Bakara, 275-279; Kavram: 141
R
İ B Â / F Â İ Z
Ribâ/Fâiz; Anlam ve Mâhiyeti
Fâiz Paras
ından İkrâmFâizsiz Finans Kurumlar
ıHanefî F
ıkhına Göre Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harpte FâizKur’ân-
ı Kerim’de Ribâ/FâizHadis-i
Şeriflerde Ribâ/FâizTefsirlerden
İktibaslarKlasik F
ıkıhta Ribâyı/Fâizi Câiz Gösteren TavırlarGünümüzde Fâiz Tart
ışmaları ve Fâizi Câiz Gören YaklaşımlarFâizle
İlgili FetvâlarAllah Teâlâ ve Rasûlüne Kar
şı Savaşanlar: Fâizci Düzen ve Fâizciler!
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.
Allah fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir). Sadakaları çoğaltır (içinde sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edenler, sâlih/iyi ameller yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenler için Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten iman ediyorsanız fâiz olarak artan miktarı almayın.
Şâyet (fâiz hakk
ında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.” (2/Bakara, 275-279)
Ribâ/Fâiz; Anlam ve Mâhiyeti
Ribâ: Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübâdeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir İslâm hukuku terimidir. "Ribâ" kelimesi Arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır.
Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde (değiştirildiğinde) bir taraf için kabul edilen malın fazlasına ribâ veya fâiz denir (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277). Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vâdeli yüz yirmi gr. altınla mübadele etmek gibi... Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın ana para (re'sül-mal), 20 gr. fazlalık ise ribâ adını alır (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 952, 953).
Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz" terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir. Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalaşmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mâl", ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi. Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez. İşte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç para) başka borçların (düyûn) tatbiki de böyledir. Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nemâ tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir" (2/Bakara, 275) âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticârete benzetilerek yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, a.g.e., II, 952, 953).
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Buna göre, ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir. İslâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur. Faizcilik, müşrik Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir.
Ebû Hureyre'den, Hz. Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı. Cebrâil (a.s)'e bunların kimler olduğunu sorduğumda; 'Bunlar faiz yiyenlerdir' cevabını verdi” (İbn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned II/353, 363). Mirac olayı 621 m. yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır. Yine Mekke'de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir (30/Rûm, 39). Medine'de inen bir âyette ise, Tevrat'ta yahûdilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağa uymadıkları için kendilerine helâl kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir (4/Nisâ, 160,161). Şu âyetle de kısmî yasaklama getirilmiştir: "Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin" (3/Âl-i İmrân, 130). Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır: "Âllah alış-verisi helâl ve faizi ise haram kılmıştır" (2/Bakara, 275); "Kim de haram olan bu ribayı helâl diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (2/Bakara, 275); Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve (câhiliyette işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü'minler iseniz. Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki, Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece zulmetmiş ve de zulme uğramış olmazsınız" (2/Bakara, 278, 279).
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Tâif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamber'le yaptığı Tâif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti. Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr bin Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd (ö. 13/634) tarafından Hz. Peygamber'e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Muhammed (s.a.s.), vâliye âyeti yazdı. Ayrıca hükme râzı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Tâifliler faiz istemekten vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e., II, 972). Mekke ve Tâif'in fethi 8.; Vedâ Haccı ise 10. hicret yılında vuku bulmuştur. Hz. Peygamber Vedâ Haccı sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: "Dikkat ediniz! Câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b. Abdilmuttalib'in faizidir" (Müslim, Hac 147; Ebû Dâvud, Büyü' 5).
İslâm'ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır: Nesîe ve fazlalık ribası.
A. Nesîe ribası (ribe'n-nesîe): Câhiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satım akdinden veya ödünç (karz) vermekten doğan bir borç için vâde durumuna göre eklenen faizdir. Borç, vâdesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilâve edilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit ribâya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir: "Ey iman edenler, gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın" (2/Bakara, 278, 279).
B. Fazlalık ribâsı (ribel-fadl): Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerinin üzerine ziyâdeyle satmaktır. Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vâdeli olarak trampa etmek gibi...
Ubâde b. es-Sâmit'ten Hz. Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız" (Müslim, Müsâkat 81; Ebû Dâvud, Büyü' 18; Ahmed bin Hanbel, V/314, 320). Bu hadisin Tirmizî'deki rivâyetinde şu ilâve vardır: "Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur" (Tirmizî, Büyü', 23).
İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabilinden" sayarken, yalnız Zâhirîler, yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna bağlı olarak ribanın illeti de tartışılmıştır. Hanefilere göre, faizin illeti, mislî mallarda cins ve miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir. Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır. Bir hadiste şöyle buyurulur: "
Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen şeylerde cereyan eder" (İmam Mâlik, el-Muvatta', Büyü' 44; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, V/36-37). Nesîe (veresiye satış) ribasının illeti ise vâdedir. Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vâdeli mübâdelesinde bu çeşit ribâ gerçekleşir. Ancak vâdenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muâmelelere ihtiyacı nedeniyle özel nasslarla (âyet ve hadislerle) meşrû kılınmıştır. Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır.Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri: Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın ziynet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübâdele edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur.
Hayber'in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b. Ubeyd 12 dinara satın almıştı. Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca; "Altınlar ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim, Müsâkat 17).
Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b. Sâmit'in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsâkat 80; bkz. İbn Mâce, Mukaddime II).
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm'ın faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.
Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir. Hz. Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: "Bu maddelerin birbirleriyle mübâdelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin için ramâ'dan, yani ribâdan korkuyorum" (Mâlik, Muvatta', Büyü' 33).
Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir. Bilâl (r.a.) Hz. Peygamber'e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi. Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: "Bizde âdi bir hurma vardı. Nebî (s.a.s.)'e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım." Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: "Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhâri, Vekâle 11). Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna râzı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değişim yoluna gidilmelidir. Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz. Ancak İmam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücündeki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibariyle ödeme yapılır. Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını faiz olarak kabul etmemektedir. Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır. İbn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu'r-Ruküd alâ Mesâili'n-Nuküd, Mecmuatu'r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c. IV, 510).
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı. Bunlar on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. On yedinci yüzyılda İngiltere ve İsveç'te resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar. İşte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir (Feridun Ergin, İktisat, 560, 570).
Osmanlılarda, İbraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir. Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir. Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi faiz sayılmamıştır. Meselâ, 1879 M. tarihli bir kararnamede, borçlar kaime ile ödenirken, 450 kuruşluk kaime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kaime ederse o kadar kaime ödenmesi emrolunmuştur. Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur. Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan faiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır. Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir. Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf'a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır. Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında "kur ayarlaması" olarak düşünülebilir.
Fâizsiz Ekonomi: Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, İslâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir. Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standart (mislî) mallarda cereyan eder. Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dâhildir. Kur'ân-ı Kerîm'deki ribâ âyetleri (30/Rûm, 39; 4/Nisâ, 160-161; 2/Bakara, 275-279) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât 17, 80, 81, 102, Hac 147; Ebû Dâvud, Büyû' 19) incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür.
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir. Kredi kullananın zarar ettiği halde, ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir. Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız. Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur" (Müslim, Musâkat 81; Ebû Dâvud, Büyû' 18; Tirmizî, Büyû' 23). İslâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi "örnek kabilinden" saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca "fazlalık" ve "vâdenin"; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vâdenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir (el-Cassâs, Ahkâmül-Kur'ân, II, 124). Sırf vâde sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribâsı" denir. Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak yedi bin euroylo değişimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur. Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun istisnâlarıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yukarıda da anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada yardımcı olabilir. Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b. Ubeyd (r.a.) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr. altın para) satın almış, yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz. Peygamber (s.a.s.)'e sormuştur. Bunun üzerine Rasûlullah "Altın altına karşılık tartı iledir. Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musâkat 17). Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir (Müslim, Musâkat, 80). Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr. altın parayla, 15 gr. bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz. Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür. Bunun aksine 32 gr. ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr. altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür. Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm'ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir. Ekonomik faâliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir.
1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması: Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfî bir paradır. J. Dobretsberger, Mısır'da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler. İktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 569), Hz. Yusuf (a.s.)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır. O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazine ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı. Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standart) eşyanın bulunduğu açıktır (12/Yûsuf, 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, IV, 2861).
Kâğıt paranın 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır. Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir. Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı mislî eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para; karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir.
2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak: Allah (c.c.) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (57/Hadîd, 11). Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-Evtâr, V, 229); bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekiz katı ecir verileceği nakledilmiştir (İbn Mace, Sadakat, 19).
İslâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vâdeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticarî olmayan ihtiyaçlar, dar ve sâbit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar.
Kısa vâdeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları" da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. Diğer yandan böyle bir sandık, ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir. Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vâdesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir.
İslâm'da özel sektörün uzun vâdeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir. Mudâraba ve muşâreke bunlar arasında sayılabilir. Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz.
3) Mudârebe ortaklığı: Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna mudârebe denir. İslâm'da mudârebe, özel sektörün uzun veya kısa vâdeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudârebe, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık itimada dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan, ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir. İşletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır. Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir. Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir. Zarar, önce kârdan karşılanır. Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır. Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz. Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz. Zarar halinde, sermaye sahibi sermayesinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayius-Sanayi', VI, 87, 98; İbnül-Hümam, a.g.e., V, 58, 70 vd.; İbn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204).
Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir. İşletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudârebe ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir. Mudârebenin bu özelliği, İslâm bankacılığının esasını oluşturur. Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. İşletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudârebe anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır. Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir. Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir.
4) Muşâreke (inan) ortaklığı: İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faâliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâreke yoluyla mümkündür. Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur. Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.
Muşâreke'de ilk ana para, mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder. Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir. Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ; 100 kişi, her biri 1 milyon TL. koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tl.na yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur. Eski hisse senetlerinin, 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir. Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir. Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, a.g.e., 151; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 57-62; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 27).
İslâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudârebe veya muşâreke esasına göre, kısa veya uzun vâdeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak sûretiyle karşılayabilir. Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tâbi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir. Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur.
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır. Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir. Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tâbi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir. Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL. eksiğine devrettiği halde, % 300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir.
Diğer yandan İslâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir. Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir. Osmanlılarda 1464 M. tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur. Hatta buğday, arpa vb. diğer mislî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudârebe veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir. Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-İhtiyar, III, 14, 15; İbn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A. Davudoğlu, İstanbul 1983, IX, 278, 279).
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir.
Buna göre İslâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye râzı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür. Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin % 100'ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler/girişimciler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudârebe veya muşâreke ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar.
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faâliyetleri dürüst olarak yürütenler Allah Rasûlünün diliyle şöyle övülmüştür: "Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün râyiç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (İbn Mâce, Ruhûn 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızâsı için sadaka verenin ecrini alır." (Buhârî, Zekât 25). Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi)
Fâiz Paras
ından İkrâmİslâm'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz. (bk. Buharî, Vasâye 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144). Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (c.c.)'a ibâdetin hemen ardından geldiğini de biliyoruz (17/İsrâ, 23). Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız.
"Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez" (Buhari, Ahad; Müslim, Imâret 39; Ebû Dâvud, Cihad 87; Nesâî, Bey'at 34; İbn Mâce, Cihad 40; Ahmed bin Hanbel, 1/94; 409, IV/426, V/66) esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır. Faizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması vb. de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (c.c.)'a isyan sayılacağına göre, bir kimse, babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz...Fâiz Parasının Verileceği Yer: Her ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz. Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır. Çünkü faizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zulme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır. Biriken faizi almamak, bu sömürü ve zulüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur. Alınca da bunu kişi kendine ve hayır işlerine harcayamaz. Bu konuda şöyle yapmak daha doğrudur: Haram olan bu faizi, temiz paraya karıştırmadan faizci düzenin bizden aldığı vergi vb yerlere sarfetmek, o miktardaki helâl parayı da Allah yolunda infak etmek. Bu infâkın iki sebebi vardır. Birincisi, haram kazanç (faiz) mülk sayılmayacağı için, bu paraya sahip olmadığımızı varsayarak o miktarda helâl parayı cebimizden çıkarmak. İkincisi; cezanın suç cinsinden olması gerektiği için, haram olan faiz işleminin cezasını para olarak infak şeklinde suçun keffâreti olmasını sağlamak. Bununla birlikte bu işlemler, faizi helâlleştirmez; mutlaka tevbe de edilmelidir. Eski kitaplarda bunun yerine şöyle bir çözüm önerilmiştir: Faiz parasıyla infak yapılamayacağı için ve faiz parası halkın sırtından soyulduğundan yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umûma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır. Ne gariptir ki, Anadolu'da ve özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalarda toplam trilyonlarca lirayı bulan faizsiz yatırılmış mevduatları varmış. Bu, câhil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezâdır.
Fâizsiz Finans Kurumlar
ı
"Faizsiz finans kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Neden bu kurumlar banka faiz oranlarına yakın bir kâr payı veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların faiz ayarlamalarından sonra, bu kurumlar da kâr paylarını aynı oranda yükseltiyorlar. Bu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?"
Müslümanların iktisadî yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır. Medine Site Devleti'nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî savaştır denebilir. Bu açıdan böyle faize (sömürüye) dayalı kapitalist bir ekonomi ortamında İslâm'a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim gönlümüze su serpmiştir. Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma biçimleri hakkında İslâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir. Belki meselenin detayı iyi bilinmediği için bu müesseseleri savunuyorlar. Faizli sisteme alternatif olduğunu söyleyenler, inancının gereğini yaşamak isteyenlerin çalıştıramadıkları sermayelerinin ancak bu yolla ezmekten kurtulacağını, hatta helâlinden nemâlanacağını iddia edenler, daha iyimser davranarak faizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine inananlar bulunuyor. Bununla birlikte, yine bizim basınımızda ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçilar tarafından bunların eleştirildiğine şahit oluyoruz. Mü'minlerin yastık altında âtıl halde bulunup mevcut kapitalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın, bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak görülüyor. Bunların, adlarına kâr ortaklığı demekle beraber, yaptıklarının netice itibarı ile faiz olmaktan başka bir şey olmadığı, "ihtiyacı olan öküzü, peşin bir milyar lira bulamadığı için bir yıl vâdeli faizle iki milyar liraya satın almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi'nin bu sisteme mürâcaat etmesiyle, yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine iki yüz bin liraya satın alabileceği, neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini" ileri sürenler de oluyor.
Bütün bu olanlar bu kurumların İslâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Kâr oranlarının faize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor değildir. Her ticarî ortaklık, kâr etmek için kurulur. Bunun içi de piyasa şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır. Eğer bu bir kâr ortaklığı ise ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızâsına bağlı ise, o zamanki piyasa şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr veriyorum diyebilirler. Bunu fıkhî bir baza oturtmak, ya da kitabına uydurmak o kadar zor değildir. Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır: "Diğer bankalara çok büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek faizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar. Ben de bunu emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım A Finans Kurumundan istedim. Onlar da bir ön şart olarak bana onbeş milyon değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler. Şimdi benim bunu almam caiz midir? diye soruyordu bu tüccar. İşte İslâm nokta-ı nazarından kitabına uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu. Bu alış veriş akdinde, akdin gerektirmediği bir şarttır ve muâmelenin fâsit (faizli) bir muâmele olmasını sonuç verir: Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağını gören, "acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü sormamaya mı itiyor?" diye aklımıza takılıyor. Bu müesseselerin, faiz (sömürü) sistemine alternatif olarak kuruldukları, hissedarlarının önemli kesiminin inanan insanlar olduğu, uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufunun kapıtalizmin çarkları arasında eridiğini gören müslümanlara bir başka alternatif gösterilemediği için tavsiye ediliyor ve yaşamalarında fayda görülüyor. Ama birçok fâsit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma hırsının, müslümanları da fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapıtalistleştireceğinden korkuyoruz. Bir finans kurumunun hak-hukuk tanımayan ne tür uygulamalar içine girdiğini bilmeyenler yoktur. Bilindiği gibi, İhlas gibi İslâmî kavramları lekeleyen bazı finans kurumları, halkın bedduâlarını almakta, fakir fukarânın bin bir emekle biriktirdiği ve fâiz haramdır diye bankalara yatırmayıp kendilerine emanet ettiği tasarrufun üzerine yatmaktadır.
Finans kurumları yerine, müslümanlar, kendi paralarını kendileri çalıştırmanın yoluna gitmelidir. Kendisi bir işyeri açma imkân veya yeteneğine sahip olmayanlar, tanıdıkları uygun müslümanlara ortaklık teklif ederek, sermayesi kendisinden çalışması ondan ortak işyeri açabilmelidir. Bunu da yapamayan insanlar, çok ortaklı büyük şirketlerin içinden bir seçme yaparak en uygun birine tasarruflarını vererek kâr-zarar ortaklığına iştirak edebilir. Bugünkü şartlarda meşrû ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak olması en uygun çözüm olarak görülebilir.
İslâm özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete sınır da getirmemiştir. Karşı olduğu şey, insanın malın kulu (abdü'd-dinar) olmasıdır. Bu derekeye düşmeyen bir müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir. Hz. Süleyman, Hz. Ibrahim, Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf, servetin kulu olmayan zenginlerimize misâldirler. Ne var ki, zenginlerin "abdü'd-dinar" olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok azdır. Kur'an'da yüz'ü aşkın âyet-i kerime zenginliğin tehlikelerinden, azdırıp helâkine sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek âyetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür. Halbuki kapıtalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk değildir. Islâm'da ferdin zenginliğinden çok toplumun zenginliği istenmiştir. Ama Allah, kulunu zengin ederse, şükür de nimete göre değişir. Tehlikeli olan, mü'minin zengin olması değil, zenginin mü'minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır.
Hanefî F
ıkhına Göre Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harpte Fâiz
Darû'l İslâm'da; mü'minlerin birbirlerinden fâiz alıp-vermeleri haram olduğu gibi; gayr-i müslimlerden (zimmîlerden) fâiz almaları da haramdır. Gayr-i müslimlerin; kendi aralarında fâiz alıp vermelerine de, kat'iyyen müsaade edilemez. Zira Kur'an-ı Kerim'de: “Men edildikleri halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden (onları güzel şeylerden mahrum ettik) ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.” (4/Nisâ, 161) buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede; ehl-i kitab'a (yahûdi, hıristiyan vs.) fâizin haram kılındığı sâbittir (İbn Kesir, Tefsir, I/583). Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Dikkat ediniz!.. Kim ribâyı (fâizi) şart koşarsa, bizimle onun arasında ahid (zimmet akdi) yoktur" hadis-i şerifi, meseleyi kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Sonuç olarak; Dârû'l İslâm'da itikadî durumu ne olursa olsun, hiçbir fert, diğerinden fâiz alamaz. Fâize müsâade edilmez.
Darû'l Harp'te; mü'minlerin kendi aralarında (birbirlerinden) fâiz alıp vermeleri yine haramdır. Zira kardeşlik hukuku bâkîdir.
Mekhûl'den mürsel olarak rivayet edilen bir hadis-i şerif rivâyetinde Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Darû'l Harp'te; mü'minle harbî arasında faiz yoktur" (?) denilir. Mekhûl’ün fakih bir râvî olması sebebiyle, mürsel olan hadisi amele konu olur. İmam Serahsi, "Rasûl-i Ekrem'in, amcası Hz. Abbas (r.a.)'ın, "Mekke Müşriklerinden" fâiz aldığını bilmesine rağmen müdâhale etmediğini, ancak Mekke'nin fethinden sonra: "Câhiliyye devrine ait fâizler kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz de Abbas b. Abdülmuttalib'in faizidir" buyurduğunu, ayrıca Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in karşılıklı bahis sonucunda müşriklerin reislerinden (Ubey b. Halef'ten) mal almasına Peygamberimiz (s.a.s.)'in müsaade ettiğini" kaydederek, harbînin malının mâsum olmadığını zikretmektedir. İmam Şâfiî; Hz. Mekhul'den gelen hadisin mürsel olduğunu ve değişik te’villere müsâit bulunduğunu beyan ederek, Darû'l Harp'te de olsa, kâfirden faiz alınamayacağını beyan etmiştir. Hanefi fukahâsı; Mekhûl'den rivâyet edilen hadis rivâyetine itirazda bulunanlara; "Bir kimsenin malının mâsum (dokunulmaz) olabilmesi için; ya iman, ya zimmet akdi şarttır. Halbuki harbî (İslâm'a karşı savaşan kâfir) için; iki durum da söz konusu değildir. Bu hususta hadis-i şerif'in var olmadığını kabul etsek dahi; harbînin malının mâsum olmadığı açıktır. Kaldı ki; harbîlerin mallarını kendi kanunları ve rızâları gereğince almaktadırlar. Aldatma ve hiyânetten söz etmek mümkün değildir" şeklinde cevap vermişlerdir. İmam Ebû Yusuf, bu hususta muhâliftir; yani o, dâru’l-harpte de harbîlere karşı da olsa fâizin câiz olmadığı kanaatindedir (İbn Âbidin, c. 11, s. 163). Ancak, hanefî ulemâsı bu konuda fetvânın İmam Âzam Ebû Hanife'nin kavline göre verileceğini tasrih etmiştir. Sonuç olarak; Darû'l Harp'te mü'minlerin; harbîlerin mallarını, onların rızâlarına uygun olarak almaları mubahtır. (Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, Ölçü Y. İst. 1985, c. 2, s. 177-181)
Hanefî fıkhındaki bu görüşe rağmen, biz, dâru’l-harp kavramının da, fâizin kâfirlere karşı helâl olduğu anlayışının da, Kur’an’dan (ve sahih sünnetten) bir delili olmadığından yola çıkıyor ve fâizin her türlüsünden, hatta fâiz şüphesinden bile kaçınmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Kur’ân-
ı Kerim’de Ribâ/FâizKurân-ı Kerim'de fâiz anlamında ribâ kelimesi ve türevleri 6 âyette; 10 yerde zikredilir. (2/Bakara, 275, 275, 275, 276, 278; 3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39, 39, 39)
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.
Allah fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir). Sadakaları çoğaltır (içinde sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edenler, sâlih/iyi ameller yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenler için Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten iman ediyorsanız fâiz olarak artan miktarı almayın.
Şâyet (fâiz hakk
ında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.” (2/Bakara, 275-279)“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (3/Âl-i İmrân, 130)
“Men edildikleri halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden (onları güzel şeylerden mahrum ettik) ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.” (4/Nisâ, 161)
“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” (30/Rûm, 39)
Hadis-i
Şeriflerde Ribâ/Fâizİbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." (Müslim, Müsâkât: 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 4, h. no: 3333; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277)
"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Diğer bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. (Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278)
Ribâ'dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek gibi değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir. Bu durumda, Aliyyu'l-Kari'ye göre, hadis şu mânâyı ifâde eder: "Öyle bir zaman olacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır."
Bu hadis nokta-i nazarından, işlemlerinin esası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer kurumlar konusunda müslümanların dikkatli olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zannıyla bulaşma şıkkı tercih edilen "fâiz"li muâmelelere, hiçbir sûrette kesin bir ifâde ile "fâiz değildir" veya "câizdir" diye fetvâ vermemek gerekir. Fetvâ, büyük mes'ûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en uygunudur. İslâm ulemâsının ittifakla benimsediği umumî bir prensip mevcuttur: "Bir meselede helâl ve haram ihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe karîne/delil yok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yani şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Dolayısıyla, fâiz şüphesi olan işlemlerin "fâiz olduğunu" esas alıp, kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl u kârda "haram değil" diye fetvâ vermekten kesinlikle kaçınmalıyız; aksi halde, ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olabilir.
Bütün ihtilallerin, sosyal fesatların, huzursuzluk ve ahlâksızlıkların temelinde "sen çalış ben yiyeyim" düşüncesi yatar, bunu da ribâ besler.
Amr İbnu'l-Ahvas (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Vedâ Haccı sırasında dinledim, şöyle diyordu: "Haberiniz olsun, câhiliye devrindeki bütün ribâlar kaldırılmıştır, ödenmeyecektir. Sadece verdiğiniz ana parayı alacaksınız. Böylece ne zulmetmiş, ne de zulme uğramış olacaksınız. Haberiniz olsun cahiliye devrindeki bütün kan dâvâları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvası da el-Hâris İbn Abdilmuttalib'in kan dâvâsıdır." Rasûlullah (s.a.s.): "Tebliğ ettim mi?" dedi. Cemaat: "Evet tebliğ ettin" dediler ve üç kere tekrarladılar. Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Rabbi şahid ol!" dedi ve üç kere tekrar etti." (Ebû Dâvud, Büyû’ 5, h. no: 3334; Müslim, Hac 147; Tirmizî, Tefsir, Tevbe 2; İbn Mâce, Menâsik h. no: 76, 84)
"Altın altınla peşin olmazsa ribâdır. Buğday buğdayla peşin satılmazsa ribâdır. Arpa arpayla peşin satılmazsa ribâdır. Kuru hurma kuru hurmayla peşin satılmazsa ribâdır." (Buhârî, Büyû’ 54, 74, 76; Müslim, Musâkat: 79, h. no: 1586; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3348); İbn Mâce, Ticârât: 50, h. no: 2160, 2259; Muvattâ, Büyû’ 38, h. no: 2, 636-637; Tirmizî, Büyû’ 24 , h. no: 1243; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 273)
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) zamanında bize bayağı hurma veriliyordu. Bu muhtelif cins kuru hurmanın bir karışımı idi. Bu bayağı hurmanın iki ölçeğini bir ölçek iyi hurma mukabilinde satıyorduk. Bu tarz Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kulağına ulaşınca şöyle buyurdu: "İki ölçek hurmaya bir ölçek hurma, iki ölçek buğdaya bir ölçek buğday iki dirheme bir dirhem olmaz." (Buhârî, Büyû' 21; Müslim, Müsâkat 98, h. no: 1594, 1595, 1596; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1241; Nesâî, Büyû' 41, 50, h. no: 17, 271, 272, 273; Muvattâ, 32, h. no: 2, 632)
"Hz. Bilâl (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)'a (iyi cins bir hurma olan) bernî hurması getirmişti. "Bu nereden?" diye sordu. Bilâl (r.a.): "Bizde âdi hurma vardı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık", dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Eyvah! Bu ribânın ta kendisi, eyvah bu ribânın ta kendisi, sakın öyle yapma. Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat. Sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al" dedi. (Buhârî, Vekâlet: 11; Müslim, Müsâkat: 96, h. no: 1594; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 271-272)
"Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de birdir." Bir rivâyette: "...cinsleri farklı ise müstesnâ" denir. (Müslim, Müsâkât: 82, h. no: 1584). Bir başka rivâyette (şu ziyâde) ifade edilmiştir: "...Bu çeşitler farklı olduğu takdirde peşin ise dilediğiniz gibi satın." (Bu hadisi, Buhârî hâriç, Beş Kitap rivâyet etmiştir: Müslim, Müsâkat: 81, h. no: 1587; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3349-3350; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1240; Nesâî, Büyû’ 43, 44, h. no: 7, 274, 275, 276, 277, 278; İbn Mâce, Ticârât: 48, h. no: 2254)
Açıklama: Âlimler yukarıda zikredilen altı çeşit malda ribânın haram olduğunda icmâ ederler: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. Bunlara ribâ malları da denir. Bu altı kalem eşyadan her biri aynı cinsten eşya ile satılınca fazlalık olmamalı, alışveriş peşin yapılmalıdır.
"Bu altı çeşidin dışında kalan eşyaların alıp satılmasında fazlalık haram mıdır?" sorusuna âlimler farklı cevaplar verir. Aradaki ihtilaf, bu altı çeşit mala konan "haram" hükmünün illetine dayanır. Cumhur aynı illette müşterek olanların haramlığında ittifak ederse de, illetin ne olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu noktada, fıkıh kitaplarında on farklı illet üzerinde durulduğu görülür. İmam Âzâm'a göre, illet, cinsle birlikte ölçü, veya cinsle birlikte tartıdır. Öyle ise, hangi çeşit mal olursa olsun ölçü veya tartı ile satılan mallarda ribâ (fazlalık) haramdır. Satışı böyle yapılmayan malların cinsi ne olursa olsun fazlalık (ribâ) haram değildir. Mesela kireç veya alçı gibi yenmeyen mallar mâdemki ölçekle satılmaktadır, fazlalık haramdır, binaenaleyh kireç vererek vasfı değişik bir kireç alacak olsak, bu peşin yapılmalıdır ve miktarları eşit olmalıdır, fazlalık veya vâde araya girerse ribâdır, haramdır. Hadiste geçen ölçü ve tartı ile satılmayan eşyalar yenen cinsten de olsa araya girecek fazlalık haram değildir.
İmam Şâfiî'ye göre, haram kılınmada illet, malın yiyecek olmasıdır, ölçü veya tartı ile satılmasına bakılmaz. Yiyecek olmayan şeylerde yalnız altın ve gümüşte ribâ vardır. Ahmed İbn Hanbel'in de bu görüşte olduğu söylenmiştir. İmâm Malik'e göre, illet ekseriyetle yemek için biriktirmektir.
Hadisin, Ebu Hüreyre (r.a.)'den kaydedilen son fıkrasında açık bir şekilde belirtildiği üzere, farklı cinsler arasında ribâ olmaz. Yani buğdayla arpanın, altınla gümüşün alınıp satılmasında miktar sözkonusu değildir, ulemâ bu hususta ittifak eder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104-105)
Son rivâyetle ilgili olarak şunu da ilâve edelim: İllette müşterek olmayan ribâ malları fazlalıkla ve veresiye satılabilir. Meselâ altınla buğday, gümüşle arpa bütün ulemânın ittifakıyla bu şekilde satılabilir. Fakat ribâ malları cinsi cinsine olursa biri peşin, diğeri veresiye ve biri noksan, diğeri fazla olarak satılamadığı gibi, teslim ve tesellüm yapılmadan satış meclisinden ayrılmak da câiz değildir. Satılan malların cinsleri muhtelif olursa, peşin teslim edilmek şartıyla fazlalık câizdir. Meselâ bir ölçek buğday iki ölçek arpa mukabilinde satılabilir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106)
Ebu'l-Minhâl anlatıyor: "Zeyd İbn Erkam ve el-Berâ İbn Âzib (r.a.)'e sarf'tan (yani altınla gümüşü cinsi cinsine satmaktan) sordum. Şu cevabı verdiler: "Rasûlullah (s.a.s.) altının gümüş mukabilinde veresiye satılmasını yasakladı." (Buhârî, Büyû’ 80, 8, Şirket 10, Menâkıbu'l-Ensâr 50; Müslim, Müsâkat 87, h. no: 1589; Nesâî, Büyû’ 49, h. no: 7, 280; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106)
Fadâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Hayber'de bulunduğu sırada altın ve boncuklarla yapılmış bir gerdanlık getirildi. Bu, satılık ganimet mallarındandı. Rasûlullah (s.a.s.) altınların boncuklardan ayrılmasını emretti. Derhal gerdanlığın altın kısmı ile boncuk kısmı birbirinden ayrıldı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Altın, altına mukabil, tartısı tartısına satılsın." (Buhârî hâriç Beş Kitap tahric etti: Müslim, Müsâkat 89, h. no: 1591; Tirmizî, Büyû’ 32, h. no: 1255; Ebû Dâvud, Büyû’ 13, h. no: 3351-3353; Nesâî, Büyû’ 48, h. no: 7-279)
Açıklama: Burada altının başka bir madde ile birlikte satılması yasaklanmaktadır. Başta Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel olmak üzere birkısım âlimler verilen altın cinsinden fiyat, satılan eşyadaki altından fazla da az da olsa bu satışın fâsid olduğuna hükmeder. Ebu Hanîfe: Altın cinsinden biçilen fiyat, satılan eşyadaki altından fazla olduğu takdirde satışın câiz olacağına, misil veya daha az olma halinde satışın câiz olmayacağına hükmeder. İmam Mâlik buna yakın bir fikir beyan eder. Ancak fiyat fazlalığı üçte ikiyi geçmemeli, noksanlık da üçte birden aşağı düşmemeli. Bu hudud dâhilinde satış câizdir, aksi takdirde değildir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/107)
Müslim'de gelen diğer bir rivâyette Haneş es-San'ânî der ki: "Biz Fadâle ile bir gazvede berâberdik. Derken bana ve arkadaşlarıma ganimetten bir gerdanlık isâbet etti. Gerdanlık altın, gümüş ve kıymetli taşlardan yapılmıştı. Ben bunu satın almak isteyerek, Fadâle'ye sordum. Bana şöyle cevap verdi: Bunun altınını ayır, bir kefeye koy. Kendi altınını da bir kefeye koy. Sonra sakın misli mislinden fazla birşey alma! Zîra ben Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse sakın misli mislinden fazla bir şey almasın." (Müslim, Büyû: 91, h. no: 1591)
Ebû Bekre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), gümüşün gümüşe başa baş olmayan satışını yasakladı. Bize altın mukabilinde dilediğimiz şekilde gümüş ve gümüş mukabilinde dilediğimiz şekilde altın satın almayı emretti." Müslim'in ziyâdesinde "...Bir adam: "peşin mi?" diye sordu. Ebû Bekre: "Ben böyle işittim" cevabını verdi. (Buhârî, Büyû’ 81, 77; Müslim, Müsâkat 88, h. no: 1590; Nesâî, Büyû’ 50 h. no: 7, 280-281)
Açıklama: Hadis, ribâ mallarının, alım satımlarında şu iki şeye dikkat edilmesini teyid etmektedir: 1- Aynı cinsten şeyler alınıp satılırsa başa baş, yani eşit miktarda olacak, altınla altın, gümüşle gümüş, üzümle üzüm gibi. Üzüm vererek üzüm, altın vererek altın alacak olursak, miktarlarını eşit tutacağız, araya girerse ziyade fâiz olur. 2- Ayrı cinsten şeylerden birini vererek yapılan alışveriş, karşılıklı mütâbakatla istenen miktarda olur, ancak peşin olarak teslim ve tesellüm gerekir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/108)
Yahya İbn Sa'îd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Hayber'in fethi sırasında iki Sa'd'a (Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Sa'd İbn Ubâde), ganimet malından altın veya gümüş bir kabı satmalarını emretti. Onlar, her üç (birim)'i aynı dört (birim) mukabilinde, veya her dört (birim)'i üç (birim) aynı mukabilinde sattılar. Rasûlullah (s.a.s.) onlara: "Siz ribâ yaptınız, geri verin" diye emretti." (Muvattâ, Büyû’ 28 h. no: 2, 632)
Açıklama: Başka rivayetlerde tasrîh edildiği üzere Hayber'in fethi sırasında ganimetlere nezâret vazifesini Hz. Peygamber (s.a.s.) rivâyette isimleri geçen iki Sa'd'a vermiş idi. Rasûlullah (s.a.s.)'ın emri üzerine, altın (veya gümüş) bir kabı aynı cinsten para ile satarlar. Yani altın kap sattılarsa mukabilinde altın, gümüş kap sattılarsa mukabilinde gümüş para aldılar demektir. Aynı cinsten para alınca, ağırlığına denk olması gerekirken, dörtte bir fazlasına veya dörtte bir eksiğine satmışlar. Râvî, fazlaya mı, eksiğe mi sattıklarını hatırlamıyor ise de; a) Aynı cinsiyle sattığını ve arada fark bulunduğunu iyi hatırlamaktadır. b) Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu akdi "ribâ" diye reddettiği de râvî tarafından kesinlikle ifâde edilen bir husus olmaktadır.
Ribâdır, çünkü ribâ mallarından biri kendi cinsinden bir malla alınıp satılacak olursa başa baş misliyle olur, biri fazla diğeri eksik olamaz. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109)
Mücâhid anlatıyor: "Ben İbn Ömer (r.a.)'le beraberdim. Ona bir kuyumcu gelerek: "Ey Ebû Abdirrahman! Ben altın işliyor ve bunu kendi ağırlığından fazla altınla satıyorum. Böylece ona harcadığım el emeği miktarında fiyatını artırıyorum" dedi. İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı. Kuyumcu aynı meseleyi tekrar tekrar söyledi. Her seferinde İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı ve son olarak da şunu söyledi: "Dinar dinarla, dirhem dirhemle satılır. Aralarında fazlalık olamaz. Bu, Peygamberimizin bize vasiyetidir, biz de size vasiyet ediyoruz (tebliğ edip duruyoruz)." (Bu rivâyet Muvattâ'da tam olarak gelmiştir. Nesâî ise sâdece Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sözünü kaydeder. Muvattâ, Büyû' 31, h. no: 2, 633; Nesâî, Büyû’ 46, h. no: 7, 278; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109-110)
Açıklama: Bu rivâyet, altın ve gümüş gibi, kıymet birimi olan maddelerin alışverişi, kendi cinslerinden maddelerle yapıldığı takdirde itibarî değerlerinin nazar-ı itibâra alınmayacağını ifade eder. İtibarî değer, antika eşyalardaki hâtıra değeri, süs eşyasındaki san'at ve işlemeye müteallik el emeği gibi değerlerdir. Söz gelimi bilezik, kolye, küpe gibi altın ve gümüşten mâmul eşyalardaki emek ve işçilikten ileri gelen fiyat artması aynı cinsten parayla alıp satmalarda hesaba katılmayacak demektir. Hesaba katılması için bir başka cinsten para veya eşya ile alınıp satılması gerekir. Buna riâyet edilmeyen alış verişler ribâ sayılır ve haramdır.
Bu prensip ilk nazarda zorluk gibi gözükürse de, büyük bir rahmettir. Zîra, itibârî değeri olan antika veya hâtıra eşyalarını taşıyanların vergi yükü hafifletilmiş olmakta, bunların alım satımları vesilesiyle başka mallar da tedâvül imkânı bulmakta ve dolayısıyla piyasa hareketlilik kazanmaktadır. Hele temel gıda maddelerinde buna riâyet, başka hareket ve bereketlere imkân hazırlamaktadır.
Atâ İbn Yesâr anlatıyor: "Muâviye, altın veya gümüşten mâmul bir su kabını, ağırlığından daha fazla bir fiyatla satmıştı. Kendisine Ebu'd-Derdâ (r.a.): "Ben Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu çeşit alışverişi yasakladığını işittim. Rasûlullah (s.a.s.) bunların satışı misline misil olmalı diye emretti" diye itiraz etti. Muâviye: "Ben bunda bir beis görmüyorum" diye cevap verdi. Ebu'd-Derdâ (r.a.) öfkelendi ve: "Muâviye'yi kınamada bana yardım edecek biri yok mu? Ben ona Hz. Peygamber (s.a.s.)'den haber veriyorum o bana şahsî reyinden söz ediyor. Senin bulunduğun diyarda yaşamak bana haram olsun!" diye söylendi. Ebu'd-Derdâ bunun üzerine orayı terkederek Hz. Ömer (r.a.)'in yanına geldi. Durumu olduğu gibi ona anlattı. Hz. Ömer (r.a.) Muâviye'ye bir mektup yazarak bu çeşit satışı (altının altınla satılması), misli misline ve ağırlığına denk olarak yapmasını emretti." (Muvattâ, Büyû’ 33, h. no: 2, 634; Nesâî, Büyû’ 47, h. no: 7, 279). Rivâyette mevzûbahis edilen bu su kabı, altındandır, ancak inci, yâkut ve zeberced cinsinden kıymetli taşlarla işlenmiştir. Muâviye'nin buna 600 dinar para verdiği belirtilir. Sünnete muhalefet mânası taşıdığı için, Ebu'd-Derda fevkalâde üzülmüştür. Zîra şahsî re'yi ile sünneti reddetmek gibi bir davranış İslâm ulemâsını son derece üzen bir vak'adır. Ebu'd Derda'nın Muâviye 'ye küsmesi makbul küsmelerden sayılmıştır. Ulemâ, bir kimse, bir başkasına sünneti tebliğ ettiği zaman kulak verip itaat etmediği takdirde onu terkedip küsmenin câiz olacağını söylemiştir. Hatta, Tebük seferine katılmaktan kaçan Ka'b İbnu Mâlik (r.a.)'le kimsenin konuşmaması için, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in verdiği emir de bu meselede misal olmaktadır. Âlimler, bid'at çıkaran kimsenin terkedilmesi ve kendisiyle konuşulmaması gerektiği hususunda bu vak'ayı delil kılmışlardır. Nitekim İbn Mes'ud, bir cenaze sırasında bir adamın güldüğünü görünce: "Allah'a kasem olsun seninle ebediyyen konuşmayacağım" demiştir. Bu vak'a'nın Ubâde İbn Sâmit'le Muâviye arasında geçtiğine dair rivâyetler de mevcuttur. İki ayrı hâdise olması da muhtemeldir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/111-112)
"Ribâ veresiyededir." Diğer bir rivâyette: "Peşin alışverişlerde (cinsler farklı ise fazlalık sebebiyle) ribâ olmaz." (Buhârî, Büyû’ 40; Müslim, Büyû’ 102, h. no: 1596; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281)
Açıklama: Burada Hz. Üsâme (r.a.)'nin bir hadisin son kısmını hatırlayarak rivâyet ettiği açıklanmıştır. Rasûlullah (s.a.s.)'a ayrı cinsten iki şey birbiriyle satılırken birinin diğerine mukabil ağırlıkça fazla olmasının ribâ sayılıp sayılmayacağı soruluyor. Rasûlullah (s.a.s.), bu durumda peşin satıldığı takdirde ribâ olmayacağını ancak, veresiye olduğu takdirde fazlalık girecek olursa bunun ribâ olacağını beyan buyuruyor. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınlar, 3/112)
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Ben dinarla deve satıyor, dinar (altın para) yerine gümüş alıyordum. Bazan da gümüşle (dirhem) satıyor, onun yerine dinar alıyordum. Bu durumu Rasûlullah (s.a.s.)'a arzederek hükmünü sordum.
"O andaki (aynı meclisteki) kıymetiyle olunca bunda bir beis yok" buyurdu." (Tirmizî, Büyû’ 24, h. no: 1242; Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354-3355; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281-282; İbn Mâce, Ticârât 51, h. no: 2262)Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "...O günün fiyatıyla almanda bir beis yoktur, yeter ki aranızda (henüz ödenmeyen) bir miktar olduğu halde birbirinizden ayrılmış olmayasınız." (Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354, 3355)
Ma'mer İbnu Abdillah İbni Nâfi (r.a.)'nin anlattığına göre, kölesine, bir sâ buğday vererek pazara yollar ve: "Bunu sat, parasıyla arpa satın al" der. Köle gider. Onu vererek bir sa'dan bir miktar fazla arpa satın alır. Köle dönünce, Ma'mer (r.a.) ona: "Niye böyle yaptın? Çabuk git ve geri ver. Misli misline denk al. Zîra ben, Rasûlullah (s.a.s.)'ı işittim, şöyle diyordu: "Yiyecek, yiyecekle misli misline denk olmalıdır." O zaman yiyeceğimiz arpa idi. Kendisine: "Ama bu arpa onun misli değildir" dendi ise de: "Ben arpanın buğdaya benzemesinden korkarım" cevabını verdi." (Müslim, Müsâkat 93, h. no: 1592)
Açıklama: Görüldüğü üzere arpa ile buğday birbirine yakın iki gıda maddesi olduğu için, bir cins sayarak araya giren fazlalığı fâiz kabul edenler olmuştur. İmam Mâlik bu mânadaki hadislere dayanarak bu iki maddeyi bir cins addeder. Cumhur ise buğday ve arpanın iki ayrı cins olduğunu kabul eder. Aslında burada da buğdayla arpanın bir cins olduğu sarih değildir. Ma'mer (r.a.), takvâsına binâen ihtiyatla hareket etmiştir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/113)
İmam Mâlik'e ulaştığına göre, Süleyman İbn Yesar demiştir ki: "Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın merkebinin yemi bitmişti. Kölesine: "Ailene ait buğdaydan bir miktar götür, ona mukabil arpa satın al, sakın mislinden fazla almayasın" dedi. (Muvattâ, Büyû’ 50, 52, h. no: 2, 645)
Ebû Ayyaş'ın -ki ismi Zeyd'dir- anlattığına göre: "Sa'd İbn Ebî Vakkas (r.a.)'a, beyaz buğday mukabilinde kabuksuz arpa satın almanın hükmünü sorar. Sa'd (r.a.) kendisine: "Hangisi daha kıymetli?" diye sorar. Zeyd: "Beyaz buğday" der. Sa'd onu bu işten men eder ve der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'a kuru hurmayı tâze hurma mukabilinde satın alma hakkında sorulduğu zaman işitmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bunu sorana: "Tâze hurma kuruyunca ağırlığını kaybeder mi?" dedi. Adam "evet" cevabını verince, Rasûlullah (s.a.s.) onu bu işten men etmişti." (Tirmizî, Büyû: 14, h. no: 1225; Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3359; Muvattâ, Büyû’ 22, h. no: 2, 624; Nesâî, Büyû’ 36, h. no: 7, 269; İbn Mâce, Ticârât 53, h. no: 2264)
Açıklama: Görüldüğü üzere yaş hurma, kuru hurma ile eşit miktarla da olsa, farklı miktarla da olsa, peşin de olsa, veresiye de olsa satın alınamadığı gibi, kıymetce birbirinden farklı olan buğday ve arpa da birbiri mukabilinde alınıp satılamaz. Araya bir başka birim meselâ "para" girmelidir. Biri satılır, elde edilen para ile öbüründen satın alınır. Ebu Hanife merhum yasağı veresiye satışa hamlederek ölçek yönüyle eşitlik halinde birbiriyle satışlarını tecviz eder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114-115)
Ebû Dâvud'un diğer bir rivayetinde: "Hz. Peygamber (s.a.s.), tâze hurmayı kuru hurma ile veresiye satmayı yasakladı" denir." (Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3360)
Abdullah İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.)'ın anlattığına göre, "Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine bir ordu hazırlamasını emretmiştir. Mevcut develer (askerlere) yetmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) (devesi olmayanlar için, bilâhere) hazine develerinden ödenmek üzere deve te'min etmesini emretti. (Böylece Abdullah) zekât yoluyla hazineye gelecek develerden iki adedi karşılığında bir deve temin ediyordu." (Ebû Dâvud, Büyû’ 16, h. no: 3357)
Açıklama: Cumhur, aynı cinsten de olsa hayvanın hayvana mukabil veresiye olarak, farklı sayıda satılabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik cinslerin farklı olmasını şart koşmuştur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117)
"İki hayvan, veresiye olarak bir hayvana mukabil satılamaz. Peşin satılırsa bunda bir beis yoktur." (Tirmizî, Büyû' 21, h. no: 1238; İbn Mâce, Ticârât 56)
Semûre İbn Cündeb (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvanın hayvanla veresiye satışını yasaklamıştır." (Tirmizî, Büyû' 21, h. no: 1237; Ebû Dâvud, Büyû' 15; Nesâî, Büyû' 65, h. no: 7, 292; İbn Mâce, Ticârât 56, h. no: 2271)
Saîd İbnu'l-Müseyyeb derdi ki: "Hayvanda ribâ yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvan satışını üç hususta yasakladı: el-Mezâmin, el-Melâkih ve Habelu'lhabele." (Mezâmîn: Dişi devenin karnındaki yavru demektir. Melâkih: Erkek devenin belinde bulunan (ve dişiyi dölleyen) şey demektir. Habelu'l-habele: "Hâmile develerin hâmile kalması) yani, dişi develerin karnındaki ceninin doğuracağı yavrunun satımı. İmam Mâlik, bu tâbirleri, yukarıdaki gibi açıklamıştır. Ancak garib kelimeleri açıklayan lugatci ve fakihler nezdinde, mezâmîn ve melâkih kelimeleri aksi mânaları ifade etmektedir. (Muvattâ, Büyû' 63, h. no: 2, 654)
Açıklama: Bu hadis, biri diğerine mukabil karşılıklı satıma konu olan hayvanlar, aynı cinsten de olsa ayrı cinsten de olsa peşin veya veresiye, mutlak olarak câiz olduğunu beyan etmektedir. Esâsen farklı cinsteki hayvanlar veresiye olarak birbiriyle satılsa ribâ yoktur. Aynı cinsten olmaları hâlinde veresiye satımları İmam Mâlik'e göre câiz olmaz. Şafiî hazretleri yukarıdaki rivayeti esas alarak cevazına hükmeder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/119)
İmam Mâlik'e ulaştığına göre, bir adam İbn Ömer (r.a.)'e gelerek: "Ben birisine bir borç verdim. Bana, bunu daha üstün bir şekilde iâdesini şart koştum" dedi ve hükmünü sordu. İbn Ömer (r.a.): "Bu ribâdır" diye cevap verdi ve şu açıklamada bulundu: "Borç verme işi üç şekilde cereyan eder.
1- Borç vardır, bunu vermekle sâdece Allah'ın rızasını düşünürsün. Karşılığında sana rızâ-yı İlâhî vardır.
2- Borç vardır, bununla arkadaşını memnun etmek istersin.
3- Borç vardır, temiz bir malla pis bir şey almak için bu borcu verirsin. İşte bu ribâdır."
Adam: Öyleyse bana ne emredersiniz, ey Ebû Abdirrahman? diye sordu. İbn Ömer şu açıklamada bulundu: "Akdi yırtmanı tavsiye ederim. Borçlu, verdiğin miktarı aynen iâde ederse alırsın. Verdiğinden daha az iâde eder, sen de alırsan sevap kazanırsın. Eğer sana, daha iyi birşeyi gönül hoşluğu ile verirse, bu sana bir teşekkürdür, böylece teşekkürünü ifade ediyor demektir. Sana ayrıca, ona vâde tanıdığın için sevap vardır." (Muvattâ, Büyû' 92, h. no: 2, 681-682; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120)
Mücâhid'in anlattığına göre, "İbn Ömer (r.a.) bir miktar borç para aldı. Bunu sâhibine daha iyi bir şekilde ödedi. Borç veren adam: "Bu verdiğimden efdaldir (fazladır)" diyerek almak istemedi. İbn Ömer adama: "Biliyorum, ancak için bu şekilde rahat edecek" dedi. (Muvattâ, Büyû' 90, h. no: 2, 681)
Açıklama: İmam Mâlik, önceden her iki tarafca şart koşulmamak kaydıyla, borçlunun borcunu öderken, içinden gelerek, bir fazlalıkta bulunduğu takdirde bunun faiz olmayacağını ifade etmiştir. Bunun borçlunun içinden gelmesi, gönül hoşluğu ile vermesi şarttır. Verilen fazlalık şart gereği, âdet icabı, vaad sonucu olursa câiz olmaz. Ayrıca bu fazlalık bir başka eksikliği kapatmamalıdır. Sözgelimi on adet düşük altına mukabil sekiz adet kıymetli altın ödemek veya on adet âdi sikke altın almışken, on adet iyi altın ödemek gibi, bu durum da ribâ sayılır. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/120-121)
Sâlim (r.a.) anlatıyor: "İbn Ömer (r.a.)'e 'belli bir vâde ile bir başkasında alacağı bulunan adam, parasını daha çabuk alabilmek için bir kısmından vaz geçecek olsa?' diye sordular. İbn Ömer bunu hoş görmedi ve bu davranışı yasakladı." (Muvattâ, Büyû' 82, h. no: 2, 672)
Açıklama: İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe vâdeyi kısaltma karşılığında borcun azaltılmasını tecviz etmemişlerdir. İbnu Abbas (r.a.) bunu tecviz eder. Şâfiî'nin her iki görüşe de sâhip olduğu belirtilir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121)
Ubeyd İbn Ebî Sâlih anlatıyor: "Ben, bilâhere ödenmek üzere Dar-ı Nahle ehline bez sattım. Bir müddet sonra Kûfe'ye gitmek istedim. Borçlular bana gelerek fiyattan biraz inmem hâlinde peşin ödeyeceklerini söylediler. Bunu Zeyd İbnu Sâbit'e sordum. Bana: "Hayır, bu işi yapmana cevaz veremem, bunu (ribâyı) senin yemeni de, (satın alanlara) yedirmeni de emredemem" dedi. (Muvattâ, Büyû' 81, h. no: 2, 671)
Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın terketmeyenler için harb etmeye izin verdiği ribâ, câhiliye devrinde iki şekilde cereyan ederdi:
1- Bir kimsenin diğer bir kimsede, vâdeli bir alacağı bulunurdu. Vâde dolunca alacaklı: "Ödeyecek misin yoksa fâizlesin mi?" derdi. Borçlu öderse öbürü alırdı. Ödemezse, ölçeklenen, tartılan, ekilen veya sayılan çeşitten ise alacak katlanırdı.
2- Yaşla ölçülen (canlı hayvan gibi) bir mal ise, daha üst mertebeye kaydırılır, vâde de uzatılırdı. İslâm gelince Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Allah'tan sakının, inanmışsanız fâizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz" (2/Bakara, 278-279). (Bu rivâyeti Rezîn tahric etti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/123)
"Ribânın en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini) rencide etmektir." (Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4876)
Açıklama: Ribanın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz "erba'rribâ" tâbiri "en çok vebâle sebep olan", "en ziyade haram olan" gibi mübâlağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tesbit edilmek istenen şey gıybettir. Çünkü ırzı rencide, gıybetle olur. Gıybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarında şerefin maldan daha kıymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin mânevî şahsiyetinin, sosyal itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de: "Irz, insanın medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de (anası babası gibi) veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir" diye tarif ettikten sonra "kişinin nefsini ve hasebini (itibarını) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi" diye açıklar. Peygamberimiz; "Her müslümanın kanı, malı, ırzı bir diğer müslümana haramdır" buyurmuştur. Şu halde, insanın kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ırzını teşkil etmektedir. İnsan ecdâdıyla itibar kazanır, intisab ettiği cemaatle, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanır, şeref duyar. Şu halde, yukarıdaki tarifteki medh ve zemm yeri tabiri ile insana itibar getiren, şeref kazandıran her hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hânesine yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan konusundaki bu hassâsiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır.
Gıybeti kötülemede, onu ribâ ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde ribâ en çok kötülenen, kaçınılması husûsunda en çok dikkat çekilen, hassâsiyet gösterilen bir günahtır. Kur'ân-ı Kerim'de "Ribâ (faiz) yiyen kimselerin kıyâmet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları... Allah'ın riba'yı helâl sayan kâfirleri sevmediği" ifade edilir (2/Bakara, 275-276). Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, gıybetin bu pis günahtan daha pis bir günah olduğunu belirtmektedir. Tîbî der ki: "Rasûlullah 'ırz'ı, mübâlağa kasdıyla mal cinsine sokmuş ve ribâyı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif ribâ'dır yani borçludan, malını fazlasıyla almaktır. Müteârif olmayan riba ise kişinin dilini arkadaşının ırzına uzatmasıdır. Hadiste ikinci ribâ birinciden daha kötü ilân edilmiştir." Gıybetin böyle kötülenmesi İslam'ın çok ehemmiyet verdiği sosyal dayanışmayı zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraların tedâvisi kolay ise de, mânevî yaraların, sosyal hastalıkların tedâvisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdî hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Halbuki bazan ırkî, mezhebî, siyasî cemaatî mülâhazalarla kitlelerin gıybeti yapılmakta, böylece hem ümmet birliği ciddî şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanıklıkta olduğu gibi gayr-i müslimler karşısında güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gıybete giren ufak bir kelâmla, icabında bir millet, bir hizib, bir aile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır.
Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine rencide edici her çeşit sözün gireceği açıktır. Hadiste yer verilen "haksız yere" tâbirinden âlimler, bazı hallerde gıybetin câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikâyet etmeye, zâlimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Ehl-i bid'anın, fâsığın kötülükleri, onların şerrinden mü'minleri korumak kasdıyla hallerinin beyânı câizdir, yasağa girmez.
Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) kan mukabilinde alınan ücretten, köpek semeninden/parasından, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, fâiz yiyeni, fâiz yedireni ve musavvirleri lânetledi." (Buhârî, Büyû' 113, 25, Talâk Libas 86, 96; Ebû Dâvud, Büyû' 65, h. no: 3483)
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı yiyeni, yedireni, ribâ akdini yazanı, sadakaya (zekâta) engel olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı, hulle yapanı, hulle yaptıranı lânetledi." (Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 8, 147)
Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.), bu hadislerinde, mü'minler ve hatta hayvan ve eşya hakkında bile kullanılmasına cevaz vermediği "lânetleme"nin, kimler hakkında kullanılabileceğinin örneğini vermektedir. Bunlardan ilki, konumuzla ilgili olandır. Rasûlullah’ın lânet ettiği az sayıda insanlar arasına fâizle ilgili muâmelelere girişenler de vardır. Alan, veren, faizin girdiği akidleri yazan, şahidlik yapan vs. Rasûlullah diliyle lânetlenmiştir. Ribâ veya fâiz aynı mânâya gelir, lügat olarak artmak, ziyadeleşmek demektir. İslam dini alışverişte faizi şiddetle yasaklamıştır. Kur'ân-ı Kerim birçok âyette faizin haram olduğunu belirtmiş, mü'minlere "faiz yemeyin" uyarısında bulunmuştur (3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39).
"Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz." (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42).
"Faizle malını artırmaya çalışan hiç kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasını sonuçlandırmasın!" (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261)
"Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben: 'Ey Cibril bunlar kimlerdir?' diye sordum. "Bunlar fâiz yiyenler!" dedi..." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet, bazı âlimlerce eleştirilmiş ve zayıf kabul edilmiştir.)
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: "En son inen ayet, faizle ilgili olan ayettir. Rasûlullah (s.a.s.) onu bize açıklamadan vefat etti. Öyleyse faizi de faiz şüphesi olan muâmeleyi de bırakın." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261) (Bu rivâyet, zayıftır.)
"Faiz yetmiş üç kapı (çeşit)dir." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet de zayıftır.)
Aşağıdaki hadis rivâyeti, mûteber kabul edilen hadis kitaplarında geçmez, büyük ihtimalle uydurmadır, zâten Peygamber üslûbuna benzemeyen bir ifâde sözkonusudur ve cezâsı abartılmıştır:
"Faiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. En hafifi, kişinin anasıyla zinâ yapması gibidir." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260). Hatta, kimi rivâyetlerde "kişinin Kâbe'de anasıyla zinâ yapması gibidir" denilir.
Tefsirlerden
İktibaslar“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 275)
Ribâ yoluyla haksız yere mal kazananlar hem dünyada hem âhirette delilikten şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi sersemleyerek kalkarlar. Rastgele ve anlamsız hareketlerde bulunurlar. Bu onların; "Alış veriş de ancak riba gibidir." demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır. Artık her kim kendisine Rabbinden ribanın haram olduğuna dair bir öğüt gelir de ribadan vazgeçerse geçmişteki aldıkları kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır. Samimi bir şekilde tevbe ederse Allah onu bağışlar. O’na ummadığı yerden bol bol rızık verir. Her kim de tekrar ribaya dönerse; işte onlar ateş halkıdır; orada sürekli azap içerisinde kalıcıdırlar.
Ribâ: Aynı cins malların birbirleriyle karşılıklı satış akdinde şart koşulan bir fazlalığın olması veya borç veren kimsenin borç alandan borcun zamanının uzamasından dolayı verdiği para ya da malı fazlasıyla almasıdır. Eğer borçlu ödünç aldığı malı çalışarak arttırmışsa riba yiyen, borçlunun emeğinden gasbetmiş olur. Fakat borçlu aldığı malı arttıramamış bilakis daha çok zarar etmişse veya aldığı malı ailesi için harcamışsa, riba yiyen bu sefer borçlunun etinden, kanından yemiş olur. Ribanın tüm çeşitleri yasaklanmıştır. Sadaka: Geri iadesi istenmeden karşılıksız olarak bir kimseye malların bir kısımını bağışlamaktır. Karz-ı hasen: Bir kişiye karşılıksız olarak borç vermektir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: Ribâ: Sözlük anlamıyla ziyâdelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup, faiz dediğimiz "artık değer"in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir. Ribâ bir muamelede, hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde kendini gösteren bir yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık gözetme maksadı olmayınca ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler birbirleriyle değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat farkından dolayı bir fazlalık meydana geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir. Yani ribânın ölçüsü hem cins, hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini gösterir. Karşılıklı sözleşmenin esası, malı malla terazide tartarak değiştirmek demek olan alışveriştir ki, malın faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı içindedir. Gerçi satış bazı hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu kâr, tek taraflı değil, en az iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan karşılıksız sayılmaz. On kuruşa alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman, o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede cinsi ve miktarı birbirine eşit iki mal birbiriyle karşılıklı olarak değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz bir fazlalık söz konusu oldu mu işte bu bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın aslında karşılığı ödenmemiştir ve karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra almak üzere borç olarak on lira verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı; fakat bir süre sonra, sizin verdiğiniz o on liranın yerine size yine on lira getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on lira birbiriyle değiştirilmiş oldu demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen birbirinin karşılığıdır. Fakat o borçlu on yerine mesela on lira on kuruş verirse, bu on kuruş açıktan ve bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu âyet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ, cahiliyet devri Arapları arasında bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ demekti; biri öbürüne altın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vade geldiği zaman borçlu borcunu ödeyemiyecekse alacaklısına, "veremeyeceğim, irbâ et", yani "arttır" derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vade yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta ana paranın bir veya birkaç mislini bulurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen "re'sü'l-mal" ve ona eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı verilirdi. Her vade yenilenişinde eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine veya birikmiş faizlerle birlikte ana paranın toplamı üzerine konularak tartıya dahil edilirdi ki, zamanımızın deyimi ile birincisi basit faiz, ikincisi mürekkep faiz demektir. Böylece ribânın ana paraya eklenip katlanması mürekkep faizde daha hızlı olmakla beraber, faizin her iki şeklinde de meydana gelmesi söz konusudur. İş ve ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan faiz işlemleri de öz bakımından cahiliyet devrinde cari olan faiz geleneğinden farklı bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması da bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlanın kendisidir. Bunun "karz-ı hasen" denilen "karşılıksız borç" dışındaki bütün borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki, işin aslına göre ve lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı "ribâ"dır. Ziyadelik, mutlaka bir artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna "faiz" veya "nema" adı vermek "alışveriş de ribâ gibidir" iddiasında görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek verilen yalan ve uydurma bir isimdir.
Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu fazlalık, anlam bakımından şeriatte diğer mallara ve "nesî" adı verilen vadeli satışlara da uygulanmıştır. Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle ribâdır." hadis-i şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemleri de, veresiye esasına dayanan vade farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi "Aynı cins ve kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday alınabilir, fazlası ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede arpa alınabilir, fazlası ribâdır..." diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu, altını ve gümüşü, hâsılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek sayan meşhur hadis-i şerifte hem "yeden biyedin" yani peşin olarak elden, hem de "mislen bimislin" değer ve kalite bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak tam karşılığı demek olduğu halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan, yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin hükmünün kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır. Bununla beraber bu hadiste ribânın altın ve gümüş gibi nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar o günkü geleneksel anlayışta ribâ sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı ribâ kelimesi, geleneksel anlamı dışına çıkarılarak daha geniş kapsamlı bir şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle olduğu şununla da desteklenmiştir ve kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk (r.a.): "Ribânın gizli, kapalı olmayan birtakım bölümleri vardır ki, onlardan birisi de hayvan alış verişlerindeki selemdir." buyurmuştur. Selem peşin para ile veresiye mal alma, malı ucuza kapatma olduğuna göre; Hz. Ömer'in bu sözünden de anlaşılacağı gibi, ribânın birtakım gizli yolları ve şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim lügatte ve örfte ribâ adı verilmeyen ve günümüzde dahi faiz kapsamı içine girmeyen bu çeşit hayvan alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ sayılması gerektiğini kesin bir dille belirtmiştir. "Ahkâm-ı Kur'ân"da açıklandığı üzere yine Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: "Ribâ âyeti, Kur'ân'ın en son nazil olan âyetlerindendir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan göçtü. Bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ şüphesi bulunanları da bırakınız.
Bundan dolayıdır ki, İslâm'da "Helâl olan şeyler apaçık, haram olan şeyler de apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak." hadis-i şerifi gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip cinsinden bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde "ribâ şüphesi ribâdır, zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir" diye bir kural vardır. Müslümanların bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek göstererek ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve âyetlerin verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi imamlarının çıkardığı sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek diğer mallarda ribânın sebebi ve ölçü birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî fakihleri nakitler dışındakilere bir "ta'm" denilen "yeme" anlamını, Malikîler "kût" mânâsını ilâve etmişlerdir.
Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin fethi sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta halka duyurulması ile ilk uygulaması da Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu sıralarda da "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (5/Mâide, 3) âyeti gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân Sûresi'ndeki "Ey iman edenler kat kat katlanmış olarak faiz yemeyin!" (3/Âl-i İmrân, 130) âyeti, sonra da işte bu âyetler nazil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekâmülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak faizin yer aldığı bir toplum düzeni, henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel hale gelmemiş demektir ve mükemmel bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet ve kavimlerden de ribâ kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş, sosyal yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet ve tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan kurtulamazlar, kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını ortadan kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamayacağı inancı yayılmaya ve faizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve çözülme başgöstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. "Zarûretler mahzurluyu mubah kılar." kuralınca zaruretler, mubah görme kapısını açar. Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve sağlam bir toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki düzelme ilerledikçe faizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır. Fakat faiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve fakirlik azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında faizin ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de, doğrusu hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz gerçekleştiremediği bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde gerçekleşmişti. Bu sûretle Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün beşeriyete dahi en yüksek bir tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhî kanundur.
Toplumun iktisat düzenini güven altına almak için, hayır yolunda infakı genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en önemli hedef kabul ederler. Bunun aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini revaçta tutan toplumlar da servette tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef tutarlar. Faizci, borç verip ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her ribâ bir bedel verilmeden alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını hafifletecek yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız gasp eder, dolayısıyla borç yükünü daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum ribâcılara çalışmış olur. Fakir fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa olsun o toplumun dışına itilmiş ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu durmadan ihtilâllere sürükler. Meşrû olmayan art düşünceli maksatlardan doğan ihtilâl fikirleri ile fıtrî sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük farklar vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete eremeyeceğini sanan toplumlar, hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için ribâ, tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç halini alır. O zaman gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları zorlaşır. Hepsi ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu zorluğu göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler işte yukarıda açıklanan "Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." âyetinin verdiği müjdeye nâil olurlar. Ribâcılar ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır dururlar.
İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki: "fâiz yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet elde ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade tüketime hizmet eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına gidenler, sâradan, cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış sâralı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan "mess" Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya "memsûs" yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana nisbet edilerek "cin tutmuş", "şeytan çarpmış" denilegeldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış ise de, burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere dayandığını göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pekçoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları ribâ düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından dolayı bir hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken genellikle sâralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır. Mîrac gecesinde Rasûlullah, ribâcıları bu âyetin tasvir ettiği şekilde görmüş, bunlar kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti okumuştur.
O ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar alış-veriş de başka birşey değil, ancak ve ancak ribânın bir benzeridir. O da ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür diye inandılar. Alışveriş ile ribânın hakikatteki farklarına rağmen, ayrı ayrı özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş gibi kıyaslayıp aynı işleme tâbi tuttuklarından başka, bununla da yetinmeyip ribâyı asıl, alışverişi de ona benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki alışverişin de ribânın akıntısına kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap edermiş gibi bir düşünceden hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı alışverişe benzetmeleri ve böyle bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi saymaları, daha önemlisi bu teşbih-i kalb, veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl ve temel kabul edip alışverişi de onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece "ribâ alışveriş gibi değil", bilakis "alışveriş ribâ gibidir" demeleri ve böyle bir mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi gösterip helâl saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip, tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i maklûb" veya "teşbîh-i ma'kûs" olması hakkında biraz ihtiyatlı davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü bakımından "teşbîh-i ma'kûs" suretiyle bir kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih etmişlerdir ki birine göre, yani teşbih-i maklûb olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla asılmış gibi abartıldığı, diğerine göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.
Nakitlerin, her çeşit malın hızlı bir şekilde değişim aracı olması, alışveriş ve değişimin tekrarlanması ve sürüp gitmesi de sonuçta malların bir kâr ve nemâ (artma) sebebi olması itibarıyla; nakitler durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa da takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu şeriat açısından da böyledir. Bu bahane ile ribâcılar birine bir para verdikleri zaman, verdikleri paranın bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp, hayal edilen nazarî menfaatını karşılık göstererek, onun yerine faiz denilen bir kesinleşmiş fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir. Fakat gerçekte karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak var gibi görünmektedir. Yani alınan faiz görünür, bilinir, belli bir maldır, bir değerdir; fakat onun karşılığı farzedilen şey ise ne görülür, ne bilinir, ne de elle tutulur bir şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan bir hayaldir, şöyle olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî kuvvettir, bir vehimdir. Hayal ise hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile değiş tokuşu da bir hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir. Alışveriş ise gerçek anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale hayal, hakikate hakikat hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu hayalî değişimi, bir gerçek değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine "Ribâ da alışveriş gibidir, ben bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş gibi bir değişim yoluyla alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin değil de faydasının satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak ister. Oysa kirada fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve vehimde vardır.
Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle bir bakar, "Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler neler kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum. Haydi bu kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve sağladığı faydalardan da şu kadarını toplam olarak geri bana ver." der. Ayrıca "Bak, ben sana ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de minnet yükletir. O zavallı fakir de belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla alır, kazanabilirse zaten kazancını faizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur gider. Bununla beraber ribâcılar, "ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmış olsalar, hakikate karşı büyük iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh halleri toplum için yine de nisbeten ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü o zaman alışverişin esas olduğunu kabul ve itiraf etmiş olacaklarından faiz işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime yaklaştırmaya çalışırlardı. O zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hâkim olmaz, faizsiz, sağlam ve gerçek anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilirdi. Emek ve üretim sahipleri o kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak sermaye sahipleri lehine (çıkarına) birikip durmazdı. Halbuki ribâcılar kendi zihniyetlerinde "ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler: "Ticarî işlemlerde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu yararı değildir; en az emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol kazanç elde etmenin en rahat, en kısa yolu da faizciliktir. Faizde kâr muhakkak ve kuvvetli; ticarette ise riskli, zayıf ve vehim, yani varsayımdır. Alışveriş gibi değişik sözleşmelerin çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan kâr ile tek sözleşmeyle ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok açıktır. Sonra gerçek değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak kârda fazla bir fevkalâdelik yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin normal bir karşılığıdır. İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir kâr elde etmiş olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler, hep kazanç ve kâr elde etmek için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir. Tüccarlık kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir.
Özetle, alışverişin asıl özü değişim ile onun bedeline sahip olmak demek değildir, yalnızca kazanç ve kâr elde etmektir. Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş değil kârdır. Hâlis kâr ise ribâdır. Bu anlamda ribâ alışverişe benzer değildir, ancak alışveriş ribâya benzemektedir. "Alışveriş de ribâ gibidir." formülüne göre; alışveriş helâl ise, ribâ öncelikle helâl olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim yapmadan paralarını durmadan arttırmak isterler.Bunun için paranın sağladığı fayda derken yalnızca ribâyı düşünürler. Paralarının getireceği faizi düşünmeden hiçbir işe girişmezler. Fâiz kalkarsa ticaret durur derler. Kendilerini tüccarların en büyüğü sayarlar. Faiz işine bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler. Halbuki tüccarı yaşatan faizciler değil, faizcileri yaşatanlar tüccarlardır.
Fâiz düşünmeyen bir kimse, meselâ yüzde beş kârla işe girişmek isterse ribâcılar, yüzde on ile bile iş tutmaya râzı olmazlar, fakat başkalarını iflâs ettirmek ve fâiz piyasasını yükseltmek için türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre için zarara bile katlanırlar. Bir kere ticarî işlemlerin aslı esası fâizdir şeklinde karar verildimi, artık ribâ bütün alışverişe hâkim olur. Ribâya benzetilmeden, fâiz hesabı karıştırılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas hedef olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya giren ribâ ile, malların aleyhine ve paranın lehine bozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, faiz kanallarından ribacıların ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet tekelleşmeye başlar, lüks ve zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler hesabına üretimin değeri düşer, aracılar da bu ikisi arasında durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye, bununla beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar azalmış, açlar çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda bulunan emek sahipleri ile, sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir taraftan sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması aleyhine fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve aracısız değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını ellerinde tutanlar, bütün imkanlarını kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı kontrol altına almaya, bunları saf dışı etmeye veya esaret altına almaya çalışırlar. Gitgide sermayeden de, üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır. Bunlarda da bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan bir toplum, oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki acının telaşı ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade etmeye kalkışırlar.
Bütün bu fenalıklara sebep olan ribâcıları, korkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri altüst olur. Bu sâra onlara da dedikleri zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir anlamda dışa vurması demek olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da büyük kıyâmette mutlaka bu cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe etmedikçe bu kötü sondan kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar hayret verici bir şeydir ki, bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma'kûs ifade eden veciz cümlesi içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını karşılamış, iyilik ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan bütün değişim usullerini ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla ilgili olarak bütün hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra ve halka hizmet hedefinden çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek ve işgücünü, şahsî ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale dönüştürmek isteyen ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh hallerini gösterivermiştir.
Evet ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler, halbuki Allah, alışverişi helâl, ribâyı haram kıldı. Bunlar birbirine benzer şeyler değil, tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken aralarındaki fark nasıl olur da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan bir bâtıl benzetme ile alışverişi ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye kalkılır. Bunları birbirine karıştırıp haramı helâl, helîlı haram yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah, birbirinin zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal ile hakikatı nasıl ayırmış ve bu farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl vermemiş ise gerçek ve sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim ürünü bir değişim olan ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kaldırmaya, haramlığını ve helâllığını karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.
Akıl ve idrâkleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz ilâhî irşad kendilerine ulaşmamış bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik rabbanî uyarıların gelişinden sonra da bu sevdâdan vazgeçmeyip böyle bâtıl duygu ve düşüncelerde ısrar edenlerin, âhiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve sâralı gibi olmaz da ne olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt, bir nasihat ve uyarı gelip de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun geçmişte kalan ribâ artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da kalkışılmaz, hüküm öncesine şâmil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah'a kalmıştır. Şimdiki halde ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlâs ve nedâmet derecesine göre, Allah ona ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz, onu ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe hakkındaki vaadine bakılırsa, o kulun affedilme ümidi fazladır. Her kim dönerse, yani eskiye döner de yine ribâyı helâl görmeye başlarsa işte onlar ateş, yani cehennem ehli ve ashâbıdırlar. Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.
Bu Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr gözeten alışverişin niteliğini öylesine kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi arasındaki farkı ve tezadı öylesine tesbit etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım kelimesindeki "elif lâm"ı ahd-ı hâricîye hamledip, ribânın "kat kat ve katmerli", yani mürekkep olan bir tek çeşidine âitmiş gibi göstermeye imkân bırakmamıştır. Bundan dolayı "ribâ" kavramı ile "alışveriş" kavramı iyice anlaşıldıktan sonra bunları birbirine karıştırmaya imkân yoktur. Allah katında alışveriş, "alışveriş" olduğu için helâl; ribâ da "ribâ" olduğu için haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere gelince, bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme bağlı olacağı bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla pislik karışmış olan suyu nasıl içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife göre: "Haram ile helâl birleşince haram öne geçer" kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ haram ve bâtıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler karışan alışveriş de fâsit olur ki, bunun ayrıntıları ve açıklaması fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda görüldüğü üzere, şeriat açısından ribâ kavramı oldukça genel bir kavramdır. Bunu mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'in açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını onun hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen bir ribâ örneği vardır ki, o da nakit paralarda kendini gösteren faizdir ve bunun âyetteki ribâ kavramının içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır. Âyetin bunun dışındakiler hakkında genel ve mücmel şer'î anlamı ve delaleti, başlıcaları ismen zikredilen ve yukarıda geçen meşhur "eşyâ-yı sitte" (altı şey) hadisi ile ve bir de "Nesîde de ribâ vardır." hadis-i şerifi ile tefsir edilmek gerekirse de belli bir vâdeye bağlı olarak verilen nakit borçtan dolayı alınan meşhur faizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir sonuçtur. Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah'ın savaş ilan ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği zaman, hiçbir müminin şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu gözetecek yerde onu gözardı edenler, Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına rağmen ribâ için cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun geleceği için büyük faydaların değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut olduğunu hesaba katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır. Ancak konuya kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki gidişatı tek başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü yeteceği iddia edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun "Kim başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır da yerse..." (2/Bakara, 173) âyetinin hükmüne göre, zarûret halinde ölmüş hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tâbi olabileceği söz konusu olmuş ve bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen sakat ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye" adı verilen "devir" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu da herhangi bir sû-i istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir ki, özden ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zarûret durumuna düşmek kimse için temenni edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ hastalığı, ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir hastalıktır. Bundan dolayı sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan gelişmemiş toplumlarda hızla yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye doğru güvenli adımlarla yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki, İslâmiyetin başlangıcında Muhammedî feyiz sâyesinde yirmi sene içinde bu gelişme meydana gelmiş ve kısa zamanda ribâ belâsı toplumdan silinip atılmıştır ve ribâsız bir ticaret uygulanmıştır.
Tefsir âlimleri, ribânın haram kılınmasının sebeplerini aşağıda görüldüğü üzere tek tek zikretmişlerdir:
1- Yukarıda daha önce anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını karşılıksız olarak almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye satmak, bütün çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız almaktır. İnsanın malı da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi haramdır. Nitekim Hz. Peygamber "İnsanın malının hürmeti, yani haramlığı, kanın hürmeti gibidir" buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını karşılıksız olarak almak haramdır. Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet zimmette beklemesi, o bir lira fazlanın karşılığı değil midir? Bir de bugün peşin olarak on kuruşa satılacak bir şeyi, bir ay sonra veresiye olarak onbir kuruşa satmak da câiz olmuyor mu? Hayır. Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette durması ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki, bu duruş bir menfaat olabileceği gibi, aynı zamanda bir zarar olabilir.
Hatta bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın malını karşılık almakla kalmayıp, karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve bir çeşit sahtekârlığı da içermektedir. Buna karşı gösterilen karşılıklı rızânın bir tarafı hakikatte rızâ değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını doğrudan doğruya hibe veya sadaka olarak veren kimse ile faiz olarak veren kimsenin kalbindeki duygularda ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz ve zevke erişmiş bir kalb olarak gayet ferah ve sevinçli olurken, diğeri malını çarptırmış bir zavallı durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve veresiye farkına gelince, eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten değilseler, bunlar herhangi bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıldıkları ve yalnızca birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya çıkmasına imkân yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde değil, sözleşmenin dışında kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir. Bunun için yalnızca bir satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez. Satışta kâr, işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur. Tüccar da böyle sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir.
Meselâ, on kuruş şu anda ve şu sözleşmede bir okka buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir günde ve başka bir alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir. Ve kuruş ile buğday arasında cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı her iki taraf, yani alan ve satan taraflar, her zaman için seve seve hakiki bir değişme yapabilir. Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum, taraflardan birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış sözleşmesinden doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış sözleşmesinin arasındaki farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan adam, ihtimal ki, daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on kuruşa satan da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî işlerde görülen kâr ve zarar da hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar arasındaki bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne kâr, ne de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı düşünülebilir. İşin içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar önlenirse alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın buğdayla, altının altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o zaman her birinin miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek veresiye olsun aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun gibi bir lira ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve göze batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş olunca, bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil eder ve bu artık alışveriş olmaz, sırf faiz olur. Zaten borç verme de böyle olduğundan dolayı ribâdır. Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir gasptır, bir müsâderedir. Bunun içindir ki, meşhur "eşyâ-yı sitte" hadisiyle bu mânâ, örfteki ribâ kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
2- Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir kimse faizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkânını bulunca artık geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve o zaman zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve sıkıntısına dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli birçok kimsenin çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan dolayı da halkın genel çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Halbuki dünya ve toplum düzeni ticaretler, üretimler, sanatlar ve bayındırlık faaliyetleri ile gerçek boyutunu kazanır. Yüksek çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından ilgili olduğu bu açıdan bakılınca sermayeyi arttırmak için ribânın da bu anlamda kamu yararına hizmet edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca ribâdan beklenecek olursa emek ve çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat edilmemiş olur. Halbuki bayındırlık ve kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı gibi görünüyor ise de, emek ve çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak dayalıdır. Bundan dolayı sermaye sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve çalışmaları da üretime eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile, bunların emek ve çabalarını kısmen de olsa ribâya terketmeleriyle diğer çalışanların ve üretenlerin ortaya koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki fark pek büyüktür. Eğer ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve güçlerini sürdüren sermaye sahiplerinin faizcilikleri ellerinden alındığı zaman bunların ticaretteki kıymetlerinin kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da bunların zaten faydalı ve kıymetli bir kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının kabul edilmesi ve bu yüksek sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması lâzım gelir. Yok eğer bu sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli kimseler ise o zaman da ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği ve mesaîlerinden ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya zarar veriyor demektir.
3- Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" sûretiyle iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede titiz davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında batan borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu imkânı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"den vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felâkete sürüklenmesi demek olur.
4- Ribâyı câiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek imkânını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.
5- Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden zararlarını göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam anlamıyla anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sâbit olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Dolayısıyla biz, sebep ve hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)
Mevdûdi diyor ki: "Arapça "ribâ" kelimesinin sözlük anlamı "bir şeyi arttırmak" veya "bir şeye eklemek"tir. Teknik olarak ise, borç verenin, borçludan verdiği para üzerinden belli bir yüzde alması, yani faizdir. Kur'an'ın vahyedildiği dönemde faiz çok çeşitli şekillerde alınıyordu. Örneğin, bir kimse bir mal aldığında ödeme için belli bir vade belirleniyor ve borçlu borcunu belirlenen tarihte ödeyemezse, ona belli bir zaman daha tanınıyor, fakat ödenecek meblağa biraz daha ekleniyordu. Veya borçlanan kişi, borç aldığı miktardan fazlasını ödemek zorunda kalıyordu. Veya belli bir vade için bir faiz oranı belirleniyor, eğer borçlu belirlenen zaman içinde ödemede bulunmazsa faiz oranı artırılıyordu.
Kur'an fâizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, benciliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Ahiret'te de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse âhiret'te o konumda dirilir.
Onlar görüşlerini yanlış bir teori üzerine dayandırdıkları için kâr ile faiz arasındaki farkı göremezler. Onların iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca yatırılan paradan faiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil, günümüzün bankaları, finans kuruluşları da faiz hakkında bu tür düşüncelere sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın, diye fikir yürütürler. Fakat onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sabitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde, hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sabit bir kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu tüketimde kullanan kişinin faiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir işte kullanılmak üzere belli bir faiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar. Fakat yine de sabit bir kâr oranını garantilemiş değillerdir ve birçok riskle karşı karşıyadırlar. Tam tersine, sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine hiçbir risk almaksızın sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla, hangi adâlet ve ekonomi düşüncesine göre onun sabit bir kâr oranını garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sabit bir faiz oranıyla borç verebilir? Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar yaptığı ve fedakârlıklar yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı bir yüzyıl boyunca faiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?
Farklı ekonomik ve ahlâkî sonuçlar doğuran faiz ve kâr arasındaki en önemli ayrılıklar şunlardır:
1) Alıcı ile satıcı arasındaki kâr anlaşması eşit şartlarda olmaktadır. Alıcı ihtiyaç duyduğu maddeyi satın alır ve satıcı da bu maddeyi alıcıya sağlarken kullandığ zaman, işgücü gibi harcamaları için kâr alır. Bunun aksine faizde, borçlu, zayıf konumu nedeniyle krediyi verenle eşit şartla anlaşma yapamaz. Borç veren kişi ise, kârı olarak belirlediği miktar kadar sabit oranda bir faiz alır. Eğer borçlu aldığı parayı kişisel ihtiyaçları için kullanırsa, elbette zaman faktörü hiçbir kâr getirmez. Eğer borçlu aldığı parayı ticaret, endüstri, tarım gibi sektörlere yatırırsa o zaman eşit oranda kâr ve zarar şansı vardır. O halde faizle borç vermek bir tarafa sabit ve garantili bir kâr getirirken öte tarafa zarar veya bir tarafa kesin ve garantili bir kâr, öteki tarafa ise belirsiz ve kesin olmayan bir kâr getirebilir.
2) Tüccar yüksek de olsa bir kez kâr talebinde bulunur; fakat kredi veren, tekrar tekrar ve zamanla oranı artan bir faiz ister. Borçlunun borç aldığı para üzerinden kazandığı kâr kendi içinde sınırlıdır; fakat, borç verenin parası üzerinden istediği faizin sınırı yoktur. Borç veren kişi bazen borçlunun tüm kârını alabilir, hatta tüm kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu borcunu ödeyemeyebilir.
3) Bir madde el değiştirdiğinde veya fiyatı değiştiğinde ticarette alışveriş sona erer. Bundan sonra alıcıdan satıcıya bir şeyler ödemesi istenemez. Mobilya, ev veya toprak kiralarına gelince, borç verilen şeyin aslı harcanıp tüketilmez, fakat kararlaştırılan zaman sonunda sahibine geri verilir. Fakat alınan borç para olduğunda, borçlu önce bu sermayeyi tüketir, sonra da alacaklıya üzerine bir miktar faiz katlayarak öder. Yani borçlu için iki risk vardır; borçlu hem borç aldığı ana parayı üretmeli, hem de faizi karşılayacak parayı kazanmalıdır.
4) Ticaret, endüstri ve tarım gibi ekonomik sektörle uğraşan kimseler zaman, işgücü ve beyin gücü harcayarak kâr elde ederler. Fakat borç veren kimse, hiçbir riske atılmaksızın ve işgücü de harcamaksızın, ihtiyacı dışındaki parayı borç vererek borçlunun kârının en büyük hissedarı olur. O, yapılan işteki kâr oranına, gerçekten, kâr olup olmadığına, belki de zarar olduğuna bakmaksızın, sadece kendisine verilen sabit garantili faiz nisbetinde işe ortaktır.
Yukarıda anlatılanlardan, ekonomik yönden de, ticaretin toplumda yapıcı bir etkisinin, faizin ise yıkıcı bir etkisinin olduğu açığa çıkmaktadır. Ahlâkî yönden ise faizin bencillik, katı kalplilik, paraya tapma gibi kötü özelliklere yol açtığı ve insanlar arasında sevgi ve yardımlaşma ruhunu öldürdüğü bilinmektedir. O halde faiz, toplum için hem ekonomik, hem ahlâkî yönden zararlıdır. Kişinin ihtiyacı olmayan parayı ne yapacağı sorusuna gelince, bu para aynı zamanda hem kâr, hem zarara aynı olmak şartıyla ticarete, endüstriye vs. yatırılabilir.
Bu izin sadece, faizi haram kılan âyet nâzil olmadan önce alınan faizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o faizden kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu âyetten bu meselenin Allah'a havâle edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından borçlanılan faizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden faiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup almışsa, aldığı faizi kendisine harcamamalı ve faiz aldığı kimseleri araştırıp onlara aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Faiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyâmet gününde, kişi hakkında kesin hüküm verecek olan Allah'ın azâbından korunmanın tek çıkar yolu budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır.
“Allah ribayı yok eder, sadakaları ise artırır. Allah çok nankör ve günahkâr kimseyi sevmez.” (2/Bakara, 276)
Allah ribâ sonucu elde edilen malı yok eder, bereketini giderir, bu mal âhirette sahibine fayda vermez, bilakis eziyete sebep olur. Sadakaları ise sevap ve bereket bakımından artırır, sahibine âhirette de mükâfat verir. Allah, verdiği malları Allah yolunda ve ihtiyaçlı kimselere harcamayan nankörleri ve devamlı günah işleyen, insanların ihtiyaçlarını fırsat bilerek ve Allah’ın nimet olarak verdiği malı kullanarak insanları sömürenleri sevmez. Onlar bu amellerinden vazgeçmezlerse âhirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sonuç olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de on bir lira yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ, gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî mevzuatı, Hakk'ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin yegâne ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler arasında bulunur. Cenâb-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil, ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helâl sayanların sâradan kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilâl gibi küçülte küçülte nihayet gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları "irbâ" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemâlandırır. Ribâ, mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de batmasına sebep olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenâb-ı Allah, haramı helâl tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç birini sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan râzı olur. Ribâ ise pek kâfirâne ve pek günahkârâne bir iştir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)
Mevdûdi diyor ki: "Bu sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal yönlerden doğrudur. Görünüşte faizin zenginleştirip, infâkın fakirleştirmesine rağmen, gerçekte bunun tersi olur. Faiz, tabiatı itibariyle sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal gelişmeye engeldir ve infâk (faizsiz borç vermeyi de içerir) tüm bunların gelişmesini sağlar.
Fâize ahlâkî ve ruhsal yönlerden bakacak olursak, onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu özellikleri beslediğini görürüz. Diğer taraftan infâk; cömertlik, tokgözlülük, yumuşak kalplilik ve sevgi üzerine kurulmuştur ve bu yüce niteliklerin gelişmesine yardımcı olur. Hiç kimse bu özelliklerin bir önceki özelliklerinden daha iyi olduğu gerçeğini yalanlayabilir mi?
Toplumsal yönden bakıldığında birazcık düşünme bile insanı, eğer toplumdaki bireyler karşılıklı ilişkilerini bencillik üzerine kurarlarsa ve bireylerarası yardımlaşma ancak şahsî çıkar karşılığında olursa, o toplumun kuvvetli, dayanıklı ve dengeli bir toplum olamayacağı sonucuna götürür. Eğer zenginler fakirlerin sadece sömürülmek için var olduğuna inanıyorlarsa, bu durumda bir çıkar çatışması meydana gelecek ve toplumda ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer diğer şartlar da bunları desteklerse bu durum bir sınıf çatışmasına neden olacaktır. Diğer taraftan, eğer toplumun bireyleri karşılıklı ilişkilerini sempati üzerine kurarlar ve birbirlerine cömertçe davranırlarsa, toplum güçlenecektir. Eğer her birey ihtiyacı olan diğer bireye yardım ederse ve "varlıklı"lar "varlıksız"lara sempati ile veya en azından adâletle davranırlarsa, o toplumda karşılıklı sevgi ve saygı gelişecek ve toplum güçlü, dengeli bir toplum olacaktır. Tabii ki toplumdaki gelişme bu karşılıklı işbirliği ve sevgi ile de desteklenecektir.
Şimdi de faizi ekonomik yönden ele alal
ım. Borçlar iki çeşittir: Tüketim borçları, ihtiyacı olan kimseler tarafından kişisel gereksinimlerini karşılamak amacıyla alınır. Ekonomik borç ise işadamları tarafından ticaret, endüstri, tarım ve benzeri sektörlere yatırılmak üzere alınır. Birinci tür borçta faizin kötü sonuçlar doğurduğu herkes tarafından bilinmektedir. Her ülkede bankerler ve kredi veren kimseler işçilerin, köylülerin ve genelde fakir kesimin kanını emmekte ve onların durumlarının daha da kötüye gitmesine neden olmaktadırlar. Faiz talepleri bu insanların borçlarını ödemesini hemen hemen imkânsız kılar ve onları bu işten kurtulmak için sürekli borç almaya iter. Anaparanın birkaç katı kadar faiz ödeseler bile anapara ödenmeden kalır. Borçlunun gelirinin büyük bir bölümü alacaklı tarafından alınır ve fakir borçlu yakasının iki ucunu bir araya getiremez. Doğal olarak bu, işçilerin işlerine olan ilgilerinin azalmasına neden olur. İşlerin meyvesi başkaları tarafından alınınca, onlar da kendilerini tüm kalpleriyle işlerine veremezler. Bundan başka, üzüntü, tedirginlik, yetersiz beslenme sağlıklarını bozduğundan, parasızlık nedeniyle gerekli ilâçları bile alamazlar. O halde faizle borç verme çoğunluğun kanının emilmesi pahasına küçük bir grubun palazlanıp gelişmesine ve toplumda genel bir bozulmaya neden olur. Bu yolla ortaya çıkan randıman düşüklüğü millî üretimin kalite ve standardını düşürür. Sonunda kan emiciler de kendi açgözlülüklerinin ve zulümlerinin kurbanı olurlar. Ezilen ve sömürülen insanların bastırılmış kızgınlıkları, borç verenlerin acımasızlığı ile su yüzüne çıktığında kanlı bir devrime dönüşür ve sömürenlerin tüm şeref ve kötü yoldan kazanılmış servetlerini yerle bir eder.Ekonomik borçlarda sabit bir faiz oranının uygulanmasının doğurduğu birçok kötü sonuçtan üçü şunlardır:
1) Piyasa oranına eşit veya ondan daha yüksek faiz ödemeyen projeler, toplum için gerekli ve faydalı olsa da sermaye elde edemez. Kullanılması mümkün olan tüm para, ulusal yönden ne denli zararlı olsa da, piyasa oranına eşit veya daha yüksek faiz verebilen ticari ve endüstriyel sektörlere akar.
2) Ticarî, endüstriyel veya tarımla ilgili her şartta yüzde beş, altı veya daha fazla kâr oranı garanti edebilen hiçbir iş yoktur. Böyle bir garantinin olmayışı bir yana, hiçbir işte zarara karşı garanti yoktur. O halde sermayenin sabit faiz oranı ile borç alan hiçbir iş, riske ve zarara karşı garanti altında değildir.
3) Borç veren kimse işin kârına ve zararına doğrudan ortak olmadığı ve sadece sabit bir faiz oranını gözönünde bulunduğu için, yapılan işin sosyal refahla olan ilişkisine dikkat etmez. Onun ilgilendiği tek şey kendi çıkarıdır; bu nedenle piyasada ne zaman bir kriz görse parasını hemen piyasadan çeker. Bu şekilde bencilliği nedeniyle panik yaratmış, piyasada kriz yolu açmış ve varolan krizi ise felâkete dönüştürmeye yardım etmiş olur.
Yukarıda anılan faizin üç kötü sonucu o denli açıktır ki, ekonominin alfabesinden haberdar olan herkes bunu bilir. Hiç kimse Allah tarafından konan tabiî kanunun, yani faizin millî serveti azalttığı gerçeğini inkâr edemez.
Şimdi de infâk
ı (sadaka) ekonomik yönden ele alalım. Eğer bir toplumun zenginleri paralarını serbestçe kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyacı olan kimselere dağıtsalar, faizsiz borç olarak işadamlarına verseler veya bir işe ortak olsalar ya da sosyal hizmetler için hükümete faizsiz borç verseler, o zaman elbette ticaret, endüstri ve tarım gelişecektir. Millî servet artacaktır. O halde faizin bir ulusun gelişmesini engellediği ve infâkın gelişmeye yardım ettiği apaçık ortadadır.Borç veren (Tefeci) şüphesiz narkör bir zavallıdır. Kendisine servet veren Allah'a karşı şükreden bir kul olarak, en azından O'nun kullarına faizsiz borç vermelidir. Eğer, bunun tersine Allah'ın nimetini, kendisinden fakir olan diğer kulları sömürmekte kullanırsa, o zaman sadece nankör olmaz, aynı zamanda kötü kalpli ve zâlim de olur.
"Doğrusu iman edip salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren kimseler var ya, onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir." (2/Bakara, 277). Allah’ın istediği şekilde iman edip sâlih amel işleyen, Allah’ın yasakladıkları şeylerden uzak duran, namazı rükûn ve şartlarını yerine getirerek, huşû içerisinde, devamlı kılan ve zekâtı eksiksiz bir şekilde, vaktinde verilmesi gereken yerlere veren kimseler var ya, onlar için Rableri katında Cennet nimetleri vardır. Onlar, öldükten sonra korkunun yaygın olduğu kıyâmet gününde tüm korkulardan emin olacaklar, âhirette alacakları mükâfat çok büyük olacağı için dünyada bıraktıklarına veya kaçırdıkları fırsatlara üzülmeyeceklerdir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Buna karşılık iman edip iyi işler, sâlih ameller yapan ve özellikle namazlarını doğru dürüst kılıp zekâtlarını veren kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan dolayı mahzun olacak da değiller.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)
Mevdûdi diyor ki: "Bu bölümde Allah karşılaştırma için iki karakter sunmaktadır. Birisi servet düşkünü, gece gündüz Allah'a ve yarattıklarına aldırmaksızın servet biriktirmekle uğraşan tefecidir. Diğeri ise Allah'a ibâdet eden, Allah'ın yarattıklarının haklarını gözeten, serveti kazandıktan sonra kendisi, başkaları için ve iyi ameller uğrunda harcayan cömert kimsedir. Allah birinci tür kimselerden hoşlanmaz; çünkü onlar, iyi ve dengeli bir toplum kuramazlar. Aksine onlar bu dünyada hem kendilerini, hem de başkalarını rezil ederler, Ahiret'te onlara acıklı bir azap vardır. Bunun aksine Allah ikinci tür kimselerden râzı olur, çünkü bu kimseler iyi ve dengeli bir toplum kurup, gerçek başarıya ulaşabilirler. Onlar bu dünyada huzur içindedirler ve Ahiret'te de bütün Cennet nimetleri onların olacaktır.
"Ey iman edenler, Allah’tan sakının! Mü'minler iseniz ribâdan kalanı bırakın! Ey iman edenler, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının, ancak bu şekilde Allah’ın azâbından sakınmış olabilirsiniz. Eğer gerçek mânâda iman etmiş iseniz ribâdan alacaklarınızı bırakın! Çünkü o bir ateştir." (2/Bakara, 278)
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun azâbından korunun! "Geçmişte yaptıkları kendisine âittir" âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten mü'min iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi gerektirir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)
"Şayet yapmazsanız artık Allah ve Rasulü'nün size savaş açmış olduğunu kesinlikle bilin! Tevbe ederseniz ana paranız size aittir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız." (2/Bakara, 279)
Şâyet ribâdan vazgeçmezseniz Allah ve Rasulü'nün size düşman olup savaş açm
ış olduğunu bilin! Tevbe edip ribâdan vezgeçerseniz ana paranız size aittir. Ne ribâ alarak veya borcunuzu geciktirerek başkasına zulmediniz ne de ribâ vererek başkası tarafından zulme uğrayınız.Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Şayet yapmazsanız, yani Allah'tan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır da yine terketmezseniz Allah ve Rasûlü tarafından bir harbe mâruz kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Rasûlü tarafından kendinize harb ilan ediniz. Burada ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helâldır inancına dönmüş mürted veya ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla amel etmeyip ribâya devam eden fâsık mü'min olsun; her ikisine de Allah Teâlâ, savaş ilân etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekâtı inkâr eden veya inandığı halde vermemekte direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler. Dışarıdaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zarûrî ve gerekli olmadığı halde, bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vâcip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî görev olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de imkânsız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri müslim arasındaki ribânın haramlığı sâkıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saâdet'te müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilân edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti, ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilân etmek bütün müslümanların dinî görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı terketmeyenlerin Allah tarafından savaş ilânını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur'ân dilinde "Allah ve Rasûlü'nün harbi" deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsirle ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya mânevî anlamda ilâhî savaştan kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte "Allah, ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir." veya "lânet etsin" buyurulmuştur.
Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe muhâtap olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve hatta bütün mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz.
Bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan birtakım kimseler hakkında nâzil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda açıklanacağı şekilde daha başka birkaç nüzul sebebi de rivâyet edilmektedir:
Mukatil'in rivâyetine göre, Taif'deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a adlarındaki dört kardeş hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi. Hz. Peygamber Taif'i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muğire'deki alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş ve İslâm'a rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih'ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivâyete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin mevzu', yani metruk ve sâkıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab ibni Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nâzil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi: "Onlar buna râzı olurlarsa ne âlâ, yoksa onlara savaş ilân et!" Ata ile İkrime'nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir alışveriş sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu da faizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Süddî'nin rivâyetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, câhiliyye devrinde ortak olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a girdikleri zaman eskiden kalma pek çok faiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında nâzil oldu.
Hadis kitaplarında sahih rivâyetlerle yer almış bulunan bilgilere göre, Abdullah b. Ömer ile Câbir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber'den şöyle rivâyet etmişlerdir ki; Rasûlullah, Vedâ Haccı günü Mekke'de, yani Câbir'in açıkça bildirmesiyle Arafat'taki meşhur hutbesinde "Câhiliyye devrindeki ribâların hepsi bâtıl ve sâkıttır. İlk iptal edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın ribâsıdır" buyurmuş idi. Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci senesinde, Vedâ Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra da Hz. Peygamgamber vefat etmişti.
Bundan anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilân buyurulmuş ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara dokunulmamış ve alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas'ın faiz alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak âyetin hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman olan kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu gibi kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin hükümlerine aykırı ve fakat kendi aralarında mûteber ve geçerli olmak üzere yapmış oldukları işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; fakat İslâm'a girdikten sonra ortaya çıkan sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre çözüme kavuşturulur. Meselâ, kendi aralarında câiz ve fakat İslâm'a göre câiz olmayan bir nikâh yapmış bulunsalar, bu nikâh geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir iken süt kardeşiyle nikâhlanmış ve onunla yatmış ise, bu nikâh eskiye göre mûteber ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat İslâm'a girdikten sonra onda devam olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte ibâresi yalnızca ribâyı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delâleti bakımından birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi, Veda Haccı Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna da delâlet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm'a göre fâsit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Zira biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş ribâların iptalini fiilen ilân eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait akitlerin uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı. Demek ki, bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış olan sözleşmeler, orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış olanlar iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fâsit kısım, yani İslâm hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani fethin hükmü, daha öncesine şâmil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu sonuçları alabiliriz: Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi, sadece Vedâ Haccı'ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için, onu inkâr edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene savaş açmanın farz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi, dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilân etmek değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey mü'minler Allah'tan korkun!" diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye buyurulmamıştır. Mü'minlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a aittir. Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, İslâm uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği halde, İslâm'ın zimmetini kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ yememek ve ribâ yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını bildirmek üzere onlara söz vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz veya Allah ve Rasûlünden harb açılacağını bilmiş olunuz." diye yazarak bu âyetin içerdiği hükmü tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet ehlinin sözleşmesi, hukuk açısından müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibâdet ile yükümlü değil, fakat muâmelat ile yükümlüdür.
Velhasıl dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve dinden çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar, her iki şekilde de Allah'ın ve Rasûlünün harbine muhâtap olmuş olurlar. Fakat tevbe edenlerin de ana paraları, eksik ve fazla olmadan aynen korunur. Şu kadar ki, bunun hemen ödenip ödenmeyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına bağlıdır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)
Mevdûdi diyor ki: "Bu âyet Mekke'nin fethinden sonra nâzil olmuştur; fakat faizle ilgili olduğu için bu araya sokulmuştur. Bu âyet inmeden önce de, haram olmamasına rağmen faiz müslümanlar tarafından nefretle karşılanıyordu. Fakat bu âyet indikten sonra faizle borç verme İslâm devletinde yaptırım gerektiren bir suç oldu. Arabistan'da ticaret yapan kabileler faiz konusunda uyarıldılar. Eğer faizden vazgeçmezlerse onlara karşı savaş açılacaktı. Necran Hıristiyanlarına İslâm devleti içinde özerklik verildiğinde, anlaşmada eğer faizle ticarete devam edilirse anlaşmanın sona ereceği ve iki ülke arasında savaş çıkacağı konusu açıkça belirlendi.
Bu âyetin son bölümünden İbn Abbas, Hasan Basri, İbnî Sîrin ve Rebi bin Enes İslâm Devleti'nde faiz alanın yaptığı şeyden tövbe etmesi için uyarılması, eğer uyarıldığı halde vazgeçmezse ölüm cezasına çarptırılması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır. Fakat diğer fakihler faiz alan kişinin bu işten vazgeçinceye dek hapsedilmesi gerektiği görüşündedirler.
“Fâiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar, Bu onların "alış-veriş de faiz gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah `a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler. Allah faizi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez.” Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir.
Seyyid Kutub diyor ki: "...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..." (2/Bakara, 275). Hiçbir mânevî tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Âyet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı zamanda gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış olduğu kanısı yeralmaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve Rasûlüne karşı savaşmaktan korkutan âyet-i kerimeye de uygun düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına musallat olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği doğrulayan olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur'an'ın Arap yarımadasında karşılaştığı faiz manzarasını ve câhiliye mensuplarının bu konudaki düşüncelerini sunuyoruz.
Câhiliye döneminde bilinen bu âyetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği faizin "Nesie (ertelenen)" ve "fadl (arttırılan)" olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı. Katâde "Nesie (ertelenen)" faiz hakkında; "Câhiliye ehlinin faizi; adamın herhangi birine belli bir süre için birşey satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi" der.
Mücâhid şöyle der: "Câhiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam, borcunu ertelersen sana şu, şu var derdi. O da ertelerdi." Ebubekir El Cessas: "Bilindiği gibi câhiliye döneminde faiz, şartlı arttırma ile beraber, bir süre için borç şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırmadı." der.
Fahreddin Râzi de tefsirinde şöyle der: "Câhiliye döneminde en yaygın olan "Nesîe (ertelenen)" fâizdi. Onlardan biri, her ay belli bir miktar almak üzere malını bir başkasına verirdi, ama mal olduğu gibi kalırdı haliyle. Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi. Şayet borçlu ödeyemeyeceğini bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı." Üsâme b. Zeyd'in Rasûlullah'tan rivâyet ettiği hadisde peygamberimiz şöyle buyuruyor: "faiz ancak `Nesie (erteleme)'de vardır." (Buhari ve Müslim)
"Fadl (arttırılan)" fâiz ise kişinin herhangi bir şeyi benzeri bir şey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu da, fâize benzemesinden ve fâiz muâmelesinde hatıra gelen duyguların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.
Ebû Said El-Hudri, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle dediğini rivâyet eder: "Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz... Herşey benzeri ile... Ele el.... Kim artırır ya da arttırmasını isterse faiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir." (Buhârî ve Müslim). Ebu Said El Hudri'nin rivâyet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: "Bilal, Rasûlullah'a burni cinsinden hurma getirdi. Rasûlullah 'Bunu nereden aldın?' buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Rasûlullah: “Ah! tıpkı fâiz, tıpkı fâiz, yapma bunu! Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu.” (Buhârî ve Müslim)
Birinci tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı, belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün faiz işlemlerinde görülen faiz unsurlarını barındırması nedeniyle faiz olduğu açıkça görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.
İkinci tür uygulamaya gelince, arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum iki sa' kötü hurma verip bir sa' iyi hurma alan Bilal'in olayında açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün asıl itibarıyla benzer olması faiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.) bunu faiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmiştir. Amaç, işlemden faiz şüphesini tamamen uzaklaştırmaktır.
Herhangi bir şeyi benzeri karşılığında satarken arada bir sürenin bulunmaması için "elden ele..." tutmanın şart koşulması da bu amaca yöneliktir. Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç sözkonusu olmasa bile faizin gölgesi vardır, faiz unsurlarından biri mevcuttur. Herhangi bir uygulamada faizin gölgesinin belirmesine karşı Rasûlullah'ın ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi câhiliyede yaygın faiz uygulamasına karşı akılcı tedavisinin hikmeti de açıktır.
Günümüzde, Batının kapitalist düşünce ve düzenleri karşısında rûhen bozguna uğramış bazı kimseler bu haram kılmayı, Üsame'nin hadisine ve Selef'in câhiliyede yaygın faiz uygulamasını tavsif edişlerine dayanarak çeşitli faiz şekillerinden biri olan "Nesîe"ye (ertelenen) faize indirgeyip câhiliyedeki fâiz uygulamasına tıpatıp uymayan çağdaş fâiz şekillerini İslâm adına -dinen- helâl saymak istiyorlar.
Ancak, bu girişim, ruhsal ve aklî bozgunun bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü İslâm, birtakım göstermelik davranışlardan ibâret bir düzen değildir. O, köklü bir düşünceye dayanan bir hayat düzenidir. İslâm, faizi yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı gibi kendi mantığıyla uyuşmayan her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar duyarlıdır ki, fâiz mantığının gölgesini ve fâizci duyguları iyice uzaklaştırmak için "fadl (arttırılan)" fâizi bile yasaklamıştır.
Bu yüzden, ister câhiliyenin bildiği şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde olsun, faiz uygulamalarındaki temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük, bireysellik ve kumarbazlıktan ibâret faizci mantıkla zehirlendiği, "nasıl olursa olsun, yeter ki kâr edeyim"den ibâret pis düşünceye bulaşmış olduğu sürece tüm faiz uygulamaları haramdır.
Bu gerçeği iyice kavramamız ve Allah ile Rasûlü tarafından faizci toplumlara karşı savaş açıldığını idrâk etmemiz gerekmektedir. "Fâiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..." (2/Bakara, 275). "Fâiz yiyenler" deyimiyle sadece faiz kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu âyetle korkunç şekilde tehdit edilenlerin başında gelseler bile- bu deyim, fâiz toplumunun tüm fertlerini kapsamaktadır. Câbir bin Abdullah'tan şöyle rivâyet edilir: "Rasûlullah, faiz yiyeni, yedireni, şahit olanı ve yazanı lânetledi. Ve ‘bunların tümü aynı oranda sorumludurlar’ dedi." (Müslim, Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvud ve Tirmizî)
Bu, bireysel fâiz işlemleri içindi. Tamamen fâiz esasları üzerine kurulu toplumlara gelince, tüm bireyleri lânetlenmiş, Allah'ın açtığı savaşa mâruz kalmış ve hiç tartışmasız Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır. Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan, hummaya tutulmuş, muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve kalktıklarında şeytan tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.
Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır. Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddi uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddî refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.
Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır. Bu maddî uygarlığın, maddî refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.
Görmemek için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddî refahı olan birçok ülkede insanların genelde maddî açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun üretim faâliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhsal sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçma ihtiyacını duyarlar, kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar, intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor, rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?
Tabiatıyla bunun başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddî gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın ve O'nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.
Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da faiz belâsı ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak sûretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası fâizcinin menfaatini gözeten ekonomi belâsı oluşturmaktadır. Bu fâizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta, böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.
Şüphesiz Yüce Allah en do
ğrusunu söylüyor: "Fâiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..." (2/Bakara, 275). İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz. Faizciler, Rasûlullah döneminde faizin haram kılınmasına karşı çıkmışlardı. Fâiz işlemlerinin haram, ticaretin ise helâl kılınmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi: "Bu onların 'alış veriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır..."Dayandıkları benzetme, faiz gibi ticaretin de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir benzetmedir. Çünkü ticarî işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca kişisel yetenek ve çaba, hayatta yürürlükte olan tabiî şartlar kâr ve zarar üzerinde etkili olmaktadır. Faiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr haddi belirlenmiş olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma nedeni bu noktada yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye alındığı tüm işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı faiz kapsamına girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:
"Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır." (2/Bakara, 275). Bu unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve daha birçok neden, ticareti aslında insan hayatı için yararlı ve faiz uygulamasını da zarar verici kılmaktadır. İslâm o zaman mevcut olan sistemi, ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı meydana getirmeden gerçekçi bir şekilde tedavi etmişti.
"Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır." (2/Bakara, 275). Yüce Allah, yasayı koyduğu andan itibaren yürürlüğünü başlatıyor. Kim Rabbinin öğüdünü dinler ve faizden vazgeçerse geçmişte aldığı faizler geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır ve onun hakkındaki hükmünü dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte işlenen bu günahtan kurtuluşun Allah'ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu duygusunu akıtmakta ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek kendi kendine şöyle demeye başlar: "Bu kötü işten elde ettiklerim yeter. Vazgeçip tevbe edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık faiz almayacağım." Kur'an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte böyle tedavi ediyor.
"Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi kalmak üzere Cehennemliktirler." (2/Bakara, 275). Âhiretteki azâbın gerçekliğine ilişkin bu tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim metodunun güzelliklerini güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir. Ancak, uzun vadeli ihtirasların şaşırttığı, vaad edilen azabın hakikatını bilmeyen bazı kimseler, Ahiret gününü hesaba katmayabilirler. İşte Kur'an bunları da dünya ve Ahirette topluca erimekle korkutuyor. Bu arada sadakanın -faizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini yerleştirmekte ve küfür ve günahtan dolayı icâbet etmeyenlerin kulaklarını sağır edecek tarzda haykırmakta ve Yüce Allah'ın günahkâr kâfirlerden hoşlanmadığını onlara göstermektedir.
"Allah fâizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez." (2/Bakara, 276). Kuşkusuz Yüce Allah'ın azâbı ve va'di doğrudur. Fâizle muâmele gördüğü halde, içinde bereket, huzur, mutluluk, güven ve sükûnet adına birşey kalan bir toplum görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah faizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma kıtlık ve bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah, üretim ve gelir kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir kaynaklarının kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin ülkelerde yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan sözetmiştik. Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve ızdırap saçılmaktadır. İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında sabah-akşam soğuk savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat -farkında olsun olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana getirmekte böylece ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül huzurunda bereket yüzü görmektedir.
Zorunlu (zekât) ve gönüllü olarak verilen sadakalarda temsil edilen dayanışma ve yakınlaşma esasına dayanan, şefkat, sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun egemen olduğu, sürekli Allah'ın fazlı ve sevabı gözetildiği, O'nun yardımına ve sadakayı ziyâdesiyle arttırdığına sonsuz güvenin olduğu... Evet bu esaslara dayanan bir toplumun, fert ve topluluğun mallarını, rızıklarını, sağlıklarını, güçlerini, kalbî güvenlerini ve gönül huzurlarını hiç şüphe yok ki Yüce Allah bereketlendirir.
Beşerin pratiğinde bu gerçeği görmeyenler, görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek işlerine gelmektedir. Ya da bilerek ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık perdesini geren, iğrenç faiz düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden gerçekleri görmekten kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten gelemez.
"Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez." (2/Bakara, 276). Bu sonuç, haram kılındıktan sonra faiz uygulamasında ısrar eden ve Allàh'ın sevmediği kimseler hakkında kesinlik ifâde etmektedir. Kuşkusuz bin defa "lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah" deseler de Allah'ın haram kıldığını helâl sayanlar, küfür ve günah sıfatını hak etmektedirler. Çünkü İslâm, dille söylenen bir kelime değildir. O bir hayat düzeni ve pratik hayat metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek bütününü inkâr etmektir. Faizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi onu helâl sayıp hayatı faiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır. Bundan Allah'a sığınırız.
Küfür, günah ve fâizci hayat metodu ve düzeni taraftarları karşısında, burada iman ve sâlih amel sayfası, bu tarafta yer alan mü'min kitlenin özellikleri ve faiz düzeni karşısında bir başka düzen -zekât düzeni- etrafında odaklaşan hayat kuralları sunulmaktadır.
“Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekâtı verdiler. Rableri katında mükâfatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 277). Bu sayfada yer alan en belirgin unsur "zekât" yani karşılık beklemeden Allah için verme unsurudur. Sûrenin akışı bununla mü’minlerin sıfatını ve mü’min toplumun esas kuralını sunmaktadır. Ayrıca mü’min topluma bahşedilen güven, huzur ve İlâhî hoşnutluk tablosu da sunulmaktadır...
Kuşkusuz hayatın hiçbir alanında fâiz düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç duymayan, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunan toplumun temeli de zekâttır. İslâm düzeninin pratik hayatta uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı düşmüş, imanî düşünce, eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu özel kalıbına sokup şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını ve üstün faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık olmamış nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe uğramıştır. Faiz temeline dayalı câhiliye toplumu karşısında yer alan İslâm düzeninin temelini zekât oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve ekonomi de bireysel çaba ya da faizden arı dayanışma çizgisi üzerinde yoluna devam eder.
İnsanlık manzaralarının en yücesini görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin duygularında bu tablo artık değişmiştir. Bu insanlar, faiz temeline dayalı maddî düzenin sapıklığı içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik, bencillik, azgınlık, ihtiras ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç bir egoizm görmektedir. Bu düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç faiz yoluyla ulaşmaktadır. İnsanlar, birikmiş parası ya da faiz kurumlarından birine sermayesinin bir kısmını yatırmak sûretiyle ortak olmadıkça güvencesiz kalmaktadırlar. Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi faiz ödemeden bulamaz olmuştur. Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden başka bir düzenin olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği düşüncesi yer etmiştir.
Zekâtın şekli o denli değişmiş ki, giderek bu nesiller onu, kendisine dayanılarak çağdaş bir düzenin kurulamayacağı gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır. Ancak, zekât gelirlerinin ne kadar kabarık olduğunu, İslâm'ın özel bir yöntemle meydana getirdiği, eğittiği, direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde yaşamayanların vicdanlarının erişemeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle idare ettiği insanların ödediği bu zekâtın, kazancıyla birlikte esas paradan yüzde iki buçuk (% 2,5) oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve % 20'ye kadar yükselir.) Zekât müslüman devletin topladığı farz bir haktır, kişisel bir bağış değil... Bununla müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Böylece her fert, hem kendi hayatını hem de çocuklarının hayatını her halükârda güvencede hisseder. Ayrıca ister ticarî ister ticaret dışı olsun, borcunu ödeyemeyenlerin borcu da zekât gelirinden karşılanır.
Bir düzenin şekli çok önemli değildir. Önemli olan ruhtur. İslâm'ın kendi direktifleri, yasaları ve düzeniyle eğittiği toplum, düzenin şekli ve uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve direktiflerle de bütünleşir. Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini tamamlar şekilde fışkırır bu toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyüyenlerin düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm mensupları- bu gerçeği biliriz, imanî zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet bu zevkten yoksun olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının sonucudur. -Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı da öyle- Ve payları da bu olsun. Yüce Allah'ın "Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namaz kıldılar ve zekâtı verdiler..." âyetiyle tanımladığı kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir ve sevaptan yoksun olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar, bilgisizlikleri, câhiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun oluyorlar.
Yüce Allah, hayatlarını, iman, iyilik, kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara, ecirlerinin yüce katında korunacağını belirtiyor; korku nedir bilmeyecekleri bir güven ortamı ve hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir mutluluk vaadediyor: "Rableri katında mükâfatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." (2/Bakara, 277).
Fâiz yiyenlerin ve faiz toplumunun, yok edilmek, helâk, çarpılma, sapıklık, sıkıntı ve korkuyla tehdit edildikleri bir sırada... İnsanlık bu gerçeği müslüman toplumun pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu da faiz toplumunun pratiğinde bugün görmektedir. Şayet her gâfil kalbi tutup şu ideal gerçeği görene kadar şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri tutup kapaklarını açarak bu olguyu gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi mutlaka yapardık...
Ancak belki Yüce Allah kötü talihli insanlığı hidâyete erdirir diye bu gerçeğe işaret etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Kalpler Rahman'ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Ve hidâyet de Allah'ın hidâyetidir. Yüce Allah'ın faizi hayatından silmiş, küfür ve günahı atmış, hayatını iman, sâlih amel, kulluk ve zekât esasları üzerine binâ etmiş müslüman cemaate va'dettiği huzur ve güvenin gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur ve güven gölgesinde hayatlarından iğrenç ve pis faiz düzenini atmaları için son bir çağrı yapılmakta, aksi takdirde bunun Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş, durdurulması, yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkânsız savaş olacağı bildirilmektedir.
"Ey mü'minler, Allah'tan korkun ve eğer mü'min iseniz henüz elinize geçmemiş fâizi almaktan vazgeçin. Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer fâizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (2/Bakara, 278-279). Âyet-i Kerime, iman edenlerin imanını faizden kalanı bırakma şartına bağlıyor. Yoksa onlar, Allah'tan korkup faizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş sayılmazlar, mü'min olduklarını ilân etmiş olsalar da... Çünkü iman; Allah'ın emrettiğine itaat, bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez. Kur'an âyeti bu konuda insanları şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah'ın şeriatına itaat edip hoşnut olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayatî işlemlerinde hükmüne uymadıkça kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına müsaade etmez. Dinde inanç ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında bulunup dilleriyle bunu duyursalar ve hatta diğer ibâdetleri yerine getirseler de mü'min değildirler.
"Ey mü'minler Allah'tan korkun. Henüz geçmemiş fâizi almaktan vazgeçin... Eğer mü'min iseniz..." Daha önce aldıkları fâiz, kendilerine bırakılıyor, geri alınması sözkonusu değildir. İçinde faiz vardır diye mallarının tümüne ya da bir kısmına da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan "haram kılma" olmaz. Hüküm de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten sonra uygulanır ve etkileri görülür. Geçmişte olanlar ise Allah'a kalmıştır, kanunların hükmüne değil. Böylece İslâm, hükmünü daha önce olanları kapsamayacak şekilde koymakla, büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılar meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü şeriat, bu konuyu ele almıştı. Bunun nedeni, İslâm şeriatının, insan hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek, temizlemek ve birlikte gelişip yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mü'min sayılmalarını bu hükmün inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip hayatlarında uygulamalarına bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah'tan korkma duygusunu harekete geçirmektedir. Bu duyguyu İslâm şeriatının uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin ötesinde ruhların derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü İslâm'ın, dış kontrole dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan, yasaların uygulanmasını sağlayan güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah'ın takvâsından bir bekçi vicdanlarında yer etmedikçe dış kontrolü atlatmaktan kolay ne vardır?
Bu teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da korkutma aşaması yer almaktadır. Kalpleri titreten korkutma... "...Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin..." Ne korkunç? Allah ve Rasûlünün ilân ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı karşıya kaldığı savaş. Sonu belli, âkıbeti kararlaştırılmış korkunç bir savaş... Zayıf ve fâni insan nerede, mahvedici, silip-süpürücü, cebbar güç nerede?
Rasûlullah (s.a.s.) son dönemlerde nâzil olmuş bu âyetlerin nüzûlünden sonra Mekke'deki valisine, şayet faiz uygulamasından vazgeçmezlerse Âl-i Muğîre ile savaşmasını emretmişti. Rasûlullah, Mekke'nin fethedildiği gün hutbesinde, başta Abbas (r.a.)'ın olmak üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm câhiliye dönemi faizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı faiz temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Rasûlullah bu hutbesinde şöyle diyordu: "Câhiliyedeki tüm faiz uygulamaları şu iki ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abbas'ınkidir." Ancak, câhiliyede aldıkları fazlalıkları geri vermelerini emretmemişti Rasûlullah.
İslamî bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebû Bekir'in, "Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah" şehâdet cümlesini söyleyip namaz kıldıkları halde, zekât vermekten kaçınanlara savaş açtığı gibi, İslâm devletinin halifesi de müslüman olduklarını ilân etseler bile fâiz düzeni temelinde ısrar edip Allah'ın emrine karşı gelenlere savaş açmak zorundadır. Çünkü, Allah'ın şeriatına uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik hayatlarında uygulamayanlar müslüman olamazlar.
Üstelik, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin onlara karşı başlattığı kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah'ın dediği gibi- ekonomik ve toplumsal düzenini faiz temeline dayandıran her topluma karşı ilân edilmiştir. Bu savaş, helâk edici, mahvedici evrensel şekliyle ilân edilmiştir. Sinirlere ve kalplere karşı bir savaştır. Bereket ve bolluğa karşı bir savaştır. Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce Allah'ın, hayat düzenine ve metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına musallat ettiği bir savaştır. Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve zulüm savaşıdır. Sıkıntı ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve ülkeler arasındaki silâhlı savaştır. İğrenç faiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp kavurucu bir savaştır. Uluslararası faizci para babaları dolaylı ya da dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu adamlar, tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını düşürürler, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece kurbanlarının başlarına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına gizlenip hükümetleri ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya borçlarının faizlerini kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler koyarlar, böylece emekçiler ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş gösterir, bunlar da kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş patlar. En kolayı da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş, ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşerî varlığın temelden çökertilmesi ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.
Yüce Allah'ın faizle muamele edenlere karşı ilân ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmaktadır. Yaş-kuru demeden, fabrikaların ürettiği maddî üretimin kabarıklığını gördükçe kazanıp ilerlediğini sanan gâfil ve sapık insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz ve arı bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yetebilirdi. Ancak, faiz denilen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve mahveden bir felâket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel'un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın faizci azınlığı durmaktadır.
İslâm ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat kaynağına çağırmakta ve günahtan, hatadan ve iğrenç hayat metodundan tevbe etmeye dâvet etmektedir. "Eğer fâizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (2/Bakara, 279). Bu, hatadan, câhiliye hatasından dönmektir ki câhiliye herhangi bir döneme ya da düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat metodundan sapma sözkonusu olduğu her durum câhiliyedir. Bu hatanın etkileri, bireylerin duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde ortaya çıktığı gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür. Bu etkiler, beşerî hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür. Faizcilerin propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam esas olduğunu zannetseler de...
Sadece anamalın/sermayenin geri alınması ise, borç verenin de borçlunun da zulme uğramadığı âdil bir uygulamadır. Mal kazanmak için de daha başka temiz ve pak yollar vardır. Kişisel girişim bunlardan biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan, sermaye vermek sûretiyle ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada hisseleri satışa sunan -kârın büyük kısmını kendine ayıran kurucu senetler olmaksızın- şirketler yoluyla da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı dolaylı ya da dolaysız şirketler, sanayi kuruluşları ve ticarî faâliyet yapan kurumlar arasında sâbit kâr almadan paylaştıran sonra da kârı ya da zararı belli bir düzen içinde mûdîleri arasında bölüştüren faizsiz bankalara yatırmak da bir kazanç yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim hizmeti karşılığı olarak ücret alabilirler ve burada ayrıntılarıyla anlatamayacağımız daha birçok kazanç yolu... Kalpler inanıp, niyetler de temiz ve pak kaynaklara yönelerek kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma konusunda sağlam olduktan sonra bunların tümü mümkündür. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Dünya Y.)
"Fâiz (ribâ) yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar." Kur'an faizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, bencilliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Ahiret'te de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse ahiret'te o konumda dirilir.
"Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir, demelerindendir." Onlar görüşlerini yanlış bir teori üzerine dayandırdıkları için kâr ile faiz arasındaki farkı göremezler. Onların iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca yatırılan paradan faiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil, günümüzün bankaları, finans kuruluşları da faiz hakkında bu tür düşüncelere sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın, diye fikir yürütürler. Fakat onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sâbitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde, hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sâbit bir kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu tüketimde kullanan kişinin faiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir işte kullanılmak üzere belli bir faiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar. Fakat yine de sâbit bir kâr oranını garantilemiş değillerdir ve birçok riskle karşı karşıyadırlar. Tam tersine, sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine hiçbir risk almaksızın sâbit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla, hangi adâlet ve ekonomi düşüncesine göre onun sâbit bir kâr oranını garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sâbit bir faiz oranıyla borç verebilir?
Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar yaptığı ve fedakârlıklar yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı bir yüzyıl boyunca faiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?
"Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir." Bu izin sadece, faizi haram kılan âyet nâzil olmadan önce alınan faizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o faizden kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu âyetten bu meselenin Allah'a havale edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından borçlanılan faizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden faiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup almışsa, aldığı faizi kendisine harcamamalı ve faiz aldığı kimseleri araştırıp onlara aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Faiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyamet gününde, kişi hakkında kesin hüküm verecek olan Allah'ın azabından korunmanın tek çıkar yolu budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır. (Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an)
Klasik F
ıkıhta Ribâyı/Fâizi Câiz Gösteren Tavırlara- Câiz Olan İşlemlerin İstismarıyla İlgili Örnekler
1- Âriyye Meselesi: Ağaçtaki yaş ve taze hurmanın, elde mevcut kuru hurma karşılığında yaklaşık ve tahminî olarak satın alınmasına âriyye denilir (Buhârî, Büyû’ 4; Müslim, Büyû’ 14). Ve bunun câiz olduğunda ittifak vardır. Halbuki ulemâ, bunun benzeri olan her şeyi ribâ -en azından fadl ribâsı- sayıp reddetmektedirler. Ulemâ bu çelişkiyi izah için, “esasta ribâ olan böyle bir alım-satım işlemine cevaz verilmesinin sebebi, hurma ziraatiyle uğraşan çiftçilerin buna ihtiyaç duymalarıdır” demektedirler. Bundan çıkan sonuç şudur: Ribâ ihtiyaç sebebiyle ve ihtiyaç derecesi oranında meşrû ve mubah görülebilir. Zira hurma ziraati ile meşgul olanlarlara tanınan bu hakkın, öbür zirâî ürünleri üretenlere ve geçimlerini başka yollardan sağlayan değişik meslek sahiplerine de tanınmasından daha doğal bir şey olamaz. Hurma yetiştiricisine kolaylık gösterirken, diğer ürünleri üretenlere aynı kolaylığı göstermemek eşitlik ve adâlet esaslarına uymayan son derece mantıksız bir şey olur.
2- Selem ve istismar edilip fâize benzetilmesi: Selem: Müecceli muaccele satmaktır (Bkz. Mecelle, madde 123). Yani peşin para ile veresiye mal almaktır. Genellikle köylüler ve çiftçiler hasat mevsimine üç-beş ay kala gıda maddesi ve para sıkıntısı çekerler. Bu sıkıntının sevkiyle 3-5 ay sonra teslim edecekleri, meselâ buğday ve pamuk karşılığında peşin gıda maddesi veya para alırlar. Çiftçinin darda ve sıkıntıda olmasını fırsat bilen ve bundan âzamî derece faydalanmanın yollarını arayan tefeciler, 3-5 ay sonra teslim alacakları malı, meselâ buğday veya pamuğu çiftçinin elinden çok ucuza ve değerinden aşağı bir fiyatla satın alırlar. Bu yoldan en az verdikleri sermayenin % 25 kadar bir fazla meblağı ellerine geçirirler. Yıllık hesap edildiğinde bu oran % 50’nin altına düşmez. Gerçi cevazı nass ve icmâ ile sâbit bulunan selem kurumu, bu maksatla teşrî kılınmış değildir. Ama, görüldüğü gibi istismar edilip en kötü bir ribâ muâmelesine kapıyı açık tutmakta, göz göre göre fakir fukarânın soyulmalarına araç yapılabilmektedir. Ebussuud Efendi, bu çeşit selemin köylüleri mahv ve köyleri harap ettiğini söylemektedir. Ebussuud Efendi, Yavuz ve Kanuni zamanında şeyhülislâmlık yapmıştır ve bu dönemde Osmanlı Devleti iktisadî bakımdan en kuvvetli dönemini yaşamakta, hazine ağzına kadar dolu bulunmakta, ama yine de zavallı çiftçiler selem yoluyla tefecilere soyulmakta, bu durum karşısında İslâm âlimleri: “Eh, ne yapalım, Şer’i Şerîf selemi câiz görmüştür, taraflar ihtiyaçlarını dikkate alarak rızâlarıyla selem akdi yapmışlardır, para veren taraf, malı gerçek değeriyle alsa iyi olur, ama aralarında anlaştıkları bir fiyattan alırsa buna da en azından kazâ cihetinden denilecek bir şey yoktur” demektedirler. Maalesef, eski ulemâ, bu türlü bir selem işlemine, daha açıkçası değişik adla tefeciliğe seyirci kalmışlardır.
Sual: "Zeyd, Amr'a arpa ve buğday için selem tarîkiyle bir miktar akçe verdikte, şerâit-i seleme tamam riâyet eylese, tâyin olunan zamanda Amr, arpa ve buğday ziyâde baha eder, deyû vermeyip akçeni al, demeye kadir olur mu?" "El-cevap; Olmaz." (Fetâvâ-yı Yahya Efendi, Hamîdiyye, (Süleymâniye) no: 509, V/179 a). Demek ki, selem yoluyla ihtiyaç sahibinin aldığı paranın fâizi ne kadar yüksek olursa olsun, şikâyeti dinlenmiyor.
Selem, sadece ödünç para vermekle olmaz, alacağa ve borca karşılık da olabilir. Misal: Zeyd'in, Amr zimmetinde bin akçe hakkı olup ba'dehû Zeyd mezkûr meblağı Amr'dan ahz etmeden zimmetinde iken Amr'ın üzerine şu kadar kile pirinç için selem akdi yapsa, bu selem şer'an sahih olur mu?" "El-cevap: Olur." (Fetâvâ-i Abdurrahim, İstanbul, 1128, II/78)
Bu durum karşısında, "Selem ribânın zıddıdır. Zira ribâda para değer kazanıyor ve artıyor, halbuki selemde sadece satılan mal ucuza gitmiş oluyor. Selem, ribânın zıddı olduğundan helâldir" demek, ne kadar inandırıcıdır? İbn Rüşd'ün de dediği gibi, selemle mal alanın esas maksadı malı değerinden düşük bir fiyata almaktır. Selemle mal satan şahsın esas maksadı da, vâdeden faydalanmaktır (İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctehid Nihâyetu'l-Muktesıd, II/169). Bu iki unsur olmasa niçin selem muâmelesine ihtiyaç duyulsun?
Selem işleminin nasıl istismar edildiğini göstermek için fermanlarda, mühimme defterlerinde, şer'î ve kadı sicillerinde epey delil ve vesika vardır. Bazılarına temas edelim:
1565'te Mora beyine ve bu sancağa bağlı olan kadılara yollanan bir fermanda zenginlerin, fakir halka: "Selem tarîkiyle akçe verüp mahsullerini daha ham veya yeni ekilmiş bir halde tarlada iken satın aldıkları ve tekrar kendilerine sattıkları, bu sûretle yüz akçe borcu üç sene zarfında bin akçeye çıkardıkları anlatılıyor. Borçlarını ödeyemeyen yoksul köylüler malını mülkünü, evini barkını terk edip çaresizlik içinde başka yerlere göç ediyorlardı. Geride kalanlar selem adı altında tefecilik yapan ribâhorlara (fâiz yiyen tefecilere) azap ve ırgat oluyordu.
Osmanlı Devletinde selem, murâbaa, rehin, vefâ bey'i, muâmele ve îne bey'i yoluyla yapılan tefecilik, câhiliyye ribâsını aratacak gaddarlıktadır. Bazen, tefecilik yoluyla büyük servet sahibi olan ribâhorları devlet, düşük bir narh üzerinden İstanbul'un et ihtiyacını karşılamakla mükellef tutmak sûretiyle cezâlandırıyor ve kısa sürede iflâs etmelerini sağlıyordu.
3- Vâde farkı: Peşin fiyatı bir milyon lira olan bir mal, altı ay vâde ile % 15 fazlasıyla, bir sene vâdeyle % 30 fazlasıyla satılsa veya alınsa, umûmiyetle ulemâ bunu câiz görmekte, gerçek fiyatın üstünde olup vâde bedeli olan karşılığı ribâ ve fâiz saymamaktadır (Eş-Şevkânî, neylu'l-Evtâr, Mısır, 1961, V/162; İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctehid Nihâyetu'l-Muktesıd, Mısır, 1333, II/127; Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul, 1982, II/119; İbn Rüşd, el-Cedd, el Mukaddimât, 580). Halbuki, vâde farkı olarak alınan fazlalık, aklen ve mantıken fâiz olduğu gibi, iktisadî bakımdan da fâizin ta kendisidir. Fâizin bütün unsurları anlam ve öz olarak bunda vardır. Vâde farkının fâiz olmadığını göstermek için söylenecek her söz safsata, her izah saçma olmaktan öte bir mânâ ifâde etmez. Onun için Fahruddin Râzî, bu konuda ileri sürülen itiraza: "Şeytanca yapılan bir kıyas" demekten başka bir şey söyleyememiş, belki kendisini de tatmin etmeyen Kaffâl'ın şu sözlerini nakletmiştir: "Bir adam peşin fiyata bir milyon lira olan bir mal satın almak istiyor. Satıcı, "bu malın peşin fiyatı bir milyon lira, bir yıllık vâdeli fiyatı iki milyon lira" diyor. Müşteri iki milyon lira fiyatla bu malı bir yıl vâdeli olarak satın alma yolundaki teklifi kabul edince pazarlık kesinlik kazanıyor ve anaparayı ikiye katlayan bu vâde farkı ona helâl kazanç sayılıyor. Diğer yandan bir milyon lira borcu olan, ama bunu ödeme gücüne sahip olmayan bir kimse alacaklısına: "bana bir yıl vâde ver, borcumu iki milyon lira olarak ödeyeyim" diyor ve alacaklı da bu teklifi kabul edince anaparayı bir misli artıran ve haddi zâtında vâde karşılığı olan bu fark ribâ sayılıp reddediliyor. Peki, iki durum arasındaki fark nedir? İkisi de haram veya helâl olsa, kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama birinin kesin sûrette helâl, diğerinin açık bir şekilde haram olduğu söylendimi, aradaki farkın da açık biçimde gösterilip bu iki şeyin gerçekten ve mantıken diğerinin zıddı olduğunu âşikâr bir sûrette ispat etmek lâzımdır ki, insanlar helâlle haramı birbirine karıştırmasın. Bu konuda Kaffâl diyor ki: "Değeri on akçe olan bir kumaşı veresiye yirmi akçeye satan bir kimse, kumaşın bizzat kendisini yirmi akçenin bedeli saymıştır. Bunun böyle olduğu husûsunda iki taraf rızâlarıyla anlaşınca, bunların her biri mâliyet itibarıyla onların nedzinde diğerinin karşılığı haline gelmiştir. Bu sebeple, gerçek fiyatı on akçe olan bir kumaşı vâde ile yirmi akçeye satan müşteriden karşılıksız bir şey almamıştır. Çünkü kumaşın her parçası, paranın her kuruşuna karşılık olmaktadır. Ama on akçe verip vâde sonunda yirmi akçe alan, aldığı on akçe fazla meblağı karşılıksız olarak almıştır. Ödenen fazla meblağın karşılığı verilen mehil ve vâdedir, denilemez. Zira verilen mehil, mal olmadğı gibi, kendisine işaret olunan bir nesne, yani pazarlığa konu olan bir şey de olmadığından fazladan ödenen on akçenin karşılığı sayılmaz (Fahruddin Râzî, II/534).
Görülüyor ki, anaparayı ikiye katlayan bir kâr, vâdeli satış şeklinde olursa meşrû ve helâl kazanç kabul edilirken, aynı kâr ikraz (borç) yoluyla sağlanınca katıksız haram sayılmaktadır. Durum bu olunca, bu muâmelenin hileli yollardan yüzde yüz fâiz getiren birtakım sözde alışverişlerin kaynağı olacağı, tıpkı selemde olduğu gibi, ribânın yürürlükte ve geçerli olması için kapıyı ardına kadar açık tutacağı açıktır.
Merhum Elmalılı da, vâde farkından bahsederken: "Alışverişteki vâde farkına gelince, eğer mubâdele edilen iki şey bir cinsten değilse, bunların yekdiğerinin karşılığı oldukları herhangi bir akitle tesbit edilip yalnız birbirleriyle ölçüldüklerinden birinin öbüründen fazla olması ve netice itibarıyla ribânın bulunması bahis konusu olmaz." "Meselâ, bir milyon lira bugünkü bir akitte bir kg. buğdayın tam karşılığı olabildiği gibi, diğer bir gün ve diğer bir akitte on kg. buğdaya tekabül eder ve taraflar seve seve para ile buğdayı mübâdele ederler, hiçbiri bir şey zâyi etmiş olmaz. Bey' sûretiyle olan ticarî muâmelelerde kâr ve zarar hep böyledir" demektedir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, I/965). Kısaca nakledilen yukarıdaki kanaatin hatalı oluşunun bir sebebi mübâdele edilen malların aynı cinsten olup olmamalarının ribâyı tesbitte ölçü olarak kabul edilmesi tarzındaki yanlış düşünce ile paranın bir değer ölçüsü olduğunun hatıra getirilmemesidir. Şayet para bir değer ölçüsü olarak görülürse bugün bir kg. buğdayın bedeli olan bir milyon lira, yarın 10 kg. buğdayın bedeli olamaz. Çünkü hiçbir ölçü ve terazi, ölçtüğü şeyi bu kadar farklı ölçmez ve böyle ölçüyorsa, ona kimse güvenmez, zira ona artık ölçü denmez. Temeli sakat bir mantıkla yola çıkılınca, ulaşılan netice görüldüğü gibi saçma olmaktadır. Vâde farkının oranını ve miktarını tâyin eden, aslında câri fâiz hadleridir. Onun için vâde farkı fâizin yavrusu, ürünü ve değişik bir görüntüsüdür. Vâde farkını tâyin eden fâizi haram sayıp vâde farkına helâl demek bu açıdan da sakat bir görüştür.
Yukarıda örneklerde, "vâde farkından hâsıl olan fazla ve kâr, tıpkı alışverişten meydana gelen fazlalık ve kâr gibi olup, helâl bir kazançtır" denilmesiyle, câhiliyye Araplarının: "Alışveriş de ribâ gibidir", yani nasıl alışverişte bir ziyâde ve kâr varsa, aynen öyle ribâda da bir fazlalık ve kâr vardır, aralarında fark yoktur, demelerine benzemektedir. Yani, câhiliyye Araplarının ribâyı helâl saymak için gösterdikleri gerekçe ne ise, vâde farkını câiz görenlerin gösterdikleri gerekçe de odur. "Vâde farkı haramdır, zira bu sûretle olan alışverişte, peşine nazaran alınan fazlalık vâdeye karşılıktır ve esas itibarıyla ribâ da vâde karşılığı olarak alınan fazla meblağdır" diyenlerin kanaati de sözü edilen fazla meblağın ticaret yoluyla kazanılan fazla meblağa ve kâra hiç benzemediğini açıkça göstermektedir. Burada unutulan şey şudur: Bugün özellikle bütün dayanıklı tüketim mallarının biri peşin, diğeri vâdeli olmak üzere iki ayrı fiyatı vardır. Maliyeti yüz milyon lira olan bir mal % 20 kâr ilâve edilerek 120 milyon liraya satılmaktadır. Aynı mal, bir sene vâde ile 150 milyon liraya satıldığı zaman, bunun 30 milyon lirasının vâde karşılığı olduğu, yani % 25 bir fâiz alındığı açıktır. Şimdi vâde karşılığı olan bu 30 milyon lira acaba daha çok kâr kabul edilen 20 milyon liraya mı, yoksa fâize mi benzemektedir? Bu ziyâde meblâğ fâize benzetilebilir. "Girişimcinin aldığı kredinin fâizi, ürettiği malın fiyatına yansımakta ve pahalılığa yol açmaktadır" diyenler de bunun fâiz olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Veya şayet vâde farkı fâiz değilse, girişimcinin krediye ödediği fiyat da fâiz değildir. (Süleyman Uludağ, İslâm'da Fâiz Meselesine Yeni Bir Bakış, s. 122-130)
b- Hile Yoluyla Fâizin Ticaret Gibi Gösterilmesiyle İlgili Örnekler
Aşağıda göreceğimiz örnekler, esas itibarıyla Hz. Peygamberimiz zamanında mevcut olmayıp, daha sonraki çağlarda iktisadî hayatın ve malî gerçeklerin zorlamasıyla bazı âlimlerin ortaya koymak mecbûriyetinde kaldığı, diğer bazı âlimlerin ise ribâ sayıp reddettikleri muâmeleler, daha açıkçası fâiz işlemleridir. Hiç şüphe yok ki, bu türlü muâmelelerin başında "îne bey'i" denilen bir fâiz işlemi gelir.
1- Îne Bey'i: Muhtaç durumda bulunan bir kişi, ihtiyacını gidermek için sermaye sahibine başvurup, ödünç para istiyor. Ama sermayedar, ödünç vereceği paranın ödünç isteyene verilmemesi halinde kendisine temin edeceği menfaate tamah ederek ödünç vermeye râzı olmaz. Zira bu paranın kendisinde kalması ve işletilmesi halinde kazançlı çıkacağı kanaatini taşımaktadır. Bu yüzden borç talep eden şahsa: "Sana borç para vermem, ama istersen pazardaki fiyatı on akçe olan şu kumaşı sana on iki akçeye satayım, bunu pazarda satıp ihtiyacını görebilirsin" der. Borç alan bu teklife râzı olarak kumaşı on iki akçeye alır, pazara götürüp on akçeye satar, böylece ihtiyaç duyduğu on akçeyi temin etmiş ve sermaye sahibi de iki akçe kazanmış olur (İzmirli, İlm-i Hilaf, İstanbul, 1339, s. 147). İşte îne alışverişi budur ve bu işlem tamamıyla fâizle ödünç verme ihtiyacından doğmuş ve daima bu ihtiyaca cevap verecek şekilde tatbik edilmiştir.
Bazı hallerde îne muâmelesi daha da çabuk yapılır: Ödünç alanla veren bir dükkâna gider; ödünç veren, meselâ yüz akçeye bir mal alıp, bunu meselâ yüz yirmi akçeye ödünç alana veresiye satar ve oradan gider. Sonra ödünç alan bu malı dükkân sahibine peşin olarak yüz akçeye satıp parasını alır (İbn Teymiye, 29/441, 456). Şayet mal doğrudan ilk satıcıya değil de başka birine satılırsa buna da "teverrük" denir. Îne bey'inin pek çok şekillerinden bazıları şunlardır:
Bey'u'l-muâmele veya bey'-i câize: Îne şeklindeki alışverişin ve borçlanmanın başka bir adıdır. Misal: Borç alan, borç verene gider ve meselâ yüz altın ödünç ister. Sermayedar, bir menfaat temin etmeden ödünç verene ikrazda bulunmaz. Onun için peşin fiyatı ve gerçek değeri yüz altın olan bir malını yüz yirmi altına satın almasını borç talep eden şahsa teklif eder. Borç talep eden şahıs bu teklifi kabul edip bedelini bir sene sonra ödemek üzere bu malı yüz yirmi altına satın alır. Sonra, veresiye satın aldığı bu malı üçüncü bir şahsa yüz altına satar. Bu şahıs da bu malı yüz altına sermaye sahibine peşin olarak satıp yüz altın alır. Aldığı bu parayı esas borç para almak isteyen şahsa verip kendisi aradan çıkar. Bu muâmele sonunda borç alan yüz altın borç almış, ama yirmi altın da sermayedara fâiz ödemiştir. Bey'-i muâmele veya bey'-i câize dedikleri alışveriş ve borçlanma şekli budur. Yukarıda bahis konusu edilen misalde, müstakriz (borç isteyen), gerçek fiyatı yüz altın olan bir malı veresiye yüz yirmi altına satın alıp, bunu mukrize (borç verene) değil de başka birine peşin olarak yüz altına satar ve bu mal bir daha mukrize (borç verene) dönmezse, buna da "teverrük" denir. Îne'nin haram olduğunu söyleyen âlimlerden bazıları teverrükü câiz görmektedirler. Lâkin Ömer bin Abdülaziz, bunun ribânın küçük kardeşi olduğu kanaatindedir. Bu muâmelenin her yönüyle fâiz olduğu apaçıktır. Nitekim sonraki fıkıh âlimleri bunun câiz olduğunu ve bu yoldan alınan fâizin câiz ve helâl olduğunu açık şekilde ifâde etmişlerdir. Mecelle'nin meşhur şârihi Ali Haydar şöyle diyor:
"Muâmele ve murâbahaya, yani fâizle ödünç almaya dâirdir: Fâizle ödünç vermenin tarîkı ber-vech-i âtîdir: Mukriz, müstakrize veresiye bir malı bey' ve teslim eder. Sonra müstakriz o malı aldığı bedelden aşağı bir fiyatla bi'l-vâsıta -yani üçüncü bir şahıs aracılığıyla- mukrize peşin olarak bey' ve teslim eder. Bu sûrette kendi malı sattığı fiyattan daha az bir fiyat ile yine kendi eline vâsıl olmuş ve fazlası fâiz itibar edilmiş olur (Bkz. Ali Haydar, Dürretü'l-Hükkâm, İstanbul, 1313, X/763). Muâmele bey'inin sahih ve şer'î olabilmesi için üçüncü bir şahsın araya girmesi -ki buna vâsıta denilmektedir- şarttır. Bu türlü işlemlere "sülâsî mesele", yani üçlü işlem adı verilmektedir. Aksi halde muâmele bey'i sahih ve şer'-i şerîfe muvâfık olmaz. Yani, usûlüne göre yapılmayan ve şer'î ribh ilzam olunmayan ikraz için fâiz verilmez, fâize şer'an hak kazanmak için muâmelenin üçlü olması (mes'ele-i sülâsiye) şarttır.
Bu muâmelenin bir şekli de şöyledir: Borç almak isteyen şahıs, sermayedara gidiyor ve bin akçe ödünç istiyor. Ama sermayedar vermiyor. Bunun üzerine borç almak isteyen zât, bir malını sermayedara 1000 akçeye peşin satıyor ve sonra da aynı malı sermayedardan 1150 akçeye veresiye satın alıyor. Böylece % 15 fâizle 1000 akçe alıyor.
"On'u, on bir buçuk (% 15) hesabı üzere muâmele ile Zeyd'den bin akçe istikraz eden Amr, bir metâını Zeyd'e bin akçeye bey' ve teslim ve kabz-ı semen ettikten sonra Zeyd'den tekrar bin yüz elli akçeye bir sene tamamına dek müeccelen iştirâ ve kabz edip Zeyd'e ecel-i mezkûr tamamına dek bin yüz elli akçe medyun olsa, muâmele-i şer'iye etmiş olur mu?" "El-cevap: Olur." (Fetâvâ-yı Abdurrahim, II/82).
Görülüyor ki, bu muâmelede şer'î ribh, yani fâiz karşılığı ödünç vermek için artık üçüncü şahsın aracılığına (meselenin sülâsî olmasna) hâcet kalmıyor. Ali'nin Ahmed'den on altın alacağı var, üç altın mukabilinde bu borcun ödenme tarihini bir sene geri atmak husûsunda anlaştıklarında yapılacak muâmele şudur: Ali, sözkonusu on altınla, Ahmed'den bir mal satın alır, sonra teslim aldığı bu malı tekrar borçlusu Ahmed'e on üç altına veresiye satar. Bu sûretle bir yıl vâdeye karşılık olmak üzere Ali'nin Ahmed'deki alacağı % 30 artarak on üç altına çıkar (Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/420; Ankaravî, Fetâvâ, I/338). Bu muâmelenin, fâiz haddi dikkate alınmazsa, câhiliyye Araplarının ribâsından farklı bir tarafı yoktur.
2- Menfaat Şartına Bağlı İkrâz: Şer'î hile (şerli hile demek daha doğru olur) taraftarı olan klasik âlimlere göre; bir kural olarak hiçbir kimse, başka birine menfaatsiz ve karşılıksız olarak parasını uzun bir vâde ile borç vermeyeceğine, borç isteyenin az veya çok paraya ihtiyacı olduğuna ve sermaye sahibi de bu ihtiyacı karşılama imkânına sahip bulunduğuna göre; borç alanla verenin bir pazarlığa girmeleri, pazarlık neticesinde anlaştıkları bir fâiz miktarının ödenmesini bir mutâbakat ve sözleşme ile tesbit etmeleri kaçınılmazdır. Geriye kalan şey, şâyet karşılıklı rızâya dayanan bu sözleşme fıkıh kaidelerine uymuyorsa, onu şeklen bu kurallara uydurmak için bir kılıf bulmaktır. İşte fâizi görünüş itibarıyla kamufle eden bu kılıf, "şer'î hile"dir. Bu hilenin pek çok çeşidi vardır. Yukarıda îne bey'inde geçen örnekler bunlardan bazılarıdır. Diğer şekillerinden birkaçı da şöyledir:
a- İkraz için ikinci bir akdin şartlarını mukrize (borçluya) kabul ettirme: Meselâ, Ahmed, Ali'den yüz altın borç almak istiyor, fakat Ali: "Şu kurşun kalemi bir sene vâde ile yirmi altına satın alırsan, sana bir sene vâdeyle yüz altın ödünç veririm" diyor. Ahmed, evvelâ kalemi veresiye yirmi altına satın alıyor, sonra da yüz altın ödünç alıyor. Aldığı ödünç ile kalemin bedeli olan yüz yirmi altını sene sonunda Ali'ye ödüyor. İşte bu muâmele, "karzda menfaat şart koşmak câiz değildir" diyen birçok fıkıh âlimine göre ribâ sayılmıyor. Bir alım-satım içinde iki alım-satım akdini ihtivâ eden bu muâmele, birçok fıkıh âlimi tarafından ribâ sayılıp red ediliyor (El-Cezîrî, el-Fıkhu ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, -Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı- II/340). Bazen borç veren, parayı bir mendile koyup, borç alana vermekte, meselâ yüz akçe vermişse mendili de yirmi akçeye satıp yüzde yirmi fâiz almaktadır.
b- Hîbe meselesi: Vâde ile ödünç verme işleminde bazen de hîbe muâmelesi devreye sokuluyor: Ahmed, Ali'den yüz altın ödünç istiyor, Ali: "Şu halıyı veresiye yirmi altına benden satın alman şartıyla olur" diyor ve taraflar anlaşmaya varıyor. Ahmed Ali'den bir sene sonra ödenmek şartıyla yüz altın ödünç ile bir de halı alıyor. Ama sonra halıyı Bekir'e hîbe ediyor, Bekir de bunu Ali'ye hîbe ediyor. Bu sûretle Ali yüz altın için yirmi altın fâiz alıyor ve birçoklarına göre bu da câiz oluyor. Görüldüğü gibi, ödünç alanın, ödünç verenden kurşun kalem gibi ucuz ve cüz'î bir fiyatı olan bir şeyi satın alması halinde hîbeye ihtiyaç kalmıyor. Ama fâiz diye ödenen meblâğ satılan şeyin gerçek bedeli olacaksa, bu takdirde hîbe muâmelesine başvuruluyor. Yani ya öyle veya böyle bir şer'î hile olmadan menfaatsiz ikrâz ve istikrâz (borç verme ve borç alma) muâmelesi tamamlanamıyor. Başlangıç itibarıyla ödünç para almak için mürâcaat edilen şer'î hilelere, zimmette borç olan paranın vâdesini uzatmak için de başvuluyor.
"Sual: Zeyd, Amr'ın zimmetinde karzdan olan altı yüz akçesi için doksan akçe ribh (% 15 fâiz) ilzam etmek irâdesiyle bir kitabını doksan akçeye bir sene tamamına dek sahih bir bey' ile Amr'a bey' ve teslim, Amr dahi bunu kabz ettikten sonra, bu kitabı Bekir'e hîbe ve teslim edip, Bekir dahi bunu Zeyd'e hîbe ve teslim eylese, Zeyd sene tamamında doksan akçeyi Amr'dan talep ettiğinde, Amr mücerret kitap sana vâsıl oldu diye bu meblâğı vermemeye kadir olur mu?" "El-Cevap: Olmaz." (Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/430; Ali Haydar, a.g.e. X/764)
Mûtad ödünçlerde, borcun ödeme tarihi için tesbit edilen tarihe ödünç verenin riâyet etmesi mecbûriyeti yoktur. Meselâ, Ali Ahmed'e bir sene vâdeyle yüz altın ödünç verse, bu borcu 5-10 gün sonra isteyebilir ve Ahmed bu durum karşısında herhangi bir itiraz ileri süremez. Hanefiye'de durum budur, karzda tecil mûteber değildir. Fakat şer'î hilelerle alınan ödünçlerde anaparanın değilse bile, fâizin ödeme tarihine riâyet etmek şart koşulmuştur: "Borç veren, borçlusuna bir sene vâdeyle ribh ilzâm ettikten sonra, alacaklı bu ribhi bir sene dolmadan borçlusundan talep edemez." (Ali Haydar, X/764; Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/431). Vâde dolmadan evvel borçlu borcunu ödese, alacaklı ancak geçen zamanın fâizini alabilir (Ali Haydar, X/765). Borcun, bir sene dolmadan geri alınmayacağı husûsunda üçüncü bir şahıs kefil olsa, bu takdirde bir sene dolmadan borç talep edilemez ki, bu da bir hiledir.
3- Rehin Yoluyla Alınan Fâiz: İslâm hukukuna göre rehin vermek ve almak câizdir. Bundan faydalanan tefeciler ve ihtiyaç sahipleri, bu müesseseyi de ribâ alıp vermek için rahatça kullanmışlardır. Esasen vefâ bey'i ile istiğlâl bey'i de mâhiyet itibarıyla rehin hükmündedir. İhtiyaç sahibi, sermayedardan aldığı para karşılığı ona evini veya tarlasını ya da ineğini rehin olarak veriyor ve bu türlü şeyleri kullanma ve hâsıl olacak faydaya mâlik olma yetkisini sermayedara veriyor. Sermayedar da ödünç verdiği paraya karşılık elinde rehin tuttuğu bu evde kirasız oturuyor veya bu evi icara veriyor, rehin tarlayı veya bağı ekip biçiyor, ürününü alıyor, rehin ineği sağıp sütünü içiyor. Böylece rehin adı altında kamufle edilen ribâ muâmelesi yürüyüp gidiyor.
Rehin alan kişinin, rehin veren kişinin müsâadesi ve muvâfakatıyla rehin olan şeyden faydalanacını Hanefîler kabul ederler. Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler ise genellikle rehin veren kişi izin vermese bile, rehinin aslını noksanlaştırmayacak tarzda rehin şeylerden rehin alan kişinin istifade edebileceğini, meselâ rehin evde oturabileceğini, rehin ata binebileceğini, rehin öküzü arabaya koşabileceğini, rehin ineği sağabileceğini, rehin tarlayı ekip biçebileceğini kabul ederler. Bu yüzdendir ki, Şâfiîler vefâ bey'ine daha ziyâde "rehn-i muâd" adını vermişlerdir.
"Zeyd, mülkü olan değirmeni, borcu mukabilinde borçlusu Amr'a rehin verip teslim ettikten sonra, Amr o değirmeni Zeyd'den izinsiz birkaç sene diğer birine icar edip ücretini alsa, Zeyd borcunu edâ edip değirmeni aldıkta, bahis mevzuu ücreti Amr'dan almaya kadir olur mu?" "El-cevap: Olmaz. Amma, Amr'a dahi tîb olmaz." Görülüyor ki, rehinden istifade için mal sahibinin izin vermesini şart koşan Hanefîler artık bu şarttan da vazgeçmişlerdir. Borç veren rehin olarak aldığı evde mal sahibinden izin almadan oturabilir (Bu fetvâlar için bkz. Fetâvâ-i Ali Efendi, II/372). Esasen bu türlü hallerde rehin muâmelesinin esas maksadı, ödünç verilen parayı teminat altına almak ve sağlama bağlamak değil; ödünç verilen meblağ karşılığı rehin alınan şeylerden faydalanmak olduğundan, mal sahibi rehin eşyasından faydalanması için sermayedara izin vermeden rehin akdi gerçekleşmemektedir.
4- Fâiz Almak ve Vermek Sevap mıdır? İmam Âzam, İmam Mâlik ve İmam Ahmed'in câiz görmeyip ribâ saydıkları îne ve muâmele şeklindeki borçlanma İmam Şâfiî tarafından câiz ve meşrû görülmüştür (İmam Şâfiî, el-Ümm, III/68; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX/40). Fakat başlangıçta bu muâmeleye şiddetle karşı çıkanlar bile zamanla yumuşamışlar, ticarî ve iktisadî faâliyetlerin selâmeti ve darda kalanların sıkışıklıktan kurtulmaları için îne'yi iyi bir çare olarak görmüşlerdir.
Ödünç para alabilmek için bir malın diğerinden fazla bir meblağ ile alınmasının ve şer'î hile ile % 50'ye varan bir ribh (fâiz) ödenmesinin câiz olduğunu söyleyen Ömer Nasûhi Bilmen diyor ki: "Müstakriz üzerine şer'î bir muâmele zımnında bir ribh ilzâmı sahihtir. Ama cumhur bunu mekruh görmüştür. Lâkin bu türlü muâmeleler, İmam Ebû Yusuf'a göre kerâhetsiz olarak câizdir. Hatta hayırlı bir işe hizmet ettiği için, ayrıca meşrû ve sahih bir muâmele mâhiyetinde de yapıldığından "mendup" (yani sevap)tır. Bu, ribâdan kurtulmak için şer'î bir mahles (çare)dir, fayda temin eden bir ikraz muâmelesi olmayıp, bilakis mâhiyetleri hâiz olduklarından, bir akdin (yani menfaat şart koşularak yapılan ikraz akdinin) meşrû olmamasından, diğerinin de (yani muâmele bey'inin de) meşrû olmaması icap etmez. Vâkıa karz-ı hasen, yani mukrize hiçbir menfaat temin etmeyen, sırf rızâ-yı Hakk'a müstenid bir karz muâmelesi pek müstahsendir. Fakat her zaman bu yüksek insanî vazifeyi îfâ edecek zâtlar bulunmaz. Artık halkın ihtiyacını hafifletmek için böyle bir şer'î mahlese başvurmak azîmet tarîkine münâfî olsa da ruhsat tarîkine muhâlif olmaz. Fethu'l-Kadir'de: "Muâmele bey'inde kerâhet yoktur" deniliyor. Şu kadar var ki, hilâfı evlâdır. Çünkü bunda karz-ı hasen sûretiyle yapılacak bir iyilik ve lutuftan yüz çevirme mânâsı vardır (Ö. Nasûhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, VI/100-101).
Ömer Nasûhi Bilmen'in söyledikleri, dolaylı fâiz mânâsına gelen şer'î ribhi müdâfaa etmek için öteden beri bu konuda söylenen sözlerin bir tekrarı ve özetidir. Şimdi, biraz daha eskilere gidelim. Fetvâ kitapları meseleye şöyle yaklaşmışlardır: "İmam Muhammed tarafından haramlığı bahis konusu edilen ve îne bey'i denilen hile hakkında Hanefî ulemâsı demiştir ki: Günümüzde çarşı pazarda yapılan alım-satım muâmelelerinin en hayırlısı budur. İmam Ebû Yusuf'a göre îne hem câiz, hem de sevap (câize ve me'cûre)dir. Sevap oluşu, haram olan ribâdan sakınmayı sağladığı içindir. Kadıhan: 'Ribâdan kaçmak maksadıyla îne usûlü ile alım-satım yapılırsa, bunda bir beis yoktur' demiştir. Gerçi İmam Muhammed'e göre muâmele bey'i mekruhtur ama, İmam Ebû Yusuf'a göre bunda herhangi bir mahzur yoktur ve Ebû Hanife'nin görüşü de böyledir. İmam Muhammed'in muhâlefeti karzdan sonra yapılan akidle ilgilidir. Önce alım-satım işlemi icrâ edilir, sonra paralar verilirse, bu ittifakla câizdir" (Ankaravî, Fetâvâ, 1338; Fetâvâ-i Ali Efendi, I/431-432).
Ribâ yoluyla kazanılan paralarla hatm-i şerif ve Yâsin-i şerif okutarak cennetin anahtarını cebe koyma anlayışına rastlamak şaşırtıcıdır: "Vâkıf Zülkadir Halife 4500 akçeyi on'u on bir hesabıyla fâize vererek hâsıl olan nemâdan dörtte birini mütevellîye, 3/4'ünü de günde bir cüz Kur'an ve Yâsin-i şerif okuma karşılığında Rüstem Nâlân mescidinde imam olanlara verilmesi şartıyla vakfetmiştir (Halit Ongan, Şer'iye Sicili, Ankara, 1974, s. 33 -421-, 103 -1353-).
Hz. Peygamber, hile yapmayı tavsiye etmiş midir? Ribâ konusunda söylenenlerin daha ilerisine gidilerek: "Hz. Peygamber de ribâdan kurtulmak için hileye mürâcaat edilmesini tavsiye, hatta emretmiştir" (Ankaravî, Fetâvâ, I/338; Fetâvâ-i Ali Efendi, I/430) denilmiş olmasıdır. Görülüyor ki, hile yoluyla fâiz alıp vermeyi mubah görenler, İmam Âzam'ı da aynı görüşün sahibi olarak takdim etmekten başka, bu işin Hz. Peygamber tarafından emredildiğini söyleyerek bunun sevap olduğunu bile rahat rahat iddiâ eedebilmişlerdir. Çok eskiden beri yaygın bir şekilde var olan bu görüşlerin ribâya karşı duyulan dinî hassâsiyeti azalttığı ve bu türlü muâmelelerin rahatça yapılmasını sağladığı muhakkaktır. Herhalde ribâhorlar (fâiz yiyenler) ve tefeciler fetvâ-yı şeriften âzamî derecede istifade etmişlerdi. Bazı hocaların vakıf müesseselerinde veya şahsen ve kendi nam ve hasabına bu türlü murâbahalarla uğraşmaları tefeciler için iyi bir numûne olmuş ve cesâretlerini daha da arttırmıştı.
Aslında hileli yollardan ribâ alıp vermek, ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sahâbileri çağında bilinen bir şeydi. Bu türlü şeyler, ashâb döneminden sonra çeşitli iktisadî, ticarî, malî ve dinî âmillerin tesiriyle ortaya çıkmış, gerek ortaya çıkma, gerekse son şeklini alma safhasında geniş ölçüde yahûdi ve hıristiyanların bu yoldaki düşünceleri, görüşleri, uygulamaları ve işlemleri etkili olmuştu. Daha sonra Hz. Peygamber'e mal edilen hileler böyle bir ortamda doğmuştur.
Hilecileri (Ehl-i Hiyel) Tenkit: Fakat gerek îne yoluyla, gerekse onun türlü türlü şekilleriyle ödünç para alıp vermek, bu muâmelerlerdeki ribh (fâiz) haddini tarafların serbest irâdeleriyle kararlaştırmalarını kabul etmek, sadece bu muâmelelerin formaliteye uygun olmadığını meşrû veya gayr-ı meşrû oluşunun sebebi saymak, câhiliye ribâsını değişik bir biçimde, ama mâhiyet itibarıyla aynen hortlatıp geri getirmekten başka bir şey midir? Genellikle sosyal hayattaki gelişmelerden habersiz olan ve İslâm'ın ilk şeklinin aynen tatbikini isteyen Hanbelîler, ekseriyetle hileli alım satım işlemleri karşısında oldukça sert ve katı bir tavır takınmışlar; hangi nâm, hangi şekil ve hangi oranda ortaya çıkarsa çıksın ribânın her çeşidine amansız bir savaş ilân etmişlerdir.
İbn Teymiye bu mücâdelenin fevkalâde güzel bir örneğini vermiş (İbn Teymiye, Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX/446), sonra onu İbn Kayyım başarılı bir tarzda tâkip etmiştir. İbn Kayyım diyor ki: Hileciler, on akçe ödünç verilip vâde sonunda on beş akçenin alınmasını hileli bir yoldan câiz görmüşlerdir. Fadl ribâsı hakkında gâyet titiz davranıp, bazı mubah mübâdeleleri bile haram saymışlar, ama nesî ribâsına gelince hileli yollardan bunun kapılarını ardına kadar açmışlardır. Oysa Allah da, sevabı-günahı yazan melekler de, akdi yapanlar da, bu akdin şâhitleri de gâyet iyi biliyorlar ki îne ve muâmele bey'i yoluyla yapılan alım-satım ribânın ta kendisidir, akdi yapanların esas maksadı da ribâ almak ve vermektir. On altını bir çıkıya (veya mendile) koyup, beş para etmeyen çıkının beş altına alıcıya vermek ve on altın borç vermeyi de bu çıkının beş altına satın alınması şartına bağlamak özü itibarıyla ribâdır. Burada çıkı, kendi kendine bir mânâ ifâde etmeyen, ama başkasına mânâ kazandırmaya yarayan bir harfe benzemekte, yani katalizör vazifesi görmektedir. Esas haram kılınan ribâ, nesî ribâsıdır. Fadl ribâsı ona yol açar endişesiyle men edilmiştir. Şaşılacak şeydir ki, fadl ribâsına vesile olur, diye müdd-i acve meselesini haram görenler açıktan açığa nesîe ribâsına vesile olan îne bey'ini câiz görmektedirler (İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, II/142, III/335). Îne bey'i hadislerle yasaklanmıştır. Hileciler, îne bey'ini câiz kılan birtakım hileler ortaya atmışlardır. Fakat bu hilelerle durumu daha da zararlı ve mahzurlu hale getirmişlerdir. Hile ile îneyi câiz göreceklerine, hilesiz olarak îne bey'ini uygulasalardı daha az mahzurlu olurdu. Zira îne'ye hile ilâve etmekle, înenin zararları ve mahzurları ortadan kalkmıyor, buna yenileri ve daha korkunç olanları ekleniyor. Bu da Allah'ın ahkâmını alaya almak, sahtekârlık ve oyunbozanlık yoluna sapmaktır. Îneye hile eklenince, aslında ribânın basit bir vesilesi olan îne bir kat daha zararlı hale geliyor. Hileciler ne yaparlarsa yapsınlar kimseyi kandıramazlar. Gâyeleri yüz verip yüz elli almaktır. Ribâyı sözde helâl kılan unsuru akdin bünyesine ister ithal etsinler, ister ihrâç etsinler fark etmez. Zira bu unsur, hiçbir şey değiştirmemektedir. Kısaca Allah kandırılamaz, hiçbir şeyi karıştırmaz, ona hileyi terviç ettirmek, bu yoldan haramı helâl kabul ettirmek imkânsızdır" (İbn Kayyım, a.g.e. II/335). Allah, yahûdilere sığır ve davarın iç yağını haram kılmıştı (Bkz. 6/En'âm, 146). Bunun üzerine yahûdiler, "bu yağ haramdır" diye yemediler ama bunu eritip don yağı haline getirdikten sonra yediler ve "Allah'ın haram kıldğı şey iç yağıdır, don yağı değil" dediler. Şu halde, hile yoluyla ribâ yiyenlerle yahûdiler arasında bu bakımdan ne fark var? Bu ümmetten hiçbir kimse ribâyı açıkça helâl saymamıştır. Onu ancak alım-satım sûretinde ve bu ad altında helâl saymış ve bu sûretle ribânın ismini alım-satım olarak değiştirmiştir.
Yapılan şey, şeklen ve ismen ribâ değil, ama hakikat ve mâhiyet olarak hâlis muhlis ribâdır. Açık ribâda mevcut olan mahzur ve zararların tümü hileli ribâ işlemlerinde kat kat fazlasıyla vardır. Tarafların akd ettikleri muâmeleye ticarî bir alışveriş ismini vermeleri, bu muâmelenin haramlığını artırmaktan, kuvvetlendirmekten ve pekiştirmekten başka bir netice vermez. Evvelâ, akdin ismine, şekline ve meşrûiyet görüntüsüne güvenen ve kanan mukriz, açıkça ribâcılık yapan bir kimsenin yapmaya cesâret edemediği ve talep edemediği yüksek bir meblağı müstakrizden talep edebilir.
İkinci olarak, hileli yollardan ribâ alan, sadece insanları kandırmakla kalmamakta, hâşâ Allah'ı kandırdığını ve aldattığını zannetmektedir. Bu ise dinî samimiyete ve dürüstlüğe zıddır. Üçüncü olarak İranlıların deyimi ile "şer'î külâh" giydirilerek alışveriş şeklinde takdim edilen ve bir kılıfa sokulan ribâ, artık meşrûiyet elbisesi giymiş ve tebdîl-i kıyafet ederek halk arasında rahatça dolaşır olmuştur. Halk ise bu türlü muâmelelere gâyet meyyâl olduğundan, bu hususta kendilerine gösterilen ufak bir kolaylık onları ribâ batağına sürükleyebilmiştir, tıpkı kumar gibi. Kısaca, talâkta ve nikâhta hulle ne ise, ribâdaki îne ve benzeri hileler odur (İbn Kayyım, İğâsetü'l-Lehfân, Mısır, 1961, I/365). İmam Muhammed'in de: "Îne bey'ini 'ekele-i ribâ' ve 'ribâ-hor' denilen tefeciler icat etmişlerdir" dediği nakledilir (İzmirli, İlm-i Hilâf, 147).
Görülüyor ki ribâ, biri açık, diğeri kapalı olmak üzere iki türlüdür. Hileli yollar, ribânın örtülü ve üstü kapalı şekilleri olup, açık ribâdan daha çirkin ve daha zararlıdır. Bu türlü dalavereler, dinî samimiyete uymadığı gibi, aynı zamanda insanları sahtekârlığa, ikiyüzlülüğe, hilekârlığa, ahlâksızlığa, üçkâğıtçılığa alıştırmakta, doğruluktan ve dürüstlükten uzaklaştırmakta, en önemlisi de ilmî ve fikrî hayatı bozmaktadır. Zira ilimde ve fikirde her şeyi açık açık konuşmak, mâkul ve mantıkî bir şekilde izah etmek esastır. Hukuk ve ahlâkın gereği de budur. Böyle olmayan bir zeminde ilmî ve fikrî hayatın yeşermesi ve boy atması mümkün olmaz.
5- "Kır ve Öde" Kaidesi: İskonto Fâizi (Senet Kırma)
İslâm'daki fâiz anlayışını en iyi izah edecek hususlardan biri de hiç şüphe yok ki, "vaz' ve ta'cil" veya "tenzîl ve te'diye" ya da "da' ve teaccel" dedikleri: "Kır ve erken öde" meselesidir. Bu, tıpkı bugünkü senet kırma muâmelesine benzemektedir. Bir adamın, diğer bir kişiden, bir sene sonra ödemesi gereken vâdeli bin akçe alacağı var. Alacaklı borçlusuna: "Bu borcu şimdi öde, beş yüz akçe olarak öde" diyor. Borçlu bu teklifi kabul edince akit yapılmış oluyor. Fakat acaba bu muâmele câiz ve bu yoldan kazanılan beş yüz akçe helâl mıdır? İbn Abbas, Nehâî ve Züfer gibi zevâta göre bu muâmele câizdir. Gerekçeleri: Hz. Peygamber Benû Nâdir yahûdilerini Medine'den kovmaya karar verdiği zaman, bazı Medineliler gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bunları sürüyorsun ama onların bizden henüz vâdesi dolmamış alacakları var" dediler. Rasûlullah da: "Kırın ve hemen ödeyin borcunu
zu" buyurdu. Demek ki, vâdesi dolmayan borcu noksan ödemek câizdir."Kır ve öde" meselesi, "vâde ver, borcu artırayım" şeklindeki ribânın tam zıddıdır. Ribâ haram olunca, zıddının helâl olması icap eder. Ribâ, borçlunun borcunu ağırlaştırıp onu altından kalkamayacağı bir yükün altına soktuğu halde, bu mesele ona borcunu hem erken, hem de hafif bir şekilde ödeme imkânını verir. Ribâ borçluya açıkça zarar verdiği halde, bu mesele ona kâr temin etmektedir. Ribâda alacaklı kendi isteklerini ve şartlarını borçlusuna baskı altında kabul ettirdiği halde, bu meselede tarafların anlaşmaları eşit şartlar altında olmaktadır. Borçlu alacaklısından daha güçlü ve avantajlı bir vaziyette bulunmakta, isterse erken ama tenzilatlı olarak, isterse vâdesinde ve tam olarak ödeme şekillerinden birini serbestçe tercih edebilmektedir. Alacaklı da bu işten kârlı çıkmaktadır. Zira bir sene sonra alabileceği bir meblağı hemen alarak ihtiyacını gidermektedir. Ribâ borçluyu zarara sokmak pahasına alacaklıya haksız bir kazanç temin ederken, bu muâmelede borçlu da alacaklı da kârlı çıkmaktadır. Bu bakımdan hem şekil, hem de mânâ olarak bu muâmele, ribânın zıddıdır.
Ribâda fazla ödemeye karşı borçluya tanınan vâde, büyük bir zarara yol açmakta, bu sebeple borcun miktarı zamanla birkaç katına çıkmakta ve borçlu hiçbir fayda sağlamadan gittikçe artan bir borç yükünün altında kıvranmaktadır. Halbuki: "Tenzîl ve te'diye" borçluyu sorumluluktan kurtarmakta, alacaklıya istifade fırsatı vermekte, borcun katlanması gibi bir mahzuru değil; tam tersine bir kat eksilmesine yol açarak ödeme kolaylığı getirmektedir. Borç ödeme sorumluluğu ve yükümlülüğü altında bulunduğu için borçluya "esir" ismi verilmiştir. Vaz' ve ta'cil borçluyu bu esâretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktadır (İbn Rüşd, Bidâyetu'l-Müctehid Nihâyetu'l-Muktasıd, II/119; İbn Kayyım, İğâsetu'l-Lehfân, II/13, 14; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, I/186, 187; İbn Rüşd, el-Cedd, el-Mukaddimât).
Başta İbn Ömer olmak üzere İmam Mâlik, İmam Âzam ve Sevrî "vaz' ve ta'cil" muâmelesini câiz görmemişlerdir. Gerekçeleri: Hz. Mikdat diyor ki: "Bana yüz dinar borcu olan bir kişiye: 'Borcunu şimdi öde, on dinar eksik öde' diye teklifte bulundum. O da 'olur' dedi. Durumu Rasûlullah'a arz edince: "Ey Mikdat! Hem ribâ yedin, hem de yedirdin" buyurdu." Vâdeli alacağın peşine çevrilmesi halinde borcun bir miktar azaltılması ve düşülmesi, vâdenin düşülen miktar ve meblağ karşılığı satılması mânâsına gelir ve bu da ribâdan başka bir şey değildir. Vâdesi dolan borcun, bir miktar para ilâve edilerek bir müddet uzatılmasıyla vaz' ve ta'cil arasında esas itibarıyla hiçbir fark yoktur. "Vâdeyi kısalt, borcu düşüreyim" demekle, "Vâdeyi uzat, borcu artırayım" demek aynı şeydir. İlki câhiliye ribâsı olup haramdır. İkincisi de onun tıpkısıdır. Gerçi vaz' ve ta'cil muâmele ve şekil olark câhiliye ribâsının zıddıdır ama mâhiyet ve maksat olarak onun aynısıdır.
Ribânın haram oluşunun sebep ve gerekçelerinden bahsedilirken: "Allah'a âit olan ve herkes tarafından ortaklaşa ve eşit sûrette kullanılan mehil ve vâdenin haksız olarak satılması" ileri sürülmüştü. Aynı gerekçe ve sebep tam mânâsıyla burada da vardır. Aradaki fark, câhiliyye ribâsında zamanı ödünç veren sattığı halde burada bunu ödünç alan satmaktadır. Şayet bu muâmelelerden iki tarafın da faydalanmaları helâl olma sebebiyse, aynı şeyin fâizde de mevcut olması sebebiyle onun da helâl olması icap eder.
Buna göre senet kırmanın hükmü ve cevâzı tâyin edilebilir. Cumhura göre bunun câiz olmaması lâzım gelir. Bugün senet kırmada sözkonusu olan eksik ödemenin vâde karşılığı olduğu için fâiz sayılması husûsunda hiçbir kimsenin şek ve şüphesi yoktur. Üstelik burada para para ile değiştirilmiyor, kıymetli bir evrak olan senet satılıyor. Hileciler, fâiz adı altında alınan fazla parayı senedin, yani kâğıdın karşılığı olarak da kabul edebilirler. Bir şekilde ortaya çıkınca haram sayılan bir muâmelenin, başka şekle girerek ortaya çıkması halinde helâl sayılması cidden şaşırtıcıdır. İktisadî ve ticarî muâmelelerde bu gibi şeyler son derece mânâsız olmaktadır. Burada konu ile ilgili önemli bir husûsa işaret edilmesi şarttır: Mervan zamanında, istihkak sahiplerine senelik maaş olmak üzere ödenecek gıda maddesinin ve hubûbâtın miktarını belli eden senetler veriliyordu. Bu senetleri ellerine alanlar, hasat mevsimi gelmeden evvel senetleri düşük fiyatla başkalarına devr ve temlik ediyorlardı. Bunun üzerine Ebû Hüreyre, Mervan'a "Sen ribâ alışverişini mubah mı kıldın, yoksa Hz. Peygamber'in gıda maddelerinin teslim alınmadan evvel satışını yasakladığını bilmiyor musun?" diye uyarmış, bu ikaz üzerine Mervan senet satışlarını yasaklamış, satılmış olanlarını da görevli memurlara toplatmıştı (Müslim, Büyû' 40; Muvattâ, Büyû' 44). Hasat mevsiminde teslim edilmesi devlet teminatı altında bulunan bir nevî hâmiline yazılı bonolara benzeyen bu senetlerin (sıkak) gününden evvel ucuza ve gerçek fiyatlarından düşük olarak satılmasının yasaklanması, senet kırdırmanın fâiz olduğunu gösterir.
6- Bey' bi'l-Vefâ: Bey' bi'l-vefâ (bey'u'l-vefâ) denilen muâmele tarzı daha ziyâde gayri menkullerle ilgili olup Anadolu'da "para fâizsiz, tarla icarsız" veya: "para fâizsiz, ev kirasız" diye bilinmektedir. Paraya ihtiyacı olan bir kimse, sermayedarlara gidip: "Bana bin altın ver, buna karşılık sana falan tarlamı vereyim, borcumu ödeyene kadar ek biç, geliri sana âit olsun" veya: "falan evim ya da dükkânım veya değirmenim senin olsun, icarı ve kirası sana âit olsun" der, sermaye sahibi de bu teklifi kabul edip parayı verince akit yapılmış olur.
Bu türlü şartlı ve muvakkat satışlarda genellikle sermaye sahibine verilen gayri menkul -bazılarına göre menkul de olabilir- genellikle verilen paradan çok daha fazla fiyat ettiğinden, bu yolla yüksek kazanç temin etme imkânı bulunmaktadır. Burada arazinin rantı yani icarı, diğer gayri menkullerin kirası paranın fâizi yerine geçmektedir. Başlangıçta bilinmeyen bu muâmele tarzı, Buhara ahalisinin borçları artıp ödünç almaya muhtaç olmaları üzerine ortaya atılmıştır. Aslında daha evvel de bu tarz muâmeleler mevcut olmakla beraber ulemâ tarafından tanınmadığından ve ribâ sayılıp reddedildiğinden kitaplara geçirilmemiştir. Gerçi sonradan bunu câiz görenler bile bu muâmelenin haddi zâtında ribâdan ibâret olduğunu açık seçik bir şekilde ifâde etmekten geri durmamışlardır. "Bey' bi'l-vefâ bizâtihî yasak olduğu halde zarûrete binâen tecviz olunmuştur. Yasaktır, zira bir kimsenin ikraz ettiği borç verdiği para mukabilinde ribh ve kâr alması ribâ olmakla şer'an memnûdur. Fakat buna rağmen sermayedarın vefâ bey'inde mal sahibine verdiği ödünç para mukabilinde maldan faydalanması şart kılınsa bile, bu muâmele haram sayılmayıp câiz sayılmıştır (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/88; Mecelle, Madde 118). Ulemâ bir yandan bu muâmeleyi, özü itibarıyla ribâ olarak görmüş, öbür yandan da câiz ve helâl saymıştır. Açıkça fâiz olan bu muâmeleyi fıkıh sistemine yamamak için epey zorluklar çekilmiş, ama buna rağmen bu ulantı daima göze batmıştır. Mecelle şârihi Ali Haydar: "Bey' bi'l-vefâda hem sahih, hem fâsid bey'in ve hem de rehinin hükümleri cârîdir. Bu cihetle bey' bi'l-vefâ, zürâfâ denilen hayvana benzetilmiştir. Çünkü bu hayvanda üç hayvanın; yani deve, sığır ve kaplanın sıfatı bulunur" demektedir (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/224). Artık vefâ bey'i deve kuşundan daha acayip bir hilkat garîbesi olarak, zarûret ve ihtiyaçların sevkiyle ortaya çıkmış ve meşrûiyetini ulemâya âdeta zorla kabul ettirmiştir. Başlangıçta Hanefîlerin bu buluşuna karşı duran Şâfiîler çok geçmeden gösterilen tepkinin boşuna olduğunu idrâk etmişler ve "Rehn-i muâd" (iâde edilen rehin) "bey'u emânet" (emanet usûlü ile alım-satım) Şam'da bey'ut-Taa gibi isimlerle bu muâmeleyi câiz görmüşler ve uygulamaya koymuşlardır.
Ödünç verenin bir tarla veya ev alması görünüş itibarıyla verdiği parayı teminata bağlaması içinmiş gibi gösterilmekteyse de, aslında maksat, bu gibi gayri menkullerin geliridir, yani fâizdir.
7- Bey' bi'l-İstiğlâl: Bu muâmele, Mecelle'nin 119. Maddesinde: "Bey' bi'l-istiğlâl, bâyi' bir malı isticâr etmek üzere vefâen bey' etmektir" şeklinde târif edilmiştir. Aslında bey' bi'l-vefânın değişik şekli olan bu muâmele şöyle uygulanmaktadır: Paraya ihtiyacı olan kişi evini veya dükkânını ya da tarlasını sermaye sahibine vefâ yoluyla satmaktadır. Ancak sermaye sahibi bu akarları ve araziyi fiilen kullanıp ondan faydalanma durumunda olmadığından evi kiraya, dükkânı icara ve tarlayı da ortakçıya verip ondan faydalanmayı düşünmektedir. Bu durumda esâsen bu mallara ihtiyacı olan satıcı bu gayrı menkullerin kendisine kiraya, icara veya ortağa verilmesini müşteriye teklif etmektedir. Teklifi kabul edilince istiğlâl sûretiyle bey' akdi yapılmış olmaktadır. Artık bu durumda ödünç aldığı paraya karşılık evin ve dükkânın kirası veya tarlanın icarı (ki, istiğlâl arazi ile ilgili olursa buna murâbaa denir) adıyla sermaye sahibine bir meblağ ödemektedir. Bu da fâizden başka bir şey değildir. Bey' bi'l-vefâda satılan mal, sahibinin elinden çıktığı halde, bey' bi'l-istiğlâlde mal yine eski sahibine kiraya ve icara verilmektedir. Ancak, bu türlü bir alışverişin sahih ve câiz olması için satıcının gayrı menkulu tahliye edip alıcıya teslim etmesi, ancak bu muâmeleden sonra o malı icarlaması ve kiralaması şart koşulmaktadır. Yani satıcı evini ve dükkânını boşaltıp sermaye sahibine teslim edecek, ancak bundan sonra tekrar o eve veya dükkâna taşınıp yerleşecektir. Meselâ, Ali, Ahmed'e bin akçe ödünç veriyor ve buna karşılık da evini alıyor. Lâkin Ali bu evden, içinde oturarak faydalanmayı değil; kiraya vererek istifade etme durumundadır ve Ahmed de bu evi Ali'ye devir ve teslim ettikten sonra kirada oturmak vaziyetindedir. Bu durumda Ali'ye: "Bu evi başkasına kiraya vereceğine, seneliği yüz akçeye bana ver" diye teklif etmekte ve bu teklif kabul edilmektedir.
Buna göre, Ahmed'in Ali'ye kira adıyla ödediği yüz akçe hakikatte bin akçenin % 10 oranındaki fâizinden başka bir şey değildir. Şayet bu fâizi ödemek için dolambaçlı yollardan gidilmeyip doğrudan fâiz muâmelesi yapılsa, hem evi önce boşaltıp sermaye sahibine teslim etme, sonra aynı eve taşınma gibi son derece saçma bir işleme ihtiyaç kalmayacak, hem de hileli ve eğri büğrü yollara sapılmayacaktır. Özü fâiz olan bir işlemi doğrudan icrâ edip bunun vebalini üstlenmek, buna ilâveten bir de samimiyetsizliğin ve sahtekârlığın vebalini yüklenmekten ve evi tahliye edip tekrar taşınma külfetini göze almaktan çok daha ehven bir şerdir. Bu türlü hilelerle Allah'ı kandırıp gazabından ve azâbından kurtulmak mümkün olmadığına, hatta samimiyetsizliğin en çirkin örneği olan bu türlü hileler İlâhî cezâyı ikiye katlamaktan başka bir şey temin etmediğine göre, bu çeşit hilelere başvuranlar halkı uyutmaktan ve kendilerini avutmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Buna kurnazlık mı, zavallılık mı demeli?
8- Zarûret ve İhtiyaç: Fâizi yaygın hale getiren dolambaçlı yolların ve gayrı samimi görüşlerin başında hiç şüphe yok ki, zarûret ve ihtiyaç formülü gelmektedir. En âliminden en câhiline kadar herkes bu formüle rahatlıkla akıl erdirebilmekte ve diğer yollara nazaran bu usulle kendini daha çok kandırabilmektedir. Bu da fâiz ve ribâ meselesinin özünden kaçmaya ve üstüne varmamaya sebep olması bakımından ilim ve fikir yönünden gâyet zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bazı âyetlerin mânâlarını özetleyen "zarûretler, haramları mubah kılar" kaidesi gerçekten İslâm'da önemli bir esastır, ama yanlış anlamaya, yanlış uygulamaya, hatta istismara da son derece müsâittir. Fıkıhçılar, insanların edindikleri mallar ve temin etmeyi arzuladıkları eşyayı üçe ayırırlar: Zarûret, ihtiyaç, lüks (zarûriyât-hâciyât-kemâliyât). Bu üç şeyden mûtad, doğal ve genel olan ikincisidir. Lüks mal ve eşya temin etmek sadece sayıları az olan zenginler için mümkün olur. İnsanlar için varlığı zarûrî olan mal ve eşya öyle şeydir ki, o olmadan bireysel ve sosyal hayat varlığını koruyamaz, felç olur ve işlemez hale gelir. Böyle bir durumda haramlar helâl olur ama bu keyfiyet hem miktar, hem de zaman olarak zarûretin şiddeti ve müddeti ile sınırlıdır. Yani bir haram, zarûreti ortadan kaldıracak kadar ve kaldırdığı sürece helâl olur, yoksa zarûret hali kalkmış da ihtiyaç hali devam ediyorsa, bu durum haramı helâl kılmaz. Mubah ve helâl her türlü çareye teşebbüs edildiği ve her çeşit tedbir alındığı halde zarûret hali hâlâ ortadan kalkmıyor ve haram olanı işleme yegâne çare ve tek alternatif olarak ortada kalıyorsa, ancak bu vaziyette sınırlı olarak haram şeyler helâl olabilir. Kısaca zarûret hali tam mânâsıyla bir çaresizlik halidir. Başka bir ifâde ile domuzun etinin yenilmesini, şarabın içilmesini câiz ve mubah kılan zarûret hali ne ise ribâ almayı câiz kılan zarûret hali de odur. Zira tefeciliğin ferdî ve sosyal zararı, domuz etini yemekten de, şarap içmekten de kat kat fazladır. Zarûret hallerine umûmî ve dâimî hükümler binâ edilemez, edilirse hukuk sistemi kendini inkâr ve yok etmiş olur.
Söz konusu edilen mânâda bir zarûret halinin Türkiye şartlarında ribâ konusunda mevcut olması çok nâdir haller dışında kabil değildir. Zira Türkiye'de tefecilik yapmadığı için ölen veya hastalanan ya da sakatlanan bir tek kişi yoktur. Kezâ yaşayabilmek için tefecilerden borç almak zorunda kalanların sayısı çok azdır. Bazı Afrika ülkelerinde ortaya çıkan kıtlık ve açlık böyle bir zarûret haline misal olabilir ama bu âfetten kurtulmanın yolu yine de tefecilik değildir. Hırsızlık yapmak için zarûret halini bahane etmeyenlerin, tefecilik için veya tefecilerden borç almak için bu hali bahane etmeleri anlaşılır bir şey değildir. Zira nihayet tefecilik de insanları soymanın, hem de göz göre göre çarpmanın ve vurgunculuk yapmanın başka bir yoludur. Er-Ribâ isimli eserinde zarûreti bu şekilde anlayan Alâuddin Harûfe bu noktada kendi açısından son derece haklıdır. Ebû Zehre de aynı görüştedir.
Esas itibarıyla zarûret bu olduğu halde ehl-i hiyel denilen hileciler bu esası da bir hayli eğip büktükten sonra ribâ yemenin bir yolu haline getirmişlerdir. Ancak, zarûret esasına dayanıp marâbahacılığa cevaz verebilmek için bazı kaideler ortaya atmak ve bir hazırlık çalışması yapmak icap etmiştir. Böyle bir basamak olmadan ve köprü kurmadan zarûret esasına dayanıp ribâya cevaz vermek mümkün değildir. Mûtad iktisadî faâliyetler ve tabiî ticarî işlemler sahasından, mûtad ve tabiî olmayana intikal etmek için kullanılan köprü, daha sonra Mecelle'nin temel kaideleri arasında da yer alan İbn Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-Nezâir isimli eserindeki şu kaidedir: "İster genel ister özel olsun ihtiyaç, zarûret seviyesine indirilir." Yani bir şeye ihtiyaç var, lâkin bunu yapmak şer'an ve dinen haram kılınmış ise, yapılacak şey, evvelâ bu "ihtiyaç"a "zarûret" adını vermek, sonra da "bu zarûrîdir", diyerek zarûret haramı mubah kılar kaidesine dayandırıp onu câiz ve helâl saymaktır. Mecelle şârihi Ali Haydar: "Şâfiî fıkıh kitabı Bâcurî'de Cilâle bahsinde: "Kıyas olan, her hâcet messeden şeyin cevâzıdır" denilmektedir, diyor (Ali Haydar, a.g.e. I/88).
Görülüyor ki, bazı hallerde artık zarûretten bahsetmeye bile ihtiyaç duyulmamaktadır. Şayet ihtiyacı esas alan ve zarûreti bahsin dışında tutan bu kaide, İslâm hukukunun bir esası haline getirilip, sistemin bütününe buna göre yeni bir şekil verilebilseydi, muhakkak ki hukuk çalışmalarını tıkayan ve kapayan kapı açılmış, gerçekçi bir hukuk anlayışına ulaşılmış olurdu.
"Başka yoldan mesken sahibi olma imkânına sahip olmayan evsiz bir kimsenin fâizle alacağı kredi ile ev sahibi olması câiz midir?" şeklindeki bir soruya: "el-Cevap: Câizdir. Zira ev ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç, zarûret hükmündedir. Zarûretler de haramları mubah kılar" şeklindeki bir cevap hiçbir şeyi halletmez. Zira bu anlayışın ölçü olarak ve ihtiyacın kıstas olarak kabul edilmesi halinde fâizin câiz olmayacağı hiçbir husus yoktur. Bir zengin için bir yazlık, bir villa, bir çiftlik ihtiyaçtır ve onun bu maksatla fâiz almasının pekâlâ câiz olması icap eder. Kaldı ki, bir mesken gerçekten bir ihtiyaç olsa bile asla varlığı zarûri değildir. Çok zengin oldukları halde ev satın almayıp devamlı kirada oturanların sayısı az değildir.
Ribâ ve tefecilik konusunda düşünürken ve konuşurken hiç hatırlanmaması ve telaffuz edilmemesi gereken kelime "zarûret" lafzı olmalıdır veya bu söz, en sonra düşünülmeli ve telaffuz edilmelidir. Zarûret esasından hareket edip ribâ ve fâiz konusuna çözüm getirmeye uğraşan Abduh, Reşid Rıza, Şeltut ve benzeri âlimler boşu boşuna kendilerini yormuşlardır. Yaptıkları iş, en câhil birinin bile yapabileceği basit bir işten başka bir şey değildir ve esasen bu, çoktan beri yapılan ve uygulanan bir şeydir. Ama maalesef zarûret esası, meseleyi halletmeye değil, hallini tehir etmekten başka bir işe yaramamıştır. Görülüyor ki, zarûret hükmünde tutulan ticarî ve iktisadî ihtiyaçlar artık devamlılık kazanmakta, mûtad ve doğal bir hüviyete bürünmektedir. Halbuki tefeciliği daimî kılan ve göz yumulmasını mâzur gösteren hiçbir haklı sebebin bulunmaması icap eder. (Süleyman Uludağ, Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergâh Y. İst. 1988, s. 121-163)
Günümüzde Fâiz Tart
ışmaları ve Fâizi Câiz Gören YaklaşımlarBatıda kapitalizmin doğması, bankacılık sisteminin kurulması, ister istemez İslâm toplumunu da etkilemiştir. Müslüman ulusların yaşadığı yerlerde ticarî hayatın canlanması ve iktisadî faâliyetlerin yoğunluk kazanması, müslüman müellifleri fâiz konusunu yeni baştan gözden geçirmeye, değerlendirmeye ve bu konuda yeni açıklamalar ve yorumlar yapmaya zorlamıştır. Bu yorumların hemen hemen hepsi batılı kapitalist ve liberal iktisatçıların ve fâize karşı olmaktan vazgeçen hıristiyan din adamlarının bu konuda söyledikleri sözlerin bir tekrarı mâhiyetindedir. Lâkin fâizi câiz gören ve gösteren yorumlar yapan İslâm bilginleri, bu konudaki kanaatlerini daha çok Kur'an'a ve ilk çağlarda yaşayan bazı İslâm âlimlerine dayandırma ve görüşlerine mesnet teşkil eden delilleri İslâmî kaynaklardan tedârik etme çabasından da geri durmamaktadırlar.
Diğer taraftan, bir de bahsedilen bilginlere ve görüşlerine tepki gösteren ve fâiz konusundaki eski telakkiyi aynen devam ettiren geleneksel görüş taraftarları vardır. Bunlar da görüşlerini desteklemek için başta Kur'an ve hadis olmak üzere, İslâmî kaynaklardan deliller getirdikleri gibi, fâize karşı olan batılı iktisatçılardan da kendi görüşlerinin doğruluğuna şâhit tutmaktadırlar.
1- Üretim ve Tüketim Maksadıyla Alınıp Verilen Fâiz: Üretim maksadıyla fâizle ödünç para almanın câiz olduğunu ilk defa ciddî sûrette meşhur hıristiyan reformcusu Calvin (Ö. 1564) savunmuştu. Bu zât, fâize sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak bu maksatla fâizle para almaya cevaz vermişti. Bundan sonra murâbaha ile fâiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tâbi tutulmuştur. Beşold ve Bacon bu fikri daha da geliştirmişlerdi. Beşold (Ö. 1638) tefecilikle etkili bir şekilde mücâdele edebilmek için düşük oranda ve sınırlı miktarda fâizle ödünç vermeyi kabul etmişti. Siyasî İktisad isimli eserinde: "Eski çağlarda ribânın yasaklanması nasıl bir zarûret idiyse, yeni çağda mubah sayılması da aynen öyle zarûrîdir. Çünkü o çağlarda tüketim maksadıyla ödünç alınırken, bu çağda artık üretim maksadıyla kredi alınmaktadır" diyen Charles Gide de bu fikri savunmuştur.
Müslümanların yaşadığı ülkelerde ilk defa bu fikirler Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abduh tarafından sokulmuş, zamanla taraftarları artmıştır. Başlangıçta bütün müslüman müellifleri zarûret ve çaresizlik halinde rüşvet vermeyi de fâizle para almayı da câiz görmüşler, ama durum ne olursa olsun, rüşvet almayı ve ödünç karşılığı fâiz almayı mutlak sûrette haram saymışlardı. Çünkü fâiz vermek için zarûret olabilir ama almak için asla zarûret yoktur, diye düşünmüşlerdi. Ribh ve fâide adı altında fâiz almayı sadece hileli ve dolambaçlı yollardan câiz görmüşlerdi. Zarûret ve ihtiyaç sebebiyle fâiz almanın cevazı ancak Tanzimat'tan sonra konuşulmaya başlanmıştır. Mısır'da açılan Tasarruf Sandığı'na yatırılan para karşılığında alınan fâiz (ribh)in hükmü konusunda Muhammed Abduh şu fetvâyı vermişti: "Üretimde kullanılmak üzere ödünç para talep eden bir şahsa, para vermek hiç şüphe yok ki, haram kılınmış olan ribâya girmez. Bunun, ev ve ocağı harap eden câhiliyye döneminin katlanmış ribâsına dâhil olmayacağı âşikârdır. Çünkü bu muâmele hem işletmeci için, hem de sermayedar için faydalıdır. Evvelkisi ise çaresizlik içinde bulunmaktan başka bir günahı olmayan birine zarar verirken, kalp katılığından ve açgözlülükten başka bir emeği bulunmayan öbürü için fayda temin etmektedir. Şu halde bu iki türlü muâmelenin hükmü Allah'ın adâletine nazaran bir olamaz." (Mecelletu'l-Menâr, Mısır, 1906, a. IX/332). İşte bu, tarihlerden sonra "istiğlâl", "istismar" ve "intâc", yani üretim maksadıyla fâizle para almanın ve vermenin câiz olduğu meselesi, İslâm âleminde de konuşulur olmuştur.
M. Abduh, mevduat sahiplerinin tasarrruf sandığından fâiz almalarını açıkça meşrû ve helâl görmüş, ancak günün şartlarını dikkate alarak bu hususta biraz elastikî bir ifâde kullanmıştır. Daha sonra Mustafa Zerka, İbrahim Zekiyüddin Bedevî, Reşid Rızâ, Muhammed Şeltut, Sehurî, Devalibî, Ziyauddîn Ahmed, Fazlurrahman, Abdülaziz Çaviş ve daha pek çok bilgin üretim maksadıyla mevduat kabul eden yatırımcı kurumlardan mudilerin fâiz almalarının câiz olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu mesele, gerek iktisat ve maliye, gerekse tatbik bakımından son derece farazî ve hatta hayalî görünmektedir. Zira üretimin nerede başlayıp nerede bittiği ve hangi noktadan itibaren tüketimden ayrıldığı belli değildir. Buna göre ev yaptığını ve konut ürettiğini ileri süren bir müteahhit, bankadan fâizle kredi alabilir, zira ülkede ihtiyaç duyulan bir şeyi üretme faâliyetine girişmiştir. Buna karşılık bu evi satın alıp kullanan, yıpratan, aşındıran ve eskiten bir şahsın fâizli kredi kullanma hakkı yoktur. Zira o, aldığı krediyi üretim alanında değil; tüketim alanında kullanmaktadır.
Bugün daha ziyade zenginlerin fâiz vererek kredi aldıkları, genellikle orta ve dar gelir grubunun dişinden, tırnağından artırdığı parayı bankaya yatırarak fâiz aldığı bilinmektedir. O halde, üretim maksadıyla fâizli kredi almak câiz; ama tüketim maksadıyla fâizli kredi almak câiz değil, demek mantıksız olduğu kadar da tatbik kabiliyeti olmayan bir şeydir. Bu görüş, sadece sermaye sahiplerinin, yani zenginlerin işine yarar.
2- Zenginin Verdiği Fâiz: Bu arada, bugün genellikle yatırımcıların, iş adamlarının, sanayicilerin, girişimcilerin ve bankaların fâiz karşılığı kredi aldıklarını ve mevduat kabul ettiklerini dikkate alanlar, bu türlü fâiz muâmelelerinin, İslâm'ın haram kıldığı ribânın tam tersi istikametinde işlediğini nazar-ı itibara alarak, bu çeşit muâmelelerden temin edilen kazancın İslâm'ın kesin sûrette yasakladığı ribâ gibi günah olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Eski devirlerde zenginlerin ribâ verip fakirlerden ödünç almaları düşünülemezdi. Onun için bu halin hükmü kaynaklarda zikredilmemiştir. (İbn Teymiye, zengin bir kimsenin aldığından daha fazlasını ödemek üzere ödünç alamayacağını, yani fâiz vermeyeceğini söylemektedir.) Bu hal, yeni olduğundan, ona âit hükmün de yeni olması icap eder. Dar ve orta gelir grubunun mûdi sıfatıyla bankalardan aldıkları fâizi açıktan açığa yasaklayan bir hükmün bulunması düşünülemez. Çünkü olay yenidir. Onun için bu durumdaki kimselerin bankalardaki tasarrufları karşılığında fâiz almalarının câiz olduğunu söleyenler çıkmıştır (Bkz. S. Uludağ, a.g.e. s. 172).
3- Gayri Müslimlerden Dâr-ı Harbte Alınan Fâiz: İmam Âzam'a ve İmam Muhammed'e göre gayri müslimlerin memleketinde bir gayri müslimden fâiz almak câizdir. Bunlara göre esâsen gayri müslimlerin malı müslümanlara helâldir. Bir de bu, gayri müslimin rızâsıyla oldumu, haydi haydi helâl olur. Bu meselede meşhur Hanefî fıkıh kitabı el-Hidâye'de şöyle denir: Dâr-ı harbte bir müslimle gayri müslim arasında ribâ bahis konusu olmaz. Çünkü Hz. Peygamber: "Müslümanla gayri müslim arasındaki ribâya itibar yoktur" buyurmuştur. Ayrıca, gayri müslimlerin malları kendi ülkelerinde müslümanlar için helâldir. Bir müslüman, gadr etmemek şartıyla gayri müslimin malını hangi yoldan alırsa alsın, câiz ve mubahtır" (el-Merğınânî, el-Hidâye, II/48). Zira gayri müslimlere âit mal ve servetin dokunulmazlığı yoktur. Ganimet olarak alınır. Ganimet olarak alınınca helâl olan gayri müslimin malı, rızâsıyla alınınca neden helâl olmasın? Ayrıca ödünç verme, sadaka gibi sevap olan bir yardımdır. Gayri müslime dâr-ı harbte yardım etmek müslümanlara zarar verir, denilmektedir. Fakat Ebû Yusuf ve Şâfiî gayri müslimden alınan ribânın haram olduğu kanaatindedirler. Bu konuda İmamiye ve İsnâaşeriye adı verilen Câferîler de Hanefiler gibi düşünmektedirler. Ancak, onlara göre ribâ ve fâiz adı altında fazla miktarı alan taraf, müslüman olmak şartıyla dâr-ı harbte de dâr-ı İslâmda da müslümanla gayri müslim arasında ribâ ve fâiz yasağı olmaz, sadece kredi veren gayri müslim olursa, müslümanın ona fâiz adıyla fazla ödemede bulunması haram olur.
Bu kanaatin, "Kendi din kardeşinden ribâ almayacaksın, fakat yabancıdan alabilirsin" şeklinde muharref Tevrat'ta yer alan hükme olan benzerliği ortadadır. Bu kanaatin o fikrin etkisiyle oluşup meydana çıktığını kabul etmek, fazla ihtiyatsızlık olmaz. Bu, bir tepki olsa gerek.
Çok açık bir sûrette görülüyor ki, gayri müslimlerin ülkesinde müslüman olmayanlardan fâiz almanın câiz olduğunu ileri süren hanefîler fâiz alan tarafın kazandığı ve fâzi veren tarafın kaybettiği esasından yürümektedirler. Lâkin bugün için bu görüşün sakatlığı ve çürüklüğü, üzerinde tartışma açmaya lüzum hissettirmeyecek derecede açıktır. Ribâ yasağının illeti ve sebebi, gerçekten kazanma ve kaybetme ise, günümüzde bankalarda biriken mevduat sahiplerine âit tasarrufların zenginler tarafından fâiz karşılığı kullanılmasında bir sakıncanın bulunmaması icap eder.
Bugün fıkıh kitaplarında yer alan bu hükme bakan bazı câhil hocalar, Avrupa'da çalışan müslüman işçilerin gayri müslimlerin oradaki bankalarına para yatırıp fâiz almalarını câiz görürlerken, aynı yerde bulunan meselâ Türklere ve Araplara âit bankalara yatırdıkları para karşılığı aldıkları fâizi haram saymaktadırlar. Vaktiyle müslümanların ülkelerinde açılan gayri müslimlerin bankalarına da fâiz karşılığı para yatırmayı câiz görmüşlerdi. Bu vâdide verilen hüküm ve bu gerekçe ile verilen fetvâ, fâiz alanın kazanması, verenin kaybetmesi esasına dayanmaktadır. Halbuki mevduat kabul eden, bu maksatla amansız bir rekabati bile göze alan bankaların mevduat sahiplerinden aldıkları paralardan, onlara ödedikleri fâizden daha çok kazandıkları muhakkaktır. Öyle olmasa, bankaların, mal varlıklarını ve sermayelerini artırmaları bir yana, varlıklarını korumalarına bile imkân olmaz.
Alınan mevduattan, ödenen fâizden daha çok para kazanıldığına göre, bankalara yatırılan bu paraları yahûdi ve hıristiyan veya ateist iş adamları ve sanayicileri kullanmaktadır. Bu paralardan sağlanan nemâ ve kâr, daha sonra müslümanların aleyhinde faâliyetlerde değerlenmektedir.
Dâr-ı Harpte kâfirlerden alınan fâizin câiz görülmesi anlayışından dolayı, kendi ülkelerini dâru’l-İslâm kabul edip İsviçre ve ABD başta olmak üzere Batıdaki bankalara toplam tirilyonlarca doları bulan paralarını yatıran Arap şeyhlerinin ve nice ülkelerdeki müslüman geçinen sömürücü tiplerin, aslında Batı ülkelerini iktisaden kalkındırdıkları, tâğûtî düzenleri güçlendirdikleri bir vâkıadır. "Müslümanım" diyenler, Batı ülkelerindeki paralarını çekseler Batı ekonomisi ciddî sarsıntılar geçirecektir. Aynı şekilde namaz kılanlar kendi ülkelerindeki bankalardan paralarını çekseler, fâizci düzenler çökecektir. Kapitalizmi bankaları, tâğûtî düzenleri, yani Allah ve Rasûlüyle savaşan fâizci zihniyeti maalesef, müslümanlar veya müslüman geçinenler beslemektedir.
4- Ekonomik Savaş: Bankadan fâiz alıp vermenin câiz olduğunu göstermek için bulunan ve meselenin çözümlenmesinde kullanılan formüllerden bir de günümüzde müslümanlarla gayri müslimler arasında amansız bir iktisadî savaşın hüküm sürmekte oluşu, bu savaştan başarılı çıkmak için barış zamanında câiz olmayan bazı hilelerin ve muâmelelerin harb esnâsında câiz görülmesi tarzındadır. Bu görüşü ileri sürenler: “Harb hiledir” hadisini hatırlatmakta, normal hallerde başvurulmayacak fâiz işleminin fevkalâde hallerde lüzumlu ve zarûri olacağını ileri sürmektedirler. Bunlara göre, muazzam meblağlara ve hadsiz hesapsız mal varlığına sahip olan dev şirketler ve uluslar arası firmalarla rekabete girmek için büyük sermayeye ihtiyaç vardır. Küçük firma ve şirketler onlarla rekabet edemez, silinir ve yok olur. Fâiz karşılığı mevduat kabul etme, rekabet gücüne sahip büyük şirketlerin kurulmasına ve yaşamasına imkân veren nakdi ve sermayeyi bankalarda toplayan yollardan biridir. Bu maksatla fâiz karşılığı bankaya yatırılan para, kimseye zararlı olmamaktan başka, hem mûdiye ve hem millî servete fayda temin etmekte, ayrıca gayr-i müslimlerle ekonomik alanda güçlü ve etkili bir şekilde mücâdele etme imkânını bahşetmektedir. İşte meselenin bu niteliğini gözönünde tutup hiç değilse, dörtbaşı mâmur bir İslâm iktisat düzeni uygulamaya konulana kadar geçici bir dönem için fâize cevaz vermek icap edeceğini ileri sürenler vardır.
Görüldüğü gibi, bu görüşte zarûret, ihtiyaç ve maslahat esâsına dayanmaktadır. Aslında böyle konuşanların söyledikleriyle düşündükleri birbirinden farklıdır. Bugünkü iktisadî savaşın yeni olmadığını ve yakın bir gelecekte bitmesi ihtimali de bulunmadğını iyi bilmektedirler. İnsanlar fâiz konusunda öyle bir farklı helâl-haram anlayışını savunuyor ki, İmam Âzam’ın ictihadına dayanan biri gayri müslim bankasına para yatırıp fâiz almayı câiz görürken, öbürü bu hareketin savaşta müslümanlara ihânet olduğunu söyleyip onu suçlar. Yaşayışıyla İslâm dışı güçlerle her bakımdan uzlaşan, savaşçı gibi yaşamayan kişi, barış halinde yaşadığı yeri savaş yurdu (dâru’l-harp) ilân ederken, diğeri, yaşadığı ülkenin düzeni sanki Batılılardan farklıymış gibi, ülkesinin Batılı ülkelerle iktisadî savaş yaşadığını ileri sürer.
Son zamanlarda ortaya atılan görüşlerden biri de, devletin kontrolü altında bulunan, hadleri devletçe tâyin edilip işleyiş biçimi kanunla tesbit edilen fâiz oranlarının câiz görülmesi, fakat bunun dışında veya üstünde vaya ötesinde kalan fâiz oranlarının ribâ olarak değerlendirilip gayri meşrû sayılmasıdır. Kısaca, fâizin ne olduğunu kanun koyucusu ve resmî makamlar belirler ve bu husus kanunla ifâde edilir. Kanunen tesbit edilen fâiz şeklinin dışında kalan bu çeşit muâmeleler yasaklanıp günah ve haram sayılır.
Bu iddiâyı ileri sürenlerin unuttukları bir şey vardır: Haram ve helâl hudutlarını kim belirler? Allah mı, tâğutlar mı? Ayrıca, resmî ve kanunî fâizin haddini ve şeklini kim, nasıl ve neye göre tâyin edecektir?
5- Banka Fâizlerini Kabul Edenler: Zarûret ve şiddetli genel ihtiyaç sebebiyle, başta Muhammed Abduh olmak üzere birçok bilginin tasarruf sandığına para yatırıp mevduata mukabil fâiz (fâide) almayı câiz gördüklerini anlatmıştık. Burada Reşid Rızâ’nın Mısır Millî Bankası’nın kuruluşu dolayısıyla söylediği sözleri nakletmeyi uygun buluyoruz: “Şâfiîlerin ve Hanefîlerin câiz gördükleri bir hile vardır. Osmanlı Devletindeki Ziraat Bankası bu hile esas alınarak padişahın emri ile kurulmuştur. Buna göre bu banka şer’î mubâyea adı verilen bir muâmele icrâ edilerek mûtedil bir fâiz haddiyle kredi veriyordu. Dinde basîretli olan şuurlu zevat delile tâbi olup şeriatın maksatlarını araştırır, hile ile de te’ville de bu maksatların dışına çıkmayı kendilerine mubah görmezler. Bu türlü hileli yollara sapanlara denilir ki: İslâm zorluğu ve sıkıntıyı kaldırma ve kolaylık sağlama esası üzerine kurulmuş bir dindir. İslâm’da haram kılınan şeyler iki kısımdır:
1. Özünde bulunan zarar dikkate alınarak bizâtihî haram olan şeyler. Bunlar, bir zarûret bulunmadıkça mubah kılınamaz. Haram oluşu ittifakla sâbit olan nesîe ribâsı bunlardan biridir. Bunu yemek için herhangi bir zarûretle karşılaşılmaz. Yani bir kimsenin, diğer birine nesî ribâsıyla borç para vermesi ve verdiğini bir kat fazlasıyla geri alıp yemesi gibi bir zarûretle kolay karşılaşılmaz. Bazen leş yeme ve şarap içme konusunda bu türlü zarûretle karşılaşılsa bile, fâhiş fâiz için böyle bir zarûret söz konusu olmaz.
2. Bizâtihî kendisinde bulunan bir zarar sebebiyle değil de başka bir sebeple haram kılınan şeyler. Haram olan fadl ribâsı böyledir. Bu ribâ, nesîe ribâsına sebep ve vesîle olmasın diye, haram kılındığından bir zarûret, hatta ihtiyaç sebebiyle mubah kılınabilir. Nitekim ribâyı, biri açık, diğeri örtülü olmak üzere ikiye ayırıp fadl ribâsını örtülü ribâdan sayan İbn Kayyım, bunun için birtakım örnekler vermiştir. Basîret sahibi olan her fert, bu türlü bir ribâyı yemek mecbûriyet veya ihtiyacı içinde olup olmadığını bizzat kendisi bilir. Milletin bu konudaki zarûretini veya ihtiyacını tesbit etmek ise, büyük âlimlerden, profesörlerden, hâkimlerden, yargıtay üyelerinden, mühendislerden, tabiplerden ve çiftçilerden kurulan ve ulu’l-emr denilen ehliyetli ve bilgili komisyonun üzerine düşen bir görevdir. Bunlar toplanıp millet için neyin zarûret olduğunu ve millî ihtiyacın neyi icap ettirdiğini karara bağlarlar. Sonra da buna göre hareket edilir (el-Fikru'l-İslâm ve't-Tatavvur, 39).
Burada nesîe ribâsını câhiliyye Araplarının katlanmış ribâsından ve fâhiş fâizinden ibâret sayan Reşid Rızâ'nın, bunun dışındaki ribâ muâmelelerini fadl ribâsı diye takdim etmesi dikkate şâyandır. Bu zât, banka fâizlerine açıktan açığa yeşil ışık yakmış ve: "Bizi daha açık konuşturmayın, millet için zarûret varsa veya ihtiyaç derecesinde lüzumlu ise, buna göre alın kararı ve açın bankayı, fâizle mevduat alsın ve fâizle kredi versin. Biz banka açmanın gerekçesini umûmî bir görüş olarak ancak bu şekilde ifâde edebiliriz" demek istemiştir.
"Banka fâizleri ribâ değildir, nesîe ribâsına değil; fadl ribâsına dâhildir ve bunun hükmü ictihadla tesbit edilir. Gerekirse cevaz verilebilir. Banka fâizi borçlanma vaktinde ve derhal, câhiliyye ribâsı borcu ödeme vaktinde ve ileride tahakkuk eder" (Ziyâuddin Ahmed, The Quarnic Theory of Ribâ, İslamic Ovarty, V/1963) diyen Ziyâuddin Ahmed, Reşid Rızâ'nın fikirlerini biraz daha açık olarak ifâde etmiştir.
Fazlurrahman da: "Şüphe yok ki, cemiyetimiz kendi sistemini İslâm esasları üzerine kurup ikmâl emeden banka fâizlerini kaldırmak gerek iktisat, gerek ictimâî refah ve gerekse malî düzen açısından bir intihar hareketi olur. Buna ilâve olarak böyle bir hareket Kur'an'la sünnetin hem ruhuna ve hem de hedeflerine aykırı düşer" diyor (Fazlurrahman, Dirâsetu'l-İslâmiyye, Mecelletu'l-Ma'hedi'l-Merkezî li'l-Ebhâsi'l-İslâmiyye, Karaçi, c. 1, cüz 1, s. 39)
"Bütünüyle nominal değerler üzerinden işleyen banka fâizlerinin ve banka fâizciliğinin, Kur'an'daki ribâ kavramı içine girdiğini söylemek her zaman isâbetli olmayacaktır. Kısacası, ribâ, henüz sıcak tartışmaların çerçevesi üstüne çıkıp kesin tanımlar kazanmış bir kavram olmuş değildir." (Y. N. Öztürk, Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 441)
Hayreddin Karaman da, özellikle ev almak için, bankaların enflasyondan daha aşağıda olan fâiz oranlarına haram gözüyle bakmaz, bu şekildeki fâizli banka kredisi almanın câiz olduğunu ileri sürer.
6- Avârız Sandıkları/Avârız Vakfı: Fâiz muâmelelerinin, Osmanlılarda Avârız sandığı, avârız vakfı ve avârız akçesi gibi isimler altında kurumlaştığını görmek hakikaten ilgi çekicidir.
İslâm toplumunda vakfın önemi ve yeri büyüktür. Hayır ve hasenât maksadıyla ev, arsa, bağ, bahçe ve tarla gibi gayri menkullerin gelirleri toplum yararına ve muhtaçların ihtiyaçlarına sarf olunmak üzere vakfedildiğini biliyoruz. Cumhura göre kap kacak, kazan gibi âlet ve edevât, altın, akçe ve para gibi nakitler, inek ve koyun gibi hayvanlar, hatta kitaplar, yani her çeşit eşya da vakfedilebilir. Fakat Hanefîler bunu câiz görmezler. Bu konuyla ilgili bir eser yazan Birgivî, bu türlü vakıflara izin verenlere şiddetli bir şekilde hücum etmiş, bu tip vakıfların cevâzına fetvâ veren Ebussuud'a saldırmıştı. Fakat her şeye rağmen menkul eşyanın vakfı âdet ve an'ane haline gelmişti. "Vakfedilen paranın ribhi ribâ olup haramdır" diyenlere ne lâzım gelir? diye soru soranlara: "İtâb-ı şedîd ve habs-i medîd lâzım gelir" diye fetvâ verilmeye başlanmıştı (Behcetu'l-Fetâvâ, s. 150).
Osmanlılarda vakfedilen menkul ve gayrı menkul eşyadan ve akarlardan sağlanan gelir, paraya çevrilip bir sandıkta biriktirilirdi. Bu sandığa "Avârız sandığı", içinde toplanan paraya "Avârız akçesi", bu türlü vakıflara da "Avârız vakfı" denirdi. Bazen bir hayır sahibi, meselâ bin altınını getirip bu sandığa vakfederdi. Bu para on'u on bir buçuk (% 15) hesabıyla ve şer'î ribh ilzâm etme usûlüyle fâize verilip nemâlandırılır ve sağlanan gelir, vakfı yapan kişinin şartına göre ya câminin ihtiyaçlarına veya talebe-i ulûma veya mahalle ve köyün ortak ihtiyaçlarına harcanırdı. Bu türlü nakitlerin şer'î ribhi, yani kanunî fâizi ile hatim indirilir ve mevlit de okunurdu. Bu gelirle fakir fukarânın, dul ve yetimlerin kayrıldığı da olurdu. Genellikle sandıktaki paralar esnafa ehven bir fâide (fâiz) ile verilir ve bu sûretle piyasaya da bir canlılık gelirdi. Bu sebeple Avârız sandığı, bir çeşit esnaf sandığı gibi faâliyet gösterirdi. Bundan başka her meslek erbâbı: "Esnaf kesesi" veya "Esnaf vakfı" adıyla kendilerine has birer sandık kurar ve bu sandıktan, ihtiyaç duydukları sermayeyi fâide (fâiz) ile alırlardı.
Fâize verilmek ve sağlanan gelirle Yeniçerilere verilen et fiyatlarındaki artışı karşılamak için Fâtih'in 24 bin altın vakfettiği bilinmektedir. Osmanlılarda şer'î muâmeleyi kabul etmeyen yok gibidir. Menkul vakfını câiz görmeyenler bunun şeriata aykırı olduğunu ve yoksulların zararına işlediğini iddiâ etmişler, bu türlü hususları câiz görenler ise âmme menfaati ve umûmî ihtiyaç esasına dayanmışlardır. Başlangıçtan beri var olan şeriatle maslahat arasındaki mücâdele Osmanlılarda da devam etmiştir. Vakıf paralarıyla ilgili olmak üzere 1923'te "Vakıf Paralar İdaresi Müessesesi"nin kurulduğunun ve bunun da 1954'te şimdiki Vakıflar Bankası haline getirildiğini kaydedelim. (Süleyman Uludağ, Faiz Konusunda Yeni Açıklamalar, Dergâh Y. İst. 1988, s. 167-196)
Fâizle
İlgili FetvâlarBorçlarda Enflasyon
"Verilen borcun üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçmekle enflasyonun sebep olduğu değer farkını almak câiz midir?" Imam Ebû Yusuf'a göre, câizdir, diğerlerine göre câiz değildir. Günümüzde olduğu gibi enflasyonun her yıl, hattâ hergün paranın reel değerini büyük ölçüde aşındırdığını hesaba katarsak, selim vicdanlar, bu konuda Ebû Yusuf'un görüşüne katılır. Bazı âlimler de Hanefî mezhebine göre fetvânın bununla verileceğini söylerler. (bk. Nezih Kemal, "Teğayyuru'n-Nukûd" (mk.) 69). Bunu belirlemede en sihhatli ölçü ise altındır. Ancak en iyisi, meselenin çözümünü sona bırakmadan, borç verirken altın olarak verip yine altın olarak alacağını söylemektir. Bu, herkese göre câizdir. Ancak son zamanlarda altın dahi enflasyona yenilir olmuştur. Buna göre değeri başka yollarla hesaplanabilir.
Vâde Farkı
Bir malın, peşin satılması halindeki fiyatı ile vadeli satılması halindeki fiyatı arasındaki fark. Peşin fiyatı üç milyon lira olan bir mal, altı ay vade ile beş milyona satılırsa, aradaki iki milyon lirası vade farkıdır.
Vade farkı ile yapılan bir satışın caiz olup olmayışı mütedeyyin esnafı hayli tedirgin etmektedir. Kimileri böyle bir uygulamanın faiz olacağı endişesi ile, ya bu tür muamelelere girmekten kaçınmakta, ya da ticari zorunluluktan dolayı girse bile huzursuz olmaktadır. Her ne kadar bu mesele enflasyonun sebep olduğu günümüze has bir problem gibi görünüyorsa da, çok eskiden ele alınmış ve hakkında görüşler beyan edilmiştir. Konu büyük Hanefî fakîhi Serahsî'nin mütâlaları ışığında ele alınacaktır. Bilindiği gibi Allah (c.c) faizi haram, alış verişi helal kılmıştır (bkz. 2/Bakara, 175). Alış veriş, kâr gayesi güden bir muameledir. Kâr da, kişinin sattığı bir malı, aldığından daha pahalıya satmasıdır. Bu, fiyatların sabit olduğu bir ortamda görünür rakamlarla olabilir. Fakat fiyatların devamlı değiştiği bir piyasada sattığı malın parasını aldığı gün, aynı malı yerine koyamayacak olan bir kimse görünüşte fiyatı alış fiyatından fazla bile olsa kâr değil zarar etmiş olur. Tabii bu durumda ya ticareti bırakması veya vadeli satıştan vazgeçmesi gerekir. Gücün maddeye dayandığı günümüzde, şayet vade farkı alarak mal satmak caizse müslüman tüccarları bu tür satıştan men etmek saf dillilik hatta ahmaklık olur. Vade satışlarının yapılış şeklini iki türlü tasavvur edebiliriz:
1- Satıcı: "Bu malın peşin fiyatı şu, vadeli fiyatı şudur" der, alıcı da bunlardan birisini tayin etmeden "tamam aldım" der. Bu tür yapılan bir satış fâsittir. Çünkü fiyat belirtilmemiştir. Oysa bir satışın sahih olması için fiyatın rızâya götürmeyecek şekilde belli olması lazımdır. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz bir satışta iki şartı nehyetmiştir. Tekrar belirtelim ki, bu hüküm, taraflar fiyatlardan birisi üzerinde anlaşmadan ayrılmaları halindedir.
2- Satıcı, malın peşin fiyatını ve belirli vadelere göre vade fiyatını söyler; alıcı da bu fiyatlardan birisini tercih eder ve bunun üzerinden alış verişi kesinleştirirler. Bu şekilde yapılan satış sahihtir ve dinî bir mahzuru yoktur. Bu muâmeleyi faiz olarak değerlendirmek mümkün değildir (Serahsî, el-Mebsut, XIII, 8). Çünkü kâr meşru olduğu gibi, her zaman aynı olmasını gerektiren bir dinî hüküm de yoktur. Bugün % 10, yarın % 25 kârla satmakta mahzur olmadığı gibi, peşin satılması halinde % 25, vadeli satılması halinde % 80 veya başka bir oran kâr konulmasında da bir mahzur yoktur.
Vâde farkı tesbit edilirken banka faiz oranlarının veya aylık enflasyon miktarının göz önünde bulundurulması bu hükmü değiştirmez. Çünkü itibar lafızlara değil, mânâlaradır (Mecelle, madde: 3). Vâde farkı belirlerken bu yollardan birisine tevessül eden şahsın maksadı, faiz almak değil, parasını enflasyonun aşındırmasından korumaktır.
Şuna da dikkat çekmemiz gerekir. Vadeli sat
ışın cevazı konusundaki tereddüt, faiz endişesinden değil, fiyatı kesin belli etmeme ve akit esnasındaki çift şarttan kaynaklanır. Çünkü faiz, aynı cinsten olan veya aralarında alınıp satılmaları tartı veya ölçü ile olmaları bakımından birlik bulunan malların (para ile para, buğdayla buğday, arpa...) birbirleri ile alınıp satılmaları halinde söz konusudur (Merğınânî, el-Hidâye, III, 61 vd.). Oysa vadeli satışta bu durum söz konusu değildir. Çünkü satılan bir meta, borçlanılan ise paradır. Böyle olmayıp da aynı cinsten olan malların trampası söz konusu olsa ve vadeli olan için fazlalık şart koşulsa da bu faizdir, caiz olmaz.
Taksitli Satışlar
"Taksitle eşya alımının faiz olduğunu, bu yüzden de câiz olmadığını söylüyorlar, doğru mudur?" Taksitle eşya almanın fâiz olduğunu söyleyen yoktur. Fâiz; taksitli satışlardaki vâde farkında söz konusu olabilir. Yalnız her vâde farkının fâiz olmadığı da bilinmelidir. Buna göre vâdeli satışlardaki muhtemel durumları şöylece maddeleyebiliriz:
1- Fiyat farkı olmadan, ödeme süresi belli taksitle satış: Âlimlerin tümüne göre câizdir.
2- Peşin, meseIâ bir milyar liraya satılırken, müşteriye; “peşin mi, vâdeli mi istiyorsun?” diye sorduktan sonra, vâdeli istediğini öğrenince, (vâdeli olarak tek pazarlık üzerinden) “bir milyar iki yüz milyon lira” diyerek yapılan ve ödeme süresi bilinen vâdeli satış: Herkese göre câizdir.
3- Peşin, meselâ bir milyar lira, altı ay vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira deyip, sözleşme sırasında birinde karara varılan vâdeli satış: Âlimlerin çoğunluğuna göre câizdir.
4- “Peşin bir milyar lira, vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira” deyip, hangisine karar verildiği belirtilmeden kabul edilen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
5- Geciktiğin her ay için, “yüzde, -meselâ- beş ödersin” şeklinde, süresi ve dolayısıyla fiyatın tamamı bilinmeyen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
Borcu Dövize Çevirme
“Altı ay sonra alacağım bir milyar TL. yi şu anda dövize, meselâ dolara çevirebilir miyiz?” Bu sorunun cevabını anlayabilmemiz için şu bilgileri tazelememiz gerekir:
1. Paranın para ile veresiye satışı câiz değildir.
2. Sırf Allah için bir yardım olsun, bir iş görülsün diye başkasına verilen para (ve misli olan diğer eşya) karzdır ve karzda, Hanefîlere göre, bağlayıcı bir zaman tâyini câiz değildir. Zaten karzı faizden ayıran özellik de budur. Yoksa bir milyar lira borç versek ve buna, altı ay sonra diye bir ödeme süresi belirlesek bu, verdiğimiz para ile alacağımız paranın veresiye satışı olmuş olur ki, bu fâizdir. Ancak bağlayıcı olmamak üzere bir süre belirlemede de mahzur yoktur.
3. Veresiye satışlarda zimmete geçen borca ise deyn denir ve bundaki süre bağlayıcıdır. Türkçede karz'a da, deyn'e de borç tabir edilir. Oysa aralarında zikrettiğimiz gibi bir fark vardır.
4. Bir borcun, verecekliden başkasına satılması, ya da bu borç karşılığında verecekliden başkasından bir mal (ya da hizmet) satın alınması caiz değildir (bkz. Bilmen, VI/96).
5. Alacaklının, bir kısım alacağını, bağışlamayı kabul etmesi farklı meblağların satışı değil, hakkının bir kısmından vazgeçmesi demek olduğundan bu caizdir, faiz değildir. Buna göre meselâ, bin lira (karz) alacağı olan, şu anda altı yüz lira ver kalanını istemiyorum diyebilir. Günü gelmiş bin lira (deyn) alacağı olan da aynı şeyi yapabilir, ayrıca misli ile ileri ve belli bir tarihe erteleyebilir. Çünkü bu satış değil, hakkından vazgeçmedir.
6. Günü gelmiş bir milyar lira (deyn) alacağını daha sonra ödemek üzere, meselâ euroya çeviremez. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışıdır ve faiz olur. (Buna göre, Allahu a'lem, bin liralık karz alacağını, hemen kabzetmese bile, başka bir paraya çevirebilmelidir; çünkü karzda süre olmadığından bu, farklı paraların veresiye satışı olmuş olmaz.) İleri bir zamandaki bin lira (deyn) alacağını, şu anda meselâ altı yüz liraya ya da o miktar euroya değiştiremez. Çünkü bu paranın para ile mübadelesindeki zaman farkı, ya da farklı paraların veresiye satışı olur ki, ikisi de faizdir. Beşinci madde ile bunu birbirine karıştırmamak gerekir. Orada sözkonusu olan alacak karz'dır. Burada ise deyn'den sözedilmektedir.
Bütün bunlara göre altı ay sonra alacağınız bir milyar TL. karzın dışındaki bir borç ise onu şu anda dövize çevirip borcu döviz olarak sürdüremezsiniz. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışı demektir ki, bu faizdir. Ancak günü geldiğinde onu, üzerinde anlaşacağınız herhangi bir dövizle tahsil edebilirsiniz. Ama işin başında, alırken meselâ euro olarak alırım diyemezsiniz. Yok eğer bu alacağınız deyn değil de karz ise ve bağlayıcı olmasa dahi, bir süre söylenmemişse, onu (Allahu a'lem) şu anda herhangi bir dövize çevirmeniz ve vereceklinin artık o döviz üzerinden borçlu olması, caiz olmalıdır (Konu için zikredilen kaynaktan başka ayrıca bk. Mavsilî, E1-Ihtiyâr, NI/8-9, İst.).
Alışverişte Vâde Farkını Eklemek Câiz midir?
İslâm dini ister peşin ister va'deli olsun alışverişi mubah kılmıştır. Alışveriş peşin olursa normal olarak kâr etmek tabii olduğu gibi, va'deli olursa da insaf dairesinde karşı tarafı yıkmadan belirtilen zamanı ölçerek kâr etmek de tabi'dir.
Her tarihte bu tip alışveriş olmuştur. Yani alışverişte vâde farkı alınmıştır.Alışverişte vâde farkını eklemek Cümhûr-ı ulemâya göre câizdir (Neylü'l-Evtâr). Bu hususta ulemâ arasında ihtilâf olmamıştır. Ancak idrâki kıt olan bazı kimseler, Peygamber (s.a.s.): "Bir alışveriş içinde iki satış yapmaktan men etmiştir" (Tirmizî) meâlindeki hadise dayanarak alışverişte vâde farkını eklemek câiz değildir, diyorlar. Halbuki bu hadis, vâde farkından hiç söz etmiyor, fukahâdan hiç kimse de ona haml etmemiştir. Hadis ya akd içinde bir şartı koşmanın câiz olmadığını, meselâ: Zeyd'in Halid'e evini bana yüz milyar liraya satarsan ben de şu tarlamı yüz elli milyara sana satarım, demesi gibi. Veya semen (bedel) belli olmadığından mesela: şunu peşin olarak bir milyara, vâdeli olarak iki milyara "sana sattım" şeklinde yapılan akdin mûteber olmadığını ifâde ediyor. Şayet semen belli olur, kesin bir fiyat üzerinde anlaşılır, meselâ: Peşin olarak fiyatı bir milyar lira olan bir meta' için, veresiye iki milyara sattım denilirse vâde farkı eklendiği halde, kesin olarak bu alış-veriş câizdir (el-Ahvazî, Şerhu Tirmizî, el-Mühezzeb, Muğni'l-Muhtac, İbni Âbidin). Hatta bir kimse satılık meta' için peşin fiyatı şu kadardır, veresiye fiyatı da bu kadardır dese, yani hem peşin hem vâdeli fiyattan söz edip, bilâhare bir fiyat üzerine akit yapılsa yine câizdir (el-Ahvâzî)
Muhammed el-Hamid, alışverişte vâde farkını eklemek hususunda şöyle diyor: "Vâde farkını eklemek haram değildir, fâizle münâsebeti yoktur" (Rüdûdün alâ Ebâtıl). Ancak alışveriş ister peşin ister vâdeli olsun insafa göre cereyan etmezse haram ve bereketsiz olur. Bunun için satıcı, kendi durumunu nazar-ı itibare alması gerektiği gibi, alıcının durumunu da nazar-ı itibare alması gerekir.
Banka Reklâmı
“Müslümanlar çıkarıyor diye bildiğimiz ve hergün para verip aldığımız bazı gazetelerde çeşitli bankaların reklamları çıkıyor. Onların bunu yapmaları, bizim de böyle gazeteleri almamız câiz midir?”
Bir Müslümanın, her ne sûretle olursa olsun, faizi ve faiz müesseselerini reklâm ve tervic etmesi caiz olamaz. Bankalar, her çesidiyle alkollü içkiler, sosyal sigortalar gibi yardımlaşma esprisi üzerine değil de kazanç esası üzerine kurulan ve birçok yönden haram unsur içeren özel sigorta şirketleri, İslâm'ın haram saydığı muâmele ve eşya alım-satımı yapan tüm ticarethaneler ve şirketler buna dâhildirler. Hatta alım satımını yaptıkları eşya haram eşya olmamakla beraber, kazançlarıyla müslümanlara kast eden gayrı müslimlerin firmalarını bile müslümanların reklâm yapması câiz görülmez. Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.): "Kim kimin karartışına katılıyorsa (yani onlarla oturuyor, onlarla muâşeret ediyor, onlarla yardımlaşıyorsa (Münâvî, Feyz, VI/156) o da onlardandır" buyurmuştur (a.g.y. Hatib Bagdâdî'den). Vücuduyla sırf onların kalabalığını yani karartısını fazla gösteren müslümana bu denirse, dili ile, dili gibi yayın organı ile onları teşvik ve reklâm eden müslümana ne denir? Diğer yönden, faizi Allah (c.c.) zulüm ve Allah'a ve Rasûlü'ne harp açma olarak nitelerken, Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) de faizin uygulanmasına yardımcı olan herkesi lânetlerken, zulmün müesseseleşmiş biçimi olan bankaları, kendi maddî çıkarı için reklâm etmek müslümana yakışmaz.
Faiz müesseselerinin reklâmını "darül-harp" telakkisi ile yapmak da -eğer varsa- câiz olmaz. Bu tür gazeteleri almak ise ayrı bir olaydır ve alanın niyyetine göre değişir. "Kalb", her yöne dönmeye, inkılâb etmeye müsâit olduğu için ona kalb denmiştir ve Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) bize: "Allah'ım, fâcirin bana bir nimetini nasîb etme ki, kalbim onu sevmesin" duâsını öğretmiştir. Şimdi birilerinin kalpleri birilerine niçin meylediyor, anlaşılmış olmalı.
Bedelleri Açısından Alışveriş Şekilleri
1- Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir. Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır.
2- Sarf: Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir.
3- Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir. Halk arasında buna trampa ve takas gibi isimler verilmekte, şimdilerde Batıdan girdiği ifadeyle barter de denilmektedir .
4- Selem: Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir. Bu tür satışlara halk arasında‚ ‘alevra satış’ da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayıcilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin câiz olması için bazı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını elde etmeden önce satmak ister. İslâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malını değerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları câiz görmüştür. Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür. Bunun üzerine şöyle der: "Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın. " (Müslim, Müsâkat 25)
Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, câiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle câiz görülmüştür. Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir. Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur.
Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur. Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır. Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler câiz değildir. Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
a- Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi.
b- Miktarının belirlenmiş olması. Kaç kilogram, kaç metre, kaç ölçek vs. olacağının bilinmesi.
c- Vadenin belirlenmesi. Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur. Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır. Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması câiz değildir.
d- Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak. Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır.
5- Veresiye satışlar: Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir. Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir. Aynı cins malların (meselâ altınla altının...) veresiye satışı câiz değildir.
Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey' bi'l-vefa'dır. Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir. Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin* hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir. (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu VI, 126-127).
Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir .
Mîlâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: "Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebîa mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, c. I. s. 300)
Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irâde beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iâde edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir.
Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve câizdir. Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelle'yi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riâyet olunur. Çünkü Mecelle'nin seksen üçüncü maddesinde: "İmkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır. Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rızâ ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya âit olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mubah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür. (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667)
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla câizdir.
Sigorta Şirketi Kurulabilir mi?
İslam âleminin her ülkesinde sigorta hakkında çeşitli mütâlaalar yürütülmektedir. Helâl diyenler olduğu gibi haram diyenler de olmuştur. Bunun için önce konu üzerine serdedilen mütâleaların bir kısmını nakledelim.
Sigorta, takriben iki asır önce İslâm âleminde ismi duyulmuş, ondan söz edilmiştir. O zaman merkezi Avrupa'da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarındaki bazı müslümanların yaşadığı şehirlerde bulunup Avrupa'ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve İslâm âleminde bazı ortaklar temin etmek sûretiyle orada da yerleşmişlerdi. Sigorta, bazı kimseler için faydalı olsa da kısa bir zaman içerisinde milyonlarca insandan alınan taksitlerle büyük servetler yığılmasına vesile olması dolayısıyle sömürünün en büyük örneklerinden birisidir.
Suriye ulemâsından Dr. Mustafa al-Zerka ile Mısır ulemâsından Muhammed Abduh, Şeltut, Dr. Muhammed el-Behiyy gibi kimseler sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğuna ve dolayısıyle de meşrûluğuna hükmetmişlerdir. Dr. Muhammed el-Behiyy bu hususta özet olarak şöyle bir mütâlaa yürütmüştür. "Sigorta akdi bir satış akti değil, mağdur olan kimselerin musibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir. Meselâ köylü davarlarını, tüccar ticaret eşyasını, ev sahibi evini, araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına musibet yükünü kaldırmayacağını, ancak başkasının yardımıyla yükün hafifleyeceğini biliyor. Hayatını sigorta ettiren kimse de hayatını korumak için sigortaya baş vuruyor. Ecelin Allah'ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin erteleyemeyeceğini biliyor. Sigortaya başvurmaktaki gayesi, erken öldüğü takdirde aile efradına bir yardım kaynağı temin etmektir" diyor (El-Fıkhü'l-İslâmi ve Tetavvuruhu).
İmam Nevevi'nin el-Mecmû' adlı kitabının tetimmesini yazan büyük fakih Muhammed Necib el-Muti de şöyle diyor: "Sigorta kurumu tarafından üyelere verilen tazminatın mubah olması hususunda ihtilâf yoktur. Çünkü daha önce dediğimiz gibi bir kimse birisine "Malını at ben öderim" dese mal sahibi malını attığı takdirde ödemeyi taahüd eden kimse onu ödemeye mecburdur" (El-Mecmû’).
Mısır ulemâsından Mustafa al-Hammami ile İbn Abidin ve Rabıtatü'l-Alem'i-İslâmiye'nin fıkıh heyeti Hey'etü Kibari'l-Ulemâ da sigortanın haram olduğunu belirtiyorlar. Mustafa el-Hammami, kitabında şöyle diyor: Sigortanın bütün çeşitleri haramdır. Aynen piyangonun bir nevidir. Çünkü sigorta şirketi evini sigorta etmek isteyen kimseye "Her yıl bana şu kadar prim ödeyeceksin. Eğer evin yanarsa ben değerini ödeyeceğim, yanmazsa da sen taksitini ödemeğe devam edeceksin" der. Demek ki ev yanarsa sigorta değerini ödeyecek, yanmazsa ödenen taksitler beyhude gitmiş olacaktır. Bu aynen piyangoya benziyor. Çünkü birçok kimse her yıl bir veya birkaç defa piyango bileti alır ama bir defa olsun kendisine birşey çıkmaz. Bazıları da vardır ki yalnız bir defa bilet alır ve kendisine para çıkar. Yalnız hayat sigortası bundan biraz farklıdır. Çünkü belirtilen zamana kadar sigortalı ölmezse ödediği taksitler faiziyle beraber kendisine geri verilir.
İbn Abidin de İslam diyarında sigortanın câiz olmadığını, küfür diyarında gayri müslimlerin sigorta şirketine sigorta edilmiş bulunan malın telef olması halinde bedelini almakta bir beis olmadığını beyan edip özetle şöyle diyor: Tüccarlar arasında cârî olan âdete göre herhangi bir ecnebîden kiralanan gemiye, kira anında mallarının teminatına mâtûfen ecnebî diyarındaki gayri müslime bir miktar para veriyor ki buna sigorta denmektedir. Şayet gemi yanar, batar veya yağma edilirse dârül-harpte bulunan sigorta şirketi malların değerini ödeyecektir. Benim anladığıma göre helâk olan şeyin bedelini almak câiz değildir. Evet müslüman bir tüccarın darü'l-harpte harbî bir ortağı bulunur, müşterek mallarını orada sigorta eder, mal telef olursa müslüman tüccar şirket tarafından verilen taminatı alabilir. Çünkü akit harbi arasında cârî olmuş ve tazminat harbî olan şahsın rızâsıyla kendisine gönderilmiştir.
Mekke-i Mükerreme'de 4.4.1397 tarihinde Abdullah b. Humeyd'in başkanlığında Muhammed Ali al-Harekan, Abdülazız bin Bâz, Muhammed b. Abdullah al-Sabil, Salih b. Asimeyn, Muhammed Reşid Kabani, Mustafa al-Zerka, Muhammed Reşidi, Abdulkuddüs al- Haşimi'n-Nedevi ve Ebubekir Gumi'den müteşekkil fıkıh heyeti toplanarak sigorta meselesini ele alıp inceden inceye tetkik ettikten sonra Mustafa al-Zerka hâriç, ittifakla sigortanın bütün çeşitlerinin haram olduğuna dair kanaatlerini beyan etmişlerdir.
Verilen kararın özeti aşağıya alınmıştır:
1- Sigorta akdi gararı (aldanma) tazammum eder. Çünkü sigortalı ne kadar vereceğini, ne kadar alacağını bilmiyor. Belki bir iki taksit ödedikten sonra bir âfet gelir çatar, bunun üzerine sigortalı malın bütün bedelini sigortadan alır. Belki de bütün taksitleri yatırdığı halde malı âfetten mahfuz kaldığı için bir şey almaz.
2- Sigorta kumarın bir çeşididir. Çünkü sigorta şirketinin, meydana gelen felâkette hiç bir rolü yoktur, ama malı helâk olsa bedelini vermektedir. Yahut devamlı musîbetten mâsum kaldığı için bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır.
3- Sigorta ribe'l fadl ve ribe'n-nesîe'yi tazammun eder. Çünkü sigorta iştirakçiye verdiğinden fazlasını verirse ribe'l fadl ve bir müddet sonra olduğu için de ribe'n-nesîe olur.
4- Sigorta meselesinde bedelsiz olarak başkasının malının alınması vardır. Bu da ''Ey iman edenler mallarınızı aranızda haksız yere yemeyiniz.'' âyetindeki yasağın şümûlüne girer.
Hayat Sigortası
“Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) câiz midir?”
Genel olarak "hayat sigortası" için şunları söyleyebiliriz: Sigorta birtakım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal Sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar; Emekli sandığı, İşçi sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmî bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Kapitalizmin doğurduğu haksızlıklar ve sosyal riskler sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. İslâm'da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için İslâm'la idare edilmeyen ülkelerdeki müslümanlar adına tartışılmış ve birçok çağdaş İslâm âlimince câiz görülmüştür. Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i İslâmîdir, câiz değildir. Çünkü bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, faiz, başkasının malınıbedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ve Allah'ın hükmüne karşı koyma gibi yasakları içerir ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük sûiistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan akıllılık değildir. (Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, Ukûdû't-Te'mîn min Vicheti'1-Fıkhı'1-İslâmî, s. 150 ve İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992)
Dâr-ı Harpte Fâiz:
“Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz?”
Dâru'1-harpte faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir. Önce bu hüküm sadece İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed'in kabul ettiği ve İmam Ebû Yusuf dâhil, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür. "Dâru'1-harp'te müslümanla harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadis rivâyetine dayandırılır. Hadis, "Nasbu'r-râye" sahibi Zeyla'î'nin ve allâme İbn Hümâm'ın tesbitlerine göre "âhad" bir haberdir ve garibtir (sahih değildir) (Zeyla'î, Nasbu'r-Râye, IV/44; İbn Hümâm, Fethu'1-Kadîr, VN/39). İmam Şâfiî böyle bir hadisin sâbit olmadığını, dolayısıyla, delil olamayacağını söyler. Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, "dâru'1-harb" ifâdesi de bunun dışında hadislerde geçmemektedir. "Dâru'1-harb", "Dâru'1-İslâm" gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir. Nitekim İbnü'1-Esîr de "en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etmemektedir. İşin bir yönü budur.
Diğer bir yönü de, bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir. Çünkü "haber-i vâhidle ziyâde, nesih sayılacağından câiz olmaz." Bu haber de haber-i vâhiddir. Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan nasslara ziyâde bir hüküm getirmiş olur ki, bu câiz değildir. İşin, allâme İbn Hümâm'ın da irdelediği (İbn Hümâm, a.g.e. VN/39) bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: İmam Âzam ve İmam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kâfirin ülkesinde ve onun rızâsıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisâden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir sûrette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun câiz olabileceğini kast ettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır. Nitekim İmam Âzam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman dâru'1-harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve meseleye Rûm Sûresinin başında işaret edilen ve Hz. Ebû Bekr'in şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur, ama Hz. Ebû Bekir, kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir.
Durum böyle olunca İmam Âzam ve İmam Muhammed'in, cumhûrun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü faiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır. Diyelim ki Almanya'da bir müslüman 100 eurosunu bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 faiz almış, sene sonunda da parası 110 euro olmuş olsun. Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katı kredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM. kazanmış olacaktır. Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 euro karşılığında Alman Hans'a 65 euro kazandırılmış olacaktır. Görüldüğü gibi buna câiz diyen hiçbir İslâm hukukçusu yoktur. Türkiye için durum daha da değişiktir. Dârul-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka yahûdi veya masonun ve yahûdileşen Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış olacaktır. Bu ise hiç câiz görülemez.
Dâru’l-Harb veya Dâru’l-Küfür Olan Bir Ülkede Bir Müslümanın, Gayr-ı Müslimden veya Bankalarından Fâiz Alması
İmam Âzam ile İmam Muhammed'e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi câiz olmadığı gibi, gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya zâyi etmesi câiz değildir. Çünkü İslâm dini müsâmaha ve fazilet dini olduğu için hiyâneti, aldatmayı, gayri ahlakî ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hiyânet sayılmaz, normaldir (el-Fıkhu ale'l-Mezâhibil Erba'a).
Şâfii ile Eb
û Yusuf'a göre faiz her yerde yasaktır. İslâm diyarında da küfür diyarında da onu almak câiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tartıda müslümanlara gösterilen muâmeleyi gayr-i müslimlere de göstermek icap eder (el-Fetva'l-Kübrâ). Hatta bir kimse meselâ Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur (Hidâye).Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak câizdir, diyen İmam Âzam ile Muhammed'in sözü daha râcıhdir. (!) Çünkü bir müslüman parasını meselâ bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzâlarına mâruz kalacaktır.
Emeklilik Maaşı, Üzerine Fâiz Eklendiği İçin Haram mıdır?
Devlet memuru memuriyetten ayrıldıktan sonra memuriyetle ilişkisi kesilir. Devlet maslahata binaen herhangi bir vatandaşa yardım edebildiği gibi emekli memura da toptan veya aylık halinde yardım edebilir. Bu yardımı maslahata göre azaltır veya çoğaltır. Bu yardım çoğaltılırsa dinen buna faiz veya ribâ denilmez. İslâm'a göre devlet, memuriyetten ayrılmış olan kimseye emeklilik maaşını vermekle mükellef değildir. Amma isterse az çok verebilir. Başkasına da verebilir.
Enflasyon Karşısında Paranın Değer Kaybını, Fâiz Hadlerini Uygulayarak Karşılamak Câiz midir?
Düşük de olsa faizli bir muâmeleye girmek câiz değildir. Şimdilik muâmele faiz sayıldığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre hüküm değişmez. Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebû Yusuf'a göre durum değişir. Meselâ bir kimse bir milyar liralık parayı bir seneliğine faizle bir buçuk milyara verirse faizli olduğundan haramdır. Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında birbuçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon alması câizdir. Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için kendisine itibar edilen değere göre muâmele görür.
Haram Para İle Tahsil
Diploma belli bir ilmi ya da mesleği öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hak ederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki haram, yapacağı tahribatı yapar. İçe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. İşi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allahu a'lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşrû hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer, çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur." (Hâniyye -Hindiyye kenarında-, NI/400; Hindiyye; V/343). "Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyâfet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve âdeta kendi malından yemiş olur."
Hîle-i Şer’iyye
Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mubah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adını vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz." (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42).
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır. Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu'l-Âliye Hz. Âişe'den şöyle nakleder: "Zeyd bin Erkam (ö. 66/689)'ın ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: 'Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.' Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsam olmaz mı?" "tabii,
kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (2/Bakara, 275; Ahmed bin Hanbel, IV, 180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, Dimaşk 1984, IV, 469).Şâfiîler d
ışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben râzı olamadığını söyler (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244).Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer'iyye sûretinde İmam Ebû Yusuf'a göre ribâ kalkar, kâr câiz olur. Bu bir şer'î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasıyla bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48). Ö. N. Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şâyân değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101).
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvâlar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330). Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usûlüne göre yapılan alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır." Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b. Süleyman -Dâmad-, Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303). Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır. Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve irâdelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muâmelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvâzaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek irâdesi araştırılır. Gerçek irâde satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar li-Ta'lîli'l-Muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171). Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek irâdeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (zâhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir. İmam Muhammed (ö.189/805)'in el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel, "el Mehâric fî-Hiyel" adıyla neşredilmiştir (Leipzig, 1930). el-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehâî ve Sa'd bin A. es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer birtakım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve
İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir. Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö.728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim (ö. 751/1350)'den gelmiştir. İbn Teymiye'nin "Kıyâmu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in " Î'lâmü'l-Muvakkıîn ve İgâsetü'l-Lehfân" isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mubah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır (İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s. 183-285; A. Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd.).
Hisse Senedi Alım-Satımı
“Son zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur? Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade edebilir miyiz?”
Hisse senetleri temel esprisi itibari ile faize alternatıf bir uygulamadır. Zira çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi kullanmak ya da sermaye artırımına gitmek sûretiyle, ihtiyaçları olan meblağı hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve zulüm ve haksız kazanç kendisine yasak edilen "müslüman adam" için bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer'an mahzurlu yönleri vardır, biz onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvâyı hem de inananlar açısından işin pratik hallini ehline bırakacağız:
Fıkhî mezhepler ya da "icmâa-i mürekkep" açısından: Hisse senetlerinin işleyiş biçimine baktığımızda ve görüşleri bize "zâhir" olarak ulaşan dört mezhebe başvurduğumuzda her birinin bir yönüyle buna "faizsiz" ya da "bâtıl" diyeceğini görürüz. O takdirde ictihadî ihtilâflar açısından bunun câiz olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler, mezheplerin söz konusu nokta-i nazarları cümlesindendir.
Nasslar açısından: Örneğin, İslâm fıkhında bulunmayan bir meseleye ihtilâflı içtihatlardan gitme yerine, konuyla ilgili nassların esprileri (illetleri) araştırılarak cevap bulmak gerekir, denebilir. O takdirde karşımıza şunlar çıkar: Kur'ân'ı Kerim'de "insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin" (2/Bakara 188) denir. Spekülatif kazanç ve kumar diye nitelenen, ilgili çevrelerin bir parmak ve kaş-göz işaretiyle piyasası inip çıkan hisse senetlerinde bunun hiç olmadığını söylemek mümkün değildir.
Diğer yönden, İslâm'da temel üretim faktörü emektir. Halbuki bu uygulama bir aylaklar gürûhunun ortaya çıkmasına, dolayısı ile emeksiz kazanca sebep olmaktadır.
Hadislere baktığımızda ise: "Yanında olmayan bir şeyin satışı helâl değildir", "satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması memnu'dur", "serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal getirenlerin yolda karşılanması menhidir", "spekülasyon yasaktır" ifadeleriyle karşılaşırız. Bütün bunların özünde haksız kazancın, aldatmanın, gararın, meçhûliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı bunlardan bütün bütün uzak değildir.
Akdi fâsit kılan unsurlar açısından: Az önce sözünü ettiğimiz garar, fâhiş mechûliyet, faizli muâmele gibi unsurlar, az da olsa bu satışlarda söz konusudur. Garar, mevcut olmama ihtimali de olan şeyin satışıdır. Piyasaya hisse senedi süren şirketlerin gerçekte pozitif mal varlıkları hiç olmadığı olabiliyor. Fâhiş mechûliyet satın alınan şeyde, nizaa sebep olabilecek ölçüdeki bilinmezliktir. Bunların her birerleri akdi fâsit kılan unsurlardır.
Şirketi elinde tutanlar aç
ısından: Bu günlerde pek üzerinde durulmayan, gayrı müslimle ortaklık kurma meselesi ehli kitap açısından klâsik İslâm hukukçularınca ele alınmış ve bazı içtihatlar serdedilmiştir. Öncelikle müslümanların "ehli kitap"la ateist ve mecûsileri bir tutmadıklarını bilmek gerekir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hiristiyan) olmayanlar, olanlara göre her konuda daha olumsuz bir durumdadırlar. Ne hikmetse ehli kitabın dışındaki gayr-i müslimlerle yapılacak böyle bir muâmeleden söz edilmemektedir. Bu, onların bunu meşrû görmediklerini anlatır olmalıdır. Masonlar, komünistler ve ateistleri bu grupta mütâlâa edebiliriz: Ehli kitapla ortaklık kurmaya gelince: Ortaklığa konu olan mala müslümanın hâkim olması, onun inisiyatifinde bulunması şartıyla câiz olacağını söyleyenler çoğunluktadır. Her halükârda ortak olunması, mekruhtur diyenler de vardır. Onlarla ortaklığı mahzurlu görenler Atâ'dan rivâyet edilen: "Rasûlüllah (s.a.s.), alım-satım müslümanın elinde olmadıkça Yahudi ve Hiristiyanlarla ortaklığı yasakladı" meâlindeki rivâyeti delil getirirler. Benzer bir rivâyette: "Çünkü onlar faizli muâmele yaparlar" gerekçesi (illet) de zikredilir. Dikkat edilirse "yaparlar" denilerek inançları sözkonusu edilir, fiilen yapıyor olup olmamaları söz konusu edilmez. Bu açıdan günümüzdeki şirketlere baktığımızda şirket idaresini ellerinde bulunduranların kimliği önemli bir unsurdur.Şirkette çal
ışanlar açısından: Bildiğimiz kadarıyla günümüzdeki şirket çalışanlarının yönetici olarak, idare heyeti üyesi olarak kazanç dışında belirli bir maaş almaları söz konusudur. Halbuki İbnü'l Münzir şirketten ortaklara sâbit bir maaş verilemeyeceğinde icmâ' olduğunu söyler. Sadece Hanefi mezhebinde, ortakların çalışmaları halinde şirketten, ancak sene sonu itibariyle kazançtan mahsûben sâbit maaş alabilecekleri, şirketin zarar etmesi halinde ise aldıkları maaşı geri vermeleri gerektiği söylenir. Görüldüğü gibi bu meselede akdi fâsit kılan unsurlardan sayılır.Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bu mahzurların her biri teker teker düşünüldüğünde belki şu ya da bu mezhebe göre ortadan kalkabilirler. Ancak tümü birden hesaba katıldığında başta da söylediğimiz gibi, şu kadar ya da bu kadar mahzurun varlığında ittifak edilmiş ve hisse senedi alım-satımı da o ölçüde mahzurlu olmuş olur. Genel olarak durum budur ve bu günkü şekliyle bu muâmele tertemiz bir kazanç olarak görülmemektedir. Zaten böyle konularda safi hayır, ya da safi şer olamaz. Birisinin diğerine galibiyeti olabilir. Bu konunun da şerri hayrına gâlip görülmektedir. Bununla birlikte:
a. Doğrudan faiz muâmelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
b. Şer'an mütekavvim mal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
c. Mütekavvim mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muâmelelerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası faiz olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
d. Ortak olunan şey helâl bir üretim olmakla beraber şirketi elinde bulunduran müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak sûretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır. Halbuki bu Kur'ân'ı Kerim'de yasaklanmıştır (5/Mâide, 2).
e. Yahudi ve Hristiyanların hâkim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur.
f. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hâkimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak câiz değildir gibi bir sonuç çıkıyor, araştırılmalıdır...
g. İdaresine müslümanların hâkim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup, satıma konu olan şirket varlığını, dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri ise muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla câizdir. Ve bu Müslüman işadamları, İslâmî teşebbüsler ve helâl sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm'a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helâl temellere oturmuş, millete hizmeti ibâdet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
h. Söylediklerimiz bir hüküm ve fetvâ değil, bu konuda daha sağlıklı düşünecek olanlara bir fikir beyanından ibârettir.
Kâr
Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalık. Arapça karşılığı ribâ olup, sözlükte, mastar anlamı; kazanmak, kâr etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde kullanılmıştır: "Onlar, doğruluğa karşılık sapıklığı satın aldılar. Fakat bu ticaretleri onlara kâr getirmedi" (2/Bakara, 16).
Alış-veriş genellikle kâr sağlamak veya ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılır. Ticaret meşrû olunca, kâr elde etmenin de meşrû olması tabiîdir. Çünkü kâr, mal mübâdeleşinin semeresi olup, onsuz ekonomik bir hayat düşünülemez. Bu yüzden İslâm hukuku kârı yasaklamamıştır. Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli ölçülere uyularak, kendi tabiî kuralları içinde yürümesi amaçlanmıştır. Kârın tabiî ve ahlâkî ölçüler içinde oluşması esas alınmıştır.
Bu prensibin bir gereği olarak alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak, arz ve talep kanunlarına bağlı serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınır. Ancak bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için, birtakım tedbirler öngörülmüştür. Ribânın yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan vasıflarla övme yasaklanmış, açık, gerçekçi ve ma'kul ölçüler geliştirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızâya dayanan, meşrû bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnâdır" (4/Nisâ, 29); "Allah alış-verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır" (2/Bakara, 275).
Kâr durumuna göre satım akdi şu kısımlara ayrılır:
a) Pazarlıkla (müsâvemeli) satış: Tarafların üzerinde anlaştıkları bir satış bedeli ile, malı mübâdele etmeleri. Burada alış fiyatı veya mâliyet açıklanmadan satış bedeli belirlenir. Pazarlık bu fiyat üzerinden yapılır. İslâm hukukunda satış (bey') denilince daha çok bu çeşit alış-verişler akla gelir. İslâm bilginlerince, yanılma ve yalan karışma ihtimali az olduğu için müsâvemeli satış şekli tavsiye edilir. Alıcıya net kâr miktarı açıklanmaz. Fakat satış bedelinin içinde kâr da dahildir. Akde yalan, hile ve aldatma karışır, fiyat da fâhiş gabin ölçüsünde yüksek olursa, akdi aşırı yararlanma sebebiyle feshetmek mümkündür. Böyle bir durum yoksa, tarafların karşılıklı rızâ sonucu anlaştıkları bedelin miktarına müdâhale edilmez (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sânâyi V, 134; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 159; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmi Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 88, 89).
b) Murâbahalı satış: Alış fiyatı veya mâliyet üzerine belirli bir kâr ekleyerek yapılan satış. "Bu malın alış fiyatı veya mâliyeti yüz milyon liradır. Yirmi milyon veya yüzde yirmi kârla satıyorum" demek gibi. Murâbahalı satışta, alış fiyatının veya mâliyetin ve kâr miktar veya yüzdesinin müşteriye açıklanması gerekir. Bu, ana paranın mislî, yani ölçü, tartı veya standart olup sayıyla alınıp satılan şeylerden olmasını gerektirir. Ribâ (faiz) cereyan eden mislî mallar kendi cinsleriyle murâbahalı olarak mübâdele edilemez. Yüz gram altını, yüz yirmi gram altınla veya yüz kg. buğdayı yüz yirmi kg. buğdayla mübâdele etmek gibi. Aksi halde fazlalıklar ribâ (faiz) olur. Ancak cinsler değişik olursa kârlı satılabilir. İki ton arpa karşılığında aldığımız bir ton buğday, iki buçuk ton arpayla mübâdele edilirse, yarım ton arpa, kâr olur (es-Serâhsî, el-Mebsût, XIII, 82, 89; el-Kâsânî, a.g.e, V, 221).
c) Tevliye: Alış fiyatı üzerinden, hiç kâr eklemeksizin satış yapmak demektir. Buna, başa baş satış yapmak da denir. Ancak, mâliyeti etkileyecek birtakım masraflar yapılmışsa ticaret örfüne göre bunlar eklenir. Bu takdirde satış yine kârsız ve mâliyet üzerinden yapılmış olur. Tevliyede, murâbahalı ve zararına (vazîa) satışlar gibi güvene dayanan bir satış şeklidir. Alıcı verilen bilgilere güvenerek akit yapar. Bu yüzden verilen bu bilgilerin doğru olması gerekir. Aksi halde alıcı için daha sonra akdi bozma veya aldanma miktarını satış bedelinden düşürme gibi haklar doğar.
Hz. Peygamber Medîne'ye hicret etmek isteyince, Ebû Bekir (r.a.) iki tane deve satın aldı. Rasûlüllah (s.a.s.) O'na şöyle dedi: "Bu iki deveden birisini bana aldığın fiyatla devret " Hz. Ebû Bekir bedelsiz vermek isteyince, Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. Kârsız satış çeşitli amaçlarla yapılabilir. Malı elinden çıkarma isteği, nakit para sıkıntısı, malın moda veya mevsiminin geçmek üzere olması, alıcıya yardım etmek, müşteri tutmak ve benzeri düşünceler bunlar arasında sayılabilir.
d) Vazîa (zararına satış): Alış fiyatının veya mâliyetin altında bir fiyatla satış yapmak. Bir kimse, malını belirli bir kârla satabileceği gibi, hiç kârsız hatta zararına da satabilir. Zararına satış da çeşitli amaçlarla yapılır. Alıcıya yardımda bulunma, malı bir an önce paraya çevirme ve müşteriyi işyerine alıştırma bunlar arasında zikredilebilir. Ancak satıcının sıkışık durumundan, samimiyetinden veya malın gerçek değerini bilmeyişinden yararlanarak değerinin çok altında bir fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir. Sahâbe devrinde, alışverişlerde dürüst hareket edildiği, hile ve hud'a yoluna sapılmadığı, o devre ait çeşitli uygulamalardan anlaşılmaktadır. Ashab-ı kirâmdan Cerir b. Abdillah el-Becelî (ö. 51/671) birisinden bir at satın almak ister. Satıcı atı 500 dirheme verebileceğini söyler. Cerir: "Bu at daha fazla eder, şu anda 600 dirhem veririm, fiyatı 800 dirheme kadar da arttırabilirim" dedi. Satıcı: "Atım cidden bu kadar değerli midir?" diye sorunca da; "At, belki 800 dirhemden de fazla edebilir, fakat ben daha fazla veremem" diye cevap verir. Bu sırada çevrede bulunanlar Cerîr'e şöyle derler: "Atı 500 dirheme satın alman mümkün iken fiyatı niçin bu kadar yükselttin?" Cerîr şu cevabı verir; "Biz, alış-verişlerimizde hile yapmayacağımız hususunda Allah'ın Rasûlüne söz verdik" (İbn Hazm, el-Mûhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd).
Bir satım akdinde kâr miktarını belirleyebilmek için her şeyden önce malın ilk alış fiyatı veya kıymet arttırıcı harcamalar gerektirmeyen mallarda kâr, doğrudan doğruya alış fiyatının üzerine eklenir. Alış fiyatına anapara (re'sü'l-mâl) denir. Bu, ilk alıcının akitle ödemeyi üstlendiği bedeldir. Başka bir deyimle, mala kendisiyle mâlik olunan ve akitle gerekli olan bedeldir. Akitten sonra, satış bedeli yerine başka bir bedel üzerinde sözleşme yapılsa, bu yeni bedel anapara sayılmaz. Kârlı (murâbahalı) başa baş (tevliye) ve zararına (vazia) satışlarda anapara veya mâliyet asıldır. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında bir malın üretim ve dolaşım safhası, mâliyet bakımından bir tutulmuş ve ayrı olarak ele alınmamıştır. Hanefîlerde, mâliyete eklenip eklenmeyecek harcamaların belirlenmesinde örfe ağırlık verilmiştir. Bu konuda temel prensip, malın kendisinde veya kıymetinde artış meydana getirme niteliğinde olan harcamaların alış fiyatına eklenmesi, bu niteliği taşımayanların ise eklenmemesidir. Meselâ, nakliye, dikiş, cilâlama, boyama gibi, malda artış sağlayan masraflar eklenebilecek, mal sahibinin (ilk alıcı) malın alımı, nakli ve pazarlaması sırasında kendi şahsı veya aile fertleri için yaptığı yeme, içme, yatıp kalkma masraflarıyla, çoban, bekçi, doktor veya veteriner masrafları eklenerek masraflar arasındadır (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 80, 91; el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 162; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtâr, IV, 155; Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, I, 598; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 103, 113).
İslâm hukukunda net maliyet hesabı, güvene dayanan bir satış niteliğindeki murâbaha, tevliye ve vazîa satışlarında gereklidir. Satıcı kendi alış fiyatını müşteriye açıklamaksızın, belirleyeceği bir satış bedeliyle malını satabilir. Hatta mala, piyasadaki râyiç fiyatlarını ölçü alarak, yeni bir kıymet koyup, bu yeni değer üzerinde bir kâr ilâvesiyle satış yapmak da mümkündür. Yeter ki, alıcıyı yanıltacak ve onu etki altında bırakacak yanlış bilgiler verilmesin. Kârın meşrû olması için, satıcının iyi niyet kurallarından ayrılmaması ve alıcıya doğru bilgiler vermesi gerekir. Aksi halde gabin hali söz konusu olabilir ve alıcı lehine bazı haklar doğar.
İslâm'da, çeşitli mallara yüzde üzerinden belirli kâr haddi uygulaması getirilseydi ekonomik hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak, o malın alış fiyatını veya mâliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanamaz ve akde hile karışabilir. Diğer yandan aynı cins ve kalitedeki malın mâliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok mal satın alır, kendi araçları ile nakleder; dükkânı kendi yeridir, kira ödemez. Bütün bu nedenlerle malı ucuza mâl eder. Diğer bir tüccarda bu imkânlar olmadığı için, mâliyeti yüksek olabilir. Üretimdeki mâliyetler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Aynı cins ve miktarda birçok malın mâliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilâvesiyle oluşacak satış bedelleri de farklı olacaktır. Böyle bir piyasada ucuz fiyata satanlar alıcı bulur. Mâliyeti yüksek olduğu için pahalı satmak zorunda kalanlara, diğerlerinin elinde mal biterse, satış sırası gelecektir. İşte bu ve benzeri sakıncalar yüzünden, Allah Rasûlü piyasa fiyatlarına müdâhale etmesi için kendisine başvuran Sahâbilere şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem." (Ebû Dâvud, Bûyû', 49; Tirmizî, Bûyû', 73; İbn Mâce, Ticârât 27; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 327, III, 85, 106, 286).
Sonuç olarak İslâm'da sağlam bir ticaret ahlâkının oluşması amaçlanmıştır. Alış-verişe hile, hud'a, yalanın karıştırılması yasaklanmış, temel ihtiyaç maddelerini günün râyiç bedeli ile satanların sadaka sevabı kazanacakları belirtilmiş ve tüccarların bununla bir toplum hizmeti yaptıklarına işaret edilmiştir. Ancak iyi niyetin yeterli olmadığı devirlerde esnaf ve tüccarı serbest ve kontrolsüz bırakmak temel ihtiyaçların sömürülmesine yol açar. Üretim, dağıtım ve para gücünün kötüye kullanılmaması için devletin gerekli tedbirleri alarak üretici ve tüketiciyi koruması arz ve talep dengesini sağlamak gerekir. Bunun sonucunda üretici ve dağıtıcıya az gelmeyecek, alıcıda çok görünmeyecek bir piyasa fiyatı oluşur. İşte bu fiyatın içinde yer alan, İslâm'da miktar ve oranı belirlenmemiş bulunan kâr meşrû sayılır.
KDV (Katma Değer Vergisi)
“KDV'ye bağlı olarak memurlara ödenen vergi iâdesinin hükmü nedir? Eksik kalan faturaların başkalarından tamamlanması câiz midir? Bir satıcıdan bir mal almadan fatura alıp, vergi iâdesinde kullanıbilir mi?”
Önce KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi ve de İslâmî olmadığını vurgulamak gerekir. Çünkü KDV üreticiden değil, tüketiciden, bir başka ifade ile fabrikatörden değil, isçiden ve çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların da dâhil olduğu bir vergidir. Meselâ otuz tane fabrikasi bulunan falan ağa, ürettiği mallara istediği fiyatı koyarak satar ve ilk el olduğu için devlete böyle bir vergi de ödemez. Beş-on çocuğu bulunan, kirada oturan ve herhangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de olmayan, bu yüzden çoluk-çocuğunun tedavisi dâhil her türlü ihtiyacını simit satarak karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna aldığı bir lastik ayakkabıyla, hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder. Bu yolla devletin kasasında toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında) yan fiyatından daha aşağıya yine o falan ağaya teşvik kredisi olarak verilir. Falan ağa da, gerçekte aldığı krediye faiz vermemekle beraber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal faizi maliyetine yansıtır. Meselâ on milyon TL.ye satacağı malı söz konusu faizli on dört milyon TL.ye satar. Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında o ağanın kredi borcunu (faiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir. Halbuki fakirden dolaylı ya da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, malı transfer zenginden fakire doğru olmalıdır. Şu anda durum tam tersinedir. Herhalde bu kapitalizmin gereği olarak yapılmaktadır. Buna bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iâdesinin en olumsuz yönü de sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim ödeyenlere verilmesidir. Böylece sanki devlet, "yüz verirsen on veririm" demiş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği gösterilmektedir. Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışımıza uymayan bir durumdur. Buna göre KDV'yi ödeyen bizim simitçi Veli Efendi vergi iâdesi de alamayacaktır. Sebep: İş bulup devlete prim ödememiştir. İşte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece hakkı olan değil, görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş bulmak onun görevleri arasındadır.
Sorunun diğer bölümlerine gelince: Vergi iâdesi devletten çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının belki, sadece yarısını iâde etmektedir. Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur. Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası yoktur. Çünkü bu iâdeyi veren devlet bunu şart koşmamakta, sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir. Onun için önemli olan, belli miktarda KDV'nin yatırıldığının faturalarla ibraz edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV'ye tâbi özel fatura olduktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir. Herhangi bir mal almadan fatura almakta da durum aynıdır. Yani iâdeyi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan vergi iâdesi haksız yere alınmış olmaz, helâl olur (Allahu a'lem).
Konut Kredisi
“Bir konut kooperati'fine katılacağım. Fakat devletten faizli kredi alındığı için sakıncalıdır deniyor. Katılabilir miyim?”
Konu, günümüzün gayr-i İslâmî toplumunun bir meselesi olması yanında bazı yönleriyle yeni bir konudur. Onun için şahsen benim buna nihâi cevabı vermem mümkün değildir. Bu meseleyi konu edinen ilmî toplantılara katılmış birisi olarak ancak bir özetleme yapar ve "fetvâyı, müftiler verse de sen vicdanına sor" (Ahmed bin Hanbel, IV/194) hadis-i şerif gereği her mü'min kendi vicdanına danışmalıdır. Konu enflasyonla alâkalıdır. Ebû Yusuf'un alış verişten ve istikrazdan doğan borçlanmalarda değere itibar edilir ve alınan rakam değil, alınan değer ödenir, yani enflasyon farkına itibar edilir, anlamında bir görüşü nakledilir. İbn Âbidin meseleyi inceler ve "Hanefi mezhebinde fetvâ sadece buna göredir" (bk. İbn Abidin, Tenbihu'r-Rukûd N/60-61) der. Devrimizin en büyük İslâm hukukçularından üstad Ebû Sünne ise, bu sözün Ebû Yusuf'a âit olması şüphelidir. Çünkü zâhir rivâyet kitaplarında yoktur, demişlerdi. Konuyu bizde tartışanlar ise, İbn Âbidin'in de tercihi üzere, geçmiş borçlarda enlasyona itibar edilip, değer farkının alınacağında hemen hemen ittifak halinde görülüyorlar. Ancak gelecekte olacak enflasyonu hesaba katıp, onun altındaki bir faizin faiz olup olmadığı biraz daha farklı bir mes'ele. Çok ihtiyatlı olanlar; muhtemel enflasyonun hiç olmadığını, ya da faiz nisbetinden daha düşük puanda gerçekleştiğini varsaydığımızda devlet belirlenen faizi almamazlık etmeyecektir, demektedirler. Diğerleri bunu gerçekçi görmemekte ve en yetkili ağızlar bile enflasyonun % 30'dan düşük olmayacağını söylerken, % 15-20 faizli ve uzun vadeli bir kredide pozitif faizin bulunması binde bir ihtimal bile değildir. Bu derece zayıf bir ihtimale de hüküm bina edilmez. Sonra müslümanlar, kendilerinden toplanan vergilerden verilen bu kredileri almamakla iktisaden sıfırlanmakta ve devamlı zenginlerin lehine bir malı transfer sözkonusu olmaktadır. Bir müslüman için, içinde bulunduğumuz şartlar, olağanüstü şartlardır ve bir geçiş dönemi sayılır. Dolayısıyla, bunda ayrıca zarûret (!) de vardır. Ancak burada, enflasyon oranı faiz oranından çok çok düşük olduğundan pozitif faiz olmasa da bir negatıf faiz gerçekleşmekte ve krediyi alanın faiz vermesi şöyle dursun, para değerinin düşmesiyle, aldığının çok azını vereceğinden devletten faiz almaktadır. Problem buradadır ve aslında milletten alınan bu fazlalığın tekrar millete verilmesi şartıyla bu tür krediler câiz olmalıdır, demektedirler.
Kumar, Fâiz ve Meyhane İşletmeciliği Gibi Meşrû Olmayan Vâsıtalarla Elde Edilen Malların Zekâktları Verilir mi ve Bu Paralarla Hac Farîzası Yerine Getirilebilir mi?
Kumar, faiz ve meyhane işletmekle elde edilen paradan başka helâl bir yolla kazanılan bir paraya sahip olamayan kimseye ne zekât, ne de hac farz değildir. Bu kimse fakir sayılmaktadır. Sebebi de elinde gayri meşru yollarla elde ettiği paraların tamamını fakirlere dağıtmak zorundadır. Ancak elindeki para veya malın tümü haram olmayıp arasında helâl yoldan kazandıkları var ve bu mallar karışmış ise kendisine hem zekât ve hem de hac farzdır.
Dolayısıyla meşrû olmayan yollarla kazanç sağlayan kimselerin elde ettikleri bu kazancı fakirlere ve mesâlih-i âmme (kamu yararı) cihetine harcayarak bir daha bu yolla kazanç sağlamamak üzere tövbe etmeleri gerekmektedir.
Meşrû ve Gayrı Meşrû Ne Demektir
Meşrû: Şeriata uygun, şeriatca yasaklanmayan davranış demektir. İslâm hukukunda farz, vâcib, sünnet, müstahab ve mubah olarak tanımlanan davranışları belirtir. Şer’î, helâl, câiz kelimeleri de meşrû ile aynı anlamı karşılar. Gayrı meşrû deyimi ise meşrû olmayanı, İslâm şeriatında haram ve mekruh olan davranışları dile getirir.
Toplum halinde yaşayan insanlar, belli kurallara uymak zorundadırlar. Bu kurallardan bazıları emredici bazıları da yasaklayıcı niteliktedir. Toplum düzeninin sağlanması, haksızlıkların önüne geçilmesi için uyulması zarûrî olan bu kurallara hukuk kuralları denir. Bu kurallara uymayanlara müeyyide (yaptırım) uygulanarak, uymaları sağlanır. İşte kanunlarla yasaklanmamış olan, başka bir ifadeyle, kurallara uygun olan davranış ve fiillere kanuna uygun anlamında meşrû fiiller denir.
Hukuk sistemleri, İlâhî hukuk sistemi ve beşerî hukuk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. İslâm şeriatı, İlâhî bir hukuk sistemidir. Bu sisteme göre meşrûluğun kaynağı (şâri') Allah ve Rasûlü'dür. Başka bir deyişle şeriat koyma, insan ve toplum hayatını düzenleyecek kanun ve kurallar getirme yetkisine yalnızca Allah ve Rasûlü sahiptir. Bu nedenle meşrûiyetin sınırları İslâm şeriatınca belirlenir. Şeriatça yapılması istenilen, teşvik edilen ya da yasaklanmayan davranış ve fiiller meşrûdur. Şeriatın yasakladığı ya da yapılmasını hoş görmediği davranışlar da gayrı meşrûdur. Bir müslüman, bu konuda seçim hakkına da sahip değildir (33/Ahzâb, 36).
Beşerî hukuk sistemleri de insan ve toplum hayatını düzenleyen, yasaklar getiren kanun ve kurallar koyarak insanların bunlara göre davranmalarını ister. Fakat bu sistemler kanun koyucu olarak Allah'ı değil, belli bir insan ya da kurumu tanırlar. Böyle bir hukuk sisteminin yürürlükte olduğu toplumlarda İslâmî anlamda bir meşrûiyetten söz edilemez. Çünkü İslâm açısından, her şeyden önce, sistemin kendisi özü bakımından, gayrı meşrûdur. Bu nedenle böyle bir sistemde meşrû sayılan bir davranış, gerçekte gayrı meşrû olabilir. Sözgelimi beşerî hukuk sistemlerinde zinâ yapmak, içki içmek, faiz alıp vermek meşrû (yasal) davranışlardır. Oysa bunlar İslâm şeriatınca kesin biçimde yasaklanmıştır ve bu nedenle de gayrı meşrûdur.
İslâm'a göre bir fiilin meşrû olup olmadığı, İslâm Hukukunun kaynakları (Edille-i Şer'iyye) dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyasla bilinir. Meşrû olup olmadığı hakkında bu kaynaklarda açık bir hüküm yoksa, fayda-zarar (maslahat) ve zarûret gibi hususlar gözönünde tutularak ictihad yapılır.
İslâmda haram olduğu kesin olarak bildirilmiş şeyler vardır. Bunların dışındakiler genellikle mubah (meşrû) kapsamına girer. Meşrû olup olmadığı açık olarak bilinemeyen (şüpheli) şeylerin terkedilmesi, takvâ açısından tavsiye edilmiştir (bk. Riyâzus-Sâlihin, s. 419). Ayrıca hadislerde bir şeyin meşrû olup olmadığını ayırmak için bazı ölçüler verilmiştir. Buna göre kalbi rahatsız eden ve insanların bilmesi istenmeyen şey, kalbin şüpheye düştüğü şey gayrı meşrû (ism/günah); kalbin huzur duyduğu, şüpheye düşmediği şey meşrûdur (birr/iyilik) (et-Terğib ve't-Terhib, 3/215-216).
Senet, Bono ve Çek Satmak veya Satın Almak Câiz midir?
Senet, bono ve çek satmak veya satın almak caiz değildir. Çünkü bunlar para veya meta' değiller. Ancak zimmetteki parayı sağlama bağlamak için birer teminattır. İmam Mâlik şöyle rivâyet etmiştir: Mervan bin Hakem'in zamanında bir çeşit çek çıkmıştı. Halk, karşılığını almadan birbirine satmaya başladılar. Bunun üzerine Zeyd bin Sâbit bazı sahâbi ile birlikte Mervan'a gittiler: "Ey Mervan, faiz ile alış veriş yapmayı mubah mı kılıyorsun?" dediler. Mervan: "Allah'a sığınırım, bu ne demektir?" dedi. Sahâbîler: "Halk, karşılığını almadan bu çeklerle alış veriş yapıyor" dediler. Bunun üzerine Mervan, emniyet mensuplarını gönderdi, onlarla alış veriş yapanları tâkip ederek malları ellerinden alıp sahiplerine iâde ettiler (Muvattâ).
Ayrıca, şimdi olduğu gibi, Osmanlılar zamanında da maaşı beytü'l-maldan veya vakıf gelirinden verilmek üzere memur ta'yin ediliyordu. Memura, takdir edilen aylığa "Camekiye" denilirdi. Camekiye'nin satışıyla ilgili İbn Âbidin şu fetvâyı naklediyor: Musannife Camekiyenin satışı soruldu. Yani adamın birinin maliyeden alacağı aylığı vardır. Henüz vakti gelmeden ihtiyacından dolayı, miktarından daha düşük bir para ile satıyor, böyle bir satış câiz midir? Musannif şöyle cevap verdi: Alacaklı, alacağını verecekliden başka bir kimseye satamaz (Durru'l-Muhtar).
Ancak, birisinin başkasına vereceği olduğu gibi, başkasından alacağı da olur. Borcunun vadesi ile elindeki çekin vadesi birbirine tevafuk ederse, bu çeki alacaklıya verebilir. Bu çek satışı değil, borcun havalesi sayılır. Hülasa sened, bono ve çek satılmaz, alınmaz ve zekât olarak verilmez. Yalnız devletin verdiği çek ve bono –va'deleri geldiği takdirde- ile para arasında fark yoktur. Vâdeleri gelmemiş ise satılması câiz değildir.
Serbest Piyasadan, Banka Fiyatından Biraz Yüksek Fiyata Döviz Almak Câiz midir?
Döviz alım-satımı islâm hukukunda "sarf akdi"ne girer ki, bir paranın diğer bir parayla satın alınması demektir. Değişik iki parayı, meselâ Türk lirasi ile euroyu birbirleriyle değiştirmede ölçü, peşin olmalarıdır. Peşin olduktan sonra, resmî kurdan, ya da karaborsadan olmasının cevaz konusunda hiçbir farkı yoktur. Dilediğinden dilediği kârla alabilir ve satabilir. Yeter ki, faiz maddelerinin (meselâ paranın) cinsleri farklı olanlarında faiz sebebinin (illet) geciktirme olduğu bilinsin. Allah Rasûlü (s.a.s.), "Cinsler değişik olursa, peşin olmak şartıyla, dilediğiniz gibi satın" (bk. Mavsilî, el-Ihtiyar, Ist. 208) buyurmuş, fıkıhçılar da bunu esas almışlardır. Hz. Ömer (r.a.) de: Paranın parayla değişiminde "bir direğin arkasına geçinceye kadar dahi veresiye yapmayın" demiştir. Buna göre, meselâ altın ve gümüş veresiye alınıp satılamaz. Çünkü onlar da paradırlar. Ama bunu çoğu müslümanlar, hatta çoğu kuyumcular bilmezler. Halbuki, kişinin yapmakta olduğu işle ilgili İslâmî hükümleri bilmesi ona, meselâ namaz kılmak gibi farz-ı ayındır. Ancak, alırken verdiği kadar ve verdiği cinsi almak üzere borç verilmeleri farklıdır ve câizdir.
Tahvil
Süresi ve faiz miktarı belirli kredi sağlama yöntemini belirleyen belge. Ortaklar, yatırımcılar veya devlet kuruluşları, sürekli ortak payı ile yatırımlarını büyütmek yerine, belirli projeleri tahvil çıkarmak yoluyla gerçekleştirmeyi tercih ederler. Böylece tahvilin süresi bitince önceden belirlenmiş olan faizi ile ana parayı ödeyip tahvil sahiplerinin işletme ile ilişkisini kesmiş olurlar.
İslâmî açıdan faizli karz kullanmakla tahvil çıkarıp faizli kredi sağlamak aynı niteliktedir. Tasarrufu iki yıl vadeli yüzde miktarı belli bir faizle bankaya yatırmak ne ise, böyle bir tasarrufla iki yıllık, faiz miktarı belli tahvillere yatırmak da aynı şeydir. Yatırımcılar bankayı araya sokmadan doğrudan kredi sağlama yöntemi olarak çıkardıkları tahvilleri çoğu zaman "hâmiline" çıkarırlar. Böylece tahvillerin hisse senetlerinde olduğu gibi elden ele dolaşması sağlanmış olur. Bunun anlamı tahvil sahibinin tahvilini süre dolmadan da satabilmesidir. Tahvili en son elinde bulunduran kişi ise bunu çıkaran kuruluştan bedelini alabilecektir.
Tahvil çıkararak kredi sağlama yönteminden "kâr-zarar tahvili" çıkararak yararlanmak da mümkündür. Bu takdirde anapara riske sokulduğu için faiz şüphesi kalkar. Buna "Mudârebe Tahvili" de denebilir. Meselâ; bir işletme belli bir ihracat projesinde kullanılmak üzere bir yıllık "Mudârebe tahvili" çıkarsa, yaklaşık bir yıl sonra bu projeden elde edilecek kâr işletme ile tahvil sahibi arasında paylaştırılır. Burada işletme sadece emeğinin ve dış satımı organıze etmesinin karşılığı olarak kârdan pay alır. İşletme kendisinden hiç sermaye koymamışsa mudârebe yönteminde kasıt, kusur veya ihmali söz konusu olmadıkça zarara katlanması gerekmez. Çünkü onun zararı emeğinin boşa gitmesi olarak ortaya çıkar. Zarar önce kârdan karşılanır, bu yeterli olmazsa, anaparadan ödenir. Bu yüzden zarar büyük olunca anapara azalır veya tamamı yok olabilir. İşletme, kâr-zarar tahvil bedelleri yanında kendisinden de anapara koymuşsa, bu takdirde belirli proje işletme ile tahvil sahipleri arasında "ortaklık" yöntemiyle gerçekleşmiş olur. Bu takdirde taraflar kârı aralarında belirledikleri şartlara göre paylaşırlarken, zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar. Bu duruma göre, kâr-zarar tahvili uzun veya kısa vadeli her çeşit projelerin gerçekleştirilmesinde araya bankayı sokmadan veya faizli muameleye ihtiyaç duyulmadan başvurulabilecek bir yöntemdir.
Mudârebe veya kâr-zarar tahvili yöntemi daha düzenli bir biçimde İslâm(!) bankası tarafından da uygulanabilir. Tahvile süre konulması gerektiği için burada projelerin sonuçlarının alınabileceği süreyi tahmin etmek önem arzeder. Çünkü projenin sonucu alınmadan tahvillerin ödenme vadesi gelirse işletme ödeme güçlüğü çekebilir. Diğer yandan tahvil sahibine kârdan pay verileceği için proje sonuçlanmadan kârın miktarını belirlemek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm'da tahvil süresini yaklaşık bir süre olarak belirlemek gerekir. Proje bu süreden önce tamamlandığı takdirde kârın paylaşılması yoluna gidilir. Proje uzadığı takdirde ise sonuçlanıncaya kadar sürenin kendiliğinden uzadığı, kabul edilmelidir.
Meselâ; bir İslâm(!) bankası kendisinden hiç sermaye kullanmaksızın, çıkaracağı üç ay süreli mudârebe tahvili yoluyla peşin para ile satın alacağı kâğıtları yabancı bir ülkeye akreditifli muâmele ile ihraç etse, bu ihracat işlemini organize karşılığında anlaşmaya göre kârdan pay alır. Tahvil sahipleri de anaparaları yanında kârdan da paylarını almış olurlar. Bu ihracat projesi iki ayda sonuçlanmışsa projenin tasfiyesi süreyi beklemeden yapılır. Çeşitli engeller yüzünden ancak altı ayda sonuç alınmışsa tahvil sürelerinin kendiliğinden uzadığı kabul edilmelidir. Çünkü taraflar böyle bir projeye girerken çeşitli riskleri üstlenmiştir. Zaten kârın meşru oluşunun nedeni de riske katlanmadır. Ancak projenin gecikmesi, zararın meydana gelmesi hallerinde işletmecinin kusuru bulunmamalıdır (Hamdi Döndüren, Günümüz Ekonomik Problemlerine İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 87 vd.; Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 654).
Sonuç olarak sürekli ortak yerine tahvil yöntemi geçici, süresi belirli ortaklık yöntemini ifade etmektedir. Sermaye piyasanın oluşması ve dengeli biçimde kullanılması kâr-zarar tahvilleri yoluyla sağlanabilir. Ancak İslâm'ın diğer ekonomik ve ticarî yöntemleri gibi "kâr-zarar tahvili" yöntemi de güvene dayanır. Taraflar bu güveni sürdürdükleri sürece iyi sonuçlar alınır. Bu ekonomik yöntem ve modellerle İslâm toplumlarının geçmiş yüzyıllarda dünya ülkeleri arasında büyük ekonomik güçler oluşturdukları, dosta-düşmana örnek müesseseler kurdukları ve bununla kendi dönemlerinde süper güçler oluşturdukları bilinmektedir.
Tasarrufu Teşvik Fonu Fâizi
"Tasarrufu Teşvik Fonu" adıyla devlet, maaşlarımızdan zorunlu bir kesinti yapmakta idi. Şimdi bize şu âna kadar birikmiş tasarruflarımızın yüzde yirmi faizi ‘nemâ’ adıyla iâde edilmektedir ve ilk taksit olarak bunun üçte biri ödenmektedir. Bu faizi almamız veya kullanmamız helâl olur mu?”
Önce şunu bilmek gerekir; Islâm birtakım terimlerle ifade ettiği birtakım vâkıalara bir hüküm verirken kendi değer yargılarına göre davranır. Daha açık ifade ile, İslâm meselâ, "faiz yasaktır" derken faizin tarifini de kendisi yapar. Buna göre bir uygulama İslâm'a göre faiz ise, başkaları ona "kâr" da dese o yine faizdir. Aksine, Islâm'a göre faiz olmayan bir uygulamaya başkaları faiz de dese o faiz olmaz. Meselâ İslâm'da, ihtiyaç halinde dörde kadar evlenme vardır. Oysa bugünkü medenî hukuk beraber yaşanılan ikinci kadını "metres" saymakta, ondan doğacak çocukları da gayrı meşrû kabul etmektedir. İşte mevcut sistem böyle diyor diye İslâm bunu gayrı meşrû saymaz. Bu bir.
İkinci olarak, şunu da bilmek gerekir. Müslüman kendi irâdesi ile faiz muâmelesine bulaşmaz. Çünkü insanın sömürülmesinin ve yine köle haline getirilmesinin en kestirme yolu faizdir. Bu yüzden, "faiz alana da, verene de, bunun yazışmasını yapana da Allah lânet eder" ve böyle önemli bir konuda "faiz ihtimalı taşıyan uygulamalar dahi faizdir." Onun için de müslüman kendi irâdesi ile faize bulaşmaz.
Üçüncü olarak da şunu bilmek gerekir: Faiz müesseseleri olan bankalarda her nasılsa tahakkuk eden bir faiz bulunuyorsa, onu almayıp orada bırakmak ikinci bir hatadır, hatta akılsızlıktır. Çünkü bu sömürünün güçlenmesine katkıda bulunmak demektir. Öyleyse mutlaka alınmalıdır. Sonra da bu faiz ya da faiz şüphesi taşıyan para yenmemeli, faiz olduğu söylenmeden bir hayıra, ya da aslında alınmaması gerektiği halde alınan vergilere verilmelidir.
Dördüncü olarak da İslâm'ın "faiz" dediği şeyin tarifini verelim ve sorunun cevabına geçebilelim. Fâiz (ribâ): Mubâdeleli akitlerde taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalıktır (Timurtâşî, -İbn Abidîn'in tasarrufuyla-, bk. İbn Âbidin (Amira), IV/177).
Bu târife ve taşıdığı kayıtlara baktığımızda "Tasarrufu Teşvik Fonu Nemâsı" için şunları söyleyebiliriz:
1. Ortada mubâdeleli bir akit yoktur, çalışanların arzu ve irâdelerine mürâcaat edilmeden yapılan tek yönlü ve "zorunlu" bir kesinti sözkonusudur. Sanıyorum bununla hedeflenen şey de çalışanların gelecekte bir tasarruf sahibi olmaları değil, devletin kaynak temini, yani iç istikrazdır.
2. Devletin verdiği "nema" için bir şart koşma sözkonusu değildir. Kesintiyi yapan da nemayı veren de devlettir.
3. Bu uygulamada karşılıksız bir fazlalık da yoktur. Kesilen paranın hem de aradan yıllar geçtikten sonra % 20'si "nemâ" adıyla verilmekte, onun da üçte ikisi sonraya bırakılmaktadır. Buna göre bu meblağ gerçekten "nemâ" ise, yani devlet bu parayı bir yerlerde çalıştırmış da onunla kazandığının bir miktarını tasarruf sahibine veriyorsa bu zaten faiz olmaz. Adı üzerinde "nema" yani kâr olmuş olur. Böyle bir çalıştırma yok da safi faiz olarak veriyorsa ortada bir fazlalık olmadığından bu yine faiz olmaz. Çünkü değer kaybının ödenmesi İmam Ebu Yusuf'a göre gereklidır, yani bu faiz değildir. Oysa "nema" denen bu "yüzde yirmi", kesilen zorunlu tasarrufun, enflasyonla kaybolan değerinin çok çok azıdır. Aslında maaşlarından zorunlu tasarruf fonu kesilen çalışanların bu kalan değer farkını da isteme hakları vardır. Şunu da ilâve etmek gerekir: Herşeye rağmen şüphe edenler, en azından kendilerinden kesilen kadarını tamamlayıncaya dek alırlar. Adı ne olursa olsun kendi paralarını almış olurlar. Şüphe, olsa olsa bundan sonrakinde olur. O kadarını da zaten vermiyorlar.
Sonuç olarak, sözünü ettiğiniz meblağ faiz değildir, bunda faiz şüphesi de yoktur (Allahu a'lem). Ancak siz şüphe ediyorsanız mutlaka alır, ama bir hayıra verirsiniz.
Allah Teâlâ ve Rasûlüne Kar
şı Savaşanlar: Fâizci Düzen ve Fâizciler!Hanefî fakîhlerinden Serahsi; "fâiz'in kesin olarak haram kılındığını beyandan" sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini zikretmektedir.
Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâla: "Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde (kabirlerinden) kalkamazlar" (2/Bakara, 275) buyurmuştur. Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz. Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur, bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur."
İ
kincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'de: "Allah, fâizin bereketini tamamen giderir" (2/Bakara, 276) buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu faiz kazancından istifade eder.Üçüncüsü: Allah'a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: "Eğer faizden vazgeçmezseniz, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin." (2/Bakara, 279). Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ'ya karşı savaşanlar zümresinden sayılmıştır.
Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, gerçekten mü'min iseniz Allah Teâlâ'dan korkun, fâizden (henüz almamış olup da) kalanını bırakın" (2/Bakara, 278). Bu husustaki diğer âyet-i kerimede: "Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri sevmez" (2/Bakara, 276) buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.
Beşincisi: Cehennem'de ebedi kalmaktır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "(Her) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar" (2/Bakara, 275). Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü'minler; Serahsi'nin kat'î nasslara dayanarak izah ettiği bu "beş ceza" üzerinde iyi tefekkür etmelidirler.
Molla Hüsrev: "Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen kimse fâsıktır” der. Mebsut'ta; "faiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak" şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsad eden sebeplerden (akd-i fesid'den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır" hükmünü beyan etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:
a- İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan büyük bir sömürü aracıdır.
b- Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.
Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük oranlarda artırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları aşırı şekilde artıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır. İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesat, tüm toplumu boğan bir fitneye dönüşür.
Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar: “... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...” (2/Bakara, 276). Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi kaçınılmazdır.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261)
c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar üzerine kurulmasına, yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.
Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra, toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir. Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz. Bütün bunların sebebi fâizdir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni, fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi, bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu (Buhârî, Büyû' 113, 25, Talâk Libas 86, 96; Müslim, Müsâkat 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû' 65, h. no: 3483, Büyû’ 4, h. no: 3333; Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 8, 147; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277)
Şuras
ı çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz. Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu olur. Ahlâken yükselememiş, yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi, ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır. İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz. Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin içilmesini yasaklar.
İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir. Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli, şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden adâlet sağlanamayacaktır.
Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir. “Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan; “müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.
İslâm, yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. (Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262)
Ülkenin niye kalkınamadığı, maddî yönden Batı ülkelerinin çok gerisinde kaldığını fâiz örneği çok iyi açıklamaktadır. 1993 ilâ 2002 yılı arasındaki son 9 yılda Türkiye Cumhuriyeti, tam 211.4 milyar dolar fâiz ödedi. 9 Yılda fâize ayrılan 211 milyar dolar yatırıma yöneltilebilseydi, kişi başına millî gelir 2003 yılında 2857 dolar yerine, 3922 doları bulacaktı. 2003 yılında ödenecek fâiz tutarı tam 40 milyar doları bulmaktadır. Bir başka deyişle bir saniyede 1078 dolar fâiz parasına gidiyor. Evet, ayda 2 milyar 833,3 milyon dolar, günde 93 milyon 151 bin dolar, sâniyede 1078 Amerikan doları, halkın, fakir-fukaranın cebinden çıkıp fâize ayrılıyor. T.C.'nin 2003 yılında ödeyeceği borç fâiz ödemeleriyle İstanbul boğazına 142 adet köprü yapılabileceği, 87 adet Atatürk Barajı inşâ edilebileceği, 2 milyon 200 bin sosyal konut, ya da 5585 kilometre otoyol yapılabileceğini söyleyelim. Yine, bu parayla tanesi 140 milyon dolardan 261 üniversite kurmak, İzmir limanı gibi 39 liman yaptırmak, değeri 40 milyon dolardan 977 adet çimento fabrikası yapmak mümkün olmaktadır.
Halkın dertlerine derman olması gereken devlet, halkın cebine elini uzatıyor, bulduğunu alıyor, bulamadığını borçlandırıyor ve (ç)aldıklarını fâizcilere sunuyor. 1993 yılında toplam yatırımların dörtte biri (% 24.1) kadar olan iç ve dış borç fâiz ödemeleri, 2001 yılında toplam yatırımların % 96.2’sine ulaştı. Bu rakamın 2002 yılında % 81.1 oranında gerçekleşeceği, 2003 yılında ise % 91.2 oranında olacağı tahmin ediliyor. Toplam kamu fâiz ödemeleri 1993 yılında 67 katrilyon 873 trilyon lira olarak belirlendi.
Yapılan araştırmaya göre açlık sınırı, 2003 Ocak ayında 401 milyon liraya yükseldi. Asgarî net ücret ise 2003 Ocak ayında 226 milyon lira olarak belirlendi. Yoksulluk sınırı ise 2003 Ocak ayı itibarıyla 1 milyar 200 milyon liraya ulaştı. Bütün bu vahim rakamlara rağmen yoksulluk, Türkiye’de hâlâ öncelikli bir sorun olarak ele alınmamakta ve fâizin bu yoksullaşmadaki rolü değerlendirilmemektedir.
Halktan alarak devletin ödediği ve ödemek zorunda olduğu fâize ayrılan bu paralarla neler yapılmaz ki! Bunun yanında devletin; elektrik, su, doğalgaz, telefon, SSK primi ve vergi borçlarına uyguladığı gecikme fâizleri oranlarının enflasyonun çok üzerinde olduğunu hatırlamak da gerekiyor. 1997-2002 yılları arasındaki son 6 yılda enflasyonun % 346 artmasına karşılık, devletin vatandaşa uyguladığı gecikme fâizleri, % 929 arttırılmıştır. Kamu kurumlarından aldığı mal ve hizmet karşılığı devlete 100 milyon lira borcu bulunan bir vatandaşın, bu borcu ödeyememesi sebebiyle 2002 yılında 929 milyon lira ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa, enflasyon oranlarına göre, aynı vatandaşın 346 milyon lira ödemesi gerekirdi. Bu şekilde devlet, vatandaştan 583 milyon lira fazladan fâiz almaktadır.
Bankalardan kredi alarak fâizle borçlanan çiftçilerin, esnafın durumu tümüyle içler acısıdır. Tüm hayvanlarını ya da evini barkını satarak fâiz borcundan kurtulmaya çalışan nice insan vardır. Sadece kumar değildir evi barkı söndüren, aynı zamanda fâiz de depremden büyük hasarlar ortaya çıkarmaktadır. 2003 yılı ocak ayı hesabıyla Türkiye’de kredi kartı kullanan insan sayısının 16 milyon olduğunu belirtirsek, müslüman geçinen halkın banka ile, fâizle nasıl içli-dışlı olduğu anlaşılır. Kredi kartları temerrüt fâizinin % 500 civarında olduğunu, kartla borçlanan kişinin kısa zaman sonra borcunun 5 katına yükseldiğini, ödemeyi uzattıkça, borcun daha katlanarak yükseldiğini bilmeyenimiz yoktur. Ne acıdır ki, insan emeğini sömürüp kan emici vampir olan bankalar, müslümanların ve müslüman geçinenlerin desteğiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor. "İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak." (Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278). Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!"
Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla imtihanı kazanıp Allah'la alışveriş yapanlara!
Ribâ/Fâiz Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
KUR’ÂN-I KER
İM’DE FÂİZ ANLAMINDA RİBÂ KELİMESİ VE TÜREVLERİ (10 Yerde): 2/Bakara, 275, 275, 275, 276, 278; 3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39, 39, 39)FÂ
İZ KONUSUFâizin Haraml
ığı: 2/Bakara, 275, 278; 3/Âl-i İmrân, 130.Fâizin Bereketi Yoktur: 2/Bakara, 276; 30/Rûm, 39.
Fâize Al
ışveriş Diyenler: 2/Bakara, 275.Fâiz Yiyenler: 2/Bakara, 275, 279; 4/Nisâ, 160-161.
Bile
şik Fâiz: 3/Âl-i İmrân, 130.Fâizle Mala Sahip Olmak: 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29-31
Fâizden Tevbe Edenler: 2/Bakara, 279.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Faiz, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Be
2. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar,
İslâmoğlu Y.3. Faiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Ne
şriyat4. Faiz ve Problemleri,
İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.5. Faizsiz Bankac
ılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.6. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet,
İlmî Neşriyat İSAV, İst. 19877. Türkiye’de Dünyada Faizsiz Bankac
ılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.8. Faiz Politikalar
ının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.9.
İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 198810. Alternatif Faizsiz Banka, Süleyman Karagülle,
İz Y. İst. 199111. Te
şvik Kredileri ve Faiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat12. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup,
İslâmoğlu Y.13.
İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.14. Türkiye’de Faiz Politikalar
ı, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.15. Türkiye’de Serbest Faiz Politikas
ı, Tuncay Artun, Tekin Y.16. Para, Faiz ve
İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 198717. Para, John Kenneth Galbraith, Alt
ın Kit. Y.18. Para Bulma ve Yat
ırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım19. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Ö
ğr. Fak. Y.20. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Ç
ıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.21. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Ö
ğr. Fak. Y.22. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
23. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
24. Zenginlere ve Zengin Olmak
İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 199325. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karaka
ş, Timaş Y. İst. 199326. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birle
şim Y. İst. 199327. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y.
İst. 198928. Hayat
ın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 197929. Niçin Yoksuluz? Birlik Yay
ıncılık, Ank.30. Uluslar
ın Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.31. TDV
İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-29032.
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?33. Delilleriyle Ticaret ve
İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.34.
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. İst. 2000, Kanaat: 333-336, Mal: 381-38235. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ate
ş, KUBA Y. Fakr: c. 6, s. 150-162 Kanaat:36.
İslâm'ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 198137.
İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 198738.
İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 199239.
İslâm'da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 199640.
İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.41. Müslüman ve Para, Hekimo
ğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 199642. Para, Faiz ve
İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 198743.
İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 197944. Herkes
İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın, 3. Bs. İst. 199645.
İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.46. Çal
ışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 199247.
İslâm'da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 198148.
İslâm'da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gaye Vakfı, İst. 200149.
İslâm'da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 197750.
İslâm'da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 199451.
İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 198852. Ça
ğdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 198853.
İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 199554. Amerikan Yüzy
ılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y. İst. 199355. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Ç
ığır Y. İst. 197556. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
İst. 199157. S
ınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 197858. Gazâlî’nin
İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 198459. Al
ışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat60.
İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat61. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet,
İlmî Neşriyat62.
İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 199063. Toplumlar
ın Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 198864. Sosyal Siyaset Aç
ısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 199565. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs.
İst. 198466. Tüketim Köleli
ği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 199067. Küreselle
şen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 200368. Türkiye'de Kapitalizmin Geli
şmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 198969. Ana Hatlar
ıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.70. Ça
ğdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.71. Çal
ışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.72. Ekonomiye De
ğinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.73. El-Hisbe,
İbn Teymiyye, İnsan Y.74. Hz. Muhammed’in Getirdi
ği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat75. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakf
ı Y.76. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yap
ı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.77.
İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 199678.
İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.79.
İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.80.
İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.81.
İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.82.
İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.83.
İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.84.
İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.85.
İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat86.
İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.87.
İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.88.
İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.89.
İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat90.
İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.91.
İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.92.
İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 199193.
İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.94.
İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.95.
İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 198496.
İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.97.
İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.98.
İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 197899.
İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980100.
İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.101.
İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991102.
İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.103.
İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.104.
İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği105.
İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat106.
İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.107.
İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x108.
İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994109. Ça
ğdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.110. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
111. Modern
İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969112. Cumhuriyet Döneminin
İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.113. Türkiye’de Ekonomi Politikalar
ı ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.114. Türkiye’de Özel Finans Kurumlar
ı ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987115. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yollar
ı, Emin Çarıkçı, Adım Y.116. Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
117. Türkiye’de Özelle
ştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.118. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y.
İst. 1990119. Yabanc
ı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.120. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bire
şim Y.121. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî,
İnsan Y. İst. 1985122. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalio
ğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995123. Ekonomik Çözüm,
Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991124. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumlar
ı ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat125. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet,
İlmî Neşriyat126. Reklâm Dünyas
ının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.127. Reklâm Bize S
ırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.128. Parasal Bunal
ımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.129. Türkiye’de Ekonomi Politikalar
ı ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.130. Bireysel Yat
ırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.131. Tarikat Sermayesinin Yükseli
şi, Faik Bulut, Öteki Y.132. Dünyada ve Türkiye’de Yat
ırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.133. 100 Soruda Para ve Para Politikas
ı, Sadun Aren, Gerçek Y.134. Akdeniz Dünyas
ında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.135. Kriz Ekonomisi, M.
İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.136. Uluslararas
ı Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.137. Dünya Ekonomisi ve Uluslararas
ı Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.138. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
139. Alt
ın, Nedim Şener, Dünya Y.140. Alt
ın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.141. S
ınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.142. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birli
ğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.143. Türkiye Avrupa Ekonomik Toplulu
ğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.144. Kütüb-i Sitte: 3/97-107, 12/314-315, 14/519, 15/160-161, 17/259-261.
145. Sahih-i Müslim: 1/373 - 377, 5/461, 8/51 - 80