Bakara, 110; Kavram: 94
H A Y I R -
Ş E R
Hay
ır; Anlam ve MâhiyetiŞer; Anlam ve Mâhiyeti
İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
Kur’ân-
ı Kerim’de Hayır ve ŞerHadis-i
Şeriflerde Hayır ve ŞerHay
ır ve Şer Allah'tandırMerhametli Allah'a Ra
ğmen Dünyada Şerlerin BulunmasıHayr
ın İki YönüMüslüman
ın Hayatında Hayır ve Şerİslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
Şerrin Ehveni Olur mu?
"Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür." (2/Bakara, 110)
Hay
ır; Anlam ve MâhiyetiTürkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek, dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen, beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.
Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de her türlü şerri ifade eder.
Şer; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet manasına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.
Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır (8/Enfâl, 22, 55). Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar (41/Fussilet, 49-50). Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir (99/Zilzâl, 7-8).
Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) onu başı boş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.
Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir (21/Enbiyâ, 35). Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir (3/Âl-i İmrân, 180). Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu (5/Mâide, 60) daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir (98/Beyyine, 6). Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar (113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri).
Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır. (1)
İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
İnsan, nimetle/hayırla da sınava tâbi olur, külfetle/şerle de. Mutlak olanın dışındaki, kaynağı beşerî olan hayır ve şer, insan açısından göreceli olduğundan, denendiği şerrin ya da şer zannetiğinin kendisi için büyük hayırlara dönüşmesi mümkündür. Bazı insan, şerle imtihanı kazanır, ama hayırla imtihanda kaybeder veya tersi olabilir. Ama, özellikle müslümanların mutlaka, korku, açlık ve fakirlikle sınanacağını (2/Bakara, 155) biliyoruz. İnsan bazen risk taşıyan mal, mülk, evlât ve sağlık gibi hayırlarla veya hayır zannedilenlerle; bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşmanlar gibi şerler ve şer zannedilenlerle imtihan edilir. İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle sınava çekilir (20/Tâhâ, 131) ki, o kişi için bu geçici nimetler, kalıcı hayırlara dönüşebilir. Mal, evlât, bu kabilden bir deneme aracıdır (8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15). Bol rızık ve verilen nimetler birer sınama olduğu gibi (39/Zümer, 49), başa gelen üzüntü ve kederler (20/Tâhâ, 40), belâ ve musîbetler de birer imtihandır (9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11).
İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında bir denemedir:
“Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” (21/Enbiyâ, 35) Şer ile imtihan karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır. Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musibet, keder ve mahrumiyet anında, kararlı davranarak, bütün bunların bir deneme olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder. Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanı başında ve kalbinde bulur.Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izafi (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir. Kur’an, bu konuda tipik iki örnek vermektedir: “Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216) “…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” (4/Nisâ, 19)
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11) Bu âyet, insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir. Gerçekten insan, öfkelendiği, sıkıldığı ya da bir güçlükle karşılaştığında, sabır ve güzel duâ iplerine yapışmadıysa, öfkelendiklerine bedduâ eder, güçlüklerden kurtulmak için sabır ve metânetle çaba göstereceği yerde, acelecilik göstererek hemen kurtulmak ister. Halk deyimiyle denize düştüğünde yılana sarılır. Hemen kurtulamayınca da, ümitsiz ve kötümser bir hâlet-i rûhiye içinde, “Allah’ım, canımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!” gibi kendisi için bile bedduâ eder. Elbette bu davranış, doğru değildir.
İnsanın bilgisi, hele Allah’ın ilmi ile kıyaslanınca yok sayılacak kadar azdır. O, kendi hayrına ve şerrine olan şeyleri de yeterince bilemez. Bir de hevâsı/kötü arzuları, geçici dünya rahatı işin içine girince hayır ve şer kavramlarını karıştırır. Bir şeyin hayırlı veya şerli oluşunun, bir insanın o şeyi sevmesi ya da ondan hoşlanmaması ile temelde hiçbir ilgisi yoktur. Asıl önemli olan, o şeyin bizi götürdüğü nihâî sonuca nazaran hüküm verilmesi gerekmektedir. Yani hayır, Allah’ın hoşlandığı şeydir; bu, bizim hoşlanmadığımız şey olabilir. Nefsin hoşlandığı her şeyi yerine getirmek, Kur’an tâbiriyle hevâyı ilâhlaştırmak (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23) ile Allah’ı râzı etmenin (5/Mâide, 119) ayrıldığı noktadır hayır ve şer tanımı.
İşte bu noktada Vahy devreye girmekte, ve Rahmân olan Rabbimiz, bize hayır ve şerri göstermekte, sırât-ı müstakîme hidâyet etmektedir:
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha şer/kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Savaş, aslında sevilen, nefsin hoşlandığı bir şey değildir. Fakat bazen insan savaşmak zorunda kalır. İslâm’ın emrettiği cihadda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek veya gâzi olup zafer kazanmak, ganimet alıp zengin olmak. Savaş ve cihaddaki sırrı insan tümüyle bilemez; Allah bilir. Bazı toplumlar cezaya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla cezalandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim Kur’an, “Allah, insanları birbiriyle def etmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi) yeryüzünde nizam bozulurdu” (2/Bakara, 251) buyrulmuştur.Vahy, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır.“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (2/Bakara, 269) Bu âyette geçen “hikmet”, Kur’an ilimleri demektir. Derin ve yararlı ilme hikmet denir. Allah’ın, kendisine hikmet verdiği kimseler öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. İlim sahibi olmanın en çok değer verilen tarafı, insanlığa faydalı olmak, onlara hayrı dokunmaktır. Doğruluk, adâlet, ihlâs, sevgi, saygı, başkalarına faydalı olmak, cömertlik gibi yüksek vasıfları Allah rızâsı için taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır; dolayısıyla hayırlı insan kabul edilir. Kur’an’ın emirlerini öğrenip noksansız uygulamak için çaba sarfeden, tüm kötülüklerden uzak durma gayreti içinde olan kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.
Kur’ân-
ı Kerim’de Hayır ve Şer“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı; ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman (a.s.)’a verilen atlara “hayır” demektedir (38/Sâd, 32). Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması gerekir denilmektedir (2/Bakara, 180).
Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır (2/Bakara, 272-273). Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” (2/Bakara, 215) Hayır, yine maddî anlamlarda refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır (6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21).
Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır: a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında (3/Âl-i İmrân, 26), b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında, ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayrın ta kendisidir (2/Bakara, 105 ayrıca bkz. 16/Nahl, 30), c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında (8/Enfâl, 70), d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında (6/En’âm, 158), e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında (2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90), f) İslâm (3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12), g) hikmet (2/Bakara, 269) anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur'an'da "ma'rûf (iyilik)", şer kelimesinin de "münker (kötülük)" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ etmektedir). İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11) Âyette aceleci olan insanın, hayrı ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama gelebilir:
1) Bundan kasıt, Kur'an'a inanmayan kişilerin: "Allah'ım, eğer bu hak ise başımıza taş yağdır" gibi sözlerle Hz. Peygamber'le alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların Kur'an'a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en uygun mânâ budur.
2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar bunalınca "ölsem de kurtulsam!" gibi sözler söyler. Veya çoluk çocuğuna bedduâ eder. Halbuki o istediği şey, kendi lehine değil; aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Canınız ve malınız aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah'ın kabul saatine (zamanına) rastlarsınız da duânızı kabul eder." (Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât) buyurmuştur.
3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir. (2) “Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” (10/Yûnus, 11)
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216) Bu âyette, hoşlarına gitmese de savaşın, mü'minlere farz kılındığı; hoşlarına gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah'ın bildiği belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi, ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir; halbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O'nun emrettiği her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.
Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti, şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler. Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek, düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de cihadı bırakmak demektir.
Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde, biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah'tan başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı ölüme sürükleyebilir. Şayet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek, yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî dereceni yükseltecektir.
Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz. Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah'ın bize iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O'ndan bir sınavla karşı karşıya kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır, Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır yapacak yine O'dur. "Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini iyiliklere çevirir." (25/Furkan, 70) Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır. Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna ererler. (3)
"Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür." (2/Bakara, 110)
“Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…” (2/Bakara, 148)
“...Hayır işlerden neyi yaparsanız Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur). Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden korkun.” (2/Bakara, 197)
“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” (2/Bakara, 215)
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216)
“İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin. Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete çağırır; âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” (2/Bakara, 221)
“Güzel söylemek ve hoşgörü, peşinden başa kakılan, gönül inciten sadakadan daha hayırlıdır.” (2/Bakara, 263)
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (2/Bakara, 269)
“...Hayır olarak infak ettiklerinizden (harcadıklarınızdan) hepsi, kendiniz içindir (ondan Allah değil; siz faydalanırsınız). Yapacağınız infakı/harcamayı, ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir. Ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” (2/Bakara, 272)
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.”(3/Âl-i İmrân, 26)
“Sizden, insanları hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emredip münkeri (kötülüğü) men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104)
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; ma’rûfu (iyiliği) emreder, (münkerden) kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz...” (3/Âl-i İmrân, 110)
“Onlar, Allah'a ve âhiret gününe iman ederler; ma’rûfu/iyiliği emreder, münkerden/kötülükden men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlihlerdendir. Onların, hayır cinsinden yaptıkları şeyler karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” (3/Âl-i İmrân, 114-115)
"Allah'ın, kereminden kendilerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (3/Âl-i İmrân, 180)
“…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” (4/Nisâ, 19)
“...Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayrâtta (hayırlı/iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (5/Mâide, 48)
“Eğer Allah sana bir zarar verirse, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse, (bunu da giderecek yoktur), şüphesiz O her şeye kadirdir.” (6/En’âm, 17)
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir (Hakkı işitip kabul etmeyen kâfirlerdir).” (8/Enfâl, 22)
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar (Allah'a) iman etmezler.” (8/Enfâl, 55)
“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” (10/Yûnus, 11)
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11)
“Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine hayırlar/faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varmıyorlar.” (23/Mü’minûn, 55-56)
“Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” (21/Enbiyâ, 35)
“...Onlar (peygamberler) hayır işlerinde koştururlar; umarak ve korkarak Bize yalvarırlardı; onlar Bize huşû (derin saygı) duyarlardı.” (21/Enbiyâ, 90)
“Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin: umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (22/Hacc, 77)
“Doğrusu onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kub a.s.) Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı/iyi kimselerdendir. İsmâil’i, Elyesa’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlılardandır.” (38/Sâd, 47-48)
“İnsan, hayır istemekten usanmaz (Her şeyinin olmasını ister). Fakat kendisine bir şer/kötülük dokunursa hemen karamsar olur, (Allah’ın rahmetinden) ümidini keser. Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak, ‘Bu, benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır’ der. Biz o inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara ağır azaptan tattıracağız. İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” (41/Fussilet, 49-51)
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” (99/Zilzâl, 7-8)
Hadis-i
Şeriflerde Hayır ve Şer“...Allah’ım! Hayrın tamamı Senin elindedir; şer ise Sana izâfe edilemez.” (Müslim, Müsâfirîn 26, 1/534; Tirmizî, Deavât 32, 5/485; Ebû Dâvud, Salât, 1/201; Nesâî, İftitah 17, 2/130)
“İnsanlardan öylesi var ki, hayrın anahtarı, şerrin kilididir. Öylesi de var ki, şerrin anahtarı, hayrın kilididir. Eline Allah tarafından hayır anahtarları verilene müjdeler olsun! Eline şer anahtarları verilene de yazıklar olsun!” (İbn Mâce, Mukaddime 237, 1/86)
“Rıfktan (yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmaktan) mahrum olan, her hayırdan mahrum olmuştur.” (Müslim, Birr 75)
“Başınızdakiler en hayırlılarınız olduğu, zenginleriniz hoşgörülü davrandığı ve işleriniz aranızda görüşülüp danışılarak yürütüldüğü sürece sizin için yerin üstü, altından daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten 78)
“Allah, bir insanın ellerini hayrın anahtarı yapmışsa, ne mutlu ona!” (İbn Mâce, Mukaddime 19)
“İnsanların en hayırlısı, iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan kimsedir.” (Timizî, Fiten 76)
“İnsanların en hayırlısı, toplum içinde yaşarken bir taraftan o toplumun hakkını ödeyen, diğer taraftan Rabbine ibâdet eden, savaşa çıktığında ise düşmana korku salan kimsedir.” (Tirmizî, Fiten 15)
“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” (Müslim, Zühd, 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, V/24)
“Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine duâ edecek sâlih evlât, kendisine sevâbı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim.” (İbn Mâce, Mukaddime 20)
“İnsanların en hayırlısı, -savaş zamanında- malı ve canıyla savaşan, -barış zamanında- ise Rabbine ibâdet etmekle meşgul olup kendini insanlara zarar vermekten alıkoyan kimsedir.” (Buhârî, Rikak 34; Nesâî, Zekât 74)
“Üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır. Sen üst el olmaya bak! Sadakanın en hayırlısı da zenginlikten verilenidir. Kim haramdan sakınıp şerefini kurtarmak isterse, Allah onu iffet ve şerefli kılar. Kim de müstağnî davranırsa Allah onu zengin kılar.” (Buhâri, Zekât, 2/112; Müslim, Zekât 94, 2/717, hadis no: 1033)
“Andolsun ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam savaşmak, dünyadan da, dünyada olan şeylerden de hayırlıdır.” (Diğer bir rivâyette:) ...Üzerine güneşin doğup battığı şeylerden hayırlıdır.” (Buhârî, Cihad 4/17; Müslim, İmâre 112, 115, 3/1499, hadis no: 1880)
“Allah yolunda harcanan bir gün, o yolda harcanmayan bin günden hayırlıdır.” (Nesâî, Cihad, 6/40)
"Allah, hiçbir mü'mine, yaptığı tek hayrın bile karşılığını ihmal etmek sûretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin karşılığı hem dünyada, hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığı hayır sebebiyle dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı verilecek tek hayrı kalmaz." (Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 56, hadis no: 2808)
"Allah Teâlâ bir kulun hayrını diledimi onu isti'mâl eder!" "Onu nasıl isti'mâl eder?" diye soruldu. "Ölümden önce sâlih amel işlemede muvaffak kılar" buyurdu. (Tirmizî, Kader 8, hadis no: 2134)
“Hiç kimse, elinin emeğinden (kendi kazancından) yediğinden daha hayırlı bir şey yiyemez. Allah’ın peygamberi Dâvud (a.s.) da kendi elinin emeğini yiyip geçinirdi.” (Buhârî)
“Sizin hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fazlu’l-Kur’an 6/108)
“Yâ Ebâ Zer! Sabahleyin kalkıp da Allah’ın Kitabından bir âyet öğrenmen, yüz rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır. Ve yine sabahlayıp da ilimden bir bab (bölüm) öğrenmen bin rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.” (İbn Mâce, Mukaddime 219, 1/79)
“Bu ilme, henüz ortadan kalkmadan istekli olun, sarılın! Onun kalkması, yeryüzünden ref olunmasıdır. Âlim ile ilim öğrenen (öğrenci) ecirde müşterektirler. Diğer insanlarda ise, hayır yoktur.” (İbn Mâce, Mukaddime 228, 1/83)
"Allah Teâlâ katında, arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına en hayırlı olanıdır. Komşuların en hayırlısı, komşusuna en hayırlı olanlarıdır." (Tirmizî, Birr 28; Ahmed bin Hanbel hadis no: 6566)
"Kıyâmet günü, Allah indinde, derece itibarıyla insanların en şerlisi, başkasının dünyası uğruna âhiretini hebâ eden kuldur." (Kütüb-i Sitte Terc. 4/265)
“Allah'a andolsun ki, Allah’ın senin vâsıtanla bir adamı hidâyete erdirmesi, kızıl tüylü develerden oluşan sürülerden senin için daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n Nebî 9; Müslim, Fedâilu’l-Ashâb 34, hadis no: 1787; Ebû Dâvud, İlm 10)
“Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gökler ve yer ehli, hatta delikteki karınca, denizdeki balık bile insanlara hayır/iyilik öğretene salevât verirler (duâ ve istiğfârda bulunurlar).” (Tirmizî, İlm 10/157-158; Ebû Dâvud, İlm )
Hadis-i şeriflere göre, insanların (veya müslümanların) en hayırlıları; “dostlarına ve komşularına hayrı dokunan” (Tirmizî, Birr 28); “ömrü uzun, ameli güzel olan” (Tirmizî, Zühd 21, 22); “geç öfkelenip çabuk yatışan” (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19; Tirmizî, Fiten 26); “borcunu güzellikle ödeyen kimse”dir (Buhârî, İstikrâz 4, 6; İbn Mâce, Ticâret 62). Ticâret ehlinin en hayırlısı da borcunu güzellikle ödeyen, alacağını güzellikle isteyendir (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19). En hayırlı yönetici ise halkının kendisini sevip hayır duâda bulunduğu kişidir (Tirmizî, Fiten 77).
“Amellerin en hayırlısı, namaz” (Muvattâ, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 4), “mescidlerin en hayırlısı geniş olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18; Ebû Dâvud, Edeb 12). “Oruç tutmak, sadaka vermek ve geceleyin namaz kılmak ‘hayır kapıları’dır.” (Tirmizî, İman 8). “Hayâ, bütünüyle hayırdır.” (Müslim, İman 61; Ebû Dâvud, Edeb 6)
Hay
ır ve Şer Allah'tandırHayır ve şer Allah'tandır. Hayrı da, şerri de yaratan ancak O'dur. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil, Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, O'nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz'î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun. Işık ham maddesi O'nun. Görülen bütün eşya da O'nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer. Hayrı da O yaratır, şerri de.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun şerri de yaratan Allah'tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah şerri de hikmet ve ilâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik." (90/Beled, 10) Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: "Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir." (91/Şems, 7-9)
Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi." (10/Yûnus, 99). Allah böyle yapsaydı, insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.
Şerri yaratmak şer de
ğildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah'ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur. Yaratıklardaki hayır ve şer yönünden mümkün olan durumlar beştir. 1) Sırf hayır, 2) Hayır tarafı gâlip ve fazla, 3) Hayır ve şer tarafları eşit, 4) Sırf şer, 5) Şerri hayrından fazla olan. Yüce Allah'ın "yapın" diye emrettikleri ya sırf hayır veya hayır tarafı fazla olanlardır. Allah'ın yasakladığı şeyler de sırf şer veya şer tarafı fazla olan şeylerdir. Meselâ iman sırf hayır; küfür ise sırf şerdir.Kulların ihtiyârî işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yırtıcı hayvanlar, deprem, sel gibi bize şer gibi görünen şeyler ve olaylara gelince; bunların hayırları şerlerinden fazladır. Kulların işleri hâriç, kendisinde hiçbir hayır bulunmayan sırf şer, şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin yaratılması Allah'ın hikmetine aykırıdır. Melekler, "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada (yeryüzünde) fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?" (2/Bakara, 30) diyerek Allah'ın yeryüzünde insanı yaratmasına, bundaki hayrı bilmedikleri için ve şer olacağını zannettikleri için insanın yaratılış hikmetini bilemeyip sormuşlardı. Allah, bundaki hayrı bildiği için onlara, "Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim" (2/Bakara, 30) diye cevap vermişti.
Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affedilmesi veya bir kısmından vazgeçilmesi ve ecirler kazanması için hastalık verir. "Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken, o sizin için hayırlı olur. Bir şeyi de sevip istediğiniz halde o da hakkınızda şer olur." (2/Bakara, 216). Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz'î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.
İnsan için dünyanın lezzetleri yemek, içmek, nikâh, mal mülk, makam mevkî gibi şeylerdir. İnsanların başına gelen elem ve acıların pek çoğu bunlardan dolayıdır. Bunlar, sabredilerek meşrû yollardan elde edildiğinde ve hukuklarına riâyet olunduğunda şerleri hayra dönüşür. Acı ve meşakkatler olmasaydı, ilim, şecaat, zühd, takvâ, iffet, cömertlik, sabır ve ihsan gibi imânî kemaller ele geçmezdi. Şer gibi telâkki ettiğimiz ve yaratılışlarındaki hikmeti anlayamadığımız pek çok şeylerde nice hayırlar vardır. Ellerinde olmadan insanların başlarına gelen nice belâ ve musîbetler, yaptıkları kötülüklerin bir kısmına, âhiretteki verilecek tam karşılıklarından ayrı olarak bu dünyada da ceza ve azap gerektirdiği için yaratılırlar: "Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber, Allah birçoğunu da affeder." (42/Şûrâ, 31)
Yüce Allah'ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları lâyık olan ve hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski İran'da mecûsîler ve zındıklar, "âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz (Ahura Mazda)'dür. Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen (Angra Mainyu)'dir" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler. (4) Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah'a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur'an, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah'tır (13/Ra'd, 16) buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının kendisi olduğunu açıklamıştır. "Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?" (90/Beled, 10) buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah'ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.
İslâm tarihinde özellikle Mu’tezile mezhebine bağlı olanlar, “hayrın Allah’tan olduğu”nu kabul etmiş, fakat şerrin Allah’tan olmasını âdeta Allah'a yakıştıramamışlardır. Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi (2/Bakara, 216), şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği” (99/Zilzâl, 7-8) ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın şerri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.
Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Diğer meleklerle tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, meşîet çerçevesinde hayır ve şer de Allah’tandır veya her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk cihetindedir. (5)
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ'nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan fiilin hâlıkı olur. Çünkü ondan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah'a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur. Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun. Işık hammaddesi O'nun. Görülen bütün eşya da O'nun. O halde insan, neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise bu bakış "hayır" olur, haramsa "şer."
Merhametli Allah'a Ra
ğmen Dünyada Şerlerin Bulunmasıİnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Halbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.
Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:
Şerlerin bulundu
ğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek, rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.
İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta, veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.
Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezas
ı olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru, veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.
Bu durumda, kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama, takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. (6)
Hayr
ın İki YönüHayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer ya mutlak (kesin)tır, ya da izâfî (göreceli)dir. Sözgelimi, adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayr’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayr olduğunu sanmamalıdır (3/Âl-i İmrân, 180). Demek ki helâldan kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa, sahibi için hayırdır.
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216). Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle ilâve ediyor: “…Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” (4/Nisâ, 19)
Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir, zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir, baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir. Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.) insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir (21/Enbiyâ, 35). Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu unutur ve inkârcılığa kalkışır (41/Fussilet, 49-50).
Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar, sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.
Müslüman
ın Hayatında Hayır ve ŞerMü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı yalnızca Allah’tır.
Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” (99/Zilzâl, 7-8)
Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak hayır olanı onlara göstermektedir (2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.). Kur’an, bazı amelleri, davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ, en hayırlı azık, takvâdır (2/Bakara, 198). Yetime bakmak (2/Bakara, 220), başa kakılan bir sadakadan daha fazîletli olan güzel bir söz (2/Bakara, 236), Allah yolunda tasaddukta bulunmak (2/Bakara, 280), inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu tuzak (3/Âl-i İmrân, 54), Allah’ın mü’minlere olan yardımı (3/Âl-i İmrân, 150), âhiret hayatı (6/En’âm, 32), rızık verici olarak Allah (5/Mâide, 114), eşler arasındaki sulh/barış (4/Nisâ, 128) ve bunlara benzer birçok şey, daha hayırlıdır.
İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden sakındırırlar (3/Âl-i İmrân, 110). Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk bulunsun…” (3/Âl-i İmrân, 104) buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır, İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.
Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (22/Hacc, 77)
İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür. İslâm'a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…” (2/Bakara, 148) Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek, hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır (38/Sâd, 47). Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele eder. (Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123; Kütüb-i Sitte, 15/181) (7)
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin, başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer), sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı), köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır. İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, költürül ve siyâsî krizlere mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler kurulmaktadır. (8)
İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
İslâm düşünürlerine göre şerrin varlığı, aslî değil; ârızîdir. Mutlak hayrın aksine mutlak şer mevcut değildir. Şerrin zâtı yoktur. Çünkü şer, bir şeyin veya bir kemâlin yokluğudur; yani şer, bir tür eksikliktir. Varlıklarda şer olarak bilinen durumlardan her biri, bir şeyin yokluğuna sebep olan şerden ibârettir. Eğer var olan bir şey herhangi bir varlığın zâtına veya güzellik, îtidâl, yetkinlik gibi niteliğine halel getirmiyorsa, herhangi bir şekilde yokluğa sebebiyet vermiyorsa böyle bir şeyin varlığı bir zarar doğurmuyor demektir. Buna göre şerre sebep olmayan şeyin kendisi de şer değildir.
İslâm düşüncesinde hayır ve şer problemi, geniş ölçüde iyimser bir yaklaşımla ele alınmıştır. Konuya felsefî yöntemle ilk yaklaşan âlimlerden biri olan Câhiz, başlangıcından itibaren dünya düzenini hayırla şerrin, faydalı ile zararlının imtizâcına (bağdaşmasına) bağlar. Câhiz’e göre eğer dünyada yalnız şer bulunsaydı bütün varlıklar helâk olurdu. Aksine eğer sırf hayır bulunsaydı, o zaman da bir yükümlülük (imtihan, külfet) düzeninden söz edilemezdi. Ayrıca şerden kurtulup hayrı gerçekleştirmek için düşünmenin kalkmasıyla da hikmet yok olurdu.
İlâhî hikmet, âlemin en güzel, en mükemmel ve en sağlam bir şekilde kurulmasını gerektirmiştir. Âlem hayır olan bir asıldan meydana geldiği için, düzeni de hayır olmuştur. Her ne kadar dünyada bazı sebeplerin çatışmasından bir şer ve bozulma (fesad) doğar ve meselâ âlem için sırf hayır olarak yaratılan yağmur bazen zarar verirse de bu husus, yağmurun genel düzendeki hayır işlevini sarsmayan cüz’î ve ârızî bir durumdur. Şu halde yağmurun büsbütün yokluğu küllî şer, ara sıra zarara sebebiyet vermesi de cüz’î şerdir. Âlem ise cüz’îye göre değil; küllî nizâma göre işler.
Allah’ın, evrendeki her varlığa genel düzen içindeki yeri bakımından lâyık olduğu hayrı eksiksiz vermesi O’nun cömertliğinin, merhametinin ve Rablığının bir sonucudur. Bununla birlikte İslâm düşünürleri, şerrin yokluğunun da savunulamayacağını, ancak şerrin varlık düzeninde amaçlanmış bir durum olmadığını, ayrıca dünyada hayrın şerden daha çok olduğunu belirterek ölçülü bir iyimserlik görüşüne sahip olmuşlardır. Meselâ su serinletir, ateş ısıtır ve onlardaki bu nitelikler varlık düzeni için tamamen hayırdır. Bir insanın suda boğulması veya ateşte yanması birer şer ise de, bunlar su ve ateşin yaratılışında birinci derecede amaçlanmış hususlar değildir; ayrıca bunlar, genel hayır düzenini ve hayrın mutlaklığını sarsacak sıklıkta vuku bulmayıp ara sıra ortaya çıkan kötülüklerdir. Bu iyimser anlayış, insanla ilgili durumlara da uygulanarak ilâhî irâde ve inâyetin, yeryüzünün halîfesi olan insan türünün kıyâmete kadar dünyada yaşayacak ve orayı hükümranlığı altına alıp îmar edecek şekilde düzenlediği belirtilir ve buna “birinci maksat” denilir. Buna karşılık tek tek kişilerin karşılaştığı durumlar, tâlî dereceden amaçlanmış olan ârızî olaylardır. Bu olaylara bütün halinde bakıldığında bunların küllî yapıya bir düzen olarak yansıdığı görülür. Nitekim canlı tabiattaki başlıca şer çeşitlerinden elemler (acılar, ağrılar, üzüntüler) görünüşte şer gibiyse de canlıların varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunması bakımından hayır sayılmalıdır. Meselâ açlık elemi, canlıya beslenme ihtiyacını hissettirmesi bakımından hayırdır.
İslâm düşünürlerinin evrende hayır düzeninin hâkim olduğu şeklindeki iyimser felsefesi, Gazzâlî’ye nisbet edilen ve zamanla bir vecîze haline gelen, “Leyse fi’l-imkân ebdau mimmâ kân -Var olandan daha mükemmeli mümkün değildir-” şeklinde özetlenmiştir. Gazzâlî, hem tertibindeki güzellik, hem de yaratılışındaki mükemmellik bakımından bu âlemin “sûret”inden daha mükemmelinin bulunmadığı şeklindeki düşüncesini açıklarken aksine bir görüşün Allah’ın cömertliği ve kudretiyle bağdaştırılamayacağını belirtir. Gazzâlî’nin devam ettirdiği bu iyimser felsefe, daha sonraki dönemlerde geniş kabul görmüştür.
İbn Teymiyye ise, şerri sırf yokluk ve kısmî yokluk şeklinde ikiye ayırarak var olan bir şeyin sırf şer olamayacağını ifade eder. Çünkü var olan her şeyde mutlaka bir yarar, bir hayır bulunması gerekir. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır; bu hikmet, varlığın hayır tarafıdır. Özü itibarıyla yokluk sayılan şer ve kötülükler varlık değeri taşımadığından bunları Allah’ın yarattığı söylenemez. Çünkü Kur’an’da, “Allah bütün varlıkların yaratıcısıdır” (13/Ra’d, 16) denilmiştir. Sonuç olarak küllî olgular yalnızca hayırdır ve kulların yararınadır.
İslâm düşünürleri ahlâkı da âlemdeki genel hayır düzeni çerçevesinde açıklamışlardır. Buna göre kötü fiiller ve bunların kaynağı olan kötü huylar, ruhun kendine has bazı yetkinliklerini kaybetmesinin sonucudur. Aslında insanın kötü denilen fiilleri de temelde onun yetkinliğinin bir parçası olan, dolayısıyla iyi sayılması gereken bazı niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Meselâ İbn Sinâ’nın örneğiyle, nefsin öfke gücü hâkimiyet kurmak sûretiyle yetkinlik kazanır; fakat öfke ve hâkimiyet, bazen şerre de yol açabilir. Bu durum, yine nefsin bir gücü ve yetkinlik aracı olan aklın öfke gücüne baskın gelmesiyle önlenir. Bu şekilde akıl, hem nefiste kötü ahlâkın gelişmesini hem de zulüm gibi kötü fiillerin ortaya çıkmasını önlemiş olur. Bu sebeple insan, her türlü aşırılıktan kurtulmak için kendini sürekli olarak akıl ve düşüncenin denetimi altında bulundurmalıdır. (9)
Şerrin Ehveni Olur mu?
Özellikle Hakkın hâkim olmadığı, şer ve fesâdın devlet ve çevre eliyle mecbûrî istikamet olarak gösterildiği yerlerde çoğu zaman iki şerden birini kabul etme mecbûriyetinde kalırız. Bu takdirde yapılacak iş, şerrin ehvenini, yani daha hafifini kabul etmekten geçer. Burada hayırla şerrin karşılaştırması yapılıyor değil. Elbette ki hayırla, ehven-i şer karşı karşıya gelince hayır işlenecektir. İki şerden birinin tercih edilmesinden başka bir seçenek olmadığı durumda ne yapılacağı, nasıl hareket edileceğiyle ilgili olarak, ehven-i şerrin tercih edilmesi, zararın en az atlatılması olarak değerlendirilmelidir. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusunda bu gerçek, “iki fesad teâruz ettikde (karşı karşıya geldiğinde) ehaffı (daha hafifi) irtikâb olunur” şeklinde kurallaştırılır ve iki ayrı misalle açıklanır: “Yangında, yangın yerine yakın evlerin yıkılması, yangının büyümesini önleyecekse bu yola tereddütsüz gidilir.” “Batmaya yüz tutan geminin bir kısım yükleri denize atılır.”
Ehven-i şer için, naklî delil olarak, “Fitne, katilden daha büyüktür (beterdir).” (2/Bakara, 191, 217) âyet-i kerîmesi getiriliyor. Yani, fitneye sebep olacakları katletmek, fitneye yakalanmaktan daha ehven. Mutlak mânâda, adam öldürme elbette arzulanmaz. Ama bu adamlar fitneye sebep olacaklar ve bu yüzden nice insanların maddî ve mânevî hayatları tehlikeye girecekse, bu katl olayı ehven kalır. “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabul edilir.” Yani, çok hayır için, (başka bir yol yoksa) az bir şer kabul edilir. Büyük bir hayrın gelmesi, az bir kısım şerlere bağlıysa o şerler, istenmeyerek de olsa, kabul edilecektir. Kangren olmuş ve kesilmesi gereken bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki, zâhiren şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir; şerr-i kesîr olur.” Parmağın kesilmesi elbette şer. Ama elin kurtulması için bir parmağın fedâ edilmesi gerekiyorsa bunu yapmak gerekir; aksi halde şer büyür; parmak yerine el kaybedilir.
“Hayır”, bir tek hakikat olduğu halde, sonsuz denecek kadar çok şûbelere ayrıldığı gibi, şer de öyledir. Onun da nice alt birimleri, yan kolları vardır. Meselâ, sağ el ile yemek sünnet ve hayır; sol elle yemek ise bunun zıddı, yani şer. Aynı şekilde, namaz kılmak hayır, bunun terki ise
şer. O halde, ehven-i şer yoktur diyerek, sol elle yemek yemeyi, namaz k
ılmamakla eşit tutmak mümkün mü? Ticarî hayatta da kâr gibi, zararın da nice dereceleri var. Zarar da şerdir, iflâs da. Ama bunları eşit kabul edemeyiz. “Zararın neresinden dönülürse kârdır” deriz. Kur’an’da, “mü’minlere en şiddetli düşmanlığı yahûdilerin ve müşriklerin yaptığı beyan edilir (5/Mâide, 82). Hıristiyanlar ise, bu iki gruba göre daha ehven sayılır (bkz. 5/Mâide, 82). Kendi halinde, kimseye karışmayan sıradan bir kâfirle, İslâm’a karşı her imkânıyla savaşan İslâm düşmanı bir harbîyi eşit kabul edemeyiz.Üç kişi düşününüz: Birisi alkolik olsun, diğeri hem alkol alsın, hem de kumarbaz olsun. Üçüncüsü ise, hem alkolik, hem kumarbaz ve hem de hırsız olsun. Bunların üçünün de yaptıkları şer ve bunların üçü de şerli kimseler. Ama, birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye göre ehven. Hepsi kara, ama tonları farklı.
Mü’min, mecbur kaldığında, ehven-i şerle amel ettiği gibi; onun en büyük düşmanı olan şeytan da tam aksine, “a’zam-ı şer” (şerrin en büyüğü) ve “ehven-i hayır” (hayrın en hafifi) ile amel eder ve ettirmeye çalışır. Bunlar, onun vazgeçilmez prensipleridir. Onun en büyük hedefi insanları şirke bulaştırmaktır. Bir mekruhu veya haramı gözde fazla büyüterek Allah’tan ümit kestirmek ya da “ölmüş eşek kurttan korkmaz” dedirterek, “bu yanlışı yaptın, öyleyse şu şirki ve küfrü de işle, nasıl olsa aynı şey” diye telkinlerde bulunarak insana yaklaşır. Böylece haramlarla şirki aynı terazide tartan şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zâlim bir müşrik yapmaya çalışır. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan İslâm düşmanı bir dâvâ adamına dönüştürmeye gayret eder. Bu onun son hedefidir. Zira dâvâ sahibi olmayan bir müşrik, şeytanın kölesi ise, şirki dâvâ edinen savaşçılar onun can yoldaşıdır; Kur’an tâbiriyle “şeytanın askerleri/hizbi.” Bütün bunlar, şeytanın, “a’zam-ı şer” ile amel ettiğine örneklerdir.
Şeytan, bütün oyunlar
ını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen mü’minlerde taktik değiştirir. Onlar hakkında ehven-i hayırla amel eder. Mü’minin imanına ilişemeyeceğini anladımı, onun ibâdetiyle uğraşır; ibâdetsiz bir mü’min olmasını arzu eder. Bunu başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nâfilelere yanaşmamasını ister. Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibâdetlerle meşgul olmasını, başkalarına tebliğ etmemesini arzu eder. Ve mü’minlere şu yollu telkinlerde bulunur: “Her koyun, kendi bacağından asılır!”, “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar!” Şeytanın, “ehven-i hayır” ve “a’zam-ı şer” ile amel etmesi ne kadar desîse/entrika gereği ise; bizim de onun tam tersine, “a’zam-ı hayır” ve “ehven-i şer” ile amel etmemiz o kadar hikmetli olacaktır. (10) Tabii ki, hayrın ve hakkın olduğu veya uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.
Bazı müslümanlar, “şerrin ehveni olmaz!” derler. Bu söz, hiçbir günahın küçük görülmemesi mânâsına söyleniyorsa, takvâ kasdıyla ifade ediliyorsa, dinin temel esaslarından tâviz verilmemesi gerektiği dillendiriliyorsa, doğrudur. Ama, baş ağrısını kanserle bir tutma kabilinden, mekruhu haramla, veya günahı şirk ve küfürle aynı görmek sözkonusu ise, bu söze katılmak mümkün değildir. Edille-i şer’iyye dediğimiz dinin emir ve yasakları konusunda, “yapılması gerekenler” ve “yasaklar” gibi iki liste yoktur. Bu tür hikmetlerden dolayı, farzdan, vâcibe, sünnete, müstahaba ve mubaha varan bir merdiven vardır. Haramlar için de aynı durum sözkonusudur: Şirk/küfür, haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh gibi dereceler. Örneğin, bir müstahabı veya sünneti yerine getireceğim diye bir haramın işlenmesi hiçbir şekilde, naklen ve aklen uygun görülmez.
Bu konuda unutulmaması gereken husus, “hayır” ve “şer” tanımları ve hayrın/hakkın tercih edilmesi için bütün yolların tıkalı olmasıdır. “Hayrın çok olması”, mutlak hayır olması ve âhiretten bağımsız olmayan hayır anlamında ele alınmalıdır. “Şerrin az olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması, dinin temel yasaklarını içermemesi demektir. Yani bu konuda ölçü, dinin tâviz verilemeyecek esaslarından olmayan bir şer ile dünyâ ve âhiret hayrının kast edilmesidir. Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak” (2/Bakara, 86), “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak” (2/Bakara, 41), “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek” (2/Bakara, 42) gibi konular hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ehven bir şer kabul edilemez. Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer ve tâviz” tanımları açısından önemlidir. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alan olması hasebiyle, çok dikkatli olunmasını gerektiren, hassâsiyet, ehliyet ve samimiyetle değerlendirilmesi zorunlu bir husustur.
Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah (3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20) sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir. Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her konuda Rabbına itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbına teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbının emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.
Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı kılmış olabilir (2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19). Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar (3/Âl-i İmrân, 110). Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107)
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.”(3/Âl-i İmrân, 26)
1- Hüseyin K. Ece,
2- Süleyman Ate
ş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-303- A.g.e. c. 19, s. 308-309
4- Muhiddin Ba
ğçesi, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. S. 285- Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
6- Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311
7- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262
8- Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 17/46
9- A.g.e. s. 45
10- Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 2, s. 104-108
Hay
A- Kur’ân-
ı Kerim’de Geçen “Hayır” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 196 yerde): 2/Bakara, 54, 61, 103, 105, 106, 110, 148, 158, 180, 184, 184, 184, 197, 197, 215, 216, 220, 221, 221, 263, 269, 271, 272, 272, 273, 280; 3/Âl-i İmrân, 15, 26, 30, 54, 104, 110, 110, 114, 115, 150, 157, 178, 180, 198; 4/Nisâ, 19, 25, 46, 59, 66, 77, 114, 127, 128, 149, 170, 171; 5/Mâide, 48, 114; 6/En’âm, 17, 32, 57, 158; 7/A’râf, 12, 26, 85, 87, 89, 155, 155, 169, 188; 8/Enfâl, 19, 23, 30, 70, 70; 9/Tevbe, 3, 41, 61, 74, 88, 109; 10/Yûnus, 11, 58, 107, 109; 11/Hûd, 31, 84, 86; 12/Yûsuf, 39, 57, 59, 64, 80, 109; 16/Nahl, 30, 30, 76, 95, 126; 17/İsrâ, 11, 35; 18/Kehf, 36, 40, 44, 44, 46, 46, 81, 95; 19/Meryem, 73, 76, 76; 20/Tâhâ, 13, 73, 131; 21/Enbiyâ, 35, 73, 89, 90; 22/Hacc, 11, 30, 36, 58, 77; 23/Mü’minûn, 29, 56, 61, 72, 72, 109, 118; 24/Nûr, 11, 12, 27, 33, 60; 25/Furkan, 10, 15, 24; 28/Kasas, 24, 26, 60, 68, 68, 80, 84; 29/Ankebût, 16; 30Rûm, 38; 33/Ahzâb, 19, 25, 36; 34/Sebe’, 39; 35/Fâtır, 32; 37/Saffât, 62; 38/Sâd, 32, 47, 48, 76; 41/Fussılet, 40, 49; 42/Şûrâ, 36; 43/Zuhruf, 36, 52, 58; 44/Duhân, 32, 37; 46/Ahkaf, 11; 47/Muhammed, 21; 49/Hucurât, 5, 11, 11; 50/Kaf, 25; 54/Kamer, 43; 55/Rahmân, 70; 56/Vâkıa, 20; 58/Mücâdele, 12; 61/Saff, 11; 62/Cum’a, 9; 11, 11; 64/Teğâbün, 16; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 12, 32, 38; 70/Meâric, 21, 41; 72/Müzzemmil, 20, 20; 87/A’lâ, 17; 93/Duhâ, 4; 97/Kadr, 3; 98/Beyyine, 7; 99/Zilzâl, 7; 100/Âdiyât, 8.B- Kur’ân-
ı Kerim’de Geçen “Şerr” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 31 yerde): 2/Bakara, 216; 3/Âl-i İmrân, 180; 5/Mâide, 60, 60; 8/Enfâl, 22, 55; 10/Yûnus, 11; 12/Yûsuf, 77; 17/İsrâ, 11, 83; 19/Meryem, 75; 21/Enbiyâ, 35; 22/Hacc, 72; 24/Nûr, 11; 25/Furkan, 34; 38/Sâd, 55, 62; 41/Fussılet, 49, 51; 70/Meâric, 20; 72/Cinn, 100; 76/İnsan, 7, 11; 77/Mürselât, 32; 98/Beyyine, 6; 99/Zilzâl, 8; 113/Felak, 2, 3, 4, 5; 114/Nâs, 4.C- Hay
ır ve İyilika- Hay
ır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.b- Allah, Bir Ki
şi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 114.c- Allah’tan Hay
ır İstemek: 26/Şuarâ, 84.d- Ho
şa Gitmeyen Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.e- Hay
ır Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26.f- Hay
ır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.g- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
D-
Şer ve Kötülüka- Ho
şa Giden Bir Şey Şer Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.b- Kötülük Eden Kendi Aleyhine Eder: 41/Fuss
ılet, 46; 45/Câsiye, 15.c- Kötülük Yapmakta Yard
ımlaşmak Yasaktır: 5/Mâide, 2.
Konuyla
İlgili Hadis-i Şerif KaynaklarıBuhârî,
İstikrâz 4, 6; Rikak 34; Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 1/235; 5/185; 12/1984Müslim,
İman 61; Müsâfirîn, 201Tirmizî, Zühd 3, 21, 22;
İman 8; Fiten 15, 26, 76, 77, 78; Birr 28Nesâî, Cenâiz 123; Zekât 74;
İftitâh 17İbn Mâce, Mukaddime 19, 20; Tahâret 4; Ticâret 62
Ebû Dâvud, Edeb 6, 12
Muvattâ, Tahâret 36
Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18, 19
Kütüb-i Sitte; 2/549; 3/401-402; 4/265; 13/37-38, 282; 14/16, 19, 23; 16/500; 17/168, 471, 551.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, K
ırkambar Y. s. 245-2482-
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 257-261, 622-6233- Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Ba
şar, Zafer Y. c. 1, s. 112, c. 2, s. 104-1084- TDV.
İslâm Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, T.D.V. Y. c. 17, s. 43-495-
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Halid Erboğa, Şâmil Y. c. 2, s, 83, 381-382; Muhiddin Bağçeci, 6/27-296- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. c. 8, s. 26-31; c. 19, s. 307-3107-
İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 395-4128- Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko
İzutsu, Pınar Y. s. 286-2919- Kur’an’da
Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.10- Kur’an’da Günah Kavram
ı, Sadık Kılıç, Hizmet Kitabevi Y.11-
Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan 1 Milyar Müslüman, Muhammed Han Kayani, İnkılab Y.