Allah'ın ce­zası şiddetlidir...»

Abd b. Humeyd ve Îbni-Cerir Mucahİd'den rivayet ettiler: «İsrail oğullarından maksad, Yahudilerdir. Onlara Kur'an'da zikredilen ve edilmiyen nice açık delilleri Allah göndermiştir. Kim ki, Allah'ın ni­metini inkâr ederse, bilsin ki Alla'ın azabı pek şiddetlidir.»

Îbni-Ebi Hatim Ebul-Âliye'den rivayet etti: «Musa'nın (A.S.) asa­sı, (bembeyaz) eli, denizin yarılması, düşmanlarının denizde boğulma­sı, o, manzarayı temaşa etmeleri, bulutlardan onlara gölgeliklerin ih­san edilmesi, üzerlerine Kudret helvasıyla bıldırcın kuşlarının indiril­mesi gibi nice apaçık âyetleri onlara verdik. «Kim ki Allah'ın nimetini değiştirirse)) yani küfr ile dini değiştirirse, «şübhesiz Allah'ın azabı şid­detlidir.»

Îbni-Cerir, Îbnül-Munzir ve İbni-Ebi Hatim İbni-Cüreyiç'ten riva­yet etti: «Dünya hayatı kâfirlere süslü göründü» yani kâfirler dünyayı isterler. Ahireti istiyenlerle, «Bunlar âhireti istiyorlar», diye alay eder­ler.»

Îbni-Cüreyc, ancak îkrime'den geldiğini sandığım bir eserde: «Eğer Muhammed Peygamber olsaydı ona ileri gelenlerimiz tâbi olur­du. And içeriz ki, ona ancak İbn-i Mes'ud gibi ihtiyaç sahibi yoksullar tâbi olmuştur dediler» diye varid olmuştur dedi.

İbni-Ebi-Hâtim Katade'den rivayet etti: «İman edenlerle alayederIer.» yani eğlenme kabilinden, «Bunlar bir şeyhi üzerindedirler» der­ler. «Halbuki, takvaya sarılan muttekiler Kıyamet gününde onların üs­tündedirler.» Yani üstünlük orada olur.

«Allah dilediğine hesabsız rızık verir..» İbni-Ebi-Hâtim A'tadan: «Bu âyetin tefsirini Îbrü-Abbas'dan sordum. Cevab olarak dedi ki; Al­lah'ın üzerinde herhangi bir gözetleyici olmadığı gibi O'nu hesaba çe­ken de yoktur.»

 (213) İnsanlar tek bir ümmet idi...» âyetinin tefsirinde İbnul-Munzir, İbni-Ebi-Hâtim, Ebu-Yala ve Teberanî sahih bir senedle İbni-Abbas'dan rivayet ettiler: «İnsanlar İslâmın üzerinde bir tek ümmet idi. Hepsi İslâm üzerinde idi.»

Bezzar, İbni-Cerir ve Hâkim îbni Abbas'dan rivayet ettiler: «Adem ile Nuh arasında on karnı (nesil) vardır. Hepsi Haktan gelen bir şeri­at (din) üzerinde idiler. İhtilâfa düştüklerinden ötürü onlara gönde­rilmek üzere Peygamberler vazifelendirildi.»

Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim Übeyy b. Kâb'den rivayet ettiler: «İnsanlar Adem'e (A.S.) arz edildikleri zaman, bir tek ümmet idiler. Allah onları İslâm üzerinde yarattı. Onlar da, Allah'ın kulları olduk­larını ikrar ettiler. Müslüman olarak bir tek ümmet idiler. Adem'den (A.S.) sonra ihtilâfa düştüler.»

Vaki' ve İbni-Cerir Mücahid'den rivayet yaptılar: «İnsanlar bir tek ümmet idiler»den maksad, Adem'dir (A.S.).»

Îbni-Cerir, Übeyy'in: «İhtilâfa düştüler» manâsını ifade eden (fehtelefu) tâbirinin âyette olduğunu iddia ettiğini nakletti. De­vamla; Allah, ancak ihtilâfa düştüklerinden sonra Peygamberler gön­derdi ve Kitablar indirdi. İhtilâfa düşmelerinin sebebi dünyalık, salta­nat ve hayatın geçici süsleridir.»

İbni-Cerir İbni-Abbas'dan: «(İnsanlar bir tek ümmet idi) yani hepsi kâfir idi. Onları hidâyet etmek için müjdeleyici ve korkutucu olarak Peyamberler Allah tarafından gönderildi.»

Abdurrezzak ve Îbni-Cerir: «Onların hak hususunda ayrılığa düş­tükleri şeyde, Allah, kendi izniyle müminleri ona hidayet etti» âystin tefsirinde, Allah'ın Resûlü'nden şunu rivayet ettiler: «Kıyamet gününde hem daha önce gelenler, hem de daha sonra gelenler biziz. îlk Cennet'e girenler bizleriz. Ancak onlara bizden önce Kitab verildi. Bi­ze de onlardan sonra Kitab verildi. Onlann ayrılığa düştükleri hakka Allah bizi hidâyet etti. İşte bugün (Cuma gününü kasdediyor) o gün­dür ki, onlar onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah (C.C.) o günü bulmaya bizi hidâyet etti. Halk bugünde bize tabidirler. Yarın (Cu­martesi gününü kasdediyor) Yahudilerin, öbür gün Hıristiyanların-dır.»

Bu hadîs, âyetin zikri olmaksızın Sahih (Buharî)'de yer alıyor.

Îbni-Ebi-Hâtim Zeyd b. Eslem'den rivayet etti: «Onlar Cuma gü­nü konusunda ihtilâfa düştüler. Yahudiler Cumartesi günüdür, Hıris­tiyanlar Pazar günüdür diye bugünleri kabullendiler. Allah, Ümmeti Muhammedi Cuma gününe hidâyet etti. Kıble hakkında ihtilâfa düş­tüler. Hıristiyanlar doğuya, Yahudiler Beytul-Makdis'e (Kudsi Şerife) yöneldiler. Allah, Ümmeti Muhammed'i Kıble'ye hidâyet etti. Namaz­da ayrılığa düştüler. Kimisi rükû eder secde etmez, kimi secde yapar rükû yapmaz. Kimi namaz kıldığı halde konuşur. Bazıları da yürüdü­ğü halde namaz kılar. Bunun üzerine Allah, Muhammed ümmetini ger­çeğe hidâyet etti. Oruçta ihtilâf ettiler. Kimisi gündüz oruç tutar. Ki­misi yemekten sonra. Allah Muhammet ümmetini bu hususdâ da hak­ka hidâyet etti. (Fecirden güneş batışına kadar orucu farz kıldı).

İbrahim (A.S.) hakkında ihtilâf ettiler: Yahudiler, İbrahim (A.S.) Yahudidir, dediler. Hıristiyanlar, Hıristiyandır dediler. Allah (C.C), İbrahim'i (A.S.) batıldan yüz çevirip hakka gelen bir müslüman kıl­dı. İbrahim konusunda da Allah, Muhammed ümmetini hidâyet etti. İsâ (A.S.) da ihtilâf ettiler: Yahudiler onu yalanladılar. Annesine bü­yük bir iftira attılar. Hıristiyanlar da onu neni ilâh hem de Allah'ın oğlu yaptılar! Allah onu Allah'dan gelen bir ruh ve Allah'ın kelimesi kıldı. Muhammed ümmetini bu konuda da hidâyet etti.»

 (214) (Ey müminler) yoksa kendinizden Önce geçmişlerin halle­ri hiç başınızdan geçmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?»

Abdurrazzak ve Îbni-Cerir Katade'den rivâyeten, «Bu âyet ah-zab (Handek) günü nazil oldu. O gün Peygamber'e ve ashabma belâ ve muhasara (kuşatılmak) isabet etti» dediler.

 İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet kıldı: «Allah (C.C.) bu âyette mümin kullarına dünyânın belâ ve deneme yeri olduğunu ha­ber vererek, sizi de deniyeceğim dedi. Teselli olsunlar diye Peygamber­lerinin ve halis kullarının başına da aynı şeyi getirdiğini haber verdi.»

Ayetteki (BE'SA) fitne,  (darra) hastalık demektir.

İbni-Cerir Suddî'den rivayet eyledi: «Ayette bahsi geçen belâ ve deneme ahzab (Handek) günü müslümanlara isabet etti. Hatta ba­zı münafıklar: «Allah ve Resulü bizi aldattılar» dediler.»

 (215) Senden neyi nafaka olarak vereceklerini sorarlar. De ki ha­yır (mal) dan vereceğiniz şey, anneye, babaya, akrabalara, yetimler, yoksullara ve yolcularadır. Hayırdan her yaptığınızı Allah bilir.»

İbni-Cerir Suddî'den: «Bu âyet indiği gün, zekât daha farz kılın­mamıştı. Burada bahsedilen, kişinin aile efradına vermekle mükellef bulunduğu nafaka ve verdiği sadakalardır. Zekâtın farziyetini getiren âyet bu âyeti nesih etti.»

Îbni-Cerir ve İbnul-Munzir İbni Cureyic'ten: «Müminler gelip haz-reti Peygamber'den mallarını nereye koyacaklarını sordular. Bunun üzerine bu âyet indi. Öyle ise, buradaki nafaka, hem nafile nafakayı hem de zekâtı kapsar.»

Îbni-Kesir'in ifâde buyurduğu gibi âyetin manâsı: «Onlar nasıl intak edeceklerini senden soruyorlar. Onlara âyette bahsi geçen sınıf­lara veriniz de.» Nitekim hadîsde de: «Annene, babana, kızkardeşine, oğlan karındaşına, sonra sana en yakın olana ver» denilmiştir. [14]

 

Meal

 

(216) Sizin boynunuza hoşunuza gitmediği halde savaş farz kı­lındı. Hoşunuza gitmeyen birşey olabilir. Halbuki sizin için o daha ha­yırlıdır. Umulur ki, bir şeyi sevmiş olasınız; halbuki onu yapmak si­zin için serdir. Allah bilir. Halbuki sizler bilmiyorsunuz.

(217) (Ey habibim!) Senden haram olan ayda savaş varmıdir di­ye soracaklar. Onlara de ki, «Haram ayda savaşmak büyük bir günah-dır. Allah'ın yolunu kapatmaktır.Onu inkâr etmektir. Mescidi Ha-ram'ın yolunu kapatmaktır. Halbuki Mescidi Haram'ın halkını sürüp yurtlarından çıkarmak, Allah'ın katında daha da büyük günahdır. Fit­ne çıkarmak öldürmekten daha fenadır. Kâfirler durmadan sizi dini­nizden döndürünceye kadar sizinle savaşıp duruyorlar.Tabii bu da ellerinden gelirse!... Sizlerden herhangi bir kimse dininden dönüp kâ­fir olduğu halde Ölürse, işte onlar dünya ve âhirette amelleri yanmış olanlardır. îşte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar Cehennem'de ebedi kalıcıdırlar.»

(218) Şüphesiz o kimseler ki, îman ettiler ve o kimseler ki, (Al­lah yolunda yurtlarını bırakıp) hicret ettiler ve Allah'ın  rahmetini umarlar. Allah çokça af edici ve bolca merhamet edicidir.

(219) (Ey habibim!)  Senden içki ve kumarı sorarlar. Onlra de ki, «İçki ve kumarda büyük bir günah   vardır ve bir de insanlar için ((dünyalık bakımından) faideler vardır. Halbuki içki ve kumarın gü­nahı faidelerinden kat be kat fazladır.

(Ey Habibim!) Senden neyi infak edelim diye sorarlar: Onlara de ki, «ihtiyacınızdan) fazla artanı nifak ediniz.» İşte böylece Allah size düşünesiniz diye Âyetlerini beyan ediyor. Umulur ki, (bu beyan sayesinde) kendinizi düşünceye vermiş olasınız.[15]

 

 Tefsir

 

(216) «Size zor geldiği halde savaş size farz kılındı.» Savaşın zor gelmesi tabiidir. Fakat savaş buna rağmen çoğu zaman tek çâre ve tek çözücü yoldur. Nice beşerî kangrenleri ortadan kaldırıcıdır. İslâm'da savaş, istenilmez, geldikten sonra da kaçınılmazdır. Daha önce beyan ettiği­miz gibi Resûlüllah'm mübarek gazaları topraklara toprak katma, nü­fuza nüfuz eklemek için değil idi. Bu savaşlarla O, mazlum ve Yara-tan'ından uzaklaştırılmışları feryatlarını dindirmek, saldırganların ellerini kırmak, insanlık ve İslâmlık bayrağını   dünyanın doruğuna dikmek, köleliğe ve sınıfçılığa son vermek, adalet önünde insanları in­sanlık sıfatlan bakımından   tarak dişleri gibi eşit bir hale getirmek, üstünlüğü Allah'dan korkmaya bağlamak, kadını çaput gibi kullanıp evin bir köşesine atmaktan kurtarıp toplumun bir yarısı kabul ettir­mek, siyahın beyaza, beyazın da siyaha tahakküm etmesine son ver­mek, Kisra ve Kayser misali diktatörlükleri kaldırıp yeryüzüne yeni­den adalet getirmek gibi yüce hedefler güdüyordu.

«Umulur ki bir şeyden hoşlanmıyasınız; o, sizin için hayır, bir şey­den hoşlanasinız o, sizin için şer olsun.» İnsanların hoşuna gitmeyen nesneler, ilâhî tekliflerdir. Bu teklifler nefsin kurtuluşuna vesile oldu­ğu halde nefis onlardan hoşlanmamaktadır.

Hoşuna gidenler ise, Allah'ın yapılmasın dediğidir. Bunları sevi­yor, halbuki ebedi ölümü hazırlayan bunlardır. «Umulur ki» tâbirinin kullanılmış olması, çalışma neticesinde nefsi isteklerinden caydırıp daha önce istemediklerini kendisine cazip getirmenin mümkün oldu­ğuna işaret içindir.

Rivayete göre; Resûlüllah halazadesi Abdullah b. Cahş'ı Cemazi-yülahir ayında ve Bedir savaşından iki ay önce bir manga askerin ku­mandanı yapıp, ona Kureyş'lüerin kervanını gözetleme vazifesini ver­di.

(217) Bu kervanın arasında Abdullah b. Amr el-Hadramî ile üç arkada­şı da bulunuyordu. Amr'i öldürdüler, arkadaşlarından iki kişiyi esir et­tiler ve kervanı ganimet ettiler. Bu kervanın içinde Taif'in ticaretin­den de vardı. Bu hadise Recep ayının başlangıcında oldu. Kureyş'liler hadisenin olduğu günü Cenıaziyulahir ayından sanarak dediler ki: «Artık Muhammed haram aylan da savaşa helâl kıldı. Halbuki haram ayda korkan insan emin olur, halk maişetini temin etmek için sağa so­la dağılır.»

Bu propaganda, o askerî birliğe katılanlara ağır geldi. «Tevbemİz kabul oluncaya kadar kıpırdamayız.» dediler. Resûlü-Ekrem kervanı tutsaklarla beraber geri verdi. Bunun üzerine «Senden haram aydan sorarlar» Âyeti nazil oldu. İbni-Abbas'ın rivayetine göre, Âyetin nüzu­lünden sonra* Resûlüllah (A.S.) kervanı geri çevirip ganimet saydı. Bu ganimet, İslâm'da ilk ganimetti. Bu suali soranlar müşriklerdi. Resû-lüllah'ı ayıplamak için kendisine mektup yazdılar. Başka bir rivayete göre, suali soranlar askeri birliğe katılanlar idi.

«De ki! Haram ayda savaşmak büyük günâhdır!..» Âyeti Celîlesi «Nerde bulursanız müşrikleri öldürünüz!» Âyeti ile nesh edilmiştir. Fakat Ata, bu fikre katılmamaktadır. Zira, bu umumi bir hükümle özel bir hükmü kaldırmak olur. Böyle bir kaldırışın olup olmaması usul il­minde tartışılır bir meseledir.

«Mescid-i Haram'm ahalisini oradan sürmek Allah katında daha büyük günahtır!..» Ahaliden maksat, Allah'ın Resulü ile mü'minler-dir. Yani o askerî birliğin yaptığı yanlışlık, sizin yaptığınız saldırgan­lıktan daha fena değildir. Siz «Allah birdir» diyenleri yurtlarından kovdunuz. Sizin Allah'a ortak koştuğunuz fitne, El Hadrami'yi öldür­mekten daha beter ve berbattır.

riddet, dininden dönmek demektir. îrtidad eden bir kimsenin amelleri, dünya ve âhirette yok olur. Yani dininden cayan bir insan ne dünyadan ne âhiretten hiçbirinden istifade edemez.

Askeri birliğin efradı hakkında şu Âyeti Celüe nazil oldu: «Şüp­hesiz ki, îman edip yurtlarından hicret eden ve Allah yolunda sava­şanlar. Evet onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çokça af edip rahmet vericidir!.;.»

Âyeti Celüe onların yaptıklarının cezayı mucip bir şey olmadığını belirtiyor.

(219) «İçki ve kuman senden sorarlar.»

Rivayete göre Mekke'de, «Hurma ve üzüm ağaçlarından nnk ve içki ediniyorsunuz» (Nahl: 67) Âyeti nazil olduğu zaman, Müslüman­lar hurma ve üzümlerden yapılan içkileri içmeye başladılar!... Bun­dan sonra Hz. Ömer, Muaz ve sahabelerden bir gurup Resulullah'a ge­lip «Ey Allah'ın Resulü, içki hakkında bize açıklama yap. Şüphesiz ki, içki aklı giderici ve malı yok edicidir.» dediler. Bu sualin arkasından bahsi geçen Âyet nazil oldu. Bundan sonra bir gurup içti; bir gurup da bıraktı. Bir ara Abdurrahman b. Avf (R.A.) bir cemaatı davet etti. Onların aralarından bir gurup içki içip sarhoş oldular. Sarhoşlardan birisi öne geçti. îmamlık ederken Kâfirun sûresini yanlış olarak

«Ey habibim de ki, ey kâfirler, sizin taptığınıza taparım (!)...» diye okudu. Yani Âyetteki olumsuz edatlarını kaldırdı, «Sizin taptığı­nıza tapmam diyeceği yerde, taparım.» dedi. Bunun üzerine, Sakın sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız!» Âyeti nazil oldu.

Bundan sonra hurma ve üzüm içkisini içen azaldı. Sonra Utban b. Mâlik, Saad b. Ebi-Vakkas ile bir gurubu evine davet etti. İçip sar­hoş olunca birbirlerine karşı geçmişleri ile övünmeye başlayıp şiir oku­dular. Saad hazretleri Ensar'a küfür etmeyi içeren bir şiir okuyunca, Ensardan birisi devenin çene kemiğini sofradan kaptığı gibi Saad'ın kafasına indirdi. Saad Resulullah'a gelip şikâyet etti. Orada bulunan Hz. Ömer şu duayı etti: «Ey Allahım! İçki hakkında bizlere şek ve şüp­heleri silip süpüren bir açıklama ihsan et.» Bu olaylardan sonra «An­cak içki, kumar, kurban taşları, fal okları oynamak, necasettir, şey­tanın yaptığındandır, felah bulaşınız (kurtulasınız) diye ondan sakı­nınız!... Acaba siz hâlâ da içki, kumar, ok ve kurban taşlarından vaz geçmeyecek misiniz» (Maide: 90) Âyeti nazil oldu. Resûlüllah Âyeti vahiy kâtiplerine yazdırırken Hz. Ömer; «Ey Rabbimiz! Vaz geçtik.» dedi ve böylece içki üç kademeli hükmün gelişinden sonra, damlasın­dan, batmanına kadar her Müslümana haram kılındı.

Âyette «el-hamr» diye geçen kelime örtmek manâsını ifade eder. Üzüm ve hurmadan yapılan içki katılaşır, kaynar hale gelirse, ona bu ad verilir. Çünkü o aklı örter. Aynı zamanda ona «sekir» adı da ve­rilmiştir. Çünkü aklı çalışmaktan alı-koyar. Âlimlerin çoğunun görü­şüne göre, «Çoğu sarhoşluk veren her içkinin aaa da haramdır.»

Ayette bahsi geçen «el-meysir», kumar demektir. Kelime ko­laylıkla elde edilir manâsını ifade eder. Kumardan elde edilen hasılat da böyledir. İnsanlar için içki ve kumarda dünyalık açısından çeşitli ya­rarlar vardır. Mal elde eder, zevklenir; o âlemlerde kulanparalık gibi hareketlere tesadüf edilir. Korkak ise, bir an için cesaretlenir; geçici olarak mürüveti bollaşır v.s. Fakat, onlardan beklenen bu yararlardan daha fazla zararlı durumlar da vardır. Acaba «hamr bütün kötülük­lerin anasıdır.» diyen Hz. Muhammed boşuna mı söylemiştir?.. Top­lumların ahengini bozan, fertlerde malî ve bedenî olarak hesapsız yı­kıntılar meydana getiren, o, illetler illeti, içkiye ve kumara kim yarar­lıdır diyebilir? Âdem'den Hz. Muhammed'e dek bütün Peygamberlerin sisteminde içki ve kumar yasak edilmiştir.

Kanser, siroz gibi, toplumları kemiren hastalıkların, çoğukez var­lıklı kesimlerde görülmesi, içkinin ne mal olduğunu bizlere haykırmı-yor mu? Şantajların, aile yıkımlarının sebebinin yüzde doksanını ku­mar teşkil etmiyor mu?

«Senden neyi infak edeceklerini sorarlar!...» Bu suali soran Amir b. El-Cemuh'dur. Önce ne infak edilir sualini sordu, sonra nasıl infak edilir sualini sordu. Resûlü-Ekrern'e, «Takatinin yettiğini infak et!» cevabını vermesi emir edildi. Rivayet ediliyor ki: Bir ganimette elde ettiği bir altın yumurtayı bir zat Resulullah'a getirip, «Bunu sadaka olarak al.» dedi. Cenabı Peygamber birkaç kez yüzünü çevirdiği halde o sözünü tekrarladı. Bunun üzerine öfkeli olarak Resûlü-Ekrem «Ge­tir!» dedi ve topacı aldı, parçaladı. Parçalar, başa vurulduğu takdirde başı kıracak büyüklükte idi. Sonra Resûlüllah şöyle buyurdu: «Sizden biriniz bütün malım getirip sadaka veriyor, sonra gidip dilenmek üze­re el açıyor. Oysa sadaka ancak zenginlikten verilir.»

Bunun üzerine bahsi geçen Âyeti Celîle nazil oldu.

İşte zenginlikten verilen sadakanın, fakirlik ve zaruretten verilen sadakadan daha elverişli olduğunu beyan ettiği gibi, Allah, size Âyet­leri beyan ediyor. Tâ ki siz dünya ve âhiret günlerini de düşünüp en faydalı ve yararlı olanını alasınız, size zarardan başka birşey vermeye­ni terk edesiniz diye. [16]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(216) Hoşunuza gitmediği halde size savaş farz kılındı..»

Bu âyetle ilgili olarak îbıü Ebi-Hâtim, Said b. Cübeyir'den nak­letti: «Allah, Mekke döneminde Peygamber ve Müminlere Tevhidi, na­maz kılmayı, zekât vermeyi ve savaştan kaçmayı emretti. Medine'ye hicret ettikleri zaman sair farzlar konuldu ve kendilerine savaşmak izni verildi: «Sizin üzerinizde savaşmak yazıldı» yani farz kılındı. Hal­buki cihad sizin için meşekkattir. «Umulur ki, bir şey hoşunuza git­mez» Müşriklerle savaşmayı kasdediyor. «Oysa o, sizin için daha ha­yırlıdır.» Allah onun neticesinde bir fetih müyesser kılar, ganimet ve şehadet mertebesini verir. «Umulur ki, cihaddan kaçmak gibi bir şeyi seversiniz o sizin için serdir. Allah onun sonucunu şerli kılar. Böylece ne bir zafer elde edersiniz ne de bir ganimet.»

Îbni-Cerir, Îbni-Cüreyç'ten rivayet etti: A'ta'dan: «Savaş, sizin üzerinizde yazılmıştır» âyeti hakkında ne dersin? Bu âyetten ötürü sa-vı\şmak müminlere vacip olmuş mudur? A'ta: Hayır vacip kılınmadı. Lakin sadece o zaman onlara farz kılındı dedi.»

Îbnul-Munzir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Şihab'tan bu âyet hakkında şunları rivayet etti:

Cihad her ferdin boynuna yazıldı. İster gazaya katılsın, isterse otursun. Oturandan yardım istenildiği zaman yardım etmek mecbu­riyetindedir. İmdada çağrıldığında imdada koşmalıdır.Hazır ol emrini aldığında hazırlanmalıdır. Kendisine ihtiyaç olmadığında oturur.»

İbnul-Munzir İkrime'den rivayet etti: «Halbuki o sizin hoşunuza gitmez» âyeti Bakara sûresinin «İşittik ve itaat ettik...» (Bakara: 285) âyetiyle nesih olundu.»

Şahinde sabit oldu ki: «Gaza etmeden ve gaza etmeye niyetlenme­den ölen, cahiliyet ölüsü olarak gider.»

Resûlüllah, Mekke fetih edildiği zaman: «Fetihten sonra artık hic­ret etmek yoktur. Ancak niyet ve cihad vardır. Sizden savaşa katılma­nız istendiği zaman katılınız.» buyurdu.

Îbni-Cerir de îkrime'den İbni-Abbas'dan aynı eseri rivayet etti.

Îbnul-Munzir ve Sünen'inde Beyhakî Hz. Ali'nin (K.V.) kanalıyla rivayet ettiler: «Kur'an'da umulur manâsını taşıyan A'SA kelimesi kesinlik ifade eder.»

Mucahid ve Suddi'den de benzeri rivayet edildi.

Cihadın fazileti ve farziyeti konusunda bir çok hadîsi şerifler va-rid olmuştur. Onları İmamı Suyutî'nin «Ed-Durrul-Mansur» adlı tef­sirinde okuyabilirsin. [17]

 

Haram Aylar

 

 (217) Senden haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar...»

Es-Suddî Îbni-Abbas tarikiyle rivayet etti: «Bu âyetin hadisesi şöy­ledir: Resûlüllah yedi kişilik bir askeri birlik cihada gönderdi. Başla­rında kumandan olarak (Ebu-Übeyde bin Cerrah) tayin edildi. Bu zat veda ederken Cenabı Peygamber'e olan sevgisinden ağladı. Resûlüllah onu bırakıp yerine Abdullah- b. Cahş el-Eşedî'yi gönderdi. Birliğin için­de Âmmar b. Yaser, Ebu-Hüzeyfe b. Ütbe b. Rebia, Saad b. Ebi-Vak-kas, Ütbe b. Gazvân es-Sulemî,  (Bu zat «Beni-Nevfel Kabilesinin an­laşmalısı idi), Süheyil b. Beydâ, Âmir b. Fuheyre ve Hz. Ömer'in and-laşmahsı bulunan Vâkid b. Abdullah el-Ya'rbuî adlı zatlar vardı. Re­sûlüllah, birlik başındaki kumandana bir mektup verdi.    Filân yere varmadan mektubu açmamasını emretti. Birlik belirtilen yere varın­ca kumandan mektubu açıp okudu. Mektubda, «Batnı-Nahbe varın­ca dek yürü» yazılı idi.    Kumandan bu emri görünce arkadaşlarına «Ölümü istiyen varsa, benimle gelsin ve vasiyetini de yapsın. Ben va­siyetimi yapıyor Resûlüllah'm emrini yerine    getirmeye gidiyorum.» dedi. Ve yola devam etti. Birlikten Saad b. Ebî-Vakkas ve Ütbe kaybol­muş müşterek develerini aramak için geride   kaldılar. Kumandan Ab­dullah b. Cahş birliğiyle beraber yürüyüp «Batni-Nahl»e vardı. Orada Hakem b. Kisan ve Osman b. Abdullah b. Mugire'ye rastladı.  (Onları tutsak yaptı.) Amr b. el-Hadremî'yi öldürdüler. Onu öldüren Vâkid b. Abdullah idi. Onlardan alınan ganimet, Hz. Muhammed'in ashabmca elde edilen ilk ganimetti. Medine'ye iki tutsak ve ganimet maliyle dön­düklerinde Mekke'liler iki esiri fidye vermek suretiyle kurtarmaya teşebbüs ettiler. Müşrikler: «Muhammet! Allah'a itaat ettiğini iddia eder, oysa haram ayı ilk ihlâl eden o, oldu.  arkadaşımızı receb ayında öl­dürdü.» diye propaganda yaptılar.

Buna cevap olarak Müslümanlar: «Biz onu «Cemaziyil-ahır» ayın­da öldürdük» dediler. Âmr nam kâfir cemad ayının son ve receb ayının ilk gecesinde öldürüldü. receb ayı girdiğinde müslümanlar kılıçlarını kınlarına koydular. Allah Mekke'lilerin bu kınamasına ce-vab olarak bu âyeti indirdi. Haram aylar Zil-Kâde, Zil-Hücce, Muhar­rem ve Receb aylandır. Üçü peşi peşine geliyor. Recebde tekdir.

Haram aylarda savaşmak helâl değildi. Fakat müşriklerin Allah'ı inkâr etmeleri, Peygamber ve ashabını Mescidi-Haram'dan menetme­leri, Mescidi-Haram ehlini oradan hicrete mecbur bıraktıkları Allah Katında haram ayda insan öldürmekten daha korkunçtur.

Ebu-Said el-Bakkal, îkrime'den o da İbni-Abbas'dan ((Bu âyet, Abdullah b. Cahş'ın birliği ile Âmr bin Hadremî'nin öldürülmesi hak­kında nazil oldu.» diye rivayet ettiler.

Siyer kitablannın bazısında; Resûlüllah Abdullah bin Cahş'e: «İki gün yürüdükten sonra mektubu aç, muhtevasını tatbik et» dedi.

«Batnı-Nahl» denilen yer Mekke ile Taif arasında bulunuyor. Ora­da Mekke'li Kureyşi gözetlemeye gönderilmişlerdi. Kumandan mektu­bu okuduktan sonra Resûlüllah'ın emri başımın üstüne dedi. Arkadaş­larını muhayyer bıraktı. «Şehid olmak îstiyen benimle beraber gelsin. İstemiyen dönebilir. Zira Resûlüllah kimseyi zorlamamı emretti» dedi. Arkadaşlarından kimse geri dönmedi. Onunla beraber «Batni-Nahl»e doğru gittiler. Necran denilen yere vardıklarında Sad b. Ebi-Vakkas ile Ütbe b. Gazvân'm müşterek develeri kayboldu. Onu bulmak için geride kaldılar. Abdullah b. Cahş birliğiyle gidip Batni-Nahl'e vardı. Zeytin yağı, katık ve diğer ticarî mallar taşıyan bir Kureyş ker­vanı yanlarından geçti. Kervanda Âmr b. Hadremî Osman b. Abdullah bin Muğire, Kardeşi Nevfel b. Abdullah ve Hişam b. Muğire'nin azad-üsı Hakem b. Kiysan vardı. Kureyşliler ashabı görünce, korktular. Ya­kınlarında konaklamışlardı. Ashabdan Ukkaşe bin Muhsin onlara gö­ründü. Başını tıraş ettiği için biraz rahat edip: «Bunlar umreye gel­mişler. Size zararları dokunmaz» dediler. Ashab, onların hakkında is­tişare ettiler.Recebin son gecesinde bulunuyorlardı. (Daha önceki rivayette Ce-madın son ve Receb'in ilk gecesinde idiler diye geçti). Ashab: «Eğer müşrikleri bu gece bırakırsak Harem hududlanna girerler. Onlara do­kunulmaz oluruz. Onları öldürürsek    haram ayda öldürmüş oluruz»

deyip tereddüt ettiler. Onlara hucûm etmek ağır geldi. Bilahere cesa­ret getirip hucûma karar verdiler. Onlardan güç yettiklerini öldürme­ye mallarım ganimet almaya karar verdiler. Vâkid b. Abdullah et-Te-mimî Âmr b. Hadremî'ye bir ok atıp onu öldürdü. Osman ve Hakem'i esir ettiler. Nevfel kaçtı. Abdullah ve arkadaşları, ganimet ile esirleri Medine'ye getirdiler.

tbni-îshak, Resûlüllah'a vardıklarında: «Ben size Haram ayda sa­vaşmayı emretmedim» dedi. Böylece, mal da esirler de durduruldu. Re­sûlüllah'ın bu sözlerini işiten birliğin efradı suç işlediklerinden kork­tular. Müslümanlar da neden öyle yaptıklarını kınadılar. Kureyşiler de «Muhammed ve arkadaşları Haram ayı helâl kıldılar. Onda kan akıttılar. Mal aldılar. Kişileri esir tuttular» dediler. Mekke'de bulunan Müslümanlar müdafa kabilinden «Onlar bu işi Receb'de değil Şaban'-da yaptılar.» dediler.

Yahudiler: «Âmr, kelimesi harbin tamiri ve kızışmasına, «Hadçe-mi» kelimesi savaşın hazır olup yakınlaşmasına delâlet eder. «Vâkid» kelimesi ise, savaşın alevlenmesine işaret eder» diye tefeul ettiler. Bu fal açmaları, onların lehinde değil aleyhlerinde tecelli etti. Halk bu ko­nuyu çokça konuştuğundan ötürü Allah yüce Peygamberinin üzerine: «Sana haram ayı, onlardaki savaşı sorarlar...» âyetini indirdi.

İbni-İshak, Kur'an bu emri getirip ilân edince ve Allah Müslü­manların sıkıntısını giderince Resûlüllah getirilen ganimet malım ve iki esiri kabul etti. Kureyşliler, Osman b. Abdullah ile Hakem bin Kiy-san'ı fidye karşılığında bırakmak talebinde bulundular. Resûlüllah: «îki arkadaşımız Sad b. Ebi-Vakkas ile Ütbe b. Gazvân gelmedikçe esirler fidye karşılığı birakılmıyacaktır. Çünkü onlann hayatına za­rar vermenizden endişe ederiz. Eğer onları öldürürseniz, tutsaklarımı öldürülecektir» dedi. Bilahere Sad ve Ütban geldiklerinde Hz. Peygam­ber onları fidye karşılığı bıraktı. Kiysan Oğlu Hakem müslüman oldu. Müslümanlığı güzelleşti. Tâ Mâune Kuyusu günü şehid edilinceye kadar Resûlüllah'ın yanında kaldı. Abdullah oğlu Osman ise Mekke'ye gitti ve orada kâfir olarak öldü.

Îbni-Ebi-Davud A'ta bin Meysere'den rivayet eyledi: Allah (C.C.), haram ayında savaşmayı beraet (tevbe) Sûresinde helâl kıldı: «Doğrusu, Allah, gökleri ve yeri yarattığı günde ayların sayısı, Allah Katında oniki aydır. Onlardan dördü (ZU-Kade, Zil-Hicce, Muharrem ve Receb) haram aylardır. Bu ayların haranı kılınması doğru dindir Bunun için bu aylarda nefislerinize zulmetmeyiniz. Müşrikler sizinle toptan savaştıkları gibi sizde onlarla toptan savasınız. Biliniz ki ke­sinlikle Allah ittika edenlerle beraberdir.»  (Tevbe: 36)»

İbni-Ebi-Hâtim Sufyanı Sevri'den rivayet etti: «Sufyan (K.S.);bu hüküm, nesih edilmiştir. Haram ayda savaşmakta herhangi bir beis yoktur dedi».

Nuhas, Nâsih'inde İbni-Abbas'dan rivayet eyledi: «Bu âyet, Tev-be'deki Kılıç âyetiyle neshedilmiştir: «Müşrikleri bulduğunuz her yer­de öldürünüz.»»    (Tevbe: 5).

Îbni-İshak, «Abdullah bin Cahş ile arkadaşlarının durumu açığa çıkınca, ecir elde edebilir miyiz diye umudlandılar. Bunun üzerine ge­lip Hazreti Peygamber'den «Ey Allah'ın Resulü! Acaba bize nıücahid-lerin ecrini yazdırtacak bir gazaya iştirak edecek miyiz?» sordular. Bu­nun üzerine Allah şu âyeti gönderdi:

(218) Şübhesiz ki, îman edip hicret yapanlar ve Allah yolunda ci-had edenler (var ya), onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çokça af edip merhamet edendir.»

Şüa'yib b. Ebi-Hamza Zuhrî'den, Ürve'den şunu rivayet etti: «Müs­lümanlarla müşrikler arasında ilk öldürülen Âmr bin Hadremî'dir. Bunun üzerine Kureyş'den bir heyet Resûlüllah'a varıp sordular: «Ha­ram ayda savaşmak helâl midir?»

Buna karşılık: «Senden haram ayı sorarlar......» âyeti indi.»

İbni-Hişam: «İslâmda ilk ganimet budur. İlk Öldürülen düşman da Amr b. Hadremî'dir. İlk esir edilen düşman Abdullah oğlu Osman ile Hakem b. Kiysan'dır...»

«(219) Sana içkiyi ve kumarı sorarlar...»

Bu âyetin tefsirinde Ebu-Davud, Tirmizi, Nesei ve İbni-Cerir Hz. Ömer'den rivayet ettiler: «Ömer, Ey Allahım! İçki hakkında bize tat­minkâr bir izahat ver. Şühhesiz ki, içki malı da aklı da gidericidir» di­ye yalvardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Hazreti Peygamber Ömer'i çağırttı. Ona bu âyeti okudu. Ömer: «Ey Allahım! İçki konusunda bize şifâ verici bir açıklama gönder» diye dua etti. Bunun üzerine Nisa Sûresi'ndeki: «Ey îman edenler: Serjıoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» âyeti indi. Bu âyet­ten sonra Resûlüllah her namaz vaktinde; sakın serhoş olanlar nama­za yaklaşmasınlar diye tenbihledi. Ömer çağrıldı, bu âyet kendisine okundu. Ömer (R.A.): «Ey Allahım! İçki hakkında bize şifâ verici bir açıklık gönder» diye dua etti. Bu sefer Maide Süresindeki âyet indi. Ömer çağrıldı ve kendisine âyet okundu. «Acaba sizler içkiden vazge­çecek misiniz» cümlesine varılınca, Ömer (R.A.): «Vazgeçtik, vazgeç­tik» dedi.

«De ki onların ikisinde büyük bir günâh vardır...» Yani içki içildiği ve kumar oynandığı zaman din eksilir.

«Onlarda insanlar için menfaatlar de vardır» yani içildiğinde in­sanlara geçici bir lezzet verir. Onların verdiği lezzet günâhlarından küçüktür.

Bu âyetten sonra «Sarhoş olduğunuz halde sakın ha namaza yak­laşmayınız..» âyeti indi. Namaz vakitlerinde içmezler. Yatsıyı kıldık­tan sonra içmeye başlarlardı. Sonra bir gurup içti. Sarhoş oldu, bir­birlerine girdiler. Allah'ın (C.C.) rızasına muhalif sözler sarfettiler. Bunun üzerine bu âyet geldi. «Ey müminler, içki, kumar ve ibâdet için dikilmiş taşlar, fal okları hepsi Şeytanın işinden pis birer şeydir...» (Maide: 90) İçkiyi haram kılarak yasakladı.

Îbni-Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim İbni-Abbas'dan rivayet etti: «İçki ve kumarın menfaatlı oluşu haram olmazdan önceki döneme aittir. Gü­nâh oluşu da haramlık dönemine aittir.»

«Sana hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınız­dan geri kalanı harcayınız...»

 İbni-îshak ve İbni-Ebi-Hâtim îbni Abbas'dan rivayet ettiler: «As-habtan bazılan, Allah yolunda harcamak emredilince Resûlüllah'a geldiler, «Bize emredilen bu harcamanın malımızdan ne kadar oldu­ğunu bilmeyiz. Acaba malımızdan ne kadarını infak edelim» sordu­lar. Bunun cevabı olarak Allah bu âyeti inzal buyurdu, bu âyet gel­mezden önce kişi malı bitinceye dek infak eder bitirirdi. Artık infak edebileceği bir şey bulamıyordu. Hattâ yiyecek de bulamıyordu. Bu sefer başkası ona sadaka vermeye başlardı.

Îbni-Cerir ve İbnul-Munzir İbni-Abbas'dan «afuv, maldan veril­diği zaman maîı eksiltmeyen ve görülmeyen miktardı. Bu miktarın ve­rilmesi, farz olan sadaka yani zekât farz kılınmazdan önce idi.»

Ibni-Ebi-Hâtim, Teberanî ve Beyhakî Ibni-Abbas'dan: «afuv, aile efradının nafakasından arta kalan kısımdır.»

Îbni-Cerir Îbni-Abbas tarikiyle rivayet etti: «Maldan belli bir mik­tarın verilmesi, farz kılınmadı. Sonra Cenab-ı Allah «afuv denilen miktarı servetten ve marufu (belli olanı) emret» dedi. Sonra farzlar­dan adlandırılan miktarlar indi.

Sahih'de Ebi-Hüreyre'nin hadîsinden sabit oldu ki: «Sadakanın en hayırlısı zenginlikten verilen sadakadır. Önce nafakası sana düşen­den başla.»

Bu hadîsin benzeri Merfu' olarak Hakim b. Hizam'dan da sabit oldu.

«Allah âyetlerini size böylece   açıklıyor ki, dünya ve âhiret hakkında düşünesiniz...»

Îbni-Cerir îbni Abbas'dan rivayet etti: «Dünya'nın zevale mah­kûm ve fani olduğu hakkında âhiretin gelici ve baki kalacağı konu­sunda düşünmeniz için Allah âyetlerini böylece açıkladı.»

Yani nasıl ki size bu hükümleri tafsilâtlı bir tarzda açıklayıp vu­zuha kavuşturmuşsa öylece size vaad ve vaidle ilgili bulunan sair âyet­lerini de açıklar    umulur ki, dünya ve âhiret    konusunda düşünesi-

Abdurrezzak Ma'mer'den o da Katade'den rivayet etti: Ta ki, âhiretin dünya'dan üstün olduğunu bilmiş olasınız.

Bir rivayette: «Bu düşünce sayesinde âhireti dünyaya tercih ede­siniz.» diye varid olmuştur. [18]

 

Meal

 

(220)    Dünya ve âhiret hususunda iyi düşünesiniz diye (Âyetleri böylece size beyan etti).

(Ey Habibim!) Sana yetimleri sorarlar. Onlara de ki: «Yetimlerin işlerini düzeltmek hayırdır.» Eğer onlarla bir arada yaşarsanız artık o yetimler sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden, bozanı ayırt etme­sini bilir. Eğer Allah dileseydi kesinlikle sizi zora sokardı. Şüphesiz ki Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.

(221) Allah'a eş koşan kadınlarla o kadınlar îmana gelinceye kadar evlenmeyiniz. (Yemin ederim ki,) inanan bir câriye, hoşunu­za gitse de putperest bir kadından daha iyidir. îman edinceye kadar puta tapan erkeklerle imanlı kadınları evlendirmeyiniz!     (Yemin ol­sun ki,) inanan bir köle, hoşunuza gitse bile, puta tapan bir hür er­kekten daha hayırlıdır. İşte onlar ateşe çağırırlar. Allah ise, izni ile

Cennet ve mağfirete çağırır. İnsanlar ibret alsın diye, onlara Âyetleri­ni beyan buyurur.

(222)  (Ey Habibim!)  Senden kadınların    aybaşı hali hakkında sorarlar. Onlara de ki: «O bir eziyettir (pisliktir). Kadınlar aybaşı ha­linde iken onlara yaklaşmayınız; temizleninceye kadar bekleyiniz. Te­mizlendiklerinde Allah'ın size buyurduğu yoldan onlara varınız. Şüp­hesiz ki, Allah çokça tövbe edenleri sever. Şüphesiz ki, Allah temizle­nenleri sever.

(223) Kadınlarınız sizin tarlalannızdir. Tarlanıza istediğiniz gi­bi geliniz. Nefisleriniz için hazırlık yapınız. Allah'dan korkunuz. Bili­niz ki, kesinlikle onun huzuruna varacaksınız. (Ey Habibim!) Mümin­lere müjde ver!..

(224) İyilik etmemek, insanlar arasında İslah etmeye çalışma­mak hususunda yeminlerinizi kendinize engel yapmayınız. Allah işi­ten ve bilendir.[19]

 

Tefsir

 

(220) «Senden yetimleri sorarlar!...»

«Yetimlerin mallarını yiyenler, ateşi yerler.» mealindeki Âyet nâ-zü olduğunda halk, yetimlerden uzaklaşıp, onlarla bir arada yaşamak­tan kaçındılar. Bu hâl, yetimleri zor duruma soktuğu için, Resûlüllah'a şikâyet edildi. Bunun üzerine bahsettiğimiz Âyet nazil oldu.

Bir insanın yetimleri eğitmek ve gelir kaynaklarını geliştirmek maksadiyle onlara yardım elini uzatması, «Harama girerim!» korku-suyle kaçınmasından daha hayırlıdır. «Eğer onlarla bir araya gelirse­niz sizin kardeşlerinizdirler.» cümlesi sıkıntıda bulunan ve yardıma ihtiyacı olan bir yetime yardım imkânına sahip olanın el atmasının gerekli olduğunu beyan eder. «Allah İslah edenden ifsat edeni ayınr.» Bu Âyette, yetimin işleri ile meşgul olanlar için, hem tehdit hem de tebşir vardır. İhanet edene ilâhî tehdit olduğu gibi, İslah edene de müjde vardır. Bu sırra binaen Allah'ın Resulü:

«Ben ve yetimi yetiştiren, Cennet'de (iki parmağım    göstererek)

şöyleyiz.» demiştir. Şahadet parmağı ile ortanca parmağını göstererek, aralarındaki mesafenin yakınlığını ifade etmeye çalışmıştır.

(221)  «îman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyiniz!» Bir müslü-man erkek ancak müslüman kadın veya kitap ehli bulunan Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenebilir.

Putperestlik, «İsâ (A.S.) Allah'ın oğludur.» diyen Hıristiyanlar ile «Üzeyir (A.S.) Allah'ın oğludur.» diyen Yahudileri de kapsamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak bunu hikâye eden Âyetin sonunda: «Allah onların ortak koştuklarından münezzehdir.» cümlesini kullanarak onları put­perest ilân ediyor. Fakat kitap ehli olan kadınları başka bir Âyetle bu genel hükümden ayırarak buyuruyor: «Kendilerine, Kitap verilenlerin evli bulunan hanımları!...»

Bu Âyetin sebebi nüzulü şöyledir: Allah'ın Resulü, «mursad el-ganevî»yi Mekke'ye bazı müslümanları getirmek için gönderdi. Mur-sad'ın eski metresi olan «inak» adlı kadın gelip Mursad'a kötülük tek­lifinde bulundu! Mursad, «îslâm, aramızda perde olmuştur.» cevabını verince kadın, «O halde benimle evlenir inisin?» diye sordu.   Mursad,

«Evet. Resûlüllah ile istişare ettikten sonra evlenebilirim.» dedi.   Bu­nun üzerine istişare etti ve Âyet nazil oldu.

«İmanlı bir cariye, putperest bir hanımdan hayırlıdır.» Cariye'-den maksad, kadındır. İster köle olsun, ister hür. Zira bütün insanlar Allah'ın köleleridir.

(222) «Senden hayzı soracaklar.»

Rivayete göre, cahiliyet döneminde, erkekler hayızlı kadınlarla bir arada oturmazlar ve yemek yemezlerdi. Tıpkı Yahudi ve putperestler gibi. Bu kötü bir âdet, taa Ebu Dahdah ile bazı sahabeler gelip Resû-lüllah'dan soruncaya kadar devam etti. Bunun üzerine Ayet nazil olup hayızlı hanımlarla ancak cinsî münâsebetin haram olduğunu beyan etti. Zira Allah'ın Resulü (S.A.V.): «Ancak kadınlar hayızda oldukları zaman onlarla cinsî münâsebette bulunmaktan kaçınmanız emir edil­miştir. Onları acemlerin yaptığı gibi evlerden çıkarmanız emredilme­di.» buyurmuştur. Hadîsde bahsi geçen, «Acemler) Yahudilerin ifratı ile Hıristiyanların tefriti arasında bulunan kimseler demektir. Zira onlar hayız halinde cinsî ilişki kurar, perva etmezlerdi.

(223) «Kadınlarınız tarlamzdır.»

Yani tohumu ekeceğiniz yerlerdir. Bu tabir, hanımlara ancak ön taraftan ilişki kurulabilir hakikatini ifade eder. Zira tohum taşlara ekilmez! Ancak tarlaya ekilir. Tohumun semere veremiyeceği bir yere ekilmesinin haram olduğunu ifade eder. Helâliyle bir insan nasıl bir araya gelir, hangi yönden birleşme hasıl olur? Bu, «Tohumu tarlaya ekiniz!» tâbirinden kolayca anlaşılıyor.

Bu Âyetin sebebi nüzulü şöyle rivayet ediliyor. «Yahudiler: Arka­dan fakat ön ve normal yoldan eşiyle birleşenin çocuğu şaşı olur» di­yerek iddia ettiler. Bu durum Resûlüllah'a bildirildi. Cenabı Hak bu durumu izah edici Âyeti indirdi: «Allah'ın emrettiği yoldan olduktan sonra, istediğiniz biçimde eşinizle birleşebilirsiniz.»

(224) «İyilik etmemek, insanlar arasını İslaha  çalışmamak hususunda yeminlerinizi engel yapmayın.»

Bu Âyet Ebu Bekir'i Sıddik hakkında nazil olmuştur. Kızı Âişe va­lidemizin hakkında uydurulan iftiraya katıldığı için «Muştan» a nafaka vennemeye yemin etti. Veya kyet Abdullah b. Revaha hakkında na­zil olmuştur; eniştesi Beşir b. El-Numan ile konuşmayacağına ve onun­la kız kardeşinin arasını düzeltmeyeceğine yemin etmişti.

Yani yemininize rağmen iyiliği yapın ve İslaha koşunuz ve yemin keffaretini veriniz. Nitekim Allah'ın Resulü; îbnu Semürre'ye, «Bir şe­yin üzerine and içtikten sonra başkasının daha hayırlı olduğunu gö­rürsen, o hayırlısını yap ve o bozulan yemininin keffaretini ver!» bu­yurmuştur.

Muhtemel ki, Âyetin manâsı, «Allah'ı yeminlerinize hedef edinme­yiniz, onunla çokça yemin etmeyiniz. Tâ ki iyilik edesiniz. Allah'tan korkasınız ve insanların arasını İslah edesiniz!» demektir. Bunun için Rabbimiz, «El Kalem» sûresinde: «Çok yemin eden, zelil ve hakir olan­lara itimat etme!» buyurmuştur.

Fazla yemin etmemek, doğraıluğun, takvanın ve insanların arası­nı düzeltmenin gereğidir. Zira rasgele yemin eden, Allah'a karşı cü­retkârlık etmiş olur. Cüretkâr ise, iyilik yapan değildir ki, muttaki ol­sun. Doğru bir insan olmadığından arabuluculukta da güvenilmez. [20]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(220) Sana yetimlerin malmdan soruyorlar. De ki: Onların malı­nı korumak ve durumlarını düzeltmek sizin için işlerine karışmamak­tan daha hayırlıdır...»

tbn Cerhv Süfyan'dan Ata Wn Said'den, Said bin CübeyiMen, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Yetimlerin malına, ancak güzel olanıyla olursa yaklaşım».» «Şüphesiz yetimlerin malım zıılraen yiyenler ancak karınlarında ateşi yemiş olurlar» ve «Ateşe yakıt olacaklardır.» âyetleri nazil olduğu za­man, yanında yetim bulunan bir kimse, yemeğini yetimin yemeğinden, içmesini yetimin içmesinden ajurdı. Yetimin yemeğinden arta kalanı daha sonra yesin diye bırakıyor ve yemek bazen de ya yeniliyor veya kokuştuğu için atılıyordu. Bu dunım, yetimi besleyenlere ağır geldi. Bu­nu Allah'ın Resûlü'ne haber verdiler. Ve Cenab-ı Hak da bu sualin ce­vabı olarak bu âyeti celileyi indirdi.   Böylece yetimlere bakanlar yeineklerini yetim yemeklerine, içmelerini yetim içmelerine karıştırdılar. Ve yediklerine normal devam ettiler.

Ebu Davud, Nesei, İbn Ebi Hatim ve Hâkim, Ata bin Said tarikıyla böyle rivayet etmişlerdir.

Mücahid, Ata, Eş-Şa'bi, İbn Ebi Leylâ, Katade ve seleften başka alimler de âyetin sebebi nüzulünde bunu zikretmişlerdir.

Vaki' bin Cerrah der ki:

«Bize Hişam, Ona Hammad, ona İbrahim Aişe validemizden: Ben yetimin malı yanında olanın o malı ayrı tutmasını hoş görmüyorum. Onun yemeğini kendi yemeğine, içmesini kendi içeceğine katsın. Ve «Durumlarını düzeltmek, sizin için, işlerine karışmamak Um daha ha­yırlıdır» cümlesi de mallarını ayırd etmektense, normal bir şekilde ka­rıştırmak onların durumunu düzeltmek olduğundan daha hayırlı ol­duğuna delâlet eder. Eğer yemeğinizi onların yemeğiyle birleştirir, içe­ceklerinizi onlannkilerle bir araya getirirseniz bunda hiçbir beis yok­tur. Çünkü onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Ve bu durumu belirtmek için de Cenab-ı Hak âyetin sonunda: «Allah ifsad edeni ıslah edenden ayirdeder» buyurmuştur. Yani Cenab-ı Hak kim yetimin malını ifsad etmek niyetiyle kendi malına karıştırıyor, kim İslah etmek için karış­tırıyor? Bunu bilir.» rivayet etti.

İbn Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

Âyetteki Muhalefet (Karıştırmak) senin yetime aid olan sütten onun da senin sütünden içmesi gibidir. Senin onun çanağından, onun da senin çanağından yemesi gibidir. Sen ona aid meyveden onun da sana aid meyveden yemesidir. Allah yetimin malını kasten yiyenleri ve yetim malından sakınanları bilir. Eğer Allah dileseydi yetimlerin mal­larından almış olduğunuzu size helak sebebi yapabilirdi.

«(221) Ey müslümanlar! Allah'a şirk koşan kâfire kadınlarla, on­lar iman etmedikçe evlenmeyiniz...»

Bu âyet hakkında seleften gelen rivayetler: Bu âyeti celîle mü­minlere müşrike olan ve putlara tapan kâfire kadınlarla evlenmeyi haram kıldı. Bu âyetin umumuna ister kitabî, ister putperest olsun bü­tün müşrike kadınlar girmiş olur. Bak İbni-Kesire..,

Îbni-Ebi-Hâtim ve İbnül Munzir, Mukatil bin Hayyan'dan rivayet ettiler: Bu âyet, Ebi Mursed el-Ganevî hakkında nazil olmuştur. Bu zat Resulü Ekrem'den «İnak)) adlı müşrike kadınla evlenmeye izin ver­mesini istedi. Bu kadın, güzeldi fakat putperestti. Ebu Mursed de onunla evlenmek istediği zaman müslümandı:

— Ey Allah'ın Resulü! O hoşuma gidiyor. İzin ver evleneyim» diye ricada bulundu. Bunun için Cenab-ı Hak bu âyeti inzal buyurdu.

İbn Cerir, İbnül Munzir, İbni-Ebi-Hâtim ve Bey haki «Sünenin» de İbni-Abbas'tan rivayet ediyorlar:

«Allah bu âyetteki hükümden kitab ehlinin kadınlarını istisna et­ti ve buyurdu:

«Kendilerine kitab verilenlerden olan evli kadınlar da size haram kılınmıştır.» (Maide: 5)

Bu mana, birçok yoldan îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İbni-Cerir ve İbni-Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ettiler:

«(Şirk koşan kadınlarla sakın evlenmeyiniz.) âyetinden puta ta­pan kadınlar kastedilmiştir.»

Abd bin Humeyd ve Beyhaki, Mücahid'den bunun benzerini riva­yet etmişlerdir!...

Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd, Kattade'den bunun benzerini ri­vayet ettiler...

İbni-Ebi-Şeybe ve İbni-Ebi-Hâtim, rivayet ettiler: «îbn Ömer, kitab ehli kadınlarla evlenmeyi kerih görüyordu. Ve İbn Ömer: «Puta tapanlar, iman etmedikçe, onlarla evlenmeyiniz» âye­tini tevil ediyordu.

Buhari İbn Ömer'den rivayet ediyor:

«Allah, puta tapan kadınlarla evlenmeyi, müslümanlara haram kılmıştır. Ben «İsa Rabbimdir» diyen veya herhangi bir kulu kendisi­ne rabb edinen bir kadının şirk koşmasından daha büyük bir şirk gör­müyorum» buyurdu.

El-Vahidî ve İbni-Âsakir, Es-Süddi'den, o da Ebi Malik'ten, o da îbni-Abbas'tan   rivayet ediyor:  «Muhakkak imanlı bir cariye hür ve putperest bir kadından daha hayırlıdır» âyeti Abdullah bin Revaha hakkında nazil oldu. Onun siyah bir cariyesi vardı. Cariyeye kızarak onu tokatladı. Sonra tokat attığı için Allah'dan korktu, Resûlüllah'a vardı ve durumu anlattı. Resûlullah:

  Ey Abdullah! O nedir? Yani nasıldır?

Abdullah:

— Oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzel abdest alıyor, Allah'tan baş­ka mabud olmadığına ve senin Allah'ın Resulü olduğuna inanıyor» de­di. Resûlullah:

— Ey Abdullah! Bu imanlı bir kadındır, dedi. Abdullah:

  Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin-u-kasem   ederim, onu azad edeceğim ve onunla evleneceğim» dedi ve bunu yaptı. Abdullah'ın bu hareketini müslümanlardan bir gurup kınadı. Ve «Bir cariyeyi ni­kâh etti» dediler. Onların maksadı, onu puta tapan birisiyle evlendir­mekti.   Onların soy soplanna rağbet ederek bunu yapmaktı.   Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi.

İbni-Cerir ve İbnül Munzir Süddi'den bunun benzerini rivayet et­miştir.

îbni Ebi-Hâtim, Mukatil bin Hayyan'dan bu âyet hakkında şun­ları nakletti:

«Bizim kulağımıza geldiğine göre, bu, Huzeyfe'nin bir cariyesi idi. Huzeyfe bin Yemen onu azad etti ve kendisiyle evlendi.»

İbn Cerir, Ebu Cafer Muhammed bin Ali'den: «Allah'ın kitabında evlenmek veliyle olur» deniliyor, dedikten sonra «Sakın ortak koşan erkeklere iman etmedikçe, kızlarınızı  müslüman olan hanımları  nikâh etmeyiniz» âyetini delil olarak okudu. [21]

 

Hangi Kadınlarla Evlenilir

 

Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Bu âyeti celîîede, Cenabı Hak, kitab ehlinin kadınlarını istisna et­miştir. Yani onlarla evlenilebilir. Fakat puta tapan kadınlarla evlenil­mez.»

Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Mekhul, Hasan Basri, Dah-hak, Zeyd bin Eşlem, Rebi bin Enes ve birçok alim böyle söylemiştir

Bazıları «Bu âyeti celîleden maksad, puta tapan kadınlardır. Ki-tab ehli olan kadınlar hiçbir şekilde bu hükme girmez» demişlerdir.

tbn Cerir'in rivayetine gelince; o şöyle dedi:

«Bana Ubeyd bin Adem bin Ebi îyas el Askalani, ona babası, ona Abdulhamid bin Behram el-Pezari, ona Şehr bin Havşep rivayet etmiş­tir. Abdullah bin Abbas'tan dinledim, şöyle diyordu:

«Allah'ın Resulü, bütün kadın sınıflarıyla evlenmeyi yasaklamış, ancak iman edip hicret etmiş kadınlar bundan müstesnadır. İslâm di­nenden başka hangi dine mensub olursa olsun, onunla evlenmeyi ha­ram kılmıştır. Çünkü Cenab-ı Hak: «Kim ki imanı İnkâr ederse, onun ameli yanmıştır» buyuruyor.»

Talha.bin Ubeydullah Yahudi bir kadını nikâh etti. Huzeyfe bin Yeman Hristiyan bir kadın nikahladı. Hz. Ömer (R.A.) şiddetli bir şe­kilde öfkelendi. Hatta bu iki sahabiyi dövmeyi bile düşündü. Onlar:

— Ey müminlerin emiri! Sen öfkelenme. Biz onları boğarız» dedi­ler. Hz. Ömer:

— Eğer onların boşanmaları helal ise, evlenmeleri de nikahlan da helaldir. Fakat ben onları sizi zelil ve küçük   düşürücü halde sizden alıp sökeceğim.» dedi.

İbni Cerir'in bu hadisi, cidden garip bir hadistir. Hz. Ömer'den (R.A.) gelen bu eser de garibtir. Cafer bin Cerir, kitab ehli kadınlarla evlenmenin mubah olduğunun icma ile sabit olduğunu naklettikten sonra şunları ekliyor:

Hz. Ömer bu iki sahabinin bu şekilde evlenmelerini hoş karşılama-mıştır. Ta ki halk müslüman kadınları bırakıp ehli kitab kadınlara rağbet etmesin.

Veya başka bir manâ vardır; yoksa ehli kitabtan olan kadınlarla evlenmek caizdir. Nitekim Ebu Kureyb bize, ona İdris, ona Es-Selk bin Behram, ona Şâkik rivayet etti: Huzeyfe bin Yeman Yahudi dinine mensup bir kadınla evlendi. Hz. Ömer ona yazdı: Kadının yolunu bı­rak!» O da Hz. Ömer'e cevab olarak şöyle yazdı:

«Siz, Yahudi bir kadınla evlenmenin haram olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Ki ben onun yolunu bırakayım, onu boşayayım.»

Hz. Ömer:

«Ben, onun haram olduğunu iddia etmem. Fakat korkarım ki mü­min kadınlar böylece onlardan zarar görmüş olsunlar.»

Bu hadisin senedi, sıhhatli bir senettir. El Halal, Ömer bin İsma­il'den, o Veki'den, o Salk'tan benzerini rivayet etmiştir...

îbn Cerir Musa bin Abdurrahman el-Mesruki'den, o Muhammed bin Bişir'den, o Süfyan bin Said'den, o Yezid bin Ebi Ziyad'dan, o Zeyd bin Vehb'den rivayet ettiler. Hz. Ömer:

«Müslüman bir erkek Hıristiyan bir kadınla evlenebilir. Fakat Hı­ristiyan bir erkek müslüman bir kadınla evlenemez.» dedi.

Ravi «Hz. Ömer'den gelen bu rivayetin senedi ilk rivayetin sene­dinden daha sıhhatlidir» dedikten sonra şunları ekledi: «Bize Temim bin Muntasir, ona İshak el-Ezreki ,ona Şerik, ona Eş'as bin Sivar, ona Hasan Basri, ona Cabir bin Abdullah rivayet etti. Allah'ın Resulü:

«Biz, ehli kitabın kadınlarıyla evleniriz. Bizim kadınlarımız onlar­la evlenemez.» buyurdu.

Ravi bu hadisi rivayet ettikten sonra «Hernekadar bu hadisin se­nedinde zaif olmuşsa da, fakat bu şekilde hükmetmek, bütün ümme­tin üzerinde ittifak ettiği bir hükümdür» dedi. İbni-Cerir de böyle dedi.

tbni-Ebi-Hâtim, Muhammed bin İsmail el-Ahmusi'den, o Veki'den o Cafer bin Berkan'dan, o Meymun bir Mehran'dan, o da İbn Ömer'den rivayet etti: İbni-Ömer, kitab ehli olan kadınlarla evlenmeyi kerih gö­rüyordu. Ve: «Müşrik olan kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenme­yiniz» âyetini tevil ediyordu.

Ebu Bekr El-Helal, Muhammed bin Harun'dan, o İshak bin İbra­him'den, o Muhammed bin Ali'den, o Salih bin Ahmed'den rivayet et­ti: «Ahmed bin Hanbel'den «Müşrik olan kadınlar iman etmedikçe on­larla evlenmeyiniz» âyetinin ne demek olduğunu sordum:

«Bu, putlara tapan Arapların müşrik kadınlarıdır.» diye cevap verdi.

«Yemin ederim, mümine bir cariye, müşrike bir kadından daha hayırlıdır. Velev ki müşrike hoşunuza gitse de...» âyeti hakkında Süd-di; daha önce naklettiğimizi söylüyor.

Abd bin Humeyd, Cafer bin Avn'dan, o da Abdurrahman bin Ziya el-îfriki'den, o Abdullah bin Yezid'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet ediyor;

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kadınlar güzelliklerinden ötürü nikâh edilmezler. Umulur ki on­ların güzellikleri onlan helake götürsün. Sakın kadınları servetlerin­den dolayı nikâh etmeyiniz. Umulur ki, onların mallan onları tuğya­na götürmüş olsun. Onlan dinleri üzerinde nikâh ediniz. Yemin ede­rim ki, siyah bir cariye, dindar ise» diğerlerinden daha üstündür.»

Bu hadisin senedinde bulunan Ifriki zaiftir. Sahihayn'da Ebu Hureyre'den şu hadis rivayet edildi:

«Kadın dört şey için nikah edilir: Malından, soyundan, güzelliğin­den ve dininden ötürik,. Dindar kadınla evlenmeye bak. Eli toprakta olasıca... (Yani dindar kadınla evlen. Yoksa toz gibi hakir olursun. Zi­ra dindar olmayan kadında başka durumlar da olabilir.)

Müslim, Cabir'den bu hadisin benzerini rivayet ediyor. Ayrıca Müslim, İbn Ömer'den şu hadisi naklediyor:

«Dünya meta'dır. Dünya metaının en hayırlısı şaline bir kadındır. İman etmedikçe müşriklerle kızlarınızı evlendirmeyiniz. Yani imanlı kadınları şirk koşan erkeklerle evlendirmeyiniz! Ne o imanlı kadınlar o müşrikler için helâldir, ne de o müşrikler o imanlı kadınlar için he­lâldir» âyetine dikkat edilsin. îmanlı bir köle, hür bir müşrikten daha hayırlıdır. Velev ki o müşrik hoşunuza gitse dahi. Yani imanlı bir kö­le Habeşli bir köle olsa dahi reis ve baş olan müşrik erkekten daha ha­yırlıdır. Müşrikler, insanları ateşe davet ederler. Onlarla ihtilat inşam ateşe götürür. Dünya sevgisine daldırır. Dünyayı ahirete tercih etme­ye sürükler. Bunun sonucu da felâkettir. Allah ise, Cennet ve mağfi­rete izniyle (yani Kur'anıyla) çağırır. Allah'ın emrettiği ve yasakladı-ğıyla Allah Cennete ve mağfirete insanları çağırır!...

 (222) «Sana kadınların aybaşı halini sorarlar. De ki, o bir rahatsizliktir. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılınız.    Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız...»

Bu âyet hakkında seleften şunlar nakledilmiştir: İmam Ahmed, Abdurrahman, o Hammed bin Seleme'den, o Sabit'-ten, o da Enes'ten rivayet ediyor: Yahudilerin hanımları aybaşı halini gördükleri zaman Yahudiler onlarla oturup yemek bile yemiyordu. On­larla cinsi ilişki kurmadıkları gibi evde de bir araya geliniyorlardı. Re-sûlüllah'm eshabı «Biz de böyle yapalım mı?» Veya «onların yaptıktan doğru mudur?» diye sorunca Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi inzal bu­yurdu. Cenab-ı Peygamber: «Nikâh yani emsi ilişki hariç hayızda olan bir kadınla bütün şeyleri yapabilirsin, yani kendisini öpebilirsiniz, elle­yebilir, onunla yemek yiyebilir, sohbet edebilirsiniz. Aynı yatakta yata­bilirsiniz.»

Resûlullah'ın bu sözü Yahudilerin kulağına gittiğinde, onlar: «Bu kişi neyi kastediyor? Bizim emrimizden hiçbir şeyi yoktur ki, bu zat ona muhalefet etmesin.» Yani herşeyde bize muhalefet etmeyi irade ediyor. Bunun üzerine Esid bin Hudayr ve Ubbad bin Bişr Resûlüllah'a gelip:

Ey Allah'ın Resulü! Yahudiler şöyle şöyle dediler. Acaba biz ha­nımlarla bir araya gelmiyelim mi? diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah'ın benzi attı. Hatta zannettik ki Resûlüllah o ikisine kızdı. İkisi de çıktılar. Onlar, Resûlüllah'a hediye olarak gelen bir süte rastladı­lar. Cenab-ı Peygamber onların arkasından bir elçi gönderdi. Geri dö­nüp gelmelerini istedi. Ve onlara o sütten içirdi. Onlar bildiler ki Re­sûlüllah, kendilerine öfkelenmemiştir.» Hadisi Müslim, Ahmed bin Zi-yad bin Seleme'den rivayet ediyor.

«Hayızda kadınlardan uzaklasınız» dan maksat, cinsî ilişki kur­mayınız demektir. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Nikâh hariç, herşey yapabilirsiniz» buyurmuştur. Bunun için alimlerin çoğu, kocası tara­fından hayızlı bir kadının tenasül organı hariç bütün bedenine do­kunmak caizdir demişlerdir. Ebu Davud, bize Musa bin İsmail, ona Hammad, ona Eyyub, ona İkrime, Resulullah'm pak zevcelerinin ba­zılarından nakletmiştir: «Cenab-ı Peygamber, adet halinde bulunan bir hanımıyla oynaşmak istediği zaman, onun mahrem noktalarını bir elbise ile kapatır sonra oynaşırdı.»

Ebu Davud; bize Şabî, ona Abdullah bin Ömer bin Ganim, ona Ab-durrahman bin Ziyad, ona Ammare rivayet etti: Ammare'nin halala­rından biri ona: Bu durumu Aişe'den sordum. Buyurdular:

  Biz zevcati tahirattan herhangi birimiz hayz gördüğümüzde kocamızla yatağımız birdi.» Bunları söyledikten sonra Aişe validemiz:

— Sana Resûlüllah'ın yaptığını söyliyeyim, dedi: Cenab-ı Peygam­ber mescidine gitti. (Ebu Davud Bu mescidden gaye Aişenin evinde namaz kıldığı yerdir dedi.) O geri gelmedi. Benim gözlerime uyku gir­di. Resûlüllah'a da soğuk tesir etti. Ve Cenab-ı Peygamber «Bana yak­laş» dedi. Resûlüllah'a «Ben hayz halindeyim» dedim. O halde baldırı­nı aç buyurdu. Açtım.   Mübarek yanağını benim uyluklarıma koydu. Göğsü de baldırımın üzerindeydi.  Ben de Resûlüllah'ın üzerine eğil­dim. Resûlüllah ısınınca uyudu.»

Ebu Cafer bin Cerir, İbni Bişir'den, o Abdulvahab'tan, o Eyyüb'-ten, o Ebi^Kallame'nin kitabından naklediyor: Mesruk Aişe validemize gitti ve:

  Selâm peygamberin ve ehlinin üzerinde olsun» dedi. Aişe vali­demiz:

«Sana merhaba, sana merhaba}) dedi. Mesruk'a izin verdiler ve içeriye girdi. Aişe'ye:

«Ben senden birşey sormak istiyorum,   fakat utanıyorum»    dedi.

Aişe:

«Ey Mesruk! Ben senin annenim. Sen de benim oğlumsun.» Bunun üzerine Mesruk;

  Kadın hayızlı olduğu zaman kocası neresine dokunabilir? diye sordu. Aişe:

  Cinsî ilişki hariç, herşey kocasına helâldir» dedi.

Bu hadisi, Humeyd bin Mes'ade'den, Yezid bin Zureh'ten o da Mesruk'tan rivayet etmişlerdir. Bu görüş aynı zamanda İbn Abbas'ın, Mücahid, Hasan Basri ve îkrime'nin de görüşüdür. İbn Cerir, Ebi Ku-reyb cahid, Hasan Basri ve İkrime'nin de görüşüdür. İbn Cerir, Ebi Kureyb bin Ebi Zait'ten, o da Haccac'tan, o da Mümin bin Merhan'dan, o da Aişe validemizden rivayet etti. Aişe validemiz Mesruk'a:

  Peştemalin üstü yani göbekten    yukarısı helâldir, dedi.    Ben Aişe'den sordum:

«Hayızlı kadınla aynı yatakta yatmak, ona sarılmak, onunla kor­kusuzca yeyecek yemek caiz midir?» Aişe:

«Resûl-ü Ekrem bana emrediyordu. Hayızlı olduğum halde onun başını yıkıyordum. O benim kucağıma yaslanıyordu, hayızlı olduğum halde yanımda Kur'an okuyordu» dedi.

Sahihte Hz. Aişe'den gelmiştir:

— Ben hayızlı olduğum halde et yeyerken kemiği sıyırmaya çalışı­yordum. Sonra aynısını Resûlüllah'a veriyordum. O mübarek ağzını, benim ağzımı koymuş olduğum yere koyuyordu.    Su veya süt içiyor­dum. Resûlüllah'a uzatıyordum. O ağzını benim ağzımın bulunduğu yere koyar ve içerdi.»

Ebu Davud, Museddet'ten, o Yahya'dan, o Cabir bin Sebih'ten, o Halas el-Hecevi'den rivayet etti:

Aişe'den dinledim:

«Ben, katı bir hayz halinde iken Cenab-ı Peygamberle beraber ay­nı yatakta yatıyordum. Eğer benden Resûlüllah'a birşey isabet ederse, ancak onun yerini yıkardı. Başka yerleri yıkamazdı. Eğer elbisesine birşey isabet ederse, onun yerini yıkardı, isabet ettiği yerden ötesine gitmezdi. Ve o elbise ile namaz kılardı.» [22]

 

İhtiyatlı Davranış

 

Ebu Davud'un Said bin Cebbar, Abdulaziz bin Muhammed, Ebu'l Yeman el-Muzerre tankıyla Hz. Aişe'den rivayet etti:

«Ben hayıza girdiğim zaman döşekten inip hasırın üzerinde yatı­yordum. Temizleninceye kadar Resûlüllah bana ben de ona yaklaş-mazdım.»

Bu hadis, tenezzüh ve ihtiyat üzere hamledilir.

Bazıları kocaya hayızlı hanımının izhar altındaki yani diz ile gö­bek arasındaki bölge hariç diğer bedeni helâldir. Nitekim Sahihayn'de Haris Kızı Meymune el Hilaliye'den sabit olmuştur ki: «Resulü Ekrem

hayzlı hanımlarından birisiyle oynaşmak istediği zaman,ona izannı bağlamasını emrederdi.» Bu lâfız Buhari'nindir. Buhari ve Müslim benzerini de Hz. Âişe'den rivayet ettiler.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace «El Ula» hadisinde Hizan bin Hakim'den, o da amcası Abdullah bin Saad'dan rivayet edi­yor:

Resûlullah'tan sordum:

  Hanımım hayzlıyken bana neresi haramdır?

  tzann üstü helâldir, diye cevab verdi.

Ebu-Davud, Muaz bin Cebel'den rivayet ediyor: Resûlullah'tan: «Hayızh hanımın neresi bana helaldir?» diye sordum, «tzann üstü he­lâldir. Fakat ondan da sakınmak daha efdaldir» buyurdular. Bu, daha önce Hz. Âişe'den, İbni-Abbas, Said bin Museyyib ve Şureyh'ten de ri­vayet edilmiştir.

İşte bu ve benzeri hadisler: «Ancak izarın üstü kocaya helaldir» diyenlerin aleyhinde hüccettir.

«Eğer temizlenirlerse Allah'ın size emrettiği yerden onlara gi­din...»

Bu âyeti celîle kadın hayzdan çıkıp, yıkandıktan sonra, onlarla cins- ilişki kurmayı teşvik ediyor.

İbn Hazm bu âyete bakarak: «Hayzdan sonra cinsi ilişki kurulma­sı vacibtir» demiştir. Fakat îbn Hazm'ın bu sözünün herhangi bir mes­nedi yoktur. Çünkü bu âyetteki emir HAZAR (sakındırmak) den son­radır. Usul alimlerinden bazıları «Hazerden sonraki emri mutlak emir gibi vücubu ifade eder» demişlerdir. Bazıları da «Emir burada ibaha içindir» dediler. Fakat burda da nazar vardır. (Temmül etmeye muh-taçdır). Alimler İttifak etmişlerdir ki kadının hayzı bittikten sonra yı­kanmadan veya teyemmüm etmeden kocasına helal olamaz. Ancak Ebu Hanife «ekseri hayz geçtikten sonra kadının kanı kesilirse, yani on gün bittikten sonra kan kesilirse, yıkanmadan kocasına helal olur. Yı­kanmaya mecburiyet yoktur» dedi.

Ibni-Abbas ve Mücahid «Allah'ın varılmasını emrettiği yer ön ta­raftır» demişlerdir. Ali bin Ebi Talha İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Allah'ın emrettiği yerden onlara gidiniz» âyetinden maksat, te­nasül organıdır, ön taraftır. Onu aşıp başka yerlere gitmeyiniz. Ya­ni arka tarafa gitmek yasaktır.

«Kim ki bundan birşey yaparsa o hududu aşmıştır.» Bu âyeti ce-lîlede, hanıma arkadan varmanın haram olduğuna delil vardır.

Ebu-Rezin, îkrime, Dahhak: «Allah'ın emrettiği yerden onlara vantuzdan maksat, onlar hayızlı olmadıktan (tahir oldukları) zaman­dır dediler. Ve bunun için Cenab-ı Hak «Şüphesiz Allah günahtan çok­ça tevbe edeni ve pislikler ve eziyyetlerden kaçınanı sever.»

 (223) Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi ge­liniz.»

İbn Abbas; «Tarladan maksat, çocuğun doğumda geldiği nokta­dır» diyor. Yani o noktadan istediğiniz şekilde, ister arkadan ister ön­den, gelebilirsiniz.

Buharı; bize Ebu Naim, ona Süfyan, ona İbn ul-Munkedir rivayet etti: Cabir'den dinledim. «Yahudiler; 'Kişi, Ön organa arkadan cinsî ilişkide bulunursa, çocuk şaşı olarak doğar' dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hak «Kadınlarınız sizin tarlanızdır. (Tarlanıza meşru yoldan geldikten sonra) istediğiniz şekilde gelebilirsiniz» âyeti nazil oldu.» Ha­disi Müslim, Ebu Davud, Süfyan-Sevri'nin tarikiyle rivayet etmişler­dir.

İbn Ebi Hatim, Muhammed bin el Munkedir tarikıyla rivayet edi­yor: Cabir bin Abdullah bize haber verdi ki Yahudiler müslümanlara 'kim ki hanımına ön yoldan olmak üzere arkadan gelirse çocuk şaşı olur'. Cenab-ı Hak onları yalanlamak üzere bu âyeti celîleyi indirdi.

Resûlü-Ekrem: «Tenasül uzvu (yani ön noktada) olduktan sonra ister önden, ister arkadan olsun gelmek, koca için serbestir» buyur­muştur.

Bahz bin Hakim'in hadisinde Muaviye bin Hayda babasından, o da dedesinden rivayet ediyor. Ben:

 (Ey Allah'ın Resulü! Biz hanımlarımızın neresine gelebilir ve ne­resini terkederiz? diye sordular. Buyurdular:

— Hanımınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza ne şekilde gelirseniz geüniz. Ancak yüze vurmayınız, çirkin lâf söylemeyiniz,   evin haricinde terketmeyinîz.»

Hadisi Ahmed ve ehli sünen de rivayet etmişlerdir. İbni-Ebi-Hâtim, Abdullah bin Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

Himyer kabilesinden bir gurup Resûlullah'a geldi, bazı şeyleri sor­dular. Bir kişi Resûlü-Ekrem'den:

  Ben kadınlara icabet eden veya   kadınları seven bir kişiyim. Bunun hakkında ne buyurursun? diye sordular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi...

İmam Ahmed, îbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

«Bu âyet Ensardan bazı kimseler hakkında nazil oldu. Resûlullah'a gelerek sordular. Resulü Ekrem onlara:

— Her durumda hanımınla cinsî ilişki kurabilirsin. Ancak ön yol­dan (fercten) olmak şartıyla...a

Ebu Cafer et Tahavi «Müşkilül-Hadis» adlı kitabından Ahmed bin Davud bin Musa'dan, o da Ebi Said el Hudri'den rivayet ediyor:

«Bir kişi arka yoldan bir hanımla cinsî ilişki kurdu. Halk onun if­şa edilen bu hareketini hor gördü. Cenab-ı Hak bunun üzerine bu âye­ti celileyi indirdi.»

İbn Cerir, bunu Yunus ve Yakub'tan rivayet etmiştir. Hafız Ebu'l Ya'lâ el Musili, El Haris bin Şureyh'ten, o da Abdullah bin Mef a'dan bu şekilde rivayet etmiştir.

Hammad bin ebi Hanife babasından, o da Haysem'den, o Yusuf bin Mahik'ten o Hafsa validemizden rivayet etti: Bir kadın Hafsa vali­demize geldi ve:

  Benim kocam hem yüzüstü, hem sırt üstü benimle cinsî ilişki kuruyor, bu caiz midir? diye sordu. Bu haber Resûlullah'a iletildi. Ce­nab-ı Peygamber:

«ön delikten olduktan sonra zarar yoktur» buyurdular.

îmam-ı Ahmed, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor. Hz. Ömer Re-sûlüllah'a geldi:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben helak oldum,» dedi. Cenab-ı Peygam­ber;

  Seni helak eden nedir? diye sordu. Ömer:

«Bu gece yükümü değiştirdim» dedi. Resûlüllah ona herhangi bir cevap vermedi. Sonra Cenab-ı Hak Resûlullah'a bu ayeti celîleyi indir­di. Resulü Ekrem Ömer'e:

«İster sırt üstü, ister yüz üstü yatırarak ehlinle birleyebilirsin. Yalnız dübür ve hayz halinden sakın» buyurdular.

Hadisi Tirmizi, Abd bin Humey'den, o da Hasan bin Musa el Eş-heb'ten rivayet etmiştir. Ve Tirmizi «Hadis-i Hasen ve garibtira di­yor.

Kadını normal olmayan yoldan kullanmak (caizdir) reyini belir­tenlerin sözlerine güvenmek caiz değildir. Çünkü onlar cevaza delâlet eden herhangi bir delil getirmemiştir. Onlardan birisi «Ben bu âyet­ten bunu anlıyorum» diyenin anlayışında yanılma vardır. Zira âyeti Resûlüllah ve eshabm büyükleri bize tefsir etmişlerdir. Âyeti yanlış yorumlayan kim olursa olsun onun sözüne güvenilmez. Hanımını ar­kadan kullanan bir kimse hakkında bu âyet nazil olmuştur, diyenin iddiasına göre de bu âyet bu işin helâl olmasına delâlet etmez. Kim böyle bir iddiada bulunursa, yanılmıştır. Âyetin delâlet ettiği husus bu işin haram olduğudur. Onun, âyetin sebebi nüzulü olması delâlet et­mez ki âyet onu helâl kılmak için nazil olmuştur. Çünkü birçok sebeb-lere dayanan birçok âyetler bazan o sebeblerin helâl kılınmasını, ba-zan da haram kılınmasını gerektirirler.

Rivayet ediliyor ki, İbn Abbas, bu âyeti daha önce naklettiğimiz manâların hilâfına tefsir ederek demiştir «Âyetin manâsı; isterseniz azl yaparsınız, isterseniz azl yapmazsınız» demektir. Bu manâyı İbn Abbas'tan İbni-Ebi Şeybe Abd bin Humeyd, İbni Cerir, İbni-Munzir ve «El Muhtara» adlı eserinde Ez-Ziya rivayet etmişlerdir. Bunun benzeri îbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. İbn Ebi Şeybe, Said bin Museyyib'-ten de bunu rivayet etmiştir.

Bu konuda son olarak İbn Kesir'den nakledelim:

Nafi'in İbn Ömer'den rivayet ettiği   hadis ((Cinsî ilişki önden olmuştur, fakat bu İlişki kurulurken koca zevcesine arkadan yaklaşmış­tır. Çünkü Nesei, Ali bin Osman'dan, o Said bin İsa'dan, o Fadl bin Faddale'den, o Abdullah ibn Süleyman Tavil'den, o Kaab bin Alkame'-den, o Ebi Nadr*den rivayet ediyor. Ebu Nadr, İbn Ömer'in azadlısı Na-fi'den sordu:

  Halk aleyhinde çok dedikodu yapıyor.   Sen îbn Ömer'den ka­dınlara mutad olmayan yoldan   gelmeye fetva verdiğini naklediyor-muşsun?... O zat:

«Halk bana iftira ediyor. Fakat ben size durumun nasıl olduğunu söyliyeyim. İbn Ömer bir gün Kur'an'ı Kerimi manâlandırmaya de­vam ediyordu. Ben de yanındaydım. Ta «Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Dilediğiniz şekilde tarlanıza geliniz» âyetine vardığında dedi ki:

— Ey Nafi! Sen bu âyetin sebebi nüzulünü biliyor musun?

— Hayır, bilmem, dedim. Bunun üzerine Îbni-Ömer:

— Biz Kureyşliler kadınlarımızı dilediğimiz şekilde kullanıyorduk. Medine'ye vardığımızda Ensarlı kadınlarla evlendik. Daha önce kadın­larımıza vardığımız gibi onlara varmak istedik. Onlar, bundan hoşlan­madılar. Bunu çirkin saydılar. Ensar kadınları, bu durumu Yahudile­rin hanımlarından Öğrenmişlerdi.    Onlar, yanlan üzerine yatırılarak cinsî ilişki kuruyorlar. Cenab-ı Hak bunun üzerine "bu âyeti indirdi.

Ibni-Merduyeh, Tabarani'den, o Hüseyin bin İshak'tan, o Zekeri-ya bin Yahya'dan, o Mufaddal bin Fadale'den, o Abdullah bin Ayyaş'-tan, o Kâab bin Alkame'den bunu rivayet etmiştir ve bu sened, sahih­tir. Biz; sarahaten İbni Ömer'den nakledilenin hilafını da İbni-Ömer'-den rivayet ettik. îbn Ömer, katiyen dübürden cinsî ilişkiyi mubah ve helâl görmezdi. Her ne kadar bu fetva Medine fakıhlerinin bir kısmı­na ve başka fakihlere nisbet edilmişse de ve bazıları bunu imam Ma-lik'in Kitab-ı Sırr'da söylediğini rivayet etmişse de, insanların çoğu böyle bir fetvanın İmam Malik'ten çıkışının sıhhatli olmadığına kail­dirler. Müteaddid tariklerden gelen hadisler kadını dübürden kullan­mayı kesinlikle meneder ve böyle yapmaktan müslümanlan sakındı­rır. Hasan bin Arefe, İsmail bin Ayyaş'tan, o Süheyl bin Ebi-Salih'ten o Muhammed bin Munkedir'den, o da Cabir'den rivayet ediyor. Resû-lüllah buyurdu:

«Şüphesiz ki Allah hakkı söylemekten çekinmez. Sizin için ka­dınları dübürden kullanmak helâl kılınmamıştır.»

İmam Ahmed, Huzeyme bin Sabit tarikıyla rivayet ediyor: Resû-lü-Ekrem; kişinin hanımını âdet olmayan yoldan kullanmasını yasak­lamıştır.»

Yine İmam Ahmed, Huzeyme bin Sabit el-Hitmi'den rivayet edi­yor. Allah'ın Resulü:  

«Haya ediniz. Şüphesiz Allah hakkı söylemekten çekinmez. Sakın kadınları duhûllerinden kullanmayınız.»

Hadisi, Nesei, İbn Mace çeşitli tariklerden Huzeyme bin Sabit'ten rivayet etmişlerdir. Hadisin senedinde çok ihtilâf vardır.

Ebu İsa et-Tirmizi ve Nesei, İbn Abbas tarikiyle rivayet ediyorlar. Cenab-ı Peygamber buyurdu:

«Allah, hanımına arkadan gelen veya herhangi bir kadına arka­dan gelene nazar etmez.»

Tirmizi: «Bu hadis, hasen ve garibtir» dedi. İbn Hibban sahihin­de böyle rivayet etti. İbn Hazm da bu hadisi tashih etti.

Abd bin Humeyd diyor ki: Bize Abdurrezzak, ona Ma'mer, ona İb­ni Tavus, ona babası rivayet etti: Bir kişi îbn Abbas'tan kadını dü-burdan kullanmayı sordu. îbn Abbas:

«Benden küfrü soruyorsun» dedi. Hadisin isnadı sahihtir. Nesei İbn Mübarekin tarikiyle Ma'mer'den aynısını rivayet etmiştir.

Abd tefsirinde İkrime'den rivayet ediyor:

Bir kişi İbn Abbas'a gelip ailemle cinsi ilişkiyi arkadan (adet ol­mayan yoldan) kuruyorum. Zira, Cenab-ı Hakkın «Hanımlarınız tarla-nızdır» âyetini dinledim. Bunun, bana helâl olduğunu zannediyorum, dedi. İbn Abbas ona haykırarak:

«Ey Luti! Bu âyeti celîle ister kadın ayakta, ister oturarak olsun. İster sırt üstü yatırarak, isterse yüzükoyun yatırarak olsun, ancak ön yoldan onlarla birleşebilirsiniz. Onu aşıp başka yerden gitmeyiniz de­mek istiyor» dedi.

tmam Ahmed, Âmr bin Şuayb'ın tarikıyla, o babasından, o da ba­basından rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:

«Kim ki arka yoldan hanımı ile birleşirse, o, küçük lutiliği yap­mış olur!...»

Katade tankıyla da aynı hadis arkadan cinsî ilişki kurmanın kü­çük lutilik olduğu şeklinde gelmiştir.

Kattade, Akabe'dan, o Ebi Derda'dan rivayet etti:

«Bunu acaba kâfirden başkası yapar mı» demek suretiyle bu işin korkunçluğuna işaret buyurmuştur. Bu hadis, Yahya bin Said el-Kat-tan'dan, Said'den, Kattade'den, Ebu Eyyüb'ten, Abdullah bin Âmr bin As'tan gelmiştir. Allah daha iyisini bilir.

Cafer el-Feryadi Abdullah bin Ömer tarikıyla rivayet ediyor; Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Yedi sınıf insan vardır ki, kıyamet günü Allah onların yüzüne e. Ve onları temize çıkarmaz. Ve ateşe girenlerle beraber ateşe

giriniz der. Onların birincisi faildir (Lutilik yapan). İkincisi, kendisiy­le bu iş yapılandır. Üçüncüsü eliyle nikâh eden (yani eliyle menisini getiren) dir. Dördüncüsü, hayvanlarla birleşen, beşincisi hanımını ar­ka yoldan kullanandır. Altıncısı kadını kmyle beraber nikâhının altı­na alandır. Yedincisi komşusunun zevcesiyle zina edendir. Sekizincisi komşusu kendisine lanet okuyacak derecede komşusuna eziyet eden­dir.»

İmam Ahmed, Abdurrezzak'tan ve Ali bin Telkin yoluyla rivayet ediyor:

«Cenab-ı Peygamber, kadınları arka yoldan   kullanmayı yasakla­mıştır. Bunu söylüyorum,   çünkü Allah hakkı söylemekten çekinmez»

dedi.

İmam Ahmed, Ebu-Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Resûlüllah buyurdu:

«Hanımını arka yoldan kullanan bir kimseye Allah nazar etmez, (yüzüne bakmaz).»

İmam Ahmed yine Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:

«Kim ki hanımını arkadan kullanırsa o lanetlenmiştir.»

Ebu Davud ve Nesei, Veki yoluyla bu hadisi rivayet ettiler.

Hafız Ebu Naim Ebu-Hureyre tarikiyle rivayet ediyor. Cenab-ı Peygamber:

«O kimse ki hanımını arkadan kullanıyor, lanetlenmiştir.» bu­yurdu.

Müslim bin Halidi Zenci Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor: «Kim ki, kadınları arkadan kullanırsa, o lanetlenmiştir.»

İmam Ahmed ve sünen ehli Ebi Temim el Huceymi yoluyla Ebu Hureyre'den rivayet ediyorlar:

«Kim ki hayızlı bir kadına yaklaşırsa veya bir kadını arkadan kullanırsa, veya bir kâhine vanp onu tasdik ederse, o Hz. Muham-med'in üzerine ineni inkâr etmiştir.»

Tirmizi «Hadîse Buhari zaif demiştir» diyor.

En-Nesei, Ebu Seleme tarikıyla Ebu Hureyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Allah'tan hayanın gereği nasılsa, o şekilde haya ediniz' Sakın ka­dınları arkalarından kullanmayınız.»

Nesei Ebu Hureyre tarikiyle rivayet ediyor: «Erkeklerin kadınları arkadan kullanmaları küfürdür.»

Bu hadisler mevkuf veya muhaddisler tarafından sıhhatleri hak­kında çeşitli görüşler serdedilmiştir. Eğer hadis kesinlikle sabit ise, küfürden maksat büyük günahtır. Yoksa imandan çıkmak manâsın-daki küfür burada kastediîmemiştir. Ancak «Haram da olsa ben bu­nu yaparım ve helâl bilirim» diyerek ilâhi emre karşı çıkarsa, imandan olur.

Muhammed bin Ebanul Belhi Hz. Ömer tankıyla rivayet ediyor:

«Allah hakkı haykırmaktan çekinmez. Sakın kadınları dübürle-rinden kullanmayınız.»

Bunlara benzer daha nice hadisler îbn Kesir'de, Suyuti'nin Ed-Durrul-Mensur'unda, İbn Cerir Taberi'de, Şevkani'nin Fethul-Kadir'inde yer almaktadır. Bu hususu daha fazla öğrenmek isteyen bu kitab-lara müracaat etsin. Kesinkes ehli sünnet vel cemaatin katında sabit olmuştur ki kadını arkadan kullanmak günahı kebairdir, haram­dır.[23]

 (224) Bir de iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinize siper kılmayınız...»

Bu âyeti celîîe hakkında selef şunları söylemiştir:

Buhari: «Yemininde ısrar etmek, o yemini bozup keffaretini ver­mekten daha fazla günah getirir kişiye» diyor. İbaresi şöyledir:

Bize İshak bin İbrahim, ona Abdurrezzak, ona Ma'mer, onaHem-mam bin Munebbih haber vermiştir. Ona da Ebu Hüreyre, ona da Allah'ın Resulü:

«Biz kıyamet gününde, son gelenler ve önde olanlarız. Yemin ede­rim ki, herhangi biriniz aile efradı hakkında (aleyhinde) yapmış oldu­ğu yeminde ısrar ederse, Allah katında bu ısrarı, yemini bozup Allah'ın farz kılmış olduğu keffareti vermekten daha fazla ona günah getirir.»

Müslim de, bu şekilde Muhammed bin Rafi'den, Abdurrezzak'tan ri­vayet etmiştir. İmam Ahmed de, bu şekilde rivayet etmiştir. Sonra Bu­hari devamla:

Bize İshak bin Mansur, ona Yahya bin Salih, ona Muaviye bin Se­lâm, ona Yahya ibn Ebi-Kesir, ona îkrime, ona Ebu Hüreyre söyledi. Allah'ın Resulü:

«Kim ki, bir yemininden dolayı aile efradına karşı olmakta İsrar ederse, onun günahı, keffaret vermek suretiyle yeminini bozmasından daha büyük olur.»

Ali bin Ebi Talha, îbn Abbas'tan bu âyet hakkında şunları rivayet etti:

«Sen, hayrı yapmamaya yemin etmiş isen yeminin bunu yapmaya mani olmasın. Yemininin keffaretini ver ve hayrı işle.»

Mesruk Eş Şa'bi, İbrahim en Nehai, Mücahid, Tavus, Said bin Cu-beyr, Ata, İkrime, Mekhul, Zuhri, Hasan Basri, Katade,   Mukatil bin Hayyan, Rebi bin Enes, Dahhak, Ata el-Hurasani ve Süddi de böyle de­mişlerdir. Cumhurun bu sözlerini, Müslim ve Buhari'nin Sahiheyn ad­lı eserlerinde sabit olan hadisle teyid edilmektedir. Hadis, Ebu Musa el Eş'ari'den geliyor. Allah'ın Resulü:

«Ben Allah'a yemin ederim ki, (Allah'ın izniyle) herhangi bir şeyi yapmamaya veya yapmaya yemin ettikten sonra gayrisinin ondan da­ha hayırlı olduğunu görürsem o daha hayırlıyı yapar, ve yeminimi kef-faretlend irmek suretiyle bozarım.»

Yine Sahihayn'da sabit olmuştur ki, Resûlü-Ekrem, Abdurrahman bin Semurre'ye:

«Ey Abdurrahman bin Semurre! Sakın emir olmayı, baş olmayı is­teme. Eğer istemeden Allah onu sana verirse Allah onun hususunda sana .yardım edecektir. Eğer istemenin sonunda Allah onu sana verir­se, sen onunla başbaşa kalmış olursun. Herhangi bir şey yapmamaya dair yemin ettikten sonra yapmayı yapmamaktan daha hayırlı görür­sen daha hayırlıyı yap ve yemininin keffaretini ver.»

Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyur­du:

«Herhangi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya yemin eden bir kimse o şeyin gayrisini ondan daha hayırlı görürse, yemininin keffare­tini versin, daha hayırlı hangisi ise onu işlesin.»

İmam Ahmed, Ebu Said'den, o da Halife bin Hayat'tan, o da Âmr bin Şuayb'tan, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor: Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Herhangi bir şeye dair yemin eden bir kimse, gayrisini ondan daha hayırlı görürse, onu terkedip, keffaretini verir. Veya onu terket-mek onun keffaretidir.»

Ebu Davud, Ebi Ubeydullah bin Ahnes, o Amr ibn Şua'yb, o da ba­basından, o da babasından rivayet etti:

«Ademoğlunun mülkünde olmayan bir şey için nezir yapmak ve yemin etmek yoktur. Allah'a isyan olan bir konuda nezr ve yemin yap­mak yoktur. Sılayı rahmi kesmek hususunda nezr ve yemin yapmak yoktur. Kim ki herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda yemin eder, sonra onun gayrisini   ondan daha hayırlı görürse, o şeyi bıraksın, daha hayırlı olanı yapsın. Onu bırakması onun keffaretidir.»

Ebu Davud; Resûlüllah'tan gelen bütün Hadisler, yemininin kef-faretini versin şeklindedir ve sıhhatlisi de bunlardır» dedi.

îbn Cerir, Âişe validemiz tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kim ki sılayı rahmi kesmeye veya, bir masiyeti yapmaya dair ye­min ederse, onun o yeminden kurtuluşu, onu bozup keffaret vermesi­dir.»

Ibn Kesir «Bu hadis zayıftır. Çünkü hadisin ravisi Haris bin Ebi Rical Muhammed bin Abdurrahman'dır. Bu zatın hadisi terkedilmiş­tir ve bütün Muhaddisler katında hadisi zayıftır» diyor.

İbn Cerir, İbn Abbas, Said bin Museyyib, Mesruk ve Şabi'den riva­yet etti ki, hepsi «Masiyet yapmak için yapılan bir yemin, yemin olmaz ve onun keffareti de yoktur.» demişlerdir. [24]

 

Meal

 

(225) Allah sizi rasgele yeminlerinizden ötürü sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kesbettiği  (dilinizle beraber  kastettiği)  yeminler­den dolayı sorumlu tutar. Allah çokça bağışlayıcı ve Halîm'dir.    (Bol bilim sahibidir).

(226) Hanımlarına yanaşmamaya    yemin edenler    için dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dönerler ise (bilsinler ki), Allah çokça bağışlayıcı ve merhamet edicidir.

(227) Şayet boşanmaya kararlı iseler (bilsinler ki), Allah şüphe­siz işitir ve bilir.

(238) Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız müddeti beklesinler. Eğer Allah ve Âhiret gününe inanmışlar ise rahimlerinde Allah'ın yarattığım gizlemek onlar için helâl değildir. İddet müddeti zarfında kocaları anlaşmak isterse, onları geri aJmaya kocaları daha çok uygundur. Eğer ıslah etmeyi kast ediyorlarsa!... Erkeklerin meşru şekilde kadınlar üzerinde haklan olduğu gibi, kadınların da onlar üze­rinde haklan vardır. Erkeklerin onlardan bir ü stün derecesi vardır. Allah her şeye gücü yeten Aziz ve yerli yerinde h«rşeyi yapan Hakîm'-dir.

(229) Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak veya iyilikle bırakmaktır.    İkisi Allah'ın sınırlarım koruyamamaktan korkmadıkça, kadınlara verdiklerinizden bir şey j«ri almanız sizin için helâl değildir. Eğer Allah'ın hudutlarım koruyamayacaklar diye kor-karsaniz, o zaman kadının fidye verip talakını v erdirmesinde, eşlerin ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın huduUandir. O hudutlan çiğnemeyiniz. Allah'ın hudutlannı çiğneyenler zalimlerin ta kendileri­dir.

(230) Eğer   (üçüncü defa) yine  boşarsa  ontLan sonra kadın başkabirisi ile (normal yoldan) evlenmedikçe (ve normal yoldan boşanıp ikin­ci kocanın iddetini çekmedikçe) bir daha birinci kocaya helâl olmaz. Eğer bu yeni koca onu boşarsa Allah'ın sınırlanm gözeteceklerini de sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde herhangi bir günâh yoktur. Bunlar bilen kimseler için Allah'ın açıklamış olduğu sınırlan­dır[25].

 

Tefsir

 

(226) Âyette «el-lağv» tabiri, gelişigüzel yapılan konuşma ve yemin demektir. Bu yemin de kalp dil ile birleşmiyor. Meselâ, «Halil gel çor­ba iç!  Hayır vallahi içmem.» sözündeki yemin gibi... Bu yeminler­de kalbin kastı ve niyeti yok, fakat bir dil sürçmesi ve kayması vardır. «Fakat Allah sizi kalblerinizin kesb ettiğinden ötürü cezalandinr.» Cümlesi, cezanın ve keffaretin ancak kalp ile dilin birleştiği yeminleri bozmakta olduğunu bildirir. .Ebu-Hanife, «Lağv yemini kişinin yalancı zannına binaen yaptığı yemindir.» dedi. Bu yoruma binaen âyetin tef­siri şöyledir:

«Sizi, yanlışlıkla yaptığınız yeminlerden ötürü değil, fakat, ancak kasten yaptığınız yeminlerden ötürü, Allah muaheze eder.» [26]

 

İlâ Meselesi

 

(225) İla, kişinin hanımı ile cinsi münâsebette bulunmayacağına dair yapmış olduğu yemindir. İşte bu meseleyi, «Kadınlarına yaklaşmama­ya yemin edenler için dört ay beklemek vardır.» Âyeti izah etmektedir. Yani bu tür yemin edenler, dört aya kadar yeminlerini bozmayabilir, hanımları ile bir araya gelmeyebilirler. İmam-ı Şafiî'ye göre, bu müd­det bittikten sonra bir talakla boş olunur.

îmam-ı Hanefî'ye göre, eğer ilâ müddetinde hanımla birleşir ve­ya birleşeceğine dair söz verirse dönüşü doğru olur. Cinsi münâsebette bulunduğu taktirde keffaret gerekir. Aksi takdirde bir talakla boşan­mış olur. Şafiîler, «Dört ay müddet bittikten sonra, ya bir araya gelip keffaret vermek, veya boşanmak teklifi ile karşı karşıya bırakılır. Hiç birisini yapmadığı takdirde kadı (hâkim) hanımın boşanmasına karar verir.» derler.

(228) Boşanmış kadınlar, kendi kendine üç ay başı halini geçirecek ka­dar iddet çekerler.» Burada geçen boşanmışlardan maksat, kendileri ile cinsi ilişki kurulan ve hayız görecek yaşta olan kadınlardır. Çünkü başka Ayetler ve Hadisler sadece nikâhı kıyılmış fakat kendisi ile cinsi ilişki kurulmamış kadınların iddet çekmeyeceğine delâlet ederler. Âyette, bahsi geçen kuru kelimesi, çoğuldur. Hayız haline de temiz­lik haline de söylenir. Esasında temizlikten hayıza geçmek demektir. Âyette de bu manâ kasdedilmiştir. Zira, rahmin boşluğuna hayz değil, temizlik delâlet eder. Hanefîler ise, bu fikirin tam tersini savunmuş­lardır. Çünkü Cenabı Hak bir Âyette: «Hanımları iddetleri zamanın­da boşayınız» buyurmuştur. Meşru olan boşanma ise, hayz halinde ol­maz. Resûlü-Ekrem'in, «Cariyenin talakı ikidir, iddet çekmesi de iki defa hayız görmesidir.» Hadisi ise, Müslim ve Buhari'nin rivayet ettik­leri İbnü Ömer'in kıssasında varid olan Hadisle mukavemet edemez. O Hadis şöyledir: «Ey Ömer! Oğluna emret ki, hayız halinde boşadiğı hanımını yeniden nikâhının altına alsın! Sonra temizleninceye kadar, sonra hayza girince, sonra temizleninceye kadar tutsun! Bu durum­lardan sonra, cinsî ilişki kurmadan önce isterse tutar, isterse boşar. İş­te kadınların vaktinde boşanması emredilen iddet budur.»

«Kadınlar, eğer Allah'a ve Ahiret gününe imanları varsa, rahim­lerinde Allah tarafından yaratılmışı gizlemesinler.»

Allah'ın rahimlerde yaratmış olduklarından maksat, çocuk veya hayzdır. Kadın onları iddetin tezce bitmesi veya kocanın dönüş hakkı­nı iptal etmesini sağlamak için gizlememelidir. Bu Âyeti Celîle'de «İd-dette kadının sözü makbuldür.» hükmünün delili vardır.

«Kadınlar için, meşru olarak boyunlarında bulunan hak gibi bir hak vardır.» Yani kocaların boynunda tıpkı kocalarının onların boy­nunda olduğu gibi, haklan vardır. Ancak erkeklerin kadınlara karşı daha fazla haklan vardır. Zira kocaların hakları kadınların nefsinde-dir. Kadınların haklan ise, mehirleri, yetecek kadar nafakalan ve za­rara uğratılmamalan gibi haklardır. Veya Âyetin manası: «Erkekler şeref ve fazilet yönünden kadınlardan üstündürler. Çünkü kadınları sevk ve idare eden ve nöbetçiliklerini yapan erkeklerdir. Evlenmenin gayesinde eşit olmalarına rağmen, erkek kadının hukukunu gözlemek ve nafakasını vermek özelliğine sahiptir.»

(229) «Talâk iki defadır!...» Yani ric'i talâk ikidir. Çünkü Resulü Ek­rem'den soruldu: «Üçüncüsü nerde?» Cevap olarak buyurdu: «Veya iyilik ile bırakmaktır.» Yani Âyetin son cümlesini okudu.

Bâzı tefsir âlimlerine göre, Âyetin manâsı şudur: «Serî' boşama, ayn ayn olmak sureti ile birer talak ile boşamaktır.» Bu sırra binaen Hanefîler, «İki veya üç talakla boşamak bidattir. Önce hanıma «seni boşadım.» denecek, iddet bitinceye kadar beklenecek, durumunda her­hangi bir değişiklik görülmez ise, ikinci kez «seni boşadım.» denecek ve yine iddet bitinceye kadar beklenecek. Pişmanlık gibi bir durum meydana gelmez ise, üçüncü talak ile boşayacak. Bu takdirde bir daha bu çift şer'î nikâh ile bir araya gelemez. Ancak normal olarak kadın evlenir, boşanır ve iddet çekerse yeniden eski kocası ile evlenebilir. [27]

 

Hulu Meselesi

 

«Kadınlara mehir olarak verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri al­manız sizin için helâl değildir.»

Rivayete göre, münafık başı Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kızı Ce­mile, kocası Sabit b. Kays'den hoşlanmazdı. Resûlüllah'a gelip, «Ne ben ne Sabit!.. Hiç bir şey artık Sabit ile başımı bir araya getiremez. Allah'a yemin ederim, Sabit'in dîninde ve ahlâkında bir ayıp göremi­yorum. Fakat İslâm dîninde (olduğum halde) kâfirlikten (münafık­lık) tiksiniyorum. Nefret ettiğimden ötürü Sabit ile artık geçinemiyo­rum. Çadmn eteğini kaldırdım, Sabit'in bir gurup erkekle beraber gel­diğini gördüm. Baktım ki, hepsinden daha siyah, hepsinden daha kısa ve hepsinden daha çirkin idi» dedi. Bunun üzerine bahsi geçen Âyet nazil oldu. Cemile daha önce Sabit'ten mehir olarak aldığı bahçeyi geri verdi ve hulu yaptı, yani boşanmasını para ile sağladı.

Âyetteki hitap idarecileredir. «Siz almayınız» isnadı ise, o malın verilmesi kararı onlardan geldiğinden dolayıdır.

Ancak karı-koca Allah'ın sımrlannı çiğneyeceklerinden korkarlarsa ve sizde bunların bu korkularının yerinde olduğunu görürseniz o zaman kadının para verip boşanmasını sağlamakta herhangi bir beis yoktur. (îki taraf içinde...)

Bilinsin ki, bahsi geçen Âyetin zahiri, delâlet eder ki, kan ile ko­ca arasında nefret ve geçimsizlik olmaz ise, hulu' caiz değildir. Ve yi­ne delâlet eder ki, hulu' meselesinde kadın erkekten almış olduğu meh-rin tamamını verip boşanmayı temin eder ise, caiz değildir. Bu manâ­yı Resûlüllah'm şu Hadisi de desteklemektedir: «Hangi kadın ki, ko-casiyi e aralarında herhangi bir geçimsizlik olmadığı halde kocasından boşanmayı talep eder ise, o kadına Cennet kokusu haram olur.» Bir de şu hadis teyid eder: «Resûlüllah Cemile'den sordu: «Sen Sabit'in me-hir olarak sana vermiş olduğu bahçesini geri verebilecek misin?» Ce­mile, «Evet fazlası ile beraber veririm.» Resûlüllah: «Fazlasına gelin­ce, hayır!» dedi.

Cumhuru ulemaya göre, fazlasının verilmesi mekruh olmakla be­raber caizdir. Ve geçimsizlik olmaksızın da hulu' caizdir. Zira bir akidin men edilmesi, olduktan sonra fasit olmasına delâlet etmez. Hu­lu' meselesinde verilen para, fidye olarak verilmiş gibi yorumlanabilir. Çünkü Cenabı Hak, buna fidye ismini vermiştir. Hulu' talak tabiri ile icra edilmedikten sonra nikâhın feshi midir, boşanma mıdır hususun­da ihtilâf edilmiştir.

(230 .(Üç talakla hanımı boşadıktan sonra hanım ikinci bir koca ile ev­lenip boşanmadiktan sonra birinci kocaya helâl olmaz.»

İbnül Müseyyep, bu Âyetin zahirine bakarak «Üç talakla boşan­mış bir hanım, ikinci bir insan ile akdi nikâh ederse, aralannda cinsi mukarenet olmazsa da boşanırsa, birinci koca ile yeniden evlenebilir.» demiştir.

Cumhuru ulemaya göre, kesinlikle ikinci /kocanın cinsi münâse­bette bulunması şarttır. Zira Rivayet ediliyor ki, Rifae'nin hanımı Re-sûlüllah'a, «Rifae beni boşadı ve talakımı üçledi, Zübeyr'in oğlu Ab-durrahman ile evlendim. Kesinlikle Abdurrahman'm yanındaki (Nes­nesi) elbisenin eteği gibidir. Yani cinsi mukarenet yapamaz haldedir. Resûlüllah sordu: «Sen Rifae'ye dönmek istiyor musun?» Kadın: «Evet!» Resûlüllah: «Hayır dönemezsin. Tâ ki sen Abdurrahman'm balını, o da senin balını tatmadıkça!...» dedi. Böylece mutlak hükmü ge­tiren Âyeti, Hadis kayıtlandırmış oluyor.

Bu hükmün nedeni, acelece boşanmaya başvurmamak, üç talakla boşanmışa dönüş yapmamak ve ondan vazgeçmektir.

Tahlil niyetiyle (yani eski kocasına helâl olsun şartı ile) ikinci ko­caya nikâhı kıymak ve nikâhtan sonra boşanmayı şart koşmak, ekseri ulemaya göre fasittir. Ebu Hanife ise, kerahat ile beraber caiz gör­müştür. Allah'ın Resulü, tahlil yapmaya kalkışan ilk kocaya da tahlil için nikâhı kabul eden ikinci kocaya da lanet etmiştir. Ekseri ulema­ya göre, bu lanetlenme, nikâhın fasit olduğundan ileri geliyor. Ebu Hanîfe'ye göre; nikâhın fasit değil fakat, çirkin oluşundan ileri geli­yor. [28]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (225) Allah sizi yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, (boş sözlerden) dolayı sorumlu tutmaz...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen tefsirler:

İbn Abbas, Aişe validemiz ve ulema cumhuru «Boş söz» manasına gelen «lağv», kişinin rastgele «Hayır, vallahi», «Evet, vallahi» demesl-dir. Fakati bunu söylerken yemine inanarak söylemiyor ve yemin kas-dı da yoktur.» dediler.

Ebu Hureyre ve seleften bir cemaat «Lağvın manası; kişinin zan­nettiği bir şeyi essah imiş gibi göstermesine dair yemin etmesidir. Oy­sa o şey kişinin zannettiğinin hilaf madır, dediler... Bu görüş, aynı za­manda Hanefîlerin ve Zeydiyelerin de görüşüdür. İmam Malik «El Mu--vatta» adlı kitabında bu görüşü savunmuştur. İbn Abbas'tan rivayet ediliyor:

«Yemini-lağv, öfke halinde yapmış olduğuna yemindir.»

Tavus ve Mekhul, bu görüştedirler. Bu görüş, aynı zamanda İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir.

Bazı selef alimlerine göre, «Yemini lağv, günaha ait olan yemin­dir». Yani bir günah işlemeye yemin etmektir. Bunu Said bin Museyyib, Ebu Bekr bin Abdurrahman, Abdullah bin Zübeyr ve Urve bin Zu-beyr rivayet ettiler. Meselâ: Adam yemin ediyor ki içki içeceğim veya silaı rahmi keseceğim, işte bu, haramları işlemeye dair olan yemin, yemini lağvdır.

Bazıları da «yemini lağv, kişinin aleyhinde beddua etmesidir» di­yor. Meselâ «Allah onun gözlerini kör etsin.» «Allah onun malını gö­türsün.» «O yahudidir», «o müşriktir» sözleri gibi. Bunu Zeyd bin Eş­lem söyledi.

Mücahid «yemini lağv, iki kişi alışveriş yapıyor. Birisi 'vallahi şu kadara sana bunu satmam' der. Diğeri de 'vallahi ben şu kadarla sa-tınalmam' der. İşte bu, yemini lağvdır.» diyor.

Dahhak «Yemini lağv o yemindir ki, keffareti verilmiştir. Yani keffareti «verildiğinde manasız ve lağv kalır» demiştir.

Ebu Davud ve tbn Cübeyr, Ata bin Ebi Ribah tarikıyla rivayet et­mişlerdir:

«Ata'dan 'yemini lağıv ne demektir?)) diye soruldu. Dedi ki; Aişe validemiz: Allah'ın Resulü; evinde kişi 'hayır vallahi', 'evet vallahi derse, o yemini lağvdır» dedi diye rivayet etti.

Abdurrezzak, Abn bin Humeyd ve îbn Cerir bu âyetin tefsirinde Aişe validemiz tarikıyla şunları rivayet ediyorlar:

«Yemini lağıv, cidal eden bir kavmin sözüdür. Birisi 'Hayır valla­hi* diyor. Öbürüsü 'Hayır vallahi' diyor. Ve böylece aralarında yemin cereyan edip duruyor. Fakat kalbleri yüzdeyüz yemin üzerinde dur­mamıştır.»

îbni Cerir, İbni-Ebi Hâtim'den, o da Âişe validemizden naklediyor;

«Yemini lağıv, kişinin hayır, vallahi, evet vallahi demesi gibi şaka veya fuzuli konuşmalarda olan yemindir. Bunun herhangi bir keffa­reti yoktur. Keffaret, ancak kalbten gelerek yapılan yeminde vardır. Meselâ: Yapacağım diye yemin eder, sonra yapmaz. İşte bu tür yemi­nin keffareti verilmelidir.»

Îbn Cerir Hasan Basri tarikıyla rivayet ediyor:

Resûlü-Ekrem, bir kavmin yanından geçti. Onlar da ok atarlardı.

Resûlüllah ile beraber eshabtan bir zat da vardı. O ok atanlardan biri­si oku attı, «Vallahi hedefe isabet ettirdim» dedi. Bazı kerreler «Valla­hi yanüdım» diyorlardı. Resûlüllah ile beraber bulunan sahabe Ce­nab-ı Peygamberden:

  Ey Allah'ın Resulü! Kişi keffarete mahkûm oldu mu? diye sor­du. Cenab-ı Peygamber:

  Hayır! Ok atanların yeminleri lağıvdır, onda herhangi bir kef­faret, herhangi bir ceza yoktur, buyurdu.

İbni-Ebi-Hâtim, Said bin Cübeyr tarikıyla rivayet ediyor:

«Yemini lağv, kişinin masiyet üzerine (yani masiyet işlemeye da­ir) yemin etmesidir.»

Abdurrezzak ve Abd ibn Humeyd, Nehai'den rivayet ediyorlar:

«Kişi herhangi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya dair yemin et-tikden sonra unutur yapmazsa, işte o, yemini lağıvdır.»

«Allah gafur ve halimdir» cümlesinin tefsirinde İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor:

Yani Cenab-ı Hak yapılan yeminin cezasını tatbik etmemek su­retiyle gafur, yemini lağıvda keffareti kılmamak suretiyle halimdir. [29]

 

İlâ Bahsi

 

 (226) Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu müddet içerisinde erkek yemininden dönerek hanımı ile birleşir keffaret verirlerse şüphesiz ki Allah bu şekilde ye­minlerini bağışlayıcıdır, esirgeyicidir...»

«ilâ», yemin demektir. Kişi bir müddet hanımı ile cinsî ilişkide bulunmayacağına dair yemin ettiğinde ya bu yeminle belirttiği müd­det dört aydan az veya daha fazla olacaktır. Eğer dört aydan az ise, o zamanın bitmesini bekleyebilir. Sonra hanımı ile cinsî ilişki kurar. Kadın da sabretmelidir. Bu müddet zarfında onu cinsî ilişkiye zorla­ma yetkisi de yoktur. Bu, «Sahihayn'da Âişe validemizden sabit olan hadiste böyle gelmiştir:

«Allah'ın Resulü hanımlarından bir ay uzak duracağına dair yemin etti. Ayın yirmi dokuzuncu günü hanımlarına dönüş yaptı ve «Ba­zen ay yirmi dokuz gün sürer» buyurdu.»

Yine Müslim ve Buhari, Ömer bin Hattab'tan benzerini rivayet et­mişlerdir. Eğer müddet, dört aydan fazla ise, dört ay bitiminde kadın kocasından yatağına gelmesini taleb edebilir. Koca ya dönüş yapacak, cinsel ilişki kuracak veya kadını boşayacaktır. Hakim onu böyle yap­maya cebreder, zorlar. Ta ki kadına zarar dokunmasın. Bu âyeti celîle delâlet eder ki ilâ yani böyle yemin, sadece hür kadınlar hakkında­dır, cariyeler hakkında yoktur. Cumhurun mezhebi de budur.

«Eğer dönüş yaparlarsa şüphesiz Allah gafur ve rahimdir» cümle­si delâlet eder ki dört aydan sonra dönüş yapanın üzerinde herhangi bir keffaret yoktur. Bu, bir görüştür. îmam Şafii'nin kadim içtihadı da böyledir. Ve bu görüş, daha önce Âmr ibn Şuayb'den,babasından, dedesinden gelen şu hadisle de tekid edilmektedir. «Resûlüllah; her­hangi bir şeyi yapmamaya yemin eden bir insan, o şeyden daha hayır­lısını gördüğünde, yeminini terkedip o, hayırlıyı işlerse, bu yaptığı, o yeminin keffareti olur.»

Hadisi îmam Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.

Cumhurun bu meselede üzerinde bulunduğu görüş şöyledir: Dört aydan sonra dönüş yapan bir insan keffaret verecektir. Çünkü keffa-retin her yemin edene vacib olduğu, bu hususta gelen naslardan anla­şılıyor.»

(227) Bu tür yemin edenler, eğer kadınlarını boşamaya karar ve­rirse, onu yerine getirirler...»

Bu âyeti celîle, delâlet eder ki, boşanma, sadece dört ayın geçme­siyle vaki olmaz. Bu görüş cumhurun mutaahhirlerinin görüşüdür. Başkaları «Dört ay geçmesiyle bir talak düşer» demişlerdir. Bu da, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, îbn Mesud, îbn Abbas, İbn Ömer, Zeyd bin Sabit'ten sıhhatli senedlerden rivayet edilen hadislerden anlaşılıyor. İbn Şirin, Mesruk, Kasım, Salih, Hasan Basri, Ebu Seleme, Katade, Ka­dı Şureyh, Kubeyse bin Zueyb, Ata, Ebu Seleme bin Abdurrahman, Sü­leyman bin Terhan et-Teymi, İbrahim en-Nehai, Rebi bin Enes ve Süddi de bu görüştedirler.

Başka bir görüş, «Dört ayın geçmesiyle kadın ric'i olarak bir talakla boşanır.» Bunu da, Said bin Museyyib, Ebu Bekr bin Abdurrah­man bin Haris bin Hişam, Mekhul, Rebia, Zühri, Mervan bin Hakem söylemişlerdir. Başka bir görüş «Bain bir talakla boşanır» şeklinde­dir. Hz. Ali, îbn Mesud, Hz. Osman, İbn Abbas, İbn Ömer, Zeyd bin Sabit'ten böyle rivayet edilmiştir. Hatta Cabir bin Zeyd, Mesruk, îkri-me, Hasan Basri, İbn Şirin, Muhammed bin Hanefiyye, İbrahim, Kubeyse bin Züeyb, Ebu Hanife, Sevri, Hasan bin Musaleh böyle dediler.

«Dört ayın geçmesiyle kadın boşanır» diyenler, kadının üzerine iddeti çekmeyi vacib kılmışlardır. Ancak İbn Abbas ve Ebu Şa'sâ'dan gelen rivayete göre; bu müddet zarfında kadın üç hayız görmüş ise, onun üzerinde herhangi bir iddet olmadığı şeklindedir. Yani yemin anından dört ayın bitimine kadar üç hayız geçirmiş ise, ikinci bir İd­det çekmesi yoktur. Bu, îmam Şafii'nin de sözüdür. Fakat sonradan gelen cumhurun görüşü ise, «Dört ayın geçmesiyle talak düşmez. Me­sele durdurulur. Kocadan ya dönüş yaparak hanımıyla cinsî ilişki kur­maya veya boşanmaya razı olması istenir. Malik, Nafi'den, o da Ab­dullah bin Ömer'den rivayet etti:

«Kişi ilâ ederse (yani hanımıyla cinsî ilişki kurmayacağına dair yemin ederse) dört ay geçse dahi talakı düşmez. Durdurulur. Ya dö­nüş yapar veya boşar.»

Hadisi Buhari rivayet etmiştir.

İmam Şafii Süfyan bin Uyeyne'den, o Yahya bin Said'den, o Sü­leyman bin Yesar'dan rivayet etti:

«Ben, Resûlü-Ekrem'in eshabından on küsur kişiye yetiştim. Hep­si bu meselede yemin eden koca durdurulup ya boşanmaya razı olur ya dönüşe diyorlardı.»

Bunu aynı zamanda îmam Şafii Hz. Ali'den de rivayet ediyor. Ve bu, Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ayşe, Osman, Zeyd bin Sabit'ten rivayet ettiğimize de uygundur.

İbn Cerir, İbn Ebi Meryem'den, Yahya bin Eyyüp'ten, Ubeydullah bin Ömer'den, Süheyl bin Ebi Salih'ten, o da babasından rivayet edi­yor:

«Resûlü-Ekrem'in eshabından on iki kişiye, hanımıyla cinsî ilişki kurmayacağına dair yemin edenin durumunu sordum. Hepsi; onun üzerinden dört ay geçinceye kadar herhangi bir şey yok. Dört ayın hi­tamında ya dönüş yapar veyahut ta boşar dediler!»

Darekutni de bu hadisi Süheyl tarikıyla rivayet etmiştir.

Ben de derim ki; bu, Ömer, Osman, Ali, Ebu Derda, Aişe, İbni-Ömer, Ibni-Abbas'tan rivayet edilmiştir. Said bin Museyyib, Ömer bin Abdulaziz, Mücahid, Tavus, Muhammed bin Kâab ve Kasım da böyle dediler ve aynı zamanda bu görüş, Malik, Şafii ve Ahmed bin Han-bel'in de mezhebidir. İbn Cerir'in de ihtiyarıdır. Leysin, İshak bin Re-havi, Ebu Ubeyd, Ebi Sevr ve Davud'un da görüşüdür. Bütün bunlar «Eğer dört ay sonunda hanımına dönüş yapmazsa, boşanmaya mecbur edilir. Eğer boşanmazsa hâkim ona vekâleten hanımı boşar. Ve talak­ta ric'i olur. tddet zamanında da dönüş yapabilir» dediler. İmam Ma­lik «iddet zamanında hanımla cinsi ilişki kurmadan dönüş yapamaz» fikrini teK başına belirtmiştir. Fakat bu, cidden gariptir.[30]

Fâkihler, yemin eden bir İnsanın dört aya kadar bekletilmesi mü­nasebetiyle İmam Malik bin Enes'in «Muvatta»da rivayet ettiği eseri nakletmişlerdir. Eser, Abdullah bin Dinar'dan geliyor. Hz. Ömer bir gece Medine sokaklarında gezerken bir kadının şu şiirleri okuduğunu dinledi:

«Dikkat!.. Bu gece uzadı.

Onun kenarları simsiyah kesildi

Uykumu kaçırdı.

Çünkü yanımda kendisiyle oynaşacağım bir dostum yok.

Allah'a yeminim olsun, eğer Allah'ı (onun azabını) murakabe etmeseydim, bu şeririn (yatağın) kenarları sarsılacaktı.»

Bunun üzerine Hz. Ömer kızı Hafsa validemizden sordu:

— Kadının kocasız sabredeceği müddet ne kadardır?

Hafsa:

  Alü veya dört aydır.»

Hz. Ömer:

— Ben artık askerlerden herhangi bir kimseyi altı veya dört ay­dan fazla hududlarda bekletmem» dedi.

(228) Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlen­me süresi beklerler...»

Bu ilâhî emir, hayz görecek çağda bulunan ve kendisi ile cinsî iliş­ki kurulduktan sonra boşanan kadınlaradır. Bu kadınlar kendi kendi­lerine boşandıktan sonra üç defa hayz görüp temizleninceye kadar beklerler. Dört mezhebin ittifakıyla bu bekleme hürre kadınlar için­dir. Cariyeler bunun dışındadır. Cariye ise iki defa hayz görüp temiz­leninceye (yani hürrenin yarısı) kadar bekler. Esasında cariyenin bir buçuk defa beklemesi gerekirken iki defa hayız görüp temizleninceye dek beklemeli denildi. Çünkü hayz parçalanmaz.

tbni-Cerir, Müzahir bin Eşlem el-Mahzumi'den o da Kasım'dan, o da Aişe'den (R.A.) rivayet ediyor.

«Allah'ın Resulü (S.A.V.); cariyenin talakı, iki talaktır. Onun id­det çekmesi iki hayızdır.» buyurdu.

Hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmişlerdir.

Seleften bazıları «Cariyenin iddeti hürre kadının iddeti gibidir. Çünkü âyet geneldir. İddet de tabiî bir emirdir. Hürler ve cariyeler bu­rada eşittirler» diyor. Bu görüş, Ebu-Ömer bin Abdulber'den, o da Mu­hammed bin Sirin'den ve zahir ehlinin bazılarından rivayet edilmiş­tir. Bu görüşü rivayet eden, zaif olduğunu da kaydetmiştir.

îbni Ebi-Hâtim, Esma binti Yezid bin Seken el Ensari'ye tarikiyle rivayet ediyor:

«ResûlüIIah'ın (S.A.V.) döneminde boşandım. O zaman boşanan kadınların herhangi bir iddeti yoktu. Ben boşandığım zaman Cenab-ı Hakk iddet âyetini — yani bu âyeti — nazil etti, diyor.»

Öyleyse hakkında iddet âyeti nazil olan ilk kadın Esma binti Zeyd'dir.

Selef, halef ve mezheb imamları âyette bahsedilen kur'un mâ­nâsında ve ne demek olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.   Bazıları kuru'dan maksat, hayizden temizlenmektir, diyor. Malik El Muvat-ta'da îbni Şahab'tan, Urve'den, Âİşe'den rivayet ediyor:

«Ebu Bekr Sıddik'ın oğlu Abdurrahman'ın kızı Hafsa boşanmıştı. Üçüncü hayza girdiğinde iddet çekmekte olduğu yerden babasının evi­ne intikal etti.»

Urve'nin bu hadisi Hafsa'nın kız kardeşi Umrete binti Abdurrah-man'dan soruldu. Umrete: «Urve doğru söylüyor» dedi.

Aişe validemizle bu hususu müzakere eden birçok kimseler oldu. Onlar«Şüphesiz Allah, Kur*an'mda üç kur'u diyor. Sen de, üçüncü hay­za gir mekle iddet bitiyor diyorsun. Bu nasıl olur?».

Aişe validemiz:

«Siz doğru söylüyorsunuz. Fakat kurVlann ne demek olduğunu biliyor musunuz? Kuru'Iar temizliktir» buyurdu.

Malik, Nafi'den, o Abdullah bin Ömer'den rivayet ediyor: «Kişi hanımını boşadığı zaman, hanım   üçüncü hayza girdiğinde kocasından, kocası da ondan ayrılmış olur. Alaka kesilmiş ve iddet bit­miş olur.»

îmam Malik «Bizim katımızda emir budur» diyor. Bunun benzeri­ni İbn Abbas, Zeyd bin Sabit, Sabit, Salim, Kasım, Urve, Süleyman bin Yesar, Ebubekr bin Abdurrahman, Eban bin Osman, Ata bin ebi-Re-bah ve Katade, Zühri'den de rivayet etmiştir.

Malik'in, Şafii'nin, Davudi Zahiri'nin, Ebu Sevr'in mezhebi de bu­dur. Bu görüş Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak: «Onlan iddetlerinde boşayınız. Yani temiz oldukları zaman boşaymız» buyurmuştur. Onların boşanmış olduklan zaman temizlik sayıldığına göre, bu temizlik üç temizlikten birisi olduğuna delâlet eder. Öyle ise ikinci temizlikten sonra, üçüncü hayza girdi mi iddet tamam olmuş demektir. Bunun için de bahsi geçen zatlar «İddet çeken kadın üçün­cü hayza girdi mi kocasından tamamen boşanmış ve ayrılmış oluyor») diyorlar.

Kadının «iddetim bitmişdir» sözünü tasdik edecek en az zaman, otuz iki gün iki saatlik bir zamandır.

İkinci görüş, kuru'dan maksat hayızdır. Kadın üçüncü hayızdan ttemizlenmedikçe iddeti bitmez. Bazıları üçüncü hayizdan temizlenip yıkandıktan sonra iddeti biter dediler. Kadın «Benim iddetim bitmiş­tir» dediğinde eğer otuz üç gün bir lahza üzerinden geçmişse bu görü­şe göre tasdik edilir.

Sevri, Mansur'dan, o İbrahim'den, o Alkame'den rivayet ediyor: Biz Hz. Ömer'in (R.A.) yanında oturuyorduk. Bir kadın gelip:

«Ey müminlerin emiri! Kocam benden bir (veya iki) talakla ay­rıldı. Sonra bana geldiğinde elbisemi çıkarmış, kapımı kilitlemiştim, ne buyuruyorsun?..» dedi. Hz. Ömer, Abdullah ibn Mesud'a hitaben:

«Onun kansı olduğu kanaatini taşıyorum» dedi. Abdullah bin Mesud:

«Ben de bu görüşteyim» dedi. Böylece Ebu Bekr Sıddik'tan, Ömer'­den, Osman'dan, Ali'den, Ebi Derda'dan, Ubade bin Samit'ten, Enes bin Malik'ten, İbn Mesud'dan, Ubey bin Kaab, Ebu Musa el Eş'ari, İbn Abbas, Said bin Museyyib, Alkame, Esved, İbrahim, Mücahid, Ata, Ta­vus, Said bin Cubeyr, İkrime, Muhammed bin Şirin, Hasan Basri, Kat-tade, Şa'bi, Rebi, Mukatil bin Hayyan, Süddi, Mahan, Dehak ve Ata'-dan rivayet edilmiştir. Hepsi Kuru, hayızdır demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşlarının mezhebi de budur. İmam Ahmed'den gelen iki riva­yetin en sıhhatlisi de budur.

El Eşlem, İmam Hanbel'den rivayet ediyor:

Eshabı Resûl'den büyükler; «Kur'u, hayızdır» dediler. Sevri'nin, Evzai'nin, İbn Ebi Leylâ ve İbn Şubreme'nin, Hasan bin Salih'in, İbn Huyey, Ebu Ubeyde, îshak bin Rehavey'in de mezhebi budur.

Ebu Davud ve Nesei'nin el Munzir bin Muğire'den, onun da Urve bin Zubeyr'den, onun da Fatıma binti Ubeyş'ten rivayet ettiği hadis" bu görüşü takviye eder. Hadis şöyledir:

«Allah'ın Resulü (S.A.V.); Fatuna binti Ebu Ubeyş'e: «Kur'u gün­lerinde namazı terket dedi.» Eğer bu sened sahih ise, bu hadisi şerif kur'unun hayz manâsında olduğunu açıkça belirtiyor. Fakat hadisin senedindeki el-Munzir, Ebu Hatım'ın görüşüne göre meçhuldür, meş­hur değildir. Fakat İbn Hibban onu itimad edilecek muhaddisler ara­sında zikretmiştir.

Ibni-Cerir «Kur*un esası, arap kelâmında adet olan bir şeyin vakti yani belli bir vakitte gelmesi veya belli bir vakitte gitmesi, adet olan bir şeyin gitmesi demektir» diyor. İbni-Cerir'in naklettiğimiz bu iba­resi iktiza eder kit kur'u hayız ile temizlik arasında müşterek olsun. Çünkü hayz gider temizlik gelir. Temizlik gider, hayz gelir. Usul alim­lerinin bazıları da bu manayı kabullenmişlerdir. Bu, el Esmai'nin de sözüdür. Çünkü «Kur'u vakit demektir» dedi.

Ebu Amr bin El-Ulâ dedi ki: «Araplar hayza kur'u derler. îki hayz arasındaki temizliğe de kur'u derler. Hayz ve temizliğe beraber de kur'u derler.»

Şeyh Ebu-ömer bin Ebdulberr dedi ki:

«İlim ehlinden ve arap lisanını bilen fakihlerden hiç kimse ihtilâf etmez ki, kur'udan maksad hayzdir. Fakat kuru'dan temizlik de irade olunur. Ancak onlar da bu âyetteki kur'u hangi manâda kullanıldığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.»

«Onların lehine de aleyhlerindeki bilinen meşru hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır...»

Bu âyeti celîle hakkında selefin görüşü:

Erkekler için kadınların boynunda olan haklarına denk bir hak da kadınlar için erkeklerin boynunda vardır. Herkes arkadaşının hakkını edâ etsin. Bilinen ve meşru olan yoldan herkes boynuna vacib olanı yerine getirsin. Sahihi Müslim'de Cabir tarikıyla gelen hadis:

Resûlü-Ekrem Veda Hutbesinde buyurdular:

«Kadınlar hususunda Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki sizler ka­dınları Allah'ın emanetiyle almış bulunuyorsunuz. Onların nefislerini Allah'ın kelimesiyle, (nikâhla) helâl kılmışsınız. Sizin için onların boynunda hak olarak şu vardır:

Onlar sizin istemediğiniz bir kimseye yatağınızı çiğnetmeyecekler-dir. Eğer bunu yaparlarsa, öldürücü olmayan bir vuruşla onları dö­vünüz. Onlar için sizin boynunuzda onların nafakası vardır. Giyimleri vardır. Bu da bilinen ve meşru bir dairede olacaktır.»

Behz bin Hakim, Muaviye bin Hayde'den, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor; sordum:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizim hanımlarımızın boynumuzdaki hakla­rı nelerdir?...»

 — Yemek yediğin zaman ona da yedirmen, elbise iydiğin zaman ona da giydirmen ve onun yüzüne vurmaman, ve ona çirkin sözler söy-lememendir. Ancak evde onu terkedebilirsin diye cevab verdi...

Veki' Beşir bin Süleyman'dan, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan riva­yet ediyor:

«Ben, kadının benim için süslenmesini sevdiğim gibi, kadın için o şekilde süslenmeyi severim. Çünkü Cenab-ı Hak: «Kadınların boynun­da bulunan hakkın dengi kadınlar için vardın) buyuruyor.

Bu hadisi, İbni Cerir ve İbni Ebi-Hâtim rivayet etmişlerdir.

Sünen ehli, Âmr bin Ahves'ten rivayet ediyorlar:

Allah'ın Resulü buyurdu: «Dikkat ediniz! Şüphesiz ki sîzin ka­dınlarınızın boynunda hakkınız vardır. Kadınlarınızın da sizin boynu­nuzda haklan vardır. Sizin kadınların boynundaki hakkınız sizin ho­şunuza gitmeyen kimseye yataklarınızı çiğnetmemeleri ve sizin hoşu­nuza gitmeyen bir kimseye evinize girmeye izin vermemeleridir. Dik­kat ediniz! Onların sizin boynunuzdaki hakları da onlara giyimlerinde ve yemelerinde iyilik yapmanızdır.»

Hadisi, Tirmizi rivayet etmiştir. Ahmed, Ebu Davud, Nesei, îbn Mace, İbn Cerir, Hakim ve Beyhaki Muaviye bin Hayde'den daha ön­ce bahsettiğimiz hadisi rivayet etmişlerdir.

«Erkeklerin kadınlar üzerinde dereceleri vardır...»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Bu, bir fazilettir. Cenab-ı Hak erkeği bu fazilette kadından üs­tün kılmıştır. Bu fazilet, cihaddır. Bir de erkeğin terekeden payı kadı­nın payından fazladır. Bir de erkeklerin kadınlardan fazla oldukları yaradılış, ev sahibi olmak, emrine itaat edilmek, kadına infak etmek­te, kadının ihtiyaçlarını yerine getirmek yönündendir. Evet bu yön­lerden erkek üstün bir dereceye sahibdir.

(229) Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır...»

Bu âyeti celîle, İslâm'ın başlangıcında bulunan durumu kaldırıcı­dır. O durum şöyle idi: Kişi hanımını yüz defa boşasa dahi onu nikâ­hının altına almak istediğinde herkesten daha fazla hak sahibi sayı­lırdı ve geri alabilirdi. Yeter ki iddet bitmezden önce olsun. Fakat bu durum, kadınlar hakkında zararlı olduğundan Cenab-ı Hak talakı (bo­şanmayı) üçe irca buyurdu. Bir talakta, iki talakta ricat yani kadının kocası tarafından tekrar nikâhına döndürülmesini mubah kıldı. Üçün­cü talak etti mi tamamen etmesine Cenab-ı Hak hüküm buyurdu. «Bo­şamak iki türlüdür. Ya iyilikte tutmak veya .güzellikle bırakmaktır.»

Ahmed bin Muhammed el Mervezi, Ali bin Hüseyin bin Vakıd'dan o da babasından, o da Yezid ul Nahvi'den, o da İkrime'den, o da îbni Abbas'tan rivayet ediyor:

«Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kur'u (hayız veya temiz­lenme) süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını  saklamaları onlara    helâl olmaz.»

âyeti indiğinde ki§İ hanımını üç talakla dahi boşarsa onu yeniden ni­kâhının altına (ricat yapmak suretiyle) almaya daha müstahak sayı­lırdı. Fakat «Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktım âyeti, yukarıda bahsi geçen âyeti neshetti.

Nesei, Hişam Bin Urve'den, o da babasından rivayet ediyor: «Bir kişi hanımına; «Hiç bir zaman seni boşamayacağım ve hiç bir zaman da seni nikâhımın altına almayacağımı) dedi. Kadın:

  Bu nasıl olur? dedi. Kişi:

  Seni boşanm. Senin iddetinin bitimine yakın bir zamanda tek-raren «Seni nikâhımın altına aldım» diye ricat ederim. Böylece devam eder gider» dedi. Bunun üzerine kadın Resûlüllah'a geldi ve bu duru­mu Cenab-ı Peygambere arzetti. Allah (C.C.) da buna cevab olarak:

«Boşanma iki defadır: Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırak­maktır» âyetini gönderdi. îbn Cerir Tefsirinde Cerir bin Abdulhamid'in tarikıyla Urve'den gelen şu hadisi rivayet etti:

Islâmın başlangıcında kişi karısını kaç talakla boşamış olursa ol­sun iddet bitmezden önce ricat etmek suretiyle onu nikâhının altına almaya daha müstahaktı. Ensardan bir kişi hanımından öfkelendi. Ve ona hitaben:

«Yemin ederim, ne seni nikâhımın altına alır, ne de senden ayn-lınm...» dedi. Kadın:

— Bu nasıl olur?

Kişi:

— Seni boşayacağım. İddetinin bitimi yaklaştı mı seni almaya tek-raren müracaat edeceğim. Bu müracaattan sonra tekrar boşayacağım. Ve ikinci iddetinin bitimi yaklaştı mı tekraren seni nikâhımın altına alacağım» dedi. Bunun üzerine kadın Resûlüllah'a gelip bu durumu ar­zetti. Cenab-ı Hak «Boşanma iki defadır: Ya iyilikle tutmak ya da gü­zellikle bırakmaktır» âyetini gönderdi.

Yani hanımı bir veya iki talakla boşadığın zaman sen muhayyer­sin. Hanımın iddeti bitmeden önce istersen yeniden ıslah ve ihsanı ni­yet ederek kadını nikâhının altına alabilirsin. İstersen iddeti bitince­ye kadar terkeder, iddet bitti mi senden boşanmış olur. Onun dizginini bırakmış olur ve ona iyilik etmiş olursun. Sakın onun hakkında her­hangi bir zulme kayma. Ona herhangi bir zarar verme niyetini taşı­ma.

tbni-Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet eder:

«Kişi, hanımını iki talakla boşadığı zaman, bu hususta (yani üçüncünün hususunda) Allah'tan korksun. Ya iyilikle ve ıslah niye­tiyle onu alsın nikâhının altına. Aldıktan sonra da onunla güzel ar­kadaşlık yapsın. Veya iyilikle onun dizginini bıraksın, ona herhangi bir zulüm yapmasın.»

Îbni-Ebi-Hâtim, Süfyan Sevri tankıyla İsmail bin Semi'den riva­yet etti. O da Ebu-Racim'den:

«Bir kişi Resûlüllah'a geldi:

«Ey Allah'ın Resulü! Siz «Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır» âyetine dikkat ediyor musunuz? Acaba üçüncü talak nerdedir?»

Cenab-ı Peygamber (S.A.V.):

«Veya iyilikle bırakmak kelimesi, üçüncü talaktır» buyurdu. Abd bin Humeyd tefsirinde Yezid bin Ebi'l-Hakim'den, o Süfyan'-dan, o İsmail bin Semiğ'den rivayet etti. Ebu-Razi el-Esedi der ki:

Bir kişi Allah'ın Resûlü'ne geldi:

«Ey Allah'ın Resulü! Allah «Talak ikidir» diyor. Acaba üçüncüsü nerede?»

Cenab-ı Peygamber:

«Üçüncüsü ya iyilikle tatmak veya. güzellikle bırakmak'dır keli­mesidir» dedi.

îmana Ahmed, Said bin Mansur da Halit bin Abdullah'tan, o İs­mail bin Zekeriya'dan, o Ebi Muaviye'den, o İsmail bin Semi'den o da Ebi Razi'den aynı hadisi rivayet ettiler.

«Kadınlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız sizin için helâl ol­maz...»

Ebu Davud «Nasihninde ve Îbni-Ebi-Hâtim, İbn Abbas'tan riva­yet ettiler:

«Kişi, gerek mehir olarak hanımına verdiği malından gerekse ha­nımın diğer mallarından yerdi. Ve hanımımı} malından yemek, her­hangi bir günahı gerektirmez kanaatini taşıyordu. Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi ve böylece bu âyetten sonra hanımların mallarından an­cak onların nzalanyla birşey alabiliyorlar. Yoksa haramdır.

imam Malik, Şafii, Ahmed, Ebu Davud, Nesei, Beyhaki, Abdurrah-man'ın kızı Ümre'nin tarikıyla rivayet ettiler. O da Şehrin kızı Habi-be'den rivayet etti. Habibe Sabit bin Kays'ı seviyordu. Cenab-ı Pey­gamber sabah namazına çıktı. Habibe'yi karanlıkta kocası Sabit'in kapısında gördü ve «Sen kimsin?» diye sordu. «Ben Sehl'in kızı Habi-be'yim» dedi. «Niçin orada duruyorsun?» Habibe:

«Ey Allah'ın Resulü! Ne ben ne de Sabit (geçinemiyoruz)» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah geçip gitti. Sabit bin Kays namaza geldi­ğinde Allah'ın Resulü ona:

«İşte Sehl'in kızı Habibe, Allah dilediği kadarım söyledi.» dedi. Bu esnada orada bulunan Habibe:

«Ey Allah'ın Resulü! Sabit'in bana mihr olarak verdiği bütün mallan katımdadır» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah, Sabit'e:

— Habibe'den mallarını al ve boşa, dedi. Sabit de Habibe'den ma-lmı aldı ve boşadı. Habibe, babasının yanında iddet çekti...

îbn Cerir, İbn Cüreyç'ten rivayet etti:

Bu âyet, Sabit bin Kays ve zevcesi Habibe hakkında nazil oldu. Habibe kocası Sabit'i Resûlüllah'a şikâyet etti. Cenab-ı Peygamber Ha-bibe'ye:

  Sen kocana, mihr olarak almış olduğun bostanı geri verir mi­sin? diye sordu. Habibe:

— Evet, dedi. Resûlüllah Sabit'i davet etti ve onları Sabit'e söyle­di. Sabit:

— Ya Besûlellah! Ben onu alırsam bana helâl olur mu?

Resûlüllah:

  Evet, olur. Sabit:

  öyleyse ben kabul ettim, dedi. Ve bunun üzerine bu âyet indi.

Abdurrezzak, Ebu Davud, tbn Cerir ve Beyhaki, Umre tarikıyla o da Âişe validemizden bunun benzerini rivayet etmişlerdir.

Buhari, Nesei, İbn Mace, İbn Abbas tankıyla rivayet ettile:

«SelüTün oğlu münafık başı Abdullah'ın kızı Cemile, Sabit bin Kays bin Şemmas'ın kansı idi. Peygamber'e (S.A.V.) gelip:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben Sabit'in    ahlâkında ve dininde    her hangi bir ayıp görmüyorum ve onu kınamıyorum. Fakat buğz olarak ona tahammül etmeye de gücüm yok. Ben İslâm dininde küfrü yaşa­mayı da hoş görmüyorum» dedi.

Resûlüllah:

  Sen Sabit'e, ondan almış olduğun bostanı geri verir misin? di­ye sordu. Cemile:

«Evet ya Resûlellah» dedi. Resûlüllah: «Ey Sabit! Bostanı al ve onu boşa» buyurdu. Beyhaki Ata tarikıyla rivayet etti: Bir kadın Resûlüllah'a gelip:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben kocamdan buğzediyor ve ondan ayrıl­mayı istiyorum» dedi. Resulü Ekrem:

«Sana sidak ve mihr olarak   verdiği   bostanı geri   verir misin?»

diye sordu. Kadın:

«Evet, veririm. Fazlasını da veririm» dedi. Cenab-ı Peygamber: «Fazlası İse, o, senin malındır, verme» buyurdu!... îbn Cerir, Hz. Ömer'den rivayet ediyor:

Muhale'a (Hulu' yapmak) yoluyla kocalarından ayrılmak isteyen bazı kadınlar için «Hanımından bir küpe almak suretiyle dahi olsa onunla muhalea muamelesini yap» diye kocalarına emir verirdi..

Abdurrezzak'ın Hz. Ömer'den rivayet ettiği bir lafzıda:

«Hulu' yoluyla kocasından ayrılmak isteyen kadının kocasına onun saç bağı (saça vurulan tokası) karşısında dahi olsa Muhalea' yap ve onu bırak» diye gelmiştir.

Buhari; Hz. Osman, saç bağından az olan bir şeye karşılık da hu­lu' caiz görüyordu diyor.

Abd bin Humeyd ve Beyhaki, Ata'dan rivayet ettiler:

Cenab-ı Peygamber kadına verilen mehirden fazlasını hulu' mua­melesinden ötürü almayı kerih görüp hoşlanmazdı. Hulu' yoluyla (ya­ni mal vermek suretiyle) kocasından ayrılmak isteyen kadınların aley­hinde birçok hadisler varid olmuştur. Onlardan birisi Ahmed, Ebu Da-vud, Tirmizi, Ibn Meçe, İbn Cerir, Hakim ve Beyhaki'nin rivayet ettik­leri şu hadistir:

«Aralarında herhangi bir geçimsizlik olmaksızın kocasından bo­şanmak istiyen kadına Allah Cennet kokusunu almayı dahi haram kı­lar.»

Seleften büyük bîr gurup ve halefin de imamları, «Hulu, ancak kadınlar tarafından ayrılık, söz dinlememe, baş gösterirse, caiz olur. Koca o zaman para karşılığında kadını boşayabilir. Çünkü Cenab-ı Hak «Onlara vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi almak size helâl de­ğildir. Ancak eşler Allah'ın hududlarıni ikame etmekten korkarlarsa mesele değişir» buyuruyor. Yani Hulu' ancak bu durumda olabilir. Bu durumun gayrisinde ancak bir delille olabilir. Asıl Hul'un yok olması­dır.» dediler. Bunu, îbn Abbas,   Tavus, İbrahim,   Ata, Hasan Basri,

cumhur savunmuştur. Hatta Malik ve Evzai «Eğer talak ric'i ise hanı­ma zarar verici olduğu halde kocanın ondan aldığı birşeyi geri verme­si vacibtir.» İmam Malik «Halkı (Medine'lileri) üzerinde bulduğum du­rum bu idi» diyor. Şafii «Hulu' ihtilâf halinde caizdir. İttifak halinde tariki evlâ ile caiz olur» diyor. Bu görüş, Şafii'nin bütün arkadaşları­nın görüşüdür. Ancak Şeyh Ebu-Ömer bin Abdulberr «El İztizkâr» ad­lı kitabında Bekr bin Abdullah el Muzeni'den rivayet etti: «Hulu', «Eğer onların birisine bir kantar verirseniz onlardan hiçbir şey alma­yınız» âyetiyle nesholunmuştur. Îbni-Cerir de Muzeni'den bunu riva­yet etmiştir. Fakat bu, zaif bir sözdür, söyleyene reddedilecek bir me­hazdır.»

İbni Cerir: «Bu âyetin Sabit bin Kays bin Şemmas ve Habibe bin-ti Abdullah bin Ubey bin Selül'ün hakkında nazil olmuştur» diyor.

İmam Malik «Muvatta»da Yahya bin Said tarikıyla Umrete binti Abdurrahman bin Said bin Zürare'den rivayet etti. Bu hanım da, Üm-mü-Habibe binti Sehl Ensari'den rivayet etti:

«Habibe, Sabit bin Kays bin Şemmas'm hanımı idi. Resûlüllah sa­bah namazına çıktı. Habibe'yi Sabit'in kapısında, karanlıkta gördü. Ve «Sen kimsin?» dedi. Habibe:

«Ben Habibe binti Şehrim» dedi. «Niçin duruyorsun?»

«Ne ben ne de Kays'ın oğlu Sabit» diye cevab verdi. Sabit geldi­ğinde Resûlüllah ona:

«Bu, Sehl'in kızı Habibe'dlr. Allah'ın dilediğini söyledi» dedi. Ha­bibe:

«Ey Allah'ın Resulü! Bana verdiklerinin hepsi benim yanımdadır. (Hemen iade etmeye hazırım)» dedi.

Resûlüllah; Sabit'e:

«O verdiklerini Habibe'den al!» dedi. Sabit onları aldı. Ve Habibe babasının evine gidip oturdu ( orada iddetini çekti.) İmam AhmeU, Abdurrahman bin Malik'ten böyle rivayet etmiştir.

Îbni-Cerir, Abdullah bin Ribah tarikıyla rivayet etti:

Abdullah bin Ubey bin Selül'ün kızı Cemile, Sabit bin Kays'ın ha­nımı idi. Araları açıldı. Resûlüllah gönderip Cemile'den sordu:

«Ey Cemile!  Sabitin nesine razı olmuyorsun?»

Cemile:

«Vallahi onun din ve ahlâkının hiçbirini kerih görmedim. Ancak ben onun kısa boylu oluşundan hoşlanmıyorum» dedi. Resûlüllah:

«O halde onun bostanını kendisine ver» dedi. Habibe:

«Veririm ya Resûlellah!» dedi. Bostanı geri verdi ve Resûlüllah onların aralarını ayırdı.

îbni Cerir, İkrime'den sordu: «HUL'un aslı var mıdır?» Cevap ola­rak dedi ki:

«İbn Abbas diyordu ki; İslâm'da ilk oluşan hulu' hadisesi Abdul­lah bin Ubey bin Selül'ün kız kardeşinin hadisesidir. Bu hatun Resû-lüllah'a geldi ve:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim başımla koçanım başı hiçbir şeyi hiç­bir zaman bir araya getirmez. Ben perdenin bir tarafını kaldırdım. Kocamın bir kaç kişinin arasında geldiğini gördüm. Baktım hepsin­den daha siyah ve hepsinden daha kısa boyludur ve fizyonumu bakı­mından hepsinden daha çirkindir.» dedi.

Kocası:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben malımın en faziletlisini, bostanımı ona mihir olarak vermiştim. Eğer bostanımı bana geri verirse, boğarım» dedi.

Resûlüllah ona:

«Ey kadın? Sen ne dersin?» diye sordu. Kadın:

«Evet, onun bostanını geri veririm.   İsterse fazlasını da veririm»

dedi. Böylece Resûlüllah onları ayırdı.

Kişinin mihir olarak verdiği maldan fazlasını hanımından alıp onu bırakması caiz midir, değil midir konusunda ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre; fazla alması, caizdir. Çünkü Cenab-ı Hak «Kadının verip nefsini kurtardığı şeyde ikisinin üzerine de herhangi bir hareç, (günah) yoktur» diyor.

İbni Cerir, bize Yakub bin İbrahim, ona îbn Aliyye, ona Eyyup, ona îbn Semurre azadlısı Kuseyr rivayet etti:

Hz. Ömer'e (R.A.) naçize bir kadın getirildi. Onu köhne ve mez­belelik olan bir eve kapattı. Ertesi gün onu çağırdı. «O, evi nasıl bul­dun?» diye sordu. Kadın:

«Ben, kocamın evinde herhangi bir rahat görmedim. Ancak beni hapsettiğin bu gecede rahat gördüm.» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, (R.A.) kocasına:

«Onunla hulu' muamelesini yap. Sana sadece küpesini verse dahi, muhaleha muamelesinde bulun.» diye emir verdi. Zira kadın mezbe­leliği evinden daha rahat görecek derecede bıkmış görünüyordu. Bu durumda onun muaşereti hiçbir faide getiremezdir.

Abdurrezzak İbn Samurre'nin azadlısı Kuseyr'den rivayet ediyor. O da bunun benzerini söyledi. Fakat onun rivayetinde «Hz. Ömer, (R.A.) kadını orada üç gün hapsetti» diye geçiyor.

Said bin Ebul-Urube, Kattade'den, Humeyd'den rivayet ediyor:

«Bir kadın Hz. Ömer'e gelerek kocasını şikâyet etti. Hz. Ömer o kadını o gece mezbelelik evinde bıraktırdı. Sabahleyin ona sordu:

«Sen, yerini nasıl buldun?»

Kadın:

«Ben bu geceden daha hoş bir geceyi kocamın katında geçirme-dim» deyince Hz. Ömer (R.A.), kadının kocasına:

«Onun saç bağının bahasına olsa dahi al ve onu boşa» dedi. Abd bin Humeyd ve Beyhaki, Ata'dan rivayet ettiler:

Muhalea' yapan kocanın nikâhın başlangıcında hanımına vermiş olduğu mihrden fazlasını almasını Cenab-ı Peygamber kerih görü­yordu. [31]

 

Hülle Meselesi

 

(230) Eğer koca karısını ikinci talaktan sonra bir kere daha bo-şarsa, bundan sonra kadın başka bir erkekle nikâhlanmadıkça ilk ko­casına helâl olmaz...»

Cenab-ı Hak bu âyeti celîlesinde: «Eğer koca karısını üç talakla boşarsa başka bir erkekle evlenip, ondan da boşanıp iddet çekmeden birinci kocasına helâl olmaz» buyuruyor. Bu, boşanmaya sürat edil­memesi, ulu orta boşanmaya gidilmemesi bakımından ilâhî bir zecr-dir.

îmam Şafii, Abdurrezzak, bin Ebi Şeybe, îmam Ahmed, îmam Bu-hari, Müslim, Tirmizİ, Nesei, İbn Mace ve Beyhaki Âişe validemizden rivayet ettiler:

Rifa'el Kurezi'nin hanımı Resûlüllah'a geldi:

— Ey Allah'ın Resulü! Ben Rifa'nın nikâhı altında idim. Beni bo­şadı ve talaki bitte yaptı. Yani üç talakla beni boşadı. Ben Zübeyr'in oğlu Abdurrahman'la evlendim. Abdurrahman'ın katında ancak elbise­min kenarı gibisi vardır. (Durumum ne olacaktır?..)

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber tebessüm etti ve buyurdu:

«Rifa'ya yeniden dönmek istiyor musun? Fakat dönemezsin. Ta ki sen Abdurrahman'ın balçığını, o da senin balçığını tatmazsan.»

(Yani ikinci koca cinsî ilişkide bulunmadıkça, seni boşayıp iddeti-ni çekmedikçe birinci kocana varamazsın demektir.)

Abdurrezzak, bin Ebi Şeybe, Ahmed, Nesei, îbni Mace, Îbni-Cerir, Beyhaki Hz. Ömer'den (R.A.) bunun benzerini merfu olarak rivayet etmişlerdir.

Fâkihlerin birçoğunun arasında Said bin Museyyib «üç talakla boşanmış bir hanıımn ilk kocasına helâl olması için, ikinci bir akdin yapılması kâfidir» dediği meşhur olmuştur. Fakat bu rivayetin Said bin Museyyib'ten gelmesinde nazar vardır. Bununla beraber Şeyh Ebu-Ömerbin Abdulberr «El-İztizkâr» adlı eserinde Said bin Museyyib'ten bunu rivayet etmektedir. Allah daha iyisini bilir.

Ebu Cafer bin Cerir buyurdu. Ona İbn Bişar, ona Muhammed bin Cafer, ona Şube, ona Alkame bin Mersed, ona Salim bin Rezin, ona Salim bin Abdullah, ona Said bin Museyyib îbn Ömer'den rivayet etti:

Allah'ın Resûlü'nden; evlenen bir insan hanımıyla cinsî ilişki, kurmazdan evvel üç talakla boşarsa, ikinci bir koca onu nikâh eder, o da onunla cinsi ilişki kurmazdan önce boşarsa, acaba birinci kocasına dönüş yapabilir mi? diye sordu. «Hayır, kadın ikinci kocanın balçığını, ikinci koca da kadının balçığını tatmadan birinci kocaya helâl olmaz».

İmam Ahmed, Nesei ve İbn Mace Süfyanı Sevri'den, o da Alkame bin Mursed'den, o da Rezin bin Süleyman el-Ahmeri'den, o da İbn Ömer'den rivayet ediyor: Allah'ın Resûlü'nden soruldu:

  Kişi hanımını üç talakla boşuyor. Başka birisi onunla evleni­yor. Kapıyı kilitliyor, perdeleri sarkıtıyor. Sonra onu cinsî ilişki olma­dan boşuyor. Acaba bu kadın birinci kocasına helâl olur mu?

Cevab:-

— Hayır! Kadın ikinci kocasının balını tatmadıkca birinciye yeni­den evlenmesi helâl olmaz.

İkinci kocadan maksat, ikinci kez bir kişi kadını istekli olarak ni­kahlayacak ve nikahlama anında da onunla daima bir şekilde yaşa­mayı kastedecektir. Nitekim evlenmenin hedefi de budur. Yapmacık bir evlenme veya bir saat, iki saat veya bir gece sonra boşanmak mak­sadıyla olan bir evlenme devamlılık sıfatım taşımadığından dolayı ba­tıldır. İmam Malik «Bununla beraber ikinci koca hammla helâl bir şe­kilde cinsî ilişki kurmalıdır. Eğer kadın ihramda veya oruçlu veya iti-kâfta veya hayıziı veya nifas kanını görmek üzereyken veya kocası oruçlu veya ihramlı veya itikâflı iken cinsî ilişki aralarında bu haram durumda kurulursa, bundan sonra kadın boşanıp, iddeti çekerse, bi­rinci kocasına helâl olmaz. Eğer ikinci koca zimmi ise, o zimminin ni­kâh etmesiyle kadın birinci kocasına helâl olmaz. Çünkü kâfirlerin ni­kahlan bizim katımızda batıldır.

Hasan Basri'den Ebu Ömer bin Abdulberr'in rivayet ettiğine gö­re, cinsî ilişki kurmakla beraber meninin akkmasını da şart koşmuş­tur. Çünkü Resulü Ekrem «Hayır, birinci kocanla evlenemezsin. An­cak sen ikinci kocanın balını, o da senin balını tatarsa evlenebilirsin» buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, ikinci kocanın cinsî ilişki kur­masıyla beraber menisinin aksaması da şarttır.

Muhalülin (yani üç talakla boşanmış kadını birinci kocasına he­lâl kılmak maksadıyla kadınla ikinci evlenen   kişinin) zammedilmesi ve lanetlenmesi hakkında birçok hadisler varid olmuştur. İkinci koca nikâh aktedilirken «Benim maksadım, onu birinci kocasına helâl kıl­maktır» derse, cumhura göre nikâh batıldır.

1) îbn Mes'ud'dan:

Allah'ın Resulü «Dak yapana, dak yaptırana, saça saç ekleyene ve saçına saç ekletene, ilk kocasına helâl olsun diye boşanmış kadını ni­kâh edene, ve buna rıza gösteren ilk kocasına, Riba yiyene ve yedire­ne lanet etmiştir.»

2) Hz. Ali'den: Allah'ın Resulü:

Riba yiyene ve yedirene, ve Riba muamelesinin iki şahidine ve bu muamelenin kâtibine, güzellik için olursa, dak yaptırana ve yaptırta­na, sadakayı menedene, boşanmış kadmı kocasına helâl kılmak mak­sadıyla o, kadınla evlenen (Muhallil)e ve buna rıza gösteren birinci ko­caya lanet okumuştur. Cenab-ı Peygamber, cenazelerde sesli ağlamak­tan da nehyetmiştir.

3) Cabir'den; Allah'ın Resulü üç talakla boşanmış kadını koca­sına helâl kılmak maksadıyla   nikâh edene ve buna nza gösteren ilk kocasına lanet etmiştir.»

4) Akabe bin Amr'dan geliyor: Allah'ın Resulü: «Size, mustear tekeden haber vereyim mi?» diye sordu. Eshab-ı Güzin: «Evet, ey Al­lah'ın Resulü! Haber ver» dediler. Resulü Ekrem:

«Mustear yani emaneten sahibinden alınmış teke, üç talak­la boşanan kadım kocasına helâl etmek maksadıyla kadınla evlenen kişidir. Allah, hem bu maksatla evlenene, hem de kadını boşayıp buna rıza gösterene lanet etmiştir.»

5) îbn Abbas'tan geliyor: Allah'ın Resulü, Muhallile  hülle ya­pan kişiye hülle yapmaya göz yuman ilk kocaya lanet etti.»

6) Yine İbn Abbas'tan gelen altıncı hadis: Allah'ın Resdûlü'nden hülle nikâhı hakkında sordum:

«Bu, olmaz. Ancak rağbet ve istek nikâhıyle olur. Herhangi bir şe­yi gizlemek maksadıyla yapılan nikâhla olmaz.    Allah'ın kitabıyla is tihza edilemez. Sonra nikâh eden kişi kadının balını tadacaktır.»

7) Ebu Hureyre'den geliyor: Allah'ın Resulü hülle yapana ve kendisi için hülle yapılmasına razı olana lanet etmiştir.»

8) İbni-Ömer'den geliyor: Bir kişi İbni-Ömer'e gelip hanımını üç talakla boşayan, onun emri olmaksızın onunla bir din kardeşi evlenir, ta ki ona hanımı helâl kılsın. Acaba bu evlenme ile o hanım birinci kocasına helâl olur mu? İbn Ömer, hayır, ancak rağbet nikâhı vardır. Biz bu tür nikâhı Allah Resûlü'nün zamanında zina sayardık!» dedi.

Ebu Bekr bin Ebi Şeybe, Museyyib bin Rafi'den, o Kubeyse bin Ca-ir'den o da Hz. Ömer'den rivayet ediyor: Bana Muhallü ile Muhallelu-leh yani tahlil yapan ve kendisi için tahlil yapılan, (hülle yapılan) ki­şiler getirirlerse onları recmederim.»

Beyhaki, îbn Lehi'a'dan, o da Bükeyir bin Eşed'den, o da Süley­man bin Yesar'dan rivayet etti: Hz. Osman'a (R.A.) üç talakla boşa­nan kadın kocasına helâl olsun diye nikâh eden bir kişi getirildi. Hz. Osman o kadınla ikinci kocasının arasını derhal tefrik etti. Bu du­rum, Hz. Ali'den (K.V.), İbn Abbas'tan ve birçok sahabeden böylece rivayet edilmiştir. Eğer ikinci koca rağbetli olarak evlenirse, ve kadın­la cinsî ilişki kurduktan sonra onu boşarsa, o vakit kadın ikinci idde-tini çektikten sonra birinci kocasıyla evlenebilir. Eğer Allah'ın hudud-lannı yerine getirmeyi sanıyorlarsa (Yani normal bir şekilde geçim sağlayacaklarım ümid ediyorlarsa) evlenebilirler...

Kişi karısını bir talak veya iki talakla boşarsa iddeti bitinceye ka­dar da «Ben seni yeniden nikâhımın altına aidimi} demezse veyahut ta cinsî ilişki kurmazsa (yani ricat yapmazsa), kadını gidip başka bir er­kekle evlenirse, ikinci koca kadınla cinsî ilişki kurduktan sonra onu boşarsa, ikinci boşanmadan gelen iddeti biterse, sonra birinci koca ile evlenirse, acaba bu evlenme üç talaktan geri kalmış üçüncü talakla mıdır?  Ki Şafii, Maliki, Hanbel bunu söylüyorlar ve sahabeden bir gurup da bunu söylemişler  veyahut ta ikinci koca daha önceki ta­lakı tamamen yıkmış, birinci koca ile yemden evlendiği zaman, üç ta­lakla mı birinci kocanın nikâhına girer? Bu ikinci görüşü, Ebu Hani-fe ve arkadaşları savunmuşlardır. Onların delilleri, ikinci koca birinci kocanın üç talakını tamamen yıkıyor. Öyleyse üçün altındaki ta­lakları yıkması daha kolaydır. [32]

 

Meal

 

(231) Kadınları boşayıp onlar da, iddetlerini çekip bitirince ya onları örf ve âdet üzere nikâhınızın altında tutunuz veya iyilikle bo-şayınız. Onlara zarar vermek maksadı ile onları nikâhınızın altında tutmayınız. Bunu yaptığınız    taktirde Allah'ın hududunu çiğnemiş olursunuz. Bu işi yapan bir kimse kendisine zulüm etmiş olur. Sakın hâ Allah'ın Âyetlerini eğlence yapmayınız. Allah'ın size vermiş olduğu nimetlerini hatırlayınız. Allah'ın size indirmiş olduğu Kitap ve hikme­ti anınız. Size indirilenle Allah, size öğüt veriyor. Allah'dan korkunuz. Biliniz ki, Allah şüphesiz herşeyi bilicidir.

(232) Kadınları boşadığınızda onlar da iddetlerini   tamamladık­larında, sakın âdet gereğince aralarında barışıp muvafakat meydana gelen kocalarına varmalarında zorluk çıkarıp engel olmayınız. Bu bir hükümdür; bununla sizden Allah'a ve «Son Gün»e îman eden bir kim­seye nasihat verilir. Bu şekilde hareket etmek sizin için daha uygun ve daha temizdir. Zira Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

(233) Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için tam iki sene emzirirler. Bu müddet zarfında emziren annenin örf ve âdet gereğince yiyeceği ve giyeceği, çocuğun babasına aittir. Hiçbir kimse gücünün yetmediğinden fazlasıyla yükümlü tutulmaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir baba çocuğundan ötürü zarara so­kulmasın. Mirasçıya da aynı şeyleri yapmak gerektir. Eğer anne ile ba­ba aralarında istişare ederek ve anlaşarak çocuklarını sütten kesmek isterler ise, ikisine de sorumluluk yoktur. (Ey müminler!) Eğer çocuk­larınızı süt anneye vermek isterseniz, takdir ettiğiniz ücreti iyilikle verdiğiniz takdirde size sorumluluk yoktur. Allah'tan korkunuz. Bi­liniz ki, şüphesiz Allah sizin yaptıklarınızı görücüdür. [33]

 

Tefsir

 

(231) «Kadınları boşadığımz zaman, onlar iddetlerini çekerlerse!..» iddetinin sonuna yaklaşırsa demektir. Zira fiilen iddetin tamamını çe­kerse, artık müracaat yoktur. Ve «O zaman ya onları iyilikle nikâh­larınızın altına alınız veya iyilikle yakalarım bırakınız!» hükmünü id-dete bağlamak, sıhhatli olmaz. Çünkü kuca iddetinin müddeti bitmiş kadını eski nikahının altına alamaz. Ancak yeni bir nikâhla olur. «Müddeti uzatmak suretiyle zarar vermek için onları yeniden nikâhı­nızın altına almayınız,» Bu şekilde onları fidye verip kendilerini kur­tarmaya mecbur bırakmayınız. Bunu yapan koca, nefsine zulmetmiş olur.

«Sabin Allah'ın Ayetlerini alaya almayınız!..» îslâmm başlangı­cında kişi, evlenir, köle azad eder ve nikâh kıyar, boşardı. «Ben oynu­yorum!» diye öğünürdü. Bunun üzerine bu Âyet nazil oldu.

Bu konuda aynca Allah'ın Resûlü'nden «Üç şey var. Onların ciddi­yeti de ciddiyettir. Şakası da ciddiyettir. Onlar; boşanma, evlen­me ve azadetmektir!..» hadîsi gelmiştir. Yâni bir insan şakayla kölesine «Seni azad ettim» dese, köle azad olur. Matrak olarak hanı­mına «Seni boşadım!» dese dinen kadın boş olmuş sayılır.

«Allah'ın size olan nimetini anınız!» Hidayet ve Hz. Muhammed'in Peygamberliği o nimetlerdendir. «Size inen Kitab ve hikmeti hatırla­yınız!..» Kitab, Kur'an, hikmet ise, Resûlüllah'm sünnetidir. Nimetle­rin cümlesinden olan Kitab ve Sünneti, özel olarak zikretmek, onların şerefini izhar etmek içindir.

(232) «Kadınları boşadığımz ve iddet müddetlerini doldurdukları zaman kocalanyle yeniden evlenmelerine mâni olmayınız!...» Bu Âyeti celî-lenin Muhatabları kadınların velileridir. Çünkü rivayet edilir ki, bu âyet «Ma'kıl bin Yesar» hakkında nazil olmuştur. Mâkıl, kız kardeşi «Cümeylâ»nın eski kocasına dönmesine mâni oldu. Yeni nikâhla evlen: melerine karşı çıktı.

Bu Âyet «Kadın kendi kendini evlendiremezn hükmünün delilidir. Zira eğer kadın kendini evlendirebilseydi, o zaman velîsinin mâni ol­masının hiç bir manâsı kalmazdı.

Aynı zamanda Âyetin muhatabları, iddetin bitimine rağmen eski hanımlarının evlenmesine mâni olmak istiyen zorba kocalardır. Boşa­dığımz kadınların evlenmesine düşmanlık yapıp mâni olmayınız, de­mektir. Üçüncü bir görüşe göre, Âyetin muhatabları bütün insanlar­dır. Yâni «Ey Müslümanlar! Aralarınızda bu işi yapan olmasın!» de­mektir. Zira böyle yapan aranızda olur siz de razı olursanız, hepiniz günahkâr olursunuz. [34]

 

Çocukların Emzirilmesi

 

(233) «Anneler tam iki sene çocuklarını emzirirler!...» Bu, esasında bir emirdir. Rabbimiz, «Emzirsinler» veya «Emziriniz» yerinde «Emzirir­ler!» tabirini, mübalağayı ifade etsin diye kullanmıştır. Bu emrin ma­nâsı nedip veya vücubdur. Yâni anneye «emzir» demesi, «emzirirsen daha iyidir.» Veya «ille emzir» demektir. Çocuk, annesinin sütünden başka süt içmezse, veya annesinden başka süt verecek kadın bulun­mazsa, bu takdirde annenin emzirmesi vâcib olur. Baba, ücretle çocu­ğu emzirmeye güç yetirmezse yine anneye emzirmek vâcib olur. Bura­daki anneler, ister boşanmış anneler olsun ister başkaları olsun. Ko­caları çocuklarına iki sene süt vermek isteğinde bulunursa, anneler ço­cuklarına süt vermek hususunda önceliğe sahibdirler. İstekli değüse-ler, o zaman çocuk başka bir kadına verilir. Bu hükmünün muhatabı babalardır. Zira çocuğun nafakası gibi emzirilmesi de babaya aid ve onun boynuna vâcibdir.

Emzirmenin en uzun müddeti, iki senedir. İki seneden sonraki emzirmeler nazarı itibare alınmaz. İki seneden az bir zamanda çocu­ğu sütten kesmek caizdir. Bütün bu hükümler, bahsi geçen Âyetten anlaşılmaktadır.

Âyette «bil-maruf» tabiri hâkimin takdir ettiği ve nafaka ve­renin de gücü yettiği kadar demektir. Nitekim «Hiçbir nefis gücünün yetmediğiyle mükellef tutulmaz» Âyeti de bu hükmü pekiştirmekte­dir.

«Ne anne, ne de baba evlâdından ötürü zarara uğratılsın!.» yâni eşler çocuk hususunda birbirlerine zorluklar çıkarmasın, zarar verme­sin. Güç yetmez tekliflerle karşı karşıya bırakmasınlar birbirlerini!...

 «Vârisin boynunda da onun benzeri vardır!..»

Nasıl ki çocuğun babasına onu emzirenin nafakası, giyeceği ve sa­ir hakları vacibse, vârisine de aynı şeyleri emzirene vermesi vâcibdir. Baba öldüğünde vârisi olan çocuğunun malından masrafları çıkarır. Bazı tefsirlere göre ana ve babadan hangisi hayatta kalırsa ona nafaka­nın verilmesi intikal eder. Îbnu-Ebi Leylâ'ya göre; Âyetye bahsi geçen vâris, çocuğun vârisi demektir. Ebu-Hanife'ye göre; vârisi demek, onun mahremi demektir. Ebu-Zeyd'e göre, vârisi demek akrabaları demek­tir. Bütün bu görüşler mu'teber birer içtihaddırlar.

«Eğer çocuklarınıza süt veren dâyeler tutmak istiyorsanız, sizin herhangi bir günâhınız olmaz!..»

Bu Âyeti celîle, baba çocuğunu emzirmek için başka kadına vere­bilir; annesini çocuğu emzirmekten menedebilir hükmünü getiriyor. Aynca Âyet, çocuğun terbiye ve taliminin babaya ait olması gibi, bü­yütmesinin de onun ödevi olduğunu hatırlatıyor. Fakat «AUah'dan korkunuz!» cümlesi, bu işin hissi tarafına kaçmamayı ve sadece anne mutazarrır olsun diye ondan çocuğu esirgemek yönüne kaçmamayı emreder. Eğer babanın kanaati, çocuğun yaran annesine değil başka bir bakıcı kadına vermeyi gerektiriyor radde de ise, o zaman verebi­lir!

Kocanın çocuğuna bakmak, ev hizmetlerini yapmak, çamaşırım yıkamak, yemeğini pişirmek ve sair hizmetleri kadının boynuna farz değildir. Yaparsa, iyilik yapar Allah'ı razı eder. Böylece çocuğunu em­zirmek, annenin aslî vazifesi değildir. Dilerse yapar. Beri tarafda koca da kadına her istediğini vermek mecburiyetinde değildir. Normal na­fakasını, kışlık ve yazlık elbiselerini, yatacağı yeri ve zarurî geçimini temin eder. Milyonluk mobilya, yüzbinlerle altın ve mücevherat, yüz­lerce elbiseler, onlarca ayakkabılar ve saireyi almak kocanın aslî ve zorunlu vazifesi değildir. Amma taraflar birbirlerine fedakârlık yapı­yorsa, o da güzel ve sevaptır. Bugünkü toplumumuzda bu örf ve âdet câridir, bu türü takib ediliyor. Evin içinden kadın, dışından erkek me­suldür, kanaati cemiyetimizde hâkim bir görüştür. [35]

 

Tefsîr-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(231) Siz kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirmeye ya­kın onları ya iyilikle tutun veya iyilikle boşayımz...»

Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:

Cenab-ı Hak bu âyetle kocalara emrediyor: Hanginiz hanımını bo-şarsa, boşamasından sonra ricat hakkı vardır. İddeti bitmek üzere ol­duğu ve ancak ricat edecek kadar zaman kaldığında, ya ricat ederek, onu yeniden nikâhının altına alıp tutar veya ricat etmeksizin iddeti-nin bitmesini güzelce bekler. Herhangi bir mücadele yapmadan ve çir­kin sözler sarfetmeksizin evinden çıkarır.

«Yoksa haklarına tecavüz etmek için zararlarına onları tutmayı­nız. ..»

Bu âyetin tefsirinde İbn Abbas, Mücahid, Mesruk, Hasan Basri, Katade. Dahhak Rebi, Mukatil bin Hayyan dediler:

İslâm'ın başlangıcında kişi hanımını boşuyordu. İddeti bitmek üzere iken müracaat ediyor, tekrar nikâhının altına alıyordu. Bunu ıs­lah için değilde, kadını zarara sokmak için yapıyorlardı. Kadın gidip başka bir erkekle evlenmesin diye yapıyordu. Sonra tekraren onu bo-şuyor. Kadın ikinci iddet çekiyor. îddetin bitimine yaklaşınca tekra­ren ricat yapmak suretiyle tutuyordu. Ta ki iddet uzasın. İşte Cenab-ı Hak bu âyetle bu durumu yasakladı. Ve bu durumla iştigal eden bir kimse hakkında «Kim ki Allah'ın emrine muhalefet eder, bunu böyle yaparsa, o, nefsine zulmetmiştir» buyurdu.

«Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kur*an'i ve ondaki hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki Al­lah herşeyi kemaliyle bilicidir...»

İbn Cerir, Ebu Küreyb'ten, o îsak bin Mansur'dan, o da Ebu Mu­sa el-Eş'ari'nin tankıyla rivayet ediyor:

Cenab-ı Peygamber Eş'arilere kızdı. Ebu Musa Resûlüllah'a geldi:

  Ey Allah'ın Resulü! Sen benim kabilem olan Eş'arilerden kız­mış mısın?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

  Sizden birisi, ben boşadım, (sonra iddet bitimine yakın), ricat ettim dedi. Böyle yapmak, müslümanlann boşanması değildir. Kadım iddetinden önce boşayınız.» dedi.

Mesruk: «Allah'ın âyetlerini sakın istihza konusu etmeyiniz» âye­tinin muhatabı olan kişi, gerçek manâda hanımını boşamamıştir. Fa­kat boşamak ve geri dönmek suretiyle ona zarar vermek isteyen kişidir.

Hasan Basri, Katade, Ata el-Hurasanî, Rebi, Mukatil bin Hayyan, «Bu, o kişidir ki boşuyor sonra ben şaka ettim» diyor. Veya azad eden veya evlenen, sonra «Ben hata ettim diyen» kişiler hakkında nazil ol­muştur. Cenab-ı Hak, şakadan boşanmayı ve şakadan nikâh kıyma­yı terketmeyi kişinin boynuna farzetmiş oluyor.

İbn Merduyeh, mücahid yoluyla o da İbn Abbas'tan rivayet edi­yor:

Kişinin birisi oynaşmak maksadıyla hanımını boşadı. Gayesi bo­şamak değildi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi. Resûl-i Ekrem de onun hanımının boşanmış olduğunu ona lâzım kıldı.

İbni Ebi-Hâtim, Hasan Basri'den rivayet ediyor:

Kişi hanımı boşuyordu. Sonra: «Ben şaka ettim» diyordu. Kölesi­ni azad ediyordu. Sonra: «Şaka ettim» diyordu. Bir kadının nikâhını kabul ediyor, «Ben şaka ettim» diyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kim ki karısını boşarsa veya kölesini azad ederse veya herhangi bir kadının nikâhını kabul ederse veya herhangi bir kadını başkasına nikâh ederse  ister ciddi olsun ister şakacı onun yaptığı geçerli­dir.»

Yine Allah'ın Resulü buyurdu:

«Üç şey vardır, kim ki şaka veya ciddiyet yoluyla onları söylerse, geçerli olmuş olurlar. Onlar, boşanmak, azad etmek ve evlenmek.»

İbn Maceh, Abdurrahman bin Habib'in yoluyla Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü «Üç şey vardır. Onların ciddisi de ciddiyettir, şa­kası da ciddiyettir: Nikâh, Talak ve Ricat» buyurdu.

Tinnizi «bu hadis, hasen ve gariptir» dedi. «Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız...»

Bu âyeti celüenin tefsirinde selef şunları söyledi: Allah'ın hida­yetle size peygamber, açıklayıcı belgeler ve mucizeler göndermesini hatırlayınız. Sizin üzerinize kitab ve hikmetle indirdiğini de hatırlayı­nız.

Buradaki «Hikmet» sünnettir, yani hadisi şeriflerdir. Cenab-ı Hak, o, indirdiği ile size emreder, yasaklar. Haramları işlemekten Ötürü si­zi te'dib eder. [36]

 

Allah'ın Hoşuna Gitmiyen Helâl

 

Talak, îslâm dininde helâldir. Fakat «Allah'ın (C.C.) katında en buğzedilen helâl talaktır» hadisiyle talakın mebğuz olduğunu Allah'ın Resulü tesbit etmiş oluyor.

(232) Kadınları boşadığınizda iddetlerini bitirdiler mi aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde, (Ey veliler) artık kocalarına varmalarında zorluk çıkarıp engel olmayınız.»

Ali bin Ebi-Talha, İbn Abbas'tan rivayet etti: Bu âyet, hanımını bir veya iki talakla boşayan, iddeti bittikten sonra onunla yeniden ev­lenmek isteyen veya yeniden müracaat etmek isteyen koca ile aynı is­tekte olan kadın ve bu müracaata veya yeniden evlenmeye mani ol­maya kalkışan velileri hakkında nazil olmuştur. Cenab-ı Hak, kadının velilerini böyle yapmaktan menetti.

Mesruk, İbrahim en-Nehai, Zühri, Dahhak da «Bu âyet, bu konu­da nazil olmuştur» demişlerdir. Bu âyeti celîlede, kadının nefsini di­rekt olarak evlendirmeye yetkili olmadığı delili vardır. Nikâhta bir ve­linin olmasının şart olduğuna dair delil vardır. Nitekim Tirmizi ve İbn Cerir böyle demişlerdir. Ve nitekim hadisde de «kadın kadını ev-lendiremez. Kadın kendi nefsini de evlendiremez. Şüphesiz zina eden kadın nefsini evlendiremeyen kadındır» Duyurulmuştur.

Başka bir eserde «Nikâh, ancak irşad edici bir veli ve adil olan iki şahitle aktedilir.»

Rivayete göre; bu ayeti celile, Ma'kal bin Yesar el-Müzeni ve kız-kardeşi hakkanda nazil olmuştur. Bulıari, Sahih'inde bu âyeti tefsir ederken şunları söylüyor:

Bize Ubeydullah bin Said, ona Ebu-Âmr el-Ukbi, ona Übbad bin Raşid, ona Hasan, ona Ma'kıl bin Yesar haber verdi:

Ma'kü bin Yesar'ın kızkardeşini kocası boşadı. İddeti bittikten sonra kocası yeniden onu istedi. Makil ona kızkardeşini vermekten im­tina etti ve bu âyet o zaman nazil oldu. Ebu Davud, Tirmizi, İbni-Ma-ce bu şekilde rivayet etmişlerdir. Tirmizi «Hadisi sahihtir» dedi. Tir-mizi'nin lafzı şöyledir: Makel bin Yesar Resûlüllah'm zamanında kız-kardeşini müslümanlardan birisiyle evlendirdi. Kocasının yanında uzun bir zaman durdu. Sonra kocası onu bir talakla boşadı. İddeti bi­tinceye kadar ricat da yapmadı. Fakat kalbi hanımıyla idi, kadının kalbi de kocasıyla idi. Sonra gidip Makıl'dan kızkardeşini istedi. Makıl ona:

«Ey lekâ oğlu lekâ!» (namerd oğlu namerd)

«Ben onu sana ikram olarak verdim. Onu seninle evlendirdim. Fa­kat sen onu boşadın. Allah'a yemin ederim artık hiçbir zaman o, sana dönmeyecektir.» Fakat Allah kocanın kadına ihtiyacını, kadının da ko­casına ihtiyacının olduğunu bildiği için bu âyeti indirdi. Makel, âyeti dinledikten sonra «Benim Rabbimitı emri başgöz üzerindedir dedi. Son­ra eniştesini çağırdı. «Ben kızkardeşimi seninle evlendiririm ve sana ikram ederim» dedi.

İbni-Mace, İbni-Merduyeh «yeminimin de keffaretini vereceğim»

fazlalığını da eklediler.

İbni-Cerir, İbn Cüreyç'ten rivayet ediyor:

«Kadın Yesar'ın kızı Cemil (veya Cümeyle)dir. Ebul Bedah'ın ni­kâhında idi.»

Süfyan İshak el-Subeyhi'den rivayet ediyor: «Hakkında âyet ge­len Yesar'm kızı Fatime'dir.»

Es-Süddi «Bu âyet, Cabir bin Abdullah ve amcasının kızı hakkın­da nazil olmuştur» dedi. Fakat en sıhhatli görüş, Makıl biri Yesar'ın ve kızkardeşinin hakkında inmiş olmasıdır.

 (233) Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler...»

Bu âyeti celîlenin tefsirinde Abdurrezzak ve İbn Cerir Mücahid'-den şunları rivayet ettiler:

Boşanmış kadınlar çocuklarını tam iki sene emzirirler. Babasına zorluk olsun diye anne çocuğunu emzirmekten imtina etmemelidir!.

Ebu Davud «Nasih»inde ve İbni-Ebi-Hâtim Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiler: Çocuğu emzirecek bir kimseyi bulamadığı takdirde, an­ne çocuğunu babasına atamaz. Anne de çocuğunu emzirmek istediği halde baba çocuğunu ondan alıp emzirmek için başkasına veremez. Şa­yet verirlerse veya anne çocuğu babasına bu durumda atarsa birbirle­rine zarar vermiş oluyorlar.

Ayette bahsedilen «varis» de ölünün velisidir.

Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd, İbn Sirin'den rivayet ediyorlar: Bir kadın çocuğunun nafakasını çocuğun varisinden almak üzere Abdullah bin Ukbe bin Mesud'e müracaat etti. Abdullah «Nafaka ço­cuğun malında vacibtir» dedi ve varise dönerek: «Sen Cenab'ı Haklan «varisin üzerinde onun misli vardır» âyetine bakmaz mısın?» dedi. Ve «Eğer çocuğun malı olmasaydı senin üzerine nafakayı yüklerdim» di­ye ilâve etti.

İbn Cerir ve Nuhhas, Kubeyse bin Züheyp'ten rivayet ettiler: Âyette bahsedilen varisten maksat, çocuktur. Çünkü o ölenin va­risidir. Yani eğer malı varsa, çocuğun nafakası çocuğun boynundadır.

Veki', Abdullah bin Muğaffil'den rivayet ediyor:

«Çocuğun emzirme ücreti, onun mirastan düşen payından çıkarı­lır.»

İbni-Cerir, İbni-Munzir, Ata el-Hürasani'nin tarikıyla İbni Abbas'-tan rivayet ediyorlar:

«Varisin üzerinde onun misli vardır» âyetin manâsı; çocuğun ba­bası çocuğa herhangi bir mal bırakmamış ise, sütten kesilinceye kadar nafakası vardır...»

İbni Cerir, Dahhak'tan rivayet ediyor:

«Bu âyetteki «fisal» çocuğu sütten ayırmak demektir.»

Veki', Süfyan, Abdurrezzak ve tbnİ-Cerir Mücahid'den rivayet edi­yorlar:

((Ayetteki istişare çocuğu iki seneden önce sütten kesmek husu­sundaki istişaredir. Kadın (çocuğun annesi) kendi başına çocuğu süt­ten kesemez. Ancak babası razı olursa keser. Babası da çocuğu iki yaş­tan önce sütten kestiremez. Ancak annesi razı olursa kestirir.»

Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve tbni-Cerir Ata'dan rivayet ettiler:

«Eğer çocuklarının emzirmek isterseniz örfe uygun vereceğinizi ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur» âyetin manâsı; çocuğun annesi veya başka bir kadın böyle bir emzirme talebinde bulunursa, o, emzirene de ücreti verilmiş ise, o vakit herhangi bir beis yoktur.

tbni-Ebi-Hâtim, İbn Şehab'tan rivayet ediyor:

«Bu âyetin manası, anne ve baba isteyerek böyle bir karara varır­larsa, zarar yoktur.» [37]

 

Meal

 

(234) Sizden vefat edip geride eşler bırakanların eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (iddet çekerler) Müddetlerinin sonuna vardıklarında, o kadınların    kendi haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı sizlere her hangi bir sorumluluk yoktur.   Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

(235) İddet çekmekte olan kadınlara kapalı bir tarzda evlenme teklif etmenizde veya kalbinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde si­zin için günâh yoktur. Allah bilir ki, siz onları anacaksınız, sakın on­larla gizli vaatleşmelerde bulunmayınız. Ancak onlara normal söz söy­lemeniz müstesnadır. Müddeti sona erinceye kadar nikâh aktini yap­maya kalkışmayınız. Biliniz ki,   Allah şüphesiz içinizde olam bilir. O halde Allah'dan sakınınız. Biliniz ki, Allah şüphesiz çokça bağışlayan­dır ve çokça Halimdir.

(236) Kadınlara yaklaşmadan ve mehirlerini tayin etmeden on­ları boşarsanız, size her hangi bir sorumluluk yüklenmez. Böyle kadın­ları faydalandırınız. Zengin olanınız kudretince, fakir olan da kudretin-ce> uygun bir şekilde faydalandırsın.  (Boşanmış hanıma birşeyler ver­sin.) Bu şekil, iyi davrananların boynuna bir haktır.

(237) Eğer kadınları, el sürmeden önce, fakat mehirlerini tayin etmiş olduğunuz halde boşarsanız, onlara mehrin yansı vardır. Ancak onlar haklarından vaz geçerlerse, veya nikâhın düğümü elinde bulu­nan onu af ederse, o zaman birşey lâzım gelmez. Af etmeniz takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği unutmayınız. Şüphesiz ki, Allah işle­diklerinizi görücüdür. [38]

 

Tefsir

 

(234) ölen bir insanın hanımı hamile değil ise, dört ay on gün İddet çe­ker; ondan sonra başka bir kocaya gidebilir. Bu müddetin takdir edil­mesinde hikmet şudur: Rahimdeki çocuk erkek ise üç ayda kız ise dört ayda çoğu kez kıpırdama yapar. Bunun için dört ay iddet kabul edil­miş ve on günde ihtiyaten eklenmiştir.

İmam-ı Şafii'ye göre, Müslüman kadın ile Kitap ehli olan kadın bu hükümde eşittirler.

El-EsanVe göre, hür kadın ile cariye, hamile, ile hamile olmayan bu hükümde eşittirler. Fakat kıyas, cariyenin iddetinin hürün iddeti-nin yarısı kadar olmasını ister. İcma ise, hamile olan kadının iddetini çocuğunu doğurmasına bağlar. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir Âyette: «Hamile bulunan kadınların iddetleri doğum yapmalarıdır.» (Talak: 1) buyuruyor.

Hz. Ali ve İbnu Abbas'dan gelen bir rivayete göre, kadın, iki id-detten (yani dört ay on gün ile, doğumdan) hangisi daha yakın ise, onu çeker.»

«Kadınlar îddetlerini bitirdikleri zaman onların kendi kendileri hakkında yaptıklarından size bir mesuliyet düşmez.»

Bu hitap, ya sadece Müslüman idarecilere veya bütün Müslüman-laradır. Yani hanımlar iddet çekerken kendilerine haram olan evlen­meyi, başkası ile evlenme sözünü vermek gibi durumları, iddetten son­ra yaparlar ise, mesul olmadıkları gibi siz de mesul olmazsınız. Tabiî ki, şer'an caiz olduğu şekilde olmak şartı vardır. Aksi takdirde yaptık­larından idareciler veya bütün ümmet sorumlu olur. [39]

 

İddet Çekmekte Olan Kadına Evlenme Teklifi Yapılabilir Mi?

 

Açık bir şekilde söylemek yasaktır. Fakat dolaylı yollardan ve ka­palı bir şekilde söylemeye Kur'ân yol vermektedir.

 (235) İddet çeken kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmeniz­de veya böyle bir şeyi içinizden geçirmenizde size bir sorumluluk yok­tur.»

Âyette bahsi geçen «hıtbe» kadına talip olmak ve Allah'ın emri ile dolaylı yollardan istemek demektir. Meselâ: «Sen güzelsin!» veya «Ben evlenmek istiyorum.» gibi lâfızlarla kendisine talip olduğunu bil­dirmek.

Ayette bahsi geçen gizlilikten maksat, nikâh veya cinsî mukare-nettir. Çünkü gizli söylenen bunlardır. Yani iddet çeken hanıma böy­le bir vaat verilemez. İddet zarfında nikâh kıymayı yasaklayan Âyet, «Farz olan iddet son bulmadıkça nikâh akdine azmetmeyiniz. Biliniz ki, Allah sizin kalbinizde olanı bilir. O halde Allah'dan sakınınız!» dır. Eğer kadın bir veya iki talak ile ric'î şekilde boşanmış ise, iddet çeker­ken ona ne açık ve ne de kapalı evlenme teklifi yapılamaz. Zira kocası her an dönüş yapabilir.

(236) Nikâh kıyılmış fakat cinsi mükarenet olmamış ve nikâh kıyıhrken de mehir tayin edilmemiş bir kadın boşanırsa, bu kadının iddet çek­mesi lâzım değildir. Ve kocası ona mehir vermek mecburiyetinde de­ğildir. Ancak bu mesele de omita'» veya «temettü» tâbir edilen ve hakim tarafından takdir yapılan bir mal verilir. Bu «Mita»yı zengin haline göre, fakir de haline göre verir. Bu hususa ResulüUah'm şu ha­dîsi delâlet eder.

Ensarlı bir kişiye: «Evine getirdiğin ve cinsi ilişki kurmazdan önce boşamış olduğun hanımına başındaki kalensüve dahî olsa Mita' olarak ver!»

îmam-ı Ebu-Hanife'ye göre mita' kişinin sosyal durumuna göre, bir entari, bir yorgan ve bir baş örtüsü olabilir. Kadının mehrül-mîsli bunlardan az ise, o zaman mehrül-müslin yansı kadar verilir. Âyetin mefhumuna göre, Mita' ancak evine getirip temas etmezden önce bı­raktığı kadına verilir.

Eğer mehrini tayin etmiş fakat temas etmezden önce boşamış ise, kadma mihrin yarısı verilir. Artık bu suretle mita' verilmez. Boşan­mış hanımlar haklarından vaz geçerlerse veya nikâh düğümünü elin­de tutan koca mihrin tamamını verirse, o zaman mesele kendiliğinden halledilmiş olur.

Bâzı tefsircilere göre nikâhın düğümü elinde olandan maksat, ka­dın küçük olduğu takdirde kadını evlendirebilecek velîsi demektir. Mü-ta'm oğlu Cübeyir'den gelen bir habere göre:

«Bir kadınla evlendim. Vermiş olduğum mehirin yansım geri ver­mek istedi. Ben, mehil almamak bana daha uygundur dedim.» demiş­tir. [40]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (234) İçinizden ölenlerin geride bıraktığı eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler...»

Bu âyetin tefsirinde İbni Cerir, îbni Munzir ve İbni Ebi-Hâtim, Ibn Abbas tarikıyla şunu rivayet ederler:

Bu âyet, inmezden önce kişi öldüğünde terkettiği hanımı bir se­ne kişinin evinde iddet bekler idi. Ve o hanıma iddet müddetince kişi­nin bırakmış olduğu maldan nafaka verilirdi. Sonra Cenab-ı Hak «dört ay ongun bekleyecektir» dedi. Tabii eğer kocası ölen kadın gebe değil­se, bu kadar bekler. Eğer gebeyse, onun iddeti karnındaki çocuğu do-ğuruncaya kadardır. Çocuğu doğurduktan sonra iddet bitmiştir. Ce­nab-ı Hak kadının mirasında «Onlar için sizin terkettiğinizin dörtte biri vardın} buyurdu ve kadının mirasını açıkladı. Vasiyet ve nafakayı açıklamadı.

«Bu bekleme süresi dolduğunda artık onların kendi haklarında bilinen bir şekilde yaptıklarından dolayı size herhangi bir sorumluluk yoktur.» Yani kadın boşandığı veya kocası öldüğü zaman iddetini çe­kip bitirdikten sonra evlenmek için süslenebilir ve evlenmek için bir kadının hangi hududlara kadar süslenmesi ve ne gibi hareketlerde bu­lunma ruhsatı var ise, onu yapabilir. Ve onu yapmakta da hiçbir beis yoktur.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Ebu'l Aliye'den rivayet ettiler:

«Dört aya on gün eklendi. Çünkü anne rahminde çocuk var ise, o, on günde ona ruh verilir, ruh üfürülür ve canlanır.»

îbn Cerir, Kattade'den rivayet ediyor: Said bin Museyyib'ten sordum. Bu dört aya eklenen on gün niçindir? Dedi ki, o on günde çocu-    1$ ğa ruh üfürülür, yani canlılık gelir.»

Îbni-Ebi-Hâtim, Rebia'dan, Yahya bin Said'den rivayet etti. Bu iki zat on tabirinden on gecenin kastedildiğini söylediler.

El-Feryadİ, Abd bin Humeyd, Buhari, Ebu Davud, Nesei, İbn Ce-rir, İbn Ebi Hatim, Hakim ve Beyhaki, İbn Ebi Nuceyr tarikıyla Müca-hid'den rivayet ettiler: Bu âyette belirtilen iddet, daha önce kadının kocasının yakınları yanında çekmekte olduğu iddettir ve bu vacibti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi:

«İçinizden ölüp de geriye eşler bırakmakta olanlar evlerinden çı­karılmaksın n senesine kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyyet bı­raksınlar. Amma onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların meş­ru ve bilinen olarak kendileri için yaptıklarından dolayı size sorumlu­luk yoktur.» (El Bakara: 240)

Böylece Allah (C.C.) kadın için senenin tamamım yedi ay yirmi gün kıldı. Bu da, vasiyyet yönündedir. Kadın dilerse vasiyetinde durur, dilerse çıkar. Bu da Cenab-ı Hakkın «çıkartılmaksızın» buyurduğu ta­biri ilahisidir. Ata İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

Bu âyeti celîle, kadının kocasının ailesi yanında oturup iddet çek­mesini neshetti. Kadın dilediği yerde iddetini çeker. Çünkü Cenab-ı Hak «kadın çıkartümıyorsa» buyurmuştur.

Ata «isterse kadın ölen kocasının ailesi   yanında oturur, iddetini çeker. Kendisi için yapılan vasiyete dikkat eder. İsterse çıkar. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer çıkarlarsa, sizin üzerinizde onların kendi nefisleri   ı^ için yaptıklarından    herhangi bir mesuliyet,  (sorumluluk)  yoktur.» buyuruyor.

Ata «sonra miras âyeti geldi, meskeni neshetti. Binaenaleyh kadın   IS dilediği yerde iddetini çeker, onun için zorunlu mesken yoktun» dedi.

Abdurrezzak ve İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

İbn Abbas «kocası ölen bir kadına koku sürünmesi, süs takınması mekruhtur» diyordu. Cenab-ı Hak «kocası ölen bir kadın dört ay on gün kendi kendine iddeti bekler» buyurdu. «(Kendi evlernide (yani ko­casına ait olan evlerinde) iddetini bekler» demedi. Binaenaleyh kadın istediği yerde iddetini çekebilir.

Abdurrezzak, İbni-Saad, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Ha­kim, Sinan oğlu Malik'in kızı el Fureyya'dan rivayet ettiler. Bu hatun Ebu Said el Hudri'nin kızkardeşiydi. Bu hatun Resûlullah'a geldi:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben ailemin «Beni Hudre» kabilesinde bu­lunan evine dönebilir miyim? Benim kocam kaçan kölelerini geri ge­tirmek için gitti. Onların geri dönmelerinin zorlaştığı bir yerde onlara yetişti. Onlar kocamı öldürdüler. Ben aile efradıma dönebilir miyim? Çünkü kocam bana mülkünde olan bir ev bırakmadığı gibi herhangi bir nafaka da bırakmamıştır.

Allah'ın Resulü «Dönebilirsin» dedi. Bunun üzerine ben Resûlül-lah'ın huzurundan çıktım. Daha hücrede veya mescidde iken Resû-lüllah beni geri çağırdı veya beni çağıran birisine emretti. Çağrıldım. Buyurdular:

  Sen ne dedin?

Ben yeniden Resûlüllah'a kıssayı anlattım, kocamın durumunu söyledim. Cenab-ı Peygamber:

«Git evinde dur. Ta ki iddet tamamlanıncaya kadar» buyurdu.

Böylece evimde dört ay ongun durdum.

Hazreti Osman (R.A.) halife olduğu zaman bana haber gönderdi ve bu meseleyi benden sordu ve ben de bu meseleyi kendisine söyle­dim. O bu meseleyi benim başımdan geçtiği gibi taklit etmeye hük­metti.

îbni Kesir «Bu âyeti celîledeki hüküm, kendisiyle kocası cinsî iliş­ki kurduğu kadına da, nikâh edip de cinsî ilişki kurmadan evvel dul bıraktığı kadına da şamil gelmektedir» diyor. Çünkü âyet geneldir. Bir de İmam Ahmed'in ve Sünen ehlinin rivayet ettikleri ve Tirmizi tarafından tasrih edilen hadis vardır. Hadis şöyledir: İbn Mesud'dan, bir hanımla evlenip onunla daha cinsî ilişki kurmadan ölen bir kim­senin meselesi soruldu. Bu kimse hanıma herhangi bir mehr de ver­memişti. Bu meselede birkaç defa İbn Mesud'a gelip gittiler. İbn Mes'-ud sonunda «Ben bu mesele hakkında kendi reyimi söyleyeyim. Eğer sevab ise Allah'tan geldi Eğer yanılmış isem, bu benden ve şeytandan­dır. Allah ile peygamber ondan uzaktırlar. Benim kanaatim şudur: Bu kadına mihir kâmil bir şekilde, tam olarak verilecektir.»

Başka bir lafızda «Bu kadının hakkı mihri misildir. Ne eksiltilir ve ne de artırılır. Ve bu kadın iddet çekecektir ve bu kadın kocasının malından mirasını alacaktır.» tbn Mes'ud bu hükmü verdikten sonra Makıl bin Yesar el-Aşcaî ayağa kalktı:

«Ben Allah'ın Resûlü'nden dinledim. Vaşık kızı Büreyde hakkın­da böyle hüküm verdi» dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mesud tarif edilmeyecek şekilde sevindi.

Başka bir rivayette Eşca kabilesinden bazı kimseler ayağa kalktı­lar ve dediler ki:

«Biz şehadet ederiz kif Allah'ın Resulü Büreyde binti Vaşık hak­kında böyle hüküm verdi» dediler. Bu hükümden kocası ölüp de hami­le olan kadınlar ancak çıkabilir. Çünkü hamile kadının iddeti hamlini vazetmektedir. Velev ki kocasının ölümünden birkaç dakika sonra do­ğum yapsa dahi... Çünkü Cenab-ı Hak «Hami sahibi —yani gebe — kadınların iddeti, hanilerini vazedinceye kadardır» buyuruyor.

tbni Abbas «yüklü bir kadının iddeti, dört ay on günle yükünü bı­rakmasından hangisi daha uzun ise, onunladır. Yani en uzunuyladır» diyor. Ta ki bu iki âyetin hükmünü bir araya getirelim. Eğer Müslim ve Buhari'de yer alan Sübeyha el Eslemiye'nin hakkında gelen hadis olmasaydı tbn Abbas'ın bu mehazı güzel ve meseleki kuvvetliydi. O ha­dis şöyledir:

Sübeyha'nin kocası Saad bin Havle vefat etti. Sübeyha hamile idi. Kocasının vefatından az bir zaman sonra doğum yaptı. Nifası bi­tirdikten sonra evlenmek için süslendi. Ebu-Senabil bin Bahkeke onu almak üzere talib çıkıp evine gitti. Ona:

— Ne oluyor? Seni süslenmiş görüyorum. Umarım ki, sen evlen­mek istiyorsun. Allah'a yemin ederim, senin üzerinden dört ay ongun geçmedikten sonra sen kimse ile evlenemezsin.

Sübeyha, Ebu-Senabil bunları bana söyledikten sonra elbisemi sırtıma aldım, akşamladığım zaman Resûlüllah'a vardım ve bu duru­mu sordum. Cenab-ı Peygamber benim evlenmek hususunda, doğum yaptığımdan itibaren helâl olduğumu bana fetva yerip «Eğer evlen­meye ihtiyacın var ise evlen» diye emretti.

Ebu Ömer bin Abdulberr der ki, rivayete göre, ibn Abbas, Sübeyha'nın hadisine dönüş yapmıştır. Yani Sübeyha hadisiyle îbn Abbas'a karşı çıkıldığında hükümden dönüş yapmıştır. îbn Abbas'ın dönüş yap­tığının emareleri talebelerinin Sübeyha'nın hadisiyle fetva vermeleri­dir. Bütün ehli ilmin de görüşü budur.

«Kocası Ölen kadının meselesinde» cariye de, istisna ediliyor. Ca­riyenin iddeti cumhura göre hürrenin iddetinin yarısıdır. Yani iki ay beş gündür. Çünkü had ve ceza meselesinde hürrenin yansını ona tat­bik ediyoruz. îddet de öyledir.

Bazı alimler, Muhammed bin Şirin ve zahirilerin bazıları «Hürre kadınlar ile cariye kadınlar iddette eşittirler. Çünkü âyet «Kocası ölen kadınlar dört ay on gün beklerler» diye genel olarak gelmiştir. Bir de, iddet tabii emirler kabilindendir. Orada yaradılmış bütün kadınlar eşittirler» diyorlar.

Said bin Museyyib ve Ebu'l Aliye söylediler:

«İddetin dört ay on gün kılınmasının hikmeti, kocası ölmüş kadı­nın rahminde çocuk olabilir. Bu müddet te çocuk belirsin diyedir. Ka­dın bu müddeti bekledikten sonra çocuk varsa, belirecektir.

Nitekim İbn Mesud'un Müslim ve Buhari'de yer alan hadisinde «Şüphesiz herhangi birinizin yaradılışı annesinin kanunda kırk gün durur. Sonra et parçası olarak kırk gün durur. Sonra ona bir melek gönderilir ve melek ona ruhu üfürür» denmektedir. îşte bu üç tane kırk günler dört ay ederler. On gün de o dört aydan sonra ihtiyat ola­rak eklenmiştir. Çünkü bazı aylar eksik olurlar. Bir de ruhun üfürül-mesinden sonra hareket belirsin diye on gün eklenmiştir derler. Allah daha iyisini bilir.[41]

Evet, bu nedenden dolayı İmam Ahmed «ummul veledin iddeti hür kadınların iddeti gibidir. Çünkü onlar da hürler gibi kocalarına yatak olmuşlardır» der. Bir de İmam Ahmed, Yezid bin Harun'dan, o da Said bin Ebil-Ğurube'den, o Kattade'den, o da Cabir bin Hayat'tan, o Kubeyse bin Zueyb'ten o da Âmr bin As'tan rivayet etmiştir «Pey­gamberimizin sünnetini bizim üzerimizde karıştırmayınız (Kapatma­yınız) Ümmül veledin kocası öldüğünde iddeti dört ay on gündür.» Bu hadisi Ebu Davud Kuteybe'den, Gunder'den, İbnul Musemma'dan ve Ab-dul-Alâ'dan rivayet etmiştir. İbni-Mace de Ali bin Muhammed'den, o da Rebi'den, bunların üçü de Said bin Ebi öurube'den, o da Nakar ul Errak'tan, o da Reca bin Hayat'tan, o da Kubeys'ten, o da Amr bin As'-tan rivayet etmiştir. Yine rivayete göre İmam Ahmed «Bu hadis, mün-kerdir. Zira Kubeyse, Amr'ı dinlememiştir» dedi.

Bu hadislerle seleften bir gurub hükmetmiştir. Bunların başında Said bin Museyyib, Mücahid, Said bin Cübeyr, Hasan Basri, İbn Şirin, Ebu İyad, Zühri, Ömer bin Abdulaziz geliyor. Yezid bin Abdulmelik de Emiril müminin iken bu hadîsle fetva verirdi. Evzai, İshak bin Raha-viye ve Ahmed bin Hanbel de bu hadîsle fetva verirlerdi. Tavus, Kata-de ise «ümmül veledin iddeti, efendisi öldüğü zaman hür bir kadının iddetinin yansıdır, Udi ay beş gündün» dedi. Ebu Hanife ve talebeleri Sevri, Hasan bin Salih bin Uyeyn «Ümmül veled üç hayizla iddet çe­ker» diyor. Yani üç defa hayza girip çıkmakla iddeti biter. Bu, Hz. Ali'­nin, İbn Mesud'un, Ata'nın, İbrahim en Nehai'nin içtihadıdır. Malik, Şafii, Ahmed «Ümmül veledin iddeti bir hayz beklemektir» dediler. Bunu, İbni Ömer, Sabi, Mekhul, Leys, Ebu Ubeyde, Ebu Sevr ve cum­hur da söylüyor. Leys «efendisi öldüğü zaman ümmül veled hayz ha­linde ise hayza bittikten sonra iddeti bitmiştir» dedi. İmam Malik «eğer kadın hayz gören kadınlardan ise, üç ay iddet bekleyecektir» diyor. Şa­fii ve cumhur «Bir ay üç gün bizim katımızda daha sevimlidir» dedi­ler.

235) tddeti bekleyen kadınları nikahlamak istediğinizi, onlara sezdirmenizde ya da böyle bir isteğin gönlünüzde saklamanızda sizin için bir sakınca yoktur...»

Bu âyeti celüede «sızdırmak» ile tefsir ettiğimiz arzın açıklamasını îbn Kesir şöyle yapıyor:

«Ben evlenmek istiyorum. Burnu şöyle şöyle olan bir kadını sevi­yorum. İsterim ki Cenab-ı Hak bana o hanımı nasib etsin.» gibi laf­lardır. Kadın iddet içerisinde İken onu istemeye kalkışmamalıdır. Bir rivayette «Eğer Allah dilerse senden başka bir hanımla evlenmem» «İsterdim ki, salih bir hanımı Allah nasib etsin» demesidir.

Buhari Talk bin Ğanam'dan o di Zahid'den, o da Mansur'dan, o da Mücahid'den, o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor:.

Tariz'in manâsı «Ben evlenmek istiyorum», «kadınlara ihtiyacım var», «isterdim ki Allah bana salih bir kadın nasib etsin» gibi sözler­dir.

Mücahid, Tavus, İkrime, Said bin Cübeyr, İbrahim en Nehai, Eş Şa'bi, Hasan, Katade, Zühri, Yezid bin Kusayr, Mukatii bin Hayyan, Kasım bin Muhammed de böyle demişlerdir.

Bütün bunlara göre, kocası ölmüş bir kadına açıkça «Ben sana ta­libim» demeksizin sızdırmak, tariz etmek caizdir. Talakı butte ile yani üç talakla boşanmış bir kadının hükmü de böyledir. Ona da tariz ya­pılabilir. Nitekim Allah'ın Resulü, Kays kızı Fatıma'ya kocası Ebu Âmr bin Hafs onu üçüncü talakla boşadıktan sonra emretti ki, İbn Üm-mi Mektum'un evinde iddetini çeksin. Ve ona «sen helâl olduktan son­ra bana haber ver» dedi. Kadın iddetini çekip helâl olduktan sonra Re-sûlü-Ekrem, mevlası (azadlısı) Zeyd'in oğlu Usame'ye kadını istedi. Ve Usame ile onu evlendirdi. Boşanmış bir kadın ise iddet çektiği zaman kocasından başka kimse, ne sarahaten ne de tariz yoluyla ona evlen­me teklifinde bulunamaz.

«Ancak onlarla gizlice anlaşıp nikâh ve münasebet kurmayınız...»

İbni Cerir, İbn Abbas'tan gelen bir tarikla onlara «Sana aşıkım, bana söz ver ki benden başkasıyla evlenmeyeceksin» gibi laflar söyle­meyiniz diya rivayet etmiştir.

Said bin Cübeyr, Şa'bi, İkrime, Ebudduha, Dahhak, Zühri, Müca­hid ve Sevri'den de bu rivayet gelmiştir. Yani kendisinden başkasıyla evlenmemek sözünü iddet çeken kadından almasın.

Mücahid «Bu vaad, kişinin kadına; 'Sen nefsini elimden kurtara­mazsın. Şüphesiz seni nikâh edeceğim' demesidir» diyor.

Katade «Bu vaad, kadın iddet içerisinde iken ondan kendisinden başkasıyla evlenmeme sözünü almaktır. Cenab-ı Hak bunu yasaklı­yor» dedi.

İbn Zeyd «Bu vaad, kadın daha iddet içerisinde iken gizlice onun­la evlenmesidir. Kadının iddeti bitirdikten sonra «Ben onunla evlen­dim» diye açığa vurulmasıdır» diyor.

Muhtemel ki, âyeti celîle bütün bu manâları derleyici olsun... «Ancak meşru olan sözler söyleyebilirsiniz.»

Bu âyetin tefsirinde: Muhammed bin Şirin «Ben Ebu-Hüreyre'den bu âyetin manâsını sordum. Bana cevab olarak: Talib olanın kadının velisine; kadını bana haber vermeden evlendirme, sözüdür.» Bunu, İbn Ebi-Hâtim de rivayet etmiştir.

«Takdir edilen iddet sona ermedikçe nikâh akdine azmetmeyi­niz...»

Bu âyet hakkında gelen tefsir:

Alimler iddeti çekme müddetinde nikâh akdetmenin doğru olma­dığını ittifakla söylemişlerdir. Fakat iddeti çeken bir kadınla evlenip de onunla cinsî ilişki kuran hakkında ihtilâf vardır. Zira böyle bir ev­lilikle bir araya gelenler ayrılır. Fakat bu kadın ebediyyen bu adama haram olur mu? şeklinde ihtilâf vardır: Cumhur «Bu kadın, ebediyyen buna haram olmaz» demişlerdir. îddet bittikten sonra onu yeniden is­teyebilir. İmam Malik ise «Bu kadın, ebediyyen artık ona haramdır» demiştir. Delil olarak İbni Şuab Süleyman bin Yesar'm rivayet ettiği hadisi ileri sürmüştür. Hadis şudur:

«Hz. Ömer, hangi kadın iddet müddetinde nikâh edilirse, eğer onunla iddet müddetinde evlenen kocası cinsî ilişki kurmamışsa, bir­birlerinden tefrik ediliyor. Sonra o iddetinin geri kalan kısmını ta­mamlar. Ve onunla iddet arasında nikâh, kıyan bir insan da isteklile­rinden birisi olur. Eğer iddet arasında nikâh kıyan adam kadınla iliş­ki kurmuş ise aralarım ayırırız. Kadın geri kalan iddetini çeker. Son­ra ikinci kocanın iddetini çekmeye başlar. Sonra ikinci koca ebediy­yen onu nikâh edemez...»

Ulema, bu fetvanın mehazı şudur diyor: İkinci koca Cenab-ı Hak­kın tecil ettiğini acelece yerine getirmek istediği için tam kastının tersiyle cezalandırıldı ve bu kadın ona ebediyyen haram kılındı. Nite­kim katil maktulun mirasından ebediyyen mahrum kılındığı gibi...

İmam Şafii, bu eseri İmam Malik'ten rivayet etmiştir. Beyhaki «îmam Şafii kavli kadiminde bunu savunmuştur» diyor. Fakat kavli ce-didde bundan dönüş yapmış. Çünkü Hz. Ali (K.V.): «Bu kadın ikinci kocaya helaldir» demiş.

Beyhaki dedi ki: Hz. Ömer'den gelen rivayet munkati bir rivayet­tir».

Sevri Eş'as'tan, Şabi'den, Mesruk'tan rivayet ediyor ki, Hz. Ömer bu fetvasından dönüş yapmıştır.

236) «Kadınlara el sürmeden ve mihrelerini biçmeden onları bo-şarsanız size sorumluluk yoktur...»

Bu âyeti celîlenin yorumu şöyle gelmiştir:

îbn Cerir, İbn Abbas tarikıyla şunu rivayet ediyor: Ayetteki «Mess» kelimesi evlenmek ve temas etmektir. «Faride» kelimesi sidak ve mehr demektir. Kişi bir hanımla evlenir, onun sıdakını belirtmeden ve onun­la ilişki kurmadan kadını boşayana, Cenab-ı Hak zenginliği nispetinde ona bir mal versin emrediyor. Eğer zengin ise, ona bir hizmetkâr ve­ya benzerini versin. Fakir ise, üç elbise ve benzerini versin.

Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd, İbn Ömer'den rivayet ettiler: «Temettü' yoluyle verilen malın en azı otuz dirhemdir.»

İbn Cerir, îbn Abbas'tan rivayet etti:

Kişi kadının mihrini belirtmezden ve cinsî ilişki kurmazdan önce kadını boşarsa, ona mut'a vermesinden başka bir hakkı yoktur.

237) Eğer onlara mihr biçer de el sürmeden onları boşarsamz kendileri veya nikâh akdi elinde olan erkeğin bağışlaması hali müstes­na biçtiğinizin yansım verin. Bağışlamanız Allah'tan sakınmaya daha uygundur...»

Bu âyeti celîlenin yorumunda îbn Ebi Davud «El Mesahif»te A'meş'ten rivayet ediyor:

«Entemessuhunne» yerine «Entücamihunne» okunmuştur. Böyle­ce messin cima manasında olduğu ortaya çıkmış oluyor.

Bu durumda mehrin yansını vermek âlimler arasında ittifak edi­len bir konudur. Burada herhangi bir ihtilâf yoktur. Çünkü kişi kadı­na bir mihr tayin ederse, sonra cinsî ilişki kurmadan ondan boşanır-sa, (aynlırsa), onun tayin ettiği mehrin yarısını vermesi gerekiyon. Ancak eimmei selase (üç imam) ye göre; kişi mehri tayin ettikten son­ra kadınla başbaşa kalırsa, onunla cinsî ilişki kurmasa dahi bütün sı-dakı yani bütün mehri vermek mecburiyetindedir.İmam Şafii kavli kadiminde bunu söylemiştir. Hulefai Raşidin de böyle hükmetmişler­dir. Fakat İmam Şafii sonradan bize Müslim bin Halid, ona İbn-Cü-reyc, ona Leys bin Ebi Süleym (veya Selim) ona Tavus, ona İbn Ab-bas haber verdi ki; bir kadını nikâh edip kendisiyle başbaşa kaldık­tan sonra cinsî ilişki kurmadan o kadını boşayan bir insana ancak mehrin yansı düşer. Çünkü Cenab-ı Hak «onlarla cinsî ilişki kurmaz-dan önce, onlara herhangi bir mehri de tayin etmiş iseniz bu tayin edi­lenin yarısını veriniz» buyuruyor, İmam Şafii «Ben böyle diyorum, Kur'an'ın zahiri de budur» dedi.

Beyhaki ve Leys bin Ebi Selim «Hernekadar hüccet sayılmıyorsa da, biz bunun rivayet ettiği hadisi İbn Ebi Talha rivayetiyîe İbn Ab-bas'tan rivayet etmişizdir» dedi.

«Veya nikâh bağı elinde olan veli affederse...»

Bu cümlenin yorumunda İbni-Ebi-Hâtim, İbn Lehia'dan, o da Amr bin Şuayb'tan, o babasından, o da dedesinden, o da Resûlullah'tan ri­vayet et£i:

«Nikâh bağının velisi kocadır.»

İbn Merduyeh, Abdullah bin Lehia'nm hadisinden böyle rivayet etmiştir. İbn Cerir, İbn Lehia'dan, Amr bin Şuayb'tan Cenab-ı Pey­gamberin böyle söylediğini nakletti. Fakat İbn Cureyc'in rivayetinde «o, babasından, o da dedesinden» ibaresi yoktur. Allah daha iyisini bi­lir.

Sonra ibn Ebi Hatim «bize Yunus bin Habib, ona Ebi Davud, ona Davud, İbn Ebi Hazım, ona İsa bin Âsim rivayet etti:

Kadı Şureyh'ten dinledim. Şöyle diyordu:

Ali bin Ebi Talib benden «Nikâh bağı elinde olanın kim» olduğu­nu sordu. Ona: O kadının velisidir, dedim.

Hz. Ali  (K.V.):

Hayır, o değildir. Belki o kocasıdir. dedi.

Hadisin ravisi sonra şöyle devam etti:

İbn Abbas'tan gelen rivayetlerin birisinde «o kocasıdir» denilmek­tedir. Ben derim ki, bu İmam Şafii'nin kavli cedidi'dir. Ebu Hanife'nin,eshabının, ve Sevri'nin, İbn Şübreme'nin ve Evzai'nin de görüşüdür. Bu görüşün alış noktası elinde nikâh bağı bulunan gerçekten kocadır. Çünkü nikâhın bağı, nikâhın kesinleştirilmesi, nikâhın bozulması hep kocanın elindedir. Nasıl ki veli için, velisi bulunduğu kadının herhan­gi bir malını hibe etmesi caiz değil ise, mehr meselesinde de böyledir.[42]

 

Meal

 

(238) Namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz    (daima kılı­nız). Can-u gönülden boyun bükerek Allah için namaza durunuz.

(239) Eğer korkarsanız, piyade veya binici olarak namazı edâ ediniz. Emniyete kavuştuğunuz zaman size bilmediğinizi öğrettiği gibi Allah'ı anınız

(240) Sizlerden ölüp geride işler bırakacak olan kimseler,   eşleri İçin evlerinden çıkarılmıyarak bir sene faydalandırılmasını vasiyet et­sinler. Eğer çıkarırlarsa bizzat kendisinin yaptığı meşru işlerinden do­layı size günâh yoktur. Allah her şeye gücü yeter. Aziz ve Hakimdir.

(241Boşanmış kadınlar için uygun bir tarzda   faydalandırmak vardır. Bu, Allah'dan sakınanların boynunda bir haktır.

(242) Böylece Allah size Âyetlerini açıklar umulur ki, düşünesi-niz.

(243) ölüm korkusundan binlerce kişi oldukları halde memleket­lerinden çıktıklarını görmedin mi? Allah, onlara «Ölünüz» dedi. Son­ra onlan diriltti. Allah şüphesiz ki, insanlar için fazl-u kerem sahibi­dir. Fakat insanların çoğu şükretmez.

(244) Allah'ın yolunda savaşınız. Ve biliniz ki, Allah şüphesiz işitici ve bilicidir.

(245) Kimdir Allah'a güzel bir ödünç takdim eden? Allah, buna karşılık, ona kat kat artırsın. Allah daraltır ve genişletir. Sadece ona dönüş yapacaksınız.[43]

 

Tefsir

 

(238) «Namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz.»

Namazlara vakitlerinde ve daimi kılmak suretiyle dikkat edilir. Yavrular ile hanımlardan bahseden hükümlerin yanında namazlar­dan bahsetmenin nedeni şudur. O meseleler ile meşguliyet namazı ih­mal ettirmesin. Zira namaz dinin direğidir. Ortanca namaz, namazla­rın arasında bulunan veya namazların en üstünü olan, namaz demek­tir.

Bu namaz, ikindi namazıdır. Zira Allah'ın Resulü (S.A.V.) Ahzab (Hendek Savaşı) günü «Bizi ortanca namaz olan ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerine ateş doldursun!» buyurdu. Fazileti, o anda halkın çok meşgul olmasından veya meleklerin o anda bir ara­ya gelmesinden ileri geliyor.

Başka bir tefsire göre; ortanca namaz, öğle namazıdır. Zira öğle namazı tam günün ortasmdadır. Böylece öğle namazı halka en ağır geıen namaz olur. Bundan dolayı da en üstündür. Zira Allah'ın Resu­lü (S.A.V.) «ibadetlerin en üstünü en meşakkatli olanıdır!)) buyurdu.

Diğer bir tefsire göre ortanca namaz, sabah namazıdır. Zira ikisi gündüzün ikisi de gecenin namazları bulunan dört namazın tam orta-sıdır. Gece ile gündüzün müşterek hududuna girmiştir. Bir de melek­lerin gece nöbetini terkedip gündüz nöbetine başladığı zamandır.

Yine bir tefsire göre ortanca namaz, akşam namazıdır. Zira akşam namazı sayıca ortadadır ve gündüzün arkasından gelen ve tek rek'atlı namazın manasını taşıyan bir gündüz VİTRİ'dir. Başka bir tefsire gö­re ortanca namaz, yatsı namazıdır. Zira bu namaz, gecenin başı ile so­nunda kılınan akşam ile sabah namazlarının arasında bulunuyor.

Aişe validemiz (R.A.) «Allah'ın Resulü «Ves-salatil-Vustâ ve Sala-tii Asrı» (ortanca namazı ve ikindi namazını koruyunuz) diye oku­yordu» dedi. Halbuki Ma'tuf (atfedilen) Mâ'tufun aleyh (üzerine atıf yapılan) in gaynsı bir şey olduğuna göre, burada ikindi namazı ayrı bir namaz, ortanca namaz ayrı bir namazdır. İkisi de faziletli olduğundan ikindi namazıyle beraber zikredilmiştir.

Bir kıraat da «Ves salatel-Vustâ» diye üstün harekesiyle okun­muştur. Bu takdirde manası «ortanca namazı överim!» demek oluyor.[44]

 

Korku Namazı

 

(239) Bu Âyette korku halinde kılınan namazın hükmü olduğu gibi, na­mazın en dar zamanda bile terk edilemez bir ibâdet olduğunun hakika­ti da vardır. «Eğer (düşmandan veya başka bir felâketten)   korkarsa-nız, yaya veya binici olarak namazı kılınız!...» Bu Âyet, kılıç kılıca sa­vaşırken bile namazın farz oldruğuna delâlet eder. İmamı Şafiî bu gö­rüştedir. İmam Ebu-Hanife ise, «Yürüdüğü ve kılıç çaldığı durumda değil, durduğunda farz olur.» dedi.

«Emin olduğunuz zaman Allah'ı anınız, nitekim size bilmedikleri­nizi bildirdiği gibi.»

Bu Âyeti Celîle ya emniyet namazını emir ediyor veya emniyetten ötürü Allah'a şükür ediniz diyor.

(240) «Sizden vefat edip geride eşlerini bırakanlar!...»   Bu Âyeti Celîle iddetini çektikten sonra kocaya gitmek niyetinde olmayan bir hanı­ma, vefat eden kocasının bir senelik geçimi ve konutu için vasiyet et­mesini emreder.    Fakat bu durum, îslâmın başlangıcında idi. Sonra bir senelik müddet, «dört ay on gün iddet çeker?» mealindeki Âyetle neshedildf. Bu nesh edici Âyet, her ne kadar neshedilen Âyetten Kur*-an'da daha önce görünüyorsa da, İnişde bundan sonradır. Bir senelik nafaka ise, kadının eğer kocası zürriyetsiz ölmüşse   servetinin dörtte birini, zürriyyetli ölmüşse sekizde birini almasıyle kalktı.   Konut ise, Şafiîlere göre lâzım, Hanefüere göre gereksizdir.

Eğer iddetini çeken kadın kendi isteğiyle ve serî yoldan evden çı­karsa, idarecileri onu ille de orada oturmaya zorlıyamadıklan gibi, mesul de değillerdir. Âyet, yas tutmanın da mecburî olmadığını bildi­riyor.

(241) Boşanmış kadınlar için normal bir geçim sağlanması muttakile-rin vazifesidir» mealindeki Âyet, geçimi sağlıyacafe kadar yardım etme­nin her boşanmış kadına lâzım olduğunu beyan eder.   İbnü Cübeyr:

«Böyle bir şeyin her boşanmışa verilmesi vaciptir.» demiştir. Başka âlimler, vacip olan miktar ile müstehap olan kısımları kapsıyacak şe­kilde yorumladı. Diğer bir gurup, «Buradaki mita'dan gaye iddet müddetinde verilen nafakadır.» dedi.

(243) «Ölüm korkusundan binlerce kişi olarak    yurtlarından çıkanları görmedin mi?...»

Bu kişilerden maksat «vasît» ilinin yakınlarında bulunan «de-verdan» kasabasının ahalisidir. Bu kasabada, «kolera» hastalığı görüldü. Bu dehşet verici hastalığın korkusundan yurtlarını bırakıp kaçtılar. Bu kaçış esnasında Allah onları önce öldürdü, sonra diriltti. Ta ki, ibret alıp Allah'ın kaza ve kaderinden kurtuluşun olmadığına kesinlikle inansınlar.

Tefsir âlimlerinin bâzıları «Âyette bahsi geçenler, İsrailoğullann-dan bir guruptur. Başlarındaki hükümdarları kendilerini savaşa da­vet ettiği için ölüm korkusundan kaçtılar. Allah onları sekiz gün Ölü tuttu. Sonra diriltti!» dediler.

Başka bir- tefsire göre, «hazkil» (a.s.) deverdan ahalisinin yanından geçerken etlerinin çürüyüp kemik yığınlarının kaldığını, mafsallarının biribirinden ayrıldığını gördü. Hayret etti. Cenabı Hak kendisine vahy göndererek:

«Onlara Allah'ın izni ile kalkınız diye çağır!» dedi. Bu çağrı üze­rine dirilip, «Ey Allah'ımız sen ortaktan münezzehsin senin hamdin ile senden başka ilâh yoktur deriz» dediler.

Bu kıssanın faydası müslümanları cihada teşvik etmek ve şehit olmaya talip çıkartmaktır. Allah'ın kader ve kazasına teslim olmaya teşvik etmektir.

(245) «Kim var ki, güzel bir ödüncü   Allah'a takdim edip birçok katım AUah'dan alsın?..»

Allah'a verilen güzel ödünçten maksat, ihlasla, isteyerek ve helâl­den ihtiyaç sahibine verilen borçtur.

Allah tarafından kat, kat verilmesinden gaye, ancak Allah tara­fından sevabının çokluğu takdir edilecek kadar bol olduğudur. Zira bir Hadisi Şerifte «Borç olarak verilen paranın yansı sadaka verilmiş gi­bidir.» denilmektedir.

«Allah sıkar ve genişletir.» Âyeti Celîlesi bâzı kimselere az, bâzı kimselere bolca rızkın verilmesini beyan eder. Yani bu işin Cenabı Hak­ka ait olduğunu bildirmekle bizim cimriliğe kaçmamızın kapısını kapa­tır, fakir fukaraya yardım elimizi uzatmamızı tembih eder!. [45]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

238) Namazları ve özellikle orta namazını koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak durun...»

Bu âyeti celîlenin tefsirinde İbni-Ebi-Hâtim, İbn Abbas'tan riva­yet etti: Bu namazlardan maksat farz namazlardır.»

İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir, Mesruk'tan rivayet ettiler:

«Namazları korumak, onların vakitlerine dikkat etmek demektir. Namazlardan gafil olmak vakitlerinden gafil olmak demektir.»

Malik, Şafii, Buhari, Müslim Ebu Davüd, Nesei, Talha bin Ubey-dullah'tan rivayet ediyorlar:

«Necidli bir kişi Resûlüllah'a geldi. Saçı karmakarışıktı. Sesinin gürültüsünü dinliyorduk, fakat ne dediğini anlamıyorduk. Resûlül­lah'a yaklaştı. Baktık ki, Resûlüllah'tan İslâmı soruyor. Cenab-ı Pey­gamber:

«İslâm bir gün bir gecede beş vakit namaz kılmaktır» deyince:

  Bu beş vakitten başka namaz var mıdır benim boynumda?

Resûlüllah:

— Yoktur, ancak sen tatavvu edebilirsin (yani nafile namaz kıla­bilirsin) ve İslâm Ramazan ayında oruç tutmaktır, deyince o:

  Bir aydan fazla boynumda farz olarak oruç var mıdır? Resûlüllah:

  Yoktur, ancak nafile oruç tutabilirsin» buyurdu. Ve Resûlüllah ona zekâtı zikretti:

  Bundan başka benim boynumda bir hak var mı?» Resûlüllah:

  Hayır, ancak nafile sadaka verebilirsin, dedi.

Bunlardan sonra kişi sırtını    çevirip Resûlüllah'ın    huzurundan gitti ve giderken:

«Allah'a yemin ederim, ne bundan fazlasını yaparım, ne de bun­dan eksiltirim» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Eğer doğru söylüyorsa, felah bulmuştur» buyurdular.

Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Enes'ten rivayet ediyorlar: Biz Resûlüllah'tan herhangi bir şeyi sormaktan nehyedümiş idik. Göçebelerden birisi gelip, akıllıca Resûlüllah'tan    sorması hoşumuza giderdi ve dinlerdik. Bu esnada göçebelerden birisi geldi ve sordu:

  Ey Muhammedi  Bize elçin geldi. İddia ediyor ki, sen    «Allah beni göndermiştir» demişsin. Acaba doğru mu söyledi?

Resûlü-Ekrem:

— Evet, doğru söylemiştir.

Göçebe:

— O halde gökleri yaratan kim?

Resûlüllah:

  Allah!

Göçebe:

— Yeri yaratan kimdir?

Peygamber:

— Allah!

  Bu dağlan yerin üzerine diken ve dağlarda   kıldıklarını kılan kimdir?

Peygamber:

  Allah!

Göçebe:

  Gökleri yaratan, yeri yaratan, dağlan üzerine kazık olarak ça­kan Allah ile sana yemin verdiriyorum, Allah mı seni göndermiştir?

Peygamber:

  Evet! Göçebe:

  Elçin bizim üzerimizde bir gün bir gecede beş vakit   namazın olduğunu söyledi.

Peygamber:

  Doğnı söylemiştir.

Göçebe:

— Seni peygamber olarak gönderen Allah ile sana yemin verdiriyo­rum, Allah mı sana beş vakit namaz kılmamızı emretti?

Peygamber:

  Evet!

Göçebe:

  Elçin diyor ki, bizim mallarımızda zekât boynumuza farz kılın­mıştır.

Peygamber:

  Doğru söylemiştir.

Göçebe:

  Seni peygamber   olarak gönderen Allah He yemin   verdiriyo­rum, Allah mı sana bu zekât meselesini emretti?

Peygamber:

— Evet!

Göçebe:

  Elçin iddia eder ki, bizim bir senenin içinde bir ay oruç, (Ra­mazan ayının orucu) vardır boynumuzda.

Peygamber:

  Doğru söylemiştir.

Göçebe:

  Seni peygamber olarak gönderen Allah adiyle yemin verdiriyo­rum, Allah mı bu oruç tutmayı sana emretti?

Peygamber:

  Evet.

Göçebe:

— Elçin iddia eder ki, gücü yetenlerimizin boynunda hac, (Kâ'be'-yi ziyaret) etmek vardır.

Peygamber:

  Doğru söylemiştir.

 Göçebe:

— Seni hak ile peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki bunların üzerine ne fazlalık yaparım, ne de bunlardan herhangi bir şeyi eksiltirim» dedi. Hz. Peygamber:

«Eğer doğru söylemiş ise, kesinlikle Cennet'e girecektir» buyurdu. Buharı, Müslim, Nesei Ehi Eyyüp'ten rivayet ediyorlar:

Bir kişi Hz. Peygamber'e geldi:

__Beni öyle bir amele muttali kıl ki o ameli işleyeyim, beni Cen­net'e yaklaştırıp, Cehennem'den uzaklaştırsın.

Resulü Ekrem:

«Allah'a ortak koşmaksızın kulluk yapacaksın. Namaz kılacaksın, zekât vereceksin, silayı rahm yapacaksın» dedi. Kişi Resûlüllah'm hu­zuru peygamberisinden ayrıldıktan sonra peygamber buyurdu:

«Eğer kendisine emrolunana yapışırsa, Cennet'e girecektir.»

Buhari, Müslim Ebu Hureyre'den rivayet ediyorlar: Bir göçebe Allah'ın Resûlü'ne geldi:

«Ey Allah'ın Resulü! İşlediğim zaman beni Cennet'e götüren bir ameli bana söyler misiniz?..»

Cenab-ı Peygamber:

«Hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmaksizın Allah'a kulluk yapacaksın. Farz namazı eda edeceksin. Farz olan zekâtı vereceksin, Ramazan oru­cunu tutacaksın.»

Göçebe:

«Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim, ne bunun üzerine bir şey artırır, ne de bundan herhangi bir şey eksilti­rim» dedi. Resûlüllah'm huzurundan ayrıldıktan sonra Peygamber bu­yurdu:

«Kim ki, Cennet ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa işte bu kişi­ye baksın.»

Müslim, Cabir'den rivayet ediyor. Bir kişi Resûlüllah'tan sordu: «Ben farz olan beş vakit namazı kıldığım, ramazan orucunu tut­tuğum, helali helal, haramı da haram bildiğim halde bundan fazlasını yapmazsam Cennet'e girebilir miyim?»

Resûlüllah:

«Evet» dedi. Kişi:

«Bunlara herhangi bir şey eklemeyeceğime yemin ederim» dedi.

İbni-Ebi Şeybe, Buhari, Müslim, Ebu Davud,   Nesei ve İbn Mace İbn Abbas'tan rivayet ederler:

Cenab-ı Peygamber, Muaz'ı Yemen'e gönderdi ve buyurdu: «Ey Muaz! Sen kitab ehlinden bir kavme gideceksin. Onlara var­dığında onları Allah'tan başka mabud olmadığına, benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şahidlik etmeye davet et. Eğer buna itaat ederlerse, onlara bildir ki, Çenab-ı Hak onların boynuna beş vakit namazı bir gün bir gecede farz kılmıştır. Eğer buna itaat ederlerse, onlara bildir ki, Cenabı Hak onların boynuna bir sadakayı, (zekâtı) farz kılmıştır. Zen­ginlerinden alınıp fakirlerine verilir. Eğer buna itaat ederlerse, sakın onların mallarının en güzellerini zekât olarak alma. Mazlumun bed­duasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında her­hangi bir perde yoktur.»

Ebu Davud, ve îbn Mace Ebu-Katade bin Rebii'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:

«Allah bana hitaben, senin ümmetine beş vakit namazı farz kıl­dım. Katımda bir ahid yaptım, söz verdim ki, bu beş vakit namaza dikkat edip vaktinde onları eda eden, bir kimseyi Cennet'e sokacağım ve o kimse benim ahdimdedir. Kim ki, bu namazlar üzerinde dikkatli olmazsa, onun için benim katımda herhangi bir ahid, (söz) yoktur, buyurdu.» dedi.

Ebu-Davud Leysi'den rivayet ediyor. Resûlüllah'a vardım, bana di­ni öğretti. Bana öğretilenlerin içinde şu vardı:

«Beş vakit namazın vakitlerinde kılınmalarına dikkatli ol.»

Malik bin Ebi Şeybe, Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace, İbni-Hibban ve Beyhaki Ubbade bin Samit'ten rivayet ettiler:

Resûlüllah'tan dinledim: Beş vakit namaz Allah tarafından kulla­ra farz kılınmıştır. Kim ki beş vakit namazı edâ eder, onlardan her­hangi birisini zayi etmezse, onların hukukunu hafife almadan onları yerine getirirse, (hadisin başka bir lafzında: Kim ki, onların abdestini güzel tutar ve o namazları vaktinde edâ ederse, rüku ve huşu'Iannı tamamlarsa) o kişi için Allah katında bir ahid vardır ki onu affede­cektir. Bunu yapmayan insana gelince, onun Allah katında herhangi bir ahdi yoktur. Allah dilerse affeder, dilerse azabeder.»

Malik, Ahmed, Nesei, İbn Huzeyme ve Hakim, Âmr bin Sad'dan rivayet ettiler:

Babam Saad'dan ve eshabı kiramın bazılarından dinledim: Resû-lüllah'm zamanında iki kardeş vardı. Birisi diğerinden üstündü. Üs­tün olanı vefat etti. Diğer kardeşi de ondan kırk gün sonra vefat etti. Eshab, Resûlüllah'a birincisinin faziletini anlattılar. Cenab-ı Peygam­ber sordu:

— Öbürüsü de namaz kılmıyor muydu?

  Evet, kılıyordu. Zarar yoktu.    (Yani normal    ibâdete    devam ederdi).

Resûlüllah:

«Siz ne bilirsiniz ki onun namazı onu nasıl bir mertebeye götür­müştür?.. (Yani belki namazı onu büyük.mertebelere götürmüştür). Namazın meselesi, ancak bir akan nehir meselesine benzer. Kirli ve sı­kıntılı bir kişinin kapısından akan nehir gibi. Kişi günde beş vakit o nehre girer, yıkanır. Acaba o kişinin kirinden ne kaldığını görüyorsu­nuz? Ne bilirsiniz ki onun namazı onu hangi dereceye yetiştirmiştir?»

Tabarani «Evset»inde Hz. Âişe'den rivayet etti: Resûlüllah'tan dinledim «Cenab-ı Hak, kulları üzerine bir gün bir gecede beş vakit namazı farz kılmıştır dedi.»

Ebu Ya'le, Enes bin Malik'ten rivayet etti. Allah'ın Resulü bu­yurdu:

«Dinlerinden ilk insanlara farz kılınan namazdır. En son kalan da namazdır. İnsanlardan ilk sorulan namazdır. Cenabı Hak:

— Kulumun namazına bakınız. Tamam mıdır? Eğer tam ise, tam yazılır. Eğer eksik ise, «Acaba kulumun nafile namazları var mıdır?»

sorar.   Eğer nafile   namazları var ise, onunla farzını tamamlıyorlar. Sonra Cenab-ı Hak buyuruyor:

«Kulumun zekâtma bakınız, tamam mıdır?

Eğer zekât tam ise, tamam olarak yazılır. Eğer eksik ise Cenab-ı Hak:

«Kulumun sadakasına bakınız» der. Eğer sadakası var ise zekâtı sadakasıyla tamamlanır.»

Ahmed ve Tabarani, Hanzele el-Kâtib'ten rivayet ettiler: «Resûlüllah'tan dinledim: Kim ki beş vakit namazına dikkat eder, rüku ve secdelerini ve vakitlerini dikkate alırsa, onların Allah katın­dan gelen hak bir ibâdet olduğunu bilirse Cennet'e dahil olur.»

Tabaran i«Evset»inde Enes'ten rivayet ediyor:

«Kıyamet gününde kulun ilk hesaba alınan ibâdeti namazdır. Eğer namazı elverişli ve tam ise, diğer ibadetleri de tamdır. Eğer na­mazı fasid ise, diğer ibâdetleri de fesada gider!..»

Ahmed, Îbni-Hibban, Tabarani, Abdullah bin Âmr'dan, o da Resû­lüllah'tan rivayet etmiştir:

Cenab-ı Peygamber bir gün namazdan bahsederek şunları söyledi: «Kim ki, namazlara dikkat ederse, namaz onun için nur ve delil olur. Ve kıyamet gününde kurtarıcı kesilir. Kim ki namazları zayi ederse, onun kıyamet gününde nuru, delili ve kurtarıcısı yoktur. Kıya­met gününde bu kimse Firavn, Haman ve Ubey bin Halefle beraber olur.»

Bezzar Ebu Hureyre'den rivayet etti:

«Namazı olmayan bir kimsenin İslâmda payı yoktur. Abdesti ol­mayanın da namazı yoktur!..»

Tabarani «Evset»inde İbn Ömer'den rivayet etmiştir: «Eminliği olmayan bir kimsenin imanı yoktur.   Abdesti olmayan bir kimsenin namazı yoktur. Namazı olmayan bir kimsenin dini yok­tur. (Yani kâmil dini yok) Namazın dindeki yeri başın vücuddaki yeri gibidir.»

Tabarani «Evset»inde Âişe'den rivayet etti:

«Kim ki beş vakit namaz ile kıyamet gününde Allah'ın huzuruna gelirse, bakılır: Eğer o namazların abdestlerine dikkat etmişse, vakit­lerine, rükülanna, secdelerine dikkat etmiş ise ondan herhangi birşey eksiltmez. Ve bu kişi bu haliyle gelirse, Allah'ın katında onun bir ahdi vardır. Allah onu azaba duçar etmeyecektir. Kim kî namazdan her­hangi bir şey eksilterek gelirse onun Allah katında ahdi yok. Dilerse rahmet eder, dilerse azab eder.»

Tabarani «EvseUinde Enes'ten rivayet eder. Allah'ın Resulü bu­yurmuştur:

«Üç şey vardır. Kim onları korursa o gerçekten benim dostumdur. Kim onları zayi ederse, gerçekte düşmanımdır: Namaz, oruç ve cena­betten yıkanmak.»

Tabarani «Evset»te Ebu Hureyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Re­sulü etrafında bulunan ümmetlerine:

«Bana altı şeye kefil olun, ben de size Cennet'te kefil olayım, dedi. Biz:

«Ey Allah'ın Resulü onlar nedir?» diye sorduk. Buyurdular:

«Namaz, zekât, emanet, tenasül uzvu korumak, karnı haramlar­dan sakındırmak, dili haramlardan tutmaktır.»

Ahmed ve Îbni-Hibban Abdullah bin Âmr'den rivayet ediyor: Bir kişi Resûlüllah'a gelip «Amellerin en üstünü hangisidir?» sor­du. Cenab-i Peygamber «Namazdır)} dedi. Kişi «sonra?»    Resûlüllah «yine namazdır.» Kişi: «Sonra nedir?» Resûlüllah: «Yine namazdır. Bu­nu üç defa tekrar etti. Kişi:

«Sonra nedir?»

«Sonra Allah yolunda cihad etmektir.»

Kişi:

«Benim hayatta annem ve babam vardır.»

Resûlü-Ekrem:

«Anne ve babaya hayırlı davranmayı emrediyorum» buyurdular.

Tabarani, Tarık bin Şahab'tan rivayet ediyor. Tarık, Selmani Fa­risi'nin ibadetleri nasıldır. Bunu öğrenmek için Selman'ın yanında ge­celedi. Selman gecenin sonunda kalktı, namazını kıldı. Tarık hayal et­tiği durumu Selman'dan görmedi. Ve bunu Selman'a söyledi. Selman, cevab olarak:

— Beş vakit namaza dikkat ediniz. Onlar bu yaraların keffaretlerldir. Ama yaranın öldürücü noktalara isabet etmemesi şarttır.   Kişi yatsı namazını kıldığı zaman, onun için üç mertebe oluşuyor:

1. Lehinde de aleyhinde olmayan mertebedir.

2.  O mertebelerden biri vardır ki lehindedir, aleyhinde değildir.

3. Onlardan biride vardır ki aleyhindedir, lehinde değildir.

Binaenaleyh gece karanlığından istifade ederek ve halkın uykulu halinden yararlanarak atına binip mea'silere giden bir kişi için o gece aleyhdedir, lehde değildir. Lehinde olup aleyhinde olmayan kişi de bir kişidir ki gecenin karanlığından ve halkın gafletinden istifade ederek kalkıp namaz kılar. İşte bu kişi için bu gece lehtedir, aleyhinde değil­dir. Onların bir kısmı vardır ki ne lehinde, ne aleyhindedir. O da bir kişidir ki, namazı kıldıktan sonra uyudu. Bunun için gece ne lehinde­dir, ne de aleyhinde!... Sakın aşırılıktan uzaklaş, normal hareket et­meye ve daima yapmaya yapış» dedi.

Deylemi, Hz. Ali'den, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Namaz dinin direğidir.»

Beyhaki «Şuab»ta Hz. Ömer'den rivayet ediyor:

Bir kişi Resûlüllah'a (S.A.V.) geldi ve:

«Ey Allah'ın Resulü! Allah katında İslâm dininde en sevimli şey nedir?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Vaktinde eda edilen namazdır. Kim ki namazı terkederse, onun dini yoktur. (Tam değildir) Namaz dinin direğidir.» buyurdu.

Hakim, Ebu Hureyre'den rivayet ve tasrih ediyor. Allah'ın Re­sulü:

«Kim ki bu beş vakit namaza devam ederse, o gafillerden yazıl­maz. Kim ki bir gecede yüz âyet okursa, o Allah'a itaat edenlerden ya­zılır» dedi.

Müslim, Ebu Davud, Nesei ve İbn Mace, İbn Mesut'tan rivayet et­tiler:

«Kim ki müsfiiman olarak yarın kıyamette Allah ile mülaki olma­yı istiyorsa, namazlara dikkatli olsun. Nerede namazlara çağrılırsa, orada namazları eda etsin.»

Ebu Davud da: «Beş vakit namaza dikkatli olsun. Nerede çağrı­lırsa, orada edâ etsin. Çünkü bu beş vakit namaz (Hüdâ) sünnetlerin-dendir. Cenab-ı Hak, Peygamberimiz için (Hûda) sünnetlerini şeriat kılmıştır. Ben sahabeleri gördüm. Namazdan ancak apaçık münafık olan bir kimse geride kalırdı. Bizi gördüm, bizden herhangi bir kişi safta yeri­ni alıncaya kadar iki kişinin arasına sokulurdu. Bizden herhangi bir kimse yoktu ki onun evinde bir secde yeri olsun. Eğer siz evlerinizde namazı kılıp mescidlerimizi terkederseniz peygamberimizin sünnetini terketmiş olursunuz. Eğer peygamberinizin sünnetini terketmiş olur­sanız şüphesiz ki nankörlük etmiş olursunuz.» ilâvesi vardır.

Ahmed ve Tabarani, Ebu-Tufeyil Âmr bin Vâile'den rivayet etti­ler; «Bir kişi bir kavmin yanından geçti ve onlara selâm verdi. Selâ­mının cevabını verdiler. Onları geçtikten sonra o kavmin arasından birisi «Allah'a yeminim olsun ki, ben Allah için bu adamdan buğzede-yim» dedi. Mecliste oturanlar:

«Yeminlerimiz olsun, sen kötü bir şey söyledin.»

«Yemin olsun ki biz onu bundan haberdar edeceğizi} dediler. Ara­larından birisine:

«Kalk, ona bu haberi ver» diye emir verdiler. Elçi kalktı. Ve ona hakkında söyleneni haber verdi. Kişi vanp Resûlüllah'a dedi:

«Ey Allah'ın Resulü! Müslümanların bir meclisinin yanından geç­tim. Onların içerisinde falan da var idi. Onlara selâm verdim, selâmı­mın cevabını verdiler. Onları geçtikten sonra onlardan bir kişi arka­dan bana yetişti. Bana haber verdi ki onların aralarında bulunan fi­lân adam «Allah'a yemin ederim, Allah için bu kişiden buğzediyorum» demiş. Ey Allah'ın Resulü! Onu çağır, niçin benden buğzettîgini sor.»

Resûlüllah bu kişiyi çağırdı. Arkadaşının söylediğini ona sordu. O da «Evet, ben bunu söyledim» diye itirafta bulundu. Resûlüllah :

«Niçin ondan buğzediyorsun?» buyurdu. Kişi:

«Ben onun komşuşuyum. Onun halini bilenim. Allah'a yeminim olsun, şu doğru ve tacirler tarafından kılınan beş vakit namazdan baş­ka namaz kıldığını görmedim.

Kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Sor. Acaba bu namazı vaktinde tehir ettiğimi hiç gördü mü? Veya abdestinde kusur ettiğimi hiç gördü mü? Rü­kû ve secdesinde kusur ettiğimi gördü mü?

Cenabı Peygamber sordu. Kişi: «Hayır, görmedim» dedi ve devamla:

«Allah'a yemin ederim, onun şu doğru ve yalancılar tarafından tu­tulan bir ay ramazandan başka oruç tuttuğunu görmedim.

Kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Sor. Acaba ramazanda ifrat ettiğimi hiç gördü mü? Veya ramazanın hakkından eksilttiğimi hiç gördü mü?»

Resûlüllah ondan sordu. «Hayır görmedim» dedi ve sonra devam etti:

«Yemin ederim, şu doğru ve facir tarafından edâ edilen zekâttan başka Allah yolunda herhangi bir şeyi infak ettiğini görmedim» dedi. Kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Sor, acaba zekâtın herhangi bir şeyini ket-metmiş iniyim? Veya zekât isteyenlerin herhangi birisine hile yapma­ya kalkmışmıyım?..»

Resûlü-Ekrem sordu. Kişi «Hayır» dedi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü ona:

«Kalk! Bilmem, umarım ki o senden daha hayırlıdır» dedi.

Bezzar ve Tabarani, Malik bin Eşçai'den, o da babasından rivayet etmiştir:

«Bir kişi müslüman olduğu zaman, Cenab-ı Peygamber ilk olarak ona namazı öğretirdi.»

Muhammed bin Nasr el-Mervezi «Kitab ü Sala»da, Tabarani de Ubbade bin Samit'ten rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü ve benim dostum bana yedi hasleti tavsiye buyur­dular:

«Sakın! Paramparça edilirseniz veya yakılırsaıuz veya asıhrsanız dahi Allah'a hiçbir şeyi şerik koşmayınız. Sakın kasten namazı terket-meyiniz. Kim ki kasten namazı terkederse, o milletten (İslâm camia­sından) çıkmış oluyor. Sakın günahlara dalmayınız. Çünkü günahlar, Cenab-ı Hakkı kızdırır. Sakın içki içmeyiniz. Çünkü o bütün günah-lann başıdır.»

Ahmed ve Tabarani, Muaz bin Cebel'den rivayet ettiler. Resûlül­lah bana on kelimeyi vasiyyet ederek, buyurdu:

«Öldürülürsen ve yakılırsan dahi Allah'a bir şeyi şerik koşma. Anan ve baban sana ehlinden ve malından çıkmayı dahi emrederlerse onlara isyan etme. Sakın kasten farz bir namazı terketme. Çünkü farz bir namazı terkeden bir kimse Allah'ın zimmetinden uzaklaşır. Sakın içki içme. Çünkü o her fahişeliğin başıdır. Masiyetten uzak dur. Çün­kü masiyettedir Allah'ı öfkelendiren. Bütün arkadaşların helak olsa dahi bütün insanlara Ölüm isabet etse dahi sakın harp safından kaç­ma. Sen orada sebat kıl. Kendi maundan aile efradına infak et. Edeb yönünden onlardan sapam kaldırma (eksiltme). Onları Allah yolunda (onun için) korkut.

İbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim ve îbn Mace Ebu Hureyre'den riva­yet ettiler. Allah'ın Resulü:

«Münafıkların üzerinde en ağır namaz yatsı ile sabah namazları­dır. Eğer münafıklar yatsı ile sabahın ne olduğunu bilmiş olsaydılar yüz üstü sürünseler dahi onların ikisine katılırlardı.

Ben niyetlendim ki namazı emredeyim, o kılınsın. Namazı kıldıran bir kimseye emredeyim, halka imam olsun. Sonra beraberlerinde ku­caklarla odun bulunan bazı kimseleri alayım. Namaza varmayanlara varayım. Onların üzerinde evlerini ateşle yakayım.» buyurdu!..

Bezzar ve Ebu Ya'la ve Tabarani «Evset»te Enes'ten rivayet etti. Resûlüllah'tan dinledim:

«Kim ki sabah namazını kılarsa, o Allah'ın zimmetindedir. Sakın ha, sizden bir şeyi taleb ettiğinden kaçınmasın.»

Malik ibn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, îbn Mace, İbn Huzeyme ve Beyhaki Sünen'inde İbn Ömer'den, o da Resûlüllah'tan rivayet etti:

«O kimse ki ikindi namazım kaçınrsa sanki o aile efradım ve ma­lım helak etmiştir.»

Ahmed, Ebu Derda'dan:

«Kim ki ikindi namazını kasten terkederse onun ameli yanmış­tır.»

Müslim, Nesei ve Beyhaki, Ebu Basrat Rifai'den rivayet ettiler. Resûlüllah (El-Mahmes) denilen yerde ikindi namazını bize kıldırdık­tan sonra: «Bu namaz, sizden önceki ümmetlere arzedildi. Onlar bu namazı zayi ettiler. Kim ki, bu namaza devam ederse, onun ecri iki defa verilir. Bu namazdan sonra şahid çıkıncaya kadar namaz yoktur. Şahit de yıldızdır.»

İbn Mace ve Hakim ve Beyhaki Sünen'inde Abbas bin Abdulmut-talib'ten rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Ümmetim aksam namazı yıldızlar birbirine geçirilinceye kadar tehir edilmedikçe fıtrat üzre olurlar.»

Ahmed, Tabarani ve Beyhaki, Said bin Yezid'den rivayet ettiler. Resûlüllah buyurdular:

«Ümmetim yıldız çıkmazdan önce akşam namazını kıldıkları müd­detçe fıtrat üzerindedirler.»

Tabarani «Evset»te Âişe'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü bu­yurdu:

«Namazın en efdali akşam namazıdır. Ondan sonra iki rekât kı­lan bir kimseye Cenab-ı Hak Cennet'te bir ev bina eder.»

îbn Saad, Buhari, Müslim, Ebu Musa'dan rivayet ettiler. Bir gece Resûlüllah yatsı namazına çıktı ve buyurdular:

«Müjdeleniniz. Mutlaka Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetindendir ki sizden başka hiç kimse bu namazı kılmamıştır.» Veya şöyle buyur­du:

«Hiç kimse sizden başka bu saatte namaz kılmadı.»

tbni-Ebi Şeybe, Ebu Davud ve Beyhaki süneninde Muaz'dan riva­yet ederler: Resûlüllah ile beraber bir gece yatsı namazı için durduk. Cenab-ı Peygamber yatsıyı tehir etti. Hatta bazıları sandı ki, Resûlül­lah yatsıyı kılmıştır. Veya çıkıp da önümüzde kılmayacaktır. Bunun üzerine Allah'ın Resulü:

«Bu namazı siz ganimet biliniz. Şüphesiz ki, siz bu namazla diğer ümmetler üstünde faziletli kılındınız. Ve sizden önce hiçbir ümmet bu namazı kılmamış tır.»

Ahmed, Hasanı Basri'den, o da Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor. O da, Resulü Ekrem'den:

«Köle olan bir kul getiriliyor. Namazından Ötürü hesaba çekiliyor. O namazda herhangi bir eksikliği var ise, ona niçin onu eksik yaptın diye soruluyor.

«Ey Allah'ım! Sen benim üzerime bir efendiyi musallat kılmıştın. O benî namazımdan meşgul etti» der. Cenab-ı Hak ona:

«Onun maundan kendi nefsin için çaldığını gördüm. Niçin onun çalışmasından nefsin için çalmadın?»

Böylece Cenab-ı Hak o kulunu susturmuş oluyor.»

Ibni Ebi Şeybe, Ebu Davud ve Tirmizi, Abdulmelik bin Rebi'den o da babasından, o da dedesinden rivayet etti:

«Çocuk yedi yaşına geldi mi ona namaz kılmayı emrediniz. On yaş oldu mu namazdan ötürü dövünüz.»

Ebu Davud bir sahabiden rivayet ediyor. Resûlüllah'tan (S.A.V.) sordular:

«Çocuk ne zaman namaz kılar?»

«Sağım solundan ayırd ettiği zaman ona namaz kılmayı emredi­niz.»

İbn Ebi Şeybe ve Tabarani, İbn Mesud'dan rivayet ettiler:

«Namaz hususunda çocuklarınızı koruyunuz. Onları hayra alıştırı­nız. Çünkü hayr alıştırmaktır.» [46]

 

Ortanca Namaz Hakkında Gelen Rivayetler

 

İbn Cerir, Said bin Museyyib'ten: «Allah Resûlü'nün eshabı bir­birlerine geçirilmiş parmaklar gibi ortanca namaz   hususunda ihtilaf ettiler.»îbni Cerir ve îbni Ebi-Hâtim. İbni Ömer'den rivayet ettiler:

Birisi İbn Ömer'den ortanca namazın hangisi olduğunu sordu. Ce-vab:

«O beş vaktin içindedir. Beş vaktin hepsini koru (ve kıl) onu da kılmış olursun» dedi.

İmam Malik «Muvatta»da Hz. Ali (K.V.) ile İbn Abbas'tan rivayet ediyor. Bu iki zat «ortanca namaz sabah namazıdır» diyorlardı. Bey-haki de süneninde bunu rivayet etmiştir.

İbn Cerir Ebul-Aliye tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti:

İbni-Abbas sabah namazını Basra camiinde kıldı. Rükudan önce kunüt okudu. Ve «Bu namaz ortanca namazdır. O namazdır ki, Allah (C.C.) «Namazlarınızın vakit ve erkânlarım gözeterek edasına devam edin. Bilhassa orta namaza dikkat edin» demiştir.

Said bin Mansur ve Abd bin Humeyd, İkrime tarikıyla îbn Abbas'­tan rivayet ettiler:

«Ortanca namaz, sabah namazıdır. Gecenin siyahlığında kılınır.» İbni-Abdulberr «Temhid»inde İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Ortanca namaz, sabah namazıdır. Gecenin siyahı ile gündüzün beyazı arasında kılınır ve insanların elinden en fazla fevtoîunan na­maz odur.»

Tabarani «Evset»te sikka (güvenir) olan kişilerden, İbn Ömer'den rivayet etti. İbn Ömer'den ortanca namazın hangisi olduğu soruldu. Cevab olarak dedi ki:

«Biz; ortanca namaz o, namazdır ki Resûlüllah onun içinde kıb­leye dönmüştür. O da öğle namazıdır diye konuşuyorduk.»

Abd bin Humöyd Mekhul'dan rivayet etti: Bir kişi Resûlüllah'a geldi ve orta namazı sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Ortanca namaz o namazdır ki sabah namazından sonra gelir.» Böylece öğle namazı olmuş oluyor.

Ahmed, Buhari, tarihinde Ebu Davud, İbn Cerir, Tahavi, Rüyani, Ebu Ya'la, Tabarani, Beyhaki, Zeberkan'ın tarikıyla Urve bin Zübeyr1den Zeyd bin Sabit'ten rivayet etti: Cenab-ı Peygamber Öğle namazını Hacira (öğlenin tam sıcağında) vaktinde edâ ediyordu ve eshabma en ağır gelen namaz o olurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «Namazları ve orta namazı koruyunuz» âyetini indirdi. Çünkü ondan önce iki namaz, ondan sonra da iki namaz vardır.»

Nesei ve Tabarani, Zühri'nin tarikıyla Said bin Müseyyib'ten ri­vayet ediyor. Ben bir kavmin yanında İdim. Ortanca namaz hakkında ihtilâfa düştüler. Onların en küçüğü bendim. Beni Zeyd bin Sabit'in yanına gönderdiler ki, ortanca namazı ondan sorayım. Ona geldim ve sordum. Buyurdular:

Resulü Ekem öğleyi tam günün ortasında kılıyordu. O zaman hal­kın bir kısmı günün ortasındaki uykularında bulunuyordu. Bir kısmı ticaretlerinde olurdu. Cenab-ı Peygamberin arkasında ancak bir veya iki saf namaza dururdu. Bunun üeerine Cenab-ı Hak: «Namazları ve ortanca namazı gözetiniz ve itaat edici olarak Allah'a kulluk yapınız» âyetini indirdi. Allah'ın Resulü «Ya halk bu yaptıklarından vazgeçer­ler veya evlerini yakarım» tehdidinde bulundu.

Abdurrezzak, Nafi'den rivayet ediyor: Hafsa validemiz bir kölesi­ne kendisine mushafı yazmak için verdi. Ve «Namazları ve ortanca na­mazı gözetiniz» âyetine vardığında bana haber ver dedi. Köle mushafı yazıp bu âyete gelince Hz. Hafsa'ya haber vermek için geldi. Hafsa kendi eliyle «Namazları, ortanca ve ikindi namazını gözetiniz» yazdı.

Bu rivayetten anlaşılıyor ki Hafsa validemiz yazı yazardı ve Haf­sa validemiz ortanca namazı öğle namazı diye tefsir etmiştir.

El-Ebari «Mesahifnte Süleyman bir Erkam tarikıyla Hasan'dan, İbn Şirin ve İbn Şehabuz-Zühri'den rivayet etti. (Zühri bunların hep­sinden hadis bakımından daha doyurucu idi). Bunlar dediler ki, Ye-mame savaşında Kur'an'm okuyucuları (kurralar) çokça öldürüldük­lerinde, o günde onlarla beraber dörtyüz (400) kişi öldürüldü. Bun­dan dolayı Zeyd bin Sabit, Ömer bin Hattab'a giderek ona:

«Bu Kur*an, bizim dinimizin derleyicisi tek kitabtır. Eğer Kur'an giderse, dinimiz gider. Ben Kur'an'ı bir kitabta derlemek istiyorum.»dedi.

Ömer:

«Bekle! Ta ki Halife Ebubekr'den soralım» dedikten sonra ikisi be­raber Ebubekr*e gittiler ve sordular. Ebubekr:

«Acele etme! Ta ki, Müslümanlarla istişare ediyor» dedi. Sonra hutbeye (konuşmaya) çıkıp halka bunu haber verdi. Halk «isabet et­tin» dediler. Böylece Kur'an'ı cemettiler. Ebu Bekr tellal bağırttı: «Kimin katında Kur'an'dan birşey varsa, getirsin.» Hafsa:

«Siz, namazlara, hassaten orta namaza dikkat ediniz» âyetine var­dığınızda bana haber veriniz, dedi. Bu âyete vardıklarında Hafsa'ya haber verdiler. O da onlara:

«Yazınız. Ortanca namaz ikindi namazıdır» dedi. Ömer, Hafsa'ya: «Senin buna dair bir delilin var mıdır?» Hafsa: «Hayır.» Ömer:

«Allah'a yemin ederim, biz Kur'an'a bir kadının delilsiz olarak şa­hitlik ettiği bir kelimeyi sokmayız» dedi.

Abd bin Humeyd, Müslim, Ebu Davud (Nasih'inde) İbn Cerir ve Beyhaki, Berra bin Azip'ten rivayet ettiler:

«Kur'an namazların üzerine, hele ikindinin üzerine gözetleyici olunuz diye indi. Biz bunu Resûlüllah'm devrinde Allah'ın dilediği ka­dar okuduk. Sonra Cenab-ı Hak bunu neshederek «namazlara ve or­tanca namaza dikkat ediniz» şeklinde gönderdi.»

Berra'ya denildi:

— O halde ortanca namaz   ikindi namazı mıdır?»

Berra:

«Ben size Kur'an'm nasıl indiğini haber verdim ve Allah'ın onu nasıl neshetmiş olduğunu beyan ettim» dedi.

Beyhaki, Berra'dan rivayet ediyor:

«Resûlüllah ile beraber bir zaman «namazlara ve ikindi namazına dikkat ediniz» diye okuduk. Sonra «namazlara ve ortanca namaza dik­kat ediniz» diye indi. Bilmem acaba bu ortanca namaz ikindi namazı mıdır değil midir?»

Abdurrezak, îbni Ebi Şeybe, Ahmed, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Mace, İbni Cerir, İbni Mun-zir, İbni Ebi-Hâtim, Beyhaki, Zürkani yoluyla rivayet ettiler:

Ben Ubeyde'ye dedim ki:

«Hz. Ali'den (K.V.) ortanca namazı sor! Ubeyde de sordu. Hz. Ali (K.V.) cevab olarak dedi ki:

«Biz bunu sabah namazı olarak görüyorduk. Ta Jd Resûlullah'tan Hendek gününde «Onlar bizi ortanca namazdan, ikindi namazından meşgul ettiler. Allah onların kabirlerini ve içlerini ateşle doldursun» dediğini işitinceye kadar.»

İbn Cerir başka bir yoldan Zürkani'den rivayet ediyor:

Ben ile Ubeyde es-Selmani Hz. Ali'ye gittik. Ubeyde'ye Hz. Ali'den (K.V.) ortanca namazı sormasını söyledim. O da sordu. Hz. Ali: (K.V.):

«Biz onun sabah namazı olduğunu zannediyorduk. Hayber'de sa­vaşırken eshab namazı kılamıyacak derecede yoruluncaya kadar savaş­tılar. Vakit tam güneşin batmasından az önce idi. Allah'ın Resulü:

«Ey Allah'ım! Bu kavmin kalblerini doldur. Bu kavim ki bizi or­tanca namazdan meşgul ettiler. Onların kalblerini ve içlerini ateş dol­dur», buyurdu. Ve o gün biz ortanca namazın ikindi namazı olduğunu bildik.»

îbn Ebi Şeybe, Tirmizi, îbn Hibbat'ın, îbn Mesud'dan rivayet etti­ler. Allah'ın Resulü:

«Ortanca namaz ikindi namazıdır» buyurdu.

Îbni-Cerir, İbrahim bin Yezid Dimeşki tarikıyla rivayet etti:

«Abdulaziz bin Mervan'ın yanında oturmuştuk:

Ey filan! Falan sahabiye git. Ondan: Ortanca namaz hakkında Resûlullah'tan neyi dinledin, diye sor? dedi.

Bunun üzerine orada oturan bir kişi dedi ki:

— Ebubekr ve Ömer (R.A.) Resûlullah'tan (S.A.V.) ortanca na­mazı sormam için beni gönderdiler. Ben küçücük bir çocuktum. Pey­gamber benim küçük parmağımı tuttu, «Bu, sabah namazıdır)) dedi. Sonra küçük parmağımı takib eden parmağımı tuttu, «Bu, öğle nama-

zıdır» dedi. Sonra baş parmağımı tuttu: «Bu akşam namazıdır.» dedi. Sonra baş parmağımı takib eden şehadet parmağımı tuttu, «Bu, yatsı namazıdır» dedi. Sonra buyurdu:

«Senin hangi parmağın kaldı?»

«Ortanca parmağım kaldı» dedim.

«Namazların hangisi kaldı?»

«İkindi namazı kaldı» dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:

«İşte o ikindi namazıdır.» dedi.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler:

Biz ortanca namazın ikindi namazı olduğunu zannederdik. Zira ondan önce gündüzün iki namazı var, ondan sonra da gecenin iki na­mazı vardır.»

îbn Ebi Hatim, (Hasen bir senedle) İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Ortanca namaz, akşam namazıdır.

İbn Cerir, Kubeyse bin Züeyb'ten rivayet etti:

Ortanca namaz akşam namazıdır. Görmez misin, o ne namazların en azı gibi, ne de namazların en çoğu gibidir. (Yani ne iki, ne de dört rekâttır. Sefer halinde de kasrolunmaz. Allah'ın Resulü onu vaktin­den tehir etmemiştir ve acele de yapmamıştır.)

Abd bin Humeyd, Muhammed bin Sirin'den rivayet etti:

Bir kişi Zeyd bin Sabit'ten ortanca namazın hangisi olduğunu sordu:

«Bütün namazları kıl. Onu elde etmiş olursun» dedi. [47]

İbn Ebi Şeybe, Abd bin Humeyd, Rebi bin Hayseme'den rivayet ettiler. Bir kişi Rebi'den sordu:

«Ortanca namaz hangi namazdır?»

«Bütün namazları koru. Bunu yaptığın takdirde ortanca namazı elde etmiş olursun. Çünkü o onlardan birisidir» dedi.

İbn Ebi Şeybe, İbn Sirin'den rivayet etti:

Şureyh'ten ortanca namazın hangisi olduğu soruldu:

«Bütün namazları koru. Onu elde etmiş olursun.» diye cevab verdi. [48]

 

İslâm'ın Başında, Namazda Konuşulurdu

 

Veki', Ahmed, Said bin Mansur, Abd bin Humeyd, Buhari, Müs­lim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Cerir, İbni Huzeyme, Tahavi, İbn ul Munzir, İbni Ebi Hatim, İbn Hibban, Tabarani ve Beyhaki, Zeyd bin Eslem'den rivayet ettiler:

«Resûlüllah'm zamanında namaz içinde konuşuluyordu. Kişi na­maz içinde olduğu halde, yanındaki arkadaşıyla konuşuyordu. Ta ki: «Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak namaza durun» cümlesi nazil oldu. O zaman bize sükût emredildi ve namazda iken konuşmaktan menedildik.»

İbni Cerir ve îbnul Munzir, İkrime'den bunun benzerini rivayet etmişlerdir.

Said bin Mansur ve Abd bin Humeyd, Muhammed bin Kâab'tan rivayet, ettiler:

Resûlüllah Medine'ye geldiğinde halk namazda ihtiyaçlarını konu­şurlardı. Tıpkı ehli kitab ihtiyaçlarını namazın içinde konuştukları gi­bi. Bu âyet nazil olunca o zaman konuşmayı terkettüer.

îbn Ebi Hatim, îbn Mesud'tâ'n rivayet etti: «Kânit Allah ve Resûlü'ne itaat eden kimsedir.))

îbn Abbas «kanitîn tâbiri namaz kılıcılar demektir» dedi. Bundan sonra da İbni Abbas: «Her dinin etbai o dinde âsi olarak kaim olurlar. Siz Allah'a itaat ediciler olarak kaim olunuz» mânâsını taşıyor, dedi.

îbni Ebi Şeybe «El Musennef»te Dahhak'tan rivayet etti: «Kânitîn» mutiin, (itaat ediciler) manasınadır.

Îbni-Cerir, İbn Cüreyç'den rivayet etti:

«Namaza kalktığınız zaman sükût ediniz. Hiç kimseyle konuşmayınız. Ta ki namazdan fariğ oluncaya kadar. Çünkü kânit o musalli (namaz kılan) dir ki, fariğ oluncaya kadar konuşmaz.» [49]

 

Namazda Kunut

 

Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace ve Beyhaki sünenin-de Muhammed bin Sirin'den rivayet etti.

Enes bin Malik'ten soruldu:

«Resûlüllah sabah namazında kunut okudu mu?

«Evet, okudu» diye cevab verdi. Soruldu: «Rüküden önce mi okudu?»

Cevab:

«Az olarak rüküden sonra okudu» Havi der ki: Bilmiyorum acaba bu azlık zamanın azlığı mıdır veya kunutun azlığı mıdır.

Yani rüküden az zaman sonra mı okudu veya rüküdan sonra az bir kunut mu okudu? Ravi bunu bilmemektedir.

îbni Ebi Şeybe İbn Ömer'den rivayet ediyor: İbn Ömer ne sabah namazında ne de vitre'de kunut okurdu. Ku­nut kendisinden sorulduğunda:

«Biz, kunutun namazda uzun kıyam ve kıraat olduğunu biliyoruz. Yani bu manâya geldiğini biliyoruz» derdi.

Buhari ve Beyhaki, Ebu Kulabe'den, o da Enes'ten rivayet etti: «Kunut sabah ile akşam namazmdadır.»

İbni Ebi-Şeybe, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Darekutni ve Beyhaki, Berra bin Azip'ten rivayet ettiler:

«Allah'ın Resulü sabah ve akşam namazında kunut okuyordu.»

Tabarani «Esvet»inde Darekutni ve Beyhaki Berra bin Azip'ten rivayet ettiler:

«Resûlü-Ekrem sabah  ve akşam namazlarında kunut okudu.»

Bazı rivayetlerde «Tüm farz namazlarda kunut okurdu» diye gel­miştir. Bu durum, belâların umumî bir tarzda yayıldığı zamana mah­sus olsa gerek. Zira Şafiî mezhebinde böyle bir zamanda her namazda kunut okunur.

Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei, Darekutni ve Beyhaki, Ebu Seleme'den rivayet ettiler. Bu zat, Ebu Hüreyre'den dinledim.

— Allah'a yemin ederim, size Resûlullah'm namazını yaklaştıra­cağım. (Yani onun namazının biçiminde namaz kılacağım. Siz göre­ceksiniz) dedi. Bunun üzerine Ebu-Hüreyre öğle, yatsı ve ikindi nama­zının son rekâtında kunut okudu. Bunu da, rüküdan kalkıp «Semiâl-lahulimen hamiden» dedikten sonra yapıyordu. Ve Müslümanlara dua eder, kâfirlere lanet okurdu.»

Ebu Davud, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

«Allah'ın Resulü bir ara peşi peşine öğle, ikindi, akşam yatsı ve sa­bah namazlarında kunut okudu. Her namazın arkasında (semiâllahu limen hamidehu) dediği son rekâtta Süleym, Rail, Zekvan ve Huseyye kabilelerinden bazılarına beddua ediyordu. Arkasında namaza duran sahabiler de «Amin» diyorlardı.»

Ebu Davud ve Darekutni, Muhammed bin Sirin'den rivayet etti­ler:

«Resûlüllah ile beraber sabah namazını kıldım. Cehab-ı Peygam­ber ikinci rekâtın rükûundan başını kaldırınca azıcık durdu. (Kunut okudu)».

Ahmed, Bezzar ve Darekutni, Enes'ten rivayet ettiler:

«Resûlü-Ekrem dünyadan aynlıp gidinceye kadar sabah namazın­da kunut okurdu.»

İmamı Şafii'nin delilini teşkil ediyor bu rivayet... Darekutni ve Beyhaki, Enes'ten rivayet ettiler:

«Cenab-ı Peygamber bir ay kunut okudu. Kâfirlere beddua ediyor­du. Sonra kunutu terketti. Sabah namazında ise Cenab-ı Peygamber dünyadan ayrılıncaya kadar kunuta devam etti.»

Darekutni, Enes'ten rivayet etti:

«Resûlüllah bir ay müddetle onların aleyhinde kunut okudu, son­ra terketti. Sabah namazında ise, dünyadan ayrılıncaya kadar kunuta devam etti.»

Darekutni, Enes'ten rivayet ediyor:

«Ben Resûlüllah ile namaza durdum. Dünyadan ayrılıncaya ka­dar sabah namazının ikinci rükü'undan sonra kunut okuduğunu gör­düm. Sonra onların (Halifelerin) arkasında namaz kıldım. Onların da sabah namazının son rekâtının rükü'undan sonra dünyadan ayrılın­caya kadar kunut okuduklarını gördüm.»

Resûlüllah ölünceye kadar kunutu okudu, Ebu-Bekr, ölünceye ka­dar, Ömer ölünceye kadar, kunut okuduklannı Bezzar ve Beyhaki, Enes'ten rivayet ederler.

Tabarani «Esvet»inde İbn Mesud'dan rivayet etti:

«Resulü Ekrem hiçbir namazda kunut okumadı. Ancak vitr nama­zında kunut okudu. Fakat Cenab-ı Peygamber harbe gittiğinde bütün namazlarda kunutu okuyordu. Ve müşriklerin aleyhinde bedduada bu­lunuyordu.» [50]

 

Vitirde Kunut Okumak

 

Ebu Davud, Nesei ve İbn Mace, Übey bin Kâab'tan   rivayet etti­ler:

«Allah'ın Resulü, vitirde rükûden önce kunut okudu.»

İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud ve Tirmizi   Hasan bin Ali'den rivayet etti:

«Benim dedem bana birkaç kelime öğretti. Onları vitir kımıltım da söylüyorum: Ey Allah'ım! Hidayet ettiklerin içerisinde beni hida­yet et. Afiyet verdiklerinin içerisinde bana afiyet ver. Emirlerini eline aldıklarının içinde benim emrimi de eline al. Bana verdiğinde bereket kıl. Beni takdir ettiğinin şerrinden koru. Şüphesiz ki sen hükmedersin ve senin üzerinde hüküm yapılmaz. Şüphesiz ki sen kime yardımcı olursan o, zelil olmaz.»

Tabarani ve Beyhaki:

«Kime düşmanlık yaparsan o aziz olmaz. Sen ortaktan münezzeh ve yücesin» kelimelerini de eklemişlerdir.[51]

 

Korku Namazı

 

 (239) Eğer korkarsanız, yaya veya binekli olarak namazınızı kı­lınız. Bu korkulardan emin olarak bilmediğinizi size öğrettiği gibi Al­lah'ı zikrediniz...»

Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:

Bu âyet, korku namazının meşruiyetini getiren âyettir. Malik, Şa­fii, Abduri-ezzak, Buhari, İbni Cerir ve Beyhaki, Nafi tarikıyla rivayet ettiler:

İbn Ömer, korku namazından sorulduğu zaman, imam öne geçer. Halktan bir taife imamın arkasında saf tutar. İmam onların bir rek'ât namazını kıldırır. Onların bir gurubu da onlar ile düşman arasında nö­betçi olarak duracaklardır ve namaza girmiyeceklerdir. İmamla bera­ber olanlar, bir rekâtı kıldıklarında gider nöbet yerinde dururlar, fa­kat selâm vermezler. Bu sefer nöbette olanlar gelir, imamla beraber bir rekâtı kılarlar. İmam selâm verir. Böylece her taife imamla bera­ber bir rekâtı kılmış olur. İmamdan ayrıldıktan sonra her taife ikinci rekâtı tek kılacaktır. Eğer korku daha şiddetli ise yaya olarak, ayaklar üzerinde yürüyerek namazlarını kılarlar. Veya binici olarak kıbleye yönelerek namazlarını kılarlar. Başka yönlere de yüzleri düşerse yine kılarlar.

Nafi; «Zannediyorum ki, îbn Ömer korku namazının bu şeklini Resûlüllah'tan rivayet etti» dedi. [52]

 

Başka Bîr Rivayet

 

îbn Ebi Şeybe, Müslim ve Nesei, Nafi'den, o da İbn Ömer'den ri­vayet etti:

Allah'ın Resulü bazı günlerinde korku namazını kıldı. Onunla be­raber bir taife namaza durdu. Bir taife düşmanın önünde idi. Beraberindekilerin önünde bir rekât kıldırdı. Sonra onlar gittiler. Diğerleri gel­diler. Onlara da bir rekât kıldırdı. Sonra iki taife de tek başına birer rekât namazlarını kıldılar.»

İbn Ömer: Eğer korku bundan daha dehşetli ise, ister binici ola­rak, ister yaya olarak namazı kıl ve işaretle de kılabilirsin)) dedi.

îbn ul Munzir, îbni Ebi-Hâtim, Cabir bin Abdullah'tan rivayet et­tiler:

«Kılıç ve süngü harbi olduğunda kişi başıyla yönü hangi tarafa olursa olsun işaret etsin. Bu da yaya veya binici olarak namazınızı edâ ediniz âyetinin mânâsıdır.»

Abd b. Humeyd Kattade'den rivayet etti:

«Cenab-ı Hak, korkulu olduğun halde sana yaya olarak da binici olarak da namaz kılmayı helâl kılmıştır. Hem yürüyeceksin, hem de namaz için işaret edeceksin. Bu durumda yönün hangi taraf olursa ol­sun.»

îbn Ebi Şeybe ve Abd bin Humeyd, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Kişi, savaşta iki rekâtı kılacaktır. Eğer buna gücü yetmiyorsa, bir rekat kılacaktır. Buna da gücü yetmiyorsa, yüzü hangi tarafta olursa olsun, bir tekbir alacaktır.»

VekT ve îbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Emin olduğunuz zaman» yani seferden çıkıp ikame evine vardığı­nız zaman demektir.

îbn Cerir, îbn Zeyd'den rivayet etti:

Emin olduğunuz zaman, Cenab-ı Hakkın size farz kıldığı gibi na­mazı kılınız. Korku geldiğinde Allah size fırsat vermiştir. Dilediğiniz şekilde kılarsınız.

240) İçinizden ölüp de geride eşler bırakmakta olanlar evlerinden çıkarılma ksızan senesine kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet et­sinler. Amma onlar kendiliklerinden çıkarlarsa, artık onların meşru olarak kendileri için yaptıklarından dolayı   size sorumluluk yoktur...»

îbn Ebi Hatim, Ata yoluyla İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Daha önce kocası ölen bir kadına bir seneye kadar nafakası ve süknası verilirdi. Bu âyeti, miras âyeti neshetti. Miras âyeti kadına ko­casının çocuğu varsa terekesinden sekizde bir, yoksa dörtte bir verdi.»

Buharı ve Beyhaki süneninde İbn Zübeyr'den rivayet etti:

«Ben Hz. Osman'dan sordum. Bu âyeti miras âyeti neshetti. Niçin bu âyeti yazdırıyorsun? Onu birakmıyalım mı?

Hz. Osman (R.A.):

«Ey yeğenim! Kur'an'dan hiçbir şeyi   yerinden bozmaya hakkım

yoktur» dedi.

İbn Cerir bu âyetin tefsirinde Ata'dan rivayet etti: ((Kadının kocasından mirası ölüm   gününden sene sonuna kadar dilerse, onun evinde durmaktı. Dilemezse kocalara herhangi bir mesu­liyet düşmez. Sonra bu âyeti, miras âyeti neshetti.»

Ebu Davud, Nesei ve Beyhaki, İkrime'den, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

 (240) İçinizden ölüp de geride eşler bırakmakta olanlar» âyeti «içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi kendilerine dört ay ongun beklerler» âyetiyle neshedildi. Cenab-ı Hak ikinci âyetle onlara ya malın dörtte biri veya sekizde birini farz kıldı. Bir seneye kadar bek­lemeyi de dört ay on güne çevirdi.»

İmam Şafii ve Abdurrezzak, Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiler: «Kocası ölen kadına mirasından başka bir nafaka verilmez.»

îbn Rehaviye tefsirinde Mukatil bin Hayyan'dan rivayet etti: Taif ehlinden bir kişi Medine'ye geldi. Beraberinde erkek ve kız olarak çocukları vardı. Anne ve babası ve hanımı vardı. Medine'de bu za t vefat etti. Durum Resûlüllah'a arzedildi. Cenab-ı Peygamber an­ne ve babaya ve evlâtlara bilinen şekilde verdi. Hanımına birşey ver­medi, fakat bir seneye kadar onun malından kendisine nafaka veril­mesini emretti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «İçinizden Ölenlerin geride bıraktığı eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu bekle­me süresi dolduğunda artık onların kendi haklarında...» âyeti sonuna kadar indirdi.

 (241)  Boşanmış kadınların maruf bir tarzda ve miktarda yarar­lanmaları vardır...»

îbni Cerir, İbn Zeyd'den rivayet etti:

«Bu ihsan edenler üzerinde borç bir haktin» âyeti nazil olduğunda bir kişi «Eğer ihsan edersem veririm, istemezsem vermem» dedi. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti inzal buyurdu.

İbn-ul Munzir, Ali bin Ebi Talib'ten rivayet etti: İster hür olsun ister cariye boşanmış her müslüman kadının, bir mut'ası vardır» sözünü dedikten sonra «Boşanmışların maruf bir tarz­da yararlanmaları vardır» âyetini okudu.

Beyhaki, Kattade'den rivayet ediyor:

Bir kişi hanımım kadı Şureyh'in yanında boşadı. Kadı Şureyh ki­şiye:

«Sen ona meta verdin mi?»

Kadın:

«Benim onun üzerinde herhangi bir metaım yok. Çünkü Cenab-ı Hak «Boşanmışların maruf bir tarzda yararlanmaları vardır ki korkup sakınanlar üzerinde bir haktır», ve yine «bu ihsan edenler üzerine borç bir haktır» dedi. Kocam ise, bu iki sınıfa da girmemektedir.» dedi.

243) Binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara 'ölün' dedi, sonra da onları diriltti...»

Bu âyetin tefsirinde selef şunları söylemiştir:

Veki' ve îbni Cerir, Said bin Cübeyr tankıyla İbn Abbas'tan riva­yet ettiler:

Bunlar dört bin kişi idi. Taundan (yani koleradan) kaçarak çıktı­lar «Öyle bir yere gideceğiz ki orada ölüm olmasın» dediler. Sonunda şöyle bir yere vardılar. Allah onlara «ölünüz» dedi. Hepsi ölüverdi-ler. Peygamberlerden birisi onların yanından geçti. Onları ölü görünce, Rabbinden onları diriltmesini istedi, ta ki Allah'a ibadet etsinler. Ce­nab-ı Hak onları diriltti.)

Abd bin Humeyd ve İbni Ebi-Hâtim, İkrime tarikıyla İbn Abbas'­tan rivayet etmiştir:

«Bunlar dört bin kişi idi. Daverden adlı bir köyün ahalisi idiler. Koleradan kaçarak memleketlerinden çıktılar.»

îbn Cerir ve îbn ul Munzir, Esbat tarikıyla Süddi'den, Ebi Malik'-ten rivayet ettiler:

«Daverden isimli bir köy vardı. «Vasıt» şehrine yakındı. Onlara kolera isabet etti. Bir gurup memleketinde durdu, diğer bir gurup kaç­tı. Duranların çoğu yok oldular. Gidenler, veba hastalığı kalktıktan sonra döndüler. Kalanlar «Bizim arkadaşlarımız bizden daha tedbirli idiler. Eğer onlar gibi yapsaydık sağlam kalırdık. Eğer ikinci bir kole­ra hastalığı geldiğinde hayatta kalırsak onların yaptığı gibi yaparız.» dediler. Ertesi sene kolera hastalığı yine başgösterdi. Bu sefer hepsi çı­kıp memleketi terkettiler. Otuz bin kişiydiler. Geniş bir vadiye gelince­ye kadar yürüdüler. Orada konakladılar. Vadi iki dağ arasında idi. Ce-nab-ı Hak onların üzerine iki melek gönderdi. Meleğin birisi vadinin en üst, ikincisi de en alt noktasında durdu. Melekler «ölünüz» diye on­lara seslendiler. Hepsi öldü. Allah'ın dilediği kadar cesedleri yerde kal­dı. Sonra «Hazkil» isimli bir peygamber yanlarından geçti. O kemikle­ri gördü. Hayretle o kemik yığınlarına baktı. Cenab-ı Hak ona vahyetti:

— Ey Hazkil! Onlara, ey kemikler, Allah, sizin bir araya gelmeni­zi istiyor» diye çağırmasını emretti. Çağırması üzerine kemikler vadi­nin başlangıcından son noktasına kadar   birbirlerine doğru gelip bir­birlerine yaklaştılar. Hangi cesetten olan kemik ise, o cesede yaklaştı. Ve böylece kemiklerden cesedler oluverdiler ki ne kan var, ne et. Son­ra Cenab-ı Hak, Peygamberine:

— Onlara, ey kemikler! Allah emreder ki siz sırtınıza et giy direşi­niz.

Bunun üzerine kemikler et giydiler. Sonra Allah ona vahyetti: Onları çağır: Ey cesedler! Allah kalkmanızı emretti..»

Böyle çağırdıktan sonra hepsi diri olarak kalktılar ve memleket­lerine dönüş yaptılar. Ve memleketlerinde hiçbir şey giymeksizin dur­dular. Ancak sırtlarında yağlı bir keten vardı. O zamanın ehli onların öldüğünü biliyordu. Böylece durdular ecelleri gelince gittiler.»

Esbat diyor ki, Mansur, Mücahid'den rivayet etti:

Onlar dirildikten sonra Konuşmaları «Subhanekeallahümme, Rab­bena vebihamdık.   Laiiaheilla ente.» (Ey Rabbim! Ey Allahım. Sen ortaktan münezzehsin. Senin hamdinle bunu söylüyorum. Senden başka mabud yok.)

İbn Ebi Hatim, Said bin Abdulaziz'den rivayet etti: «Bunlar Ezruât denilen memleketin ahalisi idiler.»

Ebi Salih; âyetin tefsirinde: «Bunlar, dokuz bin kişi idi» diyor.

Abd bin Humeyd, Katade'den rivayet ediyor:

Allah, ölümden kaçtıkları için onlardan buğzetti. Hepsini ceza olarak öldürdü. Sonra diğer ecellerini yaşasınlar diye diriltti. O ecelle­ri geride kalmasaydı onları Cenab-ı Hak tekrar diriltmezdi.»

Abd bin Humeyd, Dahhak'tan rivayet ediyor:

İsrailoğullarından bir halka belâ isabet etti. Şiddete maruz kaldı­lar. Beladan şikâyet ettiler ve «keşke biz ölseydik de bu belâdan rahat olsaydık» dediler. Bunun üzerine Allah, Hazkil (a.s.) peygambere vahy gönderdi:

«Senin kavmin belâdan çağrışıyorlar ve iddia ediyorlar ki ölürler­se istirahate kavuşacaklardır. Acaba ölümde onlar için hangi istirahat vardır? Onlar benim onları ölümden sonra diriltmeğe kadir olmadığı­mı mı sanıyorlar? Sen şöyle şöyle mezarlığa git. Orada dört bin kişi vardır. İşte onlar, hakkında bu âyet nazil olan kimselerdir. Orada dur ve onları çağır. Onların kemikleri dağılmıştır. Kuşlar ve yırtıcı hayvan­lar onları parçalamıştır.

Hazkil (a.s.):

  Ey kemikler! Allah sizin bir araya gelmenizi emrediyor,    diye çağırdı. Her insanın kemiği bir araya geldi. Sonra:

  Ey kemikler! Allah damarlar ve damanmsı yapışkan maddele­rin sizde bitmesini emrediyor, dedi. Böylece kemikler birbirlerine yapış­tılar, damarlarla muhkemleştiler. Ve ikinci bir kez Hazkil onlara:

  Ey kemikler! Allah size et giymenizi emrediyor, dedi. Böylece kemiklere et giydirildi, etten sonra da deri. Onlar cesedler haline gel­diler. Sonra Hazkil üçüncü kez onlara:

— Ey ruhlar! Cenab-ı Hak size bu cesedlere geri gelmenizi emredi­yor, dedi. Böylece Allah'ın izniyle ayağa kalktılar, hepsi bir kişinin Tek­biri gibi Tekbir aldılar.

İbn-i Cüreyc, Ata'dan rivayet ediyor:

Bu, bir darbı meseldir. Yani vaki olan bir kıssa değildir.

Amr bin As:

Bunlar Zaver dağının ehli idiler. Zaver de Vasıt'a bir fersah mesa­fededir, diyor.

«Allah insanlara karşı fazl ve ihsan sahibidir. Ancak insanların çoğunluğu şükretmez...»

Yani Cenab-ıHakkm vermiş olduğu nimetin şükrünü gereği gi­bi yerine getiremezler. Bu kıssada ibret ve delil vardır ki, sakınmak kaçmak insanı kaderin pençesinden kurtaramaz. Ve yine delil vardır ki, Allah'tan kaçmak ancak Allah'a sığınmakla mümkün olabilir. Çün­kü bu kişiler veba hastalığından kaçarak memleketlerini terkettiler. Uzun yaşamak talebinde bulundular. Ve Cenab-ı Hak onların tam kas­tının tersini onlara verdi. Bir anda hepsi ölüverdiler.

İmam Ahmed'in rivayet ettiği şu sahih hadis de, bu kabildendir:

Hz. Ömer Şam'a gitti. «SARG» denilen yere varıncaya kadar yola devam etti. Sarg'de Şam'daki ordu kumandanları Ebu Übeyde bin Cer­rah ve arkadaşları onu karşıladılar. Hz. Ömer'e, Şam'da kolera oldu­ğunu haber verdiler. Hz. Ömer Şam'a gidip gitmemekte tereddüt içeri­sinde idi. Kimisi git, kimisi Medine'ye dön diyordu. Ta ki Abdurrah-man, bin Avf geldi. O bir takım ihtiyaçları için daha önceden gelme­mişti. Abdurrahman bin Avf:

— Benim katımda bu hususta bilgi vardır. Allah'ın Resûlü'nden dinledim: «Bir memlekette veba varsa ve siz de orada iseniz.sakın on­dan kaçarak çıkmayınız. Herhangi bir memlekette vebamn olduğunu işitirseniz sakın oraya gitmeyiniz.» Bunun üzerine Hz. Ömer Allah'a hamdetti ve Medine'ye döndü.

İmameyn (yani Buhari ve Müslim) bu hadisi Sahihayn'da Zühri tarikıyla rivayet etmişlerdir.

«Allah yolunda savaşınız ve biliniz ki şüphesiz Allah işitendir, bi­lendir...»

Bu âyetin yorumunda seleften şunlar gelmiştir.

Nasıl ki sakınmak kaderin   önüne geçmiyorsa   cihaddan kaçmak

böyledir. Zira cihad eceli yaklaştırmaz, ondan kaçmak da eceli uzak-laştırmaz. Belki ecel mahtumdur (gelmesi yüzde yüzdür), rızık da maksumdur (taksimlidir). Herşey nizamla takdir edilmiştir, ne.fazla­lık vardır ne eksiklik. (345) Allah'a karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah daraltır ve genişletir ve siz ona döndürüleceksiniz...»

Bu âyetin yorumunda şunlar söylenmiştir:

Cenab-ı Hak bu âyetle kullarını Allah yolunda infak etmeye teş­vik ediyor. Bu âyet Kur'an'ın birçok yerlerinde tekrar edilmektedir. Nüzul Hadisinde Cenab-ı Hak şunları söylüyor:

«Kim yoksul olmayana ve zulme uğramayana karz (borç) vere­cektir?»

İbni-Ebi Hatim - Hasan bin Arefe'den, o da Hallad bin Halife'den, o da Humeydi-Araç'tan, o da Abdullah bin Haris'ten, o da Abdullah bin Mesud'dan rivayet ediyor:

Bu âyet indiği zaman Ebu Dahdah el-Ensari:

— Ey Allah'ın Resulü! Cenab-ı Hak bizden borç mu istiyor?

Allah'ın Resulü:

— Evet ya Ebu-Dahdah, dedi. Ebu Dahdah:

  Ey Allah'ın Resulü! Elini bana göster.

Ravi diyor ki Resûlullah elini Ebu Dahdah'a verdi. Ebu Dahdah:

— Şüphesiz ben Rabbime bostanımı borç verdim. O, bostan ki ora­da 600 hurma ağacı vardır. Ve orada Ümmü Dahdah ile çocukları var­dır.

Ebu Dahdah gelip «Ey Ümmü Dahdah» diye hanımını çağırdı. Ha­nımı, «Buyurun}), dedi. O da «Çık, ben bu bostanı Allah'a borç verdim» dedi. Hadisi îbn Merduyeh, Abdurrahman bin Zeyd bin Eslem'den, o da babasından, o da Hz. Ömer'den merfu olarak bu şekilde rivayet et­miştir.

Hz. Ömer ve selefden bazıları, «Borçtan maksat, Allah yolundaki infaktır» dediler. Bazıları «Bu güzel borçtan maksat, çoluk çocuğuna verdiğin nafakadır}), bazıları «Teşbih ve takdistin) dediler.

«Çok artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?» cümlesine karşılık ve ona benzeri «O, kimseler ki Allah yo­lunda mallarını in fak ederler, onların meselesi yedi başak bitiren, her başakta yüz dâne olan bir dânenin meselesine benzer. Allah dilediğine daha kat kat yapar» âyeti gelir.

îmam Ahmed, Yezid'den, o Mübarek bin Fadale'den, o Ali bin Zeyd'den, o Ebu Osman bin Nebi'den:

  Ben Ebu Hureyre'ye vardım. Ve ona; benim kulağıma geldiği­ne göre sen diyorsun ki bir hasene bin defa bine katlanır. Yani bir mil­yon hasene olur.

— Bunda hayret edilecek ne var? Ben Resûlüllah'tan dinledim. Di­yordu ki «Bir hasene iki milyona varacak kadar katlanır.»

İbn Kesir, «Bu, garip bir hadistir» diyor. Bu hadisin ravileri ara­sında yer alan Ali bin Zeyd bin Cebeha çok münker hadis nakleden ki­şidir. Fakat bu hadisi îbni Ebi-Hâtim başka bir tarikla rivayet etmiş­tir.

Ebu Hallad, Süleyman bin Hallad bin Mueddib bize, Yunus bin Muhammed el-Mueddib ona, Muhammed bin Rifai ona, Ziyad el Ces-sas da ona, Ebu Osman el-Nebi ona, dedi:

Benden daha fazla Ebu Hureyre'nin yaranda oturan birisi yoktu. Ebu Hureyre, benden önce hacca gitmişti. Ben de onun arkasında idim. Baktım ki Basralılar Ebu-Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet edi­yorlar:

  Cenabı Hak bir haseneyi bir milyon hasene yapar.

Ben onlara:

  Rahmet olasıca. Benden daha fazla Ebu Hureyre'nin yanında oturan birisi yok. Ben bu hadisi ondan işitmedim, dedim.

Ben acele ettim ki yolda Ebu-Hüreyre'ye yetişeyim. Baktım ki, hacca gitmiş. Mekke'ye doğru gittim. Bu hadis için onunla mülaki ol­mak istiyordum. Mülaki oldum ve sordum:

«Ey Eba Hureyre! Basralılann senden dinledikleri hadis nedir?» «Hangi hadis?» dedi.

«Onların ifadesine göre sen demişsin ki Allah tek haseneyi bir milyon haseneye katlar (yapar.)»

Ebu Hureyre:

— Ey Eba Osman! Niçin bunda hayret ediyorsun? Cenab-ı Hak de­miyor mu ki «Allah'a, karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı gü­zel bir borcu verecek olan kimdir?» Ve yine Cenab-ı Hak demiyor mu ki «Dünya hayatının metaı âhirette ancaz az bir şeydir». Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, Allah'ın. Resûlü'nden dinledim. Diyordu:

«Şüphesiz Cenab-ı Hak bir tek haseneyi iki milyon haseneye kat­lar, (yapar)»

Bu hadisin manasını, Tirmizi'nin ve başka muhaddislerin Amr bin Dinar, Salim'den, Abdullah bin Ömer'den rivayet ettikleri hadis de tak­viye etmektedir. O, hadis şöyledir:

«Kim ki, herhangi bir çarşıya gidip Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh lehul mülkü ve lehul hamd ve hüve âlâ küllî şey'in kadir (Allah'tan başka ilâh yok. Biriciktir. Onun ortağı yok. Mülk onundur, hamd onundur. O herşeye kadirdir) derse Allah ona bir milyon hasene verir ve onun defterinden bir milyon seyyieyi de siler.»

İbni Ebi-Hâtim, Ebu Zer'a'dan, o İsmail bin İbrahim bin Bişar'-dan, o Ebu İsmail el Mueddib'ten, o îsâ bin Musayyib'ten, o Nafi'den, o İbn Ömer'den rivayet etti:

«Allah yolunda mallarını infak edenlerin meselesi bir dane mese­lesidir ki o dane yedi başak bitiriyor» âyeti celîlesi nazil olduğunda Al­lah'ın Resulü:

«Ey Rabbim! Ümmetime daha fazlasını ver» dilekte bulundu. İşte onun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Resûlü-Ekrem, «Ey Rabbim! Ümmetime daha fazlasını ver» dedi ve onun üzerine «Ancak sabreden­ler hesabsız ecirlerini alırlar» âyeti indi. [53]

 

Meal

 

(246) Görmedin mi ki, İsrailoğullarından bir gurup Musa'dan sonra kendilerine gönderilmiş Peygambere «Bize bir kumandan tayin et ki; (onun kumandasında) Allah yolunda savaşalım.» dediler. O Pey­gamber «Acaba ya size savaş farz kılındığı takdirde savaşmazsanız?» dedi. Onlar «Neden Allah yolunda savaşmıyacakmışız? Memleketimiz­den çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmışız» dediler.   Ne zaman ki, savaş onlara farz kılındı, onlardan çok azı hariç, hepsi yüz çevirdi­ler. Allah zalimleri bilicidir.

(247) Ve Peygamberleri onlara «Şüphesiz ki, Allah size kuman­dan olarak tâlut'u gönderdi.» dedi. Onlar «O nerden bize kumandan oluyor? Biz kumandanlığa ondan daha lâyıkız. Üstelik o geniş bir zen­ginliğe de sahib değildir.» dediler. Peygamber «Şübhesiz ki, Allah onu sizden üstün kıldı. İlim ve geniş cisim yönünden onu artırdı.   Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah (in rahmeti) genişdir.  (Allah) bilici­dir.» dedi

(248) (Onlar Tâlut'un kumandanlığının    delilini istedikleri za­man) Peygamberleri onlara «Onun kumandanlığına nişan, size, içinde Rabbinizden gelen sükûnet, Musa ve Harun ailesinin terekesi bulunan «Tabut»un gelmesidir. Onu melekler yüklenip getiriyor. Şübhesiz ki, eğer mümin iseniz sizin için Tabut'un getirilmesinde bir Âyet (Mu'-cize) vardır.[54]

 

Tefsir

 

(246) «Görmedin mi ki İsrailoğullanndan bir   gurup Musa'dan   sonra kendilerine gönderilmiş peygambere...»

Yahudilerden olan bu cemaat, müşavere için bir araya gelmişler­di. Peygamberleri Hz. Yûşa1 veya Hz. Şemûn veya Hz. Şemûl'e (A.S.)

«Bize İçimizden bir kumandan tayin et ki, emri altında savaşalım. Bi­ze gösterdiğini yapalım.» dediler. Peygamberleri, «Korkanın ki, savaş farz olduktan sonra savaşdan kaçarsınız!» dedi. Onlar, memleketimiz­den Câlût tarafından sürüldük, Akdenizin kıyılarında bulunan Âmâ-lika (Fenike) liler yurdumuzu istilâ ettiler, çoluk çocuklarımızı tutsak yaptılar. Hatta prens ve prenseslerimizden dörtyüz kırk kişiyi bile esir ettiler, deyip harbdan kaçamayacaklarını ileri sürdüler. Fakat savaş farz kılındıktan sonra ancak az bir kısmı hariç diğerleri kaçtı. Riva­yetlere göre kalanları, üçyüz onüç kişi idi. Resullerin adedi kadar!..

Allah'ın emriyle kendilerine kumandan tayin edilen tâluta iti­raz ettiler. Rivayete göre, Peygamberleri onların başında kumandan olacak birisinin tayini için Allah'a yalvardığmda Allah tarafından ken­disine bir ASA (baston) verildi. Onunla kumandan olabileceklerin boylarını ölçerdi. Bu Ölçüye ancak Tâlut'un boyu denk geldi. Tâlut'un fakirliği, sıradan bir çoban veya saka veya tabakçı olması ve Hz. Ya-kub'un oğlu Bünyamin'in soyundan geldiği onları bu itirazları yap­maya zorladı. Çünkü Bünyamin'in zürriyetinde ne Peygamberlik ne de hükümdarlık vardı. Peygamberlik «lavî»nin çocuklarında, hüküm­darlık «Yahuza»nın çocuklarında idi. Bu iki boydan bir çok kimse de hâlâ hayatta vardı. Neden onlara değil de Tâlut'a hükümdarlık veril­sin? Cenabı Peygamber (A.S.) onlara, bu işin tertipcisinin Allah (C.C.) olduğunu, bir de Tâlut'ta hem güç hem de ilim bulunduğunu ifade et­ti. Böylece hükümdarlarda bulunması gereken faktörlerden mühim olan ikisini de belirtmiş oldu. Tâlut'un öncülüğünü gerektiren neden­ler:

1) Allah'ın (C.C.) onu seçmesidir.

2) Siyaseti bilmek için lâzım olan bolca ilimdir.

3) Düşmanların gözünü dolduran ve savaşa dayanan fizikî geliş­mesidir. Zira Tâlut o kadar bedenen gelişmişt ki,    oturduğu halde, ayakta duran normal insanın eli ancak onun başına yetişirdi.

4) Mülkün sahibi Allah'dır. Dilediğine verir.

5) Allah'ın fazlu keremi geniştir. Dilediği   fakir kulunu zengin kılar. îlim sonsuzdur. Kimin hükümdarlığa daha lâyık olduğunu biz­den iyi bilir.

tabut, sandık demektir. «tevb» kökünden geliyor. Manâsı, dönmek demektir. Çünkü bu sandıkta bulunan emanetler tekrar buraya dönüp geliyor. Bu sandıkta Tevrat vardı. Şimşad ağacından yapılmış­tı. (3x2 = 6 Zira' büyüklüğünde idi. Altın ile işlenmişti.

Allah'dan gelen bir sekine Tabut'ta bulunuyordu. «sekine» den maksat, sükûnettir. Musa (A.S.) savaşa çıktığında Tabut'u önde taşıtırdı. Ona bakan İsrailoğulları sükûnete kavuşurlardı. Bâzı tefsirci-ler Tevrat'ın sarihlerinden devşirerek «Sekine'den maksat, sandığın içinde bulunan Zeberced veya Yakuttan yapılmış olan heykeldir. O hey­kelin başı kedi başı gibi, kuyruğu kedi kuyruğu gibiydi. İki de kanadı vardı. İnlerdi. Tabut düşmana doğru yürürdü (!) Onlar da peşinden giderlerdi. Tabut durduğunda dururlar ve o zaman AÎIah'dan yardım inerdi.» dediler. Ne derece doğruluk taşıyor bu rivayet Allah bilir!..

Tefsircilerden bâzıları da «Tabutun içinde Hz. Adem'den Hz. Mu-hammed Mustafa'ya kadar olan Peygamberlerin resimleri bulunurdu.) dedi.

Bâzıları, «Tabut kalbdir. Sekine ise, kalbde bulunan ilim ve ihlas dır. Onun gelmesi demek, kalbinde bulunmayan ilim ve vakan oluş turmaktır.» demişlerdir.

Musa ve Harun (A.S.) âlinin terekesi, Tevrat'ın yazılı bulunduğu tahtaların parçalan, Hz. Musa'nın asası, elbisesi ve Harun (A.S.) sa­ngı idi. Musa ile Harun'un âlinden maksad, çocuklan veya nefisleri­dir. Ya da İsrailoğullarınm diğer Peygamberleridir. Çünkü hepsi Hz. Mu­sa ile Hz. Harun'un amcazadeleridir. Bazı görüşlere göre, Allah (C.C.) Hz. Musa'dan sonra Tabut'u kaldırdı. Onlann gözleri önünde melek­ler Tabut'u indirdi. Diğer bir rivayete göre, Tabut Hz. Musa'dan son­ra diğer Peygamberlerin yanında idi. İsrailoğulları fesada kayınca kâ­firlerin eline düştü. Câlut'un yurduna götürüldü. Tâ ki, Allah Tâlut'u hükümdar tayin edinceye dek orada kaldı. O zamandan sonra onlar büyük bir belâya çattılar. Beş şehirleri silme gitti. «Tabut bize uğur ge­tirmedi» dediler! Tabut'u iki öküze bindirdiler ve saldılar. Melekler, öküzleri Tâlut'un yurduna sürdüler!.. [55]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (246) Ey Habibim! Musa'dan sonra İsrailoğullanndan ileri gelen bir topluluğun müşaveresine vakıf olmadın mı?...»

Bu âyeti celîle, hakkında selefden gelen tefsir:

Abdurrezzak, Ma'mer'den, o Katade'den rivayet etti: Bu âyette bahsedilen Peygamber Yuşa bin Nun'dur. İbn Cerir «Efraim bin Yusuf bin Yakub'tur» dedi. Fakat İbni Cerir'in bu tevili uzaktır. Çünkü bu hadise, Musa'dan uzun bir zaman sonra ve Davud (A.S.) zamanında olmuştur. Nitekim kıssada açıkça bu söylenilmektedir. Davud ile Musa (A.S.) arasında bin küsur seneden fazla bir zaman vardır.

Es Süddi «Bu Peygamber Şem'un'dur» dedi. Mücahid «ŞemviT-dir» dedi. Muhammed bin İshak Vehb bin Münebbih'ten Şem'il bin Ba-li bin Alkame bin Tırham bin Elvehd bin Bahre bin Alkame bin Macid bin Ömer Sa'bin, Azraya bin Safiyye bin Alkame bin Ebu Yaşik bin Karun bin Yes'eb bin Kaiz bin Lai bin Yakub binishak bin İbrahim'dir. Vehb bin Münebbih ve başkalan İsrail oğulları Musa'dan sonra müsta­kim yolun üzerinde bir müddet devam etti. Sonra bidatları ihdas etme­ye başladılar. Bazıları putlara taptı. Aralarında Peygamberler vardı. «Emri:bil-maruf» yapan âlimler vardı. «Nehyi-anilmünker» yapan vaiz­ler vardı. Onlar yaptıklarını yapıncaya dek onları Tevrat'ın yoluna da­vet edenler eksilmezdi. Böylece Allah onların düşmanlarını onlara mu­sallat kıldı. Düşmanlar onlardan büyük bir kitleyi katlettiği gibi birçok kimseleri de esir ettiler. Onlardan birçok beldelerini aldılar. Onlarla kim savaşırsa, onları mağlub eder hale geldi. Çünkü onlar Tevrat'ın ve eski zamanlardan kalan Tabutun (Sandığın) sahibleri idiler. Tabut seleflerinden haleflerine miras olarak kalmıştı. Hz. Musa'ya miras ola­rak geçmişti. Buna rağmen onları sapıklığa götüren durumları devam etti. Bir harpde bazı krallar Tabutu onlardan aldı. Tevrat'ı ellerinden çıkardı. Tevrat'ı hıfzeden kimseler de aralarında pek azdı. Peygamberlik artık onların torunlarından kesildi. Lavi'nin torunlarından kimse kal­madı. Zaten İsrailoğullarmın Peygamberi Lavi'nin zürriyetinden geli­yordu. Ancak hamile bir kadın kalmıştı. Onun kocası da öldürülmüş­tü. Kadını tutup bir evde hapsederek gözettiler. Belki Cenab-ı Hak ona bir çocuk verir de, o çocuk onlara peygamber olur. Kadın böyle bir ço­cuk vermesini yalvararak Allah'dan istedi. Cenab-ı Hak da onun dua­sını kabul etti. Ona bir çocuk ihsan etti. O, da o, çocuğa «Şemvil» is­mini verdi. Şemvil'in manası «Allah benim duamı dinledi» demektir. Bazıları, «Şem'un'u verdi, o da aynı manaya geliyordu» dedi. Ve Cenab-ı Hak onun güzel bir şekilde yetişmesini takdir etti. Peygamber­liğin yaşma geldiği zaman, Cenab-ı Allah kendisine vahy gönderdi. İn­sanları Allah'a davet etmeyi ona emretti. Allah'ın birliğine insanları çağırmayı ona direktif verdi. O da İsrailoğullarını Allah'ın hidayetine davet etti. Onlar «Bize bir' padişah gönder de onun yardımı ile Allah yolunda düşmanlarımızla savaşalım)} diye dilekte bulundular.

Peygamber:

«Ya üzerinizde bir savaş farz edilmiş bulunur da muharebe etmez­seniz? demişti» Onlar:

«Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıldık. Çocuklarımızdan uzak bırakıldık, dediler.»

Ne zaman ki üzerlerine savaş farz kılındı, içlerinden pek az kim­seler hariç diğerleri savaştan yüz çevirdiler.

«Allah cihaddan geri kalan zalimleri pek alâ bilicidir.»

Yani Allah'a vermiş oldukları vaadi yerine getirmediler. Belki ço­ğu cihattan kaçtı. Allah onları bilicidir.

247) Onlara Peygamberleri:

«Allah size Talut'u melik olarak gönderdi», dedi. Onlar:

«Biz hükümdarlığa ona göre daha çok hak sahibi iken, ona mal bolluğu verilmemiş iken nasıl bizi yönetmek üzere hükümdarlık onun olabilir? demişlerdi...»

Bu âyetin yorumu şöyledir:

Onlar peygamberlerinden kendilerine bir padişahın tayinini istedi­ler. Peygamberleri onlara Talut'u padişah olarak tayin etti. Talut as­kerden bir kişi idi. Fakat kıral ailesinden değildi. Çünkü kraliyet Ye-huda'nın torunlarında idi. Talut ise, Yehuda'nın, torunlarından de­ğildi. Bunun için «O nasıl bize hükümdar olur?» dediler. «Biz hüküm­darlıkta ondan daha hak sahibiyiz. Üstelik ona geniş bir servet de ve­rilmemiştir. Yani fakirdir, malı yoktur» diye ilâve ettiler. Bazıları, «Talut bir saka idi» dediler. Bazıları «debbağ» idi dediler. On­lar böylece peygamberlerine itiraz ettiler, karşı koydular. Oysa onların peygamberlerine itaat etmeleri lâzımdı. Güzel söz söylemeleri gerekir­di. Peygamber onlara cevab olarak dedi:

«Allah onu sizin üzerinize seçti. (Yani sizi yönetmek üzere onu seçti.) Allah onu sizden daha iyi tanır. Ben onu kendi nefsimden tayin etmedim. Cenab-ı Hak bana emretti, onu tayin ettim. Cenab-ı Hak onun vücut ve bilgi gelişimini artırdı. Bununla beraber o sizden daha bilgindir, daha zekidir. Şekli sizin şeklinizden daha güzeldir. Kuvveti sizin kuvvetinizden daha fazla, harpte sizden daha sabırlı ve harbi siz­den daha iyi biliyor. Yani hem ilim yönünden, hem şekil yönünden siz­den daha mükemmeldir» dedi.

Peygamberin bu sözünden anlaşılıyor ki, yönetici, padişah, kral, ilim sahibi, ve fizyonomisi güzel olacak, bedeninde ve nefsinde fazla bir kuvveti olacaktır. Sonra peygamber şöyle devam etti:

«Allah o hakimdir ki dilediğini yapar. Yaptığından sorumlu değil­dir. Kullar ancak yaptığından'sorumludurlar. Çünkü Cenab-ı Hak kul­larına şefkat ve merhamet edendir. Allah'ın fazileti geniştir, istediği kulunu rahmetine mazhar eder. Kim yönetmeye, kıral olmaya, padişah olmaya müstahaktır, onu herkesten daha iyi bilir.»

 (248) Peygamberleri onlara şöyle de dedi:

— Onun hükümdarlığının nişanesi size Tabut'un gelmesi olacak­tır. Ki onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Musa ve Ha­nın ailesinin arta kalanları var. Onu melekler taşır. Eğer inanmışsanız bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır...»

Bu âyetin yorumu şöyle gelmiştir:

İbni Cerir ve İbnul-Munzir, İbn Cüreyc'ten, o da İbni Abbas'tan rivayet etti:

Bu hadise Tevrat'ın refolunduğu (kaldırıldığı) ve iman ehlinin memleketlerinden çıkarıldığı zamanda oldu. Diktatörler onları mem­leketlerinden çıkarmışlar, aile efradından uzaklaştırmışlardı. Tabut onlara getirildiği zaman cihad onların boynuna farz kılındı. îsrail-oğullannda iki boy vardı. Birisi peygamberlik boyu, birisi de hüküm­darlık boyu idi. Hükümdarlık boyu ancak hükümdarların sülâlesinden, peygamberlik boyu da ancak peygamberlerin sülâlesinden oluyordu. Peygamberleri onlara «Cenab-ı Hak Talut'u size idareci olarak gönder­di» dediğinde «O nasıl bize idareci olur? Biz idareciliğe ondan daha müstahakız. O iki soydan hiçbirisinden değildir. Ne peygamberlik so-yundandir, ne de hükümdarlık soyundandır.»

Peygamber onlara:

«Cenab-ı Hak, onu size seçip vermiştir, ihtiyar etmiştir» dediyse de, onlar ona riyaseti teslim etmekten imtina ettiler. Peygamber on­lara «Onun hükümdarlığının belgesi size Tabut'u getirmektir, Tabut'-ta sükûn, Rabbinizden gelen huzur vardır. Musa ve Harun ailesinden kalanlar vardır.»

Hz. Musa, Turi Sinadan döndüğü zaman, buzağıya tapanları gör­düğünde Tevrat'ın levhalarını attı ve levhalar kırıldı. Bir kısmı ref-olundu. Yani kayboldu. Hz, Musa, bir kısmının parçalarını topladı. Ta­buta (sandığa) koydu. Amalika Tabut'u ganimet olarak İsrailoğulla-nndan almış götürmüştü. Amalika, Âd kavminden kalan bir kavimdi. Eriha denilen yerde yaşıyorlardı. Melekler, Tabut'u gök ile yer arasın­da taşımak suretiyle getirdiler. İsrailoğulları da buna bakıyorlardı. Ta ki Tabut'u Talut'un yanma koydular. Bunu gördükleri zaman Talut'a teslim oldular, kıral olarak onu ilân ettiler.

Peygamberler, savaşa hazır olduklarında Tabut önlerinde gidiyor­du. Rivayete göre:

— Adem (A.S.) bu Tabut'u ve Hacer ul esvedi (Kabe duvarında bulunan siyah taşı), ve Musa'nın asasını Cennet'ten beraberinde ge­tirmiştir. Kulağıma geldi ki Tabut ile Musa'nın Asası Taberiye gölün-dedir. Ve onlar kıyamet gününden Önce çıkarılacaktır. [56]

İbn İshak ve İbn Cüreyc, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ettiler:

Musa'dan (A.S.) sonra İsrailoğulları arasında halife olarak Yuşa bin Nun kaldı. Onlara Tevrat'ı öğretir, Allah'ın emrini söylerdi. Allah (C.C.) onun canını kabzedinceye kadar devam etti. Sonra onlara onun yerine Kâlib bin Yukana geçti. O da Tevrat'ı onlara yayar, Allah'ın emrini ikame ederdi. Sonra Allah onun ruhunu kabzetti. Onun yeri­ne Hazkil bin Buzi geçti. Hazkil ihtiyar kadının oğluydu. Sonra Ce­nab-ı Hak, Hazikil'in canını aldı. îsrailoğullannıri arasmda bid'atler başgösterdi. Allah'a vermiş oldukları sözü unuttular. Putları diktiler, onlara tapmaya başladılar. Allah onlara İlyas bin Nesi bin Fenhas bin Ayzar bin Harun bin İmranı peygamber olarak gönderdi. İsrailoğullarının peygamberleri, Musa'dan sonra Tevrat'tan ne kadarını unutmuş ise onu tecdid etmek için gönderirlerdi. İlyas (A.S..), İsrailoğullannın krallarından birisinin yanında idi, kralla beraberdi. Kralın ismi Ecan idi. Ecan İlyas'ı diriler, tasdik ederdi. İlyas da onun durumunu tanzim ederdi. İsrailoğullannın diğer kıralları putlar edinmişler ve onlara ta­parlardı. İlyas, durmadan onları Allah'a davet ediyordu. Onlar da İl-yas'ın hiçbir sözünü dinlemiyorlardı. Ancak o kraldan dinlerlerdi. Kralların site devletleri Şam diyarında dağınıktı. Her kralın özel bir arazisi vardı. Ondan yer-içerdi. O kral bir gün İlyas'a:

«Senin çağırmakta olduğun dini batıl olarak görüyorum. Zira İs­railoğullannın filan, filan kralı putlara taptılar. Oysa buna rağmen yer, içer ve nimeti enirler. Onlann dünyasından hiçbir şey de eksilmez» de­di. Bunun üzerine İlyas:

«tnnalillahi ve inna ileyhi raciûn» (Biz Allah'tanız ve ancak ona dö­neceğiz) dedi ve bedenindeki tüyleri diken diken oldu. Sonra kralı terke-dip yanından çıktı. Kral da diğer kralların yaptıkları gibi, putlara taptı. İlyas'tan sonra Elyesa' peygamber olarak geldi. Bu da Allah'ın dilediği kadar îsrailoğullannın yanında kaldı. Sonra Cenab-ı Hak onun ruhunu kabzetti. Onların Elyesa'dan sonra çeşitli kimseleri baş çekti­ler. Hatalar büyüdükçe büyüdü. Büyüğün büyükten miras olarak al­mış olduğu Tabut da onlann yanında idi. Tabut'un içinde sekinet var­dı. Al-i Musa ve Al-i Harun'dan arta kalan şeyler vardı. Savaş açtıkları her düşmanı onunla karşılıyorlardı. Tabut'u önlerine koyarlar ve onun­la dönerlerdi. Onun yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Hak düşmanlarını mağlub kılardı. Fakat hadisat büyüdüğü ve Allah'ın ahdini terkettik-leri zaman bir düşman onlara musallat kılındı. Onu karşılamaya çık­tıkları zaman beraberlerinde Tabut da vardı. Nitekim daha önce de beraberlerinde Tabut'u götürürlerdi... Tabut'un etrafında idiler. Hep­si mağlûp oldular. Tabut ellerinden alındı. Durumları karmakarışık bir hale geldi. Düşman, çoluk-çocuklannı, hanımlarını esir edecek ka­dar onlra güç yetirdi. Onların bir peygamberi vardı. Ona Şem'il deni­lirdi. İşte bu âyette Cenab-ı Hakkın zikrettiği peygamber oydu. Şem'-il'le konuştular:

— Bize. bir,idareci seç. Allah'ın yolunda harbedelim. İsrail oğullarının varlığı kralların üzerinde toplanıp itaat etmek ve peygamber­lere iman etmektedir.

Kral toplulukları alıp düşmanı karşılıyor, peygamber de onun du­rumunu düzeltiyor, ona haber getiriyordu. Böyle yaptıkları zaman iş­leri yolunda giderdi. Ne zaman ki krallar tuğyan edip peygamberlerin emirlerini terkettiler, durumları kötüye doğru gitmeye başladı. Cemaat idarecilere, sapıklıkta uydu. Peygamberlerin emrini terketmeye başla­dılar. Bir" gurup peygamberleri yalanlıyor, onların hiç bir şeyini kabul etmiyordu. Bir gurup peygamberleri öldürüyordu. Bu belâ, îsrailoğul-lan arasında devam etti. Ta ki Şemule:

«Bize bir kral tayin et. Onun riyasetinde Allah yolunda savaşalım, dediler» Şemul onlara:

«Sizde vefa, doğruluk, cihada rağbet yoktur, dedi» Onlar:

«Biz cihattan korkuyorduk. Cihad istemiyorduk. Biz memleketimi­ze hiç kimsenin ayağını bastırmıyorduk. Hiçbir düşman bize galip gel­miyordu. Durum bu noktaya geldikten sonra mutlaka cihad etmemiz lâzımdır, Rabbımıza düşmanlarımızın cihadında itaat edeceğiz. Çoluk çocuğumuz ve kanlarımızı esaretten koruyacağız. Hürriyetlerimizi sağlıyacağız.»

Onlar bunu dedikleri zaman Şemul Cenab-ı Hakk'dan onlara bir idareci göndermesini diledi. Cenab-ı Hak:

«Senin yanında bulunan yağ dolu boynuza bak. Bir kişi yanma gi­recektir. Boynuzdaki o yağ kaynayıp üste çıkacaktır. İşte o İsrail­oğullannın idarecisidir. O yağ ile onun başını yağla ve onlara onu kral olarak tayin et.»

Şem'il o kişinin gelmesini bekliyordu. Ne zaman gelecektir diye intizardaydı. Talut debbağ bir kişi idi. Derileri debbağ ederdi. Bünya-min bin Yakub'un torunlanndandı. Bünyamin'in torunlarında ne pey­gamberlik, ne de krallık vardı. Talut kaybetmiş olduğu bir hayvanını aramak üzere, beraberinde bir hizmetkâr olduğu halde çıktı. Peygam­berin evinin yanından geçerken çocuk Talut'a:

«Şu peygamberin yanına gitsek, hayvanımızın durumunu ondan sorsak. O bizi irşad eder, o hayvan hususunda bize hayır dua ederse iyi olmaz mı? dedi» Talut:

— Vallahi dediğinde herhangi bir beis yoktur, dedi. Ve böylece Ta-lut ve hizmetkârı Şemul'in yanına girdiler. Onlar Şeniul'in yanında, kaybolan hayvanın durumunu söylerken boynuzda bulunan yağ kay­nadı. Şemul kalktı ve boynuzu aldı. Sonra Talut'a «Başını yaklaştır» dedi. O da başını uzattı. Başını yağladı. Sonra «Sen İsraillilerin idare-cisisin, padişahısın. O idareci ki Allah'ın bana tayin etmesini emret­miştir».

Talut'un ismi süryanice Şavud bin Kays'tı. Talut hz. Şemul'in ya­nında oturdu. Halk «Şemul, Talut'u kral tayin etmiştir» dedi. İsrail-oğullannın ileri gelenleri Şem'ul'e geldiler «Talut'un durumu nedir ki, onu bize kral tayin ediyorsun? O peygamberlik ve krallık ailesinden değildir. Bilirsin ki peygamberlik ile krallık Lavi ile Yehude ailesinde-dir» dediler. Şem'ul onlara:

«Cenab-ı Hak onu sizin üzerinize seçti. Onu ilim ve cisimde siz­den daha kuvvetli kıldı» dedi.

Bu kıssayı daha mufassal bir şekilde okumak istiyorsan İmam Su-yuti'nin «Eddur ul Mensur» adlı tefsirine bak.[57]

(248) îbn ul Munzir, İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan «Sekine rahmet ma-na-snidadır» diye rivayet ettiler.

İbni Ebi Hatim, ve Ebu Şeyh, îbni Abbas'tan «Sekine, itminane ve kalbin sükûna kavuşmasıdır)) diye rivayet ettiler.

İbn ul Munzir, İbni Ebi Hatim, İbn Abbas'tan:

«Sekine, kedi kadar bir canlı hayvandır. İki gözü vardı. Gözleri parlardı. İki gurup düşman savaş meydanında bir araya geldiklerinde, sekine ellerini çıkarır, düşmana gösterirdi. Böylece onun korkusundan düşman orduları kaçardı» şeklinde rivayetler naklettiler. Allah gerçeği daha iyi biliyor. Fakat mümkin ki böyle bir silâhı o devirde icad etmiş­lerdi. Veya o devrin peygamberine böyle bir mu'cize verilmiştir.

îbn Ebi Hatim ve İbn Asakir, Said bin Mesud'dan rivayet ettiler: Allah'ın peygamberi bir meclisteydi. Başını kaldırıp göklere baktı.

Sonra başını eğdi. Sonra tekraren başını kaldırıp baktı.   Niçin böyle yaptığı sorulduğunda buyurdular:

«Bu önümüzdeki meclis ehli Allah'ı zikrederlerdi. Onların üzerine sekine nazil oldu. Melekler onu yüklenmekteydiler. Kubbe gibi idi. On­lara yaklaşıldığında içlerinden birisi batıl bir konuşma yaptı. Sekine yeniden göklere kaldırılıp götürüldü.»

Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve tbni Cüreyc, Ebi Malik tari-kıyla İbn Abbas'tan rivayet ederler:

«Sekine altından yapılmış bir tastır. Cennet'ten gelmiştir. Onun içinde peygamberlerin kalbleri yıkanıyordu. Musa (A.S.), Tevrat'ın lev­halarını onun içerisine attı.»

Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve İbni Cerir ve îbn Ebi Hatim, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ettiler. Yahudilikten İslâm'a gelen bu zattan sekinenin ne olduğu soruldu:

— O, Cenab-ı Hak'tan gelen bir ruhtur, kavm bir şey hususunda ihtilâf ettikleri zaman, o, ruh konuşur. Onlara- irade ettiklerinin açık­lamasını yapardı, dedi. Bu rivayetlerin çoğu Tevrat'ın şerhlerinden nakledilen rivayetlerdir. Hakikati Allah bilir deyip geç.. [58].

 

Meal

 

(249) Tâlut askerleri ile birlikte ayrıldıktan sonra «Şüphesiz ki, Allah sizi bir ırmak ile deneyecektir. O ırmaktan içen benden değildir. Ancak onu tatmayan ve sadece eli ile bir avuç avuçlayan bu hükmün dışındadır.» dedi. Ordudan pek azı müstesna o sudan içtiler. Tâlut'un kendisi ile beraberinde iman edenler o ırmağı geçince «Bugün Calut ve ordusuna karşı gelecek kuvvetimiz yoktur.» dediler. Allah'a kavuşa­caklarını zannedenler ise,    «Nice az topluluk, kalabalık topluluğa Al­lah'ın yardımı ile üstün gelmiştir. Allah sabır edenler ile beraberdir.» dediler.

(250) Câlut ve askerlerine karşı çıktıklarında,    «Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sarsılmaz kıl. Kâfir kavime karşı bize yardım et.» diye yalvardılar.

(251) Tâlut ve ordusu Allah'ın izni ile Câlut ve ordusunu peri­şan etti. Davut Câlut'u öldürdü. Allah Dâvut'a hükümdarlık ve hik­met verdi Ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah'ın insanları birbiri ile defetmesi olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı.    Lâkin Allah âlemlere karşı fazilet sahibidir. (Lütfeder onlara).

(252) (Ey Habibim!) İşte bunlar varya Allah'ın Âyetleridir. Biz onları sana Hak olarak okuyoruz.    Şüphesiz ki, sen gönderilmiş pey­gamberlerdensin. [59]

 

Tefsir

 

(249) Tâlut, orduları ile amâlika (Fenike) Ulara karşı savaşmak üze­re yola çıktı. Yola çıkmazdan önce «Benimle beraber evli olmayan, de­likanlı ve güçlü kimseler yola çıksın!» dedi.   Böylece yanında seksen

bin kişi toplandı. Zaman sıcaktı. Bir çölü geçmeye başladılar. Bir ırma­ğı akıtması için Allah'dan dilekte bulunulmasını istediler. Peygamber­leri kendilerine, «oluşmasını istediğiniz ırmağı Allah sizi denemek için verecektir. O nehirden içen benim etbaımdan değildir. O nehirden tat­mayan bendendir.» dedi. Bunun böyle olacağını vahy yoluyla bildi. Eğer yukarıdaki konuşma Peygambere ait değilse, o zaman Peygam­berin haber vermesinden kaynaklanır. Azların dışında hepsi nehirden kana kana içtiler. Bu azlar bir rivayete göre, «üç yüz onüç kişi» idi. Başka bir görüş, «onlar üçbin kişi», diğer bir görüşe göre, «bin kişi» idiler. Rivayet ediliyor ki, bir avuç avuçlayan kandı. Fazla içenler ise, gittikçe daha fazla susadılar. Dudakları karardı. Yürümeye güçleri kalmadı. Ahireti kasdedenler için dünyâ da böyledir.

Tâlut ve beraberindeki ordu nehiri geçtiklerinde, mü'minlerden bir kısmı «Bizim Câlut ve ordusuna gücümüz yetmez! Çokturlar! Kuv­vetlidirler.» dediler. Onların hâlis olanları ve kesinlikle Allah'ın mükâ­fatına inanıp sevabını bekliyenleri, «Nice az kitleler vardır ki, Allah'ın izniyle daha çok olan kitleleri mağlûp etmiştir.» dediler.

(250) Bir tefsire göre, «Câlut ve ordusuna gücümüz yetmez!» diyenler, Tâlut'u dinlemeyip nehirden içenlerdir. «Nice azlar çokları Allah'ın iz­niyle mağlup etti!» diyenler o azlardır. «Allah sabredenlerle beraber­dir.» Âyeti Celîlesi sabrın bir çok müşkülâtın anahtarı olduğunu ve onsuz zaferin elde edilmesinin bir tesadüf eseri olacağını kaydeder. Câlut ve ordusuna yaklaşınca, Tâlut'un ordusu şu duayı yaptı: «Ey Babbimiz! Kalblerimize sabrI boşalt. Harb sahasında ayaklarımızı sarsılmaz ve kaymaz kıl. Kâfir kavme karşı bizi galib getir!»

Böyle dua ile Allah'a iltica ettiler. Önce savaşın temelini teşkil eden sabırla kalelerini doldurdular. Sonra sabrın neticesi olan cesareti ve daha sonra bu ikisinin tatlı meyvesi olan zaferi istediler. Duaları kabul olundu. Calût'un ordusu mağlûp ve perişan oldu.

Talût'un ordusunda «ÎŞA» yedi oğlu ile beraber bulunuyordu. Ye­dinci oğlu Dâvud (A.S.) küçük yaşlı ve koyun çobanı idi. Allah, tsra-iloğullannın Peygamberlerine, «Dâvud (A.S.) Câlut'u öldürecektir.» diye vahy etti. Bundan haberdâr olan Peygamber (A.S.) Davud'un sa­vaşa katılmasını pederi İŞÂ'dan istedi. Dâvud harbe katıldı. Yolda Allah'm emriyle üç taş onunla konuştu: «Bizimle Câlut'u öldüreceksin.» dediler. Davud, taşları torbasına koydu. Savaş meydanına gelince on­ları Câlut'a fırlattı. Câlut'u öldürdü. Sonra Tâlut kızını armağan ola­rak Davud'a verdi. Böylece Allah İsrailoğullarmm hâkimiyetini Da­vud'a verdi. Dâvud'dan önce hiç bir hükümdarda ittifak etmemişlerdi. Üstelik hükümdarlıkla beraber hikmetin tâ kendisi olan Peygamberli­ği de Allah Dâvud kuluna verdi. Bütün bunlarla beraber dört bacaklı hayvanların, kuşların ve öten rüzgârların dilini de Davud'a ihsan et­ti!

Eğer Allah bir kısım insanları diğerlerine musallat kılıp zalimi tepeletmeseydi, kâfiri Müslümana mağlûp düşürmeseydi, kâfirler mer­hametsizlikle diğer insanlara saldırıp yeryüzünü fesada vereceklerdi. Nizam-ı âlem bozulacaktı. Bu manâyı getiren Âyet-i Celîle, nizam-ı âlem için devletin varlığının gerekli olduğunu söyler.

Bâzı kıraatlarda, «Dıfaullahı» gelmiştir. (Yani Allah'ın defetmesi demektir. Müşareket mücerredin manasınadır.)

îşte bu binlerce kişinin yurdundan çıkmaları, Tâlut'un kuman­danlığı, Tabut'un getirtilmesi, zalimlerin kaçmaları ve Davud'un Câ­lut'u tepelemesi, Allanın Âyetleridir. «Kitap ehlinin ve tarihçilerin bil­diklerine uygun bir tarzda sana bunları okuduk. Şüphe götürmez haki­kat şudur ki, sen Peygamberlerdensin! Söylediğin vahy'e dayandığın­dan seksiz ve şübhesizdir.» [60]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

249) Talut ordu ile birlikte ayrıldığında dedi ki:

«Doğrusu Allah sizi bir ırmak ile imtihan edicidir. Kim bundan içerse, o, artık benden değildir. Ve eliyle bir avuç avuçlayanlar hariç, kim ki onu tatmazsa o bendendir...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen rivayetler. îbni Cerir ve İbni Ebi-Hâtim, Süddi'den rivayet ettiler:

Talut'la beraber çıkan ordu seksenbin kişiydi. Talut insanların en cesimi ve en kuvvetlisi idi. Kendisi daima   ordunun önünde yürürdü.

Arkadaşları arkasını takib ederlerdi. Önüne çıkanı asker gelinceye ka­dar kaçırırdı. Ordu sefere çıktığında Talut onlara:

«Cenab-ı Hak sizi bir nehir ile deneyecektir. Kim ki o nehirden içerse benden değildir. Kim ki ondan tatmazsa, o, bendedir, dedi.»

işte böylece Calut'un heybetinden ötürü ondan İçtiler. Onlardan dörtbin (4.000) kişi nehri geçti, seksen altı bin (86.000) kişi geri dön­dü. Nehirden içen susadı. Nehirden içmeyüp, ancak bir avuç alan kana kana içmiş gibi oldu. Talut ve beraberindekiler nehri geçtikten sonra Calut'a baktılar, korktular ve «Bugün Cahit ve askerine karşı bizim takatimiz yoktur» dediler ve üç bin seksen (3080) küsur kişi geri dön­dü, Talut'la beraber Bedir savaşçılarının miktarı kadar üç yüz (300) küsur kişi kaldı.

Îbni-Ebi-Hâtim, îbn Abbas'tan rivayet etti:

«Allah sizi bir nehirle deneyecektir» Yani susamakla deneyecek­tir. Onlar Ürdün nehrine vardıklarında başlarını nehre sokup kana ka­na içtiler. İçen daha da susamaya başladı. Bir avuç almakla iktifa edenlerin ise susamaları geçti.»

İbni Cerir İbni Abbas'tan rivayet eder:

«Talut, ordusuyla beraber Calut'a karşı savaşçı olarak çıktığı za­man, İsrail oğullarına «Filistin ile Ürdün arasında bir nehirle Allah sizi deneyecektir. Suyu tatlı bir nehir» dedi. Böylece her insan kalbin­de olanın miktarını içti. Kim ki ondan bir avuç avuçlarsa ve Talut'a itaat ederse, o itaati sayesinde kana kana su içmiş gibi olur. Kim ki bir avuçtan fazla içdiyse o isyan etti ve susuzluğu da gitmedi.

Talut ve beraberinde iman edenler nehri geçtikten sonra içenler «Bugün Cahit ve askerlerine karşı bizim takatimiz yoktur» dediler. O

zaman kuşkusuz Allah'a kavuşacaklarını umanlar şöyle dediler:

«Nice az bir topluluk daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle ^alip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.»

Bu sözü söyleyenler bir avucu avuçlayanlardır.

Îbni-Cerir, İbni Ebi-Hâtim «Bu nehir, Filistin nehridir») dediler.

Abdurrezzak, Katade'den    «Kâfirler nehirden ne kadar içtilerse kanmazlardı. Müslümanlar bir avucu avuçlamak suretiyle onlara kâfi gelirdi» rivayet etti.

İbni Cerir, Katade'den rivayet etti: Resulü Ekrem Bedir günü ar­kadaşlarına:

«Siz Talut'un Calut'la mülaki olduğu gündeki arkadaşlarının sa­yısı kadarsınız» buyurdu. Sahabe o gün (310) üçyüz on küsur kişi idi.

İbni Ebi Şeybe, Ubeye'den rivayet etti:

«Resûlullah ile Bedre varanlar Talut ile beraber nehri geçenler ka­dar idiler (313) üçyüz onüç kişi idiler.»

îsâ bin Bişr «El Mübteda»sında ve Îbni-Asakir Cüveybir'den o da Dahhak'tan o da İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Onlar üçyüz bin veya üçyüz üç bin ve üçyüz küsur kişi idiler. Ne­hirden içtiler. Ancak (311) üçyüz onbir kişi içmedi. Tıpkı Resûlü-Ek-rem'in Bediideki eshabı kadardılar. Talut, içenleri geri çevirdi. (313) üçyüz onüç kişi ile gitti. Şemul Talut'a bir zırh vermiş idi. «Bu zırh kimin bedenine gelirse işte o Allah'ın izniyle Caiut'u Öldürecektir de­mişti» Talut'un dellalı çağırarak, Talut'un:

«Kim ki Caiut'u öldürürse, ona kızımı, padişahlığımın ve malımın da yansım veririm» dediğini ilân etti.

Allah (C.C.) bu emri Davud bin İşa eliyle yerine getirdi. Davud, Hasrım bin Farid bin Yehuda bin Yakub'un torunlanndandır.

(250) Onlar Calut ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında de­diler ki:

Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sabit kıl ve kâfir­ler topluluğuna karşı bize yardım et...»

Feryadi, Abd bin Humeyd, İbni Munzir ve İbni Ebi-Hâtim müca-hid'den rivayet ettiler:

«Talut, ordusunun enıiri idi. Davud'un babası, Davud'la beraber savaşta olan kardeşlerine birşey gönderdi. Davud, Talut'a:

«Eğer ben Caiut'u öldürürsem bana ne vardır?» dedi. Talut: «Mülkümün üçte birini sana vereceğim, kızımı da sana nikâh ede­ceğim.»

Bunun üzerine Davüd bir torba aldı. Ona üç taş koydu. İbrahim, îshak ve Yakub'un isimlerini üzerlerine yazdıktan sonra elini torbaya sokup «Mabudum olan Allah'ın ismiyle! Ecdadım İbrahim, îshak ve Ya­kub'un mabudu olan Allah'ın ismiyle» dedi ve üzerinde ibrahim yazılı taşı çıkardı. Onu sapana koydu. Onunla Calut'a attı. Ve onun başın­dan otuzüç kemiği kırdı. Ve Calut'un arkasında bulunan ordudan da otuz bin kişi öldürüldü.

Abdurrezzak, İbn Cüreyc, Cerir, îbn ul Munzir ve İbni-Ebi Hatim, Vehb bin Münebbıh'ten rivayet ettiler:

Talut, Calut'un meydanına çıktığında Calut:

«Benimle savaşan birisini meydana çıkarınız. Eğer o beni öldürür­se, benim mülküm sizin olur. Ben onu öldürürsem sizin mülkünüz be­nim olur.» dedi.

Böylece Davud'u, Talut'un yanma getirdiler:

«Eğer Cahit"u öldürürsen kızımı sana veririm. Malımda seni hakim kılarım» dedi. Talut ona bir zırh giydirdi. Davud, zırh ile savaşmayı hoş görmedi.

«Eğer Allah ona karşı bana zaferi vermişse, silâh hiçbir şey ya­pamaz» dedi ve taş torbasını alıp, sapanla meydana çıktı. Torbada taş­lar vardı. Calut sordu:

«Sen mi evvelâ atarsın, yoksa ben mi?»

Davud:

«Evvelâ ben atarım» dedi. Calut:

«Azab olasıca! insanın köpeği kovalamaya çıkması gibi benim meydanıma sapanınla, taşlarla çıktın. Senin etlerini parçalar, seni bu­gün kuşlar ve yırtıcı hayvanlara yem yaparım» dedi. Davud:

«Sen Allah'ın düşmanısın. Köpekten daha berbatsın».

Bunun üzerine Davud bir taş aldı, sapan ile ona taşı fırlattı. Taş Caludun iki gözünün arasına isabet etti. Taş onun dimağına yerleşin-ceye kadar gitti. Bu vuruştan Calut bir feryat kopartt. Beraberin­de bulunanlar kaçmaya başladılar ve Calut'un başı kesildi.

İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim, Essüddi'den rivayet ettiler:

«Nehirden içme günü Talut'la beraber geçen (313) üçyüz onüç ki­şiden birisi Davud'un babası idi. Davud onun en küçük çocuklarından birisiydi. Böylece babasına gelerek:

«Ey Babam! Ben sapanımla neye atarsam onu vururum» dedi. Ba­bası:

«Müjdelen! Cenab-ı Hak senin rızkını sapanında kılmıştır» dedi. İkinci bir gün geldi:

«Ey Babam! Ben dağlar arasına girdim. Kükremiş bir aslan gör­düm. Ona bindim, onun kulaklarından tuttum. Hiç te beni heyecana sokmadı» dedi. Babası:

«Ey oğlum! Müjdelen, bu bir hayırdır, Allah sana verecektir.» Sonra üçüncü günü geldi ve:

«Ben dağlar arasında yürüyorum, yüzüyorum, teşbih ediyorum. Benimle beraber teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur» dedi. Babası:

«Ey oğlum! Müjdelen. Bu bir hayırdır, Allah sana vermiştir» dedi.

Başka bir rivayet: Davud çoban idi. Babası onu evde bırakmıştı. Babasına ve kardeşlerine yemek getirirdi. Bu esnada Peygambere için­de yağ bulunan bir boynuz ve demirden bir elbise getirilmişti. Onu Talut'a gönderdi:

«Calut'u öldüren arkadaşınız bu boynuzu başının üzerine takacak­tır. Boynuz yağ ile kaynayacaktır ve yağ onun yüzünün üzerinde ak­mayacaktır. Tıpkı padişahların başındaki taç gibi onun "başında kala­caktır ve bu elbiseyi giyecek, onu dolduracaktır» dedi.

Bunun üzerine Talut, İsrailoğullarmı çağırdı. Tecrübe etti. Hiçbi­risi bu vasfa uygun değildi. Hepsi bunu giydikten sonra Talut, Da­vud'un babasına:'

«Senin geride kalmış bir çocuğun var mıdır?» diye sordu. Babası:

«Evet. Bir oğlum var. ismi Davud'dur. O bize yemek getiriyor» de­di.

Davud babasına geldiğinde yoldan üç taş aldı. Taşlar onunla: «Ey Davud! Bizi al, bizimle Calut'u öldür.» diye konuştular.

Onlan aldı ve bir torbaya koydu. Talut da «Kim Calud'u öldürür­se kızımı ona zevce olarak verir, onu mülkümde kendime naib kılarım»

demişti. Davud geldiğinde boynuzu onun başına koydular. Boynuz fı­kır fıkır kaynadı. Yağı çıktı. Elbiseyi ona giydirdiler. Elbiseyi doldur­du. Bu elbiseyi ondan Önce giyen içerisinde küçük kalırdı. Davud giydi- :; ğinde elbise daraldı ve eksilmeye başladı. Sonra Calut'un meydanına çıktı. Calut insanların en cesuru idi, iskelet bakımından korkunçtu. Fil gibi kuvvetli idi. Davud'a baktığında kalbine korku girdi. Davud'a:

«Ey genç! Sen geri dön. Ben sana merhamet ediyorum. Seni öl­dürmek bana ağır geliyor» dedi. Davud:

«Hayır, dönmem, ben seni öldüreceğim» dedi. Ve taşı çıkardı. Sa­panına koydu. Her çıkardığı taşla bismillah diyordu. «Bu, babam İs­mail'in ismine» dedi. İkincisine, «Bu, babam İshak'ın ismine» dedi. Üçüncüsüne «Babam İsrail'in ismine» dedi. Sonra sapanını çevirdi. Taşlar bir ta§ haline geldiler. Sonra taşı fırlattı. Taş Calut'un tam iki gözünün arasına değdi. Başını deldi. Ve onu öldürdü. O taş hangi in­sana isabet etti ise onu da öldürürdü. Taşın karşısında hiç kimse kal­madı ve hepsi kaçtılar. Davud, Calut'u öldürdü ve Talut'a döndü. Ta­lut kızını Davud'a verdi ve onu mülkünde naib kıldı. Halk Davud'a meyletti. Onu sevdiler. Talut bunu görünce nefsinde kırıldı ve Davud'a haset etti. Onu öldürmek istedi. Davud, Talut'un bu fikrine vakıf ol­du. Yatak odasında örtülü bir içki dağarcığı vardı. Onu yatağına koy­du. Talut Davud'un yatak odasına girdiğinde Davud oradan kaçmıştı. Yatakta olan dağarcığa vurdu. Onu deldi ve ondan içki aktı. «Allah Davud'a rahmet eylesin. Amma da çok içmiştim  [61] dedi. Sonra Davud onun evine geldi. O uykuda idi. Onun başının ucuna iki, ayaklarına, yanma, sağına ve soluna ikişer ok koydu ve çıktı. Talut uyanınca ok­ları gördü ve tanıdı.

«Allah Davud'a rahmet eylesin! O benden daha hayırlıdır. Ben onu elde ettim, öldürdüm. O beni elde etti, fakat öldürmedi» dedi. Son­ra Talut bir gün binip çöle çıktı. Davud'un çölde gezdiğini gördü. Ta­lut bir atın sırtında idi. «İşte bugün Davud'u Öldüreceğim» dedi. Davud korktuğu zaman hiçbir at ona kavuşamazdı. Talut onun arkasın­da atı koşturdu. Fakat Davud kaçıp bir mağaraya sığındı. Cenab-ı Hak, ankebuta,    (örümceğe) ağını   örmesini emretti. Örümcek mağaranın baktı. «Eğer Davud buraya girseydi örümcek ağını yırtardı» deyip ora­yı terketti. Talut öldürüldükten sonra Davud onun yerine geçti. Allah Davud'u peygamber kıldı. Evet, «işte ona nur ve hikmeti verdik» âye­tinin manası budur. Hikmet peygamberliktir. Allah, Şem'undan sonra peygamberliğini Davud'a vermiştir. Mülk de Talut'un mülküdür. Al­lah (C.C.) Talut'un saltanatını Davud kuluna vermiştir.

 (251) Eğer Allah insanların bir kısmı ile bir kısmını def etmesey­di yeryüzü mutlaka fesada uğrardı...»

İbni-Cerir ve İbn Adiyy (zaif bir senedle) tbn Ömer'den rivayet ettiler «Allah'ın Resulü; salih bir müslümandan ötürü Cenab-ı Hak, komşularından yüz hane halkından   belâyı uzaklaştırır»   buyurdu ve 0sonra bu âyeti okudu.

îbn Cerir (zaif bir senedle) Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti: «Allah'ın Resulü «salih müminin salihliği sayesinden çocuğu, çocuğu­nun çocuğu ve etrafındaki insanlar salih olur? O onların içinde kal­dıkça onlar Allah'ın himayesinde olurlar.» buyurdu.»

Îbni-Ebi-Hâtım ve Beyhaki «Şuab ul İman» da İbn Abbas'tan riva-

yet ettiler:

«Allah namaz kılanın yüzü suyu hürmetine kılmayandan belâyı uzaklaştırır. Haccedenîn yüzü suyu hürmetine haccetmeyenden, zekât verenin yüzü suyu hürmetine zekât vermeyenden belâyı defeder.»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Eğer Allah doğru kulunun yüzü suyu hürmetine facir kulundan belâyı defetmeseydi yeryüzü onların helak olmasıyla fesada gidecek­ti.»

Abd bin Humeyd, Katade'den rivayet etti:

«Allah, mümini kâfir ile belâlandırır. Kâfire müminin yüzü suyu hürmetine afiyet verir.»

«Yer fesadata gidecekti» yani yerdekiler helak olacaktı, diye İbn Cerir, Rebi'den rivayet etti.

îbn Cerir, Ebi Müslim'den rivayet ediyor: Hz. Ali'den (K.V.) dinledim. Şöyle diyordu:

«Eğer müslümanlann kalıntıları içinizde olmasaydı helak olacak­tınız.» [62]

 

Ebdallar Konusu

 

Ahmed, Hakim-i Tirmizi ve îbn Asakir, Hz. Ali'den rivayet ettüer:

Resûlüllah'ı (S.A.V.) dinledim. «ebdallar Şam'dadırlar. Dört kişidirler. Onlardan birisi vefat edince Allah onun yerine başka bir ki­şiyi seçer. Yağmurlar onların yüzü suyu hürmetine verilir. Düşmana karşı galebe onlann yüzü suyu hürmetine olur. Onların yüzü suyu hür­metine Şam ahalisinden azab uzaklaştırılır.»

îbn-i Asakirin rivayetinde «Onların yüzü suyu hürmetine yeryüzü ahalisinden belâ ve Tufanı Nuh gibi bir tufanın gelmesi uzaklaştırılır»

şeklindedir.

El Halâl «Keramet ul Evliya» adlı kitabında Hz. Ali'den rivayet ediyor:

«Cenab-ı Hak, bir köyde bulunan yedi mümin kişinin yüzü suyu hürmetine o köyden belâyı defeder.» [63]

 

Kırklar

 

Tabarani «Evset»te (Hasen bir senedle) Enes'ten rivayet etti:

«Yeryüzü kırk kişiden hali değildir. Onlar Halilurrahmamn ben­zeridirler. Onlann yüzü suyu hürmetine size yağmur verilir. Onlann yüzü suyu hürmetine siz düşmana galib gelirsiniz. Onlardan birisi öl­dü mü onun yerine Cenab-ı Hak başkasını tayin eder.»

Tabarani «Kebir»inde Ubbade bin Samit'ten rivayet etti:

«Allah'ın Resulü «ümmetimden Ebdal otuz kişidir. Onlann adale­ti ile yeryüzü kaim olur. Onlann yüzü suyu hürmetine yağmur yağar ve onlann yüzü suyu hürmetine düşmana galebe çalarsınız.» buyurdu.» [64]

 

Yediler

 

Ahmed «Zühüd»de, Halâl «Keramet Evliya» kitabında (sahih bir senedle) İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Nuh'tan sonra yeryüzü yedi kişiden hali olmamıştır. Allah onla­nn yüzü suyu hürmetine yeryüzünün ehlinden belâyı defeder.»

Halal (zaif bir senedle) İbn Ömer'den rivayet etti:

«Allah'ın Resulü «Daima kırk kişi vardır. Allah onlann yüzü su­yu hürmetine yeryüzünü korur. Onlardan bir kişi ölürse, Cenab-ı Hak onun yerine başkasını tayin eder. Onlar yeryüzünün tümüne yayılmış­lardır» buyurdu.»

Tabarani, îbn Mesud'dan rivayet etti:

«Benim ümmetimde daima kırk kişi vardır. Kalbleri Hz. İbra­him'in kalbi üzerindedir. Allah onların yüzü suyu hürmetine yeryüzü­nün ehlinden belâyı defeder. Onlara Ebdal deniliyor. Onlar bu maka­ma ne namazla, ne oruçla ne sadaka ile varmışlar.» Eshap:

«Ey Allah'ın Resulü! Bu makama ne ile vanhr?» diye sordular.

«Onlar cÖmertlikleriyle müslümanlara yapmış oldukları nasihat ve irşadlanyla bu makama ererler, buyurmuştur.»

Ebu Naim «El Hilye»de ve îbn Asakir, îbn Mesud'dan rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu «Halk arasında üçyüz kişi var. Kalbleri Adem (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk arasında Allah'ın kırk kulu vardır ki kalbleri Musa (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk arasında Allah'ın yedi kulu vardır ki kalbleri İbrahim'in (A.S.) kalbi üzerindedir. Halk ara­sında Allah'ın beş kulu vardır ki kalbleri Cebrail'in (A.S.) kalbi üzerin­dedir Halk arasında Allah'ın üç kulu vardır ki kalpleri Mikâil'in (A:S.) üzerindedir. Halk arasında bir kulu vardır ki kalbi İsrafil'in (A.S.) kal­bi üzerindedir. O bir kişi öldü mü üçten birisi onun yerine geçer. Üçten birisi öldü mü beşten birisi onun yerine geçer. Beşten birisi öldü mü ye­diden birisi onun yerine geçer. Kırktan birisi öldü müüçyüzden birisi onun yerine geçer. Üçyüzden birisi öldü mü avamı halk arasından bi­risi onun yerine seçilir. Onların hürmetine Allah diriltir - öldürür, yağmur verir, bitki bitirir, belâyı defeder.»

Abdullah bin Mesud'an soruldu: «Nasıl Allah onlarla diriltir-öldürür?» Abdullah ibn Mesud:

«Çünkü onlar Cenab-ı Haktan ümmetlerin çoğalmasını isterler ve ümmetler çoğalır. Onlar diktatörlerin aleyhinde bedduada bulunurlar. Allah zalimlerin belini kırar. Onlar yağmur isterler, Allah yağmuru gön­derir. Onlar dilekte bulunurlar, yeryüzü bitki bitirir. Onlar dua eder­ler, onların hatın için belânın çeşitlerini Allah defer» dedi.

Îbni-Asakir, Avf bin Malik'ten:

«Sakın Şam ahalisine küfretmeyiniz. Ben Resûlullah'tan dinle­dim. Derdi ki:

Onların içinde Ebdallar vardır. Bu Ebdallann hatın için Allah si­zi muzaffer kılar ve onların hatın için Allah size nzık verir.»

İbn-i Hibban «Tarih»inde, Ebu Hureyre'den, Resûlullah'tan riva­yet etti:

«Yeryüzü İbrahim (A.S.) benzeri olan otuz kişiden hali olmaz. On­ların hürmetine Cenab-ı Hak size yardım eder. Onların hatın için size nzık verir ve onların yüzü suyu hürmetine yağmur yağdmr.»

İbn Asakir, Katade'den rivayet etti:

«Yeryüzü kırk kişiden boşalmaz. Onların hürmetine halkın yardı­mına koşulur. Onların hürmetine halk muzaffer olur. Onların hürme­tine Cenab-ı Hak halka nzık verir. Onlardan bir kişi öldü mü halktan birisi onların yerine geçer.»

Katade «Allah'a yemin ederim, umanm ki Hasan (Basri) onlardan birisidir» dedi.

Abdurrezzak «El Musannef»te ve İbn ul Munzir, Ali bin Ebi Talib'-ten (K.V.) rivayet etti:

Senenin bütününde yeryüzünde yedi tane müslüman ve daha faz­lası vardır ki onlar olmasaydı yeryüzü üzerinde bulunan mahlûklarla beraber helak olurdu.»

İbn Cerir, Şehr bin Havşab'tan rivayet etti:

«Yeryüzü ile yeryüzünde bulunanlar ondört kişi olmasaydı kalmazdi. Allah onlann yüzü suyu hürmetine yeryüzünden def-i belâ eder. Yeryüzünün bereketleri çıkar. Ancak İbrahim (A.S.) zamanında sade­ce o vardı.»

Ahmed bin Hanbel «Zühd»de, «HalâTda «keramet-ul Evliya» adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Yeryüzü Nuh'tan sonra yedi kişiden boşalmaz. Allah onlann yü­zü suyu hürmetine yeryüzünden belâyı defeder.»

Ahmed «Zühd»de Kâab'tan rivayet etti:

«Nuh'tan (A.S.) sonra yeryüzünde daima ondört kişi bulunur ki, Allah onlann yüzü suyu hürmetine daima azabı defeder.»

El Halal «Keramat ul Evliya» adlı eserinde Zazan'dan rivayet edi­yor:

«Nuh'tan sonra yeryüzü on iki veya daha fazla müslümandan ha­li olmaz. Allah onlann yüzü suyu hürmetine ehli arzdan belâyı defe­der.»

El Cündi «Fezayi li Mekke» adlı eserinde Mücahid'den rivayeten:

«Yeryüzünde yedi veya daha fazla müslüman vardır. Eğer onlar olmasaydı yeryüzü üzerindekilerle beraber helak olurdu.»   .

El Ezraki «Tarihi Mekke»de Züheyr bin Muhammed'den rivayet ediyor:

«Daima yeryüzünde yedi veya daha fazla müslüman vardır ki, eğer onlar olmasaydı yeryüzü ve ehli helak olurdu.»

İbn Asakir ve Ebu-Zehra Zahiriye'den rivayet etti:

Ebdal otuz kişidir. Şam'dadırlar. Onların yüzü suyu hürmetine siz korunur, nzıklanırsınız. Onlardan birisi öldü mü Cenab-ı. Hak onun yerine başka birisini getirir.»

El Halal «Keramat ul Evliya» adlı eserinde İbrahim'i Nehai'den rivayet ediyor:

«Hiçbir köy ve hiçbir belde yoktur ki, orada yüzü suyu hürmetine Allah o beldenin ahalisinden belâyı defettiği bir zat bulunmasın...»

İbn Ebidünya «Kitab ul Evliya»da Ebi Zennet'tan rivayet etti: «Peygamberler yeryüzünün direkleri idiler. Peygamberlik sona erdikten sonra Cenab-ı Hak onlann yerine ümmeti Muhammed'den kırk kişiyi geçirmiştir. Onlara ebdal deniliyor. Onlardan birisi öldüğü za­man Cenab-ı Hak onuri yerine başkasını halef kılar. Onlar yeryüzünün direkleridir. Onlardan otuzunun kalbi Hz. İbrahim'in kalbindeki yaki-nin misli üzerindedir. Onlar çok namaz kılmak veya çok oruç tutmak­la halktan üstün olmamışlardır. Ancak takvanın doğruluğuyla, niye­tin güzelliğiyle, kalblerin selâmetiyle bütün müslümanlara yapılan na­sihatin yüzü suyu hürmetine bu mertebeye varmışlardır.»

Buhari, Müslim, İbn Mace, Muaviye bin Ebu Süfyan'dan ri­vayet ettiler. Resûlüllah'tan dinledim, buyuruyordu:

«Benim ümmetimden bir gurup kıyamete kadar Allah'ın emriyle kaim olacaklardır. Onları mahrum edenler onlara hiçbir zarar, (veya onlara muhalefet edenler onlara hiçbir zarar) veremez. Allah'ın emri gelinceye dek onlar halkın üzerinde galib olacaklardır.»

Müslim, Tirmizi, İbn Mace, Sevban'dan rivayet ettiler: Allah Resulü buyurdu:

Ümmetimden bir taife hak üzerinde zahir olacaklar. Onları mah­rum edenin onlara bir zararı dokunmayacaktır. Allah'ın emri gelince­ye dek onlar bu durumda kalacaklar.»

Buhari, Müslim, Muğire bin Şube'den rivayet ettiler. Resûlüllah'­tan dinledim:

«Ümmetimden bir kavm kıyamete kadar halka galib gelecekler. Onlann galib oldukları hal Allah'ın emri gelinceye kadar devam ede­cektir.»

îbn Mace, Ebu Hureyre'den rivayet etti:

«Allah'ın Resulü «Ümmetimden bir gurup daima Allah'ın emri üzerinde olacaklar. Onlara muhalefet edenin muhalefeti onlara bir za­rar vermez}» dedi.

Hakim, Ömer bin Hattab'tan rivayet (ve tasrih) etti. Allah'ın Re­sulü buyurdu:

«Benim ümmetimden bir taife halkın üzerinde galib olacaklar. Kı­yamet kopuncaya kadar da böyle devam ederler.»

Müslim, Hakim, Cabir bin Semurre'den rivayet (ve tasrih) etti:

«Bu din kıyamet kopuncaya kadar daima ayakta olacaktır. Müs­lümanlar bu din üzerinde savaşacaklardır.»

Ebu Davud ve Hakim, îmran bin Hüseyin'den (veya Hasm'dan) rivayet (ve tasrih) etti:

«Benim ümmetimden bir taife hak için savaşacaklar. Düşmanları­na galib gelecekler. Hatta onların sonuncusu Mesihu Deccal'la savaşa­caktır.»

Tirmizi rivayet (ve tasrih) etti:

İbn Mace de Muaviye bin Kurre'den, o da Babasından rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Benim ümmetimden kıyamet kopuncaya kadar bir gurup, mu­zaffer olarak yaşayacaklar. Onları terkedenlerin terki, onlara bir zarar vermez.»

îbn Cerir, Hakimi Tirmizi «Nevadir ul-Usul» adlı kitabında Ebi Münebbih'den rivayet etti. Resûlüllah'tan dinledim, buyuruyordu:

«Allah, durmadan bu dinde fidanlar diker (yetiştirir) onları taa-tında kullanır.»

Müslim, Akabe bin Âmr'den rivayet etti. Resûlüllah'tan:

«Ümmetimden bir gurup daima olacaklar, Allah'ın emrine karşı düşmanlarıyla çarpışacaklar. Ve düşmanları kahredici olacaklar. Bun­lara muhalefet edenin muhalefeti, onlara bir zarar vermeyecektir. Bu durum onlar bu durumda oldukları halde kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir, dediğini dinledim.»

Müslim, Saad bin Ebi Vakkas'tan rivayet etti:

«Mağrib (yani Fas veya İslâm âleminin batısın) da bulunanlar dai­ma kıyamet kopuncaya kadar hak üzerinde olacaklar.» [65]

 

Müceddid

 

Ebu Davud, Hakim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Re­sulü buyurdu:

«Cenab-ı Hak her yüz senede bir müceddidl bu ümmete gönderir. O bu ümmetin dinini (hurafadan) tazeler, tecdid eder (anndınr).»

Hakim «Menakıb ı Şafii»de Zühri'den rivayet etti:

«Cenab-ı Hak hicretin yüz yılı başında Ömer bin Abdulaziz'i bu ümmet için gönderdi. O tecdid vazifesini yaptı.»

Beyhaki «EL Methabde, Hatib Ebibekir Mervezi'nin tarikıyla ri­vayet etti: Ahmed bin Hanbel buyurdu:

Benden bir mesele sorulduğunda onun hakkında bir haber bilme­diğim zaman onun hakkında Şafii'nin görüşünü söylerim. Çünkü ha­berde Resûlüllah'tan varid olmuştur ki, «Allah her yüz senenin ba­şında halka sünneti Öğreten, peygamberden yalanlan uzaklaştıran bir kimseyi gönderiyor». Biz dikkat ettik, yüz senenin hitamında Ömer bin Abdulaziz, iki yüzüncü senenin başında da Şafii gelmiş, bu vazifeyi ic­ra etmiştir.

Muaz, Süfyan bin Uyeyne'den rivayet etti:

«Kulağıma geldi, Resûlüllah'ın ölümünden sonra her yüz senede, âlimlerden bir kişi gelir. Cenab-ı Hak onunla dini kuvvetleştirir. Be­nim katımda Yahya bin Adem o âlimlerden birisidir.»

Hakim «Şafii'nin Menakıbı»nda Ebil Velid, Hasan bin Muhammed El Fakih'ten rivayet etti:     -

tüm ehli olan bir âlimden dinledim:

«Ebul Abbas bin Süreyya diyordu: Ey kadı! Müjdelen. Şüphesiz ki Cenab-ı Hak Ömer bin Abdulaziz'Ie yüz senenin hitamında müslüman-lara mirmet etti. Her sünneti o açığa çıkardı ve her bidati öldürdü. İki-yüzüncü senenin başında ise Cenab-ı Hak Şafii ile insanlara minnet etti. O da sünneti ortaya çıkardı, bidati kapattı ve sildi. Üçyüzüncü se­nenin başında Cenab-ı Hak, seni gönderdi. Sen her sünneti kuvvetleş-tirdin ve her bidati zaif düşürdün.»

Değerli okuyucu!

Bütün bu rivayetleri nakletmekteki hedefim şudur: Bu rivayetler tarih boyunca İslâm âleminde istismar edilmiştir. Meselâ her gurup bu rivayette zikredilen üçler, yediler, kırklar, üçyüzler, birler, beşler biziz, bizim arkadaşlarımızdır demişlerdir.Oysa Cenab-ı Peygamber eğer sıhhatli iseler, bu rivayetlerle, bütün ümmeti Muhammed'i kas­tetmektedir, ve bu rivayetlerde belirtilen birler, üçler, beşler, yediler, onikiler, ondörtler, kırklar, otuzlar, üçyüzler ve sairesi hep ehli ilim­den Kur'an ve sünneti bilenlerden hadisi tatbik edenlerden olmuşlar­dır. Meselâ bu sınıflarda isimleri âlimler tarafından belirtilen Hasan Basri büyük bir muhaddis ve büyük bir Kurradır. İmam Şafii. Ömer bin Abdulaziz ve Yahya büyük insanlar ve büyük alimlerdir. Esasen bu müjdeler âlimlere, hem de ilimleriyle âmil olan âlimlere, ilimlerde derinleşen âlimlere gelmiştir. Bunu ilimsizlerin alıp istismar etmeleri önlensin diye hepsini İmam Suyuti'nin Ed Durrul Mensur (Cl, S 321-322'den) naklettim.

İbn Kesir «Bu hadislerin bazılarına garip ve zaiftir diyor. Bu ha­dislerin bazıları için meselâ «Şam'Ulara küfretmeyiniz» diye başlayan hadis gibi bazıları için Beni Umeyye taraftarlarının uydurmuş olduğu­nu söyleyen âlimler de vardır. Abbasilerin methu senasını tazammun edenlerinin de Abbasilerin tarafdarlannca uydurulmuş olduklarını söyleyenler vardır. Hakikati Allah bilir. [66]

 

Meal

 

(253) İşte bu (Sûrede bahsi geçen)  Peygamberlerden bâzılarını diğerlerinden   üstün kılmışızdır.    Onlardan bâzıları    vardır kî, Allah onunla konuştu

Bâzılarını Allah dereceler yönünden    yüceltmiştir. Meryemoğlu tsâ'ya beyyine'ler verdik. onu «rühül - kudüs»le destekledik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine beyyine'ıer geldikten sonra Peygamberlerin arkasında kalanlar birbirini öldürmezlerdi.   Fa­kat onlar ihtilâfa düştüler. Onlardan bâzıları îman etti. Bâzıları inkâr etti. Eğer Allah dileseydi birbirlerini Öldürmezlerdi. Fakat Allah irade ettiğini yapar.

(254) Ey iman edenler! Alış verişin, dostluğun ve şefaatin ken­disinde balunmayan bir günün gelip çatmasından önce, size rızık ola­rak verdiğimizden (Allah yolunda) veriniz. Kâfirler zalimlerin tâ ken­dileridir.

(255) Allah (O zattır ki,) O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir. (Halkın tedbirini yürüten) Daimdir. Kendisini uyuklama ve uyku tut­maz. Yerde ve göklerde ne varsa onun (mülkü) dür. O'nun izni olma­dan Onun katında kim şefaat edebilir? Mahlûkatın önünde ve arka­sında bulunanı bilir. Onlar, O'nun dilediği hariç O'nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. Kürsüsü gökleri ve yeri kapsamıştır. Yer ile göğün korunması ona ağır gelmez. O'dur (benzerlerden) yüce ve O'dur (her şeyi büyüklük yönünden alçakta bırakan tek) büyük.

(256) Dinde zorlama yoktur. Artık küfür ile îman apaçık ortaya çıkmıştır. Putları bırakıp Allah'ın birliğine    manan kimse sağlam ve kopmak bilmeyen bir kulpa sarılmıştır. O kulpta ekleme ve kopukluk yoktur. Allah işitici ve bilicidir. [67]

 

Tefsir

 

(253) «İşte bu Peygamberler...» «El-Bakara» Sûresinde bahsi geçen veya Hz. Muhammed'e malûm olan ya da gelmiş geçmiş bütün Peygamber­ler kasdediliyor. Kendilerine inanmak bakımından bütün Peygamber­ler eşittir. Fakat bâzılarına bir takım hasletler verilmiş ki, diğerlerine verilmemiştir. Allah'ın kendisi İle konuşan Peygamber ise, Hz. Musa'­dır. Sina'da şaşkınlık içinde bulundukları gecede ve TÛr dağında ken­disi ile konuştu. Ayni zamanda Hz. Muhammed (A.S.) de kasdedilebi-linir. Çünkü Allah MÎRAÇ gecesinde onunla da konuştu.

«kelleme allahe» yerine «kâlemellahe» okunmuştur. Ya­ni Peygamber Allah ile Allah da Peygamber ile konuşmuştur.

Peygamberlerin bâzılarına, diğerlerinde olmayan birçok derece ve­rilmiştir. Meselâ: Hz. Muhammed'e insanlar ve cinlerin hepsi dâhil umumi bir Peygamberlik, bol deliller, daimi olan mucizeler, biri biri ar­dınca gelen Âyetler, ilmî ve amelî faziletler verilmiştir ki, bunlar top­tan bir çok Peygamberlere verilmemiştir. Bâzıları bundan İbrahim (A. S.) kastedilmiştir. Çünkü mertebelerin en yücesi olan «hillet» (Dost­luk) mertebesi ona verilmiştir dediler. Bâzıları, bahsi geçen Peygam­berden maksat îdris (A.S.) dir, çünkü Cenab-ı Hak başka bir Âyette idrls hakkında şöyle buyuruyor: «Onu yüce bir makama yükselttik.» Bâzıları da maksat, azim sahibi Peygamberlerdir, demişlerdir.

îsâ (A.S.)'ya verilen «beyyînat»tan maksat, mucizeleridir. Onu destekleyen «ruhul-kudüs»den maksat cebrail (A.S.) dir.

Peygamberlerden sonra Din hususunda ihtilâfa ve ayrılıklara dü­şüp döğüşenleri eğer Allah diîeseydi, barış içinde yaşatırdı. Fakat o za­man «ebu-bekir»ler ile «Ebu-Cehil»lerin îmanı arasında fark kal­mazdı. Kahramanlıklarla şeytanlıkların ayrılması mümkün olmazdı. Dünya dariil imtihan olmaktan çıkardı. Niçinler ve nedenlerin kökünü kazıtan Âyetin son cümlesi «Fakat Allah dilediğini yapar.», Peygam­berlerin derece bakımından bir olmadıklarını ve delile dayanarak bâzı­larının diğerlerinden üstün olduklarını dile getiriyor. Keza aynı Âyet olayların Allah'ın yedi kudretinde olduğunu, hayır olsun, şer olsun, küfür olsun, îman olsun, O'nun dileğine   bağlı bulunduğunu beyan edi­yor.

(254) «Ey îman edenler! Rızık olarak size verilenlerden   Allah yolunda harcayınız!...»

Bu Âyet, zekât müessesesini getiren Âyetlerden birisidir. Bununla beraber haşirin olacağını da haber veriyor. Haşirde çarelere başvurma­nın mümkün olmadığını gösteriyor. Orada ne bir alış-veriş ne yardım eden bir dost, ne de Allah'ın izni olmadan şefaat eden bir şefaatçi var­dır ki eksikler telâfi edilip azaptan kurtulsun.

(255) «Allah kendisinden başka ilâh olmayandır!..»

Bu Âyete, «Âyetül kürsi» deniliyor. Çünkü burada yer ve gökleri İçine alan İlâhî Kürsî'den bahis ediliyor. Bu Âyet aynı zamanda tev­hidin bayrağını dalgalandıran bütün varlıkların perçeminin Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu bildiren bir Âyettir. «el-hay» sıfatı, bilme­si ve güç yetirmesi doğru olan diri zat demektir. Bu sıfat, daimîdir. «el-kayyum» halkın bütün ihtiyaçlarını gören ve daim olan ve ko­ruyucu bulunan ZAT demektir. «Uyuklama» uykudan önceki gevşek­lik ve esneklik halidir. Uyku ise, beyne doğru yükselen buharlardan oluşup dimağ damarlarında gevşemeyi meydana getiren rutubetin bir halidir. Bu haller, Allah için memnudur. Zira bu hal olduktan sonra görünürdeki duyular başlı başına hissetmekten uzaklaşır. Oysa Allah hem diri hem Kayyumdur. «Yerde ve göklerde olan herşey onundur.» Cümlesi ile kayyumiyetini isbatlar. «Onun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?» cümlesi, şefaatin rastgele değil, Allah'ın iznine bağlı olduğunu bildirir, «Her büyüğün büyüklüğü Allah'ın büyüklüğü­ne göre, hiçtir.» hakikatini dile getirir. Allah, insanların dünya ve Ahi-retteki işlerini onların hissettiklerini ve etmediklerini bilir. Allah bil­dirmedikten sonra Peygamberler dahil ne melekler, ne de insanlar O'nun bildirmediklerini bilemezler. İlim sıfatı mutlak manâda O'nun-dur.

«O'nun Kürsüsü yerleri ve gökleri kaplar.»

Bu Âyet, Azametin tasviri ve mücerret temsilidir. Hakikatte beşe­rin kürsüsüne benzemez o kürsü. Ve Allah onun üzerinde oturmuştur düşünülmez! Zira Allah mekândan ve zamandan münezzehdir. Tefsir çilerden bâzıları «Kürsî, Allah'ın ilminden ve mülkünden kinayedir.» dedi. Bazıları da «Kürsî, Arşın önüne bırakılan bir cisimdir. Bunun için de Kürsî adını alır. Yedi göğü kaplamaktadır. Çünkü Allah'ın Re­sulü:

«Yedi gök İle yedi arz Kürsîye nisbet edildiklerinde, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî'den büyüklüğü ise, o sahranın o halkadan büyüklüğü gibidir.» buyurmuştur.» demişlerdir.

Belki de Kürsî «felekil-buruç» (Burçların Feleği) diye bilinen meşhur felektir. Fakat Kürsî lügatte üzerinde oturulan ve ancak otu­rana kâfi gelen sandalye anlamındadır.

«Yer ve göklerin korunması Allah'a ağır gelmez. Odur (her şeyi büyüklük yönünden alçakta bırakan tek) büyük..»

Bu Âyeti Celîle ilâhî meselelerin kökenlerini kapsamaktadır. Allah'ın var olduğunu ve Allah'ın sıfatında Bir olduğunu, Za­tından dolayı «Vacibü'l Vücud» olduğunu başkasının yaradanı bulunduğunu, nefsi ile var, mekân ve zamandan münezzeh, mülkün sahibi, ruhlara arız olan hastalıklardan uzak, asılların ve dal­ların mucidi, şiddetli kahrın sahibi ve izni olmadan ne bir Peygamber, ne de bir melek şefaat etme cesaretinde bulunmaz derecede kahrından korkulur bir mabûd olduğunu ilân eder. O, eşyanın gizlisini, açığını, küllisini ve cüzisini bilen âlim, mülk ve kudreti geniş, hiç bir ağırlık, hiç bir meşakkat kendisine ağır gelmeyen, hiç bir durum kendisini baş­ka şeyler yapmaktan alıkoymayan, hiçbir vehmin kapsamına girme­yen ve azameti hiçbir anlayış ile gerçek manâda kavramlamayan bir zatı kibriyadır. Bu sırra binâen Allah'ın Resulü, «Kur'an'da en büyük Ayet ayetel kürsidir. Onu okuyan için Cenab-ı Hak bir melek gön­derir. Okuduğu andan ertesi gün o zamana kadar melek onun iyilik­lerini yazar ve kötülüklerini siler.» buyurmuştur. Başka bir Hadîs, «Kim ki, her farz namazı narkasmda Ayetel Kürsî'yi okursa, onun Cen­nete girmesine ancak ölüm manîdir.» (Yani Ölse hemen Cennet'e gider.) «Ayetel-Kürsi»nin okunmasına ancak Allah'ın dostu ve Abid bir kim­se devam eder. Kim ki yatağına girerken Ayetel-Kürsiyi okursa, Allah o kimseyi onun nefsinden ötürü emin kıldığı gibi, komşusunu da ve komşusunun komşusunu da ve etrafındaki evleri de emin kılar!» şek­lindedir.

 (256) «Dinde zorlama yoktur» Tehdit ile ve zor kullanarak hiç kimseyi dine getirme usulü İslâm'da yoktur. Ancak İslâm kâfirliği îmandan, açık Âyetler indirmek sureti ile ayırdetmiştir. Getirdiği deliller îmanın ebedi saadete götürücü bir yol, küfürün de ebedi felâkete sürükleyici bir yol olduğunu ortaya koymuştur. Aklı eren, düşünce neticesinde ebe­dî saadet ve kurtuluşu elde etmek için kendiliğinden îmanı kabul eder. Zorlamaya ihtiyaç kalmaz.

Bu hüküm genel bir hükümdür; sonradan inen şu Âyet ile kaldı­rılmıştır.

«Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklar ile cihat et Onlara karşı taviz verme!...»

Veya bu hüküm kitap ehli hakkında gelen özel bir hükümdür. Bü­tün insanlara tatbik edilmez. Her fikire karşı hoşgörürlüğü gerektir­mez. Zira rivayete göre, Ensardan bir zatın iki oğlu Peygamber gel­mezden Önce Hıristiyan dinini kabul etmişlerdi. Bilahâre Medine'ye ge­len bu çocukların babaları yakalarına yapışıp «Sizler Müslüman olma­dıkça yakanızı bırakmam!» diye İsrar etti. Onlar da kabul etmeyince Resûlüllah'a baş vurdular. Ensarlı zat: «Ey Allah'ın Resulü! Nasıl olur da benim bir parçamın Cehenneme girmesine razı olurum?» deyince, bu bahsi geçen Âyet nazil oldu. O baba, da onların yakasını bıraktı.

«tagut», Şeytan, put, Allah'dan başka tapılan her şey veya Al­lah'a ibadete engel teşkil eden her gedik demektir. Âyette bahsi geçen «urvetül viskâ», kopmaz ve en muhkem kulp demektir. İmândan doğan düşünce ve kuvvetli fikirden ibarettir. [68]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (253) İşte bu Peygamberlerin bir kısmını kendilerine verilen özel­liklerle diğerlerinden üstün laldık. O Peygamberlerden Allah'ın sözleş-tiği Peygamberler var. Ve bazılarını da derece bakımından Allah yük­seklere çıkarmıştır...»

Cenab-ı Hak bu âyette bize bazı peygamberleri diğerlerinden üs­tün kıldığını haber veriyor. Nitekim başka bir âyette «peygamberlerin bazısını diğerine üstün kıldık, Davud'a Zebur verdik» buyuruyor. «Bu peygamberlerin bazılarıyla Allah konuştu» âyetinden maksat, Mûsâ (A.S.) ve Hz. Muhammed'dir (S.A.V.). Adem (A.S.) de İbn Hibban'ın sahihinde rivayet edilen hadise göre bu peygamberlerdendir. Hadisi îs-rada da peygamberlerin bazıları dereceler bakımından daha üstün kı­lınmıştır keyfiyeti sabit olmuştur. Şöyle ki, Cenab-ı Peygamber |>ey-gamberleri üstünlükleri nispetinde göklerde görmüştür. Eğer bu âyet ile sahihayn'de sabit olan ve Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen «Müslümanlardan biriyle bir yahudi küfürleştiler. Yahudi etmek iste­diği bir yeminde:

Hayır! Musa'yı (A.S.) âlemler üstüne ihtiyar eden, (seçen) Allah'a yemin ederim, dedi. Müslüman elini kaldırıp yahudinin yüzüne bir sille indirdi ve:

«Ey habis! Muhammed'den de mi üstün kılmıştır onu?» dedi. Bu­nun üzerice Yahudi Resûlüllah'a gelip Müslümanı şikâyet etti. Allah'ın Resulü:

«Sakın beni peygamberlerden üstün kılmayınız. Çünkü bütün in­sanlar kıyamet gününde kriz geçirirler. İlk uyanan ben olurum, Mû-sâ'yı arşın ayağına yapışmış olarak görürüm. Bilmem benden önce mi uyandı veya Tur dağındaki krize karşılık olarak kıyamet krizinden Al­lah onu muaf mı tuttu? Sakın beni peygamberlerin üstüne tafdil etme­yiniz (çıkarmayınız)».

Başka bir rivayette:

«Sakın peygamberler arasında tafdil getirmeyiniz.» hadis arasın­da çelişki görülmüyor mu diye sorulursa, bu sualin cevabı birkaç ve-cihte verilmiştir:

1- Bu hadise peygamberlerin bir kısmının diğerinden üstündür keyfiyeti Resûlüllah'a bildirilmezden önce olmuştur. Fakat bu cevabta nazar var. Zira böyle olduğu muhtemel olduğu gibi olmaması da muh­temeldir.

2- Cenab-ı Peygamber bunu hedmi nefis (tevazu) dan ötürü söy­lemiştir.

3- Tafdil şikâyet konusu olan bu gibi hallerde olmamalıdır.

4- Mücerred rey ve asabiyetten ötürü tafdil yapmayınız demek­tir.

5- Peygamberlerin birinin diğerinden üstün olma makamı sizin vazifeniz değildir. O Allah'a havale edilmiş bir vazifedir. Siz Allah'a-itaat etmek ve teslim olmak ve iman etmekle mükellefsiniz.

Ibn-Ebi-Hâtim, Katade'den rivayet etti:

«Allah, İbrahim'i dost, Musa'yı muhatab kıldı. İsa'nın meselesini Adem meselesi gibi kıldı. Onu topraktan* yarattı. Sonra ona ol dedi ve o da oldu. Adem Allah'ın kulu ve kelimesidir. Ve Allah'tan gelen bir ruhtur. Davud'a Zebur'u verdi. Süleyman'a saltanatı verdi. Öyle salta­nat ki, Süleyman'dan sonra hiç kimseye nasib olmamıştır. Muhammed için geçmiş ve gelecek zellerin (kaymaların) hepsini affetti.»

Adem bin Ebi İyas, Abd bin Humeyd, îbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki «Esma ve Sıfatnta Mücahit'ten rivayet ettiler:

Allah Mûsâ ile konuştu. Muhammed'i bütün insanlara peygamber olarak gönderdi.»

îbn Ebi Hatim ve Âmr Şabi'den rivayet ettiler:

«Onların bazılarını diğerine dereceler bakımından yükseltti» âye­tinde Muhammed (A.S.) kastedilmiştir.»

tbnul-Munzir ve Hakim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler ve aynı za­manda Hakim tasrih de etti:

«Halilliğin İbrahim'e, konuşmanın Musa'ya, Cemalullah'ı görme­nin de Muhammed'e olmasından hayret mi ediyorsunuz?»

İbn ul Munzir, Rebi bin Haysem'den rivayet etti:

«Ben peygamberimizin üzerine hiç kimseyi üstün kılmıyorum. İb­rahim Haîillurrahmanın üzerine hiç kimseyi üstün kılmıyorum.»

 (254) Ey iman edenler! Bir alışverişin, bir dostluğun ve de bir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz nzıktan Allah yolunda harcayınız. Kâfirler, (e gelince) işte onlar zalimdir­ler. ..»

Bu âyeti celîle, Allah yolunda infak etmeyi kullarına emrediyor. Hayr yolunda, infak etsinler ki, sevabını Allah'ın katında görsünler. Bu dünya hayatında Kıyamet günü gelip çatmazdan önce bunu yapsın­lar. Zira Kıyamet gününde hiç kimse ne nefsini satın alabilir, ne de mal verip nefsini kurtarabilir. Yeryüzü dolusu altın verse yine de olmaz.

O kıyamet gününde hiç kimsenin dostluğu da hatta hiç kimsenin nesebi de hiç kimseye hiçbir faide sağlamaz. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayette «sura üfürüldüğü zaman insanlar arasında artık soylar yoktur. Onlar o gün biri diğerinden bir şeyde soramazlar. Ve şefaat edenlerin şefaatları da onlara hiçbir fayda sağlamaz. Kafirlere gelince zalimlerin ta kendileridir.» Yani kâfir olarakAllah huzuruna gelen bir kimsenin zulmünden daha büyük bir zulüm olmaz.

İbn Ebi Hatım, Ata bin Dinar’dan rivayet etti:

«Hamd o Allah’a olsun ki; «Kafirlere gelince zalimlerin ta kendileridir.» demiş «Zalimlere gelince, onlar kafirlerin ta kendileridir.» dememiştir. [69]

 

Ayetel-Kürsi Kur’an’ın En Büyük Âyeti

 

«(255) Allah o Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O ezeli ve ebedi hayat ile bizatihi diridir. Zat ve kemal sıfatlarıyla yaratıkların bütün işlerinde hakim ve kaimdir. Herşey onunladır.Onu ne bir dalgınlık, ne de bir uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne var ise hepsi onundur. Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir. Bütün varlıkların önlerinde ve arkalarında, gizli ve aşikar herşeyi bilir. Onlar ise Allah’ın dilediği kadarından başka ilahi ilimden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onunu kürsüsü gökler ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır. Gökler ve yeri korumak, gözetmek ona zorluk ve ağırlık vermez. O çok yüce çok büyüktür…»

Bu ayet hakkında seleften gelen rivâyetler:

Bu âyet «El Kürsi» âyetidir: Bunun büyük bir şanı vardır. Allah Resulü’nden sıhhatli hadisle sabit olmuştur ki bu ayet,  Kur’an’ın en büyük ayetidir. İmam Ahmed bize Abdurrezzak’tan, ona Süfyan, ona Şahidel-Ceriri, ona Ebusselim, ona Abdullah bin Ribah, ona Ubey bin Kaab rivayet etti.

Resulüllah Ubey’den sordu:

«Allah’ın kitabında hangi âyet daha büyüktür?»

Ubeyy:

«Allah ve  Resulü daha iyi bilir» dedi.

Cenab-ı Peygamber suali birkaç defa tekrar etti. Sonra Ubey, «Ayetel-kürsi en büyük âyettir.» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Ebel Munzir! İlim senin için mutlu olsun. Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah’a yemin ederim, ayetel-kürsinin lisanı ve iki dudağı vardır. Arşın, saki (ayağı) yanınnda durur padişahlar padişahını takdis etmektedir.»

Müslim bu hadisi Ebibekr bin Ebi Şeybe’den, o da Abdilâlâ bin Abdilâlâ’dan, o da Ceriri’den rivayet etmiştir. Fakat Müslim’in rivayetinde «nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin ederim» cümlesiyoktur. [70]

 

Ayetel-Kürsi’nin Fazileti Hakkında Gelen Hadisler

 

Hafız Ebu Ya’la el Mus’sili,Abdullah bin Ubey bin Kaab yoluyla rivayet etti:

« Ubeyy oğlu Abdullah haber verdi ki: Bizim içinde hurma dolu bir anbarımız vardı. Babam onu daima kontrol ederdi. Onun eksildiğini gördü. Bir gece onu beklerken baktı ki ergenlik çağına gelmiş erkek çocuğa benzer bir hayvan geldi. Ona selam verdi ve bende selamın cevabını verdim dedikten sonra devamla şunları söyledi:

«Sen nesin? Cinni misin insi misin? » sordum.

«Ben cinniyim» dedi. Ben:

«O halde elini bana uzat» dedim. Elini bana verdi. Baktım ki eli eli köpek elidir. Tüyleri köpek tüyü. Ben:

«Cinlerin yaradılışı böyle midir? » diye sordum. O:

«Cinler biliyor ki, onların içinde benden daha kuvvetlisi yoktur. »

Ben:

«Seni bu işe zorlayan nedir? » dedim. O:

«Benim kulağıma geldi ki sen sadakayı seven bir kişisin. Senin tamından biz de nasibdar olmayı istedik.»

Ubeyy ona

«Bizi sizden koruyacak ne vardır?» diye sordu. O:

«Bu âyet (âyetel-kürsi) vardır» dedi. Sonra Ubeyy ertesi gün Re-sûlullah'a gelip haber verdi. Cenab-ı Peygamber «o habis doğru söyle­miştir» buyurdular. Hadisi Hakim «Müstedrek»inde Ebu Davud et-Ta-yalisi'nin, o da Harb bin Şeddad'ın, o da Yahya bin Ebi Kesir'in, o da Hadrami bin Laik'in, o da Muhammed bin Amr bin Ubeyy bin Kâb'ın hadisinden rivayet etmiştir. Fakat Müslim ve Buhari hadisi rivayet et­memişlerdir.

Eske* el Bakri, Hafız Ebul Kasımi Tabarani'den ve Buharı tari­hinde rivayet etti:

— Allah'ın Resulü muhacirlerin sofasında (meclisinde) bize vardı. Bir kişi sordu:

— Ey Allah'ın Resulü! Kur'an'ın hangi âyeti daha büyüktür? Cenab-ı Peygamber:

Ayetelkürsiyi okudu ve «Bu en büyük âyettir» dedi.

Enes'ten, İmam Ahmed rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü ashabından bir kişiye sordu:

«Sen evlendin mi?» O:

«Hayır! Benim katımda evlenmekte sarf edilecek birşey yok» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Senin katında thlâs sûresi yok mudur? (Onu ezbere bilmiyor mu­sun?» Kişi:

«Evet, o sûreyi ezbere biliyorum.»

Cenab-ı Peygamber:

«O, Kur'an'ın dörtte biridir.»

Yine devam etti:

«Senin katında 'kul ya eyyuhel kâfinin' sûresi yok mudur? (Ez­berden okumaz mısın?..»

Kişi:

«Evet, o sûreyi de ezbere okurum.»

Cenab-ı Peygamber:

«O, Kur'an'ın dörtte biridir.» Ve devamla sordu:-

«Senin katında 'iza zülzilet' sûresi yok mudur?»

«Evet, vardır» dedi. Peygamber:

«O, Kur'an'ın dörtte biridir» dedi ve sordu:

«Senin yanında 'izacae nasnıllah' sûresi yok mudur?»

Kişi: «Vardır Ya Resûlüllah!...» dedi.

Peygamber:

«O Kur'an'ın dörtte biridir» dedi ve devam etti:

«Senin yanında (Allah o Allah'tır ki kendinden başka hiçbir ilâh yoktur) diye başlayan Ayetel-Kürsî yok mudur?»

O:

«Evet, vardır. (Ayetel-Kürsi)yi ezbere bilirim!»

Resûlüllah: «O, Kur'an'ın dörtte biridir» buyurdu.»

İmam Ahmed, Ebuzer, (Cündeb bin Cenade) tarikıyla (yoluyla) rivayet etti:

«Resûlüllah'a vardım. Mesciddeydi. Oturdum,

«Ey Ebazer! Namazı kıldın mı?»

«Hayır, kılmadım.»

«Kalk, namazı kıl» diye emretti. Kalktım, namazı kıldım, sonra oturdum.

«Ey Ebazer! İnsan ve cinlerden olan şeytanların şerrinden Allah'a sığmıyor musun?»

«Ey Allah'ın Resulü! İnsanlardan şeytanlar var mıdır?»

Allah'ın Resulü:

«Evet, vardır.»

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Ya namaz kılmaları ne olacaktır?»

Cenab-ı Peygamber:

«O konulmuşun en hayırlısıdır. Diliyen az yapar, dileyen çok ya­par.»

«Ey Allah'ın Resulü! Ya oruç?»

«O mükâfatlı bir farzdır. Allah'ın katında fazladır.»

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Ya sadaka?»

«O çok katlara katlanandır. (Bire karşı on, bazan da yedi yüz) ve­rilir.

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Bunların hangisi en üstündür?»

«Yoksulun en son tahammül edebileceği kadar veya bir fakire ye­tişeni sadaka vermesi en üstündür.» dedi.

«Ey Allah'ın Resulü! Peygamberlerin hangisi önce İdi?»

«Adem, (ilk insan ve ilk Peygamberdir).

«Ey Allah'ın Resulü! O peygamber midir?»

«Evet o peygamberdir ve Allah onunla yüzyüze konuşmuştur.»

«Ey Allah'ın Resulü! Mürseller kaç tanedir?»

«Üçyüz on (310) küsur kişidir. Büyük bir cemaattırlar. (Başka bir defa da (315) kişidir)

«Ey Allah'ın Resulü! Senin üzerine inen ayetlerin hangisi daha üstündür?»

«Ayetel-kürsi. (Allah o Allahtır ki ondan başka mabud yok.» diye başlayan âyet...»

Hadisi Nesei rivayet etti.

Ebu Eyyub Halid bin Zeyd el Ensari'den İmam Ahmed rivayet edi­yor.

Ebu Eyyub, bana ait bir sofada yatarken ğûl gelip beni yakalıyor­du. Gulu Allah'ın Resûlü'ne şikâyet ettim. Cenab-ı Peygamber:

«Onu gördüğün zaman bismillah de. Ey ğûl Allah'ın Resûlü'ne icabet et» diye söyle» dedi.

Ebu Eyyüb diyor:

«Ğul geldi. Bismillah dedikten sonra Allah'ın Resûlü'ne icabet et dedim ve gulu tuttum. Ğul «Bir daha bunu yapmam» dedi. Ebu Eyyub bunun üzerine onu bıraktım ve huzura geldiğimde Resûlullah sordu:

«Senin esirin ne yaptı?»

Ebu Eyyub:

«Onu tuttum. «Ben bir daha böyle birşey yapmayacağım» diye söz verdiği için bıraktım.»

Cenab-ı Peygamber:

«O, bir daha geri gelecektir» dedi. Bunun üzerine iki veya üç de­fa daha yakaladım. O her defasında «Ben bir daha gelmeyeceğim» di­yordu. Ben de Resûlullah gelip «O senin esirin ne yapıyor?» diye soru­yordu. Ben:

«Onu tuttum. O geri gelmem dediği için bıraktım» derdim. Ce­nab-ı Peygamber: «O gelecektir» buyururdu. Ve onu tekraren tuttum.

 «Beni bırak. Buna karşılık sana birşey öğreteceğim ki onu söylersen artık hiçbir şey sana yaklaşmayacaktır. O, ayetel-kürsidir.» dedi. Bu­nun üzerine Cenab-ı Peygambere gelip hadiseyi anlattım. Cenab-ı Pey­gamber:

«Ğul yalancı olduğu halde bunu doğru söylemiştir» buyurdu. Ha­disi Tirmizi «Fedail ul Kur'an'da» Bendar'dan, o, Ebi Ahmedi Zübey-ri'den rivayet etmiştir. Ve Tirmizi «Hadis hasen ve gariptir» diyor, Ğûl, arap lügatinde geceleyin görülen cin demektir.

Buhari Kur'an'ın Fezaili kitabında, vekâlet konusunda, İblisin sı­fatı bahsindeki bu kıssayı Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

Osman bin Heyseme Ebu Amr bize Avf'den Muhammed bin Sirin'-den, ve Ebu Hureyre'den rivayet etti:

«Allah'ın Resulü, Ramazanda zekâtı koruma vazifesini bana verdi. Zekât yiğini durmadan eksiliyordu. Bu esnada bir hırsız geldi. Onu tuttum: Ve ona:

«Seni Allah'ın Resulüne götüreceğim, dedim.» O yalvararak:

«Beni bırak. Ben muhtacım. Benim çoluk çocuğum var. Şiddetli bir ihtiyacım var. Onun için geliyorum» dedi. Ben onun yolunu, (ya­kasını) bıraktım. Sabahladım. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Eba Hureyre! Akşamki esiri- ne yaptı?» diye sordu. Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Şiddetli bir ihtiyaç ve çoluk çocuktan şikâ­yet etti. Ben de merhamet ettim, yakasını bıraktım.

Allah'ın Resulü:

«Dikkat et! O sana yalan söyledi. İkinci kez yine gelecektir» dedi. Ben onun ikinci kez geleceğini Resulullah'm sözünden anladım. Ve onu bekledim. Geldi. Yine yığından (çalarken) onu yakaladım.

«Seni Allah'ın Resulüne götüreceğim,» dedim. O:

«Beni bırak. Ben muhtacım. Çoluk çocuğum vardır. Bir daha gel­meyeceğim» dedi. Ona merhamet ettim, yakasını bıraktım. Sabahladı­ğımda Allah'ın Resulü bana:

«Ey Eba Hureyre! Dün akşamki esiri ne yaptın?»

«İhtiyaç ve çocuktan, aile efradından şikâyet etti. Ona merhamet ettim, yakasını bıraktım» dediğimde:

Cenab-ı Peygamber:

«O yalan söyledi. Geri dönecektir» buyurup dikkatimi çekti...

Üçüncü kez onu bekledim. Yine geldi. Zekât taamından çalmaya başladı. Onu yakaladım:

— Seni Allah Resulüne götüreceğim ve bu, üç defadır. Sen gelme­yeceğim diyorsun, tekraren geliyorsun, dedim. O:

«Ey Eba Hureyre! Beni bırakırsan sana yararlı olan birkaç kelime­yi öğreteceğim» dedi. Ben:

«O kelimeler nelerdir? Söyle.» dedim!.. O:

«Sen yatağına girdiğinde ayetül kürsiyi sonuna kadar oku. Onu okuduğun takdirde Cenab-ı Hakta seni koruyucu olacaktır. Sabahla-yıncaya kadar hiçbir şeytan sana yaklaşmayacaktır.»

Böylece onun yakasını bıraktım ve sabahleyin Allah'ın Resulü ba­na:

«Dün akşamki esiri   ne yaptı?»

«Ey Allah'ın Resulü! Bana yararlı olacak bir kaç kelime öğrettiği­ni söyledi. Bun karşılık ben de yakasını bıraktım.

Cenab-ı Peygamber: «O kelimeler nelerdir?» Dedim kî; bana:

«Yatağına girdiğin zaman, ayetel kürsiyi başından sonuna kadar oku. Bunu okuduğun zaman, Cenab-ı Hak'tan gelen bir koruyucu se­ni koruyacaktır. Sabahlayıncaya kadar hiçbir şeytan sana yaklaşma-yacaktır.» dedi.

Eshab hayn elde etmek hususunda çok titiz idiler. Cenab-ı Pey­gamber:

«Dikkat et! O yalancı olduğu halde sana doğruyu söylemiştir. Ey Eba Hureyre! Üç geceden beri kiminle konuştuğunu biliyor musun?» «Hayır ya Eesûlellah. bilmiyorum.»

Cenab-ı Peygamber: «İşte o, şeytandır» dedi. Hadisi Buharî de böyle rivayet etti. Nesei «El Yevm vel'leyle»sinde îbrahim bin Yakub'-tan rivayet etti.

Ebu Ubeyd «Kitab ul Garib»te Ebu Muaviye'den, o Ebu Asım Sa-kafi'den, o Şa'bi'den o da Abdullah bin Mesud'dan rivayet etti:

«İnsanlardan birisi yola çıktı. Cinlerden birisi ona rastladı: (Ey insan oğlu!) Benimle güreşir misin? Beni yıkarsan sana bir âyet öğre­teceğim. Evine girdiğinde onu okuduğun zaman o eve hiçbir şeytan girmeyecektir.»

İnsanoğlu cirmi yendi. Ve cinniye:

«Şahsiyet yönünden seni zaif görüyorum. Sanki senin ellerin kö­pek eli gibidir. Siz cinlerin hepsi böyle midir yoksa sen mi böylesin?.)

O cinnî:

«Ben onların aralarında en kaburgalısıyım. İkinci bir kez benimle güreşir misin?»

İkinci kez de Ademoğlu onu yıktı. Cinnî:

«Ayetelkürsiyi oku. Onu herhangi bir kimse evine girerken okur­sa şeytan onun evinden çıkar. Ve merkebin yellendiği gibi yellenerek kaçar.»

îbn Mesûd'tan:

«O cinnî ile güreşen Hz. Ömer miydi?» diye soruldu. O:

«Ömer'den başka kimin olabileceğini ümid edersiniz?»

Ebu Ubeyde diyor ki:

Hadisteki «DEÎL» zaif cisimli demektir. «HÎH» ise yellenmek de­mektir.

Ebu Hureyre tarikıyla Hakim, Ebu Abdullah «Müstedrek»inde ri­vayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«El-Bakara sûresinde bir âyet vardır. Kur'an âyetlerinin efendisi­dir. O herhangi bir evde okunursa, orada bir şeytan varsa, mutlaka o evden çıkar. O, ayetelkürsidir.»

Hakim bunu Zaid tarikiyla da rivayet etmiştir. Sonra isnadı sahih­tir, demiştir.

Tirmizi Zaid'in hadisinde «Her şeyin hörgücü vardır. Kur'an'ın hörgücü el Bakara süresidir. El Bakara sûresinde Kur*an âyetlerinin efendisi olan bir âyet vardır. O da ayetelkürsi'dir» dedi. Sonra Tirmizi:

— Hadis garibtir. Ancak Hakim bin Cübeyr'in hadisinden bunu tanıyoruz. Hadisin ravisi Ebu Hakim'in hakkında Şu'be konuşmuş ve onu zaif saymıştır.

îbn Kesir «Ahmed ve Yahya bin Muin'de onu zaif saymışlardır» diyor. İbnu Mehdi onun hadisleri terketmiş, Es-Sadi onu yalancı ola­rak ilân etmiştir.

îbn Merduyeh Hz. Ömer'in oğlu Abdullah tarikıyla Hz. Ömer'den rivayet ediyor:

«Bir gün eshap, halka halka oturdukları halde Hz. Ömer çıkarak onların yanma geldi. Ve sordu:

«Sizden hanginiz bana Kur'an'm en büyük âyetini haber verebi­lir?» Îbn Mesud Ömer'e cevab olarak:

«Tam bilenin üzerine bastm. Resulü Ekrem'den dinledim, buyuru-yordu:

«Kur'an'm en büyük âyeti,   ayetelkürsidir.» Ve devamla: Ayetelkürside Allah'ın en büyük ismi vardır.»

îmam Ahmed, Esma binti Yezid bin Seken'den rivayet ediyor:

«Allah'ın Resûlü'nden dinledim. «Allah o Allah'tır ki ondan başka ilâh yok. Hayy ve kayyımdır.»

Elif, lâm, mim. Allah o Allah'tır ki, ondan başka ilâh yok. O hay ye kayyumdur» âyetlerinde Allah'ın en büyük ismi vardır.»

Ebu Davud, Museddet'ten ve Tirmizi Ali bin Haşrem'den, ve tbn Mace Ebibekr bin Ebi Şeybe'den, bunların üçü de İsa bin Yunus'tan, Abdullah bin Ebi Ziyad'dan böyle rivayet ettiler. Tirmizi «Hadisi ha-sen ve sahihtir» dedi.

Ebi-Ümame (R.A.) dan İbn Merduyeh rivayet ediyor:

«Allah'ın en büyük ismi o isimdir ki, onunla Cenab-ı Hak çağrıldığı zaman, İcabet eder. O üç yerdedir: El Bakara, Ali Imran ve Tana sûrelerindedir.»

Dimeşk Hatibi olan Hişam bin Âmmar bahsi edilen üç yeri şöyle izah etti: «El Bakara süresindeki âyet «Allah o Allah'tır ki ondan baş­ka mabud yoktur. Hayy ve kayyumdur». Ali îmran'daki âyet «Elif, lam, mim. Allah o Allah'tır ki ondan başka ilâh yoktur. O hayy ve kayyum­dur». Tahâ süresindeki âyet «Bütün yüzler hayy ve kayyum olan, öl­meyen ve ezelden beri mevcud olan Allah'a baş eğmiştir (Taha 11)» âyetleridir.»

Ebi Ümame*den farz namazdan sonra ayetelkürsiyî okumanın fa­zileti hakkında Ebu Bekr bin Merduyeh rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kim ki her farz namazının arkasında ayetelkürsiyi okursa, onun Cennet'e gitmesine ancak ölmemesi mani olur. (Yani ölürse hemen Cennet'e gider).»

Nesei «El Yevm velleyle» de Hasan bin Bişr'den bu şekilde rivayet etti îbn Hibban'da «sahih»inde Muhammed bin Himyer'den rivayet etti.

Muhammed bin Hasan bin Ziya bin Mukri', Katade'den, o da Ha­san Basri'den, o da Ebu Mus'el Eş'ari'den, o da Resûl-ü Ekrem'den ri­vayet ettiler:

«Allah, Imran oğlu Musa'ya vahy gönderdi. Ayetelkürsiyi her farz namazın akabinde oku. Çünkü onu her farzın akabinde okuyana şük-redenlerin kalbini ihsan edeceğim. Zikredenlerin dilini vereceğim. Pey­gamberlerin sevabını, sıddîklerin amelini vereceğim. Çünkü buna an­cak bir peygamber veya sıddîk veya kalbi iman için imtihan edilen ve­ya Allah yolunda öldürülmesini isteyen devam eder.»

îbn Kesir «bu hadis, cidden münkerdir» diyor. [71]

 

Manevî Sigorta

 

«Kim ki ayetelkürsiyi günün evvelinde veya gecenin evvelinde okursa o onu korur» konusundan gelen hadisler:

Tirmizi hadisi Ebi Seleme'den, o da Ebu Hureyre'den rivayet etti­ler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kim ki sabahladığı zaman «Hâ, mim» (El Mümin) sûresinin üçüncü (dönüş Allah'ındır) âyetine kadar ve ayetelkürsiyi okur­sa onların ikisinin yüzü suyu hürmetine akşamlayıncaya kadar koru­nur. Akşamlandığında onların ikisini okursa, onların yüzü suyu hür­metine sabahlanıncaya kadar korunur.»

Tirmizi «Bu hadis, hadisi gariptir» diyor. Ehli ilimden bazıları, ha­disin ravilerinden olan Abdurrahman bin Ebibekr bin Ebi Muleyke hakkında hadis hıfzı yönünden konuşmuşlardır.

Ayetelkürsinin fazileti hakkında birçok hadisler varid olmuştur. Kısa olsun diye onları nakletmedik. Çünkü kan aldırma anında ayetel-kürsi okunursa iki kan aldırma yerine geçer hadisi gibi bazılarının sıhatı yok. Ebu Hureyre'nin «Sol elle onu zaferanla yedi defa yazmak ve hafızlık için o yazıyı dille yalamak» hadisi gibi senedlerinde zaaf olan hadisler vardır. Bunların ikisini de İbn Merduyeh nakletmiştir. Onun için biz bunları bıraktık. [72]

«Allah o haydır» Yani nefsinde diridir, ebediyyen ölmez. «Kayyum-dır» yani başkasını vareder. Hz. Ömer «El-Kayyum»u «el kıyam» diye okuyordu. Binaenaleyh bütün mahlûkat, bütün varlıklar Allah'a muh­taçtır ve o varlıklardan zengindir. Varlıkların varlığı onun emiriyledir başkasıyla değildir. Nitekim öbür âyetinde «Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer onun emriyle kaim olur.»

«Onu uyuklama ve uyku tutmaz.» Yani herhangi bir gaflet, her­hangi bir nakışlık ve mahlûklardan habersizlik onun için yoktur. «O her nefsin üzerinde kaimdir» onun kazancını görmektedir. Herşeyin üzerinde murakıptır. Ondan hiçbir şey gizlenmez. Onun kayyumiyeti-nin tamamındandır ki, onu uyuklama ve uyku tutmaz.

Sahih'te Ebu Musa'dan rivayet ediliyor:

Allah'ın Resulü bizim aramızda dört kelime ile kalkıp konuştu: «Allah uyumaz. Ve Allah'a uyumak uygun değildir. Teraziyi alçaltır ve yükseltir. Gündüzün ameli gecenin amelinden önce Allah'ın huzuru­na getirilir. Gecenin ameli gündüzün amelinden önce getirilir. Onun perdesi nurdur. Eğer o perdeyi kaldırırsa, onun yüzünün teşbihleri, yetiştiği her mahlukunu yakacaktır.»

İshak bin Ebi İsrail'den, o Hişam bin Yusuf'tan, o Umeyye bin Şib-li'den, o Hakem bin Eban'dan, o İkrime'den, o Ebu Hureyre'den riva­yet etmişdir:

Resûlüllah'ı dinledim. Minberi üzerinde Musa (A.S.) den haber veriyordu: Musa'nın nefsine; acaba Allah (C.C.) uyur mu diye geldi. Bunun üzerine Allah bir meleği Musa'ya gönderdi. Üç gün üç gece onun uyumamasını sağladı. Sonra ona iki şişe verdi. Her birisi bir elin­deydi. Onları korumasını emretti.   Zaman zaman Musa uyuyor, elleri

birbirlerine vurulacak şekle yaklaşınca uyanıp onları birbirinden uzak-laştırıyordu. Sonunda şişeleri birbirine değdirecek tarzda uyudu ve şi­şeleri kırdı. Allah (C.C.) bununla Musa'ya bir darbımesel veriyor ve «Eğer Allah uyusaydı yer ile göğü nasıl tutardı?» demek istiyor.» Bu hadis, cidden gariptir. Bu, ve benzeri için verilen en açık cevap şudur: «Bu tür hadisler, İsrailoğullannın hadislerindendir ve merfu değildir­ler.

îbn Ebi-Hâtim Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«İsrailoğulları: Ey Musa! Senin rabbin uyuyor mu?»

Musa:

«Allah'tan sakınınız.» deyip onları böyle sorulardan menetmeye çalıştı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Musa'ya seslenerek:

«Ey Musa! Onlar, senden Rabbin uyuyor mu? diye sordular. Sen iki eline iki cam al ve bu gece ibadete devam et» dedi. Bunun üzerine camlan alan Musa ibadete devam etti. Gecenin üçte biri geçtiği zaman Musa uyukladı. Dizlerinin üzerine düştü. Sonra uyandı ve onları tut­tu. Gecenin sonuna kadar bu hal devam etti, sonunda uyudu. Ve şişe­ler onun elinden düşüp kırıldılar. Neticede Cenab-ı Hak Musa'ya:

«Eğer ben uyusaydım elinden düşen iki camın helak oluşu gibi, gökler ve yerler böylece düşer, helak olurlardı.»

Ve bunun üzerine Cenab-ı Hak peygamberine [73]  ayetelkürslyi indirdi.

«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.»

Bu âyet, tüm varlıkların Allah'ın kulu ve mülkünde olduğunu bize haber veriyor. Her şeyin onun mülkünde ve saltanatının altında olduğunu bize bildiriyor. Nitekim Cenab-ı Hak:

«Şân şudur ki; Göklerde ve yerde her ne ki, var ise, hepsi kul ola­rak Rahmana gelecektir. Cenab-ı Hak sayı ile onlan saymıştır. Hepsi kıyamet gününde ferden ona geleceklerdir» (Meryem 94) buyurmuş­tur.

«Onun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?» âyeti ce-lilesi, «Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri hiçbir şey sağ­lamaz, ancak Allah dilediğine izin verir ve razı olursa» (Enbiya: 28) âyetiyle «Allah'ın ancak razı olduğu kimseye şefaat eder» (Sebe: 23) âyeti gibidir. Bu âyet Allah'ın azamet, celâl ve kibriyasını bildiren âyetlerdendir. Hiç kimse Allah'ın izni olmadan Allah katında şefaat etmeye cesaret edemez. Nitekim şefaat hadisinde Allah'ın Resulü:

«Ben arşın altına gelir, secdeye kapanırım. Allah'ın dilediği kadar secdede kalırım. Sonra bana denilir ki, başını kaldır. Söyle, dinlenirsin. Şefaat et. Şefaatin kabul edilecektir. Cenab-ı Hak bana bir hudud çi­ziyor. Ve onlan Cennet'e götürüyor.» demektedir.

«Onların önünde ve arkasında olanı bilin) âyeti, Allah'ın ilmi İlâ­hisinin bütün kâinatı kapladığının delilidir. Kâinatın geçmişini, hazı­rını ve müstakbelini kaplıyor. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette meleklerden haber vererek buyurmuştur:

«Biz ancak senin Babbinin emriyle iniyoruz. Bizim önümüzdeki olan da, arkamızdaki olan da, onların arasında olan da O'nundur. Se­nin Rabbin unutkan değildir.» (Meryem: 64).

«Onun dilediği hariç, onun ilminden herhangi bir şeyi mahlukat kapsıyamıyor, (ihata edemiyor)» Allah'ın bildirdiği, ve halkı muttali kıldığı ilminden başka hiçbir kimse Allah'ın ilminden herhangi bir şe­ye muttali olmaz. Muhtemel ki, âyetin manası; onun zat ve sıfatları­nın ilmine, onun halkı muttali ettiğinden başka halk muttali olamaz. Nitekim başka bir âyette «tüm yönünden onu ihata edemezler» (Taha: 111) buyurmuştur.

«Onun kürsüsü gökler ve yeri kapsamıştır, (çevrelemiştir).»

Îbn-Ebi-Hâtim, Ebu Said'den, o İbn İdris'ten, o Mutarnf bin Ku-reyf'ten, o Cafer bin Ebi Muğire'den, o said bin Cübeyr'den, o îbn Ab-bas'tan rivayet etti:

«Kürsiden maksat Allah'ın ilmidir.»

İbn Cerir, Abdullah bin İdris'in hadisinden, Hüşeym'in hadisinden, onların ikisi de Mutarnf bin Tarifin hadisinden böyle rivayet ettiler. Ibn-Ebi-Hâtim, Said bin Cübeyr'den benzerini rivayet etti. Sonra İbn Cerir «Başkaları da; kürsi, onun iki ayağının yeridir dediler» dedi. Su­ca' bin Muhallid tefsirinde:

«Bize Ebu Asım, ona Süfyan, ona Ammar Zehebi, ona Müslim bin Baki, ona Said bin Cübeyr, ona İbn Abbas haber verdi:

Allah'ın Resûlü'nden «Onun kürsüsü gökler ve yeri kapsamakta­dır (kapsadı)» âyetin manâsı soruldu. Buyurdular:

«Onun kürsüsü ayaklarının yeridir. Arşın hududunu Allah'tan başkası çizemez.»

Ebubekr bin Merduyeh, Şüca' bin Muhallid, el-Fellas'm yolundan hadisi bu şekilde rivayet etmiştir. Fakat bu galattır.

Veki' de tefsirinde Süfyan'dan, Ammar'ı Zehebi'den, Müslim'i ... den, Said bin Cübeyr'den İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Onun kürsüsü, iki ayağının yeridir. Arşın hududunu hiç kimse takdir edemez.»

Hakim «Müstedrek»inde Ebu-Abbas Muhammed bin Ahmed el-Mahbubi'den, o Muhammed bin Muaz'dan, o Ebi Âsım'dan, o Süfyan'­dan, o İbni Abbas'tan mevkuf olarak benzerini rivayet etmiştir. Şey-heynin şartına göre sahihtir. Fakat Şeyheyn bunu rivayet etmemiş­lerdir, diyor.

Ibn Merduyeh, El Hakim bin Züheyri'nin yoluyla   rivayet etmiş tir; o da Süddi'den o da babasından ve Ebu Hureyre'den (merfu ola­rak) rivayet etmiştir. Fakat İbn Kesir «Bu sıhhatli değildir» diyor.

Süddi, Ebil Malik'ten rivayet etti: «Kürsi arşın altındadır.»

Süddi «Gökler ve yer kürsinin içindedir, kürsi de arşın önündedir»

dedi.

Dahhak, İbn Abbas'tan:

«Eğer yedi gök ve yedi yer yayıldıktan sonra birbirine yapıştınhr-sa ve onlar kürsinin genişliğine nisbet edilirlerse, ancak bir çöle atıl­mış bir halkanın bir ucu kadar yer teşkil ederler.»

İbn Cerir, İbn Zeyd'in tankıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü:

«Yedi kat göğün, kürsiye nisbeten büyüklükleri, yedi tane dirhemi bir miğfere atmak gibidir.»

Ebu Zer; Allah'ın Resûlü'nden dinledim diyor:

«Kürsi, arşın yanında ancak bir çöle atılmış demir bir halka gibi­dir. (Yani halkanın çöle olan nisbeti ne kadarsa onun da nisbeti o ka­dardır.)

Ebubekr bin Merduyeh, Ebu Zer Gifari tarikıyla rivayet etti: «Ebu-Zer Allah'ın Resûlü'nden kürsiyi sordu. Allah'ın Resulü:

Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, yedi kat gök ve yedi kat yer kürsinin yanında çöl olan bir araziye atılan bir halka kadardırlar. Arşm kürsi üzerindeki fazlalığı ise, çölün o halka üzerin­deki fazlalığı kadardır.»

Hafız Ebu Ya'la el Musili, Hz. Ömer tarikıyla rivayet ediyor:

Bir kadın Resûlullah'a geldi ve:

«Ey Allah'ın Resulü! Allah'tan iste ki, beni Cennet'e göndersin.»

Cenab-ı Peygamber onu dinlediği zaman, Allah'ı tazim etti ve bu­yurdu:

«Allah'ın kürsisi gökler ve yeri kapsar kadar büyüktür. Onun Al­lah'ın ağırlığından ötürü devenin sırtındaki eğerin ağırlıktan gıcırdamp seslendiği gibi çatırdayıp ses veriyor!...»  (Dikkat! Hadisi muteşa-bihdir. Mânâsı kapalıdır.)

Hafız el-Bezzar Müsned'inde Abd bin Humeyd ve îbn Cerir tefsir­lerinde, Tabarani ve Ebi Asım sünen kitablarında, Hafız Ziya «El Muh­tar» adlı kitabında, Ebu İshak es-Subeyhi'nin hadisinden, Abdullah bin Halifenin hadisinden bunu rivayet ediyorlar. Fakat bu, meşhur değil­dir. Hz. Ömer'den bu hadisin dinlenmesinde nazar vardır. Bazıları da Hz. Ömer'den mevkuf olarak rivayet ediyorlar. Bazıları mürsel olarak rivayet ediyorlar. Bazıları metnine garib bir fazlalık ekleyerek rivayet ediyorlar. Bazıları hazfediyorlar. Bundan daha garibi Cübeyr bin Mut'imin Arş sıfatı hakkındaki hadisidir. Ebu Davud, süneninde, (Ki-tab ussünne) de bunu rivayet ediyor.

İbn Merduyeh ve başka muhaddisler Bureyde'den, Cabir'den ve başka sahabelerden rivayet ettiler.

«Kıyamet gününde insanların arasında hüküm vermek için kürsi­nin konulduğu hakkında bir takım hadisler rivayet ediyorlar. Fakat zahir şudur ki onlar bu ayetin tefsirinde zikredilmiş değildirler.»

«Heyet-ilmi» (Astronomi) konusunda konuşan bazı İslâm alimleri iddia ederler ki, kürsi onların katında sekizinci felektir. Bu felek sabit­lerin felekidir. Onun üstünde dokuzuncu felek vardır, o esirin feleğidir. Ona «El-Atlas» deniliyor. Başkaları da onların bu iddialarını çürüt­müştür. Hakikati Allah bilir.

İbn Cerir, Cüveybir'den, o da Hasan Basri'den rivayet ediyor:

«Kürsi, arşın ta kendisidir.» Fakat sıhhatli şudur ki kürsi arştan başkasıdır. Arş kürsiden daha büyüktür. Nitekim eserler ve haberler buna delalet ettiler. îbn Cerir, Abdullah bin Halife'nin Hz. Ömer'den bu hususta naklettiği hadise dayanmıştır. Fakat benim katımda bu ha­disin sıhhatında nazar vardır. Allah daha iyisini bilir.[74]

«Onları korumak Allah'a ağır gelmez.»

Yani gökler ve yerleri, gökler ve yerlerin arasında bulunanlarla beraber onları korumak, Allah'a ağır gelmez. Belki kolaydır. Onun katında azdır. Çünkü her nefsin ve kazancının murakıbı odur. Bütün eşya­nın murakıbı odur.'Hiçbir şey ondan gaib değildir. Bütün eşya hakir ve onun ellerinin önünde durmakta, tevazu etmekte, ona nisbeten kü­çülmektedirler. Ona muhtaçtırlar. Gani ve sevilen ve övülen odur. Di­lediğini dilediği anda yapan odur. Yaptığından sorulmayan ve insan­ları sorguya çeken odur. Her şeyi kahredici odur. Herşeyin hesabım gö­ren odur. Yüce ve yüksek murakıb odur. Ondan başka mabud yok, on­dan başka Rab yoktur.

«O yüce ve büyüktür»   mealindeki cümle   «o büyük ve yücedir»

cümlesi gibidir. Bu âyetler ve bunların manasıyla ilgili sahih hadisler hususunda en kuvvetli görüş selefi salihinin görüşüdür. Onları keyfi-yetsiz, teşbihsiz ve Allah Katında olduğu gibi geçirmektedirler. Yani tevil etmeksizin, Allah'ı tenzih ile beraber, Allah'ı herhangi bir şeye benzetmeksizin onlara geldiği gibi iman ederler.[75] 

 (256) Dinde zorlama yoktur. Gerçek şu ki doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o sa­pasağlam bir kulpa yapışmıştır. Bunun kopması yoktur. Allah işiten­dir, bilendir...»

Bu ayeti celile, hakkında gelen eserler:

Bu ayeti celile, İslâm'ın büyük kurallarından birisini getiriyor. O da hiç kimsenin İslama girmek hususunda zorlanamayacağıdır. Çün­kü İslâmın buna ihtiyacı yoktur. Zira İslâm apaçık ve aşikârdır. Delil­leri ve burhanları apaçıktır. Hiç kimsenin zorla ona girmeye ve zor­lanmaya ihtiyacı yoktur. Belki Allah kime hidayet ederse, kimin göğ­sünü açarsa, basiretini nurlandınrsa o bir delile dayanarak İslama gi­rer. Allah kimin kalbini köreltirse, kulağına ve gözüne mühür basarsa ona zorla ve kahredici bir şekilde dine sokmak hiçbir faide vermez. Selefi salihin «Bu âyet, Ensardan olan bir kavim hakkında nazil oldu. Fakat hükmü âmdır» diyor.

İbn Cerir, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Kadının evlâdı yaşamadığı zaman nefsine; 'Eğer herhangi bir ço­cuğu yaşarsa onu yahudi yapmayı' nezrederdi.    (Beni-Nadr)  kabilesi Medine'den sürüldüğü zaman onların aralarında Ensarın bu tür çocuk­ları vardı. Ensar «Biz çocuklarımızın gitmesine mani oluruz» dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Ebu Davud ve Nesei de Bender'den bunu rivayet etmişlerdir. Mü-cahid, Said bin Cübeyr, Sabi, Hasan Basri ve başkası da «Bu âyet, bu hususta nazil olmuştur» demişlerdir. Muhammed bin İshak İkrime ta­rikıyla Said'den, o da îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Bu âyeti celile, Ensardan (Beni-Salim bin Avf) kabilesinden olan Husayin isminde bir kişi hakkında nazil olmuştur. Onun iki oğlu Hris-tiyan olmuştu. Annesi müslüman bir kadındı. Allah'ın Resulüne:

«Ben onları müslüman olmaya zorlayayim mı? Çünkü onlar Hris-tiyanlıktan başka bir şey kabul etmez» diye sormuştu.

Cenab-ı Hak onun hakkında bu âyeti nazil etti. Bu durumu aynen îbn Cerir de rivayet etmiştir. Fakat İbn Cerir'in Es-Süddi'den rivayet ettiği hadiste «onlar Şam'dan Medine'ye gelen bazı tüccarların eliyle Hristiyan olmuşlardır. Kuru üzüm satan tüccarlar Şam'a dönünce on­lar da onlarla beraber gitmeye azmettiler. Babalan onları zorla müs­lüman yapmaya kalkıştı. Cenab-ı Peygamberden onların arkasına gi­dip onları geri getirmesine izin vermesini istedi. Bu âyet nazil oldu.»

İbn Ebi-Hâtim, Ebu Hilal Tarikıyla Esbat'tan rivayet ediyor:

«Ben Hristiyan bir köle idim. Ömer bin Hattab'ın yanında bulunu­yordum. Ömer daima bana İslâmı arzediyor ve ben de kabul etmiyor­dum. Ve o «Dinde zorlama yoktur» diyor ve «Ey Esbat! Eğer müslü­man olsaydın seninle müslüman emirlerinin bazılarına hizmet ederdik» ilâve ederdi. (Bazı rivayetlerde bu kölenin adı Vask Er-Rumî diye ge­çer. Biline).

Alimlerden bir gurup «Bu âyet ehli kitab üzerine hamledilir» de­miştir. Ve ehli kitabın nesh ve tebdilden önce dinine girenler üzerine hamlediliyor. Onlar cizyeyi verdikleri takdirde dinde zorlanamazlar. Başkaları «Bu âyet, kital âyetiyle yani savaşa izin veren âyetle neshe-dildi» dediler. Bütün ümmetleri İslama girmeye davet etmek farzdır. Eğer onlardan birisi îslâma girmekten imtina edip itaat etmezse, ve­ya cizye vermezse onunla savaşılır. İşte ikrahın manası budur. Cenab ı Hak başka bir âyette «Şiddetli kuvvete sahib olan bir kavme çağrılacak-

siniz. Onlarla   savaşacaksınız   veya onlar    müslüman    olacaklardın»

(Feth: 16)  dedi. Diğer bir âyette «Ey Peygamber! Kâfir ve münafık­larla cihad et. Onların üzerinde katı ol.» (Tevbe: 73) buyurulmuştur.

... Sahihte «Senin Rabbin Cennet'e doğru zincirlerde çekilen bir kavimden hayret eder.» denildi. Yani o esirler ki bağlanarak, bukağı­lar ve kayıtlar ellerine veya ayaklarına takılarak İslâm memleketine doğru çekilip getirilirler. Sonra müslüman olurlar. Amelleri elverişli olur. İçleri, sırlan iyi olur ve Cennet ehlinden olurlar.

İmam Ahmed'in Enes'ten rivayet ettiği:

«Allah'ın Resulü bir kişiye «Müslüman ol» dedi. Köle:

— Ben İslâm'dan ikrah ettiğimi görüyorum ya Resûlellah!

Resul: «Kerih görürsen dahi müslüman ol» bu hadise gelince, sü-lasi (üçlü) ve sahih bir hadistir. Fakat zorlama kabilden değildir. Çün­kü peygamber onu müslüman olmaya zorlamadı. Belki onu İslama ça­ğırdı. O da «Nefsim İslâmı kabul etmiyor» diye peygambere haber ver­di. Ve Cenab-ı Peygamber «Müslüman ol, velev ki nefsin istemese dahi. Çünkü Cenab-ı Hak sana niyet ve ihlası rızık olarak verecektir.» dedi.

Tağuttan maksat, Allah'a eş tutulan putlardır. Şeytanın ibadetine davet ettiği herşey ve Allah'tan başka ibadeti yapılan herşey Tağuttur. «Kim ki tağutu inkâr eder, Allah'ı birlerse, sadece Allah'a kulluk ya­parsa, Allah'tan başka mabud olmadığına şahitlik yaparsa, o kopmaz bir kulpa sarılmıştır». Yani emrinde sabit olmuştur. Dosdoğru yolun üzerinde müstakim kalmıştır.

Ebul Kasım el-Bağavi, Ebu Ruh el Beledi'den, o da Ebul Ahvas Se­lâm bin Selim'den, o da Ebi İshak'tan, o da Hasan'dan, o da İbnu Kaid el-Abbasi'den rivayet etti:

Hz. Ömer «Âyetteki «CİBT» sihirdir, Tağut şeytandır. Şecaat ve korkuluk insanlarda olan tabiatlardır. Şeci tanımadığı için çarpışır. Korkak annesinden bile kaçar. Kişinin keremi ve namusu dinidir. So-yu-sopu ahlâkıdır. Farisi veya Nepti olsa dahi.»

İbni Cerir ve İbn Ebi-Hâtim, Es-Sevri'nin hadisinden Ebi İshak'­tan, Hasan bin Kaid el-Abbasi'den, Hz. Ömer'den benzerini rivayet et­mişlerdir. Hz. Ömer'in Tağut hakkında «o cidden kuvvetli bir şeytandır» demesinin manası; onun bütün şerri kapsamasından ileri geliyor. Zira cahiliye erilinin putlara tapmasında, putlara hakemlik götürme­lerinde ve putlara yardım etmelerinde olduğu gibi bütün serleri kapsa­maktadır.

Es-Süddi «kopmaz kulptan maksat, İslâmdır» diyor. Mücahid «kopmaz kulptan maksat, imandır» dedi.

Said bin Cübeyr ve Dahhak «kopmaz kulptan maksat, lailahe il-lallahtır» dedi.

Enes bin Malik «kopmaz kulptan maksat, Kurandır».

Salim bin Ebi Cud «o Allah için insanları sevmektir, Allah için in­sanlardan ouğzetmektir» diyorlar. Bütün bu yorumlar sıhhatlidir ve aralarında çelişki yoktur.

Muaz bin Cebel «(ona kopmak yoktur) âyetinde, Cennet'e girmek­ten başka» dedi.

Mücahid, Said bin Cübeyr «kopması olmayan en kuvvetli kulpa yapışmıştır» âyetini okuduktan sonra «Bir kavim nefislerinde oiam bozmadıkça Allah onlarda olanı bozmaz» (Rad: 11) âyetini okudu.

İmam Ahmed İshak bin Yusuf'tan, o İbn Avf'tan, o Muhammed bin Kays'tan rivayet etti:

«Ben mesciddeydim. Bir kişi geidi. Yüzünde huşu eseri vardı. İki rekât namaz kıldı. Onları da kısa kesti. Kavim «Bu kişi Cennet ehlin­den bir kimsedir» dedi. Bu kişi çıktığında onun peşini takib ettim, evi­ne girinceye kadar gittim. Ben de onunla birlikte eve girdim ve ken­disiyle konuştum. Aramızda ünsiyet peydah olduktan sonra ona:

«Sen camiye girdikten sonra kavim şöyle şöyle dediler» dedim. O da:

«Subhanallah! Hiç kimseye bilmediğini söylemek caiz değildir. Bunun nedenini ben sana haber vereyim. Ben Resûlüllah zamanında bir rüya gördüm. Onu Resûlüllah'a arzettim. Gördüm ki, sanKi ben yemyeşil bir bahçenin içindeydim. O bahçenin ortasında demirden ya­pılmış bir direk vardı. Onun altı yerde idi, ucu gökte. En yüksek ye­rinde bir kulp vardı. Bana «Bunun üzerine çık» dediler. Ben «gücüm buna yetmez» dedim. İnsaflı birisi bana geldi. Elbisemi arkadan kaldırdı. «Çık» dedi. Ben de çıktım. O kulpa yapıştım. Bana «Sen kulpa yapıştın» dedi. Ben uyandım ve (sanki) kulp hâlâ elimdeydi. Allah'ın Resulüne geldim ve ona rüyamı hikâye ettim. Cenab-ı Peygamber:

«O, bahçeye gelince o tslâmdır. Direğe gelince o da islâm'ın dire­ğidir. Kulpa gelince o kuvvetli kulptur. Sen İslâmın üzerinde Ölünce­ye kadar kalacaksın» dedi.

Ravi «Bu zat, Abdullah bin Selâmdır» diyor. Müslim ve Buhari sa­hihlerinde Abdullah bin Avn'ın hadisinden bunu rivayet etmişlerdir. Buhari başka bir yoldan Muhammed bin Sirin'den rivayet etmiştir.

tmam Ahmed, Harşete ibn ul Har'dan rivayet ediyor:

«Medine'ye vardım. Allah Resulünün mescidinde Medine'nin ileri gelenlerinin yanında oturdum. Bir piri-fâni geldi. Asasına dayanıyordu. Kavm:

«Kim ki Cennet ehlinden bir kimseye bakmak istiyorsa ona bak­sın» dediler. O zat, bir direğin arkasında durdu, iki rekât namaz kıldı. Ona sordum, «kavimden bazıları şöyle şöyle söylediler». O, «Cennet Al­lah'ındır, dilediğini oraya gönderir. Ben ResûlüUah'ın zamanında bir rüya gördüm; Sanki bana birisi geldi, «gel gidelim dedi». Onunla bera­ber gittim. Beni büyük bir yola götürdü. Benim solumda bir yol gör­düm, ona girmek istedim. «Sen onun ehlinden değilsin» dedi. Sonra sağımda bir yol belirdi. O yolda devam ettim. Kaygan bir dağa vardım. O benim elimden tuttu ve beni yukarıya çıkardı. Dağın tam doruğun­da idim. Ne durabilir ne de tutunabilirdim. Baktım demirden bir direk. Onun başında altından bir halka vardı. O kişi elimden tuttu, o halka­ya yapışıncaya kadar beni çıkardı. Kişi bana «Yapıştın mı?» diye sor­du. Ben de «Evet, yapıştım» dedim. Böylece ayağıyla direğe vurdu. «Kulpa yapış» dedi. Ben rüyamı Resûlüllah'a söyledim. O da «Hayrı görmüşsün. O, büyük yola gelince o, mahşerdir. Solunda beliren yola gelince o, Cehennem ehlinin yoludur. Sen onlardan değilsin. Sağında beliren yola gelince o, Cennet ehlinin yoludur. O, kaygan dağa gelince o, şehitlerin konağıdır. Senin yapışmış olduğun kulpa gelince o, İslâm-dır. Sen ölünceye kadar İslama yapışacaksın.»

Kişi bunlan söyledikten sonra «Ancak ben Cennet ehlinden olmak-Uğımı umarım» dedi.

Ravi diyor ki; onun Abdullah bin Selâm olduğu bana söylenildi!...

Nesei de Ahmed bin Süleyman'dan, Affan'dan, İbn Mace'den, Ebi-bekr bin Ebi Şeybe'den, Hasan bin Musa el Eşhed'den böyle rivayet et­miştir. Bunların ikisi de Hammad bin Seleme'den benzerini rivayet et­mişlerdir. Müslim «Sahih» inde A'meş'in hadisinden, Süleyman Mus-virMen, Harşete bin Harrul-Fezzari'den böyle rivayet etmişlerdir. [76]

.

 

Meal

 

(257) Allah, îman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan nu­ra çıkarır. Küfüne kaçanlara gelince, onların velileri tağut'tur. O ta-ğut onları nurdan karanlıklara düşürür. İşte onlar, ateşin arkadaşla­rıdırlar. Onlar ateşte kalıcıdırlar.

(258) (Ey Habibim!) Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, İb­rahim ile Rabbisi hakkında tartışanı (Nemrut'u) görmedin mi? Hatır­la o zamanı ki, İbrahim, «Benim Rabbim, O dirilten ve öldürendir.» dedi. (Nemrut) «Ben de diriltir ve Öldürürüm.» dedt İbrahim «Allah şüphesiz ki, güneşi doğudan getirir. Haydi sen de Batı'dan getirsen'e» dedi. Böylece kâfir olan şaşa kaldı. Zira Allah zalim bir kavmi doğru yola hidayet etmez.

(259) Yahut şu kimse gibi ki, bir kasabadan geçti. O kasaba altı üstüne gelmiş bomboştu.    O kimse «Acaba Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecektir.» dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı. Ve sonra tekrar diriltti. Ve «Ne kadar kaldın?» diye sordu. O «Bir gün veya bir günden az kaldım.» dedi. Allah «Hayır yüz yıl kal­dın. Yiyeceğine ve içeceğine bak! Bozulup kokmamıştır. Eşeğine bak (ki, onu nasıl çürütmüşüzdür, kemikler nasıl parçalanmıştır)  ve seni insanlara bir ibret kılalım diye (bunu yaptık). Kemiklere bak onları nasıl birleştirip ve sonra üzerlerine nasıl et giydiriyoruz?» dedi.   Bu, ona, apaçık bir şekilde açıklanınca, «Artık bilirim ki, Allah her şeye kadirdir.» dedi.[77]

 

Tefsir

 

(257) «îman edenlerin velîsi Allah'dır!..» Velî, dost ve işlerini gören de­mektir. Allah îman edenlerin dostudur. Onların işini ayarlar.  Îman edenlerden maksat, Allah'ça îman edilmesi istenmiş ve Allah'ın ilmin­de îman edeceği sabit olmuş kimselerdir. Her «Lâilâhe illallah» diyen­dir. Son nefesde îmanla gitmek şartıyla...

Karanlıklardan maksat, cahillik, hevanın peşine takılmak, vesve-se'eri kabul etmek ve küfre götüren şüphelerdir. Nurdan maksat, îma­na götüren hidayettir.

Tağut, şeytanlar veya sapıtan istekler demektir. «Onları nurdan karanlıklara düşürüyorlar.» demekten maksat, insanoğlunun fıtratın­da bulunan nur ve kabiliyettir veya onları açık delillerin nurundan şüphelerin karanlıklarına götürür. «Tağut onlan çıkarır» deyip çıkar­mayı tağut'a nisbet etmek, sebep oluşundan ileri geliyor. Yoksa ger­çekte Allah'ın kudret ve iradesi rol oynuyor.

(258) «Kendisine hükümdarlık verildiğinden şınıanp, İbrahim ile Rabbi hususunda cedelleşeni görmedin mi?» Bu Âyet, Nemrut'un Allah'ı in­kâr hususunda delil getirişinden ve ahmaklığından bahseder, şımar­masının sebebi dünyalık olduğunu beyan eder Aynı zamanda Âyeti Celîle, «Allah saltanatı kâfire vermez.» diyen muhtelizeleye karşı da delildir.

Nemrut'un «Ben de diriltir ve öldürürüm.» demesinden, Öldürmek­ten affettiği ve müstehak olmadan öldürdüğü kimseleri kasdediyor.

«Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir.» Bu söz, in­sanların çıplak gözle gördüklerine göredir. Güneşin sabitliği ile ters düşmez. Üstelik güneş kendi ekseni etrafında durmadan döner. Ve bel­ki de «Allah doğudan getirir.» Cümlesi ile bunu kasdetmiştir. Herhal­de Nemrut, «Allah'ın her yaptığını ben de yaparım (!)» iddiasında bu­lunmuştur ki, Hz. İbrahim onu böylece susturmuştur. Nemrut'u bu korkunç iddiaya sevk eden faktörler saltanat, hamakat veya «hulul» inancıdır.

(259) Tefsircilerden bâzısı, «İbrahim putları kırdığında, Nemrut tara­fından bir zaman hapis edildi, sonra ateşe atılmak üzere çıkartılıp hu­zura getirildi, Nemrut, «İnsanları kendisine çağırdığın Rabbin kim­dir?» diye sorunca, bu mücadele aralarında devam etti. Ve Nemrut'un mağlûbiyeti ile sonuçlandı. «Veya o kimse gibi ki, bir kasabadan geç­ti!...» Bu kimse Şerhİya oğlu üzeyr veya hazır veya   haşri inkâr eden bir kâfirdir. Ayette bahsi geçen kasaba Kudsi Şeriftir. Hadise Babil hükümdarı buhtannasar'm Kudüs'ü yıkmasından sonra meydana gelmiştir. Fakat kaynakların çoğu, Hz. Üzeyir'de İsrar eder­ler. Şehirin duvarları yıkılmış tavanlar o yıkıntılar üzerine yığılmıştı. Hz. Üzeyir bu manzara karşısında diriltmenin yolunu bilmekten ku­surlu olduğunu ikrar etmekle beraber diriltenin kudretini tazim et­mek için «ölümünden sonra şu kasabayı Allah ne zaman diril te çektir?» diye haykırdı. Eğer kâfir bu sözü söylemişse, «Böyle bir diriltme müm­kün değildir.» demek istiyor. Allah onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti ve «Ne kadar zamandan beri hurdasın?» diye sorunca kuşluk zamanı öiüm uykusuna dalan o zat, ikindi zamanından sonra uyandı­ğı için «Bir veya yanm gün» diye cevap verdi. Cenab-ı Hak ona, «Bila­kis yüz sene yattın.» Bunca zamana rağmen bozulmamış yemeğine ve içkine bakN buyurdu. Yemeği incir ve üzümden ibaret olduğu gibi, iç­kisi de üzüm şırası veya süt idi ve tazeliğini koruyordu. Cenab-ı Hak devamla «Eşeğine bak!» Kemikleri nasıl dağılmıştır, veya eşeğine bak ki, yerinde duruyor, susuz ve yemeksiz yüz senedir nasıl dayanıyor? Biz seni insanlar içni ib^et verici bir delil yapmak için bunu yaptık.» demek istemiştir.

Rivayete göre, Uzeyr eşeğinin sırtında kavmine gelip «Ben üze-yirim» dedi. Kavmi, «Üzeyr yüz senedir kayıptır.» deyip onu yalanladı. Tevrat'ı ezberden okuyan yoktu. Böylece onu tanıdılar ve «Allah'ın oğlu (!)» dediler. Bir rivayete göre, evine döndüğünde kendisi genç, çocukları ihtiyardı. Onlara bir şey konuştuğu zaman «Bu yüz sene ön­cesinin konuşmasıdır.» derlerdi.

«Kemiklere bak onlan nasıl diriltiriz?» Buradaki kemiklerden maksat, ya merkebin kemiği veya o kasabada ölen insanların kemiği­dir. Dirütilmelerinden maksat, terkip edilmeleridir. «Sonra onlara et giydiririz, kendisine belli olduğu zaman...»

Belirmenin faili, Allah'ın her şeye kadir olmasıdır. Yani Allah'ın her şeye kadir olması kendisine görüldüğü zaman, şunları haykırdı, «Biliyorum ki, Allah herşeye kadirdir.» [78]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(257) Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Onları dalalet karan­lıklarından hidayet nuruna çıkarır. Kâfirlerin dostları ise Tağutlardır. Kendilerini nurdan karanlıklara sokarlar...»

İbnul Munzir ve Tabarani îbn Abbas'tan rivayet ederler:

«Allah tarafından karanlıklardan, (zulmetlerden) nura çıkartıl­mış kimseler, bir kavimdir ki Hz. İsa'ya inanmadılar. Fakat Hz. Mu-hammed Mustafa geldiğinde iman ettiler. Tağutlar tarafından nurdan karanlıklara sokulan kâfirler ise, bir kavimdir, Hz. İsa'ya iman etti­ler. Fakat Hz. Muhammed Peygamber olarak gönderildiği zaman onu inkara kalkıştılar.»

Abd bin Humeyd, İbn Cerir, Katade'den rivayet ederler:

«Zulmetler»den maksat, dalalet ve sapıklıklardır. Nurdan maksat, hidayettir. Yani Allah onları sapıklıklardan hidayete çıkarmıştı. Beri­kilerini, Tağutlan hidayetten delâlete götürmüştür.»

İbn Cerir Dahhak'tan rivayet etti: «Karanlıklar küfür, nûr imandır.» Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet etti:

«Kur*an'da ne kadar karanlıklarla nur tabirleri geçerse o küfür ile imandan ibarettir.»

İbn Ebi-Hâtim Musa bin Ubeyde'den, o, Eyyub bin Halid'den riva­yet etti:

«Hevalarına tâbi olanlar hasra fitneleriyle beraber gönderilirler. Kimin hevası iman ise, onun fitnesi bembeyaz, pırıl pırıl parlar. Kimin nevası küfür ise, onun fitnesi de simsiyah ve karanlıktır.

Bunları söyledikten sonra bu âyeti celîleyi okudu. Allah herşeyi daha iyi bilir dedi.»

 (258) Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye İbrahim ile Eabbisi hakkında mücadele edeni görmedin mi?...»

İbrahim (A.S.) ile Rabbi hususunda mücadele eden Babil Kralı Nemrud bin Ken'an bin Kuş bin Sambin Nuh'tur. Bazıları rivayetler­de Nemrud bin Falih bin Abir bin Salih bin Fehşad bin Sambin Nuh diye gelmiştir. Fakat ilk rivayet daha kuvvetlidir. Zira o hem Mücahi­din hem de başka tefsir rivayet eden âlimlerin sözüdür (tefsiridir).

Mücahid diyor ki «Nemrud dünyayı şarktan garba kadar saltana­tının altına almıştı. Dünyaya şarktan garba kadar dört kişi hüküm­darlık yapmıştı. İkisi mümin, ikisi kâfirdi. Müminler Süleyman bin Da-vud ile Zülkarneyn, kâfirler de Nemrud ile Buhtanassardır. Allah ger­çeği daha iyi bilir.»

Abdurrezzak ve îbn Cerir, İbn Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh Ceyd bin Eslem'den rivayet ettiler:

Nemrud yeryüzünün ilk diktatörüdür. Halk onun katma gidip yi­yecek maddeleri alıyordu. İbrahim de halkla beraber gidip yiyecek maddesini getirmek istedi. Halk onun yanından geçerken:

«Sizin Rabbiniz kimdir?» diye soruyordu. Onlar da ona: «Sensin» derlerdi. İbrahim (A.S.) geçerken: «Senin Rabbin kimdir?» diye sordu. İbrahim: «Benim Rabbim odur ki diriltir ve Öldürür.»

Nemrud:

«Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi. İbrahim:

«Allah güneşi doğudan batıya getirir. Haydi sen de güneşi batıdan doğuya getir bakalım» dedi. Böylece kâfir susturuldu. Ve kızarak İbra­him'i, gıda maddelerini vermeksizin geri gönderdi. İbrahim aile efra­dına geri giderken kum yığınlarından birisinin yanından geçti ve o yı­ğından çocuklarımı bari ilk vehlede (gördüklerinde) sevindireyim diye biraz kum aldı. Aile efradına gelince yükünü indirdi. Sonra yorgunluk­tan ötürü uykuya daldı. Hanımı onun yüküne varıp açtı. Birde yükün içinde ne görsün, yemekler ve yiyecek maddelerinin en güzeli vardı. O yiyecek maddesiyle İbrahim'e birşeyler pişirdi ve İbrahim uyandı. İb­rahim ailesinden ayrılırken evinde pek yiyecek yoktu. Sordu:

«Bu nereden gelmiştir?»

«İşte senin getirmiş olduğun nimettendir bu...»

Bu durum karşısında İbrahim anladı ki, Allah ona rızık vermiştir. Allah'a hamdetti. Sonra Cenab-ı Hak o diktatör Nemrud'a bir melek gönderdi ve ona:

«Gel Allah'a iman et. Allah'a iman ettiğin takdirde Allah seni mülkünün üzerinde bırakacaktır» dedi. Diktatör Nemrud:

«Benden başka Allah varmıdır ki iman edeyim?» deyip iman et­mekten kaçındı. Melek ikinci kez aynı teklifi tekrar etmek üzere gel­di. O da yine karşılık olarak birinci kezde söylediklerini söyledi. Me­lek üçüncü kez geldi. O yine kabul etmedi. Melek ona:

«O vakit üç güne kadar bütün topluluklarım toparla. Seninle harb edilecektir,» dedi. Diktatör bütün topluluklarım toplattı.

Cenab-ı Hak meleğe emretti. Melek sivrisineklerden bir kapıyı Nemrud'un üzerine açtı. Güneş doğdu. Onlar sivrisineklerin çokluğun­dan güneşi görmez oldular. Sivrisineği Allah onların üzerine musallat kıldı. Onların kanlarını içtiler. Kemiklerindeki ilikleri emdiler. Onlarda kupkuru kemikten başka birşey kalmadı. Diktatör Nemrud ise olduğu gibi duruyordu. Ona hiçbir şey isabet etmemişti. Cenab-ı Hak bir siv­risineği gönderdi. O Nemrud'un burnuna girdi. Ve onun beyninde Al­lah'ın dilediği kadar kaldı. Rahat etmesi için kafasına tokmaklarla vurdurtuyordu. Onun katında onun hakkında insanların en merha­metlisi iki elini bir araya getirip onun başına vuran kimse idi. Nem­rud diktatörü (400) dörtyüz senelik bir zaman yeryüzünde hükümdar­lık yapmıştı. Cenab-ı Hak o kadar da ona azab verdirdikten sonra onu öldürdü. O göklere uzanan gökdeleni yapan idi. Allah (C.C.) emrini gönderip onun gökdelenini temellerinden yıktırdı.

259) Ya da altı üstüne gelmiş bomboş bir şehre uğrayan gibisini görmedin mi? demişti bunun burasını ölümünden sonra nasıl dirilte-cekmiş? Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı da sonra onu di­riltti. Ve ona demişti ki:

  Ne kadar kaldın?

— Bir gün veya bir günden az kaldım, demişti. Allah ona:

  Hayır! Yüzyıl kaldın.    Böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak. Henüz bozulmamış. Eşeğine de bir bak.    Seni insanlara ibret belgesi kılacağız... Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz, demişti...»

Selef, bu kasabanın yanından geçenin kim olduğunda ihtilâf et­mişlerdir, tbn Ebi-Hâtim, İsan bin Davud'dan rivayet, o da Adem bin Eyas'tan rivayet, o da İsrail'den, o da Ebi İshak'tan, o da Naciye bin Kâab'tan, o da Ali bin Ebi Talib'ten rivayet ediyor ki bu kişi Hz. Uzeyr idi. İbn Cerir de Naciye'den aynı şeyi hikâye ediyor. İbn Cerir İbn Ebi Hatim, tbn Abbas'tan, Hasan'dan, Katade'den, Süddi'den, Süleyman bin Bureyde'den aynı şeyi hikâye etmişler ve bu görüş, en (kuvvetli ve) meşhur görüştür.

Vehb bin Münebbih, Abdullah bin Ubeyd:

— Bu kişi Ermiya bin Halkiya idi, dediler.

Muhammed bin İshak, Veheb bin Münebbih'in tarikıyla:

  Bu Hızır isimli kişiydi, diyor.

îbn Ebi Hatim, Süleyman bin Muhammed el Yesari'den rivayet ediyor:

«Şam ahalisinden olup bu kasabanın yanından geçenin ismi Haz-kil bin Beyar'dır» dedi.

Mücahid bin Cebr: «O îsrailoğullarından bir kişi idi. Kasaba ise Beytil Makdis'tir. Buhtunnassar Beytulmakdis'i yıktıktan sonra o kişi Beytulmakdis'ten geçti ve bunu söyledi.» dedi.

«Hâviye» demek, boş ve içinde hiç kimse yoktur, demektir. Tavan­lar ve duvarlar arsaların üzerine düşmüş, altı üstüne getirilmiştir. Geçen zat, o, büyük tamirden sonra bu hale gelen Beytulmakdis'in durumu­nu düşündü. Onun yıkıntılarının şiddetli bir şekilde darmadağın oldu­ğunu görünce «Allah bunu ölümünden sonra ne zaman diriltecektir» dedi. Cenab-ı Hak onu (100) yüz yıl öldürdü. Yetmiş sene geç­tikten sonra kasaba yeniden tamir edildi. Sakinleri tamamlandı. İsra-iloğullan oraya döndüler. Cenab-ı Hak onu dirilttiği zaman ilk olarak iki gözünü diriltti. Ta ki onlarla Allah'ın yaptığına baksın. Allah onun bedenini nasıl diriltecektir? Görsün. Tamamen dirilttikten sonra Allah melekler vasıtasıyla kendisinden sordu:

«Ne kadar durdun?»

«Bir veya yarım gün.» Cevabını verdi. Böyle cevap vermesinin ne­deni şudur: Bu zat, günün evvelinde ölmüştü. Cenab-ı Hak onu günün sonunda diriltti. Güneşin daha batmadığım görünce zannetti ki o, uy­kuya daldığı günün güneşidir. Ve bunun için «veya günün bir kısmı» dedi. Cenab-ı Hak melek vasıtasıyla ona:

«Sen yüz sene kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamıştır.»

Rivayetlere göre beraberinde incir, üzüm ve üzüm şırası vardı. On­ları bozulmamış olarak gördü.

«Merkebine bak! Senin gözünün önünde Allah onu nasıl dirilte-cektir? Seni haşnn kopması hususunda insanlar için bir delil kılaca­ğız. Kemiklere bak, onları nasıl yükseltiyoruz. Bir kısmı nasıl gidip di­ğerine yapışıyor?»

îshak bin Bişr ve Inb Asakir, birçok yoldan, Kâab, Hasan ve.Vehb'-ten rivayet ederler. Bazıları diğerinden fazla ve eksik rivayetler ya­parlar. Fakat hülâsası şudur:

«Üzeyr salih bir kul idi. Hekim idi. Bir gün bahçesine çıktı. Onu ıslah etmeye gitti. Bahçeden dönerken bir harabeye vardı. Vakit tam öğle vakti idi. Sıcak kendisini zorladı. Harabeye girdi. Merkebin sırtın­dan indi. Beraberinde bir selek vardı. Onun içinde incirler bulunuyor­du. İkinci bir selekte de üzümleri tolamıştı. O harabenin gölgesine in­di. Beraberinde getirdiği bir çanak çıkardı. Üzümlerden ona sıktı. Son­ra kuru bir ekmek çıkardı. Onu üzüm şırasının içerisine attı. Yumuşa-sın ki yesin. Sonra sırt üstü uzandı. Ayaklarım duvara dayadı.   Evin tavanına baktı. Orada olanları gördü.    Ev yıkılmıştı, yerler üzerinde bulunuyordu. Sakinleri tamamen helak olmuştu.    Kupkuru ve çürü­meye yüz tutan   kemikleri gördü.   «Allah bunların ölümünden sonra bunları nasıl diriltecektir?» dedi. Esasında Allah'ın onları dirilteceğin­den şüphe etmiyordu. Fakat bunu hayret yönünden söyledi.    Cenab-ı Hak melekul mevti (ölüm meleğini) gönderdi. Onun ruhunu kabzetti. Yüz sene onu ölü olarak bıraktırdı. Bu yüz sene zarfında İsrailoğullan-nın arasında birçok hadiseler, olaylar meydana geldi. Yüz senenin ne­ticesinde Allah Uzeyr kuluna bir melek gönderdi. Evvelâ onun kalbini yarattı. Ta ki onunla düşünebilsin. Gözlerini yarattı, ta ki onlarla ba­kabilsin. Ve Allah ölüleri nasıl diriltir ki, teakkul edib    (düşünsün).

Sonra onun yaradılışını gözlerinin önünde yapıp meydana getirdi. Onun kemiklerine et giydirdi. Kıllar ve deri giydirdi. Sonra ona ruh üfürdü. Bütün bunları o gözleriyle görüp aklıyla anladı. Kalktı ve oturdu. Melek ondan sordu:

«Bu uykuda ne kadar kaldın?»

«Bir gün kaldım. Veya bir günün bir parçası kadar uyudum» dedi.

Bunun sebebi o günün tam başında yani öğle vaktine yakın bir za­manda uyumuş olmasıydı. Günün sonunda, güneş daha batmazdan ön­ce de diriltti. Daha bir gün tamam olmamıştı. Melek ona:

«Sen yüz sene uyudun. Yemeğine ve içeceğine bak, yani o kuru ek­mek ile üzüm şırasına bak ki, onlar aynen duruyorlar. Şıra bozulma­mıştır, kuru ekmek de çürümemiştir. İncir ve üzümlere bak. Onlar taptazedirler.»

Uzeyr kalbinde bunun nasıl olduğunu pek kavrayamıyordu. Melek ona:

«Sana söylediklerimi kalbin kavramıyor mu?» diye sordu. Ve «Öy­leyse merkebine bak!» diye ilâve etti.

Merkebine baktı ki merkeb tamamen çürümüştü. Kemikler bozul­maya başlamıştı. Melek merkebin kemiklerini çağırdı. Onlar icabet et­tiler. Her taraftan toplaştılar. Melek onları bir araya getirdi. Üzeyr de bakıyordu. Sonra onlara damar ve ilik giydirdi. Sonra onların üzerine et, etin üzerine deri giydirdi. Ve deride de kılları meydana getirdi. Son­ra melek merkebe ruhu üfürdü. Merkeb kalktı. Başını kaldırdı. Ku­lakları da göklere doğru idi ve bağırdı. Üzeyr bunları tamamiyle gör­dükten sonra: «Ben Allah'ın he rşeye kadir olduğunu biliyorum. Ölü­leri diriltmeye ve başka hadiselere de kadirdir» dedi. Böylece Üzeyr merkebine bindi ve mahallesine geldi. Halk onu, o da halkı tanımıyor­du. Halkın evlerini tanımaz olmuştu. Tahminen bir eve vardı. O ev onundu. Baktı ki iki gözü kör ve kötürüm bir ihtiyar kadın oturuyor. Tam (120) yüz yirmi sene yaşamıştı. Kadın onların bir cariyesi idi. Üzeyr onlardan ayrıldığı zaman, yirmi yaşında idi. O Üzeyri tanımıştı ve aklı eriyordu. Üzeyr ona:

«Ey kadıncağız! Bu Üzeyr'in evi midir?»

Kadın:

«Evet, Üzeyr'in evidir» dedikten sonra ağladı ve dedi ki:

«Şu kadar seneden beri hiç kimsenin Üzeyr'in ismini andığını işit­medim ve görmedim. Halk Üzeyr'i unutmuştur.»

Üzeyr:

«Ben Üzeyr'im.» dedi. Kadın:

«Sübhanallah! Sen nasıl Üzeyr olabilirsin? Biz yüz seneden beri Üzeyr'i kaybetmişiz. İsmini bile işitmedim, dedi. Üzeyr  (A.S.):

«Ben Üzeyr'im. Allah beni yüz sene öldürdü. Sonra diriltti.»

Kadın:

«Üzeyr duası makbul bir kişi idi. Hastalara ve belâ sahihlerine dua eder, Allah afiyet eder, şifa verirdi. O halde, Allah'a dua et ki Cenab-ı Hak gözlerimi geri versin. Ta ki göreyim. Eğer sen Üzeyr isen seni ta­nıyacağım» dedi.

Uzeyr Rabbine yalvardı. Eliyle cariyesinin iki gözünü elledi. İki gözü de sıhhat buldular. Onun elinden tutup «Allah'ın izniyle kalk» dedi. Cenab-ı Hak kadının ayaklannı da şifaya kavuşturdu. Sıhhatli bir şekilde ayağa kalktı. Sanki bir bağdan bırakılmış gibi idi.   Baktı

ve:

«Ben şahitlik ederim ki sen Üzeyr'sin» dedi. İsrailoğullannin bu­lunduğu mahalleye gitti. Onlar kahvelerinde, meclislerinde oturmuş­lardı. Üzeyr'in (118) yüzon sekiz yaşında bir ihtiyar oğlu vardı: Ço­cuklarının çocukları ihtiyarlamış ve mecliste bulunuyorlardı. Kadın onlara seslendi:

«İşte Üzeyr size geldi» dedi. Onlar kadını yalanladılar. Kadın: «Ben sizin falanca cariyenizim. O Rabbine dua etti, Rabbisi bana

gözlerimi ve ayaklarımı verdi. O diyor ki «Cenab-ı Hak beni yüz sene

Öldürdü, sonra diriltti.»

Böylece halk kalktı, Üzeyr'e doğru yürüdüler. Üzeyr'e baktılar.

Üzeyr'in oğlu:

«Benim babamın omuzları arasında siyah bir beni vardı» dedi ve Üzeyr'in omuzlarının arasını açtılar. Baktılar ki o Üzeyr'dir. İsrailoğul-ları dediler ki:

«Bizim içimizde Üzeyr'den başka Tevrat-ı ezbere bilen yoktu, Buh-tunnassar Tevrat'ı yaktı. Tevrat'tan hiçbir şey kalmadı. Ancak bazı kimselerin ezberlediği bazı âyetler kaldı. O halde onu bize yaz» dedi­ler.

Üzeyr'in babası Buhtunnassar zamanında Tevrat'ı bir yere göm­müştü. Üzeyr'den başka hiç kimse o yeri bilmezdi. Üzeyr onlarla oraya gitti. Toprağı eştiler. Tevrat-ı çıkardılar. Yapraklan kopmaktaydı. Ya­zı tamamiyle silinmişti. Bir ağacın gölgesinde oturdu. Etrafında bu­lunan îsrailoğullanna Tevrat'ı yeniledi. Gökten iki yıldız indi. Onun karnına girdiler. Tevrat'ı hatırladı. İsrailoğullanna yeniledi. İşte bun­dan dolayı yahudiler bilahere «Uzeyr Allah'ın oğludur» dediler. Çünkü gözleriyle gökten inen iki yıldızın Üzeyr'in ağzından girdiğini gördü­ler. Çünkü onlara o Tevrat'ı yenilemiş ve onların emirlerini ihya et­mişti. Onlara Hazkil kilisesinde, Sevad arazisinde Tevrat'ı indirdi.

İbn Abbas «Üzeyr Allah'ın buyurduğu gibi oldu. İnsanlar (îsrail-oğullan) için bir mucize oldu. Şöyle ki, o çocuklarının çocuklarıyla, torunlarıyla oturuyordu. Torunları ihtiyar, o gençti. Çünkü o Öldüğü zaman kırk yaşında idi. Dirildiği zaman da öldüğü gün gibi kırk ya­şında oldu.»

İshak bin Bişr ve îbn Asakir Hasan'dan rivayet ediyorlar:

«Uzeyr ile Buhtunnassar olayları fetret zamanında (yani Hz. İsa ile Resulü Ekrem arasında, peygamberlerden boş kalan zamanda) oldu.

İshak ve İbn Asakir - Ata bin Ebi Rebah'tan rivayet ettiler:

«Üzeyr'in hadisesi Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında bulunan fetret devrinde cereyan etti...»

îshak bin Bişr ve İbn Asakir, Vehb bin Münebbihden rivayet etti­ler:

«Üzeyr ile Buhtunassar hadisesi İsa ile Süleyman (A.S.) arasında

bulunan zamanda oldu.» [79]

 

Meal

 

(260) Hatırla o zamanı ki, İbrahim, «Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.» dedi. Allah, «Buna inanmıyor musun?» dedi. İbrahim, «(İnanmaz değilim) fakat kalbim mutmain olsun (iyice kansın) diye istiyorum.» dedi. Allah, «Öyle ise, kuşlardan dört tane al! Onları iyice kendine yaklaştır. Sonra onları parçala her dağın üzerine birer parçalarım koyduktan sonra o kuşları çağır! Sana koşarak gelir­ler. Bilmiş ol ki, şüphesiz Allah her şeye galip ve hikmet sahibidir.

(261) Mallarım Allah'ın yolunda sarfedenlerin durumu, her ba­şağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibi­dir. Allah dilediğine kat kat arttırır. Allah'ın lutfu geniştir ve her şeyi bilicidir.

(262) Mallarını Allah yolunda sarf edip    sonra sarf ettiklerinin peşinden başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rableri katında ecir­leri vardır. Onların üzerinde korku yoktur ve onlar üzülmezler.

(263) Uygun bir söz ve bağışlama, ardında eziyet gelen bir sa­dakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir ve halimdir.

 (264) Ey îman edenler! Sakın sadakalarınızı başa kakmak ve ar-dı.ıda eziyet etmek ile bozmayınız; tıpkı malını insanlara gösteriş için sarf eden Allah'a ve Ahiret gününe Ulanmayan kimse gibi. Bu kimse­nin durumu üzerinde toprak bulunan kayanın durumuna benzer. O kayanın üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Onlar kazandıklarından hiçbirşey elde edemezler. Allah kâfir bir kavme bida­yet etmez. [80]

 

Tefsir

 

(260) «Hatırla o zamanı ki İbrahim, «Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltiyor­sun bana göster.» dedi.»

İbrahim gözü İle diriltmeyi görsün diye sordu. Bâzı görüşlere göre, Nemrut İbrahim'e «Ben de diriltirim ve öldürürüm.» dediğinde ona cevap olarak İbrahim, «Allah'ın diriltmesi ruhu bedene çevirtmekle olur.» dedi. Nemrut, «Sen bunu gözünle gördün mü?» diye sorunca, İb­rahim: «Evet» demeye muktedir olamadı. Rabbine, «Senin ölüleri dirilt­mene inanırım, fakat ikinci bir defa benden sorulursa kalbim mutma­in olsun diye soruyomm.» dedi.

«Allah ona dört kuş al!» dedi.

Bu kuşların tavus, horoz, karga ve güvercin olduğunu söylediler. Bâzıları güvercin yerine nesir kuşu vardı dediler. Burada ebedi hayat­la nefsin diriltilmesi ancak, şehvetlerin, süslerin, saldırganlığın, uzun emelin ve suratla hevayi nefse hücum etmenin öldürülmesi ile müm­kün olduğu ifade ediliyor. Zira tavus süs ve şehvetin, horoz hücum-kârlığın, karga uzun emel beslemenin, güvercin acelece isteğine hü­cum etmenin sembolleridir.

Bütün varlıkların içinden kuşları bu işlere tahsis etmenin hikme­ti, insanlara en yakın ve hayvani özellikleri en derleyici olduklann-dandır.

İbrahim (A.S.) o kuşları bir zaman için tetkik ettikten sonra ke­sip parçalarını oradaki dağların üzerine koydu. Sonra «Allah'ın izni ile geliniz!» diye çağırdı. Onlar uçarak ve koşarak geldiler.

Rivayette gelmiştir ki, İbrahim onları kesmek ve tüylerini yolmak, bedenlerini parçalamak, başlarını yanında bırakıp diğer parçalarım karıştırarak her parçayı bir dağın üzerine koyup sonra onları «Geli­niz!» diye çağırmakla emir olundu. Emir olunduklarını aynen yaptı. TIer parça diğerine üşüştü. Başsız beden oluştu. Tüyler yerlerine ko­nuldu. İskeletler Hz. İbrahim'e gelip başlan ile birleştiler.

Burada işaret vardır ki, nefsini ebedî hayatla diriltmek isteyene, bedensel kuvvetlere yönelip onları söndürmek, biribirine karıştırıp hiddetlerini kırmak, aklın ve şer'in çağrısı ile çağırdığı zaman kendisine itaat edeceklerini sağlamak gerekiyor.

Hz. İbrahim'in üstünlüğüne, duada yalvarmanın bereketine, is­tekte ebed'i gözetmenin iyi neticesine, delil olarak sana yeterdir ki, Cenab-ı Hak İbrahim'in derhal kendisine gösterilmesini istediği şeyi en kolay tarzda göstermiştir. Ve aynı istekte bulunan Üzeyir'e yüz sene sonra isteğini vermiştir. [81]

 

Allah Yolunda Harcamak

 

(261) «Allah yolunda da mallarını infak edenlerin durumu!...».Bu Âyeti Celîle, Allah yolunda verilen bir kuruşa karşı yediyüz kuruş sevap ol­duğunu kayıt eder. «Allah dilediğine kat kat arttırır.» cümlesi ise, bi­re karşı yediyüzün taban olduğunu, tavanın ise beşerin durumuna uy­gun sayılmayacak kadar sonsuza gittiğini tesbit eder. Bu kârın teme­linde sadaka verenin ihlâsı yatmaktadır. Bu Âyet, Tebuk savaşının iki kahramanı olan Hz. Osman İle Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında na­zil olmuştur. Hz. Osman, askerlere bin deveyi üzerindeki çullan ve boynundaki yularlan ile bağışladı. Abdurrahman b. Avf ise Resûlül-lah'a dört bin dirhem sadaka getirip teslim etti.

(264) «Ey îman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak ve eziyet etmek ile bozmayınız!...» Âyeti Celîlesi ne denli sadakalann Allah katında ge­çerli olduğunu beyan etmekle beraber, sadakanın ve iyiliğin temelini sarsan faktörleri de ortaya koymuş oluyor. Riyakârlann Allah'ın hu­zurunda gösteriş için yaptıklannm hiçbir karşılığım görmemeleri ve telâfisi mümkün olmayan bir üzüntüye gark olmalarım belirten cüm­le ne acı bir hakikati sergiliyor.

«Onlar yaptıklarının hiçbir şeyinden fayda görmez» Âyetin son cümlesi olan «Allah, kâfir bir kavmi hidayet etmez.»    işaret eder ki,

gösteriş için çabalar başa kakmalar ve eziyet vermeler kâfirin sıfatla-nndandır. Mü'minler kesinlikle bunlaıdan kaçınmalıdır. [82]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (260) Bir vakit İbrahim şöyle demişti:

«Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.»

Allah:

«Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?» buyurdu. İbrahim:

«Evet, inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum» dedi...

Bu âyetin tefsirinde selef: İbrahim (A.S.)'in sorusuna birkaç se-beb zikretmişlerdir. Birisi İbrahim, Nemrud'a «Rabbim diriltir ve öl­dürür» dediği zaman istedi ki ilmel yakinden, aynel yakma geçsin. Ya­ni buna ilmen inandığı gibi gözüyle de görsün. Ve bunun için:

«Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster» dedi. Buhari-nin bu ayetin tefsirinde rivayet ettiği hadis:

Ahmed bin Salih, îbn Vehb, Yunus'dan, îbn Şihab'tan, İbn Ebi Seleme'den, Said'den, Ebu Hureyre'den geliyor:

«Biz şek hususunda İbrahim'den daha müstahakız. Zira İbra­him:

«Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster, dedi. Allah'ta «Sen iman etmedin mi?» diye sordu. İbrahim, «Evet iman ettim. Fakat kalbim mutmain olsun diye istiyorum» dedi.»

Müslim de bu hadisi Harmele bin Yahya'dan, Vehb'cen rivayet et­miştir. Buradaki sekten maksat, ilimsizlerin anladığı şek değildir. Bu hadisi çeşitli şekillerde ilim erbabı yorumlamışlardır.

Muhammed bin îshak bin Huzeyme, Ebi İbrahim İsmail bin Yah­ya el Muzeni'den bu hadisin yorumunda şunu söylediğini rivayet etti:

«Ne Resûlüllah, ne de îbrahim şüphe etmediler ki Allah ölüleri di­riltmeğe kadirdir. Onlar ancak Cenab-ı Hak dileklerini kendilerine gösterecek midir? Orada şüpheli idiler. Onu kesinkes bilmiyorlardı.

Ebu Süleyman El Hitabi:

«Biz İbrahim'den şüphe etmeye daha müstahakız» sözü, Resulü Ekremin kendi nefsinde ve İbrahim (A.S.) de şüphenin olduğunu ik­rar etmek değildir. Ancak burada hem şüpheyi kendi nefsinden, hem de İbrahim'den defetmesi bahis konusudur. Ve Resulü Ekrem diyor ki, «Madem ben Allah'ın kudretinde yani ölüleri diriltmeye kadir oldu­ğunda şüphe etmiyorum, İbrahim benden daha müstahaktır ki burada şüphe etmesin.» Ve peygamber bunu tevazu yoluyla, nefsini küçült­mek kabilinden konuşmuştur. Resûlüllah'ın    «Eğer Yusuf'un hapiste çaldığı uzun müddet ben kalsaydım ona yapılan çağınya icabet eder-lim» hadisi de böyledir. Yani tevazu yoluyla söylenmiştir.

Bu âyeti celîlede İbrahim'in (A.S.) sorusunu şek cihetinden sor-iıasının ilân vardır. Zira ilmi, gözle görmek suretiyle artsın diye İs-;emiştir. Çünkü gözle görmek, istidlal yoluyla kalbte oluşmayan narifet ve sükûneti ifade eder.

Denildi ki, bu âyeti celîle nazil olduğu zaman bir kavm «İbrahim jüpheye düştü. Fakat bizim peygamberimiz şüpheye düşmedi» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber bu sözü tevazu yoluyla söyledi ve İbrahim'i kendi nefsine takdim eyledi. [83]

Alimler, İbrahim'in kesmiş olduğu kuşların hangi kuşlar olduğun­da ihtilâf etmişlerdir. Onları tayin etmekte herhangi bir falde yoktur. Eğer olsaydı Kur'an onu nassen söyleyecekti. Fakat rivayetleri zikre­delim:

îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Turna, Tavus, Horoz ve Gü­vercin idi.

Yine İbn Abbas'tan ikinci bir rivayet geliyor: Kaz, Rey (nuâmenin yavrusudur), Horoz ve Tavustur.

Mücahid ve îkrime «güvercin, horoz, tavus ve kartal idi» diyor.

îbn Abbas, îkrime, Said bin Cübeyr, Ebu Maluk, Ebu] Esvedi Deuli, Vehb bin Munebbih, Hasan ve Süddi: «îbrahim onları parçaladı.»

El Hufi, îbn Abbas'tan:

«İbrahim onları bağladıktan sonra kesti. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça koydu.»

Müfessirlerin zikrine göre «İbrahim, dört tane kuşu tuttu ve on­ları kesti. Sonra parçaladı. Tüylerini yolup parçaladı. Etlerini birbiri­ne karıştırdı. Sonra onları dört (veya yedi) dağ üzerine koydu. Başlan İbrahim'in elindeydi. Sonra Cenab-ı Hak, İbrahim'e onları çağırmasını emretti. Onları Allah'ın emrettiği şekilde çağırdı ve bakıyordu tüylere, bir tüy diğer tüyün yanına, kan diğer kanın yanına ve et diğer etin yanına uçuyordu. Her kuşun parçası diğer parçanın yanma uçuşuyor, birbirine yapışıyordu. Böylece her kuşun iskeleti oluştu. Sonra îbrahim onları daha güzel seyretsin diye yürüyerek İbrahim'e geldiler. Her kuş gelip İbrahim'de bulunan başını almak için hazırlandı. îbrahim her kuşun başını başkasına uzattığı zaman kabul etmezdi. Başını uzattığı zaman Allah'ın havi ve kuvvetiyle baş cesedle birleşirdi. Bunun için Kur'an-ı Kerim «Bil ki Allah galibtir ve hâkimdir» buyuruyor. Yani dilediği olur. hiçbir şey ona mani olamaz. Çünkü herşeyi kahredici odur. Sözlerinde, fiillerinde, şeriatında ve kudretinde hikmet sahibi­dir.

Abdürrezzak, Ma'mer'den, o Eyyüp'ten rivayet ettiler: «Lâkin kalbim mutmain olsun diye» âyeti Kur'an'da en ümit ve­rici âyettir.

tbn Cerir, Muhammed bin Mûsanna'dan, o Muhammed bin Cafer'­den, o Şu'be'den rivayet etti. O da Zeyd bin Ali'den dinledim diyor. O da Said bin Müseyyib yoluyla rivayet etmiştir:

«Abdullah bin Abbas ile Abdullah bin Âmr bir araya geldiler. Biz de o zaman gencecik kimselerdik. Birisi diğerine:

«Allah'ın kitabında bu ümmet için en ümit verici âyet hangisi­dir?» diye sordu. Abdullah bin Âmr (R.) Anhuma:

— Cenab-ı Hakkın «Ey Habibim (benden taraf) söyle ki: Ey nefis­leri üzerinde israf etmiş kullarım!    Allah'ın rahmetinden    ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki, Allah bütün günahları affedicidir»    (Zümer: 53) âyetidir dedi.

îbn Abbas:

  Sen bunu böyle diyorsun. Fakat ben derim ki, bu ümmet için en ümit verici âyet, İbrahim'in «Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilti­yorsun, göster? Allah: Sen inanmamış mısın? İbrahim: Evet, inandım. Fakat kalbim mutmain olsun diye istiyorum» dedi» âyetidir.

tbn Ebi-Hâtim, Ubeyy'den o da Zinnûn kebir tarikıyla rivayet edi­yor:

Abdullah bin Abbas ile Abdullah bin Âmr bin As bir araya geldi­ler, îbn Abbas, îbn Amr'dan:

«Kur'an'm hangi âyeti senin katında daha ümit vericidir?»

Abdullah bin Âmr:

  Cenabı Hakkın «De ki: Ey nefisleri hakkında israf eden kul­larım! Ümitsiz olmayınız» âyetidir.

îbn Abbas:

  Fakat ben derim ki, Kur'an'm en ümit verici âyeti, İbrahim'in «Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.»

Allah:

«Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?» buyurdu. İbrahim: «Evet, inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum dedi.» âye­tidir.

Îbn Abbas'ın böyle demesinin sebebi, nefislerde şeytanî vesvesele­rin arız olmasındandır. Bu hadisi Hakim de «Müstedrekainde Ebi Ab­dullah Muhammed bin Yakub bin Hazrem'den, İbrahim bin Abdullahi Sadi, Bişr bin Ömeri Zehrani, Abdullah bin Ebi Seleme'den rivayet et­miş ve «Sahihul isnattır» buyurmuştur.

 261) Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibi­dir. Allah dilediğine kat kat artırır. Allah ihsanı bol olandır ve bilen­dir...»

Bu âyet hakkında gelen tefsirler:

Bu, bir Darbımeseldir. Cenab-ı Hak Allah yolunda infak edenin sevabının kat kat verilmesine dair bu misali getirir. Bir hasene on misli olur, yediyüz misline kadar yükselir.

Said bin Cübeyr, «Allah'ın yolunda» demek Allah'ın taatinde sar-fetmek demektir diyor.»

Mekhul, «Allah'ın yolunda demek, atlan bağlamak, silâhlan ha­zırlamak gibi cihad yolunda sarfetmek demektir.»

Şehid bin Bişr, îkrime'den, îbn Abbas'tan:

«Allah yolunda demek, cihad yolunda, hac yolunda demektir. Bu yolda sarfedilen bir dirhem yediyüz dirheme kadar sevab getirir. Çün­kü Cenab-ı Hak «Bunun meselesi, bir tek danenin meselesi gibidir ki, yedi başak bitiriyor. Her başakta yüz tane vardır» buyurdu.

Hadisi şeriflerde, bir hasenenin yedi yüz kata kadar çıktığı tesbit edilmiştir. Bu hususta İmam Ahmed'den gelen bir hadis:

îyad bin Latif der ki:

«Biz Ebu Ubeyde'nin evine, ona isabet eden bir hastalıktan dolayı, ziyaret maksadıyla gittik. Hanımı Tuhayfe yanıbaşında oturmuştu. Biz sorduk:

«Ebu Ubeyde nasıl geceledi?» Hanımı:

«Vallahi bir ecirle geceledi» dedi. Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (R.A.):

«Hayır, bir ecirle gecelemedim» dedi. Duvara dönük olan yüzüyle bize döndü ve:

«Niçin benden böyle söylediğimin sebebini sormuyorsunuz?» dedi. Kavim:

«Senin söylediğin bizi hayrete düşürmedi ki senden nedenini sora­lım.» dediler. Ebu Ubeyde:

— Resûlüllah'dan dinledim: «Kim ki, katında faz la bulunan bir nafakayı Allah yolunda sarfederse Cenab-ı Hak yediyüz mislini ona ve­rir. Kim ki, nefsine ve ehline infak ederse, veya bir hastayı ziyaret ederse veya bir eziyeti yoldan kaldırırsa, bir hasenesine karşılık on mislini alır.. Oruç, sahibi onu yırtmazsa ateşten korumak için kal­kandır. Allah kimi bir belâ ile musallat kılarsa, cesedinde o belâ onun için günahın silicisidir.»

Nesei, oruç bahsinde bunun bir kısmını hadis olarak, bir kısmını da mevkuf olarak nakletmiştir.

İmam Ahmed, İbn Mesud tarikıyla rivayet ediyor:

Bir kişi bir deveyi yularryla Allah yolunda tasadduk etti. Allah'ın Resulü:

«Kesinlikle bu deve bu kişiye kıyamet gününde yediyüz deve ola­rak ikram edilecektir, hepsi yularlı olacaktır» dedi.

Müslim ve Nesei bu hadisi Süleyman bin Mihran'dan, o da A'meş'-ten rivayet etmiştir. Müslim'in lafzı şöyledir:

«Bir kişi yularlı bir deveyi getirdi:

— Ey Allah'ın Resulü! Bu, Allah yolundadır dedi. Cenab-ı Pey­gamber:

«Bundan ötürü senin için kıyamet gününde yediyüz deve vardır»

buyurdu.

Yine İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor:

«Allah, Ademoğlunun bir hasenesini on misline, yediyüz misline kadar artırır. Ancak oruç müstesnadır. «Oruç benimdir. Onun mükâfa­tını ben takdir ederim. Oruçlumıniki sevinci vardır. Birisi iftar zama­nında, birisi de kıyamet günündedir. Yemin ederim, oruçlunun ağzın­dan gelen koku Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.» diyor Cenab-ı Hak...»

İmam Ahmed Ebu Hureyre tarikıyla rivayet etti:

«Ademoğlunun her iyi ameli katlanır. Bir hasene on misli olur. Yediyüz misline kadar çıkar. Allah'ın dilediğine kadar çıkar. Cenab-ı Hak «Ancak oruç müstesnadır. O benim içindir. Onu ancak ben mü­kâfatlandırırım. Kulum yemesini, içmesini benim için bırakmıştır. Oruçlunun iki sevinci vardır. Bir sevinci iftar zamanındadır, diğeri de Rabbi ile mülâki olduğu zamandır. Yemin ederim, oruçlunun ağzın­dan gelen koku, Allah katında misk kokusundan daha hoştur. Oruç kalkandır, oruç kalkandır.» buyurdu ...

Yine İmam Ahmed, Bişr bin Amile'den, o da ibn Vail'den rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kim ki Allah yolunda bir nafaka verirse, ona nafakası yediyüz kata kadar çıkar.»

Ebu Davud, Seni bin Muaz'dan, o da babasından rivayet ediyor:

«Şüphesiz namaz, oruç ve zikr, Allah yolundaki sadakadan yedi­yüz kat daha fazla olurlar. (Yani sadaka on misline, yediyüz misline çıkıyor. Bunlar da sadakadan yediyüz kat daha üstündürler gibi bir durum anlaşılıyor hadisten.. Fakat farz namaz, ve farz oruca yorum­lamak gerektir.)

Îbn-Ebi-Hâtim, İmran bin Haşinin (veya Husayın) tarikıyla Re-sûlüllah'tan rivayet ediyor:

«Kim ki bir nafakayı Allah yolunda gönderirse kendisi evinde ka­lırsa, Cenab-ı Hak onun gönderdiği her dirheme karşılık kıyamet gü­nünde yediyüz dirhemin sevabını ona verir. Kim ki, Allah yolunda ga­zaya gidip o cihette infak ederse, her dirheme karşılık (Kıyamette) yediyüzbin dirhem ona verilir.»

Resûlüllah bunu söyledikten sonra:

«Allah dilediğine kat kat yapan) âyetini okudu. îbn Kesir «Bu ha­dis, gariptir» dedi. Fakat daha önce Ebu Osman en Nehdi'nin Ebu Hu-reyre'den rivayet ettiği «Bir hasene, iki milyon hasene olur» hadisi geçti. Onu hatırla» diyor.

Başka bir hadis İbni Merduyeh (veya Merdevih)'in îbn Ömer ta-rikıyîa rivayet ettiği hadistir:

«Bu âyeti celîle nazil olduğu zaman Allah'ın Resulü:

«Ey Rabbim! Ümmetime fazlasını ver» dileğinde bulundu. Cenab-ı Hak:

«Kim vardır ki Allah'a güzel bir borç ile borç versin» âyetini in­dirdi. Resûlü-Ekrem:

«Ey Rabbim! Ümmetime daha fazlasını ver» diledi. Cenab-ı Hak: «Ancak sabredenler, ecirlerini hisabsız ahrlar» âyetini indirdi.  

(262) Mallarını cihad ve hayr işlerinde Allah için harcayanlar ve sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uy­gun görmeyenler var ya. İşte onların Rp.bleri katında mükâfatlan var­dır. Onlara hiçbir korku yoktur ve mahzun da olmayacaklardır.»

Sadakada başa kakmayı yasaklayan birçok hadis varid olmuştur. Sahihi Müslim'de Şu'be, A'meş'ten, o Süleyman bin Mıshir'den, o Har-şe bin Har'den, o Ebi-Zer'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:

«Üç sınıf vardır, kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve on­ların yüzüne bakmaz ve onları temiz yapmaz Onlar için elem verici azab vardır. Birinci sınıf, Allah yolunda vereni başa kakanlar. İkinci sınıf, eteklerini uzun yapıp kibirden ötürü yerde sürtenler. Üçüncü sı­nıf yalan yeminle malını satanlardır.»

 îbn Merduyeh Ebu Derda tarikıyla rivayet ediyor: «Cennete ana ile babaya karşı gelen, sadakasını başa kakan, içki­ye devam eden ve kaderi yalanlayanlar girmezler.»

îmam Ahmed, İbn Mace, îbn Hibban, Hakim, Nesei, Abdullah bin Yesar el Arec'ten, o Salim bin Abdullah bin Ömer'den, o da baba­sından rivayet ediyor:

«Üç sınıf vardır ki kıyamet gününde Allah onların yüzüne bak­maz: Birincisi, anne ile babaya karşı gelendir, ikincisi içkiye devam edendir. Üçüncüsü verdiğini başa kakandır.»

Nesei Malik bin Saad'dan, o Mücahid yoluyla îbn Abbas'tan riva­yet etti:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«tçkiye devam edip ölen, ana-babaya isyan edip ölen, Allah yolun­da vermiş olduğunu başa kakan Cennete giremezler.»

İbn Ebi Hatim bu Hadisi Hasan bin Minhal'den rivayet etmiştir. Mücahid'den,   Ebu Said'den ve   Ebu Hureyre'den   benzeri   riva­yet edilmiştir.

Bunun için Cenab-ı Hak:

 (264) Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi ba­şa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayınız» buyurmuştur. Ve böylece haber veriliyor ki, sadaka başa kakmak ve eziyet vermekle iptal olunur. Onun sevabından hiçbir şey kalmaz ve onun sevabı bu hatalan karşılayamaz. Sonra Cenab-ı Hak şöyle devam etti:

«Çünkü onun bu gösterişinin hali, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş halinde bırakır...»

Yani sadakayı insanlar kendisini öğsün veya güzel sıfatlarla kendisini nitelendirip, insanların teşekkürüne mazhar olsun diye ve­ren, dünyevî maksatlardan herhangi birisi için harcayan bir kimse, tıpkı üzerinde toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurun isabetiyle üs­tünde topraktan zerre dahi kalmayan bir taşın meselesine benzer.

Dahhak «Bu âyet nafakasının arkasında başa kakan veya eziyet veren bir kimsenin darbımeselidir» diyor. Ayetteki «safva» ya saf-ve'ninin çoğulu (cemi) dür veya (müfred) tekildir. Lügat manâsı kay­gan taş kayalık demektir. vabil ise, şiddetli yağmur demektir. Onu sald olarak bırakmanın manâsı onu kaygan ve kupkuru taş olarak bırakmak demektir. Yani topraktan zerreyi dahi taşın üzerinde bırak­mıyor, hepsi gidiyor. Mürai ve şöhretperestlerin de amelleri böyledir. Hepsi gider, Allah katında yok olur. [84]

 

Meal

 

(265) Mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve nefislerinde olan imanı kökleştirmek niyeti ile harcayanların durumu, münbit bir yer­de bulunan bir bostanın durumu gibidir. O, bostana bol yağmur yağar­sa mahsûlünü iki kat verir. Eğer yağmur isabet etmez ise, bir çiğin düşmesi de kâfidir. Allah işlediğini/i görücüdür.

(266) Acaba sizden biriniz ister mi ki, kendisinin hurma ve üzüm bahçesi bulunsun, o bahçenin altından   ırmaklar aksın, onun için o bahçesinde her türlü meyveler bulunsun, o da ihtiyarlanmış olup kü­çücük çocukları olsun, o durumda iken içinde ateş bulunan sam rüz­gârı o bahçeye isabet edip yansın. İşte böylece Allah size Âyetleri açık­lıyor. Ta ki, iyice düşünesiniz.

(267) Ey imân edenler! Kazandıklarınızdan ve sizin için yerden bitirdiğimizin iyilerinden harcayınız. Sakın o malların bayağısını kas-dedip ondan infak etmeye kalkışmayınız. Halbuki sizler gözlerinizi yummadan o mallar size verildiği takdirde alamayacaksınız. Biliniz ki, Allah zengindir, çokça övendir.

(268) Şeytan size fakirliği vaat ediyor; fena şeyleri yapmayı em­rediyor. Allah ise, size kendisinden gelen   mağfiret ve bolluk vâdeder. Allah ihsanı geniş olan ve bilici bulunandır.

(269) (Allah) dilediğine hikmeti verir. Kendisine hikmet verile­ne birçok şeyler verilmiştir.  (Bu Âyetlerden) akıl sahipleri Öğüt alır­lar. [85]

 

Tefsir

 

(267) «Ey îman edenler kazancınızın helâlinden, yerden size bitirmiş ol­duğumuz rızıkdan infak ediniz.»

Bu Ayeti Celîle'dekİ «teyyîbat» helâl ve güzel nesneler demek­tir. Haramdan verilen sadakalar mesuliyeti mucip olduğu gibi, malın özürlü olanından vermek de tam sadaka sayılmaz.

«Yerden sizin için çıkardığımız...» dan maksat taneler, meyveler, ve madenlerdir. Âyet-i Celîle genel bir kaideyi getirmiştir: «Size veril­diğinde cam gönülden değil, gözünüzü kapayıp da kendinizi zorlaya­rak kabul edebileceğiniz şeyi sadaka vermeyiniz.»

îbni Abbas'tan gelen bir rivayette: «Sahabeler hurmanın çürük ve kötüsünden sadaka veriyorlardı. Böylece bu işi yapmaktan men olun­dular» diye varid olmuştur.

«Biliniz ki, Allah zengindir.» Sizin sadakalarınıza muhtaç değil­dir. Sadaka vermenizi ancak yararlanmanız için emreder. Üstelik sa­dakayı veren bir kısmınız olduğu halde, o sizin sadakanızı kabul eder ve sizi över.

(268) «Şeytan sizi fakirlikle korkutuyor.» Farz veya sünnet olan sada­kayı insanoğluna verdirtmeyen. «Verirsen servetin tükenir.» diye ves­vese veren şeytandır. «Size fahişeliği emreder.»  (Yani cimriliği). Cim­rilik pek kötü olduğundan Kur'ân'da fahişelik tabiri ile zikr edilmiş­tir. «Allah size katından gelen bir affı vadeder!»

Gerek farz, gerekse sünnet olan sadakaların çıkarılması günâhın affına vasıta (vesile) olduğunu, ona karşılık hem dünyada hem âhi-rette lûtfu keremde bulunacağını bildirir.

(269) «Allah hikmeti dilediğine verir.»

Hikmetten maksad kesin ilim ve yerli yerinde yapılan çalışma de­mektir. [86]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

("Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(265) Allah'ın rızasını istemek ve kendilerindeki imanı kökleşti­rip kuvvetlendirmek için mallarını harcayanların hali de bir tepe üze­rinde bulunan bir bahçenin haline benzer...»

Bu âyetin tefsirinde seleften gelenler:

Bu âyeti celîle, Allah'ın rızası için mallarını infak eden müminlere bir darbemeseldir. Müminler nefislerinde muhakkak bir şekilde Allah onları buna karşı mükâfatlandıracağına inanırlar. Allah buna karşı onlara mükâfatın en büyüğünü verecektir diye bunu yaparlar. Zira âyeti clîle'deki «Tesbiten» kelimesi tahkik mânâsını ifade eder. Nite­kim bu mânâ Allah Resulünden, Müslim ve Buharı tarafından ittifak­la rivayet edilen hadisde de gelmiştir:

«Kim ki Allah'a İnanarak ve tahkiken Allah o mükâfatı verecektir diye güvenerek ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş ve gelecek (yani bütün) günahları affolunur.»

Şa'bi, «Tesbit, tahkik ve yakin manasınadır» dedi. Katade, Ebu Salih, İbn Zeyd de böyle söylediler. İbn Cerir de bu tefsiri seçti. Müca-hid ve Hasan, «Onlar sadakalarını nerelere koyacaklarını tesbit ederler demektir» diyorlar.

Rabve, cumhurun katında yerin yüksek tepeleri demektir. İbn Abbas ve Dahhak ((içinde nehirler akan tepeler» diyorlar. îbn Cerir Rabve kelimesinde üç lügat vardır diyor. Medine'liler, Hicaz'lılar ve Iraklılar Rubve Diye R'nin ötresiyle okumuşlardır. Şamlılardan bazı­ları ve Kûfe'liler Ra kelimesinin Fethiyle Rabve okumuşlardır. Bir de Temim kabilesinin kıraati vardır. Re'nin kesriyle (esresiyle) Ribve Okuyorlar. Onlara göre «Bu kıraatian İbn Abbas'ın kıraatidir.»

Yani bu bostan daima su bulmaktadır. Su olmazsa yağmur yağ­maktadır. Çünkü ona şiddetli bir yağmur isabet etmezse mutlaka çiğ gibi nem veren maddeleri Cenab-i Hak onun üzerine gönderir. Mümi­nin ameli de böyledir. Hiçbir zaman kurumaz. Allah onu kabul eder, çoğaltır ve geliştirir. Cenab-ı Hak her çalışana ameline göre mükâfat verir. Bunun için de:

«Allah sizin işlediklerinizi görücüdür. Yani amellerinizden hiçbir şey ona gizli değildir» buyurmuştur.

 (266) Sizden biriniz arzu eder mi ki hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, ağaçlan altından ırmaklar aksın ve kendisinin her türlü meyveleri orada bulunsun. Böylece ona ihtiyarlık çoksun de elleri ve güçleri yetmez, yavruları olsun derken o geçim vasıtaları olan bah­çeye ateşli bir bora isabet ediversin de o yanıversin...»

Buhari bu âyetin tefsirini yaparken şöyle diyor:

Bize İbrahim bin Musa, ona   Hişam bin Yusuf, ona îbn Cüreyc, ona Abdullah bin Ebi Muleyke, ona İbn Abbas rivayet etti:

Hz. Ömer bir gün eshab-ı kirama:

«Sizin kanaatinize göre bu âyet kimin hakkında nazil oldu?» diye sordu. Dediler ki:

  Allah daha iyisini bilir.

Bunun üzerine Hz. Ömer öfkelendi ve buyurdu:

  Siz biz biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz. İbn Abbas:

«Ey müminlerin emîri, benim nefsimde bunun hakkında birşey vardır» dedi. Ömer:

«Ey yeğenim!  (Kardeşimin oğlu,) söyle! Nefsini tahkir etme.

İbn Abbas:

«Bu bir amel hususnda verilen Örnek ve meseldir.»

Hz. Ömer:

— Hangi amel?

İbn Abbas:

«Zengin bir kişinin ameli için. Evvelâ Allah'ın taatiyle amel edi­yor, sonra şeytan ona musallat oluyor ve amellerinin tamamı süinince-ya kadar günahlar yapmaya başlıyor.»

Nitekim darbımeselden anlaşılıyor ki evvelâ kişi en güzel amelleri işlemiş, sonra tamamen mesleğini değiştirmiş hasenatın yerine seyyi-atlar gelmiştir. Ve böylece ikinci ameliyle daha önceki amelini iptal et­miştir. En sıkıntılı anlarda birinci amelinin bazı şeylerine muhtaç ol­muş, fakat hiçbir şey eline geçmemiş ve kendi nefsine en şiddetli anda ihanet etmiş oluvermiştir.»

Âyeti celîldeki «İ'SAR» kelimesi şiddetli rüzgâr, bora demektir. Ya­ni şiddetli ve içinde ateş bulunan bir bora bostana isabet etti. Meyve­lerini yaktı, o ağaçlarını kül haline getirdi.

tbn Ebi Hatim El-Ufi'den, o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor.

«Cenab-ı Hak güzel bir darbımeselle açıkladı. Onun bütün darbı meselleri güzeldir.» Yani Cenabı Hak, burada kişinin gençliğinde yap­mış olduğu güzel amellerini ihtiyarladığı, çocuk ve zürriyet sahibi bu­lunduğu bir zamanda İçinde ateş bulunan bir bora gelmiş yakmıştır. İkinci kez o bostan gibi bir şey meydana getirmeğe de gücü yoktur. Zürriyetinin katında da ona yanyacak bir hayr bulunmamaktadır. Kâ­fir de böyledir. Kıyamet gününde Cenab-ı Hak onu haşre getirdiğinde hayrı yoktur; kınanıyor, bakıyor ki nefsine herhangi bir hayr yapma­mıştır. Arkasından gelen zürriyeti de kendisini zengin edecek birşey yapmamıştır. İşte sevaba en muhtaç olduğu bir dönemde sevabından mahrum kalmıştır.

Hakim «Müstedrekainde Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediyor:

Cenab-ı Peygamber duasında şöyle yakarıyordu: «Ey Allah'ım! Yaşlandığım zaman rızkının en genişini benim üze­rimde ihsan et. Ömrümün sonuna vardığı devrede onu nasîb kıl.»

(267) Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarfediniz. İğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayınız. Allah'ın müstağni ve övülmeye lâyık ol­duğunu biliniz...h

Bu âyeti celîle, hakkında seleften şunlar rivayet edilmiştir.

İbn Abbas, «Allah burada mümin kullarını harcamaya (yani sada­ka vermeye) davet ediyor. Rızıklannın en temizlerinden, elde etmiş ol­dukları malların en temizlerinden vermeye davet ediyor.» diyor.

Mücahid: «Burad aticaret kastedilmektedir. Cenab-ı Hak size ko­laylaştırmış olduğum ticaretinizden kazandığınızdan veriniz» diyor. Süddi «Sizin kazançlarınızın en temizlerinden veriniz demek, altın ve gümüşten veriniz demektir. Meyvelerden ve zirai ürünlerden veriniz demektir» diyor.

İbn Abbas «Cenab-ı Hak, kullarına malın en güzelinden, en temi­zinden, en nefisinden infak etmeyi emretti. Onları malın döküntülerin­den, geçersizlerinden, habislerinden tasadduk etmekten de yasakladı.» diyor ve ilâve ediyor: «Çünkü Allah temizdir ve ancak temizi kabul eder. Güzeldir, ancak güzeli kabul eder.»

«Helâl malı bırakıp haram maldan vermeyiniz, harcamayınız.» Yani nafakanızı haramdan kılmayınız.

İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor. Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Cenab-ı Hak sizin aranızda nzıklarınızı taksim ettiği gibi ahlâk­larınızı da taksim etmiştir. Cenab-ı Hak sevdiğine de sevmediğine de dünyayı verir. Fakat dini ancak sevdiğine verir. Allah kime din ver-mişse onu sevmiştir. Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a ye­min ederim ki, kalbi ve dili selim kalmayan bir kul selim kalamaz. Komşusu bevaikinden (şerrinden ve hile ve zulümden) emin olmadık­ça hiçbir kul iman etmiş sayılmaz.»

Bu hadîsi şerifte gelen, «Bevâik»ın mânâsı nedir ey Allah'ın Resu­lü» diye sordular:

«Hile, zulüm demektir» buyurdu.

Herhangi bir kul haramdan bir malı elde eder ondan infak eder­se, Allah onda bereket kılmaz. Onu sadaka verirse, Allah kabul etmez. Onu miras olarak bırakırsa, o kul için o ateşe götürücü bir azık olur. Şüphesiz Cenah-ı Hak günahı günah ile silmez. Lâkin günahı hasene ile, sevabla siler. Şüphesiz ki pisi silmez.

îbni Cerir, Hüseyin bin Ömer el Akkari'den, o da Ubeyd'den, o da Esbat'tan, o da Süddi'den, o da Adiy bin Sabit'ten, o da Berra bin Azip'-ten rivayet etti:

Bu âyeti celîle, Ensan kiram hakkında nazil oldu. Ensar hurma toplama zamanında hurmaların BUSR denilen sınıfını iplere takar, Resûlüllah'ın mescidinde iki direğin arasına asarlardı. Muhacirlerin fakirleri ondan yerlerdi. Bazıları da hurmaların en düşük kalitelilerini getirip bunların arasına takardı. Ve zannederlerdi ki, bu yaptığı caiz­dir. Böylece Cenab-ı Hak bu hususu yapanlar hakkında «Salan pise kastedip de ondan infak etmeyiniz» âyetini inzal buyurdu.

İbn Cerir, İbn Mace ve İbn Merduyeh ve Hakim «Müstedrekninde Süddi tarikıyla, İbn Sabit'ten, Berra'dan aynısını nakletmişlerdir.

İbn Ebi Hatim yine Berra tarikıyla rivayet ediyor:

Bu âyeti celîle, bizim hakkımızda nazil oldu. Biz hurma sahibleriydik. Kişi zenginliği ve fakirliği miktarınca hurmalığından getirirdi. Bir kişi bir hurma salkımını getirir, camie asardı. Suffe eshabının, (yani muhacir ve Ensarın fakirlerinin) yemekleri yoktur. Onlardan biri acıktığı zaman gelip bastonuyla o salkıma vurur, ondan busr ve diğer hurma çeşitleri düşer, onu yerdi. Hayırda rağbeti olmayan bazı kimseler hurmanın kalitesizlerini getirip asardı. Bunun üzerine bu âyeti celîle indi. Ve buyurdu:

«Eğer herhangi birinize sizin getirmiş olduğunuz hurmaların ben­zeri verilirse, onu ancak gözünü kapatarak ve utanarak alabilirsiniz.»

İşte bu âyet indikten sonra herkes katında makbul olan malından getirmeye başladı.

Tirmizi de Abdullah bin. Abdurrahman ed Darimi'den bu şekilde rivayet etmiştir ve «bu hadisi hasen ve gariptir» buyurmuştur.

İbn Ebi Hatim, Ubey'den, Yahya bin Muğire'den, Cerir'den, Ata bin Said'den, Abdullah bin Muğeffel'den rivayet ediyor:

«Müslümanm kazancı haram olmaz. Fakat müslüman düşük ka­liteli mal ve kalp paralarla sadaka vermez. İçinde hayr olmayanı sa­daka vermez.»

İmam Ahmed, Hammad bin Seleme'den, o da Hammad bin Sü­leyman'dan, o da îbrahim'dea, o da Esved'ten, o da Hz. Âişe'den riva­yet etti:

Allah'ın Resulüne keler denilen hayvan getirildi. Onun etini ye­medi, fakat «yemeyiniz» de demedi. Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Bİ2 onu fakirlere yedirelim mi?» diye sor­dum. Cenab-ı Peygamber:

«Sizin yemediğinizden onlara sakın yedirmeymiz» buyurdu.

Affan, Hammad bin Seleme'den aynı hadisi rivayet «diyor. Fakat bu rivayette Hz. Âişe «Ey Allah'ın Resulü! Biz onu fakirlere yedirme-yelim mi?» diye soruyor. «Sabin yemediğiniz şeyleri onlara yedirmeyi-niz» buyurdu diyor.

«Biliniz ki Allah ganîdir.» Selef bu âjetin yorumunu şöyle yap­mıştır:

Allah her ne kadar size sadakaları malın en güzelinden ver­meyi emretmişse de «Cenab-ı Hak onlardan müstağnidir» Onu nefsi için değil, ancak fakir ile zenginin eşitlenmesi için emretmiştir. Nite­kim Cenab-ı Hak başka bir âyette:

«Ne kurbanların etleri, ne de kanlan Allah'a varmaz. Ancak Al­lah'a varan sizden olan takvadır» buyurmuştur.

Allah bütün yarattıklarından zengindir. Bütün mahlûkltı ona muh­taçtır. Onun fazileti geniştir. Onun katındaki hazine bitmez. Güzel bir kazancından bir sadaka veren bir kul bilsin ki Cenab-ı Hak, vergisi böl ve ganidir, kerimdir, cevaddır. Onun karşılığını mutlaka kat be kat ona verecektir.

«Allah hainiddir.» Yani bütün fiillerinde ve bütün sözlerinde övül-mektedir. Nizamından ve kaderinden Ötürü övülmektedir. Ondan baş­ka mabud yok, ondan başka bir Rab yoktur...

 (268) Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allah ise, lütfundan bir mağfiret, bir fazileti vâadediyor. Allah'ın kudreti geniştir. Herşeyi kemaliyle bilen­dir...»

Bu âyetle ilgili olarak seleften gelen tefsir:

îbn Ebi Hatim, Ebu Zer'a'dan, En-Nedip bin Serri'den, Ebul Ah-ves'ten, Ata bin Said'den, Murretül Hemedani'den, Abdullah bin Me-sud'dan rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu:

«İnsanoğlunda şeytana ait bir parça (vesvese merkezi) olduğu gi­bi meleğe aid de bir parça vardır. Şeytanın parçası şerri savunup, hak­kı yalanlıyor. Meleğin parçası ise, hayrı va'd ve hakkı tesbit etmeyi emrediyoT. Kim kî, bu ikinciden nefsinde birsey bulursa, onun Allah'-dan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Şeytan tarafından olanı gö-e,     rürse, şeytandan Allah'a sığınsın.»

îbn Jtesud bunları söyledikten sonra «Şeytan sizi fakir olacaksı­nız diye korkutur» âyetini sonuna kadar okudu.

Tinnizi ve Nesei de kitablarmda, tefsir bölümünde bunu böyle ri­vayet etrnişlerdir. Tirmizi «garib ve hasendir» dedi.

Yani şeytan sizi fakirlikle korkutuyor, ta ki elinizdeki serveti, Al­lah yolunda ve Allah rızası için infak etmeyesiniz (dağıtmayasınız). Bununla beraber günahlar ve haramlara ve ahlâka aykırı düşenlere bolca sarfetmenizi emrediyor. Şeytanın bu emrine karşılık Allah ta kendisinden gelen bir mağfireti size vaadediyor. Ve korku karşılığında da bir fazileti size vermeye söz veriyor.

(269) Allah dilediğine hikmeti ihsan eder. Kime ki hikmet veril­miş ise muhakkak ona çok hayır verilmiştir.

Bu âyeti ancak olgun ve akıl sahihleri düşünürler...»

Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

Hikmet, Kur'an bilgisidir. Kur*an'm Nasihini, Mensuhunu, Muh­kem âyetlerini, Muteşabih âyetlerini,    hangi âyetlerinin daha önce, hangilerinin daha sonra geldiğini, Kur'an'ın helâlini ve haramını ve

Kur'an'daki darbımeselleri bilmektir.»

Cüveybir Dahhak'tan o da îbn Abbas'tan (merfu olarak) rivayet

Etti:

«Hikmet, Kur'an'dır. (Yani Kur'an'ın tefsiridir) Allah Kur'an'ı tefsir etmek ve açıklamak yetkisini dilediği kuluna verir demektir.»

İbn Abbas «Kur'an'ın tefsiri dedik. Çünkü Kur'an'ın metnini doğ­ru insanlar da, facir insanlar da okur. Fakat onun gerçek mânâlarına, ve sünnete uygun olan tefsirine ancak doğru olanlar vakıf olur.» di­yor.. İbn Merduveyh, bunu, böylece rivayet etmiştir.

İbn Ebi Nuceyh, Mücahit'ten rivayet etti: «Hikmetten maksat, kavilde,  (sözde) isabet etmektir.»

Veys bin Ebi Süleyman Mücahit'ten rivayet etti:

«Hikmet, peygamberlik değildir. Fakat ilim, fıkıh ve Kurandır.»

Ebu'l-Âliye:

«Hikmet, Allah korkusudur. Çünkü Cenab-ı Haktan korkmak her hikmetin başıdır.

îbn Merduveyh, Bakiyye'den, Osman bin Züfer el-Cüheni'den, Ebu-Âmmar el-Esedi'den, İbn Mesut'tan (merfu olarak) rivayet ettiler: «Hikmetin başı, Allah korkusudur.»

Ebu'l Âliye, İbn Mesut'tan gelen bir rivayette: «Hikmet, kitab ve kitabı anlamaktır» diyor.

İbrahim en Nehâi:

«Hikmet, kitabı anlamaktır,» dedi.

Ebu Malik:

«Hikmet, Resûlü-Ekrem'in sünneti seniyyesidir. Yani Hadislerdir.»

İbn Vehb, Malik'ten o da Zeyd bin Eslem'den: «Hikmet, akıldır.» diye rivayet etti.

Malik diyor ki:

«Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah'ın dininde fâkih ol­maktır. Hikmet Allah'ın rahmetinden ve faziletinden kalblere .sokulan bir emirdir.»

Bunu açıklayan şudur:

Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasım dünya em­rinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Al­lah'ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.

Essüddi:

«Hikmet peygamberliktir, diyor.»

Fakat sıhhatlisi şudur:

Hikmet, cumhurun dediği gibi, sadece peygamberliğe tahsis edil­mez. Belki peygamberlikten daha geniştir. Yani peygamberlik de hik­mettir, diğer ilimler de hikmettir. Fakat hikmetin en yüce dalı pey­gamberliktir. Resûllük de peygamberliğin en yüce dalıdır. Fakat pey­gamberlerin etbalanna, peygamberlere tâbi olmak ve yolan üzerinde bulunmak nedeniyle hayrdan bir nasip verilmiştir. Nitekim bazı Ha­dislerde vârid olmuştur:

«Kim ki Kur'an'ı hıfzederse, o peygamberliği omuzlarının arasına sokmuştur. Ancak ona vahyi gelmiyor.»

Hadisi, Veki' bin Cerrah tefsirinde rivayet etti.

İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikiyla rivayet ediyor: Re-sûlüllah'tan dinledim, şöyle buyuruyordu:

«Kıskanma (gıbta etmek), ancak iki haslette vardır: Bir kişi ki, Allah ona mal vermiş ve o malı hak yolda harcamaya muvaffak kıl­mıştır. Bir kişi ki Allah ona hikmet vermiş ve o hikmet ile hükmeder ve onu başkasına öğretir.»

Buhari, Müslim, Nesei ve İbn Mace de çeşitli senedlerle- bu hadisi rivayet etmişlerdir.

Âyetin son cümlesinden anlaşılıyor ki, mev'ize - hatırlatma - ancak akıl sahihlerine faide verir. Akıldan noksan olanlara hiçbir faidesi yok­tur. Biline.. [87]

 

Meal

 

(270) Harcadığınız nafakayı ve adadığınız adağı şüphesiz ki, Al­lah bilir. Zulmedenlerin hiç yardımcıları yoktur.

(271) Eğer sadakalarınızı açıkça verirseniz o, ne güzeldir. Eğer onları gizler ve fakirlere verirseniz o sizin için daha hayırlıdır. Ve Al­lah o sadakaları kötülüklerinizden bir kısmına keffaret yapar.   Allah sizin yaptığınızdan haberdardır.

(272) (Ey habibim!) Onlann hidayeti sana düşmez. Fakat Allah dilediğine hidayet eder. Sarf ettiğiniz hayır kendinize aittir. Zaten an­cak Allah'ın rızasını elde etmek için sarf ediyorsunuz.   Sarf ettiğiniz hayır tastamam size verilecektir.

(273) (Sadakalarınızı) kendilerini Allah'ın yoluna adayıp yeryü­zünde dolaşmaya güçleri yetmiyenlere utançlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin saydıktan yoksullara harcayınız. Onları  yüz-lerindeki secde eserinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemezler. Sarf ettiğiniz hayırlı bir şeyi şüphesiz ki, Allah bili­cidir.

(274) Gece-gündüz açıkta ve gizlide mallarını  (Allah yolunda) sarf edenlerin mükâfatı Rablerinin katında mevcuttur. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. [88]

 

Tefsir

 

(270) «Sizin verdiğiniz herhangi bir nafakayı veya adadığınız bir adağı Allah bilir!...»

İster az, ister çok, ister gizli, ister açıkta, ister hak, ister batılda verilen nafakaları, verilen sadakaları Allah bilir. Adaklar da ister şartlı olsun, ister şartsız, ister taat, ister isyanda olsun yine Allah'ça bili­nir. Onun mükâfatı ona göre verilir. Ona göre her insan kendisini ayarlamalı. «Zalimler için yardım edenler yoktur.» Zalimlerden mak­sat, servetlerini günâha harcayan veya günâh hususunda adak ada­yan bedbaht insanlardır.

(271) «Eğer sadakaları açıktan verirseniz o, ne güzel bir iştir!...»

Bu tatbikat, farz olan zekâttadır. Bir de zenginlikle şöhret bulma­mış kimseler içindir. Sünnet olan sadakada gizlilik daha hayırlı ve da­ha iyidir. İbni Abbas'dan gelen bir rivayet: «Sünnet sadakada gizlilik, açıkça verilenden yetmiş derece daha üstündür. Farz olan zekâtın açıkta verileni, gizliden verilenden yirmibeş derece daha üstündür.»

«Allah sadakalarınızı günahlarınıza keffaret eder.» cümlesi, sada­kanın sevaptan başka getirdiği yaran belirtir.

(272) «Onların hidayeti sana düşmez.»

Bu Âyeti Celîle, Resûlüekrem'in vazifesini tayin eden Âyetlerden birisidir. Yani ille insanları hidayete getirmek, sana vacip değildir. Se­nin vazifen ifşaat, güzellikleri teşvik ve çirkinliklerden sakındırmak-tır. «Fakat Allah dilediğine hidayet eder.» cümlesi açıkça hidayetin Al­lah'tan ve onun meşiyeti ile olduğunu, bir kavime verildiğini ve başka bir kavme verilmediğini bildirir.

«Allah yolunda harcadığınız hayır sizin içindir.» Yani siz ondan yararlanacaksınız. Başkasının başına kakmaya veya malınızın en kö­tüsünü vermeye kalkışmayınız. «Hayırdan vermiş olduğunuzun karşı­lığı size tastamam verilecektir.» Yani sevabı kat kat verilecek veya onun yerine Allah dolduracaktır. Çünkü Allah'ın Resulü: «Ey Allahım! Senin yolunda infak edenin boşalmış yerini doldur! Senin yolunda in-fak etmekten kaçınanın malını telef et!...» diye dua,etmiştir.

Rivayet ediliyor ki, Müslümanlardan bâzılarının kayınlar ve kay­nataları' süt akrabaları Yahudiler arasında bulunuyordu. İslâm gelmez­den önce bu akrabalarına infak ederlerdi. İslâm geldikten sonra Ya­hudileri faydalandırmaktan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu Âyet nazil oldu. Tabii ki, gayrimüslimlere farz olmayan sadaka verilir. Farz olan sadaka (zekât) ise, kâfirlere verilmez.

 (273) «Yeryüzünde dolaşarak ticaret etmeye gücü yetmeyen ve Allah yo­lunda kendilerini vakfetmiş fakirlere infak hayırlıdır.»

Bu kimselerden maksat, savaşan askerler veya hudutlarda nöbet bekleşen kimseler veya Ashabı «SUFFE» dir. Ashabı Suffe dörtyüz kişi­ye yakın ve muhacirlerin fakirlerinden müteşekkil hazır bir kuvvet idi. Caminin avlusunda yatıp kalkıyorlardı.

Bütün vakitlerini öğrenmeye ve ibadete hasretmişlerdi. Resulül-lah'ın her gönderdiği akınlarda onlar vardı. Bu fakirler, halktan bir şey istemiyorlar ve istedikleri zaman da İsrar etmezlerdi.

İslâm dininde dilenmek haramdır. Ancak zaruret halinde mubah hayat tehlikesi bahis konusu oldu mu vaciptir. Resûlüekrem'in:

«Dilenmek kolun kazancının en sonuncusudur.» Hadisi bu keyfi­yeti bildirmektedir.

ffO kimseler ki, mallarını gece gündüz gizli ve açık infak ederler!..»

Bu Âyet Ebu Bekir Sıddik (R.A.) hakkında nazil olmuştur.

Kırk bin dinar sadaka verdi, on bin dinarını gece, on bin dinarını gündüz, on bin dinarını gizli ve on bin dinarını da açıkta tasadduk etmiştir. Bâzı tefsircilere göre, Mü'minlerin emiri Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Hz. Ali'nin (K.V.) sadece dört dirhemi vardı. Bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli, bir dir­hemini de açıkta infak etmiştir. Bâzılarına göre; Allah yolunda at bağlayıp beslemek hususunda inmiştir. Maksat bütün vakitlerdir. Ge­ce, gündüz, gizli, açık, tabirleri bunu ifade ediyor. [89]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (270) Nafakadan her ne harcadınızsa, Allah onu bilir...»

Bu âyet, hakkında seleften gelen rivayetler:

Rabbınız haber veriyor ki, çalışanların hayırlardan, nafakalardan ve adaklardan neyi işlenıişlerse, hepsini Allah bilicidir. Bu bilgisi aynı zamanda Allah'a, buna karşılık, mükâfat vermeyi de tazammun et­mekte (içermekte) dir. Ayeti ceîîle, aynı zamanda Allah'ın taatiyle amel etmeyenlere bir tehdittir. Allah'ın emrine muhalefet etmiş, haberini yalanlamış, Allah'la beraber başkasına tapmış bir kimseyi tehdid etmektedir. «Kıyamet gününde zalimleri Allah'ın azabından kurtara­cak hiç yardımcıları yoktur.»

 (271) Eğer sadakaları aşikâre verirseniz o ne güzel şeydir.»

Yani sadakalarınızı göz göre göre verirseniz o güzel bir şeydir. Belki başkasına da örnek olursunuz. «Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır» cümlesinde sa­dakayı gizli vermenin açıkça vermekten daha üstün olduğu keyfiyeti vardır. Çünkü gizli veren riyadan daha uzaktır. Ancak açıkça verme­nin üzerinde bir faide terettüp ederse, yani halka numune olsun, halk ona bakarak sadaka versin diye olursa, bu takdirde açıkça vermek giz­li vermekten daha üstün olur. Nitekim Allah'ın Resulü:

«Kur'an'ı açıkça okuyan bir kimse sadakayı açıkça veren bir kim­se gibidir. Kur'an'ı gizli okuyan bir kimse de sadakayı gizli veren bir kimsedir.» buyurmuştur.

Bu meselenin aslı ve temeli şudur:

Gizlilik bu âyetten ötürü açık vermekten daha üstündür. Bir de, Sahihayn'de, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet olunmuş:

«Yedi sınıf vardır. Allah onları gölgelerin bittiği bir günde gölge­sinde (arşının gölgesinde) gölgelendirir.

1) Adaletli olan imam, (yani idareci),

2) Allah'ın ibadetinde yetişmiş bir genç,

3) Allah için sevişen İki kişi, ki Allah sevgisi üzerinde bir araya gelirler ve Allah sevgisi üze­rinde ayrılırlar.

4) Bir kişi ki, camiden çıktıktan sonra dönünceye ka­dar kalbi camiye bağlı olmaktadır.

5) Bir kişi ki, tenhada olduğu hal­de Allah'ı zikredip gözlerinden yaşlar akar,

6) Bir kişi ki, mansıp ve güzellik sahibi bir kadın onu nefsine davet ediyor, o da «Ben Alemle­rin Rabbi olan Allah'tan korkuyorum» diyerek zinadan kaçar,

7) Bir kişi ki, bir sadaka çıkardığında öyle gizli verir ki, sol eli sağ elinin ver­diğinden (infakından) haberi olmaz.»

İşte bu hadisi şerifde gizlice vermenin açıkça vermekten daha üs­tün olduğu tesbit ediliyor.

imam Ahmed, Enes bin Malik tarikıyla rivayet ediyor; Allah'ın Resulü buyurdu:

«Allah yeri yarattığı zaman yer uzanmaya başladı. Bunun üzeri­ne dağlan yarattı yerin üzerine attı ve yer istikrar buldu. Melekleri dağların yaradılışından hayret ederek dediler:

«Ey Rabbimiz! Mahlûkların arasında dağlardan daha kuvvetlisi ve güçlüsü var mıdır?»

Allah:

«Evet, demir vardır.»

Melekler:

«Acaba demirden daha güçlüsü var mıdır yâ Rab?»

Cenab-ı Hak:

«Evet, ateş vardır.»

Melekler:

«Ey Rabbimiz! Acaba ateşten daha güçlüsü var mıdır?»

Cenab-ı Hak; «Evet, su vardır.»

Melekler:

«Ey Rabbimiz! Acaba sudan daha güçlü birşey yaratılmış mıdır?»

Cenab-ı Hak:

«Evet, rüzgâr vardır.»

Melekler:

«Ey Rabbimiz! Acaba mahlûkların arasında rüzgârdan daha şedi­di var mıdır?»

Cenab-ı Hak:

«Evet, Ademoğlu vardır. Sağ eliyle sadaka veriyor ve onu sol elin­den gizliyor.»

Daha önce naklettiğimiz Ebu Zer hadisinde Ebu Zer soruyor: «Ey Allah'ın Resulü! Sadakanın hangisi daha üstündür, daha ef-daldir?»

Cenab-ı Peygamber:

«Gizlice bir fakire verilen veya bir yoksulun verebileceğini verme­sidir.» Hadisi İmam Ahmed rivayet etti. İbn Ebi-Hâtim da Ali bin Ye-zıd'den, o da Kasim'dan, o da Ebu Umame'den, o da Ebu Zer'den riva­yet etmiştir.

Yine bir hadiste:

«Gizlice verilen sadaka Rabbln gazabım söndürür» buyurulmuş-

tur.

îbn Ebi-Hâtim, Âmr eş-Şa'bi tarikıyla rivayet ediyor:

Bu âyeti celîle, Ebu Bekr ve Ömer hakkında nazil olmuştur.

Ömer'e gelince o malının yansını getirip Resûlüllah'a verdi. Ce­nab-ı Peygamber:

«Ey Ömer! Aile efradına geride ne bıraktın?» diye sordu.

Ömer:

«Onlara malımın yansım bıraktım» dedi. Ebubekre gelince o ma­lının tamamını getirdi. Fakat onu nefsinden bile gizlemeye çalışıyor­du. Onu getirip Resûlüllah'a teslim etti. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Ebabekr! Aile efradına geride ne bıraktın?»

«Allah'ın ve peygamberin sözünü bıraktım» dedi. Bunun üzerine Ömer ağladı ve:

Ey Ebabekr! Annem ve babam sana feda olsun. Allah'a yemin ederim, herhangi bir hayır kapısına doğru yansırsak mutlaka sen ön­desin.» dedi.

Bu hadis başka bir yolla Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. Fakat bu âyeti celîle amm'dır. Genellikle gizli sadakanın açıkça verilen sada­kadan üstün olduğunu savunuyor. İsterse, farz sadaka olsun isterse nafile. Fakat İbn Cerir, Ali bin Ebu Talha tarikıyla İbn Abbas'tan bu âyetin tefsirinde şunu rivayet ediyor:

«Allah, nafile olan sadaka gizliliği, açıkça vermekten üstün kıldı. Bazı rivayetlerde «yetmiş derece üstünndür. Fakat farz sadakayı (ze­katı) açıkça vermeyi gizlice vermekten yirmibeş derece daha üstün kıldı.»

Böylece İbni-Abbas'ın bu yorumu nafile sadakayı gizlice vermeyi, farz sadakayı da açıkça vermeyi üstün olarak tesbit etti...

 (272) İnsanların yola gelmesi senin üzerine borç değildir. Şu ka­dar var ki Allah dilediğini yola getirir. Malınızdan hayr namına her ne harcarsanız hep kendi menfaatiniz içindir...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften şunlar gelmiştir:

Ebu-Abdurrahman, En Nesei, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Ab-bas'tan rivayet ediyor:

«Müslümanlar müşrik akrabalarına sadaka vermeyi hoş görmü­yorlardı. Bu durumu sordular ve bu âyet onlara ruhsat getirdi.»

Cafer bin Ebi Muğire, Said bin Cübeyr'den, o da İbn Abbas'tan ri­vayet ediyor:

«Allah'ın Resulü «ancak sadakayı müslümanlara verini»} diye em­rediyordu. Ta ki bu âyet nazil oldu. Bundan sonra Cenab-ı Peygam­ber «Hangi dinden olursa olsun, dilenen her dilenciye sadaka ver» di­ye ruhsat verdi.

«Zaten siz ancak Allah rızasını gözeterek verirsiniz» cümlesi hak­kında Hasan Basri'den şöyle bir rivayet gelmiştir.

«Müminin nefsine olan sadakası burada kastedilmiştir. Mümin Al­lah rızasını gözetmeden birşey verirse, o, infak etti denilmez.»

Ata el-Hurasani «Ayetin mânâsı 'sen Allah rızası için verdikten sonra karşındakinin ameli ne olursa olsun seni enterese etmez' demek­tir» demiştir. Ata'nın bu tevili güzel bir manadır. Onun hülâsası şu­dur: Sadaka veren bir kimse «Allah rızası için sadaka verdikten sonra onun ecrini Allah verecektir. İsterse sadakasını doğru, isterse facire versin, isterse müstahaka, isterse müstahak olmayana versin, mutlaka niyetinden ötürü ecri verilecektir.» Bu mânâyı destekleyen âyetin şu son cümlesidir:

«Hayrdan ne infak ederseniz size zulüm etmeksizin size karşılığı verilecektir.»

Bir de sahihayn'da Ebu Zenne tarikıyla A'reçten, Ebu-Hüreyre'den gelen şu hadis bunu desteklemektedir:

«Bir kişi, 'and içerim ki, bu gece bir sadaka vereceğim' dedi. Sa­dakasını çıkardı. (Bilmeden) zina eden bir kadının eline verdi. Halk sabahladılar. Bu, zinacı bir kadına sadaka verdi diye konuşuyorlardı. O da 'Ey Allah'ım! Zâniyeye verdiğim sadaka için de sana hamd ede­rim.' dedikten sonra yine; and olsun bir sadaka vereceğim diye yemin etti. Bu sefer sadakasını götürdü, (bilmeden) zenginin eline verdi. Yi­ne halk sabahladılar. «Bu adam bu gece bir zengine sadakasını verdi» diye konuşuyorlardı. O:

«Ey Allah'ım! Zengine verdiğim sadakadan ötürü de sana hamdol-sun»  dedi. Ve:

«And içerim, bu gece bir sadaka vereceğim» diye ilâve etti. Sada­kayı çıkardı (bilmeden) bir hırsızın eline verdi. Sabahladılar. 'Bu gece sadakayı hırsıza verdi' dediler. O da:

«Ey Allah'ım! Zaniye, zengine, ve hırsıza verdiğim sadaka üzerin­de sana hamdediyorum.» dedi.

Ona Allah tarafından gelindi ve denildi ki:

«Senin sadakan kabul edilmiştir. Zani kadın ise, belki o sadaka­nın yüzünden az zina yaptı. Zengine gelince, umulur ki, ibret alır, o da Allah'ın verdiğinden infak eder. Hırsıza gelince umulur ki, onunla afif-leşir, hırsızlığı bırakır.»

273) Sadakalarınızı o fakirlere veriniz ki, onlar Allah yolunda ça­lışmaya koyulmuşlardır. Yeryüzüne koşup kazanamazlar.

Dilenmekten çekindikleri için tanımıyanlar, onları zengin zanne­derler...»

Bu âyeti celîlenin tefsirinde gelen yorumlar:

Bu âyeti celile, muhacirler hakkında nazil oldu. Allah'a ve onun Resûlü'ne itaat ederek.memleketlerini terkedip Medine'ye gelip yerle­şen muhacirler... Nefislerine, aile efradlanna, kendilerini zengin ede­cek çalışma imkânları yoktu. Dört taraftan kuşatıldıkları için sefere çıkıp ticaret yapma imkânları da yoktu. Onları tanımayan bir kimse de onları zengin zannediyordu. Çünkü elbiselerinde olsun, hallerinde olsun, sözlerinde olsun zengin ve afif davranıyorlardı.

Bu mânâyı Müslim ve Buhari'nin itifakla Ebu Hureyre'den riva­yet ettikleri hadisde değinilmiştir:

«Şu gezip bir veya iki lokma, bir veya iki hurma, bir karın doyma­sı veya iki karın doyması ile ikna olunup kapılardan uzaklaşan fakir değildir. Lâkin, fakir o kimsedir ki, kendisini zengin edecek bir serveti yoktur. Ve hiç kimseye de sezdirmediği için hiç kimse onun haline vakıf olup da ona sadaka da vermemektedir. Ve hiç kimseden de bir-şey istememektedir.»

İmam Ahmed hadisi tbn Mesud'dan rivayet etti... Yine Buhari, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:

«Miskin (yani fakir) o kimse değildir ki, bir veya iki hurma, bir veya iki lokma onu kapılardan uzaklaştırır. Ancak miskin o kimsedir ki afifleşerek gururunu korur. Müptezellik yapmaz. İsterseniz:

«Onlar iffetlerinden ötürü nisanları rahatsız edip birşey istemez­ler»

âyetini okuyunuz.»

Hadisi, Müslim de İsmail bin Cafer el-Medini'den Ebu Hureyre ta­rikıyla rivayet etmiştir...

Îbn-Abdurahman en Nesei, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor*:

«Miskin o değildir ki bir veya iki hurma, bir veya iki lokma onu kapılardan uzaklaştırır. Miskin afif insandır. İsterseniz «Onlar iffetle­rinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler» âyeti celîlesini okuyunuz.»

İbn ul Munzir, Kelbi tarikıyla Ebu Salih'ten, îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Sadakalarınızı o fakirlere veriniz ki onlar Allah yolunda çalışma­ya koyulmuşlardır» âyetinde maksat, Suffe eshabıdır. Yani camiin av­lusunda ve yanında oturup evsiz barksız, çoluksuz-çocuksuz, peygam­berle ibadet edip hazır bir kıta gibi peygamberin emrini bekleyen sa­habelerdir.

Buhari ve Müslim, Abdurrahman bin Ebibekr'den rivayet ederler:

«Eshabı Suffe, fakir bir gurup idi. Allah'ın Resulü kimin yanında iki kişilik yemek var ise üçüncüyü yani ehli suffeden birini beraber­lerinde götürsünler» buyururdu.

Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü bana:

«Ey Eba Hureyre! Ehli suffeye katıl ve onlan çağır! Ehli suffe ls-lâmın misafirleridir. Onların ne malı, ne aile efradı vardır.»

Resûlüllah'a bir sadaka geldi mi onlara gönderiyordu. Ondan bir­şey almıyordu. Bir hediye geldi mi onlara gönderiyordu. Hediyeden birşeyler kendisine de bırakıyordu.

Ebu Naim «Hilye»de Fuddale bin Ubey'den rivayet ediyor:

Resûlü-Ekrem halka namaz kıldırdığı zaman, bazı kimseler kı­yamdan yani ayaktan düşerlerdi. Çünkü aç idiler. Onlar ehli suffe idi­ler. Hatta göçebeler «Bunlar çıldırmışlardır» veya «Delirmişlerdir» di­ye kanaat yürütüyorlardı.

İbn Saad, Ebu Naim ve Abdullah bin İmam Ahmed, Ebu Hureyre'-tarikıyla rivayet ettiler:

«Ehli suffeden yetmiş kişi vardır ki, onların hiçbirisinin ridası, (abası) yoktu.»

Ebu Naim, Hasan'dan rivayet ediyor:

Bir suffe (eyvan) müslümanlann zaifleri için bina edilmişti. Müs­lümanlar ellerinden gelen hayırları onlara götürüyorlardı. Allah'ın Re­sulü onlara gelir:

«Ey ehli suffe! Size selâm olsun» derdi. Onlar da:

«Ey Allah'ın Resulü! Senin de üzerinde selâm olsun!» diye cevab verirlerdi. Resûlüllah:

«Siz nasıl sabahladınız?»

Onlar:

«Ey Allah'ın Resulü! Hayırla sabahladık.»

Resûlüllah:

«Siz bugün mü hayırlısınız, yoksa herhangi birinize bir cüfne (ye­mek kabı) dolusu sabah, akşam yemek getirildiği, sabahTayınca yeni bir elbise giydiği, akşam başka bir elbise ile gezdiği gün mü?»

Onlar:

«Biz bugün daha hayırlıyız. Allah bize verir, Allah'a şükrederiz.»

Resûlüllah  (S.A.V.):

«Evet, siz bugün daha hayırlısınız» buyurdu..

İbn Saad, Muhammed bin Kâb Kurezi'den rivayet ediyor:

«Bu âyet, eshabı suffe hakkında nazil olmuştur. Onların Medine'­de evleri yoktu. Soylarından olanlar da yoktu ki kabilelerinden istifa­de etsinler. Cenab-ı Hak bu âyetle insanları onlara sadaka vermeye da­vet etti.»

Süfyan, Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Mücahid'den rivayet etti­ler:

«Bu âyet, muhacir ve Kureyşlilerin Medine'de olan kısımları hak­kında nazil olmuştur. Allah bu âyette o muhacirlere sadaka verilmesi­ni emrediyor.»

İbn Cerir ve îbn ul Munzir, Katade'den rivayet ettiler: Bize denil­di ki, Allah'ın Resulü buyurmuştur:

«Allah, halim, utangaç, kalbi zengin ve iffetli kullarını sever. Fa­hiş konuşan, dili bozuk, dilencilik yapan ve insanlardan dilendiği za­man İsrar eden kimseden de Allah buğzeder.»

Malik ve Ahmed, Beni Esed kabilesine mensub bir kişiden rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kimin yanında bir Vakıyye (yani kırk dirhemlik bir para), veya onun kadar bir serveti olursa, buna rağmen dilenirse o ilhah eden bir kimse sayılır. Zaten ilhah eden bir kimsenin de haram işlemiş olduğu­nu Kur'an-ı Kerim beyan ediyor.»

îbn Ebi Şeybe, Ata'dan rivayet ediyor:

«Bir kimse, Allah'ın zatı için veya Kur'an için bana veriniz diye dilenirse bu hoş bir şey değildir.»

îbn Ebi Şeybe, Abdullah bin Amr'dan rivayet etti:

«Herhangi bir müslümandan Allah'ın zat ve sıfatları ile bir şey is­tenilirse, o da bunun için verirse onun yetmiş ecri vardır.»

îbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim ve Nesei, İbn Ömer'den rivayet et­tiler: Allah'ın Resulü:

«Dilenmek herhangi birinizi öyle bir hale getirir ki, kıyamette Al­lah'ın huzuruna vardığında yüzünde bir parça et dahi kalmamıştır!...»

İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud ve Tirmizi, Nesei, İbn Hibban Semurre bin Cündeb'ten rivayet ettiler:

«Dilenmeler, yaralamalardır. Kişi onlarla yüzünü yaralıyor. İsti-yen dilenmeyi bırakmak suretiyle yüzünü sağlam bırakır, istiyen di­lenmek suretiyle yüzünü yaralı kılar. Ancak yöneticilerden veyahut ta zaruri olan bir emirden ötürü insan dilekte bulunabilir.»

Beyhakİ îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Fakir olmadığı halde halktan dilenen bir kimse fakir olur. Bir kimse kendisini güç yetirmez bir çoluk çocuğa sahib veya maişetlerin­den aciz olduğu aile efradının bulunduğunu insanlara imâ ederek di­lenirse, böyle bir kimse kıyamet gününde yüzünde bir parça et olma­dığı halde haşrolunur. Çünkü Allah'ın Resulü «Nefsinin üzerine dilen­cilik kapısını açan bir kimse, fakir değil ise, fakir olur. Güç yetirmez çoluk çocuk sahibi değilse, Cenab-ı Hak onun üzerine bir fakirlik ka­pısını bilmediği yerden açar ve sıkıntıya sokar» buyurmuştur.

Ahmed ve Tirmizi Ebi Kebşe el-Enmari'den rivayet ettiler. Bu zat; Allah'ın Resûlü'nden dinledim. «Üç şey vardır, ben onlara dair yemin ederim, dedikten sonra ilâve ederdi: size bir hadis söyleyeyim onu ez­berleyiniz:

«Hiçbir kulun malı sadaka verdiğinden dolayı eksilmez. Herhangi bir kula bir zulüm edildiğinde sabrederse, Cenab-ı Hak onu izzet bakı­mından artırır. Herhangi bir kul, kendisine, dilencilik kapısını açarsa Allah da onun üzerine bir fakirlik kapışım açar.»

Size bir hadis söyleyeyim, onu ezberleyiniz: «Dünya, dört kişinindir;

1) Bir kigi ki, Allah ona mal ve ilim vermiştir. O bu hususta Rab-binin emirlerini gözetir, sılayı rahm yapar. Allah nzası için okutur ve bilir ki, Allah'ın burada hakkı vardır. îşte bu, konakların en yücesiii-dedir.

2) Bir kişi ki Allah ona ilim vermiş, mal vermemiştir. Onun ni­yeti doğrudur. Der ki:

«Eğer Allah bana mal verseydi, malımı Allah yolunda harcayan filan adam gibi ben de harcardım.» îşte bu kişi niyetiyle başbaşadir. Onunla o harcayanın ecri eşittir.

3) Bir kişi ki, Allah ona malı rızık olarak vermiş, ilim vermemiş­tir. O malında ilimsiz davranmaktadır. Rabbıiun emrini gözetmemek­tedir. Sılayı rahm yapmamaktır. Bilmez ki, Allah'ın o malda bir hak­kı vardır. İşte bu konakların en pisinde ve derecelerin en kötüsünde-dir.

4) Dördüncüsü bir kuldur ki, Allah ona ne mal ne de ilim ver­miştir. O der ki: Eğer Allah bana mal verseydi, filan adamın malını harcaması gibi harcardım.

Bu kişi de niyetiyle başbaşadır. Bununla o yerinde olmak temen­nisinde bulunduğu günahkârın günahları eşittir.»

Ahmed Bezzar, ve Tabarani, îmran bin Hasin'den rivayet ettiler:

«Zengin bir insanın dilenmesi, kıyamet gününde onun yüzünde çirkin bir yara olur. Zengin bir insamn dilenmesi, ateştir. Eğer ona az verilirse, az ateş, çok verilirse çok ateş olur.»

Müslim ve Tirmizi, Kavk bin Malik el Eşyai'den rivayet ettiler: Biz dokuz kişi idik. Bize:

«Siz Allah'ın Resulüne biat etmiyor musunuz?» diye sordular. Biz: «Neyin üzerine biat edelim?» dedik.

«Allah'a kulluk yapacağınıza, ona herhangi bir şeyi ortak koşma­yacağınıza, beş vakit namazı edâ edeceğinize, Resulüllah'a ve onun ha­lifelerine itaat edeceğinize ve halktan hiçbir şey istemeyeceğinize da­ir biat edeceksiniz.» dediler.

Yemin ederim, ben bu biat edenlerden bazılarını görüyordum. Elin­den kamçısı düşüyor, devesinden inip kamçısını kendisi alıyordu. Hal­ka «kamçımı bana verin» bile demiyor ve istemiyordu.

Ahmed, Ebu Zer tarikıyla rivayet eder. Allah'ın Resulü beni çağırdı:

«Sen biat edip karşılığında cennet almaya var mısın?» «Evet, ey Allah'ın Resulü, varım» dedim. Ve Resûlüllah bu biatta, bana şart koştu ki ben hiç kimseden birşey istemeyeceğim. «Evet, ben bu hususta söz veriyorum» dedim. Resûlüllah:

«Senin elinden düşen bir çırpıyı, bir kamçıyı dahi istemeyeceksin, kendin ineceksin ve alacaksın, buyurdu.»

İmam Ahmed, îbn Ebi Müleyke'den rivayet eder:

Bazı kerre halife Ebubekr Sıddikin elinden devesinin yuları düşü­yordu. Yuları almak için devenin kollarına vuruyor, deveyi oturtuyor, inip yularını alıyordu. Eshab-ı kiram ona:

«Niçin bize emretmiyorsun ki biz sana verelim?» diye soruyordu. Ebubekr Sıddik:

«Benim dostum ve Allah'ın Resulü bana emretti ki hiç kimseden birşey istemeyeyim.»

İbn Ebi Şeybe, Müslim, Ebu Davud ve Nesei, Kubeyse bin Meha-rik'ten rivayet ettiler:

Ben bir borcun altına girdim. (Veya bir yükün altına girdim). Al­lah Resûlü'ne geldim. Bunu omuzumdan atmak için diledim:

«Yanımızda dur. Sadaka gelince sana bu yük kadar mal vermeyi emrederiz» buyurdular. Sonra:

«Ey Kubeyse! Dilenmek ancak üç kişiden birisine helâldir. 1 — Bir kişi ki bir yükün altına girmiş, ona o yükü omuzundan atmcaya ka­dar dilenmek helâldir. Sonra dilenmekten vazgeçer. 2 — Bir kişi ki ona bir felâket isabet etmiş, malını götürmüş. O maişetini temin edinceye kadar dilenebilir. 3 — Bir kişi ki ona bir fakirlik isabet etmiş, ona da dilenmek helâldir. Öyle fakir olmuş ki, kavminden akıl sahiblerinden üç kişi «filân adama bir fakirlik isabet etti» diyorlar. Ey Kubeyse! Bu üç kişiden başkasının dilenmesi haramdır. Bu üç sınıfa girmeden di­lenen bir insanın dilenmiş olduğu malı haramdır, yiyeceği haramdır.»

Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei, İbn Ömer'den rivayet edi­yorlar:

Resulü Ekrem minberin üzerinde olduğu halde sadakayı ve iffeti zikrederek, buyurdu:

«En yüksek el en alçak elden daha hayırlıdır. En yüksek el Allah nzası için veren eldir. En alçak el de dilenen eldir.»

îbn Hibban, Ebu Zer'den rivayet etti.

Allah'ın Resulü bana:

«Ey Eba Zer! malın çokluğunu zenginlik olarak mı görüyorsun?» diye sordu.

«Evet, ya Resûlellah, öyle görüyorum» dedim.

Buyurdu:

«Malın azlığını fakirlik olarak mı görüyorsun?»

Ben:

«Evet, ey Allah'ın Resulü, öyle görüyorum.»

Buyurdu:

«Zenginlik ancak kalbin zenginliğidir, fakirlik de ancak kalbin fakirliğidir.»

İmam Ahmed - Ebu Davud ve Tirmizi, Nesei ve Beyhaki, Enes'-ten rivayet ettiler.

«Ensardan bir kişi Allah'ın Resûlü'ne geldi ve diledi. Allah'ın Re­sulü:

«Senin evinde hiçbir şey yok mudur?»

«Evet bir palas vardır. Onu giyiyoruz. Öbür yarışım da yayıp üze­rinde oturuyoruz. Bir de su içmek için bir maşrabanuz vardır. Başka birşey yoktur.» dedi.

Cenab-ı Peygamber:

«Git onların ikisini bana getir» dedi. Ensarî onları Resûlüllah'a ge­tirdi. Peygamber onları eline aldı:

«Kim bunları satın almak istiyor?»

Bir kişi:

«İkisini bir dirheme satın almak istiyorum Ya Resûlellah» dedi.

Allah'ın Resulü:

«Kim daha fazla verir? Bir dirhemden fazla kim verir?»

İki veya üç defa bu sözü tekrar etti. Bir kişi: «Ben onları iki dirhemle kabul ederim» dedi. Resûlullah onları o kişiye verdi. İki dirhemi alıp Ensarh zata uzattı. Ve:

«Bunların birisiyle yemek al. Çocuklarına götür. Birisiyle de bir keser al, bana getir.» dedi.

Ensarh zat, keseri Resûlüllah'a getirdi. Cenab-ı Peygamber eliyle kesere bir sap vurdu. Sonra:

«Git, odun getir, sat ve onbeş gün seni görmeyeyim» dedi.

Ensarh gitti, Resûlüllah'ın dediğini yaptı. Onbeş gün sonra Pey­gambere geldi. On dirhem kazanmıştı. Onların bir kısmıyla elbise, bir kısmıyla da yemek almıştı. Allah'ın Resulü:

«Bu durum senin için kıyamet gününde gelip dilenmenin senin yüzünde siyah benler teşkil etmesinden daha hayırlıdır. Dilenmek an­cak üç simf için elverişli olur: Fakru-zaruretin altında inim mim in­lemiş kişi veya dehşetli bir borca dalmış kişi veya acıtıcı bir kanın al­tına girmiş kişi» buyurdu.

Ebu Ya'la Ebu Hureyre'den rivayet ediyor:

«Sakın dilenmekte ilhan etmeyiniz. Çünkü ilhan suretiyle bizden birşey alan bir kimse için 6 şeyde bereket olmaz.»

Malik, Ata bin Yesar'dan rivayet etti:

Resulü Ekrem Hz. Ömer'e bir hediye gönderdi. Ömer hediyeyi ge­ri çevirdi. Cenab-ı Peygamber Ömer'den sordu:

«Niçin bunu geri çevirmişsin?»

Ömer:

«Ey Allah'ın Resulü! Sen bize haber vermedin mi ki herhangi bi­rimizin en hayırlısı hiç bir kimseden bir şey almayanımızdır.»

Resûlüîlah:

«Ben bunu söyledim. Fakat bu dilenmek suretiyle olursa böyledir. Dilenmeksizin sana gönderilen ise, o bir nzıktır, Allah onu sana gön­dermiştir.»

Ömer:

«Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, bundan sonra hiçbir kimseden birşey istemeyeceğim, fakat istemeksizin bana gelen bir şeyi de geri çevirmeyeceğim.»

Bu hadisi şerif hediye yoluyla gelenin helâl olduğunu bize haber veriyor.

İmam Ahmed ve Beyhaki, Aişe validemizden rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü bana:

«Ey Aişe! Dilenmeksizin bir kimse sana birşey verirse, onu kabul et O ancak bir nzıktır, Allah onu sana arzetmiştir.»

Ebu Ya'la, Vasıl bin Hattab'dan rivayet ediyor: Sordum:

«Ey Allah'ın Resulü! Siz, en hayırlısı senin için hiçbir kimseden birşey istememendir» buyurdun.

Cenab-ı Peygamber:

«O istemek suretiyle gelirse öyledir. Fakat istemeksizin gelen an­cak bir nzıktır. Allah sana o rızkı vermiştir» buyurdu.

İmam Ahmed, Haüd bin Adiyy el-Cüheni'den rivayet ettiler: Resûlüllah'tan dinledim:

«Dilenmeksizin kardeşinden bir iyilik bir kimseye gelirse, (nefsinde beklemeksizin böyle bir şey gelirse) onu kabul etsin, reddetmesin. Bu bir nzıktır, Allah onu sevketmiştir.»

îbn Ebi Hatim, Ebu Said Hudri tarikıyla rivayet etti:

«Kimin bir evkiye (yani kırk dirhem) lik serveti olduğu halde di­lenirse, o, dilencilikte ilhah eden zümreye dahil olduğu gibi haram, iş­lemiş oluyor.»

İmam Ahmed, Ata bin Yesar'dan rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:

«Bir evkiye serveti olduğu halde dilenen bir kimse dilencilikte il­hah etmiş oluyor.»

İmam Ahmed, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor.

«Kim ki kendisini zengin edecek kadar malı olduğu halde, dilenir­se onun zenginliği kıyamet gününde onun yüzünde yaralar ye bereler şeklinde olduğu halde haşre gelir.»

Eshab-ı Kiram:

«Ey Allah'ın Resulü! Onun zenginliği ne kadardır?n

Cenab-ı Peygamber:

«Elli dirhem veya elli dirhem karşılığı altındır.»

Hafız Ebul Kasım Tabarani, Muhammed bin Şirin tarikıyla riva­yet ediyor:

«El Haris, Şam'da Kureyşten olan bir kişiye Ebu Zer'in ihtiyacı, olduğunu söyledi. O kişi Medine'de bulunan Ebu Zer'e (300) üçyüz di­nar gönderdi. Ebu Zer, bu dinarlar geldiğinde:

«Acaba Abdullah benden daha kıymetsiz bir kimseyi yanında bu­lamadı mı?» dedi ve devamla:

«Ben Resûlüllah'tan dinledim; kimin kırk dirhemi olduğu halde dilenirse o ilhah etmiş oluyor. Ebuzer'in ailesinde (kendi ailesini kas­tediyor) kırk dirhem vardır. Kırk koyunu vardır, Ud tane de hizmetçi­si vardır» dedi.

İbn Merduyeh, Amr ibn Şuayb'tan Resûlüllah'tan rivayet etti:

«Kimin kırk dirhemi olduğu halde dilenirse, o muinin (yani ilhah etmiş) oluyor ve o aldığı da kızgın kum gibidir.»

(274) Mallarım gece ve gündüz gizli ve aşikâra hayra harca­yan kimseler var ya! İşte onların Rableri katında ecirleri vardır. On­lara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen rivayetler:

Bu âyet, Allah rızası için bütün vakitlerde, (gecede, gündüzde) bütün durumlarda mallarını infak edenler hakkında gelmiştir. Hatta kişinin aile efradına verdiği nafaka da buna dahildir. Nitekim Sahi-hayn'da sabit olmuştur: Feth senesi hasta düşen Saad bin Ebi Vak-kas'ı Resûlüllah (S.A.V.) ziyaret etti. Bâzı rivayetlerde bu olay Hac-cet-ul Veda senesinde olmuştur. Ve Saad'a hitaben şunu söyledi:

«Allah rızasını taleb etmek maksadıyla herhangi bir nafakayı ve« rirken onunla derecen yükselir ve bir yüce makamı elde edersin. Hatta hanımının ağzına verdiğin lokma da böyledir.»

İmam Ahmed, İbn Mesud tarikıyla, o da Allah'ın Resûlü'nden ri­vayet etti:

«Müslüman bir kimse aile efradına bir nafaka verirse, ve bunu da hasbeten lillah yaparsa, o, nafaka onun için sadakadır.»

Said bin Yesar, Yezid bin Abdullah'tan rivayet ediyor. Allah'ın Re­sulü buyurdu:

«Bu âyeti celîle, Hayl eshabı (at sahihleri) hakkında nazil olmuş­tur.»

Habeş es-Senânî İbn Şihab'tan, o da îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Hayl eshabı, o kimselerdir ki, Allah yolunda cihad etmek için at beslerler.»

Ebu Ümame'den Saîd bin Müseyyüb'ten, Mekhul'den rivayet edi­liyor:

Hz. Ali'nin dört dirhemlik malı vardır. Allah rızası için bir dirhe­mi gece verdi. Bir dirhemi gündüz, bir dirhemi gizli, bir dirhemi de açıkda verdi. Onun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.

İbn Cerir de Abdulvahab bin Mücahid yoluyla böyle rivayet edi­yor. Fakat bu zat zaiftir.

İbn Merduyeh başka bir yoldan îbn Abbas'tan rivayet ediyor. «Bu âyet, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur.» [90]

 

Meal

 

(275) Ribayı (Faizi) yiyenler (kabirlerinden, şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu da, onların «Alım - satım da ancak faiz gibidir!» demelerindendir. Halbuki Allah,  alış - veriş; helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbisînden bir öğüt gelir de (faiz­den) vaz geçerse, geçmişi kendisinedir. Onun emri Allah'a aiddir. Kim (faizciliğe) dönerse işte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar ateşte ka­lıcıdırlar.

(276) Allah faizin bereketini kaldırır, sadakaları artırır.    Allah pek nankörlük yapan ve çok günahkâr olan hiç bir kimseyi sevmez.

(277) Şübhesiz ki, iman eden, iyi amellerde bulunan, namaz kı­lan, ve zekât verenler için Rableri katında ecirler vardır. Onların üze­rinde korku yoktur. Ve onlar üzülmezler de.

(278) Ey îman edenler!  Allah'dan korkunuz!    Eğer mü'minler iseniz faizden arta kalanı bırakınız.

(279 Eğer  (bunu)   yapmazsanız, Allah ve Resûlü'ne karşı açıl­mış bir savaşta olduğunuzu biliniz.   Eğer tevbe ederseniz mallarınızın başlan (sermayeniz) sizindir. Böylece ne zulmeder ne de zulme uğrar­sınız.

(280) Eğer borçlu darda ise, zengin oluncaya kadar mühlet ve­riniz. Eğer biliyorsanız alacağınızı sadaka edip bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.

(281) Öyle bir günden korkunuz ki, o günde Allah'a döndürüle­ceksiniz. Sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancı kendisine ek­siksiz verilecektir! [91]

 

Tefsir

 

(275) Faizcilik İslam'dan önce bulunan bir usuldür. Hangi zamanda ih­das edildiğine dair elimizde kesin bir delil yoktur. Yalnız Yahudilerin protokollanndan nakledildiğine göre «Yahudi Yahudîden faiz almaz, fakat diğer insanlardan faiz alır!» yazılıdır. Demek ki kökü tâ o zama­na dayanıyor faizin!..

İslâm kesinlikle faizi haram olarak ilân eder. «Faizi yiyenler, (ka­birlerinden ancak şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kal­kar!...»

«yiyenler» tâbirinden, yemenin malın en büyük yaran olduğu­na ve faizin daha fazla yiyeceklerde yaygın olduğuna işaret vardır. Faiz, zamandaki veya bedeldeki fazlalıktır. Meselâ, bir yiyecek madde­sini diğer bir maddeye karşı satar veya bir parayı diğer bir para ile de­ğiş tokuş yapar. Fakat birisini bilâhere teslim edeceğini şart koşar! Ya da yüz gıram altını yüz bir gıram ile değiştirir. Bu iki muamele de caiz değildir. «Faizciler, kabirlerinden saralının kalktığı gibi kalkar­lar.» Âyeti Celilesi muhatablannın «Şeytan insana çarpar» kanaatına göre varid olmuştur. Faizcilerin, deliler gibi kalkış ve düşüşleri akılla­rında bulunan bir eksiklikten ötürü değildir. Aksine Alah, onların mi-delerindeki, faizi artırır, onlara ağırlık yaparak düşürür! Bu cezanın sebebi, alış - veriş ile faizi aynı gözle görmeleri ve ikisini bir ipe tak­malarıdır. Zira İkisi de kâr getirir. Nasıl alış - verişten gelen kâr he­lâl İse, faizden gelen kâr da helâldir, dediler. Faiz ile alış - verişin ara­sındaki fark apaçıktır. Zira bir dirheme karşılık olarak iki dirhem ver­mek, yüzde yüz bir dirhemi kayıp etmek demektir. Amma bir dirhem eden bir malı, iki dirhemle satın alan ya ihtiyaçtan veya bir kân bek­lemekten dolayı böyle aldığı için zararı telâfi edilmiş demektir.

«Allah alış verişi helâl, faizi haram kılmıştır.» Bu Âyet, faizin her zaman ve her yerde ister Müslümandan alınsın, ister gayri müs-limden alınsın, haram olduğunu ilân eder. Allah (C.C.), «Şu zamanda, şu memlekette faiz haramdır. Filan memlekette, fişmekân zamanda helâldir» demedi. Mutlaka haram olduğunu ilân etti. Hanefî mezhebi­nin metinlerinde «Darül-harbde kâfir ile Müslüman arasında faiz yoktur!» diye yer alan ibarenin tahlili çeşitli şekillerde yapılmıştır. Mese­lâ Fethul-Kadir'in haşiyesi «El-İnaye»de «Darül-harbde dahî, kâfir ile Müslüman arasında faiz alıp vermek yasaktır» denmektedir.

Yine aynı kitabın haşiyelerinde «Bu metin, Makhıü tarafından ge­len bir Hadîsi Mürseldir. Delil olup olmaması tartışılmıştır.» denilmiş­tir.

«Bu hadise herhangi bir müsnedde rastlanmamıştır. Üstelik Ebu-Hanîfeden rivayet edilen sadece «Darül-harbde faiz yoktur!» kadarıdır. «Müslüman ile Harbî Kâfirin arasında!» ki bölüm bazı meşayihin ders esnasındaki takrirleridir» denilmektedir.

Bir de Hanefîlerden Ebu-Hanife ile talebesi îmamı Muhammed bu durumu savunmuşlardır. Ebu-Yusuf ise diğer üç mezheb|n imam­ları gibi «Her zaman ve her yerde faiz haramdır!» demiştir. Üstelik Ebu-Hanîfe ile îmamı Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî «Müslüman Darülharbde faiz ile parasını kâfire verebilir. Fakat kâfirden faizli pa­ra alamaz.» demişlerdir.

Faizin bereketini Allah gidermiştir. Sadakaların sevabını ise, kat kat artırmıştır. Bu sırra binaen Alah'ın Resulü, «Şübhesiz ki, Allah sadakanızı alıp herhangi birinizin tayını ve buzağısını büyüttüğü gibi büyütür!» demiştir.

Başka bir hadîsde de «Hiç bir mal yoktur ki, zekâttan ötürü ek­silsin!..» demiştir.

(276) «Allah, kâfirlikte pek ileri gideni ve günâha dalanı sevmez!.»

Kâfirlikte pek ileri gidenden maksat, haramları helâl telâkki eden­lerdir. Günâha dalandan maksat, helâl ve haramı ayırdetmiyenlerdir.

«Benî - Sâkif» kabilesinin Kureyşden faiz alacağı vardı. O, faizin zamanı geldiğinde «Haydi malımızı veriniz!» diye Kureyşlileri sıkıştır­dılar. Bunun üzerine «Ey îman edenler! AUah'dan korkunuz ve faizden arta kalanı bırakınız!...» Âyeti nazil oldu. Halktan sermayeden fazla alacağız diye şart koştuğunuz faizi almayınız, dendi.

(279) «Eğer faizi almaktan vazgeçmezseniz Allah ve Resûlü'nden gelen bir savaşta olduğunuzu biliniz!»

«Bir savaş» tâbiri, gelecek savaşın büyüklüğünü ilân eder.

Âyeti Celîle, murabînin hükmü, bağînin hükmü gibi olduğunu bil­dirir. Rivayete göre bu Âyetin nüzulü (inişi) anında Benî-Sâkifliler: «Allah ve Rasûlü'nün harbine gücümüz yetmez!» dediler ve faizden vazgeçtiler.

«Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Ne zulmeder ne de zulm edilirsiniz!» Bu Âyeti Celîle, îslâmm «Ne kimseye zarar verilir ne de zarar kabul edilir!» kaidesini getirmiştir. Ve yine bu Âyeti Celîle delâ­let eder ki, «Faizcilikten tevbe etmedikleri takdirde sermayeleri faizci­lere geri verilmez. Zira haramı helâl telâkki etmek irtidattır!»

(280) «Eğer borçlu fakirse, zengin oluncaya dek ona mühlet veriniz. Ba­ğışlamanız size daha hayırlıdır!...»   Yani geciktirmeden daha hayırlı­dır veya aldığınızdan daha hayırlı olur. Çünkü sevab, kat kattır.

Allah'ın Resulü (S.A.V.) «Müslüman bir kimsenin alacağım tahsil etme zamanı geldiği halde (Ödeyenin takatsızhğına bakar ve tehir ederse, her gün için bir sadaka, defterine yazılır!)» buyurmuştur.

(281) «Öyle bir günden sakınınız ki o günde Allah'a döndürüleceksiniz!»

Bu gün, ya Kıyamet günü veya ölüm günüdür. «Sonra her nefse ka­zandığı verilir ve onlara zulmedilmez!» Bu Âyet İbnu-Abbas (R.A.)'a göre Cebrail'in en son getirdiği ve Resûlüllah'a «Bu Âyeti, el-Bakara'-nın iki yüz sekseninci Âyetinin başına koy!» dediği Âyettir. Bu olaydan sonra Allah'ın Resulü «yirmi bir gün» yaşadı. Bâzıları seksen bir gün, bâzıları yedi gün, bâzıları da üç saat yaşadı demişlerdir. [92]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (275) Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kal­kışı gibi çarpılmış bir tarzda kalkarlar. Bu, onların «Alış veriş de an­cak Riba gibidir» demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helâl, Ribayı ise haram kılmıştır...»

Bu âyeti celîle hakkında varid olan eserler: İbn Cerir, Mücahid'den rivayet eder:

«Cenab-ı Hakkın yasakladığı Riba, o Ribadır ki, cahiliyet ehli bir kimseye borç verirlerdi.   Borcun alma zamanı    geldiğinde   verecekli  (borçlu) alacaklıya «şu kadar borcuma ekler, şu kadar zaman sonra verirsem olur mu» derdi. O da, olur diye kabul ederdi. İşte bu âyetteki Riba budur.»

îbn Cerir, Katade'den rivayet etti:

Cahiliyet ehlinin Ribasi, kişi belli bi zamana kadar bir mal satın alırdı, O zaman geldiğinde borçlu borcunu edâ etmekten aciz ise, bor­ca birşeyler eklemek suretiyle yeni bir zaman ve yeni bir mühlet ister­di.»

Ahmed, Bezzar, Rabi bin Hubeys'ten rivayet ettiler: Allah'ın Resûlü'nden soruldu:

«Kazancın hangisi daha helâl, daha güzeldir?»

«Kişinin kendi eliyle kazandığı daha helâl ve daha güzeldir. Bir de dinen geçerli olan alış-verişle elde ettiği daha güzel, daha helâldir.»

Müslim ve Beyhaki, Ebu Said'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resûlü'ne bir hurma getirildi. Cenab-ı Peygamber:

«Bu bizim hurmalarımızdan değildir. (Yani Medine hurması de­ğildir) buyurdu.» Getiren kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Biz kendi hurmalarımızdan iki avuç verdik, bundan bir avuç aldık.» dedi.

Cenab-ı Peygamber:

«İşte bu, Ribadır. Onu geri veriniz. Sonra bizim hurmamızı onlara satınız. Sonra bizim için bu hurmadan satın alınız» buyurdu.

Abdurrezzak, îbn Ebi Hatim, Aişe validemizden rivayet ettiler:

Bir kadın Âişe validemizden sordu:

«Siz Zeyd bin Erkam'ı tanıyor musunuz?»

Aişe validemiz: «Evet, tanıyorum» dedi.

«İşte ben Zeyd bin Erkam'a bir köle sattım, falan zamana kadar, (800) sekiz yüz dirheme. Sonra para bakımından sıkıştı. Köleyi bana zamanı gelmezden önce (600) altı yüz dirheme sattı". (Buna ne buyuru-yorsun?)

Aişe validemiz:

«Senin sattığın da satın aldığın da çok kötü birşeydir. Git Zeyd'e söyle! O Alan Resulü Ue beraber olan cihadını iptal etmiştir. Eğer bu işten tevbe etmezse, cihadı iptal edilmiş olur.»

Kadın:

«Ey Aişe! Acaba ben bu arada kalan (200) ikiyüz dirhemi affeder­sem, (almazsam), sadece (600) altı yüzü alırsam Zeyd ve ben bu işten kurtulur muyuz?»

Âişe validemiz:

«Evet, kurtulursunuz» dedi ve şu âyeti okudu:

«Kime Rabbinden bir öğüt gelir de Ribaya son verirse artık geç­mişi kendisine, işi de Allah'a aittir...»

Ebu Naim «El-Hilye»de Cafer bin Muhammed'den rivayet etti. Bu zattan «Niçin Allah Ribayı haram kılmıştır?» soruldu. Buyurdu:

«Ta ki, insanlar birbirlerine iyilik yapmaktan menolunmasınlar. Ribadan ötürü birbirlerine borç vermekten imtina etmesinler.»

İbn Cerir ve İbnul-Munzir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar: «Riba yiyen bir kimse kıyamet gününde mecnun olarak, (zaman zaman sar'aya tutularak) haşrolunur.»

Abd bin Humeyd, İbn Cerir ve İbnul Munzir başka bir yoldan İbn Abbas'tan rivayet ederler:

«Bu âyetteki manzara, Ribacının kabrinden haşre gönderildiği çağ­daki manzaradır.»

Abdurrezzak, Ahmed ve Beyhaki Kâab'tan rivayet ettiler: «Ribadan yediğin bir dirhem  ki Allah onu riba olarak yediğini biliyor  benim katımda otuzüç zinadan daha korkunçtur.»

Tabarani «Evset»te ve Beyhaki, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: «Ribanın bir dirhemi Allah katında otuz altı zinadan daha şiddet­lidir. Kimin eti haramdan biterse, o ete ateş daha uygundur.»

îbn Ebi Dünya «gıybet» konusunda ve Beyhaki, Enes'ten rivayet ettiler:

«Allah'ın Resulü bir gün hutbe okudu. Ribadan bahsetti. Ribanın korkunçluğunu gözler önüne serdi ve buyurdu:

«Kişinin almış olduğu bir dirhemük Riba Allah katında, hata yö­nünden kişinin işlemiş olduğu otuzaltı zinadan daha korkunçtur. Ri­banın en korkuncu müslüman bir kişinin aleyhinde bulunup onun haysiyetini payimal etmektir.»

Tabaranİ, Avf bin Malik'ten rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Af olunmayacak (korkunçluğundan kinayedir) giinahlaıdan sa­kınınız. Onlar: ğulûl ile Riba'dır. Ğulûl, ganimet malından, (devlet hazinesinden) çalmaktır. Kim ki, bu maldan herhangi birşey çalarsa, kıyamet gününde onunla beraber haşre gelir. Kim ki Bibayı yerse, Al­lah onu mecnun olarak hasreder. O haşre gelirken düşüp kalkıyor» dedikten sonra şu âyeti okudu:

«Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olarak mezarlarından kalkarlar.»

Abdurrezzak, Ahmed, Buhari, Müslim ve İbn ul Munzir, Aişe va­lidemizden rivayet ettiler:

«El Bakara sûresinin son âyetleri Riba hakkında nazil olduğunda Cenab-ı Peygamber mescide çıktı. Onları halka okudu. Sonra içki ti­caretini haram kıldı.»

Ebu Davud ve Hakim, Cabir'den rivayet ettiler:

«Vakta ki «Riba yiyenler ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka bir tarzda kalkmazlar» âyeti in­di, Allah'ın Resulü:

— Kim ki, muhabere muamelesini terketmezse, o Allah'a ve Resu­lüne karşı harp ilân etsin.» dedi.

Hadisin metninde bahsi geçen Muhabere, müzarea muamelesidir. Yani kişi arazisini o araziden çıkan mahsulün bir kısmını almak karşı­lığında kiraya veriyor.

Muhabere haram olduğu gibi Müzabene ve muhakele de haram­dır. Müzabene; ağacın üzerindeki yaş ve toplanmamış meyveyi aynı meyvenin cinsinden kurutulmuşlarla değiştirmektir. Muhakele; daha harman edilmemiş buğdayı (yani sapında bulunan buğdayı) başakta bulunan buğdayı tasviye edilmiş buğday ile değiştirmektir. Bu eşya ve bunlara benzer şeylerin haram olması, Riba kökünü kesmek ve kal­dırmak içindir! Çünkü iki şeyin arasındaki eşitlik bilinmiyor. Kuru-mazdan önce onu takdir etmek zordur. Bunun için fâkihler, eşitliği bilmemek gerçekten fazla bir şekilde değiştirmek gibi hüküm oluyor di­ye bu noktadan hareket ederek Ribaya vardıran yollan daraltmak, Ri-baya götüren vesileleri ortadan kaldırmak için içtihadlanna göre bir­çok şeyleri haram ilân etmişlerdir.

İmam Ahmed, îbn Mace ve Îbn-Cerir, Hz. Ömer'den rivayet edi­yorlar:

«Kur'an'ın en son inen (ahkâm) âyeti Riba âyetidir. Allah'ın Re­sulü o âyeti bize tefsir etmeden, (açıklamadan) önce vefat etti. Bi­naenaleyh Riba ve şüpheli şeyleri bırakınız.»

Buhari, Ebu Abd ve İbn Cerir ve Beyhaki «Delail»inde Eş Şa'bita-' rikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Cenab-ı Hakkın peygamberi üzerine en son indirdiği (ahkâm) âyet Riba âyetidir.»

El Beyhaki «Delail»inde Said bin Müseyyeb tankıyla da Hz. Ömer'in «Allah tarafından en son indirilen âyet Riba âyetidir» dediği­ni naklediyor.

Sahihayn'da Numan bin Beşir'in tarikıyla gelen bir hadiste Al­lah'ın Resulü buyuruyor:

«Şüphesiz helâl apaçıktır. (Yani Kur'an helâlin ne olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir.) Haram da açıktır. (Kur'an onu da bildirmiş). Helâl ile haram arasında şüpheli bir takım emirler vardır. Kim ki şüp­helilerden sakınırsa, o hem dinini, hem namusunu korumuş olur. Kim ki şüphelilere girerse harama girmiş olur. Tıpkı korunun etrafında sü­rüsünü otlatan çoban gibi. Yaklaşır ki sürü koruya girsin!»

Sünende Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'dan rivayet ediliyor:

«Ceddim Resûlülah'tan dinledim! Seni şüpheye sokanı bırak, şüp­heye sokmayana yapış, buyuruyordu.»

Başka bir hadiste «Günah, o şeydir ki kalbi gıdıklıyor, nefis onun hakkında tereddüd ediyor. Halkın onu görmesini istemiyor.»

Başka bir rivayette «Halk sana fetva verse dahi, halk sana fetva verse dahi kalbinden fetvayı iste» buyurulmaktadır.

îmam-ı Gazali, «Bu, özel olarak bir sahabi için söylenilmiş bir ha­disi şeriftir. Genel bir hüküm olmaz» diyor.

tbn Mace, Heyyac bin Bostan'm tarikıyla Ebu Said el Hudri'den şu hadisi rivayet ediyor:

Hz. Ömer bize hutbe okudu:

«Şüphesiz ki, umulur ben size elverişli olan birtakım şeylerden si­zi menetmeye kalkışayım. Veya size elverişli olmayan bir takım şeyleri size emretmiş olayım. Şüphesiz ki, Kur'an'ın iniş yönünden en son âye­ti Riba âyetidir. Şüphesiz ki, Resûl-ü Ekrem onu bize açıklamadan ön­ce vefat etti. Binaenaleyh sizi şüpheye düşüreni bırakınız. Kesinlikle sizi şüpheye düşürmiyeni yapınız.»[93]

îmam Ahmed, Hüseyin'den o da Hasan Basri tarikıyla rivayet edi­yor. Ebu Hureyre'den dinledik. Allah'ın Resulü:

«insanlar üzerine bir zaman gelecektir ki, onda Riba yiyecekler­dir.» buyurdu. Ravi «Allah'ın Resûlü'nden soruldu:

  Bütün insanlar mı yiyeceklerdir?

Cevab:

— Riba yemiyenlere de Ribanın tozu dokunacaktır.» dedi.

Bu hadisi, Ebu Davud, Nesei ve İbn Mace de başka yollardan ri­vayet etmişlerdir, işte haramlara götüren vesileler de bu kabildendir­ler. İbn Kesir, bu konuda şunları da kaydediyor:

Riba konusu birçok ehli ilme bütün konulardan daha girift, daha müşkil, daha zor gelmiş bir konudur. Emiril Müminin Ömer İbn Hat-tab:

«Üç konu vardır. İsterdim ki, Allah'ın Resulü onların hakkında bize bir açıklama yapsaydı. Ta ki biz onun çizmiş olduğu hududda dur­muş olsaydık. O konular: Dedenin miras meselesi, kelâle meselesi ve Ribânın bablanndan bazı bablar (Ribâ meselelerinden bazı meseleler) ve kendisinde Riba şaibesi (kokusu) olan bir takım meselelerdir» bu­yurdu.

Allah'ın sistemi şahittir ki, her haram gibi, haramın vesilesi de haramdır. Çünkü harama götüren haramdır. Nitekim vacibin tamam­lanmasına vesile olan da vacibdir.

îmam Ahmed, Ebu Muaviye'den, A'meş'ten, Müslim bin Su-beyh'ten, Mesruk'tan, Aişe'den rivayet etti:

«El-Bakarâ'nm son âyetleri Riba hakkında nazil olduğunda Al­lah'ın Resulü mescide gelip o âyetleri okudu. İçki ticaretini haram ilân etti»

Bu hadisi, Tirmizi hariç diğer cemaat, (sünen sahihleri) rivayet etmişlerdir. Buhari bu âyetin tefsirini yaparken «Cenab-ı Hak bunla­rın ticaretini de haram kılmıştır» dedi. Buhari'nin Aişe validemizden gelen diğer bir lafzında «El Bakara sûresinin son âyetleri riba hakkın­da nazil olunca Resûlullah halka okudu. Sonra içki ticaretini haram kıldı» şeklindedir.

Bu hadis üzerinde konuşma yapan bazı hadis imamları şöyle di­yorlar:

Riba ve vesileleri haram kılındığında içki ve ona götüren ticaretler ve benzerleri de haram kılındı. Nitekim Müslim ve Buhari'nin ittifak­la rivayet ettiği hadiste Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:

«Allah, yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlan haram kılındı. On­lar o iç yağlarını eriterek, satıp parasını yediler.» Yani hileye kaçtılar. Daha önce muhallil bahsinde ge;en hadiste, Cenab-ı Hak Ribayı yiye­ne, yedirene ve iki şahidine ve kâtibine lanet ettiği geçti. Hadis imam­ları Ribanın üzerinde şahitlik ve akdini yazmak ancak şeı^i bir akid suretinde belirtilirse, olur dediler. Şer'i bir akid suretinde belirtiliyor, fakat içi fasidtir. Öyleyse burada itibar mânâyadır, surete değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Meselâ: Ribayı kişi yemek istiyor. Fakat direkt yemiyor. Birtakım hileli yollara başvuruyor. Ve böylece zahirde, (surette) şer"i bir hüküm haline getiriyor. Fakat gerçekte Ribadır. Böyle bir muamele dinen memnu'dur..

Sahih'te «Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak Allah sizin kalblerinize ve amellerinize bakar» denilmektedir.

îbn Kesir bunlan söyledikten sonra şunu da ekliyor:

îmam ve allame îbn Teymiye Îbtalitahyil (Hileli muameleleri ibtal) hususunda bir kitab telif etmiştir. Bu kitabda batıla götüren ve­silelerin tamamım yasaklayan hadisler ve hükümler yer almaktadır. Ve orada kifayetli bir şekilde izahat vermiş ve hastalıklara şifa getir­miştir. Allah ona rahmet etsin ve ondan razı olsun. [94]

 (276) Allah Ribayı yokeder. Sadakaları artırır. Allah oldukça gü­nahkâr olan kâfirlerin hiçbirini sevmez...»

İbn Cerir «Bu âyet, tıpkı Abdullah bin Mes'ud'dan gelen hadisin naziridir. O hadis şudur: «Riba, ne kadar çoğahrsa çoğalsın, onun ne­ticesi azlığa dönüşür.» Bu hadisi, îmam, Ahmed «Müsned»inde rivayet etmiştir.» Riba hernekadar çoğalırsa neticesi azlığa dönüşür» den mak-sad, neticede hüsran yokluk ve iflas vardır demektir. îbn Mace bu ha­disi Abbas bin Cafer'den rivayet etmiştir. Bu, maksudun tam aksine veren muamele kabilindendir. Nitekim îmam Ahmed, Emirilmüminin Hz. Ömer'den gelen şu rivayeti kaydetmektedir:

«Hz. Ömer mescidden çıktı. Yayılmış bir taamı gördü. «Bu taam nedir?» diye sordu, Dediler ki bize celbedilmiş bir taamdır.» Hz. Ömer:

«Alan sizin için, bu taamda ve onu celbedende bereket kılsın.» de­di. Bunun üzerine Hz. Ömer'den soruldu:

«Ey müminlerin emiri! O adam ihtikâr yapmıştır.»

Hz. Ömer:

«Kim bu taamı ihtikâr etmiştir? O adam kimdir?»

Dediler ki:

«Hz. Osman'ın azadlısı Ferruh, ve senin kölen filan zat.»

Hz. Ömer onların ikisini de huzuruna çağırdı:

«Müslümanların yemeğini ihtikâr etmeğe (yani karaborsa yap­mağa) sizi iten nedir?»

Dediler:

«Ey Müminlerin Emîri! Biz malarımızla (yani paramızla) satın alıyor ve satıyoruz.»

Hz. Ömer:

«Ben Resûlüllah'tan dinledim. Buyurdu:

«Kim ki, müslümanlann üzerinde taamlarını ihtikâr ederse, Al­lah (C.C.) onunla ona vurur. (Yani neticesi iflâstır) Veya cüzzamla vurur.» »

Hz. Ömer bunları söylediği zaman Ferruh:

«Ben Allah'a da, sana da söz veriyorum ki, hiçbir taam hususun­da hiçbir zaman böyle bir şey artık yapmayacağım!»

Hz. Ömer'in azadlısı ise:

«Biz ancak malımızla alır ve satarız deyip böyle yapacağında İsrar etti.» Hadisenin ravisi olan Ebu Yahya diyor ki:

«Ben, ömrümün sonunda bu azadlı köleyi, cüzzam hastalığına tu­tulmuş olarak gördüm.»

İbn Mace, El Heysem bin Rafi'den rivayet ediyor: «Kim ki, müslümanlar üzerinde taamlarını  (yani gıdalarını) ka­raborsa yaparsa, (ihtikâr ederse) Allah ona iflas ve cüzzamı isabet et­tirir.» Bu hadisde hem iflâs var, hem de cüzzam..   Bunlar, maddi de olabilir, manevî de olabilir. Dikkat edilsin.

Sadakaların çoğalması hususunda Buharı, Abdullah bin Kesir (ve­ya Kuseyr)den, o Ebu Nadr'dan ve Abdurrahman bin Abdullah bin Di­nar'dan, o babasından, o Ebi Salih'ten, o Ebu Hureyre'den rivayet edi­yor:

«Kim ki, bir hurma kadar helâldan ve kazancından sadaka verir­se, sadece helâl kesbten verilen sadakayı kabul eden Cenab-ı Hak, onun o sadakasını sağ eliyle kabul ediyor. Sonra o sadakayı sahibi için artı­rıyor. Tıpkı birinizin küriğini (at yavrusunu) besleyip onun dağ kadar olmasını sağlaması gibi.»

Buhari zekât kitabında böyle rivayet etmiştir.    Tevhid kitabında Halid bin Muhalled bin Süleyman bin Bilal'dan, Abdullah bin Dinar'­dan benzerini rivayet etmiştir. Müslim de zekât bahsinde bunun benze­rini rivayet etmiştir.

îbn Hibban, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Allah sadakayı sağıyla kabul eder. Sizin için onu besleyip artı­rır. Tıpkı sizden birisinin at yavrusunu besleyip büyüttüğü gi­bi... Hatta bir lokmanız (bazen) Uhud dağı kadar olur. Bunun tasdiki Cenab-ı Hakkın kitabındadır. «Allah Ribayi yok eder, sadakaları arti-nr\»

tbn Cerir'in Ebu Hureyre tankıyla rivayet ettiği hadiset:

«Kul, helâlinden sadaka verirse Allah onu Sağıyla (eliyle) alır. Ka­bul eder. Birinizin küriğini beslediği gibi besler. Şüphesiz ki kişi bir lokmayı sadaka verir. O Allah'ın elinde veyahut Allah'ın keffinde ço-ğalup Uyud dağı kadar olur. Binaenaleyh sadaka veriniz.»

«Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve Riba hesabından arta kalanı bırakınız. Eğer gerçek müminler iseniz...»

Bu âyet, «Beni Sakif» boyundan olan «Beni Âmr bin Umeyre» ka­bilesi ile Kureyş boyundan olan «Beni Muğire» kabilesi hakkında nazil oldu. Cahiliyet döneminde bu iki kabile arasında Riba muamelesi var­dı. İslâm geldi ve İslama girdiklerinde Beni Sakif o Ribalarmı Beni Muğire'den almak istediler. İstişare ettiler. Beni Muğire:

— Biz İslâmdaki kazancımızla İslâmda Ribayı ödemeyeceğiz, de­diler. Mekke valisi îtab bin Esid (R.A.), Allah'ın Resûlü'ne bu hadiseyi yazdı ve o zaman bu âyeti celîle indi. Cenab-ı Peygamber bu âyeti İtab'a yazdı:

 (278) Ey müminler! Allah'tan korkunuz ve Riba hesabından ar­ta kalanı bırakınız. Eğer gerçek mümin iseniz böyle yapınız. Yok, eğer bu Ribayı terketmezseniz bilin ki, Allah'a ve peygamberine karşı har­be girmişsiniz.»

Bu âyeti dinleyen bu kabileler:

«Biz Allah'a tevbe ettik. Ribanın geri kalan kısmını da bıraktık»

dediler. Ve hepsini bıraktılar.

İbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi-Hâtim, Süddi'den rivayet et­tiler:

«Bu âyet, Resûîullah'm amcası Abdulmuttalib oğlu Abbas ile Beni Muğire'den olan bir arkadaşı hakkında nazil oldu. Bunların ikisi ca-hiliyyet döneminde ortak idiler. Paralarını Riba ile Sakif boyundan «Beni-Zümre» kabilesine veriyorlardı. Bunlar da Beni Âmr bin Umeyr-dirler. İslâm geldiğinde onların daha büyük bir Riba alacakları vardı. Cenab-ı Hak «Cahiliyet Ribasmdan artakalanı bırakınız» âyetini indir­diği zaman, onu da bıraktılar.»

Abd bin Humeyd, îbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Kıyamet gününde Riba yiyene denilir kî, harp için silâhına sa­rıl.»

Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, îbn Ebi Hatim ve Beyhaki Âmr bin Ahves'ten rivayet ettiler:

Veda haccında Resûlüllah ile beraberdim. Buyurdular:

«Dikkat edilsin! Cahiliyet döneminden kalan her Riba mülgadir. (Kaldırılmıştır). Siz ancak sermayenizi (öz paranızı) alırsınız. Ne kim­seye zulmedersiniz, ne de size zulmedilecektir. İlk mülga olan Riba Ab­dulmuttalib oğlu Abbas'ın Ribasıdir.»

İbn Mendeh, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Bu âyeti celîle, Rabia' bin Âmr ve arkadaşları hakkınd anazil ol­duğu zaman, Cenab-ı Peygamber onlara:

«Eğer tevbe ederseniz size öz paranız geri verilecektir.» dedi. Müslim, Beyhaki, Cabir bin Abdulah'tan rivayet ettiler:

«Allah'ın Resulü Riba yiyene, yedirene, şahitlerine, kâtibine lanet etmiştir.»

Abdurrezzak ve Beyhaki Hz. Ali'den rivayet ettiler:

«Resûlüllah, on sınıfa lanet okumuştur: Riba yiyen, yediren, iki şahide, kâtibe, dak yapana, dak yaptırana, sadaka vermeyen, hülle yapan-ve kendisi için hülle yaptırılana...»

Hakim Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu;

«Dört sınıf insan vardır ki, Allah'a onları cennete sokmamak, ve onlara cennetin nimetlerinden tattırmamak haktır:

1- İçkiye devam eden (alkolik olan)

2- Riba yiyen

3- Yetimin malını haksız olarak yiyen

4- Ana ve babaya karşı koyan (Akil-Vâlideyn) a

Ebu Ya'la îbn Mes'ud'dan, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor:

«Herhangi bir kavimde zina ile riba açıkça işlendiği zaman on­lar Allah'ın cezasını kendi nefislerine celbetmişlerdir!...»

Ahmed, Amr bin As'tan, o da Resûlüllah'tan rivayet ettiler: «Hangi kavm ki, onlarda Riba açıkça alınıp verilirse, onlara mut­laka kıtlık isabet eder.   Hangi kavm ki, onlarda rüşvet açıkça alınıp verilirse, mutlaka onlara korku isabet edecektir.»

Tabarani, Kasım bin Abdulvahid el-Verrak'tan rivayet ediyor:

Abdullah bin Ebi Evfa'yı çarşıda gördüm. Şöyle bağırıyordu:

«Ey sarraflar! Müjdeleniniz.»

Sarraflar:

«Allah sana cennet müjdesini versin. Neyle bizi müjdeliyorsun?»

Abdullah bin Ebi Evfa:

«Allah'ın Resulü «Sarrafları cehennemle müjdeleyiniz dediğini dinledim» dedi.

Buradaki sarraf, helâl haram demeden, Ribalı muameleyi - Riba-sız muameleden ayırd etmeden muamele yapan sarraflardır. Yoksa ah­kâmı gözeten, Riba muamelesini Ribasız muameleden ayırd eden bir sarraf diğer tacirler gibidir. Cenab-ı Hak rızkın onda dokuzunu tica­rette kılmıştır. Ve doğru olan tacirleri Cenab-ı Hak peygamberler ve şehitlerle haşredecektir.

İmam Malik, tmam Şafii, Abdurrezzak, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, îbn Mace ve Beyhaki, Malik bin Evs'den rivayet ettiler:

Ben Talha bin Ubeydullah'a (R.A.) gümüşü altınla değştirmek üzere verdim. Talha bana hitaben:

«Bana mühlet ver, bizim muhasib ormandan dönünce malım sana teslim edeceğim.» dedi

Onun bu sözünü Hz. Ömer dinledi ve:

«Hayır, Allah'a yemin ederim, sana mühlet vermeyecek ve senden hakkını alıncaya kadar senden o ayrılmayacak. Çünkü Resûlüllah'tan dinledim: Altın gümüşle değiştirilirse, Ribadır. Meğer ki, aynı meclis­te o verilir öbürüsü karşısında teslim edilirse. Buğday buğday ile de­ğiştirilirse Ribadır. Meğer ki aynı mecliste teslim edilirse* Arpa arpa ile değiştirilirse Ribadır. Meğer ki aynı mecliste değiştirilirse. Hurma hurma ile değiştirilirse Ribadır. Ancak aynı mecliste karşılıklı alınıp verilirse, Riba olmaktan çıkar...»

Abd bin Humeyd, Müslim, Nesei, Beyhaki, Ebu Said el-Hudre'den rivayet ettiler:

«Altın altınla değiştirildiği zaman eşit olacaklar ve aynı mecliste alınıp verileceklerdir. Gümüş gümüşle değiştirildiği zaman eşit olacak­lar ve aynı mecliste alınıp verileceklerdir. Hurma hurma ile değiştiril­diği zaman eşit olacaktır. Ve aynı mecliste verilip alınacaktır. Buğday buğday ile değiştirildiği zaman eşit olacak ve aynı mecliste verilip alı­nacaktır. Arpa arpa ile değiştirildiği zaman eşit olacak ve aynı mec­liste alınıp verilecektir. Tuz tuz ile değiştirildiği zaman eşit olacak, ay­nı mecliste alınıp verilecektir. Kim ki, fazla alırsa ve «Bana fazla ver» diye talebte bulunursa, hem alan hem de veren eşit olarak Ribaya gir­miş oluyorlar.»

Malik, Şafii, Buhari, Müslim, Tinnizi, Nesei ve Beyhaki Ebu Said el Hudri'den rivayet ettiler.

Allah'ın Resulü:

«Sakın altını altınla takas etmeyiniz. Ancak eşit olurlarsa. Bir kıs­mını diğerinden fazla yapmayınız. Gümüşü gümüşle satmayınız, ancak eşit olurlarsa. Bir kısmını diğerinden artırmayınız. Sakın mevcuı olmayan bir malı hazır olan bir mal ile takas etmeyiniz.»

Şafii, Müslim, Nesei, Ebu Davud, İbn Mace, ve Beyhaki Ubade bir Samit'ten rivayet ettiler: Allah'ın Resulü:

«Sakın altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpa ile, hurmayı hurma ile, tuzu tuz ile takas etmeyiniz. Ancak eşit ve hepsi mevcut olurlarsa... Aynı elden verilip aynı elden alınırlarsa. Ancak altını gümüşle, gümüşü altınla, buğdayı arpa ile arpayı buğday ile, hurmayı tuz ile, tuzu hurma ile hazır almak şartıyla istediğiniz şe­kilde değiştirebilirsiniz. Kim ki fazla verirse veya fazla vermek tale­binde bulunursa, o Ribaya girmiştir.»

Malik, Müslim, Beyhaki, Osman ibn Affan'dan rivayet ettiler. Al­lah'ın Resulü buyurdu;

«Sakın bir dinarı verip iki dinar almayınız. Bir dirhem verip iki dirhem almayınız.»

Malik, Müslim, Nesei ve Beyhaki, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:

«Bir dinar bir dinarla takas edilir.    Aralarında fazlalık yok. Bir dirhem bir dirhemle takas edilir, aralarında fazlalık yok» buyurdu.

Müslim ve Beyhaki, Ebu Said el Huderi'den   rivayet ettiler.   Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Dinar dinarla, dirhem dirhemle, tartı ile değiştirilir. Aralarında fazlalık yok. Hazır olan gaip olanla takas edilemez.»

Buhari, Müslim, Nesei ve Beyhaki, Ebul Munhal'den rivayet etti­ler:

«Ben, ashabdan olan Berra bin Azip'ten ve Zeyd bin Erkam'dan sarraflık hususunda sordum. Buyurdular:

Biz Resûlüllah'ın zamanında tüccar idik. Resûlüllah'tan sarraflığı sorduk. Buyurdular:

«El elle yani hazır olarak) değiştirme olursa, zararı yoktur. Fakat biri hazır birisi borç olursa o olamaz (yani o Ribadır).»

Malik, Şafii, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, tbn Mace ve Beyhaki Saad

bin Ebi Vakkas'tan rivayet ettiler: i

Allah'ın Resulü'nden yaş hurmayı kuru hurma ile değiştirmek me­selesi soruldu.

«Yaş hurma kuruduğu zaman azalır mı?»

«Evet, azalır ya Resûlellah» dediler.

«İşte bunun için bu çeşit alış - veriş yasaktır» dedi.

Bezzar, Ebubekr Sıddik'ten rivayet ediyor. Resûîüllah'tan dinîe-dım:

«Altın altınla, gümüş gümüşle ancak eşit olarak    değiştirilebilir.

Fazla veren de fazla vermeyi isteyen de ateştedir.»

Bezzar, Ebubekre'den rivayet etti:

Allah'ın Resulü vefat etmezden iki ay önce sarraflık yapmayı neh-

(280) Eğer borçlu darlık içinde ise o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek var. Bununla beraber alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz...»

Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:

Saad bin Mansur, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'den ve ibn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Bu âyet, Riba hususunda nazil olmuştur.»

İbn Cerir ve İbn Ebi-Hâtim, El Hufi tarikıyla İbn Abbas'tan riva­yet ettiler:

Cenab-ı Hak Riba hususunda darlık içinde olana mühlet vermeyi emretti. Fakat emanet hususunda bu mühlet vermek demek değildir. Zira emanet sahiblerine derhal ödenir.

Yani borçlu sıkıntıda ise, feraha çıkıncaya kadar ona mühlet ve­rilir. Cahiliyet ehlinin borçlularına «Ya borcunu ver veya borcuna bir-

şeyler eklerim» demesi gibi yapmamalıdır. Fakat sıkıntılı bir borçlunun borcunu affetmek büyük sevaba vesiledir. Bu hususta birçok yol­dan Resulü Ekrem'den hadisler varid olmuştur:

1- Ebi-Ümame  (Esad bin Zürare) tarikıyla gelen hadis:

«Kim ki, istiyorsa, gölgelerin bulunmadığı, ancak Allah'ın gölge­sinin bulunduğu bir günde Allah onu gölgelendirsin. O sıkıntılı bir borçlusuna kol ay iaş tirsin veya borcun tamamını bağışlasın.»

2- Büreyde tarikıyla îmam Ahmed rivayet etmiştir:

«Kim ki, bir sıkıntılı insana mühlet verirse, her güne karşılık borç miktarı sadaka onun için yazılır.»

Başka bir rivayette:

«Sıkıntılı bir borçluya mühlet veren alacaklı için her gün o alaca­ğının iki miktarı sadaka vermiş gibi sevab yazılın) denmektedir.

Bunu söyleyen Cenab-ı Peygamberden sordum:

«Ey Allah'ın Resulü! Daha Önce senden dinledim. 'Kim ki sıkıntılı bir nisana mühlet verirse, her güne karşılık o alacağının bir misli ka­dar sadaka vermiş sayılıyor* buyurmuştun. Bugün de dinliyorum ki, sen iki misli diyorsun?»

Cenab-ı Peygamber:

«Borç vakti gelmezden önce her güne karşılık bir misli sadaka var. Borç vakti geldiğinde borçluya mühlet verirse, bu sefer her güne karşılık iki misli sadaka vardır.» buyurdu.

3- Ebi Katade, El Haris bin Rib'i el-Ensari'den gelen bir hadisi îmam Ahmed rivayet ediyor:

Ebu Katade'nin bir kişi üzerinde alacağı vardı. Ebu Katade o kişi­ye gidip alacağını istiyordu. O kişi de gizleniyordu. Bir gün Ebu Kata­de geldi. Evden bir çocuk çıktı. Adamın evde olup olmadığını çocuk­tan sordu. Çocuk «Evet, o evdedir, yemek yiyor» dedi. Bunun üzerine Ebu Katade onu çağırdı:

«Ey filan! Dışarı çık. Ben haber aldım ki sen buradasın» dedi Kişi çıktı. Ebu Katade:

«Niçin benden gizleniyorsun?» diye sordu. Kişi:

«Ben yoksulum. Yanımda bîrşey yok.»

Ebu Katade:

«Allah'ın adiyle sana yemin verdiriyorum. Doğru söyle, gerçekten yoksul musun?»

Kişi:

«Evet, ben yoksulum» dedi. Bunun üzerine Ebu Katade ağladı ve dedi ki:

  Ben Resûlüllah'tan dinledim:

«Borçlusunu ferahlatan veya defterinden o borcu silen kimse kıya­met gününde arşın gölgesinde olur.»

Hadisi Müslim de sahihinde rivayet etmiştir!...

4- Huzeyfe bin Yeman'dan gelen bir hadistir. Hafiz Ebu Ya'la el-Musilî rivayet etti. Alah'ın Resulü:

— Kıyamet gününde, bir kul Allah'ın huzuruna getiriliyor. Aliah ondan soruyor:

  Dünyada benim için ne gibi bir amelde bulundun? Kul, üç defa:

«Ey Rabbim! Dünyada bir zerre kadar dahi senin için yapmış ol­duğum bir amelim yoktur ki onunla ümitleneyim.» dedikten sonra şöy­le der:

«Ey Rabbim! Şüphesiz bana fazla bir mal vermiştin. Ben de halk­la ahş-veriş yapan bir kimse idim. Benim ahlâkımda alacaklarımdan vazgeçmek var idi. Zengin borçluma mühlet veriyor, ödemesini kolay-1 aştırıyordum. Fakir borçluma da mühlet veriyordum.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Ben kolaylaştırmaya herkesten daha fazla yakınım. (Yani her­kesten daha çok bana yakışır). O halde cennete gir» der.

Buhari, Müslim, ibn Mace, Ribi' bin Harras/ın tarikıyla Huzeyfe'-den bunu böyle rivayet etmişlerdir.

Buhari başka bir lâfzında Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:

«Bir tüccar vardı. Halka borç veriyordu. Sıkıntılı bir borçluyu gör­düğünde hizmetkârlarına:

«Onun borcunu siliniz. Umulur ki Allah da bizim borcumuzu si­ler» diyordu. Ve böylece Allah onun borcunu sildi, onu affetti.»

5- Sehl bin Hanlf ten gelen bir hadistir. Hakim «Müstedrek»inde rivayet etmiştir:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Allah yolunda cihad eden bir kimseye veya bir gaziye veya sıkın­tıda olan bîr borçluya veya boynunu kölelikten kurtarmak için kita­bet akdini yapan bir mükâtebe yardım edeni, gölgelerin stop ettiği bir günde Alan gölgesinde, (arşının gölgesinde)  gölgelendirir.»

6- Abdulah bin Ömer'den gelen bir hadisi İmam Ahmed nakle­diyor. Alah'ın Resulü buyurdu:

«Duasının Allah'ça kabul edilmesini ve sıkıntısının giderilmesini Allah'dan dileyen bir insan, sıkıntılı olan borçlusunu sıkıntıdan kur­tarsın!»

Ebu Mes'ud, (Akabe bin Âmr)den İmamı Ahmed rivayet ediyor: «Allah'ın huzuruna bir kişi getiriliyor:

— Dünyada ne gibi bir amel yaptın?» diye soruluyor. Kişi üç defa «Zerre miktarı hayr amel işlemedim» diye tekrarlıyor. Fakat bilâhere:

«Dünyada bana fazla bir mal vermişdîn. Halkla ahş-veriş yapıyor­dum. Zengine kolaylık gösteriyor, fakire mühlet veriyordum.» der.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Bunu yapmak senden daha fazla şanımıza yakışır» der ve melek­lerine:

«Kulumdan vazgeçiniz. Onun günahtan affolunmuş tur» emrini verir.

Ebu Mes'ud: «Bunları Allah'ın Resûlü'nden dinledim» dedi.

Müslim, Ebi Malik, Saad bin Tarık'tan da böylece rivayet etmiş­tir...

7- îmran bin Hüseyin'den İmam Ahmed rivayet ediyor: «Kim, bir insanın boynunda bir hakkı var ise,   onu tehir ederse,

onun için her güne karşılık sadaka yazılır.»

8- Ebu Yusr Kâab bin Amr'dan İmam Ahmed rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Kim ki, sıkıntılı bir insana   mühlet verir veya

onun borcunu affederse, gölgelerin bulunmadığı bir günde Allah, onu gölgesinde (yani Arşının gölgesinde) gölgelendirir.»

9- İbn Abbas'tan İmam Ahmed rivayet ediyor. Allah'ın Resulü elleriyle işaret ederek mescide çıktı. Abdurrahman bunu söylerken el­leriyle yeri işaret etti ve «Resûlüllah da böyle işaret ediyordu» dedi:

«Kim ki, yoksul bir borçluya mühlet verir veya onun borcunu ta­mamen affederse, Allah o kimseyi cehennem nefesinden muhafaza eder. Dikkat ediniz! Şüphesiz cennetin ameli tepede bulunan sert bir yer gibidir. Yani işlenmesi zordur. (Bunu üç defa söyledi). Dikkat edilsin! Şüphesiz ateşin ameli sahrada bulunan yumuşak bir yer gibi­dir. (Yani kolaydır). Said, o, kimsedir ki fitnelerden korunmuştur. Al­lah katında öfkenin yutulmasından daha sevimli bir yutma yoktur. Kul öfkesini yutuyor ve o öfkesini yutmaya ancak Allah'ın rızası onu sevkediyorsa onun içini Allah iman ile doldurur.»

10- Tabarani, Ata'dan, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Borçlusuna zengin oluncaya kadar mühlet verenin günahlarını tevbe edinceye kadar Allah bekletir ve defterine yazdırmaz.»

 281) Öyle bir günden korkup sakınınız ki, o gün hepiniz Alah'a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese dünyada kazandığı amel­lerin karşılığı tamamen verilecektir. Ve onlara asla haksızlık yapılma­yacaktır. ..»

Rivayete göre bu âyet, Kur'an'ın en son inen âyetidir. İbn Meyia, Ata bin Dinar'dan, o Said bin Cübeyr'den rivayet etti:

«Kur'an'ın en son inen âyeti bu âyettir.»

Resûl-ü Ekrem, bu âyetin inişinden dokuz gece sonra vefat etti. Resûlullah'ın vefat ettiği gün pazartesi ve Rebiulevvel ayının ikinci günü idi.

İbn Merduyeh, El Mesudi'nin hadisinden Habib Bin Ebi Sabit'ten, Said bin Cübeyr'den ve İbn Abbas'tan rivayet etti:

«En son inen âyet, bu âyettir.»

Nesei, Yezid-in Nahvi'nin hadisinden, İkrime'den, Abdullah bin Ab­bas'tan rivayet etti:

«Kur'an'ın en son inen âyeti bu âyettir.»

Dahhak, El Ufi'den, Es Sevri'den, el Kelbi'den, o Ebi Salih'ten, o İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Son inen âyet, bu âyettir. Bu âyetin inişiyle Resûlüllah'm vefatı arasında otuzbir gün vardır.»

îbn Cerir İbn Abbas'tan; «Son inen âyet, budur.» İbn Cerir:

«Dediler ki, Allah'ın Resulü bu âyetten dokuz gün sonra vefat et­ti. Hastalığı cumartesi başladı ve pazartesi vefat etti.» diye rivayet etti.

îbn Atiyye Ebu Said'den rivayet etmiş: «Son inen âyet, bu âyettir.»

El Feryadi, Abd bin Humeyd ve Beyhaki, El Kelbi tarikıyla, o Ebi Salih'ten, o îbn Abbas'tan rivayet etti:

«Son inen âyet bu âyettir. Minada indi. Bu âyetin inişi ile Resû-lüllah'ın vefatı arasında 81 günlük zaman vardır.» [95]

 

Meal

 

(282) Ey îman edenler! Birbirinize belirli bir zaman için borç verdiğinizde onu yazınız. Aranızda bir kâtip doğrulukla yazsın. Kâtip onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçmasın. Kâtip yaz­sın. Borçlu olan da yazdırsın. Rabbisi olan Allah [in Kahrın] dan sa­kınsın. Borcundan birşey eksik yazdırmasın. Erkeklerinizden iki kişiyi şâhid tutunuz. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlikl erine razi olaca­ğınızdan bir erkek ile iki kadın şahid olabilir.

Kadınların birisi unutursa diğeri hatırlatır. Şahidler çağ­rıldıkları zaman çekinmesdnler. Borç büyük olsun küçük olsun onu süresiyle beraber yazmaktan üşenmeyiniz. Bu, sizin için Allah katın­da adalete daha uygundur. Şahidlik için daha kuvvetlidir. Şüpheye düşmemeniz için en yakın durumdur. Meğerki, o, aranızda peşin do­laşan bir ticaret olursa, onu yazmamanızda size herhangi bir sorum­luluk yoktur. Alış veriş yaptığınızda şahid tutunuz. Ne kâtibe ne de şahide sakın zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz o, doğru yoldan sizin çıkmanızdır. Allah'dan korkunuz. Allah size Öğretir. Allah her şeyi bilicidir. [96]

 

Tefsir

 

(282) Bu Ayet, Kur'anı Kerîm'in en uzun Âyetidir. Borç vermek, alış veriş yapmak, ve vadeli mua'melelerde bulunmanın genel hatlarını, vazetmiş bir Âyeti celîledir. Bu Âyet'ten şu sonuçlar çıkmaktadır:

1) Borç   vermek   veya almak belirsiz bir   süre için olmaz. Sü­re belirtilir. O sürede ödenmediği takdirde ikinci bir  süreye kadar mühlet verilir.

2) Borcun miktarı ve süresi yazılır. Cumhûr-u Ulemaya göre bu yazmak farz değil müstehapdır.

İbn-u Abbas (R.A.), «Bu borçlaşmadan maksat, selem [veya selef] muamelesidir. Allah faizi haram kıldığında selemi helâl kıldı!» dedi.

3)  Adil, dindar ve güvenilir bir kâtibi bulmaları emrediliyor. Do-layısıyle «katibi - adil» diye isimlendirilen    «noter» sistemine benzer bir sistem getirilmiştir.

4) Kendisinden başka kâtip bulunmazsa okur - yazar kişiye tek-lifedildiğinde  yazmaktan kaçınmaması gerekir.  Nasıl ki, Allah ona vesikaları yazmayı öğretmiş ise, veya nasıl ki, Allah ona bilmediği ya­zıyı öğretmiş ise oda insanlara yazmak suretiyle yararlı olmaya çalış­sın.

5) Borçlu borcun miktarım ve vâdesini dikte ettirir.   Çünkü ik­rar eden ve ikrarına dair şahid tutan odur.

6) Dikte ettiren borçlu veya.   kâtip Allah'dan   korksun,   gerçek borçdan bir şeyi eksik yazdırmasın veya yazmasın.

7) Borçlu abdal veya acizse velîsi adil bir tarzda borcunu dikte ettirsin. Eğer borçlu çocuk ve aklı noksan biri ise, velisi onun   işini yürütmeye memur edilen kayyîm'dir. Güçsüz ise, velisi vekili ve mü­tercimidir.

Bu Âyet, ikrar'da da vekilin olmasının sıhhatına delâlet eder. Umulur ki, bu vekalet, kayyim veya vekilin normal olarak yürüttük­leri konulardadır; umumi değildir.

8)  borç hususunda iki erkek veya bir erkek iki kadın şahid tu­tulur. «Sizin erkeklerinizden» tabiri şahidin Müslüman olmasının şart olduğunu bildirir. Bütün âlimler burada müttefiktirler. Ebu - Hanîfe «Kâfirin şahidliği ancak kâfir için caizdir!» dedi.

Şafiîlere göre, bir erkek ile iki kadının şahidliği, malî muamelelere mahsus bir durumdur. Hanefîye göre, cezalar ve kısaslar hâriç diğer yerlerde böyledir.

İki kadının şahitlikte bir erkeğe eşit olmasının nedenini, «Biri unutursa diğeri hatırlatır.» Âyeti Celîlesi belirtiyor. Bu Âyette kadın­ların, erkeklere nisbeten eksik akıllı, hadiseleri az hatırlayan oldukla­rı keyfiyeti vardır. Tabi bu hüküm geneldir. İstisnalar kaideyi bozmaz.

«Şahidler çağnldıklan zaman şahidlik etmekten kaçmasınlar.»

Bu hüküm, borç meselesinde olduğu gibi, her yerde böyledir. Ya­lancı şahitlik korkunç olduğu gibi, şahitliği inkâr etmekte o derecede­dir. Küçük, büyük olsun farketmeksizin her borç yazılmalıdır; süresi yazı ile belirtilmelidir. Zira yazmak Allah katında daha adil ve şahit­liğe daha yardımcı ve şüpheye düşmemeye daha yaklaştırıcıdr. Çün­kü senette borcun cinsi, süresi, ve miktarı v.s. si yazılıdır.

Ancak peşin alış verişlerde yazışmayı bırakırsak, mesuliyet yok­tur, yani elden verip almakta. Ancak gerek bir ticarette olsun, gerek­se ticaretin başka şekillerinde olsun şahid tutmak daha itiyatlıdır.

Kur'ân'ın en uzun Âyeti bulunan bu Âyetteki emirler, müctehid-lerin çoğuna göre istihbab içindir. Bâzı âlimlere göre, bu emirler va-ciplik ifade eder. Ayrıca bu Âyetin muhkem olup olmadığın da, nes-hedilip edilemediğinde de ihtilaf vardır.

«Sakın ne kâtibe, ne de şahide zarar verilsin!» Yani onları «EVET» demekten alıkoymak, tahrife zorlamak, bozmaya mecbur etmek gibi durumlar olmasın. Kâtibe ücretini şahide de şahitlik için gelip gitme bedelini vermemezlik yapılmasın! Eğer kâtibe veya şahide zarar verir­seniz bu durum Allah'ın emrinden çıkmaktır. Allah'ın emrine muha­lefet etmekten sakınınız. Allah size maslahatlarınızın ahkâmını öğre­tir. Çünkü Allah her şeyi bilicidir. [97]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (282) Ey iman edenler! Belli bir vade ile birbirinize borçlandı­ğınız zaman onu yazınız. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yaz­sın. Kâtib Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Yazsın. Üzerinde hak olan kimse borcunu ikrar ederek yazdırsın. Rab-bi olan Allah'tan korksun. O haktan hiçbir şeyi eksik etmesin...»

Bu ayeti celile hakkında gelen eserler:

Bu ayet, Kur'ân'm en uzun ayetidir. İmam Ebu Cafer bin Cerir, Yunus'tan, o İbn Vehb'ten, o Yunus'tan, o İbn Şihap'tan. o Said bin Müseyyib'ten rivayet etti:

 Kulağıma geldi ki, Kur'ân'm Arş ile ilişkisi en taze olan ayeti borç ayetidir.

İmam Ahmed, Yusuf bin Mehran tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Borç ayeti indiği zaman, Allah'ın Resulü:

  İlk inkâra kalkışan Adem (AS)dir. Cenab-ı Hak, Adem'i yarat­tığı zaman, sânına yakışır bir şekilde sırtını sıvazladı. Ona kıyamete kadar gelen neslini çıkarttı. Zürriyetini ona arzetti, o onlann arasında gururlu davranan birisini gördü:

  Ey Rabbim! Bu kimdir?

Allah:

  O senin oğlun Davut'tur, dedi.

  Ey Rabbim! Onun ömrü ne kadardır?

Cenab-ı Hak:

  Altmış senedir.

  Ey Rabbim! Onun ömrünü artır.

Cenab-ı Hak:

  Hayır, ancak senin ömründen alıp onun ömrüne ekleyebilirim.

Adem'in ömrü bin sene idi. Onun ömründen kırk seneyi Davud'un ömrüne ekledi. Ve bunun hakkında bir ahidname yazdı. Melekleri de şahit kıldı. Adem sekerata girdiğinde melekler ona geldiler. Adem me-

leklere:

  Benim Ömrümden daha bark sene vardır.

Denildi ki:

  Sen onu oğlun Davuda hibe ettin.

A.dem:

— Ben bunu yapmadım, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak o ya­zılan senedi gösterdi ve melekler de şahid oldular.»

Bize Esved bin Amr, ona Hammad bin Seleme hadisin benzerini rivayet ettiler ve şu ibareyi de eklediler:

«Allah, o, ömrü Davud için yüz seneye, Adem için de bin seneye tamamladı.»

Bu Hadisi İbn Ebi Hatim de Yusuf bin Ebi Habib'ten, Ebu Davud et - Tayalisidir. Hammad bin Selemden rivayet etti; «Bu hadis cidden garip bir hadistir» dedi. îbn Kesir: Hadisin metninde, (senedinde) olan Ali bin Zeyd bin Ceda hadisinde nekaret vardır. Hz. Adem gibi bir peygamberin şanına bu tarz davranmak uygun düşmemektedir. Ancak bir temsil olabilir. Dikkat edile...

Ebu-Ubeyde (Deldil')inde îbn Şihab'tan nakletti:

«Kur'an'm arş ile en taze (en genç) ilişkisi olan ayetleri Riba ile borç ayetidir.»

İmam Şafii, Abdurrezzak, Abd bin Humeyd, Buhari, İbn Cerir İbn ul Munzir, İbn Ebi Hatim, Tabarani, Hakim ve Beyhaki, İbn Abbas'-tan rivayet ettiler:

«Şahitlik ederim ki, belli bir vakte kadar yapılan Selef veya Se­lem muamelesini, Cenab-ı Hak bu şekilde tehir etmiştir (yani bu ce­vazı vermiştir) ve buna izin vermiştir.»

Bunları söyledikten sonra İbn Abbas bu ayeti okudu.

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, îbn Ebi Hatim, ve Beyhaki İbn Ab-bas'tan rivayet ettiler:

«Bu ayeti celile, Selem (yani Selef) muamelesi hakkında nazil ol­du. Buğdayda yapılan Selef, belli bir ölçek, belli bir zamana kadar, [Yani kişi para vererek «üç ay sonra on kilo buğday bana verirsin» şeklinde dediği] Selem (Selef) muamelesidir.

Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, ve Bayha-ki İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Resûlûllah Medine'ye geldiğinde, Medine'liler meyvelerde iki se­neye kadar selef muamelesi yaparlardı. Üç seneye kadar yaparlardı. Yani iki sene sonra gelen hurmasını, veya üç sene sonra gelecek hur­masının şu kadar kilosunu, şu kadar okkasını şu kadar parayla satı­yorum, ve parasını alıyorum diyordu. İki sene veya üç sene sonra hur­mayı teslim ederdi. Cenab-ı Peygamber bu muameleyi gördükten son­ra:

«Kim ki, selef muamelesini yaparsa, belli bir ölçek ile, belli bir tartı ile ve belli bir zamana kadar yapsın» buyurdu.

Bayhaki îbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Selef, ancak verilebilecek zamana kadar olabilir. Ziraat hasadına (Biçimine) veya en enderi ziraat bulununcaya dek veya şira yapılın­caya kadar selef muamelesi yapılamaz. Selef için belli bir zamanı ta­yin ediniz.»

İbn Cerir ve Îbnul-Munzir İbn Abbas'tan bu ayetin tefsirinde .şun­ları rivayet etti:

«Cenab-ı Hak, borç yapıldığı zaman şahit tutmayı emretti. Ta ki, buaraya bir inkâr veya unutkanlık girmesin. Kim ki bunun üzerine şahit tutmazsa o inkâr etmiştir. Şahitler de çekinmesinler. [Yani şe-hadetine ihtiyaç vaki olan müslümanlar da şehadetten imtina etme­sinler] Veya katında bir şâhidlik olan müslüman, şâhidliğe çağrıldığı zaman, onu ketmetmesi helâl değildir.»

Sonra İbn Abbas şöyle devam etti:

«Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin.»

Bu zarar, kişi o şahidin şehadetine ihtiyacı olmadığı halde «Allah sana şahitlik etmeyi emretmiştir. Ona çağrıldığın zaman onu ket-metmemen lâzımdın) deyip de ona zarar vermesin. Çünkü bu işi, baş­kası görmüştür. Cenab-ı Hak, başkasıyla mesele görüldükten sonra bir müslümam kınamak suretiyle ona zarar vermesin. Ve Cenab-ı Hak «Eğer zarar verirseniz o mutlaka kendinize dokunacak bir fisk olur» buyurmuştur. Fisk, günâh demektir.

İbn Abbas, «Şahitliği terketmek büyük günahlardandır. Çünkü Cenab-ı Hak «kim ki şahitliği katmedip, inkâr ederse, şüphesiz o kim­senin kalbi günahkârdır» buyurmuştur.» dedi.

İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den:

«Kâtib, adeletle yazsın.»

Yani ikisinin arasında yazarken adaletten ayrılmasın. Ne borç­lunun boynuna fazla yazsın, ne de alacaklının hakkını eksik etsin.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, îbn Ebi Hatim, Mücahid'den riva­yet ettiler:

«Kâtibe yazmaya davet edildiği zaman, yazmak vacib olur.»

İbn Cerir, İbnul-Munzir ve İbn Ebi Hatim Essüddi'den rivayet ettiler:

«Eğer kâtib boş ve vakti var ise, yazmaktan imtina etmemelidir.»

İbn Cerir, Dahhak'tan rivayet etti:

«Kâtib imtina etmesin» ayetiyle yazmak azimet oldu. Sonra bu azimeti «yazana da, şahitlik edene de zarar verilmesin» cümlesiyle neshedildi.

İbn Cerir, El Ufi'den, İbn Abbas'tan:

«Onun velisi, dosdoğru söyleyip yazdırsın» ayetinde borç sahibin velisi demektir dedi.

Abd bin Humeyd, İbn Ebi Hâtim'dan ve Hasan'dan: Yetimin velisi yazdırsın demektir dedi. İbn Cerir, Dahhak'tan:

«Onun velisi, yani sefih insanın veya zaîf insanın velisi yazdırsın demektir» diyor.

Abd bin Humeyd ve İbnul-Munzir, Mücahid'den ve İbn Ömer'den rivayet ediyor:

«îki şahit tutunuz» cümlesi, eğer nakten alışveriş yaparlarsa ya­zılmaz, sadece şahit getirilir i ifade eder.

Mücahid «Borçla alışveriş yapılırsa, hem yazılır, hem şahit getiri­lir» dedi.

Süfyan ve Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Müca­hid'den rivayet etmişler:

«Erkeklerinizden îki şahit tutunuz» yani hürlerden. İbn ul Munzir, Zühri'den rivayet ediyor: Zühri'den kadınların şahitliği soruldu:

«Onların şahitliği Cenab-ı Hakkın zikretmiş olduğu borç mesele­sinde caizdir. Başka meselelerde değildir, dedi.» Bu, kadınlar için bir nakise değildir. Zira İslâm onlara erkekler gibi kazanıp kocasını ve çocuklarını geçinme derdini yükletmemiştir. Ancak zaruri durumlar müstesnadır. Biline...

İbn ul Munzir, Mekhul'dan:

  Kadınların şahitliği ancak borç    meselesinde caizdir, rivayet ediyor...

İbn Ebi Hatim, Yezid bin Abdurrahman bin Ebi Malik'ten rivayet

etti:

«Haklar hususunda iki erkeğin yerine dört kadının şehadeti ka-imolamaz. Kadınların şehadeti ancak onlarla beraber bir erkek bulu­nursa caizdir. Bir erkek ile bir kadının şehadeti caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer iki erkek yoksa bir erkek ile iki kadını şahit tutu­nuz» buyuruyor.

İbn ul-Munzir, İbn Ömer'den rivayet ediyor:

Kadınların tek başına şahitlikleri ancak kadınların muttali oldu­ğu konularda caizdir. Kadınların avret yerleriyle ilgili meselelerde, onların gebeliği ve hayz halleri hususunda onların tek basma şâhid-likleri caiz, diğer yerlerde değildir.»

Müslim Ebu Hureyre'den, o da Allah'ın Resulünden: «Ey hanımlar, akıl ve dinleri eksik olanlar arasında akıl sahibleri-ne sizden daha fazla gâlib gelip tesellut edeni görmedim.»

Bunun üzerine bir kadın:

  Ey Allah'ın Resulü! Akim ve dinin noksanı ne demektir?

Resûlüllah: Aklın noksanı, iki kadının şahidliği, bir erkeğin şeha-detine denk olmasıdır. Din noksanlıklarına gelince, birçok zaman ka­dın durur, ne namaz kılar, ne de orucu tutar. (Yani hayz veya nifas halinde iken namaz kılmaz, oruç tutmazlar) Bu da dinlerinin eksik­liğidir.» dedi.

«Sizin razı olduklarınızdan iki erkeği veya bir erkek iki kadım şa­hit tutunuz.» Yani adil olması şarttır. Zira müslümanlar ancak adil olandan razı olurlar.

Said bin Mensur İbn Ebi Hatim ve Hakim, İbn Ebi Muleyke'den

rivayet ediyorlar:

İbn Abbas'a yazıp çocukların şahitliği konusunu sordum. Bana, «Cenab-ı Hak şahitlerden razı olduklarınızı tutunuz.» buyuruyor. A Çocuklar ise bizim razı olduklarımızdan değildirler. Öyleyse onların I     şahitlikleri caiz değildir.» diye yazdı...

îmam Şafii Mücahid tarikıyla rivayet ediyor: «Bu iki şahid adil, hürr ve müslüman olacaklardır.» İbn Ebi Hatim, İkrime tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Şahitler, şahitlik yapmak için çağrıldıkları zaman kaçınmasın­lar.» ayetin manası: Eğer şahidliğe çağrılanların katında şahitlik var İse kaçınmasınlar...

İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Rebi'den rivayet ettiler: Kişi kocaman bir gurubun içerisinde dolaşıyordu. Şahit olsunlar diye onları çağırıyordu. Fakat hiç kimse onun arkasından şahitlik için gelmiyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.

Süfyan ve Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Mücahid'den rivayet et­tiler:

«Senin kalanda şahitlik varsa, onu eda et. Şahitlik edesin diye da­vet edildiğin zaman, istersen git, istersen gitme.»

Abd bin Humeyd, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor: «Şahitler şahitlik yapmak için çağrıldıkları zaman, kaçınmasın­lar.» ayetindeki şahitlerden maksat, yanında   şahitlik olan kimseler­dir.»

«Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin» ayeti hakkında İbn Cerir, Rebi'den şunu rivayet ediyor:

«Bu ayet, nazil olduğu zaman birisi kâtibe gelir, «gel bana şunu yaz» diyordu. Kâtib «Ben meşgulüm veya ihtiyacım yardır. Başkası­na git, o, yazsın» diyordu. Gelen kişi kâtibin yakasına yapışıyordu:

— Sen Kur'an ile emrolundun ki bana yazasın. Mutlaka gelip yazacaksın» der, onu zorlar, ve zarar verirdi. Halbuki başkası da ya­zabilirdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Yazana da şahitlik edene de za­rar verilmesin» ayetini indirdi.

«Allah'tan korkunuz. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilendir.»

Bu ayetin tefsirinde Ebu Yakub el-Bağdadî «Rivayet ul kibar an-ıssiğar» adlı kitabında Süfyan'dan rivayet ediyor:

«Kim ki, bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediklerine de mu­vaffak kılar.»

Eu Naim «El-Hilyede Enes'ten rivayet etti:

«Kim ki, bildiğiyle amel ederse, Cenab-ı Hak, ona bilmediklerinin

ilmini de miras olarak verir.»

Tirimizi, Yezid bin Seleme el-Ca'fiden rivayet etti. Bu zat:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben senden çok zaman bir hadis dinliyo­rum. Korkarım ki, o hadisin evveli bana ahirini unuttursun.  Bana derleyici bir kelime söyle ki unutmayayım. Bu arzum üzerine Cenab-ı Peygamber:

  Bildiğinde Allah'tan kork ve sakın» buyurdu.

Beyhaki «Eş Şuab»da Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti:

  Sükutu öğreniniz. Sonra hilm sıfatım, sonra da ilmi öğreni­niz. Sonra ilimle amel etmeyi öğreniniz. Sonra yer yüzüne dağılmız.»

İbn Ebi Dünya «Kitab üt Takva» da Ziyad bin Hudeyr'den rivayet etti:

«Takvaya baliğ olmayan bir kavim fâkîh olmamıştır.»

İbn Ebi Dünya, Hasan'dan rivayet etti: Allahu Azimüşşan bir ha­disi kudside:

«Kulumun üzerine teatime yapışmanın galip olduğunu bildiğim zaman, ona benimle meşgul olmayı minnet ederim. Bana herşeyden kesilip kendisini vermeyi ona bahşederim.»

Ebu-Şeyh, Cüveybirden, Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«İlim tslâmın hayatıdır. İmanın direğidir. Kim ki, bir ilmi öğre­nirse, Allah kıyamete kadar onun ecrini artırır. Kim ki, bir ilim öğ­renir, onunla amel ederse, Allah'ın üzerine haktır ki onun bilmedik­lerini ona öğretsin.»

Hemmad, Dahhak'tan rivayet ediyor:

Üç defa «Allah onların herhangi bir duasını kabul etmez» dedi ve

devam etti:

1- Kişi ki beraberinde zina eden kadın vardır. Onunla şehve­tini yerine getirdikçe «Yarab! Beni affet» diyor. Cenab-ı Hak:

  Ondan vazgeç, seni affedeyim. Aksi takdirde affetmem, der.

2- Kişidir ki muayyen bîr zamana kadar alış veriş yapıyor. Şa­hit tutmuyor, senet yazmıyor. Ya borçlu onun malını inkâr ediyor. O da yarabbi, filan adam benim malımı inkâr etti» diyor. Cenab-ı  Hak, «sana ücret vermem, senin duanı da kabul etmem. Ben sana yazmayı ve şahit tutmayı emrettim. Sen ise bana isyan ettin» der.

3- Bir kişi ki bir kavmin malını yer. Onlar da ona bakıyorlar. Ve o «Ey Rab bini! Onların malından yediğimi bana affet» diyor. Ce­nab-ı Hak «onlara mallarını geri ver ki affedeyim. Aksi takdirde   af­fetmem» diyor. [98]

 

Meal

 

(283) Eğer sefer üzerinde bulunup  kâtip bulamazsanız,  alınmış bir rehine ile geçiştiriniz. Şayet biri birinize güvenirseniz, güvenilen kimse emaneti yerine versin ve Babbisi olan Allah'tan korksun, salan şahitliği gizlemeyiniz. Kim ki, şahitliği gizlerse  şüphesiz onun    kalbi günahkârdır. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir.

(284) Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan ötürü hesaba çeker. Ondan sonra dilediğini bağışlar, dilediğine  azap  eder. Allah  herşeye kadirdir.

(285) Allah'ın    Resulü    kendisine    Babbi   tarafından    indirilen (Kur'ân'a)  îman etti. Mü'minler de îman ettiler.  Hepsi Allah'a, Al­lah'ın meleklerine, kitaplarına, ve Peygamberlerine inandı. «Biz Pey­gamberlerden hiçbirinin arasında fark gözetmeyiz. İşittik ve itaaf et­tik. Ey Rabbimiz mağfiretini isteriz ve nihayet gideceğimiz yer sen­sin.»  (dediler.)

(286) Allah bir kişiye ancak gücünün yettiği kadarım yükler. Ka­zandığı iyilik kendisine, ettiği kötülük de aleyhinedir.   Ey Rabbimiz, eğer unutursak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbi­miz! Bizden önceki ümmetlere yüklediğin gibi bize de ağır yük yük­leme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Sen bizim mevlamızsm,  kâfir­lere karşı bize yardım et. [99]

 

Tefsir

 

(283) «Eğer sefer halinde olup kâtip bulamazsanız rehin alınız.»   Ayeti Celîlesi, «Rehin» müessesesini getiriyor. Yani senedin yazılamadığı zaman, rehin alınır; ister hazarda olsun ister seferde. Fakat seferde da­ha fazla bulunmadığı için misafirin durumuna değinilmiştir. Bina-naleyh rehinenin, alınması için misafir olmak şart değildir.

Tefsircilerden mücahit ve dehhak Âyet'in zahirine bakarak böyle zannetmişlerdir. Fakat şu hadis zanlarının yersiz olduğunu is­patlar: «Allah'ın Resulü yirmi avuç arpayı aile efradına bir Yahudiden borç alırken kaftanım rehin bıraktı.»

Eğer borç verip alanlar birbirlerine güvenirlerse rehin vermeyebi­lirler.

«Eğer nefsinde olanı açığa vurur veya gizlerseniz ondan ötürü Al­lah sizi hesaba çekecektir.»

Bu Âyeti Celîle, Kıyamet gününde hesabın olduğunun delilidir. Kıyamet gününde hesap yoktur diyen Mu'tezile ve Rafızi'leri yalanlar.

Allah bütün insanları hesaba çektikten sonra kâfir olarak ölme­miş şartı ile «...dilediğini af eder, dilediğine azap eder.» Bu cümle açıkça günahkârlar için azabın, illede olacaktır diye, birşey olmadığını ifade eder. Kâfirlerin azabı ille de olacaktır hakikati ise, «Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşmayı af etmez.» Âyeti ile sabittir.

«Resul, Rabbinden kendisine indirilene iman etti.» cümlesiyle Al­lah, Peygamberinin îmanı hakkında şahitlik etmektedir.

«Vel Mü'minûn'e» kelimesi muhtemeldir ki, «erresulu» keli­mesi üzerine atıfdır. O zaman genel olarak Mü'minlerin îmanlarının doğ­ruluğuna da Allah şahitlik eder. «EL mu'minüne» nin mübteda olup, «Küllün» kelimesinin onun te'kidi olması muhtemeldi. «amene» cümlesi de bu takdirde haberi olur. Manâsı «Mü'minlerin tamamı Al­lah'a, Meleklerine kitaplarına ve Peygamberlerine îman ettiler.» de­mektir.

«Biz Peygamberlerden herhangi birisinin arasında aynhk etme­yiz.»

Bu söz, Mü'minlerindir. Yani bir kısmını tasdik edip diğer bir kıs­mım yalanlamayız; hepsini tasdik ederiz demektir.

Mü'minler şunu da derler: «Emrini dinledik ve enirine ita'at et­tik.» Bu cümle kayıtsız ve şartsız Allah'a teslim olmak prensibini getirir. Şunu da derler: «Ey Rabbimiz affını dileriz, dönüş ancak sana­dır.» Bu cümle bir insanın amelleri ne kadar düzgün olursa olsun amel­lerine güvenip Allah azabından emin olmamayı gerektirir. «Ümit ile korku arasında bulun.» Hadisi Şerifi de bu ruhu ifade etmeye çalışır.

«Dönüş ancak sanadır.» cümlesi, haşrin olduğunu isbatlayan cümlelerden birisidir. «Allah bir insana gücü yettiğini yükler.» cüm­lesi, tıpkı «Allah size kolaylığı irade eder, zorluğu irade etmez.» cüm­lesi gibidir. Bu İslâmm getirdiği ibadet ve yüklediği vazifelerin hiç birisnin taşınmaz bir mahiyette olmadığını ispatlar; hal ile teklifin olmadığını bildirir. Fakat memnu olduğuna delâlet etmez. «Nefsin, ya­rarlılıkları lehine kötülükleri aleyhinedir.» cümlesi, «Bir insanın yap­tığından ancak kendisi faydalanır, günahlarından da kendisi zarar görür» kaidesini getirir. Fakat ehli Sünnet, «Bir insan malını başka­sına vermeye yetkili olduğu kadar, sevap da vermeye yetkilidir.» diye hüküm yürütür. Kur'ân-ı kerîm «kesb»i hayırda «îktisab»ı serde kullanmıştır çünkü «iktisab»da fazla çabalama vardır. Şer nefsin isteği olduğundan, onu elde etmek için nefis hayrı yapmaktan daha fazla çaba sarf eder.

(286) «Ey Rabbimiz eğer unutur veya yanlışlık yaparsak bizi sorumlu tutma.»

Yani bizi unutkanlık veya hata işlemeye götüren Tefrit ve önem­sememekten Ötürü sorumlu tutma. Zira unutkanlığın ve yanlışlıkla yapılanın sorumluluk gerektirmediği bir gerçektir. Öyle ise sorumlu­luğu gerektiren onların yollarıdır.

Aklen unutkanlık ve yanlışlıkla yapmak cezayı mucip olabilir. Zira günahlar, zehirler gibidir. Nasıl ki, zehirler yanlışlıkla yutuldu-ğunda öldürüyorsa, günahlar da öyledir. Fakat Cenab-ı Hak, lütuf ola­rak yanlışlıktan ve unutkanlıktan vazgeçtiğini vaadetmiştir. Böylece mümkündür ki, insan bu duayı «lütuf devam etsin ve nimet bulunsun» diye yapmış olsun.

«Benim ümmetimden, yanlışlık ve unutkanlık (cezası) kaldırıl­mıştır!» Hadisi Şerifinin manâsı bunu teyid etmektedir.

Âyetteki «isran» kelimesi, ağır yük manasınadır. Ondan mak­sat, İsrailoğullarının üzerine yüklenen ağır yüklerdir.    Zira onlardan tövbe etmek  isteyen birisinin kendisini öldürmesi  gerekiyordu;pis olan bir yeri kurtarmak için kesip atmak gerektiği gibi.

Gece ve gündüz elli vakit namaz kılmaları mallarının dörtte bi­rini zekât vermeleri ile emir olunmuşlardı. «isran» dan maksat, on­ların başına gelen şiddetler ve felâketler de olabilir.

«Ey Rabbimiz gücümüzün yetmediğini bize yükletme!» belâ ve fe­lâketlerden bizi koru veya beşer gücünün kaldıramadığı şeyleri bize yükletme demektir.

Âyetteki «mevla» kelimesi efendi ve yardımcı demektir. Ehli Sünnete göre, bu vasıf gerçek manada Allah'a verilir. Âyetteki kâfir kavimden maksat, Müslümanların bütün düşmanları veya bütün kâ­firlerdir.

Rivayete göre Resûlü-Ekrem bu kelimelerle dua ettiği zaman, her gl   kelimenin arkasında Allah tarafından «yaptım - verdim» denili­yordu.

Allah'ın Resûlü'ne gelen bir Hadiste, «Allah Cennet hazinelerin­den iki Âyet indirdi ki, halkı yaratmazdan ikibin sene önce Rahman eli ile onlan yazmıştı. Kim ki, yatsı namazından sonra o iki   Âyeti

okursa bütün o gece ibadet yapmanın yerine geçer.» denilmektedir.

Yine Resûlüllah'tan, «El-Bakara Sûresinin son iki Âyetini oku­yan bir kimseye, o ibadet kâfi gelir.» Hadîsi rivayet edilmiştir.

Bazı kimseler «Bu sûreye el-bakara adım vermek mekruhtur.» Zira Resûlüllah «O Sûre ki, ora da inekten bahs ediliyor. O Kur'ânın çadırıdır. Onu öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi berekettir. Terk edil­mesi pişmanlıktır. Tembeller onu öğrenemezler.» dediğinde soruldu: «Ey Allah'ın Resulü! Tembeller kimlerdir?» «Onlar sihirbazlardır.» diye cevab verdi.

Fakat yukardaki Hadis bu kanaatin aleyhinde delildir. [100]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan,Tefsir)

(283) «Eğer seferde olup yazıcı bulamazsanız, o, takdirde borçlu­dan alınmış rehinler kâfidir. Birbirinizi emin    bulursanız, kendisine güvenilen kimse, üzerindeki emanet borcu sahibine ödesin ve Babbi olan Allah'tan korksun...»

Bu ayetin tef simde İbn Abbas şöyle buyuruyor: «Eğer sefer halinde kâtibi bulupta- kalem, divit, kâğıt bulamasa­lar dahi hak sahibi kabzedilen bir rehine alacaktır.»

İmam Şafii ve Cumhur bu ayeti celile ile «Rehin ancak kazbetmek suretiyle lâzım gelir» diye istidlal etmişlerdir.

imam Ahmed'den gelen bir rivayete göre:

«Rehnin mürtehinin elinde kabzedilmiş olarak bulunması lâzım­dır.» .

Bir gurub âlim de İmam Ahmed gibi söylemiştir.

Seleften başkalan «Bu ayet delalet ederki, rehin almak ancak sefer halinde meşrudur.» Bunu, Mücahid söyledi.

Sahihhayn'de Enes'ten gelen bir hadisde sabit olmuştur ki, Al­lah'ın Resulü vefat ettiği zaman onun abası bir Yahudinin yanında otuz Risk (ölçek) arpa karşılığında rehinde idi. O arpayı almış, aile efradına yedirmiş idi. Başka bir rivayette «Medine'li bir Yahudiden aile efradı için almış olduğu otuz Risk arpa karşılığında abası, rehinde bulunuyordu.»

İmam Şafii'nin rivayeitnde Ebu Şahmil adlı Yahudinin yanında abası rehinde bulunuyordu.

İbn Ebi Hatim, Eu Said el Huderi'den (güzel bir senedle) rivayet ediyor:

«Birbirinizden emin bulunuyorsanız kendisine güvenilen kimse üzerindeki emanet borcu sahibine ödesin» ayeti nazil olunca kendi­sinden öncekini neshetti.

Sabi «Birbirinize güvendikten sonra yazmazsanız ve şahit tutmaz­sanız bir beis yoktur» demektir dedi.

«Şahitliği gizlemeyiniz. Kim onu gizlerse, muhakkak onun kalbi günah içindedir...»

Yani hakimler katında şahiltiği gizlemeyiniz. Kim ki bir hak üze­rinde şahit gösterilirse, o şahitliği olduğu gibi yerine getirsin İster lehde olsun, isterse aleyhte. Kim ki şahitliği gizler ve onu edâ etmez­se onun kalbi günahkârdır. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir. Yani şahitliği gizlemenizi veya şahitliği yerine getirmenizi bilendir.

îbn Ebi Hatim, Rabia'dan:

Hiçbir kimsenin şahitliği gizlemesi helâl değildir. Aleyhinde dahi olursa gizlemesin. Annesinin babasının veya akrabalarının aleyhinde olsa dahi, şahitlik etmek mecburiyetindedir.

İbn - Abbas ve başka müfessirler «yalancı şahitlik günahların en büyüklerinden olduğu gibi, şahitliği katetmek te böyledir» dediler.

Süddi «Şahitliği terkedenin kalbi facirdir» dedi. «(284) Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır...» Bu ayet hakkında gelen rivayetler:

Bu ayeti celile nazil olduğu zaman eshabı güzine gayet ağır gel­di. Ve bu ayetten dehşetli bir şekilde korktular. Allah'ın az ve çok amellerden ötürü kendilerini hesaba çekmesinden dehşete düştüler. Bu durum, imanlarının ve yakınlarının kuvvetliliğinden ileri geliyor­du. İmam Ahmed, Affan'dan, o Abdurrahman bin İbrahim'den, o Ebi Abdurrahman'dan, o da babasmdan, o da Ebu-Hureyre'den rivayet etti:

Allah'ın Resulünün üzerine «göklerde ve yerde ne varsa hepsi Al­lah'ındır, siz içinizde olan şeyi açıklasanız da, saklasanız da Allah sizi onunla, hesaba çeker...» ayeti İndiğinde bu durum eshabı güzüne ga­yet ağır geldi. Resûlüllah'a geldiler. Diz çöküp:

— Ey Allah'ın Resulü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi ameller­den gücümüzün yetmekte olanları bize teklif edildi. Biz bunları yap­tık. Fakat şimdi de bu ayet senin üzerine indi. Bu ayetin içerdiğine bizim gücümüz yetmez. Ne buyurursun?...

Cenab-ı Peygamber eshabı güzine:

«Acaba iki kitab (Tevrat ve İncil) ehlinin sizden önce «Dinledik, isyan ettik» dedikleri gibi demek mi İstiyorsunuz. Hayır bunu deme­yiniz. Deyiniz ki, biz dinledik, itaat ettik.

Ey Rabbimiz! Senin affmı istiyoruz ve dönüş sanadır.»

Eshabı güzin, Resûlüllah'ın bu dediklerini ikrar edip dilleriyle Onu tekrar ettiklerinde Cenab-ı Hak bunun arkasında:

 (285) Peygamber ve müminler Kabbisinden kendine indirilen (Kur'ân'a) iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablanna ve peygamberlerine imân eylediler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırd etmeyiz. Duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağ­firetini isteriz. Dönüşümüz ancak sanadır diye söylediler» ayetini in­dirdi. Onlar bunu işledikleri zaman Cenab-ı Hak daha önceki ayeti nes-hetti ve şu ayeti indirdi:

 (286) Allah bir kimseye gücü yettiği kadar teklif eder. Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendisne, ve yapıtğı fenalığın zararı da yine kendisine aittir.»

îmam Ahmed, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Siz içinizde olan şeyi açıklamanız da saklasanız da Allah Teala sizi onunla hesaba çeker» ayeti «İndiği zaman, eshabm kalbine daha önce girmeyen bir korku girdi: Cenab-ı Peygamber onlara «Deyiniz, dinledik, itaat ettik, (teslim olduk)» onlar da bunu söylediler. Ce­nab-ı Hak onların kalbine imanı ilka etti ve Cenab-ı Hak «Peygam­ber ve müminler Rabbisinden kendine indirilen Kur'ân'a iman etti­ler» ayetini gönderdi. Bu hadisi Müslim, Ebubekr bin'Ebi Şeybe'den, Ebu Kureyş'etn, îshak bin İbrahim'den, rivayet ettiler.

«Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk yahut ta katkımız olmayarak hata ettikse bizi hesaba çekme.» Cenab-ı Hak «Bunu size verdim}} dedi. «Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin musibetler gibi bize ağır yük yükleme» dediklerinde Cenab-ı Hak «Bunu da size verdim» dedi. «Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğim şeyi bize yükletme» dediğinde Allah «Bunu da size verdim.» dedi,

«Bizden çıkanları affet. Bizi bağışla. Bize merhamet buyur. Sen mevlamız, yardımcımızsın» dediklerinde Cenab-ı Hak «Bunu da size verdim» buyurdu.

îbn Cerir Yunus'tan, o Ibn Vehb'ten, o Yunus bin Yezid'den o İbn Şihab'tan, o Said bin Mercane'den rivayet etti:

«Biz, Abdullah bin Ömer'in yanında oturuyorduk. Göklerde ve yer­de ne varsa hepsi Allah'ındın} ayetini okudu.

 «Allah'a yemin ederim, Allah bununla bizi muaheze ederse, helak oluruz, dedikten sonra İbn Ömer'in sesli inlemesini ve ağlamasını dinledik.»

İbn Mercane «Kalkıp da İbn Abbas'a vardım, hadiseyi ona nak­lettim. İbn Abbas:

  Allah, Ebu Abdurrahman'ı (İbn Ömer'i) affeylesin. Hayatıma yemin ederim, bu ayet nazil olduğu zaman şu anda hissettiğini sa­habeler, müslümanlar hissettiler. Cenab-ı Hak ondan sonra «Allah an­cak bir nefse gücü yettiğini yükler» ayetini nazil etti.   Bu gerçek de müslümanların güç yetiremiyeceği birşeydi. Emir Allah'ın hükmüne havale edildi. Nefis neyi kasbederse, o onun için vardır ve neyi ter-kederse o onun üzerinde vardır.» dedi.

İbn Cerir, Zühri tarikıyla Salim'den rivayet etti:

Babam «göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır» ayetini oku­duğu zaman gözlerinden yaşlar aktı. İbn Abbas'a bu durum arzedi-lince «Allah Ebu Abdurrahman'dan razı olsun. Bu ayet nazil olduğu zaman Resûlüllah'ın eshabının yaptığını yaptı. Fakat Allah bu ayeti «Allah herhangi bir nefse gücü yetmediğini yükletmez» ayetiyle nes-hetti.

Sahihayn'da Süfyan bin Uyeyn'e tarikıyla Ebu-Hureryre'den gel­dik, Cenab-ı Hak [Bir hadisi Kudsîde] buyurdu:

«Kulum herhangi bir günahı kastettiğinde onu o kulumun üze­rine yazmayınız. Ancak işlerse onu bir günah olarak yazın. Kulum herhangi bir sevabı kastederse ve işlemezse ona bir hasene olarak ya­zınız. Eğer işlerse, on hasene olarak yazınız.» buyurdu.

Abdurrezzak Ma'mer'den, Hemman bin Munebbih'ten,_o da Ebu Hureyre'Üen rivayet etti:

Cenab-ı Hak: Kulumun kalbinden herhangi bir hasene işlemek geçerse, onu bir hasene olarak ona yazarım, işlediği zaman on mislini ona yazarım. Bir kötülük kalbinden geçerse, işlemediği zaman onu onun için affederim, işlerse ona bir kötülük yazarım.» buyurdu.

Allah'ın Resulü bir hadîsinde: Melekler soruyorlar:

  Ey Rabbimiz!  Senin kulun o kalbinden geçirdiği kötülüğü iş­lemek istiyor.

Cenab-ı Hak, onlara cevab olarak buyuruyor:

— Onu murakabe ediniz. Eğer işlerse onun bir mislini defterine yazınız. Eğer terkederse, onu onun için bir basene olarak yazınız. Çünkü onu terketmesi benden Ötürüdür. Benim rızam içindir.» dedi.

Cenab-ı Peygamber «Bir kimse güzel bir manada müslüman olur­sa, onun her hasenesine karşı on hasene yazılır. Bu yediytiz kata ka­dar çıkar. Her seyyiesi bir seyyie yazılır. Allah'a mülaki oluncaya ka-. dar durum böyledir.»

Müslim, Ebu Kureyip'ten, Halid el-Ahmer'den, Hişam'dan, îbn Sirin'den, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:

«Bir haseneyi işlemeyi kasteden bir kimse işlemezse dahi ona bir hasene yazılır. Bir haseneyi işlemek kastıyla yola çıkıp onu işlerse on. haseneden başlayarak yediyüz haseneye kadar ona yazdır. Bir kötü­lüğü kasteder işlemezse, defterine bir şey yazılmaz. Bir kötülüğü kas­tedip işlerse sadece defterine bir kötülük yazılır.»

Müslim, Şeyban bin Tank senediyle Abdulvaris'ten, Cahd bin Ebi Osman'dan, Ebu Rebİ el Ataridi'den, İbn Abbas'tan ri vay et ediyor:

Cenab-ı Peygamber Rabbinden rivayet ettiği bir (Kudsî) hadiste: Allah haseneler ve seyyieleri yazdı. Sonra onu açıkladı: Binaena­leyh kimki bir haseneyi kasteder, işlemezse, Allah, katında bir hasene­yi ona yazar. Fakat kastedip, işlerse, Cenab-ı Hak katında on hase­neden başlamak üzere yediyüz kata veya daha fazla katlara kadar onun defterine yazar. Bir seyyieyi kasteder işlemezse, Cenab-ı Hak ona bir hasene yazar. Bir seyyieyi kasteder işlerse, Cenab-ı Hak, ka­tında ona bir seyyie yazar.»

Süheyl'in babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği ha­dis şudur:

Eshab-ı güzinden bazı kimseler, Cenab-ı Peygambere gelip sordu­lar:

  Biz nefsimizde öyle şeyleri buluyoruz ki onu   konuşmak her­hangi birimize pek ağır geliyor.

Cenab-ı Peygamber:

  Siz, işlediğinizde böyle olacağını biliyor musunuz?

Eshab:

  Evet, biliyoruz.

Cenabı Peygamber:

  îşte o, imanın sarihi  (Kamili)  dir buyurdu.

Müslim, Ameş'ten, Ebu Salih'ten, Ebu Hureyre'den benzerini ri­vayet etti.

Birde Müslim, Muğire'den, İbrahim'den, Alkame'den, Abdullah'­tan rivayet ediyor:

Allah'ın Resulünden vesvesenin hükmü soruldu. Cenab-ı Peygam­ber:

— O imanın açığı, (sarihi) dir, buyurdu.»

Ali bin Ebi Talha, îbn Abbas taikıyla:

«Siz, içinizde olan şeyi açıklasamz da saklasamz da Allahu Teala sizi onunla hesaba çeker» ayeti hakkında «Nesh olunmamıştır. Ancak Cenab-ı Hak mahlukları kıyamet gününde bir araya getirdiğinde «Si­zin nefislerinizde gizlediğinizi size haber vereceğim. Oysa onlara me­leklerim de muttali olmamışdır. Böylece Müminlere haber verir, ve nefislerinde tasavvur ettiklerini onlar için affeder.» diye rivayet etti.

İşte bu «Onunla Allah sizi hesaba çeker» cümlesinin manasıdır. Yani size haber verir. Şek ehline gelince onların kalblerinde gizle­dikleri yalanlamayı onlara haber verir. Bu da «Allah dilediğini affe­der, dilediğine azab eder» ayetiyle

«Lâkin Allah sizi kalblerinizin kesbiyle (tasavvurla) muaheze eder, yani şek ve nifakla muaheze eder» ayetinin manasıdır.

El-Ulfi ve Dahhak buna yakın rivayetler yapmışlardır.

İbn Cerir, Mücahid'den ve Dahhak'tan benzerini rivayet etmiştir. İbn Cerir, Hasan Basri'den bu ayetin neshedilmemiş olduğunu, ve muhkem ayetlerden bulunduğunu rivayet etti. Ve devamla «Her he­saba çekmekte ceza vermek gerekmez. Zira Cenab-ı Hak bazan hesa­ba çeker, fakat affeder. Bazan hesaba çeker, ceza verir deyip zikret­tiğimiz hadisle istidlal etti ve:

Yine İbn Cerir, Bize Bişar, Saffan b. Muhariz tarikiyle haber verdi:

«Abdullah bin Ömer'le beraber Kabe'yi tavaf ettiğimiz bir    za­manda kişinin biri İbn Ömer'in yanına gelip sordu:

— Ey İbn Ömer; Necve    (gizli konuşma)    hakkında   Resûlüllah' tan ne dinledin?

îbn Ömer:

  Mümin Rabbına öyle yaklaşır ki, Rabbi onun üzerine (rahmet) kanadını geriyor. Ona bütün günahlarını ikrar ettirtikten sonra so­rar:

  Sen şunu yaptığını biliyor musun?

  İki defa evet biliyorum Yarab! der. Böylece Rabbi onu dilediği noktaya kadar götürdükten sonra:

«Ben onları dünyada senin için gizledim. Kimseye göster­medim. Bugün de senin için affediyorum.» der.

Böylece o kişiye hasenatının sahifesi veya kitabı sağ eline veri­lir. Kâfir ve münafıklara gelince, Rabbler şahitler huzurunda onları çağırır. «İşte bunlar Rableririin kesesinden yalan uyduranlardır. Dik­kat edilsin, Allah'ın laneti zalimler üzerindedir.»

Bu hadis, Sahihayn'de ve başka sünen kitablannda müteaddit senedlerle Katade'den rivayet edilmiştir.

îbn Ebi Hatim, Ali bin Zeyd'in tarikıyla rivayet etti:

«Aişe validemizden «Eğer siz içinizde olan şeyi açıklasanız da sak-Iasaniz da Allah Teala onunla sizi hesaba çeker» ayetinin manasım sordum. Aişe validemiz:

Bunu Resûlüllah'tan sorduğumdan şu ana kadar hiç kimse ben­den sormadı. Bu, Cenab-ı Hakkın kul ile olan mubayesidir (Biyatet-mesidir.) Kula isabet eden sıtma, musibetler, eline alıp ta kaybettim zannıyle önce ürküp korktuğu sonra cebinde bulduğu maldan dolayı çektiği sıkıntı, bütün bunlar günahlarına keffarettirler. Bu sayede mümin günahlarından kırmızı maden pasdan çıktığı gibi çıkıp terte­miz olur.»

Hadisi Tirmizi, İbn Cerir, Hammad bin Seleme tarikıyla da riva­yet ettiler. [101]

 

Surenin Bu Son Kî Ayeti Hakkında Varîd Olan Hadisler

 

Buhari Muhammed bin Kesir'den, o Şu'be'den, o Süleyman'dan, o İbrahim'den, o Abdurrahman'dan, o İbn Mesut'tan, o Peygamberden rivayet ediyor:

«Kim ki bu iki ayeti (yani el-Bakara suresinin son iki ayetini bir gecede) okursa bu iki ayet, ona kâfi gelirler.»

İmam Ahmed Ebu Zer tarikıyla rivayet ediyor:

«Bana El-Bakara suresinin son ayetleri, Arşın altında bulunan bir hazmeden verildi. Halbuki benden önce hiçbir peygambere onlar ve­rilmemiştir.»

İbn Merduyeh Rib'idan Zeyd bin Ziyan'dan, Ebu Zer'den rivayet ediyor:

«Bana arşın altındaki hazineden El-Bakara suresinin sonuncula­rı verildi.»

Müslim Mürre tarikiyle Abdullah'tan rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü İsra'ya gittiğinde Sidret ul Münteha'ya vardı. Sid-ret ul Münteha yedinci göktedir. Yerden yükselip gelen bütün amel­ler oraya varır ve ordan alınır. Ve oraya yukardan gelen amller varır ve ordan alınır. Allah'ın Resulüne üç şey verildi: Beş vakit namaz, El-Bakara suresinin son ayetleri ve ümmetinden Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmayanın affedilmesi.»

İmam Ahmed, Akabe bin Âmir el Cehemi tarikıyla Allah'ın Resu­lünden rivayet etti:

«El Bakara suresinin son iki ayetini oku. Şüphesiz onlar arşın altındaki hazineden bana verildiler.»

İbn Merduyeh Huzeyfe tarikıyla rivayet ediyor:

«Biz insanlara üç şeyle üstün kılındık: El Bakara sûresinin so­nundaki ayetler, arşın altındaki bir hazineden bana verildi. Benden önce hiç kimseye verilmediği gibi, benden sonra da hiç kimseye ve­rilmeyecektir.»

İbn Merduyeh Hz. Ali tarikıyla rivayet ediyor:

«İslâmı  anlamış bir kimse Ayete! kürsi ile El Bakara sonundaki ayetleri okumadan öleceğini zannetmiyorum. Çünkü bu arşın altın­daki bir hazineden bizim peygamberimize verilmiştir.»

Ebu-İsa et Tirmizi Numan bin Beşir tarikiyle Resûlüllah'tan riva­yet etti:

«Ceııab-ı Hak, yer ve gökleri yaratmazdan Ud bin sene önce bir kitab yazdı. O kitabtan iki ayet indirdi. Onlarla el Bakara suresini tamamladı. Üç gece onlar bir evde okunurlarsa, şeytan o eve yaklaş­maz.»

Tirmizi «Bu garib bir hadistir» dedi.

El Hakim «Müstedrek»inde hadisi Hammad bin Seleme'den riva­yet etti. «Müslim'in şartı üzerine sahihtir. Fakat Müslim ve Buharı rivayet etmemişlerdir.» dedi.

îbn Merduyeh, ibn Abbas tarikiyle rivayet ediyor:

Resulü Ekrem El Bakara suresinin son ayetini ve ayetelkürsiyi okuduğu zaman güler. «Onlar arşın altındaki bir hazinedendirler di­yordu. Resulü Ekrem «Kim ki bir kötülük işlerse, onunla cezalandırı­lır.» ayetiyle «İnsanoğlunun ancak çalışması insanoğlu için vardır» ayetini okuduğu zaman «innalillah ve inna ileyhi raciun» (Biz Allah içiniz ve biz ona dönüş yapıcıları) der ve sakinleşirdi.

İbn Merduyeh Ma'kil bin Yasar tarikıyla rivayet ediyor:

Bana Fatihat-ul Kitab ve El Bakara'nın sonuncu ayetleri Arşın altından verildi. Mufassal sureleri de fazladan verildi...»

Fatihanın faziletleri hakkında Abdullah bin İsâ bin Abdurrah-man bin Ebi Leyla'dan, Said bin Cübeyr'den İbn Abbas'tan geldi:

Cenab-ı Peygamber yanında Cebrail olduğu bir devrede üstünde bir gıcırtı işitti. Cebrail başını göklere kaldırdı:

  Bu, bir kapıdır, gökte açıldı. Şu ana kadar hiçbir zaman açıl­mamıştı dedi.

Bu kapıdan bir melek indi, Resûlüllah'a geldi. Ve Resûlüllah'a:

  İki nurla sana müjde veriyorum. Onları Allah özel olarak sa­na vermiştir. Senden Önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Birisi Fa-tihat ul Kitab suresi, öbürü de El Bakara suresinin  son ayetleridir.

Onlardan herhangi bir harfi okursan, Allah onun manasını sana vere­cektir.» Müslim ve Nesei böyle rivayet ettiler. Binaenaleyh «peygam­ber kendisine Rabbisinden indirilene iman etti» cümlesi Resulü Ek­rem'in bundan haberdar edilmesidir.

İbn Cerir Bişr'den, o Yezid'den, o Said'den, o Katale'den rivayet etti: Allah'ın Resulü üzerine «Peygamber Rabbisinden kendisine indi­rilene iman etti» ayeti nazil olduğu zaman ((peygambere böyle iman etmek de gereklidir» dedi.

Hakim «Müstedrek'inde Ebu Nadr'den, Muaz bin Necdetul Kara-şi'den, Hallab bin Yahya'dan, Ebu Ukayl'dan, Yahya bin Ebu Kuseyr'-den, Enes bin Malik'ten rivayet etti:

«Peygamber kendisine Rabbisinden indirilene iman etti» ayeti na­zil olduğu zaman, Cenab-ı Peygamber «Peygambere böyle iman etmek de haktır, yani farzdır» buyurdu.

«Müminler de ona iman ettiler» cümlesi bütün müminlerin Ce­nab-ı Haklan bir olduğuna, fard olduğuna, Samed olduğuna, ondan başka mabud olmadığına inanıyorlar ve bütün peygamberler ve Re­sulleri tasdik ediyorlar. Gökten kullar (peygamberler ve mürseller) üzerine inen kitablara da iman ederler. Peygamberlerin arasında ayırd-etmezler. Yani bazılarına iman edip bazılarına iman etmemek yoktur. Belki bütün peygamberler müminlerin katında doğrudurlar. Halkı hakka irşad etmişlerdir. Hayr yoluna hidayet etmişlerdir. Bazıları di­ğerinin şeriatını Allah'ın izniyle neshederse, hepsinin şeriatı yine Al-lahı'n izniyle onların en sonuncusu Hz. Muhammed'in şeriatı ile nes-hedilmiş olduğuna da inanırlar.

îbn Cerir, İbn Humeyd, Cüreyr, Sinan, Hakim ve Cabir'den riva­yet ettiler:

«Bu ayetler, peygamber üzerine nazil olduğunda Cebrail, Peygam­bere «Allah, seni ve senin ümmetini medh etmiştir. Allah'tan iste, Al­lah istediğini verecektir» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber «Yarab! Herhangi bir nefse gücü yetmediğini yükseltme» dedi ve aye­tin sonuna kadar istekte bulundu. Cenab-ı Hak da bunu kabul etmek suretiyle indirdi. Bu ilhî lütuftur. Cenab-ı Hak kullarına lütfetmiştir. Eshab-ı Kiramın korktuğu noktayı bu ayeti celile neshetmiştir. (Orta­dan kaldırmıştır.)

Tabarani ve İbni Hibban Ata'dan, o da Ubeyd bin Umeyr'den o da İbn Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Cenab-i Hak yanlışlıkla, unutkanlıkla yapılan ve zorla yaptırılan fiillerin günahını ümmetinden kaldırmıştır.»

İbn Ebi Hatim, Ummu Derda'dan, Resûlüllah'tan rivayet etti: «Şüphesiz Cenab-ı Hak benim ümmetim için üç şeyden vazgeç­miştir: Hatadan, unutkanlıktan  ve cebren yaptırılandan.»

İbn Cerir Ebu İshak tarikıyla rivayet eder. Muaz (RA) el Baka­ra suresini bitirdikten sonra «ÂMİN» derdi.

Veki' Süfyan'dan, Ebu İshak'tan, o da bir kişiden, o da Muaz ibn Cebel'den rivayet ediyor:

El Bakarayı sonuçlandırdığı zaman Amin kelimesini derdi. İbn Cerir [Tezhib ul Asar] da Eyyüp'ten rivayet ediyor:

Ebu Kallab, Eyyüb'e yazdı ki, kerb (üzüntü) duasını hem kendi­sine hem de çocuğuna öğretsin:

«Lâilâheillellahul aziymul haliymu. Lailâheillallahu Babbul Ar-şü aziyml Lailâheilellalahu. Rabbu semevatısseb'i ve rabbul ardi ve Rabbul arşil keriymi. Subhaneke ya Rahmanu ma şi'te enyekûne kâııe vemâ lemteş'e lemyekun. Lehavle vela kııkvvete illa billahi. Euzu bil-lezî yumsiku ssemavati seb'ı ve menfihinne enyeka'ne alelardi min şerri ma halaka ve min şerri ma beree. Euzu bikelimatillahî ettamâtı. Elleti latucavizuhunne berrun velâ facirun min şerri tammeti vel hammeti ve minşeerri kullihi fiddünya velahire.»

Meali [Yüce Allah, Halimdir. Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah'­tan başka ilâh yoktur. Allah arşı azimin rabbidir. Allah'tan başka ilah yok. Allah yedi göğün ve yerin ve kerim olan arşın rabbidir. Sen or­taktan münezzehsin ey Rahman... Senin dilediğin olur. Senin dileme­diğin olmaz. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak Allah'ın kuvveti ile olur. Öyle bir Allah'a sığınıyorum ki, yedi kat göğü ve o göklerde bulunanları yeryüzüne düşmeketn o tutar. Yarattıklarının, [halket-tiklerinin] şerrinden ona sığınıyorum. Doğrularında, facirlerinde, kur-tulamıyacağı Allah'ın O tam kelimeleriyle Allah'a sığınıyorum. Ölümün şerrinden, şeytanın şerrinde nve bütün serlerden, dünya ve ahi-retteki bütün serlerden ona sığmıyorum.]

Bu duayı okuduktan sonra ayetelkürsi ve el Bakara suresinin son ayetlerini okuyacaksın diye yazdı ona...

Böylece El Bakara suresinin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Tevfik Allah'tandır. [102]

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/6-7.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/7-11.

[3] Ebu-Davûd, Tirmizî ve Nesei Bkz. İbn-i Kesîr 1-405 Darul-Endulus bila ta­rih Beyrut.

[4] lbn-i Kesîr 1-416 Darul-Endulus bila tarih, Bayrut.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/11-20.

 

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/22.

[6] telbiyenfn manâsı: «Ey Allahim! Senin hizmetindeyim, senin ortağın yok. Senin hizmetindeyim. Hamd sana mahsusdur. Mülk ta senindir. Senin ortağın yoktur.» demektir.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/23-25.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/25-29.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/31.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/32-34.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/34-39.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/41.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/42-44.

[14] Bkz. Îbn-Kesîr Cild : 1 446, Darul-Endulüs, Beyrut, Fethul-Kadir Cild : 1-191, :1-Halebi, Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/44-47.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/49.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/50-53.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/54-55.

[18] Bkz. Ibn-Kesir Cild : 1454, D.  Endülüs - Beyrut.  Fethul-Kadir Cild :   1-198, D. el-Halebî, Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/55-61.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/63.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/64-66.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/66-69.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/69-75.

[23] Bkz. Îbn-Kesîr, Cild: 4, 466-470, Darul-Endülüs, Bilâtarih, Beyrut.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/75-86.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/88-89.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/89.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/89-91.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/91-93.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/93-95.

[30] Bkz. İbn-Kesîr, Cild: 1, 475-476, Darul-Endülüs, tarihsiz, Beyrut

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/95-111.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/111-115.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/117.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/118-119.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/119-120.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/121-123.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/123-126.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/128.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/129.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/129-131.

[41] Bfcz. Îbn-Kesîr, Cid: 1, 505-506, Darul - Endülüs, Beyrut.

[42] Bki. Îbn-Kesîr, Cild :   I, 512-513, Darul - Endülüs, Bilâ tarih, Beyrut.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/131-141.

 

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/143.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/144-145.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/145-147.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/147-160.

[47] Bu ve benzeri rivayetler, orta namazın beş namaz arasında gizlenmesinin hikmetini sergiliyorlar. Onu bulmak için bütün namazlara dikkat etmek lâzım

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/160-166.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/166-167.

[50] Sabah namazının ikinci rükünden sonra her gün Kunut duası vardır, di-yen'îmamı Şafiî ve arkadaşlarının katında bu hadîs sabit olmadığı için o, rçti-hadda bulunmuşlardır

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/167-169.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/169170.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/170.

[53] Bkz. İbn-Kesîr Cild: 1-5: 532-533, Darül-Endülüs. Beyrut, Bilatarih.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/170-179.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/181.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/181-183.

[56] Bkz. Ed-Durrul-Mansur, Cild :  1-5 : 310-314, M. el-Helebî, Kahire.

[57] Bkz. Ed-Durrul-Mansur, Cild:   1-5: 314-316, M. el-Halebî, Kahire

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/183-191.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/193.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/193-195.

[61] içi o devirde meşrudur. Aynı zamanda bu durum da, Davut (A.S.) un pey­gamberlik döneminden Öncesine aittir.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/195-202.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/202.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/202.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/203-207.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/207-209.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/211.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/212-215.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/215-218.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/218-219.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/219-227..

[72] Bkz. ibn-Kesir.C: 1, S: 547, Darûl-Endülüs, Kahire, tarihsiz

[73] Burada peygamberden maksad, Musa (A.S.) dır. öyle ise bu rivayete gö­re, Aytetel Kürsi Hz. Musa'ya da inmiştir. Bkz. Ibn-Kesîr C: 1, 548, Darül-Endülüs, Kahire, bilâtarüı.

[74] Bkz. Îbn-Kesîr, 1 - 550, 551 Darül-Endülüs, Kahire, tarihsiz.

[75] Bkz. Ibn-Kesîr, I - 551, Darü^Endülüs, Kahire, tarihsiz

[76] Bkz. Îbn-Kesîr, l . 554, Darül-Endülüs, Kahire, tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/227-239.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/241.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/241-243.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/224-251.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/253.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/254-255.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/255.

[83] Bkz. tbn-Kesîr 1/559-560 Darül-Endülüs, Beyrut, tarihsiz.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/255-264.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/266.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/266-267.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/267-276.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/278.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/278-280.

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/280-296.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/298.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/299-301.

[93] Bkz.  Îbn-Kesîr,  1  572,  Darül-Endülüs, Beyrut,  Ed-Durul-Mensur  Suyutî, 1-364-365, Mat. el-Halebi, Kahire.

[94] Bkz. Îbn-Kesîr, 2-582-583, DariiliEndülüs, Beyrut, Bilâtarih.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/301-320.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/322.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/322-324.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/324-332.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/334.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/335-337.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/337-344.

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/345-349.