Bakara, 42; Kavram: 50

 

H A K - B Â T I L

&# 

HAK

Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti

Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları

İslâm Hukukunda Hak Kavramı

Hak Çeşitleri

İslâm'da İnsan Hakları

BÂTIL

Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti

Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl

Fıkıh Ilminde Bâtıl

Hak-Bâtıl

Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücadelesi

Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücadele

Hak Verilmez, Alınır

 

"Hakk'a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42)

 

HAK

Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti

Hak: İslâm kültürününün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarından biri de ‘hak’ kelimesidir. ‘Hak’ sözlükte, bâtılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, hisse, pay, bir emek ve zahmet karşılığı alınması gereken şey, iddiaya uygunluk, vâcip, sâdık, yaraşır, kesin şey manasındadır. ‘Hak’ kelimesinin aslı, uygunluk ve denk gelmektir. Bu kelime masdar, isim ve sıfat olarak değişik manalarda kullanılmaktadır. Masdar olarak anlamı, sabit olma ve mevcudiyetin (varlığın) gerçek olması demektir. Bu da, bilgi ile, bilinenlerin, birbirine uygun olması şeklinde anlaşılır.

Buradan hareketle, bazen düşüncenin doğruluğuna hak, bazen da görülenin, bilinenin gerçek ve sâbit oluşuna hak denilir. Gerçekleşen olaylar hakkında ‘tahukkuk etti’ denir ki bu, olayın hak olarak, yerinde, bir gerçek olarak meydana geldiğini anlatır.

İslâmî literatürde, hakkın kendisi olan yüce Allah, insanları mutlu kılmak için kendi katından kitabını da hak olarak indirmiştir. Onun için mutlak hak/doğru veya asıl gerçekler ancak Allah'ın vahyi iledir. Yani, Allah'ın indirdiği ve O'nun bildirdiği doğrular haktır. Yani, hakikat, doğruluk, gerçeklik, adâlet kişilere göre değil; Allah'ın bildirdikleri ölçüde haktır.

"Hak"; Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerim'in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah'tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la, "hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45). Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.

 

Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları

Hak kelimesi, Kur'an'da 227 yerde geçer; türevleriyle birlikte ise toplam 287 yerde kullanılır.

Kur’an bu kelimeyi bir kaç anlamda kullanmaktadır:

1- Bir şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır. “Işte burada (bu durumda) velâyet (velilik, dostluk) hakk olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından ve sonuç bakımından hayırlıdır.” (18/Kehf, 44) âyetindeki ‘hakk’ kelimesi Allah’ın bir sıfatıdır. (Ayrıca bkz. 6/En’am, 62; 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 6, v.d.)

2- Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (cc) fiilleri bu anlamda ‘hak’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında "…Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.” (10/Yûnus, 5, ayrıca bkz. 10/Yûnus, 53; 2/Bakara, 146)

3- Bir şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında ‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hak’tır’ dememiz gibi. “Allah, iman edenleri,

ayrılığa düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.” (2/Bakara, 213) âyetinde insanların inanç ilkeleri ve ibadetler konusunda ihtilâf ettikleri gerçek anlamında geçmektedir. (Muh. Ibni Kesir, 1/188)

4- Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hak’tır’ dememiz gibi. “Eğer hak, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey fesada (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71). Buradaki hak; Rabbimizin adı olarak (muh. Ibni Kesir, 2/570), tüm yaratılmış âlemin tâbi olduğu gerçeklik (M. Esed, Kur'an Mesajı, 2/698), ya da hikmetin gereğine göre konulan hüküm anlamında gelmiş olabilir.

5- Borç anlamında: (2/Bakara, 282).

6- Hisse, pay anlamında: “Ve onların mallarında belirli bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.” (70/Meâric, 24-25, ayrıca bkz. 51/Zâriyât, 19)

7- Adalet anlamında: “Allah hakk ile hükmeder. Oysa O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” (40/Ğâfir, 20)

‘Hakk’ kelimesinin çoğulu ‘hukuk’, ‘hıkak’ ya da ‘hakaik’tır. Aynı kökten gelen ‘ihkak’, gerçekleştirmek, ‘İstihkak’, hak sahibi olmak, ‘Ehakk’, daha hakk, daha doğru, ‘Hakîk’ daha lâyık, ‘el-Hâkka’ ise 69. sûrenin adı olup gerçekleşen olay, yani Kıyamet anlamına gelmektedir.

‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, Varlığı ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan mevcud manalarına gelir.

Allah (c.c.), enfüste (subje) ve âfakta (obje) ne yaratmışsa birbirine uyumlu, yerli yerinde yaratmıştır. Hepsinin hâkimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun yaratmasıyla ‘tahakkuk’ eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde ‘Allah’a bağlı olarak’ bir hakikatı (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerine karşı hukukları vardır. Alah (cc) her şeyi ‘hakk’ ile yarattığını haber veriyor (46/Ahkaf, 3). Allah (c.c.) ‘bizâtihi vücûd’tur. Yani O’nun varlığı, kendi Mevcut oluşunun gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise ‘hak’ oluşlarını Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenab-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğayrihi vücûd’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır.

‘Hak’ aslında sâbit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve yerde sabit olan (mevcut olan) Allah (cc) gerçek Hakk’tır. O, yarattıklarını hak üzere yarattığı için, onlar da Allah’a göre hak’tırlar. Hak’tan gelen, O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zâtı gibi hak’tır. O’ndan gelen vahy da hak’tır. O’nun gönderdiği din de hak’tır.

Hakk’ın tam karşıtı ‘bâtıl’dır. Bâtıl, hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, bâtıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolur gider, su kalır. (13/Ra’d, 17) Hak, her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hak gelince zaten bâtıl yok olup gider. Bâtıl hakk’ın karşısında tutunamaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. (17/İsrâ, 81)

Bâtıl hakk’ın yerine geçmeye çalışırsa, ya da hakk’a engel olmaya çalışırsa Hakk olan Allah (cc) hakk’ı bâtılın tepesinde indirir ve onu darmadağın eder. (21 Enbiya/18). Allah (cc) kendi kelimeleriyle bâtılı ortadan kaldırıp yok eder ve hakk’ı pekiştirir. O, suçlular ve müşrikler istemese de Hakk’ı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak ister. (8/Enfâl, 8). Hak olan Allah’ın insanlar arasından seçtiği son hak peygamber Hz. Muhammed’tir. Son peygamberlerle gönderdiği din hak’tır. O dinin kitabı Kur’an hak bir kitaptır. Islâmın bütün hükümleri, Kur’an’ın bütün âyetleri, haber verdiği şeyler hak’tır. Ölüm, kıyamet, ölüm sonrası hayat, mahşer, mizan, Cennet ve Cehennem haktır. Hakk’ın, sâbit, doğru, insan fıtratına uygun, her hükmü tutarlı, yani hakk nizamı olan İslâm’a teslim olanlar hakk’ı bulurlar. Işlerinde hak üzere olurlar. İnsanlara, hayvanlara ve çevreye ait hak’lara saygı gösterirler, Hakk’ın, tahakkuk edecek azabından korkarlar, hak yolu izlerler ve hak olan amelleri yaparak Allah’ın Cennetini hak ederler.

 

İslâm Hukukunda Hak Kavramı

İslâm hukukunda (fıkıhta) hak, "hukukun, bir başka deyişle şeriatın bir yetki veya yükümlülük olmak üzere benimsediği, kişiye ait olan şeydir." İslâm'a göre hakların kaynağı bir ismi de “Hak” olan Cenâb-ı Allah’tır. Hak’lar, şer’î hükümlerin dayandığı kaynaklardan çıkarılan ilâhî bağışlardır. İslâm’da delilsiz şer’î bir hak yoktur. Buna göre hakların kaynağı Allah’tır. Çünkü O’ndan başka Hâkim ve O’ndan başka hüküm koyucu olamaz. İslâm'a göre, insanlara veya yaratıklara ait hakların kaynağı insan iradesi ve aklı değildir. İnsan aklı ve iradesi yalnızca, bu hakların yerli yerinde kullanılmasını sağlar, hukukun uygulanmasına yardımcı olur, hak tecavüzlerini önlemeye çalışır. Daha doğrusu akıl, ilâhí irade tarafından sabitleştirilen hakları anlamaya ve onları yerli yerinde korumaya yarar.

Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk hakları’ deyimleri 19. yüzyılda Avrupada ortaya çıkmaya başladı. İlk insan hakları evrensel beyannâmesi ise ancak 1947 yılında ilân edilebildi. Halbuki İslâm’da haklar ve yükümlülükler, insanlar için bizzat Hakîm olan Allah tarafından belirlenmiştir. İlâhî irade tarafından belirlenen bütün haklar sâbittir, yani değişmezdir. Haklarla ilgili prensipler Kur’an ve Sünnet’te zaten bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) bu konuyu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hakların nasıl korunacağını, hak ihlali olursa nasıl ceza verileceğini detaylı bir şekilde sistemleştirmiştir. Hatta İslâm fıkhı, batılıların hiç aklına gelmeyecek kişi ve varlıkların bile haklarını belirlemiştir. Kitaplarda ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ gibi kavramların geçmemesi, onların olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, ta İslâm'ın başından beri bilinen, uygulanan böyle bir hukukun ayrıca bayraklaştırılmasına İslâm âleminde ihtiyaç olmamıştır. Batılılar, kendilerinin uzun yıllar arayıp ta buldukları bazı prensipleri, bütün dünyaya yeni bulunmuş ve yalnızca kendilerine ait gibi göstermeleri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyor.

Tekrar edelim ki hakların kaynağı ilâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara ait haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bazen de zalim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, geçersizdir, boştur, temelsizdir. (1)

 

İslâm hukukuna göre üç çeşit hak vardır:

1- Allah hakkı (hukukullah): İnsanların kulluk görevi, onları Allah’a yaklaştıran şeyler, genelin çıkarına olan, Allah tarafından belirlenmiş hükümler,

2- Allah hakkı ve insan hakkı: Örneğin, kişinin aklının, dininin, neslinin korunmasında iki hak vardır. Bu hakların yerine getirilmesiyle hem Allah’ın emrine uyulmuş olur, hem de bunlarla toplum ve kişilerin çıkarı (maslahatı) korunmuş, haklarına tecavüz önlenmiş olur.

3- Kişinin maslahatının korunduğu haklar: Çok geniş bir alanı vardır. İnsan hakları dediğimiz şeylerdir.

 

İslâm'da İnsan Hakları

Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır:

a- Din emniyeti: İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.

b- Nefis (can) emniyeti: İslam, yaşama hakkını temin eder.

c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.

d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştiril-mesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar.

e- Mal emniyeti: İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır.

Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.

İslam, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın - erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.

 

BÂTIL

Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti

‘Bâtıl’ sözlükte; boş, boşa giden, doğru ve hak olmayan, devamlı olmayan, hükümsüz olan, yok olan şeydir. ‘Hak’ kavramının karşıtıdır. ‘Bâtıl’, yapılmış olsa, meydanda bulunsa da hiç bir hükmü ve geçerliği olmayan şeyler hakkında kullanılır. Meselâ, bir kimse iki kız kardeşle aynı anda evlenmiş olsa, bu evlilik ortada olduğu halde yapılan iş ‘bâtıl’dır, hak değildir.

Kur'an'da 'bâtıl' kelimesi, 26 yerde geçer; türevleriyle birlikte toplam 36 yerde kullanılır. Kur’an ‘bâtıl’ kelimesini birkaç anlamda kullanmaktadır. Söz gelimi, ‘bâtıl’, hakkı örten bir perdenin adıdır. “Ey kitap Ehli, neden hakkı batıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?” (3/Âl-i İmran, 71). ‘Bâtıl’, hakkın, yani Allah’tan gelen doğrunun karşıtı olan yanlış ve geçersiz inançlardır (41/Fussilet, 42; 42/Şûrâ, 24).

‘Bâtıl’ bir âyette gerçek bilgiye dayanmayan delil anlamındadır (40/Mü’min, 5). ‘Bâtıl’ başka bir âyette ise boş şey, amaçsız ve faydasız bir iş manasında kullanılmaktadır. “Ayakta, oturarak veya yanları üzerinde Allah’ı zikredenler derler ki: Rabbimiz, Sen bunu (yeri ve göğü) batıl olarak (boşu boşuna) yaratmadın.” (3/Âl-i İmran, 191).

Kur’an, insanların bir kısmının Allah’ı bırakıp da tapmakta oldukları ilâhlara veya putlara da ‘bâtıl’, geçersiz, hükmü olmayan temelsiz şeyler demektedir. İşte böyle, hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve hiç şüphesiz O’nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise bâtıldır ...” (31/Lokman, 30).

Haklı bir sebebe ve gerekçeye dayanmayan, zulüm olan ve hak edilmeyen şeye de ‘bâtıl’ denilmektedir. Kur’an bu anlamda ‘insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin’ buyurmaktadır. (2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29). Bir takım ahbâr (yahudi din adamları) ve ruhbanların (hıristiyan din adamlarının) insanların mallarını haksız yere yedikleri haber veriliyor (9/Tevbe, 34).

 

Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl

‘Hak ve bâtıl’ kavramları İslâm ile onun dışındaki dinleri nitelendirmek için kullanılır. Nitekim dinler tarihini yazan bir çok müslüman yazar, dinleri ‘hak din’ ve ‘bâtıl dinler’ şeklinde iki başlıkta incelemişlerdir.

Kur’an, hak kelimesini hem Allah (c.c.) için, hem de O’nun dini İslâm için kullanmakta-dır. Çünkü Allah (cc) mutlak gerçektir, mutlak varlıktır, varlığı değişmeyen ve ebedî olandır. O’nun dini İslâm da doğrudur, temeli vardır, gerçektir ve kalıcı olandır (22/Hacc, 62).

‘Bâtıl’, geçersiz, hükümsüz ve kalıcı olmayandır. Şu âyet hak ve bâtıl kelimelerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor: “(Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya metâ (fayda) sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerden (madenlerden) de bunun gibi bir köpük (posa) kalır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır, insanlara fayda sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle örnekler vermektedir.” (13/Ra’d, 17).

Allah (c.c.) mutlak Hak’tır. O kendi varlığı ile vardır ve her şeyin yaratıcısıdır. Kıyamette her şey ölecektir ve yalnızca O’nun varlığı kalacaktır. (28/Kasas, 88). Öyleyse O’nun dışındaki her şey O’nun sebebiyle vardırlar. Kendi başlarına bir varlıkları ve bir gerçeklikleri yoktur. Bu anlamda onlar bâtıldırlar, yani mutlak gerçek değillerdir ve varlıklarının tek başına bir hükmü yoktur. Hak olan Allah (c.c.) (20/Tâhâ, 114; 18/Kehf, 44. vd.) yeri ve gökleri hak olarak yarattı. Bunları ve diğer bütün varlıkları varlığının âyetleri, belgeleri yaptı. İnsan bunlara bakar, basiretle bunları idrak eder ve hak olan yola, Islâma teslim olur. (2/Bakara, 109, 147 vd.) Ayrıca Rabbimiz, Hz. Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi (2/Bakara, 119). O’nunla beraber bir de hak Kitap indirdi (2/Bakara, 213).

Bütün bunlara rağmen bazı insanlar kalıcı, sağlam, doğru olan Hakk’ı bırakır, köpük gibi bir değeri ve kalıcılığı olmayan bâtıla uyar. Halbuki köpük kaybolmaya mahkûmdur, bir faydası da yoktur. “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu (yok oldu). Çünkü bâtıl yok olucudur.” (17/İsrâ, 81) “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” (21/Enbiyâ, 18). Görüldüğü gibi ‘bâtıl’, köksüzdür ve güçsüzdür; yok olmaya, dağılmaya, silinip gitmeye mahkûmdur. Hakk’ın karşısında tutunamaz. Suyun üzerindeki köpük gibi olan bâtılın, demir gibi olan hakkın karşısında tutunması mümkün olabilir mi?

Dünya hayatında ‘bâtıl’ bazen hakka galip gelmiş gibi görünür; İnsanlar öyle zannederler. Ya da müslümanların mağlup oluşlarına bakarak, bazıları bu durumu bâtılın galibiyeti zanneder. Halbuki gerçek böyle değildir. Müslümanlar da insandırlar; hataları, eksikleri vardır. Görevlerini yapmamış, gerekli tedbirleri almamış olabilirler. Onların zayıf durumu veya hataları, Hakk’ın zayıflığı veya zilleti değildir. Yeryüzünde hiç bir müslüman kalmasa bile Allah’ın adı ve O'nun dini yine yücedir. O’nun kelimesi olan İslâm ve O’nun kitabı olan Kur’an yine üstündür. (9/Tevbe, 40).

Allah (c.c.) mücrimler, yani azgın günahkârlar istemese bile Hakk’ı gerçekleştirmek ve yerleştirmek, batıl’ı ise iptal etmek, geçersiz kılmak istiyor. (8/Enfal, 8). Köksüz, temelsiz ve doğru olmayan bâtıla, yani Allah katında geçersiz olan inançlara inanan kimseler elbette zarara uğrayacaklardır. Allah’ı inkâr eden kâfirler, bâtıl'a din diye inanmaktadırlar. Bu da onlar için büyük bir zarardır (29/Ankebût, 52). Allah dururken, hiç bir şey yaratamayacak kadar âciz ve güçsüz, bir fayda sağlayamayan, bir zararı gideremeyen bâtıl şeylere (tanrılara) ibâdet edenler çok büyük bir yanlışın içerisindedirler (16/Nahl, 72-73). Bu gibilerin inandıkları din, mahv olucudur ve bu bâtıl dinlere inananların yaptıkları işler de bâtıldır (7/A’râf, 139; 11/Hûd, 1ó). Küfre düşenler kendi akıllarınca hak olarak gönderilen Peygamberin dâvetine ve mesajına karşı mücadele ederler, hakkı iptal etmek, yani geçersiz kılmak için uğraşırlar. Ancak bu çabaları boş bir çabadır (18/Kehf, 56).

‘Bâtıl’, kavram olarak bazı insanların Allah’ın dışında uydurdukları ilâhların ortak adı olduğu gibi, bu ilâh fikrine uygun olarak inandıkları dinlerin de ortak adıdır. Allah katında geçerli olmayan, hükümsüz, temelsiz ve yanlış olan bütün inanç ve ibadetler bâtıldır.“De ki; Hak geldi; bâatıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” (34/Sebe’, 49).

Aynı kökten gelen ‘iptal’ bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bunun fâil (özne) ismi olan ‘mubtıl’ ise iptal edici, işi gücü bâtıl olan, ya da işleri boşa giden anlamlarına gelir. “... Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hüküm verilir ve işte burada (hakkı) iptal etmekte istekli olanlar (mubtıl) zarara uğrarlar.” (40/Ğâfir, 78).

Günümüzde peşine gidilen; İslâm’a aykırı bütün inançlar, dünya görüşleri, hayat anlayışları, toplumsal düzenler, ideolojiler Allah’ın katında batıldır; geçersiz ve hükümsüzdür.

 

Fıkıh Ilminde Bâtıl

Fıkıh ilminde ‘bâtıl’, ya da bunun masdarı olan ‘butlan’, rükûn veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibadetler ve hukuk işlemlerine denir. Bilindiği gibi, İslâm’a göre bir ibadetin geçerli (sahih), yani kabul edilebilir olması için, o ibadete ait rükünlerin ve şartların yerine getirilmesi gerekir. Yine bir hukuk işleminin, örneğin bir alım-satımın, bir evlilik işleminin (nikâh akdinin) İslâm şeriatına göre geçerli olması için bazı şartlara uymak gerekir. Bu şartlara uyulmadığı zaman o ibadet veya işlem geçersiz, yani ‘bâtıl’ olur.

‘Butlan’, ibadetin veya hukukî işlemin hükümsüz olması; ‘bâtıl’ ise; hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Bunlar birbirinin yerine kullanıldığı gibi, bir işlemin geçersiz olmasına ‘fesat’, geçersiz olan işleme veya ibadete de ‘fâsit’ denilmektedir. Müfsid de ibadeti geçersiz kılan sebeptir. Abdest almak namazın rükünlerinden biridir. Dolaysıyla abdestsiz kılınan bir namaz bâtıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır. Ortada mevcut olmayan bir malın satışı bâtıl'dır, geçersizdir. Çünkü satışla ilgili şartlardan biri yerine gelmemiştir. Zorla kıyılan bir nikâh geçersizdir, bâtıl’dır. Çünkü nikâhın şartlarından olan ‘îcab’, yani evlenme teklifi şartı yerine getirilmiş olsa bile; ‘kabul’, yani evlenme teklifini kabul etme şartı gerçekleşmemiştir. (2)

 

Hak-Bâtıl

Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah'a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakikat, Allah'a ait olduğuna göre, sürekli hak hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabul edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sadece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O, herşeye hakkıyla kaadirdir." (22/Hacc, 6) İlâh olan ancak O'dur, hak olan ancak O'dur, Rab olan ancak O'dur. İbâdet ve tâate lâyık olan ancak O'dur. Doğrular O'nun, yanlış ve hatalar insanlarındır. O'nun dışında tanrı kabul edilen tüm sahte ilâhlar bâtıldır.

Bâtıl da gerçeğe uymayan, haklı olmayan, haktan ayrı olan, boş ve anlamsız, hükümsüz ve geçersiz olan şeylerdir. Bâtıl da yüce Allah'ın bildirdikleri ölçüde bilinir. Bâtılı, inanç yönünden ele alırsak, sadece Allah'a ve Allah'ın inanmamızı istediği değerlere iman etmemiz gerekir. Yani şirksiz bir iman, ancak gerçek/hak imandır. Yüce Allah'ın katında bâtıl, boş ve anlamsız olduğu için karşılığı da yoktur. Öyle insanlar vardır ki, ömürleri boyunca bâtıl uğrunda mücadele verir, bu uğurda çok büyük işler yaptığına inanır, hatta bu yolda ölür. Ancak, hak/gerçek ile değerlendirilince, bunların bütünüyle karşılıksız ve boş olduğu ortaya çıkar. Çünkü hak ve bâtıl insanlara göre değil; Allah'a göre sonuçlandırılır. İmanî konularda olsun, sosyal hayatla ilgili konularda olsun, hayatın bütün boyutlarında hak ve bâtıl, Allah'ın bildirdikleri ile bilinip alınmalı ve uyulmalıdır. Bu ölçünün dışında başka kriterler kullanılırsa, bunlar da, bâtıl terazi gibi, tartılanlar da yanlış olur. Hz. Ali'nin dediği gibi, "gerçeği insanların ölçüleri ile değil; insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıdır." Yani hak ve gerçekler bize değil; biz onlara uymalıyız.

"Hakka/gerçeğe yardım edin. Hak size yardım etmekte gecikmeyecektir." "Hakkı her zaman savun, anlayan olmasa bile Rabbına ve vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun."

"Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; yalnız Hak olandır. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür." (22/Hacc, 62) Bu âyet-i kerime, hakkın ancak yüce Allah olduğuna yeterli bir kanıttır. Hakkın kendisi olan yüce Allah'ın inzâl ettiği değerler de mutlak surette haktır/doğrudur. Yine bâtıl olarak belirttiği hususlar da mutlak surette bâtıl ve karşılıksızdır. Bu bağlamda diyebiliriz ki doğru/hak olan, mutlak surette hezimettedir. Bâtıl şeyler, ancak inançsız insanlar arasında kabul görür. Bu konuda Mekke müşriklerini düşünelim. Uzun yıllar kafalarını boş inançlarla beslemeye çalıştılar, onlarla oyalandılar. Ne zaman ki hak olan doğrular kendilerine geldi; işte o zaman yıllardır içinde oldukları bâtıl inançların boş olduğuna inandılar ve nasıl bu boş şeylerin peşinden koşmuşuz diye hayrete düştüler. Bununla ilgili Hz. Ömer'in câhiliyet devrinde bâtıl inanç ve davranış konusunda kendisinin yaptığı bazı şeye ağladığını, bazısına da hayretle güldüğünü ifade etmesi hatırlanabilir.

Bu böyledir. Işık geldiğinde karanlığın anlamsız olduğu, bir değer ifade etmediği ortaya çıkar. Dahası var; ışık geldiğinde daha önce karanlıkta yaşayanlar, bu kadar karanlıkta nasıl kaldıklarına hayret ederler. İşte hak/doğru da böyledir. Yeter ki alınsın ve kabul edilsin. Kabul gördükleri yerleri mutlak surette aydınlatır ve oralarda artık karanlık kalmaz; zira hak gelince bâtıl zâil olur. İşte o hak, yüce Allah'ın kendisi ve Kitabı'dır.

Şimdi sormak lâzım: Böyle bir nurun/aydınlığın sahibi mi ibâdete lâyıktır, yoksa bir şey yapmaktan âciz putlar mı? Veya yığınlarca sahte ilâhlar mı? Evet hangisi? Aklını ve beynini herhangi bir yere entegre etmemiş her sağduyu sahibi, ibâdete lâyık olanın Yüce Allah olduğunu bilir ve kabul eder; zira mülk sahibi ve tasarruf sahibi ancak O'dur. Bu doğruyu bilmemesi için insanın akılsız, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir. Aklını/kalbini kullanan, hakkı gören, işiten ve söyleyen insan, yüce Allah'ı bütün sıfatlarıyla bilip tanıdığı gibi, gerçek vahyin doğruluğundan da asla şüphe etmez. Hakkın mutlak surette bâtıla galip geldiğine şeksiz iman eder. Bugün eğer bâtıl galip görünüyorsa, bu, müslümanların zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Allah her an için müslümanları imtihan etmektedir. Eğer müslümanlar yükümlülüklerinin bilincinde olurlarsa her zaman galip gelecek olan kendileridir. Bu galibiyetin gerçekleşmesi uzak değildir ve dünyadadır; ancak bu galibiyeti dilerse Allah âhirete bırakabilir.

Allah dilerse mü'minlerin güçleriyle hakkı bâtıla muzaffer kılar, dilerse bir kâfirin gücüyle de hakkı bâtıla galip kılar. Ancak, hakkı bâtıla karşı muzaffer kılma görevini biz müslümanlara yüklemiştir. Onun için biz, bu sorumluluktan hiçbir zaman kendimizi muaf tutamayız. O, nasıl galip kılmaya çalışırsa çalışsın, biz sorumluluğumuzu bilip ona göre hareket etmeliyiz, aksi takdirde görevimizi yerine getirmemiş oluruz. Aslında hakkın olduğu yerde bâtılın yaşaması, bâtılın olduğu yerde de hakkın yaşaması güçtür. Bu güç, görünürde bile böyledir. Bu konuda Kur'an şöyle buyurur: “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” (21/Enbiyâ, 18).

Peygamberler tarihine baktığımızda bütün peygamberlerin geliş amacının bu olduğunu görürüz: Bâtılı yok etmek ve yerine hakkı/doğruları yerleştirmek. Peygamberlerin izleyicileri de bunu yapmak zorundadır. Zaten bâtılın hâkimiyet hakkı yoktur. Sözlük anlamı ile de tanındığı gibi bâtıl, boş olan, anlamsız olan şeydir. Boş ve anlamsız olan bir şeyin hâkimiyet/egemenlik hakkı nasıl olabilir? Hâkimiyet hakkı, ancak hakkın/doğruluğun, gerçeğin hakkıdır. Bâtılın hakkı ise zâil/yok olmak ve kovulmaktır. "De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (17/İsrâ, 81).

Nasıl ki güneş doğunca karanlık yok oluyorsa, hak geldiğinde de bâtıl öylece yok olacaktır. Ateşin alevi de böyledir. Yükseklerde azametli ve sağlam görünür, fakat kısa zaman sonra sönüp yok olduğu görülür; külü bile zamanla kaybolur gider. Su köpüğü de böyledir. Köpük, belli bir süre suyu kapatıp kendini göstermeye çalışır, ancak belli bir süre sonra kendisi söner; bâki kalan su olur. Bu yüzden bâtıl, çok heybetli de görünse yapı itibarıyla devamlılık arzedemez. Çünkü yaşamak için temel enerjisini, yakıtını kendi özünden değil; dış etkenlerden alır. Taşıma su ile de değirmen dönmez. Dış etkenler yok olduğu an kendisi de çöker gider. Halbuki hak böyle değildir. Onun tüm gücü kendi özündendir. Önüne birtakım şeytanî engellerin çıkması doğaldır. Ancak bu engeller hakkın gücüne karşı yaşayamazlar. Çünkü hak, Allah'ın kendisidir, O'nun emirleridir ve sonsuza kadar da yaşayacak olan O'dur.

Bâtılın dayanağı, kuvveti şeytandır, zulüm, baskı ve dayatmadır. Bunlar, hak olmadığı, hakkın karşısında olduğu için uzun ömürlü olamazlar. Eğer biz, lâyık olursak Allah, hakkı bâtılın tepesine indirir ve bâtılı ortadan kaldırır. Eğer biz lâyık olmazsak, o zaman da bâtılın zulüm ve haksızlığı altında kalır ve inim inim inleriz. Nitekim bugün müslümanların çoğu bu zulüm ve haksızlık karşısında hakkı haykırmayıp sustuğu için de kısır döngü içinde bâtıl, sadece renk değiştirip farklı boyutlarıyla zulmünü devam ettirmektedir. Ve biz, kendimizi değiştirmek istemediğimiz sürece Allah bizi, bizde bulunanı ve yönetimimizi değiştirmeyecektir (13/Ra'd, 11). Bu, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur.

Risâletin ilk yıllarındaki müslümanların durumuna bir göz atalım: O günlerde çektikleri işkenceler doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ağır işkencelerden az da olsa kurtulmak için, Allah Rasülü tarafından bir kısım mü'min Habeşistan'a gönderilmişlerdi. Ancak kalanlar üzerinde baskı ve işkenceler devam ediyordu. Peygamber'in hayatı bile tehlike altındaydı. Kısaca zâhirdeki alâmetler, bâtılın galip olduğunu gösteriyordu ve zâhirde hakkın bâtıla gâlip geleceğini gösteren pek açık deliller de yok gibiydi. Ancak müslümanlar, her ne surette olursa olsun, mevcut haksızlık ve zulümden kurtulmak istiyorlardı ve bu uğurda da tâvizsiz ve destansı bir mücadele veriyorlardı. İşte bu samimiyetlerinden, çetin direniş, mücadele ve fedakârlıklarından dolayı, Allah onlara kısa bir zaman sonra fetih ve zaferi müjdeledi ve böylece hakkı bâtıla galip kıldı.

Bugün için de hakkın bâtıla galibiyeti güç görülebilir. Aslında hiç de böyle değildir. O gün Mekke devleti, Bizans imparatorluğu, Sâsânî/Fars krallığı hakkın karşısında duramadıkları gibi, bugünkü bâtıl rejimler/devletler de hakkın karşısında sebat gösteremeyecektir. Yeter ki hakkı hak olarak tanıyalım, hakka hak olarak sahip çıkalım ve yeter ki hakkı bâtıla karıştırmadan kendimize rehber edinelim. Gerisi Allah'ın elindedir ve biz inanıyoruz ki yüce Allah dün bu galibiyeti bizden önceki müslümanlara ihsan ettiği gibi bize de ikram edecektir.

Hakkın yolunu açan ancak iman ve takvâdır. İman ve takvâ, hak yolu aydınlığa dönüştürür. "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir." (8/Enfâl, 29). Yeter ki insanlar, hakka kulak versinler ve hakkı anlamak isteyip ona teslim olsunlar; Allah onlara yardım edecektir. Aslında hakikat gayet açıktır. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak; veya Allah'tan başkasından gelen hevâ ve heves, yani bâtıl. İkisinden sadece biri. Mü'min için Allah'ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir. (3)

 

Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer (13/Ra’d, 17). Varlığı ve hareket etmesi suya bağlıdır. Ama ilk aşamada kendi gider gibi görünen bâtılın, sonunda suyun sayesinde hareket ettiği ve esas olan şeyin su olduğu ister istemez ortaya çıkar. Tarih boyunca da sayısız zâlim, tâğut, zorba ve diktatör insan, bâtıl oldukları halde kendilerinin hak olduğunu iddia ederek insanlara egemen olmuş ve bu hileyle uzun yıllar mazlum ve müstaz’af insanları sömürüp durmuşlar. Ama bâtılın daimî olmayacağından ve her zaman için kendi varlığını sürdüremeyece-ğinden, bir süre sonra hak ortaya çıkmış ve bâtıl yok olmuştur. Bâtıla sarılarak kendileri için bir çıkar yol bulmak isteyenler bile haktan yardım almakta ve gerçekte bâtılın esassız, temelsiz, geçici bir şey olduğunu kabul etmektedirler.

Hak, ilâhî menşe ve kaynağa sahip olan bütün insanların pak fıtratlarında bulunan bir güçtür. Hak, Allah’ın, varlık âleminin temelinde, insanlar arası ilişkilerde tespit ettiği bir kanundur. Hak, ilâhî kaynağa; bâtıl ise şeytanî kaynağa sahiptir. Hak, ebedî kalma özelliğine sahiptir; bâtıl ise zâil olmaya, yok olup gitmeye mahkûmdur. Hak, üstünlüğünü, yenilgi kabul etmez güç ve özelliğini, insanların pak fıtratında yer alışından, ilâhî özelliğe sahip bulunuşundan almaktadır. “Hak Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (2/Bakara, 147) “De ki ey insanlar! Kuşkusuz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” (10/Yûnus, 108)

Kur’an, açıkça, bâtılın hak sayesinde gündeme geldiğini ve yine haktan yardım alarak var olduğunu beyan buyurmaktadır. Farazâ, eğer hak ve doğru olmasaydı, bâtıl ve yalan da olmayacaktı. Zira halk eğer yalan bir şeye inanıyor, bâtıl bir şeyin peşinden gidiyorsa, bu, hakkın/doğrunun var olduğundandır. Halk doğru ve hak diye bildikleri için bâtıl ve yalanı kabul ediyor. Eğer hak ve doğru var olmasa ve her şey bâtıl ve yalandan ibaret olsaydı, insanlar, kesinlikle bâtıl ve yalanın peşinde gitmezlerdi. Çünkü boş, temelsiz ve gerçek dışı bir şeyin peşinde gitmek, onu kabul etmek akıl ve ilâhî fıtrata sahip kimselerin yapacağı bir şey değildir.

Hak temel, bâtıl ise görecelidir. Bâtıl, sürekli galip gelemez; sürekliliği olan, hayat ve medeniyeti sürdüren hak olmuştur ve öyle olacaktır. Bâtıl, önce parıldayan, daha sonra sönen ve

yok olan geçici bir şimşeğe, kısa bir müddet sonra sönmeye mahkûm ışık gösterisine benzer (2/Bakara, 17-20). İnsan, bâtılın geçici olarak gelip hakkın üstünü örttüğünü görür. Fakat sürekli olarak kalabilmeye gücü olmadığından bâtıl yok olur gider. Bâtılın parazit ve bağımlı bir vücudu vardır, geçicidir. Devamlılığı olan haktır. Eğer bir toplum, tamamen bâtıla yönelmişse, tarihte helâk olan toplumlar örneğinde olduğu gibi yok olmaya mahkûm olmuştur. Yani tamamınyala bâtıla yönelmek ve haktan tümüyle kopmak, yok olmakla aynı şeydir. Bâtıl ölümlü bir şeydir, ölüme mahkûmdur. İçten içe ölmekte, can çekişmektedir. Zevâle doğru gitmektedir. Bazı ölümlerde görüldüğü gibi tedrici olarak yok olmaktadır bâtıl.

Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer (13/Ra’d, 17). Öyle ki, eğer cahil biri gelip de bu durumu görür ve hadisenin içyüzünden haberi olmazsa, akmakta olan köpükleri görür; bu köpüklerin altında olan yağmur sularına dikkat etmez. Halbuki böyle çağlayarak akan sudur, köpük değil; fakat köpükler suyun yüzünü kapladığı için, meselelere yüzeysel olarak bakan, olayların içyüzünden haberdar olmayan gözler ancak köpük görür. İşte bâtıl da böyledir; yani hakkın üstünü örtüyor. Öyle ki eğer biri toplumun dış görünümüne bakacak olur ve onun derinliklerine dikkat etmezse, başta olan egemen güçleri, etkili ve yetkili kimseleri görür sadece. Fakat, insan toplumun içine girdimi, zâhirde göze hemen gözükmeyen fakat gerçekte toplum çarklarını harekete geçirenleri görür ve onları, doğruluk ve sadakatle beraber hakka uygun olarak bulur. Toplumun içinde esas dinamiklerin, toplum fertlerinin İslâmî ve insanî fıtratıdır, haktır ve hakka bağlılıktır toplumu ayakta tutan. Toplumun ekseriyetini iyiler, sâlih amellerinin fesadlarına galebe çaldığı insanlar teşkil ediyor. Onlardaki fesad da, cahillikten, bilmediklerinden, noksanlıktan ileri geliyor. Tâğutların aksine, böyle kimseleri esas suçlu saymak, sapıklardan, bozgunculardan saymak doğru olamaz. Hak ve hak düzeni esastır, temeli vardır ve su gibi altta faâliyet gösterir ve toplumu ileri götürür. Fakat bâtıllar onun üzerinde olup, kendilerini göstermek isterler.

Âyetteki su-köpük örneğinden yararlanılan diğer bir nokta da şudur: Bâtıl, hakkın asalağı olarak meydana gelir ve hakkın gücü ile hareket eder; yani güç kendine ait değildir, aslında güç hakka aittir, bâtıl ise hakkın gücü ile hareket eder. Suyun üzerinde bulunan köpük de, kendinde var olan bir güç ile hareket etmez. Köpüğü harekete sokan, onu götüren suyun gücüdür. Bâtıl, hakkı hakkın kendi kılıcı ile vuruyor, öyleyse bâtıl, hakkı kendi hizmeti altına sokmuştur, bâtılın yararlandığı aslında hakkın kendi gücüdür. İnsanın bedeninden, kanından geçinen bir mikrop gibi ne kadar fazla gıdalanırsa, o kadar fazla şişmanlar ve güçlenir. Fakat karşılığında insan, her geçen gün daha da zayıflar, gözleri sararır ve güçsüz bir duruma düşer.

Kur’an’ın bu örneğinden anlıyoruz ki, sular, sel olup akmaya başladığı zaman, aslında hareket eden, güçlü olan ve karşısına gelen her şeyi sürükleyip götüren sudur. Fakat ilk bakışta hareket edenin köpük olduğu görülür. Eğer su olmasaydı, köpük asla hareket edemezdi. Suyun hareket edişinden ve sudan yararlanarak hareket edebilmekte ve ilerleyebilmektedir. Dünyada her zaman bâtıl, hakkın gücünden yararlanır. Meselâ doğruluk hak; yalancılık bâtıldır. Eğer âlemde doğruluk bulunmasa yalan bulunamaz, yani eğer dünyada doğru söyleyen bir kimse bile bulunmaz ve bütün insanlar yalan söylerse yalan kendi işini yapamaz, çünkü kimse inanmaz. Bugün yalandan niçin yararlanılıyor?

Çünkü dünyada doğru söyleyen fazladır; başkasının kendisine yalan söylemesini kimse istemediğinden o da başkasına yalan söylememeye çalışıyor. Eğer kişi yalan söyleyecek olursa, karşı taraf doğru olduğunu sanır ve aldanır. Yalanın/bâtılın kabul edilmesi, kendisinden değil; onun doğru/hak kabul edilmesindendir. Yalan, kabul edilme gücünü, kendini doğru diye takdim etmesinden alır. Şayet doğruluk olmasaydı, hiç kimse yalanın peşinden gitmezdi. Yalanın peşinde gidenler, onu doğru sandıkları için, aldandıklarından gitmektedir.

Zulüm de buna benzer. Eğer dünyada adalet bulunmazsa zulmün olmasının da imkânı yoktur. Eğer insanlar arasında itimat ve güven diye bir şey bulunmazsa, herkes birbirlerinden bir şey çalmak, hırsızlık yapmak isterse, o zaman insanların en zâlim olanı dahi bir şey çalamaz. Çünkü o da, halkın birbirlerine karşı olan şeref, vicdan, güven ve itimatlarından, birbirlerine karşı insaf, kardeşlik ve eşitlik ilkelerini gözetmelerinden çıkar elde ediyor, çünkü toplumun esasını koruyanlar bunlardır. Zâlim ise bunların kenarında hırsızlığını yapabilir. Zâlimler, diktatör tâğutlar, fakir halkın sırtından geçinmek istediklerini, onların mallarını çalıp talan etmek niyetinde olduklarını söylemezler. En zâlim rejimler, açıkça zulmü savunmazlar. Tam aksine, devamlı dünya barışından, hürriyetten, insan haklarından dem vurur, bunların savunucusu olduklarını iddia ederler. Halbuki onların çoğu, belki de hepsi bu konularda yalan söylüyorlardır. Onlar, bu kavramların gölgesinde yaşamak, işlerini yürütmek istiyorlar.

Hürriyet adı altında hürriyetleri yok etmeğe, barış adı altında savaşın en alçakçasını sürdürmeğe, insan hakları diyerek mazlumların haklarını çiğnemeğe çalışıyorlar. "Ey özgürlük! Senin adına dünyada ne cinayetler işlendi, ne kadar insan köleleştirildi!" Bütün bunlara bâtılın haktan beslenmesi denir. (4)

"(Müşrikler,)Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmamış olsaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin (tâviz vercektin). O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (17/İsrâ, 73-75)

İslâm nazarında insan, yaratılış itibariyle hakka meyilli olarak dünyaya gelmiştir ki buna fıtrat veya İslâm fıtratı denir. İslâm’a göre, insanın bâtıla yönelmesi, yaratılışı ve yapısıyla çelişen bir durumdur.

 

Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücadelesi

Âdem ve Havva çifti, hak yolun ilk yolcularıdır. Cennetteki "ağaç" sınavından sonra dünya sahnesinde birçok sınavlardan geçtiler. Hedefleri olan çocukları da doğal olarak hak-bâtıl sınavından geçmek zorundaydılar. Ne var ki, Âdem'in çocukları zamanla kendi hevâ ve heveslerine, kibir ve gururlarına dayanarak, İslâm'ın dışında yeni hayat modelleri ihdas ettiler. Uydurdukları bu yeni hayat modelleriyle, insanlığa zulüm ve haksızlık yaptıklarının farkındaydılar. Ancak bu model ve kurallar, düzen ve rejimler, kendi dünyevî çıkarlarıyla uyuşuyordu. Ortaya atılan bu şeytanî modeller ve düzenler tarih boyunca mazlumların kanını emmiş ve onları iskelet haline getirmiştir. Mazlumları bu durumdan kurtaracak olan, ilâhî doğrulardan, yani haktan başka bir şey olamaz. Yoksa, hak elbisesi giymiş bâtıl, renk ve kostüm değiştirerek zulümlerine devam edecek, değişen zâlimlerin kimlikleri veya etiketleri olacaktır. Bâtılın dolayısıyla zulmün yok olması için, hakkın hâkim olmasından başka seçenek yoktur.

İlk insan Hz. Adem’in oğulları Hâbil ile Kabil arasında baş gösteren hak-bâtıl savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücadelenin tesbiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücadelelerine bakmak gerekir. Rasüllerin misyonuna baktığımızda, öncelikle şunu görürüz: İnsanları, bir tek ilâha (Allah'a) ibâdete/kulluğa çağırmak, şirk ve putperestliğin her çeşidinden menetmek, hak ölçülerle Allah'ın rızâsına muvâfık işler yapmalarını sağlayarak Allah'ın kanun ve nizamını ümmete hâkim kılmak. Hepsinin çabası aynı idi ve getirdikleri öğretilerin tümü de bu çerçeve içerisindeydi. "Andolsun ki Biz, 'Allah'a kulluk/ibadet edin ve tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik." (16/Nahl, 36) "Biz her peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (4/Nisâ, 64).

Peygamberlerin temsil ettiği hak-bâtıl savaşı göstermektedir ki tarihî süreç içerisinde Allah, hakkı bâtılın tepesine indirdi ve geçici bir saltanat süren bâtılı aşağıların aşağısı yaptı; bu hep böyle olmuştur, çünkü sünnetullahın gereğidir bu. Allah, hakkı inzâl etmiş ve hak bir süre insanlar arasında iktidar olmuştur. İnsanlar haktan saptığı zaman, bâtıl, hakkın egemen olmayışından istifade ile haktan boşalan yeri doldurmaya kalkmış, bir süre iktidar olmuştur. İnsanlar, haktan saptığı zaman, bâtıl hüküm sürmeye fırsat bulabilmiştir.

Hakkın iktidarda olması, bir bakıma mü'minlerin varlığına ve cihadlarına bağlıdır. "Bir toplum, kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Bu kural her zaman geçerlidir. İnsanların her şeyden önce değişmeyi, zulüm ve kölelikten kurtulmayı can-ı gönülden arzulamaları lâzımdır. Ve bu şiddetli arzu, birtakım hareket ve icraatlarla desteklenmelidir. Çünkü bazı işler vardır ki temennilerle, arzu ve isteklerle olacak şeyler değildir. İşte eğer toplumsal değişme olacaksa, bunu insanların yapması gerekir ki Allah yardımcıları olsun.

Şimdiye kadar tarihe yön veren bâtıl değil; hak olmuştur. Tarihte toplumların hareket yönünü belirleyen -siyasî egemenliği uzun süre ellerinde tutamamış olsalar bile- peygamberler ve onların getirdiği hak din olmuştur. Tarihte az-çok insanî erdemlerle karşılaşıyorsak, bunu peygamberlerin getirdiği hak dine borçluyuz. Bu noktanın kavranılmasıyla şu sonuca varırız: Hakkın zayıf olması, onun hak olmamasını gerektirmez.

Çoğu kimsenin zannettiği gibi dünya ve onun tâbi olduğu doğal düzen kötü değildir; hak üzeredir. Evrende bulunan her şey, tekvinî olarak/yaratılıştan Allah'ın kanunlarına boyun eğer ve sürekli olarak O'na ibadet eder. Bu arada, hür iradeye sahip olan insan da Allah'ın kanunlarına itaat ederse, yaratılmışlar âlemiyle uyum içine girer. Yoksa, güçlü ırmakta tersine kulaç atana benzer ki, bir yere varamayıp nefesi tükenecek ve helâk olacaktır. "Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (başka bir amaçla) yaratmadık." (15/Hicr, 85) "Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir." (2/Bakara, 116).

İslâm hikmetinde, varlıkların hak ve hayır ile özdeş sayıldığı görülür. Bu ilkeye göre, bütün bâtıl ve şer olan şeyler, gerçekte yok olan veya yokluğa neden olan şeylerdir. Meselâ, cehalet ve küfrün, kötü ve şer sayılmaları, onların bir yokluğu (bilgi ve iman yokluğunu) ifade etmelerindendir. Ya zehir ve mikrobun kötü oluşları, onların bir insanda hayat ve sağlığın yokluğuna neden olmalarındandır. İslâm düşünürlerine göre, bütün bâtıl ve şerler incelendiğinde aynı yönü paylaştıkları anlaşılır.

Bir cismin gölgesi onun gereğidir. Bu gölge, gerçekte asıl bir varlık olmamakla birlikte, bir varlık olan cisim vasıtasıyla bizim zihnimizde meydana geliyor. Asıl varlık nurdur; Gölge, bir alanda nurun olmaması ve o alanın çevresinde nurun bulunmasıdır. Aynen bu durum gibi, bâtıl da kendine özgü bir varlığa sahip değildir; her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koymak zorundadır.

 

Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücadele

Cennete girmenin yolu, hak için sabır ve eziyetlere katlanmaktan geçer. İşte Allah Rasülü ve beraberindeki mü'minler, bu çilekeş yolun en zorlu yolcularıydı, Allah Rasülünü bir an için gözlerimizin önüne getirip şöyle bir tefekkür edelim. Risâletinden önce birçok sıkıntılardan geçtiği gibi, peygamber olduktan sonra da daha zorlu günlerle karşı karşıya gelmiş, hakkı ayakta tutmak için birçok sıkıntıya katlanmış, birçok arkadaşını şehid vermiş ve ömrünü hakkın üstünlüğü için böyle tamamlamıştı. Onun bütün amacı, Rabbini hoşnud etmek ve görevini hakkıyla ifa etmekti. Ve bunu da bütün güçlüklere rağmen Allah'ın yardımıyla tamamlayarak ayrılmıştı arkadaşları arasından.

Allah, hikmeti gereği nefisleri sınava tâbi tutar, iyileri kötülerden ayırarak mükâfatlandı-rır. Altın nasıl ateşle curufundan ayıklanıp temize çıkartılıyorsa, insanlar da aynı şekilde kirden, pastan ve günahlardan arındırılmalıdır. Bu Allah'ın sünnetidir. İnsan nefsi doğal olarak cahil ve zalimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefiste eritilmesi ve bu curuf (günaha meyil), ya İslâm'a teslim olmakla temizlenecek veya cehennemde ateşle temizlenecektir. İşte hak budur. "Asra yemin olsun ki insan, gerçekten husrân/ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (103/Asr, 1-3)

Asr-ı saâdeti gözler önüne getirelim: Peygamberimizin ve iman edenlerin temsil ettiği hak cephesine karşı bâtılın temsilcileri, uzlaşma teklifleriyle tâviz kopartamayacaklarını gördükten sonra, her türlü zulümlerini açığa çıkarmaya başlamışlardı. Tehditler, işkenceler, öldürmeler... Bütün bunlara karşı Rasülüllah'ı destekleyen, onların bilemediği ve anlayamadığı bir güç vardı bütün yalancı güçlerin üstünde. İşte o gücün sayesinde gün geldi, devran döndü; tarih 630'a geldi ve nihayet kendi canı gibi korudukları putları ve Mekke'leri, artık müslümanlara terketmişti her şeyini. İşte böylece 'Hak geldi ve bâtıl yok olup gitti." Hakkın önünde hangi duvar ayakta kalabilir ki? Hakkın ve müslüman halkın önünde hiç bir duvar ayakta duramaz. Yeter ki müslümanlar sorumluluklarını anlasınlar ve yeter ki bu sorumluluklarını yerine getirsinler. Yeter ki müslümanlar hakka sahip çıksınlar.

Allah rasülü'nün Arap yarımadasında kısa bir dönemde hakkı bâtılın tepesine indirip hakkı iktidar etmesi, bilindiği üzere, kolay olmamıştır. Başta Rasülülllah olmak üzere mü'minler birçok eziyetlere katlanmış, boykotlara tahammül etmiş, hicretlere katılarak evlerini, yurtlarını, ticaretlerini, ziraatlarını, işlerini, eşlerini, aşlarını geride bırakmışlardı. Medine'deki Ensar da kardeşleri muhâcirlerle bütün mal varlıklarını paylaşarak onları barındırmışlardı. Bu fedâkârlık örneğini bir daha tarih asla kaydetmemiştir. Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, Ensar ve muhâcir el ele vererek müşrik, yahudi ve hıristiyanlara zorlu savaşlar vererek birçok şehid ve birçok yaralı geride bırakmışlardı. İşte bu fedâkârlık, bu inanç ve bu bağlılık sayesinde hakkın temsilcileri muzaffer oldular. Zaferin yöntemi, hakkı sahiplenmenin yolu budur. Rasülüllah'ın ümmeti ve takipçisi olduğunu iddia edenlerin, bu metod ve yöntemden başka bir yol aramaları, hakka bâtılı karıştırmak, hakkın bâtıl yoldan başarılı olması gibi olmayacak duaya âmin demek ve imtihanı kaybetmektir. Hakkın hâkim olması için mutlaka fedâkârlık ve zorluklara katlanmak, tâğutlara boyun eğmeden tâvizsiz bir şekilde hakkı müdafaa etmek gerekir. Bu işin prosedürü, iman, kulluk/ibadet, fedâkârlık, cihad, sabır, azim ve cesarettir. Bunlardan herhangi biri eksik olursa, başarı oranı o nisbette azalır. (5)

Hak-bâtıl mücadelesinde hak, er ya da geç muzaffer olacaktır (2/Âl-i İmran, 139; 7/A'râf, 118; 8/Enfâl, 8; 9/Tevbe, 33; 13/Ra'd, 17; 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18; 24/Nur, 55; 42/Şûrâ, 14).

Müslüman, inandığı dinin yükümlülükleri ne ise, onları yerine getirebilmek için, yine bu hak dinin ve tek önderi peygamberinin belirlediği usûl ve çerçeve içerisinde çalışmakla, hak dini hükmetmek mevkiine getirip o mevkide korumakla görevlidir. Bu vecîbeyi müslümana telkin eden, onun sahip olduğu inançtır.

İslâm'ın hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan müslümanlara egemen düzenler, maksatlarını gerçekleştirmeleri doğrultusunda girişecekleri çaba ve faaliyetlerinde müslümanlara engel olmak isteyebilirler. Onların karşısında, kendilerinin ürettikleri putları olan hukuk düzenlerine aykırı davranmakla itham ederek; bölücülük, teröristlik, anarşistlik, radikallik, fundemantalistlikle, dini siyasete âlet etmekle ve benzeri ithamlarla karşı çıkabilir, suçlayabilir, ya da karalamak isteyebilirler. Zulüm ve hevâdan başka bir şeyin ifadesi olmayan sözüm ona adalet mekanizmalarını çalıştırabilirler. Bütün bunlar, müslümanlar için mukadder şeyler, sünnetullah gereği engellemeler olarak görülmelidir.

Unutmamak gerekir ki, müslümanın davranış ve tutumları, meşrûiyetini/haklılığını Allah'ın hükümlerine uygunluktan alır. İslâm'ın temelden reddetttiği İslâm dışı hukukların hükümleri, müslümanların Allah'ın emri olan İslâm'ı, İslâm hukukunu hayata egemen kılma mücadelesini hukukî bakımdan değerlendirmeye ya da mahkûm etmeye esas ve kıstas alınamaz.

Müslüman, yalnızca inancının gereğini yerine getirmek istiyor, egemen kâfirler de bu yolda her türlü zulümle karşı koyuyor, müslümanı engellemeye çalışıyorlarsa; onlara Hz. Peygamber'in söylemekle emrolunduğu şu sözlerden başka ne söylenebilir: "İman etmeyenlere de ki: 'Elinizden geleni yapın; biz de yapacağız. Bekleyin; çünkü biz de bekleyicileriz." (11/Hûd, 121-122) (6)

 

Hak Verilmez, Alınır

Allah, âlemlerin rabbıdır; O, rahmân ve rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.

İslâm'ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm'ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. "Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45). Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.

Hakk'ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.

ğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.

"İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandarılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır..." anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.

Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. "Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar..." mı? Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dahil, bütün beşerî düzenlerde, etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.

İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah'ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur'an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, "hudûdullah" korunmadan "hukukunnâs" korunamaz.

Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.

Unutmamak gerekir ki, "hak"dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Allah'ın üzerimizdeki haklarını hatırımızdan çıkarmamalı ve O'na karşı görevlerimizi kuşanarak, emanete ihanet etmediğimizi isbat etmeli; kulluk bilinciyle diğer kulların haklarına da riâyet edip, elinden ve dilinden güven duyulan insan olmalıyız. İşte o zaman hak yerini bulacak, hak ettiğimiz yere Hakkın yardımıyla ulaşacağız. Bâtılı söküp atmak da bizim kulluk görevlerimizden biri olduğun-dan bâtılı reddetmeyi, bâtılla mücadeleyi mü'min olmak için olmazsa olmaz bileceğiz.

Hakkı bâtılın tepesine indiririp, bâtılın beynini darmadağın edeceğini ve böylece bâtılın yok olup gideceğini belirten (21/Enbiyâ, 18) Allah'tan bu görevde bizleri memur etmesi, memur ettiğini düşünüyorsak, görev bilincini kuşanmamız için yardım etmesi duâsıyla...

 

"Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin

Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!"

 

Allah'ım, bize hakkı hak olarak göster ve o hakka tâbi olmamız için yardım et!

Bâtılı da bâtıl olarak bize göster ve bâtılın her çeşidinden kaçınmayı nasib et!

1- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, 243 vd.

2- A.g.e. s. 67 vd.

3- Beşir İslâmoğlu, Hak Bâtıl Mücadelesi, s. 12-17

4- Murtaza Mutahhari, Hakk ve Bâtıl, s. 61-68

5- Beşir İslâmoğlu, s. 61-63

6- M. Beşir Eryarsoy, İslâmî Hareket ve Problemleri, s. 129

 

Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

                           a- Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.

                          b- Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.

c- Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.

d- Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.

d- Kâfirler İstemese de Allah, Hakkı Yerine Getirecektir: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24;61/Saf, 8-9.

e- Asıl Hak/Gerçek Allah’tır: 22/Hacc, 62.

f- Hakkı Tavsiye Etmek: 103/Asr, 1-3.

g- Haktan Şüphe Etmemek: 2/Bakara, 147; 3/Âl-i İmran, 60; 6/En’am, 114; 10/Yûnus, 94-95; 49/Hucurât, 15.

h- Haktan Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32.

i- Hak Gelince Bâtıl Yok Olur, Ortadan Kalkar: 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18.

j- Hak ile Bâtılın Misali: 13/Ra’d, 17; 35/Fâtır, 20.

k- Allah, Bâtılı Yok Eder: 42/Şûrâ, 24.

l- Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 35/Fâtır, 19.

m-Bâtıla İnananlar: 29/Ankebût, 52, 67.

n- Bâtılın Hiçbir Şeye Gücü Yetmez: 34/Sebe’, 49.

o- Hak-Bâtıl Mücadelesi: 22/Hacc, 19; 37/Saffât, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.

p- Hak-Bâtıl (İman-Küfür) Mücadelesi, Allah’ın Dilemesiyledir: 2/Bakara, 253.

r- Hak-Bâtıl Mücadelesi En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37?Saffat, 113; 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.

s- İbrahim a.s.’ın Babası: 6/En’am, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27, 60/Mümtehine, 4.

Ş- Nuh a.s.’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.

t- Nuh a.s.’ın Karısının İhâneti: 66/Tahrim, 10.

u- Lût a.s.’ın Karısının İhâneti: 7/A’râf, 83; 66/Tahrîm, 10.

ü- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslüman Olduğu): 66/Tahrîm, 11.

v- Kâfirler, Bâtılın Mücadelesini Yaparlar: 18/Kehf, 56-57; 22/Hacc, 19.

y- Bütün Peygamberlerin düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1- Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 141

2- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 71-72

3- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 285-286

4- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130

5- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 321-327

6- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 112-113

7- Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 470-472

8- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.19-20

9- Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 201-203

10- Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabunî, Şâmil Y. c. 1, s. 116-122

11- Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Kur'an Bilimleri Araşt. V. Y. c. 3, s. 442-449

                            12- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 207-208; c. 2, s. 292-296; c. 3, s. 135-136

13- İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c.5, 147-148; c. 15 s. 137-152; 177-179

14- İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. 67-70; 243-247

15- Hakk ve Bâtıl, Murtaza Mutahharî, İslâmî Tebliğ Teşkilâtı Y.

16- Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.

17-Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi Y.

18- Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Ekin Y.

19- İslâm'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.

20- İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.

21- İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.

22- Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Muntasır Mîr, İnkılâb Y. s. 31-32; 74-75

23- Esmâü'l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.143-144

24- İsm-i Âzam (Esmâü'l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 116

25- Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 207-208

26- Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 141-146

27- Fikrî Tevhid'e Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 178-184

28- "Dinsizliğin Dini" İle Mücadele, Harun Yahya, Vural Y.

29- Rasullerin Mücadelesi, Harun Yahya, Vural Y.

30- Haksöz, s. 65, Ağustos 96 s. 153-156