Bakara, 173; Kavram 116

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

H A R A M - H E L Â L

 

 

 

Haram; Anlam ve Mâhiyeti

Helâl; Anlam ve Mâhiyeti

Kur'ân-ı Kerim'de Haram ve Helâl

Hadis-i Şeriflerde Haram ve Helâl

Haram-Helâl Konusunda Genel Kurallar/Prensipler

Yiyecek ve İçeceklerde Haramlar

İsraf; Helâlı Haram Eden Ölçüsüzlük ve Taşkınlık

Giyecekler ve Süslenmede Haramlar

Ev Eşyalarında ve Ev Gereçlerinde Haramlar

İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar

Kadın-Erkek İlişkileri ve Aile Hayatıyla İlgili Haramlar

İnanışlar ve Taklit, Hurâfe ve Âdetlerde Haramlar

Büyü, Gaybı Bilme İddiası ve Benzeri Konularda Haramlar

Eğlence Hayatı, Oyun, Sporla İlgili Haramlar ve Kumar

Sosyal İlişkilerde Haramlar

Gayr-i Müslimlerle ve Hayvanlarla İlgili Haramlar

Haramdan Temizlenmek; Haramı Elden Çıkarmak, Tevbe ve Helâlleşmek

Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi

Haramı Helâl ve Helâlı Haram Kılma

Şüpheli Şeyler

 

 

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin. Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir. Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 172-174)

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 168-169)

 

 

Haram; Anlam ve Mâhiyeti

Haram, sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.

Dinimiz, inanan insanlara birtakım şeyleri yapmayı emreder, bazı şeyleri yapmayı da yasaklar. Bunlara emirler ve nehiyler (yasaklar) denir. Yapılmaması istenen şeyler haram veya mekruhtur. Yapılması istenen şeyler de farz veya vâciptir, ya da sünnettir. Kavram olarak haram; şâri’nin (şeriat koyucunun) bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. İnsan dünyaya denenmek için gönderilmiştir. Kişi kendi isteği ile iyi veya kötü olabilir; İtaat edebilir veya isyan edebilir; İnanıp şükreden bir kul olabilir, kâfir olup nankörlükte bulunabilir. Rabbimiz insana iyiyi de kötüyü de Peygamberi ve Kitabı aracılığıyla bildirmiştir. Kur’an, doğruyu ve yanlışı göstermiştir. İman eden kimse, Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekten sorumludur. İman etmenin mantığı ve gereği, inanılan dinin emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmaktır.

Rabbimiz kullarına bazı şeyleri yapmalarını, bazı şeyleri yapmamalarını söylüyor. Bu bir taraftan Allah’a bağlılığı, O’nu sevmeyi, O’na itaatı gösterdiği gibi; diğer taraftan da yararlı şeyleri kazanmayı, zararlı şeylerden kurtulmayı da beraberinde getirir. Allah, insana faydalıyı, güzel şeyleri emretmiş, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. İslâm’ın bütün emirlerinde insan için hayır/fayda, bütün yasaklarında da şerler/zararlar vardır.

Kişi emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereklerini yerine getirmiş, Allah’a hakkıyla itaat etmiş, Allah’ın Rabliğini doğrulamış, kendini kötülüklerden arındırmış ve şeytanın yoluna gitmediğini göstermiş olur. Haramlar, insanları çirkinliklerden ve onları aşağılık şeylerden korumak için konulmuştur. Haramlara uyma şuuru kişiyi koruyan, kişinin nefsini temizleyen, kişiyi olgunlaştıran en güzel yoldur.

Haramın Çeşitleri: Haramlar; ya ‘li-aynihî haram’, ya da ‘li-gayrihî haram’ şeklinde olurlar. “Li-aynihî haram”; kendisinde bulunan bir zarar ve kötülük sebebiyle yasaklanmış şeydir. Ölü hayvanın etini yemek, zinâ etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek gibi.

“Li-gayrihî haram”; kendisi esasen haram olmadığı halde, başka bir sebep dolayısıyla yasaklanan şeylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cumâ namazı saatinde cuma kendisine farz olanların çalışması gibi. Ekmek yemek haram değildir, ama başkasının ekmeğini çalarak yemek helâl olmaz. Çalışmak haram olmadığı halde cuma saatinde erkek müslümanların çalışması haram sayılmıştır. Çünkü o saat cuma namazına ayrılmıştır.

Bazı haramlar kesindir (kat’î haram). Bazı hususlar, Kur’an ve hadislerde açık bir sözle haram olduğu belirtilmiştir; bunu herkes anlar. Böyle bir haramı inkâr etmek kişiyi İslâm çizgisinin dışına çıkarır. Bazı haramlar ise kesin değildir (zannî haram). Bazı din âlimleri (müctehidler) ellerindeki kaynaklara (delillere) göre bir şeye haram demiş olabilirler. Ama başkaları aynı kaynağı zayıf gördüğü için ona helâl diyebilir. Bu gibi haram kararlarında müctehid din âlimlerinin görüşlerine başvurmakta yarar vardır. Ancak onların ictihadlarını Kur’an ve hadislerde açık bir şekilde belli olan haram hükümleri gibi saymamak gerekir. Örneğin, bazılarına göre bütün deniz hayvanlarının etleri yenir, bazılarına göre ise balığın dışındakiler yenmez. Böyle bir durumda ictihadın birine mutlak doğru, diğerine İslâm’a aykırı denilemez. Müslümanlar, hangi müctehidin delilini daha kuvvetli bulurlarsa onun ictihadıyla amel edebilirler.

Müslüman, haramlar konusunda titiz olan insandır. O haram olan bir davranışı yapmaz, haram bir şeyi yemez içmez, haram olan bir sözü konuşmaz. Farzlara dikkat eder. Bilir ki farzları terk etmek de haramdır. Haramlar, Allah’ın müslümanlar için çizdiği sınırlardır. Mü’min insan bu sınırları dikkatlice korur (9/Tevbe, 112). Allah (c.c.), insanlar için koyduğu sınırları (hudûdu) aşanları sevmemekte, onları Cehennem azabı ile tehdit etmekte, sık sık ‘Allah’ın sınırlarına tecavüz etmeyin’ diye uyarmaktadır (4/Nisâ, 14; 2/Bakara, 229; 58/Mücâdele, 4 vd.). (1)

 

 

Helâl; Anlam ve Mâhiyeti

Sözlükte, haram durumu terketme, haram olan yerden ayrılma, haramlığın giderilmesi gibi anlamlara gelir. Yapılmasında herhangi bir sakınca olmayan, yapıldığı zaman kişiye günah kazandırmayan işler (ameller) için kullanılır.

Yapılması, yenilip içilmesi, söylenilmesi haram olmayan bütün işler ‘helâl’dır. İslâm’a göre yapılmasında sakınca (vebâl) olmayan her şey ‘helâl’ sınırları içerisindedir. Helâl bu açıdan mubahtan daha kapsamlıdır. Hatta birtakım helâl olan şeyleri yapmak kişiye sevap bile kazandırabilir. Mubah ve câiz kelimeleri de ‘helâl’ kelimesi yerine kullanılabilir. Mubah, yapılmasında veya yapılmamasında sevap veya günah olmayan her işe denir. Câiz de aynı anlamda kullanılmaktadır.

Helâl Ölçüsü Koyma Yetkisi: İslâm’a göre bir şeyin ‘helâl’ veya ‘haram’ olmasının hükmü insan aklına veya insanlar tarafından meydana getirilmiş otoritelere bağlı değildir. Hiç kimse kendi kafasından ‘şu helâldır, bu haramdır’ deme hakkına sahip olamaz. Hiç bir beşerî otorite sahibi de kendi anlayışına göre helâl ve haramlar tesbit edip insanlara dayatamaz.

Haram kesin bir yasaktır. ‘Helâl’ ise sonuna kadar bir serbestliği ve sakıncasızlığı anlatır. İnsanlar için faydalı ve zararlı nice şeyler vardır. İnsanlar ne tek başlarına, ne de toplu olarak kendi haklarındaki mutlak faydalıyı ve mutlak zararlıyı bilemezler. Zararlı olan şeyleri bilip insanlara yasaklayan, ya da onları belli konularda serbest bırakan; ancak her şeyi insanlardan daha iyi bilen, insanlardan daha yüce olan bir makam olmalıdır.

Bir başkası için yasak hükmü koymak, onlara bazı emirler vermek; ya da bazı konularda onları serbest bırakmak; bir gücü, bir otoriteyi, bir üstünlüğü ifade eder. Yasak koyan veya emir veren, diğerlerine nisbeten daha üstün bir konumdadır. İnsanlar kul olmaları açısından birbirlerine temelden bir üstünlükleri yoktur. Öyleyse onların bir kısmının diğerleri için -İslâm’ın belirlediği şekilde- haram ve helâl koyması doğru değildir. Bu hak, yalnızca insanın asıl sahibi ve onun üzerinde sonsuz, sınırsız ve mutlak otoritesi olan Allah’a aittir. “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolaysıyla; ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (16/Nahl, 116)

İnsana yakışan, kafasına estiği gibi, işine geldiği gibi ‘helâl’ ve ‘haram’ ölçüsü uydurmak değil; Rabbin ölçülerine teslim olup, ‘helâl’ olan şeylerle yetinmek, haramlardan uzak kalmaktır. Çünkü güzel olan bir hayat, ancak ‘helâl’ olan şeyleri yapmakla sağlanır.

 

Eşyada Asıl Olan Mubah/Helâl Olmaktır: İslâm’a göre eşyada asıl olan mubah (helâl) olmadır. Bir şeyin yapılması, yenilmesi, kullanılması, söylenmesi açık deliller ile haram kılınmamışsa, o dinen helâldir. Ancak o şey hakkında şer’î bir yasak varsa, ya da zararlı olduğu anlaşılırsa, o zaman helâl olmaktan çıkar.

Haramlar sınırlı sayıdadır; Haram veya günah olan şeyler helâl olanlara göre çok daha azdır. İnsanlara bazı şeylerin helâl bazı şeylerin haram edilmesi, dünya sınavının bir gereğidir. Hayır ve şer ile denenmenin bir sonucudur (21/Enbiyâ, 35). İnsanın önüne çok geniş bir mubah (helâl) alanı açılmaktadır. Bu ‘helâl sahada hayatı en güzel bir biçimde yaşayabilmek için bazı kurallara uymak, yasaklardan kaçınmak gerekir. Haramlar, insan için çizilmiş güvenlik ve tedbir sınırlarıdır. ‘Helâl’ olanlarla yetinilmez de haram olan şeyler yenir, içilir ve yapılırsa; insan hem günah kazanır, hem de en güzel bir şekilde (sulh halinde) Allah tarafından tanzim edilmiş olan hayatı fesada çevirir, tekâmülün önüne engel koymuş olur.

Tekrar ifade edelim ki insanlara bir şeyi ‘helâl’ veya ‘haram’ yapma yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Peygamberler, Allah’ın izniyle ya vahiyle bildirilen haram ve helâli açıklarlar ya da vahyin kapalı bıraktığı şeyleri yine vahyin izniyle insanlara bildirirler. Onların haram kıldıkları da tıpkı Kur’an’ın haramları gibidir (Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8).

İslâm fıkhında, Kitap ve Sünnet’te açıkça belli olmayan haramlar ve helâllar hakkında yapılan ictihadlar, haram ve helâli tesbit etme, mü’minleri haramlardan koruma gayretidir. Müctehidlerin ictihadları akîde yönünden bağlayıcı değildir, ama Sünnet’te yeterince açık olmayan ve orada yer almayan, ya da daha sonradan ortaya çıkan konuların çözümünde bunlara ihtiyaç vardır.

Ancak böyle bir durum olmadan, Allah’ın ve O’nun peygamberinin koyduğu çok açık haram ve helâl ölçülerini tanımayarak, İslâm’ın haramlarını helâl sayanlar, ya da başka otoritelerin İslâm’a aykırı koydukları haram ve helâl ölçülerini kabul edenler, hevâlarını veya başka şeyleri ilâh haline getirirler. Bu gibiler, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediklerinden kâfirlerdir, zâlimler ve fâsıklardır (5/Mâide, 44, 45, 47). Kendi hevâlarından şeriat ve din uyduranlardır (42/Şûrâ, 21).

Kur’an şöyle diyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?…” (7/A’râf, 32). Yerde ve gökte yaratılanların -haram kılınanlar hâriç- hepsi de insanlar içindir (2/Bakara, 29). Allah (c.c.) insanlara bütün temiz şeyleri helâl, pis (rics ve necis) olan şeyleri de haram kılmıştır (5/Mâide, 5).

Mü’minler, helâl yoldan kazanırlar, helâl yerlere harcarlar, helâl yiyecekleri yerler, helâl içecekleri içerler, helâl davranışlarda bulunurlar, helâl eğlencelerle yetinirler; kısaca helâl anlayışı üzerine hayatlarını sürdürürler. Helâlden ayrılmayarak Allah’ın rızâsını isterler. (2)

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Haram ve Helâl

“O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı...” (2/Bakara, 29)

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 168-169)

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin. Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir. Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 172-174)

"Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şehâdet ile yemeniz için o malları hâkimlere (reislere, yetkili yöneticilere veya mahkeme hâkimlerine el altından) vermeyin." (2/Bakara, 188)

"Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır..." (2/Bakara, 275)

"Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size merhamet edendir." (4/Nisâ, 29)

“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar –ölmeden yetişip kestikleriniz hâriç- , dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (yoldan çıkmaktır... Kim gönlünden günaha yönelmiş olmamak üzere, zaruret olarak, açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (5/Mâide, 3)

"Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin). Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur." (5/Mâide, 4)

"Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahûdi, hıristiyan vb.nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir..." (5/Mâide, 5; ayrıca bk. 7/A’râf, 157)

“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup-sakının.” (5/Mâide, 87-88)

“Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (5/Mâide, 90-91)

"Hem size, hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun." (5/Mâide, 96)

"Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, yalnızca Allah'ın adı anılarak kesilen şeylerden (hayvanlardan) yiyin." (6/En'âm, 118)

"Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin; bunu yapmak fısktır, Allah'ın yolundan çıkmaktır..." (6/En'âm, 121)

"Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar, gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak değillerdir." (6/En'âm, 140)

“Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31)

“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” (7/A’râf, 32)

"...O peygamber, onlara ma'rûfu emreder, münkerden nehy eder, onlara temiz (ve güzel) şeyleri helâl, pis (ve zararlı) şeyleri haram kılar..." (7/A'râf, 157)

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (9/Tevbe, 29)

"Allah, içinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için, denizi emrinize verendir... (Bütün bunlar) O'nun lutfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir. " (16/Nahl, 14)

"Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." (16/Nahl, 112-113)

“Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin. Eğer (gerçekten yalnız) Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.” (16/Nahl, 114)

“Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (16/Nahl, 116)

“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” (17/İsrâ, 29)

“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” (20/Tâhâ, 81)

"Kâfirler (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir." (47/Muhammed, 12)

“O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.” (67/Mülk, 15)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Haram ve Helâl

“Helâl, Allah’ın, Kitabında (açık veya kapalı olarak) helâllığını bildirdiği; haram da, Allah’ın, Kitabında (açık veya kapalı olarak) haramlığını bildirdiği şeydir. Kitab’ın söz etmediği (yani helâl veya haram olduğunu belirtmediği ) şey de, Allah’ın affettiği (yani mubah kıldığı) şeylerdendir.” (İbn Mâce, Et’ıme 60, hadis no: 3367; Tirmizî, Libâs 6, hadis no: 1780)

“Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: ‘Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)’ demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebû Dâvud, Sünnet 6, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 2801; 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8)

“Siz, sizi bırakıp teklif etmediğim hususlarda beni, kendi halime bırakın. Sizden evvelki ümmetler, ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfları sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben, sizleri bir şeyden nehyettiğim zaman, ondan sakının. Size bir şeyi emrettiğim zaman da emrimi tutun. Gücünüzün yettiği kadar onu yerine getirin.” (Buhârî, İ’tisâm, 19; Müslim, Fedâil 130; İbn Mâce, Mukaddime 2; Tirmizî, İlim, 17, hadis no: 2819; Nesâî, Menâsik 1, hadis no: 2609-2610)

Abdullah bin Mes’ud şöyle dedi: “Dostlar! Bilen, bildiğini söylesin. Bilmeyen de ‘Allah bilir’ desin. Zira insanın bilmediği konuda ‘Allah bilir’ demesi de bir ilimdir. Allah Teâlâ, Peygamber’ine şöyle buyurmuştur: “De ki: Kur’an’ı tebliğden ötürü sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendiliğinden bir şeyler uydurup size dayatmak isteyen biri de değilim.” (Buhârî, Tefsîru Sûre (30, 38), 3; Müslim, Münâfıkîn 39, 40)

“Rabbim buyuruyor ki: ‘Ben bütün insanları hanîf (tevhid dini, sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim.” (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, 4/162)

"Allah Teâlâ da kıskanır. O'nun kıskanması, kulun İlâhî yasakları çiğnemesi sebebiyledir." (Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36; Tirmizî, Radâ' 4)

"İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: 'Utanmadıktan sonra dilediğini yap!" (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6; İbn Mâce, Zühd 17)

"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak." (Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2). Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "... Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."

“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” (Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984)

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535)

İyilik, ahlâkın güzelliğidir. Günah ise, kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının muttalî olmasından hoşlanmadığın şeydir.” (Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40, hadis no: 2497; Dârimî, Rikak 73, hadis no: 2792)

İyilik, ruhunun yatıştığı (mutmain olduğu) şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetvâ verseler de, içini tırmalayan ve göğsünde tereddüt duyduğun şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, 4/227; Dârimî, Büyû’, 2, hadis no: 2536)

“Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no: 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no: 4215)

“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330)

“Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler helâk oldular.” (Rasûlullah bu sözü üç defa tekrarladı. (Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5)

Abdullah bin Ömer (r. anhümâ) şöyle dedi: “Biz tekellüften (gereksiz zorluklardan, külfetten) nehy olunduk.” (Buhârî, İ’tisâm 3)

“Ey insanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasullere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasuller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim. (23/Mü’minûn, 51) ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’ (2/Bakara, 172) buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” (Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720)

“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” (Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12)

"Büyük günahlar şunlardır: Allah'a şirk/ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere bir kimseyi öldürmek ve yalan yere yemin etmek." (Buhârî, Eymân 16, Diyât 2, İstitâbetü'l-Mürteddîn 1; Tirmizî, Tefsîru Sûre (4) 6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48)

"Münâfığa 'efendi' (efendim, sayın, beyefendi vb.) demeyin. Eğer onu efendi sayacak olursanız, Aziz ve Celil olan Rabbinizin kızgınlığını çekmiş olursunuz." (Ebû Dâvud, Edeb 83; Ahmed bin Hanbel, V/346)

"Rüzgâr, Allah'ın kullarına bir nimetidir. Bazen rahmet, bazen de azap getirir. Rüzgârı gördüğünüz zaman ona sövmeyin. Onun hayrını isteyin; şerrinden de Allah'a sığının." (Ebû Dâvud, Edeb 104)

"Bir adam din kardeşine 'ey kâfir!' derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner." (Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16)

"Mü'min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir." (Tirmizî, Birr 48; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416)

"Sizden biriniz 'nefsim pis ve murdar oldu' demesin; fakat 'nefsim yaramazlaştı' desin." (Buhârî, Edeb 100; Müslim, Elfâz 17; Ebû Dâvud, Edeb 76)

Ebû Berze (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), yatsı namazından önce uyumayı, yatsı namazından sonra da konuşmayı hoş karşılamazdı. (Buhârî, Mevâkît 23; Müslim, Mesâcid 236; Tirmizî, Mevâkît 11; Nesâî, Mevâkît 20; İbn Mâce, Salât 12)

"Bir erkek hanımını yatağına çağırır, o da gelmez ve kocası kendisine kızgın vaziyette gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet eder." (Buhârî, Bed'ü'l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 122; Ebû Dâvud Nikâh 40)

“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.” (Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20)

Peygamberimiz, Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.” (Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43)

Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu. (Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28)

“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle; bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.” (Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137)

“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla başbaşa kalmasın.” (Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hac 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7)

“(Yanında mahremi bulunmayan) Kadınların yanına girmekten sakının!” Bunun üzerine ensârdan birisi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası hakkında ne dersiniz?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlarla halvet, ölüm demektir.” (Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16)

Câbir (r.a.) şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.) kabrin kireçlenmesini, üzerine oturulmasını ve kabir üzerine binâ yapılmasını yasakladı." (Müslim, Cenâiz 94; Tirmizî, Cenâiz 58; Nesâî, Cenâiz 96, 98; İbn Mâce, Cenâiz 43)

Nebî (s.a.s.), bir adamın bir kişiyi övdüğünü ve övmede çok ileri gittiğini işitti. Bunun üzerine: "Adamı mahvettiniz (veya adamın bel kemiğini kırdınız)" buyurdu. (Buhârî, Şehâdât 17, Edeb 54; Müslim, Zühd 67)

"Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyin. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayın." (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100)

Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: Şüphesiz Nebî (s.a.s.) bize ipek ve atlastan yapılmış elbise giymeyi, altın ve gümüş kaplardan içmeyi yasakladı ve: "Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizlerindir." Buyurdu. (Buhârî, Eşribe 28, Libâs 27; Müslim, Libâs 3, 4; Ebû Dâvud, Eşribe 17; Tirmizî, Eşribe 10; İbn Mâce, Eşribe 17)

"Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." (Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64)

“Bilmiş ol ki, haramdan gıdasını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” (Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779)

“Muhakkak insanlara öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi eline geçirdiği malı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandığını düşünmeyecektir.” (Buhârî, Büyû’ 35; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 4432; Darîmî, Büyû’ 5, hadis no: 2539)

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48)

“Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (nâmusu) ve malı haramdır.” (Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18)

"Âdemoğluna zinâdan nasibi takdir olunmuştur. O buna mutlaka erişir. Gözlerin zinâsı bakmak, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayakların zinâsı yürümektir. Kalbe gelince o, arzu eder, ister. Üreme organı ise, bunu ya gerçekleştirir, ya da boşa çıkarır." (Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21; Ebû Dâvud, Nikâh 43)

"Yollarda oturmaktan kaçının!" Sahâbiler: 'Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah: "Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o halde yolun hakkını verin!" buyurdu. 'Yolun hakkı nedir ey Allah'ın Rasûlü?' dediler. Şöyle cevapladı: "Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehy etmektir." (Buhârî, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvud, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zân 30)

İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti. Buhârî'nin bir başka rivâyetinde de (Libâs, 61) "Rasûlullah (s.a.s.), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti." denilmektedir. (Buhârî, Libâs 62; Ebû Dâvud, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbn Mâce, Nikâh 22)

Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti." (Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325)

"Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar." (Müslim, Cennet 52)

Abdullah İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), başın bir kısmını tıraş edip bir kısmının (perçem olarak) bırakılmasını (Amerikan tıraşı, alaburs) yasakladı." (Buhârî, Libâs 72; Müslim, Libâs 72, 113; Ebû Dâvud, Teraccül 14; Nesâî, Ziynet 5, 58; İbn Mâce, Libâs 38)

Rasûlullah (s.a.s.) bir gün saçının bir kısmı tıraş edilmiş bir kısmı bırakılmış bir çocuk gördü, aile fertlerini böyle yapmaktan men edip şöyle buyurdu: "Ya hep tıraş edin ya hep bırakın!" (Ebû Dâvud, Teraccül 14)

Esmâ (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre bir hanım Rasûlullah (s.a.s.)'a: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Yakalandığı bir hastalık sebebiyle kızımın saçları döküldü. Ben onu evlendirmiştim de. Ona saç (peruk) taktırayım mı?' diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Saç takana da taktırana da Allah lânet etmiştir." buyurdu.' (Buhârî, Libâs 85; Müslim, Libâs 115; İbn Mâce, Nikâh 52)

Abdullah bin Ömer (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), saçlarına saç ekleten ve ekleyen, döğme yapan ve yaptıran kadınlara lânet etmiştir. (Buhârî, Tefsîru Sûre (59) 4, Libâs 83, 85, 87; Müslim, Libâs 115, 117, 119; Ebû Dâvud, Teraccül 5; Tirmizî, Libâs 25, Edeb 33; Nesâî, Ziynet 22-24; İbn Mâce, Nikâh 52)

"Beyaz saçları yolmayın. Zira o beyaz saç, kıyâmet günü müslümanın nûrudur." (Ebû Dâvud, Teraccül 17; Tirmizî, Edeb 56; Nesâî, Ziynet 13; İbn Mâce, Edeb 25)

"Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, câhiliyye insanı gibi bağıra çağıra ağıt yakıp kendisine bedduâ eden bizden ve bizim yolumuzu izleyenlerden değildir." (Buhârî, Cenâiz 36, 38, 39, Menâkıb 8; Müslim, İman 165; Tirmizî, Cenâiz 22, 25; Nesâî, Cenâiz 17; İbn Mâce, Cenâiz 52)

"Kim çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimseye (arrâfa) gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz." (Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, II/429; IV/68, V/380)

"Kuşları ürkütüp isimlerinden, seslerinden ve hareketlerinden mânâlar çıkarmak, uğursuzluğa inanmak, kum üzerine çizgiler çizerek geleceğe yönelik hükümler çıkarmak bir çeşit sihir ve kehânettir." (Ebû Dâvud, Tıb 23; Ahmed bin Hanbel, III/477, V/60)

"Kıyâmet günü azâbı en şiddetli olanlar, sûret yapanlardır." (Buhârî, Libâs 89, 91, 92, 95; Müslim, Libâs 96, 97, 98; Nesâî, Ziynet 113)

"İçinde köpek ve sûret bulunan eve melekler girmez." (Buhârî, Libâs 88, Bed'ü'l-Halk 7; Müslim, Libâs 83, 87)

Ebu'l-Heyyâc Hayyân İbn Husayn şöyle dedi: Ali İbn Ebû Tâlib (r.a.) bana: "Seni, Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni görevlendirdiği bir işi yapmakla görevlendireyim mi? Nerede canlı sûreti bulursan onu tanınmaz hale getir, rastladığın yüksek kabirleri de yerle bir et!" dedi. (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 56; Nesâî, Cenâiz 99)

Abdullah İbn Ömer (r.a.), "hayır, Kâbe hakkı için" diye yemin eden bir adamı işitmişti. Bunun üzerine o, adama şöyle dedi: "Allah'tan başkasının adına yemin etme. Çünkü ben Rasûlullah (s.a.s.)'dan şöyle buyururken işittim: "Allah'tan başkası adına yemin eden kimse küfre veya şirke düşmüş olur." (Tirmizî, Nüzûr 8)

"Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasbeden kimseye Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar." Bunun üzerine bir kişi: 'Eğer o hak, önemsiz bir şey ise yine böyle midir, yâ Rasûlallah?' diye sordu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: "Misvak ağacından bir dal parçası olsa bile böyledir." (Müslim, İman 218; Nesâî, Âdâbu'l-Kudât 30; İbn Mâce, Ahkâm 9)

"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır." (Ahmed bin Hanbel, I/222, III/339)

"Yanında mahremi olmayan kadınla kimse başbaşa kalmasın!" (Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hacc 424)

“Kim görmediği bir rüyâyı ‘gördüm’ deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cez3asına çarptırılır. Kim, bir topluluğun duyulmasını istemediği bir sözü öğrenmeye çalışır (kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür. Kim de herhangi bir canlının resim ve heykelini yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı halde, ‘haydi buna can ver!’ diye zorlanarak azâb edilir.” (Buhârî, Ta’bîr 45; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Rüyâ 8; İbn Mâce, Rüyâ 8)

"Birbirinize kin tutmayın, haset etmeyin, sırt çevirmeyin ve ilginizi kesmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun! Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terketmesi helâl değildir." (Buhârî, Edeb 57, 58, 62; Müslim, Birr 23, 24, 28, 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5)

"Zandan sakının. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalan olanıdır. Başkalarının (aralarında özel) konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı övünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Allah'ın emrettiği gibi kardeş olun..." (Müslim, Birr 30)

"Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter." (Müslim, Birr 32; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Zühd 23)

"Bize silâh çeken bizden değildir. Bize hile yapıp bizi aldatan da bizden değildir." (Müslim, İman 164, Fiten 16; Ebû Dâvud, Büyû' 50; Tirmizî, Büyû' 72; İbn Mâce, Ticâret 36)

"Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır." (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: "Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır." (Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticaret 30)

"Bir müslümanın, din kardeşini üç gün üç geceden fazla terk edip küs durması helâl değildir; İki müslüman karşılaşırlar, biri bir tarafa öteki öbür tarafa döner. Halbuki o ikisinin en iyisi önce selâm verendir." (Buhârî, Edeb 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 21, 24; İbn Mâce, Mukaddime 7)

"Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helâl olmaz. Kim müslüman kardeşini üç günden fazla terk eder ve o hal üzere ölürse cehenneme girer." (Ebû Dâvud, Edeb 47)

"Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâb edildi ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti." (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 151, 152, Birr 133, 134)

"İnsanlara haksız yere dünyada azâb edenlere Allah, mutlaka azâb eder." (Müslim, Birr 117-119; Ebû Dâvud, İmâre 32)

"Ateşle (hayvanları) azâb etmek, ateşin yaratıcısından başka hiç kimse için uygun ve meşrû değildir." (Ebû Dâvud, Cihad 112, Âdâb 164)

Rasûlullah (s.a.s.) yüze vurmayı ve yüzü damgalamayı yasakladı." (Müslim, Libâs 106)

 

Yeme İçmeyle ilgili Haramlar Konusunda Bazı Hadis-i Şerifler:

“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640)

“Kim, helâl kazancından bir hurma değerinde bir sadaka verirse -ki Allah helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez- işte Allah, bu helâl sadakayı sağ eli ile kabul eder. Sonra o tek hurma değerindeki sadakayı dağ gibi oluncaya kadar, sizin birinizin sütten ayrılmış tayını büyütüşü gibi, sadaka sahibi için dikkatle büyütür.” (Buhârî, Zekât 14, Tevhid, 57; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât, 28, hadis no: 656; Nesâî, Zekât 48, hadis no: 2515; İbn Mâce, Zekât 28, hadis no: 1842)

"Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi." (Buhârî, Büyû' 15)

“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” (Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692)

“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” (Tirmizî, Zühd 47 -2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 -3349-)

“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” (Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335)

“Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” (Câmiu’s Sağîr, 1/13)

“Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361)

“Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” (İbn Kesir, c. 4, s. 397)

İnsanların yediği şeylerin en temizi (helâli), kendi kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazancındandır.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 77, hadis no: 3528; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2137-2138; Nesâî, Büyû’ 1, hadis no: 4427-4430; Tirmizî Ahkâm 22, hadis no: 1372; Dârimî, Büyû’ 6, hadis no: 2540)

"Ehlî eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi (köpek dişi) olan, kuşlardan da pençeleri olanlar haramdır." (Ebû Dâvud, Et'ıme 26, hadis no: 3790, 33, hadis no: 3806; Nesâî, Sayd 30, 31; Buhârî, Zebâih 29; Müslim, Sayd 12-16; Tirmizî; Et'ıme 1,hadis no: 1477, 1478, 1479; İbn Mâce, Sayd 13, hadis no: 3232, 3234)

"Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın." (Ebû Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874)

“Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.” (Tâc, c. 3, s. 212)

“Alkollü içkiler devâ değil; derttir.” (Câmiu’s Sağîr, 1/72)

“Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” (Tâc, c. 3, s. 145)

“...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” (İbn Mâce, hadis no: 4034)

“Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır” (Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21)

“Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” (Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25)

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” (Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18)

“Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” (Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6)

İçki içilmesini yasaklayan Allah Zülcelâl, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” (Müslim, hadis no: 930)

"Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." (Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64)

“Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” (Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87)

Ebû Cuhayfe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.), kan alma bedelinden, kadın kölenin (haram olan) kazancından neyetti. Ve yine Rasûlullah döğme yaptırana, ribâ (fâiz) yiyene, ribâ kazancı yediricisine lânet etti. Sûret yapan musavvir kişiye de lânet etti.” (Buhârî, Büyû’ 180)

“Fâiz, yetmiş çeşidi olan günahtır. Bunların en hafifi, erkeğin kendi annesi ile zinâ etmesi (veya evlenmesi) günahı kadardır.” (İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2274)

Câbir bin Abdullah (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.); Ribâyı (fâizi) yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhitlerine lânet etti ve “Bunlar, eşittirler” buyurdu.” (Müslim, Müsâkat 106; Tirmizî, Büyû’ 2, hadis no: 2277; Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 5071-5073)

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, fâiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Kişi, fâiz yemese bile, kendisine onun buharından/tozundan bulaşacaktır.” (Ebû Dâvud, Büyû, 3, hadis no: 3331; İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2278; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 44333)

"Fâizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa düşmeyi) musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz." (Ebû Dâvud, Büyû' 54)

“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632)

"...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Halbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?" (Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720)

"Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." (Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640)

“Sizden birinin ipini alarak odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun- versinler, vermesinler dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Askalâni, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335)

"Gümüş kaptan bir şey içen kimse karnına cehennem ateşi doldurmuş olur." (Buhârî, Eşribe 28; Müslim, Libâs 1; İbn Mâce, Eşribe 17). Müslim'in bir rivâyetinde: "Gümüş ve altın kaplardan yiyen ve içen kimse..." şeklindedir. (Müslim, Libâs 1)

 

Dille İşlenilen Haramlarla İlgili Bazı Hadis-i Şerifler:

“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11)

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61)

“Allah kimi, iki çenesi ve iki budu arasındakinin şerrinden korursa, o kişi cennete girer.” (Tirmizî, Zühd 61)

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50)

“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.” (Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12)

İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” (Tirmizî, Zühd 61)

“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” (Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12)

Ebû Bekre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “En büyük günâhı size haber vereyim mi?” Biz: ‘Evet, yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah; “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır” dedi. Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” diye temennîde bulunduk.” Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstiâbe 1; Müslim, İman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru Sûre (4) 5)

Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete ilerit. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, fücûra/yoldan çıkmaya sürükler. Fücur da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105; Ebû Dâvud, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; İbn Mâce, Mukaddime 7, Duâ 5)

“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” (Müslim, Mukaddime 5)

“Yalan olduğunu zannettiği hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime rakamsız (-1, 9-); Tirmizî, İlim 9)

“En büyük yalan, görmediği düşü/rüyâyı ‘gördüm’ diye kişinin gözlerine iftirâ etmesidir.” (Buhârî, Ta’bîr 45)

İnsanların arasını düzeltmek maksadıyla birinden ötekine uygun sözler taşıyan (veya hayırlı konuşan) yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101; Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Birr 26)

Ümmü Külsûm (r.a.) şöyle dedi: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’in şu üç hal dışında, halkın yalan söylemesine ruhsat verdiğini hatırlamıyorum: Savaşta, kişilerin arasını düzeltmekte, (aile dirliğini sağlamak için) kocanın hanımına, hanımın kocasına söylediği sözlerde.” (Müslim, Birr 101)

“Gıybet nedir, bilir misiniz?” “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Hz. Peygamber: “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır” buyurdu. “Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Rasûllullah şöyle buyurdu: “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftirâ ettin demektir.” (Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23)

“Koğuculuk yapan cennete giremez.” (Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79)

“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa, Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” (Tirmizî, Birr 20)

“Kim İslâm’dan başka bir din adına bilerek yalan yere yemin ederse, o kişi dediği gibi (yalancının biri)dir. Kim, ne ile intihar ederse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Sahip olmadığı bir şeyi adayanın adağı geçersizdir. Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhârî, Cenâiz 84, Edeb 44, 73, Eymân 7; Müslim, İman 176, 177; Tirmizî, Nüzûr 16; Nesâî, Eymân 7, 11, 31; İbn Mâce, Keffârât 3)

“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)

“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” (Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4)

“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” (Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48)

Süfyân İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kesinlikle yapmam gereken bir iş söyle” dedim. Efendimiz: “Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!” buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hakkımda (zararını göreceğimden) en çok endişe ettiğin şey nedir?” dedim. Efendimiz, o güzel dilini eliyle tuttu ve: İşte budur!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd 61, İbn Mâce, Fiten 12)

“Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmayın. Allah’ın zikri dışında çok söz söylemek, kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise, Allah’tan en uzak kimseler olduğu kesindir.” (Tirmizî, Zühd 62)

 

 

 

Haram-Helâl Konusunda Genel Kurallar/Prensipler

Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:

1- Eşyada asıl olan mubahlıktır, yani helâl olmasıdır (7 A’râf, 32-33). Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen mubahtır. Ancak yiyecek ve içecekler, hakkında açık haram hükmü olan şeylere benziyorlarsa, o zaman onlar da haram olurlar. Davranışlar, sözler ve fikirler; Kur’an’ın açık âyetlerine ve Peygamberimizin açık sünnetine aykırı olurlarsa haram hükmü gündeme gelir.

2- İslâm, müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da emretmiştir. Bunun yanında temiz ve faydalı olan yiyecek ve içecekleri helâl kılmıştır. “Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.” (5/Mâide 5; ayrıca bk. 7/A’râf, 157)

3- Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah (c.c.) ve O’nun adına elçilik yapan Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.

Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde bir ibadettir. İnsanlar Allah’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi kafalarından ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebâl kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (16/Nahl, 116)

İnsanların hevâlarından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer hak, onların arzularına (hevâ ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” (23/Mü’münûn 71). Peygamberimiz (s.a.s.) de bazı konularda Allah’ın kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok birinin koltuğuna yaslanarak size: ‘Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)’ demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8)

4- Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları rab olarak tanımak anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Onlar hahamlarını ve râhiplerini ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (9/Tevbe, 31)

Câhiliyye döneminde cömertliği meşhur Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hâtem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada bu âyeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibadet etmiyorlar.” Peygamberimiz buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibadet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu Islâma davet etti, o da müslüman oldu. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

İnsanlara bir şeyi haram veya helâl yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahirette hesaba çekecek olan Allaha aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek; başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Böyleleri Allah’ın yanında başka otoriteleri de rabb haline getirmiş olurlar. (Örneğin; Kur’an’da kumar açıkça haram kılındığı halde ‘piyangoyu madem ki devlet yasaklamıyor, yani oynanmasına izin veriyor; o halde böyle bir kumar helâldir’ demek devlet gücünü rabb olarak saymak anlamına gelir.)

5- Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâm'da seçkin elitler ve ruhbanlar sınıfı olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.

6- İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada süpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır. (Müslim, Müsâkât 107, hadis no: 1599, 3/1219. Ebû Dâvud, Büyû’ 3, hadis no: 3329-3330, 3/243; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1205, 3/511; Nesâî, Büyû’ 2, 7/213)

7- İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar, ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir. “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ Işte biz, bilen bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (7/A’râf, 32)

Abdullah İbn Abbas’ın anlattığına göre adamın Peygamberimize gelerek şöyle dedi: “Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeyi nefsime haram ettim.” Bunun üzerine şu âyet indi: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yeyin. Inandığınız Allahtan korkup-sakının.” (5/Mâide, 87-88) (Tirmizî Tefsir 6, hadis no: 3054, 5/255)

8- Zarûretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mâzereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir (2/Bakara, 173; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115)

 

 

 

 

Yiyecek ve İçeceklerde Haramlar

Her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti, kendine has mutfağı vardır. İslâm’ın da özel bir mutfağı, yemek kültür ve âdâbı vardır. Müslüman kalmanın şartları arasında, İslâm kıyafetinin muhâfazası gibi, mutfağının da korunması icap eder. Kâmil manada müslüman olmak için İslâm mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile, gayr-ı müslim mutfaktan beslenerek müslüman kalmak zordur, kendi kendisini aldatmaktır. İslâm mutfağında haram yiyecekler ve haramla elde edilmiş gıdalara yer yoktur. İslâm mutfağında sözgelimi, şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti, besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerat yoktur. İslâm, kendine has bir medeniyettir. Kur’an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece haram helâl konulara değil, en küçük âdâbına kadar her şeyini ele alır. Kendi hükmünü eksiksiz verir, bir başka kültürden taklit ve iktibasa yer bırakmaz. Müslümana, yeme içme ile hükümleri, sünnet ve edepleri öğrenip tatbik etmek düşer.

Kur’ân-ı Kerim’de Yeme İçme ile İlgili Âyetler: Yeme anlamına gelen "ekl" türevleriyle birlikte Kur'an'da 109 yerde geçer. İçme anlamına gelen "ş-r-b" kelimesi ise türevleriyle birlikte 39 yerde kullanılır. Kur’an’ın en uzun sûrelerinden birinin adı, “Mâide”, yani sofra’dır. Bu surenin baş tarafı, yiyecekle ilgili temel meseleri, haram ve helâl yiyecekleri açıklar. Kur’an’da yenilip içilmesi haram olan gıdalar sayılır, sayılan az miktardaki gıdaların dışındaki tüm yiyecek ve içeceklerin, bazı şartlara riâyet edilerek helâl olduğu belirtilir (6/En'âm, 119; 7/A'râf, 32). Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılmaya veya helâl kıldıklarını haramlaştırmaya kimsenin hakkı olmadığı belirtilir (5/Mâide, 87; 6/En'âm, 140; 66/Tahrim, 1; 9/Tevbe, 37). Kur’an’ın bu konuda vurgu yaptığı şeylerden biri, yenilecek gıdaların “helâl ve temiz” olmasının gereğidir (2/Bakara, 168; 5/Mâide, 88; 8/Enfâl, 69; 16/Nahl, 114). Helâl olan gıdalar da olsa, yeme içme konusunda aşırılığa kaçıp israf etmeyi de Kur’an yasaklar (6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31).

Yiyeceklerin Temizinden ve Helâlından Faydalanmak: Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helal ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslam, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir zîneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (7/A'râf, 32)

Müslümana düşen, helalinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helal olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helal yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti.

“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” (20/Tâhâ, 81)

Hz. Peygamber'in sünneti, az yeme ve sofradan doymadan kalkma konusunda ciddî tavsiyelerde bulunur. Fakat, bu konu, fıkıh açısından, haram ve helâl hükümleriyle yanlış değerlendirilmemelidir. İslâm fıkhı açısından hüküm şudur: Az yemek, sofradan doymadan kalkmak sünnet; doyuncaya kadar yemek câiz; doyduktan sonra yemek ise haramdır. Helâl ve temiz yiyecekleri doyduktan sonra yemeye devam etmek, öncelikle israf olduğu için haramdır. "Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.” (7/A’râf, 31) Ayrıca, doyduktan sonra yemek, fıtratı zorlamaktır ve vücuda zararı kesindir. Bu yönlerden dolayı da câiz olmaz.

Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helalını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de ahiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.

"Câhiller, 'Üzümünü ye, bağını sorma' dese de, ey müslüman! Sen, bağını sormadığın -şüpheli- üzümü yeme!"

Hamd olsun, bizlere temiz ve helâl rızıklar ihsân eden Allah'a. Şükürler olsun bizi doyuran, bizi müslüman kılan, temiz ve güzellikleri ayırabilecek özellikler bahşeden Rabbimiz’e.

 

Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı: İslâm, beden ve ruh sağlığına büyük çapta önem vermiş, sıhhati korumayı ibadet kabul etmiş, sağlığı zedeleyici özelliği bulunan maddelerin eğlence, gıda ve tedavi için alınmasını haram kılmıştır.

Yiyecek ve içecekler konusunda tarih boyunca toplumların ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür. Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan Brehmenler ile bazı filozoflar ifrâta gitmişlerdir. "Vejetaryen" denilen et yemeyen, eti kendine haram sayan anlayış da bazı çevrelerce bir ayrıcalık ve inanç gibi değerlendirilir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar, bazı hayvanlar ile insanlar için; insanlar ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.

Brehmenler, tefrit yönünü alırken ifrâta kaçanlar da olmuştur: “Ağızdan giren değil; çıkan onu pisler” diyen Pavlos’a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır. Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir (2/Bakara, 168).

Kur’ân-ı Kerim’de haram olan yiyecekler, bazı âyetlerde özetlenerek, bâzısında ise teferruâta girilerek ifade edilmiştir. Birinci çeşit âyetlerde “boğazlanmadan ölmüş (murdar) hayvan, vücuttan akmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanlar” (2/Bakara, 172-173; 6/En’âm, 145) olmak üzere haram yiyecekler dört adettir. “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz- boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fâsıklıktır.” (5/Mâide, 3) Bu âyette etleri haram olan hayvanların on çeşit olduğunu görüyoruz. Ancak bunlardan beşinci ilâ dokuzu arasındakiler, “boğazlanmadan ölmüş hayvan” mefhumuna dâhildir. Dördüncü ve onuncusu ise, “Allah’tan başkası adına kesilen” nevi içinde yer almaktadır.

Allah ve Rasulü, bazı yiyecek ve içecekleri, bazı giyecekleri, bir kısım iş ve davranışları haram kılmış, yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek zararlarını anladığımız nice haram ve yasaklardan uzaklaşmanın, birey ve toplum halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce, insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûrî oluyor: “Aklımız ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da -şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır."

İnsanların yasaklama ve engellemeleri -en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil; zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz

yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu

anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bir zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı -bilimsel ölçülere göre zararını bilemediğimiz, fakat- ciddî (müslümanlar açısından en temel) bir kaynağın zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.

Böyle bir ihtimali hiçe saymak ve zararını bilimsel olarak bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek her şeyi bilmiş, meçhûlü kalmamış olması gerekir. Halbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.

Haram Yiyecekler: Bu genel değerlendirmeden sonra, haram yiyecekleri teker teker ele alabiliriz:

1- Kendiliğinden ölmüş -murdar- hayvan (meyte): Meyte’den maksat, insanlar tarafından yenilmek üzere kesilerek öldürülmüş olmayıp müdâhalesiz ölen kara hayvanıdır. Haram kılınış hikmeti için şunlar kaydedilebilir:

a- Tarih boyunca insanlar bundan tiksinmiş ve bütün semâvi din sâlikleri böyle hayvanları yememişlerdir.

b- Müdâhalesiz ölen hayvanlar, genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölürler. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir.

c- İnsanlar bu hayvanları yemeyince yaşayan kuşlar ve hayvanlar gıda bulma imkânına kavuşurlar.

d- Murdar ölen hayvanı yiyemeyeceğini bilen sahibi, onun bakım ve tedavisine dikkat eder, kendi haline bırakmaz.

2- Akmış Kan: Hayvan şer’î usulüne göre boğazlanınca vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarıya akar; az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarların içinde, dalak, ciğer gibi organlarda kalan kan ise akmış sayılmadığından, et ve sakatat ile birlikte yenilebilir.

3- Domuz: Domuz, doğası gereği pislik, ekşimiş, kokuşmuş nesneler yiyen, pislik içinde yüzen, pis kokan bir hayvandır. Bu sebeple de eti, başta trişin ve tenya olmak üzere birçok mikroba yuvalık etmektedir. Bu hayvanı özel bakıma tâbi tutmak ve etini tıbbî kontrolden geçirmek suretiyle muhtemel zararın önlenebileceği iddiasına karşı iki şey söylenebilir:

a- Bu tedbirler her zaman, her yerde ve her yiyen tarafından alınamaz, alınamamıştır.

b- Genel değerlendirmede de işaret edildiği üzere, domuzun haram kılınmasının hikmeti, bizim bugüne kadar bildiklerimizden ibaret değildir. Dün bilinmeyenler bugün biliniyor; yarınlar da bugünün meçhullerini -kısmen de olsa- aydınlığa kavuşturacaktır.

4- Allah’tan Başkası Adına Kesilenler: İnsan hayatına ancak Allah Teâlâ son verir. Hayvanların hayatına son vermek, yine Allah’ın kudreti ve irâdesiyle olmakla beraber insanlar, faydalanmak için öldürme fiilini işlerler. Bu faaliyete izin veren de Allah Teâlâ’dır. Hayvanı öldürürken O’nun ismini anmak, bu izni tazelemek, ölümün O’nun kudret ve irâdesiyle olduğunu hatırlamaktır. Putlara, uydurma mâbutlara kesilen, bunların adı anılarak boğazlanan hayvanlar yenmez; çünkü yaratan ve öldüren Allah’tır. Putlara ve tanrılaştırılan liderlere kesilen hayvan, O’nun iznine ve ismine dayanmamıştır. Bu yasak, aynı zamanda putperestliğin kökünü kazımak ve tevhidi perçinlemek hikmetini taşır.

5- Meyte Sayılanlar: İlgili âyet, boğazlanmadan, başka sebeplerle öldürülen ve ölen hayvanların da yenmeyeceğini ifade ediyor. Bunların haram oluş hikmeti, meyteninki ile ortaktır. Ayrıca hayvan artığını yemek, insanın yüce vasıflarına ters düşmektedir.

6- Diğer Kara Hayvanlarından Helâl ve Haram Olanlar: Yukarıda meâli verilen âyet, sarih ve kesin olduğu için âlimler, zikredilen dört şeyin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında kalan hayvanlara gelince: Kur’an’da Rasul-i ekrem’i kast ederek “onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis şeyleri de haram kılar” (7/A’râf, 157) buyrulur. Burada pis şeyler diye tercüme edilen “el-habîs”in tefsirinde müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Rasulü’nün haram kıldıklarıdır; yani haram oldukları hakkında âyet veya hadis bulunan şeylerdir; Bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.

Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise, “habîs”, umumiyetle insanların (veya Kur’an inzâl olduğu sırada Arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da “habîs”ler içinde değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber, Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır (Buhâri, Megâzi 38; Zebâih 27, 28; Müslim, Nikâh 30). Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanîfe’ye göre helâl değildir, İmameyn’e ve Şâfiî’ye göre helâldir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın “Bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi” yasakladığı rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ıme 32; Tirmizî, Sayd 9-11). Hanefîler, bu hadiste geçen “sibkâ” kelimesini et yiyenler şeklinde anlamışlar ve bu çeşit hayvanları haram saymışlardır. İmam Şâfiî “insanlara saldıran ve parçalayan” şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir. İmam Mâlik, yırtıcılar için haram yerine, mekrûh tabirini kullanmıştır.

7- Deniz Hayvanları: Ulemânın ekseriyeti, deniz hayvanlarının tümünün helâl olduğu görüşündedirler. Ancak karada yaşayan ve yenmesi haram olan insan ve domuz, köpek, ayı gibi hayvanların ismini taşıyan deniz hayvanlarında ihtilâf etmişler; bazıları bunların helâl olmadığını ifade etmiştir. İmam Mâlik’e göre yalnızca deniz domuzu mekruh; diğerleri helâldır. Deniz hayvanları için helâl sınırını çok geniş tutan bu görüşün delili âyetlerdir: “Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O’dur...” (5/Mâide, 96)

Hanefîlere göre, deniz hayvanlarından yalnızca -bütün çeşitleriyle- balık helâldır. Bu hayvanın boğazlanması gerekmez. Kendiliğinden ölen yenmez. Dalga, taş, havasızlık, avlanma gibi sebeplerle öleni yenir, diğer deniz hayvanları ya iğrençtir, yahut da -boğazlanmadığı için- meyte hükmündedir.

 

 

 

 

İsraf; Helâlı Haram Eden Ölçüsüzlük ve Taşkınlık

Helâl ve temiz yiyeceklerden de olsa, vücut sağlığını zedeleyecek derecede, oburca, yani israfa kaçan şekilde yiyip içmek de haramdır. Helâl yiyecekleri harama dönüştüren israf hakkında kısa bilgi vermeye çalışalım:

"İsraf"ın kelime anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı olmak demektir. İhtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Her türlü haddi (sınırı) aşmak, insanın ve onun içinde yaşadığı toplumun dengesini bozar, onları huzursuzluğa götürür. İster yeme içmede veya harcamalarda aşırılık olsun, isterse davranışlarda aşırılık olsun sonuç aynıdır.

Kur’an-ı Kerim, aşırıya kaçan, harcamalarında, yeme içmelerinde ve davranışlarında dengeyi kaçıran kimselerin yaptıklarını hoş görmemektedir. İsraf, sapmaların, bozulmaların, haksızlıkların, bozgunun kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir. Günlük yaşayışında ellerindeki malı, serveti, imkânları veya parayı gereksiz yere harcayanlar, yeme ve içmede aşırı gidenler; sınırı aşanlardır, aşırı gidip dengeyi bozanlardır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide (gidişinizde) ziynetlerinizi alın (uygun elbise giyin). Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.” (7/A’râf, 31) Buradaki ‘israf’ hem yiyecek ve eşya kullanımında aşırılık, hem de Allah’ın koyduğu helâl ve haram ölçüsüne uymamak anlamındadır. Kendini açlığa ve çıplaklığa alıştırarak veya helâl olan şeyleri kendine haram kılarak Allah’ı memnun edeceğini sananlar da önemli bir aldanış içindedirler. Allah, böyle haramı helâl, helâlı haram yapan müsrifleri (sınırı aşanları) sevmez. Öyleyse insanlar, Allah’ın nasip ettiği helâl yiyecekleri ve eşyaları kullanacaklar, güzel ve süslü elbiseler giyecekler; ama israf etmeyecekler, ölçüde ve eşya kullanımında aşırıya kaçmayacaklar. Allah’ın ölçüsüne göre, süslü elbise giymek günah değil; bilakis helâlı haram, haramı helâl sayma günahtır.

İsrafın ikinci anlamı savurganlıktır. Dünya nimetlerini Allah insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzunu da insanın içerisine koyan yine Allah'tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetle yiyecek, ama nimeti vereni de bilecek. Savurganlık anlamındaki israf yasağı çok güzel bir ekonomik dengedir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.

Kur’an, hem aşırı harcamayı hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmez. İkisi arasında orta bir tutum tavsiye eder.“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” (17/ İsrâ, 29) Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361)

İnsana emanet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arasındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı da engeller; infak ve sadaka ahlâkını köreltir. Halbuki infak kurumu yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder; sadaka kurumu ise insanlardan muhtaç olanları sıkıntıdan kurtarmayı sağlar.

Mülk aslında Allah’a aittir. İnsana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helâl yoldan kazanıp helâl yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin haklarını verenler, israf etmeyenler mal konusundaki imtihanı kazanırlar. (3) İsrafı haram sayan dinimiz, yeme içmede azla yetinmeyi, kanaat sahibi olmayı teşvik etmiştir.

 

 

Haram İçecekler ve Keyif Vericiler (İçkiler Uyuşturucular ve Sigara)

a- İçki: Dilimizde içki, Arapçada “hamr” ve “müskir” kelimeleri, içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaktadır. İslâm dini, bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?” (5/Mâide, 90-91)

Âyet, içki yasağının hikmetini özlü olarak ifade etmektedir. Bugün tıp dünyası, içkinin insan sağlığına verdiği zarar üzerinde ittifak halindedir. İstatistikler ile bazı devletlerin zaman zaman teşebbüs ettiği içki yasağı, bunun, iktisadî, sosyal ve ahlâkî zararlarının en açık delilleridir. Peygamberimiz de içkinin dünya ve âhiret zararlarından bahsetmiş ve içkinin çirkinliğini belirtmiştir. “Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” (Tâc, c. 3, s. 145) “...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” (İbn Mâce, hadis no: 4034)

Peygamberimiz (s.a.s.) sadece içkiyi yasaklamakla kalmamış; içki içenleri bizzat cezalandırmıştır. Sahih-i Müslim’de bu husus şöyle rivayet edilir: “Hz. Peygamber’e içki içmiş bir sarhoş getirildi. Peygamber ona yaprakları soyulmuş iki hurma değneği ile 40 kadar sopa vurdu.” (Müslim; S. Müslim Ter. M. Sofuoğlu, c. 5, s. 306)

Her sarhoş eden içki hamrdır ve haramdır. İslâm ulemâsına göre, azı veya çoğu sarhoşluk veren her içki, âyette geçen “hamr” mefhûmuna dahildir ve haramdır. Bir soru üzerine Rasûlullah (s.a.s.)’ın : “Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır” (Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21) buyurması bu hükmün sağlam delilidir.

Çoğu Sarhoş Edenin Azı da Haramdır: Sarhoşluk veren içkiler, zamanla alışkanlık ve bağımlılık sağladığı için az içenin giderek çoğa kaçtığı, önceleri az tesir ederken alışkanlık arttıkça aynı miktarın tesir etmediği görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu, azını ve çoğunu yasaklamaktır. İşte dinimiz de aynı yoldan yürüyerek çoğu sarhoş eden içkinin azını içmeyi de menetmiş, haram kılmıştır. İslâm müctehidlerinin büyük ekseriyeti, bu hükümde birleşmişlerdir. Rasul-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” (Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25)

Kendisi içki içmese bile, içki içilen bir masaya, içki içilen bir yere girip oturmak da haramdır. “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” (Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18)

İçki Ticareti: Alkollü içkileri içmek yasak olduğu gibi, üzüm veya arpasını şarap veya bira fabrikalarına satan, onun nakliyesini yapan, dükkânında içki satan, aracı olan, içkiye direkt ve dolaylı vesile olan kimse de lânetlik bir haram işlemiştir. “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” (Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6)

Alkollü İlaç ile Tedâvi: Birisi Rasul-i Ekrem’e şarabı sordu. O da onu menetti. Soran adam: ‘Ben onu yalnızca ilâç ve tedâvi için yapıyorum’ deyince de: “O ilâç değil; derttir” (Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvud, Tıb 11) buyurdu. Bu mealde olan hadislere dayanan âlimler, sarhoşluk veren içkilerin tedâvide kullanılmasını da câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara aittir. Eğer başkası bulunmadığı için içki veya alkollü ilâcı uzman ve müslüman bir doktor bir hastaya yazarsa, burada zarûret prensibi işler ve tedavi câiz olur.

b- Uyuşturucu Maddeler: Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü içkilerin tesirini de fazlasıyla taşımaktadırlar. Zararları da bu etki ölçüsünde fazladır. İslâm’ın ana kaynakları helâl ve haram olan şeylerin bir kısmını zikretmiş, geri kalanların haram ve helâl kılınma illetini taşımalarına göre hükme bağlanmasını istemiştir. Şu halde haram hükmünün illetini (sarhoş etme, uyuşturma) taşıyan bütün maddeleri vücuda almak haramdır.

c- Sigara ve Benzeri: Tütün, 15. Asırdan sonra yeni dünyadan İslâm ülkelerine girmiş, o zamandan beri de İslâm ulemâsı tütünün hükmü üzerinde durmuşlardır.

1- Tütünün mubah olduğunu söyleyenler, zararı olmadığı ve Şârî’ tarafından men edilmediği deliline dayanmışlardır. Halbuki:

a- Sigaranın zararı, bugün ilmen kesin olarak bilindiği için zararsız denemez.

b- Şârî’in men etmediğini söylemek de isabetli değildir. Çünkü Şârî’ her haramı ismen zikretmemiştir. Hüküm kaynakları yalnız sarîh ve hususî nasslar değildir. Nasslarda geçenlerin haram kılınış sebeplerine (illetlerine) bakılarak yapılan kıyaslar ve diğer istidlâl yolları vardır.

2- Sigara içmek mekruhtur diyenlerin dayanağı, kıyasla sabit bir hükme “haram” demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamalarıdır.

3- Sigara içmek (özellikle tiryakilik) haramdır diyenlerin mesnedi zarar, israf ve nafaka mükellefiyetidir. Zarar: Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vermektedir. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17) buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...” (2/Bakara, 195), “kendinizi öldürmeyin...” (4/Nisâ, 29) buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin” (7/A'râf, 31) âyeti ile “Peygamber (s.a.s) malın boşa harcanmasını yasakladı” (Buhâri, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14) hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya para vermek haramdır.

Netice olarak denebilir ki: Bu üç sebepten birisinin gerçekleştiği yer, zaman ve durumda sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise mekruhtur. Her iki durumda da sigaranın içilmemesi, terkedilmesi dince gereklidir. Nargile ve enfiye gibi alışkanlıkların hükmü de sigara alışkanlığı gibidir.

Rabbimiz’in âyetleri ve Peygamberimiz’in açıklamaları ile belirlenen bütün bu haramlar, şüphesiz, mü’minlerin sağlığını koruma hikmetine dayanmaktadır. Bu yasaklara uymanın, -hâşâ- Allah'a bir katkısı olmaz, O âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın hududuna riâyet edip haram ve helâllere itaat, insana dünya ve âhirette çok şey kazandıracaktır.

Yukarıda açıklanan maddeler dinimizde yasaklandığı gibi, İslâm’da kişinin hastalanması ve ölümüne sebep olabilecek zehirli, uyuşturucu ve zarar verici her çeşit maddeleri kullanmak, bunları yemek ve içmek de haram kılınmıştır. Sigara gibi zararları tıbben sâbit olmuş maddeleri kullanmak din açısından mahzurludur. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535). “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını (insanî kıymetini) korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır...” (Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984)

Doktorların, özellikle mü’min ve uzman doktorların, hastaları için sakıncalı görüp yasakladıkları maddelerin hastalar tarafından yenilip içilmesi de haramdır (2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29).

 

 

 

Giyecek ve Süslenmede Haramlar

a- Giyinmekten Maksat: İslâm giyinmekten iki maksat güdüyor: Örtünmek (tesettür) ve güzel görünmek (ziynet). “Ey Âdemoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giysi ve sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takvâ örtüsü ise bundan daha hayırlıdır. Allah’ın bu âyetleri öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın...” (7/A’râf, 26-27) “Ey Âdem oğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin...” (7/A’râf, 31)

Bu âyetler örtünme ve kendine çeki-düzen verme konularında itidal sınırlarını çiziyor; açılıp saçılmayı da yakışıksız, rüküş giyinmeyi de mahkûm ediyor.

b- Kıyafet Temizliği: Kılık kıyafetin tesettüre uygun (örtücü) ve güzel olması yanında temizliği de İslâm’ın tâlîmâtı arasındadır: “Temizlenin, çünkü İslâm temizdir.” (Tirmizî, Edeb 41). Müslüman toza toprağa karşı açıkta kalan el, kol, yüz, ayak gibi uzuvlarını günde birkaç kere yıkamaya mecbur edilmiştir (abdest). Haftada bir iki kere bütün vücudunu yıkayacaktır (gusül).

Bir adam saçı, sakalı dağınık bir şekilde Rasûlullah’a gelmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) düzeltmesini isteyen bir işarette bulundu, o da düzeltti. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık gelmesinden bu (şekil) daha iyi değil midir?” (Muvattâ, Şa’r 7). Bir başkasını pasaklı bir elbise içinde görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Bu adam, elbisesini yıkayacak bir şey bulamamış mıdır?” (Ebû Dâvud, Libâs 14; Ahmed bin Hanbel, 7/357). Düşük kaliteli bir elbise içinde kendisine gelen bir adamla aralarında şu konuşma geçmiştir: Rasûlullah (s.a.s.): “Malın var mı?” Adam: ‘Evet’ “Hangi çeşit mal?” ‘Allah bana her çeşit maldan verdi.’ “Madem ki Allah sana mal verdi, şu halde nimet ve ikrâmının eserini/izini üzerinde görsün!” (Ebû Dâvud, Libâs 14; Tirmizî, Birr 63, Edeb 45)

c- Altın ve Hâlis İpek Erkeğe Haramdır: Hâlis/saf ipek veya malzemesinin çoğu ipek olan giyecekler ile altını erkeğin giyecek, süs ve eşya olarak kullanması haramdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ipeği sağ eline ve altını sol eline alarak: “bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır”

Altın ve gümüşü kadının yalnızca ziynet eşyası olarak kullanmasına izin veren İslâm’ın erkeklere bunu haram kılmasının hikmetleri olarak şunları söyleyebiliriz:

Bu iki maden ve özellikle altın, asırlar boyu ya doğrudan doğruya para olarak, yahut da para karşılığı teminat olarak kullanılmış, ekonomide büyük rol oynamıştır. Bunların ziynet ya da eşya olarak kullanılması ekonomiyi menfî yönde etkileyecektir. Yine, bunların ziynet ve eşya olarak kullanılması, toplama faydalar sağlayacak olan büyük bir sermayenin âtıl kalmasına sebep olmaktadır. Yine, Allah’ın erkekler için takdir ve tensîb buyurduğu fıtrat ve karakter altın ve ipekle süslenmeye muhtaç ve uygun değildir. Bunlarla birlikte, üste, başa; ele ayağa; eve barka serilmiş servetler dikkat, gıpta ve haset celbederler; sosyal adâlet duygusunu rencide ederler, fesâda sebep olurlar. İslâm, insanın maddî hayatı ile rûhî ve mânevî hayatı arasında ideal bir dengeyi hedef almıştır. Dışa bu ölçüde ihtimam rûhî hayatı zedelemekte, tekâmülü engellemektedir.

Kadına gelince: Onun fıtratı süse ve ziynete daha elverişlidir; diğer vasıflar yanında erkekte yiğitlik, kadında güzellik aranır. Kadına ziyneti tümüyle yasaklamak onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir. Şâri’ onlara bu konuda ruhsat vermiş, fakat yabancı erkeklerden sakınmalarını emretmiş, ziynetlerini yoksullara iyreti/karşılıksız vermelerini tavsiye buyurmuştur.

d- Kadının Elbisesi: İslâm kadının, nâmahrem olanlara karşı örtünmesini emretmiştir. Kadın kıyafetinin şu üç ölçüye uygun olması şarttır:

1) Kadının elbisesi, vücudunu göstermeyecek kadar kalın olacaktır.

2) Göğüs, bel, kalçalar gibi şehvet çekici uzuvları teşhir edecek kadar sıkı ve dar olmayacaktır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki ben onları (dünyada) görmedim: Birincisi, yanlarında bulunan öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimseler. İkincisi, giyinmiş çıplak, (kalçasını) oynatan, salınarak yürüyen, başları, salınan deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler, onun kokusunu da alamazlar; halbuki onun kokusu mesâfelerin ötesinden alınır.” (Müslim, Libâs 125). Bu hadiste geçen “giyinmiş çıplak” ifadesi “bazı yerlerini örtüp bazı yerlerini açan veya ince/şeffaf veya dar elbise giyen kadınlardır” şeklinde açıklanmıştır. Bu ifadeyi, “örtülü olmalarına rağmen davranışları ile karşı cinsin cinsî duygularını tahrik eden kadınlar” şeklinde anlamak da mümkündür.

3) Kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye özenmeyecektir. Her iki cinsin kendilerine âit özellikleri ve buna uygun kıyafetleri vardır. Karşı cinse özenti bir ruh bozukluğu ve ahlâkî sapıklıktır. Bu sebeple Peygamberimiz erkeğin kadın, kadının da erkek elbisesi giymesini menetmiş (Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325), karşı cinse benzeme özentisini lânetlemiştir (Buhârî, Libâs 61; Ebû Dâvud, Libâs 27; Tirmizî, Edeb 34).

e- Süslenme: İ’tidâl dini olan İslâm, insanların yaratılıştan mevcut özellik ve güzelliklerini belirli hale getiren süsü, boyamayı, takınma ve giyinmeyi -bazı şartlarla- mubah kılmıştır. Ancak fıtratı, yaratılışın verilmiş özellik ve şekilleri değiştirme mânâsında süs, makyaj ve değiştirmeleri yasaklamış, bunları şeytanî saymıştır; çünkü şeytan şöyle demişti: Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler.” (4/Nisâ, 119). Yaygın olan bazı süsleme ve değiştirme çeşitlerini sıralayalım:

1) Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek: Hz. Peygamber (s.a.s.) vücuduna dövme yaptıran ve yapana, (normal) dişleri yontarak şeklini değiştiren ve bunu yaptırana lânet etmiştir (Müslim, Libâs 119; Buhârî, Libâs 82-87). Tıbbî ve estetik bakımlardan normal olan dişleri, moda olan şekle uydurmak için söktürüp yaptırmak câiz değildir. Gerek iğne batırıp açılan deliklere boyalı maddeler dökerek yapılan dövme ve gerekse diş minelerini mahveden dişleri seyrekleştirme/yontma işinin sağlık yönünden de zararlı olduğu bilinmektedir.

2) Estetik ameliyat: Büyük paralar sarfıyla burun, çene, göğüsler gibi uzuvların şeklini değiştirmekten ibâret olan estetik ameliyatın da yukarıdaki âyet ve hadislerde belirtilen haram kapsamına girdiği anlaşılmaktadır. Ancak, insanı aşağılık kompleksine iten, toplum içinde mânen işkence çekmesine sebep olan bir anormallik veya fazlalık olursa bunun izâlesi tedâvi mâhiyetindedir. Peygamberimiz (s.a.s.) güzellik için dişlerini seyrekleştirenleri lânetlemiştir (Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120). Burada geçen “güzellik için” kaydı, bir ihtiyaç sebebiyle yapılan ameliyeleri istisnâ etmektedir.

3) Kaş aldırmak: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in lânetine kaş aldıran ve alanlar da dâhildir (Ebû Dâvud, Teraccül 5; Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120). Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mâhiyetindedir. Ancak, kadının yüzünde biten kılları aldırmasını bir kısım İslâm ulemâsı câiz görür.

4) Peruk takmak: Rasûlullah'ın menettiği ve lânetlediği şeylerden biri de saçı dökülen veya dökülmeyen kimselerin başlarına başkalarının saçlarını koymaları veya bunları eklemeleridir. Saç takma ve eklemede hem tabii şekli değiştirmek, hem de karşısındakini yanıltmak, ona genç görünmek vardır ki, İslâm bunları hoş görmemiştir.

5) Saç ve sakalı boyamak: Peygamberimiz (s.a.s.)'in çağında yahûdi ve hıristiyan ihtiyarları ağaran saç ve sakallarını boyamazlardı; onlara benzemesinler diye yaşlı sahâbiler boyamaya teşvik edilmişlerdir (Buhârî, Enbiyâ 50, Libâs 67; Müslim, Libâs 80). Boyanın rengi üzerinde durulmuş, siyaha boyamanın cevazı tartışılmıştır. Kına kırmızısı ve kırmızı-siyah karışımı bitkisel boyalarla boyamak ittifakla câizdir. Kadınların siyaha boyamaları genellikle câiz görülmüştür. Rasûl-i Ekrem'in, kâfirlere benzememek için saç ve sakal boyama emri "teşvik emri" olarak telâkki edilmiş, bu sebeple Ebû Bekir, Ömer (r. anhumâ) gibi sahâbiler boyamış, Ali, Ubey, Enes (r. anhum) gibi sahâbiler ise boyamamışlardır.

6) Sakal bırakmak: Rasûlullah: "Müşriklere muhâlefet edin (benzemeyin); sakalları bırakın, bıyıkları kırpın" (Buhârî, Libâs 63, 64) buyurmuştur. Bu ve benzeri hadisler ile tatbikata bakan cumhûr sakalı tıraş etmenin haram olduğu neticesine varmışlardır. Kadı Iyâd, bunun mekruh olduğunu söylemiştir. Aynı mâhiyette olan boyama emrini yerine getirmenin farz ve terkinin haram sayılmaması bu görüşü destekler. Bazı çağdaş âlimler bunun bir âdet meselesi olduğunu düşünerek mubah olduğunu söylemektedirler. Kardavî, sakalı tıraş etmenin mekruh olduğu görüşündedir (Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 98-100).

 

 

 

 

Ev Eşyalarında ve Ev Gereçlerinde Haramlar

Ev Eşyası: Her canlının bir yuvası, bir meskeni vardır; insanın yuvası da evidir. Peygamberimiz: "Dört şey mutluluk vâsıtalarındandır: İyi (sâliha) eş, geniş ev, iyi komşu ve rahat binek" (İbn Hibbân rivâyet etmiştir) buyurarak evin insan hayatındaki önemini belirtmiş, ayrıca temiz tutulmasını istemiştir (Tirmizî, Edeb 41). "De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı güzellikleri... kim haram kılmıştır?" (7/A'râf, 32) âyeti evin çiçekler, nakışlar ve şekiller ile süslenmesini de câiz kılmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): "Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez" buyurunca, bir adam: 'kişi, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanıyor?' diye sormuş, "Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever" cevabını almıştır (Müslim, İman 147). Ancak, bu izinler ve teşvikler mutlak değildir; bazı kayıtlar ve yasaklar vardır:

a- Altın ve gümüş kaplar, ipek sergiler: Sahâbeden Huzeyfe (r.a.) şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerine oturmamızı men etti ve şöyle buyurdu: "Bunlar dünyada onlar (kâfirler), âhirette ise bizim içindir." (Buhârî, Eşribe 28, Et'ıme 29; Müslim, Libâs 4, 5). Bu hadis, altın ve gümüşün kap kacak ve ev eşyası, ipeğin de sergi vb. olarak kullanılmasını erkek ve kadın bütün müslümanlara haram kılmaktadır. Gazzâlî, bu mâdenlerin ekonomik hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını, "bu, şehrin valisini, dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya benzer ki, onu hapsetmekten daha kötüdür" sözleriyle ifade ediyor (İhyâ, Sabır ve Şükür Kitabı/Bölümü)

b- Heykel: "İçinde heykeller bulunan eve melekler (rahmet melekleri) girmez." (Buhârî, Bed'u'l-Halk 7, Meğâzî 12; Müslim, Libâs 87) "Kıyâmet günü azâbı en şiddetli olacaklardan biri de bu sûretleri yapanlardır." (Buhârî, Edeb 75; Müslim, Libâs 96) gibi hadisler müslümanın evinde heykel bulundurmasına ve heykel yapmasına engeldir. Bunların haram kılınmalarının hikmet ve sebebine gelince: 1) Çeşitli devir, yaş ve çevrelerde heykele tapıldığı için bu hâtırayı silerek tevhidi korumak, 2) Heykeltıraşın yaratma vehmi gibi kula yakışmayan duygu ve düşüncelere kapılarak şirke veya günaha girmesini önlemek, 3) Heykel yapımının ve sanat anlayışının bir sınırı bulunmadığından sahte tanrılar, çağdaş tâğutlar, dinî semboller, çıplak kadınlar gibi İslâm'a zıt şeylerin heykelleştirilmelerine engel olmak, 4) Faydasız ve gereksiz sarfı, isrâfı, lüksü men etmek.

Heykeli büyüklere saygı ve kahramanların hâtıralarını ebedîleştirmek gayelerine bağlayarak savunanlara karşı İslâm düşüncesi şöyledir: 1) Her zaman ve her yerde bu gibilerin heykelleri yapılmamıştır. Âdi, alçak, zâlim, müstebit, sahte kahramanların da heykelleri yapılmış, bu gerçek, mezkür hikmeti ortadan kaldırmıştır. 2) Müslümanın dünyada ebedîleşmek gibi bir gayesi yoktur. Mü'min, Cemâl-i İlâhînin seyrinde, Fahr-i Kâinat'ın sohbetinde sonsuz mutluluklara ereceğini umduğu ebedî âlemlerin hasretini çeker. 3) İslâm'da hizmet Allah rızâsı için yapılır ve hizmet eden, bu niyeti (ihlâsı) bozulmasın diye teşhirden kaçar. İslâm'da güzel sanatların heykelden başka alanlara yönelmesinin sebebini de yukarıdaki maddelerde aramak gerekecektir. İlle heykel yapılacaksa, soyut heykelin çok geniş imkânlarından yararlanılabilir.

c- Heykel Şeklinde Oyuncak: Çocukların oynadığı bebek, hayvan vb. oyuncaklar, heykel mânâ ve mâhiyetinde olmadığı için câiz görülmüştür. Nitekim Hz. Âişe'nin evliliğinin ilk yıllarında çocukluk arkadaşlarıyla bu çeşitten oyuncaklar oynadığını Rasûl-i Ekrem görmüş ve tasvip etmiştir (Buhârî, Edeb 81; Müslim, Edeb 54).

d- Resim: Heykel şeklinde olmayan, kâğıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki hadisler bunun mutlak olarak haram veya helâl olduğunu göstermiyor; resmin konusuna, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre çeşitli hükümler getiriyor. 1) Mukaddes sayılan, tapınılan, tanrılık izâfe edilen şeylerin ve tâğutların resimlerin yapmak ve kullanmak haramdır. 2) İslâmî ahkâm ve ahlâka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da haramdır. 3) Bunların dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mubahtır, yapmak ve kullanmak serbesttir. Nitekim İbn Abbas bir ressama, resim yasağını naklettikten sonra şöyle demiştir: "İlle de yapacaksan ağaçların ve ruhu olmayan şeylerin resimlerini yapman gerekir." (Buhârî, Büyû' 104; Müslim, Libâs 99) 4). Canlılara gelince, hadislerden bir kısmı Peygamberimiz'in bunları tasvip etmediğini, diğer kısmı ise, özellikle çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan minderde... olduğu zaman câiz gördüğünü ifade etmektedir. Bunlardan çıkan netice, böyle resimlerin -dinî bir takdis ve ta'zîme götürmedikçe- câiz olduğudur. Titizlik gösterilen nokta, tevhîdin korunmasıdır. Tahâvî'nin şu ifadesi bu anlayışı destekliyor: "Rivâyet ettiğimiz hadisler, elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır. Yasaklanan resimler, hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya bezlere yapıp astıkları resimler kabilinden olanlardır." (Tahâvî, Şerhu Maâni'l-Âsâr, 4/282-288)

Resim (sûret) hakkındaki hadislerden anlaşıldığına göre Rasûlullah, önceleri, tevhid inancı ruhlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir. Bazı âlimler, canlı-cansız ayrımını göz önüne alarak mücessem (üç boyutlu, gölgeli) olmayan veya hayatî bir uzvu eksik bulunan resimleri de cansızlara katmış, câiz görmüşlerdir. Çünkü bunların, mezkür şekil ve eksiklik içinde canlı olmaları mümkün değildir.

e- Fotoğraf: Buraya kadar dinî hükmünü araştırdığımız, heykeller ile elde yapma tablolar cinsinden resimler idi. Bilinen makine ile çekilen resme (Fotoğrafa) gelince: 1) Mücessem (heykel türünde üç boyutlu) olmayan resimleri, yasaklar içine sokmayan âlimlere göre fotoğraf çektirmek ve kullanmak câizdir; yarım olanların cevazı daha da kuvvetlidir. Ancak fotoğrafın konusu ve maksadı yine önemini muhâfaza etmektedir. Çıplak veya açık kadın ve erkek fotoğrafları ile hıristiyan azizlerine, tâğutlara ve benzerlerine ait fotoğraflar harama dâhildir. 2) Sûretin haram olması için mücessem (heykel) olmasını şart koşmayan âlimlerden bir kısmı fotoğrafta -ressamın yaptığı resimde mevcut- vasıfları (illeti) bulamadıkları için bunu câiz görmüşlerdir. Bu grubun diğer ulemâsı da kimlik, pasaport, tapu vb. yerlerde kullanılmak üzere fotoğraf kullanmak ve çektirmenin bir ihtiyaç (zarûret) olduğunu göz önüne alarak bunu câiz görmüşlerdir; çünkü "hâcet (ihtiyaç) umûmî olsun, husûsî olsun zarûret menzilesine tenzîl olunur (zarûret kabul edilir)" (Mecelle, madde 32).

İslâm'da ressamlık ve fotoğrafçılık mesleğinin hükmü de yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacaktır. Câiz olanı yapmak da câizdir. Konusu veya maksadı itibarıyla câiz olmayanı yapmak ve çekmek de câiz değildir.

f- Köpek beslemek: Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: "Av, tarla, bahçe, sürü (çoban) köpekleri müstesnâ olmak üzere köpek besleyen kimsenin sevâbından her gün bir miktar (kıyrât) eksilir." (Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Müsâkat 46, 50, 56, 58). Köpek bulunan eve meleğin girmediğini bildiren hadisler (Ebû Dâvud, Tahâret 89; Buhârî, Bed'u'l-Halk 7, 17, Libâs 77; Müslim, Libâs 81) de yukarıdaki hadise eklenince çıkan netice şudur: Korunma ve avlanma gibi bir ihtiyaç bulunmadan evlerde köpek beslemek İslâm'da yasaklanmış; çünkü: 1) Köpek besleyecek kadar imkânı olanların bakım ve harcamalarına yoksul, kimsesiz insanlar daha lâyıktır. 2) Tıbbın kesin açıklamalarına göre köpeklerden insanlara geçen birçok tehlikeli hastalıklar mevcuttur. 3) Köpek yoldan gelip geçeni, misafiri ve bir şey çin geleni korkutur, havlamalarıyla etrafı rahatsız eder. Bununla beraber zararı olmayan köpekler itlâf edilmez; her canlıya merhamet edilir, yardım edilir ve onlar yüzünden de ecir alınır. Bir kuyunun başında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkârın İlâhî afva mazhar olduğunu Rasûlullah haber vermiştir (Buhârî, Şürb 9, Edeb 27; Müslim, Selâm 153).

 

 

 

İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar

İş ve Meslekler: Allah Teâlâ, insanoğlunu akıl, bilgi ve emeği ile imkânları değerlendirerek ihtiyaçlarını bizzat karşılayacak kabiliyette yaratmıştır. Bu kabiliyetlerini kullanmamak ve değerlendirebilmek içinde yeteri kadar imkân vermiştir. “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur; öyleyse onun sırtında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin.” (67/Mülk, 15). Yeryüzünün boyun eğmesi, işlemeye ve verimli kılmaya müsait oluşudur. Onun sırtında dolaşymak; adım adım, karış karış araştırarak insana faydalı olan imkânları ortaya çıkarmak, işlemek, istifade etmek ve ettirmektir. Birçok hadis-i şerif de mecbûriyet ve zarûret dışında, herkesin rızkını kendi gücü ile temin etmesini emretmektedir. “... Şu üç kişiden biri olmak müstesnâ, istemek (dilenmek) kimseye helâl değildir: 1- Bir angarya yüklenen kimse ki o verdiğini almak maksadıyla ister, alınca da artık istemez. 2- Mal varlığı bir felâkete uğrayan kimse ki, geçimini sağlayacak kadar istemesi ona da helâldır. 3- Çevresinden, aklı başında üç kişinin ‘filân kimse yoksul düştü’ diyeceği kadar yoksullaşan kimse; bu da geçimini temin edinceye kadar ister. Bunlar dışında kalan talep haramdır; bunu yiyen haram yemiş olur.” (Nesâî, Zekât 80, 86; Müslim, Zekât 109;Ebû Dâvud, Zekât 26) “Herhangi birinizin ipini sırtına alıp bir demet odun getirerek satması -ve bununla Allah’ın onunla şerefini korumuş olması- halktan istemesinden daha hayırlıdır; onlar da ya verirler veya vermezler.” (Buhârî, Zekât 50, Büyû’ 15; Müslim, Zekât 106) “Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah’ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’ 15)

İslâm ulemâsı âyet ve hadisleri bir arada değerlendirerek şu neticeye varmışlardır: Müslümanların muhtaç olduğu her meslek, zanâat ve sanâyi farz-ı kifâyedir. Toplum içinde yeterince bulunmazsa bütün müslümanlar sorumlu olurlar.

Yasak Edilen Meslek ve İşler

a- Yasak Seks (Zinâ-Fuhuş): İslâm zinâyı bütün şekilleriyle haram kılmıştır. Bir kadın veya erkek, cinsî tahrik için çekilen resimlere modellik etmek, zinâ yaptıran açık veya gizli yerlerde çalışmak gibi bir meslek icr3a edemez.

b- Dans, Oyun vb. İslâm’da kadın-erkek ilişkileri sınırlanmış, haram ve helâl tasnifine tâbi tutulmuştur. Bunları çiğnemeyi gerektiren veya şehevî duyguları tahrik eden iş, meslek ve sanatlar haram çerçevesi içinde yer alır: Dans, bale, bazı temsil ve oyunlar, bazı gösteriler ve modellik/mankenlik burada örnek olarak anılabilir. Bunların sanat çerçevesine girmesi (daha doğrusu, sanat diye takdim edilmesi), helâl olmalarını gerektirmez; çünkü İslâm’da sanat, sanat için değil; İslâmî hedeflere ulaşmak içindir ve müslümana göre, Allah’a isyan olan hususlara sanat ve güzellik vasfı verilemez.

c- İçki ve Uyuşturucu Madde Yapımı ve Satımı

d- İslâm’a Karşı Olan veya İslâm’ın Yasak Ettiği İşlerde Çalışmak: Peygamberimiz (s.a.s.) fâiz ve içkiyi yasaklarken içkiyi îmal edip üreten, taşıyan, hizmet eden, yazan, şâhidlik eden... kimselerin de lânetlendiğini haber vermiştir: “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” (Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6). İslâm, kazanç elde etmek için iş ve ticaret gibi yolları meşrû kılmakla beraber, kapitalist, pragmatist, maddeci görüşlerden farklı olarak üç ana tedbir ve prensip üzerinde duruyor: 1- Karşılıklı rızâ, 2- İyi niyet ve dürüstlük, 3- Menfaat temin ederken başkalarını zarara sokmamak. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil; karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin; Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” (4/Nisâ, 29-30). Ayette geçen “kendinizi mahvetmeyin (öldürmeyin)” ifadesi çok düşündürücüdür. Bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeden elde edilen kazançlar görünüşte menfaat ise de aslında zarar ve intihardır. Dünyada intihardır; çünkü birçok suçların, cinâyetlerin, anarşinin temelinde bu âmilin önemli bir yeri vardı. Âhirette felâkettir; çünkü sağladığı haram kazanç kişiyi ateşten kurtaramayacaktır.

Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları

a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.” (Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93) “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64) İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” (Müslim, hadis no: 930) “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.” (24/Nûr, 19) “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” (Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87)

b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar” diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır (Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24).

c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.” (Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49). Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.

d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.” (Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50). Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:

İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).” (İbn Mâce, Ticâret 6) “Fiyatını arttırmak gayesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896)

Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır (Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22). Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.

Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.

e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş” (Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13) şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.

f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50). Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)

g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” (Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131)

h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir (6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6). İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...” (83/Mutaffifîn, 1-6) “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” (Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160)

i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” (Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336)

i- Fâiz: "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır..." (2/Bakara, 275). İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği” (Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2) ifade edilmiştir.

Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:

1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.

2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.

3- Fâizsiz kredi insanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.

4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.

5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise, hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.

k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, insanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.

Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. (Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta)

l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.

Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.

Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir (2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20). Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.

m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” (Câmiu’s Sağîr, 2/124)

n- Emeği sömürmek: İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.” (İbn Mâce, hadis no: 2443) “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” (İbn Mâce, hadis no: 2442)

o- Hırsızlık, gasp: "Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır." (4/Nisâ, 29-30)

 

 

Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdalardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.

Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632)

Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Halbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?" (Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720) Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." (Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640)

Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." (16/Nahl, 112-113)

İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticaret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:

a- Kendine, ailesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.

b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.

c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.

d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. (El-İhtiyâr, IV/171-172)

 

 

 

Kadın-Erkek İlişkileri ve Aile Hayatıyla İlgili Haramlar

A- Kadın-Erkek İlişkilerinde Haramlar

Cinsî Duygu: İnsanların üremesi, nesillerinin devamı, birleşmeye, birleşme karşı cinse ilgi duymaya bağlı olduğundan Allah, onu şehvet denilen duygu ve cinsî uzuvlar ile teçhiz etmiştir. Buna göre, cinsî tatmin bir gâye değil, vâsıtadır; hedefi üremedir. Cinsî duygu ve meyil karşısında insanlar üç gruba ayrılır: 1. Hiçbir sınır tanımadan şehvete teslim olan ve tatmin arayanlar; Freudçular, haz ahlâkı sâlikleri kâfirler gibi. 2. Şehvet duygusunu ve meylini öldürmek isteyenler; bazı hıristiyan mezhepleri ve maniheistler gibi. 3. Bu kabiliyet ve duyguyu yaratılış gâyesine uygun bir şekilde kullananlar, hak din mensupları gibi. Hak din İslâm, şehvet duygusunun irâdî tatminini evlilik bağı içinde câiz görmüş, bunu teşvik etmiş, hem zinâyı ve ona götüren yolları, hem de bu duyguyu öldürme teşebbüslerini haram kılmıştır.

a- Zinâ: "Sakın zinâya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur." (17/İsrâ, 32) âyeti zinâyı haram kılan delillerden biridir. İslâm'da evlilik dışı cinsî ilişki haramdır; çünkü bu, nesebin/soyun karışmasına, nesillerin mahvolmasına, ailelerin dağılmasına, hısımlık bağlarının kopmasına, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına, kadının eşya gibi pazarlanmasına, şehvet duygusunun azarak ahlâkı dejenere etmesine sebep olmaktadır. Bu kadar zararlı ve çirkin bir fiili yalnızca ceza müeyyidesiyle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tahrik ederek zinâya götüren davranışları menetmek, yolları kapamak gerekir. İslâm sadece zinâyı yasaklamakla yetinmez; zinâya yaklaşmayı (17/İsrâ, 32), ona götüren yolları da yasaklar. İşte bu sebepledir ki İslâm aşağıdaki maddelerde zikredilen tedbirleri almıştır.

b- Yabancı Kadınla Yalnız Kalmak: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır." (Ahmed bin Hanbel, I/222, III/339) "Yanında mahremi olnayan kadınla kimse başbaşa kalmasın!" (Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hacc 424). Bu hadisler, bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın akrabâ ve hısımları dışında kalan kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır. Böyle bir durum hem karşı cins için tahrik edicidir, hem de dedikoduya sebep olabilmektedir.

İnsanların -nikâh düşecek, evlenmeleri câiz olacak- uzak akrabalarıyla beraber olmayı önemsemedikleri için Hz. Peygamber (s.a.s.) buna da dikkati çekmiştir: "Kadınların yanına habersiz/izinsiz girmekten sakının!" buyurunca, onlardan birisi; 'kocanın akrabası hakkında (kayınbirâder gibi) ne dersiniz?' diye sormuş ve şu cevabı almıştır: "İşte bunlar (mânevî) ölümdür." (Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20). Bu hadise göre bir müslüman kadın, kocasının kardeşi, kocasının yeğenleri, kendisinin veya kocasının amca oğulları ve dayı oğulları gibi hısımlarının yanına açık çıkmayacak, onlarla yalnız kalmayacaktır; çünkü bunlar ona (yengeye) yabancıdır, nâmahremdir.

c- Karşı Cinse Şehvetle Bakmak: Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın, yalnızca eşidir. Bunun dışında hiçbir kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın objektif ölçüsü "devamlı bakmak"tır. Bir müslüman, yolda gözü kapalı veya devamlı başı önünde yürüyecek değildir. Karşısına gelen kadın ve erkeği de istemeyerek de olsa görecektir; ancak gördüğü kimseye tekrar bakınca veya bakışını devam ettirince yasak sınıra adımını atmış olur. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali'ye şöyle demiştir: "Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur." (Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43) "Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır." (Buhârî, İsti'zân 12; Müslim, Kader 20). Şehvetsiz olarak bakmaya ve bakılabilecek yerlere gelince; bu konu Kur'an'da izah edilmiştir: "Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar; ziynetlerini/süslerini, kendiliğinden görüneni müstesnâ, açmasınlar! Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar; ziynetlerini/süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya câriyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü'minler! Saâdete ermeni için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün." (24/Nûr, 30-31)

Bu âyet kadına, avret yerlerini istisnâ edilen yakınları dışındaki kimselerden başkasına göstermemesini, erkeğe de yabancı kadınların avret yerlerine bakmamasını emrediyor. Rasûl-i Ekrem de bir hadisinde: "Erkek erkeğin avretine, kadın da kadının avretine bakmasın. Vücudunun bir kısmı çıplak iken erkek erkeğe, kadın kadına temas etmesin (çıplak vücutları birbirlerine değmesin)." (Müslim, Hayz 7, 74; Tirmizî, Edeb 38; Ahmed bin Hanbel, III/63). Burada karşımıza ziynet ve avret diye iki mefhum çıkıyor.

Avret:ılması, gösterilmesi ve bakılması yabancılara veya herkese haram olan yerlere (organlara) avret denir.

1- Erkeğin erkeğe ve karısından başka kadınlara karşı avret yerleri: Göbeği ile diz kapağı arasında kalan bölgelerdir.

2- Kadının müslüman kadınlar ile mahrem (kendileriyle evlenmesi devamlı yasak/haram olan akraba ve yakınları; nâmahrem olmayanlar) akrabasına karşı avret yeri: Hanefî ve Şâfiîlere göre erkeğin erkeğe karşı olan avret yeri ölçüsündedir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre yüz, baş, boyun, eller ve ayaklar (Hanbelîlere göre dizden aşağısı) müstesnâ olmak üzere bütün vücudu avrettir.

3- Kadının yabancı erkekler ile müslüman olmayan kadınlar karşısında avret yeri: Yüzü, elleri ve Hanefîlerde bir rivâyete göre ayakları müstesnâ olmak üzere bütün bedenidir.

4- Câriyenin yabancı erkekler karşısında avret yeri cumhûra göre göbeği ile dizkapağı arasıdır (Erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir). Bu görüşün Peygamberimiz'e dayanan bir delili yoktur. Hz. Ömer'in kavli ile ihtiyaca dayandırılmıştır. Zâhirîlere göre bu bakımdan câriye ile hür kadın arasında fark yoktur, cariyenin de (el, yüz, ayak müstesnâ) bütün vücudu avrettir. Çünkü bu ikisinin avret konusundaki farklılığını ayırmak için naklî ve sağlam delil gerekir; bu ise yoktur.

Karı-kocanın birbirine karşı avreti: Yoktur.

Avrete bakmayı men eden hadise göre yukarıda açıklanan yerlere şehvetli veya şehvetsiz bakmak ve bunları açmak haramdır. Avret yerleri ancak kimsenin görmediği yerde (tuvalet ve banyo gibi) ve cimâ esnasında açılabilir. Bazı durumlarda zarûret miktarını aşmamak şartıyla doktor, ebe, sünnetçi, şâhid ve hâkim karşısında da açılabilir. Evlenecek kimse, aday kızın yüzüne -şehvetle de olsa- bakabilir.

Ziynet: Yukarıda mealini verdiğimiz Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- kimseye ziynetlerini göstermemelerini emrediyordu. Ziynet, kadını güzel gösteren yüz, saç, makyaj, takı ve mücevherât, elbise gibi şeyleri içine almaktadır. Âyette bunlardan hangisi kastedilmiştir? "Kendiliğinden açılan, açılması, gösterilmesi doğal olan" ziynet nedir? Cumhûra göre elbise, kapanması gereken ziynete dâhil değildir. Buradaki ziynetten maksad; el, boyun, baş, kol, ayak gibi ziynet takılan yerlerdir. Peki, bunlardan hangisi "kendiliğinden açılan"a dâhildir? Eski müfessir ve fakîhler arasında "dış elbiseden başka her taraf örtülmelidir", "eller ve yüz hâriç", "eller, bilek ve yüz hâriç her taraf" diyenler olmuştur. Eller ve yüzün istisnâ edilmesi görüşü ağır basmaktadır.

Örtü ve Elbise: Zikredilen âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emrediyor ve açmalarını haram kılıyor; fakat örtmek için yeni bir elbise modeli getirmiyor; "hımâr: Baş örtüsü", "cilbâb: Dış giysi" gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmeleri emrediliyor. Bazı kimseler Kur'an'daki: "Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanımmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder." (33/Ahzâb, 59) âyetinde geçen "cilbâb" kelimesine "çarşaf" mânâsı vererek kadının ancak çarşafla dışarı çıkabileceğini, başka elbise ile örtünmenin câiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddiânın isâbetsiz olduğunu ve İslâm'ın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, geniş ve kalın giysiler ile de, daha başka ülkelerdeki meşrû farklı giysilerle de olabileceğini gösteren deliller vardır:

1- Nûr sûresindeki âyette (24/31) başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr, başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir. Aynı âyette geçen "cüyûb" ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.

2- "Cilbâb" kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mânâ şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise. Bu kadar mânâ içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.

3- Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince, ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah'ın arkasında namaz kılmışlardır. Bu rivâyet, cilbâba çarşaf değil; başörtüsü mânâsı verildiğini göstermektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elsisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır.

d- Dokunmak: Mahrem (nikâhı haram) olan yakın akrabânın avret olmayan yerlerine bakmak câiz olduğu gibi, şehvetsiz dokunmak da câizdir. Yaşlı, şehvettten kesilmiş yabancı kadın ve erkeklerin mahrem olmayan yerlerine dokunmak, meselâ ellerini öpmek de câizdir. Çocuklar da bu hükümde yaşlılar gibidir. Genç ve birbirine yabancı erkek ve kadınların -her ne kadar birbirinin avret olmayan (el-yüz gibi) yerlerine bakmaları câiz ise de- şehvetten emin olmaları halinde bile aynı yerlere dokunmalarını fukahâ ekseriyeti câiz görmemiş, bunun daha ziyâde tahrik edici olduğunu göz önüne almışlardır. Bazı âlimler ise burada da şehveti esas almış, şehvetin söz konusu olmadığı durumlarda, meselâ el sıkışmanın câiz olduğunu söylemişlerdir.

e- Kadın-erkek beraber bulunması: İslâm, kadın-erkek ilişkilerini sınırlamış olmakla beraber kadını dört duvar arasında hapsetmemiştir. İslâm'ın ilk devrinden beri müslüman kadınların savaşa katıldıklarını biliyoruz. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.), eşi Sevde'ye: "Allah, ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir." (Buhârî, Nikâh 115) ve ümmetine hitâben: "Allah'ın hizmetçilerini (kadınları), Allah'ın mescidlerine gitmekten men etmeyin." (Müslim, Salât 136; Buhârî, Cum'a 13) buyurarak kadınların ilim, alış-veriş, düğün, ibâdet gibi meşrû sebeplerle dışarı çıkabileceklerini ifâde buyurmuştur.

Kadın ve erkeklerin küçük yaştan itibaren beraber bulunmaları ve serbest ilişki içinde yetişmelerinin saldırganlığı azaltacağı, birtakım komplekslerin doğmasını önleyeceği nazariyesi İslâmî toplumlar için geçerli değildir. Diğer toplumlar arasında da gerçeğin hayâle uymadğı âşikârdır. Bu sebeple İslâm, kız-erkek beraberliğini serbest bırakmamış, kayıt ve şartlara tâbi kılmıştır. Bir müslümanın evine, akrabâsı dışında kalan dost ve arkadaşlarının da gelmesi doğaldır. Bu durumda kadın ve erkeklerin beraber oturması ve evin kız ve kadınının misafirlere hizmet etmesi söz konusu olabilir. Ashâb-ı kirâmdan Ebu Üseyd evlenirken düğün gecesi, Hz. Peygamber ve dostlarını dâvet etmiş, fakat onlar için yemek hazırlamamış, bir şey de ikrâm edememiştir, anca eşi (gelin) geceden, bir taş kabın içinde hurma ıslatmış, Hz. Peygamber yemeğini bitirince bitirince bunu ezip sulandırmış (şerbet yapmış) ve misafirlere ikram etmiştir (Buhârî, Nikâh 77; Müslim, Eşribe 86).

İbn Hacer, Aynî gibi Buhârî şârihlerinin işaret ettiği üzere bu hadis-i şerif ve benzerlerinden şu netice çıkarılmıştır: Kadın, kocasının arkadaşlarına hizmet edebilir, ancak bu durumda tesettüre (örtünmeye) riâyet etmesi, tarafların kötü duygulara kapılmaktan emin olmaları, tahrik edici davranışlardan kaçınmaları şarttır. Evin dar olması, ancak bir odanın ısıtılmış bulunması, bir büyüğün sohbetinden kadınların da faydalanmalarını sağlamak gibi durumlarda -şartlara riâyet edilerek- kadınlar, erkeklerle beraber oturabilirler. Bu durumların dışında ayrı oturmak evlâdır. Müslüman kadın ve kızlarımızın çoğunun, gerektiğinde nâmahrem erkeklerle beraber oturduğunda kıyâfet ve davranışına gerekli titizliği göster(e)mediklerini gözden uzak tutmamalıyız. Özellikle böyle durumlarda kadın dişiliğiyle değil, kişiliğiyle bulunmalı, kadınsı tavır, gülüş, şaka, cana yakınlık vb. fitneye yol açabilecek tavırlardan uzak olmalıdır. Yine kıyâfetine, ev dışında gösterdiği (veya göstermesi gereken) itinâyı göstermelidir. Günümüzde yüz kızartıcı filmlerin gösterildiği tevizyon karşısında birbirine yabancı (nâmahrem) kadın ve erkeklerin, genç kız ve delikanlıların beraber oturmaları, çirkin sahneleri birlikte seyretmeleri hiç şüphesiz İslâm ahlâk ve ahkâmına tümüyle aykırıdır.

f- Cinsî Sapıklık; Homoseksüellik veya Sevicilik: Erkek veya kadının, kendi cinsinden birisi ile cinî ilişki kurması (homoseksüellik, sevicilik) bir sapıktır, yaratılış gâyesine, fıtrî ve doğal temâyüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezâhürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını, Lut (a.s.) gibi bazı peygamberlerin bununla mücâdele ettiklerini, bazı kavimlerin bu yüzden helâk olduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz (11/Hûd, 165-166; 26/Şuarâ, 77-81). İslâm ulemâsı bu fiilin haram olduğunda birleşmiş, ancak dünyevî cezâsının zinâdan ağır olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.

g- El ile Tatmin: Eli ile oynayarak boşalma âdeti özellikle yeni yetişen gençler arasında yaygındır. İmam Mâlik: "Onlar eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar; doğrusu bunlar yerilmezler. Bu sınırları aşmak isteyenler; doğrusu bunlar aşırı gidenlerdir." (23/Mü'minûn, 6) âyetine dayanarak "bu davranışın sınırı aşmaya dâhil ve haram olduğunu" ileri sürmüştür. Ahmed bin Hanbel ve İbn Hazm'a göre "menî, vücudun dışarı atmaya muhtaç olduğu bir şeydir; onu eliyle atan, kan aldıran gibidir ve câizdir." Ancak Hanbelî fukahâsı bunu "zinâya düşme tehlikesi ve evlenme imkânından mahrum bulunma" şartlarına bağlamışlardır. Bu davranış, İmam Şâfiî'nin son ictihadına göre haramdır. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhtur; ancak "yapmadığı takdirde zinâya düşeceğinden korkan bir gencin affedileceği umulur" denilmiştir. Alışkanlık yaptığı ve sıhhati bozduğu takdirde yasak fiiller arasına gireceği şüphesizdir.

h- Hayvan ile Cinsî Münâsebet: Cinsî sapıklık çeşitlerinden birisi de hayvan ile cinsî ilişki kurmaktır. Bu çirkin fiil, hem kadın ve hem de erkek için haramdır. Cumhûra göre zinâ sayılmadığı için yapana had gerekmez, ama tâzir cezâsı verilir.

i- Evlenilmesi Haram Olan Kadınlar

1- Müşrik kadınlar: Allah’a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar iman edinceye kadar, evlenmeyin. (Allah’a ortak koşan hür kadın,) Hoşunuza gitse dahi, mü’min bir câriye, müşrik hür kadından iyidir. Ortak koşan erkekler de iman edinceye kadar, onları (kadınlarınızla) evlendirmeyin. (Allah’a şirk koşan hür erkek) hoşunuza gitse dahi, mü’min bir köle, müşrik hür adamdan iyidir. (Zira) Onlar ateşe çağırıyorlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırıyor. İman edenlere âyetlerini açıklıyor ki öğüt alsınlar.” (2/Bakara, 221). Bu âyet, mü’minlere, Allah’a şirk koşanlarla evlenmeyi yasaklamakta, onlara kız verip onlardan kız almayı haram kılmaktadır. Müşriklerle yapılmış eski evlilikler sona erer (60/Mümtehine, 10). Veya bir evli bir erkek veya kadın şirke düşünce nikâh bağı kopar.

Müslüman olmayanlar, ehl-i kitap da değil iseler onlarla evlenmek müslüman erkek ve kadınlar için haramdır (2/Bakara, 221). Ehl-i kitap olan gayr-ı müslimlere gelince, bunlardan kız almak câizdir; müslüman erkekler yahûdi ve hıristiyan kadınlarla evlenebilirler (5/Mâide, 5). Ancak, bunlara kız vermek câiz değildir; yani müslüman kadınlar müşrik ve dinsizlerle evlenemeyecekleri gibi, yahûdi ve hıristiyan erkekler ile de evlenemezler (2/Bakara, 221); 60/Mümtehine, 10). Genellikle evlerde erkekler hâkimdir, son söz çoğunlukla onlarındır. Bir müslüman kadın, müslüman olmayan erkekle evlenirse onun çevresine girecek, doğacak çocuklar da gâlip ihtimalle babanın dinine tâbi olacaktır. Ayrıca kadının dinî hayatı da tehlikeye girecektir. Müslüman erkek, gayr-ı müslim kadınla evlendiği takdirde hem bunun hidâyete kavuşması ihtimali artacak, hem de çocuklara baba hâkim olacaktır. Müşrik ve dinsiz kadının ruhu ilâhî bir dine yatkın olmadığı için onunla evlenmek her yönüyle daha çok rizikoludur, o yüzden haramdır.

2- İddetini Doldurmamış Kadınlar: Boşanmış, fakat iddetini doldurmamış kadınlarla evlenilemez. İddetini tamamlayan kadın, bir veya iki talakla boşanmış kocasıyla anlaşırsa tekrar kocasına dönebilir: “Boşanmış kadınlar, üç kur’ (üç âdet veya üç temizlik süresi bekleyip) kendilerini gözetlerler (hâmile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri (karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları) kendilerine helâl olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece daha fazladır. Allah azîzdir, hakîmdir.” (2/Bakara, 228). Üç boşama hakkını da kullanmış olan koca, artık boşadığı karısına dönemez. Şayet kadın başka biriyle evlendikten sonra boşanır da eski kocasıyla evlenmek isterse o zaman eski karı koca yeniden evlenebilirler. Bunun amacı, kadını erkeğin despotluğundan kurtarmak, onu oyuncak haline getirmesini önlemektir: “Erkek yine boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan, kendisine helâl olmaz. O (vardığı adam) da kadını boşarsa, Allah’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde (eski karı-kocanın) tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. (Allah) Bunları bilen bir toplum için açıklamaktadır. Kadınları boşadığınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizden Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Bu, sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 230, 232). Kocası ölen kadın, dört ay on gün bekledikten sonra istediğiyle evlenebilir. Ama iddetini tamamlamadan evlenemez (2/Bakara, 234-235).

3- Neseb, Süt ve Nikâh Nedeniyle Haram Olanlar: “Geçmişte olanlar hâriç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu, edepsizlik ve iğrenç bir şeydir. Size (şunlarla evlenmek de) haram kılındı: Analarınız, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız -eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur-, kendi sülbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Allah bağışlayandır, merhamet edendir. (Savaşta esir olarak) ellerinize geçenler dışında, evli kadınlar(la evlenmeniz) de haramdır.” (4/Nisâ, 22-24). Bu âyetlerde haram kılınanlar özetle: Üvey anne, anne, öz kız, kız kardeş, hala, teyze, kardeş kızı, bacı kızı, süt anne, süt kız kardeş, kayın vâlide, birleştiği kadının kızı, oğlunun karısı (gelin), iki kız kardeşi birlikte almak ve evli kadınlarla evlenmektir. Bunlar içinde müşrik, iddetli ve yetim kızlar ve iki bacı ile evlenme yasağı geçicidir. Yani müşrik kadın tevbe edip şirkten dönerse; iddetli, süresini doldurursa; yetim kızlara adâlet uygulanırsa bunlarla evlenilebileceği gibi, kız kardeşlerden biri ölür veya boşanırsa diğeriyle evlenilebilir.

a- Neseb dolayısıyla haram kılınanlar: Nisâ sûresi, 23 ve 24. âyetlerde belirtildiği şekilde nesep (kan yoluyla yakınlık, akrabalık) sebebiyle evlenilmesi haram olan kadınlar 7’dir:

1. Anneler: kendi annesi, babasının ve annesinin anneleri, ne kadar yukarı çıkarsa çıksın bütün kök anneler, nineler haramdır.

2. Kızlar: Gerek kendi çocukları, gerekse oğlunun veya kızının kızları, torunları, ne kadar aşağı inerse insin, zürriyetinden türeyen bütün kızlar haramdır.

3. Kız kardeşler: Ana baba bir, anne bir yahut baba bir bütün kız kardeşleriniz. Anne veya baba tarafından nesep ortaklığı olmayan kız haram değildir. Kız kardeşin kız kardeşi eğer erkeğin kız kardeşi değilse haram olmaz. Meselâ Ali’nin baba bir kız kardeşinin, başka bir adamdan olan anne bir kız kardeşi, Ali’ye helâldır.

4. Halalar: Babaların, dedelerin kız kardeşleri olan bütün halalar.

5. Teyzeler: Annelerin ve ninelerin kız kardeşleri olan büyük, küçük bütün teyzeler.

6. Kardeşin kızları: torunları, bütün yeğenleri.

7. Kız kardeşin kızları: Bu yoldan olan bütün yeğenler.

b- Süt nedeniyle haram olanlar:

1. Kişiyi emzirmiş olan süt annesi. Ve nineleriniz. Süt anne, kişiyi emziren kadın, yahut bu kadının nesep veya süt anneleri, nineleridir. Bunların hepsi emene haramdır.

2. Süt kız kardeşleri: “Doğum dolayısıyla haram olanlar, emzirme ile de haram olur.” (Buhârî, Nikâh 20, 27; Müslim, Radâ 2; Ebû Dâvud, Nikâh 6; İbn Mâce, Nikâh 34; Dârimî, Nikâh 48; Ahmed bin Hanbel, I/275). Bu hadis-i şerife göre süt yüzünden haram olanların da kıyas yoluyla yedi olduğu, fakat Kur’ân-ı Kerim’de yalnız ikisinin anılmasıyla yetinildiği anlaşılır.

c- Nikâh nedeniyle haram olan kadınlar:

1. Kadınlarınızın anneleri: Zifaf olsun olmasın, nikâhladığınız bütün kadınların anneleri (kayınvâlideleriniz) size haramdır.

2. Birleştiğiniz kadınlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız.

3. Sülplerinizden olan oğullarınızın eşleri (gelinleriniz). Kur’an’daki bu ifade, bütün torunların eşlerini kapsar.

4. İki kız kardeşi birlikte almak da haramdır. İki kız kardeşi birlikte nikâhlamak bâtıldır. Nikâhın sahih olması için birinin ölmüş veya boşanmış olması ve boşananın iddetini tamamlaması lâzımdır.

5. Evli kadınlarla nikâhlamanız da haram kılınmıştır: Gerek müslümanların, gerek zimmîlerin, gerek harbîlerin nikâhı altında bulunan bütün kadınlarla evlenmek haramdır. Ancak, savaşta esir düşerek özgürlüğünü yitirip câriye alınanlarla evlenmek haram değildir.

4- Fuhuş kadınları/Fâhişeler: “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya şirk koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden kadın da zinâ eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleriyle evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.” (24/Nûr, 3). Bu âyette, zinâ eden erkeğin, ancak zinâ eden veya şirk koşan kadınla evleneceği; zinâ eden kadının da ancak zinâ eden veya şirk koşan bir erkekle evleneceği; böyle kimselerle evlenmenin, mü’minlere haram kılındığı bildirilmektedir (Ayrıca bk. 4/Nisâ, 25-26; 5/Mâide, 5). Bir müslüman erkeğin fâhişe kadınla evlenmesi kesinlikle câiz değildir. Zinâ yapan ve bunu gizlemeyen erkek de böyledir (24/Nûr, 3). Ancak, tevbe eden, nefsini ıslah eyleyenler müstesnâdır. Başından zinâ geçtiği bilinen, fakat buna devam etmeyen mü'min kadın ve erkek ile evlenmek mekruh olmakla beraber, nikâh akdi sahih (evlilik geçerli) olur. Ulemânın çoğu bu görüştedir.

 

B- Âile Hayatı ile İlgili Haramlar

Eşler Arasında İlişkide Haramlar:

a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır (2/Bakara, 222). Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları bilim adamlarınca ta tesbit edilmiştir.

b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin." (2/Bakara, 223). Bundan bir âyet önce "Allah'ın size buyurduğu yoldan yaklaşın" buyurulmuş, Peygamberimiz de "kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın" (Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305) demiştir. Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.

c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ edenlere "insanların kötüsü" ve "şeytan" denilmiştir (Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26).

d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir'in ifâdesiyle Kur'ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı (Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27). Rasûlullah'a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah'ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifade buyurdu (Buhârî, Büyû' 109; İbn Mâce, Nikâh 30).

Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.

e- Karı-koca haklarına riâyetsizlik: "Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri kadar hakları da vardır." (2/Bakara, 228). Özellikle çocuklarına karşı, yalnız erkek değil, kadın da çobandır (Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâre 20). Bu hadisteki çobandan maksat, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhâfaza edendir. Peygamberimiz bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır: "Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terketmemek." (Ebû Dâvud, Nikâh 41; İbn Mâce Nikâh 3)

Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da: "Kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek, yatağını terketmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak" sayılmıştır (Hâkim, el-Müstedrek, II/188-190). Kusur ve aksaklıklarda karşılıklı sabır, tahammül, iyi niyet esastır: "Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin; hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." (4/Nisâ, 19). Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: "Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemaate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş." (İbn Mâce, İkame 43; Tirmizî, Salât 149)

Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te'dib hakkı vardır: "... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Site itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın..." (4/Nisâ, 34). Koca te'dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır: a- Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, "(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlınız değildir." (İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî, Ahmed bin Hanbel) "Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?" (Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93) buyurmuştur. b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından "dövme" denebilir. Aile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: "Karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur..." (4/Nisâ, 35). Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma selâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.

f- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem: "Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın..." (Ebû Dâvud, Büyû' 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13)

g- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocuklarınana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (46/Ahkaf, 15) “Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.” (17/İsrâ, 23)

İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir (31/Lokman, 14-15). Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şâhidlik!” (Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144)

 

 

 

İnanışlar ve Taklit, Hurâfe ve Âdetlerde Haramlar

İslâm tevhid dinidir;zâtında ve sıfatlarında Allah Teâlâ’nın bir ve tek olduğunu, O’ndan başka hiçbir varlığın ibâdete, kulluğa, mutlak itaate lâyık bulunmadığını ilân etmiş, bu birliği dinin temeli kılmıştır. Bu temel inanca aykırı inançlar küfür, bu tevhid inancına aykırı davranışlar ise en azından haramdır. Bu davranışlardan yaygın olanlarını kısaca saymaya çalışalım:

a- Câhiliye Âdet ve Gelenekleri: İslâm dini geldiği zaman insanlar, bugün olduğu gibi çeşitli kavimlere, büyük küçük topluluklara mensup bulunuyorlardı. Bu toplulukların kendilerine âit inançları, âdetleri, gelenek ve görenekleri vardı. İslâm’dan önceki çağa “câhiliye çağı”, bu çağın İslâm’a aykırı bulunan âdet ve inançlarına da “câhiliyye âdetleri” denilmektedir. Müslüman, saâdet dini islâm’a girerken câhiliyye inanç ve âdetlerinden soyunmak, arınmak, bu saâdet iklimine öyle girme mecbûriyetinde idi. Bu, Lâ ilâhe illâllah demenin, önce Allah’tan başka tüm ilâhları reddetmenin, tâğuta başkaldırmanın ve iman etmenin gereği idi. Rasûlullah ve O’nun yolundakiler, câhiliyye âdetleriyle mücâdele edip müslümanları bunlardan arındırmaya çalışmışlardır. İşte bu mücâdele ve arındırma faâliyetinin, bid’a ve gelenek kavramlarıyla yakın alâkası vardır.

b- Irkçılık: Farklı kavim ve kabileden olmayı bir üstünlük ve övünme, başkalarını hor görme, zulüm vâsıtası kılmak haramdır. İnsan ancak kendi irâdesiyle kazandığı vasıf ve özellikle övülür veya kınanır. İman, ibâdet, Allah korkusu (takvâ), güzel ahlâk, bilgi ve mârifet, hüner bunlar arasındadır. Arap, Türk, Kürt, İngiliz, beyaz, siyah, Batılı, Doğulu olmak kimsenin elinde değildir. Şu halde övme ve yerme konusu da yapılamaz. Hele ırkçılık yaparak güçlünün zayıfı ezmesi ve hor görmesi için bu konuları kullanması asla câiz olamaz. Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor: “Asabiyete çağıran, bunun için çarpışan, bunun için ölen Bizden değildir.” Sordular: ‘Asabiyet nedir yâ Rasûlallah?’ Cevap verdi: “Kavmine zulümde (haksız olduklarında) yardım etmendir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112; Müslim, İmâre 57). Efendimiz (s.a.s.) Vedâ Hutbesinde de bütün dünyaya şunları ilân etti: “Ey insanlar! Şüphe yok ki Rabbiniz birdir. Dikkat edin! Arabın yabancıya, yabancının Araba, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takvâ ölçüsü dışında- bir üstünlüğü yoktur; en üstün olanınız en takvâ olanınız, Allah’a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 5/139)

c- Bid’atler: Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında olmayan veya meşrû telakkî edilmeyen bir inanç, ibâdet veya dinî anlayış ve davranış bid’at kavramı içinde yer almaktadır. Herhangi birhareket, âlet veya anlayışın dinî yönü olmadıkça; yani iman ve ibâdet, sevap ve günah çerçevesine sokulmadıkça bid’atle alâkası yoktur. Hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid’at değildir; çünkü bunun inanç, ibâdet, sevap, günah kavramı ile bir ilgisi yoktur. Türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak bid’attir; çünkü bu bir inanca dayanmakta, bununla sevap umulmaktadır. Halbuki dinimizde böyle bir inanç, ibâdet ve sevap yolu yoktur.

d- Allah’tan Başkasına Yalvarıp Duâ: “Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” (1/Fâtiha, 5). Duâ bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah’a yapılır. “Dikkak et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım evliyâ/dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsanlar diye kulluk ediyoruz’ derler...”(39/Zümer, 3). Müşriklerin bu gerekçesine benzer şekilde tevessül anlayışına sahip olan ve Allah’la arasına mutlaka aracılar koymak ihtiyacını hissedenler, bu âyetlerin hükmünü iyi düşünmeliler. Türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere, yatırlara kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak ölülerden medet, imdat, şifâ... bekleyen kimselerin harama girmekle kalmadıkları ve imanlarını da tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir.

e- Uğursuz Saymak: İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “...Uğursuzluk diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -aslandan kaçar gibi- kaçın.” (Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102). Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır.

f- Nazarlık, Nal, Muska vb. Kullanmak: Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım tedbirler vardır. Nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıb yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) nazarlık kullanmayı men etmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir (Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39).

 

 

 

 

Büyü, Gaybı Bilme İddiası ve Benzeri Konularda Haramlar

a- Büyü/Sihir: Dilimizde “büyü, afsun, cadılık, nirenk, füsun” gibi kelimelerle ifâde edilen “sihir”; “birtakım acâyip işler vâsıtasıyla alışılan ve bilenene uymayan (fevkalâde) tesirler meydana getirmektir” şeklinde târif edilmiştir. Sihrin gözbağcılık denilen ve gerçek olmayan çeşidi yanında, vesvese ve telkine dayanan insan psikolojisini etkileyen tesiri olan çeşidi de vardır. “Sihirbazlar mârifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.” (7/A’râf, 116) âyetinin baş tarafı birinci çeşit sihre, sonu da ikinci nevine işaret sayılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim sihri yasaklamış, haram ve küfür saymıştır. Sihir, itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfal, zarar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın/büyücünün felah bulamayacağı ifâde buyurulmuştur (20/Tâhâ, 69). Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sihir hakkında şöyle buyurmuştur: “(Fertleri ve toplumu) Mahveden yedi şeyden sakının!” Sordular: ‘Bunlar nedir yâ Rasûlallah?’ Buyurdu: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir, haksız olarak Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü düşmandan yüz çevirmek (kaçmak), mü’min ve habersiz namuslar kadınlara iftirâ etmek.” (Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48; Müslim, İman 144)

b- Allah’tan Başkası Gaybı Bilemez: İnsanoğlunun kendi bilgi vâsıtalarıyla bilmesi, öğrenmesi mümkün olmayan şeyler vardır: Allah, ruh, cennet, cehennem, sırat, mîzan, geleceğimiz bunlardan birkaçıdır. Bu gibi varlıklar “gayb âlemi”ni; görüp bildtiğimiz, kendi vâsıtalarımızla hakkında bilgi edinebildiğimiz şeylerin toplamı ise “şehâdet âlemi”ni oluşturur. Gayb âlemi hakkında Allah, kullarına vahiy gibi bir yolla bilgi verir. Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek güya gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler... vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar, ruhçular, astrologlar var. Bu kişiler, çeşitli vâsıtalardan istifâde ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri verdiklerini iddiâ etmektedir. Bunlara inanmayanlar yanında inananlar da vardır. Halbuki Peygamberimiz, Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle şöyle buyurulmuştur: “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.” (7/A’râf, 88). Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koymaktadır: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...” (27/Neml, 65)

Peygamberimiz: “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını” (Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, II/429, IV/68), “ona inanan kimsenin, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr etmiş olacağını” (Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122) ifâde buyurmuştur. Kendisine, “bazı söyledikleri doğru çıkıyor” diyenlere, Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir (Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123). Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber verdiğini iddiâ eden kimseleri dinlememeleri, onlara inanmamaları gerekir. Onları dinlemeleri haramdır.

c- Ruh Çağırma Adı Verilen Cincilik: Günümüzde özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun ifâdesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiâları yalan olduğunda şüphe yok ise de habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.” (Hak Dini Kur’an Dili, 8/6365)

Ruh çağırma seanslarında, gelenin ruh olduğu belli değildir; cin olması ihtimali daha kuvvetlidir. Gelen varlığın veya hayâlin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır. Dinimiz, maddî ve mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnetsiz iddiâlara inanmayı yasaklar.

d- Fal ve Falcılık: Eskiden yazılı oklarla, günümüzde burç, yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır. Bu sebeple her çeşit falcılık ile bunlara inanmak haramdır (5/Mâide, 3).

 

Eğlence Hayatı, Oyun, Sporla İlgili Haramlar ve Kumar

a- Şaka ve Mizahta Yasak Olan Hususlar:

1- Şaka, latife, nükte gibi mizahî özellikler, insan hayatında yemekteki tuz gibi olmalı, aşırıya kaçmamalı, kişinin işi gücü mizah olmamalıdır. Fazla şaka yapmak, kişinin ağırlığını ve ciddiyetini giderir, şaka ile gerçeğin karıştırılmasına sebep olur.

2- Hiçbir kimse ile alay edilmemeli, şeref ve nâmuslara dil uzatılmamalıdır. "Ey mü'minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir." (49/Hucurât, 11)

3- Güldürmek için yalan söylenilmemelidir. Peygamberimiz şaka için de yalan söylemeyi kesin şekilde yasaklamaktadır. "Etrafındakiler gülsün diye konuşup da yalan söyleyene yazık, çok yazık!" (Tirmizî, Zühd 10; Ebû Dâvud, Edeb 80)

b- Tavla Oyunu: "Tavla oynayan elini domuzun etine ve kanına batırmış gibi olur." (Müslim, Şi'r 15; İbn Mâce, Edeb 43) "Tavla oynayan Allah ve Rasûlünün emrini dinlememiş olur." (Ebû Dâvud, Edeb 56) hadislerini göz önüne alan cumhûr tavla oynamanın haram olduğu hükmünü benimsemişlerdir. İskambil kâğıdı ile oyunların da tavla gibi olduğu değerlendirilir. Tavla, şansa da dayanan ve zarla oynanan oyun olduğu, iskambil de yine şansa dayandığı ve kumar aracı/oyunu olduğu için câiz olmaz. Said bin el-Müseyyeb'in de dâhil bulunduğu bazı din bilginleri ise hadislerin kumara âit olduğunu, kumarsız tavla oynamanın (bunlara düşkünlük göstermemek ve kumara âlet etmemek şartıyla) câiz olduğunu söylemişlerdir.

c- Satranç: Satranç, sahâbe devrinde İslâm dünyasınca tanınmış ve hükmünde görüş ayrılığı meydana gelmiştir: Sahâbeden Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, mezheplerden Hanefî ve Hanbelîlere göre haramdır. İbn Abbas, Ebû Hüreyre, İbn Sîrîn, Said bin el-Müseyyeb, İbn Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiûn fukahâsına göre mubah; Şâfiî ve Mâlikîlere göre haram değil, mekruhtur. Nevevî'nin nakline göre tenzîhen mekruh nev'indendir.

Satrancı haram saymak için sağlam bir delilin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Diğer mubah oyunlar gibi bunun da câiz olması, şu şartlara bağlıdır:

1- Oynamaya dalıp namazı geçirmemek; düşkün/hasta olup çokça zamanını bununla harcamamak,

2- Kumara âlet etmemek,

3- Oyun sırasında dilini kötü sözlerden sakınmak; rakîbe veya ortalığa çirkin sözler sarfetmemek.

d- Kumar: İslâm kumarı kesin olarak yasaklamış, haram kılmıştır. Bunu yaparken belli bir şeklini kasd etmemiş, mânâ ve neticesini hedef almıştır. Hangi âlet ve metodla oynanırsa oynansın, oyunun -önceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr ya da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Meselâ, birçok kişi, aralarında para toplayıp çekilecek kura veya yapılacak yarışma vb. sonunda içlerinden bir kısmı buna sahip olacak, diğerleri kaybedecekse kumardır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı zikirden/anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçtiniz değil mi?" (5/Mâide, 90-91) meâlindeki âyet, kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır. Kumarın haram kılınmasındaki hikmetleri şöyle sayabiliriz:

1- Müslüman, hayat ve kazancı şansa ve tesâdüfe değil; aldığı tedbir ve verdiği emeğin sonucuna bağlamalıdır.

2- Başkasının malı haramdır; bunu almanın yolu ya -çeşitli şekilleriyle- mübâdele (ticâret vb. yolla el değişimi) veya bağış vb. dir; kumar haksız kazanç yoludur.

3- Kaybeden, verdiğine râzı görünse bile, kalbinden üzüldüğü ve kazanana kin ve düşmanlık duyduğu şüphesizdir.

4- Kaybeden kazanmak, kazanan bu zevki yeniden tatmak için tekrar oynarlar ve bu hal, giderek alışkanlık kazandırır, kişiyi kumarcı yapar.

5- Kumar ibâdetlere engel olur.

6- Kumarın zararı bireylerle sınırlı kazmaz; topluma sirâyet eder. Üretime katılmayan, işsiz-güçsüz, kumar oynamakla vakit öldüren kimselerin çoğalmasına sebep olur.

e- Piyango ve Toto: Piyango, sayısal, spor toto, loto, altılı ganyan, müşterek bahis gibi düzenlenen ve oynananlar da kumardır. Bunlar, daha büyük kalabalıkların oynadığı, Milli Piyango gibi bazılarında devletin oynattığı ve bundan para kazandığı kumardır, kumarın bütün unsurlarını içine almaktadır. Bunlardan bazı tesis ve hayır(!) kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mâzeret değildir; çünkü İslâm, kendi toplumu içinde, menfaat vaad etmeden hayra yardımcı olması mümkün olmayan fertlerin bulunacağını düşünmez. İslâm'ın getirdiği ve öngördüğü devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni gerçek hayır kurumlarını yaşatmak için kumar düzenlemeye muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için "Allah rızâsı", teşvik unsuru olarak yeterlidir.

f- Müzik: Müzik; kadın veya erkek tarafından ses ve âlet (çalgı) ile icrâ edilen bilinen sanatın bütün çeşitlerine şâmildir. Hatta sadece enstrümantel âletlerle veya sadece sesle de müzik icrâsı sözkonusudur. İslâmî hüküm bakımından bu sınıf ve şekiller arasında fark vardır. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yer ve maksadın, müzikle beraber sergilenen diğer yan unsurların da hükme tesiri söz konusudur.

Müziğin hükmünü tâyin eden delillere geçmeden önce fıkıh mezheplerinin telakkîsini özetleyelim:

1- Hanefî mezhebine göre müzik icrâsı ve bunu dinlemek haramdır. Bu hüküm, bir deynek ve çubuğun bir yere âhenkli bir şekilde vurulmasını dahi içine almakta ve haram sayılmaktadır. Hükmün bazı istisnâları vardır: Savaşta vurulan kös (büyük savaş davulu) ile düğünlerde çalınan tef. Müzik, başkalarına dinletme için değil de, kendini dinlendirmek ve yalnızlığı defetmek için yapılırsa İmam Serahsî'ye göre câizdir; Merğınânî'ye göre bu da haramdır. İmam Ebû Yusuf'a sormuşlar: "Düğün dışında, meselâ kadının ve çocuğun kendi evinde tef çalmasına ne dersin?" Şu cevabı vermiş: "Bunda kerâhet yoktur. Aşırı oyun ve teğannî olursa onu mekruh görürüm." Hanbelî mezhebi de bu konuda -genel çizgileriyle- Hanefî mezhebi gibidir.

2- İmam Şâfiî ve İmam Mâlik'ten ikişer görüş nakledilmişti. Bunlardan birine göre bu iki imam müziği mekruh saymışlar, diğerine göre ise -yanında bir haram işlenmediği, harama âlet edilmediği takdirde- mubah görmüşlerdir. (Şâfiî mezhebinden Gazzâlî ile Mâlikîlerden Kettânî'nin görüşlerine aşağıda daha genişçe yer verilecektir.)

3- Zâhiriyye mezhebi ile genellik tasavvuf tarikatları müziğin bütün çeşitleriyle mubah olduğunu müdâfaa etmişlerdir.

Müziin lehinde ve aleyhinde görüş bildiren fıkıh bilginleri bazı âyetlerden delil getirmek istermişlerse de (31/Lokman, 6; 39/Zümer, 18) bunların müziği hedef aldığı kesin değildir. Yani Kur'an'da direkt olarak müziğin haramlığı veya helâllığı ile ilgili bir hüküm yoktur. Hadislere gelince; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in düğün, bayram, karşılama gibi münâsebetlerle icrâ edilen müziği tasvip ettiği, düğünlerde bunu teşvik eylediği sağlam rivâyetlere dayanmaktadır. Ayrıca, müziğin -bir harama âlet edilmeden- haram kılındığına dair sahih bir hadisin bulunmadığı belirtilmiştir.

El-Kettânî, Hz. Peygamber devri kültür ve medeniyetinden bahseden iki büyük ciltlik eserinde (et-Terâtibu'l-İdâriyye) müziğe 25 sayfa ayırmış, bütün çeşitleriyle câiz olduğunu gösteren deliller getirmiş, bu konuda yazılmış 20 eserin ismini vermiştir (et-Terâtibu'l-İdâriyye II/120-145). Bu müellifen tesbitine göre sahâbeden Hz. Ömer, Osman, Abdurrahman bin Avf, Ubeyde bin el-Cerrâh, Sa'd bin Ebî Vakkas, Ebû Mes'ud, Bilâl, Abdullah bin ez-Zübeyr, Hassân, İbn Amr, el-Muğîre bin Şu'be gibi zatların müzik dinledikleri rivâyet edilmiştir.

İmam Gazzâli, İhyâ isimli eserinin 35 sayfasını bu meseleye ayırarak bütün söylenenleri tahlil etmiş, delilleri karşılaştırmış ve şu neticeye varmıştır: Müzik, ister ses ister âlet ile olsun tek hükme bağlı değildir: Haram, mekruh, mubah ve müstahap olabilir. Şöyle ki:

1- Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır.

2- Vakitlerinin çoğunu buna veren, müzikle meşgul olmayı âdet haline getiren kimse için mekruhtur.

3- Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır, serbesttir.

4- Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları harekete geçiren kimse için müstahaptır.

Gazzâlî, incelemesini sürdürürken müziğin, duruma göre ya mubah veya mendûb olduğunu, onu haram kılan şeyin kendisi değil; dıştan ârız olan beş sebepten ibâret bulunduğunu ifâde ederek şöyle devam ediyor:

1- Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil; kadının sesinden gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir; ancak şehveti tahrik ederse Kur'an okumasını bile dinlemek haram olur. (Hanefîlerden Buhârî şârihi allâm Aynî de "Bayramda iki câriyenin okuduğu şarkıyı Hz. Peygamber'in ve Ebû Bekir'in dinlediklerinden hareketle aynı neticeye varmıştır. -Umdetu'l-Kari, c. 3, s. 360-)

2- Müzik âleti, içki meclislerinin sembolü olan âletlerden ise bunu kullanmak haram olur; diğerleri mubah olmakta devam eder.

3- Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır. (Özellikle günümüzdeki bazı şarkı sözlerindeki Allah'a, Allah'ın kaderine isyan, sevgiliyi tanrılaştırma gibi küfür lafızlarını tepkisiz dinlemek veya dillendirmek, haramdan da öte küfür kabul edilebilir.)

4- Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşkün olur, müzik onun yalnızca cinsî arzusunu tahrik ederse onun müzikten uzak durması gerekir.

5- Sıradan bir insanın müzik, şehvetini de İlâhî aşkını da tahrik etmediği halde bütün vakitlerini alır, onu başka işlerden alıkorsa yine haram olur.

Müzik, sözleri ve ritmiyle kişiyi Allah'a yaklaştırıyorsa, haramlardan uzak olduğu ve Allah'a yaklaştırdığı oranda mubah, hatta müstahap olur. Tersine; kişiyi şeytana, yaklaştırıyor, haramlara dâvet ediyor veya haramlara âlet ediliyorsa, o oranda mekruh ve haram olur. Özellikle televizyon kanallarının çoğunda veya gazino gibi haram işlenen yerlerde müzik; günümüzde danssız, müstehcen kıyafetli kadınsız, içkisiz, yani çeşitli haramlar olmadan icrâ edilmiyorsa, müziğin bu şartlarla haram olduğu değerlendirilir. Ama, bu müziğin kendisinden değil; icrâ edildiği ortamdan kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, yeşil pop da denilen ezgi türündeki ve daha çok dinî hisleri etkilemeye yarayan müzik parçalarını dinlemek veya söylemenin haram olduğunu söylemek için hiçbir ciddî delil yoktur.

g- Sinema ve Televizyon: Sinema ve televizyon hem göze hem de kulağa hitap eden önemli birer haber, öğretim, eğitim ve eğlence vâsıtasıdır. Bu araçların kendilerine haram demek mümkün değildir; onlarda gösterilen ve duyurulan şeylere bakarak hüküm vermek gerekir. Herhangi bir ülkenin televizyon ve sinemalarındaki durum göz önüne alınarak -genel mânâda ve istisnâları dışarıda tutarak- helâl veya haram demek de uygun olabilir. Perde ve ekranlarında daha çok İslâm inanç, ahlâk ve ahkâmına aykırı filmler gösterilen, bu doğrultuda propaganda ve reklamlar yapılan sinema ve televizyon yayınlarını seyretmenin haram olacağı âşikârdır. Ancak bu güçlü öğretim ve eğitim araçlarını hayra âlet etmek; iyi, doğru ve güzel olanı göstermek ve duyurmak da mümkündür.

h- Hayvan Dövüştürmek: İslâm öncesinden günümüze kadar uzanan bir âdet de horoz, manda, tosun, kaz gibi hayvanları dövüştürüp seyretmek ve eğlenmektir. Zevk ve eğlence uğruna hayvanlara eziyet etmekten ibâret olan bu âdeti Peygamberimiz yasaklamıştır (Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30). Yine, av kasdı olmaksızın canlı hedefler üzerine atış yapmak, herhangi bir hayvanı hedef tahtası yapmak yasaklanmıştır (Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30).

i- Boks, Pankreas Güreşi Gibi Sporlar: Rasûlullah (s.a.s.) yüze vurmayı ve yüzü damgalamayı yasakladı." (Müslim, Libâs 106) İslâm, spor adı altında da olsa, haksız olarak bir kimseye zarar vermeyi, ona acı çektirecek darbelerle dövmeyi, özellikle yüze vurmayı yasaklar. Boks ve pankreas güreşinde rakibe merhametsizce vurmak, acı çektirmek sözkonusudur, o yüzden haramdır. Tehlikeli sporların, meselâ araba yarışlarının da câiz olmadığını söyleyebiliriz.

Yine, spor adı ve görüntüsü altında, müstehcen kıyafetler ve dans figürlerinin sergilendiği buz pateni gibi sporların yapılması ve seyredilmesi câiz değildir. Bayanların spor kıyafetlerinin (voleybol, basketbol, atletizm vb. hemen her spor dalında, bunları erkeklerin seyretmelerini câizlikten çıkaracak ölçü(süzlük)de olduğunu unutmamak gerekiyor.

Ayrıca, fanatik (aşırı tutkun, büyük fedâkârlıklar yapıp putlaştıracak) şekilde, bir takımı tutmak, o takım sporcularını yüceltip "Allah'ı sever gibi sevmek", "en büyük şu takım, başka büyük yok" gibi küfür lafızlarıyla slogan atmak veya bu gibi sözleri söylemek de imanı tehlikeye götüren ve en azından haram olan hususlardır.

Yine, günümüzde nice sporun kumara âlet edildiği görülmektedir. At yarışları, aslî yapısıyla belki mâsum, meşrû ve güzel bir spordur, ama günümüzde hemen hiç kimse bunun spor tarafıyla meşgul olmamaktadır. Bu spor dalı, tümüyle kumar aracı olarak görev yapmaktadır. Altılı ganyan gibi adlarla insanlar spor adıyla kumarbaz yapılmaktadır. Yine Spor Toto, Loto gibi futbol maçlarıyla ilgili tahminler kumar olarak değerlendirilmektedir.

 

Sosyal İlişkilerde Haramlar

Müslümanların, âileden ümmete kadar uzanan küçük - büyük topluluklarında hâkim ilişki, esas doku ve temel yapı kardeşliktir. "Mü'minler, birbirleriyle ancak kardeştirler; öyle ise (dargın olan) kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size merhamet etsin." (49/Hucurât, 10). Allah Rasûlü de şöyle buyurur: "Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyin, sırt çevirmeyin, kin beslemeyin, ey Allah'ın kulları, kardeş olun!" (Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 24) "Sizden biriniz, kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe, (gerçek ve kâmil) mü'min olamaz." (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72). Bu din kardeşliğine zarar veren, karşılıklı haklara tecâvüz sayılacak söz, fiil ve davranışlar haram kılınmıştır. Bunların önemli bir kısmı şunlardır:

a- Küsmek ve Darılmak: Meşrû bir sebeple ve terbiye maksadıyla olmaksızın bir müslümanın din kardeşine üç günden fazla küsmesi, selâmı-sabahı kesmesi câiz değildir. "Bir müslümanın, kardeşi ile üç günden fazla dagın durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca hemen ona gidip selâm vermelidir; o da selâmına karşılık verrirse ikisi ecirde (sevapta) ortak olurlar, karşılık vermeyen günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur." (Ebû Dâvud, Edeb 47; Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 23). Akraba arasında dargınlığın sorumluluğu daha büyüktür: "Hısımlık bağı arşa asılmıştır; şöyle der durur: 'Benimle ilişki kuranla Allah da ilgilensin, benimle ilişkisini kesenden Allah da alâkasını kessin!" (Müslim, Birr 17; Ahmed bin Hanbel, II/164). İlginin karşılıklı olduğunu, karşı taraf ilgiyi kestiği için ona alâka göstermemek hakkı doğduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü şöyle buyurulmuştur: "İlgi gösteren, karşılık veren değil; sen ona ilgi göstermediğin halde akrabalık bağına riâyet edendir." (Buhârî, Edeb 15)

Fertler, kendi aralarındaki anlaşmazlık ve dargınlığı gidermek için bizzat gayret ve fedâkârlık etmeleri gerektiği gibi, onları tanıyan diğer müslümanların da görevi onları anlaştırmak ve barıştırmaktır. "...(Dargın olan) Kardeşlerinizin arasını ıslah edin/düzeltin..." (49/Hucurât, 10) İlâhî emri ve Rasûl'ün bu konuda teşviki vardır: "Size namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şey göstereyim mi?" 'Evet, ey Allah'ın Rasûlü' dediler. Devam buyurdu: "Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması kökünden kazır; 'saçı kazır' demiyorum, dini kazır." (Tirmizî, Kıyâmeh 56; Ebû Dâvud, Edeb 50)

Eğer küsme ve dargınlık, karşı tarafın meşrû olmayan bir fiil ve davranışından ileri geliyor ve onu yola getirmeyi hedef alıyorsa bu meşrûdur. Nitekim Peygamber Efendimiz ve ashâbı, Tebük seferine -mâzeretleri bulunmadığı halde- katılmayan üç sahâbîye böyle yapmışlar, affedildikleri âyetle bildirilinceye kadar elli gün onlara selâm vermemiş, yanlarında oturmamış ve konuşmamışlardır.

b- Alay Etmek, Ayıplamak, Ad Takmak: Kardeşlik bağlarını gevşeten veya koparan sebepler içinde bu üç davranışın önemli ve yaygın bir yeri vardır. Ne maksatla olursa olsun bir kimseyle alay etmek, ayıbını yüzüne vurmak ve hoşlanmadığı bir ad takmak câiz değildir. "Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın; belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendinize dil uzatmayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; imandan sonra fâsıklık/yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir." (49/Hucurât, 11)

c- Kötü Zan (Sû-i Zan): Bir müslümana bütün din kardeşleri iyi insandır. Bir insanın iyiliği değil; kötülüğü isbata muhtaçtır. Aksi sâbit olmadıkça karşısındaki mü'min hakkında hüsn-i zan (iyi sanmak) ve iyi kanaat sahibi olmak esastır: "Ey iman edenler! Çok zanın çoğundan sakının; zira sanının (zannın) birkısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin, gıybet etmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksindiniz. Allah'tan ittika edin/sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri daima kabul edendir, çok merhametlidir." (49/Hucurât, 12). Rasûlullah (s.a.s.) de: "Zandan sakının; çünkü sanı, sözün en yalanıdır" (Buhârî, Edeb 57, 58) buyuruyor.

d- Kusur Araştırmak: Güvensizliğin içteki etkisi "kötü zan", dıştaki etkisi ise, kötü zannı isbatlamak için, kişinin peşine düşüp onu göz hapsinde tutmak, kusurunu araştırmaktır (tecessüs). Yukarıda mealini verdiğimiz Hucurât, 12. âyeti bunu da yasaklamıştır. Eğer bir kimse kusurunu, günahını gizliyorsa bunu açığa vurmak, rezil etmek câiz değildir. "Kim bir ayıbı örterse, sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruyu kurtarmış olur!" (Ebû Dâvud, Edeb 38; Buhârî, Menâkıb 24). İnsanların gizli kusurlarını açıklamak, âleme duyurmak fayda yerine zarar getirir; onlardaki utanma duygusunu yok eder, sosyal kontrolün etkisini azaltır ve ıslâhı güçleştirir. Aynı sebeple, Peygamberimiz müslümanlara, izinsiz olarak evlerin içine bakan kimsenin gözünü çıkarabileceklerini söylemiş (Buhârî, Diyât 15; Müslim, Edeb 43, 44; Ebû Dâvud, Edeb 127), Kur'ân-ı Kerim, izin almadan bir kimsenin evine girmeyi men etmiştir (24/Nûr, 27-28).

e- Gıybet (Arkadan Çekiştirmek): "... Kimse kimseyi çekiştirmesin, gıybet etmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksindiniz..." (49/Hucurât, 12). Bu âyet, arkadan çekiştirmeyi yasaklamakla kalmıyor, gıybetin çirkinli ve iğrençliğini gözler önüne sererek onu, ölmüş kardeşin etini yemeye, yani yamyamlığa benzetiyor. Hz. Âişe, Efendisine, eşi Safiyye'nin kısa boylu olduğundan bahsedince şöyle buyurdu: "Öyle bir söz söyledin ki, denize katsan onu kirletir!" (Tirmizî, Kıyâmeh 51; Ebû Dâvud, Edeb 35). Efendimiz ashâbına sordu: "Gıybet nedir, biliyor musunuz?" 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' dediler. "Din kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şey ile anmandır (arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemendir). Söylediğin, gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun; söylediğin onda yoksa iftirâ etmiş olursun." (Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23). Hadise göre, bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı -dinî veya dünya işlerine âit, bedeniyle, ahlâkıyla, soyuyla ilgili- bir eksiklik veya kusurunu söylemek gıybettir ve haramdır. Eğer söylenen şey o kimsede yoksa iftirâ edilmiş olur ki, bu daha büyük bir günahtır ve haramdır.

Gıybet eden, yani arkadan çekiştiren haram işlediği gibi, bunu dinleyen ve önlemeyen kimse de ona katılmış olmaktadır. Bu sorumluluktan kurtulmak için ya önlemek veya -buna gücü yetmiyorsa- dinlememek gerekir. "Gıyâbında din kardeşinin nâmus ve şerefini koruyan kimseyi Allah cehennemden âzâd edecektir." (Ahmed bin Hanbel, 6/461). "Bir kimse, kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kusuru işlemeden o kimse ölmez." Bir kimseyi ister yüzüne karşı, ister arkasından kınamak, ayıplamak, kusurlarını yüzüne vurmak, başkaları içinde mahcup etmek; aradaki kardeşlik bağını gevşetir, gönülleri karartır, fayda yerine zarar getirir. Bunun için de haram kılınmıştır. Ancak, bazı durumlar, istisnâî haller, doğru olmak ve iyi niyete dayanmak şartıyla bunu daha faydalı ve zarûrî kılar; bu takdirde gıybete ruhsat verilmiştir:

1- Şikâyet: Haksızlığa uğrayan kimse, sırf kendisini tatmin, gazabını teskin için değil; hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için onun yaptıklarını söyleyerek şikâyet edebilir.

2- Islah teşebbüsü: Bir kimsenin, meşrû olmayan bir davranışını gören kimse, bizzat onu düzeltmeye çalışır; eğer bir başkasının bu konuda daha başarılı olacağını umuyorsa ona da söyleyebilir.

3- Fetvâ sormak: Bir olayın dinî hükmünü öğrenmek şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa, gerektiği kadarı söylenebilir.

4- Müslümanları korumak: Bir müslüman birisiyle evlenmek, ortak olmak, iş akdi yapmak... ister ve onun hakkında tanıyanlardan bilgi almak isterse -sırf soranı muhtemel zarardan korumak için- sorulanın kusurlu yönleri söylenebilir. Kezâ bir âlim veya mürşidin (böyle zannedilen birisinin) etrafında toplananlar saptırılmak, itikadları bozulmak gibi bir tehlikeye mâruz iseler ikaz edilebilirler. İmam Gazzâlî'nin deyişiyle bu ikazı yapanların kendilerini kontrol etmeleri gerekir; kendisini aleyhte konuşmaya, ikaz etmeye sevkeden duygu müslümanlara şefkat midir, yoksa hakkında konuştuğu kişiyi kıskanması, gözden düşrümek istemesi midir? İkinci ihtimal sözkonusu ise, söylenen gıybete girer. Ayrıca, isnad edilen vasıf, bir zan ve kanaate değil; kesin delillere dayanacaktır; meselâ İslâm iman ve anlayışı çerçevesi içinde meydana gelmiş mezhep, meşrep, ictihad, yorum veya metoddan dolayı görüş ayrılıklarında taraflardan biri diğeri hakkında "kâfir, münâfık, sapık, fâsık" gibi vasıfları kullanamaz. Bu ağır vasıflar, ancak üzerinde ittifak edilen dinî esaslara kesin olarak aykırı inanç ve davranışlar için kullanılabilir.

5- Anlatmak/Tanıtmak için: Bir kimsenin kel, topal gibi bir lakabı olup bu söylenmeden onu tanıtmak mümkün değilse "Topal Hasan, Uzun Kemal" gibi bir ifâde kullanılabilir.

6- Fıskını, günahını gizlemeyen, açıkça yapan bir kimseyi o günah ile anmak da câiz görülmüştür.

7- Şahısların değil de topluluk ve grupların kusurlarını söylemek de gıybet sayılmamıştır.

f- Söz Taşımak: Kırıcı, üzücü, dargınlığa sebep verecek sözleri birinden diğerine taşımak (nemîme) haramdır. "Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyin!" (68/Kalem, 10-14) meâlindeki âyet, kovuculuğu da kötü huylar arasında sayarak men etmiştir. "Kovucu cennete giremez." (Buhârî, Edeb 50; Müslim, İman 169-170) hadisi de bununne büyük bir günah olduğunu göstermektedir.

g- İftirâ: Yukarıda sayılan gıybet, ayıp arama, sû-i zan yasakları, aynı zamanda nâmus ve şerefi koruma için tedbirlerdir. İftirâ ve özellikle nâmusa/iffete iftirâ da bunların başında gelir. "İffetli, habersiz mü'min kadınlara zinâ isnâd edenler dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şâhidlik ettikleri gün onlar büyük azâba uğrayacaklardır..." (24/Nûr, 23-24) "Mü'min erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler şüphesiz iftirâ etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar." (33/Ahzâb, 58) meâlindeki âyetler, iftirânın, nâmus ve şereflere dil uzatmanın çirkinliğini, ağırılığını açık şekilde ortaya koymaktadır. İffete iftirânın (kazf) cezâsı yalnıca âhirette değildir; dünyada da maddî ve mânevî cezâsı vardır; İslâm devleti, müslüman ve ahlâklı kadınların nâmusuna dil uzatan, iffetli kadına fâhişe diyen kimselere çok ağır cezâlar vermek zorundadır.

h- Adam Öldürme: Müslümanların ve onlarla savaş halinde olmayan gayr-ı müslimlerin hayatı, İslâm'ın teminatı altındadır; hiç kimse böyle bir cana son veremez. "Kim bir kimseyi -öldürdüğü kimseye (kısas olarak) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan- öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları kurtarmış olur..." (5/Mâide, 32) "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir." (4/Nisâ, 93). Rasûlulullah da şöyle buyurmuştur: "Dünyanın yok olup gitmesi, Allah yanında, bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir." (Nesâî, Tahrîm 2; Tirmizî, Diyât 7)

Eğer öldürme olayı, bir müdâfaa sonucu olmayıp, iki tarafın katıldığı kavga sonunda meydana gelmişse, sorumluluk da ortakdır: "İki müslüman birbirine silah çekip saldırınca cehennemin kenarına gelmiş olurlar; biri diğerini öldürünce ikisi de oraya girer." Sordular: 'Katili anladık; öldürülen niçin giriyor yâ Rasûlallah?' "O da diğerini öldürmek istemişti!" (Buhârî, Fiten 7; Müslim, Birr 126, Fiten 16)

i- İntihar: Bir başkasının hayatına son vermek haram olduğu gibi, kendi canına kıymak da haramdır; çünkü hiçbir kimse hayatını satın alarak veya kendi irâdesi ve imkânıyla sahip olmamıştır; hayat Allah'ın emânetidir, onu alma hakkı yalnızca O'na âittir. "Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah size acımaktadır." (4/Nisâ, 29) meâlindeki âyet -insan ne kadar acı çekerse çeksin- intiharı haram kılmaktadır. Çünkü ölüm, insan için daha hayırlı hale gelince insana -kendinden daha merhametli olan- Allah onun hayatına son verecektir.

"Hak etmedikçe -Allah'ın haram kıldığı- cana kıymayın." (6/En'âm, 151) meâlindeki âyet, bazı durumlarda insanın ölümü hak edeceğini, ancak bu durumda toplumun (İslâm devletinin) -adâlet müessesesi vâsıtasıyla- onun hayatına son verebileceği ifâde etmektedir. Bu da şu yollarla olur:

1- Kısas: Birisini haksız yere öldüren ölüm cezasına çarptırılır: "Sizin için kısasta hayat vardır." (2/Bakara, 179)

2- Hadd: Evli olan kimsenin, dört kişi fiil halinde görecek kadar açık zinâ yapması ölüm cezasına sebep teşkil eder.

3- İrtidâd: İslâm'a girdikten sonra ondan çıkarak küfrünü açıklamak. Bir hadis, bu üç durumu bir arada ihtivâ etmektedir: "Şu üç şeyden biri sebebiyle olmadıkça müslümanın kanı helâl olmaz: Cana karşı can, evli zinâkâr, dinini terkedip cemaatten ayrılan." (Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26)

k- Mal Dokunulmazlığı: İslâm, özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helâl kazanç, hibe, miras gibi meşrû yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- câiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler, sosyal adâleti temin ve ceza tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.

Sosyal Adâlet: Sosyal adâletten maksat, toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşam imkânlarını temin etmektir. Bu, İslâm devletine görev olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, fâizsiz borç verme, vakıf ve hayır kurumları da bu tedbirler arasında anılmaya değer.

Cezâ Tedbiri: Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra cezâ müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığıyla ilgili yaptırımların hem maddî, hem de mânevî olan çeşitleri vardır:

l- Hırsızlık ve Gasp: Hırsızlık ve gasp haram kılınmış, hırsızlık suçuna karşı ağır cezalar konmuştur. "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir." (5/Mâide, 38)

m- Haksız Kazanç: Bir başkasının malına, meşrû olmayan, rızâsına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmış, haram kılınmıştır.

n- Rüşvet: Haksız bir menfaat sağlamak üzere yetkili kişilere menfaat sağlamak şeklinde tarif edebileceğimiz rüşvet yasaklanmış, alan, veren ve aracı olan lânetlenmiştir (Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvud, Akdıye 4). "İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin." (2/Bakara, 188). Rüşvet almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye iki durumda ruhsat verilmiştir:

1- Bir haksızlığı (zulmü) önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa,

2- Bir hakkı elde etmek için başka bir yol bunamazsa.

Gayr-i Müslimlerle ve Hayvanlarla İlgili Haramlar

A- Gayr-ı Müslimlerle İlişkiler:

Müslüman olmayan insanlar (kâfirler), yahûdi ve hıristiyanlar gibi ehl-i kitap ile bunların dışında kalan müşrik, putperest ve dinsizler/ateistler olmak üzere iki gruba ayrılır. Müslümanlarla karşılıklı ilişkileri bakımından kâfirlerin ortak yönleri bulunduğu gibi, farklı yönleri de vardır. Şu âyet, bütün kâfirleri kapsamına almaktadır: "Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir." (60/Mümtehine, 8-9). Âyetin açık ifâdesine göre müslümanlara karşı savaşmayan, düşmanca davranışlarda bulunmayan kâfirlere "birr" ve "adâlet" ile muâmele yapılacaktır. "Birr"den maksat, herkese kendi durum ve statüsü içinde iyi davranmak, iyilik etmektir. Kâfirlerin dost (evliyâ), sırdaş (bitâne) edinilmesini men eden âyetler (5/Mâide, 52; 3/Âl-i İmrân, 119) ile iyilik ve adâleti tavsiye eden âyetler nasıl te'lif edilecektir? Yapılan te'lif ve tefsirler arasında meâlini verdiğimiz âyete en uygun düşeni şudur: Kâfirler kendi hallerinde yaşıyor, İslâm'a ve müslümanlara karşı bir hareket ve davranışta bulunmuyor iseler onlarla ilişki "İslâm'a dâvet ve adâlet" çerçevesi içinde olacaktır. Kâfirler İslâm'a ve müslümanlara karşı bir tutum ve davranış içinde iseler onlara yardımcı olmak, sır vermek, taraflarını tutmak hiyânettir, haramdır.

Kâfirler içinde ehl-i kitabın ve ehl-i zimmetin (zimmîlerin) özellikleri vardır: Ehl-i kitabın yiyeceği -bazı istisnâlar dışında- müslümanlara helâldır. Ehl-i kitap kadınlarla müslüman erkeklerin evlenmesi câizdir. İslâm ülkesinin vatandaşı olmuş kâfirlere, arada bir ahid ve anlaşma (zimmet) olduğu için zimmî, ehl-i zimmet denir. Zimmîler, din ve inanç dışında kalan sahalarda, müslümanlarla eşit haklara sahiptirler. Bir hadise dayanan formül şöyledir: "Lehimize olan onların da lehine; aleyhimize olan onların da aleyhinedir." Bu statüye tâbi olan gayr-ı müslimlerin haklarını savunmayı bizzat Rasûlullah üzerine almıştır: "Bizimle anlaşması olana (zimmî vb.) haksızlık eden veya gücünün üstünde yükleyen yahut da rızâsı olmadan bir şeyini alan kimse, kıyâmet günü karşısında Beni bulacaktır." (Ebû Dâvud, İmâret 33)

Kâfirlerle alış-veriş yapmak câizdir. Fakat müslümanlar, kâfirlerin dinlerine ve dinî davranışlarına katılma, benimseme, beğenme, taklit ve özenme mânâsı taşıyan davranışlardan sakınma hususunda titizlik göstermelidir. (4)

Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmek haramdır. Onların İslâm'a zıt olan dinî inanç ve kutsallarını, dinî kıyâfet ve ibâdetlerini alıp taklit etmek, özellikle bu konularda onlara benzemek haramdır. Onların bayramlarını, İslâm dışı yaşayış biçimlerini, ideoloji ve dünya görüşlerini almak, bu konularda onlara benzemek onlardan sayılmaktır.

 

Hayvanlara Karşı Tavır ve Onlarla İlgili Haramlar

İslâm, müslümanın bir insana, gayr-ı müslim bile olsa kötülük yapmasını veya onu rahatsız etmesini nasıl mubah kılabilir? Halbuki, her canlıya acımayı tavsiye etmekle ve yabanî hayvana bile sertliği yasaklamaktadır.

İslâm, bugün hayvana acıma düşüncesiyle kurulmuş dernek ve cemiyetleri on üç asır geçmişti. O, hayvana acımayı imanın bölümlerinden; hayvana şiddet ve katılığı cehennemin gereklerinden saymıştır. Hz. Peygamber’in ashâbına anlattığına göre; “Bir adam susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeği görünce kuyuya inerek ayakkabısı ile su çıkarmış ve ona doyuncaya kadar içirmiştir. (Devamla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:) “Allah onun bu hareketini hoş görmüş ve onu bağışlamıştır!” Bunun üzerine ashâb, ‘Y3a Rasûlallah! Hayvanlardan da sevabımız var mı?’ diye sormuşlar ve Hz. Peygamber de: “Her canlı yürekte bir sevap vardır” cevabını vermiştir. Allah’ın mağfiretini gerektiren bu olayın yanıbaşında Hz. Peygamber, Allah’ın azâbını ve gazabını gerektiren bir başka durumu tasvir etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâb edildi ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti." (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 151, 152, Birr 133, 134).

Peygamberimiz, canlı bir hayvanı hedef tahtası yapmayı yasaklamıştır. Av kasdı olmaksızın canlı hedefler üzerine atış yapmak, herhangi bir hayvanı hedef tahtası yapmak yasaklanmıştır (Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30). İbn Ömer (r.a.) atıcılığı öğrenmek için tavuğu nişan olarak kullanan kimseleri gördüğü zaman "Peygamber (s.a.s.) bu gibi hallede canlı bir varlığı vâsıta olarak kullanan kimseyi lânetlemiştir" (İbn Mâce; Nesâî) dedi. Horoz vb. hayvanları döğüştürme yasaklanmıştır: Abdullah bin Abbas da der ki: "Peygamber (s.a.s.) hayvanları birbirine saldırtmayı nehyetmiştir" (Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30). Yine zararlı haşerat da olsa hayvanları yakmayı yasaklar: "Ateşle (hayvanları) azâb etmek, ateşin yaratıcısından başka hiç kimse için uygun ve meşrû değildir." (Ebû Dâvud, Cihad 112, Âdâb 164). Yüzü dağlanmış bir merkep gördüğü zaman, "hayvanın yüzünü dağlayan ve hayvanın yüzüne vuranları lânetlediğimi duymadınız mı?" (Ebû Dâvud) buyurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim, câhiliyye devri insanlarının, hayvanların kulaklarını yarmalarını ayıplamış ve bunu şeytanın işi olarak vasıflandırmıştır (4/Nisâ, 119). Hayvanları kurban veya et için keserken İslâm en kolay ve güzel şekilde hayvanların boğazlanmasını, bıçağın keskin olmasını ve hayvana gösterilmemesi gerektiğini, bir hayvanı bir diğerinin önünde kesmemeyi tavsiye eder. Dünya insanları, hayvan haklarını koruma dernekleri, hayvancılar... hayvana acıma hususunda hayal güçlerini bile geçen bu tür dikkati başka bir yerde görebilmiş değillerdir! (5)

 

 

Haramdan Temizlenmek; Haramı Elden Çıkarmak, Tevbe ve Helâlleşmek

Haram yoldan bir şey elde eden, kazanan kimse pişman olur, tevbe etmek ve sorumluluktan kurtulmak isterse üç şey yapması gerekecektir: Pişmanlık duygusu ile Allah'a kalbini açıp yalvarmak, bağışlanmasını dilemek, haramı mülkünden çıkarmak, sahibine/ehline vermek.

a- Tevbe: Kitap ve Sünnet, Allah Teâlâ'nın tevbeyi kabul buyurduğunu, pişman olup af dileyenleri bağışladığını ifâde eden sayısız nassı (âyet ve hadisi) içerir. Haram işleyen -ayrıca kul hakkına da tecâvüz etmiş olsun veya olmasın- Allah'a karşı suç işlemi, O'nun emrini tutmamış, yasaklarını çiğnemiştir. Bunun telâfî yolu, samîmî bir pişmanlık içinde Tevvâb, Rahmân, Rahîm, Ğafûr, Settâr... olan Allah'a yalvarmak, boyun eğip bağışlanmayı dilemektir.

b- Haramı Mülkünden Çıkarmak: Haram işlerken aynı zamanda kul hakkına tecâvüz etmiş, hırsızlık, gasp, aldatma, hile, fâizcilik, kumar gibi yollardan bir mal ele geçirmiş ise bunu mülkünden çıkarması, uzaklaştırması gerekecektir. Haram mal, belli ve muayyen bir şey ise onu ayırmak kolaydır. Bir hayvan veya eşyayı gasbeden ve tüketmemiş bulunan kimse onu kolayca mal varlığından ayırır ve sahibine verir. Durum böyle değilse, ortaya çıkan ihtimalleri şöylece sıralamak mümkündür:

1- Haram mal, helâl ile karışmış olup tahıl, para, yağ gibi mislî (emsâli/denk olan benzeri ile ödenmesi mümkün) olursa, iki ihtimal vardır: Birincisi, haramın miktarı bellidir; bu takdirde o miktar mal (buğday, arpa, yağ...) ayrılır. İkinci ihtimal ise, haramın miktarı belli değildir; bu takdirde zann-ı gâlibe göre hareket edilir. Haram olması kuvvetle muhtemel olan miktar çıkarılır. Helâl olduğu kesin bulunan miktarı bırakıp şüpheli olanlar da dâhil olmak üzere geri kalanı çıkarmak ve ayırmak ise takvâ yoludur.

2- Helâl ile karışmış bulunan haram mal ev, toprak vb. gibi her biri ayrı değer taşıyan cinsten mal ise burada sulh ve karşılıklı rızâ esasına göre helâlleşmek söz konusu olacaktır. Helâlleşmede hak sahibine malını aynen iâde etmek esastır. Bu mümkün olmazsa misli (emsâli, benzeri), bu da mümkün olmazsa değeri verilir.

c- Haram Malın Verileceği Yer: Tevbe edenin, mal varlığından ayırdığı haram malı sahibine ve ehline vermesi de ona düşen bir vazifedir. Kime, nereye, nasıl vereceğine gelince karşımıza yine çeşitli ihtimaller ve şıklar çıkmaktadır:

1- Haram malın sahibi belli ise malı kendisine verilecektir. Sahibi ölmüş ise hak, vârislerine âittir. Malın, sahibi kaybolmuş ise -Fıkh'ın mefkud bahsinde açıklanan müddet geçinceye kadar- beklenecek, bu arada meydana gelen artışlar da sahibi adına muhâfaza edilecektir.

2- Malın sahibi belli olmakla beraber bulunmasından ümit kesilmiş, vâris bırakmadan ölmüş olabilir veya gizlice alınan, zimmete geçirilen ganimet malında olduğu gibi- hak sahipleri pek çok olabilir ve bunları bulup, teker teker haklarını kendilerine teslim etmek mümkün olamaz (Çünkü ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra geri kalan, bütün gâzilerin hakkıdır). Bu takdirde haram malın fakirlere tasadduku söz konusudur. Haram malın, fakirlere sadaka olarak verilmesinin câiz olup olmadığı tartışılmıştır. İslâm âlimlerinden bir grup, haramın mülk olmadığını veya temiz bir mal olmadığını göz önüne alarak fakirlere, sadaka olarak verilemeyeceği görüşünü benimsemişlerdir.

Gazzâlî bu görüş ve açıklamayı da -yerine göre uygun ve tutarlı bulmakla beraber nakil ve kıyas delillerine dayanarak aksi görüşü; yani haramın tasadduk edilebileceği görüşünü benimsiyor. Delillerine gelince:

Naklî delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir cenâze defninden dönerken bir Kureyşli kadının verdiği ziyâfete dâvet edilmiş, önüne konulan kızartılmış koyun, "haram olduğunu" bildirince "bunu kaldırın ve esirlere yedirin" buyurmuştur. Bu esirlerden maksadın, muhtaç mahpuslar (hapiste yatanlar) olduğu açıklanmıştır (Tirmizî, Savm 3). Bizans'ın İran'a gâlip geleceğini bildiren Kur'an haberini (30/Rûm, 1-5) müşriklerin yalanlayıp alaya almaları üzerine Hz. Ebû Bekir onlarla iddiâya girmiş, Kur'an haberi tahakkuk edince iddiâya bağlı develeri karşı taraftan almıştı. Ancak bu arada kumar haram kılındığı -mezkûr iddiâ kumar hükmünde olduğu- için Rasûlullah (s.a.s.) bunları tasadduk etmesini emretmiştir. Sahâbe ve tâbiûndan bu konuda, aynı hükmü destekleyen başka nakiller de vardır.

Kıyas delili: Haram malın sahibi bulunmadığına göre, geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya imhâ etmek, örneğin denize atmak ya da fakirlere vermek. Denize atılırsa bunun ne adama, ne malın sahibine ve ne de fakirlere faydası olacaktır. Halbuki fakirlere verildiği zaman bunun hem onlara faydası dokunacak, hem de duâlarından malın malın sahibi faydalanacaktır. Karşı tarafın "biz ancak helâl ve temiz olanı tasadduk edebiliriz" sözü yerinde olmakla beraber, buraya uymamaktadır. Çünkü haramı yemeyip fakire veren kimse bu işten kendisi için ecir ve sevap beklemiyor; yalnızca haramdan kurtulmak istiyor; bunu da malı zâyi ederek değil; fakirlere vererek yapıyor. "Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak fakirlere de yedirmeyiz" sözüne de Gazzâlî şu cevabı veriyor: Bu mal, haram yoldan kazanana haramdır; ancak yukarıda verdiğimiz nakiller bunun fakirlere helâl olduğunu ifâde etmektedir. Şu halde fakir için harama değil; helâle râzı olmak söz konusudur. (Bize göre, günümüzde böyle bir haram mal, temiz paraya karıştırılmadan vergi vb. yollarla devlete verilecek giderler için kullanılır. Haram mülk olmadığından aynı miktar temiz para Allah yolunda infak edilir. Bunun iki sebebi vardır: Bir; o haram para, kişinin kendi malı değildir; o olmasaydı, nasıl olsa temiz parasından giderini karşılayacaktı. İki: Ceza, amelin/suçun cinsinden olmalı, bir seyyieyi silmek için kendi cinsinden bir hasene işlemelidir. Para cinsinden bir suçun silinmesi, para cinsinden bir sevapla olur. Onun için temiz ve helâl paradan o miktar infak edilmelidir. Bu yapılınca, sadakanın/infakın sevabına da girmiş veya günahın keffâreti için bunu değerlendirmiş olacağız, Gazzâlî'nin tavsiyesine göre maddî kaybımız olmayacak; mânevî kazancımız olacaktır.)

3- Malın belli bir sahibi yoksa, meselâ devlet hazinesi veya âmme malından, haksız bir şekilde alınmış, zimmete geçirilmiş ise helâlleşmek için bu malın âmme menfaatlerine, bütün müslümanların faydalandıkları hizmet ve hayırlara sarfı gerekmektedir; meselâ yol, köprü vb. burada örnek olarak zikredilebilir (İhyâ, II/127-132). (6)

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48)

 

 

 

Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi

Müslüman insanın müşrik düzenlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalması, başlıbaşına bir problemdir, aynı zamanda müslümanlar için ardı arkası gelmeyen problemlerin de kaynağıdır. İşte, uygun şartların gerçekleşmesi halinde müslümanlara hicret etme emrinin veriliş sebebi de budur. (Sözkonusu bu şartlar: 1- Hicret edeceği yerin maksadına uygun olması, 2- Müslümanların bu konuda -varsa- yetkili emîrinin veya makamının hicret etme emir ve isteği, 3- Hicret edebilecek imkâna sahip olmaktır.) Çünkü müslüman insan, gayr-ı İslâmî müşrik düzenlerin egemenliğinde yaşadığı sürece, her zaman için islâmî bir hayat sürdürmek ve İslâm'a göre yaşamak isteği karşısında egemen düzenin sürekli olarak engeller ürettiğini görecektir.

Problem kimi zamanbazı müslümanlar için, özellikle böyle bir müşrik düzenin çatısı altında İslâm'ın özünü kavramak imkânını ve fırsatını yakalayamamış kimseler için, İslâmî bir hayatı sürdürememek boyutlarını daha da aşar, onun karşısında inancına mal olacak türden problemler çıkartır. Sözkonusu bu problemler kimi zaman düzenin bu alanda özel olarak görevlendirdiği elemanlar aracılığı ile dahi üretilebilir. İslâm'ı gereği gibi bilmeyen, daha doğrusu kulaktan dolma, yarım yamalak bir şekilde çevrelerinden ya da atalarından öğrenegeldikleri yanlış ve haktan uzak, bilgi sanılan birikimlere dayanarak ahkâm kesenlerin tahribatını buna eklersek, islâmî olmayan bir düzenin çatısı altında yaşamak durumunda olan insanların -özellikle de İslâm'ı gereği gibi öğrenebilmek fırsatını bulamamış kimselerin- problemlerinin hangi boyutlara kadar ulaşabileceğini kestirmek gerçekten güçtür.

İşte müşrik ve câhilî düzenlerin egemenliği altında yaşayan birtakım müslümanların karşı karşıya kaldıkları problemlerden birisi de, birtakım işlerin devlet eliyle işlenmesi halinde, bunların işlenmesinden yalnızca devletin sorumlu olacağı, ferdin bu alanda herhangi bir sorumluluğunun olmayacağı ya da olsa bile çok az olacağı kanaatidir. Bu yanlış kanaatten hareketle birçok kimse, "eğer devlet eliyle fâizin alınıp verildiği kurumlar kurulmuş ise, vatandaşın fâiz alıp vermesinde bir sakınca yoktur; devlet eğer tesettürü emretmiyorsa, ana baba ya da koca da bu iş üzerinde o kadar durmuyorsa, şer'an mükellef bir hanımın örtünüp örtünmemesi, üzerinde fazlaca durulacak türden bir problem değildir; içkinin serbestçe içildiği, yahut fuhşun açıkça işlendiği, her türlü ahlâksızlığın eğlence ve sanat merkezleri adını taşıyan çatılar altında işlenebildiği ve devletin de bu alanda izin verdiği, hatta teşviklerde bulunduğu bir yerde artık bu gibi haramların işlenmesinin ciddî bir vebali olmasa gerek; devlet, bizzat kendisi çeştli yollarla kumar oyunlarını teşvik ediyorsa, artık bunun vebali -eğer varsa- herhalde devletin olmalıdır..." gibi kanaatler, müslümanın haramı kolaylıkla işlemesini sağlamakla kalmıyor, bu gibi kanaatlere kendisini kaptırması halinde itikadî bakımdan büyük bir sarsıntı geçirmesine sebep teşkil ediyor. Çünkü müslüman, böyle bir ortamın ve bu tür propagandaların etkisi altında kalarak, haramı helâl görmek, vebalsiz görmek gibi bir bakış açısına, bir anlayışa sürükleniyor. Haramı helâl kabul etmenin, itikadî bakımdan ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini söylemeye gerek yoktur.

Burada müslümanın dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır, onlara kısaca değinmekte yarar vardır:

1. İslâm'ın devletten beklediği ya da İslâm adına hükmetmek üzer var olan bir devletin varlığının asıl sebebi, Allah'ın emir ve hükümlerinin, İslâm şeriatinin istisnâsız bütün hükümlerinin yaşanmasını sağlamak ve kolaylaştırmaktır. Devleti, şeriatin emrettiklerinin kolaylıkla işlenebilmesini sağlamak için gerekli herşeyi sağlamakla görevli olduğu gibi, şeriatin yasakladığı ve toplum hayatında herhangi bir şekilde varolmasını istemediği her türlü ahlâkî, fikrî, amelî ve sosyal rahatsızlık, âfet ve kötülüğün kökünü kesmekle yükümlüdür. Hatta bu tür rahatsızlıkların başgöstermemesi için gereken ön tedbirleri almakla da yükümlüdür.

2. İslâm'ın meşrû gördüğü yollarla başa geçmemiş, İslâm'ın hedef ve maksatlarını gaye edinmemiş, İslâmî değerlere iman etmeyen kimselerin esasen müslümanları yönetebilme hak ve selâhiyetleri yoktur. Bu yönetimlerin mekanizmalarında yer alanlar hangi yolla başa geçmiş olurlarsa olsunlar ve yapısında yer aldıkları siyasal ve sosyal düzenin adı ne olursa olsun, durum değişmez. Dolayısıyla bu tür yönetimlerin yönetici kadroları, -gayri meşrû emir ve izinleri bir tarafa- şeriatın emrettiği ve izin verdiği şeyleri müslümanlara emretmek hak ve yetkisine dahi sahip değildirler. Çünkü emredebilmek yetkisine sahip olabilmek için şeriatın öngördüğü ve müsâade ettiği bir yolla başa geçmek ve gereken şart ve nitelikleri taşımak vazgeçilemez bir şarttır. Dolayısıyla, İslâm ile hükmetmemeyi esas alan düzenlerin, mâhiyetleri ne olursa olsun, verdikleri emir ve hükümlerin müslüman için en ufak bir değer taşımaları ve asgarî bir itibara dahi sahip olmaları mümkün değildir.

3. Hiç kimsenin Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı teşrî' yapma (kanun koyma) yetkisi yoktur. Değil İslâm ile hükmetmemeyi esas amaç edinen beşerî düzenler, değiş İslâm'ın öngörmediği bir yolla müslümanların başına gelmiş yönetim ve yöneticiler, İslâm ile hükmeden yönetimlerin dahi, hatta bütün müslümanların ve hatta bütün beşeriyetin dahi Allah'ın ve Rasûlünün koyduğu bir hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Bu husus, dinin kesin gerçeklerinden biridir. Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymaların ve bunların kabul edilmesinin küfrü gerektirdiği, dinin apaçık gerçeklerindendir, yani zarûrât-ı diniyyedendir.

Buna göre, dinen yasak olduğuna dair kesin bilgiye sahip olunduktan sonra, çağımızda şu veya bu şekilde müslümanlara musallat olmuş beşerî düzenlerin helâl ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Onların bu haramların işlenmesini sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bütün kurum ve mekanizmaları İslâm açısından reddedildiği gibi, bu kurumların işlemesinde ve işletilmesinde de herhangi bir görev ve fonksiyon yüklenmek de müslüman için câiz değildir. (7)

 

Bazı Haramlara veya Dinî Emirlere Karşı Tavır: Kur'ân-ı Kerim'in açık ve kesin hükümleriyle ya da mütevâtir sünnetle yasaklanan bir haram eylemin çağımızda geçersizliğini ya da yersizliğini söylemek ve bu haramları çiğneyenleri savunmak da günümüzde çokça görülen itikadî sapmalardan bir tanesidir. Esasında bu tür iddia ve itirazlar, İslâm'ın evrensel ve çağlarüstü bir din ve bu dini gönderenin insanların her zamandaki tüm ihtiyaçlarını bilen, çok merhametli bir zât olduğunu inkâr anlamındadır. "on dört asır önce gelmiş bir dinin ve bedevî Araplara gönderilmiş bir peygamberin öğretilerinin, modern çağın meselelerini ne oranda bir yeterlilikle ele alabileceği" hususunda tereddüt etmektedirler. İslâm'ın günümüz şartlarına uygun çözümler getiremediğini iddia etme cür'etinde bulunan hem itikadî ve hem kültürel anlamda câhiller, İslâm'ın başka çağların ve ortamların ürünü olduğunu söyleyerek bu tür şüpheleri topluma yaymak ve Allah'ın dinine iftira atmak istemektedirler.

Yüce Rabbimiz, bütün insanların kıyâmete kadarki ihtiyaç ve problemlerinin neler olacağını bilerek Hz. Muhammed Mustafa'yı son peygamber, dinini ve şeriatını da son din ve şeriat yapmıştır (33/Ahzâb, 40). O, Yüce Allah'ın bütün insanlığa göndermiş olduğu bir peygamberdir (7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28). Onun şeriatı ve peygamberliği insanlık için bir zorluk ve sıkıntı sebebi değil; başka sona bir rahmettir (21/Enbiyâ, 107). Allah'ın ona göndermiş olduğu din, son din olduğu gibi, eksiksizdir. Bu eksiksizliği ve mükemmelliği ile o, insanlık için kâmil bir nimetinin ifadesi ve tecellîsidir (3/Mâide, 3). Bu ve diğer özellikleri dolayısıyla Allah katında geçerli olan biricik din, İslâm'dır (3/Âl-i İmrân, 19).

İslâm'ın her çağın, her kuşağın ve her türlü şart ve ortamın meselelerine çözüm getirecek kimlikte olduğunu bilip kabul etmek, İslâm'ın tüm haram ve helâllerinin, yani yasak ve müsâadelerinin en doğru, en âdil, en mükemmel çözümler olduğunu benimsemek bir iman meselesidir. Buna rağmen, İslâm'ın yetersiz olduğunu ileri sürmek ya da çağın gereklerine cevap veremeyeceği türünden iddialarda bulunmak, açık ve kesin delilleri yalanlamak, Allah'ın âyetlerine ters düşen bir iddiâ olacağından kesin ve apaçık bir küfürdür. Bu konuda şüphe ve tereddütün hükmü de aynıdır. Çünkü kat'i olaras sâbit olmuş naslarda şüphe ve tereddüt de küfürdür.

Fâizin gereğini savunmak, İslâm'ın bazı suçlar için öngördüğü cezâları kabul etmemek ya da olumsuz herhangi bir şekilde (ağır olmakla, zâlimlikle vs.) nitelemek, İslâm'ın kesin delille sâbit herhangi bir haram hükmünün günümüzde gereksizliğini ya da uygulanmasının imkânsızlığını ileri sürmek, İslâm'ın şu ya da bu şekilde düzeltilmesi gerektiğini, bazı hükümlerinin ve tümünün çağa uydurulması gerektiğini savunmak gibi iddiâlar hep küfürdür.

Bu tür iddiâ ve tezlerin ortak özellikleri şunlardır: Bu hükümler şu anda gereksizdir ya da bu haramlar bu çağa uygun değildir. Bu iddiâ ve ifadeler ise, doğrudan doğruya Allah'ın ilim ve hikmetine karşı girişilen bir hücumdur. Yani doğrudan doğruya Allah'a iman ile bağdaşmasına imkân olmayan yaklaşımlardır. İkinci olarak, kesin delillerle sâbit olmuş hükümlerin, haramların gereksizliğini veya günümüzde uygulanamayacak şekilde devrinin geçtiğini, yetersizliğini söyleyerek bu hükümlerin değiştirilmesini istemek demektir. Bu da, kesin delille sâbit olmuş hükümleri reddetmek anlamındadır. Allah'ın dininden başka bir din aramak, Allah'ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmetmeye kalkışmak demektir. Bu ise küfürdür, zulümdür, fâsıklıktır (5/Mâide, 44, 45, 47). Aynı zamanda Kur'an'ın hükümlerini beğenmeyen müşriklerin, başka bir Kur'an getirmesi veya onda değişiklikler yapması için teklifte bulunan müşriklerin tavırlarının aynısını şu kadar asır geçtikten sonra tekrarlamaktır. Oysa Peygamber de dâhil olmak üzere hiçbir kimseye böyle bir yetki verilmiş değildir: "Onlara âyetlerimiz açık açık okununca bizimle karşılaymayı ummayanlar dediler ki: 'Bundan başka bir Kur'an getir veya onu değiştir!' De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım..." (10/Yûnus, 15)

Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan bağışlanmaz bir suçtur. Bundan ayrı olarak Allah'ın hükmünden başka bir hüküm gösterip bunun Allah'tan olduğunu ileri sürmek ise, Allah'a karşı bir iftirâdır ve ötekinden geri kalmayan ikinci bir suçtur: "Şüphe yok ki onlar, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurman için seni fitneye düşürmek istiyorlar (bunu yaptığın takdirde) o vakit seni dost edinirlerdi. O takdirde de Biz sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık." (17/İsrâ, 73-75) "Eğer Bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalar, sonra da onun şah damarını koparırdık." (69/Haakka, 44-46)

Görüldüğü gibi, Kur'an'ın, İslâm'ın birtakım hükümlerinin değiştirilmesini ya da kaldırılmasını istemenin asıl amacı, mü'minleri fitneye düşürmek, ayaklarının hak yoldan kaymasına zemin hazırlamaktır. Çağdaş câhilî düzenlerin, müslümanlara ve İslâmî hareketlere karşı uygulama ve tavırlarında bu amaç ve doğrultudaki komplolar önemli bir yer tutmaktadır. Câhilî düzen ve yönetimler bunu başarabildikleri takdirde ve bu amaçlarına ulaşabildikleri oranda kendilerini başarılı kabul eder ve İslâm adına girişilen hareketlerden, asıl çizgiden uzaklaşıp sapmaları oranında hoşnut olurlar. Tabii aynı oranda da o hareketin İslâm'la, Kur'an'la ilişkisi kalmaz. (8)

 

 

 

Haramı Helâl ve Helâlı Haram Kılma

Helâl ve Haram Kılma Sadece Allah'ın Hakkıdır: İslâm, helâl ve haram kılma yetkisini sınırlandırmış, halkın nazarında veya Allah katında dereceleri ne olursa olsun bu yetkiyi insanların elinden almış ve onu yalnız Allah'ın hakkı olarak kabul etmiştir. Bir haram hükmünü Allah'ın kullarına yüklemeye ne hahamların, ne papazların, ne hocaların, ne devlet yetkililerin, meclis veya kanunların yetkisi vardır. Bu helâl ve haram hükmünü veren kimse, Allah'ın hakkını çiğnemiş ve yalnız Allah'a âit olan bu teşrîî hükümde haddini aşmış olur. Bu hükümleri koyan insan ve kurumların hükmünü kabul edip ona göre hareket eden insan da; onları Allah'ın ortağı kabul etmiş sayılır ve onun bu hareketi de küfür kabul edilir: "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?" (42/Şûrâ, 21)

Kur'ân-ı Kerim, helâl ve haram hükmünü hahamların ve papazların ellerine teslim eden ehl-i kitabı haber verir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah'tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31). Bir gün Adiy bin Hâtem, henüz müslüman olmadan önce, hıristiyanken Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelmişti. Peygamber'in bu âyeti okuduğunu duyunca; "Onlar, haham ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki?!" demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Evet! Onlar helâlı haram, haramı da helâl yaptılar. Hıristiyanlar da onlara tâbi oldular. İşte bu, onların birbirlerine ibâdetidir." (Tirmizî, Tefsûru Sûre)

Hiç kimsenin Allalh'ın emir ve hükümlerine aykırı kanun ve hüküm koyma, haram (yasak) ve helâl (serbest kılma) hükmü vermeye yetkisi yoktur. Bırakın kâfirleri, müslümanların, âlim ve müctehidlerin, İslâmî bir yönetimin, hatta bütün beşeriyetin dahi Allah'ın ve Rasûlünün koyduğu bir tek hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Allah'ın haramların helâl (yapılabilir, serbest), helâllarını da haram (yapılamaz, yasak) kabul etmek, Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymak ve bunları kabul etmek, bir mü'mini kâfir yapmaya yeterlidir. "... Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir." (5/Mâide, 44) "Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye idâresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (5/Mâide, 50)

Beşerî düzenlerin helâ ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, Allah'ın haramlarını helâl, helâllarını haram etmek, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan affedilmez bir suçtur.

Tıpkı bunlar gibi, Kur'an, Allah'ın izni olmadan helâl ve haram hükümlerini kendi kafalarına göre veren müşrikleri de haber vermektedir: "De ki: 'Bana söyleyin: Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldınız. Bunu size Allah mı bildirdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?" (10/Yûnus, 59) “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (16/Nahl, 116). Bu âyetlerden İslâm hukukçuları ittifakla kabul etmişlerdir ki: Helâl ve haram kılma hakkı yalnız Allah'ındır. Kendilerinin görevi de helâl ve haramı sadece tebliğ etmektir.

Helâlı Haramlaştırma: İslâm, Allah'ın hükmünü değiştiren, bir delile dayanmadan kendi kafalarından helâllaştırma ve haramlaştırma yapanları, Allah'ın geniş tuttuğu alanı insanoğluna daraltanları çok ağır bir şekilde suçlamıştır. Hz. Peygamber, bu mutaassıp sapıklığa karşı her türlü silahı kullanarak savaş ilan etmiş, hükümleri değiştirenleri kötüleyerek onların helâk olacaklarını haber vermiştir: "Değiştirenler helâk olmuştur." (Ahmed bin Hanbel; Müslim; Ebû Dâvud). İslâm hanîf (tevhid ve fıtrat) dinidir. Bunun zıddı şirktir. Helâlı haram kılmak, haramı helâk kabul etmek de şirk özelliğidir: “Rabbim buyuruyor ki: ‘Ben bütün insanları hanîf (tevhid dini, sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim.” (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, 4/162)

Gerçekten helâlı haram kılmak, şirktir. Bunun için Kur'ân-ı Kerim, müşrik Arapları, bu şirklerinden, putlarından ve kendilerine helâl kılınan hubûbât ve hayvanları Allah'ın izni olmadan haramlaştırdıklarından şiddetli bir şekilde azarlamıştır. Meselâ, onların yaptıklarından bir tanesi bahîra'yı, sâibe'yi, vasîle'yi ve hâm'ı haram kılmışlardır. Câhiliyye devrinde müşrikler bir deve beş defa doğursa ve sonuncusu erkek olsa; o devenin kulaklarını yararlar, ona binmeyi haram sayarlar ve onu kesilmemek, üzerine yük yüklememek ve sudan yahut otlaktan uzaklaştırılmamak üzere ilâhları için serbest bırakırlar, tanrılarına adarlardı ki, buna "bahîra", yani kulağı yarılmış ismini verirlerdi. Yine, bir insan yolculuktan dönse veya bir hastalıktan kurtulsa bir deveyi serbest bırakırdı ki buna bahîra gibi "sâibe" ismi verilirdi. Eğer bir hayvan dişi doğurursa; o, kendilerine âitti. Erkek doğurursa; ilâhlarına âitti. Her erkek, hem dişi doğurursa "bu kardeşine yetişti" derler, erkeği ilâhları için serbest bırakırlar, onu kesmezlerdi. İşte bu bırakılana "vasîle" ismi verilirdi. Bir erkek hayvan yavrusunun yavrusuna aşılarsa; onun için "sırtını korudu" derler ve ondan sonra o hayvana ne binilir, ne de birşeyler yükletilirdi. Bu tür hayvanlara da "hâm" ismi verilirdi. Kur'ân-ı Kerim, onların bu türlü haram kılma hükümlerini reddederek bu dalâlette devam etme sebebi olarak babalarını taklit etmelerine hiçbir özür kabul etmez: "Allah bahîre'yi, sâibe'yi, vasîle'yi, hâm'ı (kulağı yarılan, salıverilen, erkek-dişi ikiz doğuran, on defa yavrulamasından dolayı yük vurulmayan hayvanların adanmasını) emretmemiştir. Fakat kâfirler Allah'a karşı yalan uydururlar ve çoğu da düşünmezler. Onlara, 'gelin Allah'ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun!' denildiğinde, 'atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyse?!" (5/Mâide, 103-104)

“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. De ki: 'Rabbim sadece açık ve gizli fenâlıkları, günahı ve haksız yere tecâvüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (7/A’râf, 32-33). Hicretten sonra müslümanlar arasında çok mutaassıp, çok katı, güzel şeyleri kendi nefsine haram kılmak gibi, acı bir hayata, hıristiyanlıktaki ruhbanlık gibi bir hayata yönelenler oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onları İlâhî sınırda durduracak ve İslâm yoluna döndürecek muhkem âyetler indirdi: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup-sakının.” (5/Mâide, 87-88)

 

 

 

 

Şüpheli Şeyler

Allah'ın rahmet pınarından bir damla da; helâl ve haram hususunda kullarını karanlıkta bırakmamasıdır. Helâlı beyan etmiş, haramı da açıkça bildirmiştir. "Allah haram olanları size uzun uzun anlatmıştır." (6/En'âm, 119). Helâl olduğu apaçık olan bir şeyi yapmakta herhangi bir sakınca yoktur. Fakat haram olduğu apaçık olan bir şeyi işlemek için de hiçbir izin yoktur.

ık helâl ile açık haram arasında bir sınır vardır ki, o da helâl veya haram olduğu birçok insan tarafından anlaşılmayan veya haram olduğu karıştırılan şüpheli dediğimiz sınırdır. Bu anlaşılmama veya karıştırma, ya delillerin bu konulardaki kapalılığı veya bizzat delilin olaya tatbik edilmesinin şüpheli oluşu dolayısıyladır. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe vereni bırak; Sana kuşku vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” (Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet 22, hadis no: 2637; Nesâi, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû 2, hadis no: 2535) buyuran Peygamberimiz’in bu konudaki emir ve tavsiyesi şöyledir: “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedinin içinde bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” (Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984)

İslâm, müslümanın bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmasını takvâ kabul etmiştir. Müslüman, böylece apaçık bir harama sürüklenmekten kendini korumuş olur. Bu, İslâm'ın terbiye çeşitlerinden biridir. “Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no: 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no: 4215)

 

 

1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 252-254

2- A.g.e. s. 262-264

3- A.g.e. s. 311-312

4- Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar (özetlenerek)

5- Yusuf el-Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 358-360

6- H. Karaman, a.g.e. s. 189-193

7- M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 316-320

8- A.g.e. s. 264-266

 

 

Helâl ve Haram Konusuyla İlgili Âyetler

A- Haram kelimesi ve türevleriyle ilgili Âyetler (83 yerde): (2/Bakara, 85, 144, 149, 150, 191, 194, 194, 173, 194, 196, 198, 217, 217, 275; 3/Âl-i İmrân, 50, 93; 4/Nisâ, 23, 160; 5/Mâide, 1, 2, 2, 2, 3, 26, 72, 87, 95, 96, 96, 97, 97; 6/En’âm, 119, 138, 139, 140, 143, 144, 145, 146, 146,148, 150, 151, 151; 7/A’râf, 32, 33, 50, 157; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 5, 7, 19, 28, 29, 29, 36, 37, 37, 37; 10/Yûnus, 59; 14/İbrâhim, 37; 16/Nahl, 35, 115, 116, 118; 17/İsrâ, 1, 33; 21/Enbiyâ, 95; 22/Hacc, 25, 30; 24/Nûr, 3; 25/Furkan, 68; 27/Neml, 91, 28/Kasas, 12, 57; 29/Ankebût, 67; 48/Fetih, 25, 27; 51/Zâriyât, 19; 56/Vâkıa, 67; 66/Tahrîm, 1; 68/Kalem, 27; 70/Meâric, 25).

B- Helâl kelimesi ve türevleriyle ilgili Âyetler (51 yerde): (2/Bakara, 168, 187, 196, 228, 229, 230, 275; 3/Âl-i İmrân, 50, 93; 4/Nisâ, 19, 23, 24, 160; 5/Mâide, 1, 1, 2, 2, 4, 4, 5, 5, 5, 87, 88, 96; 7/A’râf, 157; 8/Enfâl, 69; 9/Tevbe, 37, 37; 10/Yûnus, 59; 11/Hûd, 39; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 28; 16/Nahl, 114, 116; 20/Tâhâ, 27, 81, 81, 86; 22/Hacc, 30, 33; 33/Ahzâb, 50, 52; 35/Fâtır, 35; 39/Zümer, 40; 48/Fetih, 25; 60/Mümtehine, 10, 10; 66/Tahrîm, 1, 2; 90/Beled, 2.

C- Helâl ve Haram

a- Helâl ve Haramda On Emir: 6/En’âm, 151-153.

b- Haramla Helâl Bir Olmaz: 5/Mâide, 100

c- Helâlı Haram Kılmak: 5/Mâide, 87; 6/En’âm, 138-140, 143-144; 7/A’râf, 32.

d- İyice Bilmeden, Helâl ve Haram Hakkında Hüküm Vermenin Kötülüğü: 16/Nahl, 116-117.

e- Haramdan Tevbe: 5/Mâide, 93.

D- Helâl Olan Şeylerden Yemek

a- Helâl ve Temiz Olan Şeylerden Yemek: 2/Bakara, 168, 172; 5/Mâide, 5, 87-88; 6/En'âm, 118-119, 142; 16/Nahl, 114.

b- Yenmesi Helâl Olan Şeyler: 5/Mâide, 1, 4-5; 22/Hacc, 30.

c- Ehl-i Kitab'ın Kestiğini ve Yemeklerini Yemek: 5/Mâide, 5.

d- Allah'ın Adıyla Kesilenlerin Yenmesi: 6/En'âm, 118-119.

e- Yemede İçmede Zarûret (Şiddetli İhtiyaç, Çaresizlik): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.

E- Yenmesi Haram Olan Şeyler

a- Yenmesi Haram Olan Şeyler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.

b- Murdar (Ölü ve Boğazlanmayan Hayvan): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115; 22/Hacc, 30.

c- Kan: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.

d- Domuz Eti: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.

e- Allah'tan Başkası İçin Kesilenler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 138, 145; 16/Nahl, 115.

f- Boğularak Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.

g- Düşerek Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.

h- Başka Bir Hayvan Tarafından Öldürülen Hayvan: 5/Mâide, 3.

i- Putlar Adına Kesilen Hayvan: 5/Mâide, 3.

j- Besmelesiz Kesilen Hayvan Eti: 6/En'âm, 121.

F- İçki (Alkol) ve Alkollü İçkiler:

a- İçkide Büyük Günah Vardır: 2/Bakara, 219.

b- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamak: 4/Nisâ, 43.

c- İçkinin Rızık Olması: 16/Nahl, 67.

d- İçki Yasağı: 5/Mâide, 90-91.

e- İçkinin Tevbesi: 5/Mâide, 93.

G- İçki Yasağı Hakkındaki Âyetlerin İniş Sırası

a- İçki Rızıktır: 16/Nahl, 67.

b- İçkide Büyük Zarar ve Günah Vardır: 2/Bakara, 219.

c- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamalıdır: 4/Nisâ, 43.

d- İçki Haramdır: 5/Mâide, 90-91.

H- Bazı Yiyecek Maddeleri

a- Kudret Helvası: 2/Bakara, 57; 7/A'râf, 160; 20/Tâhâ, 80.

b- Sirke: 16/Nahl, 67.

c- Soğan: 2/Bakara, 61.

d- Tuz: 25/Furkan, 53; 35/Fâtır, 12.

e- Mercimek: 2/Bakara, 61.

f- Kabak: 2/Bakara, 61.

g- Sarmısak: 2/Bakara, 61.

h- Sebze: 2/Bakara, 61.

j- Et: 2/Bakara, 173, 259; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 14, 115; 22/Hacc, 5, 37; 23/Mü'minûn, 14; 35/Fâtır, 12; 49/Hucurât, 12; 52/Tûr, 22; 56/Vâkıa, 21.

k- Süt: 16/Nahl, 66; 47/Muhammed, 15.

l- Bal: 16/Nahl, 68-69; 47/Muhammed, 15.

 

 

Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 484-487

2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119

3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 324-327

4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 338-342

5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 678-679

6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 288-291

7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 210-243

8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 594-597

9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 454-478

10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 280-286

11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162

12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 127-128

13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 47

14. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 122-124

15. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 153-156

16. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210-213

17. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 415-426

18. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 201-213

19. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu, Mahmud Sami, Erkam Y. s. 222-223

20. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 123-134, 455-465

21. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 16, s. 97-106; c. 17, s. 173-178

22. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Hamdi Döndüren, c. 2, s. 334-337

23. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 289-367, c. 8, s. 168-172

23. İslâm’da İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. 2, s. 229-231

24. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. Abdülaziz Bayındır, (Haram ve Helâl md:), c. 2, s. 140-141, 148-149; (Günah md:), c. 2, s. 126-129; (İsmet md:) Mehmet Bulut, c. 2, s. 284-287; (Tabu md:) Süleyman Sayar, c. 4, s. 37-39

25. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 252-256, 262-264

26. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 261-265

27. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. c. 2, s. 56-60

28. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 237-239

29. Sütun, Sezai Karakoç, Diriliş Y. c. 2, s. 410-412

30. Yazılar, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 53

31. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 419-424

32. Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Tushihiko İzutsu, Pınar Y. s. 310-317

33. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-210

34. Bu Böy ledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 2, s. 51-72, 139-162

35. İlâhi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 269-285

36. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 264-266, 316-320

37. İslami Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 172-173, 182

38. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 126, 138-140

39. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Hazırlayan Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 423, 471

40. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s.

41. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, Mrm. Üniv. İl. Fak. Vakfı Y.

42. Hukuku İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Y.

43. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y.

44. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

45. Hayatın İçinden Fıkıh, Vecdi Akyüz, Rağbet Y.

46. Helâl-Haram, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

47. İslâm’da Helâler ve Haramlar, İbn Hace Heytemî, Kayıhan Y.

48. İslâm’da Helâller ve Haramlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

49. Haram Olan Eylemler, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat

50. İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Süleyman Uludağ, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

51. Büyük Günahlar, Hâfız Zehebî, Ankara Fazilet Y.

52. Büyük Günahlar, Bilâül Uzun, Hak Y.

53. Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Kitabevi Y.

54. İslâm Açısından Mûsiki ve Semâ, Süleyman Uludağ, İrfan Y.

55. İslâm'da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Fabrikası Y.

56. İslâm'da Sanat, Resim ve Mimari, Nusret Çam, Şahsi Y.

57. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV İlmî Neşriyat Y.

58. Din veTıp Açısından Domuz Eti, Asaf Ataseven, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

59. Din ve Tıp Açısından Tüp Bebek, Muhammed Ali Barr, Nesil Y.

60. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y.

61. Kur'an'da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.