Bakara, 154; Kavram: 109
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER
Allah Yolunda Öldürülmek ve Şehidlik
Allah Yolunda Öldürülenlere
Şehid DenilmesiŞehâdet; Anlam ve Mâhiyeti
Kelime-i
Şehâdet GetirmekŞehid; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’ân-
ı Kerim’de Allah Yolunda ÖldürülenlerKur’ân-
ı Kerim’de Şehid KavramıHadis-i
Şeriflerde Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler)Şehidlik Ruhunun Yeniden Canlanmas
ıÖlümü Tefekkür mü,
Şehâdeti Tefekkür mü?Şehid Olmak; Ölümsüz Hayata Göz Açmak
Şehidin Miras
ı ZaferdirŞehidin Destan
ıÖlümsüz
Şehidlerden Ölümsüz Mesajlar
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız." (2/Bakara, 154)
Allah Yolunda Öldürülmek ve
ŞehidlikKur'an, Allah yolundaki savaşta öldürülen kimselerin, gerçekte ölmediklerini vurgulamaktadır (2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169). Yine aynı âyetlerde, Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesini, çünkü onların diri ve Rableri katında rızıklanmakta oldukları, fakat insanların bunu fark edemedikleri bildirilmektedir.
Ölüm, şu görünen bedene özgüdür. İnsanın asıl benliği, bedeni değil; ona hareket ve canlılık veren rûhudur. Beden kalıptır. Ruh onun hakikati, insanın gerçeğidir. Bedenin aslı topraktır. Topraktan süzüle süzüle besinlerle insana geçmiş, insan vücudunda birtakım işlemlerden geçip insan tohumu haline gelmiş, tohum haline gelirken de tıpkı süt içine yağın karışması, susam tanesine yağın nüfuzu gibi insan tohumunun içine de ruh cevheri, canlılık giydirilmiştir. Ana karnında cenîn haline gelen insandaki ruh da gelişmeye başlamıştır. Cenîni insan şekline sokup şu dünyaya getiren, Allah'ın izni ve irâdesiyle onun içine üflenen ruhtur.
Özü topraktan çıkan beden, zamanla değişikliğe uğrar, büyür, gelişir, ihtiyarlar ve içindeki ruhu kaybedince tekrar toprağa düşüp çözülür, dağılır, aslı olan toprağa dönüşür. Ama deneylerden geçip olgunlaşmak, ruhsal bilgiler ve haller kazanmak için bir süre beden içinde konuk edilen ruh; ölmez, yaşar. İşte insan öldüğü zaman kabir sevâbı ve azâbı ölen bedenine değil; ölmeyen ruhunadır. Çünkü beden ölünce genellikte toprakta çürür, bazı bedenler de yakılır, kül olur. Kimileri havada parçalanıp dağılır, kimileri denizlerin derinliklerine atılıp balıklarca yenilip yutulur. Ruhunu kaybeden bedene bir daha ruh dönmez, ölen kişi şu dünyada bir daha dirilmez. Kuruyan ağaca nasıl bir daha yaşlık gelmezse, ölen bedene de bir daha canlılık gelmez.
Dünyada güzel eylemlerle bezenip sâfiyet kazanan insan rûhu, şu bedenden ayrılınca cennet bahçeleri gibi bir yaşam içine girecek, orada iyi ruhlarla, peygamberler, sıddıklar, şehidler (gerçeğin tanığı bilginler veya Allah yolunda öldürülenler) ve sâlihlerden oluşan güzel arkadaşlarla beraber, tadına doyum olmaz rûhânî âlemde bulunacaktır. Fakat dünyada kötü eylemlerle kirlenmiş, bozulmuş, çirkinleşmiş olan insan ruhu da bedeninden ayrıldıktan sonra dünyadaki kötü eylemlerinin gerçek niteliğini görecek, azap zebânîsine dönüşüp kendisinden ayrılmayacak olan o kötü arkadaşlar arasında, azaplar içinde kalacaktır. İşte Hz. Peygamber, bu gerçeğe işaret için kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu söylemiştir.
Allah yolunda öldürülenler, eylemlerin en güzelini yapmışlar, her şeyden aziz ve tatlı canlarını Allah yolunda fedâ etmişlerdir. Yoluna can fedâ eden bu insanları Yüce Allah, iyi kullarının arasına katacak, mânevî derecelerin en yükseklerine çıkaracak, cennet bahçelerinde yaşatacak; huzurunda, akla ve hayale gelmeyecek nimetlere erdirecektir.
İnsan, dünyada ne kadar mutlu yaşasa, yine de acılardan, ıstıraplardan tamamen uzak duramaz. Çünkü dünyanın lezzeti yanında üzüntü ve kederi de vardır. Asıl elemsiz, üzüntüsüz, tasasız yaşam, o ruhsal yaşamdır. Allah yolunda öldürülenler, bu ruhsal yaşamın en yücesine erdirilirler. O ebedî zevk ve huzur içinde yaşayan insanlara "ölü" demek doğru değildir. Onlar, ölümün geldiği beden giysisini atmış, katıksız, saf, ölümsüz hayata kavuşmuşlardır. Ama basîretleri (gönül gözleri) kapalı olan dünyalılar, onların o saf, ölümsüz hayatlarının, rûhânî zevk ve lezzetlerinin farkında değillerdir.
Allah yolunda öldürülen kimseler, amellerin en güzelini işlemişlerdir. Onlar, Allah'ın en fazla sevdiği işi yapmış, canlarını Allah uğruna fedâ etmişlerdir. Yoluna can fedâ eden bu insanları Yüce Allah, sâlih/iyi kullarının arasına katacak, mânevî derecelerin en yükseklerine çıkaracak, cennet bahçelerinde yaşatacak, huzurunda, akıl ve hayale gelmeyecek nimetlere nâil eyleyecektir.
İnsan, dünyada ne kadar mutlu yaşasa da yine de acılardan, sıkıntılardan uzak olamaz. Çünkü dünyanın lezzeti yanında üzüntü ve kederi de vardır. Asıl elemsiz, üzüntüsüz, tasasız yaşam, o rûhî hayattır. Şehidler, bu ruhsal yaşamın en yükseğine ermişlerdir. O ebedî zevk içinde yaşayan insanlara ölü demek doğru değildir. Onlar, ölmenin ârız olduğu vücut elbisesini atmış, katıksız, saf, ölümsüz hayata kavuşmuşlardır. Ama basîretleri kapalı olan dünyalılar, onların o saf, ölümsüz hayatlarının, rûhânî zevk ve lezzetlerinin farkında değillerdir.
Allah yolunda cihad, ibâdetlerin en üstünüdür. Cihad eden müslüman, ya şehid olur, ya gâzi. İkisi de yüksek rütbelerdir. Hele şehidlik mertebesi, mertebelerin en yücesidir. Peygamberlikten sonra en makbul seviye, şehidlik mertebesidir. Bundan dolayı ashâb-ı kiram, şehid olmak için can atarlardı. Allah'ın kılıcı ünvânıyla taltif edilmiş bulunan Hâlid bin Velid, son demlerinde, ömrü savaşlar içinde geçtiği halde yine şehid olamayıp yatağında ölmekte olduğu için çok üzgün olduğunu söylemiştir. (1)
Mü'minler, her şeyden önce Allah'ın emri olduğu için cihad edip savaşırlar. Onlar için bu yolda şehid olmak, büyük bir şereftir. Şehidliği arzu eden, dolayısıyla ölümden korkmayan insanı hiçbir silah, hiçbir düşman korkutamaz.
Allah Yolunda Öldürülenlere
Şehid DenilmesiKur’an’a baktığımızda, “şehid” kavramının bizzat “Allah yolunda öldürülen” anlamına kullanılmadığını, çok geniş anlamının olduğunu, öncelikle de şâhid/tanıklık eden, eşyanın hakikatlerini müşâhede eden gibi anlamları içerdiğini görürüz.
Peki, neden İslâm kültüründe “Allah yolunda öldürülen kişi”ye “şehid” adı verilmiştir? Çünkü şehâdet (şehidlik) ilimle, yaşayışla, adâletle Hakka şâhidlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet denmiş ve bu şekilde canlarını fedâ edenlere de şehid adı verilmiştir. Doğru olduğuna inandığı şey için kişinin hayatını fedâ etmesi, imanındaki ihlâsın bir göstergesidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) da hadislerinde Allah yolunda öldürülen anlamında şehid kavramını kullanmıştır. Fakat şunu belirtmekte fayda vardır ki; şehid olmak, mutlaka savaşta ölmeyi gerektiren bir durum değildir. Belki savaşta Allah yolunda ölmek, şehâdetin bir yan özelliğidir, aslından değildir. Şehâdetin özü, yakînî ilim, adâlet, takvâ ve yaşayışla Hakka şâhid olmaktır. Buna göre, “Allah yolunda cihad esnasında öldürülen her mü’min şehid, fakat her şehid Allah yolunda mücâdele sırasında öldürülen değildir” diyebiliriz. Yani şehid, Allah yolunda öldürülen anlamını da içermektedir. O halde Allah yolunda şeytânî güçler tarafından öldürülen mü’mine şehid derken, şehid kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı şekilde mutlak ve geniş anlamını unutmamak gerekir.
Şehâdet, Di
ğer Ölümler ve Cihad: Normal bir ölüm, yani şehâdetin dışındaki bütün ölümler, insanların hayatında pek etki bırakmaz. Başlangıçta biraz tesirleri olsa da bu etkileri kısa bir süre içerisinde kaybolur. Fakat şehâdet, öyle değildir. Şehidin bu dünyadan öbür dünyaya göçü asla unutulmaz. Şehidler tarih sayfalarına gömülüp kalmazlar. Çünkü şehidler, bütün bir insanlık için Allah yolunda giriştiği mücâdele ve şehâdetiyle destanlar yazmışlardır. Şehidler, topluma can vermek, kan vermek, ışık tutmak, nur saçmak, hayat vermek için kendilerini fedâ ederler. Şehidler, kalp gibidir; toplumun kurumuş damarlarına kendi kanlarını ulaştırırlar. Müslümanlara yeniden dinlerine ve kendilerine inanıp güvenme duygusu kazandırırlar.Şehid; kötülüklerin, zulümlerin ve şeytanî güçlerin ortadan kalkmas
ı ve insanların mutluluğa kavuşmaları için canını ortaya koyarak kelle koltukta mücâdele eder. Böylelikle müslümanların kalplerinde taht kurar. Müslümanların tâğûtî/şeytânî güçler karşısındaki mücâdele ve mücâhedelerine ivme kazandırır. Müslümanlar, tarihin hangi devrinde olursa olsun, şehidi asla unutmamışlardır ve unutamazlar.Cihad, Allah yolunda yapılan savaşımın, mücâdelenin her türlüsünü kapsamına alır. Bir hareketliliği, canlılığı, gayret ve didinmeyi ifâde eder. Allah uğruna cihad eden, yani mücâdele eden, didinen, gayret sarfeden ve savaşan kimseye mücâhid denilir. Buna göre şehid, mücâhiddir. Mücâhid olmayanın şehid olması mümkün değildir. Ancak “hayat, iman ve cihaddır” düsturuyla hareket edenler şehidlik mertebesine erebilirler. Çünkü şehâdet ucuza elde edilebilecek bir şey değildir. Şehâdet işi, Allah’la bir alışveriş işidir (9/Tevbe, 111). Bu alışveriş çok kârlı bir ticarettir, karşılığında cennet olan bir alışveriş!
Şehâdet makam
ı, “söz”den ziyâde “hareket”in, “eylem”in meyvesidir. Gerçi, sözünü silâh haline getiren müslümanların da İslâm düşmanlarınca öldürüldükleri görülmüştür. Ama, bu noktada artık, söz, söz mertebesinden silâh mertebesine geçmiştir de, onun içindir İslâm düşmanı olanların o gibi söz sahiplerini öldürmekten başka çare olmadığını düşünmeye başlamaları...Bir İslâm büyüğüne; “bize, köle âzâd etmenin faziletinden bahset” dediklerinde, onun hemen izin isteyip o topluluğu terk etmesi ve bir müddet sonra gelip konuşmaya başlaması örneği vardır. O İslâm büyüğü der ki: “Benden bu konuda istekte bulundunuz. Ama, ben o zamana kadar hiç köle âzâd etmemiştim. Size o konunun fazileti hakkında nasıl söz söyleyebilirdim? Gittim, evimde her ne kadar param varsa, onları aldım; pazara uğradım, orada bir köle satın aldım ve sonra da âzâd ettim onu. Şimdi, o konunun fazileti hakkında biraz rahatça konuşabilirim...” Şehidliğin faziletiyle ilgili dille ve kalemle bir şey anlatmak konusunda da, aynı şekilde davranmamız gerekmez miydi? Şehâdetin fazileti, şehidliği göze almış yürekli bir eylemle anlatılmalı...
Söz söylemeye varız da, “sözümüzün eri” olmaya gelince, âdeta gelecek zaman üzerinde tasarruf hakkımız varmış gibi, muhtelif hesaplarla yan çizmemiz yok mu, işte o bizi mahvediyor. Bahânelerimiz de çok kere mantıklı ve mâkul geliyor her birimize. İslâm hâkimiyeti ve ilâ-yı kelimetullah dâvâsı uğruna yüz binlerce şehid vermiş atalarıyla övünen insanların, yakın tarihte yıllardır kaç tane şehid verdiklerini değerlendirdiklerinde çok eskide kalmış şehid atalarıyla övünmeye haklarının olup olmadığı anlaşılacaktır. Henüz “şehid vermek” değil; “şehid kazanmak” kavramının anlamını bile idrâk noktasına gelip gelmediğimizi kendimize bir sormalıyız.
Şehid... Esmâü’l-hüsnâ’dan, Allah Teâlâ’n
ın isimlerinden olan şehid kavramı, tahsîsî değildir; yani Kur’an’da hiçbir yerde, belirleme eki olan “el” takısıyla birlikte, “eş-şehîd” şeklinde geçmez. Yani, sadece Allah Teâlâ’ya mahsus değildir. Şehid kavramı, Allah Teâlâ için kullanıldığında “her yerde hâzır ve nâzır olması hasebiyle, her şeyi hakkıyla bilen” mânâsınadır. Şâhidlik, bilmekten daha ileridir. İslâm ıstılahında “şehid”, bilindiği gibi, “Allah yolunda dünya hayatını fedâ eden kimse” anlamında kullanılmaktadır. Başka dinlerde ve ideolojilerde ise, esasen “şehidlik” diye bir mertebe yoktur. Bu yüzden, başka din mensuplarının kendi dinlerine veya ideolojilerine (ki ideolojiler de birer bâtıl dindir), geçerlilik kazandırabilmek yolunda ölenler için “şehid” denilemez. Ne var ki, her şeyden önce, çoğu müslümanların (özellikle medya mensuplarının) bu husustaki vurdumduymazlığı ve İslâm düşmanlarının da çifte standart ve istismarcı yapıları ile İslâmî kavramları sû-istimal etmektedirler. Şehidin, İslâm’da çok yüksek bir mânevî makama sahip olduğunu bilenler, bu makamın etkisini tahrip edemeyenler, müslüman toplumların kütür ve akîdelerindeki şehid anlayışını söküp atamadıklarından, atamayacaklarını da bildiklerinden; bu kavramın içini kendileri doldurmaya başlamışlardır. Kendi sapık hedefleri, niyet, inanç ve ideolojileri için bu kavramı yüzsüzce kullanmayı denediler ve maalesef çoğu yerde de muvaffak oldular. İslâmî kavramların en aziz kelimelerinden birisi olan şehid kelimesinin mânâsının korunamaması, en başta şehidlerin dünya hayatını fedâ ettikleri mânâlara karşı, bir “emânete hiyânet” durumu ortaya çıkarır.“Vahyi reddetmek” üzerine kurulu laiklik bile, bütün materyalistliğine ve âhiret hayatını bir zan ve zihin fantezisi olarak değerlendirmesine rağmen, kendi kayıplarına, kendi yolunda öldürülenlere “laiklik şehidi” demiyor mu? Hatta İslâm’la en küçük bir ilgisi olmayan kişilerin veya toplumların, bu kavga ve mücâdele dünyasında, karşısına çıkan herhangi bir hasmı ile savaşırken ölmesi karşısında, ona taraftar olanlar, bizim üzerinde yaşadığımız toprakların kitle iletişim haberlerinde, her çeşit medyada o gibi kimselerden “şehid” diye söz etmiyorlar mı? Buna karşı bizler, gerçek mânâda İslâmî ölçülere göre şehid kavramına lâyık olanların, dünya hayatlarını uğrunda verdikleri aziz hedefleri değil; onların hâtırasını korumakta bile gerekli hassâsiyeti göstermiyor ve “şehid” gibi bir yüce sıfatı, o mânâya zıt, ona ters ve en seviyesiz kimseler için kullanılmasına bile seyirci kalıyoruz. Şâir ne demiş:
“Vicdan bile duymaz, sesi çıkmazsa bir âhı
Sessiz kölelerdir yaratan, bin bir ilâhı.”
“Şehid vermek” değil; “şehid kazanmak” demiştik. “Vermek”te bir kaybetmek vardır; elden bir şeyler çıkıyor, vermekle. Şehâdet ise, bir kayıp değil; kazançtır. İnancı yolunda, Allah’ın dini uğrunda dünya hayatından vazgeçmeyi göze alabilecek kadar çetin bir mücâdeleye girişen müslümanın şehâdetle dünya hayatından çekilişi, evet, zâhiren bir kayıp gibi gözükse de, o gerçekte bir kazançtır. Çünkü, Allah’ın vaad ettiği yüksek mânevî makamlardan ayrı olarak, şehid olmanın verdiği bir mesaj vardır. Topluma kazandırdığı ruh vardır, kanıyla eğitip yetiştirdiği insanlar vardır.
Müslüman, şehid olmakla, diyor ki: “Ben, öyle bir dünya nizamına ve öyle bir hayat telâkkisine sahibim ki, onun bütün insanlar içinde tek kurtuluş yolu olduğuna inanıyorum ve sadece kendi hayatımı bu inanca göre düzene sokmak için değil; bütün insanların da bu anlayış içinde yaşayabilmesi için, bu yolda hatta dünya hayatından geçmeyi göze alıyorum. Evet, yaşamak için benimsediğim hayat yolu, öyle bir yoldur ki, onun uğrunda ölebiliyorum.” Böyle bir anlayış içinde olan insanın dünya hayatını fedâ edebilmesi bir kayıp değil; bir kazançtır. Bu dünyevî ve uhrevî kazanç öylesine büyüktür ki, şehid; kanıyla, dâvâsına yeni bir kan ve can vermekte, dâvâsı yolunda tesâdüfen değil; bilerek dünya hayatını fedâ etmekle, inancının güçlülüğünü düşmanlarına da isbatlamakta ve hatta dünya hayatındayken iknâ edemediği, kendisine çekemediği yakınlarını da şehâdetiyle terbiye etmekte ve geride bıraktığı şehidlik hâtırasıyla kendi yakınlarına çok güçlü mesajlar vermekte ve iftiharlar sunmakta ve bu övünç duygusunun verdiği şuurla, onları kendi mânevî huzur alanı içine çekmekte, dâvâsını, inancını, mücâdelesini onlara daha iyi anlatmaktadır. (2)
Şehâdet; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şehâdet’ veya ‘şuhûd’ sözlükte, bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir. ‘Şehâdet’ kelimesi farklı kullanım yerlerine göre, hazır olma, tanıklık, açık belirti, ona tanıklık etme demektir. Türkçe’de kullanılan ‘şâhit olma’, ‘şehâdette bulunma’ bu anlamlardadır. ‘Şehâdet ve şuhûd’ Kur’an’da ‘ğayb’ın karşıtı olarak kullanılmaktadır.
‘Şehâdet’ türevleriyle birlikte Kur’an’da yüz altmış yerde geçmektedir. Bu türevlerden en çok kullanılan, ‘şehid’ (çoğulu: şühedâ), ‘şâhid’ (tanık olan, gözleyen), ‘meşhûd’ (gözlenen, tanık olunan), ‘istişhad’ (tanıklık, gözleme, görerek bilip öğrenme) kelimeleridir.
‘Şehâdet’ kelimesi Kur’an’da çok geçmesine rağmen, yeterince bilinmeyen veya çok dar mânâda bilinen kavramdır. Kur’an’daki şu ifade dikkat çekicidir: “Burçları olan göğe andolsun, o vaadedilen güne, şâhid olana (görene) ve şâhid olunana-meşhûda (görülene de).” (85/Bürûc, 1-3). Allah (c.c.), kendisinin hem ‘ğayb’ âleminin hem de ‘şehâdet’ âleminin âlimi olduğunu beyan ediyor (32/Secde, 6; 39/Zümer, 46; 59/Haşr, 22; 62/Cum’a, 8). İnsan Allah’tan aldığı şuur ve işaretle, ilim veya düşünce üretebilir. Bu ilim ve düşünce sâyesinde de varlığı ve eşyayı tanır. İnsanın kendisi ve onun ürettiği bilgi ve düşünce, Şâhid olan Allah’ın ona verdiği bir ‘şehâdet’ olayıdır. O, Allah’ın kendi varlığının delili olarak yarattığı ‘şuhûd âlemindeki’ bazı şeyleri görmektedir, gözlemektedir.
İnsan iman ettikçe, bunun doğrultusunda ilmi arttıkça ve kalp gözü açıldıkça , âlemdeki Allah’ın ‘şâhidlerini’, O’nun varlığını her an bilenleri, ona tanıklık edenleri daha iyi anlar. Böyle bir insan için ‘gayb’ın bir kısmı ‘şâhid’ olunan ‘meşhûd’ âlem haline gelmeye başlar. Aynı kökten gelen ‘müşâhede’; iyice gözlemek, hisleriyle bir şeyi anlamak, bir şeyde kesin bir bilgiye ulaşmak anlamlarına gelir. Şehâdet ise, müşâhedeye hazır olmak, nefis ve duygularla bir şeyin varlığına şâhid olmak, ona ait bir bilgiye ulaşmak ve sonunda bu bilgiyi açığa vurmak eylemidir.
Kişi, gerek nefsiyle, gerekse duyularıyla bir şeyin doğruluğunu anlarsa, o şeyin doğru olduğundan emin olursa, onu itiraf eder, onun öyle olduğuna tanıklık eder. Söz gelimi Tevhid Kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelime ile verilen bilginin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şâhid olmaktır. Burada hislerle bir şeyin doğruluğu gözlenmiş, emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘şehâdet’le ortaya konmuştur.
Allah (c.c.) kendi varlığını ‘ğayb-şehâdet’ süreci olarak ortaya koyuyor ve insanı çeşitli şekillerde buna şâhid olmaya çağırıyor. İşte bu şehâdet, insanın kaçamayacağı bir tanıklıktır. Yerde ve gökte olan her şey bu tanıklığı yapmaktadır. Yalnız bazı insanların nefisleri bunu inkâr etse de, gerçek böyledir (57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1; 17/İsrâ, 44). Zâten Kıyâmet günü insanların dilleri susacak, buna karşın elleri ve ayakları insanın ne yaptığına ‘şâhitlik’ edeceklerdir (36/Yâsin, 65; 41/Fussilet, 20).
İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdet’i yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şehidlerden yaz” diye duâ etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir (3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide, 83). Olgun mü’minler, bu anlamdaki şehâdetlerini hakkıyla yerine getiren kimselerdir (70/Meâric, 33). Kur’ân’ı tam anlayabilmek için bu evrensel şehâdeti bütün anlamıyla yerine getirmek gerekir. Çünkü Kur’an, bu şehâdeti insanlara bildirmek için geldi.
Allah’ın güzel adlarından biri de ‘Şehid’dir. O, her şeye ve her şeyin üzerine şâhiddir (3/Âl-i İmrân, 98; 5/Mâide, 117; 10/Yûnus, 47). Allah’ın varlığı ve O’na ait yaratma, var etme, Rablik, kudret ve bunların eserleri bütün evrende, her yerde varken, bu şehâdeti inkâr etmek zâlimliktir (2/Bakara, 140).
Şehâdetin tarihî süreç içerisinde üç zaman
ını görmek mümkündür: Allah’ın, insanların benliklerini kendi gerçeğine şâhid tuttuğunu Kur’an haber vermektedir. Bu ‘elest bezmi’ diye bilinen sözleşmedir/misaktır. Bütün insanlar fıtratlarıyla Allah’a ve O’nunla ilgili gerçeklere ‘şehâdet’ etmişlerdir ve etmektedirler. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘evet Rabbimizsin, buna şehâdet ederiz’ demişlerdir (7/A’râf, 172). Bu şâhidlik sebebiyle insan öldükten sonra, benim bundan haberim yoktu diyemeyecektir.İnsan dünyaya geldikten sonra, dünya hayatının câzipliğine kapılarak bu şehâdeti unutabilir. Ahirette ona ‘sana bir uyarıcı peygamber gelmedi mi?’ sorusu sorulduğu zaman ‘nefislerimize karşı şehâdet’ ederiz’ derler (6/En’âm, 140). Bu itiraf, hem varlık dünyasının Allah’a ait olduğunu kabul etmektir, hem de varlığın sahibi Allah’ın insana elçiler gönderdiğini ilan etmektir. Böylece insanlar dünya hayatında da bu şehâdeti sürdürmeye davet ediliyorlar. Bu şehâdeti yerine getiren mü’minleri Kur’an şöyle anlatıyor: “Rasûl’e indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz, inandık, bizi şâhidler (olarak) yaz!” (5/Mâide, 83)
Allah (c.c.) kendi varlığına bizzat kendisi şehâdet ediyor. Aynı şehâdeti melekler ve ilim sahibi kimseler de yaparlar (3/Âl-i İmrân, 18). Allah (c.c.) bu tanıklığı, kendisinin dışında herhangi bir ilâh olmadığı gerçeğini vurgulayarak yapmaktadır. Melekler, bu gerçegi itiraf ederler. İlimden nasibi olan bazı âlimler de elde ettikleri bilgilerle bunu kabul ederler. Çünkü onların elde ettiği bilgiler zâten Allah’ın Rabliğinin şâhitleridir.
Allah’ın Şehâdeti: Allah (c.c.), âfakta (dış âlemde) ve enfüste (nefislerde) bulunan âyetlerini insana göstereceğini belirttikten sonra, kendisinin her şeye şâhid olduğunu haber veriyor (41/Fussilet, 53). Allah’ın şehâdetinin insan üzerinde gerçekleşmesi ise daha fazla dikkat çekicidir. Her şeye şâhid olduğunu söyleyen Rabbimiz, insana, onun şah damarından daha yakın olduğunu da açıklıyor (6/En’âm, 19). Öyleyse insan sürekli bu tanıklığın kontrolü altındadır. İman edenler bu gerçeği bilerek devamlı en iyi ameli, devamlı en güzel kulluğu yapmaya çalışırlar. Allah’ın insanı her an gördüğünün bilinmesi şuuru, ‘ihsan’ durumudur ki mü’minlerin yücelecekleri en üstün makamdır.
Peygamberlerin Şâhid Oluşu: Allah (c.c.) kendisi her şeyin şâhidi (veya şehidi) olduğu gibi, aynı zamanda peygamberler de gerçeğin ve insanların yaptıklarının birer şâhididirler (16/Nahl, 84). Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bir ‘şâhid’ olarak gönderildiğini sık sık vurgular (33/Ahzâb, 45; 48/Fetih, 8; 73/Müzemmil, 15). Peygamberimiz aynı zamanda bütün insanların şâhidi olacaktır (4/Nisâ, 41). Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl şehid/şâhid ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehidler topluluğudur. Kur’an bunu çoğul halinde ‘şühedâ’ olarak kullanıyor (2/Bakara, 143; 22/Hacc, 78). İslâm ümmeti bu mânâda bütün insanlar üzerinde şühâdadırlar/şâhittirler. Onlar, yeryüzünde hakikatin gerçek şâhidleridir.
Kur’an, yeryüzünde bozgunculuk yapıp doğru yoldan uzaklaşan ve İlâhî vahye inanmayanları, iddialarını isbat etmeye çağırıyor (28/Kasas, 75). Allah adına uydurdukları hükümlerin, doğru yolda olduklarının şâhitlerini getirmeleri isteniyor. Onlar elbette bu yaptıklarının doğruluğunu isbat edecek doğru şühedâ bulamazlar.
Adâlet ve Şehâdet: Şehâdet, ancak adâlet duygusuyla gerçekleştirilebilir. Yerde ve gökte mutlak anlamda İlâhî adâlet vardır. Allah’ın adâlet sıfatının tecellisi bütün yaratıkları kuşatmıştır. İnsanlar arasındaki adâletin sağlanması da hakkıyla ‘şâhitlik’ yapmakla mümkündür. Kur’an, hukukî anlamda yapılacak şehâdetin de hakkıyla yapılmasını emrediyor. Bu şehâdet adâlet sahibi kimseler tarafından yerine getirilir (5/Mâide, 8, 44; 65/Talâk, 2).
Kur’an, borçlanmalarda, vasiyetlerde, zinâ ve iftira cezalarında şâhid getirilmesini bu gibi şeylerin şâhitlerle isbatlanmasını emrediyor (2/Bakara, 282; 4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 4, 6-9). Müslüman ve iffetli kadınlara zinâ iftirası yapıp da bunu dört şâhitle isbat edemeyenlerin şâhitlikleri ebediyyen kabul edilmez (24/Nûr, 6-9). Kıyâmet günü Allah (c.c.) bütün herkes ve her şey üzerine şâhiddir. O, elbette dünya hayatında her şeye tanıklık ediyor. Hesap günü de O, insanların yaptıklarına şâhitlik edecektir (4/Nisâ, 159; 10/Yûnus, 29; 13/Ra’d, 43...).
Bütün insanlar da kendi şâhitleriyle (peygamberiyle) diriltilir ve hesapları görülür (16/Nahl, 84). Peygamberimiz (s.a.s.) hem kendi ümmeti üzerine, hem de bütün insanlar üzerine şâhid olarak getirilir (16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 42). Ayrıca her insanın elleri ve ayakları, derisi, kulağı ve gözü kendi aleyhine şâhitlik edecektir (41/Fussilet, 20-22; 36/Yâsin, 65; 24/Nûr, 24).
Allah’a ve Rasûlüne itaat edenler, kendilerine Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sâdık olanlar, sâlih ve şühedâ (şâhidler/şehidler) ile beraber olurlar. Onlar gerçekten güzel arkadaştır (4/Nisâ, 69). Buradaki ‘şühedâ’ yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda Hakk’a şâhitlik edenler olabileceği gibi, Allah yolunda canlarını fedâ eden şehidler anlamına da gelebilir.
Şehâdet, ilimle ve yaşant
ı ile Hakk’a şâhitlik etmek olduğu için, bunun göstergesi olarak Allah yolunda can vermeye de ‘şehâdet-şehidlik’ denilir. Bu yolda canlarını fedâ edenlere ‘şehid’ denilir. Bu şehidlik, şehâdetin bir başka şekilde gerçekleşmiş halidir. Ancak asıl ‘şehâdet’ yakîn bilgi (ilim), adâlet, takvâ ve İslâmî yaşayışla Hakk’a şâhit olmaktır. Bu mânâda bütün güzel mü’minler birer şehiddir. (3)
Kelime-i
Şehâdet Getirmekİslâm’ın, halk açısından anlaşılamayan yönlerinden biri de kelime-i şehâdet getirme meselesinde kendisini göstermektedir. Bilindiği gibi, matematikte bir problemi çözerken formülü yanlış uygularsanız sonuç da yanlış çıkar. Kelime-i şehâdet de İslâm’ın formülüdür. İlk etapta bunu doğru anlarsak, neye ve nasıl şâhidlik yapacağımızı da doğru anlamış ve doğru yaşamış oluruz.
Kelime-i şehâdeti mânâ olarak hatırlayalım: “Ben şâhidlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ben yine şehâdet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve rasûlü/elçisidir.” Bilindiği gibi, günümüzde bir insan, müslüman olmak istediği zaman, ona birtakım telkinlerden sonra hemen kelime-i şehâdet söylettirilir. Böylece o kişi İslâm’a dâhil edilmiş olur.
Her şeyden önce, kelime-i şehâdetle nelerin denmek istendiğini açıklayalım: İlâh; kendisine itaat edilen, sığınılan ve râzı edilmeye çalışılan varlık demektir. Buna göre şehâdet kelimesinin ilk cümlesini tekrar edelim: “Şâhidlik ederim ki Allah’tan başka ilâh (mutlak olarak itaat edilecek, sığınılacak ve râzı edilecek varlık) yoktur, ben tanımıyorum.” Bu, Allah’tan başkasına kayıtsız şartsız itaat etmemeyi ve sadece O’nun emir ve yasaklarına uyarak yaşamayı gerektirir.
O halde kelime-i şehâdet getirmek, insanlara şunu haykırmaktır: “Ey insanlar! Artık ben Allah’tan başkasına itaat etmeyeceğime şâhidlik edeceğim. Siz de benim hayatımda Allah’tan başkasına ait kuralların olmadığını göreceksiniz.” Yani buradaki şehâdet, sözlü değil; fiilîdir/eylemseldir.
İkinci cümleye gelince: “Ve yine şâhidlik ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisidir.” Elçi; bir şeyi birinden alıp bir başkasına götüren kimsedir. Padişahlar ferman yazıp elçilerine verir ve istedikleri kimselere gönderirler. Dolayısıyla padişaha giden yolu en iyi bilen o elçidir. Tıpkı bunun gibi peygamberler de Allah ile insanlar arasında elçidirler. Allah’tan aldıklarını insanlara iletirler. Bu örnekte elçi, nasıl padişaha giden yolu en iyi bilen kişi ise, Allah’a giden, O’nun râzı olduğu yolu en iyi bilen de peygamberlerdir. Öyleyse, teklife muhâtap insanlardan, Allah’a gitmek ve Allah’ı râzı etmek isteyen olursa, yapacağı şey, kendisine gelen peygamberi örnek/önder kabul edip onun gibi inanıp yaşamaktır.
İşte “Hz. Peygamber’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şâhidlik ederim” diyenler de, gerçekte şunu söylemiş olurlar: “Ey insanlar! Benim için, beni Allah’a götürecek tek önder Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ben Allah’a itaat ederken O’nun kulu ve elçisi gibi itaat etmeye çalışacağım. O benim için örnektir.” Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler ve Allah’ı çok zikredip ananlar için Allah’ın peygamberinde pek güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Ashâb, şehâdeti böyle anladı ve böyle yaşadı. Yoksa, bugün olduğu gibi, sadece diliyle kelime-i şehâdeti söyle ve bir ömür boyu hayatını pek fazla değiştirmeden yaşa! Hayır, böyle bir anlayış İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Öyle bir yaşam ortaya koyacaksın ki, sen dilinle “ben müslümanım” demesen bile, dışarıdan bakanlar sana “müslüman” demeliler. İşte şehâdet budur. Sadece söylenen bir söz değil; aynı zamanda yaşanan bir hayattır. Aksi takdirde pek bir anlamı olmaz. Şehâdet getirmek, getirmeyenlerden farklı olmaktır. (4) Şehâdet, Allah’la ve mü’minlerle bir antlaşma imzasıdır; bir sözleşmedir. Mü’minlere ait bütün haklardan yararlanmak için, mü’minlere ait bütün görevleri yerine getirme sözüdür. Cennet karşılığında bir alışveriş akdidir.
Şehid; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şehid’, şehâdet konusunda geçtiği gibi, ‘şâhid olan, tanıklık eden, kesin bir haberi veren, hazır olan’ gibi anlamlara gelir. ‘Şehid’ kavramı Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmasına rağmen, şehid deyince akla daha çok Allah yolunda öldürülen kimseler gelmektedir. Bu bakımdan ‘şehid’, Allah yolunda, O’nun dini uğrunda çalışırken ya da cihad ederken canını veren, bu uğurda ölen kimse demektir. Bu gibi kimselere ‘şehid’ denmesinin sebebi, onların cennetlik olduğuna şâhitlik edilmesi, Allah’ın huzurunda her zaman diri olmaları, ölümleri zamanında meleklerin onlara şâhit olmaları veya doğrudan Cennete giderek Allah’ın onlar için hazırladığı çeşitli nimetlere şâhit olmalarıdır.
‘Şehid’ kelimesi Kur’an’da otuzaltı yerde tekil, bir yerde ikili, onsekiz yerde de çoğul olarak ‘şühedâ’ şeklinde geçmektedir. Kur’an’da ‘şehid’ kelimesi aynı kökten türemiş diğer kelimelerle beraber daha çok Türkçe’de şâhitlik-tanıklık olarak bildiğimiz mânâda kullanılmaktadır.
Allah’ın İsmi Olarak Şehid: Allah’ın güzel isimlerinden (Esmâu’l-Hüsnâ’dan) biri de ‘Şehîd’dir. Allah’ın ismi olarak Şehid, kendisinden hiç bir şey saklanamayan, her şeye şâhid, ve hiç bir şeyi unutmayan demektir. Şâhit olma, bir şeyin bizzat yanında hazır olmayı hatırlatır. Allah ğaybı ve gizli-açık her şeyi bilmesiyle ‘Alîm-Bilen’, her şeyden haberdar olmasıyla ‘Habîr-haberi olan’, açık ve ğayb olan şeylere şâhid olması açısından da Şehiddir. Aslında Allah (c.c.) her şeyi bilir ve her şeye mutlak anlamda şâhiddir. İnsanlar bir şeyi, ancak ona ulaştıklarında, o şey kendileri için hazır olduğu zaman bilirler, ona şâhitlik ederler. Allah ise, insanlar için hazır olmayan, insanların bilmediği her şeye de ‘şâhid’ olan, onları olduğu gibi bilendir.
Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah (c.c.) kendinden başka tanrı (ilâh) olmadığına ‘şehâdet ettiği gibi melekler ve ilim sahibi kimseler de buna şâhitlik ederler (3/Âl-i İmrân, 18). O, kullarının işlerine, meselâ münafıkların yalancı olduklarına şâhitlik eder (63/Münâfıkûn, 1). Rabbimiz, şeytanları ve onların yardımcılarını kâinatın yaratılmasına şâhit tutmamıştır (18/Kehf, 51).
Şehâdetin en büyüğü Allah’a ait olandır. Bu O’nun tarafından bilinen şeydir, ya da O’nun bildirdiği şeylerdir (6/En’âm, 19). Allah, hem şehâdet âlemini, hem de ğayb âlemini bilir. O, hepsinin şâhididir (32/Secde, 6; 39/Zümer, 36; 59/Haşr, 22). ‘Şehid’ kelimesi yirmi kadar âyette Allah (c.c.) hakkında kullanılır. “Allah her şeye şehiddir, -şâhiddir-” veya “şehîd olarak Allah yeter” şeklinde sık sık geçmektedir. Şu âyetlerde bunun örneklerini görmekteyiz: “Allah, muhakkak Kıyamet günü onların arasını açacak, hükmünü verecektir. Şüphesiz Allah her şeye şehiddir.” (22/Hacc, 17). “Rabbin sana yeterli değil mi? Şüphesiz O her şeye ‘şehiddir.” (41/Fussilet, 53). “Allah, benimle sizin aranızda ‘şehid’ olarak yeter. Şüphesiz ki O kullarının yaptığından haberdardır.” (17/İsrâ, 96)
Allah Teâlâ, kullarının yaptığı her şeye şehid-tanık olduğunu haber veriyor (3/Âl-i İmrân, 98). Yüce Allah, bir âyette de kendisi hakkında çoğul olarak ‘şâhidîn-şâhitler’ demektedir. Rabbimiz kendisi hakkında bazen ‘Biz’ zamirini kullanmaktadır. “Biz onların hükümlerine şehid-şâhitler idik” (21/Enbiyâ, 78) âyetinde de bu durum söz konusudur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) de ‘şehid’ sıfatıyla anılmaktadır. Çünkü O, hem kendi ümmeti için, hem bütün insanlar için bir ‘şâhid’ olarak görevli kılınmıştır. O’na inanan mü’minler de insanlar üzerine ‘şehid’ olmaktadırlar. “Size bundan önce müslüman ismini O verdi. Bunun sebebi, Rasûl sizin üzerinize, sizler de insanlar üzerine ‘şehid’ (tanık) olasınız diye.” (22/Hacc, 78; Ayrıca bkz. 4/Nisâ, 41; 48/Fetih, 8)
İnsanların Şâhid Olması: ‘Şehid’ ismi, Allah hakkında kullanıldığı gibi insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımların daha çok Türkçe’deki ‘şâhitlik-tanıklık’ anlamı taşıdığını görmekteyiz. ‘Şehid’in çoğulu ‘şühedâ’ Kur’an’da daha çok ‘şâhitler’ mânâsında kullanılmaktadır. Bu çoğul hali müşrikler hakkında kullanıldığı zaman, sahte tanrılar, müşriklerin yardımcı sandığı kimseler veya onların lehine şehâdet edecekleri umulan kimseler anlamı anlaşılmıştır.
İslâm ümmeti diğer insanlar üzerine ‘şühedâ’-şâhidler’ olarak seçilmiştir. “Böylece sizi, insanlara ‘şühedâ-şâhitler (ve örnek) olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık. Peygamber de sizin üzerinizde ‘şehid-tanık’ olsun…” (2/Bakara, 143). Allah (c.c.) zafer ve hüzün günlerini insanlar arasında devredip durur. Bunun sebebi, Allah’ın insanlar arasından ‘şühedâ-şâhitler veya şehitler’ seçmek istemesidir (3/Âl-i İmrân, 140). Mü’minler, şehâdet sahibi kimseler (şühedâ) ile beraber haşr olunmayı (hesaba çekilmeyi) isterler (3/Âl-i İmrân, 53). Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler her zaman peygamberler ve ‘şühedâ’ ile beraberdirler (4/Nisâ, 69; 3/Âl-i İmrân, 140).
Allah Yolunun Şehidleri: Allah yolunda öldürülmek anlamında ‘şehidliğin’ derecesi çok yüksektir. Onlar, insan için pek sevimli olan canlarını Allah uğrunda, O’nun adının yüce olması (îlâ-yı kelimetullah) için, İslâm’ın yücelmesi ve korunması için fedâ ederler. Rabbimiz, şehidlerin kendi katında ölmeyip diri olduklarını ve Allah’ın verdiği şeylerle rızıklandıklarını açıklıyor (3/Âl-i İmrân, 169-171). “Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” (2/Bakara, 154)
Allah, kendi yolunda ölenlerin ücretini vereceği gibi, onların bütün günahlarını da affedecek ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır (3/Âl-i İmrân, 195). Peygamberimiz de bir çok hadisinde Allah yolunda mal ve can ile çalışmanın, malı ve canı Allah yolunda fedâ etmenin faziletini, Allah katındaki değerini anlatmaktadır.
“Bu kadar yüce derecelere ulaşacak olan şehid kimdir?” sorusu sorulabilir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Ama şu hadis bize bu konuda bir ipucu vermektedir. ‘Kim Allah yolundadır?’ diye sorulan bir soruya karşılık Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” (Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417)
Şehidlerin Çeşitleri: Şehidleri birkaç gruba ayırmak mümkündür. Çünkü hadislerde farklı şekillerde ölenlere ‘şehid’ denmektedir.
1- Hükmen şehid: Bunlar, İslâm uğruna savaşırken ölen kimselerdir. Kur’an bunlara; Allah yolunda öldürülenler demektedir (2/Bakara, 154).Yol kesen soyguncular tarafından öldürülen de bu şekilde şehid sayılır. Allah yolunda öldürülen şehidler yıkanmaz ve kefenlenmez. Bunlara dünyanın ve âhiretin şehidi denilir. Çünkü dünyada müslümanlar onlara şehid muâmelesi yaparlar, âhirette ise zaten şehid kabul edililirler.
2- Âhiretin şehidi: Bunlara âhirette şehid muamelesi yapılması umulur. Hata yoluyla öldürülenler, Allah yolundaki savaşta yaralanıp da sonradan ölenler, çocukken ölenler, yanarak, boğularak, göçük veya çığ altında kalarak, salgın hastalık dolaysıyla ölenler, malını, ırzını veya toprağını koruma uğruna ölenler, doğum yaparken ölen kadınlar, gurbette veya ilim yolunda ölen müslümanlar da bu gruba girerler.
3- Dünya şehidi: Allah yolundaki bir savaşa katılmasına rağmen Allah rızâsı için değil de, başka bir amaçla savaşıp ölenler. Bunlara dünyada insanlar şehid dese bile Allah’ın katında onlar sehid sayılmazlar. Bunların durumunu sadece Allah bilir.
Şehidliğin Fazileti: Şüphesiz şehidlik üstün bir makamdır. Allah (c.c.) bu makamı kendi uğrunda veya dininin uğrunda, yalnızca O’nun rızâsı için çalışıp gayret gösterirken, cihad ederken ölen kimselere vermektedir. Bizim bazı ölüler hakkında şu veya bu sıfatı kullanmamız fazla bir şeyi değiştirmiyor. Allah (c.c.) kendi yolunda çalışanları ve bu uğurda canlarını Cennet karşılığı seve seve verenleri bilmektedir. Bazı ölüler hakkında bizim ne dediğimiz değil; Allah’ın o ölüye nasıl muâmele edeceği önemlidir.
Çağımızda ‘şehidlik’ kavramı da diğer birtakım değerler gibi yıpratıldı, biraz da ucuzlatıldı. Şehid ve şehâdetin ne olduğu bu kadar açıkken, bazıları İslâm’ın dışındaki dinler ve ideolojiler veya kendi uydurdukları sistemleri uğruna ölenleri ‘şehid’ saymaktadırlar. Hatta Allah’ın dinine karşı savaşanlara, Allah’ın dini gelmesin, insan ve toplum hayatına hâkim olmasın diye çalışırken ölenlere bile Kur’an’ın bu kelimesini kullanıyorlar.
Açıktır ki bu övgü sıfatı, İslâm'a âit bir değerdir. Hayatlarına İslâmî ilkeleri temel almayanların, İslâmî değerlere karşı olanların, kendi kutsalları uğruna ölenler hakkında bu kelimeyi kullanmaya hakları yoktur. Kendi ölülerine başka bir isim vermeleri daha uygun olur. Böylece sağ iken önem vermedikleri İslâmî bir hükme, öldükten sonra da uymama dürüstlüğünü göstermiş olurlar. Zaten onlar ölülerine hangi ismi verirlerse versinler; Allah’a dönen ölünün durumunu Yüce Rabbimiz herkesten çok iyi bilmektedir. Onu dünyada iken peşinden gittiği inancına ve işlediği ameline göre hesaba çekecektir.
Tekrar vurgulama gerekir ki ‘şehâdet’ olayı, Allah’a ve O’nun bütün âyetlerine güçlü bir tanıklıktan sonra, bu tanıklığın bir gereği olarak O’nun dinine iman, sâlih amel ve cihadla yardım etmenin ve bu uğurda canı fedâ edebilmenin bir sonucu ve mükâfatıdır. İslâm gerçeğine samimi bir müslüman olarak şehâdet etmeyen birisinin cenazesine ‘şehid’ demenin bir faydası yok, zararı çoktur. (5)
Kur’ân-
ı Kerim’de Allah Yolunda Öldürülenler
Kur'an, Allah yolundaki savaşta öldürülen kimselerin, gerçekte ölmediklerini vurgulamaktadır (2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169). Yine aynı âyetlerde, Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesini, çünkü onların diri ve Rableri katında rızıklanmakta oldukları, fakat insanların bunu fark edemedikleri bildirilmektedir.
Mü'minler, şehid olmak veya gâlip gelip gâzi olmak için çarpışırlar. Şehidliği arzu ederek çarpışan insanlar hiç yenilir mi? Bu iman, en güçlü silahları dahi yener. Çünkü silahı kullanan da insandır. Yüce Rabbimiz: "Ölmekten, öldürülmekten kaçmak, size fayda vermez. Kaçsanız bile ancak az bir süre yaşatılırsınız." (33/Ahzâb, 16) buyuruyor. Şu fâni dünyada zilletle yaşamak yerine Hak yolunda şehid olmayı tercih eden insanlar, ebedî diriliğe kavuşur, peygamberlerle arkadaş olmak şerefine ererler.
3/Âl-i İmrân sûresi 169-171. âyetlerin, Uhud'da şehid olanlar hakkında indiği kuvvetle muhtemeldir. Ancak mânâ geneldir, Allah yolunda can veren bütün insanları kapsamına alır. Bu âyetler, Allah yolunda öldürülen bütün insanların âhiretteki yerini belirlemektedir. Onların makamı çok yüksektir.
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız." (2/Bakara, 154)
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 140-142)
“Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki, (bu güvenin yol açtığı) uyuklama hali bir kısmınızı kaplıyordu. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah’a karşı haksız yere câhiliyye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar, ‘(zafer için) bizim elimizden ne gelir?’ diyorlardı. De ki: ‘Emir (yardım, zafer, kader) bütünüyle Allah’ındır. Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. ‘(Zafer için) Bizim elimizden bir şey gelseydi, burada öldürülmezdik’ diyorlar. Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için (böyle yaptı). Allah, içinizde ne varsa hepsini bilir.” (3/Âl-i İmrân, 154)
“Ey iman edenler! Sizler, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, ‘Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (3/Âl-i İmrân, 156)
“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah’ın rahmet ve mağfireti, onların elde edecekleri bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de öldürülseniz de, Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.” (3/Âl-i İmrân, 157-158)
“(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘Bize uysalardı öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de.” (3/Âl-i İmrân, 168)
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olanlara (şehid olacak kardeşlerine), hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (3/Âl-i İmrân, 169-171)
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (4/Nisâ, 69)
“Dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (4/Nisâ, 74)
“Size ne oldu da, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize, tarafından bir sâhip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)” (4/Nisâ, 75)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76)
“Mü’minlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Allah hepsine güzellik (cennet) vaadetmiştir; mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (4/Nisâ, 95-96)
“De ki: ‘Siz bizim için iki güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Halbuki biz size Allah’ın ya kendi yanından veya bizim elimizle bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi bekleyin durun, biz de sizinle beraber bekleyenleriz.” (9/Tevbe, 52)
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (9/Tevbe, 111)
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen, yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah’ın bizzat kendisi rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları, memnun kalacakları bir yere girdirecektir. Allah, kesinlikle tam bilgilidir, halîmdir.” (22/Hacc, 58-59)
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (33/Ahzâb, 23)
“(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.” (47/Muhammed, 4-6)
Kur'ân-
ı Kerim'de Şehid KavramıKur’an’a baktığımızda, “şehid” kavramının bizzat “Allah yolunda öldürülen” anlamına kullanılmadığını, çok geniş anlamının olduğunu, öncelikle de şâhid (tanıklık eden), bilen, hazır bulunan, gören, gözleyen, dosdoğru güvenilen bir haberci, bilinçli, hissedilip görülen, bütün gözlerin kendisine çevrildiği kimse, örnek alınan, haktan başka bir şey istemeyen, haktan başka bir şey yapmayan, haktan başka bir şeye şâhitlik etmeyen, eşyanın hakikatlerini müşâhede eden gibi anlamları içerdiğini görürüz.
Kur'ân-ı Kerim'de şehid, savaşta öldürülen anlamında değil; gerçeği bilen ve buna tanıklık eden rabbânî bilginlerdir ki bunların başında peygamberler bulunmakla beraber, Hak tanıkları sadece peygamberlerden ibâret de değildir. Çünkü Nisâ sûresi 69. âyette "şehid"in çoğulu olan "şühedâ", peygamberlerden ayrı bir zümre olarak anılmaktadır. Şehîd, çoğulu şühedâ Kur'an'da, savaşta öldürülen anlamında değil; hakikatin tanığı, gerçek bilgin anlamında ise de hadislerde Allah yolunda öldürülen anlamını kazanmış ve bu anlam, İslâm literatüründe kelimenin temel anlamını gölgede bırakmıştır. Artık şehid denince hemen akla, Allah yolunda savaşta öldürülen insan gelir.
Şehâdet, olay
ı görenin veya orada bulunanın olay hakkında bildiğini söylemesidir. Gerçeği bilen ve söyleyene şâhid, şehid (çoğulu şühedâ) denilir. Gerçeği bilen ve söyleyen bilginlere de şühedâ (gerçeğin tanıkları) denilir. Başta Yüce Allah şâhiddir. Hiçbir şey O olmadan vukû bulmaz. O her şeye tanıktır. Şehidler, başta peygamberler olmak üzere gerçeğe tanık olan din bilginleri, rabbânî âlimlerdir. Şehid, esas itibarıyla gerçeğin tanığı olan rabbânî (kendini Allah'a vermiş) âlim demek ise de Allah yolunda öldürülen insan da bu mertebeye yükseldiği için şehid sıfatını kazanır.Daha önce de zikredildiği gibi, Allah yolunda öldürülenlere, hadislerde şehid denilmektedir. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'de onlar hakkında sadece "Allah yolunda öldürülenler" deyimi kullanılmakta, şehide ise daha başka bir anlam verilmektedir. Şehid, olaylara tanık olan, işlerin içyüzünü bilendir. Türkçede buna şâhid deriz. Aslında şehid ve şâhid birdir, aynı şeye denilir.
Allah'ın Her Şeye Şehîd Oluşu: Şu âyetlerde Allah'ın her şeyin şehîdi olduğu, her şeyin içyüzünü bildiği ve insanlar arasında haklının ve haksızın kim olduğuna karar vereceği anlatılır:
"Vallahu alâ külli şey'in şehîd -Allah her şeye şehîddir-." (4/Nisâ, 33; 22/Hacc, 17; 33/Ahzâb, 55; 34/Sebe', 47; 58/Mücâdele, 6; 85/Bürûc, 9; 100/Âdiyât, 7)
"Ve kefâ billâhi şehîdâ -Allah'ın şehidliği yeterlidir-." (4/Nisâ, 79, 166; 10/Yûnus, 29; 13/Ra'd, 43; 17/İsrâ, 96; 29/Ankebût, 52; 46/Ahkaf, 8)
"Vallahu şehîdun alâ mâ ta'melûn -Allah yaptıklarınıza şehiddir-." (3/Âl-i İmrân, 98)
"Allahu şehîdun alâ mâ yef'alûn -Allah yaptıklarına şehiddir-." (10/Yûnus, 46)
"Ve ente alâ külli şey'in şehîd -(Yâ Rabbi,) Sen her şeye şehidsin-." (5/Mâide, 117)
"Evelem yekfi birabbike ennehû alâ külli şey'in şehîd -Rabbinin her şeye şehidliği yetmez mi?-" (41/Fussılet, 53)
"Allahu şehîdun beynî ve beyneküm -Bizimle sizin aranızda Allah şehiddir-." (6/En'âm, 19)
Peygamberler de Ümmetlerine Şehîddir: "Her ümmetten bir şehid (şâhid) çıkarırız: 'Delillerinizi getirin!' deriz. Gerçeğin Allah'a âit olduğunu bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden sapıp gider." (28/Kasas, 75)
"Her ümmetten bir şehîd (şâhid) getirdiğimiz gün, artık ne nankörlere izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir." (16/Nahl, 84)
"Her ümmet içinde, kendi aralarından, aleyhlerine bir şehîd (şâhid) getireceğimiz gün, seni de bunların aleyhine şehîd (şâhid) getirmiş olacağız. Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik." (16/Nahl, 89)
Her ümmetten bir şehîd (şâhid), seni de şunların aleyhine şehîd (şâhid) getirdiğimiz zaman nasıl olur? Nankörlük edip Rasûl'e/Elçi'ye karşı gelenler, o gün yerin dibine geçirilmeyi isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler." (4/Nisâ, 41-42)
28/Kasas sûresi 75. âyette, Kıyâmet günü Yüce Divan'da Allah'ın, huzurunda bulunan müşriklere, Kendisinden başka varlıkları ilâhlaştırmalarının delilini getirmelerini isteyeceği; o zaman yalnız Allah'ın gerçek İlâh olduğunu anlayacakları ve uydurdukları tanrıların kaybolacağı; 16/Nahl, 84. âyette her millete bir şehîd getirileceği ve artık onların kendilerini savunmalarına izin verilmeyeceği; 89. âyette de her millete getirilecek şehîdin (şâhidin), yaptıkları kötülükleri, tevhid ahlâkına aykırı davranışları açıklayan, aleyhlerinde bir şehîd olacağı, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in de gönderildiği inkârcı kavmin aleyhinde şehîd olarak getirileceği belirtilir. 4/Nisâ 41-42. âyetlerde de her ümmetten bir şehîd ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in de şu kavme şehîd getirildiği zaman, onlarının hallerinin vahîm olacağı, soru tarzında belirtilir ve o gün kâfirlerin, Elçi'ye isyan etmiş olanların, pişmanlıktan yerin dibine geçirilmiş olmayı arzu edecekleri, Allah'tan hiçbir sözü gizleyemeyecekleri vurgulanır.
Bu âyetlerde, âhiretteki Yüce Divan duruşmasında her ümmetin suçluları aleyhine bir şehîd/şâhid, Hz. Muhammed'in de bu ümmetin inkârcıları aleyhine şehîd/şâhid olarak getirileceği bildiriliyor ve inkârcılar o yüce mahkeme gününe karşı uyarılıyor. Burada peygamberlerin aleyhte tanık olarak getirileceği kimseler, kendilerine uyan sâlih mü'minler değil; onları dinlemeyen, yoldan çıkmış, fâsık ve kâfirlerdir. Âyetlerin bağlamı bunu göstermektedir. "Ve ci'nâ bike alâ hâulâi şehîdâ -Seni de şunların aleyhine şehîd/şâhid getirdiğimiz zaman (onların hali) nasıl olur?-" ifâdesi, bunu gösterir. Çünkü burada "hâulâi -şunlar-" sözüyle kast edilenler, Peygamber'in çevresinde toplanan mü'minler değil; ona inanmayanlardır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu ümmetin fâsık ve kâfirlerinin aleyhine tanık olacağı gibi, Hz. İsa da kendi ümmetinin sapıkları aleyhine tanıklık edecektir: "Andolsun Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyâmet günü de o (İsa), onların aleyhine şehîd (tanık) olacaktır." (4/Nisâ, 159) âyetinde de Hz. İsa'nın, Kıyâmet gününde, Kitap ehli aleyhine şâhidlik edeceği bildirilmektedir.
Her ümmetin yaptığı işler, peygamberlerinin işleriyle karşılaştırılır. İnsanların yaptıkları işlerin, kendi getirdiklerine uyup uymadığına her peygamber tanıklık eder. Getirdikleri prensipleri kabul etmeyeni reddeder. Nasıl diğer ümmetlerin işleri, kendi elçilerinin işleriyle karşılaştırılacaksa, bu ümmetin bireylerinin işleri de Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği prensipler ve eylemlerle karşılaştırılacaktır. İnanç ve eylemleri, Peygamber'in getirdiklerine aykırı olduğu için Peygamber tarafından tanınmayan kimsenin sonu yamandır. Peygamber, onların aleyhlerine tanık olmaktadır.
Peygamberlerin yanında, onların vârisleri durumundaki gerçek din âlimleri de ümmetleri için aleyhte tanıktır: "Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhiddir (şehide -şehâdet etti-). Melekler ve ilim sahipleri de adâletle şâhiddir (ki O'ndan başka ilâh yoktur. O,) azîzdir, hakîmdir." (3/Âl-i İmrân, 18) âyetinde bilgi sahipleri de gerçeğe adâletle şâhidlik edenler arasında sayılmıştır. "Kim Allah'a ve Rasûl'e/Elçi'ye itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştır!" (4/Nisâ, 69). Bu âyette çoğul şeklinde geçen "şühedâ", Allah'ın dininin doğruluğuna, insanların eylemlerinin hak dine uyup uymadığına tanıklık edecek olan din âlimleridir.
Allah, âlimler yanında sâdık İslâm ümmetini de "şühedâ -şehîdler-" olarak nitelendirmiştir: "Böylece Biz sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şehîdler (tanıklar) olasınız; Rasûl/Elçi de size şehîd (tanık) olsun." (2/Bakara, 143). "Rasûl/Elçi, size şehîd olsun, siz de insanlara şehîd olasınız." (22/Hacc, 78). Görüldüğü üzere bu âyetlerin hiçbirinde "şehîd" savaşta öldürülen kimse anlamında değildir. Yalnız 3/Âl-i İmrân 120. âyette çoğul olarak kullanılan "şühedâ -şehîdler-" savaş şehidleri anlamına gelebilir.
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez." (3/Âl-i İmrân, 140). Bu âyette "Ve yettehıze minküm şühedâ'" -Allah sizden şehîdler edinmek için...-" ifâdesi, "Allah, içinizden canını Kendisi yolunda fedâ edecek doğru dindarlar edinmek ister" anlamına gelir. Fakat buradaki "şühedâ" kelimesi, sadece savaşta öldürülenlerin niteliği değil; canla başla savaşa katılmış ve kahramanca savaşmış olan bütün müslümanların özelliğidir. Onların hepsi de 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 143. âyetlerin belirttiği gibi şehîd (doğruyu anlayan, kendini Alah'a vermiş gerçek dindar) anlamındadır. Elbette savaşta öldürülenler de şehîdlerin başında gelirler ama, şehîdler, sadece savaşta öldürülenlerden ibâret değildir. Ancak hadislerde şehid ve çoğulu şühedâ, çoğunlukla savaşta öldürülmüş olanlar hakkında kullanılmaktadır. (6)
Kur’an’da önemli bir yer tutan ve hayatın her aşamasında gözlemlenebilen somut bir tevhidî kimliğin göstergesi olarak ifade edilen şehid kavramı, ne yazık ki, çoğu kez anlam kaybına uğramış, bazen de anlamı daraltılmış olarak kullanılmaktadır. Her türlü sapkın ve müfsit ideolojilerin amaçları doğrultusunda öldürülen/ölen kişiye şehid denmesi, bir anlam karmaşasına sebep olmuştur. Kelime olarak kullanım, her ne kadar doğru gibi gelse de, Kur’an’daki kullanımıyla şehid, yakîn bir bilgiye sahip olan bir insan olarak adâletin örnekliğini temsil eden bir kimliğin taşıyıcısıdır. İlâhî, tevhidî bir kimliğe sahip olmayan her insanın ilme değil; zanna uyduğunu bildiren Kur’an’a (6/En’âm, 116; 10/Yûnus, 36) rağmen bu insanlara şehid denmesi doğru görülmemelidir.
Kur’an’daki şehâdet kavramı, adâletin hâkim kılınması için örnek ve önder olma, müşâhede edilen bir duruma vâkıf olan insanın yaptığı doğru tanıklık gibi yakîn bilgiye dayanan anlamlara gelmektedir. Bu anlamın bozulmasına neden olabilecek bütün kullanım biçimleri için uyanık olunmalıdır. İman edenlerin şehidler olduğunu bildiren âyetler ortada dururken; tâğut için savaşanlara, öldürülenlere şehid denemez. Çünkü iman edenler Allah yolunda, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar (4/Nisâ, 76). Tâğut ise, Allah’ın koyduğu ölçülerin dışında ölçü/hüküm koyma iddiâsında olan her kişi ve kurumun adıdır.
Şehâdet, ilimle, yaşay
ışla, adâletle Hakk’a şâhitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet/şehidlik denmiştir. Fakat, şehid olmak, mutlaka savaşta ölmeyi gerektiren bir durum değildir. Hatta, savaşta Allah yolunda ölmek, şehâdetin yan özelliğidir ve aslından değildir. Yine de, Allah’ın hükmünü esas alıp adâleti hâkim kılmak kasdıyla eylemini sürdüren müslümanın bu tavrını sürdürürken direniş esnâsında öldürülmesini şehâdet olarak tanımlamak yanlış olmaz. Fakat şehâdeti bu anlamı ile sınırlandırmak doğru değildir. Esâsen şehâdet, hayatın her ânında Allah’ın hükmüne göre davranışta bulunmak, buna tanıklık etmek ve buna öncü/örnek olmaktır. (7)
Hadis-i
Şeriflerde Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler)“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim rasullerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” (Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24)
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.” (Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad21; Nesâî, Cihad 27)
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.” (Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25)
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.” Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. (Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23)
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” (Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417)
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî (s.a.s.)’ye geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Önce müslüman ol, sonra savaş” buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Az çalıştı, çok kazandı.” (Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144)
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.” (Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25)
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.” (Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13)
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.” (Müslim, İmâre 119)
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır’ dedi.” (Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93)
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” (Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16)
“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere ölür.” (Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad18; Nesâî, Cihad 2)
“Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15)
“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156)
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî, Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah'ın ashâbı beni bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki: "Ağlasan da, ağlamasan da fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla ona gölge yapıyorlardı." (Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130)
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî (s.a.s.)’nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgeliyorlar.” (Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13)
"Kardeşleriniz Uhud'da vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu. Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce; 'Keşke kardeşlerimiz, Allah'ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu) bilseler de savaştan geri kalmasalar!' dediler. Yüce Allah: 'Ben sizin bu arzunuzu onlara duyururum' buyurdu ve bu âyetleri (3/Âl-i İmrân, 169-171) indirdi." (Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh)
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Nebî (s.a.s.)’e geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bana Hârise’den haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım” dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.” (Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23)
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” Sonra, Allah’a şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.” (Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89)
“İki duâ reddolunmaz veya pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ ile savaş ânında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır.” (Ebû Dâvud, Cihad 39)
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu. Rasûlallah (s.a.s.) ona: “Evet, şayet sen sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur” buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam: “Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?” diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şayet sen sabrederek ecrini sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu. (Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32)
Câbir (r.a.)’dan: Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette!” diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehid düştü. (Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31)
Enes (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!” Sonra müşrikler yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!” buyurdu. Enes der ki: Ensar’dan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Evet” dedi. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?” diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin!” buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır” diyerek elindeki hurmaları attı; sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. (Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137)
Enes (r.a.) şöyle dedi: Birtakım kimseler Peygamber (s.a.s.)’e gelerek, “bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek insanlar gönderseniz” dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun” dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti” dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun!” buyurdu. (Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147)
Yine Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım.
Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür” dedi. Uhud savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek, “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. Müşrikleri kastederek de, “bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim” deyip ilerledi. Derken Sa’d İbn Muâz ile karşılaştı ve “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum” dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!” dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi. Enes, “biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz” dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.” (33/Ahzâb, 23)
“Şehidler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehid olanlar.” (Buhârî, Cihad 30; Müslim, İmâre 164; Buhârî, Ezan 32; Tirmizî, Cenâiz 65)
“Siz kimleri şehid sayıyorsunuz?” diye Rasûlullah (s.a.s.) sordu. Sahâbîler: “Yâ Rasûlallah! Kim Allah yolunda öldürülürse o şehiddir” dediler. Peygamber Efendimiz: “Öyleyse ümmetimin şehidleri oldukça azdır” buyurdu. Ashâb: “O halde kimler şehiddir, yâ Rasûlallah?” dediler. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Allah yolunda öldürülen şehiddir; Allah yolunda ölen şehidddir; bulaşıcı hastalıktan ölen şehiddir; ishalden ölen şehiddir; boğularak ölen şehiddir.” (Müslim, İmâre 165; İbn Mâce, Cihad 17)
“Malı uğrunda öldürülen şehiddir.” (Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, İman 226; Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21; Nesâî, Tahrîm 22, 23, 24; İbn Mâce, Hudûd 21)
“Malı uğrunda öldürülen şehiddir; kanı uğrunda öldürülen şehiddir; dini uğrunda öldürülen şehiddir; ailesi uğrunda öldürülen şehiddir.” (Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21)
Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!” buyurdu. “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?” diye sordu. “Sen de onunla savaş!” cevabını verdi. “Adam beni öldürürse?” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen şehid olursun” buyurdu. “Peki ben adamı öldürürsem?” deyince, Efendimiz: “O cehennemdedir” buyurdu. (Müslim, İman 225)
Şehidlik Ruhunun Yeniden Canlanmas
ıBir Kimsenin Şehid Olabilmesi İçin Gerekli Şartlar: Bir kimsenin şehid olabilmesi için aranan ilk şart: Mü'min olmasıdır. Özellikle mü'minliğin zikredilmesinin sebebi, kâfirlerin şehid olamayacağının bilinmesi içindir; hiçbir beşerî ideoloji mensubu bu makama eremez. Zira, kâfir zulmen öldürülse bile şehid değildir. Bu konuda, Uhud harbinde Peygamberimiz'e demir zırh ile yüzü örtülü ve silahlı şekilde gelen kişinin; "hemen savaş mı edeyim, müslüman mı olayım?" diye sorduğunda, Efendimiz'in; "önce müslüman ol, sonra harb et" buyurması, onun da hemen müslüman olup, sonra savaşa katılıp şehid olması üzerine Rasûlullah (s.a.s.)'ın "az işledi, fakat çok kazandı" (Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144) buyurması, şehidin şehâdet rütbesine ve bu sûrette Allah'ın ihsan ve keremiyle bir saatte cennet gibi ebedî bir saâdete erebilmesi, onun İslâm câmiasına girmiş olmasına bağlı olduğu hükmünü iş'âr eder (Tecrîd-i Sarîh Terc. 8/277).
Günümüzde İslâm'a düşmanlıklarıyla tanınan ideolojiler ve mensupları, şehid kavramını yozlaştırma gayreti içinde ve materyalist, ateist, komünist kimseleri şehid ilan etme yarışındadırlar. Bütün târiflerde geçtiği gibi, ancak Allah'ın yolunda öldürülenler şehid olabilirler. İslâm'ın dışında bir şeye itikad eden ve Allah'ın dâvâsının dışında bir dâvâ için ölenler, ancak ölüdürler. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Şehid olmak isteyen kimsenin, önce kimin yolunda olduğunu tesbit etmesi gerekir. Şeytanın dostu olduğu halde şehidlik beklemek, şaşkınlıktır. O makam ve mertebeyi gözleyen ve özleyenlerin, önce müslüman olmaları ve sadece Allah yolunda ve O'nun rızâsı için savaşmaları gerekir.
Şehid olabilmek için ikinci şart: Ak
ıl-bâliğ olmak; üçüncü şart da: Zulmen öldürülmektir. (Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm Fî Şerhi Ğureri'l-Ahkâm, 1/168-169; İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar ale'd-Dürri'l-Muhtar, 3/522). Şehid olabilmek için, öncelikle müslüman olmak ve Allah'ın yolunda savaşmanın şart olduğunu tekrar edelim. Müslüman olmayan Allah yolunda olamaz. Allah yolunda olmayan Allah için savaşamaz. Allah için savaşamayan da şehid olamaz. Allah nizamının hâkimiyeti dışında başka ideolojiler için ölenler şehid olamazlar. Tâğutî güçlerin birbirleriyle mücâdelelerinde ve savaşlarında ölen hiç kimse şehid değildir. Tâğutî güçlerin emri ile savaşan kimseler de, velev ki müslüman dahi olsalar, şehid olamazlar.Şehidin üzerinde bulunan fazla elbiseler ç
ıkarılır; şayet elbisesi, gerekli yerlerini örtmek için yeterli değilse, fazlalaştırılarak kefen, sünnet üzere tamamlanır. Şehidler yıkanmazlar ve üzerlerine, bu durumda cenâze namazı kılınır."Kim i'lâ-yı kelimetullah için, Allah kelimesi yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Azîz ve Celîl olan Allah yolundadır." (Müslim, hadis no: 1904; Tirmizî, hadis no: 1646; Ebû Dâvud, 3/432). Abdullah bin Amr (r.a.): "Yâ Rasûlallah, cihad ve gazâdan bana haber ver" dedim’ın gönderdiği elçiyi inkârı, öldürmeye kalkışması, herhangi bir insanı zulmen öldürmesi, hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl Nemrutluğu bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hatta yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yü. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ey Abdullah, Eğer sabrederek sevap ümid ederek savaşırsan, Allah seni sabredici, sevap ümid edici olarak diriltecek, eğer riyâkârlık ve mal toplamak için savaşırsan Allah da seni riyâkâr ve mal çoğaltıcı olarak diriltecek. Ne hal üzere savaşırsan veya öldürülürsen, Allah da seni o hal üzere diriltir." (Ebû Dâvud, hadis no: 2519)
Şehid; inanc
ını hayatıyla besleyen İslâmî şahsiyetin adıdır. İslâm ulemâsı şehidleri ikiye ayırmıştır. Birisi "hakiki şehid", öbürü ise "hükmî şehid"dir. İslâm ulemâsı, hakiki şehidi çeşitli şekillerde tarif etmişlerdi. Seyyid Şerif Cürcânî, şöyle tarif eder: "Şehid, zulmen öldürülen tâhir ve akıl bâliğ olmuş her müslümandır." (Et-Ta'rîfât, s. 129). İmam Merğınânî şöyle der: "Şehid, müşriklerin öldürdüğü veya savaş meydanında kendisinde bir eser olduğu halde bulunan veya müslümanların zulmen öldürdüğü kimsedir." (El-Hidâye, 1/94). Molla Hüsrev ise şehidi şöyle tarif eder: "Şehid; müslüman, tâhir, akıl bâliğ olup zulmen gerek bağî, gerek eşkıyâ ve gerekse harbî tarafından öldürülen kimseye denir." (Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm Fî Şerhi Ğureri'l-Ahkâm, 1/127). İmam Kâsânî'nin tarifi ise şöyledir: "Çarpışma meydanında veya başka bir yerde ehl-i harb ile savaşan veya malını, nefsini, ailesini, müslümanlardan birisini veya ehl-i zimmetten birini müdâfaa ederken öldürülen kişidir şehid." (Kâsânî, Bedâiu Senâî fî Tertîbi Şerâî, 1/322)Hakiki şehid, aynı zamanda dünya ve âhiret şehidi olarak da tanımlanır. Bunun yanında bir de hükmî şehid olanlar vardır. Bunlar, haklarında şehidlerle ilgili dünya ahkâmı uygulanmayan, fakat âhirette şehid derecesine nâil olan kimsedir. Ulu önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Şehidler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehid olanlar.” (Buhârî, Cihad 30; Müslim, İmâre 164; Buhârî, Ezan 32; Tirmizî, Cenâiz 65). Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyruluyor: “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15)
Tarih boyunca şehidi olan dâvâlar yükselmiş, şehidden mahrum olan dâvâlar ise muvaffak olamamıştır. İki güzelden birine (ihde'l-husneyeyn) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yapılan antlaşmayla cennet karşılığında satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir. Kansız, çile ve göz yaşı olmaksızın, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah'ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki hayır vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah'ın rızâsı ve muhabbeti... Ölümün acıları bile kendileri için lezzete dönüşen ve o lezzetleri elde edebilmek sebebiyle, defalarca şehid olmayı isteyen şühedâ... (Şeyh Seyfuddin Muvahhid, İslâm Dâvetçilerine Öğütler, s. 112)
"Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!" (4/Nisâ, 69). "Şehid" kelimesinin sözlük anlamı, bilindiği gibi bir şeye şâhit olan "tanık"tır. Hayatının her yönünde onu uygulayarak imana şâhitlik (tanıklık) eden kişi şehiddir. Allah yolunda öldürülen kişiye de şehid denir. Çünkü o, Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını fedâ etmesi, imanındaki ihlâsın bir göstergesidir. (Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an, 1/334)
Ölümü Tefekkür mü,
Şehâdeti Tefekkür mü?Nicedir hayatımızdan kovduk ölümü. Artık mezarlıklar insanları "rahatsız" etmeyecek kadar uzak yerlere yapılır oldu. Ölümle içli-dışlı olan nesiller yerini, koynunda taşıdığı ölümü tanımayan bir nesle bıraktı. İslâm, kendi insanlarına ölümle barış içinde, hatta el ele yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tacı edilecek, koşulacak bir şey olduğuna inandırmıştı. İslâm'ın insanı, kendi ölümünü, muhtemel bir darlık ânında harcanmak için itinayla saklanılan "son dirhem" gibi üzerinde taşıyor, yeri geldiğinde o sermayesini Allah ile arasındaki en kârlı alışverişinde kullanmaktan kaçınmıyordu. İslâm'ın insanı, kimi dermansız dertlerin devâsının ölümde olduğunu keşfetmişti.
Günümüz insanının ölüme bakış açısı bambaşka. Doğrusu, çağdaş insanın ölüm karşısında bir "bakış açısı"na sahip olduğu hayli su götürür. Yine de biz hayatın öteki yüzü olan bu olay karşısında takınılan câhilî tavrı, bir "bakış açısı" olarak ele alalım. Kusacak kadar iyi tanıdığımız çağdaş ihtişamlar, ölümle mü'min arasındaki bu dostluğu kopma noktasına getirdi. Güzel ölümün şefkatli kollarından çirkin hayatın merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Değerini bilmeyip küstürdüğümüz ölüm yüzünden hayatla da aramız açıldı. Ne ölümü tümden hayatımızdan çıkartıp onun içimizdeki kronik korkusunu yenebildik, ne de hayat üzerinde istediğimiz gibi tasarruf etme hakkına sahip olabildik. İslâm'ın insanındaki "ölüm sevgisi", bizde "ölüm korkusu"na dönüştü.
Ölümün bin bir yüzü olduğunu düşünemedik. O çok sevdiğimiz hayatı bile çirkinleştirecek kadar gül-endam ölümlerin olabileceğini hayal edemedik. Bir kez değil; bin kez, dönüp dönüp ölünecek ölümleri tanımadık. Yaşayacak kadar yüreksizleşen insanların gözünde ölümle dostâne ilişkiler kurmak demek, "aklından zoru olmak" demeye gelirdi. "Siz onları görseydiniz deli derdiniz" sözünün gerçek mânâsı şimdi daha iyi kavranmıyor mu? Onların deliliği ölümün üstünü üstüne gittiklerinden değil; gittikleri yere ölümlerini de beraberlerinde götürdüklerindendi. En az hayat kadar aziz bilmişlerdi ölümü. Bu aziz bilinen, bu hamayıl gibi göğüste taşınan ölümü sıradan ölümle karıştırmamak için İslâm ona güzel bir ad koymuştu: Şehâdet.
Çağımızda, ölümün yaşadığı sefâleti açıklayabilmek için fazla düşünmeye gerek yok. Çağının hiçbir döneminde İslâm, günümüzdeki şehâdet yoksulluğuna benzer bir yoksulluğa düşmemiştir. Uğruna can vermeyi cana minnet sayan birileri hep olagelmiştir. Ölümü hep diri ve gündemde tutan bu "gelenek" kaybolalıdan beri ölümler sürekli ölü doğmuştur. Ba'sü ba'de'l-mevt'lere şâhid olamamıştır insanımız.
Şimdilerde gündemimize giren şehâdet olay
ı, epey uzaklaşan kervanla aramızdaki açığı kapatmak için en büyük fırsattır. Ölümü güzelleştirmeden hayatı güzelleştirmeye çalışmak, sünnetullahı bilmemek demektir. Niceden sonra açılan kapının kapanmasına fırsat verilmemeli. Bunun yolu da, onu "düşünmek"ten, onu hayal etmekten geçer elbet. Bu, müslüman için bir ısınma, bir hazırlık olacaktır.Ocakları söndüren ölümü çok çok düşünmemiz emrediliyor. Şehid kıtlığı çektiğimiz şu çağda, bu emri, en güzel ölümü düşünerek, onu özleyerek yerine getirmememiz için bir sebep mi var? Bencil bir ölümle başkalarını dirilten bir ölüm arasındaki fark ölçüye sığmayacak kadar büyüktür. İnsan ister istemez soruyor: O halde, niçin "mevti tefekkür" de, "şehâdeti tefekkür" değil? (8)
Ölüm ve Şehâdet: Ölmek, yaşamanın öbür yüzüdür. Ölümünü sürekli koynunda taşımayan, hayatın hakkını veremez. Ölmeden evvel ölmeye çalışınız. Bir de öldükten sonra yaşamanın sırrını bulunuz. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebilirsiniz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren "bir gün ölür"; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise "her gün ölür."
Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak durmak şartıyla kabirleri ziyaret edin. Çocuklarınızın da elinden tutup bazen size en yakın kabristana gezintiye çıkın. Çocuğun küçük ve mâsum dünyasına "gül yüzlü güzel ölümü" sokun. Çağdaş insanın gözünü en çok yıldıran "ölüm" gerçeğidir. Bu gerçekle ne zaman yüz yüze gelse yalpalamakta, alı al, moru mor olmaktadır. Geleceği kuracak olan tarih işçileri, ölümün öldürdükleri arasından değil; ölümün öldüremedikleri arasından çıkacaktır.
Şehid olmak, Allah'
ın vaadine şâhid olmak, en büyük emeliniz olsun. İyi bilin ki şehâdet, bitimsiz saâdettir. Şehid, insanın ebedî mutluluğu uğruna hayatını ortaya koyandır. Şehid, imanına namazıyla, cihadıyla, hayatıyla, memâtıyla, kanıyla, canıyla Allah'ı şâhid tutandır. Şehid, seven ve sevgisinin bedelini canıyla ödeyendir. Yani şehid, en büyük âşık, şehâdet en büyük aşktır. Şehid, tarihin kalbi, çağının tanığı, geleceğin müjdecisidir.Kimi zaman olur ki şehid olarak yaşamak, şehid olarak ölmekten daha zor olabilir. İşte öylesi dönemlerde "şehid-i zî-hayat" olmak, "şehid-i zî-memât" olmaktan daha değerlidir. Unutmayın ki "nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle haşrolunursunuz." Kimin yolunda yaşadınızsa onun yolunda ölürsünüz. Allah yolunda yaşayanlar, elbet O'nun yolunda öleceklerdir.
Her yirmi dört saat içerisinde ölümü sınayın. Gündüzü dünya hayatı, yatağı kabir, geceyi ölüm gibi bilin. Yatağa girdiğiniz zaman günlük amel defterinizi kendiniz açıp kendi vicdan mahkemenizde kurduğunuz "mizan"da kendinizi yargılayın. İşte "hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin" tavsiyesini bu şekilde yerine getirmiş, günlük ba'sü ba'de'l-mevt'iniz olan ertesi güne daha bir dingin ve yenilenmiş olarak başlama şansını yakalamış olursunuz. Eğer böyle yaparsanız "iki günü bir" olup "ziyanda olanlardan" olmazsınız. (9)
Şehid Olmak; Ölümsüz Hayata Göz Açmak
Şehâdet, as
ıl olarak, “insanın kendi nefsinde ve hayatta olup bitenlere şâhid olmasıdır.” Bu kavramın diğer yüzünü de “şehid olmak” oluşturur. Aslında şâhid olmakla şehid olmak, birbirinden ayrı hususlar değildir. Aksine birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçası şâhid olmak ise, ikinci parçası ve sonucu da şehid olmaktır. İster farkında olalım, istersek olmayalım; mü’minler olarak her gün kıldığımız beş vakit namazlarımızda okuduğumuz Fâtiha sûresinde şehidliği temennî ediyoruz: “Bizi doğru yola, nimetlerine eriştirdiğin kimselerin yoluna eriştir.” (1/Fâtiha, 6-7). Cenâb-ı Allah’ın nimetlerine erişen kullarından bir de şehidlerdir. “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse, işte bunlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve sâlihlerle/iyilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (4/Nisâ, 69). Şehidlerle birlikte olmak veya şehid olmak, sadece temenniye bağlı olan bir olay değil; o bir yaşam biçimidir. Savaşçı kimliğini kuşanmaktır. Siz şâhid olur da şehid gibi yaşarsanız neticede şehid olursunuz. Rasûlullah (sa.s.) şöyle buyuruyor: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle haşredilirsiniz.”Güzel ölmenin yolu, güzel hayattan geçer. Güzel düşünen güzel yaşar, güzel yaşayan güzel ölür, güzel ölen güzel haşredilir, güzel haşredilen de hayatına güzel yerde devam eder. Evet, şehâdeti özlüyor ve gözlüyorsak, kendimizi kontrol etmeliyiz: Nasıl yaşıyoruz? Eğer şehid gibi yaşıyorsak, biz zaten şehidliği fiilî olarak istiyoruz demektir. Şehidlik, istenmekten çok yaşanılır. Daha doğrusu, canlı şehid olarak yaşamakla şehidlik istenir. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölmeye bakın.” (3/Âl-i İmrân, 102)
Şehidlik, ölümde zirvedir, en güzel ölümdür. Bir mü’min, “nas
ıl olsa öleceğim, bundan kurtuluş yok, o halde en güzel şekilde ölmenin çaresine bakayım!” diyerek gözünü zirveye dikmelidir. Hz. Mûsâ ile yaptıkları mücâdeleyi kaybeden Firavun’un sihirbazları, iman ederek: “âlemlerin Rabbine inandık, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine.” (7/A’râf, 121-122) diyorlar. Fravun bu durum karşısında; “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi asacağım” (7/A’râf, 124) şeklinde tehditler savuruyor. Ama, artık mü’min olan eski sihirbazlar, ölüme meydan okurcasına sadece müslüman olarak ölmenin kaygısıyla şöyle diyorlar: “Dediler ki; ‘Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Rabbimizin âyetleri gelince ona inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak öldür.” (7/A’râf, 125-126)Bir insan, hangi halde yaşarsa yaşasın, mutlaka bir gün Rabbine dönecek. Madem bu, hiç kimsenin kaçınamadığı bir gerçek; o halde bu dönüş, neden Rabbimizin râzı olacağı en güzel şekilde olmasın? Her durumda hayatta kalmaya çaba göstermek! Ne kadar boş bir uğraş! Halbuki mârifet, hangi halde olursa olsun hayatta kalmak değildir; mârifet/mahâret, müslüman (Allah’a teslim olmuş) bir fert olmaktır. Böyle olduktan sonra, ister hayatta kal, istersen ölmüş ol; her ikisi de Rabbimizin râzı olduğu bir durumdur.
“De ki: ‘Bize yalnız iki güzellikten (gâzilik veya şehidlikten) birini gözetleyebilirsiniz. (Bundan başka ne olabilir?) Ama biz, Allah’ın size ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle bir azap ulaştırmasını bekliyoruz. Haydi gözetin, biz de sizinle beraber gözetleriz.” (9/Tevbe, 52). Gözü dünyaya (aşağıya, alçağa) takılmış insanlar, zirveye bakamazlar ve gözü alçağa alışmış insanlar zirveden ürkerler.
Şehidli
ğe susamanın yolu, ölümü sevmekten geçer. Ölümü seven insanlar, ölümlerin en güzelini daha çok severler. Ölüm nasıl sevilir? Dünyayı sevdiğiniz an ölümü sevemezsiniz. Hele şâhidliği/şehidliği hiç sevemezsiniz. Eğer dünya, gözünüzde “sineğin kanadından daha değerli” ise, ölümü sevip şehidliği arzulayamazsınız. Adını şehid olarak tarihe yazdıran insanlara bakın. Onlar hakkında Hâlid bin Velid’in Bizans komutanına şöyle dediği rivâyet edilir: “İşte size öyle bir orduyla geldim ki, sizin dünyayı sevdiğiniz kadar onlar ölümü seviyorlar!” Şehidliğe susamışlığın psikolojisi bu olsa gerek.İslâm kültüründe şehidlik, gerçek mânâda yaşamaya başlamanın adıdır. Şehidlik, aslında gerçek anlamıyla ölmek istemeyen, hep yaşamak isteyen insanların ölüm şeklidir. Diğer insanlar sadece ölürler; fakat şehidler ölmezler, insanlar bunu anlamasa da (3/Âl-i İmrân, 154). Siz, zillet içinde yaşamayı yaşamak mı zannediyorsunuz? Şâhidlik ve şehidlik; şerefsizliğe, zillete karşı koyulan bir tavırdır. Şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen kahramandır.
Belirli bir amaca ulaşmak gâyesiyle savaşımı seçen kişi için savaşı başlatmak, onu sürdürmekten daha kolaydır. Savaşımın başlangıcında umutlar daha fazladır. Dayanışma daha sağlamdır, hedefe ulaşma şevk ve isteği daha canlıdır ve hiç kuşkusuz yoldaki tehlikeler de daha azdır. Ama savaşım doruğa çıkınca, yol dolambaçlaşıp kıvrımlı bir hal alınca, hareket kurbanlar isteyip kanlılaşınca, özellikle de hedef zor ulaşılabilir bir hedefse ve engeller çok fazla olup düşman bir türlü direnişten vazgeçip siperini terk etmiyorsa, daha çok, savaşımı toyluk ve hamlıklarından dolayı kendi zaaflarına has bir yorumla seçmiş bulananlar yolun yarısında, önce kendilerine ve daha sonra da savaş arkadaşlarına şunu sorarlar: “Bu savaş sürdürülmeye değer mi? Döktüğümüz bunca kana, çektiğimiz bunca sıkıntıya, verdiğimiz bunca kayba rağmen ortada zaferden bir eser olmadığına göre acaba hâlâ savaşı sürdürmek gerekir mi? Bu sıkıntıların huzura dönüşeceğinin garantisi ve bu kanların hebâ olmayacağının güvencesi nedir?”
Soru şudur: Hangi öğreti, bu kayıplar karşısında ve hâlâ zaferden herhangi bir eserin bulunmadığı bir durumda savaşımın sürdürülmesini sağlayabilir? Hangi öğreti direnişe, savaşımı sürdürmeye, sabırlılığa ve hedefe doğru ilerlemeye teşvik edebilir? Ve hangi öğreti, bunları yapmaktan âcizdir? Şüphesiz bu soruların hepsine birden çok net cevap verebilecek tek dâvâ, İslâm’dır. Çünkü İslâm, ölüm ötesine uzanan ebedî bir hayatı kapsar. Ayrıca o, ölüm sonrası kurtuluşu ölüm öncesi kurtuluşa bağlar. Bu yüzden İslâm, mensuplarını ölüme çağırırken gerçekte ölmeye değil; yaşamaya çağırmaktadır.
İslâm dışı düzenler ise, mensuplarını sadece ölmeye çağırırlar. Çünkü onların dünyasında “ölüm ateşi” yoktur. İslâm dışı beşerî düzenler Allah’ı, cennet ve cehennemi olmayan, sadece yalancı peygamberleri/önderleri olan uydurma dinlerdir. Bu düzen ve ideolojilere şunu sormak gerekir: “Beni kendi yolunda ölmeye çağırdığında, karşılığında bana ne vereceksin? Yoksa, ben sadece öleceğim, sen de geride rahat mı edeceksin? Bana, öldükten sonra vereceğin bir cennet ve içinde süreceğim ebedî bir mutluluk var mı? Bütün bunlardan yoksun isen beni ne diye kendi yolunda ölmeye çağırıyorsun? Kısacası, sizler, uğrunda bir savaşım sürdürmeye ve ölmeye değmezsiniz!”
Fakat, maalesef, günümüzdeki beşerî düzenler sadece İslâm’a has olan şehidlik kavramını alıp tepe tepe kullanıyorlar. Demokrasi şehidi, devrim şehidi, basın şehidi, görev şehidi... Şunu tekrar tekrar belirtelim ki, uğrunda ölünen yol Allah yolu, ölen kişi müslüman, ölenin niyeti de tamamen Allah’ın rızâsını kazanmak olmadıkça o şehid olamaz. O boşuna ölmüştür. Rasûlullah (s.a.s.)’a; ‘adamın birisi şecaat için, birisi ırk hamiyeti için, birisi riyâ için savaşıyor; hangisi Allah yolundadır?’ diye sordular. Peygamberimiz buyurdu ki: “Kim Allah kelimesi yücelsin diye savaşırsa, o Allah yolundadır.” (Ebû Dâvud). Kur’an şöyle emrediyor: “De ki: ‘Namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (6/En’âm, 162)
Özellikle beşerî düzenler, kendilerini korumakla görevli olan asker veya polis, herhangi bir şekilde birileri tarafından öldürüldüğü zaman, hemen, “şehid edildi” derler. Müslümaların tâkip ettiği medya da, istisnâlar dışında, aynı nakaratı dillendirir. Fakat aynı olayda ölenler arasında halktan mâsum vatandaşlar varsa, onlara da “öldürüldü” derler. Yani, kısacası, bu düzenler, kendi amaçları doğrultusunda ölenlere şehid deyip sonra da onları, kabul etmedikleri İslâm’ın cennetine sokuyorlar! Dini ve İslâmî kavramları kullanıp müslüman halkın inançlarını sömürmeye hakları yoktur. Cenneti ve cehennemi olmayan, sadece yalancı peygamberleri olan düzenlerin İslâm’ın malı olan bu kavramı kullanmaya hakları kesinlikle yoktur. Müslümanlar olarak, bu noktada uyanık olup beşerî düzenlerin bizden çaldıkları kavramları, çarpıtılmış şekilde değil; İslâmî kavramları yine kendi zemin ve şartları içerisinde İslâmî bir perspektifle değerlendirmemiz gerekir.
Şehidler söylediklerini ve yaşad
ıklarını kanlarıyla yazarlar. Bu yüzden o yazılar silinmez. Tarih onları silemiyor ve unutturamıyor. Zâlimler ve müstekbirler de onları hayattan, tarih yazmaktan ve tarih sahnesinden atamıyor. Şehidlerin kanlarıyla yazdıkları mesaj, gün geçtikçe daha da derinleşip netleşiyor. Meselâ, şehid Seyyid Kutub’un şehâdetiyle birlikte daha fazla tanındığını, mesajının daha fazla yankı uyandırdığını söyleyebiliriz. Seyyid Kutub, sağ iken, bu kadar yaygın bir şekilde tanınmıyordu. O şehid olmasaydı, öğretmenliği bu denli sürekli ve canlı olamazdı. Tarih, aynı dönemlerde yaşayıp ölen nice insanları unutturduğu halde Seyyid Kutub daha fazla tanınır hale geldi. Bugün az çok okuyan, düşünen ve müslüman olduğunun farkında olarak yaşayan her müslüman tarafından tanınmaktadır. Kim demiş ki Seyyid Kutub Öldü, hayır, o ölmedi! Tam aksine, Allah yolunda yürüyen tüm mü’minlerin kalbinde yaşıyor. Şehidlere “ölüler” denilmemesini ve onların yaşadığını bir başka açıdan da böyle anlamak gerekir. Seyyid Kutub örneğini vererek söylediklerimiz tüm şehidler için geçerlidir.Şehid kan
ı çok bereketli ve verimli olduğundan sahibini gün geçtikçe daha fazla dallandırıp yeşertir. Şehidin kaleminde mürekkep yerine kan vardır. Şehidlik bir zevktir. Onu yaşayan, tekrar tekrar yaşamak ister. Zaten Rasûlullah da bir hadisinde cennete gireceklerden hiç birinin oradan asla çıkmak istemeyeceklerini, sadece şehidlerin oradan çıkıp dünya hayatına dönüp şehid oldukları ânı tekrar tekrar yaşamak isteyeceklerini belirtiyor (Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25).Şehidlik, dâvâ edinilmiş şeyin u
ğrunda kurban olmanın adıdır. İnfakta zirvedir. Bilindiği gibi infak; Allah yolunda harcama yapmak mânâsına gelen bir Kur’an kavramıdır. Allah yolunda sarfedilen maddî, mânevî her şey, infak kavramı içerisine girer. İnsan, sevdiği şeyleri infak ettikçe dâvâsına olan samimiyetini ispatlamış olur. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre/iyiliğe ulaşamazsınız.” (3/Âl-i İmrân, 92). İnsanın dünyada sevdiği şeylerin en başında herhalde kendi canı gelir. Ama bir insan en sevdiği şeyi olan canını dâvâsı uğruna veriyorsa, demek ki o insan dâvâsını canından da üstün tutuyor demektir. Rabbimiz kitabında böyle kimseler için “nefislerini cennet karşılığında Allah’a satmış kimseler” (9/Tevbe, 111) buyuruyor. Kurban kelimesinin sözlük anlamı içerisinde “yakınlık, yakın olma” mânâsı vardır. Kurban aynı zamanda kişinin arzu ve isteklerini Allah’a sunma biçimidir (5/Mâide, 27). Şehid, kurban keserek değil; kurban olarak isteklerini Allah’a sunan kişidir.Şehidlerin kanl
ı ve parçalanmış cesetlerine bakarak çoğu zaman “acaba öldürülürken ne acılar çektiler, nasıl dayandılar?...” gibi duygular taşıyabiliriz. Bu, olayın bize görünen cephesidir. Bir de şehidin cephesinden olayı değerlendirelim. Bu konuda hadis-i şerif, öğretiyor ki, şehidlerin öldürülürken duydukları acı, sineğin ısırmasına benziyor. Olayın şehid tarafındaki cephesi o kadar tatlı olmasa, şehid cennetten çıkıp o ânı tekrar tekrar yaşamak ister mi?Bu değerlendirmelerden, şehâdetin mutlaka kan ile sonuçlanacağı anlaşılmamalıdır. Gerçek öyle değildir. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü halde, hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid denilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı halde, yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15)“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156).
Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Ama, şu bir gerçek ki, hayata şâhid olmaya ve hayatı Allah’ın istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalktığımızda da büyük bir ihtimalle şehidlik kapısı açılır. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.
Nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Biz şuna inanıyoruz ki, şehid gibi yaşadığımız zaman, kanlı bir ölümle zâlimler tarafından öldürülmek şeklinde değil de; yatağımızda ölsek bile ölümümüz en az hayatımız kadar bu dine hizmet edecektir. (10) “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine ‘düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun!’ dedi de bu, onların imanlarını artırdı ve ‘Allah bize yeter, hem O ne güzel vekîldir’ dediler.” (3/Âl-i İmrân, 173)
Şehidin Miras
ı Zaferdir
Elbet şehid verilecektir. Ama her şehide karşılık İslâm saflarına bir melek ordusu katılacaktır. Her şehidin yere düşmesi, ortalığı bir şimşek gibi aydınlatacak ve o şimşeğin şiddetinden düşmanın bir ordusu kahrolacaktır. Bir Seyyid Kutub asılırsa, doğacak bin çocuğa Seyyid Kutub ismi verilecek, onun gösterdiği "yoldaki işaretler" tâkip edilecektir. Şehidler diridirler. Şehid, toprağa düşmüş öyle bir tohumdur ki, verdiği başakta bin mü'min kalbi çarpar. Ve o başak, saf kuvvet, saf inançtır. O başağın dikeni ve samanı yoktur. Bir şehid kanı kara toprağa düşmesin, en kısa zamanda, o kandan bin müslüman dirilmedikçe o toprak rahat etmeyecektir. Her şehid verdikçe dâvâmız bir adım daha ilerliyor. (Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s. 111). Aslında "şehid verdikçe" değil; "şehid kazandıkça" denmeli, çünkü şehid, dâvânın kaybettiği bir yiğit değil; kazandığı bin yiğittir.
Zafer, temennilerle gerçekleşmez. Söylenen her söz ölüdür, ne zaman ki o söz uğrunda can fedâ edilse o zaman dirilecek ve canlar arasında yaşanabilecektir. Uğrunda can fedâ edilmeyen inançlar cansızdırlar, hayattan habersizdirler. Bundan ötürüdür ki; iman hicreti, hicret cihadı, cihad kıtali, kıtal de şehâdeti gerektirir. Müslümanca yaşamanın mümkün olmadığı yerde, yerin altı üstünden hayırlıdır. Gerçek hayat; ma'siyet içinde yaşamak değil; Hakk'ın çizgisinde ölebilmektir. Yani, cihad mektebinde okuyup şehid olarak mezun olmaktır.
Şehidin Destan
ıŞehidin Kutsall
ığı: İster müslüman, ister gayr-ı müslim olsun, bütün insanların ve özellikle gerçek mü’minlerin inanç ve örflerinde bazı kelime ve terimlerin oldukça önemli azamet, hürmet ve hatta kutsallıkları vardır. Âlim, filozof, profesör, mareşal, sanatçı, mûcit, kahraman, ıslahatçı, inkılâpçı, müceddid, müctehid, üstad, talebe, âbid, mü’min, mücâhid, muhâcir, iyilikleri emreden dâvetçi/tebliğci, velî, imam, peygamber gibi kelimelerin bazıları halk; bazıları hakiki müslüman ve bir kısmı da İslâm inancı ve kültüründe yine azamet, saygıdeğerlik ve özellikle kutsallık taşırlar. Hiç şüphe yok ki, kelimeler, söyleniş bakımından değil; anlamları dolayısıyla bu önem ve kn erişebileceği en yüce derece ve makama, kendi ebedî saâdet yolculuğuna nâil olacak istikamete yönelmiş olsun. Şühedâ hakkında, Kur’ân-ı Kerim’in kullandığı tâbirler ve hadislerde nakledilen ifâdeler, İslâm mantığını tanımaya yettiği gibi, bu kelimenin şuurlu müslümanların zihnindeki kutsallığı bulmanın sebebini de ortaya koymaya kâfidir.
Şehidin Hakk
ı: Beşeriyete, amelî hikmet, ahlâk, keşif, buluş, sanat, düşünce, fikir/düşünce ve ilim yollarıyla hizmet eden herkesin, muhakkak ki insanlık üzerinde bazı hakları olur. Ancak, hiçbir kimsenin insanlık üzerindeki hakkı, bir şehidin hakkı kadar asla olamaz. Bu nedenle, insanların hissiyâtından doğan minnettarlık ve şehidler hakkında onların hâlisâne değer vermeleri, diğerler sayılanlardan çok daha fazladır. Niçin ve ne gibi delillerle şühedânın hakkı diğer yardımda bulunanlardan daha fazla ve yücedir? Elbette ki bunun da bir isbâtı vardır. Zira diğer topluma hizmette bulunanların hepsi şehidlere borçludurlar; fakat, şühedâ onlara medyûn değildir. Âlim, kendi ilminde, mûcit kendi buluşunda, muallim kendi ahlâkî öğretiminde müsâit bir çevreyi bulur ve böylece görevini yürütür. Oysa ki şehid, büyük fedâkârlıkla kendi can ve varlığını hiçe sayıp, görünüşte yok olup topraklaşarak, çevreyi diğer yaşayanlar için müsâit bir duruma sokar.Şehid, aynen bir muma benzer; yanar, yanar; etraf
ına nurlar saçar ve yokluğuna mal olacak bu yanışla çevresini huzura kavuşturup işlerini görmeğe yardımcı olur; fakat sonunda kendini bitirip sönüp gider. Evet, şühedâ insanlık âleminin mumudur; bunlar kendilerini yakarlar, yakarlar ama beşeriyetin ufkunu da aydınlatırlar. Eğer insanlık âlemi karanlıkta kalsaydı, yukarıda sayılan topluma hizmet veren hiçbir başarılı insan göreceği işe başlayamaz veya onu devam ettiremezdi.Gündüz güneşin aydınlığında şuraya buraya koşan, geceleyin bir mum veya lambanın ışığıyla işini gören insan, her şeye bu ışık sâyesinde sahip olur; onunla görür, onunla yolunu bulur. Şöyle bir düşünsek, eğer o ışık olmasaydı, bütün o hareketler ve kaynaşmalar bir anda durur, âdeta bütün yönler kaybolurdu. Şühedâ ise aynı şekilde toplumun parlayan, nurlar saçan mumlarıdır. Küfrün, istibdât ve köleliğin zulmeti onların nurlu ışıklarıyla görünmezliklerini kaybetmeseydi, beşer asla yolunu bulup tâyin edemezdi.
Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem hakkında “sirâc-ı münîr” (nur saçan lamba/mum) (33/Ahzâb, 46) gibi gâyet latîf bir tâbir kullanmıştır. Bu tâbir ile, Hz. Peygamber’in Allah’a dâvet ile, O’nun izniyle küfür karanlıklarını aydınlattığı vurgulanmıştır: “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhid, bir müjdeci ve bir nezîr/uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir dâvetçi ve nur saçan bir lamba olarak (gönderdik).” (33/Ahzâb, 45-46). Bu âyetlerin açıklaması sadedinde bir şâir şöyle diyor: “Bu yüzdendir ki, Ey korkan kişi! Allah, Hz. Peygamber’e: “Ey elbisesine bürünmüş!” (74/Müzzemmil, 1) buyurdu; yani, “örtündüğün şeyleri at, onlardan sıyrıl. “Haydi geceleyin kalk (kıyâma dur/ibâdete yönel)!” (74/Müzzemmil, 2). Çünkü, ey gerçek er, Sen mumsun; mumsa geceleyin dâima kıyamda bulunur. Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Senin himâyen olmadıkça aslan bile tilkiye esirdir. Sen demedin mi (ey Peygamber!) “â’mâyı yola götüren, ona kılavuzluk eden kişi, Allah’tan yüzlerce sevâba ve ecre nâil olur. Kim bir körü tutar, kırk adım götürürse hidâyete erer ve bağışlanır” buyurmadın mı? Haydi, tut, katar katar körler topluluklarının elinden tut da, şu bir karara durmayan dünyadan çek!”
Evet, İslâmî kelime ve kavramlar arasında ve bilgileri İslâm ilimleriyle dolu olan kişilerin zihinlerinde, “şehidlik”, bütün diğer benzer kelimelerden üstün mukaddes ve nurlu bir kelime ve kavramdır.
Şehidin Bedeni:
İslâm’ın her emrinde binlerce hikmet, maslahat ve güzellikler vardır. Herhangi bir müslümanın ölümünde, o mevtâyı usûlünce yıkadıktan, ona gusül verdirdikten sonra, temiz bir kefenle sarmak, cenâze namazını kılmak ve sonra defnetmek, bütün şahıslara gerekli bir görevdir. Ancak, bu yapılan görevde bir istisnâ vardır; o da şehiddir. Şehid için sadece cenâze namazı kılınır, sonra o defnedilir. O yıkanmaz, ona gusül verilmez. Onun üzerindeki elbiseler çıkartılıp kefenlenmez asla.Bu istisnânın kendisi, bir sır ve semboldür. Şehidin ruh ve şahsiyeti o derece temiz ve her şeyden arınmış durumdadır ki, bu pâklık onun bedenine, kanına ve giyimine tesir etmiştir. Şehidin bedeni öyle bir cesettir ki, ruhun hükümleri onda câri olmuştur. Aynı şekilde, şehâdet vakti üzerinde bulunan elbisesi de şehide câri olan hükme bürünür, kefen yerine geçer. Şehidin her şeyi, elbisesi ve bedeni de, Hakk’a kulluk ve teslimiyeti, tertemiz fedâîliği nedeniyle büyük şeref kazanmış olmaktadır. Şehid, eğer bir savaş meydanında, emânet ve sınav olarak kullandığı o canı, sahibine/verene teslim ederse, o kana bulanmış beden ve elbiseyle gusül verilmeksizin ve kefenlenmeksizin defnedilir.
Kutsallığın Kaynağı: Ölümlerin nicesi telef olmaktır. Ölümlerin çoğu iftihar vesilesi olmaktan uzaktır; hatta utanç verici ne kadar ölümler vardır. Şehâdete götüren ölüm ise çok farklıdır. Kur’an tâbiriyle “fî sebîlillâh -Allah yolunda-” olup, insanlık ve mukaddes bir hedef (Allah rızâsı) uğruna, muhtemel, şüpheli, riskli veya kesin dünyevî tehlikelere karşı, şehâdet mertebesiyle yüceltilen bir ölüm olarak tanımlanır.
Şehâdetin iki esâs
ı vardır. Birinci rüknü, mukaddes bir hedef için fî sebîlillâh/Allah yolunda varlığını fedâ etmesi, diğeri ise bunun açıkça yapılmasıdır. Normal olarak şehâdet esnâsında cinâyet de sözkonusudur ve bu durum da şehâdette mevcuttur. Yani, bu amel; maktûle nisbet edildiğinde şehâdet olmasıyla mukaddes; katile nisbetiyle ise bir cinâyettir, aşağılıktır, âdîliktir.Şehâdet, mukaddes bir hedef u
ğruna, şahsın kendi arzusuyla veya şahsî düşüncelerden ve ihtiraslardan arınmış olmasına binâen, muhakkak ki iftihârı gerekli olacak ve taltif edilecek yüce bir makamdır, kahramanlığın ta kendisidir. Ölüm çeşitleri içinde yücelik ve iftihar vesilesi olabilecek, dünya hayatından daha üstün, daha güzel, daha mukaddes sayılabilecek ancak ve ancak şehâdettir.
Cihad ve Şehidin Sorumluluğu: Kur’ân-ı Kerim, üç mukaddes kavramı birçok âyette bir araya getirmiştir: “İman”, “hicret” ve “cihad”. Kur’an’da övülen insan, imanlı ve Allah (c.c.) dışında her şeyden âzâde hür bir varlıktır. Bu varlık, imana bağlı olarak, imanının kurtuluşu ve kendini kurtarmak için hicret eder ve toplumun imanının kurtulması için, daha doğrusu toplumu imansızlığın şeytanî pençesinden koparmak için cihad eder.
Cihad, Allah’ın herkese açmadığı cennet kapılarından bir kapıdır. Sıradan insanların, bu kapının kendisine açılmasına liyakati yoktur. Herkes cihad okulunda talebe olamaz, hele bu okuldan şehâdetnâme (şehidlik diploması) alarak mezun olamaz. Allah bu kapıyı, ancak kendi has dostlarına açar. İşte şehid, önce kendini ve toplumu arındıracak cihad mektebine lâyık görülmüş, sonra da bu okulu başarıyla bitirerek mezun olmuş, şehâdet ödülünü almış, sonraki hayatında en büyük ödüllere hak kazanmış, sorumluluk bilincini kuşanmış bir şahsiyettir. Bu sorumluluktan kaçmak, kişisel ve çevresel sorunlara kucak açmaktır.
Şehidin Zevk ve Sevgisi/Aşk
ı: İslâm’ın başlangıcına âit tarihlerde, özellikle ilk zamanlarda müslümanların pek çoğunda görülen, apayrı, husûsî bir ruh vardı. Yâ Rab, bu rûha ne ad takmalıyız? Buna “şehâdet sevgisi, şehidlik aşkı” demek, herhalde en yerinde tâbir olur. Mücâhid ashâbın -ki, ashâbın tümü mücâhiddi- kalbinde bir ateş yanar, yakıp kavurur bunları; “acaba Rabbimiz bizi şehâdetle rızıklandırcak mı?” diye. İşte Peygamber’e en yakın insanlar tarafından çoğunlukla yapılan duâlardan biri bu idi: “Allah’ım! Şehâdet feyzine nâil olabilmemiz için Senin yolunda ve Senin dostlarınla birlikte ölmeye bizi muvaffak kıl.”Biz bu aşkı o zamanın gencinde görüyoruz, yaşlısında görüyoruz, siyahında, beyazında, kısacası hepsinde görüyoruz. Bunlar, kendileri Hz. Peygamber’in mübârek huzurlarına geliyor ve “Yâ Rasûlallah, gönlümüz Allah yolunda şehâdetin arzusunu çekiyor” diyorlardı. Allah yolunda şehâdet, kendini öldürmekle olamayacağına göre ve bir müslümanın intihara hakkı olmadığı cihetle, cihad istiyorlardı; Hak yolunda savaş istiyorlardı ve bu mukaddes vazifeyi yerine getirip O’nun yolunda şehid olmayı diliyorlardı. Böyle bir arzuyla geliyor, durumlarını Rasûlullah’a arz ediyorlar ve kendisinden “Yâ Rasûlallah, şehâdeti bize nasib etmesi için hakkımızda duâ buyur!” diye yalvarıyorlardı.
İşte bunlardan bir tablo: Bir baba ve bir oğul şehâdet sırası için birbirleriyle münâzaaya giriştiler. Harbin kapıya dayandığı günlerdi. Bu tatlı tartışma, o dereceye vardı ki, oğul babasına; “ben gidiyorum, sen ailenin başında kal!” diyor; baba ise, “hayır, cihada ben gideceğim” diye diretiyordu. Oğul “ben gidip şehid olmak istiyorum”; Baba ise; “hayır, ben daha çok istiyorum” diye tartışıyorlardı. Nihayet kur’a çektiler. Kur’a oğula çıkınca o gidip şehâdet şerbetini içti. Bir müddet sonra baba, oğlunun âlem-i mânâda, inanılmaz bir saâdet ve erişilmez bir makam içinde hayat sürdüğünü gördü. “Babacığım!” diyordu, “Allah bize ne vaad etmişse hepsi hak ve doğrudur. Allah vaadine vefâ gösterdi.” İhtiyar baba gelip durumu Rasûl-i Ekrem’e arzetti: “Yâ Rasûlallah, her ne kadar ihtiyarlamış, kemiklerim zayıflamış, halsiz düşmüşsem de, şehâdeti çok arzuluyorum, sizden bir dilekte bulunmaya geldim; duâ buyurun, Allah beni şehâdetle rızıklandırsın.” Yüce Peygamber de, “Bu mü’min kulunu şehâdetle rızıklandır yâ Rabbi!” diye duâ buyurdular. Bir yıl geçmedi, Uhud gazvesi oldu ve yılların şehâdet âşığı koca insan Uhud’da şehâdeti tattı nihâyet.
Amr bin Cemûd adlı bir başka şahıs vardı; birkaç oğula sahipti. Kendisinin de bir ayağı topaldı. İslâm kanunları hükmünce, cihad bu şahsa farz değildi. Uhud gazvesinin başladığı sıralardı. Oğulları silâhlarını kuşandılar; fakat baba da: “Benim de gitmem gerek; ben de şehid olmalıyım” diye tutturdu. Oğulları kendisine engel olmak istediler: Sen evde kal, senin mecbûriyetin yok, ne diye cihada gelmek istiyorsun?” İhtiyar baba bütün ısrarlara karşı durunca, ailenin ileri gelenlerini toplayıp ihtiyarı bundan vazgeçirmek istediler. Nâfile olan çabaydı bu artık. Yılların cihad âşığı Hz. Peygamber’in huzûruyla müşerref olup “Yâ Rasûlallah, eğer şehâdet güzel bir şeyse, anlamıyorum; bunlar bana niye engel olmaya çalışıyorlar? Ben de onlar gibi Allah yolunda şehid olmak istiyorum” diye yakındı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) “mâni olmayın bu adama, bu adamda şehâdet arzusu, aşkı var; her ne kadar kendisine cihad farz değilse de haram hiç değildir; mâdem bu kadar arzu ediyor, bırakın gitsin!” buyurdular. Sevinmişti ihtiyar, hemen silâhlarını kuşanıp hazırlanmış, meydana gelmişti. Oğullarından biri babasının halsizliğini ve müdâfaasızlığını gördükçe onu koruyor, savaş boyunca ona yardımcı oluyordu aynı zamanda. Fakat ihtiyar baba âdeta ölüme meydan okuyor, kendini düşman ordusunun ta ortalarına atıyordu. Neticede susamış olduğu şehâdet şerbetini tattı. Oğullarından biriyle, o koca genç, âşık oldukları makamlarına eriştiler.
Uhud, Medine’ye yakın bir yerdir. Müslümanların cihadı/savaşı, gönüllerin arzuladığı şekilde neticelenmedi. Müslümanların yenilgisini duyanlar Medine’den haber için dağılıyorlardı. Bunu duyan Amr bin Cemuh’un eşi Uhud’a koştu. Kocasının, oğlunun ve bir kardeşinin mübârek cenâzelerini buldu. Oldukça kuvvetli olan devesine üçünü de yükledi ve Medine’de Bâki mezarlığına doğru yola koyulmak istedi. Her ne kadar deveyi Medine’ye doğru çekiyor idiyse de deve âdeta direniyor ve yol almak istemiyordu. Bu arada bazı kadınlar ve Hz. Peygamber’in bazı hanımları Uhud’a doğru geliyorlardı. Hz. Peygamber’in hanımlarından biri, “nereden geliyorsun?” diye sordu. O hanım da Uhud’dan geldiğini söyledi. Devesinin yükünün ne olduğunu sorduklarında ise, gâyet soğukkanlı olarak; “biri kocamın, biri oğlumun, biri de kardeşimin cenâzeleri; Medine’ye götürüp orada defnetmek istiyorum” dedi. Harbin neticesini sorduklarında ise; “el-hamdü lillâh, hayırla geçti; Peygamberimiz’in mukaddes canları sağ-sâlim olduğuna göre de olan olayların kıymeti yok. Allah kâfirlerin şerrini bastırdı” dedi. Sonradan şöyle ilâve etti: “Benim şu devemin hali bir tuhaf! Medine’ye her ne kadar çeksem, gelmek istemiyor; Uhud’a çevirdiğim anda âdeta koşarcasına gitmeye başlıyor. Aksi olması gerekir; zira Uhud bir dağ, tepe tırmanışı; Medine ise düz yol.” Rasûlullah’ın hanımı, “gidip Hz. Peygamber’e soralım” dedi. Huzûra vardıklarında; “acâip bir durumla karşı karşıyayım. Devemi Medine’ye doğru ne kadar çeksem de gelmek istemiyor; ancak Uhud’a yönelince uçarcasına gidiyor.” Hz. Peygamber sordu: “Kocan evden çıkışında hiçbir şey söyledi mi sana?” Evet yâ Rasûlallah, ellerini duâya kaldırıp ‘yâ Rab, beni bir daha bu eve geri çevirme!’ diye duâ etti.” Efendimiz (s.a.s.) “işte kocanın duâsı kabul olmuş, kocan tekrar eve dönmek istememiş. Bırak, kocanın cesedi Uhud’da kalsın, diğer şühedâ ile birlikte defnedilsin, bütün şehidleri Uhud’da defnedeceğiz, kocanı da.”
Hz. Ali (r.a.): “Başıma bir kılıçla vurulup bunun tesiriyle ölmem, hastalık nedeniyle yatağımda ölmekten yeğdir” diyor ve şiir diliyle şöyle devam ediyordu: Dünyayı nefîs sayıyorsan, Allah’ın sevâp yurdu olan âhiret ondan daha yücedir ve de daha değerli. Malların derlenip toplanması, terk edilmek için olunca, insanın terk edilecek bir şeyin üzerine bu kadar düşmesi ve bu hususta cimri olmasının ne faydası/hayrı olabilir? Bedenler ölüm için var edilince, insanın Allah yolunda öldürülmesi elbette daha güzeldir.”
Şehidin Mant
ığı: Normal insan mantığı ile bir şehidin mantığı arasında fark vardır. Şehidin mantık ve düşüncesi asla normal insan mantık ve düşüncesi ile mukayese edilemez. Normal insan mantığı bazı ıstılahlarla yüceltilip alçaltılabilir. Fakat şehidin mantığı... Ulu bir mantıktır, aşk mayasıyla yoğrulmuştur, bir taraftan İlâhî bir aşk; diğer taraftan ıslah olup ıslah etme mantığı. Islah edici sâlih birinin mantığı kendi toplumu için yanar, bir ârifinki ise Rabbinin vuslatının aşkı için. Tâbir câizse Allah âşığı bir ârifin coşkusu ile ıslah edici bir kişinin mantığından bir terkip/sentez oluşturursak, şehidin mantığı ortaya çıkar.Nasıl ki, büyük şehid Hz. Hüseyin, Kûfe’ye gideceği zaman, kavmin akıllı sayılan kişileri o Peygamber torununa engel olmak ister ve derler ki; “bu yolculuğunuz mantıklı bir yolculuk değil!” Normal bir insan mantığına göre mantıklı bir şey sayılamazdı; doğru söylüyorlardı. Böyle bir mantığa göre, kendi fikirlerinin menfaat ve maslahat mihveri etrafındaki düşünceler ancak mantıklı olabilirdi. Menfaat ve siyaset mantığı... Onlarca Hz. Hüseyin, mantıklı bir iş görmüyordu. Ancak o yüce şehidin daha yüce bir mantığı vardı; bir şehid mantığı. Elbette ki şehid mantığı, alelâde kişilerin mantığının çok üstündedir. Akıl ehli, hayatta kalıp yaşamak için bin bir çare ararken; aşk ehli, Allah için şehid olacak ve O’na kavuşacak bir tercih peşindedir. Şehidin mantığı, basit insanların mantığı gibi olmayıp, onların çok ötesindedir. Aynen şehid kelimesinin etrafını çeviren kutsal bir hâle gibi. Bu nedenledir ki, diğer kelimelerin arasında yüce, ulu ve mukaddes, kısacası apayrı bir anlam taşır. O yüzden bir kahraman veya topluma büyük hizmeti dokunmuş herhangi bir insan, şehidle, şehâdetin yüceliği ile karşılaştırma bile yapılamaz.
Şehidin Kan
ı: Şehid nedir ve ne yapar? Şehidin vazifesi sadece düşmanın karşısında durmak değildir; düşmanı sadece yenen veya ona yenilen değildir şehid. Eğer şehidler sadece gâlibiyet için canlarını vermiş olsalardı, yenilgi halinde kanları boşa mı akmış olacaktı? Hayır, şehidin kanı asla boşa akmaz, o kan asla heder olmaz! Onun kanı yere dökülüp asla yokluğa karışmaz. O kanın her bir damlası yüzlerce katreciklere bölünüp insanlara kan olur, can olur ve kendi toplumunun dirilişine, kanlanıp canlanmasına sebep olur. Rasûl-i Ekrem, öyle buyurur: “Kanın hiçbir damlası, hakikat ölçüsü ile Allah’ın indinde, Allah yolunda dökülen bir kan damlasından daha hayırlı değildir.” Şehâdet, toplumun ve özellikle donuk kanlı uyuşuk toplumların bedenlerine zerkedilen kan gibidir. Şehidin kanı, toplumun omuzlarına yeni bir gayret, damarlarına taze kan, dirilişine can, zayıflığına şifâ olacak enerji verir.
Şehidin Destan
ı: Şehid, diriliş destanıdır. Şehidin en büyük özelliği, onun toplumu canlandırmasıdır. Destan rûhu olan toplumlarda şehidler, özellikle İlâhî bir destan oluşturmak için ölürler/ölümsüzleşirler. Şehidin en önemli özelliği, bu ölüm destanıyla yeniden hayata, gerçek hayata kavuşmasıdır. Bunun için müslüman, şehâdeti niyaz eder ve bu özlem, onun devamlı destanlar icad etme arzusundan gelir. Yeni yeni destanlar ve yeni yeni canlanış ve şahlanışlar, hele üzerlerine ölü toprağı örtülmüş toplumlara yeniden tarih yazma fırsatıdır.
Şehidin Ölmezli
ği: Bazı insanlar âlimdir, topluma ilim yoluyla hizmet eder. Aslında ilim kanalıyla ferdiyetten/bireysellikten arınır ve toplumdan bir parça olur. Ferdî şahsiyeti, ilim yoluyla toplumun kollektif kimliğiyle birleşir; aynen bir damla suyun denize ulaşıp orada yok oluşu gibi. Âlim, gerçekte kendi kişiliğinin bir kısmını, yani kendi düşünce ve fikirlerini topluma ulaştırmayla, bu bağlantıyla toplumda devamlı yaşar duruma gelir. Diğer bir faâl şahsı, meselâ bir buluş yapan kişiyi ele alırsak, bu kimsede bu icadı sâyesinde toplumla birleşir ve topluma fennî bilgisi, sanatı ve kendi varlığı ile faydalı olur ve kendisi o toplumda yaşamaya devam eder. İnsan, bıraktığı faydalı eser sâyesinde ölümsüzleşir. Diğer biri sanatkârdır, meselâ şâirdir, kendisini sanat ve kültürü, fikir ve düşünceleriyle yaşatır. Bir başkası, ahlâk hocasıdır, toplum terbiyecisidir; kendisini hikmet dolu öğütlerle kalplerden kalplere aktarır ve yine bu kimse de toplumda kendini yaşatır. Öldükten sonra toplum içinde yaşayanlardan biri de şehiddir. Şehid, kendi kanıyla, kendini toplumda yaşatır, daha doğrusu, toplumda ebediyyen yaşayan bir kan, bir ruh olur.Bazıları kendi fikirlerine kıymet, ebediyet ve ölümsüzlük katabilir; bazıları fen, hüner ve sanatlarıyla kendileri için unutulmazlık kapılarını açabilirler. Fakat şehid, kendi kanına, hakikatte bütün vücut ve varlığına kıymet, ebediyet ve ölümsüzlük sağlar. Şehidin kanı her zaman toplumun damarlarında atar durur. Daha doğrusu, her bölükten kaliteli insan, ancak kendindeki bir özellik kadar, kendinden bir miktar özellik katarak topluma ölümsüzlük bağışlarken; şehid bu yolda, kendini tamamen bütün varlığıyla verir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Her iyi iş gören kimsenin elinin üzerinde başka bir iyilikseverin eli vardır; ancak Allah yolunda şehid oluncaya kadar. Allah yolunda şehid olduktan sonra, bunun üstüne çıkacak el yoktur.”
Ölüm konusunda farklı anlayış, felsefe ve inançlar vardır. Bunlardan biri, bedenle ruhun ilişkisini, bir hükümlünün hapisle, kuyuya düşmüş bir kişinin kuyuyla, kafesteki kuşun kafesle olan bağlantısı şeklinde değerlendiriyor. Bu anlayışa göre ölüm, kurtuluş ve özgürlüktür, intihara bile kapı açıktır. Peygamberlik iddiasında bulunmakla şöhret yapmış Mani’nin felsefesine göre böyledir. Diğer bir anlayış, bunun tam tersidir. Ölüm; tam bir yok oluş, bitiş ve sönüştür, varlığı kaybediştir. Aksi ise yaşayış, var oluş, vücut sahibi oluştur. Varlık yokluğa nazaran daha aziz, var oluş yokluğa her durumda tercih edilen bir durumdur. Yaşayış nasıl olursa olsun ve ne şekilde devam ederse etsin, ölüme tercih edilmelidir. İskenderun’lu meşhur hakîm/tabip Câlinus’un görüşü böyledir. Bu şahıs şöyle der: “Ben yaşamayı her hal ve şekliyle ölüme tercih ederim. Hatta o kadar ki, bir eşeğin karnında olmak ve nefes alabilmek için eşeğin kuyruğu altından başımı çıkarmak, bana ölümden, yok oluştan daha kıymetlidir.” Birinci görüş, ölümü kutsarken, ikinci görüş dünya hayatını yüceltmektedir.
Başka bir anlayış ise şöyledir: Ölüm, yokluk ve yok oluş değildir, sadece bir dünyadan diğer bir dünyaya göçüştür. Fakat insanın dünya ile olan bağlantısı, ruhun bedenle; mahpusun hapisle, kuyudakinin kuyu ile, kuşun kafesle olan irtibatı gibi değildir. Ancak belki talebinin okulla, ziraatçının ekimle olan ilişkisine benzeyebilir. Hiç şüphe yok ki, öğrenci evinden, yuvasından, dostlarıyla buluşmaktan ve bazen de vatanından uzak kalıp okulunun sınırlı çevresinde tahsil ve tekâmülü için uğraşır durur. Fakat toplum içinde saâdetle yaşayışın tek yolu, tahsil boyunca başarılı bir öğrenim devresini bitirebilmektir. Nitekim çiftçi de ev, yaşayış ve ailesini bırakıp tarlasında ekiniyle meşgul olmaktadır; ama ekim ve tarlada çalışması, onun maîşetini temin ettiği gibi, yılın kalan kısmını ailesinin, evinin çevresinde geçirmesine katkı sağlar. Dünyanın âhiretle, ruhun bedenle olan bağı işte böyle bir bağdır. Böyle bir dünya görüşü olan kimse, ameliyle başarılı olacağını bilir. Aynen, bir öğrenciyi ele aldığımız zaman, üzerinde tahsil yaptığı dalda, meselâ ziraatçilik konusunda esaslı bilgi edinmiş ise, vatanına dönmek ve öğrendiklerinin neticesini orada görmek istemesi beklenir. Her an, işini tamamlamış bir çiftçi gibi elde ettiği ürünü evine taşımak arzu ve endişesi içindedir. Bu öğrencinin, hiçbir zaman görevini arzusuna fedâ etmeyen bir çiftçi misali, içinde yalım yalım yanan vatan hasreti ile savaşıp tahsilini yarım bırakmama gayreti vardır.
Allah dostlarına, bu başarıları elde etmiş öğrenci gibi, adı ölüm olan öbür dünyaya göçüş bir arzudur. Öyle bir arzu ki, bu âlemde bir an dahi kalma arzusunu ortadan kaldırır. Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Eğer Allah onlar için belirli bir ecel çizgisi çizmemiş olsaydı, onların ruhları, sevaplarının sevkinden ve günah işleme ihtimali korkusundan, bir göz açıp kapayıncaya kadar bedenlerinde kalmazdı.” Aynı halde, Allah dostları, hiçbir zaman ölümü karşılamaya koşmazlar. Zira adına ömür dediğimiz şey, sadece tekâmül/olgunlaşma, sâlih amel ve güzel iş yapma fırsatıdır. Her ne kadar yaşarlarsa insânî kemâlâta o oranda fazla erişeceklerdir. Hatta ölüme karşı koymaya çalışır, Allah Teâlâ’dan uzun ömür talebinde bulunurlar. Bu açıdan bakarak pekâlâ görüyoruz ki, Allah dostlarının ölümü arzu, isteyiş ve sevişi; hiçbir zaman ölüme pisi pisine atılma değildir; uzun ömür dilemeye ters değildir.
Kur’ân-ı Kerim, “ biz Allah dostlarıyız” iddiâsında bulunan yahûdilere hitap ederken şöyle buyuruyor: “Eğer siz evliyâullah -Allah dostları- olsanız ölüm, sizler için arzu edilen ve sevilen bir şey olmalıydı.” (2/Bakara, 94-96). Sonra şöyle ilâve ediyor: Fakat bunlar hiçbir sûretle ölümü arzu etmiyorlar. Zira, önceden gönderdikleri çok zâlimâne, cinâyetkârâne amellerinin neticesi, öbür dünyada nereye gideceklerini kendileri pekâlâ bilmektedirler.
Evliyâullah -Allah dostları- iki hal ve durumda uzun ömür dilemekten kaçınırlar. Bunlardan biri şudur: Her ne kadar yaşasalar, bulundukları durum, tâatlerinde daha fazla başarı elde edemeyeceklerini, aksine tekâmül yerine noksanlığa düşeceklerini hissettikleri zaman, Hz. Hüseyin gibi şöyle duâ ederler: “Allah’ım, eğer ömrüm Sana itaatle geçecekse bana uzun ömür ihsan et. Yok, eğer, yaşayışım şeytana otlak olacak ise imkân nisbetinde beni kendi tarafına çek, çağır.” İkincisi ise, şehâdettir. Allah dostları, şehâdetle ölümü Allah’tan şartsız olarak niyâz ederler. Tahmin edilebileceği gibi şehâdette yukarıda sayılan her iki özellik de vardır: Hem amel ve hem tekâmül. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, şehâdet hâriç, her iyi amelin tekâmül basamağında bir üst seviyesi vardır. Diğer yönüyle ise öbür dünyaya hicret; arzu edilen, istenen, sevilen bir şeydir Allah dostları için. Bu nedenle Hz. Ali, ölümün kendisine şehâdetle nasip olduğunu görünce neşesinden âdeta kalıbına sığmıyordu. Hz. Ali’nin yaralanmasıyla vefatı arasında geçen zamanda söyledikleri ifadelerden biri şuydu: “Allah’a kasem olsun, arzum olan şehâdeti istemişimdir daima, ona da ulaştım. Bu karanlık gecede uçsuz bucaksız bir çölde su arayan ve birden bire bir kuyu veya bir pınar bulan kişiye benziyorum. Ben arzusuna erişmeyi arayıp bulan bir kişi gibiyim. Şu halde, şehâdet; İslâm nazarında, fertler açısından, kısacası şehitliğin üstün fazîletine inanan kimse için büyük bir başarıdır, başarıların en üstünü; bir arzudur, arzuların en istenileni.
Şehâdetin di
ğer bir çehresi daha vardır; toplumla olan bağlantısı. Şehidin toplumla iki bağı vardır. Biri, kendisi hayatta olsaydı, ondan bazı kimseler faydalanabilirdi, fakat bu durumla onun feyzinden mahrum kalınmaktadır. Diğeri, fesat ve kötülüğü körükleyen kimselerle olan bağıdır ki, onlarla muâhezeye kalkıp, onların elleriyle şehâdete ermektir. Muhakkak ki, o şehidin hayatının feyzinden faydalanan, onun yolunda giden arkadaşları, eli boş kalmışlardır ve o şehidin şehâdetinden elbette ki müteessir olacaklardır. Onların bu üzüntüsü, aslında kendilerine ağlayıştır, kendileri için üzülüştür. Ancak, şehidin şehâdetinin vuku buluşunda şehâdet, arzulanmayan bir olayın meydana gelmesi dolayısıyla özlenen bir iş olur. Şöyle bir örnek verebiliriz: Bir müdâhaleyi gerektiren, meselâ iç hastalıkların bazılarında yapılacak ameliyatlar, hiç şüphe yok ki yerinde bir iştir. Fakat ameliyatı gerektiren bir şey yoksa bu yapılan hatadır. Toplum açısından, şehâdetten alınacak ders şudur: İlkin böyle bir durumun vuku bulmasını önlemek gerekir. Yoksa bu fâcia, yapılmaması gereken bir eylem olarak dillerde dolaşır ve zulüm kahramanı olan katillere bağlı bir üzüntü kaynağı olur. Fakat bu durum, önlenmesi istendiği halde değiştirilemezse, o zaman toplumun fertleri o cânîlere dönüşmekten kendilerini sakınırlar.Toplumun alması gereken diğer bir ders daha vardır. Toplumda şehâdeti gerektirecek durumlar olacaktır. Bu bakımdan şehidin kendisine taalluk eden uyarıcı ve seçilmiş bir amel nedenleriyle ve yükümlü olmadığı halde baş göstermesi halinde, insanların hissiyatları, o şehidin hislerinin renk ve şekline bürünür. İşte bu durumda şehide ağlayış, onun destanına iştiraktir, o ruhla hem-âhenk oluştur, onun neşesine bürünüştür, onun oluşturduğu dalga ile dalgalanmadır. Ağlayış, her zaman bir rikkat veya bir heyecan eseridir. Şevk ve aşk gözyaşlarını hepimiz biliriz. Ağlayış sırasında ve onun kendine has rikkat ve heyecanında, insan bütün hallerden ziyade, ağlamış olduğu sevgilisine kendini daha yakın görür. Hakikatte öyle bir hale bürünür ki, kendini onunla birlikte bulur. Gülüş ve neşede daha ziyade kendine dönüş, bencillik ve benlik; ağlayışta ise, kendinden geçiş, kendini unutuş ve sevilenle bir olmak vardır.
Şehidin mant
ığı, bir yönden aşk mantığıdır, diğer yönden ıslah. Islah eden, âşık ve ârifin iki karakterini senteze tâbi tutarsak ve ondan tek bir insan meydana getirirsek, o zaman şehid ortaya çıkar. Şehid mantığı, başka bir mantıktır. Şehid, destanlar oluşturmak, topluma can vermek, kan vermek, ışık tutmak, hayat bağışlamak için kendini fedâ eder. Şehâdet, sadece düşmanın mağlup olmasına yönelik bir çaba değildir. Şehâdette destanlar oluşturan güç de vardır. Eğer şehidler olmasaydı, destanlar da olmazdı. Üzerinden yıllar geçse de, halkın bu destanlara kulak verişi, bu olaydan ders alışı, ruhlanışı, canlanması temin edilemezdi. (11)Şehidin, sadece savaşta öldürülen olmad
ığından dolayı, Allah'ın ahkâmı için, Kur'ân-ı Kerim'in hâkimiyetini sağlama yolunda cihad/gayret eden, bu yolda ciddî çabalar harcayan veya en azından bunlara yardım eden müslümanlar, yatağında ölse bile şehid sevâbı alacaklardır. Kur'an'ın şehid tanımından ve hadis-i şeriflerdeki şehid çeşitlerinden kesinlikle bu anlaşılmaktadır. Bir hadis-i şerifte de, "insanların fesâda uğradığı zamanda Peygamber'in sünnetine sarılan kişiye de (yüz) şehid sevabı verileceği" bildirilmektedir. Çünkü, şehidin gâyesi ölmek değil; Kur'an'ın ahkâmına itaat, O'nun hükümlerinin hâkimiyetine çalışmak, Rasûl'ün sünnetine sarılmaktır. Bunu sağlayınca, savaş alanında ölmese de şehid sevabı alacaktır. "Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen, yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (22/Hacc, 58). Hz. Ali de der ki; "Bir devlet başkanı bir kişiyi hapseder ve ona zulmederse, hapishanede iken o mazlum da ölürse şehiddir. (Mirkat, Şerhu'l- Mişkât, 2/303). Ve zâlim sultanlara karşı hakkı söylerken öldürülenlerin en büyük şehidler olduğunu da Peygamberimiz haber vermiştir (Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13).Sahâbe, Bedir'de, Uhud'da bazı şehidleri anlatıyor: "Sanki Cennetin kokusunu almış da o tarafa koşarmış gibi koşarken gördüm, sonra da şehid edildi..." İnsan, bir şeyde sağlam bir ilim edinecek olursa, o bilgi edindiği şeye doğru koşar ve onu elde etmek için gayret eder. Sanki kokusunu almış gibidir. Günümüzde de deriz: "Bu, paranın kokusunu almış, o tarafa gidiyor." Paranın kokusunu alan, o işe yatırım yapar, onu elde eder. Parayla insan, bazı organlarını doyursa bile gözünü ve iç dünyasını doyuramayacak, mutluluğu da satın alamayacaktır. Çünkü insan, maddî şeylerle değil; ibâdetle, zikirle, Allah'ı râzı etmekle, cennetle tatmin olup doyum sağlayabilir. Bunu idrâk edemeyen insanlar, doyumlarını sağlamak için sadece paraya doğru koşuyorlar; ama bu, bazılarının açlıklarını artırmaktan başka bir şey sağlamıyor.
Şehid, hadis-i şerifte ifâde edildi
ğine göre, karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyarsa, şehid olurken ancak o kadar bir acı duyar (Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16). Biz, Filistin'de oğlunun ölmüş cesedi yedirilen kadının, sonra da işkence edilerek öldürüldüğünü duyunca tüylerimiz ürperiyor. Önce kolları, sonra ayakları kırılan, sonra da burnu kesilen insanları duyunca yüreklerimiz hopluyor, bize bunu gözönüne getirmek bile acı veriyor. Bize verdiği acı kadar şehidimiz acı duymamıştır. Yusuf (a.s.)'un güzelliğine bakarken ellerini kesen kadınların acıyı hissetmedikleri gibi şehidler de ölürken acı hissetmezler. Onun için, biz şehidlerimize acımıyoruz. Onlara rahmet okuyor ve kendimize acıyoruz. Şehid olmak (yani cephede düşman tarafından öldürülmek) gâye değildir; müslümanca yaşayan bir kul olmak, canlı şehid gibi yaşamak, Allah'ı râzı edecek şekilde yaşamak gâyedir. Allah'ın ahkâmının hâkim olması için kulluk yapmak gâyedir. Hazineyi elde etmek için harâbeyi yıktıkları gibi, öteki dünyayı (hatta her iki dünyayı) güzelleştirmek için şehâdet, severek tercih edilir. Ama o yolda yürürken önümüze engeller çıkmış, Mûsâ'nın denizi, İbrâhim'in ateşi veya Yusuf'un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!Şehid: Ne ad
ına, kime karşı ve niçin mücâdele ettiğini bilen kimsedir. Şehid, tuğyânın kurumlaşıp otoriteleştiği bir dünyada İlâhî sevdâya tutulmuş müslümandır.Şehid: Kendisinin yeryüzünde halîfe (2/Bakara, 30) oldu
ğu bilincinde olan, “yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar İslâm düşmanlarıyla savaşılması gerektiğini” (8/Enfâl, 39) unutmayan bir dünya vatandaşıdır. İstanbul’u fethetmek için tâ Medine’lerden gelip sur kenarlarında şehid olanların yolunu sürdüren ve dünyanın bir ucunda yaşayan bir mücâhid müslümanın dünyanın diğer ucundaki mazlum müslümanlara yardım için kıtalar arası seferleri en güzel seyahat kabul edenlerin yoludur şehidlik.
Şehid: Öyle bir ö
ğretmen ve tebliğcidir ki, yıllarca medreselerde/okullarda verilen derslerin, ciltlerce yazılan kitapların, dillerle yapılan tebliğ ve uyarıların sağlayamadığı bir netice ve kazancı sağlar.Şehid: Yarar-zarar hesaplar
ına radikalce iyi bir ders verir: Tek dünyalı insanların ölçülerine göre, şehidin yenemeyeceği bir düşmana kendini öldürteceğine, hayatta kalıp gücünü uygun zamanda kullanmak üzere saklaması daha faydalıdır. Gâlip gelemeyeceği, sonucunu dünyada göremeyeceği bir mücâdeleye girmemesi gerekir. Böyle düşünenler şehidi anlayamazlar. Anlarlarsa böyle düşünemezler.Şehidlik: Say
ıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar cihadla görevlidirler. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Allah, zaferi insanlar arasında evirir çevirir:“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 140-142) Zafer, muvaffâkiyet/başarı Allah’ındır, o dilediğini başarılı kılar. “Nusret/zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.” (3/Âl-i İmrân, 126) Yine unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir: “Mü’minlere yardım etmek Bize hak olmuştur.” (30/Rûm, 47) Bu, cihad edip şehâdete can atan kimselere uzak da değildir. “Allah’ın yardımı/zaferi yakındır.” (2/Bakara, 214) “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (61/Saff, 8-13)
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.” (54/Kamer, 10). O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” (71/Nûh, 5-9). Hem de, dile kolay; tam 950 sene... “Andolsun Biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuz yüz elli sene onların arasında kaldı.” (29/Ankebût, 14)
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için (51/Zâriyât, 56), Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Şehid: “Şehidlerin efendisi, zâlim sultan önünde hakk
ı haykırandır” hadisini canıyla tasdik eden kimsedir. Şehid, kendi ölümüyle sonuçlanan eylemiyle, zâlimin maddî gücüne hiçbir zarar vermediği gibi İslâm saflarına da maddî açıdan hiçbir katkıda bulunmamıştır. Aksine, şehâdetiyle, kendi kişisel varlığını yok ederek İslâm saflarından bir neferin güç ve imkânlarından mahrum bırakmıştır; İslâmî hareketi yarar-zarar hesapları içinde yönlendirmeye çalışan zihniyete göre bu böyledir. Onlar, görmez veya göremez ki; İslâmî hareketin esas dinamikleri maddî imkânların ötesinde, ölçülemez, kolay anlaşılamaz dinamiklerdir.Şehid, toplumun kalbidir. Şehidin kan
ı, bir uzvu olduğu topluma ulaştığında, toplumun kurumuş damarlarını harkete geçirir, canlandırır, bir kalp görevi yapar. Toplumu, içinde bulunduğu bitkisel hayattan (ot gibi yaşamaktan) kurtarır, canlandırır.Şehidlik: Yaşamak için her çeşit zillete/şerefsizli
ğe tâlip olanların yaşadığı bir dünyada, çok şerefli bir ölümü (ebedî hayatı) seçmektir. Hayat süren leşlere, canlı cenaze durumunda olanlara en güzel dersi vermek için ölümsüzler kervanına katılmak demektir.Ölüm istenmez ama, ölümden bin beter olan zillet hiç istenmez. Âdî birer korkak, alçak birer hâin olarak zillet içinde yaşamaktansa, şereflice ölüm elbette daha iyidir. Hem, şehidlik ölmek de olmadığına göre, ölüm istenmez, ama şehidlik istenir/istenmelidir. Şehidin de Rasûl’ün de tekrar tekrar istediği lezzettir şehid olmak.
İnsan, müslümanca yaşayamıyorsa, müslümanca ölmenin yolunu mutlaka bulabilir. Bazen yerin altı, yerin üstünden daha güzeldir.
Şehidlik: Zulme, fitneye, Hakka isyâna; canla kanla karş
ı koymak, neticede kanın kılıca gâlip gelmesini sağlamak demektir.Dünya, şehid olmaya can atanlardan korkuyor. Hiçbir silâh, yerinde kullanılan şehâdet silâhından daha büyük olamaz. Şehid olmak isteyeni, hiçbir maddî şeyle korkutamazsınız. O daima gâliptir; ölse de, yaşasa da. Ölümden korkan tüm materyalistler, yahûdiler, beşerî ideoloji mensuplarını ancak ölümden korkmayan yiğitler korkutabilirler. Görmüyor musunuz İsrâil’in taş atan gençten nasıl korkup üstüne tankla yürümesini... Görmüyor musunuz 15 yaşındaki gencin/çocuğun elindeki taşla dünya ile savaştığını... Çeçenistan destanını... Afgan direnişini, Bosna kıyâmını... (Ve Türkiye’nin uykusunu!... Pardon, Amerika safında Amerikan hedefleri doğrultusunda müslümanlarla savaşını...)
Şehidler, ölümden korkmaz; bilirler ki ölüm, daha güzel bir diyara, as
ıl vatana göç etmektir. Bilirler ki şehidlik ölümsüzlüktür. Bilirler ki herşeyin olduğu gibi canın da sahibi Allah’tır. O istediği zaman zaten emânetini geri alacaktır. Ama, gönül rızâsıyla seve seve O’nun yolunda canlarını O’na takdim, fazladan ikrâma sebep oluyor. Allah, kendi malını, kulundan, çok büyük bedelle satın almış alıyor. Onlar şehidliğe tâlip olmakla ölümlerini erkene almış olmadıklarının (3/Âl-i İmrân, 154), sadece eceli/ölümü güzelleştirdiklerinin bilincindedirler.
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler...” (2/Bakara, 154 ve 3/Âl-i İmrân, 169). Dirilikleri nasıldır? Nasıl, ne tür bir hayat yaşıyorlar? “Fakat siz onu hissedemez, anlayamazsınız.” (2/Bakara, 154). Şehidlerin hayatını tümüyle idrâk edemeyiz; künhüne vâkıf olamadığımız bir hayattır bu. Ancak, kabul ve tasdik ederiz, inanırız ve onlara ölü demeyiz. Cansız dediğimiz cisimlerin hayatını bilemediğimiz, atomlarındaki yazıları/şifreleri çözemediğimiz gibi... Tesbih eden (17/İsrâ, 44), İlâhî emânetin azametini idrâk eden (33/Ahzâb, 72), Allah korkusundan yarılıp paramparça olan, yuvarlanan (2/Bakara, 74) taşların, dağların hayatını bilemediğimiz gibi. Cin ve meleklerin hayatına vâkıf olamadığımız gibi. Berzah/kabir hayatını tümüyle idrâk edemediğimiz gibi... Âhireti tümüyle anlayamadığımız, rüyânın sırlarını, rûhî hayatın gizliliklerini çözemediğimiz gibi... Şehidlerin hayatını da tümüyle anlayamayız. Ama tüm sayılanlara iman ettiğimiz gibi şehidlerin yaşadığına da inanırız.
Seven, sevdiğinin yolunda, sevdiğinin isteğini seve seve fedâ edendir; Şehidlik, bu hükmü kanıyla onaylayan sevdâlı fedâidir.
Şehid, Tevhid mücâdelesinin ebedî şâhididir. Hakk’a ve hakikatlere, gözüyle görmüş gibi şâhid olan şehâdet eridir.
Şehâdet/şehidlik, şehâdet kelimesini kuşanmakla, Allah’
ın şâhidi olmakla mümkündür. Allah dışındaki bütün ilâhlara “lâ -hayır!-” demek, şehâdete giden yola girmektir. Çünkü gerçekten şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehâdete/şehidliğe tâlip olmak demektir.Şehidlerin kanlar
ı, İslâmî değişim ve dönüşümün, inkılâbın anahtarıdır. Şehidlerin kanları, güzellik ve koku saçan kırmızı lâlelerdir.İnsan nasıl olsa ölecek, ecel ne bir sâniye önce, ne bir sâniye sonra değil (7/A’râf, 34), tam vaktinde gelecek. Ama ölümün şeklini belirlemek biraz da bizim irâdemize bağlı; kahramanca, şereflice ölmek, yani ölümsüzleşmek veya sıradan biri gibi...
Tevhidin ve Hakkın düşmanları, İslâmî dâvetin önüne engel koymak üzere her zaman hile ve tuzak kurmuşlardır. Tevhid tarihi boyunca bâtıl güçler, dünyevî aşağılık çıkarlarına engel gördükleri Hakkın hâkimiyetini istemediklerinden, insanları Allah yolundan alıkoymak için cinâyetlerden, vahşet ve katliâmlardan geri durmamışlar, sayısız şehidin kanı karşılığında fethedilen İslâm topraklarını işgal etmişlerdir. Cihad ve şehâdet rûhundan başka bu zâlimleri durduracak bir yol yoktur. Bu şuurdaki mü’minler, tarih boyunca Tevhid bayrağını yere düşürmemişler, özellikle saâdet asrından sonra, tâğutlara bütünüyle kulluk yapıldığı hiçbir devir olmamıştır. Kutsal emânet, şehidler sâyesinde bize sağlam bir şekilde ulaşmıştır. Şehid kanlarının yeşerttiği engin filizler Hak’tan başkası karşısında boyun eğmeyerek mukaddes değerleri korumuşlardır. Şehid kanlarının suladığı her toprak parçası, şehidlik mantığını öğretirken, üzerinde dolaşanlara sorumluluklarını hatırlatmakta ve şöyle haykırmaktalar: “Ey Allah’ın kulları, her şey Allah yolunda verilmeye lâyıktır; ama hiçbir şey Allah yolunda harcanmayacak kadar kıymetli değildir! Mukaddes tevhid sancağını yere düşürmemek, kutsal emânete ihânet etmekten kurtulmak için bugün, şehidlik şuurunu yeniden canlandırmak zorundayız. Unutmamalıyız ki bugün küfür cephesi, geçmiştekilerden daha mâsum, daha merhametli değildir. Hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, günümüzde de en şiddetli biçimde sürüyor.
Hz. Hüseyin’in şehâdeti, asırlardır cihad, inkılâp ve şehâdet rûhunu nasıl etkilemiştir? Seyyid Kutub ve onun gibiler hâlâ yaşamıyorlar, yoldaki işaretleri göstermiyorlar mı? Bak, nasıl canlı dersler veriyorlar, hizmet ve cihad yapıyorlar... Onlar bu hizmetleri yaparken ölü de, biz mi diriyiz?
Kansız ihtilâl olmadığı gibi, her hayırlı inkılâp da şehidlerin kanına ihtiyaç duyar. İslâmî inkılâbın olmazsa olmazlarından biridir şehâdet. En büyük inkılâp, Kur’an’ın, Peygamber’in inkılâbıdır. O inkılâp öncesi, nice zahmetlere, fedâkârlığa, şehâdetlere sahne olmuştur Mekke ve Medine. Selâm olsun Sümeyye’lere, Yâsir’lere, Ammar’lara, Bilâl’lara, Hamza’lara, Câfer’lere!
Yakın tarihteki devrimlere bakın. 1789 Fransız devrimi, 1917 Rus İhtilâli; ne kanlara ve canlara sahne olmuştur. İran İslâm İnkılâbı da yüz bini aşkın şehid kanının üstüne kurulmuştur. Bugün de şehidler ve canlı şehidler ayakta tutmaktadır.
Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında uzunca çile çekmesi... Yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır. Sonra bu aşamalardan geçen buğday dânesi, bir ölür, yüz dirilir (48/Fetih, 29). Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir.
Denilebilir ki Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı 1970’lerde dâvâları için kendilerini fedâ etmese, komünizm için idam sehpâsına boynunu uzatmasaydı, belki 70’li yıllarda Türkiye’de bu denli ilerlemeyecekti komünizm. PKK dâvâsı da bâtıl dâvâ uğruna binlerce canın fedâ edilmesiyle büyümedi mi? Onlar, cenneti olmayan bir dâvâ için, kendilerine göre yokluğu seçebiliyorlar da, müslüman gerektiğinde cennet karşılığı fedâi olamayacak mı? Canlı şehidler unutmaz ki, uğrunda ölünmeye/canlanmaya en lâyık dâvâ İslâm dâvâsıdır. Bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insanlar, sorumluluklarından nasıl kurtulacaklar? “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler, benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler...” (2/Bakara, 165)
Bâtıl dinler, beşerî dâvâlar ve ideolojiler uğruna, içi boş kavramlar için, ırkçılık, kan dâvâsı, toprak veya bâtıl simgeler uğrunda eziyet çekenler, ölenler normal görülebiliyor, hatta bu kimseler kahraman ilân ediliyorken; Allah yolunda öldürülenlere nasıl bakılmalı? "Ben de müslümanım el-hamdü lillâh!" diyenler nasıl bakmalı? Bu bakış, bakanın kendisini iman aynasında görüp, imanının testi olmaktadır aslında.
İmanın, mü’min olmanın bir bedeli vardır. Cennetin bir bedeli vardır (2/Bakara, 214). Bedeli ödenmeyen inanç, taklitten öte gidemez. İmanda tahkîke ve yakîne ulaşmak için gereken bedeli eksiksiz ödemek gerekir. İman sözü kuru bir iddiâdan ibâret değildir; "inandım" diyen, en ağır imtihanlara tâlibim demektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılavereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir.” (29/Ankebût, 2-3, 6) Nelerle imtihan olacağız? “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele!” (2/Bakara, 155) “Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 142) “Sevdiğiniz şeylerden infak edip Allah yolunda harcamadıkça birre (iyiliğe) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (3/Âl-i İmrân, 92)
Allah yolunda savaş yapanları, cephede savaşan müslümanları görenler iyi bilir? Hayatta bu kadar nurlu, candan tebessüm edip gülen huzur dolu yüzlere kesinlikle başka bir yerde rastlanamaz. Şehidlik için gönülden yalvaranları, en güzel duâyı dille ve fiille yapanları, düğüne gider gibi cepheye koşanları kalemle veya dille anlatmak mümkün değildir, onu gören ve yaşayan bilir ancak.
Şehid: Fânî varl
ığını Allah’a sunarak giriştiği alışverişte, kendisi için rızâ ve cennet satın alırken, geride bıraktığı cemaati için de, bu dinamikleri çağırmış olur. Şehid kanının bereketi ve fazîleti dediğimiz şeydir bu. Şehâdetin işlevi, Allah’ın gaybî imkânlarını, şehidin içinden çıktığı cemaat üzerine celbetmektir. Allah’ın rızâsına paraleldir Allah’ın yardımı; sünnetullah budur. Allah’ın rızâsı, Allah’ın yardımını neticelendirir. Şehidin mesajı, örnekliği, verdiği dersler, kanı ile kendi zamanında ve gelecekteki, dâvâ kardeşlerine faydası ve Sünnetullah gereği Allah’ın yardımı ve zaferini dâvet ettirici olduğu gibi; âhirette de, içinden çıktığı topluma Allah'ın izniyle şefaat edebilecek, dünyada olduğu gibi âhirette şehâdette (şâhidlikte) bulunacak, hakkın şâhidi olacaktır.Her şehid, dünya âleminde geriye kalanlara kutsal bir masaj bırakarak gider. Hiçbir ölüm olayının şehidlik kadar derin muhtevâsı yoktur. Belki birkaç damla gözyaşı veya dramatik sessizlik... Fakat şehâdet, katiller cephesinde, bir bedenin varlığına karşı girişilen bir yok etme olayından ibâret olmayıp, hak ve hakikatin, adâlet ve doğruluğun yok edilmesi olayına mâtufdur. Dolayısıyla yok edilmek istenen şehidin bedeninde sembolleşen hak, hakikat ve tevhid gerçeğidir. Dökülen her şehid kanı, aynı zamanda İlâhî dâvânını ebediyyen pâyidar kalması için önden gidenlerin arkada kalanlara mes’ûliyetlerini hatırlatma sadedinde bir mesajdır. İlâhî dâvâ uğruna canlarını fedâ edenleri anlayabilmek, ancak onların kaygılarıyla kaygılanıp, küfre ve zulme karşı onların duyduğu kutsal kini kuşanmakla mümkün olacaktır.
Şehidler, kendi hayatlar
ını fedâ etme pahasına kutsal emaneti, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “evet” ise, şehid olamasak bile şehidlerin şefaatini umabiliriz; “hayır” ise, hesap meleklerinden önce şehidlerin yakamıza yapışacakları endişesi taşımamız gerekir.Şehidin kan
ı, hak ve bâtılı, adâlet ve zulmü birbirinden ayıran ölçü taşıdır. Şehid, halk kalabalıklarının sırıtan yüzünü görmesine engel olan bâtılın zulmünün maskesini yırtma görevi üstlenir.Hak yolunun tâvizsiz savunucuları olan canlı şehidler, başarısızlığın % 99 olduğunda bile bâtılla tokalaşıp uzlaşmazlar. Ezilir, ama sebat ederler; düşerler, ama dosdoğru çizgiden yalpalamazlar. Hz. Hüseyin; şehidlerin seyyidi işte böyle birisidir. “Heyhâte mine’z-zilleh” diyen korkusuz peygamberin yiğit torunu. Hüseyin gibi muhteşem mağluplardır asıl gâlipler, tarihe geçen, tarih yazanlar. Onu dünyevî olarak yenen, şehid edenlerin durumu mu? Kim, oğluna Yezid ismi koymuş ki bugüne kadar? Ya Hüseyinlerin sayısı?! Hz. Hüseyin, bir destan kahramanı değil, baştan sona bir destandır, canlı destan! Kendisi için en çok ağlanılan büyük şehid. Dâvâ adamının bir ideal uğruna ölebilenine/ölümsüzleşenine Hüseyin’den daha güzel bir örnek mi aranır?
Ölümsüz
Şehidlerden Ölümsüz Mesajlar“Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi ne kadar isterim!” (Ümmetinin Şehidi/şâhidi Hz. Muhammed Mustafa) (s.a.s.)
“Sabran yâ âle Yâsir! İnne mev’ıdeküm el-cenneh -Sabredin ey Yâsir âilesi! Size cennet vaad edildi!-” (Canlı Şehid Hz. Muhammed (s.a.s.)
“Gâyemiz Allah’tır, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.” (Şehid Hasan el-Bennâ)
“Normal bir insanın mantığı ile şehidin mantığı arasında büyük fark vardır. Şehid, aşk ehlidir; akıl ehli değil!” (Şehid Mutahharî)
“Şehid verdik’ demeyelim; ‘şehid kazandık’ diyelim. Çünkü, şehid, evet, zâhiren aramızdan ayrılıyor ama kanı daha büyük hizmetler görüyor. Biz aşk ehliyiz, akıl ehli değil. Akıl ehli, hayatta kalmanın bin bir yolunu hesap ederken; aşk ehli, şehâdet için bir yol bulma sevdâsındadır. Sırf akıl ehli olanlar, dâvâları için sadece tedbir peşinde koşarlar. Aşk ehli olanlar ise, dâvâları için önce kendilerini fedâ etmeyi göze alırlar. Her bir müslüman, inancına aşkla bağlanmalıdır; sadece akılla değil!” (Şehid Muhammed Hüseyin Beheştî)
“Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...” (Şehid Seyyid Kutub)
“Bizler, kaderin Allah’ın elinde olduğuna inanıyoruz. Eğer benim ölümüm sizin bu zâlim mahkemenizin emri ile değilse, hapisten çıkınca size savaşın ne olduğunu göstereceğim! Yok, eğer ölümüm, sizin idam hükmünüzle ise, size şunu müjdeliyorum: Bizden sonra gelecek nesil, sizin küfür nizamınızı yerle bir edecektir.” (Şehid Şükrü Mustafa)
“Dert ve gamla dolu kalbim, özgür olmak istiyor. Pejmürde rûhum artık uçmak ve şu kara gurbet beldesinden göçüp gitmek için yolculuk vâdisine çekmek istiyor. Gönül, varlık yükünden kurtulup, yokluk âleminde sadece Allah’ıyla vahdete ulaşmak derdinde...” (Şehid Mustafa Çamran)
“Bu yolda ölümle karşılaşmamız şereftir bizim için. Zillete boyun eğmektense izzetle ölürüz! Müslüman, kula kulluk olmayacağını bilendir. Müslüman, gâyesinin Allah’a lâyıkıyla kulluk olduğunu bilendir. Müslüman, kolaya değil zora, sefâya değil cefâya, refaha değil çileye, savaşa değil barışa, kötülüğe değil iyiliğe, cehenneme değil cennete tâlip olandır.” (Şehid Şeyhmus Durgun)
“Ey İslâm dâvetçileri! Ölüm tutkunu olun ki, size hayat bağışlansın. Sakın amelleriniz sizi aldatmasın, aldatanlar sizi Allah ile aldatmasın. Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nâfileler sakın sizi aldatmasın!” (Şehid Abdullah Azzam)
“Herkes ya kan, ya da mesajı... Ya Hüseyin ya da Zeynep olmayı... Ya öyle bir ölümü, ya da böyle bir kalımı... seçmesi gerektiğini bilmelidir...” (Şehid Ali Şeriatî)
Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmem haksızlıktır. Eğer bâtılın zulmüne kurban gidiyorsam; bâtıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!” (Şehid Seyyid Kutub)
“Allah’ım! Sana şükrediyorum; şehâdet sırrını bana gösterdin. Tâ ki, tehlike döneminde ölümden korkmayayım, aşkla tehlike denizine dalayım! Korkunç sahnelerden kaçmayayım. Tehlike ve tehdit beni Senin yolundan saptırmasın! Şehâdeti kabul etmem, beni özgürleştirdi. Şehidliğine dayanan böyle bir hürriyeti, hayatım pahasına hiçbir şeye satmadım, satmayacağım.” (Şehid Mustafa Çamran)
“Cânân yolunda canım giderse / Canıma minnet, el-Hükmü lillâh!” (Şehid Sefa Eryağan)
“Zulüm, kısmak istediği sesi nâra yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.” (Boğanın boynuzundan tutan adam, Şehid Malcolm X)
“Biz, fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de; o fikir ve sözler, ruhlu birer vücut olarak kalacak; yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız.” (Şehid Seyyid Kutub)
“Ben şehâdeti bütün nimetlere tercih etmeye hazırım.” (Şehid Safiyyullah Efzalî)
“Yarın ben kıyâmet günüde Allah’ın ve Peygamber’in huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allah bana: ‘Ey Said, İslâm dininin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu halde niçin savaşmadın?’ diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebânîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allah’a ki yalnız ben ve bu elimdeki baston bile kalsa, bâtılın karşısına çıkıp kıyâm edeceğim. Şehid olana kadar da mücâdelemden asla dönmeyeceğim. Ne ben Hz. Hüseyin’den daha makbul bir kulum ne de siz onun ailesinden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allah’a emânet olun!” (Şehid Şeyh Said)
“Yâ Rabbi! Kanımı, günahlarım için temizleyici kıl.” (Şehid Tekiner Tayfur)
“Şehâdet, bir çağrıdır tüm nesillere ve çağlara!” (Şehid Metin Yüksel)
“Aziz gençlere ilân ediyorum ki, ben şehid olmaya karar verdim. Belki de benden en son duyacağınız söz, bu olacaktır. Her müslüman, elinden geldiğince hatta hayatı pahasına İslâm’a dayanan şerefli, sâlih bir nizâmı yerleştirinceye kadar cihad ve mücâdeleye devam etmelidir.” (Şehid Muhammed Bâkır es-Sadr)
“Ey Büyük Allah’ım! Benim için şehâdet yolunu açtın ve bu toprak dünyadan soyut âleme geçebilmem için bana bir pencere gösterdin. Bana hayatımın en lezzetli ümidini seçebilmemi ve bu yolda bütün zorluk ve eziyetlere katlanabilmemi müyesser kıldın. Şükürler olsun Sana!” (Şehid Mustafa Çamran)
“Biz elbette Rabbimize döneceğiz. Beni bu değersiz dallarda asmanıza karşı pervam yoktur. Muhakkak ki yolum İslâm ve Allah içindir.” (Şehid Şeyh Said)
“Size dinimi satmayı reddediyorum. Dinimi cellâtlara satmaktan Allah’a sığınırım. Hiç kimsenin, sahte dünya metâı karşılığında şehâdet tacını başımdan atmasına izin vermem!” (Şehid Arif el-Basrî)
“Bir inanabilsem Allah’ım... Bir inanabilsem! Ben de bu mücâhidlerden, şehîd adaylarından biri miyim acaba?” (Hama şehidlerinin liderlerinden Şehid Edip el-Kıylânî)
“Ölümü hayata tercih eden kimse için ölümle hayat müsâvîdir. Peygamberimiz bize hak uğrunda ölmekten korkmamayı öğretmiştir. Hiçbir şey bizi korkutamayacaktır. Ölümü hayata tercih eden bir milletin önünde hiçbir şey duramayacaktır.” (Şehid Hasan el-Bennâ)
“Aziz şehidlerimizin meş’ale görevi görmeleri için, aziz hâtıralarının ayakta tutulması gerekir.” (Şehid Edip el-Kıylânî)
Güzel ölmenin sanatı, hayatı güzel yaşamaktan geçer. Şehâdet, bir yenilgi, bir yitiri değil; bir seçimdir.
Ölümden korkmayanı, şehâdete susamış olanı korkutabilecek bir silâh icat edilemedi, edilemeyecektir.
Ne zaman müslümanların kurtuluş gemisi karaya oturmaya yüz tutsa, kanlarını altına pompalayarak O’nu yüzdüren ve yüzdürecek olan şehidlerimizdir.
Şehidlik konusunda söylenmedik söz kalmam
ış olabilir; ama bu konuda yapılmadık henüz pek çok eylem, icrâcısını bekliyor. Esâsen, şehâdet makamı, “söz”den ziyâde, “hareket”in, “eylem”in meyvesi değil midir?Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar.
Son sözü hep şehid söyler. Çünkü o kanıyla konuşur. Fakat onun sözü, bir bakıma ilk sözdür. Her müslüman mücâhidin ölmeden önce ölüp, şehid olmadan önce şehid olması gerekir. Canlı şehid olamayana, canını şehid vermek nasib olmaz.
Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan canlı şehidlere ve şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!..
“Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!” (3/Âl-i İmrân, 53)
1- Süleyman Ate
ş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 65-702- Mâlik E
şter, E. Selâhaddin, Tevhid, Şubat 913- Hüseyin K. Ece,
İslâm'ın Temel Kavramları, s. 610-6144- Hasan Eker,
Şehâdet Bilinci, s. 99-1025- Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 614-617
6- Süleyman Ate
ş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 72-757- Vahdettin Işık, Şehâdet ve Şehid, Haksöz, sayı 59
8- Mustafa
İslâmoğlu, Makalât, s. 69-719- M.
İslâmoğlu, Tavsiyeler, s. 88-9010- Hasan Eker, A.g.e. s. 88-98
11- Murtaza Mutahharî,
Şehid
Allah Yolunda Öldürülenlerle
İlgili Âyet-i KerimelerA- Allah Yolunda Öldürülenler (
Şehidler)a- Allah Yolunda Öldürülenler (
Şehidler) Ölmez: 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169-170b- Allah Yolunda Ölmek veya Öldürülmek: 3/Âl-i
İmrân, 157-158; 4/Nisâ, 74c- Allah Yolunda Öldürülenlerin Mükâfat
ı: 3/Âl-i İmrân, 169-171, 195; 4/Nisâ, 74; 9/Tevbe, 52, 111; 22/Hacc, 58; 47/Muhammed, 4-6;d- Sava
şta Geçici Mağlûbiyetlerin, Şehidler Yönünden Hikmetleri: 3/Âl-i İmrân, 140-142e- Allah Yolunda Öldürülenlerin Cennetteki Arkada
şlıkları: 4/Nisâ, 69B- Gâziler
a- Dü
şmana Karşı Zafer Kazanan Gâziler: 4/Nisâ, 74, 95-96.b- Yara Almalar
ına Rağmen Cihaddan Kaçmayanların Mükâfatı: 3/Âl-i İmrân, 172.c- Sava
şan Gâziler, Düşmana Karşı Allah’a Güvenirler: 3/Âl-i İmrân, 173-174.
Allah Yolunda Öldürülenlerle
Buhârî, Cihad 2, 4, 7, 9, 10, 13, 14, 15, 20, 21, 30, 112; Zebâih 31;
Müslim
, İmâre 103, 105, 109, 117, 119, 143, 146, 144, 145, 147, 149, 150, 154, 156, 157, 158, 164; Fezâil 26, 129, 130, 165; Cihad 20; İman 225, 226.Tirmizî
, Fezâilu’l-Cihad 13, 21, 23, 25, 26, 32; Tefsiru sûre 23Nesâî, İman 24; Cihad 2, 15, 27, 31, 35, 36; Cenâiz 12, 13; Tahrîm 22, 23, 24
İbn Mâce, Cihad 13, 15, 16, 17; Hudûd 21
Ebû Dâvud, Cihad 12, 18, 39, 40, 89; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25; Sünnet 29; Diyât 21;
Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137; 4/392, 397, 402, 405, 417)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmal
2. Fî Z
ılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 297-3003. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi,
İnsan Y. c. 1, s. 1134. Mefâtihu’l-Gayb (Tefsîr-i Kebir), Fahruddin er-Râzi, Akça
ğ Y. c. 4, s. 74-815. Hadislerle Kur’ân-
ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 631-6336. Hulâsatu’l Beyân Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Ne
şriyat, c. 1, s. 264-2657. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 92-98
8. Kur’ân-
ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 304-3089. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an,
İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 40010. Et-Tefsîru’l-Hadîs,
İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 149-15111. Yüce Kur’an’
ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 264-26912. El-Mîzân Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. c. 1, s. 485-535
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. c. 3, s. 64-75; c. 19, s. 292-29714.
Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Nureddin Turgay), Şamil Y. c. 6, s. 19-2515. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 418-425
16.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 610-61717. Tevhide Do
ğru, Halil Atalay, s. 163-16818. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimo
ğlu, İnkılâb Y. s. 293-29819. Da
ğarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 84-8620. Tavsiyeler, Mustafa
İslâmoğlu, Denge Y. s. 88-9021. Makalât, Mustafa
İslâmoğlu, Denge Y. s. 69-7122. Dirili
şin Çevresinde, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 111-11523. Kelime-i Tevhid Dâvâs
ı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 169-20724. Lâ 2, Mustafa Çelik, Ölçü Y./Yenda Y. s. 119-127
25.
Şehâdet ve Şehid, Vahdettin Işık, Hak Söz, sayı 59 (Şubat 96)26.
Şehâdet, Ali Şeriati, Çev. M. Şayir, Fecr Y.27.
Şehâdet, Said Havva, Çev. Kenan Gültürk, Ravza Y.28.
Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.29.
Şehid, Murtaza Mutahhari, Zaman Y.30.
Şehâdet ve Şehid Metin Yüksel, Sadi Yüksel, Madve Y.31.
Şehâdet Yarışı, Mustafa Çelik, Hizbullah Y.32.
Şehid Sahâbiler, Muhammed Fehmi Abdülvehhab, Çev. Süheyl Yücel, Esrâ Y.33. Asr-
ı Saâdetteki İslâm Şehitleri, Ali Sami en-Neşşâr, Bahar Y.34. Dara
ğacındaki Kur'an Şehitleri, Rec'i Vakası, Adem Saraç, Erkam Y.35.
Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı, Abdülhakim Yüce, Nil Y.36.
Şehidin Günlüğü, İdris Gürsoy, Nil Y.37.
Şehitler Sultanı, Halid Muhammed Halid, Denge Kitabevi Y.38.
Şehidler Albümü, Heyet, Denge Y.39.
Şehid Hama, Ahmed Pakalın, İslâmoğlu Y.40.
Şehid Ömer, Hüseyin Kartal, Medeniyet Y.41. Ölümsüzlük Dü
şüncesi, Turan Koç, İz Y.42. Hz. Hüseyin, Bir Uyar
ı Bir Sembol, Heyet, Beyan Y.43. Peygamberimize ve Ashâb
ına Yapılan İşkenceler, Asım Uysal, Uysal Kitabevi Y.44. Cihad, Mevdûdi, Seyyid Kutub, Dünya Y.
45.
İslâm’da Cihad, Seyyid Kutub, Özgün Y.46.
İslâm’da Cihadın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.47. Cihad, Mehmed Zahid Kotku, Seha Ne
şriyat48. Cihad Dersleri I-II, Abdullah Azzam, , Buruc Y.
49. Cihad Dünya Gündeminde, Abdullah Azzam,
İslâmoğlu, Y.50. Cihad, Âdâb ve Ahkâm
ı, Abdullah Azzam, Ravza Y.51. Cihad Kervan
ı, Abdullah Azzam, Ravza Y.52. Cihad Günlü
ğü, Abdülhamid Muhacir, Özgün Y.53. Cihad Müdafaas
ı, Ömer Abdurrahman, İstişare Y.54. Cihad Müdafaas
ı, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.55. Cihad Önderleri, Heyet, Seha Ne
şriyat56. Cihad Ruhu, Azmi Yahya, Risale Y.
57. Cihad Sahas
ında Bediüzzaman, Mehmed Kırkıncı, Zafer Y.58. Cihad Üzerine Konu
şmalar, Heyet, Seha Neşriyat59. Cihad Yolunda Bir Ad
ım Daha İleri, Said Havva, Uysal Kitabevi60. Cihad Zikir Ayr
ılmazlığı, Mehmed Göktaş, İstişare Y.61. Cihad
ı Kuşanan Topraklar, Bekir Tank, Şûra Y.62. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
63. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
τ. Tek Yol Cihad, Mustafa Me
şhur, Vahdet Y.65. Âyetlerle Sava
ş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.66. Cihad Âyetlerinin Nüzul Sebepleri ve Muhtemel Kronolojisi, Nazmi Sö
ğüt, Yük. İst. Enst.Y.67. Kur'an-
ı Kerim'e Göre Cihad, Mehmed Kemal Pilavoğlu, Güven Matbaası68. Kim Sava
şım Verebilir? Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.69.
İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.70.
İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.71. Rasülüllah’
ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.72. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
73. Ölümsüz Müdafaa, Mevlâna Ebul Kelâm, Marifet Y.
74.
İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.75. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Â
şık, Demir Kitabevi76. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
77. Bosna: Ma
ğlûp Edilemeyenler, Ahmet Şanverdi, Kiyap Y.78. Kim Sava
şım Verebilir, Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.79. Gelin Bu Dünyay
ı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.80. Sava
ş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.81.
İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.82.
Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.83. Hz. Muhammed ve Kar
şıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.84
İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.85. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Topta
ş, Cantaş Y.86. K
ılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.87. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Bo
ğaziçi Y.88. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman
Şarkavi, Birleşik Y.89. Peygamberimiz’in Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Hisar Y.
90. Peygamberimiz’in Sava
şları, Muhammed Kutup, Hisar Y.91. Hz. Peygamber’in Sava
şları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y.92. Peygamberimiz’in Sava
şları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.93. Peygamberimiz’in Sava
şları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem Y.