Kur'an'ın Rehber Olduğu İnsanların inançları:
Salat (Namaz) Ve Kâme Kavramı:
İnfak Birr'e (Hayr'a) Eriştirir:
İman Sürecinin Sonucu: Hidayet Ve Kurtuluş:
İnkarları Ve Münafıklıkları Sebebiyle Kalpleri
Mühürlenenler:
A) İnsanın İnkarı İradesinin Eseridir:
Münafıkların Ruh Yapısı Ve Davranışları:
İnanmadığı Halde İnandığını Söylemek:
Münafığın Davranışı Aldatmaya Yöneliktir:
Münafıkların Kalpleri Hastadır:
Münafıklar İnananları Beyinsizlikle İtham Ederler;
Gerçekte Kendileri Beyinsizdir:
Münafıklar İki Yüzlüdür, İnsanlarla Alay Ederler:
Hidayete Karşılık Sapıklığı Satın Alırlar:
Münafıklar Kördür, Doğruyu Görmez:
Münafıkların
Melekeleri Dumura Uğramıştır:
Münafığın Işığı Kısa Sürelidir:
c) Aklını Kullanmak Ve Düşünmek:
3. Ona Bir Çıkış Yolu Gösterir:
4. Ummadığı Yerden Rızık Verir Ve İşini Kolaylaştırır:
5. Günahlarını Örter Ve Büyük Mükafaat Verir:
7. Allah'ın Dostluğunu Kazanır:
9. Altından Irmaklar Akan Cennetlere Girerler:
10. Mutluluk Ve Felah Bulurlar:
Nimetin Karşılığı Şirk Olmamalı:
Kur'an'dan Şüphe Etmenin Karşılığı Cehennemdir:
Sekar Cehennemindeki 19 Melek:
Hz. Adem'in İmtihanı Başarması
İblisin Mahiyeti Ve Secde Etmeme Sebebi:
Şeytan Âdem Ve Eşine Aynı Anda Vesvese Verdi:
Hidayete Erenlere Korku Yoktur:
Cehennemde Ebedî Kalacak Olanlar:
B) Varislik Ve Önderlik Nimeti:
C) İçlerinden Peygamberler Ve Krallar Çıkarma Nimeti:
D) Düşmanlarından Kurtarma Nimeti:
E) Yiyecek Ve İçecekler Bahşetme Nimeti:
F) Eğitim İhtiyaçlarını Giderme Nimeti:
G) Alemlere Üstün Kılma Nimeti:
Hak, Ölçülü Ve Zamana Uygun Olan Söz Ve Davranıştır:
Hak, Kainatı Ayakta Tutan Güçtür:
Hak, Enfüs Ve Afakin Kanunlarının Kesiştiği Yerde Ortaya
Çıkar:
Hakkı İnkar Edenlerin Uydurduğu Şey Bâtıldır:
Bilmenin Gereğini Yerine Getirmeme:
Sabır Ve Namaz İle Kendine Yardım Etmek:
B) Gözlerin Utançtan Yere Eğilmesi:
C) Kalplerin Ürpermesi, Saygı Duyması Ve Yumuşaması:
D) Zilletten Başların Eğilmesi:
E) Kur'anın İnsanda Meydana Getirdiği Manevî Değişim:
F) Bilgi Ve İmanın Meydana Getirdiği Saygınlık:
C. Hakikat Payı Bulunmayan Sanı:
B) Düşmanlık Ve Kin Duygusu Atmak:
D) Ölüm Ve Ahiretle İlgili Manası:
Fayda, Şefaat, Fidye Ve Yardımın Olmadığı Gün:
Şefaatin Tamamı Allah'a Aittir:
Ancak Allah'ın İzin Verdikleri Şefaat Edebilir:
Şefaate Nail Olacak Ve Olamayacak Kimseler:
Şefaat, Tenbelliğe Sevketmemeli:
Şefaate Muhtaç Olan Şefaat Edebilir Mi?
Fidyenin Kabul
Edilmediği Gün:
a) Ahirette Zalimlerin Yardımcısı Olmayacak:
b) Dünyayı Ahirete Terceh Edenlere Yardım Edilmeyecek:
c) Ateşe Çağıranlara Yardım Edilmeyecek:
d) Allah'a Eş Koşanlar Yardım Görmeyecek:
e) İnkarcı Ve Kibirliler Yardım Görmeyecek:
f) Tuzak Kuranlar Yardım Görmeyecek:
Bakara suresi, Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden hemen sonra inen suredir. Aynca, Kur'an'ın en son inen ayetlerinden biri olan ayet (281. ayet) de bu surede yer almaktadır. Bu sure inanç, ibadet ve medenî hayatın pek çok cephesine ışık tutan ayetlerden müteşekkildir.
Bakara suresi, geçmiş nesillerin tecrübelerinden, münafıkların
özelliklerine; ilk insanın yaratılışından, iyinin ne olduğunun açıklanmasına;
boşanma hukukunun esaslarından, insan ilişkilerinin sağlıklı
yürü-tülebilmesine varıncaya kadar, pek çok konuyu içermektedir. Bakara
suresinin diğer bir özelliği de, Kur'an'dan önceki kutsal kitapların âyetlerine
yer vermiş olmasıdır.
Bu surenin iki ismi olduğu alimler tarafından rivayet edilmektedir.
Bunlar, Suretu'l-Bakara ve Sure-tu'l-KürsMk. Totemizm inancı ile mücadeleye yer
verdiği için Bakara, içinde ayete'l-kürsî bulunduğundan da Kürsî adını almıştır.
Meşhur olan ismi Bakara'dır.
İki yüz seksen-altı ayetten müteşekkil olan bu sure Kur'an'ın en uzun
süresidir.
[1]
1. Elif-lâm-mîm.[2]
Harflerden meydana gelen bu ayete, çeşitli manalar verilmiş, fakat verilen
bu anlamların doğruluğu kesin olarak isbat edilememiştir. Bu harflerin Allah
ile Peygamber'i arasında şifre olduğu fikri en yaygın olan kanaattir.
[3]
2. O kitap, onda asla şüphe
yoktur. O, sakınanlar için bir rehberdir.
Ayette dört kavram yer almaktadır: kitap, şüphe, rehber ve sakınanlar.
Bu kavramları açıkladığımızda, ayetin insanlığa vermiş olduğu mesaj ortaya çıkacaktır.
Kitap, bazı şeyleri bir araya getirmek manasına gelmektedir. Mesela,
harfleri kelimede, kelimeleri cümlede, cümleleri sayfalarda bir araya getirmek
gibi. Yukarıdaki ayette kitap, Allah'ın ayetlerini, hükümlerini ve izahlarını
bir araya getiren Kur'an manasını kazanmaktadır. Askerleri bir araya toplayan
alana da aynı isim verilmektedir. Her iki manadan hareket edersek şöyle bir
genelleme yapılabilir: Bu anlamda kitap, cehaletin, şüphenin ve inkarın ordularını
dağıtmak için bir araya gelen ayetlerin tümünü ifade etmektedir. Demek ki
kitabın içindeki ayetler, cehalet, şüphe ve inkarla mücâdele veren en etkili
silahlardır.
Allah niçin kitapla başlamış ve pek çok surenin başında bu kavrama
niçin yer vermiştir? Bu soruya bir kaç açıdan cevap vermek mümkündür:
a)
Allah'ın kitapla başlamış
olması, eğitiminin merkezine kitabı koyduğunu göstermektedir. Eğitim sistemlerini
birbirinden ayıran temel özellik, merkeze yerleştirdikleri değerlerdir. Bu
fikirden hareketle diyebiliriz ki, Allah kitap merkezli bir eğitimi
benimsemektedir. Kitabı merkeze alan eğitim sisteminin okuluna, "kitap
okulu" denmektedir. Bu izahımızı şu ayetle delillendirebiliriz:
(İşte böylece sana da emrimizle
bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu
kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola götürdüğümüz bir nur kıldık.
Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu göstermektesin). [Şura/52]
Bu ayette Kur'an, nur (ışık) olarak vasıflandınlmaktadır. Işık kaynağı
daima merkezde yer alır; tıpkı güneş sisteminin merkezinde güneşin olması
gibi. İşte Kur'an (ilahî kitap), eğitimin merkezinde yer alan bir ışık
kaynağıdır. İnsanların beyin ve gönüllerini birer gezegen olarak kabul edersek,
insanlar o ışık kaynağının etrafında dolaştıkça, ondan faydalanacaklardır.
Böylece bu ayet dinin ve dinî eğitimin merkezinde yer alan Kur'an'ın, kitap
okulu'nu benimsediğine işaret etmektedir.
b) Kitap kavramından hareketle
diyebiliriz ki, Yüce Allah bilgiyi öne çıkartmakta ve onun cehalet ordularını
yok eden etkili bir silah olduğuna dikkat çekmektedir.
c) Kitap, ilahî bilgiyi
taşıyan başlı başına bir okuldur. İnsanlar ve doğal olarak da milletler, bütün
kültür kazanımlanm kitap vasıtasıyla gelecek nesillere aktarırlar. İnsanlığın
meydana getirdiği kültür mirasının en sadık dostu kitaptır. Kitap, en etkili
eğitim aracı olması nedeniyle, dünyaya şekil vermekte, onu değiştirmekte,
geliştirmekte ve ona can vermektedir. Allah, kitap dediği Kur'an'la insanların
beynine ulaştığı gibi, insanlar da kitap vasıtasıyla birbirlerine ulaşıyor ve
birbirlerini eğitiyorlar.
İlahî alemle, beşerî alemin iletişimim sağlayan kitap, yani Kur'an,
insanı süflî alemden yüceler alemine götürdüğü için eğitimin merkezinde yer almaktadır.
d) Kitap kavramı, farz
manasını da gelir:
(Size oruç farz kılındı). [Bakara/183]
(Kısas size farz kılındı). [Bakara/178]
(Kesinlikle namaz, inananlara
vakti belirlenmiş bir farzdır). [Nisa/103][4]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, ilahî kitap, insanların yapmakla zorunlu olduğu ibadetleri ve toplumun istikrârını sağlayacak ana kuralları ihtiva etmelidir.
e)
Kitap, delil ve hüccet
manalarını da ifade etmektedir.
(Eğer doğrulardan iseniz kitabınızı, yani delilinizi getiriniz).
[Saffat/157]
İnsanlar bir konuyu öğrenmek istediklerinde veya tartıştıklarında,
kitabî deliller isterler. İnsanların, öğreticilerin bilgilerine güvenmeleri,
kitabın delil olarak gösterilip gösterilmemesine bağlıdır. Allah da hakiat
bilgisine delil olması nedeniyle Kur'an'a kitap demektedir. Bu bağlamda
Kur'an, ilahî eğitimin merkezinde yer almaktadır.
f) Kitap, aynı zamanda zaman
manasına da gelmektedir. Zaman manasına gelen kitap, medeniyet ve kültür
gelişiminin evrelerini göstermektedir. Kitaplar, insanlığın geçirdiği fikrî
gelişmişliğin basamaklarını yansıtırlar. Onun için Allah şöyle buyuruyor:
Helak ettiğimiz her beldenin muayyen bir zamanı, yani süresi vardır.
[Hicr/4] Süre kavramı ayette, kitap'la ifade edilmektedir. Kitapla insanların
ilişkisi, onların ömürlerini tayin etmektedir. Kitap, eğitim-öğretime ciddiyet
getirir. Kitapla ilişkisi olmayan toplumlar, dedikoduyla avunur ve onları
bilgi zannederler. Bir medeniyet ve toplum zannî bilgiyle varlığını sürdüremez.
Kitaba yakınlık, bilgiye yakınlık demektir. Bilgiye yakın ve sevdalı olan toplumların
hayatta kalacağı da bir gerçektir.
g) Kitap, akid (antlaşma
yapmak) manasını da ifade etmektedir: Sahip olduğunuz kölelerden mükâtebe
(akid) isteyenler... [Nur/33]
Kitaplara inanmak, Allah ile kul arasında bir akiddir. İnsanın neler
yapması gerektiğini bir akdin maddeleri halinde sıralayan Kur'an, Yüce
Allah'la kullan arasında bir antlaşmayı ifade etmektedir.
h) Nur/33'de, köleye
hürriyetini vermeyi ifade eden kitap kavramı, insanın kendi nefsinin ve yedek
ilahların köleliğinden azat olması manasına gelmektedir. Bu anlamıyla kitap,
yani Kur'an insana hürriyetini veren bir berattır. Eğer insanın bizzat kendisi
doğrudan doğruya bilgi, yani kitapla ilişki kurmazsa, başkalarının kölesi olur.
İşte hürriyet insanın doğrudan kitapla, yani bilgiyle ilişki kurmakla elde
edeceği bir değerdir.
Pek çok surenin başında kitap kavramının yer alması, onun hürriyeti temsil
etmesinden kaynaklanmaktadır. Hürriyeti olmayan bir insana, kitabın diğer
meselelerini anlatmanın ne anlamı olacaktır? İşte Yüce Allah, Bakara/2 ayetiyle
insanoğluna verdiği kitapla onun hürriyetini bağışlamaktadır. Yedek tanrılardan
kurtuluşunun beratını vermektedir.
Ayette geçen diğer bir kavram da şüphe'dir. "Rahatsız etmek,
endişe vermek, sükununu bozmak, üzmek, merak etmek, kuşku, birden bire
korkutmak, tehlikeyi haber vermek, kötü zan, vehim ve korku ile dolu olmak ve
durdurmak" manalarına gelen şüphe, 'musibet' anlammı da ifade etmektedir.
O kitapta hiçbir şüphe yoktur ayeti ile bağlantı kurarken, bu manaların
bazılarına dikkat etmemiz gerekmektedir. Önce şu soruyu soralım: O kitaptan
şüphe ettirecek olan şey nedir? Bunun cevabını Secde/2 ayetiyle verebiliriz:
(Bu kitabın, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğundan asla şüphe yoktur).
Allah tarafından indirildiği için, ondan şüphe edilemez ve onda şüphe
yoktur. Kur'an'ın dışında, yani Allah'ın göndermediği bütün kitaplarda şüphe
edilecek fikirler ve konular olabilir demektir. Şüphe ile yaklaşılan bir
kitap, din koyamaz. Bu kitapta şüphe yoktur ifadesini, şüphe kavramının lügat
manasından hareket ederek çözebiliriz.
Kur'an mutlak hakikat bilgisidir. Onda insanı rahatsız edecek herhangi
bir bilgi olmadığı gibi, insanın gönlünü kinle depreştirecek ve ona belâ
getirecek hiçbir şey de yoktur. Kur'an'ın dışındaki ideoloji halini alan
felsefeler taraf yarattığı için, insanlara korku salmaktadır. Kur'an taraf
yaratmadığı için, kendisine inanmayanlara da güven vermekte, endişe ve korkuyu
ortadan kaldırmaktadır. "Onda şüphe yoktur" demek, "Onda
korkulacak ve insanı rahatsız edecek hiçbir şey yoktur" demektir.
Kur'an'da, insanın başına musibet getirecek hiçbir ayet yoktur. Çünkü şüphe
'musibet' anlamına da gelmektedir. Ona zamanın belalarının gelmesini gözetiyoruz.
[Tur/30]
Bela kavramı, ayette rayb (şüphe) olarak geçmektedir. Kur'an insana
bela getirmez. Kur'an'a inanan insanlar, başkalarının başına asla bela
getirmezler. Çünkü, Kur'an zannı değil ilmi içermektedir. Bu sebeple insanı
rahatsız etmez, ona korku vermez ve onu belalara uğratmaz.[5]
Kur'an'da şüphe yoktur, çünkü, Kur'an kendinden önceki kutsal kitapları
tasdik etmekte ve onları açıklamaktadır. Kendinden önceki ilahî kitapları
reddetseydi ve onları açıklamasaydı, onda şüphenin olması doğal olacaktı.
Yunus/37 ayeti bunu açıklamaktadır:
Bu Kur'an, Allahtan başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, sadece
kendinden öncekini doğrular ve kitabı açıklar. Onda şüphe yoktur ve alemlerin
rabbindendir.
Kur'an'ın kendisinde şüphe yoktur, ama insanların güzeli, doğruyu ve daha
iyiyi bulmaları için meraklarını uyandırır.
Kısaca, kitabın, yani Kur'an'ın kendisinde şüphe olmadığı gibi,
şüpheleri gideren bir özelliği vardır. Bu özelliği ile o, dinin kutsal kitabı
olma hakkını kazanmaktadır.
[6]
(Kur'an muttakiler için bir
rehberdir).
Götürmek, yol göstermek, cezbetmek, çekmek, eksiklerini tamamlamak, elde
etmek, gerçek imana götürmek, bağlantı kurmak, hediye vermek, vakfetmek
manalarına gelen hidayet kavramı, isim olarak rehber, yön, yol, yörünge
anlamını ifade eder.[7]
Fussılet/17 ayetine göre hidayet, 'manevî körlüğün', Bakara/16 ayetine göre de
'dalaletin/sapıklığın' karşıtıdır.
Arzulanan bir şeye götürüp
ulaştıran rehberliğe5[8]hidayet
denmektedir. Yorumlamakta olduğumuz ayette, "eşiklerini tamamlamak" manasını
ifade etmektedir. Kur'an muttakileri, kurtuluşa götüren bir rehberdir. Böyle
bir rehberlik, altyapısını hazırlamış bir insanlar topluluğuna yapılabilir.
Bakara/3-4'de muttakilerin özellikleri ve amelleri zikredilmekte, kurtuluşa
ermenin alt yapısının neler olduğu vurgulanmaktadır. Kitap, bu alt yapıyı
oluşturmayan insanları felaha erdirmez.
Demek ki, sosyal problemlerin çözümünde, mutluluk ve refaha ermenin alt
yapısını kulun iradesi, hedefe ulaşmayı da ilahî irade gerçekleştirmektedir.
Yüce Allah insanların problemlerini nasıl çözer? Bunun cevabını Taha/50
ayeti ile verebiliriz:
(Musa da, "Bizim Rabbimiz,
her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götürendir" dedi).
Râgıb el-İsfehanî bu ayetteki doğru yolu göstermeyi akıl, anlayış ve
bilgi vermek şeklinde yorumlamaktadır.[9]
Bu yorumda kitap, bilgi kısmını teşkil etmektedir. Aklını kullanmayan
insanı Kur'an'ın hidayet edip kurtuluşa götürmesi imkansızdır.
Demek ki, Bakara/2'de yer alan kitap kavramı, şüphe götürmeyen ilahî
bilginin toplandığı yer anlamındadır. İşte bu bilgi, korunanları kurtuluşa götüren
bir rehberdir.
[10]
Kendinde şüphe olmayan bu kitap, sakınanların rehberidir [Bakara/2]
ayetinde yer alan 'korunma', muttaki kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelimenin
kaynağı takva'dır. Ayette yer alan 'muttakiler'in kim olduğu ise, sonraki üç
ayette açıklanmaktadır. Bu ayetleri şu değerlendirmelerden sonra ele almamız
konunun iyi anlaşılması bakımından daha doğru olacaktır:
Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, Allah'ın verdiği maddî
nimetlerle hayır işlerler, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a ve önceki
peygamberlerin kitaplarına ve ahiret gününe inanırlar.
İşte bu inanç ve ameller, insanın manevî bağışıklık sistemi
diyebileceğimiz takvasını teşkil etmektedirler. Dikkat edilirse, gayba,
kitaplara ve ahirete iman ile namaz kılmak ve fakirlerin elinden tutmak gibi
iki önemli ibadet takvanın yapısını oluştururken, kitabın rehberliğini,
Allah'ın hidayetini ve felahı da çağırmaktadırlar. Bakara/3-5 ayetleri, korunan
insanların tanımını verdiğine göre, şüphe edilmeyen kitabın kimlere rehber
olacağını da açıklamış olmaktadır. Öyleyse şu açıklamayı yapmakta yarar
vardır: Bu ayetteki rehberlik faaliyeti, insanı, sapıklıktan ve inkardan alıp
doğru inanca getirmek manasına alınmalıdır.
Hidayet, muttakilerin (ilahî rehberliği hak edecek olan alt yapıyı
oluşturanların) problemlerini çözmek ve onları arzuladıkları toplumsal
kurtuluşa götürmektir. Demek ki, Kur'an denen kitap, bir çözümler kitabı olduğu
gibi, hedefe götüren bir dinamizmin de adı olmaktadır.
Muttaki sıfatını kazananların, bu manevî seviyelerini korumaları da
onlar için bir hidayet olmaktadır. İnsanın, ya da müslümanın kazanmış olduğu
manevî seviyeyi devamlı olarak koruması ve gerilememesi onlar için önemli bir
manevî kazanımdır. Kitabın böyle bir hidayeti gerçekleştirmesi de buna işaret
etmektedir. Bilgi insana belli bir manevî mesafe aldırır, ancak o gelinen
merhaleyi korumak da önemli bir kazanımdır.
[11]
3-5. Onlar, gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine
verdiklerimizden Allah yolunda harcarlar. Sana indirilene ve senden önce
indirilene de iman ederler, ahiret gününe kesinlikle inanırlar. İşte onlar,
Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Allah, insanın nefsini düzenlerken, şu iki özelliği onun tabiatına
yerleştirmiştir. Bu özellikler Şems/78'de, Nefse ve ona günaha açık olma ve
korunma özelliğini verip düzenleyene yemin olsun şeklinde geçmektedir. Şems/8
'deki takva kavramı, korumak ve korunmak manalarını ifade etmektedir. Buradaki
korunma kavramını şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah insanın biyolojik yapısı
için bir "bağışıklık sistemi" koymuştur. Tıpta bağışıklık sistemi,
mikroba karşı vücudun direncini sağlar ve hastalanmasını önler. Biyolojik
yapının bu bağışıklık sistemini Yüce Allah, manevî olarak da insanın nefsine
yerleştirmiştir. Ayette yer alan fücur, günaha, şeytana ve kötülüklere açık
olmayı ifade etmektedir. İnsanın böylesine olumsuz etkilere açık olmasına
karşılık, Allah ona takva denen korunma, yani manevî bağışıklık sistemini de
bahsetmiştir.
İşte Bakara/3-4'deki iman ve ibadetler, insanın manevî bağışıklık
sistemi olan takvayı ayakta tutmakta ve onu beslemektedir. Nedir bu iman ve
ibadetler?
[12]
Ayette yer alan iman kelimesinin ardından, gayba imanın ne olduğunu ele
alalım. İman kavramı, eman kökünden türemiştir. Geçişli fiil olarak kullanıldığında,
güven vermek, tasdik etmek manasına da gelen bu kavram, gaybla birleşince
farklı anlamlar ifade etmektedir. Yok olmak, çekilip gitmek, kaybolmak, bütün
bütün yutulmak, gizlenmek, örtmek, batmak, görünmemek, aşkın, tabiat üstü ve
ilahî sır anlamına gelen gayb kavramı da, bu ayette farklı bir özelliğin
belirleyicisidir.
Bu farklı manayı şu ayette bulmaktayız:
(Bu, gıyabında kendisine hakikaten ihanet etmediğimi bilmesi içindir).
[Yusuf/52]
Bu ayette Hz. Yusuf, Aziz'in yokluğunda ona ihanet etmediğini söylemektedir.
Bakara/3'deki gayb kelimesini bu manada alır ve iman kavramına da "güven
vermek" anlamını verirsek, o zaman, "İnsana gıyabında güven
veren"anlamına ulaşırız. Yani, takvaya ulaşmanın yolu, insana arkasından
ihanet etmemek, ona güven vermektir. Bu davranış biçimi hem takvaya götürmekte
ve hem de takvanın ürünü olmaktadır. Bir müslümanın, evinden uzakta olan bir
insanın namusuna, malına sahip çıkması ve ona ihanet etmemesi gerekir. Hz.
Yusuf, "Aziz'in gıyabında onun namusuna ihanet etmedim" derken gayb
kavramım kullanmaktadır. Yusuf/l O'da da gayb kelimesi bu manada
kullanılmıştır.
Onlardan biri, "Yusuf u öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız, onu
kuyunun dibine atın" dedi.
Gayb'ı bu manada alırsak, şu yorumu yapabiliriz: Takva sahibi insan
(muttaki), insanlara güven veren kimsedir. Genellikle bir toplumda alt tabakadakiler
üst tabakadakilere güven duymazlar. Halbuki toplumsal bütünlük güven esasına
dayanır. Bu ayette toplumda mevcut olan tabakalar arasındaki güvene ve
bütünleşmeye dikkat çekilmektedir.
Ayette yer alan gayb kavramını, müşahede edilen (görünen) alemin
arkasındaki sırlar manasına da alabiliriz. Nitekim En'âm/59'da şöyle
buyurulmaktadır: (Kendinden başka kimsenin bilmediği gay-bın anahtarı O'nun
katındadır).
Beşerî bilginin sınırını aşan ve insan aklının uzanamadığı alanı ifade
eden gayb, iman alanı içindedir. Böyle bir alanın olduğunu kabullenmek insanın
kendisini tanrı olarak görecek kadar kibirlenmesini önleyecektir.
Nisa/34'deki gayb kavramı da, insanın bir yerde bulunmaması manasına
gelmektedir:
(Onun için salih kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini
korumalarına karşılık, kimsenin görmediği anlarda da namuslarını
koruyucudurlar).
Bilindiği gibi, insanlar sosyal kontrolün bulunduğu yer ve anlarda kötü
davranışta bulunmazlar. Sosyal kontrolün kalkması anında ise, insanlar ahlâksız
bazı davranışlar sergileyebilirler. Nisa/34'deki gayb kavramı, sosyal kontrolün
kalktığı ânı ifade etmektedir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde, namusu korumak
çok büyük bir meziyettir. Bu nedenle kimsenin bulunmadığı yerde, Allah'ın her
an yanında olduğuna inanarak, yanlış davranışta bulunmamak, takvanın en önemli
unsurunu teşkil etmektedir.
Nisa/l 08'de buna şöyle işaret edilmektedir:
İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin,
O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken, Allah onlarla beraber idi. Allah
yaptıklarını kuşatıcıdır.
İnsanlardan gizlerler ibaresi sosyal kontrolü ifade etmektedir.
İnsanlar, diğer insanlardan utanır ve ahlâksız davranışlardan sakınırlar.
Fakat gayba inanan insan, yani Allah'ı her an yanında hisseden insan, yanlış
davranışta bulunamaz. Allah'tan gizlemeyen, yani ilahî kontrolü göz ardı eden
insan, gayba inanmayan adamdır. Takva sahibi kimse, insanların kontrolünün
dışında ve ötesinde ilahî kontrolün olduğuna inanan ve ona göre davranan
insandır.
Gayb, görünmeyen alem veya varlığı ifade etmektedir:
Sen ancak gaybta Rabbine saygı duyanları ve namazı kılanları
uyarabilirsin. [Fatır/18]
Bu ayette gayb kavramı, görünmeyen ve beş duyu ile hissedilemeyen Allah'ın
sıfatıdır. Allah'ın, -insana şahdamarından daha yakın olmasına rağmen- gayb
olması, görülememesi ve elle tutulamaması açısındandır. Enbiya/49 ayeti de
aynı manayı vurgulamakta, Mülk/l 2'de ise, insan için gayb olan Allah'a
saygının, ödüllendirileceği ifade edilmektedir.
Saygı ve ihtiramın riyaya dönüşmemesi için, önce gayb olana saygı
göstermek gerekiyor. İnsan, yanında olan birine, gösteriş mâhiyetinde saygı
gösterebilir, ama yanında yokken ona saygı göstermesi erdemli bir davranıştır.
Gayb olan Allah'a saygı göstermek, erdemli bir ibadettir ve onda riya yoktur.
Biz gaybı bilemiyor, ama inanıyoruz. Gaybı bilen olsaydı, dünyada iyiyi
çoğaltır ve kendisine gelecek olan zararı önceden görebilirdi. A'raf/188 ayeti
bu gerçeğe işaret etmektedir:
De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir
fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
iyiyi çoğaltırdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir
kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim".
Ayet bize şu gerçeği öğretmektedir: Peygamber bile gaybı bilemez. Gaybı
bilseydi, dünyada iyiyi çoğaltır ve kendisine gelecek bir zararı önleyebilirdi.
İşte bu iki hareketi yapamayan insan, gayba inanmak mecburiyetindedir. Başka
bir ifadeyle gayb insanın bilgi alanının dışında kalmaktadır. Peki gayb
aleminde bir izafîlik var mıdır? Tabii ki, alime göre cahilin gayb alanı daha
geniştir. Demek ki gayb aleminden şehadet alemine gelen bilgiler, bilgi
alanına girmektedir. Bilgi alanına girenler de gayb olmaktan çıkmaktadır.
Öyleyse, bilinen şeyleri biliyor, ama bilimsel olarak bilemediklerimize
inanıyoruz. Bu manada, insan gücünün ötesinden gelen vahiy de, gaybden gelen
bir mesajdır:
Resulüm! Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb
haber-lerindendir. [Âl-i İmran/44]
Kayda geçmemiş geçmişteki bir haberin Kur'an'da yer alması, gayb
haberlerinderdir. Gayb haberi, beşerî aleme ancak ilahî alemden vahiy yoluyla
gelebilir:
İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kura çekmek üzere
kalemlerini atarlarken, sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de
yanlarında değildin. [Âl-i İmran/44]
Gözleyemediğimiz ve içinde yer almadığımız olaylar bizim için gaybtır.
Böyle bir haberden bahsetmek de gıybettir. Gaybı ancak vahiy ve ilham
bilgi haline getirebilir. Aklın çalışması neticesinde gelen ilham, bazı gayp
kırıntılarını bilgiye dönüştürür, ama ne kadar çalışılırsa çalışılsın yine de
bir gayb alemi kalacaktır.
Hud/49 ayeti de buna işaret etmektedir:
Resulüm! İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan
önce onları ne sen ve ne de kavmin biliyordu. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç sakınanlarındır).
Demek ki Kur'an, ilahî alemin gayb haberlerini dünyaya taşımaktadır.
Cinler de gaybı bilemezler:
(Biz onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, asasını kemiren kurttan başka
öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Ve Süleyman devrilince, açıkça ortaya çıktı
ki: Cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı).
[Sebe/14]
Gaybı bilmemek, etrafta cereyan eden pek çok olayın farkına varmamak
demektir. Cinlerin, Hz. Süleyman'ın ölümünü farkedememeleri, onların gaybı
bilemediklerini göstermektedir.
Gayb hakkında konuşmak, onun hakkındaki imanı rencide etmektir. Gözle
görülemeyen ve elle tutulamayan gayb, aslında iman ile insana yaklaşmaktadır.
Gayba uzak olan ona iman edemez. Sebe/52-53'de bu uzaklık ve gayba iman ele
alınmaktadır:
("Ona inandık" demişlerdir, ama uzak yerden imana kavuşmak
onlar için nasıl mümkün olacaktır?)
(Halbuki daha önce onu inkar etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında
atıp tutuyorlardı).
Bilgi ve iman insanı gayb alemine yaklaştırmaktadır. Gayba uzak kalan
insanın ona iman etmesi imkansızdır. Gayba iman, onun hakkında saçma fikir
beyan etmeyi engellemektedir. Bakara/3'deki Gayba iman ederler ibaresi, gayba
saygılı oldukları için onun hakkında ileri geri konuşmazlar, demektir. Kısaca
diyebiliriz ki, Allah gaybı bilir, biz ise gayba inanırız.
[13]
Namaz, Kur'an'da salat kavramıyla ifade edilir. Salat'm Kur'an'da
birçok manası ve ifa şekli vardır. Bu manaları ayetlerle açıklamaya çalışalım:
Salat, 'dua' manasına gelmektedir:
(Ve onlar için dua et. Çünkü
senin duan onlar için bir sükunettir). [Tevbe/103]
Allah zekat verenlere Hz. Peygamberin dua etmesini istiyor. Demek ki fakire yardım ioen insana dua edilir. Bunu biraz daha genişletirek diyebiliriz ki: Olumlu bir iş yapana : etmek, Allah'ın emri ve Hz. Peygamber'in uygulamasıdır; biz de buna uymalıyız.
1. Salat manasıyla dua,
insanlara sükunet verir. Sükunet -rüzgar ve fırtınanın dinmesi gibi- insanın
ruhunu dindirir. Nefsin ve kalbin doyumunu sağlar. Demek id sükunet, bir
rahmet, saygınlık ve doyumdur. İnsana rahmet, saygınlık ve do-yvm getiren duaya
salat denmektedir:
(Allah ve melekleri Peygambere salat ederler). [Ahzab/56]
Allah'ın insanlara salat etmesi, onların günahlarını bağışlamasıdır.
Bakara/157 ayeti bunu ifade eder:
(İşte onlar var ya, Rablerinden af ve rahmet
onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır).
Ayette yer alan salavât kavramı, af manasına gelmektedir. Biz Allah'a
affetmesi için dua ederken, Allah da bizi affetmek için dua eder.
2. Râgıb el-İsfehânî salat
kavramına -Müddessir/43'deki musalli kelimesi münasebetiyle- Peygamber'e tâbi
olmak manasını vermektedir:[14]
(Onlar şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik").
Buradaki salat'ı, Peygamber'e tâbi olanlardan değildik diye yorumlayan
İsfehânî, siyak-sibaka uygun bir yorum getirmiştir; çünkü kâfirin namaz kılması
imkansızdır.
3. Salat'm, çoğulu olan
salavât, Allah'ın isminin anıldığı yer manasınadır:
(Allah bir kısım insanları, diğer bir kısım ile engellemeseydi, mutlak
surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler,
havralar ve mescitler yıkılır giderdi). [Hac/40]
Ayetteki salavat kelimesi, aynı zamanda zikir yapılan yer demek olan
havra manasına da gelmektedir. Bu durumda, namaz ile havra kelimesinin ortak
manası zikir'dk. Daha açık bir ifade ile, namazın diğer bir ismi zikir
olduğuna, havra da ismini ondan aldığına göre, her iki kavram zikir anlamında
buluşmaktadır.
4.
Salat (namaz) zikirdir. Taha/14'de Yüce Allah,
Hz. Musa'ya şu emri vermektedir:
(Beni anmak için namaz kıl).
Demek ki namaz, Allah'ı anmak/hatırlamaktır. Aslında zikir, 'düşünmek'
manasına da gelir. Kulun yoğun bir şekilde Allah'ı düşünmesine namaz
denmektedir. Dua ile zikir belli bir çizgide yanyana gelmektedirler. Duada
zikir, zikirde dua vardır.
5. Bir şeyi yakmak için ateşe bırakmak.
(Sonra onu cehenneme atın).
[Hâkka/31]
(Sonra o, alevli bir ateşte
yanacak). [Tebbet/3]
Her iki ayetteki salla kavramı da 'atmak' anlamında kullanılmaktadır.
Aslında "ateşe atmak" manasının olumlu bir yönü vardır. Ateş
insanı ısıtır; ateşle madenleri ısıtıp yumuşatır ve düzeltiriz. Bu manada
namaz, insanın içini ısıtır ve davranışlarını düzeltmesini sağlar. Böylece
namaz, insanın iç alemini ve davranışını düzelten ibadetin adı olmaktadır.
Ateş her şeyi yakıp kül eder. Namaz esnasında okunan Kur'an ayetleri,
yapılan rükû, secde ve dualar da insanın günahlarını yakıp kül eder. Ama aynı
kavram, kulluğunun gereğini yerine getirmeyen insan için, onu yakacak olan
cehenneme yaslanmayı da ifade etmektedir.
6. Salat Kur'an'dır.
Yüce Allah, sabah namazı anlamında salat'a, "sabah Kur'an'ı"
demiştir:
Güneşin dönmesinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl, bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir). [İsa/78]
"Sabah namazı" olarak tercüme ettiğimiz kavramın aslı
"sabah Kur'an'ıdır. İslâm alimleri, "sabah Kur'an'ı" kavramını,
ittifakla sabah namazı olarak yorumlamışlardır.[15]
Namazın farzlarından biri de Kur'an okumaktır. Kur'an okumakla namaz
kılmak bu ayette aynîleşmektedir. Sabah namazının Kur'an'la isimlendirilecek
kadar önemli olmasının sebebi, İsra/78 ayetinin sonundaki ifadeyle
açıklanmıştır:
(Çünkü sabah namazı şahitlidir).
Gece melekleri ile gündüz meleklerinin görevi devraldıkları âna
rastladığı için, her iki melek grubu bu namaza şahitlik etmektedir.
7. Namaz, kıraat, rükû, secde
ve tahiyyat ile icra edilen bir ibadettir. Yüce Allah, namazın nasıl
kılınacağını muhtelif ayetlerde anlatmaktadır. Namazın en önemli bölümü, Kur'an
okunmasıdır. İsra/110'da şu ibare yer almaktadır:
(Namazında, yüksek sesle okuma, onda sesini çok da kısma ikisinin arası bir yol tut).
Demek ki, namazda Kur'an'ın okunacağını belirleyen Yüce Allah'tır. Fakat
Kur'an'dan neyin okunacağını belirleyen kimdir? Bu sorunun cevabını Yunus
suresinde bulmaktayız:
Onların oradaki duası: 'Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih
ederiz'. Orada birbirleriyle karşılaştıklarında, selam verirler; onların
dualarının sonu, 'Hamd alemlerin rabbi Allah'a mahsustur'. [Yunus/10]
İşte bu ayetin sonunda yer alan (Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur) ibaresi, namazda hangi surenin okunacağını belirlemektedir. Diğer
taraftan, Hz. Peygamber'in (Fatihasız
namaz olmaz)[16]
hadîsi de bu ayeti yorumlamakta ve namazda okunması gereken olmazsa olmaz
sureyi belirlemektedir.
Demek ki, namazda Kur'an'ın okunmasını ve Kur'an'dan nerelerin okunacağını
belirleyen Allah Teala'dır. Yine Müzzemmil/20'deki (Kur'an'dan kolay geleni
okuyunuz) ifadesi de, namazda Kur'an okumanın zorunluluğunu ifade etmektedir.
Rükû ve secde, namazın en önemli farzlarını oluştururlar.
(Ey iman edenler, rükû edin, secde edin. Rabbinize ibadet edin, hayır
işleyin, ta ki kurtuluşa eresiniz). [Hac/77]
Ayette yer alan rükû ve secdenin namaz anında yapılması gerektiğinde
müfessirler ittifak halindedirler.
Bunu burada anlatmamızın sebebi, "Namaz duadan ibarettir"
iddiasını çürütmektir. Namaz duanın ötesinde, rükû ve secde gibi bağımsız
ibadetleri de bünyesinde topladığı için, en önemli ibadetlerin başında yer
almaktadır.
En eski ve en etkili ibadet secdedir. Yüce Allah'ın meleklere emrettiği
ilk ibadet secdedir. Secde, şeytan ile meleği birbirinden ayıran ibadet
olmuştur. Secde etmemek, Allah'a âsi olmaktır. Secde etmek de, kulu Allah'a
yaklaştıran en önemli ibadettir:
(Allah'a secde et ve yaklaş). [Alak/19]
Namaz önemlidir, çünkü içinde secde gibi bir ibadet yer almaktadır.
Secde önemli bir ibadettir, çünkü kulu Rabb'ine en çok yaklaştıran odur.
Demek ki namaz, Kur'an okumak, rükû ve secde etmekten oluşmaktadır.
Diğer taraftan üç büyük dua şeklindeki ibadeti de bünyesinde barındırmakta-dır.
Bunlardan birincisi, tenzih ve teşbih yerine geçen r*^1 ^^ (Allahım sen ne
yücesin ve büyüksün!) duasıdır. Namaza bu dua ile başlıyoruz. Daha sonra, her
sevincin ve her dileğin sonunda gelen (Hamd alemlerin Rabbine aittir)
şeklindeki hamd duası gelmektedir.
Üçüncüsü ise, Allah'a ve Resûlü'ne selam vererek dileklerimizi
belirtmektir. Buna da "tahiyyata oturmak", diyoruz. İşte Yunu/10
ayeti, bu önemli üç dua şeklini belirlemektedir. Öyleyse birisi kalkıp,
"Neden namazda sübhane-ke, Fatiha ve tahiyyat okuyoruz?" diye kötü
niyetle soramaz. Yunus/10 ayeti ve Hz. Peygamber'in sünneti, bunların okunması
gerektiğine delildir.
Namazı namaz yapan temel unsurlar, Kur'an okumak, rükû etmek, secde
etmek, teşbih etmek, hamd etmek ve tahiyyat ile selam vermektir. Elbette ki
bunlarında dışında da farzları vardır.
[17]
"Namazı kılmak" ifadesinde yer alan 'kılmak' kelimesi, kâme
ile ifade edilmektedir:
(Namaz kılarlar). [Bakara/3]
İkame, ayak üzerine kalkmak, dikilmek, düzelmek, bir işi yerine getirmek,
başlamak, suyun donması, durmak, yükselmek, sözünü tutmak, devam ettirmek
manalarına gelmektedir.[18]
Bakara/3'de namazla bir araya gelen bu kavramın manaları şunlardır:
[19]
(Onlar namazlarında devamlıdırlar). [Mearic/23]
(Namazlarını koruyanlar). [Mearic/34]
Bu kavramın, yani namazı ikame etmenin özünde, korumak, devam etmek,
başka bir ifade ile rağbet göstermek vardır.
(Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı için namaz kılın)
[Bakara/238] ayetinde geçen, (Hafizu: muhafaza edin) ibaresi, "Alaka
gösterin, rağbet edin" manasını ifade etmektedir. Namaza devam etmek ve
onu korumak manasına gelen ikame kavramının diğer manası ise samimi olmaktır.
[21]
Kendini iyice bir işe vermek veya bir işin kızışması gibi ifadelerde
yer alan bu kavram, dünya ilişkilerini bırakıp kendini sadece Allah'a vermek,
O'nunla olan irtibatını olgunlaştırmak manalarına gelmektedir. Bu manayı,
Mü'minûn/2'de bulmamız mümkündür:
(Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler).
Kalbindeki tevazu duygusu ile, hiçbir şeyle meşgul olmadan Allah'ın huzurunda
olduğunu bilerek namaz kılmak, huşudur.[23]
Huşu içinde olmayan kulun kıldığı namazdan elde ettiği şey, sadece şuurunda
olduğu anların sevabıdır.[24]
İkame kavramı namazla bir araya gelince, ibadeti icra etmek/namazı kılmak
manasım kazanmaktadır. Namazda yerine getirilen, Kur'an okuma, rükû ve secde
gibi fiiller, bu kavramın namazla bir araya gelmesini temin etmektedir.
Bakara/3'deki namazlarını kılarlar ifadesi, onu yerine getirirler, korurlar,
devam ederler, rağbet gösterirler ve huşu içinde kılarlar anlamlarına
gelmektedir.
Namazın değeri, ona gösterilen rağbet, devam ve onu korumakla; yapılış
tarzı, rükû ve secde ile; içeriği de huşu ile belirlenmiş olmaktadır.[25]
Namaz, en eski ibadetlerden biridir. O, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz.
Musa'nın ibadetleri arasında yer almaktaydı.[26]
Her dinde yer alan bu ibadetin işlevi nedir?
a) Namaz değerler sisteminin
taşıyıcısıdır. Namaz, nesiller arası değerleri taşıyan bir faaliyettir:
Onların ardından öyle bir
nesil geldi ki, onlar namazı bıraktılar, nefislerinin arzusuna uydular. Bu
yüzden gayya kuyusuna atılacakladır. [Meryem,/59]
Bu ayet, bir nesil namazını kılar da, bir sonraki nesle bunu
aktaramazsa veya sonra gelen nesil namazı kılmayı ihmal ederse, o neslin
ahlâksızlığa düşmesinin kaçınılmaz olacağına dikat çekmektedir. Demek ki rükû
ve sec-desiyle namaz, bir değerler sistemi oluşturmaktadır.
Bu değerler sistemi, insanı nefsinin arzularına karşı koruyan bir ahlâk
kalkanıdır. İşte bu anlamda nesiller arası bağlantıyı kuran ve aralarındaki
benzerliği temin eden ibadete namaz denmektedir. Namaz aradan çıkınca, hem nesiller
arasındaki bağ kopmakta, hem de fert ile nefsi arasındaki engel ortadan
kalkmaktadır. Kişi, nefsi ile yüz yüze gelince, nefsinin etkisinde kalıyor, hemen
onu takibe başlıyor, ahlaksızlığa düşüyor ve sonuçta cezayı hakediyor.
b) Namaz ahlâksızlığı
engeller.
Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz fuhuştan ve kötülüklerden alıkor. Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir. [Ankebut/45]
Bu ayetteki fuhuş kavramı, edepsizlik ve zina gibi fiilleri, münker de
toplumu rahatsız eden kötü davranışları, tenha kavramı da alıkoymayı ifade
etmektedir. Bütün bu davranışlar insanı ahlâksızlığa sevkederken, namaz onu, bu
kötü davranışlardan uzaklaştırır.
c) Namaz insanı Allah'a
yaklaştırır.
Namazdaki secde, insanı Allah'a yaklaştıran ibadetlerin başında gelmektedir.
d) Namaz insanın günahlarının
affolmasını temin eder.
Yanması için bir şeyi ateşe atmak manasıyla namaz, insanın günahlarını
yakıp kül eder.
e) Namaz insanın iç alemini
ısıtır.
İnsana acizliğini hissettirip, Allah'a dua etmesini temin eder. İnsanın
gururunu kırıp, Allah'a karşı tevazuunu arttırır.
[27]
Muttakinin (yani içinde şüphe olmayan kitabın rehberlik ettiği takva
sahibi kişinin) üçüncü ameli infaktır:
(Onlara nzık olarak verdiklerimizden infak ederler).
Bu ayetteki infak, Allah'ın verdiği rızıktan, hayr için harcamaktır.
Ayette, fakirin elinden tutmayı ibadet olarak üçüncü sıraya yerleştiren
Yüce Allah, insanın insana yardım etmesini ne kadar önemsediğini de beyan etmiş
olmaktadır. Ayeti şu şekilde açmamız mümkündür:
1. Benim onlara verdiğim
rızık.
Yüce Allah bu ifadesiyle, nzkın kaynağının kendisi olduğunu vurgulamaktadır.
"Servetimi (rızkımı) ben kazandım" diyen kimse, gizli şirk işlemiş
olur. Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır:
(Allah, size verdiği rızkı kesiverse, size nzık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar). [Mülk/21]
Rızkın tek kaynaktan geldiğini ve insanın çalışmalarını değerlendirip
n-zıklandıranın Allah olduğuna dikkat çeken bu ayet, insanın iradesi ile ilahî
ihsanın alanını da böylece belirlemiş olmaktadır.
Allah'ın rezzak sıfatını harekete geçirecek olan, insanın çalışmasıdır;
ama onun, elde ettiği kazancın kaynağında ilahî iradenin olduğu inancına sahip
olması gerekir. Onun için Allah, ayette, Benim verdiğim nzık ifadesini kullanmaktadır.
Ayetin sonundaki azgınlık ve nefret kavramları, insanın rızkın kaynağında ilahî
iradeyi görmemesi ve Allah'ın emrettiği infakı yerine getirmemesi
anlamındadır.
2. Allah'ın verdiği nzıktan,
insanların hayrına harcamak cömertliktir. Cömertlik, mü'minin takvasının
önemli bir yanım oluşturur. Cömertlik, cimrilikle israfın ortasını teşkil eder.
Cimriliği israfla, israfı da cimrilikle terbiye edince, orta yol bulunur; ki bu
cömertliktir. Zıt duygu ve davranışları birbirine kontrol ettirerek bir iç
denge oluşturmak, ilahî eğitimin önemli metodudur.
İsrafın kötülüğü İsra/27'de şöyle vurgulanıyor:
(Malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise,
Rabbine karşı çok nankördür).
Bu ayette, Yüce Allah, israfın kötülüğünü anlatırken, devreye
"şeytan kardeşliği" ifadesini sokmaktadır.
Daha sonra yine İsra/29'da cimriliğin çirkinliğini şöyle
vurgulamktadır:
(Cimri olma, israfa da gitme. Sonra kınanır ve kaybettiklerinin
hasretini çekersin).
Böylece israf ve cimriliğin kötülüğünü, buna karşılık infakın
güzelliğini anlatmak suretiyle Yüce Allah, aslında bir duygu ve davranış eğitimi
yapmaktadır.
Cömertliğe teşvik ve bunu bir ahlâk olarak insana kazandırmak için
pişmanlık duygusu kullanılmaktadır. Bu sebeple Münafıkûn/10'da şöyle
buyurmaktadır:
Herhangi birinize ölüm gelip de, 'Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar
geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!' demesinden önce, size verdiğimiz
rızıktan harcayın.
İnfakın ölümden önce yapılmasını emreden bu ayet, ölüm anında pişmanlık
duyarak ömrünün uzaması için yapılacak duanın kabul edilmeyeceğine de işaret
etmektedir. "Benden sonra çocuklarım benim için infak ederler"
düşüncesi yanlıştır. Müslüman sağlığında infakmı yapmalıdır. Ölüm anındaki
pişmanlık çare olmayacaktır. Ayetteki, Salih kullarından olurum ifadesi, iyi
insan olmanın yolunun, iyilik için para harcamaktan geçtiğine işaret
etmektedir.
İslâm orta yoldur. Kınanma, hasret, şeytanın kardeşliği ve pişmanlık
gibi insanın psikolojik ve sosyal hayatını olumsuz etkileyen davranışların
ortadan kalkması için Furkan/67'de orta yol tavsiye edilmektedir:
Rahman'm kullan, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi
arasında bir yol tutarlar.
Bu ayette orta yol, dengeli, aşırılıktan uzak manalarına gelen kıvam
kavramı ile, cömertliğin tanımı verilmektedir. 'Kınanma' kavramı, toplumun
müsrif ve müflis insana bakışını ve değerlendirmesini ifade etmektedir. Pişmanlık
ve hasret de psikolojik rahatsızlığa işaret etmektedir.
İnfakın takva ile alakası nedir? Takva olgusu ile infak arasındaki
benzerlik bu ilişkiyi tesis etmektedir. İnfak, toplumun takvasını, yani sosyal
bağışıklık sistemini güçlendirir; başka bir ifadeyle toplumsal ilişkilerin
bozulmasını önler ve onları korur. İşte onun bu koruyuculuğu ile, takvanın
korunma görevi bir noktada buluşmaktadırlar. O zaman şu soruyu sorabiliriz:
İnfâk neyi koruyor. Bu sorunun cevabını Bakara/195'de buluyoruz:
Allah yolunda infak edin
(harcayın). Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın; iyilik yapın. Allah
iyilik yapanları sever.
Allah yolunda infak etmeyenlerin, kendi hayatlarını tehlikeye atmış olacaklarına
işaret eden bu ayet, sosyal intiharla infak arasında bir bağlantının olduğuna
dikkat çekmektedir. İnfak, sosyal intihan önler ve fertlerin hayatını korur.
İnfak edilmeyen yerde, fakirlik çoğalır, çoğalan fakirlik çekeme-mezliğe,
çekememezlik hasede, hased de düşmanlığa dönüşür. Bu dönüşüm, toplumlarda
sınıflar arası çatışmaları körükler. Bu tehlikeli gidişi önleyecek olan sosyal
emniyet subabı, infaktır. Yüce Allah, infak etmemenin getireceği bu tehlikelere
dikkati çekmekte, diğer taraftan da iyilik yapanlara sevgisini ilan etmektedir.
Yapılmamasındaki tehlike ve yapılmasındaki ödül, infakın ne denli takvaya
götürdüğünü isbat etmektedir.
İnfak'm bir de tünel, gizli yol, kullanılan yol gibi manaları vardır:
(Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yetiyorsa, yerin
içine bir tünel kaz). [En'âm/35]
Ayette yer alan nefeka, tünel ve gizli yol manasmdadır. Demek ki,
infakın bir manası da yol'dm. Öyle ise, bu mana ile iyilik yapmanın ne ilişkisi
vardır? Para harcayarak bir eser yapan veya bir fakire yardım eden insan,
aslında fakirlerin ve diğer insanların gönlüne giden bir yol açar, gönüllere
ulaşır. Böylece kendisi ile Allah arasındaki sevgi yolunu açar. Sonuçta da,
kendi gönlünü hem insanlara, hem de Allah'a bağlayan iletişim yollarını açmış
olur.
İnfak denen bu tünelden sıcak duygular, sevgiler taşınır. Hem ferdin
hem ie toplumun takvası gelişir. Kişi, başkalarının gönüllerini namazla,
oruçla, hacla kazanamaz, ama infak ve zekatla kazanabilir. Bu noktadan
hareketle diyebiliriz ki infak, insanların gönüllerini ve Allah'ın rızasını
kazanma yoludur. Bakara/195 ayetine göre, maddeden mana çıkaran bu ibadet,
toplumların canı mesabesindedir. Şu ayetten bunu çıkarabiliriz:
(Allah'ın rızasını isteyerek ve
nefislerini kökleştirip güçlendirmek için infak edenlerin durumu, bir tepenin
üzerinde bulunan bir bostanın durumuna benzer). [Bakara/265]
İnfak ederken, niyet, Allah'ın nzasını kazanmak olmalıdır. Bu gaye uğruna
yapılan bir iyilik, aslında insanın kendi şahsiyetini güçlendirmekte ve kendi
iç alemine giden bir yol açmaktadır. Râzî ve Elmalılı'nın ifadelerine göre,
ayette yer alan tesbîtü'n-nefs ifadesi, davranışların tekrar tekrar yapılması
ve böylece faydalı melekelerin meydana gelmesi anlamınadır. Yani, hayır ve iyilikler
kendilerinde değişmez bir hal alır. Çeşitli fazilet ve ibadetleri kolaylıkla
yapmak, kısacası ekecekleri tohumu kolaylıkla tutturmakdır.[28]
Tesbîtü'n-nefs ifadesi, güçlendirmek, olgunlaştırmak manasında olduğu
gibi, belirlemek, bulmak manasına da gelmektedir. Bu manada "tesbit etmek",
bir şeyin yerini bulmak, nerede olduğunu belirlemek demektir. Malından infak
eden adam, kendi iç alemine doğru gizli bir yol açar ve o yol kendini
kendisine buldurur ve kendisinin farkına vardırıp, kendisinin Allah katındaki
yerini iyice tesbit eder. Minnet ve gösteriş için yapılmayıp sadece Allah
rızası için yapılan bir infak, insana kendisini buldurup Allah'ın karşısındaki
aczinin farkına vardırır ve kulluğunu hissettirir.
Kadı Beydavi'nin "Tesbîtü'n-nefs, nefsi cimrilik ve mal
sevgisinden temizlemektir"[29]
şeklindeki değerlendirmesi bir önceki ayetle ilişkilendirildi-ğinde, bizi
farklı bir yoruma götürmektedir. İnsan, malından infak edince, kendi iç alemine
giden yolu tıkayan cimrilik ve mal sevgisini temizler, ortadan kaldırır ve
böylece insan kendisinin ne olduğunu gönül aynasında tesbit eder, görür. Bizim
verdiğimiz -bulmak, belirlemek için iç aleme ulaşılan-yol anlamıyla, Kâdî'nin
verdiği temizlemek anlamını birleştirince, "nefsin tesbiti" daha net
anlaşılmaktadır. İnsanın gönül gözü, cimrilik ve mal sevgisi sebebiyle kendini
gözleyecek, ne olduğunu belirleyecek ve kendini güçlendirecek yolu bulamaz.
İnfak bu cimrilik ve mal sevgisini temizler, onların engel olmasını ortadan
kaldırır ve neticede insan kendisine uzanan yolu açmış olur. Kendi iç
alemindeki o cennet bahçesine ulaşır ve orada manevî ka-zanımların üretimine
başlar, bu kazanımlarla da Allah'a ulaşır.
Bakara/274'den bunu çıkarmamız mümkündür:
(Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr infak edenlerin mükafaatı
Allah katındadır. Onlara korku ve üzüntü yoktur).
İnfak kavramını, nefeka şeklinde fiil olarak alırsak, tükenmek manasına
da gelmektedir. Bu manadan hareketle infak, fakirin zengine karşı olan hasedini
ve düşmanlık duygusunu azaltıp tüketmekte, toplumdaki sınıf farklılıklarını
azaltmakta ve böylece sosyal dengeyi kurmaktadır.
"Yaranın kabuk bağlaması" anlamına gelen infak, bu görevi ile
sosyal yaraların kabuk bağlayıp iyileşmesini temin etmektedir. İnsanların
maddî ihtiyaçlarını gidermesiyle, yara haline gelen fakirliğin iyileşip kabuk
bağlamasını sağlamaktadır. Böylece, sosyal dengeyi sağlama görevi ile infak,
bizi takvaya götüren yol olmaktadır.
[30]
Genelde müslümanlar, infak ederken ölülerini anarak,
"Babamın-anamın canı için" derler. Bu niyet bizce yanlış ve
tehlikelidir. Çünkü bir amelin ibadet olabilmesi için, Allah adına yapılması
gerekir. Bakara/272'de şöyle buyurulmaktadır:
(Yapacağınız infakı (hayrı) sadece Allah rızasını kazanmak için
yapmalısınız).
"Ana-babanın canı için" yerine, "Allah rızası için"
demeliyiz. Bu ifadelerden her ikisi, birlikte söylenirse kişiyi şirke götürür.
İnfâkta Allah'ın isminden başkası anılamaz. Tıpkı namaza niyet ederken,
Allah'tan başkasını anmamamız gibi. Bakara/272 ayeti, insanların Allah'tan
başkaları adına da infak yapma ihtimali bulunduğu için, bu yanlış düzeltmek
üzere, "sadece Allah rızasını kazanma için" ifadesine yer
vermektedir.
İnfakta yapılacak olan niyeti Allah'tan başkası ile paylaştırmak
yanlıştır. Kur'an bu konuda şöyle diyor:
Ekinlerle hayvanlardan Allah'a bir pay ayırdılar. Zanlarınca, 'Bu
Allah'a, bu da ortaklarımıza' dediler. Ortaklan için ayrılan fazla gelirse
Allah'a vermezler, fakat Allah'a ayırdıkları fazla gelince, alıp ortaklarına
verirler. Ne kötü hüküm veriyorlar? [En'âm, 6/136]
Ekin ve hayvanlardan infak edenlerin, Allah'a ortak kostaklan ilahları
için de niyet ettiklerini gündeme getiren bu ayet, günümüzdeki yanlış
niyetlerin sakatlığına işaret etmektedir. Eğer infak bir ibadet ise, bunun
niyetinde başka bir varlığa pay ayırmak doğru olamaz. Bu paylaşım hem şirk ve
hem de çok kötü bir hükümdür.
[31]
İnfakın niyetinde yapılan hatanın bir benzeri de, bu sorunun cevabında
yapılmaktadır. Okunan Kur'an ve yapılan infak için "Ölülerimin canı
için" denmekte, sevabı da ölmüşlerin ruhuna gönderilmektedir. Bir
müslümanın yaptığı ibadetten elde edeceği sevabı, ölülere dağıtma yetkisi var
mıdır? Acaba Allah, Kur'an'da amelin karşılığının kime ait olduğunu
bildirmektedir? Bu soruların cevabını Kur'an'dan vermek mecburiyetindeyiz.
Allah şöyle buyurmaktadır:
(Kim yararlı bir iş yaparsa, o a-mel kendi lehinedir. Kim de kötülük
yaparsa, kendi aleyhinedir. Rab-bin kullarına zulmedici değildir).[32]
Demek ki, iyi bir amelin karşılığı, o ameli yapana aittir. Kötü amelin
kötülüğü de yapan insana aittir. Kötü amelin kötülüğü de yapan insana aittir.
Aynı gerçek İsra/7'de şu şekilde de vurgulanmaktadır:
(Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz, yine
kendinize etmiş olursunuz).
Bu kaideyi dünyada da uygulamaktayız: Bir insanın yaptığı işten dolayı
alacağı maddî ve manevî ödülü başkasına vermeyiz. İşlediği bir suçtan dolayı
da başkasını cezalandırmayız. Bir öğretmen çok başarılı bir öğrencinin notunu,
çok başarısız bir öğrenciyle paylaştırmaz. Başarılı öğrencisinin alacağı notun
bir kısmını, başarısız bir öğrenciye verip onun geçmesini temin edemez. Bu,
ilahî bir kanundur.
(Herkes kazandıklarına bir rehindir). [Tur/21]
Hiçbir insan başkasının yaptıklarına rehin olamaz. Herkesin yaptığı kendisine
aittir ve o amelden elde edilen sevap kendisine ödenir. Bu konudaki diğer
ayetler şöyledir:
Hayır olarak yaptığınız infak kendinize aittir, kendi iyiliğinizedir.
İnfakı sadece Allah rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak
yaptığınız infakın karşılığı size ödenir. Asla haksızlığa uğratılmazsınız.
[Bakara/272]
Kendi iyiliğiniz için infak edin. [Tegabün/16]
Kur'an'ın hiçbir yerinde, 'Ölüleriniz için infak ediniz!' diye bir
hüküm bulunmamaktadır. Ayetler, net bir şekilde, insanın yaptığı infakın
kendisine âit olduğunu, karşılığının kendisine ödeneceğini açıklamaktadır.
"Ölen bir kimsenin üç nedenden dolayı amel defterinin
kapanmayacağını" ifade eden hadîs, yanlış yorumlanmaktadır. Bir insan
hayattayken, insanların istifade edeceği bir eser (sadaka-i câriye) bırakırsa,
ilim tahsil edip kitap yazan talebe yetiştirirse (ilminden faydalanılırsa),
kendisine dua edecek bir çocuk ye-tiştirirse, ölümünden sonra da onların
sevabından faydalanmaya devam eder. Yoksa, ölümünden sonra bir başkasının
yaptığı iyiliğin sevabı kendisine gelmez. Dikkat edilirse, oğlu kendisine dua
eder denmektedir. Bu dua, yaptığı amelin sevabını babasına vermek değil, rahmet
ve af dileme duasıdır.
Çocukların ebeveyn ve bütün mü'minler için yapacakları duanın formülü
şöyledir:
(Ey Rabbimiz! Hesap günü beni, ana-babamı ve inananları bağışla).
[İbrahim/41]
("Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştir-dilerse, şimdi de
sen onlara rahmet et!" diyerek dua et). [İsra/24]
[33]
Birr'e (iyiye/hayra) ulaştıran amellerin başında infak gelir, yani
fakirin elinden tutup kaldırmak, toplumun yararına bir yatırım yapmak, birr
(iyi) denen ahlakî değer ağacının köklerine su dökerek onu besler. Bu manada
Âl-i İmran/92'de şöyle buyurulmaktadır:
(Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, birr'e/hayra ulaşamazsınız. Her
ne harcarsanız, Allah onu bilir).
Demek ki, sevilen şeyden fedakârlık yapıp Allah uğruna harcamak, insanı
birr'e/hayra eriştirir. Sevilmeyen bir malın infak edilmesi, insanı hayra
eriştirmez.
Bir malın sevilip sevilmediğinin ölçüsü, Bakara/267'de şöyle cevaplandırılmaktadır:
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve nzık olarak yerden
sizin için çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan
alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeyiniz. Biliniz ki, Allan zengindir,
övgüye layıktır.
Ayette geçen tayyibat ibaresi, malın iyisi, helali ve sevileni manasına
gelmektedir. İnsanın, kendisine verildiği zaman almayacağı kadar âdi olan bir
şey, bir başkasına vermemesini öneren bu ayet, "sevilen mal"
ifadesini ters yönü ile açıklamaktadır.
Sonuç olarak, biz, ana babamız ve bütün inanan insanlar için dua edip
af ve rahmet dileyebiliriz, ama, amelimizin sevabını göndermek için dua.edemeyiz.
Okuduğumuz Kur'an'ın sevabını onlara gönderemeyiz, ama ana babamız için af
dileyebiliriz. Çünkü bütün amellerin kazanımlan/sevaplan, ameli yapana aittir.
İnfakın karşılığı da, onu yapana aittir. Bu nedenle, ölüler için infak etmek ve
Kur'an okumak çok yanlış bir davranıştır. Tüm ibadetler Allah için
yapılmalıdır. "Allah için yapıyoruz, ama sevabını ölülerimize gönderiyoruz"
mantığı yanlıştır.[34]
İnfak etmek kadar yapılma usûlü de önemlidir. Yüce Allah infakın nasıl
yapılması gerektiği hususunda şöyle buyurmaktadır:
Mallannı gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların
mükafaatlan Allah katodadır. Onlara korku ve üzüntü yoktur). [Bakara/274]
Bakara/l 77'de ise Yüce Allah, iyiliğe/hayra ulaştıran inanç ve
amelleri sa-yarken, (Sevdiği maldan harcar) buyurmaktadır. Demek ki ancak
isteyerek ve severek alabileceğin bir şeyi infak edersen, 'birr'e/iyiye' ulaşabilirsin.
Âl-i İmran/92 ayetiyle Bakara/177 ayetini bir araya getirdiğimizde, insanın,
infak ederken, malına en çok ihtiyaç duyduğu ve onu çok sevdiği yaşlarda iken
fedâkârlık yapmasının önemi ortaya çıkmaktadır. İhtiyarlık ve ölüm
yaklaştığında insanın mala ihtiyacı azalır. İnfâkı, mala ihtiyaç duyulmayan
dönemlere bırakmamak lazımdır. İnfakın değerli olanı, mala gönlün çok rağbet
ettiği zamanda yapılanıdır.
"Sevdiğinden infak etmek" ifadesine, infak edilen şey ve infak
eden kişinin durumu açısından bakılabilir. Bakara'26"? ayeti, infak
edilen malın, âdi ve haram olmamasına, yukarıda verdiğimiz diğer ayetler de;
insanın mala olan düşkünlüğü ve ihtiyaç duyduğu anlara işaret etmektedir.
Burada iyi amellerin içinde, "sevdiği maldan infak etmek" de yer
almaktadır. Bu nedenle insanlığa ve toplumlara hayrı yaymanın bir yolu da
infaktır. Demek ki infak, bir eğitim metodu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Böylece iyiyi geliştirerek kötü ile mücadele etmiş oluruz. Çünkü insan,
kötülüklerle doğrudan doğruya mücadele edemez, etse bile başarılı olamaz.
Kötülükle mücadele edecek olan, iyiliktir. İyi olanın insanlara kazandırılması
ile kötülük kendiliğinden ortadan kalkacak veya dar bir alana sıkışacaktır.
İşte infakın önemli bir ibadet olması, onun iyiliği geliştirmedeki rolü ve
payı yüzündendir.
Sevdiği maldan fedakârlık yapmak ve malı hayra harcamak, insanı ruh olgunluğuna
yüceltir. Ruh olgunluğunun bulunduğu fert ve toplumlarda, kötünün tutunacağı
bir alan bulması çok zordur.
Karşılığını beklemeden, Allah rızası için sevdiği maldan fedâkârlık etmek,
insanın iç alemini ve toplumu cennete çevirir. Onun içindir ki Yüce Allah,
Bakara/265'de, Allah rızası ve kendi nefsini kuvvetlendirmek için infak eden
insanı tepedeki bahçeye benzetmektedir.
Fakirin ağladığı, inlediği ve ah çektiği bir toplum ve insanlık, tutup
kaldıracak birilerini bekleyen insan hizmetlerinin bulunduğu yerler, cehenneme
döner. Cehennemi cennete çevirecek olan amellerden biri de infaktır. Âl-i
İmran/133-134 ayetleri infak edenin, kinini yutanın ve insanları affedenin,
muttaki ve muhsin olduğuna dikkat çekmektedir. Muttaki ile muhsin, psikolojik
gelişimin kalite noktasını belirleyen kavramlardır. Kaliteli, yani kâmil insan,
Allah'ın sevgisini kazanan insandır. Allah'ın sevgisini elde eden insan, kendi
iç alemini ve toplumunu gökler ve yer genişliğinde olan cennete çevirmektedir.
Böylece de huzurlu ve dengeli bir toplum meydana getirilmiş olmaktadır.
Bu durumda şöyle bir genelleme yapmakta yarar vardır. Sevdiği maldan
infak etmek, Allah'ın sevgisini kazanmayı sağlar. Bu ilahî sevgi, iyinin bizzat
kendisi olmaktadır. Çekirdeğini sevginin oluşturduğu iyi de, insanın iç alemi
ile çevresini cennete çevirir. Bu cennet, hem dünyevî ve hem de uhrevî cenneti
ifade etmektedir. Yüce Allah ahirette kişiye onun bu gönül cennetine denk bir
cennet bahş edecektir.
[35]
İslâm, ilk insandan başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir.
Bu süreç, barışı, güveni, teslimiyet ve rahmeti yaşatan bir süreçtir. Hz.
Âdem'den başlayan bu süreç İslâm Dini ile nihâî olgunluğuna kavuşmuştur.
Böylece vahy gerçeği ve buna dayalı evrensel değerler, İslâm dininin özünü ve
esasını oluşturmaktadır.
Önceki kutsal kitapların özetini Kur'an'da bulmamız mümkündür. Kur'an'in
evrensel bir kitap olmasını temin eden özelliklerinden biri de budur. Barış,
güven, teslimiyet ve rahmet değerlerinin oluşturduğu İslâm gerçeğini birlikte
meydana getiren önceki kutsal kitaplara inanmak, takva sahibi olmanın bir
göstergesi olmaktadır.
İnsanın beynini ve gönlünü geçmişe, hale ve geleceğe açan Kur'an, geçmişin
kutsal kitaplarını tanımayı da şart koşmaktadır. İlahî terbiyenin bir bütün
olduğunu kavramak ve bunun önemine inanmak, ilahî vahyin temelini teşkil
etmektedir. Bütün kutsal kitaplara inanmayı şart koşan Kur'an, böylece
"din bencilliğini" ortadan kaldırmaktadır. İnsanın düşünce ve din
bakımından bencilliğini kırmak ve bu hususta onu eğitmek için, beynini ve
gönlünü insanlığı kucaklayacak kadar açmak gerekiyor. Bunu temin edecek olan
güç, önceki kitaplara iman etmektir. Başkalarının fikrine hürmeti ve toleransı
aşılayan böyle bir inanç perspektifi, gönlün en önemli manevî donanımlarından
biridir.
İnancın geçmişten gelen uzantısının önemini Allah bir ayetinde,
Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına
indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene, peygamberlere Rableri tarafından
verilene iman ettik, Peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız. Biz Allah'a
teslim olmuşuz, deyiniz [Bakara/136] şeklinde vurgulamaktadır. Âl-i İmran/84
ayeti de aynı mealdedir.
Bu ayet ve benzerleri, felsefe ile din arasındaki farkı
belirlemektedir. Felsefî sistemler arasında, birbirini reddetme vardır; bir
sonraki sistem, bir öncekini red, en azından tenkit ederek, kendi sisteminin
temellerini kurar. Filozoflar arasındaki amansız mücadele, peygamberler
arasında görülmemektedir. Peygamberlerin getirdikleri dinler arasında kavga da
olmamıştır. Felsefenin tabiatında mücadele ve kavga vardır, ama hakiki dinler
arasında kavga değil, barış ve birlik vardır. Felsefe sistemlerinde
"bencillik" öne çıkarken. dinler arasında müşterek iman esastır.
Onun için Allah, müslümanlara, bütün peygamberlere ve Allah tarafından
onlara indirilen kitaplara imanı emretmetedir. Peygamberler arasında bir ayırım
yapmamak müslüman olmanın şartıdır. Allah'a, Allah'ın gönderdiği bütün kutsal
kitaplara ve aralarında fark gözetmeksizin peygamberlerin hepsine inanmak gibi
evrensel bir iman, belli kalıplar içine sığdınlamaz. İslâm dininin evrenselliğini
gösteren bu ayetler, diğer dinlere mensup olanları Kur'an'a çağırmanın en
etkili metodunu öğretmektedirler. Farklı dinlere bağlı olanların, uzaklardan
birbirlerini anlamayacak şekilde birbirlerinin arkasından konuşmalarını değil,
bir araya gelip birbirini anlamalarını isteyen bu ayetler, aym zamanda,
tartışmadan önce asgari müştereklerin de ne olduğunu belirlemektedir.
Bir bütünü meydana getiren kutsal kitaplar arasında fark gözetip
peygamberleri birbirinden ayırmak, tefrika çıkarmaktır. İmanda birliği
gerçekleştiremeyenler, tartışmayı kavgaya dönüştürürler. Farklı düşüncelerin
olması doğaldır; o halde, farklı düşüncelere karşı hoşgörülü davranma nasıl
temin edilebilir? İşte Kur'an, bunun evrensel imanla olabileceği gerçeğini dile
getirmektedir.
Onlar da sizin inandığınız şekilde inanırlarsa, doğru yolu bulmuş
olurlar. Dönerlerse kesinlikle anlaşmazlık ve tefrika içine düşmüş olurlar.
Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir [Bakara/137]
Bu ayet, aynı iman etrafında toplanmamanın insanları ayrılığa düşüreceğine
işaret etmektedir. İman bir bütündür; onun bütünlüğüne zarar vermek, fikrî ve
sosyal patlamalara sebep olur. Atomun yapısındaki bütünlüğü bozmak patlamaya
sebep olduğu gibi, imanın yani tevhidin yapısını bozmak da, sosyal tefrikaya
sebep olur. Tevhid inancı, tefrikayı ortadan kaldırır ve sosyal bütünleşmeyi
sağlar. Burada, dinin sosyal görevi ortaya çıkmaktadır. İmanda birleşemeyenler,
fikir ve davranışta birleşemez. Böylece, eğitimin en önemli hedefi ortaya
çıkmaktadır. Eğitim, farklılıkları önplana çıkartmak yerine, farklılıklardan
bütünü algılamayı sağlayan bir yol izlemelidir. Bu yol, din eğitiminde temel
metoddur. Din eğitiminde bu metodla yetiştirilecek nesiller, toplumda
bütünleştirici rol oynayacaklardır.
[36]
Ahirete iman, kutsal kitapların ortaya koyduğu en önemli iman umdelerinden
biri olduğu halde, en çok şüphe ile karşılanan inanç esası da ahirete iman
olmuştur.
Kendisinde şüphe bulunmayan itabın rehberlik yaptığı insanın, ahirete
inanması zorunludur:
(Onlar ahirete, tam bir iman ile inanırlar).
Ayette yer alan ahiret ve yakını iman kavramlarının analizini yapmamız
gerekiyor. Ahiret kavramı, âhir kelimesinden gelmektedir. Son, uç, nihayet ve
sonuç manalarına gelen bu kavram, aynı zamanda, Allah'ın isimlerinden biridir.
Dünya hayatından sonra gelen hayatı ifade ettiği için, ahiret denilmektedir.
Bazı ayetlerde i (sonraki yurt) şeklinde geçmektedir.
(Ahiret yurdu, sakınanlar için daha iyidir). [A'raf/169]
Yakın emin olmak, kesin bir inanca sahip olmak, şüphe ve tereddüt karışmayan
bilgidir. Yakın ile ahiret kavramı bir araya gelince, şüphe ve tereddütsüz
kesin iman manasını ifade eder. Yakın kavramı, haberle [Neml/22]; hakla
[Vâkıa/95], ilimle [Tekâsür/5], gözle [Tekâsür/7] birlikte kullanılmaktadır.
Yakînin bulunduğu yerde zan ve şüpheye yer yoktur. Casiye/32'de şöyle
buyurulmaktadır:
Allah'ın vaadi gerçektir, kıyamet gününde şüphe yoktur, dendiği zaman,
kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz. Onun bir zandan ibaret olduğunu sanıyoruz;
onun hakmda kesin bilgiye sahip değiliz demiştiniz.
'Gerçeklik' ve 'şüphesizlik'in karşısında, 'bilmeme', 'zan' ve 'kesin
bilgiye sahip olmama' yer almaktadır. Hac/5'de şöyle buyurulmaktadır:
Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin
ki biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli
belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size kudretimizi açıkça gösterelim.
Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek
olarak çıkarıyoruz.
Yüce Allah, bilimsel bilgi vasıtasıyla öldükten sonra dirilme
hakkındaki şüphenin giderilmesiyle oluşan imana, yakînî bilgiye iman demekte ve
bilimsel bilgi ile ahirete imana nasıl gidileceğini açıklamaktadır.
[37]
a. Ahirete iman, soyut bir inanç
değildir. Dün ve bugün sürecinin son halkası olan yarına ait bir inançtır.
Böyle bir inanç, zamanın boyutlarını birleştirir ve insanın ufkunu açar. Uzun
vadeli düşünceyi, planlamayı ve hedefi sağlayan bir iman türüdür. Ahirete
inanan insanlar, uzun vadeli düşünür, plan yapar ve hedefe doğru koşarlar.
Dünya hayatlarını ahirete göre planlamaya .alışırlar. Geçici, günlük ve kısa
vadeli düşünce ve projeler, onları tatmin etmekten uzak kalır.
b. Ahirete inanan insanlar,
evrensel değerlerin peşinde koşarak, insanların birbirleriyle kardeşçe
yaşamalarını isterler. Kalıcı gelenek ve göreneklerin oluşumu, ahlâkî âdetlerin
meydana gelişi, hep bu uzun vadeli inancın sosyal apıya yansımasıdır. Değişim ile kalıcılığın
dengesini tam anlamıyla gerçekleştiren bu inancın sahipleri, millî kültür ile
medeniyet arasındaki geçişi ve ilişkiyi sağlıklı kurabilen insanlardır.
c. Ahirete iman, dinin
sınırlarını ve dolayısıyla alanını belirlemektedir. Bir davranışın din ile
alakası olmadığını belirlerken, ahiret hayatı ile ilgisi olup olmadığma
bakılır.
Dünyada yapılan bir davranışın ahirete uzantısı varsa, yani ahirette
Yüce Allah bize niçin o hareketi yaptığımızı veya yapmadığımızı soracaksa, o
davranışın dinle ilgisi vardır, mesela dünyada avret yerlerini örtmemenin
ahirete uzantısı vardır; ama herhangi bir elbiseyle örtünmenin ahirete uzantısı
yoktur. Demek ki, avret yerlerini örtmenin dinle alakası olduğu halde, örtünme
aklinin ve elbise cinsinin dinle hiçbir alakası yoktur.
Ferde ve topluma zararlı veya faydalı olan fiilleri yapmanın ahirette
sorumluluğu vardır. Öyleyse bu fayda ve zarar, dinin alanına girmektedir. Dinin
günah ve sevap sistemi, ahirete göre tesbit edilmektedir.
Davranışlarının ahirete uzandığını bilenler, kendilerinde bir iç
disiplini oluştururlar. Dünyada hukukun yakalayamadığı ve yanlış olarak hükme
bağ-adığı davranışların ahirette değerlendirileceğini bilme ve inanma, insanın
ruhunu yüceltmektedir. İşte eğitimin bütün gayreti, insanda bu bilinç ve
inançla bir iç disiplini oluşturma yönünde olmalıdır.
d. Ahirete iman, insanın
sabrını arttırmakta ve isyan etmesini önlemektedir. Dünyada haksızlığa uğrayan
insanların, haklarını alamadıkları zamanm kötümserliğe kapılmamalarını, ancak
ahirette hakkını alacağı inancı temin etmektedir.
Bu inanç, dünya hayatının çekilmezliğini hafifletmekte ve insanların umudu
haline gelmektedir.
[38]
Yüce Allah yukarıda ifade edilen şekliyle insana bir iman hazzı ve
süreci yaşattıktan sonra, (İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler
ve işte onlar, kurtuluşa ermişlerdir) buyurarak bu sürecin sonunda elde
edilecek kazancı dile getirmektedir.
Gayba inanan, namazı kılan, infak eden, Kur'an'a ve Kur'an'dan önceki
kutsal kitaplara iman eden ve ahirete kesin olarak inanan kimseler, hem ferdî
hem de sosyal manada kurtuluşu elde etmişlerdir. Bakara/3-4'de üç iman ilkesi
ile iki ibadet yer almaktadır. Gayba, kitaba ve ahirete iman ile namaz ve infak
ibadetleri, takvayı ve felahı oluşturmaktadır. Takva denen bu inanç ve
ibadetler, hidayet denen ilahî yolun kilometre taşlandır. O yolun sonunda da
insanın ve toplumun mutluluğu denen "kurtuluş" bulunmaktadır. İşte
Kur'an, mutluluk denen kurtuluşa götüren yolun rehberidir.
Ayette yer alan felah kavramı, yeri ziraat için sürmek, yarmak, istediğine
ulaşmak, korktuğu şeyden emin olmak, zafere ulaşmak, delmek, yol açıp arasından
geçmek, beslemek, başarmak, refah bulmak manalarını ifade etmektedir.
İsfehânî, felahı, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.[39]
Bize göre kurtuluş, ferdî ve sosyal olarak da kısımlara ayrılmalıdır:
(Temizlenen kesinlikle kurtuluşa ermiştir). [A'lâ/14]
(Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir). [Şems/9]
Bu ayetlerde yer alan kurtuluş, ferdî manada kurtuluşu ifade
etmektedir. Günahların insanın kalbinde oluşturduğu kir tabakasını temizlemek
hem psikolojik ve bireysel, hem de toplumsal bir zafer olmaktadır.
(Öyle ise, hilenizi kurun, sonra sıra haline gelin! Muhakkak ki, bugün
üstün gelen zafere ulaşmıştır). [Taha/64]
Buradaki zafer, dünyevî ve toplumsal kurtuluşu ifade etmektedir.
Bakara/5'deki hidayet kavramı dünyevî mutluluğu; kurtuluş (felah] kavramı
ise, hem dünyevî (toplumla ilgili), hem de uhrevî manada mutluluğu ifade etmektedir.
İnsanın iç alemindeki manevî oluşumlara zincir vuran ve toplum hayatının
mutluluğa doğru akışını engelleyen şeylerin ortadan kaldırılması manasına gelen
felaha ulaşma, eğitimle mümkündür.
Sosyal hayatı kirleten kıskançlık, hased ve düşmanlık duygularını
toplumdan kaldırmakla ya da en aza indirmekle felaha ulaşılacağına işaret eden
Kur'an, bireysel felahdan toplumsal felaha da, ancak böyle geçileceğine dikkat
çekmektedir. Haşr/9 ayetine göre, sevgi, başkasını kendine tercih etmek,
kıskançlık ve cimrilikten kendini korumak gibi asil davranışları, sonuçta toplumsal
kurtuluşu getirmektedir.
Kendisinde şüphe bulunmayan bir kitabın rehberliği, gayba iman, namazı
kılmak, infak etmek, Kur'an ve diğer kutsal kitaplara iman ve şüphe etmeksizin
inanmak gibi ferdî ve sosyal hayatı kapsayan inanç ve ibadetler, ferdî ve
toplumsal kurtuluşu; kitapla başlayan ve oradan ahirete uzanan çizgide, ilahî
beğeniyi kazanan oluşumlarda; insan ve insanlığın mutluluğunu sağlamaktadır.
Demek ki, ferdî ve toplumsal kurtuluşun üzerine dayandığı takvanın temeli
bilgi ile atılmakta, ardından iman ve sonra ibadet gelmektedir. Böylece bilgi,
iman ve ibadet değerleri, ferdin iç alemini ve toplumsal hayatı cennete
çevirmektedir.
Dikkat edilirse, Bakara/2-3'de yer alan inanmak, namaz kılmak ve nfak
etmek gibi İslâm'ın temel ibadetlerinin faili insandır. Kur'an, irade sahibi
insanı muhatap almaktadır. Kendisinde şüphe bulunmayan kitabın rehberlik
edeceği takva sahibi insanlar, kendi iradeleriyle inanıp ibadet edenlerdir.
Kendi iradeleriyle kulluk etmeyenlere Kur'an'ın rehberlik yapmasının zor
olduğuna da işaret edilmektedir. Kendi beynine, gönlüne ve davranışlarına
sahip olmak, takvanın ve Kur'an'ın rehberliğinin ana şartlarıdır. Başka bir
ifadeyle, ancak kendi iradelerine sahip olan insanlar, eğitilmeye müsaittirler.
Ancak Bakara/6 ayetine bakıldığında, bazı insanların eğitilemez olduğunu
görmekteyiz. Peki kimler eğitilemez?
[40]
6-7. Doğrusu şudur: inanmayanları uyarsan da uyarma-san da, onlar için
aynıdır; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Onların gözlerine de bir perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.
Allah Teala, kulunun kalbini mühürleyip onun iman etmesine mâni olmamaktadır.
Bakara suresinin aşağıda tefsirini yaptığımız ayetlerine dikkat edildiğinde bu
durum kolayca anlaşılacaktır.
[41]
Bakara/1-5, ayetleri muttakiyi (takva sahibi kimseyi), 6 ve 7. ayetleri
de kâfiri anlatır. Bu ayetlerde kâfirin iman eğitiminden niçin nasip
alamayacağı açıklanmaktadır.
(ke-fe-re), 'örtmek, gizlemek' manalarına gelir. Gecenin varlıkları gizlemesi,
tohumun toprağın altına atılıp örtülmesi gibi durumlar da bu kavramla ifade
edilmektedir.
Küfr, 'nankörlük' manasına da gelir.[42]
Küfrân-ı nimet, nankörlük demektir. Küfür kavramı, Enbiya/94'de nankörlük
manasında kullanılmaktadır:
(Onun gayretine nankörlük olmaz).
Bu ayet "onun sarfettiği emek, görmezlikten gelinemez"
şeklinde de anlaşılabilir.
Ayrıca (Yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin) [Şuara/19] ayetindeki
kafir kelimesi, nankör anlamında kullanılmıştır. Genelde kafir'in 'inkar'
anlamı, (cehade) kavramı ile ifade edilmektedir.
Kalpleriyle yakînen bildikleri halde, kendi kendilerine zulüm yaparak,
kibirlenerek bütün mucizeleri inkar ettiler [Neml/14] ayetindeki cehade
kavra-tu bu manadadır.
Ankebut/47'de kâfir ile cahd kavramı yanyanadır:
(İşte böylece sana bu kitabı
indirdik. Onun için kendilerine kitap verdiklerimiz, ona iman ediyorlar.
Şunlardan da, ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi ancak kâfirler
bile bile inkar eder). [Ankebut/47]
Burada cehd fiil, kâfir de onun failidir.
Kâfirin eylemi, cahd kavramıyla ifade edildiğine göre; küfr, tevhidi,
dini ve peygamberliği inkar etmektir. Böylece küfür fiili, Allah'ın ayetlerini
ve mucizelerini kabullenmeyerek insanın küfre düşmesidir.
Yukarıdaki ayetleri biraz daha açtığımızda şu gerçekleri de görmemiz
mümkündür:
a. İnkar psikolojisine
bürünmüş insanların en önemli özelliklerinden biri, peygamberlerin uyarısına
aşın bir tepki göstermeleridir.
Bu durum bütün peygamberler için böyle olmuştur. İşte Bakara/6'da Yüce
Allah, Peygamberimiz'in uyarılarına aldırış etmeyen; uyarının yapılması ile
yapılmamasının, onlar için denk olduğu söylenen bu insanların eğitileme-yeceği
gerçeğini vurgulamaktadır.
Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği ilkesinden hareket ederler. Ancak eği-alemeyecek insanların da varlığı bir gerçektir. İşte bu ayette, eğitimden etkilenmeyeceklerin olabileceğine işaret edilmekte, bir din eğitimcisi olarak peygamberlerin dikkati çekilmektedir.
b. Eğitimcinin faaliyeti bir
sihirli değnek değildir. İnsanları yola getirmek isteyen peygamberlerin, her
istediklerini gerçekleştirmeleri imkansızdır. Psikolojik bakımdan hazır
olmayan insanların ilahî çağrıdan olumlu manada etkilenmeleri, imkan harici
olmasa bile pek zordur. Herkesi doğru yola getireceğim düşüncesi,
gerçekleşmesi muhal olan bir idealdir.
Konuyla ilgili olarak Yüce Allah, Hz. Peygamberi defalarca
uyarmaktadır:
(Bu yeni kitaba inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini
harap edeceksin). [Kehf/6]
(Onları doğru yola iletmek senin görevin değildir. Fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir). [Bakara/272]
Din eğitimi bir akıl ve gönül işi olduğu kadar, aynı zamanda bir nefis eğitimidir. İnsanların beyninde, gönlünde ve nefsinde bir anda etkili olmak, onları yönlendirmek kolay iş değildir. Böylesine bir yük altına girmek, insana bir sıkıntı verebilir, onu ümitsizliğe ve karamsarlığa götürebilir. İnsanın, kendini hasta edecek kadar sıkıntıya sokmasının bir anlamı olmadığını ifade eden bu ayetler, din eğitimcilerini uyarmaktadır.
Diğer taraftan Bakara/272 ayeti, küfürden imana dönüş gibi önemli bir
değişimin arkasında peygamberin değil, ilahî iradenin bulunduğu esasım
vurgulamaktadır. Bu manadaki hidayetin, yani değişimin, peygamberin eğitim
alanına girmediği ilkesini benimsemeleri gereken din eğitimcileri, kendi
faaliyet alanlarını iyi belirlemelidirler.
c.
Peygamberlerin faaliyet
alanlarının nihaî ucunda/doruk noktasında inzar (uyan) vardır, ama asla zorlama
yoktur:
(Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi kesinlikle iman ederdi. O halde sen, inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?) [Yunus/99]
Yüce Allah, iman alanında zorlamanın olmaması gerektiğini açıklarken,
iradî imanın önemine işaret etmektedir. Bu bakımdan, Hz. Peygamber'den, iman
konusunda hiç kimseyi zorlamamasını istemektedir. Uyarının ötesine geçmek, din
eğitiminin başarısını düşürür. Bu nedenle, insanların imana gelmesi konusunda,
aşın sıkıntıya ve üzüntüye girmeyi ve bunda ısrarlı olmayı Kur'an cehaletle
vasıflandırmaktadır.
İnsanlann imana/hidayete gelme konusunda aşın tepki göstermeleri evensel
bir davranış şeklidir. En'âm suresinde bu kanuna dikkat çekilmektedir:
Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, Allah'ın ayetlerini inkar
ediyorlar. Andolsun ki, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar,
yalanlanmalarına, eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız
onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur.
Muhakkak ki, peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. Eğer onların
yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yeterse yerin dibine bir tünel kaz,
yahut göğe çıkabileceğin bir merdiven edin de onlara bir mucize getir! Allah dileseydi,
elbette onları hidayet üzerine toplayıp birleştirirdi; o halde sakın
câhillerden olma). [En'âm/33-35]
Peygamberlere gösterilen bu aşın tepkinin nedeni, peygamberlerin kendileri
değil, Allah'ın ayetleridir. Bundan dolayı sabretmek gerekir. Halkın, tevhid
inancına ilk anda tepki göstermesini büyütmemek lazımdır. İnkar psikolojisine
girmiş bir insana, yerin dibinden veya gökten mucizeler getirsen de inanması
mümkün değildir. Bu ilkeleri bilerek davranmak ve kendisinin hidayet verici
olmadığını bilmek, tebliğci için zorunlu bir yoldur. Aksine davranmak, bir usûl
hatasıdır ve Kur'an bunu cahillik olarak nitelendirmektedir.
Küfürden imana geçiş dediğimiz hidayet gibi bir değişimin, ilahî
takdire âit olduğunun bilinmesi ve ona uyulması gereklidir. Din adamları, uyan
ile zorlamanın çizgisini iyi ayırmalıdırlar.
[43]
Kişiyi inkara götüren sebepler pek çoktur. Bunlar arasında şunlan
sıralayabiliriz:
[44]
Kulun Allah'ı inkannda ilahî iradenin hiçbir etkisi yoktur. Onun
içindir ki, Bakara/6'da "küfredenler" ifadesi yer almaktadır. Aynı
şekilde Zümer/7 ayeti şöyledir:
Eğer inkar ederseniz, kesinlikle Allah sizden uzaktır. Allah kullarının
küfrüne razı olmaz. Eğer inanırsanız (şükrederseniz] sizden razı olur.
Allah, kulunun inkannda ona müdahele etmediğini, Kendi nzasının imandan
yana olduğunu beyan etmek suretiyle, insanı tercihinde serbest bıraktığına
işaret etmektedir. Demek ki inkann arkasında, insanın kendi iradesi ve tercihi
yer almaktadır.
[45]
Her toplumun kendine has bir kültürü vardır. Kültür meydana getiremeyen
varlıklar, yaşama hakkına sahip değildirler. Din de kendisine âit bir kültür
meydana getirir ve bununla hayat bulur. Ancak bu dinî kültür, din halini alıp
ilahî iradeye dayanan kültürü ortadan kaldırarak inkar kültürü haline dönüşürse,
ilahî kültüre karşı bir direnç meydana getirir. Nesilden nesile aktarılan inkar
kültürü, insanların irade ve düşüncesini elinden almakta, nasıl ve neye
inanacaklarını belirlemektedir. Bazan geçmişin sünneti, kimi insanlar için
Tanrı sıfatına bürünebilir.
Böyle bir tanrı, hidayetin önünde en büyük engeli oluşturur:
(Kendilerine hidayet geldiğinde, insanları iman etmekten ve
Rabblerinden af istemekten alıkoyan, sadece ve sadece öncekilerin sünnetinin
veya azabın kendilerine göz göre göre gelmelerini beklemeleridir). [Kehf/55]
Kültürün benimsenmesi genellikle taklitle olmaktadır. Eğer bu kültür,
küfür kültürü ise, ferdî manada insanın manevî aleminde köklü değişimi temin
edecek olan tevhid inancını kabule mani olacaktır. Bu tarz kötü sünnetin birçok
ayette taklit olarak yerildiğini görmekteyiz. Mesela Bakara/170 ayeti bu
manadadır:
Onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır!
Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları
akıllarını kullanmamış ve doğruyu bulamamış idiyseler?
Taklit, sorgulama melekesinin kaybolmasıdır. Geçmişin taklit edilmesi,
onun zincirinden kurtulunamaması ve değer ölçülerinin sorgulanamaması,
nesillerin gelişmesini, büyümesini ve zenginleşmesini önler, geleceklerini de
cehenneme çevirir. Babalarından devraldıkları inanç ve bilgi yolunu sorgulamak,
bir beyin işidir. Değişme ve gelişmeyi sağlayan, var olanı sorgulamaktır.
Ayet, aynı manaya gelen benzer ayetlerle beraber şu gerçeği
seslendiriyor: Aklını kullanamayan, doğruyu bulamayan ve onu bilmeyen
insanların yoluna uyulamaz ve onlar taklit edilemez. Aklın, bilginin ve
doğrunun yer almadığı bir yol şeytanın yolu, götüreceği yer de cehennem
ateşidir.
Lokman/21 'de, taklitçilerin şeytanın çağrısına uyduklarına, şeytanın
da onları cehenneme götüreceğine işaret edilmektedir. İşte, geçmişin sünnetini
aklını kullanıp da sorgulamayanlar, önce beyinlerini, sonra da anketlerini
cehenneme çevirmektedirler. Sorgulanmayan bilgiler, sünnetler ve yollar, fitili
ateşlenmiş dinamiti andırırlar. Tevhid inancını bir anda dinamitleyebilirler.
Yüce Allah, geçmişin sünnetine uyan insanların, tevhid inancını nasıl
engellediklerini Kehf/55'de açıklamaktadır.
[46]
Anlatılanları dinlemek, eğitim ve öğretimin başarısını temin eden yöntemlerden
biridir. İnsanlar birbirlerini dinlerlerse kolayca anlaşabilirler. Zira
dinlemek bir erdemdir. Kur'an-ı Kerîm, dinlememenin ve düşünmemenin nelere mal
olduğunu anlatmakta ve bu durumun insanın küfre gidişinin ana sebebi olduğuna
dikkat çekmektedir:
Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık dinlemiyorlar. Ve dediler ki:
"Bizi, çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir
ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır".
[Fussılet/45]
Ayetteki kalplerimiz kapalıdır ifadesi, düşünmemeyi, kulaklarımızda bir
ağırlık vardır cümlesi de dinlememeyi ifade etmektedir. Dinlemeyen insan,
düşünmek için malzeme bulamaz. Dinlememek, düşünmemek, yani aklını kullanmamak,
gerçekle insan arasında bir perde oluşturmaktadır. Perde arkasında kalan
insanların inkar psikolojisi kabarmakta ve onlar, şeytanın oyuncağı
olmaktadırlar. İnkâr insanı cehenneme götürdüğü gibi, dinlememek ve aklını
kullanmamak da, hem dünya hem de ahiret cehenneminin kendisi olmaktadır:
(Şayet dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi şu alevli
cehennem halkından olmazdık). [Mülk/10]
Kendi fikirlerine taparcasına, beynini dış alemden saklayan,
düşüncesini tannlaştıran, başkalarına kulak vermeyen, aklını kullanmaktan kaçan
ve korkan insanlar, kendi gönül ve kafalarını cehenneme çevirmektedirler.
Onların ahiret hayatı da cehennem olacaktır. Şöyle bir formül oluşturmak mümkündür:
Dinlememek ve akletmemek, inkara; inkar da cehenneme götürür.
Allah'ı dinlemeyen fert ve toplumların, birbirlerini dinlemeleri ve yaptıkları
işler üzerinde düşünmeleri imkansız hale gelmektedir. Birbirine kulak vermek ve
yaptıklarını düşünmek barışı kolaylaştırır. Barış da insan ilişkilerinin
zamanla cehenneme dönmesini önler. Dinlemek ve düşünmek insanları birbirine
yaklaştırır, beraberce çözüm aramalarını temin eder ve kavganın dinmesini
sağlar. Allah'ı dinlemeyen ve O'nun dedikleri üzerinde aklını yormayanlar,
zamanla kendilerini Allah ile çatışan tanrılar haline getirirler.
Aslında çatışan bizler değiliz; çatışan, sesini dinlemek ve düşünmek
suretiyle bir türlü disiplin altına alamadığımız o kaba ve ham benliğimizdir.
Dinlememek ve akıl yormamak, içimizdeki heva ve hevesi tanrılaştırır. Kendini tannlaştıran
nefis ise, Allah ile çatışmaya başlar. Bu da kendini, inkar şeklinde gösterir:
(Onların çoğu yüz çevirir ve dinlemezler). [Fussılet/4]
(Kulaklarımızda bir ağırlık vardır). [Fussılet/5]
Allah'ın gönderdiği hidayet kitabına kulak vermemek ve onu dinlememek,
insanla Allah arasında bir perde oluşturmakta ve neticede inkara götürmektedir.
Bakara/6 ayeti, başka bir hususa daha dikkatlerimizi çekmektedir ki, o
da şudur: Bu özelliklere sahip insanlara eğitim hiçbir fayda vermeyeceğinden,
genelde insan hayatında, özelde ise eğitimde, emeğin boşa gitmemesi gerekir.
Eğer eğitimci bir emek sarfedecekse, bu emeğinin karşılığı bir şekilde
alınmalıdır. Eğer eğitimci, eğitim faaliyetindeki emeğinin karşılığı olmadığını
hissetmişse, faydasız işten ve faydasız ilimden Allah'a sığınıp, kendini daha
faydalı olabileceği başka bir faaliyete yönlendirmelidir.
[47]
Şu ayette, Allah'ın inkarcılara uyguladığı psikolojik muamele ele
alınmaktadır:
(Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır).
Bu ayet, Bakara/6 ayeti ile ilişkilendirildiğinde, şu gerçek ortaya
çıkacaktır: Yüce Allah durup dururken kulunun kalbini ve kulaklarını
mühürlemez. Bunu yaparsa, zalim olur ki, Allah bundan münezzehtir. Bu sebeple
kalbin mühürlenmesi, yine kulun yaptıklarından kaynaklanmaktadır. Peygamberin
uyarısına kulak asmayan, ilahî vahyi dinlemeyen ve nihayet Allah'a iman etmeyen
insanın kalbi ve kulakları mühürlenmeyi haketmiştir. Konuyla ilgili ayetleri şu
şekilde sıralayabiliriz:
1.
Mü'min/35'de Yüce Allah, kimlerin kalbini
mühürlediğini şöyle ifade buyurmaktadır:
(Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler).
Demek ki, zorbalık ve kibir kalbin Allah tarafından mühürlenmesine neden
olmaktadır.
2. İnsan kendi nefsini tanrı
edinirse kalbi mühürlenir:
Hevasını tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi gördün
mü?[Casiye/23]
Demek ki Allah, kendi benliğini tanrı edinip, kendi kendine tapan
müşri-ğin kalbini mühürlemektedir.
3. Dinde yanlış fetva verip
Allah'a iftira etmek, kalbin mühürlenmesine sebep olmaktadır:
(Yoksa onlar senin için 'Allah'a karşı yalan uydurdu mu' derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler). [Şura/24]
Kur'an'da, Allah'a iftira edenlerin kalplerinin mühürleneceğine işaret
edilmektedir. Yanlış fetva verip Allah'a iftira edenlerin gönülleri, meşru
olmayan bir faaliyet içindedir. Meşru olmayan işlerle uğraşan ticarethanelerin
kapatıldığı gibi, meşru olmayan işlerle uğraşan gönül de -doğal olarak- kapatılır.
Şura/24 ayeti, bu mühürlenişten peygamberin bile müstesna olmadığını
vurgulamaktadır.
Aynı şekilde En'âm/93'de Allah'a iftira edenlerin, en zalim kişiler
oldukları belrtilmektedir. Böylece zalimlerin kalbi, ilahî mühürlenmeyi
haketmektedir.
4. Allah, haddi aşanların
kalbini mühürlemektedir [Yunus/74]. Yalanlayıp iman etmeyenlerin haddi
aştıklarını, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini ifade eden bu ayet,
mühürlenmenin, kulun iradesine göre gerçekleştiğini bildirmektedir.
5.
Bilgisizlik kalbin
mühürlenmesine sebep olmaktadır:
(İşte, bilmeyenlerin kalplerini Allah böylece mühürler). [Rum/59]
Bilgi gönlün gıdası, cehalet ise karanlıktır. Cahil insanların kalbi
açtır. Gönlün doymadığı yer doğal olarak ıssız kalacaktır. Issız olan yer de
kilitlenir. Onun için, bilgisiz kalan gönüller zamanla mühürlenecektir. Demek
ki eğitimin amacı, gönülleri açık tutmak ve onların mühürlenmesini
engellemektir.
6. İnkar etmeleri sebebiyle,
Yüce Allah insanların kalplerini mühürler
(Tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah o kalpler üzerine mühür
vurmuştur). [Nisa/155]
Uyarıları dinlemeyecek kadar inkar psikolojisine saplanmış insanların
kalpleri mühürlenmektedir.
İnkar, kibir, zorbalık, hevasını tanrı edinmek, dinde yanlış fetva
vermek, haddi aşmak ve cehalet batağına saplanmak gibi davranışlar, kalbin
Allah tarafından mühürlenmesine sebep olmaktadır. Yoksa, Allah kimsenin
kalbini durup dururken mühürlemez.
Öyleyse hiç kimse "Allah benim kalbimi mühürlediği için
inanmıyorum, hakikati anlamıyorum" diyemez. Bu iddianın batıllığı şu
ayette vurgulanmaktadır:
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle
(gazaba uğradılar). Hayır, tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah onların
kalplerini mü-hürlemiştir. [Nisa/155]
"Kalplerimiz kılıflandığından doğruyu göremiyoruz" şeklinde
bir mazeret geçerli değildir. Çünkü Allah, küfredenlerin kalbini
mühürlemektedir. Önce kulun iradesi tecelli ediyor, sonra Allah'ın takdiri
gerçekleşiyor.
Bakara/7'de geçen hateme, bir şeyi mühürlemek, sonuçlandırmak, yüz
çevirmek, yüzük takmak, bir şeyi gizlemek, saklamak manalarını ifade
etmektedir.[48]
Hateme kavramının Kur'an'daki eş anlamlısı tabağa kelimesidir. Tabağa
kalbin paslanması, kulaklarda bir ağırlık bulunması ve gözlerde bir perde
olmasıdır.[49]
Bakara/7'de Yüce Allah kulakları da mühürlediğini (hatemlediğini] söylemektedir.
Gözden sonra en önemli algı organlarından birisi de kulaktır. Kulak, işitme
organıdır. İşitme organı, insan beynine duyumlar taşır. Ancak, ayette
mühürlenen duyu organı, fizikî anlamdaki kulak değildir. İnsanın algı
akıdandır. Algı aktı, duyu organlarının birlikte görev yapması sonucunda ortaya
çıkan anlama ve algılama yeteneğidir. Bu manada Yüce Allah bu anlama ve
algılama yeteneğini mühürlemektedir.
Duymayan ya da dinlemeyen insanlar, Kur'an'da yaşayan ölüler olarak
takdîm edilmektedir:
(Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara
daveti işittiremezsin). [Rum/52]
Ölü ile diriyi birbirinden ayıran temel fark, insanın anlatılana kulak
vermesi, dinlemesi ve değerlendirmesidir. Aksi manada, ölü ile dirinin
birleştikleri nokta, dinlememek, çağrıya kulak vermemektir:
(Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen
kabirlerdekine işittiremezsin). [Fâtır/22]
Hz. Muhammed bile ölülere duyuramazken, bazı insanlar ölülere duyurmaya
çalışmaktadır.
İlahî mesaja kulak vermeyenler, ona alaka göstermeyenler ve onu dinleme
zahmetinde bulunmayanlar, yaşasalar bile kabirdedirler. Onların beyni, gönlü ve
nefsi kabre dönüşmüştür. Dışarıdan ne kadar bağırılırsa bağırılsın, kabirdeki
ölüye işittirilemez.
Bu durumu şu şekilde genelleyebiliriz: Hayat dinlemek, kulak vermek ve
beyne giden kanalları açık tutmaktır. Bunu beceremeyenler mezardaki ölü
gibidirler. Böylece Allah, Hz. Peygamber'e kimleri eğitemeyeceğini
bildirmektedir.
Kur'an, dinlemekle akletmeye aynı değeri vermektedir.
Keşke dinleseydik, ya da akletseydik, şu alevli cehennemin halkı
arasında bulunmazdık. [Mülk/10]
Ayetin ince bir analizi yapıldığında, dinleme ile akletmenin aynı
ayarda olduğu görülecektir. Demek ki, dinlemeyen insanlar cehenneme gidecek
ölülerdir. Gerçeğe kulak vermemek insanı cehenneme götürür.
Kalbin mühürlenmesine neden olan şeyler, kulakların mühürlenmesi için
de geçerlidir:
(Onların gözlerine de perde
çekilmiştir). [Bakara/7]
Bakara/7’de kalp ve kulağın mühürlendiği, gözlere ise perde çekildiği
ifade edilmektedir. Gözlere perde çekmekle, mühürlemenin aynı manaya geldiği
söylenebilir.
Heva ve heveslerini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne bir perde çektiği kimseyi
gördün mü? [Casiye/23]
Baktığı halde görememek, gözün perdeli olduğunu ifade eder:
(Onları doğru yola çağırmış olsanız işitmezler. Onları sana bakar
görürsün, oysa onlar görmezler). [A'raf/198]
Ayette 'bakma' ile 'görme' ayınlmaktadır. Manen gözleri perdeli
olanlar, bakarlar da göremezler. Kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'e
baktıkları halde -davetini kabul etmediklerinden dolayı- onu görmemektedirler.
Gözün perdeli olması, ilgi göstermemek, alaka duymamak, söylenene tepki
göstermek ve anlamamak manalarını ifade eder.
Meseleleri derinlemesine görmek ve onların özüne inmek dediğimiz basiret,
gönül gözünün işidir. Sorunların çözümü için kafa yormak ve onlar üzerinde
düşünmek gibi önemli beyin jimnastiğini yapamayanlar, basiret sahibi olamazlar.
Demek ki basîret sahibi olmanın yolu, düşünmekten geçmektedir. İçinde kopan
fırtınaların üzerinde düşünüp, o fırtınaların Rahmani mi, şeytanî mi olduğunu
anlayan insan basîret sahibidir. [A'raf/201]
Gözüne perde çekilen veya gözü perdeli olan insanlar, aklını kullanıp
düşünemeyen ve basîret sahibi olamayanlardır. Bir meseleye alaka duymak, onunla
ilgilenmek ve onun üzerinde düşünmek, basiretin alt yapısını oluşturmaktadır.
Başka bir ifadeyle, düşünme alışkanlığı insanın gözündeki perdeleri
kaldırmaktadır.
İnkar eden, uyarıdan anlamayan ve iman etmeyen insanların gönül ve kulakları
mühürlenmekte, gözlerine perde çekilmekte ve onlara büyük bir azap
hazırlanmaktadır. Böylece Bakara/7'deki Onlar için büyük bir azap vardır
ifadesi, bu psikolojik tavır ve davranışların hangi karşılığı hakettiğini
göstermektedir. İmansızlık, uyandan etkilenmemek, kalbini ve kulaklarını
gerçeğe karşı kapamak, gönül gözüne perde çekmek, insanın azabı olmaktadır.
Demek ki, insan kendi azabını kendi elleriyle oluşturmaktadır.
[50]
8. İnsanlardan bazıları, inanmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe
inandık' derler.
Bakara/8'den, 21. ayete kadar, bu büyük azaba duçar olanların ruh
haleti ve davranışları çeşitli boyutlarıyla açıklanmaktadır.
[51]
Ayette ele almamız gereken kavramlardan biri 'insan' kavramıdır. Çünkü
bütün davranışların arkasında insan tabiatı vardır. Bu yaratılışa dikkat
çekmek için Yüce Allah ayette 'insan' kavramına yer vermiştir. Bu kavramın
manasından, davranışlara gitmek ve davranışları tahlil etmek uygun olur.
İnsan kelimesinin kendisinden türediği ne siy e kelimesi 'unutmak'
anlamına gelir. Kendisinden bir söz, ahid alındığı ve bu ahdini unuttuğu için
ona bu ad verilmiştir.[52]
Bu manada insan kelimesinin fiil hali şu ayette yer almaktadır:
Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid vermiştik. Ne var ki o, unuttu.
Onda bir azim de bulmadık. [Taha/115]
Unutup yanlış harekette bulunmak, insan olmanın doğasında bulunan bir
özelliktir. Gerçeğe karşı çıkmak, unutma zaafının ürünüdür. İnsanın bu yönünü
vurgulamak için Yüce Allah, bu ayette 'insan' kavramını kullanmıştır.
"Allah'a ve ahirete inandım" dediği halde inanmamak, gönül
ile dilin ayrı olduğunu, aralarında bir birliğin bulunmadığını gösterir. Dil
ile gönlün bir bütün teşkil etmesi, tevhidi meydana getirir. Bu sebeple ilahî
dinlerin temeli tevhid esasına dayanır. Bu durum aynı zamanda mü'min olmanın
gereğidir. Dil ile gönül bir olmayınca insanın şahsiyeti ikiye bölünmektedir.
İnsanın kendisini ikiye bölmesi, onu çifte şahsiyete götürür. Bu çifte şahsiyetli
insanlara Allah 'münafık' demektedir. Münafıklık çok fena bir sıfat ve çok
yaralayıcı bir eylemdir, ikili yani bölünmüş, ya da parçalanmış bir şahsiyet,
yalancılığın üzerine oturur. Ayette bu durum, Allah, münafıkların kesinlikle
yalancı olduklarına şehadet etmektedir Münafıkûn/1] şeklinde ifade
edilmektedir.
Kalpte olmayanı dil ile söylemek, insanın kendisini yalanlamasıdır.
Kendi kendisiyle çelişen bir psikolojik yapı, insan için rencide edici bir
durumdur.
(Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların
içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir). [Âl-i İmran/167]
(Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler). [Fetih/11]
Demek ki, dil ile gönlün birbiriyle tutarsız olması, şahsiyet
bütünlüğünü bozmaktadır. İman ettiğini itiraf ettiği halde, imanın gönüllerinde
yer etmediği insanlar da aynı gruba dâhildirler:
(Bedevî Araplar, 'İman ettik' dediler. Siz iman etmediniz, müslüman
olduk deyin. Çünkü iman, henüz kalbinize girmedi). [Hucurât/14]
İmanın kalbe ulaşması ve oraya girmesinin kanıtı, orada meydana
getireceği manevî gelişim ve değişimdir. Kalp, iman etmezden önceki katılığını
muhafaza ediyorsa, iman oraya girmemiş demektir. İman kalbe girmediyse, dil de
değişime uğramayacak, durmadan yalan konuşacaktır. O zaman insan, kendi içinde
çifte standardı yaşayan bir varlık olacaktır. Böylesine bir tutarsızlık ve
çifte standartlılık, insanın münafık damgasını yemesine sebep olmaktadır.
Böylece münafıklık insana çok çirkin bir statü kazandırmakta, bu nedenle
ahirette de en büyük azaba duçar olmaktadır:
(Kesinlikle münafıklar, ateşin
en alt tabakasmdadırlar). [Nisa/145]
Demek ki münafık, kâfirden daha aşağı bir statüde bulunacaktır.
[53]
9. Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar kendilerini
aldatıyorlar da, bunun bilincinde değillerdir.
Allah'a ve ahirete inanmadığı halde, inandım diyen insan, aslında
Allah'ı ve inananları aldatma amacındadır. Yüce Allah, kalbi ile dilini ayıran
insanın beşerî ilişkilerinin hangi temele oturduğuna işaret etmektedir. Aldatma
gibi bütün insanlığın kötü kabul ettiği bir davranış biçimi ile Allah ve iman
edenlerle iletişim kurmaya kalkışmak, münafığın önemli bir vasfıdır. İnsanlar
niçin böylesine bir aldatma yoluna girerler? Ayetteki 'aldatma' fiilini Hz.
Peygamber dönemi için ele alırsak, bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
* Hz. Peygamber ve mü'minlerin yanında mü'min muamelesi görmek;
inananların statüsüne sahip olmak,
* Mü'min görünerek mü'minlerin sırlarını öğrenmek ve kendi yandaşlarına
casusluk yapmak,
* Öldürülme korkusundan uzak kalmak; çünkü, 'tevhid' kelimesini söyleyen
insanlar öldürülmez.[54]
* Ganimetlerden istifade etmek.[55]
Râzî'nin zikrettiği bu sebepler, o gün için doğrudur. Ama günümüzdeki
münafıkların aldatmalarının boyutları ve sebepleri daha farklı olabilir. Ancak
bu sebeplerden ilk ikisi evrensel sebepler arasında yer alır.
Allah, münafıkların bu özelliklerini anlatmakla neyi gerçekleştirmeyi
amaç edinmektedir? Yüce Allah münafıkların bu özelliklerine dikkati çekerek, müslümanlann
dikkatli olmalarını istemektedir; münafıkların iç alemini ve onların çifte
standartlı davranışlarını anlatmakla müslümanlann bilincini geliştirip,
eğitmeyi gaye edinmektedir. Müslüman, meselelere Allah'ın ışığı ile bakıp, bunu
da aldanmamasıyla gösterir. Her insanın sözüne güvenmek, bağlanmak ve kapılmak,
başarının elden gitmesine neden olur. Burada müslümanlann da dikkat etmesi
gereken bir husus mevcuttur. Ayet birbiriyle ikili oynayan müslümanlann da
münafık olacaklarının işaretini vermektedir. Onlar sadece kendilerini
aldatıyorlar demekle Yüce Allah, aldatmanın, kendi kendini sokan akrep gibi,
aldatan insana geri dönüp ona zarar verdiğine işaret etmektedir. Sosyal
ilişkilerde, aldatma ile verilecek zarar ve kurulacak tuzak, geri teperek sahibine
zarar verecektir.
İşte, bunun farkına varmak bir şuur işidir; bir olgunluk ve bir
eğitilmişlik seviyesidir. Şuurunda değillerdir sözü ile Yüce Allah, münafıklann
davranış-lanmn arkasındaki nedenlerden birini şuursuzluğa bağlamaktadır. Demek
ki, çifte standartlı olmak, aldatmaya, aldatma da şuursuzluğa bağlı olarak
çalışmaktadır. Böylece Yüce Allah, bir davranış psikolojisinin analizini
yapmış olmaktadır. Bu analizde şunu görüyoruz: Gönül ile dilin arasındaki
uyumsuzluk ve aldatma duygusu, bir şuur dağılması, bir bilinç bozukluğu ve
farkına varamama gibi psikolojik bir hastalık meydana getirmektedir.
[56]
10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların
hastalığını artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlara acı veren bir
azap vardır.
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen manevî kalp türlü türlüdür.
Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan
kalp"tir. Nefis tarafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç
aleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki
nefsin eline geçince, kalpteki bütün güçlerin hastalanması mukadder oluır.
Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri
kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1.
Hastalık derecesinde insana
korku getirir:
Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felaketin gelmesinden
korkuyoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. [Maide/52]
Hasta gönüle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmamaları
gereken davranışları sergilerler. İnkarcıların düşmanlıklarından korktukları
için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve
düşmanlarına karşı iki yüzlü bir tavır içinde olurlar.
2. Değerlendirmelerinde hata
yaparlar:
O zaman münafıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları,
dinleri aldatmış' diyorlardı. Halbuki, kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah
mutlak galiptir, hikmet sahibidir. [Enfal/49]
Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar
yanlış değerlendirme yapmak, münafıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar:
Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın
attığı şeyi bir deneme yapsın. Zalimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler.
[Hac/53]
Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvasını
(vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık,
insanla hakikat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o
kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkanları kalmaz.
4. Cinsel sapıklıkları vardır.
Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne
çıkmaktadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır
ve erkek kadını sadece bir seks aleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın
sınırı yoktur. Yüce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin
önemine işaret etmektedir:
Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir eda ile
konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar.
Doğru söz söyleyin. [Ahzab/32]
Yüce Allah bu ayette, manevî kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan
davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın
zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip
etmemektedir. Ayeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız
mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu
hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı
denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5.
Yapılan bir işten netice
çıkartamazlar.
Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri
kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını
önler. Meselelerin sadece zahirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar
dünyadaki olayların sadece zahiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:
(Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar
tamamen gafildirler). [Rum/7]
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini
bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister:
Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek
istemiştir' desinler. [Müddessir/31]
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka
yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkansızdır. Hasta olan kalp, ıztırap
içinde olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve kendisine
sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz.
Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde
yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile
meşguldür. Kalbi hasta olan kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü
de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan
kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkar ile kalp hastalığı arasında derinden
bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur:
(Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkarlarını kat kat artırır
ve onlar artık kâfir olarak ölürler). [Tevbe/125]
Demek ki kalp hastalığı, inkarı, tükenmeyen bir süreç haline getirmektedir.
Kur'an, kalp hastalığı ve inkar gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç
bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la
karşılaşınca, öylesine aşın bir tepki göstermektedir ki, inkarını kat kat
artırarak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o
zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor
perdeler oluşmaktadır.
Tevbe/125'deki rics kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli
gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar manalarına gelir.[57]
Fahruddîn Râzî rics kavramına batıl inançlar, yahut kötü huylar manasını vermektedir.
Birinci mana ile, Kur'an'a karşı inkarlarına inkar eklemişlerdir. İkinci manaya
göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir.[58]
Rics kavramının lügat manası ile Râzî'nin verdiği anlamları
birleştirdiğimizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış
psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp
cerahatlanmış bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan
dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden ani
bir refleksle uzaklaşır. Hasta gönüle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca,
dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir.
İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla -Râzî'nin dediği gibi- huy
halinden mizaç halini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını
temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah
şöyle anlatmaktadır:
(Böyle iken onlara ne oluyor ki, adeta arslandan ürküp kaçan yaban
eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?) [Müddessir/49-51]
Yüce Allah'ın Onlara ne oluyor ki? sorusunun cevabı, kalplerindeki hastalığın
verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten
uzaklaştırır. Hz. Nuh'un davet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır:
(Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim.
Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı"). [Nuh/5-6]
Ayetteki Kaçmalarını artırdı ifadesi, gönül hastalığına tedavi için
dokunan davetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir davetin,
öğretilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir.
Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz
olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran şey, kalp
hastalığıdır. Ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok
doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat
onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi
artırmadı). [Fâtır/42]
"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün
aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce,
Bakara/10 ayetinin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını
artırmıştır" eylemi gerçekleşmektedir. Allah durup dururken, kulunun
manevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte
yukarıda verilen ayetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır:
Kul hakikat karşısında gösterdiği tepkilerini kat kat artırınca, Allah da bunu
onaylamaktadır.
Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini aldatan
bu insanların kalplerindeki manevî hastalığı Yüce Allah daha da arttırmaktadır.
Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl
artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle
artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışmın ardından, bu insanlar
yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azaba uğrayacaklardır
(Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır). [Bakara/10]
Elîm azabın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Ayetin bu
kısmında, yalan söylemenin karşılığının elim azap olduğu söylenmektedir. Kul
kendi azabını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle
tutuşturmaktadır:
Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin
olsun Allah işit-miştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.'
Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah
kullarına zulmetmez.[59]
Bu ve benzeri ayetler, kulun azabını, kendi elleriyle hazırladığını
göstermektedir.
[60]
11-12. Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkartmayın!' denildiğinde, 'Biz ancak
ıslah edici kimseleriz' dediler. Onların fesatçı olduklarını iyi bilin. Lakin
onlar bunun bilincinde değillerdir.
Çifte standartlı olan münafığın diğer bir özelliği de toplumda bozgunculuk
yapmasıdır. Bu şekildeki davranışıyla o, münafıklığın şahsî olan boyutundan
sosyal boyutuna geçmekte ve toplumu ifsat etmektedir:
(Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiğinde, 'Biz yalnızca
ıslah ediyoruz' derler. İyi bilin ki onlar fesatçılardır, velakin şuurunda
değiller). [Bakara/11-12]
Ayette ele alınması gereken kavramlar fesat ve ıslahattır. Fesat,
bozulma, kuraklık, kıtlık, darlık, telef, kokuşmak manalarına gelir. Ahlâk ile
beraber kullanılınca, ahlâk bozukluğu anlamını ifade eder.[61]
Islah ise, iyileştirmek, düzeltmek, aralarını bulmak, barış yapmak manalarına
gelmektedir.[62]
Münafıklara "Bozgunculuk yapmayın!" uyarısını kimler yapmaktadır!
Ayette bulunan denildiği zaman ifadesindeki demek kelimesinin faili çoğul ve
fiilin de meçhul olması, meseleye evrensel bir boyut kazandırmaktadır. Ayetin
muhtaplannı dönemin münafıkları ile sınırlandırmak yanlış olur. O zaman, ayetin
evrenselliğini ortadan kaldırmış oluruz. Kıyamete kadar her toplumda
bozguncular çıkacak, onları bu yanlış davranışlarından dolayı uyaracak
insanlar da olacaktır. Ancak bu münafıklar her defasında ıslah edicilik iddiasında
bulunacaklardır. Halbuki onların, ıslah edicilerin sıfatları ile
sıfatlanmaları mümkün değildir. Âl-i İmran/104'de gerçek ıslah edicilerin
özellikleri şöyle zikredilmektedir:
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
"Yeryüzünde fesat çıkartmak" ne manaya gelmektedir?
İnanmadığı halde, inandım diyerek insanların din duygularını sömürmek, kendini
ve insanları aldatmak, değerlendirmelerinde hatâ yapmak, haktan uzaklaşmak,
cinsel ahlâkı bozmak, düşünme kapasitesini kaybetmek gibi tutumlar ve
davranışlar önce kişiyi ve sonra da ilişkilerini bozgunculuğa götürmektedir.
Bu tip insanlar, insan ilişkilerini kirlettikleri için toplumsal
hayatın bozulmasına ve çöküşüne sebep olmaktadırlar. Bozgunculuk yapmalarından
daha kötüsü, bozduklarının farkında olmayıp, ıslah ettiklerini söyleyecek kadar
pişkin davranmalarıdır. İnsan ilişkilerine zarar veren, insanları bölen ve düşmanlık
tohumlarını eken bu iki yüzlü insanların, "Islah ediyoruz" demeleri
dikkat edilecek bir husustur. Onun için Yüce Allah bunlara "dikkat
edin" emrini vermektedir.
Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen,
'Biz yalnızca iyili etmek ve arayı bulmak istedik' diye yemin ederek sana
nasıl gelirler! [Nisa/62]
Münafık insanlar, kötü amelleri işlerler, başlarına bela gelince de
iyilik yapmak istedikleri konusunda yemin ederler.
Bu tip insanlar toplumun siyasî erkini ele geçirmek suretiyle
yeryüzünde fesat çıkarmaya başlarlar ve bu bozgunculuklarını akrabalık
bağlarının koparılmasına kadar uzatırlar. Bunu Yüce Allah şöyle anlatır:
(Demek, iktidarı ele geçirince, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve
akrabalık bağlannı koparacaksınız?) [Muhammed/22]
Yüce Allah bu soruyu niçin soruyor? Münafıklar, sinsice takiyye yaparak
iktidarı ele geçirmek isteyebilirler. İktidarı ele geçirince de gerçek
niyetlerini ortaya koyar, toplumda fesat çıkarmaya başlar ve insanların
sevgiden oluşan gönül bağlarını koparmaya çalışırlar. Ayetteki "akrabalık
bağlannı koparma" durumu değerlendirildiğinde, soy birliğinin toplum
bütünleşmesindeki rolünün ne derecede önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce
Allah akrabalık bağını kesenleri fesatçılıkla suçlamaktadır. Böyle bir
faaliyet yapacak olanların niyetlerini ifade ederek, iyi insanları
uyarmaktadır. "Akrabalık bağlannı kesme" kültürü helak edip gençliği
manevî değerlerinden koparmak manasına da gelir:
(O, dönüp gitti mi, (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünü fesada
vermek, kültürü tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu
sevmez). [Bakara/205]
Toplumun kültürünü bozmak, gençliği helak etmek, beşerî ilişkileri çıkmaza
sokmak, toplumun mutluluğa giden yolunu engellemek gibi fesat hareketleri,
öldürmeye denktir. Başka bir ifadeyle insan öldürmekle, fesat çıkartmak aynı
derecede günahtır. Allah
bunu şöyle ifade
etmektedir:
(îşte bu yüzdendir ki, İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim bir cana
veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa,
bütün insanları öldürmüş
gibi olur). [Maide/32]
İnsanlar arasında fesat çıkartma eylemi, bu ayette insan öldürmeye denk
tutulmuştur. Ayette yer alan 'veya' kelimesi, öldürme ile fesadın aynı derecede
kötü olduğunu ifade etmektedir. Toplumun düzenini bozmak, bütün insanlığı
öldürmek kadar kötü olarak takdim edilmektedir.
Ekonomik yapıyı bozmak ve fakirlerin elinden tutup kaldırmamak da fesat
kavramının içine girmektedir:
Allah'ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini
unutma. Allah sana iyilik (ihsan) ettiği gibi sen de iyilik et, yeryüzünde
fesadı (bozgunculuğu] arama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. [Kasas/77]
Yüce Allah, kendisinin ihsan ettiği gibi, insanların da ihsan etmesini
istemektedir. Bu ilahî amelin, yeryüzünde yansımasını ve yaşatılmasını istemektedir.
İnsanlara iyilikte bulunmak, fakirlerin elinden tutup kaldırmak, bu ilahî
fiilin yaşatılması demektir. İmkanı olduğu halde bunu yapmamak, fesat çıkartmaktan
başka bir şey değildir. Fesatçılar, Allah'ın nefretini kazanmaktadırlar. Allah
fesatçıları sevmez ifadesi, onlardan nefret eder demektir.
Fakirin elinden tutmak, ekonomik dengesizlikleri biraz olsun ortadan
kaldırır. Bunu yapmayanlar, dengeleri büsbütün alt-üst etmektedirler. Fakirlik
toplumsal hayatta bir urdur. İyilik, bu urun kansere dönüşmesini önleyecektir.
Çare aranmayan fakirlik, kitlesel açlığa ve bu ur da kansere dönüşecektir.
Kanserli organın vücutta meydana getireceği rahatsızlığı, açlık haline dönüşen
fakirlik de toplum hayatında meydana getirir.
Karayı ve suyu kirletmek de fesat kavramının kapsamına girmektedir. Yüce
Allah yeryüzünü insanlar için bir beşik, bir döşek olarak yaratmıştır. O döşeği
kirletmek, orayı fesada vermektir. Çünkü insana faydalı olan ve insan hayatını
kolaylaştıran şeylere zarar vermek bir fesattır.
İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat
çıktı (düzen bozuldu] ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın.
Belki de dönerler. [Rum/41]
Ayette geçen "kara ve deniz" ifadesi, maddî anlamda
yeryüzündeki kara ve denizleri ifade etmekte ise de, 'kara' kavramını madde,
'deniz' kavramını da mana olarak tefsir etmek mümkündür. Bundan şu sonucu
çıkarabiliriz: Münafıklar haram lokma ile maddî rızkı fesada uğratırlar; aklı
ve namusu kirletmekle manayı bozarlar; aklı kullanmamak, gönüldeki iman ve
sevgiyi tahrip etmekle de manevî alemi kirletirler. İşte bu kirletme işini Yüce
Allah 'fesat' olarak nitelendirmektedir.
Tabii olarak, beyni ve gönlü kirlenmiş bir insan, kara ve suyu da
kirletecektir. Fizikî çevrenin kirliliği insanın ruh kirliliğinden
kaynaklanmaktadır. Öyleyse fizikî çevre mühendisliğinden önce, manevî çevre
mühendisliğinin oluşturulması doğru bir hareket olacaktır.
Allah, insanlardan maddî ve manevî çevrelerini kirletmemelerini istemektedir.
Bu, fesadı önleyecektir. Ayetin sonundaki Belki dönerler ifadesi, değişim
konusunda ilahî bir beklentiyi ifade etmektedir. Maddî ve manevî çevreyi
kirleten kimselerden, bu kirliliğe çare bulmaları istenmektedir.
Siyasî erk sahiplerinin zorba bir idare tarzı tutturmaları, büyüklük
taslamaları, halka zulmetmeleri, halkı gruplara ayırıp tefrika çıkarmaları,
ayırdıkları gruplardan bazılarını tutup, diğerlerini küçük görmeleri, onları
zayıflatmak için ellerinden geleni yapmaları; bundan daha da ileri giderek,
zayıf düşürmek istedikleri grubun erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını sağ
bırakmaları da, fesat kavramının manası içindedir:
(Hakikat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini
fırkalar haline getirdi. Onlardan bir grubu zaafa uğratıyor, bunların
oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı.
[Kasas/4] Devlet bir şemsiyedir; toplumda mevcut bütün sosyal grup ve
kurumların anlaşması ile vücut bulur. Bu nedenle devlet, farklı inanç ve
kültürde olan alt gruplar arasında tarafsız ve bütünleştirici olmalıdır.
Devletin vazifesi bu sosyal grup ve müesseselerden bir üst kültür meydana
getirerek bunları kendine bağlaması ve topluma hayat vermesidir. Ama devleti
idare edenler, bu gruplardan birini tutar da diğerini veya diğerlerini ezmeye
kalkışırlarsa, bunun adına fesat denir. İstemedikleri grupların çocukları
büyür de zamanla iktidarı elde eder endişesi Firavun'u zorbalaştırmış ve erkek
çocukların öldürülmesi gibi korkunç bir zulme itmiştir.
[63]
13. Onlara, 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!' denildiği
vakit, 'Biz hiç beyinsizlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler.
Biliniz ki, beyinsizler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.
Onlara iman edin denildiğinde ifadesindeki, İman edin emrini kim vermektedir?
Şüphesiz öncelikle Allah ve Peygamber. Vahyin muhatabı Peygamber vefat
ettiğine göre, bu görev din eğitimcilerine düşmektedir. Zira, denildiği zaman ifadesi, ayetin bir
zaman dilimine sıkıştınlamayacağını ve her zaman ve mekanda geçerli bir daveti
ifade etmektedir.
Niçin "insanların iman ettiği gibi" şeklinde bir kıyaslama
yoluna gidilmiştir? İman psikolojik bir olgu ve değer olduğu için, ölçülemez ve
tartılamaz, bu nedenle de imanlar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün
değildir. Buna karşılık imanın doğruluğunu veya yanlışlığını bilebilir ve
davranışlarla ölçebiliriz. Zira iman kıyas kabul etmez ise de davranışlar kıyas
kabul edebilir. İnanan insanların davranışlanndaki farklılık ve imanın etki
derecesi böyle bir karşılaştırmayı mümkün kılmaktadır. Burada münafıklar,
mü'mirileri beyinsiz olarak nitelendirdiklerinden dolayı, onlar gibi iman
etmeyeceklerini söylemekle büyük hatâ yapmaktadırlar. Onlara göre, akıllı
insan iman etmez veya iman eden akılsızdır.
Bu insanlar neye iman edeceklerdi? Bunun cevabı Bakara/8'dedir. Allah'a
ve ahirete iman eden insana; imanın diğer esaslarını kabul ettirebilirsiniz. Allah'a
iman ile ahirete iman, diğer iman esaslarını çağıracaktır.
Yüce Allah bu tarz bir imanı beyinsizlik olarak nitelendirenlerin,
kendilerinin beyinsiz olduklarını bilmediklerine dikkat edilmesi gerektiğine
işaret etmektedir. Biz bu ayetin analizinden psikolojik bir ilke
çıkartabiliriz. Bazen insanlar, kendi ruh hallerini anlatırken, karşısındaki
insanı kullanır. Karşısındaki insanın boy aynasında kendisini görür ve böylece
gördüğü ile kendisini anlatmaya çalışır. Aslında münafığın kendisi beyinsiz
olduğu halde, beyinsizliği iman edenlere yükler ve böyle bir değerlendirmede
bulunur. Bu durum bir şahsiyet bozukluğudur; özbenlik yerine ayna benlikle
olayları değerlendirmektir. İşte Yüce Allah bu psikolojik projeksiyonu
anlatarak, böyle bir yaklaşımla münafıkların kendilerini tanımladıklarına
dikkat çekmektedir.
Başkalarında kendini görüp anlatmanın hangi psikolojik saikle meydana
gel-diği sorusunun cevabı, (Fakat onlar bunu bilmezler) ifadesi ile verilmektedir.
Kendi özelliğini başkalarına yansıtma yanlışlığı, hatta ruh hastalığı,
''bilgisizlikken kaynaklanmaktadır. Kendi iç alemi ile ilgili gözlem yapamayan
ve kendi psikolojik yapısını tahlil edecek bilgiye sahip olamayan seviyesiz ve
hasta ruhlu insanlar ancak böyle isabetsiz bir değerlendirme yapabilirler.
[64]
İ4-İ5. İnananlarla karşılaştıklarında, İman ettik' derler, reisleriyle
başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz'
derler. Allah onlarla alay ediyor ve taşkınlıkları içinde şaşkınca
dolaşmalarına süre tanıyor.
Münafıkların çifte standardının diğer bir tezahürü de, inananlarla
karşılaşınca takındıkları tavırla, şeytanları ile buluştuklarında takındıkları
tavrın birbirine uymamasıdır.
Bu iki ayet birlikte değerlendirildiğinde şu hakikatleri yakalamamız
mümkündür:
a) Ayetler insanlığın önemli
bir hastalığı olan ikiyüzlülüğe ışık tutmaktadır. İkili davranma şeklindeki
münafıklık, insanlığın yakasını tarih boyu bırakmamıştır. Bu demektir ki
münafıklar her zaman bulunacaktır.
b) Ayette geçen şeytan
kavramı, reis manasına da gelir. Böyle düşünülünce, insanlardan da şeytan
olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan, bizzat İblis'in kendisi olmaz ama
geliştirdiği bozuk kişilikle şeytan ruhlu ve davranışlı olabilir. Veya şeytan
onların yanında bulunur ve sürekli şeytanın dediğini yaparlar, onun
gibi davranırlar. Bu
manada 'ins şeytanı'ndan
sözedilir. En'âm/112'de bu hususa işaret edilmekte ve şöyle
buyrulmaktadır:
(Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar).
İblis cinlerden olduğu halde, şeytan hem cinlerden, hem de insanlardan
olabilir. Eğer bir insan diğerini kötü manada etkileyip yoldan çıkarıyorsa, o
onun şeytanıdır:
"İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan
şeytanının şerrinden, insanların rabbine, insanların melikine ve insanların
ilahına sığınınm" de). [Nâs/16]
İnsanların gönlüne vesvese nasıl verilir? Cinlerden olan şeytan için bu
kolaydır, ama insten olan şeytan bunu nasıl yapabilir? Sözlü ve yazılı iletişimle
insanların beyinleri bulandınlır ve insanlara vesvese verilebilir. Özellikle
günümüzde medyaya dikkat etmek gerekir. Eskiden, yüz yüze gelmedikçe bu
vesveseyi vermek mümkün değildi. Yakın ve kapalı grupların içinde bu vesvese
verilebiliyor-du. Ama şimdi teknoloji dünyayı küçültmüş ve tek bir grup haline
getirmiş; vesvesenin alanını genmişletmiş, vasıtalarını da artırmıştır.
Çağımızda, ins şeytanının gücü cin şeytanının gücünü aşmış ve etkisi daha
yaygın hale gelmiştir. İns şeytanının alanı, gücü ve araçları arttıkça, cin
şeytanının görevi azalmaktadır.
Bir zamanlar, peygamberlere düşmanlık yapan bu cin ve ins şeytanları,
işlevlerini yüzyüze ve kulaktan kulağa yapıyorlardı. Peygamberlerin tebliğini
engelliyor, onların ardından hadîs uyduruyor ve faaliyet alanlarını daraltmaya
çalışıyorlardı. Bu manada şeytanlar, faaliyetlerini çok dar bir alanda sürdürüyorlardı;
ama teknolojik devrim, bu vesvese alanını genişletmiş ve reislerinde de
değişim yapmıştır. Bunun sonucu olarak, münafıkların reisler de sayıca
fazlalaşmıştır.
Şeytan kelimesi şe-ta-ne'den türemiştir, manası uzak olmaktır.[65]
Şeytan Allah'tan uzak olduğu için, insanı da Allah'tan uzaklaştırmaya çalışır.
İnsanı uzaklardan etkileyen insan şeytanları da aynı görevi yapmaktadırlar.
Ayrıca şeytan uzak durulması gereken varlıktır.
Diğer taraftan şe-ta-ne kavramı, bağlamak, bitiştirmek, düğümlemek
manalarına da gelmektedir.[66]
Bu anlamda şe-ta-ne kelimesi şeytanın insanı bağlamasını, onun algı aktlannı
düğümlemesini, aklını kullanamaz hale getirmesini ifade eder.
c) Ayetin, (Biz ancak alay
ediyoruz) kısmında geçen müsteh-ziûn kavramı he-ze-e fiilinden gelmekte olup
hafiflik, hızlı koşmak, olduğu yerde ölmek manalarına gelir. Diğer taraftan
alay etmek, eğlenmek anlamlarını da ifade eder.[67]
Onun için ayetin sonu Alay ediyoruz diye bitiyor, "Onlarla alay
ediyoruz" demiyorlar. Eğer inananlar, iman etmeselerdi, onlarla alay
edilmeyecekti. En'âm/33'de buna işaret vardır:
(Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça, Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorlar).
İşte bu ayete göre, yalanlanan Hz. Peygamber değil, Allah'ın
ayetleridir. Bu ayeti, konumuz olan Bakara/14 ayetine taşırsak ortaya şu sonuç
çıkacaktır: Onlar inananlarla değil, onların imanlanyla alay ediyorlar. Demek
ki, inkar ve alay gibi şeyler insanın zatına değil inancına, düşüncesine ve
bilgisine yapılmaktadır. Böylece ayet bize, eğitimin şu ilkesini vermektedir:
İnsanların birbirlerine tepkileri, bu tepkilerin inkar ve alay halini alması ve
bu eylem sahiplerinin ikili oynamaları, hep düşünce alanında meydana
gelmektedir. Düşünce ve iman alanı daima çatışma halinde sürüp gideceği için
Yüce Allah bunu burada açıklamaktadır:
(Eğer onlara, niçin alay ettiklerini sorarsan, elbette 'Biz sadece lafa
dalmış şakalaşıyorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun
peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?') [Tevbe/65]
En'âm/33 ayeti ile bu ayeti bir araya getirince, münafıkların kiminle,
ne ile ve nasıl alay ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bunun için yalanlamakla alay
etmek hemen hemen aynı manaya gelmektedir:
(Gerçekten onlar, kendilerine Hak geldiğinde onları yalanlamışlardı.
Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberi gelecektir). [En'âm/5]
Ayetin başında yalan sonunda da alay yer almaktadır. Allah,
"Yalanladıkları şeyin haberi gelecektir" demeyip, Alay ettikleri
şeyin haberi demiştir. Bu ayette alay, yalanlama yerine kullanılmıştır:
(Sonunda, Allah'ın ayetlerini
yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena
oldu). [Rum/10]
Aynı şekilde bu ayette de, yalan saymakla alay etmek, kötülük bakımından
eş manalı eylemler olarak kabul edilmiştir.
İnsanlar Allah'la alay edemezler, Allah adına peygamberle alay
edilmiştir.[68] Ancak
bu olay onların kişiliklerine değil, tam tersine getirdikleri mesaja yöneliktir.
Bu nedenle Tevbe/65'de yer alan Allah ile alay etmek eylemi, Allah'ın
gönderdiği mesajla alay etme anlamında yorumlanmalıdır.
Eğer bu yalanlamalar ve alaylar hakikatin karşısında bir engel teşkil
etme-selerdi, şimdi insanlık başka çizgide ve medeniyetin başka bir seviyesinde
olabilirdi. İnsanlık bu yalan ve alaylar yüzünden çok geri kalmış ve çok
günahlar işlemiştir.
Münafıklar, inananlarla nasıl alay ederlerdi? Bu sorunun cevabını şu
ayetlerde bulmaktayız:
Suç işleyenler, inananların üstüne kükrerlerdi. Onların yanından
geçtikleri zaman, birbirlerine kaş göz işaretleri yaparak, onları
küçümserlerdi. Ailelerine döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı. İnananları
gördüklerinde, 'Şunlar sapık insanlar' derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine
bekçi gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inananlar, kâfirlerin üzerine
kükrerler. [Mutaffîfin/29-35]
Kaş göz hareketleriyle küçümsemek, inananlara inancından dolayı deli
muamelesi yapmak, alay etmenin çeşitlerindendir. Birbirine yakın bir yerde
yaşayan insanların alayı bu şekilde olabilir ama, uzaklardan alay etmenin başka
metodlan vardır. Birbirini tanımayan gruplar, ideolojik bakımdan birbirleriyle
mücadelelerini sürdürürken, diğer gruplar hakkında senaryolar yazarak ve
onları tiyatro ve filmlerde oynayarak da alay ederler.
Günümüzde iletişim vasıtaları fevkalade çoğalmıştır. Ancak bu
vasıtaların belli güçlerin eline geçmesi belirgin tehlikeler taşımaktadır.
Düşüncelerinden dolayı insanlarla alay etmek, bir hamlığın, yobazlığın
ve seviyesizliğin eseridir. Alay etmek, insan onuruyla oynamak olduğu için büyük
günahtır. İnsanın, insana reva gördüğü bu muamelenin karşılığında Allah,
onlarla alay etmektedir. Onun için Bakara/l5'de Allah onlarla alay ediyor
buyuruluyor. Çünkü alay etmek 'tuğyan'dır. Tuğyan ise, aşın derecede isyan
etmektir.
Suyun sınırı aşıp taşması manasına gelen tuğyan, insan ilişkilerini
bozan taşkınlıktır. Taşkınlık içinde bocalar halde onları bırakmak suretiyle
Allah da onlarla alay etmektedir.
Allah da kendileriyle alay eder ve onları taşkınlıkları içinde bırakır,
bocalayıp dururlar.
İnsanın insanla alay etmesi, bir taşkınlık, bir isyan ve bir
bocalamadır. Bunu yapan insanları zamanla utanılacak hale düşürmesi ve böylece
alay edilecek hale gelmeleri, Allah'ın onlarla alay etmesidir.
İmandan sonra, fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte
onlar zalimlerdir. [Hucurât/11]
Ayıplama, kötü lakap takma gibi davranışları Yüce Allah fasıklık olarak
nitelendirmektedir. Bu günahtan ötürü tövbe edilmesini istemektedir. Tövbe
etmeyenleri de zalim olarak vasıflandırmaktadır. Müslümanlıkla münafıklığı
ayıran çizgide, insanların birbirlerini ayıplamaları yer almaktadır. Eğer bir
grup müslüman erkek ve kadın, alay etmeyi ahlâk edinirlerse, münafıklık alanına
girmiş olurlar. Bir müslüman, dinî hayatını, servetini ve statüsünü kullanarak
başkalarıyla alay edemez. Bunu yaptığı zaman müslümanlıkla münafıklığın
arasında yer alan fasıklık alanına girmiş olur. İşte, Yüce Allah yukarıda
zikrettiğimiz ayetleriyle, alayın bir alameti, ahlâkı olduğunu söyleyerek,
müslümanların nasıl davranmaları gerektiğini anlatmakta, öğretmekte ve
eğitimini yapmaktadır.
[69]
16. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın alanlardır. Onların
bu ticareti kazançlı olmamış, kendileri de zafere erecek değillerdi.
Yukarıda zikrettiğimiz münafıkların davranışları bu ayette tek bir
kavramla: dalâlet kavramıyla ifade etdilmektedir. Yoldan sapmak, haktan sapmak,
hata etmek, kaybolmak, mahvolmak, batıl olmak, bir şeyi gömmek, Allah'ın
dininden sapmak, şaşkınlık manalarına gelen dalâlet kavramı, münafıkların
davranışlarına verilen bir sıfattır.
Dalâlefin karşıtı olan ve gündüz, yol, doğru yol manalarına gelen
hidayet kavramı, münafıkların davranışlarının zıddını ifade etmektedir.
Hidayet, aynı zamanda zafere giden yol demektir. Dalâlet de, insanı mahva ve
mağlubiyete götüren sapık yoldur.
Allah bu ayette, münafıkların, inanç ve davranışlarıyla kendilerini Allah'tan
uzaklaştıran yolu tercih ettiklerini, onu satın aldıklarını; o yolun uğruna
doğru yolu bıraktıklarını vurgulamaktadır. Yüce Allah bu işlemi ticaretle
örneklendirmektedir. Bu ticaret, çürümüş ve işe yaramayan malı satın alan,
bunun yerine sağlam ve işe yarayan mallan bırakan adamın ticareti gibidir.
Aslında hidayet, evrensel değerlerin oluşturduğu bir değerler
sisteminin adıdır. Hidayet insanın nefsine, şeytana ve sapık fikirlere karşı
aklın kazandığı zaferdir. Bu zafer insanı Allah'a götüren başarının kendisidir.
Münafık, insanı Allah'a götüren yolu bırakıp, O'ndan uzaklaştıran yolu
satın almakla iflas eden bir tüccar gibidir.
Dikkat edilirse, satın alma eylemini insanın kendisi yapmaktadır.
Bundan dolayı da sorumludur. Bu öylesine bir satın alma eylemidir ki, bir daha
zafer yolunu, ticaret yolunu, başarı yolunu bulma ihtimalini de
kapatmaktadır. (Doğru yolu da
bulamadılar) ibaresi, bunu ifade etmektedir.
[70]
17. Onların durumu, bir ateş yakan kimseye benzer. O ateş yanıp etrafını
aydınlattığı zaman, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları
karanlıklar içinde bırakır.
Allah, yukarıdaki ayetlerde münafıkların özelliklerini zikrettikten
sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır. Münafıklık onların önünü karartmakta,
akıl ışıklarını söndürmekte ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözleri kör,
ışıksız ve karanlıkta kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkansızdır.
Hidayet, insanın kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydınlatır,
nerede olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak ve amaca
ulaşmak mümkün değildir. Münafık hedefi şaşıran ve amaca ulaşamayan kişidir.
Yüce Allah münafıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte
ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir araya gelmiştir.
Ateş kelimesi burada ışık manasında kullanılmaktadır. Yolunu kaybeden
insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar anlasınlar. Diğer taraftan ateş,
yolunu ormanda kaybetmiş insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı
zamanda o, soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır.
Ayrıca ateş, yemekleri pişirip, yenecek hale getirir.
İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini
tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin
arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan aklın
ışığına onlaryanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın
ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun hale getirir. İkili oynamaları, iman
etmediği halde iman ettik demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs
etmeleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham
etmeleri, inananlarla alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmış
olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını söndürmektedir. Onları,
artık göremeyecekleri karanlıkların içine terketmektedir.
Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara asla
girmezler. Demek ki, münafıkların zoru akıllarındadır. Beynindeki ışığı sönen
insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve insanlığın neresinde olduğunu
bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı ferdi olduğu kadar toplumsaldır da.
Fertlerin akıl ışığı, birleşince toplumu aydınlatır.[71]
18. onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.
Bakara suresinin bu ayetinde, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından,
bir grup insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece ayet, toplumsal ışığa
ve toplumsal görmeye işaret etmetedir.
Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple geri dönemezler.
Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının
birlikte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı
aktı denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak görev
yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur. Allah parçalan zikrederek,
bükünü (insan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.
Allah sağır kavramıyla münafıkların dinlemediklerini, gerçeğe kulak
vermediklerini, uyanlara karşı aldınş etmediklerim kasdetmektedir. Onlar
öylesine sapık bir yola grrererek öylesine mesafe alırlar ki, yapılan uyanları
duymaz hale gelirler.
Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulaklan sağırlaştınr:
(Kulaklanmızda ağırlık vardır).[72]
(vekrun) kavramı, kulağı ağır
işitmek, duymamak, sağır olmak anlamlannı ifade eder.
Ayetteki sağırlık, manevî sağırlıktır. Gerçeğe karşı insanlann
takındıklan menfî bir tavır ve tepkidir. Ayette bu itirafı, tepkiyi
gösterenlerin kendileri yapmaktadır. Hz. Peygamber'in yaptığı uyan, getirdiği
ışığa ve müjdeye karşı olan-lann çok uzak mesafedeymiş gibi tepki
göstermelerini ifade etmektedir. Allah, Hz. Nuh'un davetine kavminin benzer bir
tepki gösterdiğine de işaret etmektedir:
(Onları ne zaman davet ettiysem parmaklannı kulaklanna tıkadılar).
[Nuh/7]
Kulakları tıkamak ve dinlememek, bir insana gösterilecek tepkilerin en
ağındır, gerçekten kaçışın ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok
zordur; hatta imkansızdır denebilir.
Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki
kulaklarında ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı
bir azabın müjdesini ver. [Lokman/7]
Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin arkasındaki neden kibirdir.
Ayet, Allah'ın ayetleri okunduğunda, kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik
yapısını açıklamaktadır. Ayetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki
büyük nedeni vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir dinlememeye
>ebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir. Bu davraniş
biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu olabilirler. Sanki işitmemiş
veya kulaklarında sağırlık varmış gibi davranarak, kibirle ayetlerden
uzaklaşmak, insanı elim bir azaba götürmektedir.
(Onlar dilsizdirler).
Doğuştan dili tutuk manasına gelen bu kavram, cehaletten veya kasden
konuşmamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı
vardır. Dilsizler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak
bir şey bulamaz.
Dil kavramı, gönül manasına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri
anlatır. Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması,
bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple dil kültürün en önemli vasıtası
ve unsurudur. Allah buna şöyle işaret ediyor:
(Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir
şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür). [Nahl/76]
Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz
insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne tâbi olarak onlara
yük olurlar. Manen sağır ve dilsiz olanlar, manevî hayat, peygamber ve Allah
için yüktürler. Kibirli ve iş göremeyen insanlar tabii olarak insanlığa yük
olacaklardır:
(Onları nereye gönderseniz bir hayır getiremezler). [Nahl/76]
Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer kültürün temelidir.
Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler sistemi ve hayat nizamıdır.
Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük kazanır ve hayat bulurlar.
Bakara/l8'deki “Bukmun” kavramını, 17. ayetle birleştirerek şu genellemeyi
yapmak mümkündür: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta
kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde kalan
ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa
yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir:
(Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve
dilsizlerdir). [En'âm/39]
Allah'ın ayetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz bir halde
karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış, akıl ve gönül
ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı bir iş üretemezler.
(Onlar kördürler)
Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın, gözü görse bile kalp gözü
kördür. Karanlık içinde kalan insanın gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi,
kalp gözü kör olan münafığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.
Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri
çevirmez, geri dönmek istese bile dönemez:
(Onlar geri dönemezler).
Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar;
dilsizdirler, yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler, bir çıkış
yolu bulamazlar. Ayetteki dönemezler ifadesini, başka bir ayetle tefsir
edebiliriz:
Hidayet çağrısına kulak vermeyen kâfirlerin durumu, sadece çobanın
bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır,
dilsiz ve kördürler. Bu sebeple akıllarını kullanıp düşünemezler. [Bakara/171]
Dönemezler demek, "akıllarını kullanıp düşünemezler"
demektir. İnsanın girdiği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda
olduğunu anlaması gerekir.
Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl
başarabilir?
Münafıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir? Bu soruya
Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir:
Sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır; hidayeti satıp dalâleti satın
almaları; bulundukları yerde çakılı kalıp, ileri mi geri mi gideceklerini
bilememeleri ve bu nedenle başlangıç noktasına dönememeleridir.[73]
Bize göre münafıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır.
Münafıkların ahlâkını çifte standar, bilinçsizlik ve dalâleti hidayete tercih
etmek gibi yanlış bir manevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu ahlâktan dönmelerinin
imkanı yoktur.
Dönemezler ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz.
Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden hareket ederler.
Fakat eğitim süreci ilerledikçe, bazı insanların eğitilemeyeceği ortaya çıkar.
Bakara/6'da Uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler ifadesi ile 18. ayette
yer alan dönemezler ifadesi bazı insanların eğitilemeyeceklerine işaret
etmektedir. Sağır, dilsiz, üstelik kör olan, akıl ışığından da yoksun olan
insanın eğitilmesinin imkansızlığı vurgulanmaktadır. Çünkü eğitim-öğretim
göze, kulağa, beyne ve gönle hitap etmelidir. Bunlardan yoksun olan insanın
eğitilmesi imkansızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı aydınlığa
çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamaz-lar. Dönemezler
ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim
ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatım da yenileyemez.
Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim, bir
atılım ve bir beceri işidir. Münafık, bütün bu oluşumlara kapalıdır.
[74]
19. Yahut, onların durumu, gökten sağanak halinde boşalan, içinde
yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş insana
benzer. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
1. Allah, münafıkların
durumunu, manevî yapılarını anlatırken tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür
benzetmeler, ortaya konulmak istenen gerçekleri daha iyi anlamamız için
yapılmaktadır. İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha
kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştırmalar yaparak insan idrakini
harekete geçiriyor. İç aleminin dengesi bozulmuş insanın yaşadığı manevî
fırtınalar ile tabiat alemindeki fırtınalar birbirine oldukça benzemektedir.
Onun için din eğitimcileri manevî konulan, dış alemden örnekler vererek
anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi vasıtasıyla, manevî oluşumların isbatına
gidilmelidir.
Dış alemin kanunları ile insanın iç aleminin kanunlarının çakıştığı
noktada hakikat meydana çıkar:
İnsanlara dış ve iç alemlerindeki kanunlarımı öğreteceğim
(göstereceğim) ki, Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin
her şeye şahit olması yetmez mi? [Fussılet/53]
Allah, Bakara/l9-20'de dış alemdeki tabiat olaylarının kanunlarını anlatmakta
ve bununla da münafıkların iç alemlerindeki oluşumları izah etmektedir.
2. Ayette geçen gök kavramını,
psikolojik, ya da metafizik manada ruhlar ve akıllar alemi[75]
şeklinde anlayabiliriz, O zaman ayette yer alan (say-yib) kelimesi Fahruddîn
Râzî'nin anladığı gibi iman ve Kur'an[76]
manasına gelir.
Bu durumda gök 'akıl' olunca, ayetteki karanlık ve gök gürültüsü de,
münafıkların tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da
beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münafıklar), aklın öğretilerinden
tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine rahmet olarak inen bu
hakikatleri kabul etmek, nefislerine çok ağır gelecektir. İşte bu ağırlık
nedeniyle münafıklar, aklın bu gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulaklarını
tıkayacaklardır.
Eğer gök, ilahî alemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur'an'ın kendisi olur.
Kur'an bir rahmet olduğuna göre, ayetteki yağmur Kur'an'ın rahmet olmasına
işaret etmektedir.
Bu durumda ayeti, "Kur'an'ın öğretileri münafıklara ağır geldiği
için, onu karanlık ve gürültü olarak değerlendireceklerdir" şeklinde
anlayabiliriz.
3. Afetler şeklindeki tabiat
olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve onda bir ölüm psikolojisi
doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya ayetteki
tabiri ile ona karşı "kulaklarını tıkamak"tır. Bu ise gerçeğin
kabullenilmemesini ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Allah,
münafıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme
ile ortaya koymaktadır.
Kur'an gerçekleri karşısında münafıklar, kulaklarını tıkayarak kendi karanlık
dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılamaktadır. Çünkü onlar
cehaletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kur'an öğretilerinin meydana getirdiği
o fırtına, cehaletin tüm putlarını yıkmaktadır. Bu da münafığın ve münafıklığın
yok olması demektir.
[77]
20. Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı
onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah
dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz
Allah, her şeye kadirdir.
Kur'an'ın getirdiği aklın ışığı, münafıkların iç alemi için
yıldırımları andırmaktadır, münafıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve
aydınlatma süresi oranında, Kur'an'm ve aklın ışığından istifade ederler. Nefis
tarafından karartılmış kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana
gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münafık,
"iman ettim" diyor, fakat az sonra karanlığa gömüldüğü için, bunu bir
serap kabul ederek, bu anlık imanının bir aldanma olduğu sonucuna varıyor.
Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar.
Bu nedenle Allah, münafığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın
ışığından yeterince istifade edememesine bağlamaktadır.
5. Münafıklar, Kur'an'ın
ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini kör edecekmiş gibi davranırlar. Akim
ve Kur'an'ın nuru, onların gözlerine ağır gelir ve o nura tahammül edemezler.
Yüce Allah "Dileseydim onların işitme ve görme duyularını
giderirdim" buyuruyor. Gidemediğine göre, onların yine de Kur'an'ın ve
aklın ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık
bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler
yaşayabilirler.
6.
Karanlık çökünce dikilip
kalırlar ifadesi, aklın ve Kur'an'ın getirdiği faydalan anlayıp onlardan
istifade edemeyince, dinin kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve
Kur'an'ın öğretilerinin onlara getirdiği faydanın farkına varamamaları ve
onlardan istifade edememeleri, münafıkların gönlünü karartmaktadır. İşte bu
karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdurmakta ve içeriye girmelerini
engellemektedir.
(Şüphesiz Allah her şeye kadirdir).
Yüce Allah, Bakara suresinin baş kısmında yer alan münafık ve
kâfirlerin durumunu anlatan ayetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye
kadirdir buyuruyor. Müfessirler ayetteki şey kavramı üzerine durarak içini
doldurmaya çalışmaktadırlar. Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan
açıklamaya çalışacağız.
Bakara/7'den itibaren, Yüce Allah'ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye
kadir olduğunu belirtmek için, ayetin sonunda Allah her şeye kadirdir
buyu-rulmuştur.
Yüce Allah, hak ettikleri takdirde insanların kalbini ve kulaklarını
mühürleme ve gözlerine perde çekme; münafıkların manevî hastalığını artırma,
Kur'an gerçekleriyle alay etmelerine karşılık münafıklarla alay etme; münafıkların
nurunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve dilediği takdirde
onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne sahiptir. İşte bu eylemleri
yapabilecek olan Allah, her şeye kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara/l'den
Bakara/20 ayetine kadarki bütün konular, her şeye kadir olan Allah'ın hükmüyle
karara bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların, kâfirler
ve münafıkların iç alemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu güce sahip olmayan
insanların, birbirlerini kâfir ve münafık diye itham etmelerinin doğru olmayacağı
da, zımnen anlamamız gereken bir gerçektir.
[78]
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan rab-binize kulluk
edin ki, korunasınız.
Allah Teala Bakara/2l'de bütün insanlığa hitap etmekte ve onları
kulluğa çağırmaktadır.
Ayetteki Kulluk edin ifadesine, şu manaları vermek mümkündür: A-be-de
fiili, boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek manalarını ifade etmektedir.
Nefis kelimesiyle biraraya gelince, insanın kendi nefsini hatası sebebiyle
ayıplayıp ikazda bulunması; ya da bir şeye yapışıp ayrılmaması manasına
gelmektedir. Bu durumda;
1. İnsan, diğer bir insanı abd
edinebilir. O zaman bu kavramın kölelik ile manalandınlması doğru olacaktır.
Nahl/75'de Yüce Allah, abd kavramını köle anlamında kullanmaktadır. Şu'arâ/22
ayeti de buna işaret etmektedir:
(O başıma kaktığın nimet de, İsrâiloğullanm kendine köle edinmiş
olduğundan ötürüdür, diye karşılık verdi).
Bu ayette Hz. Musa, Firavun'un İsrâiloğullanm kul köle edindiğini ifade
ederken abd kavramını fiil halinde kullanmıştır.
2. Abd kavramı, bütün
yaratılmışların kulluğu manasına da gelmektedir:
(Göklerde ve yerde olan herkes,
kul olarak sadece Rahman'a gelecektir). [Meryem/93]
3.
Kulluk yaratana ibadeti gerektirir. Halbuki
bütün gayret ve hizmetini dünya menfaatini elde etmek için veren ve maddî
değerleri kutsallaştıran insanların kulluğu, yaratana değil dünyayadır.[79]
4.
Abd kavramı, bilmek ve
tanımak manasına da gelir.[80]
Yüce Allah ibadeti bütün insanlara emrettiğine göre, mananın tanımak ve bilmek
şeklinde verilmesinde yarar vardır. Çünkü kulluğun ilk basamağı, tanımak ve
bilmekle başlar. Ancak büyüklüğü ve gücü tanınan varlığa ibadet edilebilir.
Demek ki cin ve insanın yaratılış gayesi, Zâriyât/56 ayetine göre, Allah'ı
bilmek ve tanımaktır. Bu nedenle İbn Abbas, Hâzin, Kâdî ve Nesefî, ayetteki
'ubudû emrini, "Allah'ı birleyiniz" manasına almışlardır.
Şimdi, Zâriyât/56 ayetine Hâzinin verdiği mana ile konumuz olan ayete
verdiğimiz manayı bir araya getirince, kulluk süreci de ortaya çıkmaktadır.
Bilmek, anlamak, birlemek ve ibadet etmek. Demek ki kul, Allah'ın var olduğunu
bilecek, O'nun kudretini anlayacak, sonsuz bir kudrete sahip olan bu varlığı
birleyecek ve O'nun ibadete layık olduğunu idrak edecektir. Bu şekildeki bir
yorum, bilmeyi, anlamayı, birlemeyi ve ibadet etmeyi abd kavramı içine
almaktadır.
Ayetin ikinci bölümü yukarıdaki manaya destek vermektedir: Sizi ve
sizden evvelkileri yaratan ibaresiyle Allah, kendisini tanıtmakta ve nasıl bir
güce sahip olduğunu bildirmektedir. Aslında bu yaratma eylemi, rab sıfatının
bir tezahürüdür: "Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinizi tanıyın,
bilin ve birleyin." Bu emir, insanın yaratılış gayesini tayin eden
Allah'ı bilmenin, ibadetle eylem haline dönüşmesini istemektedir. Bu manalardan
hareketle diyebiliriz ki, kulluk önce beyinde bilmekle başlıyor, sonra gönülde
birlemekle devam ediyor ve nihayet organlarla ibadet şeklinde doruk noktasına
ulaşıyor. Demek ki, Bakara/21 'de yer alan 'ubudû emri, beyin, gönül ve
organların birlikte faaliyetini içine almaktadır.
Diğer taraftan Allah, yaratıcılık sıfatını vurgulamak suretiyle,
insanın bundan aciz olduğuna, dolayısıyle ibadetin ve sakınmanın ancak gerçek
yaratıcıya yapılacağına işaret etmektedir.
Hz. Peygamber'e indirilen ilk ayetler de yaratma sıfatı ile
başlamaktadır:
(Oku, o Rabbinin ismiyle ki, yaratıyor; insanı yapışkan bir maddeden
yaratıyor). [Alak/1-2]
Demek ki, insanın bilmesi ve anlaması gereken sıfatların başta geleni,
Allah'ın yaratıcılığıdır. O'nun yaratıcılığı, insanı acze düşürmekte ve bu da
insanı imana götürmektedir. Böylece kulluk, bu bilincin getirdiği acizliğin
üzerine oturmaktadır.
Bakara/21 ayeti, Umulur ki, korunursunuz ifadesiyle son bulmaktadır.
Ayette 'korunma', takva ile ifade edilmektedir. Tabir caizse takva bütün kulluğun
çekirdek ve özünü oluşturmaktadır. Bu kavramı açtığımızda onun çeşitli
tezahürlerini görebiliriz.
[81]
Kur'an'da takva kavramının çekirdeğini Şems/8'deki takva kavramı teşkil
etmektedir:
(Fücurunu ve takvasını ona ilham edene...)
Bu ayette, takva kavramının zıddı olan fücur kavramını da görüyoruz.
Yalan söylemek, zina etmek, haktan ayrılıp yan çizmek, suyu akıtmak,
muhalefet etmek manalarına gelen fücur kavramı, Kur'an'da pınar akıtmak
[İsra/90, Kamer/12, Bakara/60]; şafak vakti [Fecr/1]; zâni ve günahkar [İnfitâr/14,
Abese/42] anlamlarını ifade etmektedir.
Bütün bu anlamları bir araya getirip şu genellemeyi yapabiliriz: Yüce
Allah'ın insanın tabiatına koyduğu günah işlemeye açık olma özelliğine fücur
denilebilir. Zira Allah Şems/8'de, fücur'u nefse yerleştirdiğini söylemektedir.
Takva ise, fücur'un tam tersi bir özelliği ifade etmektedir, yani
günahtan, iyyandan ve haktan ayrılmaktan korunma manalarına gelmektedir.
Islah edip düzene sokmak, koruyup gözetmek, Allah'ın azabından korkmak,
çekinmek, muhafaza etmek, saygı duymak manalarına gelen takva kavramı,
cahiliye döneminde, canlı varlıkların dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete
karşı kendisini savunma davranışını ifade ediyordu.[82]
Takva'nm, varlıkların kendilerini dış etkilere karşı savunmaları
manasından hareketle şu yorumu yapabiliriz: Hayvanlar, kendilerini dış
etkilere karşı koruyacak organlara sahiptirler.
Buna karşılık Yüce Allah, insanın biyolojik yapısına, dışarıdan gelecek
mikroplara karşı bir savunma mekanizması koymuştur. Tıbta buna "bağışıklık
sistemi" denmektedir. Vücuda giren mikroplan yok etme özelliğine sahip
olan bu sistem, bazen yeterli düzeyde savunma yapamayınca, vücut hastalanır.
İlaçlar vasıtasıyla bağışıklık sistemi desteklenir ve hastanın iyileşmesi temin
edilir.
İşte bu bağışıklık sistemi, biyolojik yapıyı hastalıklara karşı korur,
deyim yerinde ise bünyemizin takvası olur.
Bu benzetmeye göre Şems süresindeki fücur, insanın mikroba ve hastalanmaya
açık olmasını; takva da mikroba ve hastalığa karşı bağışıklık sistemine sahip
olmasını ifade etmektedir.
Yukandaki yorum takva'nın maddî boyutunu göstermektedir. Takvanın bir
de manevi boyutu vardır. İnsana nefsinden, şeytandan ve diğer insanlardan gelen
kötü etkilere karşı, manevî dengesinin bozulmamasını temin eden manevî
bağışıklık sistemine takva diyoruz.
Yüce Allah, insanın iç alemine, tâ doğuştan, manevî etkilerin cinsini,
boyutunu, rengini ve tonunu ayırt edecek bir meleke yerleştirmiştir. Şems/8'de
yer alan takva kavramı, bu melekenin, yani bağışıklık sisteminin insanda mevcut
olduğunu ifade etmektedir:
Ey inananlar! Eğer Allah'tan sakınırsanız, O, size hak ile batılı
ayırdedecek bir anlayış verir). [Enfal/29]
Bu ayette takva ile furkan, ayırt edici olma özellikleriyle aynı manayı
ifade etmektedir. Takva'yı (manevî bağışıklık sistemini) geliştiren ve çalışır
halde tutan insan, dışarıdan gelecek olan etkilerin Rahmanı mi, şeytanî mi olduğunu
ayırt edebilir. Demek ki takva, bir bilinç, bir anlama, bir bilme ve bir ayırt
etme melekesidir. Onun içindir ki Fahruddîn Râzî, "Takva ilmin
mey-vesidir. Şu halde takva, ancak alim için söz konusudur"[83]
demektedir.
Fahruddîn Râzî, bilgiden takvaya giden yola dikkat çekmekte, bilen
insanın da, kendisine gelecek olan çeşitli etkilerin kaynağını, içeriğini ve
derinliğini anlayabilecek basîreti ve şuuru yakalayan insan olduğuna işaret
etmektedir.
Bakara/2l'deki 'ubudû kavramının biliniz manasından hareketle, ayetin
sonunda yer alan takva kavramını açarsak, Râzfnin haklı olduğu ortaya
çıkacaktır. Hâzin'in Zâriyât/56 ayetinin sonunda yer alan "beni bilmeleri
için" şeklindeki yorumunu bu ayetin ışığında değerlendirdiğimizde, bilgi
ile takvanın derinden bir ilişki içinde oldukları ortaya çıkar.
Yukarıda yapılan açıklamalardan şu genellemeyi yapmamız mümkündür:
Şems/8'deki takva, doğuştan getirdiğimiz takvadır; ki bu, insanın tabiatına
önceden Allah tarafından yerleştirilmiş bir bağışıklık sistemini ifade eder.
[84]
Bir de sonradan kazanılan takva vardır. Bu da ancak eğitimle
kazanılabi-lir. Manevî eğitim, insanın doğuştan getirdiği takvayı geliştirir,
gelişen takva ise, bireysel davranışlarımızla sosyal hayata yansır.
Sonradan kazanılan takva, hangi inanç ve davranışlarla elde edilebilir?
Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Sonradan kazanılan takva'nın temelinde,
gayba, bütün peygamberlere indirilen vahye ve ahirete iman [Bakara/3-4] vardır.
Bu inanç sistemi bize şu amelleri kazandırır: Namazı kılmak, infak etmek
[Bakara/3; Âl-i İmran/133-134]; Allah'a ve Resûlü'ne itaat etmek ve O'nun
yolundan yürümek [En'âm/151-152, Hac/32]; ahde vefa [Tevbe/7, Nahl/91];
Kur'an'dan öğüt almak [Nur/34]; basiret sahibi olmak [A'raf/201, En'âm/104];
düşünmek [A'râf/201]; ahireti tercih etmek [En'âm/32]; Allah'tan sakınmak [Âl-i
İmran/102, Tegâbün/16]; gerçek dost olmak [Zuh-ruf/67]; kinini yutmak ve
insanları affetmek [Âl-i İmran/134].
Yukarıda belirttiğimiz inanç ve amellerle insan, doğuştan getirdiği
takvayı geliştirmekte ve onu doruk noktasına ulaştırmaktadır.
Bakara/l 77'de iyiyi yakalayan insanın takvaya ulaşabileceği açıklanmaktadır:
İyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmenizde değildir. Asıl
iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden,
sevdiği malını akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara,
ihtiyaçtan dolayı dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan,
zekatı veren, sözleştik-lerinde sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta
ve savaş anında sabır gösterenin iyiliğidir. İşte bunlardır o doğru olanlar ve
takva sahibi bunlardır.
Demek ki takva, iyiyi yakalamakla elde edilmektedir. İman, yardım
etmek, namaz kılmak, ahdinde durmak ve sabretmek, takvanın temellerini ve
çatısını oluşturmaktadır.
Yüzünü doğuya ve batıya çeviren taklitçi insanlar takvaya ulaşamazlar.
Takva ağacı insanın gönlünde kök salar; dallarıyla da, topluma ve sonuçta Allah'ın
rızasına uzanır.
Başkalarının düşünce ve yapıp etmelerine bağlı kalanlar bu ağacı
besleyemezler. Onun içindir ki Allah, doğu ve batıya dönmenin iyilik
olmadığına işaret etmiş ve iyiliğin gerçekte ne olduğunu ayetiyle
açıklamıştır. Bu nitelikteki takvanın adına "sosyal takva" da
diyebiliriz.
Sonradan elde edilen takvanın, ancak toplumsal hayat içinde oluşabileceği
bir gerçektir.
Tekrar hatırlamak gerekir ki, Şems/8'deki takva, insanda doğuştan
mevcut olan potansiyel bir meziyettir.
Psikolojik ya da ferdî manada takva, veya diğer bir ifadeyle,
Şems/8'de, doğuştan iç dünyamıza yerleştirildiği bildirilen takva, kesin ve
bilkuvvedir. Sonradan elde edilen sosyal takva ise, bilfiil olup insan
iradesine bağlı olduğu ve ferdin içinde bulunduğu toplum yapısına göre
şekillendiği için ihtimal dahilindedir. Bu nedenle doğuştan gelen takva her
insanda bulunduğu için evrenseldir, ama sonradan kazanılan takva izafidir;
fertten ferde ve toplumdan topluma değişmektedir. Diğer bir ifade ile ferdin
biyolojik, psişik, sosyal ve kültürel yapısına göre oluştuğu için farklı
dereceler halinde gerçekleşmektedir. Bu sebeple de izafidir.
[85]
Demek ki, doğuştan getirilen takvanın geliştirilmesi ve onun topluma yayılması
bir eğitim meselesidir. Eğitim, kişiye, önceden belirlenmiş kurallar
vasıtasıyla davranış kazandırma, davranış değiştirme ve davranış geliştirme
işlemi veya kişiyi daha sonra gelmeyi arzu ettiği yere uygun olarak önceden
hazırlama faaliyeti olduğuna göre, bu durumda Kur'an'ın eğitime önerdiği ana
hedeflerden biri, insanın içinde var olan bu manevî bağışıklık sistemini
geliştirip nihaî noktasına ulaştırmak ve topluma mal etmektir.
Takva denen manevî dereceye ve ruh olgunluğuna eğitimle ulaşmak mümkündür.
Ancak eğitimle elde edilecek bu hedef, kesin olmayıp, ihtimâl dahilindedir.
Zira eğitimin hammaddesi insan olduğu için, herkesin bu ruh olgunluğuna aynı
sürat ve kalitede ulaşması mümkün değildir. Takvayı oluşturan davranışları
insan yapacağına; insanı bu davranışlara yöneltecek olan araç da eğitim
olacağına göre, sonucun kesin olarak elde edileceğini ummak mümkün değildir.
Fail olarak insan, araç olarak da eğitim, bu etkileşimli süreçte, zorunlu
değil, muhtemel bir verimliliği sağlayabilecek faktörlerdir. İnsanı, eğitim
vasıtasıyla takvaya ulaştırabilmek için şu yolları izlemek gerekir:
[86]
Yüce Allah, En'âm/51'de şu emri vermektedir: (Rableri huzurunda
toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an'la uyar ki, onların Rable-rinden
başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. Umulur ki, onlar sakınırlar).
Ayetin analizi yapıldığında şu esasları yakalamamız mümkün olacaktır.
Kur'an, insanların ahiretle ilgili aşın korkularını gidermek, kimin dost ve
şelatçi olabileceği fikrini öğretmek ve insanların takva gibi bir ruh
olgunluğuu elde edebilmeleri için onları Allah'ın ay ederiyle uyarmanın önemi
ve zonluluğu üzerinde durmaktadır. Ahiret korkusunda aşın gitmek, insanın ruh-i
dengesini bozmaktadır. Bu da insanın takvaya ulaşmasını engellemekte İnsan
Allah'tan başkasını şefaatçi ve dost olarak görmemelidir. Aksi xdırde imanına
şirk katmış olacaktır. Aşın korku ve şirk, takvanın azılı düşmanıdır. İşte bu
dengesizlikleri gidermenin yolu ve metodu, insanları Kur'an'la uyarmaktır. Bu
yanlışlardan insanı uzaklaştırmak ve takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaştırmak,
ancak Kur'anî bilgi ile gerçekleşebilir.
Hz. Peygamber, Kur'an'la uyarma emrine muhatap olduğuna göre, Kur'an'ı
ve onun sünnetini takip eden din adamlarının da aynı metodu takip etmeleri
gerekmez mi? Din adamları, insanları kendi fikir ve zanlan doğrultusunda
eğitmeye kalkarlarsa, insanların takvaya ulaşmalarını ortadan kaldırırlar.
İnsanları kendilerine kul yapmaya çalışanlar, takvanın temel ilkesi olan
tevhidi yaralamış olurlar. Onun içindir ki, din adamları, ayetin sonunda yer
alan Umulur ki sakınırlar) ifadesini iyi anlayıp ayetin vermek istediği
iyimser beklentiye paralel olarak, eğitimlerinde ümit verici ve iyimserlik
telkin edici bir tarzı benimsemelidirler. Yüce Allah'ın Peygamber'ine gösterdiği
metod da budur.
Dinî eğitimde Kur'an'ın öne alınması Kâf/45 ayetinin de emridir:
(B\z, onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz; sen onlar için bir
zorlayıcı değilsin; öyle ise sen, tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver).
Öğüdün Kur'an'la yapılmasının önemine dikkat çeken bu ayet, hem Hz.
Peygamber'in ne yapacağına ve hem de din görevlilerinin ne yapması gerektiğine
ışık tutmaktadır. Demek ki, Kur'an ile nasihat etmek bir tercih değil, Allah'ın
emridir. Bu emir Hz. Peygamber'in metodunu da belirlemiştir.
İnsanlara, yaptıkları amellerin zararlarım görmeleri ve azaptan
sakınabilme-leri için, Kur'an'la öğüt vermek bir zorunluluktur. Bu konudaki
ayet şöyledir:
Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri ve dünya hayatının kendilerini
aldattığı kimseleri kendi hallerine bırak. Ve Allah'tan başka dost ve
yardımcısı olmayan kimsenin, yaptıklarından dolayı felakete sürüklenmemesi için,
Kur'an'la öğüt ver. Çünkü onun Allah'tan başka bir dost ve yardımcısı olmayacak
ve her fidyeyi verse dahi kabul edilmeyecektir. Bunlar kendi kazandıkları
yüzünden helake uğrayan kimselerdir. [En'âm/70]
Helak olmanın eşiğine gelen insanın manevî yapısında derin bir değişme
meydana getirecek olan gücün Kur'an'da olduğuna dikkat çeken bu ayet, aynı
zamanda insanların değişme ihtimalinin daima mevcut olduğuna da işaret
etmektedir. Dün eğitimcilerinin, daima böyle bir ihtimalin varlığına dikkat
etmeleri gerekir.
Ayet Kur'an'ın koruyuculuk özelliğine dikkat çekmektedir. Koruyuculuk
özelliği ile Kur'an, insanın takva yönünü geliştirmektedir. Dinini alaya alan,
dünya hayatına aldanan ve yaptıklarından dolayı helakin eşiğine gelen insanı
ancak Kur'an öğüdü kurtarabilir. Bu nedenle Yüce Allah, Hz. Peygamber'e
Kur'an'la öğüt vermesini emretmektedir.
[87]
İnsanı eğitmek en zor işlerden biridir. Onun için eğitim Kur'an'da bir
sanat olarak takdim edilmektedir. Bunun zorluğu eğitilenin tepkisinden geldiği
gibi, sonucun hemen alınamamasından da kaynaklanmaktadır. Öyle ise, insanları
takva denen ruh olgunluğuna ulaştırmak bir gayret ve sabır işidir. Değişim ve
yenilenme uğruna beslenen ümidin getirdiği beklenti ve sabır, en önemli
metodlardan biridir.
A'raf/164 ayeti, insanların, kötü etkilerden ve Allah'ın azabından
korunma ihtimalini ısrarla takip etmelerini emretmektedir:
(İçlerinden bir topluluk: Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli bir
şekilde azap edeceği bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz? dedi. Dediler
ki, Rabbimize mazeret için, bir de belki korunurlar diye).
Ayet yaşanmış bir tecrübeyi naklederek din adamlarına, insanların değişimi
konusunda kötümser olmamalarını öğütlemektedir. Bazı insanlar, kötülükleri
gözleyerek insanların doğru yola gelmeyecekleri kanaatini besleyebilirler; ama
din eğitimcileri, insanların takva'ya ulaşabilecekleri ümidini elden
bırakmamalıdır. Kötümserliği bırakıp insanları uyarmak, yola getirmeye
çalışmak ve onların problemlerini dert edinmek, erdemli din adamlarının işi
olmalıdır.
Toplumun helak olacağı konusunda herkesin kötümser olduğu bir dönemde
insanların ıslah olacakları, kötülüklerden korunacakları ümidini canlı tutmak
büyük bir önem arzetmektedir. Söz dinlemeyen, öğüt almayan ve yanlışlara
dalmaktan geri kalmayan insanlara nasihat etmenin, boşuna nefes tüketme
olduğunu iddia edenlere karşı görevlerini yerine getirmenin rahatlığı içinde,
onların ıslah olma, ittika etme ihtimallerinin bulunduğu ümidini yitirmeden,
öğüt ve eğitimlerine devam etmeleri, vazgeçilmemesi gereken bir metodtur.
Bugün inkar edenin yarın inanma ihtimali yok mudur? Bu sorunun cevabını
En'âm/69'da bulmaktayız:
(Onlann hesabından Allah'tan korkanlara bir sorumluluk yoktur. Ancak,
sakınıp vazgeçmeleri ümidiyle onlara bir uyan ve öğütle görevlidirler).
Günahkarların işledikleri günahlar konusunda, takva'ya (ruh olgunluğuna)
ulaşanların üzerine hiçbir sorumluluk yoktur. Ama, takva'ya (ruh olgunluğuna)
ulaşanların onlara öğüt verme göreviyle karşı karşıya bulunduklarını söyleyen
ayet, günahkarların sakınma ihtimalinin daima mevcut olduğuna da dikkat
çekmektedir.
[88]
Aklını kullanmak ve düşünmek, insanı Allah'ın doğru yoluna götürür.
Doğru yolun nihaî olarak varacağı yer ise takva'dır (ruh olgunluğudur).
İnsan, aklını hangi konular üzerinde yoracak ve neler üzerinde
düşünecektir? En'âm suresinde Yüce Allah haklan sayarak, onlann üzerinde
düşünülmesini istemektedir. Çünkü orada sayılan haklar, Allah'ın doğru yolunu
(sırât-ı müstakîm'i) teşkil etmektedir. O doğru yolun takibi de, insana
takva'yı (ruh olgunluğunu) sağlamaktadır.
Nedir o haklar? Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı,
hayat hakkı, yetim hakkı, adalet hakkı, doğruyu konuşma hakkı, Allah'a verilen
sözü yerine getirme hakkı. [En'âm/151-152]
İşte takva, akıl sahiplerinin bu konular üzerinde düşünmesiyle, kafa
yormasıyla ve onlan hayata geçirmesiyle elde edilecektir. Demek ki takvaya giden
yol, ayette ifade edilen haklar üzerinde akıl yormak ve düşünmekten geçmektedir.
Bu haklann ördüğü doğru yolu takip etmemek, insanı tefrikaya götürecektir.
Tefrikaya düşen insanlar da, akıllanm kullanıp düşünmediklerini ifade etmiş
olmaktadırlar. Bu anlamda Yüce Allah, En'âm/153'de insana akimi kullanmasını,
böylece düşünme ve takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaşmasını emretmektedir.
[89]
Takva kavramının içinde, Allah'a karşı duyulan sevgiden dolayı, onu üzmekten
çekinmek manası da vardır. Allah'a karşı işlenen günahlann karşılığında hangi
cezalann olacağının bilinmesi, insanı o davranışlardan sakındı-
racağı için, Kur'an bu cezalan açıklamaktadır:
İşte böylece, biz onu Arapça bir Kur'an olarak gönderdik ve onda
tehditleri türlü şekillerde açıkladık. Belki sakınırlar, ya da bu onlarda bir
düşünme meydana getirir). [Taha/113]
Bu ayetten şu sonuçlan çıkartabiliriz:
1. Cezalan açıklamak, hangi
davranışa ne tür ceza verileceğinin belirlenmesi, bir eğitim meselesidir.
Davranış bozukluklarından, insanın hem kendini, hem diğer insanlan uzak tutmak
için, cezanın caydıncı özelliğinden istifade etmek gerekir.
2. İnsanı olgunlaştıracak
eğitimin "ana dil" ile yapılmasının zorunluluğuna işaret eden ayet,
cezaların neden ve niçininin ancak bu yolla net bir şekilde anlaşılacağını
kanıtlamaktadır. Cezaya en son çare olarak başvurulmalıdır.
3.
Cezalann neden ve niçinini
açıklayan Kur'an'ın diğer bir hedefi de, düşünceyi yeniden harekete
geçirmektir:
(Onlarda bir düşünme meydana getirir). [Taha/113]
Zira olaylan sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamak bu yolla mümkündür:
İnsanın kendi davranışlan üzerinde düşünmesi ve onlann kritiğini yapması,
olgunlaşıp takvaya ulaşmasının önemli basamaklanndan biri, hatta olmazsa
olmazlanndandır. Takva çekinme hareketidir, ama o hareketi meydana getiren
güç, düşüncedir.
Bakara/l79'da da, hukukî cezalann uygulanmasının fert ve toplumdaki
takvayı meydana getireceğine işaret edilmektedir.
Taha/113 ve Bakaral79 ayetleri, cezanın caydıncı yönüne dikkat çekmektedir.
Çünkü ceza ile takvanın ilişkisi ancak bu alanda ortaya çıkmaktadır. Zaten
sakınmak manasıyla takva, caymayı ifade etmektedir.
Takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaşmak, din eğitiminin en önemli
amaçlann-ian biridir. Fakat bütün insanlann bu amaca ulaşması mümkün değildir.
Onun içindir ki Yüce Allah, bu gayeyi gözeterek şöyle buyurmaktadır:
(Ey iman edenler! Allah'tan gerektiği gibi korkup sakınınız ve hiç
olmazsa müslüman olarak ölünüz). [Âl-i İmran/102]
Bu ayete göre ancak hakiki takva değerlidir. Hakiki takvaya ulaşmanın
zor olduğu gerçeğinden hareket ederek, hiç olmazsa insanların müslüman olarak
ölmeleri istenmektedir.
[90]
Günahlardan kaçınmak takvanın bir yanını, ibadetleri yerine getirmek de
diğer yanını oluşturmaktadır.
Günahlardan kaçınmak, insanı takvaya götürürken, ibadetleri yerine
getirmek de, takvanın gıdasını temin etmektedir.
Bu nedenle inananlara takva'yı (ruh olgunluğunu) kazandırmanın diğer
bir metodu da, onlara Allah için ibadet etme şuurunu ve alışkanlığını kazandırmaktır.
Mesela Bakara/l83'de Yüce Allah oruç ibadetinin takvaya götüreceğini beyan
etmektedir.
[91]
Elde edilen bir başarıyı ödüllendirmek, insanı yeni yeni basanlara
teşvik eder. Bu nedenle Yüce Allah, kendisinden hakkıyla sakınanlara vereceği
ödülleri şu şekilde sıralamaktadır:
[92]
(Onlar, size karşı dürüst davrandıkça, siz de onlara karşı dürüst
davranın; Şüphesiz ki Allah, antlaşmaya ihanet etmekten sakınanları sever).
[Tevbe/7]
Allah, antlaşma hükümlerine riayetsizlikten sakınanları sever. [Tevbe/4]
İlahî sevgiyi kazanmak en büyük ödüldür. Yüce Allah, antlaşmaya ihanet
etmemeyi takva kavramının içine sokmaktadır. Muttaki insan, yaptığı antlaşmayı
bozmayan kimsedir. Antlaşmanın hükümlerini yerine getirmeyen insan muttaki
olamaz. Bu da, takvanın sosyal ve hukukî boyutunu teşkil etmektedir.
Allah, hukuka riayet eden ve sosyal ilişkilerinde olgunluğa ulaşan
takva sahibi insana sevgisini ilan etmektedir.
[93]
Manevî değerleri korumak için saldırganlarla mücadele etmek, takvanın
diğer bir unsuru olmaktadır. Yüce Allah bu şekilde mücadele verenlerle beraberliğini
ilan etmektedir:
(İşte bu en doğru dindir. Artık bu aylarda kendinize zulmetmeyin ve müşriklere
karşı savaşın, onlar sizinle topyekün savaştıkları gibi; ve bilin ki Allah,
kendisinden ve kötülüklerden sakınanlarla beraberdir). [Tevbe/36]ı
Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlarla savaşın, sizde bir
sertlik ve şiddet de görmelidirler; bilin ki, Allah kötülüklerden sakınanlarla
beraberdir). [Tevbe/123]
İyinin yayılması için, kötülüklerle mücadele vermek, takvanın kendisi
olmaktadır. Kötülükle mücadele etmek için de, iyiliği yaymak gerekiyor. Yüce
Allah, bu mücadeleyi verenlerle beraber olacağını söylemektedir.
[94]
Toplumu çökerten beşerî ilişkilerin başında, aile içindeki ilişkilerin
bozulması gelmektedir. Aile hayatındaki dengesizlikleri, çıkmazları ve
ıztıraplan dindirmek veya en az hasarla atlatmak bir takva meselesidir. Aile
meselelerinin altından kalkılabilmesi için, Allah'ın öğüdünü dinlemek
gerekiyor. Bu öğüdü dinleyenlere Allah çıkış yolu vaadediyor.
Talak suresinde Allah, aile ilişkilerinin düzenli ve âdil
olabilmesinin, tak-va'nm (ruh olgunluğunun) temelleri üzerine kurulmasıyla
mümkün olacağını beyan etmektedir.
Boşanma ile yüz yüze gelen aile ortamında âdil davranmak, Yüce Allah'ın
koyduğu sınırı aşmamak, ailesine haksızlık yapmamak gibi yüksek bir ahlâka
sahip muttaki adam, Talak/l-2'de takdir edilmekte ve ona yeni bir fırsatın
verilme ihtimâlinden ve yeni bir çıkış kapısının yaratılacağından bahsedilmektedir.
Demek ki, takvanın ödülü, Allah tarafından o insana yeni bir fırsatın
ve çıkış yolunun verilmesidir. Takva ile olgunlaşmış bir şahsiyete sahip olan
insanların önünde, fırsatlar ve çıkış yollan her zaman açık olacaktır. Takva
(ruh olgunluğu), ailevî ve sosyal problemleri eritmekte ve onların çözümünde
ilahî yardımı temin etmektedir.
[95]
Arası bozuk olmasına rağmen takvasının gereği olarak eşine adil davranan
ve bu hususta Allah'ın emrine saygı duyan insanın ödülü, ummadığı yer ve anda
rızkının verilmesi ve işinin kolaylaştırılmasıdır. Talak suresinin üçüncü ve
dördüncü ayetleri bu ödüllere işaret etmektedir.
[96]
Talak/5'de Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Bu hükümler, Allah'ın size indirdiği emridir, kim Allah'ı üzmekten
sakınırsa, Allah onun kötülüklerini örter ve ona büyük mükafaat verir.
Allah'ın emirlerini yerine getirmek bir takva meselesidir. Allah adına, O'nun
emirlerini yerine getirmek, takvanın esasını teşkil etmektedir. Bu tür olgun
davranış da günahların örtülmesini ve büyük ödülü beraberinde getirmektedir.
[97]
Sosyal takva olgunluğunu elde eden toplumlar, dünya ve ahirette güven
içinde olma ile ödüllendirilirler:
(Takva sahipleri, yani korunanlar ise güvenli bir yerdedirler).
[Duhan/51]
Fert ve toplum için mükafaatlann en büyüklerinden biri, içeride ve
dışarıda güven içinde olmakdır. Güvenlik ihtiyacı insanın temel
ihtiyaçlanndandır. Du-han suresinden aldığımız bu ayetten sonra pek çok ödül
sayılmakta, ancak güvenlik ihtiyacını giderme, önemine binaen öncelikli olarak
vurgulanmaktadır. Cennetteki nimetlerin başında güven nimetinin zikredilmesi,
güven olmadan hiçbir nimetin işe yaramayacağını anlatmak içindir. Kendini
güvende hissetmeyen fert ve toplumlar, içinde bulunduktan nimetlerin tadını
asla alamazlar.
Bu dünyada takva denen ruh olgunluğuna ulaşanlar, hem fert olarak kendi
içlerinde güvene ulaşmış, hem de toplumların güvenini elde etmiş olurlar.
Aynca bu güven, dünyadan ahirete uzanacak ve oradaki sonsuz güveni de
kazandıracaktır. Demek ki takva, güveni bu dünyadan ahirete taşıyan bir ruh
gücüdür. İnsanlarla itişen, tartışan, haklara tecavüz eden, bencil, muhteris
ve müfteriler güven içinde bir çevre oluşturamazlar. Güven, korkudan ve
üzüntüden uzak olmaktır. Takva sahibi insanın işlediği ameller ve sahip olduğu
olgun ruh seviyesi, öteki dünyada onu korkulardan arındırır. A'raf/35'de bu
duruma işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:
(Ey Adem nesli! Size içinizden
peygamberler gelip ayetlerimi size anlattığı zaman, kim yalanlamadan sakınır
ve halini düzeltirse, artık onlara korku yoktur ve mahzun da olacak
değillerdir).
Ayet takvaya, değişime ve güvene götüren yolu çizmektedir. Peygamberler,
mükemmelliğe götüren yolu çizen ilahî öğretileri insanlara tebliğ ederler ve
öğretirler. Bu öğretiler takvayı, takva değişimi, takva ve değişim de, birlikte
korku ve kederden kurtuluşu getirecektir.
Demek ki takva eğitimle mümkün olmaktadır. Takvâsız değişim,
değişim-siz güven olamaz. Bu zincirdeki her bir değer, diğerine bağlıdır.
Birisinin kopmasına, diğerlerinin yok olmasına neden olur.
Kurtuluş, kötülüğün dokunmaması ve mahzun olmamak gibi hayata tat veren
ve hayatı cennete çeviren oluşumlar, takva sayesinde ulaşılan merhalelerdir.
Zümer suresinin 61. ayetinde, korkusuzluğa ve kedersizliğe, yani güvene
götüren süreç şöyle ifade edilmektedir:
(Allah takva sahiplerini kurtuluşa erdirir. Kötülük onlara dokunmaz ve
onlar mahzun da olmazlar).
Takva, ruhun bedenin arzularından, nefsin hevasından, şeytanın etkisinden,
insanların entrikalarından ve üzüntülerden kurtulmaktır; bu ödüller de, takva
denen olgunun ruhun içeriğindeki elementlerin adıdır.
Manevî ve sosyal problemlerini çözemeyen fert ve toplumlar, kötülüklere
daima açıktırlar. Kötülüklere açık olanlar ise, daima korku içindedirler. İşte
takva, bu ferdî ve sosyal problemlerin çözümünün adıdır. Kötülüklere karşı
korunmak, insanı korku ve endişeden uzak bir hayat sürmeye götürür.
[98]
Allah, Kur'an'da kimlerin dostu olduğunu veya kendisine dost olanların
özelliklerini sayarken, temel özellik olarak takvayı göstermektedir:
Dikkat edin, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de;
onlar iman edip Allah korkusu ile kötülüklerden sakınanlardır. [Yunus/62-63]
Dost, yâr ve sadık manasına gelen veli, Fîrûzâbâdî'ye göre, yağmur
kesildikten sonra yağan ikinci yağmura denir. Bu yağmur rahmet doludur. Bu manada,
iman temeli üzerine oturan takva doğrultusunda, insanın, Allah'ın dostluğunu
kazanmasıdır.
İman, takva, korkusuzluk ve kedersizlik gibi manevî oluşumların meydana
getirdiği ilahî dostluk, insan için en büyük ödüldür. Bu ödül veliliktir. Veli
ile muttaki, hemen hemen aynı kişiyi ifade etmektedir. Velilik, muttaki insanın,
Allah katındaki makamının adıdır. İnsanın inanış ve davranışlarıyla oluşturduğu
yapının adına takva denir; bu binanın Allah katındaki bir adı da veliliktir.
[99]
Yüce Allah devlet kurma yetkisini ve insanları idare etme erkini takva
sahibi insanlara verir. Bir topluma devlet kurma nimetinin verilmesi dünyevî
ödüllerin en büyüklerinden biridir:
Musa kavmine şöyle dedi: 'Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Yeryüzü
kesinlikle Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Âkibet
muttakilerindir). [A'raf/128]
Kasas/83'de de şöyle buyurmaktadır:
(Şu ahiret yurdunu biz,
yeryüzünde zulüm ve fesat istemeyen kimselere veririz. İyi sonuç
muttakilerindir).
Ele aldığımız ayetlerin birincisinde dünya yurdunun, yani siyasî erkin,
ikincisi de ahiret yurdunun kimlere verileceği açıklanmaktadır. Her iki ayetin
eksen kavramı muttaki'dir. Ayetleri bir araya getirdiğimizde, dünya ve ahiret
yurduna kimlerin varis olacağı anlaşılacağı gibi, bu ödüle götüren amellerin
neler olduğu da belirlenmiş olacaktır.
Dünya yurdu, sadece Allah'tan yardım dileyen, yani şirk koşmayan ve
sabreden insana verilirken, ahiret yurdu da, zulüm yapmayan ve fesat çıkartmayan
insanlara verilecektir. Sadece Allah'tan yardım dilemek, sabretmek, zulüm ve
bozgunculuk yapmamak gibi psikolojik ve sosyolojik özellikler insanı takva
denen ruhî ve sosyal olgunluğa götürmektedir. İşte bu ruh olgunluğundan dolayı
dünyevî iktidar; sosyal olgunluktan dolayı da ahiret yurdu verilmektedir. Demek
ki, dünyevî iktidar olumlu amellerde bulunanlara, ahiret yurdu da kötü
davranışlardan sakınanlara verilmektedir. Başka bir ifadeyle dünya, farzları
yapanlara; ahiret, haramdan sakınanlara verilmektedir. A'raf/128 ayetinin
tahlilinden, takvanın, Allah'ın hoşnutluğunu çeken ve yeryüzüne indiren bir ruh
olgunluğu olduğu anlaşılacaktır.
[100]
İnanan insan için amaç, dünya mutluluğu ile birlikte cenneti
kazanmaktır. Cennet ilahî ödülün en önemlisidir.
Müttaki'nin (kâmil insanın) kazanacağı cennet ödülünü anlatan pek çok
ayet vardır; bunlardan Muhammed/15 ayetini zikredebiliriz:
Takva sahiplerine verilecek olan cennetin durumu şöyledir: İçinde suyu
bozulmayan ırmaklar, tadı değişmeyen süt nehirleri, içenlere lezzet veren
ırmaklar, süzme baldan nehirler, aynca kendilerine her türlü meyveler ve
Rableri tarafından bağışlama vardır. Bu insanların durumu süresiz ateşte kalan
ve kaynar su içip bağırsakları parça parça olan kimse gibi midir?
[101]
İnsanlığın başlangıcından bu yana ilahî eğitimin temel amacı, insanı,
kurtuluş denen mutluluğa ulaştırmaktır. Bu dünyada mutlak anlamda mutluluk
yoktur, mutlak mutluluğa ahirette ulaşılacaktır. Dünyada insanın her çabasının,
gayret ve uğraşısının altında bilinçli veya bilinçsiz, mutluluğa yaklaşmak ve
onu elde etmek vardır.
Bir eğitim kitabı olan Kur'an, hangi davranış ve amellerin insanı mutluluğa
ve kurtuluşa götüreceğini açıklamaktadır:
Aralarında hükmetmeleri için Allah ve Peygamberine çağırıldıkları
zaman, mü'minler sadece 'İşittik ve itaat ettik' derler; felaha kavuşacak
olanlar bunlardır işte! Kim Allah'a ve peygamberine itaat eder, Allah'tan
korkar ve O'na karşı gelmekten saygı ile sakınırsa, işte kurtuluşa erenler
bunlardır. [Nur/51-52]
İlahî çağrıya ve Peygamber'in davetine Dinledik ve itaat ettik diyerek
saygısını ve takvasını gösteren müslüman, kurtuluşa erecektir. Demek ki
Kur'an'a göre dinlemek, itaat etmek, saygı duymak ve ruh olgunluğu denen
takvaya sahip olmak insanı dünya ve ahirette felaha, kurtuluşa, yani mutluluğa
götürmektedir.
Anlamanın yolu dinlemeden geçer. Dinlemeyi öğrenmek, eğitimin temelidir.
Bu nedenle eğitim insana dinlemesini ve dinleyip anlamasını öğretmeli ve bunun
terbiyesini vermelidir. Saygı duymak, terbiyenin üzerine oturduğu en önemli
erdemlerden biridir. Hele bu saygı Allah'a duyuluyorsa ve oradan insanlığa
yayılıyorsa daha da önem kazanmaktadır.
[102]
Çocuğu dünyaya getirmek maharet değildir, maharet onun ruhunu ve davranışlarını
kötülüklerden korumaktır. Böylece takva ile eğitim arasında karşılıklı bir
ilişki sözkonusudur. Yani bu faaliyette eğitim takva, takva da eğitim
olmaktadır.
Tahrim/6'da Allah şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten koruyunuz. Ona bakmakla güçlü ve sert melekler görevlidir; bunlar
Allah'ın emirlerine karşı gelmez. Emrolunduklannı daima yerine getirirler.
Ayette, ehl ve nefis kavramları kullanılmaktadır. Buradaki ehl kelimesi
Türkçe'de aile kavramı ile karşılanabilir. Aslında aile bütün diğer sosyal grup
ve kurumların temelidir. Devlet de bir aile gibidir. Ayetin muhatabı devleti
idare edenler olduğunda, o zaman ehl, halk yani yönetilenler olmaktadır. Aynı
şekilde, bir iş yerinde işveren ve işçi ilişkisinde, işçiler ehl kavramı içerisindedirler.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Dikkat edilecek olursa insan, önce kendini, sonra da ehlini
koruyacaktır. Kendini kötülüklerden korumayanlar, eğitimde örnek olamaz, bu
nedenle de söyledikleri etkisiz kalır.
Ayetteki nâr (ateş) kavramı, 'cehennem'i ifade etmektedir. Yakıtı,
insanların ve taşların olduğu bu ateşten insan kendisini ve yönetimindekileri
korumalıdır. Bu koruma işi de eğitimle mümkün olabilir.
Ayette bir projeksiyon yapılmaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi, eğitimin görevi, kişiyi daha sonra gelmeyi istediği yere önceden
hazırlamaktır. Eğitimin bu görevini Yüce Allah bize hatırlatmakta ve cehennem
ateşinden korunmak için bu dünyada gerekli eğitimin nasıl yapılacağını göstermektedir.
Aslında insanlar bu dünyada cennete hazırlık eğitimi yapabilecekleri
gibi cehenneme hazırlık eğitimi de yapabilirler. İnsan, hayatını cehenneme de
çevirir cennete de. Aynı şekilde bazen toplumlar, gençler için bir ateş haline
gelip, gençlerin yaşayabileceği normal bir ortam olmaktan çıkabilir. Cehalet,
yanlış düşünceler, felsefeler, ideolojiler ve yoldan çıkarıcı merkezler,
toplumu cehenneme çevirebilir. İşte ayetteki nâr (ateş) kavramına, dünyevî bir
mana yüklememize müsade eden insan ve ateş kavramlardır. Cehenneme dönüştürülen
böyle bir toplum hayatından kurtulamayanlar, öteki dünyada da cehennemden
kurtulamayacaklardır.
Ayette yer alan 'koruyun' emri, takva kelimesinin emir halidir. Demek
ki, eğitimin önemli bir amaç ve metodu koruma faaliyetidir. Bu faaliyet sonucunda
takva olgusuna ulaşılacak, o zaman, takvanın eğitim boyutu ya da özelliği
ortaya çıkacaktır.
Dünyada milletler arasında yayılmış olan zararlı akımlar, şeytan ve
nefis denen merkezler, dünyayı cehenneme çevirmektedir. Bu cehennemden çocuklarını
ve gençlerini koruyamayan ana baba ve idareciler, eğitim faaliyetini
yapamıyorlar demektir. Eğitimin bu görevi o kadar önemlidir ki, Yüce Allah onu
emir haline getirmekte, yani farz kılmaktadır. Gençlerini kötü etkilerden
koruyamayan milletler, çözülürler ve yaşama haklarını kaybederler.
Eğitimde, korunma denen takvayı nasıl oluşturabiliriz? Dünyadaki cehennemden
ve ahiretteki ateşten insanları nasıl koruyabiliriz?
İnsanların ruhunu manevî gıda ile beslemek, en önemli korunma yollarından
biridir. Beden için gıda ne ise, ruh için de takva odur. Yüce Allah, manevî
gıdaların en iyisi olarak takvayı kabul etmektedir:
(Ve azıklanın, azıkların en değerlisi takvadır). [Bakara/197]
Mesela, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yasaktır.
Bu üç sakınma, hac ibadetiyle insanın kazanacağı takva eğitimini ve azığını
oluşturmaktadır. Kadına yaklaşmamak, cinsel disiplini; günah işlememek, Yüce
Allah ile kulun arasındaki ilişkisinin olumluluğunu ve kavga etmemek de sosyal
bakımdan dengeli davranışı ifade etmektedir. Bu üç davranıştan sakınmak, takva
denen azığın içindeki unsurları meydana getirmektedir. Bu üç ana unsurun yanında,
yapılanların Allah tarafından bilindiğinin farkında olmak da vardır.
İnsanları takva azığı ile gıdalandırmak ve onları bu doğrultuda terbiye
etmek, koruma metodunun bir ifadesidir. Cinsel disiplin, günahtan ve kavgadan
uzak durmak gibi toplumsal hayatın bağışıklık sistemini canlı tutmak hem bir
metot ve hem de eğitimin amacıdır.
İnsanın elbisesi, onu hem soğuktan korur, hem de avret yerlerini örter.
Ama bir de "takva elbisesi" vardır. İnsanın ruhunun açık olması,
bedeninin açık olmasından daha kötü ve daha tehlikelidir. İnsanın beyin, gönül
ve nefis avretini, yani çıplaklığını örten "takva elbisesi"dir. İç
takva elbisesi dışa yansımalıdır veya takva elbisesi ile dıştan görünen elbise
özdeşleşmelidir:
(Ey Âdemoğullan, avret yerlerinizi örtecek, bir de süs olacak elbise
verdik size. Ama en iyisi takva elbisesidir. İşte bunlar Allah'ın
ayetlerindendir. Ola ki düşünürler). [A'raf/26]
Yüce Allah bu ayette, dış elbise ile iç elbiseyi mukayese etmekte ve
bunlardan takva denen iç elbiseyi daha değerli ve üstün görmektedir. Dış
elbise, insanı havanın etkisine karşı korur. İç elbise denen takva ise, insanın
psikolojik dengesinin bozulmasını önleyerek onu davranış bozukluğundan korur.
Tahrim/6'daki Ehlinizi ateşten koruyun emrinin yerine getirilmesi ve
eğitimin koruma görevinin gerçekleştirilmesi, kişiye "takva
elbisesi"ni giydirmekle mümkün olabilir.
Ferdin iç alemindeki oluşumların nefsin kontrolüne geçmesini önleyen
takva, aynı zamanda sosyal kurumların temelini de oluşturur. Çünkü sosyal
müesseselerin gıdası da takva olmalıdır.
(İyilik ve takvada yardımlasın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın ve
Allah'tan sakının). [Maide/2]
Bu ayette Yüce Allah, davranışların oluşum sürecine dikkat çekmektedir.
Sosyal kurumlar da bu süreçler sonunda belli bir yapıya kavuşurlar. Böylece
Yüce Allah düşmanlık ve kötülük (çatışma] süreci ile değil, işbirliği ve dayanışma
süreci ile kurumlarınızı oluşturun emrini vermektedir.
Bakara/197 ayeti ile yukarıda bir kısmını verdiğimiz Mâide/2 ayetini
birlikte değerlendirdiğimizde şu neticeyi elde ederiz: Takvâamn olduğu yerde
günah ve düşmanlık bulunmaz. Toplumda sosyal müesseselerin birbirine düşman
olmamaları için, koruyucu güç olarak iyilik ve takva gereklidir. Hele bu
sosyal müessese eğitim ise, koruyuculuğunu gerçekleştirebilmesi için mutlaka
takva temeli üzerine kurulmalıdır. O zaman, takva gıdası ve elbisesi, sosyal
hayatı koruyacak ve dengesinin bozulmasını önleyecektir.
[103]
22. O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü bir bina
yaptı. O, gökten su indirip onunla çeşit çeşit meyveleri size rızık olarak
çıkardı. O halde bile bile Allah'a eşler koşmayın.
Ayetin merkezî konusu, Allah'a eş koşmama meselesidir. Yüce Allah ayette,
insanların şirke sapmamaları yani Allah'a eş koşmamaları için verdiği nimetleri
sıralamaktadır. Bu nimetlerin değerini ancak akıl sahipleri anlayabilirler.
Allah'ın insanı en fazla acze düşüren sıfatı, O'nun yaratma fiilidir.
İşte Allah, bu sıfatı ile neler yaptığını anlatarak, eşsiz bir varlık
olduğunun bilgisini vermektedir.
Yaratmak ve yaratılanın belli kanunlar çerçevesinde işleyişini temin etmek
yaratıcıya aittir. İlim adamı yaratmaz ve tabiat kanunu koymaz. O ancak yaratılmış
olan varlıkların işleyiş kanunlarını bulur, anlar ve açıklar. Hiç bir ilim
adamı yarattım ve bu varlığın kanunlarını ben koydum dememiştir. Bütün
varlıkların yaratıcısı olduğunu örneklerle açıklayan yüce Allah, bu gücün
idrakini kendi varlığına delil olarak göstermektedir. Tabiat kanunlarındaki
ahenk, içerdikleri formüller, meydana getirdikleri bileşimler ve insanın hayatına
getirdikleri faydalar incelendiğinde, onları yaratan Allah'ın tek olduğu
anlaşılır.
Kur'an'da yer alan tabiatla ilgili örnekler Yüce Allah'ın yaratma
sıfatını ortaya koymak içinse de, bu örneklerden çıkarılması gereken başka
sonuçlar da vardır. Yüce Allah bir taraftan araştırılacak konulan vermekte,
diğer taraftan da incelenen konuların varacağı nihâî noktayı belirlemektedir.
İnsanın yaratılışı, yer ve gök bilimleri, yağmurun oluşumu, su ile yerdeki ekin
arasındaki ilişki ve nihaî olarak, insanın önüne gelen rızkın kaynağı gibi
konuların araştırılması, ilahî eğitimin programını teşkil etmektedir.
Bu arada insanları şirkten korumanın metotları da ortaya çıkmaktadır.
Allah'ı inkar edenlere karşı kullanılacak en güzel metot, yaratma gücünün
kimde olduğunu ortaya koymaktır. Yüce Allah'ın, bu gücün kimde olduğunu ortaya
koymak için tikelden tümele, tümelden tikele metodunu kullandığım görmekteyiz.
Önce yerden bahsetmesi tikel, sonra göğe gitmesi tümel olmaktadır. Sonra
tekrar gökten yere inerek insanın sofrasına kadar yaklaşmaktadır. İnsanın,
önündeki rızkın hangi oluşumlarla ve hangi safhalardan geçerek geldiğini bilmesi,
beyninde ve gönlünde büyük değişimler meydana getirecektir. Bu değişim ve
oluşumların en önemli ürünü, insanın şirkten uzaklaşmasıdır.
Ayette yer alan firâş (döşek) kavramı, yeryüzü ile insanın ilişkisinin
bir anlatım şeklidir. Yüce Allah, kâinatı insanın rahatlığı, başka bir ifadeyle
faydası için yarattığını göstermek ve anlatmak için bu kavramı kullanmaktadır.
İnsan daima faydalının peşinde koşar, dolayısıyla fayda ona pek çok şeyler
yaptırır. İnsanın, şirke sapmamak için hayatını ve varlığını sürdürebilmesini
sağlayan şeyleri kimin verdiğini bilmesi gereklidir.
Kendi varlığı ile tabiatın yaratılışı arasındaki ilişkiyi bilinçli bir
şekilde araştıran insan, doğruyu yakalayacak ve böylece şirkten kurtulacaktır.
Burada tabii olarak şu mantığı yürütmek mümkün olacaktır: Beni doğuran tek
olduğu gibi, beni yaratan da tek olup ortaktan münezzeh olmalıdır. Bir insan
iki anadan doğmadığı gibi, iki yaratan tarafından da yaratılmış olamaz. Aslmda
anne ile çocuk arasındaki ilişki bize bu dünyada tevhid inancım telkin etmektedir.
Anneler eş kabul eder mi? Anne eş kabul etmiyor da yaratan niçin kabul etsin?
Döşek kavramı, insanoğluna, doğumla ahiret arasında dünyanın bir dinlenme
ve bir uğrak yeri olduğunu da hatırlatmaktadır. İnsanoğlu bu dünyada bir
misafirdir; bu misafiri bizzat Yüce Allah ağırlamakta ve yeryüzünü ona döşek
olarak hazırlamakla da bunu göstermektedir.
Tefsirini yaptığımız Bakara/22 ayeti, iki ayet olarak Zâriyât suresinde
şu şekilde yer almaktadır:
(Göğü kudretimizle kurup meydana getirdik ve biz, devamlı
genişletmekteyiz. Yeryüzünü de dö-şeyip yaydık; bakınız, biz ne güzel döşeriz).
[Zâriyât/47-48]
Hem ilahî kudretin, hem de yaratma ile gök ve yerin ilişkisinin
öğretimini yapan bu ayetler, tabiat kanunlarının bilgisinden yürüyüp, Allah'ın
varlığına ve birliğine giden tefekkür yolunu belirlemektedir. Gökten su indirip
onunla, çeşitli meyveleri size rızık olarak çıkaran O'dur bölümüyle ayet, rızkın
nasıl oluşturulduğuna dikkat çekmekte ve bunun öğrenilmesini istemektedir.
İnsanın önüne gelen rızkın nerelerden çıkıp geldiğini Abese suresinde
daha açık bir şekilde bulmaktayız:
Bir defa insan, baksın aldığı besine. Biz gökten boşanırcasına yağmur
indiriyoruz, sonra, yerde özel şekilde yarılmaların meydana gelmesini
sağlıyoruz; onda hububat, üzüm ve yoncalar; zeytinler ve hurmalar, büyük ve sık
ağaçlı bahçeler; meyveler ve çayırlar bitiriyoruz; sizin ve hayvanlarınızın
geçimi için. [Abese/24-32]
İnsana besin olarak gelen rızkın, nasıl ve nelerden meydana geldiğini
incelemek, bir ilahî emirdir. Bu emir, insana aklını kullanıp gözlem yapmasını
ve oradan Allah'ın kudretini idrak etmesi gereğini anlatmaktadır. Önünde yediği
rızkın nereden geldiğini bilmeyen: aklının nereye gideceğini de bilemez:
Öyleyse siz de Allah'a bile bile eşler koşmayın. [Bakara/22]
Ayetin bu kısmı da insan ve kainatın nasıl yaratıldığını anlamayı ve o
gücü bilmeyi emretmekte, Allah'a şirk koşmayı yasaklamaktadır.
Ayette yer alan endad kelimesi, niddin çoğuludur ki, özünde benzerlik
olan şeyler, denk, eş ve benzer manalarına gelir. Her nidd olan şey aynı zamanda
misl'dir. Ama her misi, nidd değildir.[104]
Allah'ın misli (dengi) veya benzeri olduğunu söylemek, 21. ayetin sonunda
yer alan takvayı ve başında yer alan ulûhiyet-ubûdiyet ilişkisini yok etmektedir.
Aslında Allah'a eş koşmak, Allah'a bir zarar vermemektedir; onun zararı insanın
gönlünedir. Şirke sapan insanın gönlü, kendisini ebedî hayatta cennete
taşıyamaz. Şirk çok ağır bir yük, insanın kendi kendisine zulmüdür. Allah'ı
bilmek, takva ve şirkten uzak kalmak gibi Kur'an'ın temel kavramları,
Bakara/21-22'de önemli bir sistem oluşturmaktadır. Bu ayetler bize eğitimin şu
temel ilkesini vermektedir:
İnsana, "Şirke girme, Allah'a eş koşma" demeden önce, ilahî
kudreti an-atmak, tabiat kitabını öğretmek ve kendi önüne gelen rızkın kaynağını
hatırlatmak gerekiyor. Bu eğitimden sonra insanı şirkten uzak tutmak mümkün
olacaktır. İnsan Allah'a nasıl nidd (eş) koşar? Bu soruya şu ayetle cevap verebiliriz:
İnsanlar arasında, Allah'tan başkasını O'na ortak tanıyan kimseler
vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise, Allah'ı daha çok
severler. Zulmedenler azapla karşılaşacakları vakit, bütün kuvvetin gerçekten
Allah'a âit olduğunu ve Allah'ın azabının hakikaten çetin olduğunu şimdiden
görebilselerdi. [Bakara/165]
Allah'tan başkasını, Allah'ı sever gibi sevmek, insanı şirke
götürmektedir. Sevgi denen duygu çok kaypak bir zemini andırır. İnsanı fazilete
de götürür; re-zilete de. Kaypak zemine ayağınızı sağlam basmazsanız, kayıp
düşmeniz mukadder olur. İnsan için kontrol altına alınması en zor olan
duygulardan biri ve en önemlisi sevgidir. Sevgi, yöneldiği objeye/nesneye göre
değer kazanacaktır.
Kimi ve neyi, ne kadar seveceğini bilmek kişiyi erdeme, bunu yapamamak
da bir ruh bunalımına götürecektir. İşte bu ruh bunalımı da şirkin kendisi
olmaktadır.
Neyi ne kadar seveceğini bilmek, bir denge meselesidir. İnsan Allah'ı,
O'nun dışındaki varlıklardan daha fazla sevmelidir. Çünkü Allah insana verdiği
tükenmez nimetlerle bunu haketmiştir. İşte Allah'tan başkalarını, Allah'ı sever
gibi sevmek, şirk denen zulmü insana işleten bir duygu ve akıl sapmasıdır.
Peki, nedir o Allah'tan başkaları? Onun cevabını da şu ayet vermektedir: De ki:
"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, aşiretiniz,
topladığınız mallar, durgunluğundan korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız
evler, sizin için Allah ve Resulünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili
ise, Allah'ın emrini bekleyiniz; Allah fasık topluluğu doğru yola
iletmez". [Tevbe/24]
Yüce Allah bu ayette, sekiz tane değer saymakta ve onların Allah, peygamber
ve Allah uğruna yapılan cihaddan daha fazla sevilemeyeceğini açıklamaktadır.
Böylece Allah, sevginin hangi nesne ve değerlere ne kadar yöneleceğini
açıklamakta ve aynı zamanda, Allah'tan başkasının neler olduğunu da saymaktadır.
Bu ayeti, Bakara/22'deki "Allah'tan başkaları" ifadesiyle
birlikte değerlendirir ve her ikisini Bakar/22'de geçen endâd (eşler)
kavramına götürürsek, bile bHe Allah'tan başkalarını Allah'a eş koşmanın çok
yanlış bir şey olduğunu ve bunun neticesinin insanı azaba götüreceğini anlamış
oluruz. Böylece Yüce Allah'ın, insanın önündeki tehlikeleri anlatarak bir duygu
ve inanç eğitimi yapmış olduğu ortaya çıkar.
[105]
23-24. Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de
onun benzeri olacak bir sure getirin ve Allah'tan başka tapındıklarınızı da
yardıma çağırın, eğer sözünüzün eri iseniz. Fakat bunu yapamazsanız, -ki asla
yapamayacaksınız- o zaman, yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için
hazırlanmış bulunan ateşten korkun.
İndirme, şüphe, sure, şüheda ve sadık kelimeleri, ayetin temel
kavramlarıdır.
Bakara/2'de şüphe kavramını açıklamıştık. İşte bu, kendinde şüphe olmayan
kitaptır ifadesiyle Yüce Allah Kur'an'dan şüphe edilemeyeceğini beyan
etmektedir. 23. ayette geçen, Eğer o kitaptan şüphe ediyorsanız beyanıyla da,
şüphe etmenin ihtimaline işaret etmektedir.
İnzal, yüksekten inmek, düşmek manalarına, nüzul şeklinde alınınca, bir
yere yerleşmek anlamına gelir. Mü'minûn/29'da bir yerden bir yere indirmek
anlamında kullanılmıştır:
(Rabbim beni bereketli bir yere indir, sen indirenlerin
(konuklayanların] en iyisisin). [Mü'minûn/29]
Kavram, ayette inzal ve münzel şeklinde yer almaktadır. Hz. Nuh'un gemiden
yere inmesi, orada konaklaması ve bunun Allah tarafından yapılması manasına
gelmektedir. Allah'ın nimet veya azabını yaratıklarına indirmesi anlamına gelen
inzal, bir şeyin bizzat kendisini indirmek, (mesela Kur'an gibi) ya da, bir
şeyin sebeplerini indirmek anlamına gelir; mesela hidayet, demir ve elbise
gibi. Mizanı, yağmuru, sofrayı, melekleri indirmek bu anlamdadır.[106]
Yukarıdaki manaların yer aldığı ayetleri yeri geldiğinde açıklayacağız.
Burada ele almamız gereken konu, Kur'an'm neden bir defada değil de parça
parça indiğidir. Bu meselenin açıklamasını şu ayet yapmaktadır:
(Kâfirler diyorlar ki, 'Kur'an
ona bir defada toptan indirilseydi'. Biz ise, onu parça parça indiriyoruz ki,
onunla kalbini pekiştirelim ve Biz onu ayet ayet, tane tane okuyoruz ve
vahyediyoruz). [Furkân/32]
Hz. Musa, İsa ve Davud'a kutsal kitapların bir anda indiğini hatırlatan
kâfirler, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e bir anda inmesini istediler.[107]
İşte Allah, onların bu soru veya isteklerini bu ayetle cevaplandırmakta
ve onu niçin parça parça indirdiğini
(Biz onu senin kalbine yerleştirmek için böyle yaptık). [Furkân/32]
a) Yüce Allah burada eğitimin
evrensel metotlarından olan tedrîcîliği, yani yavaş yavaş, kademe kademe,
hazmettire hazmettire öğretme metodunu uygulamıştır. Konuların bir anda
anlaşılması, özümsenmesi ve şahsiyetle bütünleştirilmesi mümkün değildir.
İnsanın beyin gücünü zorlamadan konulan azar azar öğretmek, insanın tabiatına
en uygun metodlardan biridir. Bilgilerin insanın gönlüne yerleşmesi, kök
salması ve orada sağlam bir yer edinmesi, bu metodun uygulanmasına bağlıdır.
İşte Kur'an'ın parça parça indirilmesinin ana sebebi budur.
b)
Bir anda gelseydi, Kur'an'ın
hükümlerini insanlar uygulamakta çok zorluk çekeceklerdi. Parça parça inen
hükümler, toplumsal açıdan rahatlıkla kabul edilebilir ve uygulamaya
geçirilebilir. Aile hukukundan, ticaret hukukuna, insan haklarına, ibadetlere
ve hayatın diğer alanlarına kadar birçok hüküm bir anda pratiğe geçirilemez. Bu
geçiş döneminin tedricî olması gerekir ki, insanlar ortaya konan çözümleri
yadırgamasın ve anlayamamaktan dolayı da ümitsizliğe kapılmasın.
c) Dinin karşılaştığı en zor
problemlerden biri "kötü alışkanlıkları" değiştirmektir. Kötü
alışkanlıklar, dinin mesajına ve ahlâkî hükümlerine büyük direnç
göstermektedir. Bu direnci kırmanın en önemli metodu, ahlâkî emirleri bir anda
değil de yavaş yavaş, alıştıra alıştıra uygulamaya geçirmektir.
d) Toplumsal hayatta meydana
gelen yeni yeni problemlerin çözümü, bir anda gelen kutsal kitapla
karşılanamaz. Allah hükümlerini kullarına kendi isteğine göre dayatmıyor.
Yeryüzünde cereyan eden olaylar levh-i mahfuzu rahatsız ediyor, o problem için
hüküm gönderiliyor. Başka bir ifadeyle hükümler kulun ihtiyaçlarına göre
gönderiliyor. Yüce Allah kuluna rağmen kulunu idare etmiyor ve ona hüküm
göndermiyor.
e) Allah insanın
ihtiyaçlarını, tabiatını, toplumsal hayatın oluşumunu, yapışım ve işleyişini
de dikkate alarak emirlerini gönderiyor. Olayların oluşumuna göre hükümlerin
gönderilmiş olması, Kur'an'ın gerçekçiliğini göstermektedir.
f) Kur'an sadece sureler
halinde değil, surelerin daha küçük parçalan olan ayetler halinde
indirilmiştir:
(Onu ayet ayet indirdik). [Furkân/32]
Kalbe iyice yerleştirilebilmesi için, sadece sure sure değil, ayet ayet indirilmiştir. Çeyrek asır gibi uzun bir zaman dilimini kapsayan Kur'an'ın iniş süreci, ilahî öğretinin kısa bir zamanda elde edilemeyeceğini ifade etmektedir.
Hz. Peygamber, Yüce Allah'ın okulunda yirmi üç yıl okudu ve öğrendiğini
insanlara öğretti. Kur'an'ı, Rasûlullah'ın bir anda anlayıp anlatması mümkün
olmadığı gibi, halkın da onu bir anda kavraması mümkün değildi.
Benzetmek gerekirse, Kur'an'ın geldiği ilk anlarda halk, ilahî bilgi
bakımından ilkokul çağındaydı. Peygamber onları yirmi üç yılda üniversiteden
mezun etti. İlköğretim çağındaki bir öğrenciye, üniversitede verilen bilgileri
öğretemezsiniz; bu, insanın tabiatına aykırı bir uygulamadır. Kur'an da,
öğretilerini insanın gelişim basamaklarına göre sunmuştur. Daha açık bir
ifadeyle, Kur'an, insanların zihnî, kalbî ve nefsî olgunluklarına paralel olarak
öğretilmiştir.
g) İman ile ilgili konulan,
ibadetle ilgili emirlerle beraber öğretmek tehlikelidir. İman etmeyen insana
ibadeti teklif etmek eğitim için birtakım sakıncıalar doğurur. Onun içindir ki,
iman denen alt yapı hazırlandıktan sonra, ibadetler iman zemini üzerine bina
edilmelidir. Mekkî ayetlerin imanla, medeni ayetlerin ibadetle ilgili olması
bunu göstermektedir. Kur'an'ın bu metodu bize şunu öğretmektedir: Bir eylemi
yaptırabilmek için önce insanı ona inandırmak gerekir. Demek ki ayetlerin parça
parça inmesi gelişi-güzel olmayıp belli bir sistem dahilinde olmuştur. İmandan
ibadete, oradan ahlâka doğru bir yol izlenmiştir.
İnsanın ihtiyaç duyduğu ve kendisi için gerekli olan şey, her şeyden
önce iman etmesidir. Çünkü iman, ibadetleri ve ahlâkî davranışların yapılmasını
kolaylaştırmaktadır. Aksi takdirde ibadet ve ahlâkî davranışlar, zorlama ile
sergilenmiş olacaktır.
İman, insanın içinde bir disiplin oluşturur. Bu göreviyle iman, ilahî
öğretide önceliği almaktadır. Ayet ve surelerin, yavaş yavaş ve parça parça
indirilmesinin nedenlerinden biri de bu olsa gerektir.
Ayette, (kulumuza) ifadesi geçmektedir. Kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız ifadesinde, kul kavramını niçin kullanılmıştır? Cevap: Hz. Muhammed'in kutsallaştınlmaması için. Bu sözcük, kelime-i şehadette de, aynı sebeple yer almaktadır. Diğer taraftan, Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığını, tam tersine ona indirildiğini de isbatlamaktadır. Kâfirlerin şüphesi, indirilen kişiden kaynaklanıyorsa, bunun giderilmesi, abd kavramıyla sağlanmaktadır. Kur'an'ın kendisinden şüphe ediliyorsa -ki ayetin manası böyledir- o zaman da şöyle meydan okunmaktadır:
(Haydi onun benzeri bir sure getirin).
Değil Kur'an'ın tamamının, bir bölümünün benzerini bile getirmek mümkün
değildir. Bunu tek başınıza yapmanız imkan dahilinde değildir:
(Ve hatta Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın).
Şühedâ kavramı, hazır, şahit, bilen, gören, örnek olan manalarına gelen
sehîd kelimesinin çoğuludur.[108]
Ayet bilenlerinizi de çağırarak, Kur'an'ın bir suresinin benzerini
getirmeleri hususunda kâfirlere meydan okumaktadır. Demek ki ayette şühedâ
kavramının ilk manası 'bilenler'dir. Bu bilme'yi biraz daha açarsak,
bilginlerinizi, şair ve filozoflarınızı vb. çağırın anlamını da ifade ettiğini
söyleyebiliriz.
Şühedâ kavramının diğer bir yorumu da şudur: Siz Kur'an'ın benzer bir
suresini getirin, yani yazın ve kendi bilginleriniz o yazdığınızın Kur'an'ın
dengi olup olmadığına şahitlik etsin.[109]
Yani Kur'an'ın bir bölümüne benzer bir parça yazabildiğinize, yine sizin
bilginleriniz karar versin demektir.
Allah'ın bu meydan okuması, başka ayetlerde de yer almaktadır:
(De ki: "İnsanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini meydana
getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı olsalar bile yine onun benzerini
meydana getiremezler"). [İsra/88]
Bu ayet, sadece Allah'ın kuluna indirdiği hakkında şüphede olanlara değil,
ins ve cinnin tamamına meydan okumaktadır. Aslında buradaki meydan okuma,
Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının isbatıdır. Bu şu demektir:
Değil Hz. Muhammed, bütün insanlar ve cinler toplansalar bile bunu yazamazlar.
Bu insanların içinde Hz. Muhammed'in kendisi de vardır. İs-ra/86-87 ayetleri
bunu ifade etmektedir:
Dilersek sana vahyettiklerimizi giderip ortadan kaldırırız; sonra bize
karşı kendini koruyacak bir yardımcı bulamazsın. Ancak Rabbinin sana bir
rahmeti olarak; gerçekten O'nun sana olan lütfü çok büyüktür. [İsra/86-87]
Yüce Allah'ın Kur'an'ı Hz. Muhammed'e indirmiş olması ve onu peygamber
olarak seçmesi ona bir lütuftur. Ona gönderdiği vahyi kestiği takdirde, o bile
Allah'a karşı kendini koruyacak bir yardımcı bulamayacaktır. Dilersek sana
vahyettiklerimizi gideririz ifadesiyle Allah, Kur'an'ı Hz. Muhammed'in
yazmadığına işaret etmektedir.
Diğer bir ayette de bu durum şöyle açıklanmaktadır:
(Yoksa, 'Onu kendisi uydurdu' mu, diyorlar? De ki: Öyle ise, getirin
onun gibi uydurulmuş on sure ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği yardımcıları
da çağırın. Eğer sözünüzün eri iseniz). [Hûd/13]
Eğer Hz. Muhammed onu yazabilseydi, kendileri de yazabilirlerdi. Kendileri
onu yazamayacaklarına göre, Hz. Muhammed de onu uydurmuş olamaz.
(Çağrınıza olumlu cevap vermezlerse, bilin ki, o kitap Allah'ın ilmiyle
indirilmiştir). [Hud/14]
Demek ki, Allah'tan başka bütün bilginlerini çağırsalar bile onun
benzerini yapamayacaklarına göre, onların bu acizliği Kur'an'ın Hz. Peygamber
tarafından uydurulmadığınm en büyük delili olmaktadır. İftira etmek, uydurmak
demektir. Allah'ın göndermediği bir kitabı, Allah göndermiştir diyerek Allah'a
yalan isnad etmek çok tehlikeli bir davranıştır. Bu tehlikenin ne olduğunu
Yüce Allah belirlemektedir:
(Yoksa, Allah'a karşı yalan mı uydurdu diyorlar? Allah dilerse, senin
kalbini mühürler). [Şura/24]
Eğer o Peygamber, bizim adımıza birtakım sözler uydurmuş olsaydı, onu
bütün kuvvetimizle yakalar, sonra da can damarını koparırdık. [Hâkka/44-46]
Bu tehditler, Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının veya
onun tarafından bir sözcük bile ilave edilmediğinin delilidir. Çünkü bir insanın
kendi yazdığı kitabın içine böyle bir uyan koyması mümkün değildir.
Ayetin sonu (Eğer doğru insanlar iseniz) [Bakara/23] şeklinde
bitmektedir. Bu durumda bütün bu şüphe ve iftiraların doğrulanabilmesi için,
teklif edilen şeylerin yerine getirilmesi gerekir. Kısaca şunu söyleyebiliriz:
Yüce Allah'ın kuluna indirdiği Kur'an'dan şüphe edenlerden, Allah onun benzeri
bir sureyi yazmalarını ve kendi aralarından bilen kişilerin de hakemliğini
istemiştir. Onların, Yüce Allah'ın bu teklifini yerine getirmeleri mümkün
müydü? Bu sorunun cevabım bir sonraki ayet vermektedir:
(Eğer yapamazsanız) [Bakara/24], (ki asla yapamayacaksınız).
[Bakara/24]
Böylece Allah, onların Kur'an'a benzer bir ayet veya sureyi getiremediklerine
ve asla getiremeyeceklerine işaret etmektedir. Birincisi o anda şüphe
edenlerin, Kur'an'ın benzer bir suresini getiremeyeceklerini ifade ederken,
Asla yapamayacaksınız buyurulması, gelecekte de bu işi yapamayacaklarını
vurgulamakta, böylece Kur'an'ı koruma ve emniyet altına almaktadır.
Hal ve geleceği kapsayan bu hüküm, bu konudaki çabaların boşa çıkacağını
ve lüzumsuz yere zaman ve emek kaybı olacağını açıklamaktadır. Gerçekte var
olan bir varlığın mahiyetinden şüphe, insanı her şeyden şüphe et-
meye götürür ve doğruyu bulmasına engel olur. Özellikle de şüphe, bir
kutsal kitapla ilgili ise, netice, cehenneme götürür. Ayette insanı daha
iyiye, güzele ve gerçeği araştırmaya götüren metodik şüphecilik değil, gerçeği
inkara götüren şüphe reddedilmektedir.
Ayetin son kısmı, O zaman, kâfirler için hazırlanan, yakıtı insanlar ve
taşlar olan ateşten sakının şeklindedir. Burada yer alan ateş kavramı,
Tah-rim/6'da da geçmektedir. Bu ayeti şu şekilde anlayabiliriz: Şüphe insana
bir cehennem hazırlar. Bu şüphe cehennemi, başkalarının etkisinden oluşabilir.
Ya da, bu şüpheyle 'taş' denen, katılaşmış kalp meydana gelebilir. Böylece
'taş' ile 'insan' aynı anda ateşin yakıtı olmaktadır. Fahruddîn Râzî bu münasebeti,
('taş' ile 'insan' ilişkisini) izah ederken şu ayeti delil getirmektedir:
Kesinlikle sizler ve Allah'tan başka taptığınız şeyler, cehennemin
yakıtısınız. [Enbiya/98]
O bu ayetin açıklamasında şöyle demektedir:
Kafirler, Allah'ı bırakıp taptıkları taşların şefaatlerine nail
olacakları inancıyla o taştan putlara inandıkları için, Allah bu taşlan onların
azap sebebi kılmış, onları derin bir üzüntüye sevkedip bu üzüntüleri ile
onları yapayalnız bırakmak için, bu taşlan onlann cehenneminin yakıtı
yapmıştır.[110]
Fahruddîn Râzî'nin bu yorumunu kabul etmekle beraber, ayete başka bir
bakış açısı getirebiliriz. "Şüphe, ateş, yakıt ve kâfir" kavramları,
bu iki ayetin odak noktasını oluşturmaktadır. Bu kavramların arasındaki
ilişkiyi iyi kurmak lazımdır. Şüphe inkara götürebilir.
Şüphe ile inkar bir ateştir/cehennemdir. Cehennemdir, çünkü insanla Allah
ve kutsal kitap arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır. Bu bağlan kesince
de küfür meydana gelmektedir. Şüphenin getirdiği inkar, insanın kalbindeki
iman ormanını yakıp kül ediyor ve orada cascavlak taşlar kalıyor; böylece kalp
taşlaşıyor. Diğer taraftan bu şüphe ve inkar, topluma sirayet ederek toplumu
tahrip ediyor.
Çocuk sobaya yaklaşınca, yetişkinler ona "Dokunma yanarsın"
der. Yüce Allah da bu ayetlerinde, şüphenin getireceği inkarı yanan bir ateşe
benzetiyor ve bize, "Dokunma yanarsın" demek istiyor. Böylece ayette
yer alan sakının emri, eğitimin caydırıcı özelliğini oluşturmaktadır. İnsana
sadece iyi şeyleri anlatıp, öğreterek eğitim yapılamaz; ayrıca, sakındırma
eğitiminin de yapılması gerekir. Kötülüklerin neler olduğunu, insanın iç
alemini, dünyasını ve ahiretini cehenneme çevirecek olan düşünce, inanç ve
davanışlan da öğretmek gerekir.
[111]
25. İman edip yararlı iş üretenleri müjdele. Onlara altından ırmaklar
akan cennetler var. Kendilerine cennette bir meyve yedirildiğinde: 'Bu, daha
önce de dünyada yediğimiz şeydir' diyecekler. Oysa bu, onların benzen olarak
onlara verilecektir. Orada onların her türlü pislikten arınmış tertemiz
zevceleri olacak ve orada sonsuza dek kalacaklardır.
Yüce Allah'ın Kur'an'da kullandığı metotlardan biri, cehennemin
anıldığı bir ayetten hemen sonra, cenneti gündeme getirmesidir. Yüce Allah,
Bakara suresinin biraz önce izahını yaptığımız 24. ayetindeki cehennemden sonra
bu ayette cenneti ele almıştır. Başka bir ifadeyle, uyandan hemen sonra müjde
vermektedir. Bazen müjdeden sonra uyarı yaptığı da olmaktadır, mesela Hz.
Peygamber'in vasıflarını anlatan Ahzab/45-46'da, önce müjde verilmekte, ardından
da uyan yapılmaktadır.
İnsanlann cehennem korkusu ile dinden tiksinmemeleri için, cehennemin
geçtiği her ibarenin ardından cennetin zikredilmesi, bu kötümserliğin iyimserliğe
dönüşmesini temin etmek amacına yöneliktir. Çünkü dindeki ilahî
amaç, insanları yakmak değil, tam tersine onları mutluluğa götürmektir.
Mutlak mutluluk yeri cennettir. Cennete ulaştırmak, dinin amacı olabilir; ama
cehennemde yakmak, dinin amacı olamaz ve değildir de. Bu nedenledir ki Yüce
Allah, dinde asıl amaç olmayan cehhennem konusundan hemen sonra, dinin amacı
olan cennet konusunu işlemektedir.
Bakara/24 ayetinin sonu şöyle bitiyor:
(Cehennem kâfirler için hazırlanmıştır).
Âl-i İmran/133 ayetinin sonu da şöyledir:
(Cennet muttakiler için hazırlanmıştır).
Her iki ayetin ortak noktası, 'hazırlanmak' kavramıdır. Yüce Allah,
"Ben hazırladım" demeyip fiili meçhul olarak kullanmaktadır.
"Hazırlanmıştır" ifadesiyle, faili gizlenmiştir. Eğer fail Allah'ın
kendisi olsaydı bunu söyleyecekti. Bu nedenle cenneti veya cehennemi isteyen
insandır. Diğer bir ifade ile insan, bu dünyada yaptıklarıyla ya cennetini veya
cehennemini hazırlamaktadır.
Ayette, İman edip yararlı işler yapanlara altından ırmaklar akan cennetleri
müjdele buyrulmaktadır. Demek ki iman ve iyi ameller insanı cennete
götürmektedir. (İmanın ne olduğunu Bakara suresinin ilk ayetlerinde kısaca
açıklamıştık. Aynı şekilde iyi amellerin bir kısmı da aynı ayetlerde geçmektedir.
Kur'an'ın bütünü içinde "iyi ameller" çeşitli ayetlerde gündeme gelecektir.
Fakat bizim burada kısaca vereceğimiz bir ölçü vardır). İnsanı Allah'a
yaklaştıran ve insanlığa fayda getiren, hayatı kolaylaştıran ve insanı mutluluğa
götüren her eylem, 'iyi amel'in kapsamına girmektedir. İmanın görevi, iyi
davranışı meydana getirmek ve o davranışa hayat vermektir. İyi davranış, yani
yararlı işler imanın etkinliğinin göstergesi olmaktadır. İnsanın eylemleri,
içindeki, yani gönlündeki imanının gücünü, derinliğini ve yoğunluğunu
göstermektedir. Güçlü iman, daha faydalı amellere götürür. Onun içindir ki Yüce
Allah, çoğunlukla, imandan hemen sonra, yararlı işleri gündeme getirmektedir.
İşte bu ayette de, imandan hemen sonra yararlı işler zikredilmekte, bunları
yapanlar da son durak olarak cennetle müjdelenmektedir.
Burada sormamız gereken bir soru vardır: İman eden ve iyi ameller üreten
insanın cennet müjdesine ihtiyacı var mıdır?
Bu sorunun cevabını insanın doğasından hareket ederek vermemiz mümkündür.
Yüce Allah, insanın tabiatını kaderde planlarken, ona bir özellik koymuştur. O
da, insanın, karşılığı olmayan bir eylemi yapmamasıdır. Ödülü olmayan,
karşılığı verilmeyen ve çıkar sağlamayan bir işi insana yaptırmak hemen hemen
imkansızdır. Öyleyse inşam harekete geçirip bir iş yaptırabilmek için, onu
motive etmek gerekiyor. İman etmek ve yararlı iş üretmesini sağlamak için Yüce
Allah cennet denen ödülü koymaktadır. Cenneti aşarak, sadece Allah için ibadet
yapan insanlar çok azdır. Yapılan amele karşılık, Allah'ın rızasını istemek de
bir beklentidir. Ama bu beklenti, cenneti beklemekten daha büyük bir
erdemliliği ifade etmektedir. İnsan, iman ve amelinin gelişmişliği nisbetinde
beklentisini daha yüce hedeflere doğru kullanacaktır. Cenneti umarak, onun
müjdesini bekleyerek ve ona karşılık olarak amel üretmenin de yaratılışın bir
gereği olduğuna işaret olsun diye Allah bu ayeti göndermiştir.
Bu ayeti insanlık alemine uyarladığımız zaman, şu prensibi yakalamamız
mümkün olacaktır: Güvenilen ve yararlı iş üreten insanları ödüllendirmek
gerekir. Ödüllendirilmeyen basanlar, zamanla solup giderler. Bir toplumun
gelişimi, başarılı insanlarım ödüllendirmesine bağlıdır. Başarıyı ödüllendirmek,
ilahî bir sünnettir. Bu sünneti tatbik etmeyen toplumları Yüce Allah yüceltmez.
Çalışan, bir iş üreten ve bir başarıya hayat veren insanları itmek, onları
kıskanmak ve onları ödüllendirmemek, Allah'ın sünnetine aykırı olduğu gibi,
toplumun gelişimini engelleyeceği için de, bir zulümdür. Başarılı olanları
ihmâl etmek, yeni bitmiş orman fidanlarını kesmek kadar büyük bir haksızlık ve
büyük bir ihmaldir. Allah bu prensip ve bu eğitim uygulamasını bize
öğretmekte, iman ve amelin nasıl bir ödülle değerlendirileceğini anlatmaktadır.
Başarılı insanlar, ödüllendirilmek' ve takdir edilmelidir. Bu, onlar
için itici güç olacak ve onların daha başarılı işler üretmesine sebep
olacaktır.
Yüce Allah'ın iman edip, yararlı işler üretenlere, ödül olarak
vâdettiği cennetin özellikleri nelerdir? Ayette bu özellikler şöyle sıralanmaktadır:
1. İçinden (altından) ırmaklar
akmaktadır.
Dünyevî nimetlerin en önemlisi ve hayatın kaynağı olan su, ebedî hayattaki
cennetin nimetlerinden birini teşkil etmektedir. Dünyada susuz hayat olmayacağı
gibi, ahirette de cennetin en önemli nimetinin su olacağı gerçeğine işaret
edilmektedir. Dünyadaki su ile cennetteki suyun arasındaki fark, Muhammed/15
ayetine göre bozulmamasıdır. Demek ki, ahiretteki hayatta bu dünyadaki gibi
bozulma ve kokma yoktur.
Dünyadaki iyi ameller, ahirette bozulmayan ve kokuşmayan ödüllere dönüşmektedir.
"İyi amel" bozulmaz ve kokuşmaz olduğu için, geçici dünyayı ebedî
dünyaya taşımaktadır.
2. Meyvelerle
nzıklandınlacaklardır, sudan sonra en önemli ödül, meyvedir.
Su insana hayat verirken, meyve zevkle yenilen bir nimettir. Yüce Allah'ın iki ödülü birlikte zikretmesi anlamlıdır. Cennetteki meyvelerin, bu dünyada-kilere benzemesi ilginçtir. Demek ki, bu dünyadaki nzıklar, cennettekilerin bir benzerini teşkil etmektedirler.
3. Tertemiz zevceleri olacak
ifadesindeki temiz kavramı, her türlü pislikten arınmış manasına gelmektedir.
Dünyada gayr-i meşru cinsel ilişkiye girenler orada bu mükafaata ulaşamayacaklardır.
Bu ödülün konması, insanları bu dünyada, cinsel balamdan ahlâklı yaşamaya
teşvik etmek içindir.
Dünyada pisliğe bulaşmış bir kadın, cennette temiz olamaz. Burada nefsine
düşkün olan ve hayasızca bir hayat yaşayan erkek de orada, tertemiz eşlere
nail olamayacaktır. Bu durumda ayetin başında yer alan "iyi amel" kavramı,
helal lokma yemeyi ve cinsel ahlâk bakımından temiz olmayı da içine almaktadır.
Daha açık bir ifade ile rızık kavramı, bu dünyada helal lokmanın karşılığı; su
ve temiz zevce de cinsel ahlâk bakımından temiz yaşamanın karşılığıdır.
4. Cennetteki hayat ebedîdir:
(Cennette ebedî olarak kalıcıdırlar) [Bakara/25] ifadesiyle Allah, iman edip iyi davranışta bulunanlara sonsuz bir cennet hayatı vaadet-mektedir. Demek ki, dünyada insanın yaptıkları, öteki alemdeki sonsuz hayatın karşılığıdır. [112]
26. Allah, bir sivrisineği hatta ondan daha küçük ve önemsiz bir şeyi
örnek vermekten çekinmez. İnananlar, bu örneğin Rablerinden bir gerçek olduğunu
bilirler. Kâfirler ise, 'Allah bu örnekle ne demek istedi?' derler. 'Allah bu
örnekle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğruya yöneltir; bu örnekle,
fasıklardan başkasını saptırmaz.
Bu ayetin nüzul sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Şu ayetlere dikkat
edildiğinde bu sebepler ortaya çıkacaktır:
Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Allah'tan
başka tapınıp dilekte bulunduklarınız bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bir
araya gelseler bile, sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar;
yalvaran da güçsüz, yalva-nlan da! [Hac/73]
Kendilerine Allah'tan başka dost arayanlar, ağ örerek kendine ev yapan
örümceğin durumuna benzer; oysa evlerin en zayıfı örümceğin evidir; bunu bir
bilseler. [Ankebut/41]
Ayetlerde sinek, örümcek, karınca gibi küçük ve önemsiz varlıkların
örnek verilmesini, müşrikler alaya aldılar. Bu örnekleri veren ilaha kulluk
etmeyeceklerini ilan ettiler. Yüce Allah ise ısrarla bu tür varlıklardan örnekler
vermektedir. Zira bir varlığın küçük olması, onun önemsiz ve gö-revsiz olduğunu
ifade etmez. Bütün varlıkların bir yaratılış gayesi ve görevi vardır.
2. Diğer bir ayette de şöyle
buyurulmaktadır:
(Onların hali, ateş yakmış olan kimsenin durumuna benzer). [Bakara/17]
Ateş, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın örnek verilerek münafığın durumunun anlatılmasını hafife aldılar.[113] Onların hafife alışlarına ve alaycı tavırlarına karşılık Allah, Bakara/26-27 ayetleriyle konuya bir açıklık getirmektedir.
Bakara/26'daki önemli kavramları burada açıklamayı uygun buluyoruz:
Haya canlı olmak, gelişir olmak, bir şeyden utanmak, ateşi körükleyerek
veya üfleyerek canlandırmak, bir yeri münbit kılmak, birine selam vermek,
utanmak, çekinmek, tevazu, haya[114]
manalarına gelir.
Bu ayetteki manası, çekinmek, utanmak ve haya etmektir. Haya Allah'a
nisbet edilince, can vermek; insana izafe edildiğinde ise utanmak, çekinmek
manasına gelir.
Haya, ahlâkın temelinde vardır. Utanma duygusu denen haya, insanı
ayıplanacak bir davranıştan sakındıran güçtür. Haya perdesi yırtılmış kimse,
her şeyi yapabilir. Haya, insanın karakterinin diri kalmasını temin eden bir
duygudur.
Kur'an'da haya kavramı, Hz. Peygamber ve kadınla ilgili olarak yer almaktadır.
Ancak bu ayette Allah'a izafe edilen haya, utanma manasında değil, çekinme
anlamındadır. İnsan utanacak bir iş yapabilir veya utanma duygusu onu o çirkin
işten alıkoyabilir. Fakat Allah, asla utanacak bir iş yapmaz ve ona böyle bir
duygu da engel olamaz.
a) Hz. Peygamberin hayası:
Ahzab/ 53'de şöyle buyurulmaktadır:
Fakat, davet olunduğunuzda girin. Yemeği yediğiniz zaman dağılın.
Sohbet için izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygamber'e eziyet vermektedir. O,
sizden utanmaktadır).
Hz. Peygamber'in evine girip yemek yedikten hemen sonra dağılmamalan ve
onun dinlenmesine müsaade etmemelerinin, yanlış bir davranış olduğunu anlatan
bu ayet, aynı zamanda misafirlik âdabını da öğretmektedir. Misafirlik adabında
ev sahibinin, misafirlere 'çıkın dinleneceğim' diyememesinin altındaki duygunun
haya olduğuna da işaret etmektedir.
Yanlışa yanlışla karşılık vermeyi önleyen temel duygulardan biri olan
haya -sosyal statüsü ne olursa olsun- her insanda bulunur. Yüce Allah, Hz.
Peygamber'in arkadaşlarına karşı nasıl haya ettiğini bildirmekte, insan ilişkilerinde
hayanın yerini ve önemini vurgulamaktadır.
b) Kadının hayası:
Yüce Allah, kadının hayasına, Hz. Şuayb'ın kızını örnek vermektedir:
(Uzun zaman geçmeden, o iki kızdan biri haya içinde yürüyerek Musa'ya
geldi). [Kasas/25]
Yabancı bir erkekle konuşan bir kadının tavrını anlatan bu ayet,
kadının onurunun hayaya dayandığına dikkat çekmektedir. Haya, yürüme ve konuşmada
etkili bir duygu olduğu ölçüde, kadının şerefini, haysiyet ve onurunu korur.
Erkek ve kadının haya duygulan, ahlâkı ayakta tutmaktadır.
Haya kavramı, can vermek, canlanmak manasına da gelir. Utanma ile can
vermenin bir araya geldiği bu kavram, ahlâkın canı manasını da taşımaktadır.
Utanma duygusu, insan onurunu, haysiyetini, iffetini ve bütün ahlâkını canlı
tutmaktadır. Bu ismi, bu işlevinden dolayı almıştır.
Haya insanı hayvandan ayıran temel duygulardan biridir. Hayvanın utanma
duygusu yoktur. Öyleyse, utanmayan veya haya perdesi yırtılmış olanlar,
hayvanlığa yaklaşmaktadırlar.
Hak: Var olan ve inkarı caiz olmayan, varlığı kesin olan şeydir. Dokusu
sağlam olan elbise için kullanılır. Hak, Kur'an'da çeşitli kalıplarda kullanılmıştır.
Fiil halinde kullanıldığında bir şeyin gerçekleşmesi anlamına gelir:
(Onlann iman etmeyeceğine dair Rabbinin fasıklar hakkındaki sözü
böylece gerçekleşti). [Yunus/33][115]
Hak yolundan çıkmak, günah işlemek, bir şeyi kabuğundan ayırmak, isyan,
zina manalarına gelen bu fasık kavramı, başka ayetlerde de geçmektedir. Ancak,
Bakara/27'de fasığın şu özelliklerini topluca bulmaktayız:
a) Allah'a verdiği sözde
durmamak,
b)
Allah'ın emrettiği
ilişkileri kesmek,
c) Yeryüzünde bozgunculuk
yapmak,
d)
Manen iflas etmek.
Şimdi Bakara/26'dan çıkarabileceğimiz ilkeleri ele alabiliriz:
1. Bir şeyi öğretirken,
örneklerden yararlanmak.
Çok önemli bir konu anlatılırken, basit, önemsiz ve küçük şeylerden örnekler
verilebilir. Mesela, Kur'an-ı Kerim'in, Allah'a şirk koşulamayacağını
açıklarken, sineği [Hac/73], münafıkların durumunu anlatırken, ateş, şimşek,
yıldırım gibi tabiat olaylarını örnek vermesi [Bakara/17, 19-20], hak ile batılın
ne olduğunu açıklarken sel, köpük ve kıymetli maden eşyalarını misâl göstermesi
[Ra'd/17], Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumunu örümcekle açıklaması
[Ankebut/41] gibi.
Dikkat edilirse, bir tabiat olayını veya bir canlıyı, manevî olgular
için örnek getiren Yüce Allah, insanlara konulan açıklarken hem nasıl örnek
verileceğini ve hem de tabiatın öğretimde kullanılabileceğini öğretmektedir.
Şirke sapan ve manevî yapılarını iki yüzlü davranışlarla kirleten insanların
ne kadar küçüldüklerini onlara küçük canlıların durumunu örnek göstererek anlatmak,
ilahî bir metottur.
Tabiattaki canlıların ve olayların yapısından ve işleyiş tarzından
hareket ederek, manevî konuları açıklamak en etkili yollardan biridir. İşte
Allah bu ayetinde, bu örneklemeyi alaya alanlara bunun yanlış olduğunu
anlatmakta ve onların ruh halini açıklamaktadır.
Sözgelimi bir sinek veya daha küçük ve önemsiz bir şeyin misal verilmesi
o kadar önemli değildir. Önemli olan, verilen örneğin, insanın ruh halini
anlatan konuya denk düşmesi ve onun olumlu veya olumsuz yönünü
göste-rebilmesidir. Bakara/26 ayeti, bu örneklemenin hem önemini ve hem de biçimini
dile getirmekte ve bunun ilahî bir öğretim usûlü olduğunu beyan etmektedir.
Biz buna, tabiat kanunlarından hareketle, psikolojik oluşumların açıklanması,
isbat edilmesi ve yorumlanması diyebiliriz.
2.
Verilen örneğe insanlar,
inançlarına göre tepki gösterirler.
(İman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, 'Allah bu örnek ile ne demek istiyor?' diye sorarlar). [Bakara/26]
İnsanların, kendilerine anlatılan bir konuya gösterdikleri tepkinin arka planında inançlarının yer aldığını anlatan bu ayet, önemli bir psikolojik olguyu dile getirmektedir. Deyim yerinde ise bir davranış psikolojisi öğretimi yapmaktadır. Hak/gerçeğe ve doğruya, ancak bilgi ve iman ile ulaşılabileceğine dikkat çeken bu ayet, bilmenin imana, imanın da bilmeye sebep olacağına işaret etmektedir. İman eden hakkı bilir; hakkı bilen iman eder. Buna göre, Yüce Allah'ın verdiği örneğin hak olduğunu bilenlerin, ancak O'na iman edecekleri, açıkça ifade edilmiş olmaktadır.
İnanmayan insanlar, anlatılanlar hakk bile olsa, ona menfî tavır
takınacaklar ve olumsuz tepki göstereceklerdir. Onların bu olumsuz tepkileri,
tamamen inançlarından kaynaklanmaktadır. Öyle ise, inanmak ve bilmek, konuların
anlaşılması için alt yapıyı oluşturmaktadır. Kalbi ve beyni anlatılana açık olmayan
insanlar hakikati idrâk edemezler. Yüce Allah bu açıklamasıyla, herkesin aynı
derecede eğitimden istifade edemiyeceğini insanlara öğretmektedir. İnsanı
geliştirme ve şekillendirmede en büyük engel, olumsuz bir özellik taşıyan
inancını, tepkisinde kullanmasıdır. Böylece olumsuz inanç, olumsuz tepkiye,
olumlu inanç da olumlu tepkiye neden olmaktadır.
3. Yüce Allah'ın kuluna
takındığı tavır, kulun bilgi ve inancına göredir:
(Allah bu misâl ile birçoğunu şaşırtır, birçoğunu da doğru yola yöneltir; ancak bunlarla fasıklan şaşırtır). [Bakara/26]
Yüce Allah müşriklerle münafıkların durumunu bir örnekle anlatarak, bu
örneklemenin ifade ettiği gerçeği gören insanı doğru yola götürecek, o gerçeği
anlamayan ve ona menfî bir tavır takınanları da yoldan çıkaracaktır. Demek ki
Allah'ın yola getirmesi ile yoldan çıkartmasına sebep olan şey, kulun hakikate
veya ilahî öğretiye karşı takındığı tavırdır. Yoksa, Allah durup dururken,
kulunu yoldan çıkartmaz, aksi takdirde zâlim olurdu. Kulun düşüncesi,
davranışı, irade ve niyeti hangi doğrultuda tecellî ederse, Allah'ın ona olan
muamelesi de o yönde tecelli etmektedir.
[116]
27. O fasıklar ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden
dönerler, Allah'ın emrettiği ilişkileri keser ve yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar. Onlar manen iflâs etmiş kimselerdir.
Bu ayette Yüce Allah insanın yoldan çıkmasına sebep olan davranışları
sıralamaktadır. Yüce Allah, fasığın vasıflarını beyan etmekle, hem insanın tabiatına
dikkati çekmekte ve hem de fâsığın davranışlarından tiksindirerek bu rür
davranışlardan kaçınılmasını emretmektedir. Diğer taraftan bu tip insanların,
sosyal hayata verdikleri zararı göstermekte ve toplumsal hayatın dengesini
bozanlara fasık sıfatı vererek onları ifşa etmektedir. Demek ki fasık insan,
bir taraftan inanmıyor, diğer taraftan hakikati anlamayıp tepki gösteriyor;
ayrıca devamlı kötü davranış üretiyor. Böylece yanlış inanç, yanlış tepki ve
yanlış davranış, insanın yoldan çıkartılmasının sebeplerini oluşturmaktadır.
Eğer kul, kendi davranışlarının sorgulamasını yaparsa, yoldan çıkışının
sebebini Allah'a bağlamayacaktır.
Daha önce, maddeler halinde sıraladığımız fasığın özelliklerini, şimdi
geniş bir şekilde açıklayabiliriz:
1. Fasık dönektir:
(O fasıklar ki, Allah'a kesin
söz verdikten sonra sözlerinden dönerler). [Bakara/27]
Allah'a hangi söz verilir de, sonra bundan nasıl dönülür?
a) Bu sorunun cevabını,
öncelikle A'raf/172'de bulmaktayız:
Rabbin Âdemoğullan'nın bellerinden zürriyetlerini çıkarıp, onlan kendi
kendilerine şahit tutmuş ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
sormuştu. Onlar, "Evet, Rabbimiz olduğuna şahidiz" diye cevap
vermişlerdi. [A'raf/172]
Geleneksel anlayışta, Yüce Allah'ın bu soruyu ruhlar aleminde sorduğu
söylenir. Yüce Allah, ruhları çağırmış ve onlara, Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
demiş, ruhlar da Evet sen bizim Rabbimizsin diye cevap vermişlerdir. Buna
"Bezmi elest" veya "Elest bezmi" denmektedir.
Ayetin ilk bölümünü ele aldığımızda, olayın böyle gerçekleşmediği görülecektir.
Ayetin birinci bölümünde "Âdemoğulları'nın bellerinden zürriyetle-rini
çıkarınca" ifadesi yer almaktadır. Demek ki olay, ruhlar aleminde değil,
insan yaratıldıktan sonra cereyan etmektedir. "Bellerinden" ifadesi
spermi ve yumurtanın meydana gelip döllenmesini, "zürriyet" kavramı
da, insanın anne karnında yaratıldığını göstermektedir. Sperm ve yumurtanın
döllenip insanın anne karnında yaratılma olayından sonra, "elest
bezmi" denen sorunun sorulduğu, ayette net bir şekilde anlatılmaktadır.
Öyleyse, "elest bezmi" bir anda ve yaratılmadan önce olmuş bitmiş bir
olgu değildir. Devam eden bir süreçtir. Annelerin karnında yaratılan her
çocuğun ruhuna bu soru sorulmakta ve cevaplar alınarak antlaşma yapılmaktadır.
O halde, bu "elest bezmi", ya da antlaşma, neyi ifade etmektedir?
Bunu, insanlara nasıl anlatırız? .
Yüce Allah insanı yaratmadan önce, onun nasıl bir biyolojik ve psikolojik
yapıya sahip olacağını planlamıştır. Bu planlamaya biz kader diyoruz. Biyolojik
organlarının neler olacağını ve yapılarının nasıl ve nereye yerleştirileceklerini,
aralarındaki bağlantıların nasıl kurulacağını ve nasıl çalışacaklarını, Allah,
kader denen planlamasında belirlemiştir. Diğer taraftan, insanın psikolojik
yapısını, yani manevî alemini hangi özelliklerle donatacağını da
kanunlaştırmıştır. Zihin, gönül ve nefis boyutlarıyla insanın, hangi kabiliyet,
kapasite, istek ve içgüdülere sahip olacağını, ta o zaman tesbit etmiştir. Bü-s
tün bu özelliklerin içinde bir tanesi vardır ki, şu andaki konumuzu ilgilendirmektedir;
o da "inanç duygusu"dur. İşte Yüce Allah, insanın yapısını planlarken,
onun iç alemine, yani psikolojik yapısına "inanç duygusu"nu yerleştirmiştir.
Başka bir ifadeyle, insanın ruhunu Allah'ı bulacak şekilde programlamıştır.
Anne karnında
yaratılan çocuğa, yukarıda nakledildiği şekilde, sorulan soru ve alınan cevap,
aslında çocuğun ruhunun inanç duygusu ile program-lanmasıdır. Bu programlanmaya
"elest bezmi" denmektedir. Bir bakıma bu, Yüce Allah'ın insan ruhu
ile bir antlaşma yapması demektir. Bu antlaşma, insanın ruhuna enjekte
edildiği için, Bakara/27'de, Antlaşmayı belgelendirdikten sonra ifadesi ile
takdim edilmektedir. "Allah'a verilen söz", ruhun Allah'ı kabul
etmesi için hazırlanması, programlanması ve tevhid inancını kabul edecek
şekilde yönlendirilmesidir.
İnsan yavrusu dünyaya geldikten sonra, eğitim vasıtasıyla, bu inanç duygusu
geliştirilir ve gerçek mecrama sokulur. Bu bir bakıma, antlaşmanın yerme
getirilmesidir. Ama, insan yavrusu eğitilirken, onun ruhuna daha önce
verleştirilen inanç duygusu normal akışından saptınlırsa ve ona tevhid inancının
dışında bir inanç kabul ettirilirse, antlaşma bozulmuş olacaktır. Bir bakıma
bilgisayarın programını bozan virüs gibi, yanlış eğitim de, o insanın inanç
duygusunun virüsü olacaktır.
İşte fasık, Allah'a elest bezminde verdiği sözü bozan, yani ruhundaki
tevhid inancının programını tahrip eden bir insandır. Bu insana Allah ne anlatırsa
anlatsın, olumsuz tepki göstermekte ve küfrünü davranış haline getirmektedir.
İlahî öğretilere gösterdiği olumsuz tepki, onun ruhundaki programın
bozulduğunu ifade etmektedir. Ruhunu, tabii akışından çıkarıp, zorlamalarla
başka alanlara doğru akıtmak ve onu tevhid inancından uzaklara götürmek, Allah
ile yapılan antlaşmayı bozmak demektir. Çünkü insan ruhu Allah'a aşıktır, O'na
doğru koşmayı en büyük amel olarak kabul etmektedir. Onun bu amelini engellemek,
fasıklığın ta kendisi olmaktadır.
b) Allah'a verilen sözün ne
olduğu meselesini, Fâtır/42 ayetiyle de cevaplandırmamız mümkündür:
Bütün güçleriyle yemin ettiler ki, kendilerine bir uyarıcı gelirse,
herhangi bir ümmetten daha iyi olacaklar; ama uyarıcı kendilerine gelince,
onların nefretlerinden başka bir şeylerini artırmadı. [Fâtır/42]
Peygamberimiz'in gelmesinden önce müşrikler, kendi kavimlerinden gönderilmediği
için hristiyan ve yahudilerin peygamberlerine inanmadıklarını; ama kendi
içlerinden peygamber gönderildiği takdirde ona tâbi olacaklarını, diğer
ümmetlerden daha iyi olacaklarını söyleyip yemin ettiler. Yüce Allah, onların
bu yeminlerini Kendisine verilmiş bir söz ve yapılmış bir antlaşma olarak kabul
etmektedir. Onların bu sözlerine karşı, onlara uyarıcı olarak Hz. Muhammed'i
gönderdi ve onlar bu sefer daha da azdılar ve inkara daldılar. Bakara/27'de yer
alan Fasıklar, Allah'a verdikleri kesin sözden sonra sözlerinden dönerler
ifadesi ile o kimseler kastedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle
Kureyş, kitap ehlinin peygamberlerini yalanladıklarını işitmişler ve
şöyle demişlerdi:
Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin, eğer bize bir peygamber
gelseydi, herhalde biz ümmetlerin her birinden daha çok doğru yola giderdik.[117]
İşte Yüce Allah, onların sözlerinde durmasını istiyor ve durmayanların
halini fasıklıkla nitelendiriyor.
Bu süreç, sadece Peygamberimiz'in döneminde olmuş bitmiş bir olgu değildir.
Fâtır/42 ile Bakara/27 ayetini bir araya getirip günümüze ve gelecek asırlara
uyarladığımız zaman şu ilkeye ulaşmamız mümkün olacaktır: Bir insanın diğer
bir insanla; bir grubun diğer bir grupla veya bir milletin diğer bir milletle
yaptığı antlaşma ve birbirlerine verdiği sözler, aynı zamanda Allah'a verilmiş
olmaktadır. Nitekim, Fâtır/42'de müşriklerin ettikleri yemin ve verdikleri söz
kitap ehline idi. Ama Allah, bunu kendisine verilmiş bir söz olarak kabul etti
ve uyarıcısını gönderdi.
Bunun başka bir delili, Mücadele/7 ayetidir:
Gizli konuşan üç kişinin dördüncüsü Allah'tır. Konuşan beş kişinin altıncısı
Allah'tır. Bundan daha çok veya daha az kişi, nerede olursa olsunlar, Allah
onlarla beraberdir. [Mücadele/7]
İnsanlar arasında hangi ölçekte olursa olsun, yapılan antlaşmaları
Allah önemsemekte ve onlara aykırı hareket edenleri kendisine karşı hareket
etmiş gibi kabul etmektedir. Başka bir ifadeyle, kulun kula verdiği söz ve
yaptığı antlaşma, Allah'a verilmiş ve Allah ile yapılmış bir antlaşma olarak
kabul edilmektedir.
Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca ve malca daha çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat konusu edinerek, ipliğini kuvvetlice örüp, sonra söken kadın gibi olmayın. Allah, sizi bununla sadece denemektedir. İhtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri, kıyamet günü size açıklayacakta [Nahl/92]
Böylece, insanlar arasında yapılan antlaşmaların Allah tarafından önemsendiğini
ve onların ahirete uzandığını ve onları bozmanın büyük günah olduğunu
açıklamaktadır. Yaptığı antlaşmayı bozan insan fasıktır ve cezalandırılacaktır.
(Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri keserler). [Bakara/227]
Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyler neler olabilir? Bu sorunun
cevabını birkaç boyuttan vermemiz mümkündür:
[118]
İnsanın iç aleminde, zihin, gönül ve nefis denen önemli merkezler yer
almaktadır. Yüce Allah, eğitimiyle, yani Kur'an'la bu merkezleri birleştirmek
istemektedir. Zihnin, gönül ve nefsin birleşmesi insanın iç aleminde dengenin
kurulması demektir. İnsanın duygu, heyecan, inanç, arzu ve zihin açısından bir
bütün olarak eğitilmesi gerekir. İnsanın manevî özelliklerinden birini ihmâl
edip diğerlerini geliştirmek, o özelliğin ötekilerinden koparılması demektir.
Bu da insana yapılan en büyük haksızlıktır.
İnsan bunu kendi kendine yaptığında, kendisine; diğer insanlara
yaptığında, başkasına zulmetmiş olur. İnsanın iç alemindeki bu kopuş ve
dengesizlik başka kopuşlara götürür.
[119]
Yüce Allah kulunun kendisi ile bitişmesini, kendi ipine sımsıkı
sarılmasını, (Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın!) [Âl-i İmran/103] ayeti
ile emretmektedir. Bu ayetteki ip kavramı, öncelikle Kur'an'ı, sonra da aklı
ifade etmektedir. Akıl ile Kur'an, ilahî alemden beşerî aleme gelen iplerdir.
Onlar, beşerî alemi, ilahî aleme, başka bir ifadeyle, insanı Allah'a bağlamaktadırlar.
Psikolojik bitişmeyi oluşturanlar, ilahî bitişmeyi de rahatlıkla tesis
etmektedirler. Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyler, bu ilahî boyutla da
açıklanabilir.
[120]
Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği ve çok önemsediği ilişkiler, sosyal hayatta insanların akrabalık bağlan ve sevgi ile kaynaşmalarıdır. Bu meseleyi, siyasetin ana ilkesi ve amacı haline de getirmektedir. Ana-babalarla çocuklar arasındaki bağların sağlam kalması ve kopmaması; akrabalık bağlarının devam etmesi ve insanlar arasındaki sevginin kalpleri kaynaştırması, Kur'an'in temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Yüce Allah, siyasette de bu bağlara dikkat edilmesini ve onların kopanlmamasını istemektedir.
Demek ki, iktidan elde etseydiniz, yeryüzünde fesat çıkaracak ve
akrabalık bağlarını kesecektiniz, öyle mi? [Muhammed/22]
İktidarı ele alanlar, toplumu meydana getiren bağları sağlam tutmalı,
onların kopmasına meydan vermemelidirler. Bunu yapamayacak durumda olanlar
iktidara talip olmamalıdırlar. Bu da kültürün oluşturduğu manevî bütünleşmenin
şartıdır.
Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirenler, Ra'd/19-21'de,
gerçeği anlayan, düşünen akıl sahipleri olarak takdîm edilmektedirler. Demek ki
aklını kullanan milletler, bu akılla toplumsal bütünlüğü sağlayarak yaşama hakkını
elde ederler.
3. Fasığm üçüncü özelliği,
toplumda bozgunculuk yapmaktır: (Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar). [Bakara/27]
Fasıklar toplumda bozgunculuk çıkarır. Devletleri ele geçirdiklerinde
ise dünyayı karıştırırlar. Böylece fasık, hem ruh haletini ve hem de kötü davranışlarını
diğer insanlara bulaştırmış olur.
Fasık, bu manevî hastalığını topluma nasıl bulaştırır? Şöyle: İnsanları
ibadet yapmaktan alıkoyar, ilahî öğretiye menfî tavır takınır, antlaşmaları
bozar, akrabalık bağlarını koparır ve dinin hükümlerini değiştirmeye çalışır.
Mesela Firavun, Hz. Musa'dan bahsederken şöyle demektedir:
(Ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat
çıkartmasından korkuyorum). [Mü'min/26]
Demek ki kötüler, onları yanlışlarla beraber yaşamaktan uzaklaştırmaya
çalışanları; bidat uykusundan ve şirkten uyanmalarım isteyenleri fesatçılıkla
nitelendirebilirler. Çünkü onlar, yanlış inanç, fikir ve davranışlarıyla bir
zihniyet dünyası kurmuşlardır. Kim bu dünyanın yapısını değiştirmeye kalkarsa
onu bozgunculuk (fesat) çıkarmakla suçlarlar. Bir yerde herkesin burnu akıyorsa
ve oraya burnu akmayan biri gelirse, burnun akmaması anormal görülür. Bir
yerde bütün kadınlar yoldan çıkmış ise, aralarına namuslu bir kadının
girmesiyle hem rahatsız olurlar, hem de onu anormal karşılarlar. Bu sosyolojik
gerçekten hareketle diyebiliriz ki, kendisini şirkten uyandırmaya çalışan Hz.
Musa'yı Firavun, bozgunculuk çıkartmakla suçlamıştır. Şirkle iç içe yaşayan bir
toplum, tevhid inancını anormal görecek ve o inancı taşıyana veya o inanca
davet edene de fesatçı damgasını vuracaktır.
4.
Ekonomik bakımdan maddî servetini,
değerlerini kaybeden insan iflâs etmiştir:
(Onlar manen iflas edenlerdir).
Allah'ın emirlerine menfî tepki göstermek, inkar etmek, antlaşmalara
sadık kalmamak, akrabalık bağlarını kesmek ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak
manen iflastır. Yukarıdaki davranışların tamamını olumlu manada yerine
getirmek, yani onların tam tersini yapmak büyük bir manevî hazinedir.
Şimdi Kur'an'daki diğer ayetlerde yer alan fasığın özelliklerini ele
alabiliriz.
5. Yalan haber taşır.
Ey iman edenler! Size fasığın biri bir haber getirirse, o haberi iyice
araştırın). [Hucurât/6]
Fasık insan, toplumdaki bozgunculuğunu yalan haber taşıyarak gerçekleştirir
ve toplumda fert ve grupların birbirine yanlış muamelede bulunmasından zevk
duyar. İnsanların birbirlerine, ileride pişman olacakları bir tarzda
davranmaları, fasık insanın ruh gıdasıdır. İnsanların birlik beraberlik içinde
ve sevecen bir şekilde yaşamaları fasığı çok rahatsız eder. Toplumsal bütünlüğü
ve kardeşliği temin eden ve devam ettiren bütün değerler onu rahatsız eder ve o
değerleri düşman ilan eder.
6. Müfteridir:
(İffetli kadınlara zina
iftirasında bulunup da, bunu dört şahit ile isbatlayamayanlara seksen değnek
vurun ve bir daha asla onların şahitliğini kabul etmeyin; onlar fasıklann ta
kendileridir). [Nur/4]
Fasık, iflas etmiştir; çünkü kendisinden, hakların yerini bulmasını temin eden erdemli bir görev (şahitlik) kabul edilmemektedir. İffetli kadına iftira edip, onun ?nuru ile oynamak zinaya hemen hemen denk bir günahtır. Çünkü zina edene yüz ieğnek; iftira edene seksen değnek ceza verilir. Zina eden kişi bu cezadan sonra şahitlik yapabilir ama, iftira edenin şahitliği ebediyyen kabul edilmez. Böylece if-:a/fasıklık; zânilikten daha kötü bir amel olarak takdim edilmektedir.
7. Allah'ı unutur:
(Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar fasıkla-rın ta kendileridir). [Haşr/19]
Fasık, Allah'ı unutur; Allah da kendisini kendisine unutturur. Böylece
o, hem Allah'ı hem de kendisini unutan tuhaf bir yaratık halini alır.
Yaratanını, sonra da kendini unutmak kadar kötü bir gönül ve davranış
olabilir mi? Yüce Allah, inananlardan, bu insanlar gibi olmamalarını
istemektedir.
8. Katı kalplidirler.
Fasıkların diğer bir özelliği de katı kalpli olmalarıdır:
İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve
inen gerçeğe saygı duysun ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra
üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış ve çoğu da fasık olan
kimseler gibi olmasınlar. [Hadid/16] Bu insanların gönül boyutu yoktur.
Yüce Allah, burada, inananlara fasıklara benzememelerini öğütlemekte ve
emretmektedir. Müslüman, Allah'a ve O'nun indirdiği kitaba saygı duyar ve
onlara karşı kalbi yumuşaktır. Halbuki fasık, aradan bir zaman geçtikten sonra
gerçeğe karşı kalbi katılaşır ve saygı duymaz hale gelir. İleride fasık kavramının
geçeceği ayetleri kendi muhtevaları içinde ele alacak ve yorumlayacağız. Ama
biz burada, fasığın temel özelliklerini vermeye çalıştık. İlahî öğretiye menfî
tepki gösterenlerin nasıl bir ruh yapısına, şahsiyete ve davranış biçimine
sahip olduklarını Kur'an'ın rehberliğinde açıklamaya çalıştık. Yüce Allah'ın
sıraladığı bu özellikler, bizlere ne kazandıracaktır? Öncelikle, bu şekilde
davranan insanları tanımış ve davranışlarının arkasındaki psikolojik nedenlerin
analizini yapmış olacağız. Bütün bunlar, din eğitimcilerinin karşılaşacakları
tepkilere soğukkanlılıkla mukabele etmeleri ve bu konuda karamsarlığa düşmemeleri
konusunda bize önemli bir eğitim ilkesini öğretmektedir. Aynı şekilde
sosyolojik değerlendirme ve analizlere açılım sağlamakta, siyasî erki elinde
tutanlara veya o erki elde etmeye çalışanlara, ödün verilmemesi gereken temel
değerlerden biri olan insan ilişkilerindeki bağların koparılmasının, ne kadar
acı neticeler doğuracağını hatırlatmaktadır. Böyle kimselere halkın idaresi
teslim edilemez.
[121]
28-29. Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz? Siz yokken, sizi var etti.
Sonra sizi öldürecek ve sonra tekrar diriltecek. Sonunda O'na
döndürüleceksiniz. Allah, yerde olanların hepsini sizin için yarattı, sonra
iradesini göğe yöneltip onları yedi gök olarak düzenledi; O, her şeyi
bilendir.
Allah ayette, kendi öğretilerine karşı çıkan ve olumsuz bir tepki
gösteren fasık denen kâfirleri eğitmek için bazı bilgi ve oluşumları gündeme
getirmektedir. Bu ayette Allah yaratma faaliyetini, yakından uzağa metodu ile
anlatmaktadır. Önce insanın kendisini, sonra yerdeki olayları, daha sonra da gökleri
yarattığını hatırlatmakta ve böylece kevni olaylar hakkında tefekkür etmeyi
öğretmektedir.
a.
(Siz yoktunuz).[122]
Mülk/2'de şöyle geçmektedir:
(Allah ölümü ve hayatı, hanginizin daha güzel davranacağını denemek
için yarattı. O, güçlüdür ve bağışlayıcıdır).
Bu ayette de, önce ölümü sonra hayatı yarattığı ifade edilmektedir.
Halbuki önce hayat sonra ölüm olması gerekirdi. Öyleyse buradaki ölüm'e
'yokluk', hayata da 'varlık' manalarını verebiliriz.
b.
(Sizi var etti). [Bakara/28]
Allah'ın, yokluktan varlığa getirmesi insanın çok aciz kaldığı ve asla
yapamayacağı bir şey olduğu için, O'nun öğretilerine menfî tepkide bulunmak
çok büyük bir hatadır. Yokluktan varlık alemine gelme olgusu, aslında insanın
araştırması ve onu hayrete düşürüp imana götürmesi gereken bir olgudur. Çünkü
insanı en aciz bırakan husus, Allah'ın yaratma sıfatıdır.
c. (Sonra sizi öldürecek).
[Bakara/28]
Buradai mevt kavramı yokluk değil, ölümdür; var olanın ölümü.
d. (Sonra sizi diriltecek).
Bu diriliş veya var ediş, ahirette gerçekleşecektir.
Bütün bu izahlar gösteriyor ki, ölen insanın ruhunun başka birine girip
tekrar dünyaya gelmesi diye bir şey yoktur. Öldükten sonra tekrar bu dünyada
yaratılma olayları olmuştur. Ama ölen insanın ruhu yine kendisine
verilmektedir, başkasına değil. Bakara/259'da bunu bulmamız mümkündür:
Yahut şu kimse gibisiniz ki, duvarları çatılan üstüne yığılmış ıssız
bir kasabaya uğramıştı. "Allah, bunu böyle öldükten sonra nasıl
diriltecek?" demişti. Allah kendisini öldürüp yüz sene sonra diriltti.
"Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün, ya da bir günün birazı kadar
kaldım" dedi. Allah, "Hayır" dedi, "yüz yıl kaldın, yiyecek
ve içeceğine bak, bozulmamış, eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret kılalım
diye böyle yaptık. Kemiklere bak, nasıl onları birbirinin üstüne koyuyor, sonra
onlara et giydiriyoruz". Bu işler, açıkça ona belli olunca Allah'ın her
şeye kadir olduğunu biliyorum" dedi.
Bu olay istisna olarak gerçekleşmiştir. Ama dikkat edilirse, ölen
insanın kendisi yüzyıl sonra tekrar yaratılmıştır. Önceki ruhu, aynen kendisine
verilmiştir. Eşeği de öldükten sonra tekrar yaratılmıştır. Başka bir ayette,
ölümden sonra toplu halde dirilmekten bahsedilmektedir:
Sayıları binlere vardığı halde, ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp
çıkanları görmedin mi? Allah onlara 'ölün' dedi de, sonra onlan yeniden
diriltti. [Bakara/243]
Demek ki binlerce kişi toplu halde ölüyor ve tekrar bu dinliyor. Bu
diriliş, reen-kamasyon değildir. Dinlen yine aynı vücuttur. Dirilen bu
insanlar, daha önceki hayatlarını hatırlayabilirler. Bu, onların eski
ruhlarına kavuştuklarını ifade etmektedir.
Başka bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Ölümünüzün arkasından, sizi yeniden dirilttik). [Bakara/56]
Buradaki ölüm ve yeniden diriltme olayı bu dünyada gerçekleşmektedir.
Ashâb-ı Kehf de aynı olgunun bir uzantısıdır.
e. (Sonra O'na
döndürüleceksiniz). [Bakara/28]
İnsan bu dünyada gurbettedir. Ruh daima sıla hasretini çekmektedir.
Ölüm olgusu, ruhun gurbetten kurtulup sılasına, yani Rabbine dönüşüdür.
Ruhumuz, Allah'tan geldiği için tekrar O'na dönecektir. Bu ayet, insana
nasıl yaratıldığını öğreterek, sonunun ne olacağının bilgisini de vermektedir.
Ölüm, bir yokluk değildir; tam tersine ebedî hayata bir geçiştir. Anne karnından
bu dünyaya geliş ne ise, bu dünyadan ahirete geçiş de odur. Birincisinde ruh
bedende; ikincisinde ise, ruh bedenden ayrılıyor, sonra tekrar birleşiyor. Bu
oluşumların bilgisine sahip olan insanın Allah'ı inkar etmesi ve O'nun öğretilerine
karşı çıkması imkansızdır.
Hira mağarasında gelen ilk ayetler, Yaratan Rabbinin ismi ile oku diye
başlamaktadır. Okunması gereken ilk kitap ve öğrenilmesi zorunlu olan ilk konu
yaratılıştır. Yaratılış olgusu, insan aklını Allah'a götüren en büyük
delildir. Onun için Allah, kendisini inkar edip, öğretilerine karşı çıkanları
yermektedir.
Yeryüzündeki her şeyi bizim için yaratan Allah, daha önce belirttiğimiz
gibi, insanı yaratmadan önce, tüm yeryüzünün varlık ve kanunlarını onun yaşayabileceği
bir tarzda düzenlemiş ve onun hizmetine sunmuştur. Demek ki, yeryüzünde var
olan her şey insan uğruna yaratılmıştır.
f. (Sonra iradesini göğe
yöneltip, onları yedi gök olarak düzenledi; O, her şeyi bilendir). [Bakara/29]
Göksel cisim ve varlıklar yerdekilerden sonra yaratılmıştır. Gökleri,
yedi kat olarak düzenlediğini söyleyen Allah, o katların araştırılması
konusunda program tesbit etmektedir.
Bakara/28-29 ayetleri öğretim programlarını da vermektedir. Hem insanın
yaratılışını inceleyen biyolojinin, hem de yer-gök bilimlerinin öğretim
programında yer almasına işaret etmektedir. Biyoloji, yer-gök bilimleri, insanı
hidayete sevketmek-te, insanı inkardan uzaklaştırmakta ve tevhidi kabulünü
kolaylaştırmaktadır.
Diğer taraftan bu ayetler şuna da dikkat çekmektedir: İnsanın, yerin ve
göğün yaratılışı, bir bilgi işidir. Her şeyi bilen Allah, onları yaratmış ve düzenlemiştir.
Allah, bilgi ile yaratma arasında bir ilgi kurmaktadır. Bilmeyen insanların
hiçbir şey icat edemeyeceklerini, hiçbir şey üretemeyeceklerini; bilen
insanların ise yeni şeyler yapabileceklerini söyleyebiliriz.
[123]
30. Rabbin Meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
dediği vakit melekler, "Biz seni överek yüceltip dururken, orada fesat
çıkaracak, kan dökecek bir şahıs mı yaratacaksın?" dediler. Allah,
"Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyurdu.
Ayette geçen kavramların açıklamasına dayanarak şu ilkeleri çıkarmamız
mümkündür:
[124]
(ce'ale) fiili ve 'yapmak' manasına gelen “Feale” ile “Sanea” fiilleri de kapsayan bir
kavramdır. Kur'an'da geçtiği şekilleriyle manaları şunlardır:
1. Bir halden diğerine intikal
etmek, yapmaya başlamak.
2.
Yaratmak, yoktan var etmek:
(ışığı yarattı). [En'âm/1]
(Sizin için kulak, gözler ve gönüller yarattı). [Secde/9]
3. Bir şeyi bir şeyden çıkarıp
icat etmek:
(Size kendi nevinizden eşler çıkardı). [Şura/11]
4. Bir şeyi bir halden diğer
bir hale intikal ettirmek:
(Allah sizin için yeri döşek yaptı). [Bakara/22]
5. Bir şeyle bir şey hakkında
hüküm vermek. Bu hüküm olumlu da, olumsuz da olabilir. Kasas/7'de olumlu
hüküm; En'âm/136'da olumsuz hüküm için manasındadır.[125]
6. Vermek:
(Gelecek nesiller arasında bana doğru bir nam ver). [Şu'ara/84] '
7. Tayin ve nasbetmek:
(Yeryüzünde bir halife tayin edeceğim). [Bakara/30]
8. Göndermek, ifade etmek:
(Onu Arapça bir Kur'an olarak gönderdik, ifade ettik). [Zuhruf/3]
Bakara/30'da yukarıdaki anlamlardan ikisinin vurgulandığını
söyleyebiliriz. Ce'ale bu ayetteYeryüzünde bir halife yaratacağım manasına
geldiği kadar, Yeryüzüne bir halife tayin edeceğim anlamına da gelir. Bu
durumda, meleklerle Allah arasında Hz. Adem'le ilgili halifelik konusundaki
konuşma, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra cereyan etmiştir. "Tayin
etmek" manasına delil olarak şu ayeti zikredebiliriz:
O'dur ki, sizi yeryüzünün
halifeleri tayin etti.
Bu ayette hem tayin etmek, hem de vermek manaları bir araya gelmektedir.
Halife tayin etmek, halifelik vermektir. Yorumunu yaptığımız ayette,
"yaratmak, tayin etmek" manaları aynı anda gerçekleşmektedir. Aynı
şekilde şu ayette:
Ey Davud! Seni yeryüzünde halife tayin ettik. [Sâd/26]
Hz. Davud için bu kavram, "tayin etmek, vermek" manalarına,
Hz. Adem içinse, "yaratmak, tayin etmek" anlamına gelmektedir.
[126]
Ayette geçen diğer bir kavram da (melek)tir. Melek kavramı, bütün hak
dinlerde vardır. Mana ve mahiyetini açıklamakta insanlık çok zorluk çekmiş,
iman alanına girdiği için de çözülemezliğine hükmedilmiştir. Bir varlığın
mahiyetini açıklayamadığımız vakit, görevlerini tesbit ederek o varlığı
tanımlayabiliriz:
Melek, 'güç' manasına gelen melk'den türemiştir. Kuvvetli, güç sahibi
manasına gelen melek'in çoğulu melâike'dir.[127]
Melek'in diğer bir anlamı da 'elçi'dir.[128]
Meleklerin mahiyetini açıklarken 'enerji' veya 'ışın' kavramını kuşanmakta
yarar görüyoruz. (Meleği enerji ile açıklama metodu, bilimin bugün vardığı
gelişmeler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Enerji kavramı yerine enerji
ötesi bir varlık tesbit edilecek olursa, bizim enerji kavramı ile ifade etmeye
çalıştığımız meleklerin varlığını bu yeni bilgiler çerçevesinde değerlendirmek
gerekecektir). İlahî kudreti ve yaratma sıfatını teklik aleminden çokluk
alemine taşıyan enerji gücüne melek diyebiliriz. Melekler, Allah'ın yaratma sıfatını
madde alemine yansıtan ve pratiğe dönüştüren güce sahip varlıklardır.
Yaptıkları görevlere göre isim almakta ve maddeye bürünebilmektedirler.
Meleklerle ilgili şu açıklamaları yapabiliriz:
1.
Çeşitli ayetlerde, meleklerin savaşabilecek
bir şekilde cisimlenip yeryüzüne indiklerine dair işaretler vardır:
O vakit sen inananlara şöyle dedin:
"Rabbinizin size indirdiği üç bin melek yetmiyor mu?" Evet!
Sabreder ve itaat-sizlikten sakınırsanız ve onlar hemen size karşı hücuma
geçerlerse, Rabbiniz beş bin nişanlı melekle size yardımda bulunacaktır. [Âl-i
İmran/124-125]
(Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da, "Ben size birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim" diye, dualarınızı kabul etmişti). [Enfal/9]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki Allah Bedir savaşı'nda müslümanlara yardım
için -müşriklerin insan şeklinde gördükleri- melekleri yeryüzüne göndermiştir:
(Rabb'inin ordularını, O'ndan
başka kimse bilmez). [Müddessir/31]
Bu tip melekler bir ordu meydana getirmekte ve asker görevini görmektedirler.
Müddessir suresinde Allah, bu melekler topluluğuna ordu demektedir. Bunlar,
bazen hakikat uğruna savaşan iyi insanlara yardım ettikleri gibi, suçlu bir
toplumu helak etmek için de görev yapabilirler.
2. Bir toplumu helak etmek
için gönderilen ve bu görevi yerine getirecek olan meleklere Yüce Allah
Kur'an'da resul demektedir:
Andolsun ki, elçilerimiz (resul) müjde ile İbrahim'e geldi ve 'selam'
dediler. İbrahim de, 'Selam size' diye karşılık verdi ve oyalanmadan gidip
kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları
hoşuna gitmedi, onlara karşı içinde bir korku duydu. "Korkma" dediler
onlar, "biz Lût kavmi'ne gönderildik". [Hud/69-70]
Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın Lut kavmi'ni helak etmek için gönderdiği melekleri,
insan suretine bürünmüş bir vaziyette gördü. Hz. İbrahim onları insan
zannettiği için onlara yemek getirmiştir. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını
görünce, melek olduklarını anlamıştır. Ayetteki el kavramı, onların insan
suretine büründüklerini ifade etmektedir. Meryem suresinde de meleğin insan
şekline girip Hz. Meryem'e göründüğüne şahit oluyoruz:
(Biz, Meryem'e ruhumuzu gönderdik. O da tam bir insan şeklinde
kendisine göründü). [Meryem/17]
Demek ki melekler insan şekline girip yeryüzüne inmekte, orada bazı
olayları bu şekilleriyle meydana getirmekte ve bu şekilde görevlerini yapmaktadırlar.
3. Kadir gecesi yeryüzüne inip
her şeyi planlayan melekler
Kadir gecesi'nin özellikleri, Kadir suresinde anlatılarak, meleklerin
ve Ruh'un o gece her türlü iş için yeryüzüne indikleri ifade edilmektedir. Bir
Kadir gece-sinden diğerine kadar yeryüzünde ve kainatta nelerin cereyan
edeceğini, kimin nerede ve ne zaman doğacağını, ne yiyeceğini ve tabiat
olaylarının nasıl işleyeceğini planlayan melekler vardır. Dikkat edilirse,
onlar da gökten gelmektedirler.
4. Vahyi peygamberlere indiren
melek
Yüce Allah, beşerî alemle bilgi iletişimini sağlayan kanala Cebrail demektedir.
Bu durum, meleklerin bir nur dalgası olduğunu ve bu dalgaların bir kısmının
mesaj taşıdığını ve bununla görevlendirildiğini ifade etmektedir. Mesaj taşıyan
bu dalga Hz. Peygamber'in kalbine kadar sızmaktadır. Beynin ürettiği enerji ile
irtibat kurup beyne sızacak kadar ince bir yapıya sahiptir. Cebrail'in bu
yapısını ve işlevini çeşitli ayetlerde görmekteyiz:
“De ki: ‘Kim Cebrail’e düşman olursa, büyük suçludur! Çünkü kendinden önceki kitapları doğrulayan, mü'minlere sadece hidayet müjdecisi olan Kur'an'ı senin kalbine, Allah'ın izniyle O indirdi". (Bakara: 2/97)
(Kur'an'ı senin kalbine Rûhu'1-Emîn indiriyor. Uyarıcılardan olasın diye). [Şu'ara/193-194]
Her iki ayeti, yerinde yorumlayacağız; fakat buradaki konumuzla ilgili
olarak, bize şu ışığı tutmaktadırlar: Kur'an'ı Hz. Peygamber'in kalbine
indiren meleğin adı, Cebrail ve Rûhu'l-Emîn'dir. Bu meleğin yapısı, insanın
beynine girecek şekilde latiftir, yani ince yapılı ve nur şeklindedir. Mesajı
doğrudan doğruya, Hz. Peygamber'in gönlüne sızdırmakta ve oraya
yerleştirmektedir.
Başka ayetlerde Rûhu'l-Kudüs kavramı geçmektedir:
(Hani ben seni Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirmiştim). [Maide/110]
Rûhu'l-Kudüs ve Rûhu'1-Emîn aynı meleğin adıdır. Hz. İsa'nın kendisiyle
desteklendiği melek de odur. Böylece meşhur adı ile Cebrail'in, insanın beynine
girebilecek kadar latîf bir özelliğe sahip olduğu anlaşılmış olmaktadır.
'Cebrail' dediğimiz o ilahî enerji, bazen insan suretine girip
Peygamberi-miz'in meclisine gelerek mü'minlere öğretimde bulunmuştur. Meşhur
Cibrîl hadîsi bunu göstermektedir. Cebrail'in insan şekline girip yeryüzüne
inmesiyle, o bir yeryüzü canlısı olmamaktadır. Melekut aleminden geldiği için
o, bir bakıma uzay yaratığıdır. Bugün uzay denen şey, bir bakıma, melekût alemi
olmaktadır. Cebrail melekut aleminden çıkıp, yeryüzüne indiğinde, bedene
bürünmekte ve insan şeklinde görünebilmektedir.
Bizlere ilham taşıyan veya mucidin beynine icad edilecek şeyin her yönünü
ilham eden de aynı melektir. Başka bir ifadeyle, ilahî alemden beşerî aleme
mesaj taşıyan melek, yani Cebrail, Peygamberlere vahiy, bizlere de ilham taşımaktadır.
İnsanların bilgiden yana attıkları her yeni adımın arkasında, Cebrail denen
ilahî kanaldan gelen ilhamların olduğunu bilmekte yarar vardır.
Bir şeyi araştırıp yenilik yapmak isteyen bir insanın beyninden çıkan
enerji dalgaları, Cebrail denen ilahî mesaj kanalı ile irtibat kuruyor ve o insanın
beyni yeni icadını doğurmuş oluyor. Demek ki, Peygamberlik, yani vahiy
müessesesi sona erdi, ama Cebrail'in görevi hâlâ sona ermemiştir. Onun görevi,
bütün ilim alemiyle devam etmekte ve durmadan ilham taşımaktadır.
5. Arşın etrafını kuşatan ve
arşı taşıyan melekler
Allah, meleklerin görevini anlatırken insanların idraklerine ve
algılama kapasitelerine göre açıklama yapmaktadır. İlahî kudretin kainattaki
tecelisi için Allah, melekleri kullanmaktadır. Bir bakıma, güç manasına gelen
melek, ilahî kudretin madde alemine yansımasıdır. İlahî kudretin kainata inişine
ve oradaki işlevine şöyle dikkat çekilmektedir:
Ve sen melekleri, arşın etrafını kuşatmış olarak göreceksin. [Zümer/75]
O gün Rabbinin arşını onların üstünde bulunan sekiz melek taşır).
[Hâkka/17]
Sekiz melek vardır ki, bunlar bütün meleklerin üstünde yer alırlar ve
çok firklı görevlerle mükelleftirler. Bu görevler de, ilahî kudretin kainatı
kapsaması ve onun bütün işleyişini taşıması manasına gelmektedir. Kıyamet koparken,
yer başka bir yer şekline girecektir:
Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirileceği ve
bütün insanların o tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkacağı günde.
[İbrahim/48]
Bu değiştirilme gününde, sekiz melek ilahî kudreti yansıtacak ve bu olayın
gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir. Kur'an'da meleklerin bu görevi
"Rabbinin arşını taşıma" şeklinde ifade edilmektedir. Onlar, ilahî
kudretin taşıyıcıları ve uygulayıcılarıdır.
6. Ölüm meleği
Halk dilinde Azrail denen melek, genelde tek bir melek olarak kabul
edilmektedir. Bu bilgi yanlıştır. Gerçi Secde/11 'de Yüce Allah onu tekil
olarak isimlendirmekte, ama başka ayetlerde çoğul olarak geçmektedir. Demek ki
bütününe "ölüm meleği" denmektedir.
De ki: "Sizleri, sizler için görevlendirilmiş ölüm meleği
öldürür".
Yüce Allah, insanların canını alan meleğe "ölüm meleği" adını
vermektedir. Başka bir ayette "ölüm meleği" çoğul olarak geçmekte ve
'elçiler' ismini almaktadırlar:
Sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit, bir eksiklik yapmadan
elçilerimiz onun canını alırlar. [En'am/61]
Görüldüğü gibi Azrail bu ayette çoğul olmuş ve resul kavramı ile
vasıflandırılmıştır. Şu ayetler de can alan meleklerin çoğul olduğunu ifade
etmektedir:
(Bu zalimleri, can çekiştiklerinde meleklerin ellerini kendilerine uzatıp: 'Kurtarın kendinizi' derken bir görsen). [En'âm/93]
Bir de meleklerin, yüzlerine ve arkalarına vura vura ve 'Tadın yakıcı
azabı!' diyerek kâfirlerin canlarını nasıl aldıklarını görseydin. [Enfal/50]
Her iki ayette can alan meleklerin çoğul olduğu ifade edilmekte ve
"Elleriyle boğazlarını sıkarken, yüz ve arkalarına vururken"
tabirleri kullanılmaktadır. 'El' ve 'vurmak' kelimeleri, meleklerin enerjiden
maddeye dönüştüklerini ve insan gibi iş gördüklerini beyan etmektedir.
Aynı anda dünyanın her yerinde insanlar öldüğüne göre, bir tek meleğin
bunu nasıl gerçekleştirdiğinin cevabını bu ayetlerle verebiliriz. Ölüm meleği
tek değil, çoktur. Ölen herkesin canını tek bir melek değil de, pek çok melek
almaktadır. Ölüm melekleri, insanın canını onun içine sızarak aldıkları gibi,
dışarıdan boğarak ve vurarak da almaktadır. Bu işlemler inanmayanlar içindir.
Ama, inanan insanların canının çok rahat bir şekilde alındığı ve alınacağı
ayetlerde anlatılmaktadır.
Ölüm meleklerinin başka bir türü de dünyanın sonunu getirmek için Sûr'a
üfürecek olan melektir:
“Sur’a üfürülünce, Allah'ın diledikleri hariç göklerde ve yerde ne
varsa düşüp ölürler). [Zümer/68]
7.
Kirâmen kâtibin
İnsanların söyledikleri sözleri ve yaptıkları amelleri kaydeden
melekler vardır.
(İnsanın sağma ve soluna oturan melekler vardır. O, insan ne zaman bir
söz söylerse, yanında hazır bir sözcü vardır). [Kâf/17-18]
(Kesinlikle sizin üzerinizde bekçiler, her yaptığınızı bilen şerefli
kâtipler vardır). [İnfitar/10-12]
Melek denen ışık dalgası, insanın söylediklerini kaydediyor ve
amellerinin fotoğraflarını çekiyor. Televizyonun verici istasyonundan veya
uydudan, uzaklarda olan bir olayın ve konuşmanın dalgalar vasıtasıyla
nakledilmesi gibi, ilahî kaynaktan beşerî aleme, beşerî alemden ilahî aleme
mesaj taşıyan ve onları kaydeden melekler de vardır. İlahî alemden beşerî
aleme mesaj taşıyana 'Cebrail', insanın yaptıklarını kaydedip taşıyanlara da
"Kirâmen kâtibîn" adı verilmektedir.
"Kirâmen kâtibîn" denen meleklere Allah'ın böyle bir görev
vermesinin nedeni nedir?" ve "Allah'ın bilmesi yeterli değil midir?"
sorularına verilecek cevap şudur: Bu melekleri görevlendirmek Allah'ın aczini
ifade etmez. Tam tersine kullarına zulmetmediğini göstermek ve kullarını
tatmin etmek için objektif bir tutanak tutturmaktadır.
8. Zebaniler
Zebani kavramı Alak/18'de geçmektedir: (Biz, zebanileri çağıracağız).
Azap meleklerinin ismidir. Lügatte zabıta kuvvetleri manasının
yanısıra, itme anlamına da gelmektedir. Affı mümkün olmayanları cehenneme sürükleyecekleri
için bu ismi almışlardır.[129]
Yüce Allah Alak suresinde hangi insanlara karşı zebanileri çağıracağını
anlatmaktadır. Taşkınlık yapan, kendini müstağni gören, namaz kılanı engelleyen,
yanlış yaptığı halde kendini doğru yolda sanan, putlara tapılmasını isteyen,
yani şirki yaymaya çalışan, inkar edip yüz çeviren ve bu yanlışlarından
vazgeçmeyen[130]
insanlara Yüce Allah meydan okumakta, onları perçemlerinden yakalayacağını ve
ona arkadaşlarını yardıma çağırmasını teklif edeceğini ifade etmektedir.[131]
Buna karşılık, Yüce Allah da, zebanileri çağıracağını beyan etmektedir.
İnsanları ibadet yapmaktan alıkoyan ve şirkte ısrar edip onu yaymaya çalışan
insanın beyninden zoru olduğu için, Allah onu perçeminden yakalayacak ve
zebanilerle cehenneme atacaktır. Benzer görevleri yaptıklarına inandığımız
başka isimdeki melekler de aynı gruba ait olabilirler.
[132]
Cehennemin bekçilerine bu ad verilmektedir. Fahruddîn Râzî bu kavramla
zebanilerin kasdedildiğini söylemektedir.[133]
Bu meleklerin vasıflan Tahrim suresinde şöyle anlatılmaktadır:
(Cehennemin başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine
buyurduğu emirlerine karşı gelmeyen ve emredilenleri yapan melekler vardır).
[Tahrim/6]
Bu melekler cehenneme geleni karşılarlar ve onlara niçin cehenneme geldiklerini
sorarlar:
Kâfirler, bölük bölük, cehenneme sevkedileceklerdir. Oraya geldiklerinde,
cehennemin kapılan açılacak ve cehennemin bekçileri: Aranızdan size, Rabbinizin
ayetlerini okuyan, bu gün ile karşı karşıya geleceğinizin uyarısını yapan
peygamber gelmedi mi diye onlara soracaktır. [Zümer/71]
(Cehennem, neredeyse öfkesinden çatlayacak bir halde iken,
cehennemliklerden bir topluluk oraya geldiğinde, bekçileri soracak, "Size
bir uyarıcı gelmedi mi?") [Mülk/8]
Bu ayetler gösteriyor ki, cehennemin bekçiliğini yapan zebanilere
hezene adı verilmektedir. Onların görevi cehennemlikleri karşılamak, cehenneme
niçin geldiklerini sormak ve onları oraya itmektir.
[134]
Zebanilerin bir kısmı, sekar cehenneminde görevlendirilmiş olup 19 tanedir.
Sekar cehennemi özel kişilere ayrıldığı için, oranın özel melekleri vardır.
Arkasını dönüp kibirlenen, Kur'an'a sihir diyen ve onun insan sözü olduğu
iftirasında bulunan insanın, kötü düşüncesi ve yanlış değerlendirmesi[135]
neticesinde sekar cehennemine atılacağı ilan edilmektedir:
Ben, onu sekara atacağını. Sen sekann ne olduğunu bilir misin? Sekar,
bedenin helak olmayan bir yerini bırakmaz. Bedeni eski haline getirerek,
devamlı olarak onu helak eder. İnsanın derisini kavurup simsiyah eder. Üzerinde
on dokuz bek-çi-melek vardır. [Müddessir/25-30]
[136]
9. Elçiler:
Allah bazı meleklere elçilik görevi vermektedir. Beşerî alemin ilahî
aleme olan elçileri peygamberler, ilahî alemin beşerî aleme olan elçileri ise
meleklerdir. Yüce Allah bir kısım meleklere elçilik görevi verdiğini şöyle
bildirmektedir:
Melekleri elçiler yapan (Allah'a hamdolsun). [Fâtır/1]
(Allah hem meleklerden, hem de insanlardan elçiler seçer. Gerçekten
Allah her şeyi işitir ve görür). [Hac/75]
İlahî alem ile beşerî alem, iki ayn ülke oldukları için, bazı işlerini
elçiler vasıtasıyla yürütmektedirler. Bunu şöyle düşünebiliriz: Bir devlet ile
diğer bir devlet arasındaki, kültürel, askerî, siyasî ve ekonomik meseleleri,
karşılıklı olarak halledecek elçilerin bulunması gerekir. Devletler arası
ilişkilerin düzenli yürütülebilmesi, karşılıklı olarak elçilerin gönderilmesi
ile sağlanabilir. Devletler bu elçiler vasıtasıyla meselelerini çözümlerler ve
mesajlarını onların aracılığı ile yollarlar. Elçinin olmaması, devletler
arasındaki ilişkilerin kopuk ve bozuk olduğunu ifade eder.
Teşbihte hata olmamak kaydıyla, Allah beşerî aleme elçiler gönderir.
Bunlar melekler arasından seçilir. Onların beşerî alemden olan karşı elçileri
de peygamberlerdir. Bu iki elçi grubu, beşerî alemin sorunlarını çözerler, çözemediklerini
ilahî aleme götürüp Allah'ın çözmesi için temennide bulunurlar.
Yukarıda naklettiğimiz Hac/75 ayeti bize, meleklerin hepsinin elçi olmayıp,
aralarından elçiler seçildiğini ifade etmektedir.
Melek kavramının hem anlamını, hem de ele aldığımız dokuz çeşit meleğin
görevlerini açıklayarak, ilahî alemle beşerî alemin arasındaki ilişkilerin
nasıl yürütüldüğünü ifade etmeye çalıştık. Enerji (nur) olan meleğin, maddeye
dönüşüp insana görünür hale geldiğini çeşitli ayetlerle isbat ettik. Göksel
yaratıkların bir kısmını, enerjiden maddeye dönüşen meleklerin oluşturduğunu
söylemek yanlış bir iddia olmasa gerektir.
Bütün meleklerin olmasa bile, bazı melek türlerinin yapılarında,
çeşitli görevleri gerçekleştirebilmeleri için bir takım değişmeler ve
dönüşmeler meydana gelebilir. Enerjiden maddeye, maddeden enerjiye dönüşme
imkanları vardır. Beşerî alemle, ilahî alem arasındaki ilişkileri yürüten bu
meleklerin, ahiretle ilgili olanları olduğu gibi, cennet ve cehennemle ilgili
olanları da vardır. Cennet ve cehennemle ilgili uygulamaları yürütmekle görevli
olan meleklerin varlığım ayetlerle göstermeye çalıştık.
[137]
Bakara/30'da geçen diğer bir kavram da halife'dir.
Halefe lügatte birinin varisi olmak, takip etmek, arkasından gelmek,
yerine geçmek, yerini almak, yırtık elbiseyi yamayıp ıslah etmek manalarına
gelmektedir.[138] Şu
ayet de arkasından gelmek manasında kullanılmaktadır:
(Onların arkasından, namazı
bırakan ve şehvetine uyan bir nesil geldi). [Meryem/59]
Halife kavramı bu ayette hem fiil hem de isim olarak kullanılmaktadır.
Yüklem halinde anlamı, gelmek, yerine geçmektir.
Hilaf şekliyle, muhalefet etmek manasına gelmektedir. Fiil halinde şu
ayette yer almaktadır:
(Ben, size yasaklamış olduğum şeye muhalefet etmek istemiyorum).
[Hud/88]
Helf isim olup nesil manasına gelmektedir. Meryem/59'da nesil anlamında
geçmektedir.
Yerine geçmek, muhalefet etmek ve nesil anlamlarıyla halife kavramı,
siyasî erki elinde bulundurmak anlamını ifade etmektedir.
Şizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur). [Fâtır/39]
(Sizi yeryüzünün halifeleri kılan O'dur). [En'âm/165]
Her iki ayette de "siyasî erki" elinde tutanlar manasına
gelmektedir.
Bütün müfessirler, Bakara/30'da geçen halife'den kasdın, Hz. Âdem
olduğunu söylemişlerdir. Öyleyse niçin Âdem kavramım kullanmadı? Yüce Allah
insanın politik bir varlık olduğunu ifade etmek için, onun bu özelliğini
göstermek istemiştir. İnsanın doğasında, bulunduğu yerde siyasî erki eline
geçirme, idare etme dürtüsü vardır. İnsanın bu özelliği olmasaydı devlet kurup
idare edemezdi. Onun içindir ki insanoğlu, siyasî erki eline geçirmek için
mücadele verir ve bunu bir ihtiras haline getirir. O zaman ayetin anlamı
"Ben yeryüzünde siyasî bir varlık yaratacağım" olur.
Fahruddîn Râzî, ayetteki halife kavramını (halîka) şeklinde okuyanların bulunduğunu da
nakletmektedir.[139]
Yani kelimenin sonundan bir önceki fe harfini kaf şeklinde okuyanlar da
olmuştur. Fe'yi kafa çevirince "yaratık" manasına gelir. Ama ayetin
siyakı/bağlamı, bu şekilde okumanın çok zayıf bir ihtimâl olduğunu
göstermektedir. Çünkü Sâd/6'da de aynı manada kullanılmaktadır.
(Ey Davudi Biz seni yeryüzünde
halife tayin ettik) derken, Hz. Davud'un politik yönüne dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirince,
melekler, Orada bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın? diye
sordular. Burdaki 'fesat çıkarma' ve 'kan akıtma' kavranılan, bir taraftan insanın
özelliklerine, diğer taraftan da siyasî erkin hangi yollarla elde edileceğine
dikkat çekmektedir. Aynca, şu soruyu sormamıza da imkan vermektedir: "Melekler
insanın bu özelliğini nereden biliyorlardı?" Şimdi fesat ve kan akıtma
özelliklerinin beraberinde getirdiği çok önemli noktalan açıklayabiliriz.
1. Fesat ve kan dökme,
halifenin özelliklerindendir. Yüce Allah cevaben, bu özelliklere sahip olmayan
bir halife yaratacağını söylememektedir. Demek ki, onlar insanın temel
özellikleri arasında yer almaktadır.
Bu noktadan hareketle şu açılımı yapabiliriz: İnsanlar siyasî iktidan
üç yolla elde ederler: Bozgunculukla, kan akıtarak yani ihtilalle ve ilimle (ehliyetle).
31. ayette ilim kavramı ele alınacaktır. Ama burada, bozgunculuk ve kan
akıtarak insanlann siyasî erki ellerine geçirmeye çalışacaklannı melekler
beyan etmektedirler. Dikkat edilirse siyaset tarihinde bu özellikler zaman
zaman ortaya çıkmakta ve toplumlann hayatına hâkim olmaktadırlar. Siyasî erki
eline geçirme, bir tutku ve bir ihtiras halini alınca, fesat ve kan akıtma
özelliği davranışlara hakim olmaktadır. O zaman insan siyasî erke uzanan normal
yollan bırakıp, böylesi ters yollara girebilmektedir.
2. Melekler halife'yi böyle
tanımlarken, sanki daha önce fesat çıkarma ve kan akıtma tecrübesini yaşamış
gibi görünüyorlar. O zaman şu açılımı yapmamıza bir kapı aralanmaktadır:
Âdemoğullan'ndan daha önce, insan türünde yaratıklar yeryüzünde yaşamış ve
bozgunculuk yapıp kan akıtarak nesillerini tüketmişlerdir. Sonraki bir dönemde
de Allah, Âdemoğullan'nı yaratmıştır.
Diğer taraftan meleklerin şu ifadesi insanın diğer olumlu özelliklerini
de ortaya koymaktadır:
(Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken...)
Sanki melekler, Allah'ın insanı yaratmaktan maksadının, kendisini hamd
ile teşbih ve takdis etmeleri olduğunu anladıklannı ima etmektedirler.
"Biz bu amelleri/ibadetleri yapıyoruz, onlan yapacak başka varlıklar
yaratmanın nedeni nedir?" dercesine bir itirazda bulunmaktadırlar.
1. Hamd ile Allah'ı teşbih
etmek,
2. Allah'ı takdis etmek.
Melekler, kendilerinin bu ibadetleri zaten yerine getiriyor
olduklanndan hareketle, insanın yaratılmasına lüzum kalmayacağını düşünmüş
olabilirler. Şimdi bu kavramları açıklayabiliriz.
[140]
Yüce Allah Hadid suresinin ilk ayetinde şöyle buyurmaktadır:
(Yerde ve gökte olanlar, Allah'ı teşbih etmektedirler. Allah mülkünde galip, yaptığı işlerde hikmet sahibidir).
Tesbih kavramı, yüzmek, noksan sıfatlardan uzak tutmak manasını ifade
etmektedir. Yasin/40'da teşbih kavramı, yüzmek anlamına gelmektedir:
(Ne güneş aya ne de ay güneşe kavuşabilir. Gece de gündüzü geçemez.
Hepsi bir boşlukta yüzerler).
Uzaydaki gezegenlerin hareket tarzını teşbih olarak nitelendiren bu
ayet gibi, Hadîd suresinin ilk ayeti de onların hareket tarzını ibadet olarak
nitelendirmektedir. Gezegenlerin hareketi, bir amaca yönelik olarak
gerçekleştiği için ibadet olmaktadır. Demek ki, aynı amaç ve aynı niyet,
yapılan hareketi, eylemi, ameli, ibadete dönüştürmektedir. Hz. Peygamber niyet
ile amel arasındaki bu ilişkiye şöyle işaret buyurmuştur:
Ameller niyetlere göredir.
Gök cisimlerinin hareket halinde olması, ayette teşbih olarak ifadesini
bulmaktadır. Fakat yerdekiler nasıl teşbih etmektedir? Bilindiği gibi, maddenin
en küçük parçası olan atomun içindeki elektronlar, çekirdeğin etrafında
dönerler; onlar da hareket halindedirler. Bu hareket tarzı, hacda bizim Kabe'nin
etrafında dönmemizi andırır. Benzetmek gerekirse, teşbih de böyledir. Öyleyse
hacda Kabe'yi tavaf etmemiz, bir teşbihtir Bakara/76'daki taşın ibadet
etmesinin izahı da bu olabilir. Ayetteki taşın hareketi, ondaki elektronların
hareketini ifade etmektedir. Bu hareket, dairevî dönüşü temsil eder. İşte
yeryüzündeki canlı ve cansız her şey, teşbih ibadetini yerine getirmektedir.
Aslında cansız dediğimiz maddede de hareket vardır. Can olmasaydı, ondaki bu
hareket nasıl gerçekleşebilirdi? İsra/44 ayetini analiz ettiğimizde, bu anlamı
yakalamamız mümkün olacaktır. Yedi gök ve yerin, ayrıca onlarda bulunan bütün
varlıkların Allah'ı hamd ile teşbih ettiğini söyleyen ayet, bizim bu teşbihi
anlayamayacağımızı da belirtmektedir. İşte teşbih ibadeti, maddenin metafizik
boyutu olmaktadır. Aynı teşbih ibadeti, insanın iç aleminde de olmaktadır.
İnsan için aklın önemini, aynı benzetme ile ifade edebiliriz. Akıl insan
düşüncesi ve eylemlerinin merkezi durumundadır. Bütün yeteneklerimiz,
duygularımız, isteklerimiz, inançlarımız onun etrafında dönmektedir. Atomun
bünyesinden elektron, nötron ve protonları koparıp ayırırsanız, onun dengesini,
düzenini bozarsınız ve neticede atom infilak edip her şeyi tahrip eder. İnsanın
bütün özelliklerini akıldan ayırdığınızda, o insan da infilak etmekte,
toplumun düzenini bozmaktadır. İnsanların tahripkârlığı, bozgunculuğu, hep iç
alemindeki akıl düzeninin bozulmasının ürünüdür.
Tesbihin 'yüzmek' manasından hareket edersek, şu gerçeği de yakalamamız
mümkündür: Tesbih, beşerî limandan kalkıp, ilahî limana doğru yol almaktadır.
Gemi bir limandan hareket edip diğer bir limana varmak için yüzmektedir. İnsan
da tesbihle, beşerî alandan çıkıp ilahî aleme doğru yol almaktadır.
İnsan beşerî limandan hareket ederek ilahî limana, yani Allah'a doğru
nasıl yol alacaktır? Nefis limanından ayrılıp akıl ve gönül limanına doğru yol
almak, psikolojik teşbihtir. Nefse bağlı kalanlar, beşerî limandan asla
ayrılamayacaklardır. Çünkü nefis, insanı daima yere, maddeye doğru çekecek ve
oradan ayrılmasına müsade etmeyecektir. A 'raf/l 76 ayeti, nefsin bu yüceliğe
nasıl mani olduğuna işaret etmektedir:
Dileseydik, insanı bu
ayetlerle yüceltirdik. Fakat o yere çakılı kaldı ve nefsin arzusuna uydu. Bu
adamın durumu, köpeğin durumuna benzer. Üzerine vardığında dilini çıkarıp
solur; üzerine gitmesen de yine solur. Ayetlerimizi yalanlayanların hali işte
böyledir. Sen durumu inanmayanlara anlat. Umulur ki, düşünürler. [A'raf/176]
Bu ayetten şu ilkeleri çıkarabiliriz:
1. İnsanı beşerî limandan
alıp, Allah'a yüceltecek olan güç, O'nun ayetleridir. Kur'an'ın ayetleri iyi
anlaşılıp hayata tatbik edildiğinde, insanın manevî yapısında öylesine bir güç
oluşturmaktadırki, onu beşerî limandan alarak ilahî limana götürüp
yüceltmektedir.
2. İnsan, bu ayetlere sırtını
dönünce yere çakılı kalıyor. Yere çakılı kalmak, beşerî limandan ayrılmak için
demir alamamak ve hareket edememek demektir. Böylece yüceler alemine doğru
ilerlemesini engelliyor ve bunun neticesinde de nefsin heva ve hevesine tâbi
oluyor. Nefs-i emmare limanından demir alamayan insanın, akıl ve gönül limanına
varması mümkün değildir.
3. Ayetlere sırtını dönüp,
yere çakılan, heva ve heveslerine uyan insan, bu haliyle hayvanlaşmaktadır.
Öylesine hayvanlaşıyor ki, aklı nefsin ülkesine sokmamak için köpek gibi
havlıyor. Böylece insanın manevî ülkesinin kaptanı olan aklı, nefis denen
gemiye almayarak, geminin batışını hazırlamaktadır.
4. İnsanı yüceltecek ve
geriletecek olan şeylerin insanlara öğretilmesi gerekir. İnsanların
düşüncesini hedef alan bu öğretim, zamanla beşerî limandan o geminin demir
almasını sağlayabilir.
Düşünce olmadan teşbih ibadeti gerçekleştirilemez. Âl-i İmran/79 ayeti, eğitim ve öğretim vasıtasıyla insanın rabbânîleşeceğine işaret etmektedir. (Öğrenmekte ve ders alıp vermekte olduğunuz kitapla rabbanilersiniz) diyen Allah, Kur'an'ı tatbik edenlerin Allah'a mensup, yani ilahî terbiye almış kimseler olacağı müjdesini vermektedir. Demek ki teşbih, aynı zamanda bir eğitim ve öğretim işidir. İnsanı beşerî alemden ilahî makama götürecek olan kitabın eğitim ve öğretiminin etkinliğidir.
5. "Yol almak,
yüzmek" manası ile tesbih, başka bir oluşumu da vurgulamış olmaktadır. Bu
da gözlem ve delil ile Allah'ın varlığını anlama ibadetidir. Gökte ve yerde
bulunan bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmesinin manası, o varlıkların var
olması, Allah'ın kudretinin, delil ve varlığının isbatı olmasıdır. Bir eserin
varlığının, o eserin yapıcısının var olduğuna delil teşkil etmesi gibi,
kainatın tümü, Allah'ın varlığına delil olmaktadır ve bunun adı da teşbihtir,
kainattaki varlıkları gözleyebilen insanın aklı, öylesine bir yol alıyor ki,
neticede Allah'a varıyor, kainatın esrarengiz yapısı, insanın aklım alıp
Allah'a götürüyor. İşte bu götürüş, teşbih olmaktadır, teşbih ibadetinde, tabiat
kanunlarını araştırmakla dini araştırmak aynı manayı ifade etmekte ve aynı
değeri taşımaktadır. Tabiat kanunlarını yaratan da Allah, dini gönderen de
Allah'tır. Her ikisini araştırmak, ibadet bakımından aynı değeri taşımaktadır,
kainatın fiziki, kimyasal kanunlarını araştırmak da bir ibadettir ve bu araştırma
Allah tarafından farz kılınmıştır, kainatı inceleyen bütün bilim dallan, eğer o
kanunların arkasındaki ilahî kudreti görüyorsa, bu bir teşbihtir. Çünkü o
kanunlar, insanın akimi Allah'a götürmektedirler.
Bir sperm ve yumurtanın döllenmesi ile meydana gelen insan vücudunun,
hücre ve organ yapısının esrarengiz sırlarım inceleyenler, oradaki ahenk ve
dengeden hareket ederek, Allah'ın varlığına ve kudretine varırlarsa, onlar Allah'ı
teşbih ediyorlar demektir. İnsan aklı, Allah'a varsa da varmasa da, varlıkların
kendi var oluşları Allah'ı teşbih etmektedir. Varlıkların üzerinde düşünerek
Allah'a ulaşmak, bir teşbih ibadetidir. Öyleyse, düşünce hareket halinde olan
bir eylemdir ve bu eylem hem aklın ürünüdür ve hem de aklı Allah'a götüren bir
ameldir. Bu manalardan hareket edip, şu gerçeği yakalayabiliriz: Öğretim
faaliyeti, kainatı incelemeye fırsat verdiği ve onun üzerinde düşündürüp
Allah'a götürdüğü müddetçe bir ibadettir.
Aynı şekilde ilahî öğreti de, dış alemdeki ayetleri, yani kanunları ve
insanın içindeki delilleri insana öğretmektedir. Onları öğreterek, insanı
hakikate götürmeye çalışmaktadır. Dış alemden ve insandan yola çıkarak hakikate
ulaşma şeklinde cereyan eden ilahî öğretimi, kendi beşeri öğretimimize model
olarak aldığımızda, öğretimi ibadete çevirmiş ve böyle yapmakla Allah'ı teşbih
etmiş oluruz. Bu durum Fussilet/53'de şöyle beyan edilmektedir:
(Biz onlara dış alemdeki ve kendi içlerindeki ayetlerimizi göstereceğiz
[öğreteceğiz] ki, peygamberin söylediklerinin hak olduğu onlar için ortaya
çıkmış olsun).
Demek ki, Hakk'a ulaşmak için bilimsel araştırmalardan hareket eden insan,
aklını etkin bir şekilde kullanmakla, teşbih ibadetini gerçekleştirmiş olmaktadır.
[141]
Fiil olarak kullanıldığında takdis mübarek olmak, temiz olmak, günahtan
temizlenmek, vakfetmek, yüceltmek[142]
manalarına gelir.
Teşbih ile takdis kavramları arasında fark vardır. Teşbih, Allah'ı
noksan sıfatlardan, yani O'na yakışmayan niteliklerden tenzih etmek; takdis
ise Allah'ı olumlu ve yalnız O'nun layık olduğu güzel sıfatlarla anmaktır.
Bunun en güzel misâlini İhlas suresinde bir arada görmekteyiz:
(Allah parçalara bölünmeyen, birdir). [İhlas/1]
(Varlığını hiçbir şeye muhtaç olmadan sürdürür). [İhlas/2]
Allah'ın birliği ve her şeyden müstağnîliği, olumlu ve O'na yakışan
sıfatlardır. Yüceler yücesi Allah'ın böyle olumlu sıfatlarla anılması, takdis
edilmesi demektir.
(Doğurmamış ve doğurulmamıştır). [İhlas/3]
(Hiç kimse O'na denk değildir). [İhlas/4]
Allah'ı, doğurmadı, doğmadı ve dengi yoktur gibi olumsuz, yani O'na yakışmayan
sıfatlardan uzak tutarak anmak da teşbihtir.
Demek ki, İhlas suresinin ilk iki ayeti, Allah'ın olumlu sıfatlarını
ortaya koyduğu için takdis; son iki ayeti de ne olmadığını belirlediği için
teşbih olmaktadır.
Diğer bir ifade ile Allah'ı olumlu sıfatlarıyla anmaya takdis, olumsuz,
yani olmadıklanyla anmaya da teşbih denmektedir. Böylece İhlas suresini okuyan
insan hem takdis ve hem de teşbih yapmış olmaktadır. Takdis, Cebrail'in sıfatı
olabilir:
(Onlara de: "Kur'an'ı, Rûhu'1-Kudüs (Cebrail), iman edenlere sebat
vermek, müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbi'nin katından
hak olarak indirdi"). [Nahl/102]
Ayette Yüce Allah'ın Cibril yerine, Rûhu'l-Kudüs ifadesini
kullanmasının sebebi, onun, Kur'an'la, hikmet ve ilahî feyizle ruhlarımızı
temizleme görevini üstlendiği içindir.[143]
Kuds kavramı, bir yerin sıfatı da olabilir:
Ey kavmim, girin Allah'ın sizin yazdığı mukaddes yere. [Maide/21]
Bu ayette Hz. Musa, İsrailoğullan'na, Allah'ın mukaddes kıldığı yere
girmelerini emrederken bu ifadeyi kullanmıştır. Gerçekte bu ifade, Hz.
Musa'nın değil, Kur 'an'da naklettiği için, Allah'ındır. Tevrat'ta "Arzı
Mev'ûd" denen topraklar, "Mukaddes yer" kavramının başka bir
ifadesidir.
Fahruddîn Râzî, takdis kavramına şu tanımlan getirmektedir:
1. Seni, sana yakışan, yüksek
ve şerefli sıfatlarla niteliyoruz.
2. Senin rızanı kazanmak için
nefislerimizi günah ve hatâlarımızdan temizliyoruz.
3.
Senin marifetinin nurlarına dalıncaya kadar,
kalplerimizi başkasına dönmekten temizliyoruz.[144]
Fahruddîn Râzî'nin birinci tanımı hariç, diğerleri kulun kendisiyle
alakalıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah'ı olumlu sıfatlarıyla anmak
takdis'ûv. Ama kul, Allah adına kendisini şirk ve günahtan temizliyorsa, yine
Allah'ı takdis etmiş oluyor. Râzî'nin son iki tanımı buna işaret etmektedir.
Demek ki biz nefsimizi Allah adına günahlardan temizlersek, O'nu takdis etmiş
oluruz.
Meleklerin sözünden insanın şu iki önemli özelliği ortaya çıkmaktadır:
İnsan siyasî bir varlık olduğu kadar, aynı zamanda teşbih ve takdis eden bir
varlıktır da. Burada fesat çıkartmanın karşıtı teşbih, kan akıtmanın karşıtı
da takdis olmaktadır. (Nefse, fücurunu ve takvasını ilham edene) [Şems 1/8]
ifadesinde bozgunculuk ve kan akıtmak, insan nefsinin fücurunu; teşbih ve
takdis de, takvasını oluşturmaktadır.
Kötülüklerden uzaklaşmak, olumsuz davranışlardan yılandan kaçar gibi
kaçmak, insan ve varlıkları önemseyip öldürmemek ve barış içinde yaşamak,
siyasî erkin amacı olmalıdır. O zaman bozgunculuk ve kan akıtma yerine teşbih
ve takdis, politikanın temelini oluşturmuş olacaktır. İşte, iki olumsuz
davranışa karşı iki olumlu amel, siyasetin içinde yanyana yaşamaktadır. Daha
sonraki ayette göreceğimiz gibi, olumlu eylemleri öne çıkaracak ve siyasette
hâkim kılacak olan gücün "bilgi" olduğu anlaşılmış olacaktır. Eğer
teşbih denen, kötülüklerden uzaklaşmak gibi erdemli bir ibadet ile günahlardan
temizlenip, canlılara hayat hakkı verecek kadar önemsenecek olan takdis bir
araya gelip siyaseti yönetirse, dünya cennete dönecektir.
Tefsirini yaptığımız ayete dönersek: Allah ("Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim" dedi) buyurulmaktadır. Ayetin bu kısmı ile ilgili şu soruyu
sorabiliriz: "Meleklerin bilmediği ve Allah'ın bildiği şey nedir?"
Akla gelen ilk cevap, meleklerin gaybı bilmemeleridir. Buradaki gayb,
insanların içinden iyi insanların yetişip kötülükleri engelleyeceği,
bozgunculara ve kan akıtanlara mani olacağıdır. Öte yandan, insanın eğitilerek,
bozgunculuk ve kan akıtmaya neden olan saldırganlık içgüdüsünün
dizginlenebileceğim melekler bilemezlerdi.
İnsanın eğitilmeye, gelişmeye, değişmeye, kültürlü bir ortam ve hayat
kurmaya müsait olacağını da bilemezlerdi. İyilikle kötülüğün mücadelesinin
insanın iç aleminde başlayıp topluma sıçrayacağmı ve hangi metot ve yollarla
bu mücadelenin iyiden yana zaferle sonuçlanacağını kestiremezlerdi:
(Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneyeceğiz. Sonunda sadece bize döndürüleceksiniz). [Enbiya/35]
İnsan hayatının bir imtihan alanı ve konusu olacağını, iyilik ile
kötülüğün bu imtihanın sorularını oluşturacağını melekler nereden
bilebilirlerdi?
(Eğer Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi,
yeryüzü fesada uğrardı). [Bakara/251]
Ayette belirtilen bu ilkeyi nereden bileceklerdi? Allah, insanoğlunun
yeryüzünde bozgunculuk yapmaması için, iyileri kötülere karşı bir engel olarak
koymaktadır. İyi insanlar, kötü insanları engelleyecek; onları doğruya, güzele,
iyiye ve Hakk'a davet edip eğiteceklerdir. Eğitim-öğretimin insana neler
kazandıracağını, bilginin ve aklını kullanmanın insanın gönlünü cennete çevireceğini,
melekler nasıl tahmin edebilirlerdi?
İşte, meleklerin bu soru ve açıklamalarına karşılık Allah, melekle
insan arasındaki farkı bir imtihanla ortaya çıkaracaktır. Diğer taraftan
Bakara/30 ayeti, insanlara çok önemli bir edeb kuralını da öğretmektedir.
Meleklerin bilmedikleri meselede hüküm vermeye ve açıklama yapmaya teşebbüs
etmeleri, edebin sınırlarını zorlamaktır. Bunu anlatmakla Yüce Allah, kıyamete
kadar eskimeyecek bir edeb kuralı koymakta ve öğretmektedir.
İnsan bilmediği bir konuda fikir beyan etmemeli, öne çıkmamalı ve
meseleleri tek bir açıdan bakarak değerlendirmeye girişmemelidir. Melekler,
inşam sadece saldırganlık içgüdüsü, yani fesat ve kan akıtma özellikleriyle
değerlendirmişlerdir; ama onun takva (günah ve kötülükten uzaklaşma ve
iyiliklere bürünme) özelliğinin farkına varamamışlardır. Kötüden kaçınma ve
iyiye yönelme özelliğinden ötürü -günah işleme özelliğine rağmen- Allah insana
katlanmaktadır. Bu da bize iyi vasıflan fazla olan insanların hatalarına
katlanmanın önemini öğretmektedir.
[145]
31. Ve Allah, Âdem'e bütün
isimleri öğretti. Sonra o varlıkları ve nesneleri meleklerin karşısına çıkarıp
"Görüşünüzde doğru iseniz, bunların adlarını bana söyleyin" dedi.
Bu ayetin muhtevası ile ilgili insanın aklına pek çok soru gelmektedir.
Yüce Allah Âdem'e nasıl öğretti? Âdem yazı bilmediğine göre, ona vahiy veya
ilham ile mi öğretti? Ayette geçen "isimlerin tamamı" ne anlama gelmektedir?
Bu öğretim faaliyeti bir anda mı olup bitmiş, yoksa belli bir süreç mi takip
etmiştir? İnsanın yaratılışına meleklerin yaptığı itirazla bir alakası var
mıdır? İnsanın siyasî bir varlık olmasıyla, bozgunculuk yapması ve kan
akıtmasıyla bir bağlantısı olabilir mi? Bu soruların cevaplarını şu şekilde
vermek mümkündür:
1. Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e
öğrettiği isimler, -bir önceki ayette yer alan-siyasî erki yürütebilmenin
ilkeleridir. Melekler, 'halifelik' kavramını, fesat çıkarma ve kan akıtma
eylemleriyle yorumlamaya çalıştılar. Yüce Allah,
halifelik' kavramına üçüncü bir boyut getirerek tanımlama yolunu tuttu
ve böylece siyasî erkin elde edilmesinin, sadece fesat çıkarma ve kan akıtma
ile değil, bilgi ve siyasetin ilkelerini bilmekle; ehliyetle olabileceğini
göstermiş oldu.
Demek ki bu anlamda bütün isimler'den kasıt, siyasetin ilkeleridir.
Böylece Allah Hz. Âdem örneğiyle insanların siyasî erki üç yolla elde
edebileceğini bildirmektedir: Bozgunculuk (fesat) çıkarmak ile, kan akıtmak
ile ve ehliyet (bilgi) ile.
2. İnsanın saldırganlık (fesat
çıkarma ve kan akıtma) dürtüsü, ancak bilgi i1e eğitilebilir. Ayette yer alan
"bütün isimler" ile, insanın kabalıklarını, hamaklarını ve
vahşiliğini ortadan kaldıracak öğretim ilkeleri kasdedilmektedir.
Bir önceki ayette yer alan, kötüden uzaklaşma (teşbih), iyiye ve güzele
doğru koşma (takdis) amellerini gerçekleştirip insanın takvasını arttırma, terbiyesinin
ilkeleri anlamına alınabilir.
3. (Bütün isimleri Âdem'e öğretti).
Ayetin bu kısmını Rahman suresinin şu ayetiyle açıklayabiliriz:
(İnsana beyanı öğretti).
Bazı müfessirler beyan kavramıyla Allah'ın, insanın duygu ve
fikirlerini açıklayabilme/ifade edebilme kabiliyetini murad ettiğini
savunmaktadırlar.[146]
O zaman "isimlerin tümü", beyan manasına gelir. İçindeki duygu ve
fikirleri açıklayabilme/ifade edebilme ve bunları doğru yapabilme, insan için
çok önemli bir meziyettir.
4.
Rahman/4-5'de, yaratmadan
sonra ta'lim (öğretim) faaliyeti gündeme gelmektedir. Alak suresinde de, aynı
sekide yaratma faaliyetini hemen öğretim takip etmiştir. Bu nedenle
Bakara/30'da, (Yeryüzünde bir halife yaratacağım) ifadesinden hemen sonra 31.
ayette öğretim faaliyeti gelmiştir. İnsanı yaratmadan hemen sonra öğretimin
gelmesi, Allah'ın öğretime verdiği önemi göstermektedir. Yüce Allah, insanı
yaratıp kendi başına bırakmıyor, onu öğretime ve eğitime tâbi tutuyor. Bu da
bize şunu gösteriyor; ana babalar çocuğu doğurup sokağa salmayacak, onu
eğitimden geçirecektir. Doğumun peşinden, eğitim başlayacaktır.
5.
Ayette yer alan "bütün
isimler"den maksat, Hz. Âdem'in etrafındaki varlık ve nesneler olabilir.
Yüce Allah, Hz. Âdem'e varlıkların isimlerini ilham yoluyla veya vahiy ile
öğretmiş olabilir. Ama bu öğretim faaliyeti, bir anda olup bitmiştir. O zaman
şöyle bir soru sorabiliriz: Etrafındaki nesnelerin ve varlıkların isimlerini
bilmekle Hz. Âdem meleklere üstünlük sağlayabilir mi?
6. Eşyaların/maddenin
özelliklerini Hz. Âdem'e öğretmiş olabilir. Zaten isim kavramı, (özellik ve
alamet)den; ya da (yücelmek, ortaya çıkmak)
kalıbından gelmektedir. Fahruddîn Râzî, her iki manasının aynı olduğunu ifade
etmektedir.[147]
(Sonra onları meleklere gösterip, doğru iseniz bunları bana
isimleriyle söyleyin). [Bakara/31]
İlk bakışta, meleklere sunulanların varlık olduğu anlaşılmaktadır. Bir
önceki ayette, meleklerin insan hakkında yaptıkları değerlendirmenin, çok yıkıcı
olduğunu göstermek e iddialarını boşa çıkartmak için Allah, böyle bir yarışmayı,
öğretim faaliyetinden sonra gerçekleştirmektedir.
[148]
32. Melekler, 'Seni bütün
eksikliklerden uzak tutarız! Bizim Senin öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur.
Her şeyi bilen ve hikmet sahibi Sensin' dediler.
Ayetten anlıyoruz ki, melekler bir imtihanla karşı karşıya
kaldıklarının farkına varmış ve teşbih etmekle ilahî bilgiyi takdir etme
zaruretini hissetmişlerdir. Ayette yer alan bazı kavramların açıklayalım:
[149]
Sübhan, tesşbih'm özel bir ismi olup[150]
dua ve tevbede kullanılan bir yüceltme, bir tenzih kavramıdır. Ayetin beyanına
göre melekler, Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutarak, kendi
acizliklerini itiraf etmektedirler. Meleklerin bu ifadesinden şu gerçeği
yakalıyoruz; bazı dua ve itiraflarda, önce Allah'ı tesbih, sonra yalvarış
gelmektedir.
Demek ki melekler, Allah'la konuşmakta, hatalarını anlamakta, eksikliklerinin
neler olduğunun farkına varmakta ve bilgilerinin nereden geldiğini itiraf etmektedirler.
Buradan şu gerçek çıkar: Bilginin tek kaynağı vardır, o da Allah'dır. Akıl,
deney ve sezgi bir sonraki aşamadaki bilgi kaynaklarıdır.
Ayetin devamındaki (Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bilgimiz
yoktur) [Bakara/32] kısmından çıkaracağımız bazı ilkeler vardır:
1.
Bilginin kaynağı Allah'dır. İlahî alemden
beşerî aleme ilham akışı olmazsa, insan aklının çok önemli ve doğru bilgileri
üretmesi mümkün değildir. Bunu sadece melekler itiraf etmiyor; peygamberler de
aynı gerçeği ifade ediyorlar:
(Hud onlara dedi ki: "Bilgi, Allah kalındadır"). [Ahkâf/23]
Hz. Peygamber de aynı sözü insanlara söylemekle emrolunmuştur:
^£>P># (De ki: "Bilgi, sadece Allah kalındadır"). [Mülk/26]
Akıl, tecrübe, deney, sezgi gibi bilginin kaynağı olarak kabul edilen
insan vasıflarının bir üst kaynağında, ilahî iradenin öğretisi vardır. İşte
melekler de bunu itiraf etmektedirler.
2. Yüce Allah, Hz. Âdem'e
öğrettiği gibi meleklere de öğretmektedir. İlahî öğretimin karşısında melekle
insanın farkı şudur: Melek ne öğrendi ise onu nakleder; insan ise o bilgilerden
başka bilgilere geçer ve onları hafızasında saklar. Bir bakıma melekler
doldurulan bant gibidirler. Yüce Allah onlara ne verdi ise, aynen onu
naklederler. İnsan ise bir bantın ötesinde iş görmekte ve bilgi üretmektedir.
Bu nedenle insan meleklerden üstün olabilmektedir.
[151]
“Şüphesiz ki sen herşeyi
bilen, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara: 2/32)
Allah'ın iki sıfatı yer almaktadır: alîm ve hakim.
Ayette bu sıfat, mübalağa sigası ile kullanılmış olup, her şeyi ve
bütün zerreleri tam anlamıyla bilen ve bilgisi her şeyi kuşatan manasına gelir.
(Allah, gaybı ve şehadeti bilendir). [Ra'd/9]
(İlmi her şeyi kuşatmıştır). [Taha/98]
(Allah bütün gaybı bilendir; gayba dair ilmini hiç kimseye açmaz).
[Cin/26]
Bu ayetlerin bize ifade ettiği gerçek şudur: Demek ki Allah, görünen ve
görünmeyen alemlerin bilgisine sahiptir ve bu bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır.
Bu bilgiye sahip olan Allah, tüm öğretimlerin kaynağıdır.
(Gaybın anahtarlan Allah'ın kaündadır. Onlan ancak Allah bilir. Karada
ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun ilminin dışında bir yaprak bile
düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek tane, yaş ve kuru her şey, açıklayıcı
kitapta bulunmaktadır). [En'âm/59]
Aklın deneyle madde aleminden elde ettiği bilgiyi, Yüce Allah önceden o
maddenin yapısına bir tabiat kanunu olarak yerleştirmiştir. Akıl o bilgiyi
yaratmıyor; maddenin yapısında var olan veya maddeler arası ilişkilerde yer
alanı tesbit ediyor. Bu noktadan hareket ederek diyoruz ki, ilahî bilgi, madde
aleminde, bazen cereyan eden olaylar şeklinde, bazen de maddenin özellikleri
olarak kendini göstermektedir. Tabiat alemini inceleyip oradaki kanunları
keşfedenler, aslında ilahî bilgiyi yakalamaktadır. Allah'ın yarattığı
varlıklara koyduğu kanunlar O'nun bilgisinin tezahürleridir. Onun için,
En'âm/59'da işaret edildiği üzere, canlı ve cansız alemlerde cereyan eden her
şeyin oluşumunda O'nun bilgisi vardır. Her şey, o bilgi sayesinde
gerçekleşmektedir. İşte meleklerin, Sen, her şeyi bilensin ifadesindeki (alîm) sıfatı bu anlama gelmektedir.
[152]
Allah'ın isimlerinden biri olup işinde istediği gibi tasarrufta
bulunmak, işini mükemmel yapmak, noksansız iş yapmak, adaletle hükmetmek
manalarına gelir.
Her şeyi bilen ve ilmi her şeyi kuşatan varlık, yaptığı işi de eksiksiz
yapar. Bilgisi tam olmayan varlık, noksansız bir iş üretemez. Yapılan işlerin
kalitesi, sahip olunan bilgi ile doğru orantılıdır. Mahkemeye gelen bir olaya
tam anlamıyla vakıf olamayan hâkimin adil bir karar vermesi imkansızdır. Yüce Allah,
Bakara/30'da, yeryüzünde bir halife yaratma hükmünü verirken, eksiksiz bir
hüküm verdiğini, melekler, O'nun hakim olduğunu söylemekle itiraf etmişlerdir.
İbn Abbas bu fikri benimsemiştir.[153]
Bakara/32'deki Senin öğrettiğinden başka bizim bildiğimiz yoktur
ifadesi, peygamberler tarafından da kullanılmıştır, ahirette de
kullanılacaktır:
(Allah'ın peygamberleri toplayıp, "Size ne cevap verildi?"
diye soracağı gün peygamberler, "Bizim bir bildiğimiz yok, gayb [gizli]
olanları sadece sen bilirsin" diyecekler). [Maide/109]
(Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, fakat ben senin zatında olanı
bilmem. Bütün sırlan sadece sen bilirsin). [Maide/116]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Hz. Âdem'in yaratılış olgusunda cereyan
eden olaylar ve onun meleklerle beraber denenmesinden sonra, hâlık ile mahlukun
bilgisi arasındaki fark böylece ortaya çıkmaktadır.
[154]
33. Allah, 'Ey Âdem! Onlara
onların isimlerini anlat' dedi. Adem onların isimlerini meleklere anlatınca Allah,
'Size demedim mi, göklerin ve yerin sırlarını ben bilirim. Ve ben, sizin
açıkladığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim' dedi.
Daha önce Allah, kendi bilgisinin tüm kainatı, yani her şeyi
kapsadığını meleklere söylemişti. Buna rağmen melekler, insanın yaratılışına
itiraz edip, onu fesat çıkaracak ve kan akıtacak bir varlık olarak
değerlendirmekle, Allah'ın her şeyi bilerek yapacağını hesaba katmaz gibi
davrandılar. Onun içindir ki Yüce Allah, bu ayette, göklerin ve yerin sırlarım
bildiğini onlara söylediğini bir kere daha tekrar etmiş, gizledikleri ve
açıkladıkları her şeyi bildiğini de ilave etmiştir. Dikkat edilirse,
meleklerin de hem açıkladıkları ve hem de gizledikleri bazı fikirlerinin olduğu
bu ayette ortaya çıkmaktadır. Eğer böyle bir özellikleri olmasaydı, Allah onlara
niçin, Ben sizin açıkladığınız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim desin? Demek
ki meleklerin, insanı fesat çıkaran ve kan akıtan bir varlık olarak
tanımlamalarının arkasındaki gizli niyetleri, onun yaratılışını
istememeleridir. Açıkça söyledikleri, zaten 30. ayette yer almaktadır.
Gizledikleri de, bir ihtimal olarak insanın yaratılışını istememeleridir.
Bu sebeple Allah, meleklerin bu iki yönünü açıklamak ve bilgilerinin yetersizliğini
isbat etmek için, onları Hz. Âdem ile beraber imtihan etmiştir. Bu imtihan, Hz.
Âdem'in bilgilendirilmesinden sonra yapılmıştır. Yapılan imtihanla, insanın
farklılığı ortaya çıkmıştır. Böylece ilk imtihan insanın başarısı ile
noktalanmış ve bilgi üstün gelmiştir.
Yüce Allah, göklerin ve yerin sırlan ile meleklerin sırlarının
bilgisine tam anlamıyla yalnız kendisinin sahip olduğunu meleklere bu imtihanla
öğretmiştir. Elbette ki bu bilgi, insanın yaptıkları ile gizlediklerini de
kapsamaktadır.
Bakara/31-33'den şu esasları çıkarabiliriz:
1.
Bilgilendirme, yani öğretim
olmadan imtihan yapılamaz. Bu, Allah'ın sünnetidir.
2.
Meleklerle insan arasındaki
farkı bilgi tayin ettiği gibi, insanlar arasındaki farkı da bilgi
belirlemektedir.
3.
İmtihan olmadan,
değerlendirme yapılamaz. Bu Allah'ın koyduğu bir ilkedir.
[155]
34. Meleklere, 'Âdem'e secde
edin' dediğimiz vakit iblis'ten başka hepsi secde ettiler, iblis secde etmedi,
kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
İmtihanı başan ile bitiren Hz. Âdem'e ödül olarak meleklerin secdesi verilmiştir.
Peki insana secde yapılır mı? Bu bir bakıma şirk olmaz mı? Bu sorulan şu
şekilde cevaplandırmak mümkündür:
1. Melekler Hz. Âdem'in zatına
secde etmediler. Secdeyi onun bilgisine yaptılar. Hz. Âdem'in bilgisi Allah'tan
geldiğine göre, secde dolaylı olarak Allah'a yapılmıştır. Bu da şu manaya
gelir: Bilgi, çok üstün bir değerdir. Ona sahip olan insan üstün demektir.
Üstün olana saygı gösterilir. Yüce Allah, bu uygulamasıyla, insanlara, bilgiye
sahip olan fert ve milletlere boyun eğileceğini öğretmektedir. Yoksa, sadece
Hz. Âdem'in hikayesini anlatmak istememiştir.
2.
Buradaki secde 'ibadet'
anlamına alınmamalı; bir nevi saygı ifade eden 'selamlama' olarak
anlaşılmalıdır. Şu ayet de bunu teyit etmektedir:
(Yusuf, onu yani babasını tahtın üzerine çıkartıp, oturttu ve hepsi eğilip, Yusuf a secde ettiler). [Yusuf/100] Bu ayetin yorumunu naklederken Fahruddîn Râzî, şu habere dayanmaktadır:
Mu'az, Yemen'den döndüğü zaman, Hz. Peygamber'e secdeye kapanmış, bunun
üzerine Hz. Peygamber ona, bunun ne olduğunu sorunca, o şöyle cevap vermiştir:
'Yahudiler, büyüklerine ve alimlerine secde ediyorlar. Hristiyanlar'ın da papaz
ve patriklerine secde ettiklerini gördüm. Onlara, 'Bu nedir?' dediğimde bana,
bu peygamberlerin selamıdır' diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
'Onlar peygamberlerine iftira etmişler' buyurmuştur.[156]
Haberin doğru olup olmadığı tartışması bir yana, mana itibariyle doğrudur.
Bir peygamber kendisine secde edilmesini nasıl ister?
Yukarıda zikredilen Yusuf/100 ayetine dikkat edilirse, secde kavramı
yüklem olarak yer almamaktadır. Cümlenin yüklemi (harre) kelimesidir. Bu
kavram, "düşmek, eğilmek" manasına gelmektedir. Secde ile bir araya
gelince, saygı için eğilmek manasına daha yakın gelmektedir. Ama ayet, kardeşleri
böyle davranınca, Hz. Yusuf un onlara olan tavrım zikretmektedir. Ayet, Hz.
Yusuf un babası ile konuştuğunu anlatmaktadır.
3. Melekler secde ettiğine
göre, onların ruhanî varlık olmaktan çıkmış ve bir bedene bürünmüş olmaları
gerekir. Secde etme faaliyeti, bize, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, değişime
uğrayabilen meleklerin, bedene büründük-lerini ifade etmektedir. Tıpkı Hz.
İbrahim'e insan şeklinde gelmiş olmaları gibi. Yüce Allah meleklere, Âdem'e
secde edin! derken, melekler bedene bürünmüş haldeydiler ve Hz. Âdem onları
görüyordu. Meleklerin arasında yer alan İblis de cin olduğuna göre, onun da
bedene bürünmüş olması tabiidir.
4. Meleklerin Hz.Âdem'e secde
etme olayına başka bir açıdan bakma imkanımız olamaz mı? Meleklerin Hz. Âdem'e
secde etmeleri, olmuş bitmiş bir olgu mudur, yoksa devam etmekte olan bir süreç
midir?
Melekler tabiat kanunlarının gücünü temsil etmektedirler. Tabiat
olaylarının gücü, aslında güç manasına gelen melekten gelmektedir. Kadir
gecesinde yeryüzüne inen melekler, tüm kainatta olacak şeyleri
planlamaktadırlar. Bunun manası, melekler ilahî kaderi, yani planlamayı, madde
ve mana alemine indirmektedirler.
Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesini, tabiat kanunlarının insanoğlunun
emrine ve hizmetine verilmesi şeklinde de anlamak mümkündür. O zaman,
meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesi, olmuş bitmiş bir olgu değil, devam etmekte
olan bir süreçtir, denilebilir. Fussilet/1l'den bunu çıkarabiliriz:
(Sonra Allah, duman halindeyken göğe yöneldi. Göğe ve yere 'İsteyerek
veya istemeyerek gelin' buyurdu. İkisi de, 'İsteyerek geldik' dediler).
Göğün ve yerin Allah'ın emrine isteyerek uymaları demek, Allah'ın
onlara verdiği görevi yerine getirmeye başlamaları demektir. Böylece Âdem'e
secde edin! emri, tabiat kanunlarının insanoğluna boyun eğmesini ve onun hizmetine
girmesini ifade ediyor olabilir. İnsanoğlunun tabiat kanunlarının bilgisine
ulaşması, maddeye hâkim olması, onun sırlarını çözmesi ve o sırlan bilinir
hale getirmesi, onları secde ettirmesi manasına alınabilir.
İblis'in secde etmemesi neyi temsil etmektedir? İblis, insanın nefsini
temsil etmektedir. Çünkü İblis, cinlerdendi. Cinlerin âsi olanları vardır.
İnsanoğluna boyun eğmeyecek ve onunla daima mücadele edecek olan cinlerin bir
grubu, insanın nefsini temsil etmektedirler. Kehf/50'de İblis'in cinlerden olduğu
anlatılmaktadır. Ama dikkat edilirse, cin de tabiat kanunlarından birini temsil
etmektedir. İblis'in meleklerin yanında olması, aynı tabiat kanunlarının yan
yana faaliyet göstermesidir. (Çünkü beni ateşten yarattın). [A'raf/12]
ifadesiyle İblis, kendi yapısının ve mahiyetinin kaynağını belirtmiştir.
Melekler, nuru; İblis de ateşi temsil etmektedir. İkisi de bir bakıma, ışın
veya enerji kökenlidir. Ateşten oluşan İblis, insanın vücuduna sızınca, nefsi
harekete geçiriyor ve kızıştırıyor; böylece nefis insana boyun eğmez ha le
geliyor. Bu manada düşünürsek, insanın maddi yapısından gelen arzularına hakim
olması ve onlan emir altına alması, bir bakıma onları kendisine secde ettirmesi
şeklinde anlaşılabilir.
Nefsin insana boyun eğmemesi veya insanın nefsine hâkim olamaması,
İblis'in Hz. Âdem'e secde etmemesinin devam eden bir süreci olmaktadır. Melek,
insanın aklını ve bütün kabiliyetlerini temsil eder ve biz eğitim vasıtasıyla
onlara hâkim olur, onlan boyun eğdirir, eğitir ve geliştirip büyük bir güç
haline getiririz. İnsana boyun eğmeyen, yani secde etmeyen yegane güç, onun
nefsidir. İşte nefsine hâkim olacak olgunluğa ve manevî güce sahip olan insan,
melekten de üstün olmaktadır. Nefse hâkim olmak ve ona boyun eğdirmek aynı
zamanda bir bilgi ve şuur işidir.
Ayette görüldüğü gibi İblis, kibirinden dolayı secde etmemiştir. Demek
ki nefsin gurur boyutu, onu insana boyun eğdirtmemektedir. Kibir ve gurur yönü
ağır basan insanlar, daha çok şeytana yakın olmaktadırlar. Kibirden uzaklaşan
insan ise, Allah'a yaklaşmaktadır. Zaten İblis kelimesi, Allah'ın rahmetinden
umudunu kesen ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış manasına gelmektedir.[157]
5. Bakara/34 ayeti ile, Onu
düzenleyip, insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üfürdüğüm zaman, hemen ona
secde edin anlamındaki Hicr/29 ayeti arasında sanki bir zaman farkı varmış gibi
görünüyor. Bakara suresinde secde emri imtihandan sonra verildiği halde, Hicr
suresinde yaratıldıktan hemen sonra verildiği görülüyor.
Bu iki ayetin arasında bir zıtlığın olmadığını göstermek için iki türlü
izah getirmemiz mümkündür. Birincisi, secdelerin ayrı ayrı zamanlarda yapılmış
olmasıdır. Yani Allah, Hz. Âdem'i yaratınca, melekleri ona secde ettirdi. Daha
sonra ise, Âdem'e öğretide bulunup, meleklerle beraber imtihana tâbi tuttuktan
sonra secde ettirdi. İlk bakışta bu yorum doğru görülebilir.
İkincisi, "ruh üflemek" ile "isimleri ona öğretme"nin aynı manaya gelebileceğidir. Hicr/29'daki ruh üfleme, ona can verme değil, onu öğretime tâbi tutmaktır. Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e ruhundan üflemesi demek, kendi sıfatlarının cüzîlerini ona vermesi demektir. Onu öğretime tâbi tutması, ona ilim sıfatından bir parça vermesi/üflemesi demektir. "Ruh üfleme" ile "öğretimi" aynı manaya alınca, aralarındaki zaman farkı ortadan kalkmaktadır.[158]
O zaman şu soruyu sorma hakkı doğabilir: Öğretimi, yani bilgi vermeyi,
ruh üflemekle nasıl aynı manaya alabilirsiniz? Onlara cevap olarak Şura/52
ayetini verebiliriz. Ayetin ilk bölümü şöyledir:
(biz, sana emrimizden bir ruh vahyettik). [Şura/52]
Allah Kur'an'a bu ayette ruh ismini vermektedir. Kur'an ilahî öğreti
olduğuna göre, öğreti ile ruh birleştirilmiş olmaktadır. Kur'an niçin ruhtur?
Ruh, bedene nasıl canlılık veriyorr, onu hareket ettiriyor, onun bütün
kabiliyetlerini harekete geçiriyor ve onu çürümekten koruyorsa, Kur'an da
insanın manevî ve sosyal ilişkilerine öylesine can vermekte ve manen ölümünü
engellemektedir. Kur'an, cehalet ve inkar gibi insan gönlünü öldüren ve onu ölü
haline getiren şeyleri ortadan kaldırıp gönle canlılık ve aydınlık vermektedir.
Öyleyse Bakara/31 'deki Âdem'in öğretime tâbi tutulması ile, Hicr/29'daki ruh
üfürülme-si, aynı manaya alınabilir ve aradaki zaman farkı ortadan
kaldırılabilir.
6. Allah'ın, Adem'e secde
edin! emriyle, meleklerin tamamının secde edip etmediklerini cevaplayabilmek için
Hicr/30 ayetine gitmemiz gerekiyor:
(Bu emir üzerine meleklerin hepsi toptan secde etti. [Hicr/30]
Râzî, Sîbeveyh'in, Müberred ve Zeccâc'ın izahlarını naklederek, (hepsi) ve (toptan) gibi bir te'kidin ayette yer almasını delil göstererek, hepsinin secde ettiğine işaret etmektedir.[159]
Ancak bu izah, beraberinde şu soruyu getirebilir: Allah, secde emrini
verdiğinde, bütün melekler orada mıydı? Orada bulunan meleklerin hepsi secde
etmiş olamaz mı? İlk bakışta, meleklerin hepsinin huzurda olduğu anlaşılmaktadır.
Acaba (Kesinlikle, Rabbine yakın olanlar kibirlenip, Allah'a ibadet etmekten
ayrılmazlar. O'nu teşbih eder ve sadece O'na secde ederler) [A'raf/206] ayeti
bize bunun başka bir boyutunun olduğunu göstermez mi? (Sadece O'na secde
ederler) cümlesinden, bazı meleklerin Allah'tan başkasına secde etmedikleri
anlaşılmaktadır. Buradan, meleklerin bir kısmı Hz. Âdem'e secde etmiş, bir
kısmı secde etmemiştir, manası çıkmaktadır. Her iki ayetin manasını şöyle
birleştirebiliriz: Melekler Hz. Âdem'in zatına secde etmemiş, onun Allah'tan
gelen bilgisine secde etmişlerdir. Bilgi de Allah'tan geldiğine göre, secde
Allah'a olmuştur. Böylece A'raf/206'da yer alan Sadece Allah'a secde ederler
beyanı ihlal edilmemiş olur. Meleklerin hepsi, toptan ifadesi, hiçbir meleğin
bundan istisna olmadığını göstermektedir. Peki İblis neden secde etmedi?
[160]
(Sadece İblis secde etmedi. İnat etti, kibirlendi ve kâfirlerden
oldu).
1.
İblis kibrinden dolayı secde
etmemiştir. Daha önce, Allah'ın rahmetinden uzak ve cinlerden olan varlığa
İblis denilmiştir. İblis'in yaratıldığı madde ateştir:
(Allah, "Emrettiğim zaman ne diye secde etmedin?" diye
sordu. İblis, 'Ben, ondan daha değerliyim, beni ateşten, onu ise çamurdan
yarattın' dedi). [A'raf/12]
Bu ayet bize, İblis'in ateşten yaratıldığım öğretmektedir. Bizzat
İblis'in kendisi, kökeninin ateş olduğunu itiraf etmektedir. İblise göre ateş
topraktan üstündür ve bu sebeple kendinden aşağı olan bir varlığa secde
edemeyeceğini söylemiştir.
Biz daha önce meleğin ne olduğunu anlatırken meleklerin nurdan, şeytanın
da ateşten yaratıldığına değinmiştik. Ancak meleğin bir nevi enerji varlık
olabileceğini söylemiş, buna karşılık cinlerin durumunu ele almamıştık. Şimdi
yeri gelmişken cinler hakkında bilgi verebiliriz.
Kur'an'da ateş, (nâr) kavramıyla ifade edilmektedir. Meleklerin yaratıldığı madde de ışık'tır. Işık da (nur) kavramından gelmektedir. Bu durumda (nur) ile (nâr) aynı kelimenin değişik biçimde yazılımıdır. Nur'daki vav harfi, nâr'da elife, dönüşmüştür. Her iki kelime, daha önce bir çeşit enerji diye tanımladığımız varlığın iki farklı boyutunu ifade etmektedir. Benzetmek gerekirse, bir elektrik kablosunda var olan elektrik insanı yakar, bu, o enerjinin nâr kısmı; kablonun ucuna takılan lambanın verdiği ışık da nur kısmı olmaktadır. Her ikisi de aynı kablonun içinde beraber yaşıyorlar. İşte İblisle meleklerin bir arada bulunması da aynen, insanı çarpan ve yakan
enerji ile ışığın aynı kabloda, yani cereyanda bulunması gibidir.
İblis, ateşten yaratıldığını söylerken doğru söylemektedir:
(Cânnı da, daha önce çok
zehirleyici bir ateşten yarattık). [Hicr/27]
Ayette yer alan cânn kavramı, 'gizleyen' anlamına gelmektedir. İblis bütün
cinlerin atası olarak kabul edilmektedir.[161]
İnsanlara gizli olduğu/görünmediği için bu ismi almıştır.
Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için, elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de
fitneye düşürüp, şaşırtmasın. O ve kabilesi, sizin onları görmediğiniz yerden
sizi görürler. Biz, şeytanları inanmayanların dostları yapmışızdır. [A'raf/27]
Demek ki, şeytanlar insanları görüyor ama, insanlar onları göremiyor.
İşte görünmeme özellikleri nedeniyle cin denen varlık cânn ismini almaktadır.
Ayette yer alan "daha önce" ifadesi, cinlerin insanlardan
önce yaratılmış olduğuna delil teşkil etmektedir. Ayetin son kısmında yer alan
(Çok zehirleyici ateşten) [Hicr/27] ifadesi de, İblis'in yaratıldığı maddeyi
açıklamaktadır.
Mesamat kavramı, semum kavramıyla
aynı kökten gelmektedir. Mesamat, insanın vücudunda, teri dışarı; havayı içeri
alan kıl deliklerini ifade etmektedir. Demek ki cinler insan vücuduna
mesamattan sızar gibi girmektedir.
Çoğu zaman gündüz, bazen de gece esen yakıcı rüzgara da semûm denmektedir.[162]
Bu manalardan şu gerçeği yakalayabiliriz: Şeytan, insanın beynine sızıp, ona
vesvese verebildiği ve onun davranışlarını yakıp yıktığı için semûm denen bir
özelliğe sahiptir. Daha doğrusu, bu özelliğe sahip olduğu için insanın beynine
girip onu etkileyebilmektedir. Şeytanın girdiği yerde düzen, sistem, denge
kalmaz; tabiatı değişir. Onun "yakıcı ateş" özelliği, ateşin odunu
yakıp kül etmesi gibi, insanın olumlu fikir ve davranışlarını yakıp kül eder.
Diğer bir ayette, şeytanın yaratıldığı ateşin başka bir özelliğinden
bahsedilmektedir:
(Cinleri de yalın bir ateşten yarattı). [Rahman/15]
Ayetteki maric kavramı, şu
manalara gelmektedir: Iztırap anlamını ifade eden merec, yalın ateş, ya da
dumansız saf alev demektir. Merec'in asıl manasının, karışma (ihtilat) olması
itibariyle mâric'in karışık dumanlı bir ateş olduğu söylenebilir. Her şeye
nüfuz eden ve kansan manasıyla, ateşin hakikatini ifade etmektedir.[163]
Şeytanın gerek yakıcılık ve gerekse yalınlık özelliği ile insanı etkileyip,
işlerine karıştığı, ona ıztırap verdiği ortaya çıkmaktadır. Şeytan kendi
görevini yerine getirirken, tabiatına uygun olanı yapmaktadır.
İblis'in insanı bu şekilde etkilemesinin nedenlerinden biri de, insanın
tabiatında bulunan ateştir:
(Allah insanı ateşte
pişmiş çamurdan yarattı). [Rahman/14]
Yüce Allah, insanı yaratırken, Hz. Âdem'in çamurunu birtakım evrelerden
geçirmiş ve en son merhalesinde onu ateşle yoğurmuştur. İşte insanın tabiatında
yer alan bu ateşle, ateş olan şeytan irtibat kurmaktadır.
2. Bu ayetteki meselelerden
biri de İblis'in melek olup olmadığıdır.
İblis meleklerden miydi? Meseleyi çözebilmek için Bakara/34'e müracaat
etmemiz gerekiyor. Bu ayette, Hani meleklere, "Âdem'e secde edin"
dedik buyuruluyor. Dikkat edilirse, burada muhatap -İblis değil- meleklerdir.
Anlaşılıyor ki, İblis'in ortaya çıkışı ve ayrı olarak ele alınması, secde
olayından sonradır. Öyleyse, İblis'in meleklerden olmadığını söyleyebiliriz.
Buna rağmen İblis'i melek cinsinden kabul eden görüşler de mevcuttur.
Böyle düşünenlere göre, Yüce Allah, meleklere ve İblis'e secde edin, emrini
verseydi, İblis'in meleklerden farklı bir yaratık olduğunu anlamış olacaktık.
Emir, sadece meleklere verilmiş olsaydı, İblis'in sorumlu tutulmaması gerekirdi.
Demek ki, İblis kavramını melek kavramı içinde düşünmek gerekiyor. Bizim
görüşümüz yukarıdaki gibidir. Zira:
3. İblis meleklerden olsaydı,
Allah onun için cin kelimesini kullanmazdı:
İblis cinden olduğu için Rabbinin emrinden çıktı). [Kehf/50]
Bu ayette İblis'in aslı açıklanmaktadır. Cinler iradeye sahip olduğu
için, emri yerine getirip getirmemekte serbesttir. İblis, iradesini secde
etmemekten yana kullanmıştır. Eğer meleklerden olsaydı, isyan etmesi mümkün
olmazdı.
4.
İblis'in zürriyeti vardır,
ama meleklerin zürriyeti yoktur. İblis meleklerden olsaydı, Kur'an'da İblis'in
zürriyetinden bahsedilmezdi.
(İblis'i ve onun zürriyetini, dostlar mı edinirsiniz?) [Kehf/50]
Zürriyet kelimesi, İblis'in doğurgan olduğunu, evlendiğini ifade
etmektedir. Demek ki o, zürriyete sahip olması bakımından da meleklerden ayrılmaktadır.
Bunun başka bir anlamı da şudur: Cinler maddeye dönüşebilmekte ve bir bedene
bürünebilmektedirler. Bu yönleriyle meleklerle ortak bir özelliğe sahiptirler.
5. Aynı kaynaklı olmaları
bakımından melekle İblis'in benzerliği vardır. İnsanın tabiatında da ateş
olması (fırında pişmiş çamur) bakımından, İblisle bir benzerliği vardır.
Kur'an bize, insanlardan da şeytanların bulunduğunu beyan etmektedir:
(Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık; bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldar dururlar). [En'âm/112]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, İblis insanlardan bazılarını çok etkileyerek
onları şeytana çevirmektedir. Bu dönüştürme, biyolojik değil manevîdir. Bunun
anlamı, dış görünüşüyle insan, iç oluşumlanyla şeytan olan insanlar var
demektir.
6. Melekler bir çeşit enerji
dalgası olduklarından, onların getirdiği mesajların kanalını, şeytanlar
engelleyebilir. Ateş şeklinde olan İblis, meleklerin akış kanalının önünü
kesip, başka yöne kaydırabilir. Şeytan da kulak hırsızlığı yaparak meleklerin
taşıdığı mesajı çalıp karıştırabilir:
(Ce göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan şeytan hariç; onu apaçık bir alev sütunu takip eder) [Hicr/17-18]
(Artık o şeytanlar, melekler alemini dinleyemezler). [Saffat/8]
Zikredilen bu üç ayeti bir araya getirince şu açıklamayı yapabiliriz:
Yüce Allah, melekler âlemini şeytanlar aleminin daha üstüne koymuştur. Şeytanlar,
melekler âlemini, yüceliği nedeniyle dinleyemezler. Melekler âleminden beşerî
aleme doğru gelen haberleri, mesajları, kendi seviyelerine inince çalmaya
çalışırlar. Çaldıkları haberleri insanlardan edindikleri arkadaşlarına iletirler.
Ancak çaldıkları hep yarım ve eksik olduğu için şeytanın arkadaşlarının
bilgileri de eksik ve yarımdır. Bu nedenle cinlerle irtibat kurup birtakım
haberler veren kimselerin bilgilerine itibar etmemek gerekir.
(Şeytanlardan birkaç kelime hırsızlığı yapabilecek kadar yaklaşan
olursa, bir ateş parçası onun peşine takılır). [Saffat/10]
Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Şeytanlar, melekler alemini
dinle-yemezler;ancak insanlar alemine gelen bilgileri hırsızlama
dinleyebilirler. Hırsızlama dinleyenleri de Allah şihâb (alevli yıldız) ile
mahveder. Hicr süresindeki (şihâbun mübîn) ifadesi ile Saffat süresindeki
(fe-etbe'ahu şihâbun) ifadesi, aynı manaya gelmektedir.
Hac/52 ayetine dikkat edilirse şeytanların, melekler âlemini hırsızlama
dinledikleri, insanlar alemine de ilka (karıştırma) şeklinde etkide bulundukları
anlaşılr:
(Senden önce, gönderdiğimiz bütün rasûl ve nebîler, bir şey temenni
ettikleri zaman, şeytan onların bu arzularına şüpheler karıştırırdı. Bunun
üzerine Allah, şeytanın bıraktığı şüphe ve fitneyi ortadan kaldırır. Sonra
Allah, ayetlerini tesbit edip, kuvvetlendirir).
İşte şeytan, Allah'ın melekle peygamberlere gönderdiği mesajın kanalını
karıştırıp, mesajın peygamberlerin kalbine doğru inmesini engellemeye çalışır.
O zaman devreye Allah girerek, şeytanın attığı sahte bilgiyi siler ve ayetinin
tam metniyle peygamberine ulaşmasını temin eder. Allah, her şeyi delip geçen
alevle bu silme işini yapar ve böylece şeytanın hedefine ulaşmasını engellemiş
olur. Demek ki İblis ve onun zürriyeti olan şeytanlar, hırsızlama melekût
alemini dinleyip, beşerî aleme iyi bir mesajın gelmesine engel olamazsa,
peygamberlerin gönlünü karıştırmaya ve ona sahte mesaj vermeye çalışırlar. Bu
da onun bir çeşit enerji türü yapısında olduğunu ve yeri geldiğinde bedene
bürünebildiğini isbat etmektedir.
Cinler, Hz. Süleyman'ın yanında bulunmuş ve onun işçiliğini yapmışlardır.
Hz. Süleyman, Belkıs'ın tahtını isteyince:
"Cinden bir ifrit şöyle dedi: Sen yerinden kalkmadan önce, ben o
tahtı sana getiririm. Bu işi yapmaya gücü yeten ve güvenilir biriyim").
[Neml/39]
Diğer taraftan Sebe/14'de işçi olarak Hz. Süleyman'ın emrinde
çalıştıklarına şahit oluyoruz. Demek ki peygamberler cinleri insanlar için
çalıştırabil-miştir. Bu da gösteriyor ki, melekler ve cinler, dünyaya gelip
bedene bürünerek iş yapmakta, insanlarla ilişki kurmaktadırlar. İnsanlık
ileride bunlarla işbirliği yapabilecek, bazen de savaşacaktır. Zaten insanoğlu
başlangıçtan beri şeytanla, yani İblis ve zürriyeti ile mücadele etmektedir:
(Gerçekten şeytan sizin düşma-nınızdır. Siz de onu düşman edinin. Çünkü
o, etrafına toplananları cehennemlik olsun diye çağırır) [Fâtır/6]
Bu ayetten anlıyoruz ki, cinlerin kâfir kanadından olan İblis ve onun
zürriyeti, insanoğluna düşmanlığını ilan etmiş. Allah da bu düşmanlığın farkında
olmamız için bizi uyarmıştır.
Diyebiliriz ki: Şeytan, insanları birbirine düşürerek, kavga ettirerek,
kan döktürerek düşmanlığını sürdürmektedir. Aslında insan, insanın düşmanı değildir.
Ama insanlar, asıl düşmanı olan şeytanı düşman edinip, onunla mücadele
etmediği, yani hedefini şaşırdığı için birbirlerine düşmanlık etmektedirler.
Demek ki şeytan, insanları birbirine karşı kullanarak düşmanlığını
yürütmektedir. Yeryüzündeki savaşlar, kavgalar, kin ve düşmanlıklar, şeytanın
insanlara karşı verdiği mücadeledeki başarısını göstermektedir.
[164]
Şimdi İblis'in neden secde etmediği sorusuna cevap arayabiliriz. Açıklamasını
yapmaya çalıştığımız Bakara/34'de şöyle buyurulmaktadır:
“İblis'ten başka hepsi secde
ettiler. İblis etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu”.
Bu konu ile ilgili diğer ayetlere de müracaat ettiğimizde şu
gerçeklerle karşılaşmaktayız:
[165]
İblis'i secde etmekten alıkoyan nedenlerden birçoğu, psikolojikdir.
Ayette yer alan (ebâ) kelimesi, diretmek, inat etmek, yüz vermemek, çekinmek,
kerih görüp iğrenmek manalarına gelmektedir.
Görlüyor ki diretmek ve haksız yere inat etmek gibi olumsuz tavırlar,
şeytan işidir. Gerçeği gördüğü halde kabullenmemek için inat etmek, şeytana
yakın olmaktır.
İşte eğitim sistemi, insanın nerede ve hangi konularda direteceğini,
ısrarcı olacağını, hangi konularda ve nerede ısrarcı olmayacağım öğretmelidir.
Allah, şeytanın bu tutumunu bize anlatmakla, yanlışta diretmenin bir
şeytan işi olduğunu öğretmektedir. Yoksa maksat, meseleyi hikaye etmek değil,
insanın, şeytanın özelliklerine bürünmemesini temin etmek için onu uyarmaktır.
[166]
Şeytanın, Hz. Adem'e secde etmemesinin diğer bir sebebi de -birçok ayette
ifade olunan- kibirlenme duygusudur: Kibirlenmek
istedi.
Diretmenin, ya da inat psikolojisinin kardeşlerinden biri, kibirdir.
İblis, kendisini insanla mukayese edip, kendisinin üstün olduğu şeklinde bir
değerlendirme yaparak kibirlendi:
(İblis şöyle dedi: "Ben, Âdem'den daha üstünüm. Çünkü beni
ateşten, onu ise çamurdan yarattın"). [A'râf/12]
İblis'in kibirlenme sebebi bu ayette kendini üstün görmek şeklinde
ifade edilmiştir. Ayette görüldüğü gib şeytan kıyas/mukayese yapmaktadır.
Bilimde mukayese faydalıdır, ama kibre götürecek olan bir mukayese
tehlikelidir.
Aynı şekilde aile hayatında kan kocasını, koca karısını başkalarıyla mukayese
etmeye başladığı zaman, aralannaki sevgi yıpranır. Ailenin temeli olan namus
duygusunda aşınmalar başlar. Bunun için kan veya koca birbirlerine başkalannı
örnek vermemelidirler.
Şeytanın kibri bulaşıcıdır. İblis, bu hastalığını bilerek insanlara
yaklaşıp bulaştırmak ister. Bu nedenle Allah, şeytanın bu özelliğini
açıklayarak, inanlara alçakgönüllü olmayı, kibirlenmemeyi ve kendini üstün
görmemeyi aşılamakta ve onu terbiye etmektedir. Bu kibirli davranışlar, küçük
görme ile başlar, ilahî iradeyi beğenmemeye kadar uzanır:
(Allah şöyle dedi: Bizzat
kudretimle yarattığıma secde etmene mani olan şey nedir?) [Sâd/75]
Bizzat kudretimle yarattığıma ifadesiyle Allah, kendi eserinin
beğenilmediğini ifade etmektedir. Allah'ı tanıdığı ve birliğine inandığı halde,
İblis'in O'nun eserini değersiz görmesi, affedilecek bir hata değildi. Bu da
bize şunu öğretiyor: Değer verdiğin birinin yaptığı işi ve ortaya koyduğ eseri
değersiz görmek, çirkin bir davranıştır. Bu yüzden insanları tenkit ederken
yıkıcı olmamak, güzel bir üslupla eksiklik ve yanlışlıkları söylemek gerekir.
İblis, Âdem'i (insanı) değersiz görmesinin, onu yaratana kadar varacağı hesap
edemedi.
[167]
Kehf/50'de şöyle buyurulmaktadır:
(Hani biz meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis hariç,
meleklerin hepsi secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabb'inin emrinden dışarı
çıktı).
Daha önce söylendiği gibi, meleklerin tabiatında, verilen emri yerine
getirmek vardır; itiraz, inat ve emri yerine getirmemek gibi bir şey yoktur.
Onun için meleklerin tümü emri yerine getirerek, secde ettiler. Ancak cinlerin
tabiatında, günaha açık bir yön vardır. Bunlar verilen emri yerine getirip
getirmemekte serbesttirler. İradesini kullanarak iyi veya kötüyü seçme hakkına
sahiptirler. Bu hürriyeti kullanmaları da kendilerine bir sorumluluk
getirmektedir. Allah, İblis'in secde etmeme sebeplerini sayarken, (O, cinlerden
idi) buyurmaktadır. Onun cinlerden olması, böyle bir davranış bozukluğuna girmesine
sebep olmuştur. Ayette yer alan, (kâne)
kelimesi, idi manasındadır. Onun cinlerden olması, böyle bir davranmasında
itici güç olmuştur.
Bu sefer de secde etmemesi, onu başka oluşumlara taşımıştır. Bu oluşumlar
nelerdir?
a. Şeytan/İblis kâfirlerden
oldu:
(Ve kâfirlerden oldu). [Bakara/34]
Bazıları bu ayette yer alan
(kâne) kelimesine idi, bazıları da oldu manasını
vermektedir. Bu ayettekine oldu, Kehf/50'dekine ise idi manasını vermek
daha doğru olur diye düşünüyorum. İnat ve kibir, Allah'ın yarattığını hakir
görüp, O'nun emrini yerine getirmemek, onu kâfir durumuna düşürmüştür.
Öyleyse, bu ayetteki (kâne) kelimesine oldu manası vermek daha uygundur.
"İblis kâfir idi" demek, daha önceden imtihana tâbi tutulmuş ve
kâfirliğine Allah tarafından karar verilmiş demektir. Allah'ın enirini yerine
getirmemekle İblis niye kâfir olsun? Emri yerine getirmemek, günah değil mi?
İblis/şeytan Allah'ı inkar etmiyor ki kâfir olsun.
Allah'a inanan ve fakat Allah'ın emrettiği şeyleri yapmayan ve
nehyettik-lerinden sakınmayan kişi kâfir olur mu? Kur'an'ın çeşitli
ayetlerinde, İblis'in Allah'a inandığı belirtilmektedir; mesela İblis şöyle
diyor:
(Rabbim, dirilecekleri güne kadar bana müsade ver). [Hicr/36]
(İzzet ve kudretine yemin ederim ki, kesinlikle hepsini azdıracağım).
[Sâd/82]
(Şeytanın durumu gibidir; hani insana 'Kâfir ol!' demişti. İnsan da kâfir olunca, "Ben senden uzağım, çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" dedi). [Haşr/16]
Bu ayetlerden şunu anlıyoruz: Birinci ayette Rabbim, ikinci ayette
Senin izzetine yemin ederim ve üçüncüsünde Alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım
ifadeleri, İblis'in Allah'a inandığını göstermektedir. Allah'a rabbim diyor,
O'nun şerefi üzerine yemin ediyor. O'na alemlerin rabbi diyor ve O'ndan
korkuyor. Ayrıca kâfir olan insanla beraber olmak istemiyor. Bu sözleri söyleyen,
kâfir beğenmeyen ve kendisinde Allah korkusu olan bir varlığa kâfir denebilir
mi? Bu durumda (ve kâne mine'l-kâfirîn) ibaresine, "Nankörlerden
oldu" manasını vermek mümkün değil mi?
b. Şeytan, Rabbinin emrinden
çıktı
(Ve kâfirlerden oldu) [Bakara/34] ibaresi, Kehf/50'de (Rabbinin emrinden çıktı) şeklinde yer almaktadır. Demek ki kâfirlerden olması, Rabbinin emrinden çıkmasıdır:
Sadece İblis secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. [Sâd/74]
Bakara/34'deki Kâfirlerden oldu ifadesi, Kehf/50'de, Rabb'inin emrinden
çıktı ifadesiyle tefsir edilmiştir.
c.
Şeytan insanın düşmanıdır:
(Şimdi siz beni bırakıp da tblis'i ve onun soyunu dostlar mı
ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düş-mamnızdır. zalimler için bu ne kötü
değiştirmedir). [Kehf/50]
Onlar sizin düsmanınızdır ibaresi, yaratılması ve Allah'ın dergahından
kovulmasına kadarki oluşumlar nedeniyle, şeytan insana düşman olmuştur:
(Gerçekten şeytan size düşmandır. Siz de onu düşman edinin). [Fâtır/6]
d. Şeytan kovuldu
Secde etmesi konusunda verilen emri yerine getirmeyince İblis, şu
emirle karşı karşıya kaldı:
(Hemen çık oradan, çünkü sen kovulmuşsun). [Sâd/77, Hicr/34]
Bulunduğu yerin gereklerini yerine getiremeyen, o yere layık
davranışları üretmeyip, ters davranışta bulunanlar, layık oldukları yere
gönderilirler. Yüce Allah, İblis'in kovulmasını bize anlatırken, bu sosyal
realiteye dikkat çekmek istemiştir. İnsanın bulunduğu sosyal seviye ve
kendisine toplum tarafından biçilen statüyü hazmetmesi ve o olgunluğu
göstermesi gerekir. Sosyal irtifasını kaybetmek en büyük cezalardan biridir ve
bu ceza şeklinin ilk defa Allah tarafından uygulandığına bu ayetlerde şahit
oluyoruz. Aynı ceza şekli Hz. Âdem'e de uygulanmıştır.
Kovulması, taşlanma biçiminde olmuştur. Ayette geçen recm kavramı,
aslında taşlama manasına gelmektedir. Taşlamak ile bir yerden çıkarılmak ve
kovulmak arasında ilişki vardır. Taşlanan, bulunduğu yerden çıkarılıyor ve
kovuluyor demektir. Bu taşlama, maddî mi, yoksa manevî midir? Bunun cevabını
şu ayetlerle verebiliriz:
(Biz, yere en yakın olan göğü yıldızlarla süsledik. İtaatten çıkmış her
inatçı şeytandan koruduk. Kulak verip, dinleyemezler, meleklerin yüce
meclisinde olup bitenleri ve her taraftan taşlanırlar, ebedî azap vardır
onlara, birkaç kelime hırsızlığı yapabilecek kadar yaklaşan olursa, onun da bir
ateş parçası takılır peşine). [Sâffât/6-10]
Bu ayetlerin benzeri Hicr/16-18'de yer almaktadır. Saffat süresindeki
"ateşli yıldız" ifadesi, Hicr suresinde "apaçık görünen
yıldız" şeklindedir.
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, şeytan dengesiz bir davranışta bulunup,
mele-kût aleminden beşerî aleme gelen mesaj dolu dalgalan bozar ve gökyüzünün
süslenmiş burçlarının nizamına musallat olursa, onları korumakla görevli olan
yıldızlar vasıtasıyla taşlanır. Bu maddî bir taşlanmadır.
Öyle görülüyor ki, insanlığın mutluluk göğündeki nizamı bozmaya çalışan
kimseler, şeytana yardım etmekte ve onun ahlâkı ile ardaklanmaktadırlar. Bu da
onların, aydınlık bilgisinin yıldızlanyla cezalandırılmalarına sebep olur.
Şeytanların taşlanması ve apaçık görünen şihabla yakılmaları olgusu, bize şunu
anlatıyor: Cahil ve kötü insanlar, elbirliği ile dünya nizamını bozmaya
çalışıyorlar. İşte, bu cehalet ve kötülükleri ortadan kaldırıp cezalandıracak
olan silah, bilginin şihabıdır (aydınlatıcı yıldızıdır) ki aklın göğünde yer
alır.
Ayetlerde geçen gök kavramını ve oradaki burçları, insanın psikolojik
yapısına uyarlarsak, şöyle bir izah yapabiliriz: Dış alemde gök insanın
beynini, yer nefsini, ikisi arasındakiler de gönlünü ifade etmektedir. Şeytan
nefis aleminden kovulmuş olarak yaşar; beyinden gönüle doğru akan bilgi ve
anlayış kanallarından hırsızlık yapmaya ve onların nizamını bozmaya çalışır.
İşte o zaman beynin göğünde yer alan bilgi yıldızlanyla taşlanır ve gönle akan
kanallann bozulması önlenmiş olur. Allah'ın şeytanın peşine taktığı şihab
(aydınlatıcı yıldız), beyin semasında bilgiyi temsil etmektedir.
Meseleye böyle bakıldığında şeytanın taşlanması, psikolojik bir anlam
kazanmaktadır. Bize göre, hacdaki şeytan taşlama, hakiki taşla değil, ibadetin
getirdiği bilinç ve akılla olmalıdır.
e. Lanetlendi
Ceza gününe kadar, lanet senin üzerine olacaktır). [Hicr/35, Sâd/78]
Ayette yer alan lanet, belayı, felaketi, değersizliği, nefreti ve son
dereceye ulaşan kırgınlığı ifade etmektedir. Şeytan, Allah'ın emrini yerine
getirmemekle, Allah'ın lanetinin içine girmiştir. Şeytanî işler yapan insan ve
toplumlar da beladan kafalarını kaldıramaz, felaketler her zaman onların
peşinde olur. Şeytana yakın olmak, belaya yakın olmak demektir.
Şeytanı lanetlediğini Allah'ın bize niçin anlattığını cevaplandırırken,
psikolojik ve sosyal oluşumlardan hareket etmemiz gerekiyor. Psikolojik anlamda,
Allah'ın emrine karşı gelmenin ve sosyal manada kötülüklerin peşinde koşmanın,
hem ferde hem de topluma bela getireceğine dikkat çekilmektedir. Yüce Allah'ın
bir toplumun üzerinden lütfunu, ihsan ve rahmetini eksiltmesi veya çekmesi, o
toplumu belaya iter.
Şeytan secde etmediği için lanetlendi; öyleyse secde etmek, fert ve
toplumun uğrayacağı bela ve laneti engeller. Böylece secdenin koruyuculuk özelliği
ortaya çıkmaktadır. Alak/19 ayetine göre secde. Allah'a yakınlıktır. Secde
etmemek, Allah'tan uzakta kalmaktır. Allah'tan uzakta kalma da, laneti çağırmaktır.
Demek ki, secdeye varan bedenler aslında insanlığı lanetten korumaktadırlar.
Kısaca şu genellemeyi yapmakta yarar görüyoruz: Hz. Âdem, bilginin üstünlüğü
sebebiyle, kendisine saygı gösterilmesi emri ile ödüllendirilmiştir. Şeytan,
secdeyi Hz. Âdem'in şahsına değil, bilgisine yapacaktı. O ise, Hz. Âdem'in
yaratıldığı maddeyi hakir görerek, saygıyı kendi yaratılış özüne layık gördü.
Bilginin üstünlüğünü anlayamayan ve bilgiye saygı duymayanlar nankörlük etmiş,
ilahî emirden çıkmış, düşmanlığı, kovulmayı ve belayı davet etmiş olurlar.
Demek ki bilgi küfrü, isyanı, düşmanlığı, cezalandırmayı ve laneti önlemektedir.
Bilginin olduğu yerde saygı vardır, cezalandırılacak davranışlar yoktur,
düşmanlık duygularında erime vardır.
Bilgiye saygı duymak, fertler veya toplumlar için bir seçenek değil,
tam tersine bir zorunluluk ve ilahî bir emirdir. Onun içindir ki, bilgi secde
gibi saygıyı beraberinde getirmektedir. Bilgi ne kadar yayılır ve ne kadar
yüceltilirse, kötülüğe o kadar engel olunur ve onun hareket alanı o nisbette
daralır. Bilgili olanlar mütevazi olurlar.
[168]
35-36. Ve Âdem'e şöyle dedik:
"Sen ve eşin birlikte cennete yerleşin, ikiniz de oradaki nimetlerden
istediğinizi bol bol yiyin, ancak şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz"
. Bunun üzerine şeytan, onları bulundukları yerden kaydırıp çıkardı. Biz de,
'Birbirinize düşman olarak ininiz oradan ve yeryüzünde belli bir zamana kadar
ikamet edip yaşayacaksınız' dedik.
İnsanlık Âdem ve eşi Havva ile başlamıştır. En az iki kişinin, belli
kurallar çerçevesinde ve ihtiyaçlara dayanarak organize olması ile sosyal
hayat ve kurumlar meydana gelir. Diğer bir ifade ile, bir sosyal grubun üyeleri
arasındaki etkileşim ve iletişimler, müesseselerin oluşmasına sebep olurlar.
Demek ki ilk toplum Hz. Âdem'in ailesi ile başlamıştır. İlk sosyal grup
Âdem ailesi olduğu gibi, ilk sosyal kurum da yine Âdem ailesinin üyeleri
arasındaki ilişkiden doğmuştur. Bu da nikah kurumudur.
Burada, Âdem'le eşi arasındaki nikahın kim tarafından kıyıldığı sorulabilir.
Allah'ın ayette Havva yerine eşi demesi, bize bunun cevabını vermektedir: Âdem
ile Havva'nm nikahlarını bizzat Allah kıymıştır.
Hz. Âdem melekler karşısında imtihanı kazandıktan ve kendisine saygı
secdesi yapıldıktan hemen sonra, bir yasakla karşı karşıya kaldı. Cennette
konmuş olan bu yasağın, beslenme ile alakalı olduğu anlaşılmaktadır. Diğer
taraftan yasağın insan-tabiat ilişkisini konu edindiği de görülmektedir.
Bu ilişkiden şu ilkeleri çıkarabiliriz:
1. Bakara/31 'de yer alan
öğretim faaliyetinden hemen sonra bu yasak konmuştur. Bu bize, öğretim
faaliyeti yapılmadan yasaklamanın olmayacağı ilkesini Öğretmektedir. Öncelikle
insan bilgilendirilecek, faydalı ve zararlı,
doğru ve yanlış, iyi ve kötünün neler olduğu öğretildikten sonra eğitim
faaliyetine geçilebilecektir.
2. 31. ayette öğretim, 35.
ayette ise. eğitim faaliyeti yapılmaktadır. Bilindiği gibi öğretim zihne bilgi
kazandırırken, eğitim faaliyeti buna gönül ve nefisle ilgili faaliyetleri de
ilave etmektedir. Öğretim faaliyeti, eğitimin içinde yer aldığı gibi, onun
vazgeçilemeyen unsurunu da teşkil etmektedir.
3. Hz. Adem'e ve hanımına
ağacın yasaklanması, onların geçimlerini nereden sağladıklarım açıklamaktadır.
Bu bize tabiatın ilk ekonomik kaynak olduğunu ve o devir insanının içinde
bulunduğu sosyal gelişmişlik seviyesini de vermektedir.
4. İstediğinizi bol bol yiyin ibaresi, insanın dilemekte hür olduğunu ifade etmektedir. "Dileme/isteme", beraberinde irade ve seçeneği getirmektedir. Bir yerde yasak varsa, orada insanın serbestliği, yani hürriyeti de var demektir. Değişik davranışlara açık olmayan isteklerin bulunduğu yerde hürriyetten bahsedilebilir mi? İşte bu ayette Allah (dilediğiniz) kavramı ile Hz. Âdem ve hanımına dayatma yapmadığını ve onları hür iradelerine göre serbest bıraktığını ifade etmektedir.
5. Şu ağaca yaklaşmayın
ifadesi ve ağaç kelimesi, yasağın önemli unsurlarını teşkil etmektedir: W^^
(Zinaya yaklaşmayın) [İsra/32]; (Yetimin malına yaklaşmayın) [İsra/34]
ayetlerinde olduğu gibi, Hz. Âdem'e de ağaca yaklaşmaması emredilmiştir.
Aslında bu yaklaşmayın emri, psikolojik bir durumu yansıtmaktadır.
Bazı nesnelere ve değerli eşyalara yaklaşınca, geri çekilmek mümkün
olmayabilir. O işi yapmaya yaklaşınca ve temas kurulunca, yasaklama emri
unutulabilir. "Yasaklar arzu doğurur" esasından hareket ederek,
emrin insan psikolojisine göre verildiğini anlıyoruz. Bazı şeyler vardır ki,
onlara yaklaşmak geri çekilmeyi imkansız hale getirebilir; zina, haram mal ve
haram lokma gibi. İnsanın tabiatını kendisi yarattığı için, onun davranış
biçimini de en iyi bilen Allah'dır. Yasağını, Şu ağaçtan yemeyin! yerine, Şu
ağaca yaklaşmayın! sözleriyle ifade etmiştir.
Eğitimde, insanla yasaklar arasına mesafe koymak çok önemli bir ilke olmalıdır.
Öğretmenle öğrenci arasındaki mesafenin, eğitimde çok büyük bir yeri vardır.
Tatlı mesafe kavramı, eğitimin evrensel kuralıdır. Allah, insanın tabiat,
insanın insan, başka bir ifadeyle erkeğin kadm ve insanın yetimle olan ilişkilerinde
de bu mesafeyi aramaktadır. İnsanın diğer canlı varlıklara karşı mesafesini
ayarlaması, ilahî eğitimin ilk altın kuralım oluşturmaktadır.
6. Şu ağaca yaklaşmayın! emri,
aynı zamanda yeşile kıyılmamasım temin etmektedir. Ağaca yaklaşmama, bir bakıma
çevre bilincinin eğitimle geliştirilmesinin ilk kanununu koymaktadır. Ağaç,
maddî çevrenin en önemli motiflerinden biridir. Ağaca kıyılması, çevrenin
tahrip edilmesi demektir.
Diğer taraftan, ele aldığımız 35. ayette yer alan cennet kavramını
açıklamamız ve bunun hangi cennet olduğunun tesbitini yapmamız gerekiyor. Cennet
kelimesi, örtmek, kapatmak, gecenin basması ve ölünün kefenlenmesi, gizlenmek,
saklanmak manalarına gelen cenne'den gelmektedir.
(İbrahim'in üzerini gece bürüdüğünde...) [En'âm/76] ayetinde, gecenin basması anlamını ifade etmektedir. Cünne olarak kullanıldığında, 'delirmek', cânnu şeklinde kullanıldığında 'cin' ve bir çeşit 'yılan' anlamını ifade eder.
(Onlara kocalarından önce ne insan dokunmuştur, ne de cin). [Rahmân/74]
Bu ayette de cin (insanın göremediği ateşten yaratılan varlık) manasına
gelmektedir.
(Onu çevik bir yılan gibi hareket ediyor durumda görünce dönüp kaçtı).
[Neml/10]
Bu ayette de 'yılan' manasına gelmektedir. Cenan olarak kullanılınca,
kalp, her şeyin içi, ruh ve gizli iş anlamlarına; cinnet olarak alınınca,
delilik, cinnet getirmek manasına gelir.
(Yoksa 'Peygamber delirdi mi' diyorlar?) [Mü'minûn/70]
Şeytan cinlerden de olur, insanlardan da [Nâs/6]. Cinnet (delilik) ile
cin aynı kalıptan gelmektedir. Cinnet (delilik), cin çarpmış demektir.
Çoğulu ecinne olan cenîn, anne karnındaki çocuğa sekiz haftanın sonuna
kadar verilen isimdir:
(Ve sizler annelerinizin karınlarında cenînler iken). [Necm/32]
Cunne, kalkan manasına gelir. Hz. Peygamber (Oruç kalkandır)
buyurmuştur.
Gözden saklanmış, girift ağaçlı 'bahçe' anlamına da gelir. Bakara/35'de
Âdem ve eşinin yerleşmesinin istendiği yer, bu manada bahçedir. Ayetteki ağaç
da bu cennetin ağaçlarının, yukarıdan bakıldığında toprağının görülemeyecek
kadar içice girdiği bir yer olduğunu ifade etmektedir. Burada önemli olan
mesele, Allah'ın Hz. Âdem ve eşine yerleşin dediği cennet, öldükten sonra
gideceğimiz ebedî yerin adı mı, yoksa bu dünyadaki bir cennet midir?
Müfessirler bu hususta kesin bir neticeye varamamışlardır. Bu ayetin tefsirinde
Fahruddîn Râzî, tartışmaları derinlemesine ele almıştır. Biz bu tartışmalara
girmeyecek; ancak Fahruddîn Râzî'nin naklettiği Ebu'l-Kâsım el-Belhî ve Ebû
Müslim el-İsfehânî'nin fikirlerini benimsediğimizi söylemekle yetinece-ceğiz.
Onlara göre bu cennet, yeryüzünde olup; Hz. Âdem'in cennetten indirilmesi, bir
bölgeden diğer bir bölgeye geçmesi manasınadır.Onlar, (Öyle ise bir şehre inin)
[Bakara/61] ayetini de görüşlerinin doğruluğuna delil getirmektedirler.[169]
Hz. Âdem topraktan yaratıldığına göre, o, bu dünyada yaratılmış demektir.
Ebedî olan cennette şeytanın işi ne? Orada günah işlenir mi? Orada yasaklanacak
bir nimet var mıdır? Bütün bu soruların cevabından anlıyoruz ki, Hz. Âdem bu
dünyada yaratıldı ve onun yerleşmesinin istendiği yer de bu dünyadaki
cennettir.
Dünyadaki bahçeler için Allah cennet ismini kullanmaktadır:
(Üzüm bahçeleri). [Ra'd/4]
(Sebeliler için yurtlarında bir uyarı tablosu vardı; sağlı sollu iki
cennet). [Sebe/15]
(Tepedeki cennetin durumu gibidir). [Bakara/265]
Kısaca Hz. Âdem, ağaçlarının iç içe girdiği ve her çeşit meyvenin bulunduğu
bir tabiat çevresi içinde yaratıldı ve orada iskan etmesi istendi. Günah ile
İblis'in varlığı da bunun ebedî cennet olmadığına delalet etmektedir.
Bir sonraki ayette cennetten inmenin ne manaya geldiği açıklanmaya çalışılacaktır.(Kendinize
yazık etmiş olursunuz) [Bakara/35] ayeti, zalimlerden olursunuz, yani kendinize
yakışmayan bir harekette bulunmuş olursunuz manasını ifade etmektedir. Zalim
kavramı, karanlık iş yapan manasına da gelmektedir. Zira zulüm, karanlık
demektir. Ayetin bu kısmındaki olursunuz' ifadesi, insanın hür iradesiyle günah
işlediğini ve böylece kendisine zulmettiğini göstermektedir. Allah kuluna
günah işletmez ve onu zalim yapmaz. Allah kendi kulunu zalim yapar ve sonra
dönüp onu sorumlu tutup cezalandırır mı? Bu sorunun cevabını “Fetekuna: olursunuz” kelimesinde bulmaktayız;
zira bu kelime, kulun irade sahibi olduğunu göstermektedir. Kulun başına gelen
şey, kendi iradesiyle seçtiğinin neticesidir. Bunu daha sonraki ayetlerde
detaylı bir şekilde izah edeceğiz. Burada bizim için önemli olan, kavramların
içinde kulun iradesinin bulunup bulunmadığını tesbit etmektir.
Haram lokma, yani yasak olandan yemek, zulmün bir çeşidini teşkil etmektedir.
Hem Allah'ın emrini yerine getirmemek ve hem de haram lokma yemekle Âdem
kendisine zulmetmiş, Allah katındaki değerini düşürmekle kendi hakkına tecavüz
etmiştir.
(Şeytan onları cennetten kaydırıp oldukları yerden çıkarttı).
[Bakara/36]
1.
Ayetin bu kısmından
anladığımız husus, insanı ilk etkileyen ve onu günaha sevk edenin şeytan
olduğudur. Şeytan insana olan düşmanlığını bu etki ile tatbikata koydu.
Cinler alemi ile insanlar alemi arasındaki ilk mücadeleyi cinler
kazanmıştı. Bu bir bakıma ayak kaydırma ve olduğu yerden çıkarma şeklinde
cereyan eden şeytan adına bir zaferdi.
2.
Aslında ayağını kaydırma ve
çıkartma şeklindeki oluşumlar, insanlar alemine, şeytan ahlâkından gelmiştir.
Bir yere gözünü diken, o yerdeki insana haset eden kimseler, o insan için
çeşitli entrikalara başvurup ayaklarını kaydırmaya uğraşır. Suçsuz kimselere
bunu yapmak bir şeytan işidir. Allah, insanlar arasındaki bu ayak kaydırmalara
ışık tutmak için şeytanla Âdem arasındaki bu olayı anlatmaktadır.
Şeytan, geçmişte Âdem ailesi arasında fitne ve fesat çıkarıp onların
cennetten kovulmasına sebep olduğu gibi, bugün de aynı minval üzere
çalışmaktadır. Kan-koca arasına girip aileleri parçalayan ve yıkanlar şeytanın
işlevini görmektedirler. İnsanları tuzağa düşürüp bulundukları yerden çıkarmak
da aynı şeytanî faaliyetin bir uzantısıdır.
Hz. Âdem meleklere karşı imtihanı kazanmakla, şeytanın hasedine maruz
kalmış, şeytan da Âdem'in, Allah nazanndaki değerini düşürmek için bu faaliyete
girişmiştir.
3.
Şeytanın, bilgi imtihanını kazanıp meleklere
fark atan Hz. Âdem'e haset etmesi, ilim adamlarına daima haset edileceğini
göstermektedir. Bilgi öyle yüce bir değerdir ki, ona ulaşamayanlar alimlerin
ayağını kaydırmaya çalışırlar. Toplumda cahillerin iş başına geçmek istemeleri
ve bunun için çeşitli entrikalara başvurmaları, bunun en önemli delilidir.
İlim ve ehliyet sahibi kimseye ancak yüce ruhlu ve medenî insanlar değer verir.
Şeytanın Hz. Adem'in ayağını nasıl kaydırdığın ve onu bulunduğu yerden
nasıl çıkardığını cevaplandırabilmek için diğer ayetlere de bakmamız gerekir.
Şeytan, Allah'ın emrine itaatten uzaklaştırabilmek için Âdem'e vesvese
verip etkilemeye çalıştı. Bu hususa işaret eden ayet şöyledir:
(Sonunda şeytan ona vesvese verdi ve Âdem'e: 'Sana ebedîlik ağacını ve
sonu gelmeyecek bir mülkü göstereyim mi?' dedi. Bunun üzerine ikisi de ondan
yediler; hemen ayıp yerleri açılıp göründü kendilerine; üstlerini cennet
yapraklanyla örtmeye başladılar ve böylece Âdem Rabbine itaat etmedi ve yolu
şaşırdı). [Taha/121-122]
Şeytan Hz. Âdem'i birkaç açıdan etkileyip kötü düşüncelere ve yanlış
bir davranışa şevketti. Şeytanın istismar ettiği şeyler, insanın duygularıdır.
Bu duygular insan psikolojisinin temel unsurlarını teşkil etmektedir.
[170]
Şeytan ebedîlik duygusunun eşiğinden girerek Hz. Âdem'e yanaşmış ve ona
vesvese vererek etkilemeye çalışmıştır. Başka bir açıdan bakarsak, insana ilk
günahı işleten duygu, ebedîlik duygusudur. Bu duygunun olumlu yanı ile
birlikte, onu tutku haline dönüştürmek onun olumsuz yanıdır. İnsanın psikolojisinde,
bulunduğu yerden ayrılmamak ve orada sonuna kadar kalmak gibi bir istek vardır.
Vatan sevgisi bu duygunun eseridir. Bu ebedîlik duygusu olmasaydı, insan çocuk
yetiştirmez, kitap yazmaz, ilmî araştırmalarda bulunmazdı. Çünkü çocuk
babasını ve ailesini dünyada devam ettirmekte, kitap ve ilmî araştırmalar da
insanı ebedîleştirmektedir. İyi bir esere yatırım yapıp dünyaya bırakma gibi
aslî bir davranış da bu duygunun eseridir.
Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e yasakladığı ağaca şeytan ebedîlik ağacı adını
verdi. Ağaca verdiği bu sıfatla Hz. Âdem'i etkilemeye çalıştı; ama şeytan
ebedîlik duygusunu, ebedîlik tutkusu haline dönüştürdü. Duygunun tutku haline
gelmesi, insanı hakimiyeti altına alması demektir. Bu durumda, irade görevini
yapamaz hale gelir. Şeytan ebedîlik duygusunu tutku haline getirmek için onlara
şöyle dedi:
(Rabbiniz bu ağacı sadece ikinizin melek olmaması veya ölümsüzlüğe
kavuşmaması için yasakladı). [A'râf/20]
Şeytan, melekliği ve ebedîliği istismar ederek, ebedîlik duygusunu
tutku haline çevirmiştir. İşte bu tutku, Hz. Âdem'in şeytana kanmasına neden
olmuştur.
[171]
Şeytanın ele aldığı ikinci motif de insanın iktidar hırsıdır. 30.
ayette insanın politik bir varlık olduğunu anlatmıştık. Neredeyse insan ile
siyâsî olma özelliği özdeşleşmektedir. Şeytan meleklerin arasındayken, Allah
onlara yeryüzünde bir halîfe yaratacağını söylemişti. Böylece şeytan, siyasi
davranma ihtiyacının insanın doğasındaki temel unsurlardan birini teşkil
ettiğini biliyordu.
Bu bilgi, şeytanın insanı hangi yönden etkileyeceğini açıkça
gösteriyordu. O da hiç vakit kaybetmeden tükenmeyen iktidar hırsını
kamçılayarak, Hz. Âdem'in düşüncesini çelmeye çalıştı ve bunu da becerdi.
Siyaset çok erdemli bir uğraşıdır; ilahî sünnettir. Ama siyaset bir hırs ve
bir tutku haline dönüşünce, insana hata yaptırması mukadderdir. Ebedîlik
tutkusu ile siyasî hırs, çok kaypak bir psikolojik alandır. Şeytan Hz. Âdem'i
durmadan bu kaypak alana çekip etkilemeye çalışmıştır.
[172]
(İkiniz de melek olmayasınız diye). [A'râf/20]
Şeytan bu ifadeyle, insana ulaşamayacağı bir seviyeyi ideal olarak sunmaktadır.
Aslında insanın meleğe dönüşmesi mümkün değildir. Melek olmakla insan gelişir
mi, geriye mi gider? Bu soruyu cevaplandırmak çok zordur; ama insan günahsız
bir alemi doğal olarak arar. Değişime ve gelişime açık olmayan bir meleklik
sıfatını insanın neden arayacağı veya arzu edeceği de bilinemez.
Şeytanın insanı gerçekleşemeyecek idealler peşinde koşturması ve onu
ulaşılamayacak hayallerin ardına düşürmesi, onun en çok yaptığı işlerden
biridir.
[173]
Şeytan, ebedîlik duygusu, iktidar hırsı ve gelişme arzusunun yanında insanın
inanma duygusunu da istismar etti. Şeytan, Gerçekten ben sizin iyiliğinizi
isteyen bir nasihatçiyim diyerek onlara yemin etti.
Şeytan, Hz. Âdem ve hanımına yemin ederek, kendisinin doğru söylediğine
onları inandırmaya çalışmış ve bunu da başarmıştır. İnsan, yemin edilince
kanar ve yemin edene inanır. İşte bu kanma duygusu insanın cennetten çıkışına
neden olmuştur.
[174]
(Şeytan, ikisine de vesvese verdi). [A'râf/20]
Taha/121'de sadece Âdem'e; A'râ/20'de ise Âdem ve eşine aynı anda
vesvese verip etkisi altına aldığı ifade edilmektedir.
İslâm aleminde ise şeytanın Havva'yı, Havva'nın da Âdem'i kandırdığı ve
böylece kadının yan-şeytan olduğu fikri yaygındır. Bu görüş nereden kaynaklanmaktadır?
Soruya cevap verebilmemiz için Tevrat'ın Genesis (Yaratılış) bölümüne gitmemiz
gerekiyor:
Şeytan, Havva'ya sordu: 'Gerçekten Allah size, cennetin herhangi bir
ağacından yemenizi yasakladı mı?' Kadın şeytan'a (yılana) şöyle cevap verdi:
'Biz, cennetin diğer bütün ağaçlarından yiyebiliriz, fakat sadece cennetin
ortasında olan şu ağaçtan yiyemeyiz.' Allah dedi ki: 'O ağaçtan yer veya ona
dokunursanız, hemen öleceksiniz.' Şeytan Havva'ya: "Allah biliyor ki, siz
o ağaçtan yer yemez gözleriniz açılacak ve siz iyi ile kötüyü bilen kutsal
varlıklar gibi olacaksınız.' Kadın, ağacın yemeye layık olduğunu anlayınca,
ondan bir meyve aldı ve yedi. Aynı zamanda eşine de verdi ve o da yedi. Ve
sonra ikisinin de gözü açıldı.
Sonra Allah'ın sesini cennette gezerken işittiler. Allah, Âdem'e
ağaçtan neden yediğini sordu, o da; 'Benim yanıma koyduğun kadın, o ağaçtan
bana verdi ve ben de yedim' diye cevap verdi. Ve sonra Allah kadına sordu:
'Yaptığın şey nedir?' O da, şeytan tarafından aldatıldığını söyleyince, Allah
soruyu şeytana yöneltti.[175]
Tevrat'ın Genesis (Yaratılış) bölümünde yer alan bu anlatım, İslâm
aleminde kadına karşı takınılan olumsuz tavrın kaynağını teşkil etmiş ve etmektedir.
Kulaktan kulağa dolaşan bu yanlış hikaye Kur'an'da yer almamaktadır. Aynı
olayın Kur'an'da yer alan anlatımı ise, şeytanın önce Âdem'e vesvese verdiği,
sonra da hanımını etki alanına aldığı şeklindedir. Öyleyse, şeytanın önce
Havva'yı kandırıp ona yasak meyveyi yedirdiği, Havva'nın da daha sonra Adem'i
ikna edip aynı meyveden ona da yedirdiği haberi Kur'an'm değil Tevrat'ındır.
Tevrat'ın doğrularını tasdik eden Kur'an, onun beşer eliyle bozulmuş
haberlerini de tashih etmektedir. Kadına iftira olan bu haberin yanlışlarını da
Kur'an böylece tashih etmekte ve kadını bu yanlış anlayışlardan
kurtarmaktadır.
Şeytan cennetten kovulduğuna göre, Hz. Âdem ve eşine vesvese vererek
onları nasıl etkiledi? Kadı Beydavi, Hâzin, Nesefî ve Keşşaf, şeytanın, yılan
şekline bürünerek cennete girdiği şeklinde bir yorum getirmektedirler.
Tevrat'ın Genesis bölümünden alınan ayetlerde yılan ifadesi geçmektedir. Demek
ki bazı müfessirler bu konuda Tevrat kültürünün etkisinde kalarak yı-lan'dan
bahsetmişlerdir. Aynı müfessirler şu gerçeği gözden kaçırmaktadırlar. İblis,
yani şeytanın yapısının aslı ateştir/enerjidir.
Daha önce belirtildiği gibi, bize göre, şeytanın ve Hz. Âdem'in kovulduğu
cennet, bu dünyada olan cennettir. Esas yapısı olan enerji haliyle şeytanın
oraya sızması mümkündür. Tıpkı insanın bedenine sızarak, ona vesvese vermesi
gibi. İnsanın nefsini kullanmak suretiyle, insanı etkileyen şeytan, aynı
şekilde Hz. Âdem ve hanımına da vesvese verip onları etkilemiştir:
(O sinsi şeytanın şerrinden bana sığın. Öyle bir şeytan ki, insanın
kalbine vesvese verir. O şeytan cin ve insanlardan oluşmuştur). [Nâs/4-6]
Bu ayetin muhataplarından biri de Hz. Peygamber'dir. Onun gönlüne
sı-zabilme yeteneğine sahip olan şeytan, bu dünyadaki bir cennette var olan ve
yaşayan Hz. Âdem ve hanımının gönlüne niçin sızamasın? Diğer taraftan, şeytan
bu dünya cennetinden kovuldu; ama bu, bir daha oraya giremeyecek anlamına alınmamalıdır.
Elbette ki şeytan, öldükten sonra gireceğimiz ahiret-teki cennete
girmeyecektir.
Ayağını kaydırıp, olduğu yerden çıkartmakla şeytan, insana karşı ilk
mücadelesini vermiş ve başarıya ulaşmıştır. Böylece insanlık tarihinin, kir akan
ırmağı, başka bir ifadeyle şeytanî kültürün çıktığı ırmak, akmaya başlamıştır.
Bu oluşum, gelecekteki eğitimin hangi düzeyde, konuda ve amaçla faaliyet
göstereceğini de belirlemiş oluyordu.
Şeytanî kültür ırmağına düşmekten korumak için insanı erdemlerle donatmak,
eğitimin en büyük hedefidir. Bütün peygamberler de, bu kir ırmağının karşıtı
olan aydınlık ırmağını akıtmış ve gelecek nesillere aktarmışlardır.
(Ve biz de, 'Birbirinize düşman olarak ininiz!' dedik). [Bakara/36]
Ayetin bu kısmını açıklayabilmek için (he-be-ta) kavramının açıklamasını
yapmamız gerekiyor. Bir beldeye inmek, dağdan indirmek, fiyatını eksiltmek,
kıymetini düşürmek, bir yerden diğer bir yere intikal etmek, hastalıktan
zayıflamak manalarına gelmektedir.
Bu manaların ayetlerde geçenlerini şöyle açıklayabiliriz.
[176]
(Öyle taşlar vardır ki, Allah saygısından yuvarlanıp, düşer).
[Bakara/74]
Bu ayette, cansız kabul edilen bir taşın, yuvarlanması ve düşmesi anlamında
kullanılmaktadır. Taşın Allah'a olan saygısından nasıl yuvarlandığını, bu
ayetin ileride gelecek olan yorumunda açıklayacağız.
[177]
(Denildi ki: "Ey Nûh! Tarafımızdan sana ve seninle birlikte iman
etmiş olan topluluklara selam ve bereketle gemiden in"). [Hud/48]
Biz bu gemi kavramını bütün taşıtları içine alacak şekilde
genişletebiliriz. Taşıttan inmek manasına he-be-ta fiili kullanılmaktadır. Bir
yerden başka bir yere inmek manasına gelmektedir.
[178]
Bakara/61 'de şöyle buyurulmaktadır:
(Bir şehre inin, sizin istediğiniz her şey orada vardır).
Aradığını bulamadığı bir ortamdan, aradığını bulabileceği bir ortama inmek,
girmek ve yerleşmek manasına gelmektedir. Bir bakıma mekan değişimini ifade
etmektedir. Yüksek bir yerden aşağı bir yere inmek, hubût (iniş) kavramının
manası olmaktadır.
[179]
Bu manayı, doğrudan doğruya Kur'an'da bulamıyoruz, ancak Hz. Âdem'le
ilgili olan Bakara/36'da arayabiliriz. Birbirinize düşman olarak, oradan inin
ifadesi, bir değer kaybını zaten göstermektedir.
Bir insanın değeri, diğerinin nazarında düşerse, ona düşman gözüyle bakabilir.
Düşmanlık değer kaybına sebep olduğu gibi, değer kaybı da düşmanlığa sebep
olur.
Demek ki ayette yer alan 'inmek' fiili, değer kaybına uğramak manasını
ifade etmektedir. Bu değer kaybı, oradan ineceklerin kendi aralarında olabileceği
gibi, Hz. Âdem ve diğerlerinin Allah katındaki değerlerini kaybetmeleri
manasına da gelebilir.
Şeytan o ikisinin ayağını oradan kaydırdı ve o ikisini bulundukları
yerden çıkardı [Bakara/36] ayetinde, zamirler ikili olduğu halde, İnin emrinde
çoğuldur. Peki İniniz! şeklindeki çoğul emrin muhatabı kimdir?
Hâzin Âdem, Havva ve yılan; Kadı Beydavi tüm insanlık ve İblis; Nesefî
Âdem, Havva ve onların zürriyeti manasına almaktadırlar.
Kadı Beydavi, îblis'in daha önce oradan çıktığını, ama tekrar dönüp
Âdem ile beraber indiğini hatırlatmaktadır.
Fahruddîn Râzî, Âdem ve Havva'ya İblis'i de katmaktadır. Bu fikri savunanlara
biz de katılıyoruz.
Çünkü Âdem ile eşi arasında bir düşmanlık düşünülemez, ama İblisle insanlar
arasında bu düşmanlığı düşünülebilir. Ancak oradaki düşmanlığın Âdem'den
çoğalacak olan insan neslinin kend arasında olacağı da bir gerçektir.
İblis'in Âdem ve eşine olan düşmanlığını Allah, Âdem'in ağaçtan yemesinden
önce ona hatırlatmıştı:
(Biz de, "Ey Âdem! İblis hem senin ve hem de eşinin düşmanıdır;
dikkatli olun, sizi cennetten çıkarmasın, sonra mutsuz olursun" dedik).
[Taha/117]
Bu bilgilendirmeye rağmen, Âdem'in Allah'ı dinlemeyip şeytana uyması, bu
yer değişimine sebep olmuştur. Ama onların arasındaki düşmanlığın, cennet gibi
değerli bir yerde değil, yeryüzünde cereyan etmesinin gerektiğine de işaret
etmektedir.
Taha suresinden aldığımız yukarıdaki ayet, düşmanlığın kimler arasında
olduğunu ifade etmektedir. Acaba hubût kavramı İblis için kullanılmış mıdır? İn
oradan! emrinin İblis'e verildiğini şu ayetten anlıyoruz:
(Allah, "Hemen in oradan, sana cennette kibirlenmek gerekmez.
Hemen çık, sen gerçekten alçaklardansın" dedi). [A'râf/13]
Görüldüğü gibi bu ayette İblis'e, hem inmek, hem de çıkmak emri verilmektedir.
Böylece, İnin oradan! şeklindeki çoğul emrin içinde İblis'in de olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Secde etmemekle, yani bilgiye saygı göstermemekle İblis; Allah'ın emrini
dinlememeleri ve verdiği bilgiye göre hareket etmemeleri nedeniyle de Âdem ve
eşi, Allah nazarında bir değer kaybına uğramışlardır. Hubût kavramı, bu değer
kaybını da ifade etmektedir. Farklı nedenlerle değer kaybına uğrayanlar,
birbirlerine düşman olmuşlardır.
[180]
Âdem ve İblis'in çıkartıldığı cennet, öldükten sonra gideceğimiz ebedî
cennet değil, dünyadaki bir cenneti ifade ediyorsa, o zaman bu iniş. bir yer
değişimi manasına gelebilir. Âdem yeryüzünün toprağından yaratıldığına göre,
bir bakıma bu iniş, bir iklim değişimi ile cennetin çöle döndüğüne de işaret
etmiş olabilir.
Hubût böyle anlaşılırsa, yaşam şartlarının, iklimin ve sosyal
ilişkilerin farklı olduğu bir ortama geçişi ifade etmiş olur. Cennet ile inilen
yer arasındaki farklılıkların neler olduğunun cevabını Kur'an'da arayabiliriz?
a) Düşmanlık duygu ve
eylemlerinin bulunduğu bir sosyal ortam ve yer.
(Birbirinize düşman olarak). [Bakara/36, A'râf/24] Allah, Âdem, eşi ve İblis'i öyle bir ortama indirdi ki, orada düşmanlık tohumlarının ekilmesi mukadderdir. İnsanlar birbirlerine yaptıklarıyla düşmanlık kazanacak ve İblis onların durumunu daima istismar edecektir.
b) Karar kılınacak ve
geçinilecek bir yer.
(Sizin için orada karar kılacak bir yer ve belli bir zamana kadar bir
geçimlik vardır). [Bakara/36, A'râf/24]
Ayette geçen müstekâr kavramı, yerleşilecek/karar kılınacak yer manasını
ifade etmektedir. Ama bu yer, çok ilginç olayların olacağı bir yerdir. Önce
kavramı açıklayalım:
İnsan için kalma yeri olarak seçilen dünyada, birtakım olumsuz davranışlar
olmakta, düşmanlıklar insanları incitmekte, kadınlar satılmakta, insanlar
Allah'a ve birbirlerine uzak düşmekte, hayat, bunalım ve cehenneme dönüşmektedir.
Bütün bu eylemlerin olduğu bir yer olduğundan dünya için müstekâr kavramı
kullanılmıştır:
Allah'a vanş yeri [Kıyame/12] anlamına da gelen kelime, hayırlı yer manasını
da ifade etmektedir:
(Cennet ehli o zaman, en hayırlı bir yerdedir). [Furkân/24]
Bu manalanyla müstekâr, olumlu oluşumların gerçekleştiği yerin adıdır.
Belli bir zamana kadar geçimlik vardır ifadesiyle, belli bir zaman
dilimi içerisinde hayatın süreceği ifade edilmektedir.
c) Hayat, ölüm ve çıkışın
olduğu bir yerdir.
Yüce Allah, Hz. Âdem'i hayat, ölüm ve tekrar dirilişin olduğu bir mekana
göndermiştir:
(Sizler orada yaşar, orada ölür ve orada diriltilirsiniz). [A'râf/25]
Bakara/35-36 ayetlerini eğitim açısından yorumlarsak şu ilkeleri
çıkarabiliriz:
1. Allah eğitim ve hayat
çevresini değiştirme şeklindeki cezanın ilk uygu-layıcısıdır.
Bir eğitim müessesesinde halledilemeyecek kadar zararlı olan öğrencilerin
eğitim çevresini değiştirmek, uygulanan bir ceza şeklidir. Bir yerde rahat
durmayan sosyal grupların tehcir edilmesi de aynı manaya gelmektedir. Yüce
Allah'ın Hz. Âdem ve eşine uyguladığı bu ceza, hem eğitim çevresini değiştirme
ve hem de tehcir cezalarıyla açıklanabilir.
2. Suça takdir edilen ceza, o
suçun yapısına ve ağırlığına denk olmalıdır. Bilgiye saygı göstermemekle, yasak
ağaçtan yemek, çevrenin değiştirilmesi cezasına denk düşmektedir.
3. İnsanın en önemli özellik
ve güçlerinden biri, iradesidir. Hz. Âdem iradesini şeytana teslim ettiği için
ona sahip çıkamamıştır. İrâdesine sahip çıkamayan insan, bulunduğu yere ve
Allah katındaki değerine de sahip çıkamaz. İşte Hz. Âdem bu nedenle, hem
yerini ve hem de değerini kaybetmiştir.
4. Hz. Âdem yasak ağaçtan
yemekle, insanoğlunun ana özelliklerini ortaya çıkarmış ve insanın bu
özelliklere sahip olduğunu isbat etmiştir. Allah'ın Âdem kıssasını anlatmasının
nedeni de, insana hangi özelliklere sahip olduğunu hatırlatmak ve onun kendi
kendini tanımasını sağlamaktır.
[181]
İnsan kavramının nisyan (unutmak)tan geldiğini söyleyenler vardır. Unutma
özelliği, insanın adı olmuştur. İşte, Hz. Âdem'in yasak ağaçtan yemesinin
analizini yapan Allah, bu davranışın arkasındaki nedenlere inmiştir.
(Doğrusu bundan önce, Âdem'e emrettik de, unuttu). [Taha/115]
Verilen emri unutmak, emrin gereğinin tersini yapmaya götürebilir. Unutkanlık,
aslında önemsememeyi ifade etmektedir.
[182]
(Biz onda bir azim de bulmadık). [Taha/115]
Bir işi yapmaya azmetmek, sabır ve sebat göstermek, o işi yan yarıya
yapmak demektir. Verilen bir emri yerine getirmek, ya da men edilen bir yasağa
riayet etmek, bir azim, gayret ve sabır işidir. Allah, Hz. Âdem'de bunu bulmadığını
söylemekle, onun hatasının arka planındaki psikolojik nedeni tesbit etmektedir.
[183]
(Âdem, Rabbine asi oldu). [Taha/121]
Unutkanlık ve gayretsizlik insanı asiliğe sevkedebilir.
İnsanoğlunun ebeveynine ve Rabbine ihanet edercesine asi olması, şeytanın
bir oyuncağı olmasının işaretidir. Öğrendiği bilginin gereğini yerine getirmeyen,
iradesine sahip çıkamayan, verilen emri unutan ve o emir karşısında gayret
göstermeyen insanın varacağı nokta asi olmaktır. Asilik, itaatsizliktir.
Nefsin akla olan itaatsizliği, ya da isyanı, insanı Allah'a da itaatsizliğe
sevketmektedir.
[184]
(Yolu şaşırdı). [Taha/121]
Azmak, sapıtmak manalarına gelen gavâ fiiline, Kadı Beydavi hedefi kaybetmek,
Hâzin hak yoldan ayrılmak, İbn Abbas doğru yolu terketmek şeklinde mana vermişlerdir.[185]
Kavramla ilgili görüşleri nakleden Fahruddîn Râzî gavâ'nm, rüşdan zıddı
olduğunu söylemektedir. Rüşd, bir şey vasıtasıyla belirlenen hedefe ulaşmak ve
onu elde etmektir. Eğer bir insan, belirlenen gayeye ulaşamaz ise, buna gayy
denir.[186] Kadı
Beydavi ile Fahruddîn Râzî'nin verdiği mana çakışmaktadır.
Demek ki, insan bazen kendi kendine belirlediği ve tayin ettiği
hedeflere ulaşamayabilir. Hele ona bu hedefi başkaları tayin etmiş ise, o
hedefe gidecek olan vasıtalara tevessül etmeyebilir. Hedefine ulaşmak ve
isteneni elde etmek, bir gayret ve sabır işidir. Hedefini unutmak, onu elde
etmeye en büyük engeldir.
Eğitimciler insanın unutkanlığını, azimsizliğini, asiliğini ve
hedefsizliğini bilerek onu eğitmeye çalışmalıdırlar. İnsanlar bu menfî özelliklerini
ne ölçüde azaltıp zıtlannı çoğaltırlarsa, eğitimde de o ölçüde başarılı
sonuçlar alabilirler.
5. Bunun içindir ki eğitim,
hukuk gibi değildir. Hukuk, davranışların sonuçlarıyla ilgilenirken, eğitim
nedenleriyle uğraşır. Eğitimci, davranışları analiz ederken, o davranışların
arka planındaki sebeplere iner ve o sebepleri ortadan kaldırmaya çalışır. Eğer
davranış iyi ise, o sebepleri kuvvetlendirmeye çalışır.
Ayetlerde geçen hususları birleştirdiğimizde, Allah'ın, Âdem ve ailesi
şahsında bütün insanlığa öğretici ve eğitici bir mesaj verdiğini görüyoruz;
insan düşmanını tanımalı, emir ve yasaklan bilmeli ve onlara uymalı. Öğretim ve
eğitimi aynı anda yapan Allah, yanlış davranışın sebeplerini belirtmekte ve
verilen cezayı açıklamakta; bulunduğu mükemmel yerden çıkma, zahmet çekme,
açlık, susuzluk, çıplaklık ve aşın sıcak altında kalma [Taha/117-119] gibi
olaylarla karşı karşıya kalacağını bildirmektedir. Demek ki değer kaybına
uğramak, cennet olan vatanını çöle çevirmek, toplumu zahmetlere boğmak,
açlıkla karşı karşıya kalmak, çıplaklık denen haya duygusunun ortadan kalkması
ve doğal afetlerle karşı karşıya kalma sonucunu doğuran çevrenin dengesini
bozma gibi olumsuzluklar, insanların kendi iradeleriyle işlediklerinden dolayı
başa gelen musibetlerdir. Bütün bunları insanlığın ta başlangıcında haber
veren Yüce Allah, insanın dünyayı nasıl değiştireceğine dikkat çekmektedir.
[187]
37. Bu ara Âdem Rabbinden bazı kelimeler alıp öğrendi. Allah'a tevbe etti. Allah da tevbesini kabul etti. Çünkü, Allah tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.
Ayette geçen kavramları açıklamadan önce, bir gerçeğe işaret etmemiz uygun
olacaktır. İnsanı, melekten ve şeytandan ayıran özellikler vardır. Günah işleme
meyli ile insanoğlu melekten, işlediği günahtan dolayı tevbe yeteneği ile de
şeytandan ayrılmaktadır. Allah'ın secde emrini yerine getirmeyen şeytan,
işlediği günahtan dolayı tevbe edip Allah'tan af dilemedi. Şeytan, Allah'ın bir
emrini yerine getirmeyerek günah işledi; buna karşılık Hz. Âdem bir yasağı
işleyerek günaha girdi. Şeytana olumlu. Âdem'e olumsuz emir verildi; ikisi de
hata yaptı. Şeytan, hatasından dolayı sorgulandı, ama suçunu itiraf edip özür
dilemedi. Âdem ise suçunu itiraf edip özür diledi. İşte şeytanla insanı ayıran
en büyük fark budur.
Suçunu anlayıp özür dilemek, insanın özelliğidir. Âdem olgusunda Allah,
bu özelliğe işaret etmekte, bu bağlamda tevbe etmenin temel bir terbiye kuralı
olduğuna dikkat çekmektedir.
Ayette geçen kavramlardan hareketle şu gerçekleri tesbit edebiliriz:
(Âdem aldı). [Bakara/37]
Keşşaf, telakkâ kavramına, alarak, kabullenerek ve tatbik ederek
karşılamak[188]
Hâzin ise, zeka ve anlayışla kabul etmek, yani öğrenmek anlamını vermektedir.[189]
İbn Abbas ise, ezberlemek manasına geldiğini söylemektedir.[190]
Kelimenin aslı birisi ile karşılaşmaya yönelmek, gelecek olan şeyi karşılamak,
kabul etmek manalarına gelmektedir.
Farklı gibi görünen bu manalar, aslında bir öğretim faaliyetinin ayrı
ayrı yapı taşlarını teşkil ediyorlar. Bakara/31 'de yer alan öğretme eyleminin
faili Allah, buradaki telakki eyleminin faili ise Âdem'dir. Âdem işlediği
suçtan sonra ilahî öğretiye, yani Allah'ın ona vereceği özür dileme formülüne
hemen yöneldi, ona sarıldı ve onu hararetle kabullendi. İşte bu yöneliş,
kabullenme ve damarlarına sinecek kadar beynine sindirme faaliyetine telakki
denir.
Bunu günümüze uyarladığımız zaman eğitimin şu önemli kuralına işaret
ettiğini görürüz: Anlatılan konulara ilgi ve alaka duymak ve bunu aç bir insanın
yemeğe yöneldiği gibi yapmak, öğrenimin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Öğretici, öğrencisinin alakasını uyandırmalı; öğrenci de konuya bütün benliği
ile ilgi göstermelidir. Bu iki tarafın çakışması halinde, öğretim faaliyeti
kalite noktasına varacaktır. Bu alaka ile Allah'ın kendisine öğrettiklerine
yöneldiği ve onları öğrendiği için, Âdem'in bu olumlu tavrı telakki kavramı ile
ifade edilmektedir.
Ayette geçen diğer bir kavram kümesi de, “Min Rabbihi kelimatin: Rabbinden
kelimeleri” ifadesdir. Hz. Âdem'in Rabbinden aldığı kelimeler nelerdir?
Bu kelimeler, -bütün müfessirlerin ittifak ettikleri üzere-
A'râf/23'deki Allaha'a yönelip af dilemedir:
(Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize
acımazsan, kesinlikle kaybedenlerden olacağız).
Âdem ve eşi, bu şekilde Allah'tan af dilemişlerdir. İnsan neslinin ilk
özür dilemesi olduğu için, Kur'an'da anılmaya ve nakledilmeye değer bulunmuştur.
Hz. Âdem, nasıl af dileyeceğimi bilemediği için, bizzat Allah ona nasıl af
dileyeceğini öğretmiştir.
Adem ve eşi kendi şahsiyetlerine yakışmayan davranışta bulunduklarını
ve suç işlediklerini itiraf ederek af dilemişlerdir. Bu itiraf, onların o suçu
işleme konusunda hür olduklarını göstermektedir. (Kendimize zulmettik) [A'râf/23] ifadesinde,
eylemi yapanlann Âdem ve zevcesi olduğu net bir şekilde yer almaktadır.
Demek ki af dilemeden önce suçun itiraf edilmesi gerekiyor. Af ve merhamete
nail olma isteği büyük bir erdemin ikinci merhalesini teşkil etmektedir.
Affedilmedikleri takdirde, nelerin olacağı da ayetin sonunda görülmektedir. Bu
merhalede her ikisinin de, manevî iflasla karşı karşıya kalacaklarını itiraf
ettikleri görülmektedir. Allah'ın Hz. Âdem e öğrettiği/vahyettiği kelimeler
ile, A'râf/23'te ifadesini bulan Allah'a yönelip af dileme kasdedilmiştir. Bu
ayeti Hz. Âdem iyice anladı, ona sarıldı ve onun gereğini yerine getirdi.
A'râf/23 ayeti, hem Hz. Âdem'in dininde yer almış ve hem de ondan sonraki
peygamberlere indirilen kutsal kitaplarda yer alarak Kur'an'a kadar gelmiştir.
Kur'an da aynı duaya yer vererek, onun. evrensel boyutta bir af dileme formülü
olduğuna dikkat çekmektedir. Böylece suçunu itiraf edip, özür dilemenin,
erdemliliğin temeli ve medenî olmanın ana kanunu olduğu anlaşılmaktadır.
(Âdem, Allah'a yalvarıp, tevbe etti.) [Bakara/37]
Tâbe kelimesi, hatadan vazgeçip Allah'a dönmek manasına gelmektedir.
İsim olarak alındığında pişmanlık anlamını ifade eder. Hz. Peygamber Pişmanlık tevbedir.[191]
buyurmuştur. Bu manadan hareketle şöyle diyebiliriz: Tevbe, kulun işlediği
günahtan dolayı pişmanlığını Allah'a ifade etmesidir.
Günah işleyen kimse, Rabbinden kaçmış. Ondan uzak kalmıştır. Bu ayrı
kalışı anlayıp Rabbine dönmesi tevbedir.
(Çünkü Allah, tevbeyi çok kabul eden ve merhamet sahibidir).
[Bakara/37]
Allah'ın iki önemli vasfını belirleyen bu ayet, içerisindeki konu ile
ilgili sıfatları gündeme getirmektedir. Hz. Âdem tevbe edince, tevbenin kabulü
ile ilgili Allah'ın tevvab ve merhamet sıfatlan anılmaktadır. Affeden aynı zamanda
merhametlidir de; merhametli olan ise affeder. Bu iki sıfat birbirine içten
bağlıdırlar. Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
Fahruddîn Râzî, Kaffâl'dan nakletmektedir. Bu ayetin tefsirine
bakılabilir.
1. Günah işleyen insanın
karamsar olmaması için Allah ona bir çıkış kapısı açmaktadır. "Çok günah
işledim, artık benim temizlenme imkanım yok" diyerek ümidini yitiren,
kötümser bir insanın tutumu Kur'an'a göre yanlıştır. Bu yanlışlığı ortadan
kaldırmak için Allah, tevbeleri kabul edeceğini ilan etmektedir.
2. Allah'ın sıfatlarını
yeryüzüne yansıtmakla mükellef olan insan da özürleri kabul edip affedici
olmalıdır. Affedici olamayanlar, olgunlaşamayanlardır. Hz. Âdem'in tevbesini
kabul etmekle Allah, ona affetmesini öğretmektedir.
3. İlk insan, nasıl tevbe
edileceğini Allah'tan öğrenmiştir. Nasıl af dileyeceğini, uzaklaştığı Allah'a
nasıl yönelip yaklaşacağını bilemezdi; onun için Allah, nasıl yalvaracağını ona
bizzat öğretmiştir.
[192]
Tevbe ile ilgili bazı soruları cevaplandırmakta yarar vardır. Tevbe ne
zaman yapılmalıdır? Kur'an'a göre tevbe, günahtan hemen sonra yapılmalıdır. Bu
husustaki ayet şöyledir:
(Allah katında makbul olan tevbe, cahillikle kötülük yapıp, uzun zaman
geçmeden hemen yapılan tevbedir. İşte Allah onları bağışlar. Allah bilendir,
hikmet sahibidir). [Nisa/17]
"Cahillikle günah işlemek" ifadesindeki cahil kavramı, günah
olduğunu bilerek işlemek anlamına gelmektedir. Bilerek işlenen suçtan hemen
tevbe etmek, tevbenin Allah tarafından kabulünü kolaylaştırmaktadır. Nasıl olsa
Allah tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir, ihtiyarladığımda tevbe ederim fikriyle
hareket etmek doğru değildir. Tevbe çabuk olması, Allah'ın Kur'an'da koyduğu
bir ilkedir. Tevbeyi geciktirmenin yanlış olduğunu Allah şöyle beyan
etmektedir:
Ve kötülükleri yapıp yapıp da, ölüm kendisine geldiği zaman, 'Şimdi
tevbe ettim" diyenlerin tevbesi fayda vermez. Diğer taraftan kâfir
olanların tevbesi kabul edilmez. Onlara acıklı azap hazırlanmıştır. [Nisa/18]
Demek ki tevbe, günahları defalarca işlemek için bir müsâade vermek değil;
işenen günahtan hemen sonra yapılması gerekli bir af dilemedir. Tevbeyi
geciktirmenin iyi olmadığını söyleyen Allah, geciken tevbenin Allah katında
değerini kaybedeceğine dikkat çekmektedir.
Peşpeşe işlenen günahlar kalpteki pişmanlığı ve af dilemedeki ihlası
öldürür. İşlenen her günah, beraberinde kanıksamayı getirir. Kanıksanan
davranış pişmanlığı kurban eder. Pişmanlığın kurban edilmesi de günahların daha
süslü, daha güzel, daha hoş, daha çekici görülmesine sebep olur. Böylece, ölen
pişmanlık ve cazip görünen günahlar, ömür boyu insanın günah işlemesine zemin
hazırlar. Onun içindir ki Allah, tevbenin hemen günahın ardından yapılması için
teşvikte bulunmakta ve bu teşviği zorunluluğa dönüştürmektedir.
Tevbe hakkında soracağımız diğer bir soru da şudur: Yapılacak tevbe nasıl
olmalıdır?
[193]
Tahrim/8'de şöyle buyurulmaktadır:
(Ey iman edenler! Nasuh bir
tevbeyle Allah'a tevbe edin).
Tevbenin sıfatı olarak Yüce Allah, nasuh kelimesini kullanmaktadır. Bu
kelimenin manasını müfessir Ferrâ, nasihat eden tevbe; bu manadan hareketle
Keşşaf, bir daha aynı günaha dönmemek üzere pişman olmak şeklinde vermektedirler.[194]
Nasuh kelimesi, elbisenin dikişi, söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle
onarmak anlamına da gelmektedir. Çok ıslah edici, hiçbir gedik bırakmayacak
şekilde eksiklikleri düzeltmek demektir. Annmışlığı ifade eden nasuh, sütün
bir daha memeye dönmemesi manasına gelmektedir.[195]
Şimdi bu manalardan hareket ederek tevbenin insanın iç aleminde oluşturacağı
gelişmeleri açıklayabiliriz.
[196]
Günaha hiç dönmemek manasıyla tevbe, bir kararlılığın ve iradenin adıdır. Aynı
zamanda nefse karşı beynin ve gönlün kararlılığı ile bu kararlılığın ulaştığı
zaferi de ifade etmektedir. Tevbeden iradeye, iradeden tevbeye giden yolların
açık olması ve aradaki engellerin ortadan kaldırılmasıdır.
[197]
Günah işleyen insan, hem insanlığından, hem de Allah'tan uzak kalmaktadır.
Bu da, Allah ile olan ilişkilerini koparmakta, yaralamakta ve parçalamaktadır.
Tevbe bunları birleştirmek, ayrı kalan parçalan dikip, söküğü ortadan
kaldırmaktır. İnsanın manevî benliğinde açılan yaranın tedavisi manasına gelen
tevbe, eksiklikleri düzeltmek ve ıslah etmektir.
Islah anlamıyla, nasuh tevbe si, insanın Rabbi ile barışması ve kendi
iç alemindeki dalgalan sükunete erdirmesidir. Rabbiyle ve kendisiyle bozulan
ilişkilerini yeniden kurmak, geliştirmek ve tatlıya bağlamak anlamında bir
banştır.
[198]
Nasuh kavramı, memeden çıkan sütün bir daha geri dönmemesidir.
Tevbe-nin etkinliği, insanı bir daha o günaha döndürmemesiyle belli olur.
Merminin silahtan aynlışı gibi, insan da günahtan öyle ayrılmalıdır.
Bir bakıma insanın günahtan boşalması ve mikroptan annması manasına gelmektedir[199].
Hâlis, temiz manasına gelen nasuh kavramı, süzme bal için de kullanılmaktadır.
İçindeki yabancı maddelerden annmış bala, süzme bal diyoruz. Günah kirlerinden
anndıracak şekilde edilen tevbeye de, anndıran manasında nasuh tevbesi
denmektedir. Annan insana Allah, sevgisini ilan etmektedir:
(Allah çok tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de).
[Bakara/222]
Bu ayette tevbe önce, temizlenmek sonra gelmektedir. İkisinin ortak
nok-talanndan biri ve en önemlisi, insana Allah'ın sevgisini kazandırmasıdır.
Tevbe, olmadan insanın annamayacağı da bir gerçektir. Onun için tâhir
ile nasuh kelimeleri, temizlenmek, saflaştırmak ve anndırmak manalannda bir
araya gelmektedir. Günahından tevbe eden, günahsız gibidir[200]
hadîsi de bu ayetin tefsiri sayılır.
[201]
(Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz).
[Nûr/31]
Nur suresinin bu ayeti kadın-erkek ilişkilerini ele almaktadır. Bu
ilişkilerde yapılacak herhangi bir hata nedeniyle tevbe etmek, beraberinde hem
ferdî, hem de sosyal kurtuluşa sebep olur.
Kullar arasında meydana gelen olumsuzluklar neticesinde kopan
ilişkiler, Allah ile kul arasındaki ilişkileri de koparmaktadır. Kopan bu
ilişkilerin düzelmesini temin eden tevbe, aynı zamanda bunalımdan çıkışı da
temin etmektedir. Bunalımın psikolojik ve sosyolojik boyutlarından kurtulan
insanlar, doğal olarak felaha kavuşmuş olacaklardır.
[202]
Tevbe, gaflet uykusundan uyanmak ve kulun kendi içindeki kötü hali görmesidir.[203]
Bir insan, işlediği günahtan tevbe ediyorsa, onun basiret sahibi olduğuna
hükmedebiliriz. Çünkü basiretin kökleri düşüncededir.
(Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, düşünür ve gerçeği
görürler). [A'râf/201]
Ayette yer alan, Düşünür ve gerçeği görürler ifadesi, basiretten önce
düşüncenin yer aldığına, düşünceden basirete geçildiğime işaret etmektedir.
Basiret, insanın iç aleminde meydana gelen şeytan kaynaklı oluşumların
görülebilmesi-dir. Kaynağında düşüncenin bulunduğu basiretin meyvası da
tevbedir. Demek ki basiretin köklerini düşünce, meyvesini de tevbe teşkil
etmektedir.
(İnsan, nefsinin gözlemcisidir). [Kıyamet/14]
Allah, bu ayette iç gözlem metoduna işaret etmektedir Nefis
kelimesinden kasıt, insanın iç alemidir. İnsan kendisine yönelip kendisini
duyabilir, anlayabilir, görebilir ve oradaki fırtınaların farkına varabilir.
İşte bu iç gözlem faaliyeti, tevbenin iç alemden gelen habercisidir.
[204]
Tevbe eden insanın iç aleminde ve davranışlarında ciddi değişmeler
olur; alt basamaktan üst basamağa doğru çıkan bir seviye gerçekleşir.
Kuşeyrî'nin Ebû Ali Dakkâk'tan yaptığı bir alıntıya dayanarak bu merhaleleri
şöyle sıralayabiliriz:
a) Tevbe safhası;
b)
İnâbe safhası;
c) Evbe safhası.
Tevbe denen ilk safha, bütün insanların gerçekleştireceği genel bir
eylemin adı olmaktadır. Hz. Âdemr'den başlayan bu eylem, kıyamete kadar devam
edecektir. Çünkü insanın olduğu her yerde, günah da olacaktır. Günahın
bulunduğu yerde ise, doğal olarak özür dileme de olacaktır.
Ancak tevbeyi daha ileri götürüp, onu kalpte yerleşen bir güç
yapabilmek için "İnâbe" merhalesine çıkmak gerekiyor. İnâbe nedir?
Kalbin sıfatı olabilir mi? Bu soruların cevabını şu ayetlerle vermemiz
mümkündür:
(İşte bu sizin vaad olunduğunuz şey! Her tevbe eden, Allah'ın emrini koruyan için... Gayb olduğu halde Allah'a saygı duyan ve münîb bir kalple Allah'a gelenler için). [Kâf/32-33]
Ayetlerin ilkinde evvâb, ikincisinde de inâbe kavranılan yer
almaktadır. Evvâb kelimesi, Sâd suresinde Hz. Eyyûb'un bir vasfı olarak
zikredilmektedir. Evvâb, tamamen Allah'a yönelmiş/dönmüş manasına gelmektedir.
Zaten tevbe kavramının kökünü de bu anlamlar teşkil etmektediri. Sabırlı, iyi
kul ve kendini tamamen Allah'a vermiş olmak gibi erdemi ifade eden vasıflara
sahip olan Hz. Eyyûb, bu özellikleriyle Kur'an'da yer almıştır.
Tevbe gönülde taht kurunca, kalbin bir vasfı haline gelerek onu
"münîb kalp" haline dönüştürmektedir. Münîblinâbe [yönelen/yönelme]
kavramı, halis, temizlenmiş ve Allah'a yönelmiş bir kalp demektir.
(Hepiniz, bütün gönlünüzle Allah'a yönelin). [Rûm/31]
Allah'tan başka bütün sahte tanrılardan sıyrılıp sadece Allah'a yönelen
gönül, münîb gönüldür. Bu da tevbenin ikinci merhalesini teşkil etmektedir.
Tevbe hakkında anlattıklarımız, eğitim açısından neyi ifade etmektedir?
Tevbe faaliyeti, insanın kendi kendisini eğitebileceğinin ifadesidir. İşlediği
günahın ızdırabını içinden duyan, oradaki kirlenmeyi gören ve sonra bir silkinişle
Allah'a yönelen insan için tevbe, etkili bir eğitimdir. Bir bakıma kendi
kendisini tedavi eden bir doktor gibi. tevbe eden kişi de, kendi iç aleminde
açılan manevî yaralan tedavi ederek. Allah ile bozulan ilişkilerini düzeltmektedir.
Allah'tan ümidini kesip, karamsarlığa düşmenin yanlış olduğu bilincini
kazanarak, gaflet uykusundan uyanmak ve kendi kendini arındırmak, insan için,
en büyük eğitim faaliyetlerinden biridir. Nefs-i levvâme [Kıyamet/2] seviyesine
çıkmakla, davranışlarını kınamaya başlayan insan, manevî gelişimin
basamaklarına çıkmaya başlamış demektir. Te\ beden inâbeye, inâbe'den de evvâba
çıkmak, önemli bir gelişme içerisinde olmak demektir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır
ki, özür dilemesini insanlara öğretmek ve bunu ahlâk haline getirmek, eğitimin
en önemli amaçlarından biridir.
[205]
38. Dedik ki: "Hepiniz
oradan injr.. Size benden bir hidayet geldiğinde, kim hidayetime w.arsa.
onlara hiçbir korku ve üzüntü olmayacaktır"
İnme emri, Bakara/36'da verildiği halde, burada neden tekrar ediliyor?
İkinci inme emrinin, birinci emri kuvvetlendirmek için verildiğini[206]
söyleyenler vardır. Fahruddîn Râzî bu ayetle ilgili görüşleri ele alıp
tartışmıştır. Bu tartışmalara girmeden meseleleri açıklamaya çalışalım.
1. İnme emri, 36 ve 38.
ayetlerde çoğuldur. Âdem ve zevcesinin dışında bu emre muhatap olan ise
İblis'tir. İnme konusu, daha önce anlatıldığı için, burada tekrar etmeyeceğiz.
2. Hz. Adem'in tevbesinin
kabul edilmesine rağmen, inme konusunda daha önce verilen kararın
değişmediğini görüyoruz. Âdem'in Allah kaandaki günahı affedildi; ama dünyevî
cezası kaldırılmadı. Oysa Âdem, tevbesinin kabul edilmesiyle, iniş cezasının
kaldırıldığın- zannetti. Bu sebeple o zannın doğru olmadığını, hukukî cezanın
yerine getireleceğinin beyanı için ikinci emir tekrarlanmıştır.
Bu ilahî uygulamadan şu hukuk kuralını çıkartabiliriz: Ferde karşı
işlenen bir suçu o fert bağışlarsa, suçlunun cezası kalkar. Ama o suçun ammeyi,
yani toplumu ilgilendiren bir yönü varsa, amme hukuku o suçlunun yakasını bırakmaz.
İşte Allah, bu kuralı uygulayarak Hz. Âdem'in günahını affetti, ama toplumsal
olan suçunu affetmedi ve onun cezasının yerine getirileceğine hükmetti. Kısaca
şöyle diyebiliriz: Günahı affedildi; ama suçu affedilmedi.
Bilindiği gibi günah, dinî bir kavram, suç ise hukukî bir kavramdır. Suç dünyevî, günah ise uhrevîdir. Aynı davranışın hem suç, hem de günah yönü olabilir. Modern hukukun temelini oluşturan kavram ve kuralların temelinin insanlığın başlangıcında atıldığını bu ayetlerden anlıyoruz.
3. İşlenen günahın Hz. Âdem'de
bir karamsarlık ve ümitsizliğe sebep olmaması için Allah tevbe denen çıkış
kapısını göstermişti. Günahtan çıkış kapısı tevbe oldu; ama suçtan çıkış
kapısı ne olmalıydı? Çünkü suça verilen ceza bir korku ve endişe yaratmıştı. Bu
korku ve endişe zamanla bir psikolojik hastalık halini alabilirdi. İşte, korku
ve kederden çıkış kapısının da eğitim olacağına, ilgili ayet, şu bölümüyle ışık
tutmaktadır.
(Size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime tâbi olursa, onlar için korku ve keder olmayacaktır). [Bakara/38]
Ayetteki hidayet kavramı neyi ifade etmektedir? İbn Abbas, Fahruddîn
Râzî ve onların görünüşüne katılan Elmalık Muhammed Hamdi Yazır, hüden
kelimesiyle, kitap ve peygamberin kasdedildiğini söylemişlerdir. Biz de
alimlerin görüşünü paylaşıyoruz.
Vahiy ve nübüvvet gibi müesseseler, bir eğitim faaliyetini ifade
etmektedirler. Peygamber bir eğitici, kitap da öğretim ve eği(timin merkezî
organı olduğuna göre, bir eğitim faaliyetiyle karşı karşıya bulunuyoruz,
demektir.
Hz. Âdem'in işlediği suçtan dolayı aldığı cezanın bir korku ve keder doğurması
tabiidir, ceza, tek başına bir eğitim aracı olamaz. Suçluyu eğitmek gerekiyor.
Yüce Allah, hidayete tâbi olmanın ve bilginin ardından gitmenin
önemini-anlatarak, Hz. Âdem'in sulbünden gelecek olan çocukların suç işlerne
ihtimallerinin olacağım beyan etmekte ve suçlunun eğitilerek topluma
kazandırılması gerektiğine dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan ayetin bu kısmı, Hz. Âdem'in işlediği günahın babadan
oğu-la veraset yoluyla intikâl etmediğine işaret ederek, bu işin eğitimle
alakalı olan yönünde ısrar etmektedir. Günah babadan oğula intikal etmiş
olsaydı, eğitimin hiçbir etkinliği kalmazdı. Korkulacak olan şey. suçu
işledikten ve ceza gördükten sonra gerekli olan değişimi ve dönüşümü
gerçekleştirememektir. İyiden yana olan bu değişim ve dönüşüm, korku ve
endişeyi ortadan kaldıracaktır.
Hidayete, yani kitap ve peygambere uymak demek, onları kabullenmek ve
inanmak demektir. Kabullenmenin ve imanın olmadığı yerde eğitim yapmak çok
zordur. Tâbi olma eylemine, inanma manasına vermemizin delili ise, bir sonraki
ayettir.
Söz konusu ayet, inkar edenleri ve yalanlayanları ele almaktadır. Ayette
yer alan sıla kelimesi, 38. ayette yer alan men (kim) kelimesinin parçasıdır.
Demek ki o ayetteki men (kim) kelimesinin bir parçası hidayete tâbi olanlar;
diğer parçası da Allah'ın ayetlerini inkar edip yalanlayanlardır. İnkar'ın
zıddı iman olduğuna göre, 38. ayette yer alan tâbi olma eylemine, iman etme şeklinde
mana vermemiz yanlış olmayacaktır.
Peygamberlerin öğretmeye çalıştıkları ilahî mesaja tâbi olan, yani
onların eğitiminden istifade eden insanlarda korku ve hüzün kalmamaktadır.
Bilginin olmadığı ve eğitimsizliğin kol gezdiği yerde cehaletin korkusu vardır.
Eğitim ve onun aşıladığı bilgi, fert ve toplumlara güven duygusu
kazandırmaktadır. Bu değerden yoksun olan insanlar daima korku içinde
yaşayacaklardır. Ayette geçen korku ve hüznü iki farklı boyutta ele almak
gerekiyor:
a) Dünyadaki korku
Cahil toplumlarda fertler birbirlerinden korkarlar. Geleceklerinden
emin değillerdir.
b) Ahiretteki korku
Dünyada iman etmeyen, aklını kullanmayan ve yararlı iş üretmeyen insanlar,
ahirette korku ve hüzün içinde olacaklardır. Ama dünyada aklını kullanıp, iman
eden ve yararlı iş üretenler, ahirette korku ve hüzünden uzak kalacaklardır.
Cehennem korkusundan uzak kalınıp, korku ve hüzünden nasıl kurtulunacağı Enbiya
suresinde beyan edilmektedir:
(Tarafımızdan kendilerine en büyük mutluluk vaadedilenler, cehennemden
uzaklaştırılmışlardır. Cehennemin uğultusunu duymazlar. Gönüllerin arzuladığı
nimetler içinde sonsuza kadar kalacaklar. En büyük dehşet onlara üzüntü
vermeyecek ve onları melekler karşılayacaklardır: 'İşte size vaadedilen
gününüz budur?' diye). [Enbiya/101-103]
Bu ayetlerde, bu dünyada Allah'ın hidayetine tâbi olanlar, yani O'nun
eğitiminden geçenler için ahirette herkesin korkacağı ve üzüleceği o dehşet
anında hiç bir üzüntünün olmayacağı anlatılmaktadır. Cehennemden uzak olmak,
onun uğultusunu duymamak gibi durumlar, bu korkuyu giderecektir.
Dikkat edilirse (Kim benim hidayetime tâbi olursa) ifadesinde, tâbi
olma fiilinin faili insandır. Demek ki, Allah'ın hidayetine tâbi olup olmamakta
insan hürdür. Bir sonraki ayette yer alan inkarı da dikkate alırsak, tâbi
olmakla inkar etmenin insan için bir yol ayırımı olduğu ve bunlardan birini
kendi özgür iradesine göre seçeceği anlaşılmaktadır. Böylece insan, kendi
olumlu eyleminin sonucu olarak, korku ve endişenin dışında kalacaktır.
Hz. Âdem'e günah konusunda tevbe ile bir çıkış kapısı sunan Allah, suç
konusunda da hidayetine tâbi olma kapısını açmaktadır. İnsanlar ceza alabilirler;
ama bu cezayı alınlarında bir damga olarak taşımamaları için, iyi bir eğitimden
geçmelidirler. İşte ayet, insanın iniş/düşüş cezası ile eğitim ve korku
arasında bir alaka kurmaktadır.
[207]
39. İnkar edip ayetlerimizi
yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebediyyen
kalacaklardır.
Allah'ın hidayetine uyanların korku ve üzüntüden uzak kalacağı bir önceki
ayette ifade edilmişti. Bu ayette de onun tam tersi olarak, inkar edip Allah'ın
ayetlerini yalanlayanların nasıl bir muamele ile karşı karşıya kalacakları
açıklanmaktadır.
Ayette inkar ve yalanlama kavranılan peş peşe gelmiştir. Önce inkar,
sonra yalanlama sözcükleri yer almaktadır. Ayette yer alan inkar kelimesi, Allah'a
inanmamak; yalanlamak da ayetleri inkar etmek manalarına gelmektedir. Bu inkar
ve yalanlama, insanı cehenneme/ateşe götürmektedir. İnanmak, insanı korku ve
üzüntüden uzak olan mutluluk yurduna götürürken, inkar ve yalan da, ateş
yurduna götürmektedir. Demek ki kul, cennet ve cehennemini kendisi
hazırlamaktadır. 38. ayetteki tâbi olmak, iman ile ameli kapsadığı halde, bu
ayetteki inkar ve yalanlama tamamen zihnî bir faaliyettir.
Her iki ayette teşvik etme ve caydırma metodu kullanılmak suretiyle eğitim
yapılmaktadır. Bir taraftan Allah'ın hidayetine çağırıp, kutsal kitabı olan
Kur'an'a imanın getireceği güzelliklerle, insanı iyi davranışlara motive etmeyi
amaçlarken, diğer taraftan inkar ve yalanın götüreceği ateşi anmakla da bundan
caydırmayı hedeflemektedir. Korku ile sevinç motivini ayrı ayrı kullanarak
insandaki ritim psikolojisini canlı tutmaktadır.
[208]
40. Ey Israiloğullan! Sizlere
verdiğim nimetleri hatırlayı-n. Siz benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin
ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece benden çekinin.
Açıklamasını yapacağımız bu ayette, bazı konuları önce teker teker ele
alıp, sonra sentezine gitmeyi uygun buluyoruz.
Israiloğullan kavramı ne demektir? Fahruddîn Râzî'nin naklettiğine
göre, isra kelimesi, kul manasına gelmektedir. İsrail, Allah'ın kulu anlamını
ifade etmektedir. Kaffâl, isra'nın adam manasına geldiğini söylemektedir. O zaman
İsrail, Allah'ın adamı demek olur. Hz. İbrahim'in torunu Hz. Yakub'un unvanı
olduğunda ittifak vardır.[209]
Benî İsrail ibaresine, Abdullah'ın oğullan şeklinde mana verebiliriz.
Allah'ın İsrailoğulları'nı Kur'an'da anmasının sebeplerinden biri ve
belki en önemlisi, insanlık tarihinde yaşadıkları serüvendir. Bu serüven,
geçirdikleri değişim ve dönüşümlerin, ayrıca medeniyete yaptıkları katkıların
tarihidir. Kölelikten hürriyete giden çizgide pek çok sosyal aşamayı en derin
bir şekilde yaşamışlardır. Kendilerine yapılanlarla, kendilerinin başkalarına
yaptıkları, onların Kur'an'da anılmasını temin etmiştir.
Nimet kelimesi fiil olarak kullanılınca, hayatı güzel, hoş, geniş ve
mükellef olmak, birine bir şey vermek, ihsanda bulunmak anlamlarını ifade
etmektedir. İsim olarak lütuf bağış, ihsan demek olur. Hayat kelimesiyle
biraraya gelince, hayatı kolaylaştıran, güzelleştiren ve mutlu hale getiren
şeyleri ifade etmektedir.
Fahruddîn Râzî, nimet kavramını tanımlarken, fayda ile ihsanı biraraya
getirerek, "Başkalarına ihsan etme yoluyla yapılan faydadır"
demektedir. Hâzin de, tanımında fayda kelimesini kullanmaktadır.
Peki İsrailoğullan, hangi nimetleri hatırlayıp anacaklardı? Kur'an'a
göre, Allah'ın onlara verdiği bu nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
[210]
İnsanlık tarihinde en çok ezilen, hürriyeti elinden alman ve
yöneticilerin zulmüne muhatap olan toplum İsrailoğullan'dır. Firavun'un
köleliği gibi büyük çilelerle dolu bir hayattan sonra radikal bir değişimle
hürriyetlerini ele almış olmaları, Allah'ın onlara bahşettiği en önemli
nimetlerden biridir. Yüce Allah, bu çileli hayatı şöyle anlatmaktadır:
(Gerçekten Firavun o ülkede azıttı. O, halkını çeşitli sınıflara
ayırdı. Onlardan bir sınıfı eziyor, erkek çocuklarını boğazlıyor, ama kız
çocuklarını sağ bırakıyordu; hiç şüphesiz o, bozgunculardan biri idi).
[Kasas/4]
İdare ettiği toplumun halkını guruplara ayırarak, onlardan birinin
diğerine baskı yapmasını temin ederTîctareciler, zulüm yapmış olurlar. Firavun
da böyle yapıyordu ve kendi kavmini koruyor, İsrailoğullan'nı eziyordu. Bu sadece
haksızlık yapmak şeklinde cereyan etmiyordu, hürriyetlerini ellerinden alıp,
onları köleleştirmeye kadar uzanıyordu. Allah, Hz. Musa'yı, İsrailoğullan'nı
bu esaretten kurtarmak için peygamber olarak göndermiştir.
[211]
Esaretten kurtulup, yeryüzünde medeniyetin önderi ve varisi olmak, dünyevî
nimetlerin en büyüklerinden biridir.
Allah, onlara hürriyetlerini iade etmekteki amacını şöyle
açıklamaktadır:
(Biz o ülkedeki ezilenlere büyük lütuflarla yardımda bulunmayı, onları
önderler seviyesine çıkarmayı ve onları ötekilerin yerine misaçı kılmayı
istedik). [Kasas/5]
Hz. Musa'nın gelişi ile, İsrailoğullan'nın sosyal hayatında büyük bir
değişim gerçekleşti. O ülkede zulmedenlerin yerine geçmek ve insanlara
iyilikler konusunda önder olmak gibi büyük bir devrim nimetine kavuşmuşlardı.
Allah, bu değişimi Firavun, Hâmân ve ordularına göstermek istemiş; değişimi
Firavun'un sarayından başlatmış, an be an bu değişimi ona yaşatmıştır.
(Ve bir de İsrailoğullarını, o yerde hakim kılmayı, Firavun, Hâmân ve
ordularına korkmakta oldukları akıbetin acısını tattırmayı dilemiştik).
[Kasas/6]
İsrailoğullan'nın önder ve varis olmalarıyla Firavun ve yandaşlarının
çektiği azap, onlar için bir nimet olmuştur.
[212]
Köleleştirilen bir topluluktan peygamber ve hükümdarların yetişmesi,
çok büyük bir nimettir.
Bu nimeti Kur'an Hz. Musa'nın sözlerinden hareketle şöyle naklediyor:
Bir zaman Musa kavmine demişti: "Ey kavmim, hatırlayın Allah'ın
size olan nimetini, hani size aranızdan peygamberler çıkardı, bir kısmınızı da
hükümdar yaptı ve size milletlerden hiçbirine vermediğini verdi".
[Maide/20]
Hz. Peygamber döneminde Allah'ın İsrailoğullan'ndan hatırlamalarını istediği
nimeti anmalarını, daha önce Hz. Musa onlardan istemişti. Hz. Musa, özellikle
peygamber ve hükümdarlık müessesesini göstererek, eşsiz nimetlere sahip
olduklarını onlara hatırlatmaktadır. Manevî hayat ile sosyal hayatın erkini
eline almak ve insanların her yönü ile ilgilenip yönlendirmek kadar büyük bir
yücelik var mıdır?
Peygamberlik dinde, inançta ve düşüncedeki bağımsızlığı; hükümdarlık
ise siyasî hürriyeti ifade etmektedir. Peygamberlik ve hükümdarlık toplumsal
hayatın, kültür ve medeniyetin olgunluğuna dair bir göstergedir.
[213]
Allah'ın, İsrailoğullan'na sağladığı en önemli nimetlerden biri de,
onları düşmanlarından kurtarmış olmasıdır. Çıkış denen bu olguda bir dizi
faaliyetler yer almaktadır. Kurtuluşun gerçekleşmesi için, başlangıç
hareketini Allah, Hz. Musa'ya vahiy ile verdiği emirle gerçekleştirmiştir.
(Andolsun ki, biz Musa'ya şöyle vahyettik: Kullarımı geceleyin yola
çıkarıp, götür; denizde kuru bir yol açarak, onları denizden geçir, Firavun'un
size yetişmesinden korkmadan ve endişe etmeden). [Taha/77]
Çıkış ya da kurtuluş için nasıl hareket edeceğini Hz. Musa'ya Allah
öğretmiş, denizde kuru bir yolu nasıl açacağını da vahiyle bildirmiştir. Asanı denize vur) [Şuarâ/63] emriyle denizde
yol açılacağını müjdelemiştir:
(Vurunca parçalandı, her parça kocaman dağ gibi oldu). [Şuara/63]
(Ötekileri de buraya yaklaştırdık.
Musa'yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk).
[Şuara/64-66]
Denizi yarıp, İsrailoğullan'nı kurtarması ve Firavun'un ordusunu
denizde boğması, hayata denk bir nimet olmuştur. Yüce Allah, bu nimeti
hatırlamalarını onlardan istemektedir. Demek ki, bir toplumun geçmişinde yer
alan ve onların hayatta kalmasını temin eden olayları hatırlamak bir görev
olmaktadır.
(Firavun'un orduları güneş doğduktan sonra, İsrailoğullan'nın peşine
düştü. İki topluluk birbirini gördüğüne, Musa'nın ashabı, 'Eyvah yakalandık'
dediler. Onların bu sözü üzerine Musa şöyle dedi: 'Hayır, Rabbim benimle
beraberdir; o beni kurtuluşa erdirecektir'). [Şuara/60-62]
Allah, Rabbim benimledir ve O, beni kurtuluşa erdirecektir sözünü insanların
ruhuna yerleştirmek için bu serüveni anlatmaktadır. Allah öğretmek istemektedir
ki, insanlar iyi faaliyette bulundukça, Allah onlarla beraberdir: onları
destekleyecek ve .çabalarını boşa çıkarmayacaktır. Böyle sıkıntı anında
Allah'ın beraberliğini hatırlamak, olgunlaşmış bir zihnin göstergesidir.
İsrailoğullan'na sunulan kurtuluş nimeti iki boyutludur: Esaretten
kurtulma ve ölümden kurtulma. Esaretten kurtuluşu daha önce hürriyet nimeti
olarak zikretmiştik. Yukarıdaki ayette geçen kurtuluş ise, hayatını kurtarma
şeklinde gerçekleşmektedir. Hayatta kalma şeklindeki kurtuluş da kendi içinde
ikiye ayrılmaktadır: Birincisi, öldürülen erkek çocukların öldürülmekten kurtarılması;
ikincisi ise, Firavun'un ordusu tarafından katledilmekten kurtarılmaları.
Hayatta kalmak, hürriyetini elde etmek, peygamber, hükümdar ve önderler
yetiştirerek, bir önceki topluma varis olmak gibi nimetler, pek nadir toplumlara
bahşedilmiştir.
[214]
(Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın indirdik). [Taha/80]
(Ve bir vakit, Musa, kavmi için su istemişti. Biz de 'Elindeki asâ ile
taşa vur' dedik. Vurması ile taştan on iki göze fışkırdı). [Bakara/60]
Bıldırcın, kudret helvası ve su nimetlerinin çöl ortasında bahsedilmiş
olması bir mucizedir. İsrailoğuları'na hiçbir karşılık beklemeden verilen bu
nimetlerin tarih boyunca hatırlanması bir âlicenaplık değil, tam aksine bir görevdir.
Onun için Bakara/40'daki 'Hatırlayın' emri, bu görevi belirlemektedir. Verilen
bu nimetlerin değerini bilmek, onları harama bulaştırmadan helâlinden yemekle
anlaşılabilir.
[215]
Firavun, İsrailoğullan'm eğitim ve öğretim bakımından cehaletin karanlığına
itmişti; çünkü kölelerin öğrenim hakkı yoktu. İşte Allah, İsrailoğullan'm
cehaletin karanlığından kurtararak, onlara insan olmanın onurunu yaşatmış ve bu
nedenle bu nimetlerin hatırda kalmasını ve anılmasını istemiştir.
Cehaletin karanlığından kurtulup çıkmak, insan için öylesine önemlidir
ki, peygamberlerin gönderilmesine yeterli bir nedendir. Allah buna şöyle temas
ediyor:
(Andolsun ki, Musa'yı ayetlerimizle gönderdik. Kavmini karanlıklardan
aydınlığa çıkaîv\llah'ın nimet ve bela dolu günlerini onlara hatırlat.
Kesinlikle bunda şat>reden ve çokça şükredenler için bir çok ibretler
vardır). [İbrahim/5]
Hz. Musa'nın gönderilişinin asıl sebebi, İsrailoğulları'nı karanlıktan
aydınlığa çıkarmaktır. Bu karanlık, esaretin ve cehaletin karanlığı olabilir.
Karanlıktan aydınlığa çıkarma faaliyeti, eğitimin bizzat kendisidir.
Allah'ın günlerini onlara hatırlat ifadesiyle bağlantı kurduğumuzda Allah'ın,
İsrailoğullan'nın, eğitimsiz esaret günlerine bir daha dönmemeleri gerektiğine
dikkatlerini çekmek istediği gerçeği ortaya çıkar. Karanlık (cehalet) günleri
hatırlanmazsa, aydınlık ve bilginin değeri bilinemez. Şükretmeyen nankör
insanlar, içinde bulundukları aydınlığı da kaybedebilirler.
[216]
Bir toplumun içinden peygamber, önder ve hükümdarlar yetişirse, o toplum
bir üstünlük elde eder. Peygamberler ve önderler, bilgiden kaynaklanan
aydınlık, hükümdarlar da o topluma siyasi güç temin edeceklerinden toplumsal
hayatın ihtiyaç duyduğu gelişme ve kaliteyi yakalamış olacaklardır.
İşte Allah, bu değerli nimetleri İsrailoğullan'na sağlamakla, onları
dönemlerinin toplumlarına üstün kılmıştır. Allah'ın İsrailoğullan'nı alemlere
üstün kıldığını Kur'an'da hatırlatmasının sebebi ne olabilir?
Muhtemel cevaplardan biri öncelikle üstünlüğün nelere bağlı olduğunu
bütün dünya insanlığına öğretmek ve tarihsel olayların unutulup, medenî olmanın
seviyesini kaybetmemelerini temin etmektir.
Üstün olmaya giden yolu Allah şöyle belirlemektedir:
(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na kitap, hüküm, nübüvvet verdik ve
onları temiz n-zıklarla nzıklandırdık. Onları alemlere üstün kıldık).
[Câsiye/16]
Kitap, eğitim, hükümdar ve helal lokma, bir topluma şeref
getirmektedir. Bu müesseseler toplumların üstünlüğünü sağlamaktadır.
(Kesinlikle Kur'an, senin ve kavmin için bir şereftir) [Zuhruf/44]
mealindeki ayet, bu üstünlüğe işaret etmektedir.
Kur'an, müslümanlara nasıl şeref temin etti ise, Tevrat da
İsrailoğullan'na şeref temin etmiştir. Şerefin getirdiği üstünlük, tadına
doyulmayan bir nimet değil midir?
Yukanda sayılaahayat hakkı, hürriyet, ekonomik haklar, eğitim hakkı ve
siyasî haklar gibi nimetler, aslında insanın temel ihtiyaçlanm ve haklannı oluşturmaktadır.
Yüce Allah, onlan ölümden kurtararak hayat haklarını, esaretten kurtararak
hürriyetlerini, beslenmelerini temin ederek ekonomik haklarını, peygamber
göndererek eğitim haklarını, hükümdar yetiştirerek siyasî haklarını
sağlamıştır. Bu hak ve ihtiyaçların yerine getirilmesi, doğal olarak
hatırlanmaya layıktır.
Temel hak ve ihtiyaçların yerine getirilmesi gerektiğini belirtmekle
Allah. İsrailoğullan'na ve dolayısıyla dünyaya medenî olmanın olmazsa olmazlarını
öğretmektedir.
Bu hak ve hürriyetleri görmezlikten gelen ve çiğneyen toplumlar veya yöneticiler,
toplumu cehenneme çevirirler ve insanlığı geriye götürüp, Hz. Musa'nın
serüvenini bir daha yaşamalarına sebep olurlar.
(Benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim.
Ve sadece benden çekinin) [Bakara/40] ayetini yorumlayabilmemiz için, kapsamı
içine giren konuların öncelikle analizini yapmamız gerekir.
Ayetin bu kısmı ahd ve korkmak meselelerini gündeme getirmektedir. Ahd,
hakları ve emirleri korumak, dikkat etmek, Allah'ı birlemek, endişeye karşı
güvence vermek, bir şeye kefil olmak, bir şeyin sorumluluğunu yüklenmek,
vaadetmek, vasiyet edip yerine getirilmesini istemek, bir şeyi bilmek
manalarına gelir.[217]
Allah'ın, İsrailoğullan'ndan yerine getirilmesini istediği ahd,
iman-itaat[218] ve
Allah'ın emrini yerine getirmektir.[219]
Allah, Maide/12'de İsrailoğullan'ndan aldığı ve onlara verdiği sözü maddeler
halinde açıklamaktadır. Şöyle ki:
1. Namaz kılmak,
2. Zekat vermek,
3. Peygamber'e inanmak,
4. Peygamberlere yardım etmek,
5.
Gönülden Allah'a borç
vermek.
İsrailoğullan bu görevleri yerine getirdikleri takdirde Allah da
onların a) günahlarını örtecek, b) onları, içinden ırmaklar akan
cennetlere koyacaktı.
İsrailoğullan'nın verdiği ahidde bulunan maddelerden biri iman, diğeri
de namazdır. Diğer üç madde yardımlaşma ile alakalıdır. Maddelerin psikolojik
boyutu iman, ibadet boyutu namaz, sosyal boyutu ise zekat, peygamber ve fakirlere
yardım etmektir. Yüce Allah, antlaşmanın bu maddelerinin yerine getirilmesini
Bakara/40'da istemektedir. Buna karşılık da onlara, günahlarını affetme ve
onları ödüllendirme sözünü vermektedir. Ayet, karşılıklı bir antlaşmanın
yapıldığını ifade etmektedir. Bu antlaşma, sadece İsrailoğullan'yla değil,
İncil ve Kur'an'da, müslümanlar ile de yapılmıştır.
(Karşılığında cenneti vermek üzere Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda öldürür ve öldürülürler. Bu, Tevrat, İncil ve Kur'an'da Allah'ın verdiği söz gereği gerçekleşecektir. Allah kadar sözünde duran kimdir? Allah ile yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir basandır). [Tevbe/111]
İsrailoğullan'yla Tevrat ve İncil'de, müslümanlarla da Kur'an'da
yapılan bu antlaşmalardan şu prensipleri çıkartabiliriz:
1. Allah bu antlaşmalarda,
bize insan psikolojisinin ince bir tahlilini yapmaktadır. İnsanoğlu kolay kolay
karşılıksız bir iş yapmaz. İnsanı, bir davranışı ya da bir ibadeti yapmaya
özendirebilmek için ödül koymak gerekir.
2. Yapılan işi ödüllendirmek,
Allah'ın koyduğu bir prensiptir. Bir insandan basan ve bir fedakârlık
bekleniyorsa, karşılığında ona bir şey verilmelidir. Allah, iyi amellerin
yerine getirilmesi uğruna günahlan affetmekte ve cennetini vaadetmektedir.
3. Olumlu davranışların uğruna
günahların affedilmesi, bize şunu öğretmektedir. Başarılı iş üreten insanların
birtakım hatalan ve olumsuz davranışlan olabilir. Onların bu olumsuz yanlarım
değil; başanlı ve olumlu davranışlarım öne çıkartıp, hatalannı görmezlikten
gelmek gerekir. Bazı insanların başarılı iş üretmelerinden dolayı, onların
dikenlerine katlanılması zorunludur. Gülü derebil-mek için dikenine nasıl
katlanılıyorsa, bir gül için bin dikene nasıl su veriliyorsa, başarılı
ihsanların da dikenlerine tahammül etmek gerekiyor. Hatalar uğru-
na, basanlar kurban edilemez. Bu kural pedagojinin ana ilkesi olmalıdır. Yaramazlık yapan başarılı çocukların yaramazlıklarından dolayı cezalandırılmamaları ve bu yönlerinin görmezlikten gelinmesi en doğru yoldur.
İşte Allah, vazifelerini yapmaları karşılığında İsrailoğullan'nı
bağışlayacağını, yani hatalarını örteceğini ve hatta ödüllendireceğini bunun
için beyan etmektedir. Eğitimcilerin de bu ilahî ilkeyi göz önünde
bulundurmaları en doğru yol olacaktır.
4. Bir işi yapmak için bir şey
istemek, Tevbe/11 ayetine göre, bir alış-ve-riştir. Karşılıklı olarak
antlaşmanın yerine getirilmesi de büyük bir basan ve zaferdir. Allah bize,
"Şu emirlerimi yerine getirirseniz, size şunu vereceğim" dediği gibi;
kul da Rabbine "Şu işim gerçekleşirse şunu yapacağım" diye ahdedebilir.
Genelde basandan önce konan ödül, rüşvet kabul edilir. Ama basandan sonra
ödüllendirme rüşvet değil, teşviktir. Demek ki karşılıklı ahidleş-me, bir
rüşvet anlamına alınamaz. Çocuğu ve yetişkinleri çalıştırmak için değil de,
basan için ödül koymak en doğru yoldur. Allah da, üretilen amelden sonra ödül
vereceğini beyan etmektedir.
5. (Ve yalnız benden korkun).
Bakara suresinin muhtevâsındaki nimetleri hatırlama ve verilen ahidleri
karşılıklı yerine getirme eylemlerinden sonra korkma emrinin gelmesi, cay-dıncı
bir özellik taşımaktadır. İnsanın psikolojik yapısındaki korku motifini
kullanarak onu birtakım davranışlara teşvik etmek de başka bir eğitim metodu
olmaktadır. Ahdi bozmak büyük bir hata ve günahtır. Bundan çekinilmesi
zorunludur.
İsrailoğullan tehditlere aldırmadılar:
Ama onlar, verdikleri kesin sözden döndükleri için lanetledik onları ve
kalplerini kaskatı yaptık. Kelimeleri yerlerinden değiştirdiler. Uyarıldıkları
hususlardan nasiplerini almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan
daima bir hainlik görürsün. [Maide/13]
Allah, Sadece benden korkun ifadesiyle, yapılan antlaşmaya riayet etmemenin
sonuçlanna katlanma korkusunu kasdetmiştir. Maide/13'deki, lanetlenmek,
kalplerin kaskatı kesilmesi gibi cezalarla karşı-karşıya kalacaklan da onlara
bildirilmişti. Bu cezalar, yapılan antlaşmayı bozmanın cezası olmaktadır.
Kur'an'ın bu ayetlerinden anladığımıza göre (ki bugünkü modern hukukta da
mevcuttur), yapılan antlaşmayı taraflardan biri yerine getirmediği takdirde
konan ceza usûlü, Tevrat'ta da yer almıştı. Böylece Tevrat (tahrif edilmemiş ve
ilahî vahye dayalı olan gerçek Tevrat), modern hukukun bu konudaki temellerini
atmıştır.
Allah, ahde vefasızlığı, ihanet olarak vasıflandırmaktadır.
Maide/12-13'le, Bakara/40 ayetini bir araya getirdiğimizde, hukuk ahlâkı
bakımından şu ilkeyi yakalayabiliriz: Verilen sözü yerine getirmemek, ahdinde
durmamak, ahlâkî bakımdan bir ihanettir. Bu ihanet toplumun üzerine Allah'ın
lanetini indirecek kadar kötü bir davranıştır. İhanetin diğer bir zararı da,
kalplerin kaskatı kesilmesine sebep olmasıdır.
Lanet ve kalplerin katılaşması, insanın insan olma niteliğini öldürmekte, kalp denen cennet ülkesini, cehenneme çevirmektedir. Allah'tan korkmayan insanlar, ancak bu cezalara layık davranış üretebilirler. Demek ki ahde vefasızlık, lanete ve kalplerin katılığına dönüşmektedir. Allah, bu dönüşüme dikkat çekmekte, cezayı kendisinin vermediğini, onu, kulun amelinin getirdiğini vurgulamaktadır.
6.
Korku insanın içinde bir iç disiplini meydana
getirmelidir. Baskı ve korku ile yapılan davranış ahlâk dışıdır. Ahlâkî
davranışı sağlayan disiplin duygusunu, insanın içindeki ilahî çekince
oluşturmalıdır. O zaman davranış, hem ahlâkî olacak ve hem de ibadet özelliğini
kazanacaktır.
Dış baskılarla bir antlaşmayı yerine getirmek hukukî olabilir; ama
ahlâkî olmaz. Hem ahlâkî ve hem de hukukî olabilmesi için, insan, kendi
içindeki ilahî korku sayesinde ona uymalı ve yerine getirmelidir.
Sadece benden korkun! emriyle Allah, amellerin temelini, psikolojik
alemin üzerine kurduğunu ifade etmekte ve bunu şöyle açıklamaktadır:
(Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa
onu yaparlar). [Nahl/50]
7. Yüce Allah'ın verdiği
nimetlere şükretmek ve onlan anmak konusunda insanın seçeneği vardır; ama
yapılan antlaşmaya uymak konusunda seçeneği yoktur. Çünkü nimeti anmak, insana
mahsus bir ibadettir; verilen sözü yerine getirmek, yani ahdinde durmak ise,
ilahî bir ahlâktır. Çünkü 40. ayette Allah da kendi ahdinde duracağını
söylemektedir. Eğer insan ahdine vefa gösterirse, ilahî/ahlâkı yeryüzüne
yansıtmış olacaktır. Öyleyse şu genellemeyi yapabiliriz: Ahde vefa gösteren
insan, ilahî ahlâkı yeryüzüne indirdiği için kâmil insan olma yoluna girmiş
demektir. Onun içindir ki, bu ilahî ahlâkın yeryüzüne inmesine engel olan
insanlar (ahde vefa göstermeyenler) cezalandırılmaktadır.
[220]
41. Beraberinizde olan Tevrat'ı
tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Sakın onu inkar edenlerin
ilki olmayın. Ayetlerimi de küçük bir değerle değiştirmeyin ve yalnız benden
sakının.
Allah Teala, İsrailoğulları'na olumlu üç emir vermektedir: a) Allah'ın nimetlerini hatırlayın, b) ahdinizi yerine getirin ve C)
indirdiğime iman edin. İlk ikisi 40. ayette, üçüncüsü ise 41. ayette
geçmektedir. Bu üç emir, eğitim açısından çok önemli bir açılım meydana
getirmektedir.
Allah, İsrailoğullan'na kendi dinlerindeki temel değerleri hatırlatarak
onları yerine getirmelerini emretme yolunu izlemektedir. Bir kutsal kitaba
inanan ve onun getirdiği dine mensup olan insanları yeni gelmiş olan bir kitaba
bağlamak çok zordur. Onun içindir ki, inançsız olanlar İslâm'a daha kolay
gelebilmişler, buna karşılık kitap ehlinin dönüşümü veya intikali çok zor
olmuştur.
İki kutsal kitap arasındaki benzerlikleri farkedemeyen ve asgarî
müşterekleri yakalayamayan insan, sonra gelmiş olan kitabı kabullenmekte
zorluk çekecektir. Bu zorluğu ortadan kaldırmak için Allah, verdiği nimetlere
ve ahde vefaye dikkat çekerek Kur'an'a iman etmeyi emretmektedir.
Ayetteki Ben indirdim
ibaresiyle, Kur'an'm Hz. Muhammed tarafından yazılmadığı, uydurulmadığı, yani
beşerî kaynaklı olmadığı ifade edilmektedir. Beraberinizde olanı tasdik eden
ifadesiyle de Yüce Allah, kutsal kitapların birbirini tasdik ettiğine, bir
sonra gelenin öncekileri desteklediğine ve böylece vahyin devam eden bir süreç
olduğuna işaret etmektedir. Kutsal kitaplar, birbirini reddeden ve inkar eden
felsefe sistemleri gibi değildirler, tam tersine birbirini tasdik
etmektedirler. Kutsal kitapların bu özelliğidir ki, önceki peygamberlerin
tümüne imanı aralarında hiçbir fark gözetmemeyi zorunlu kılarlar:
(Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız).
[Bakara/285]
Sakın onu (Kur'an'ı) inkar edenlerin ilki olmayınız. [Bakara/41]
Elindeki kutsal kitabını tasdik eden bir kutsal kitabı inkar etmek, o
insan için talihsiz bir davranış olur. Kutsal kitabın ne olduğu fikrine ve
inancına ulaşmış olan insan, sonra gelen kutsal kitabın niteliğini daha kolay
anlar ve daha iyi takdir eder.
Kutsal kitaba sahip olanlar, gönderilen diğer kitabı daha iyi tanıma
imkanına sahiptir. Allah bu duruma şöyle işaret ediyor:
(Allah tarafından onlara, yanlarında bulunan Tevrat'ı tasdik eden bir
kitap gönderilince; daha önce müşriklere karşı böyle bir zafer kapısının
açılmasını istiyorardı. İşte bu tanıdıkları kitap gelince, onu inkar ettiler.
Artık Allah'ın laneti kâfirlerin üzerinedir). [Bakara/89]
Kutsal kitabın ne olduğunu bilmeyen ve onu tanımayan bir toplumun kitabı
inkar etmesi mazur görülebilir (bu mazur görme iman etmeme durumu ile ilgili
değil, yalnızca tepki açısındandır); ama kutsal kitabı tanıdığı ve böyle bir
tecrübesi olduğu halde yeni kitabı inkar eden insanın mazur görülmesi mümkün
değildir. Bildiği, anladığı ve tanıdığı halde inkar etmek, laneti üzerine
almak demektir. Bilmek, anlamak ve tanımak gibi insan beyni ve gönlünün
faaliyetini gördüğü iman eylemini engellemek kadar büyük bir zulüm var mıdır?
Üstelik İsrailoğullan'nın böyle bir kitabın gelişi için bir istekleri ve
beklentileri de vardı. Zira böyle bir kitaba sahip olmayı kendileri için bir
üstünlük, kafirlere karşı da bir zafer olarak görüyorlardı.
Bakara/41 'deki İnkar edenlerin
ilki olmayın emri, düşünmeden, araştırma- almadan ve içeriğini öğrenmeden ani
hareketle karar verilmemesini istemektedir. Allah, din kültürü ve kutsal kitap
bilgisine sahip olan insanlardan, Kur'an'a olumlu yaklaşmalarını ve hemen
inkara sapmamalarını istemektedir.
İnandığı kutsal kitabıyla müşterek noktalan olan, kendi kitabını tasdik
edip, onu yok saymayan nitelikteki bir kitabı inkar etmek, insanı lanete götürmekten
başka bir işe yaramaz.
Dikkat edilirse Allah, bir eğitim metodu olarak önce imana davet
ediyor, sonra inkarı yasaklıyor. Olumludan olumsuza giden bir emir dizisi takip
edilmektedir. İmana davet yoluyla inkarı engellemek için, bilinen, tanınan ve
anlaşılan bir şeyden hareket etmek doğru bir metottur. Onun için Allah, Beraberinizde
olanı tasdik eden buyurmaktadır.
Allah Teala Kur'an'ı, Tevrat için bir reddiye olarak göndermemiş, tam
tersine yetişecek olan müslüman toplumla, İsrailoğullan arasında müşterek bir
nokta oluşturmak ve onları daha güzele, daha doğruya ve daha yeni olana taşımak
istemiştir. Eğer Kur'an Tevrat'ı reddetseydi, tasdik eden ifadesinin ayette yer
alması mümkün olmazdı.
Bu durum bize çok önemli bir tartışma metodunu öğretmektedir. Fikirlerde
yanlış, eksik ve doğrular yanyana bulunabilir. Yanlış tarafından bakarak
tamamını reddetmek doğru değildir; o fikrin sahibini kazanabilmek için doğru
olan yönünü görmek ve tasdik etmek gerekir. O zaman yanlış olan, sahibi
tarafından atılacak, doğru fikir kabul edilecektir. Demek ki fikirlerin müşterek
tarafları tanınır ve anlaşılırsa, kabuller daha rahat gerçekleşmiş olur.
(Ve benim ayetlerimi az bir değer karşılığında satmayın). [Bakara/41]
Bazı insanlar doğruyu anladıkları halde, bulundukları sosyal çevrenin
etkisinde o doğruyu takip etmezler. Toplumdaki mevkileri onları bu takipten
alıkoyan İsrailoğullan Arap toplumu içinde, kendilerine göre bir sosyal çevre
oluşturmuşlardı. Kur'an'ı kabul ettikleri takdirde bu sosyal çevre onlan
dışlayacaktı. Dışlanmamak için, doğruluğunu anladıklan ve tanıdıklan halde
Kur'an'ı kabullenmiyorlardı. İşte Allah, sosyal çevrenin, insanın iradesine
olan etkisine bu ayette işaret etmekte ve onun az bir değere sahip olduğunu da
söylemektedir. Allah'ın ayetlerinin sosyal statü uğruna feda edilemeyeceğini
ve bu alış verişin kârlı olmadığını anlatmak için, Benim ayetlerimi az bir
değere satmayın demiştir.
İnsanın bulunduğu kültür çevresini değiştirmek veya sosyal statüsünü
önemsememek gibi bir takım değişmeleri gerçekleştirmenin zorluğuna işaret eden
Allah, hakikati kabullenmenin en önemli engellerinden birine dikkat
çekmektedir. Bu olgu günümüzde de devam etmektedir: Bazı insanların, sosyal
statülerini kaybetmek tehlikesiyle karşılaşmamak için müslüman olmayı göze
alamadıklarını görüyoruz. Bu nedenle din eğitimcileri dinî daveti götüreceği
insanların toplumdaki mevkilerine dikkat etmelidir.
(Yalnız benden sakının).
Bulunduğu kültür çevresi ve statüden çekinerek gerçeği kabullenmemek,
bir iman zaafının işareti olmaktadır. Sakınılacak olan şey, çevreden çok Allah'ın
kendisi olmalıdır. Kimden ne kadar sakınılacağım bilmeyen insan, takip edeceği
fikri ve yolu da şaşırır.
İman etmek ve ilahî ayetleri az bir pahaya değişmemek gibi insan hayatı
için önemli olan faaliyetlerin, belli bir psikolojik temele dayanmaları
gerektiği için Yüce Allah, burada takva kavramını kullanmıştır. İnsanın manevî
yapısının bağışıklık sistemini oluşturan takva duygusu, yukarıdaki
faaliyetlerin itici gücü olmalıdır.
Yanlış davranışların ve düşüncelerin zararlı hale gelmemesi için, bir
otoriteden çekinmek gereklidir. İşte yukarıdaki ayetin son kısmı bu gerçeğe
işaret etmektedir. 40. ayetin sonu “Ferhebuni”, 41. ayetin sonu da “Fetteqûnî)”
emriyle bitmektedir. Önce korkun, sonra çekinin emri gelmektedir. Nimeti
hatırlama ve ahdinde durma gibi olumlu emirleri savsaklamanın önlenmesi için
korku; Allah'ın indirdiğine iman etmek ve Allah'ın ayetlerini az bir pahaya
değişmemek gibi emirleri yerine getirmek için de çekinme, yani takvaya ihtiyaç
vardır. Aslında rahb ile takva kelimeleri, benzer manaya gelmelerine rağmen
rahb önce, takva ise, sonra oluşmaktadır. Korku olmayınca takva (çekinme)
meydana gelmez. Rahb kelimesinin anlamında kulluk etmek manası da vardır, (ve
iyyâye fetteqûnî) ibaresine, "Yalnız bana kulluk edin" şeklinde mana
verebiliriz. Öyleyse, takva kulluktan sonra oluştuğu için Allah önce kulluk
emrini, sonra takva emrini vermektedir. Fâtiha/5'de yer alan Yalnız sana
kulluk ederiz duasındaki iyyâ (yalnız) ve na'budu (kulluk) kelimelerinin
manası, Bakara/40'da ortaya çıkmıştır. Allah'ın nimetini hatırlayıp anmak,
ahdini yerine getirmek, kulluğun işareti olmaktadır. Sadece Allah'a kul olan
insanlar bu amelleri titizlikle yerine getirirler. Allah'a kulluğun daha ileri
merhalesi, takva'dır.
[221]
42. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın
ve hakkı gizlemeyin.
Ayette yer alan hak ve bâtıl kavramları neyi ifade etmektedir?
Kur'an'ın en önemli metotlarından biri, kavramları zıtlanyla birlikte kullanmış
olmasıdır. Hakkın ne olduğunu açıklarken bâtılı, bâtılı izah ederken hakkı
tanımlamaktadır. Bu şuna benzer: Devamlı tatlı yiyene ekşiyi anlatamazsınız.
Devamlı ekşi yiyene de tatlıyı anlatamazsınız. Tatlı yiyene ekşiyi de
tattırırsınız, o zaman hem tatlıyı hem ekşiyi anlatmış olursunuz. Aynı sistemi
Yüce Allah, Kur'an'da uygulamakta ve hakkı, bâtıl vasıtasıyla anlatmaktadır.
(Allah, gökten su indirir ve vadiler kendi hacimlerine göre sel olup
akar. Bu sel, üstüne çıkan bir köpüğü yüklenip götürür. Süs veya diğer eşyalan
yapmak isteyerek, ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte
Allah, hak ile bâtılı böyle açıklar. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda vereni
yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misal getirir). [Ra"d/17]
Allah, bu ayette hak ile bâtılı iki misalle anlatmaktadır. Şiddetli
yağmur neticesinde vadilerde oluşan sellerin üstünde bir köpük oluşur. Yağmurun
dinme ve selin kesilmesiyle bu köpük yok olup gider; ama geriye faydalı madenler
taşıyan birtakım alüvyonlar kalır. Selden geriye kalan topraklar verimli toprakadır.
İşte yok olup giden köpük bâtılı, kalan alüvyonlar ise hakkı temsil eder.
Süs eşyası yapmakta olan insanlar, madenleri eritirler. Eriyen
madenlerin erili üzerinde köpük oluşur. O eşyayı yapan sanatkâr veya kimyacı
köpüğü atar, :geriye kalan madeni süs eşyası yapar ve insanlar onu üzerlerine
takarlar. Giden uk bâtılı; süs eşyası olan kısmı da hakkı temsil eder. Böylece
Allah hakkı, kalıcılığı, faydalı ve değerli oluşuyla; bâtılı gidici, faydasız
ve değersiz oluşuyya. tanımlamaktadır. Hak ve bâtılı şöyle tarif edebiliriz:
Kalıcı, faydalı ve değerli olan şeye hak, kalıcı olmayan, faydasız ve değersiz
olana da bâtıl denir.
[222]
Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her
şeye gücü yetendir. [Hac/6]
Allah'ın hak oluşu, onun ölüyü diriltmesinden, her şeyi yapmaya gücünün
yetmesi, ilk yaratılışı gerçekleştirmesinden kaynaklanmaktadır.
Mevcut ve sabit manasına gelen hak kavramı, bizzat Allah'a ait olan bir
özelliktir. Güç ve devamlılık söz konusu olunca, hak kavramı kendini göstermektedir.
Allah, gücü ve yaptıklarıyla hak olduğunu beyan etmektedir.
[223]
(Sana vahyettiğimiz kitap, hakkın ta kendisidir). [Fâtır/31]
Hak olan kitap, doğruya doğru, eğriye eğri diyen kitaptır. Taraf
tutmayan ve doğru olanı tasdik eden kitap, hak unvanını kazanmaktadır.
Kendisinden öncekileri doğrulayan kitap, tarafsızdır. Onun için Allah,
yukarıdaki ayette hak olan kitabın özelliğini, kendisinden öncekileri tasdik
etmesinde görmektedir.
Kur'an'ın hak oluşu, Allah'ın kelamı olmasından kaynaklanmaktadır.
Allah, hakkı söyler ve O doğru yola eriştirir. [Ahzâb/4]
Allah, hakkı söylediğine, Kur'an da O'nun sözü olduğuna göre, Kur'an da
haktır. Öyleyse din eğitimi ve eğitimcileri, halkı hak (Kur'an) ile bir araya
getirmeli, onunla tanıştırmak ve gönüllerini onunla doyurmalıdır. Yüce Allah'ın
kelamı, insanı doğru yola iletir ve gönülleri doyurur.
(Doğrusu ben hep doğruyu söylerim). [Sâd/84]
Her zaman hakkı/doğruyu söyleyen Allah'ın, Kur'an'da söyledikleri de
haktır/doğrudur.
[224]
Allah, kitap ile hakikat arasında şöyle bir ilişki kurmaktadır:
(Biz herkesi gücünün yettiği ile sorumlu tutarız. Nezdimizde hakkı
konuşan bir kitap vardır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar). [Mü'minûn/62]
Buradaki kitap, diriliş gününde insana, okuyup kendini değerlendirmesi için
verilecek olan amel kitabı/defteri olabileceği gibi, Kur'an da olabilir.
Sözkonusu kitap'tan maksadın amel defteri olduğu şu ayetler tarafından teyit
edilmektedir:
Bu, size karşı gerçeği söyleyen kitabımız-dır. Çünkü biz yaptıklarınızı
kaydediyorduk). [Câsiye/29]
Kitap, ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş
olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler, 'Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük
hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp, dökmüş. [Kehf/49]
Dikkat edilirse bu ayetlerde kitap, konuşan bir varlık gibi kabul
edilmektedir. Gerçeği bilen bir insan, konuşmasa bile, onun içinde bu hakikat
potansiyel olarak mevcuttur. Kitap, hakikati bağrında barındırmaktadır. İnsan
onu okuduğunda, aslında o kitap ona hakikati konuşmaktadır. Kitap Allah katından
ise, daima hakikati konuşur.
Hakikati kim konuşur? sorusuna, "Allah'ın katındaki kitap"
cevabını verebiliriz. Allah bizimle, kitapları vasıtasıyla konuşmaktadır. Onun
için hakikati Kur'an'da aramak gerekir.
[225]
Yüce Allah, ne yaparsa ve yaratırsa o haktır.
(Güneşi ışık kaynağı, ayı da parlak kılan, yılların sayısı ve hesabı bilinsin
diye aya birtakım menziller takdir eden Allah'tır. Allah, bütün bunları sadece
hakka uygun olarak yaratmıştır. Bilen topluma delillerini açıklıyor).
[Yunus/5)]
Ayette yer alan (mâ halaqallâhu zâlike illâ bi'l-haqq) ibaresi,
"Allah'ın yarattıkları haktır" diye tercüme edilebilirse de,
"Gerçeğe uygun olarak yaratmıştır" şeklinde anlamak daha uygun olur.
Allah hak olduğuna göre, fiilleri de hak olmalıdır. Râgıb el-İsfehânî, bu
ayetteki yaratmanın, hikmete uygun yaratma olduğunu söylemektedir.[226]
Ayetteki hakk'm karşıtı bâtıl'dır.
Onlar ayakta, otururken, yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna
yaratmadın". [Âl-i İmran/191]
(Bunu boşuna yaratmadın) şeklinde tercüme ettiğimiz (mâ halaqte hazâ
bâtılen) fadesinde, bâtıl kavramı yer almaktadır. Bâtıl olarak yaratmadın
ifadesinin karşıtı, Yunus/5'deki Allah her şeyi hak ile yarattı ibaresidir.
Öyleyse, Allah'ın yarattığı her şey haktır, yani bir amaç ve hikmete
yöneliktir. Demek ki varlıkların/yaratılmışların gerçekliği, onları yaratandan
kaynaklanmaktadır.
Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi zannettiniz? [Mü'minûn/115]
Bu ayette geçen abes/boş kavramı da hakkın karşıtıdır. İnsanoğlu boş yere
değil, tam tersine bir hak, yani hikmet için yaratılmıştır.
İşte bu noktada hakkı bâtıl ile karıştırmanın eğitim boyutu gündeme gelmektedir.
İnsanın yaratılış gerçeğini ortaya çıkarmak, onun boş yere yaratılmadığını ve
yaratıkların varlığının gerçekliğini belirleyip öğretmek, eğitimin amacı ve
görevleri arasında yer almalıdır. Varoluş gerçeğini ortaya çıkaramayan eğitim,
yararlı ve doyurucu olmaktan uzak kalacaktır.
Yaratıkların bir hakikate yönelik veya ona dayanarak yaratıldıkları
meselesinde ilahî kudret ile insan aklı bir araya gelmektedir. İlahî kudretin
ilişki kurduğu ne varsa, o gerçektir. İnsan aklı bu gerçeği yakalayınca ve o
varlıklarda bu hakikati görünce, ilahî güçle bir araya gelmekte ve varlık aklı
Allah'a doğru taşımakta, böylece teşbih gerçekleşmektedir. Varlıktaki hakikati
ortaya çıkarmak için yapılan tüm araştırmalar, insan beyninin en yararlı işidir.
[227]
Bâtılın gidiciliğini Allah şöyle beyan etmektedir:
(De ki: "Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya
mahkumdur"). [İsra/81]
Hakkın olduğu yerde bâtıla yer yoktur. Hak güçlü olduğu için, bâtıl
onun bu gücüne dayanamaz. Bâtıl güçsüz, dayanıksız ve korkaktır. Doğası gereği
yok olup gitme özelliğine sahiptir. Hakkı bâtıl ile karıştıran insan, güçsüzle güçlüyü,
kalıcı ile gidiciyi, faydasız ile zararlıyı, değerli ile değersizi karıştırmış
oluyor. Bu da hakka kalitesiz görüntü vermektedir.
Allah, hakkın gücünü bâtıla karşı kullanmaktadır. Bâtılı ortadan
kaldırmanın en etkili silahı haktır.
(Biz hakkı bâtılın üzerine atarız da, hak bâtılın işini bitirir. Bir de
bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir). [Enbiya/18]
Hakkı bâtılın üzerine atma metodu, Allah'ın sünnetidir. Bâtıl olarak
nitelendirilen kötü, yanlış ve sahte olanla en iyi mücadeleyi, hak denen doğru
bilgi yapabilir. İnsanlar doğru bilgiye uyarlarsa, gelişen hak sayesinde bâtılın
alanını ve gücünü daraltmış olurlar.
(De ki: "Hak geldi; artık bâtıl ne bir şeyi ortaya koyabilir ve
ne de geri getirebilir"). [Sebe/49]
Hakkın sustuğu yerde bâtıl konuşur, safsataları ve hurafeleri öne
çıkarır. Buna karşılık gerçeğin ortaya çıkışı ile bâtılın bu sahte işleri
ortadan kaybolur. Çünkü hak, güneş gibidir. O gelince diğer ışıkların ziyası
bir anlam ifade etmez. Diğer taraftan, bâtılın geri getireceği bir değeri
yoktur. Artık onun gücü ve ışığı sönmüştür:
Ve Allah, bâtılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. [Şura/24]
Ancak nasıl güneşin kaybolması ile karanlık başlıyorsa ve bütün kötülükler
karanlıkta işleniyorsa, hakkın bir toplumda yok olması da bâtılın yeniden
doğmasına sebep olabilir. Bundan dolayı bir toplumda bâtılın karşısında hakkı
tutup kaldıracak ve onu Allah'ın emrettiği şekilde yaşatacak kişilere ihtiyaç
vardır. Bu kişiler ilim adamlarıdır; eğitim ordusudur.
Bâtılla mücadeleyi ilk başlatan Allah, mücadelesini kelimeleriyle
gerçekleştirmektedir. Dikkat edilirse Allah, önce bâtılı gidermek suretiyle
hakkın ağacını dikmektedir. Bu durumda bâtıl ile iki türlü mücadele
edilebileceğini göstermektedir. Bunlardan biri, hakkı ortaya koyup, onu bâtılın
tepesine atarak mücadele etmek, diğeri de bâtılı gidererek hakkı
gerçekleştirmektir. Birinci yöntemi insanlar kullanabilir; ama ikincisi sadece
Allah'a mahsustur. Çünkü insan doğrudan doğruya bâtıl ile mücadele edemez.
Hakkı yanına alarak, hakkın ne olduğunu bilerek ve öğrenerek bâtıl ile
mücadele verebilir. Şura/24'de olduğu gibi, Allah önce bâtılı giderir ve ardından
kelimeleriyle hakkı ortaya koyar. Öyleyse, insanlar önce hakkı öğrenecek ve
öğretecekler, sonra da bâtıl ile mücadele etme metodunu takip edeceklerdir. Bu
metod, kâfirlerin kullandığı usûlün tam tersidir. Onlar bâtılı yanlarına
alarak hakkın ayağını kaydırmak isterler. Allah bunu şöyle anlatmaktadır:
(Kâfir olanlar, bâtıla dayanarak hakkı ortadan kaldırma mücadelesi
verirler). [Kehf/56]
(Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Ben de onları
yakaladım). [Gâfir/5]
Demek ki, kâfirler bâtıla dayanarak, bâtılı yanlarına alarak hakla
mücadele etmektedirler. İnananlar da, hakkı yanlarına alarak ve ona dayanarak
bâtıl ile mücadele etmelidirler. Metod aynı, ama değerler yer değiştirmektedir.
Gâfir/5 ayetine göre, bâtıla dayanarak hak ile mücadele etmek, bir nevi
Allah'a savaş açmak olduğundan, Allah bu tip insanları yakalamakta ve gereken
cezayı vermektedir.
[228]
Hakkın en önemli özelliklerinden biri açıklayıcı olmasıdır.
(O halde, sen Allah'a güvenip, dayan. Çünkü sen, açıklayıcı hakikat
üzerindesin). [Neml/79]
Hakikat açık ve açıklayıcıdır. Gece karanlığında eşya ve varlıkların
yapısı ve renkleri insan tarafından seçilemez. Onların hangi yapıda ve renkte
olduklarını güneş ışınlan ortaya çıkarmaktadır. Hakikat de -tıpkı güneş ışınları
gibi- meselelerin yapı ve renklerinin görülmesini temin eder.
[229]
Hakkın diğer bir özelliği de aydınlatıcı olmasıdır. Daha önce Kur'an'ın
hak olduğunu söylemiştik. Kur'an'ın hak olduğunu bilen insanın, aydın bir beyin
ve gönüle sahip olduğu bir gerçektir. Yüce Allah bu aydınlığı şöyle tasvir
etmektedir:
(Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse kör kimse gibi
olur mu? Ancak akıl sahipleri anlar). [Ra'd/19]
Ayetin temel kavramları hak, Allah'ın indirilen, kör, düşünmek ve
akıl'dır. Allah; ayette bir benzetme yapmaktadır. Bu benzetme bilen ile kör
arasında olmaktadır. Körlük karanlığı/görememeyi, Kur"an'ın hak olduğunu
bilmek de görmeyi/aydınlınlığı temsil etmektedir. Demek ki hakkın bilinmesi
aydınlığı ve görmeyi; bilinmemesi de karanlığı ve körlüğü meydana
getirmektedir.
Akıl sahibi insan düşünüp Kur'an'ın hak olduğu bilgisine ulaştığında,
aydınlığa kavuşmuş olur.
Hakikatin bilgisi, insanlığa aydınlık getirmektedir. Hakikatin bilgisi,
insan aklını ve düşüncesini kendisine doğru çekmekte ve aydınlığa ulaştırmak
için karanlıkları delip geçmelerini sağlamaktadır.[230]
Allah, hakkı tanımlarken dalâlet (sapıklık) kavramını kullanmaktadır.
Demek ki hak, sapıklığın dışında kalan alanı temsil etmekte, yani insanı doğruya
götüren şeyin toplamı olmaktadır. Yüce Allah, bu konuyu şöyle açıklamaktadır:
İşte sizin hakiki Rabbiniz Allah, bunları yapandır. Artık haktan sonra
sapıklıktan başka ne kalır? Nasıl döndürülüyorsunuz. [Yunus/32]
Demek ki, haktan sonra sapıklık alanı başlamaktadır. Sapıklık, yoldan
çıkma olduğuna göre, hak da doğruya götüren bir gücü veya alanı temsîl etmektedir.
Böylece şu gerçek ortaya çıkmış olmaktadır: Hak, doğruya götüren şeydir.
[231]
Kendi özündekine uygun olan şeye itikad haktır. Bir kimsenin öldükten
sonra dirilmeye, sevaba, cezaya, cennet ve cehenneme inanması gibi.[232]
Bu konudaki inanç tartışmaya açılamaz. Çünkü bu konuların kendisi hak
olduğu için, onlara inanmak da haktır. Kur'an'ın ve diğer kutsal kitapların geliş
nedenlerinden biri, bu hakikatle ilgili tartışmaları sona erdirmek ve ortadan
kaldırmaktır.
(Bunun üzerine Allah iman edenlere, ihtilafa düştükleri hakikati
gösterdi). [Bakara/213]
Demek ki hak, üzerinde tartışma yapılamayacak kadar kesin, açık ve nettir.
Bu kadar kesin olan bir şeyde ihtilaf etmek, tartışarak şüphe tohumları ekmek,
akılla bağdaşır bir husus değildir. Allah bu tartışmayı ortadan kaldırmak için
kitaplar göndermiştir.
İhtilaf edilen hakikatin ne olduğu anlatılmadıkça, insanların o
konudaki hataları kendilerine gösterilmedikçe hak, bâtıla kanştınlacaktır.
Hakikat hakkında net ve kesin bir bilgiye sahip olmayanlar, her an hak
ile bâtılı karıştırabilirler. Hakkı bâtıl ile karıştırmak, bilgisizliğin,
cehaletin ve kıskançlığın eseridir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
(Aralarındaki kıskançlık yüzünden
ihtilafa düştüler). [Bakara/213]
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra kıskançlık yüzünden
ihtilafa düşmeleri, hak ile bâtılı karıştırmalarına neden olmuştur. Demek ki,
kıskançlığın olduğu yerde bilginin aydınlatıcı gücü zayıflamaktadır.
[233]
İnkâr edenlerin cehennem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü böylece
gerçekleşti). [Gâfır/6]
Bu ayette hakikat kelimesi, yüklem olarak geçmektedir.
"Gerçekleşmek" anlamı verilen bu fiilin öznesi, "Allah'ın
kelimesi"dir. Allah daha önce kutsal kitaplarında kâfirlerin
karşılaşacakları cezalan beyan etmişti. Allah'ın vaad ve vaîdleri gerçekleşmiş,
hakikat de yerini bulmuştu. Söz ve davranış, tayin edilen zamanda ve bildirilen
şekilde gerçekleştiğinde, hakikat ortaya çıkmış olmaktadır.
Verdiği sözün zamanı gelince, onu yerine getiren kimse, hakikat
adamıdır. Söz ve davranışlarını, zamana ve ölçüye uyan insanlar yetiştirmek,
eğitimin amaçlan arasında yer almalıdır. Söz ve davranışlan, zamana ve ölçüye
uymayan kimseler, hakkı bâtıla kanştırmış demektirler.
[234]
Allah, hakkın hevaya uymasını kainatın (göklerin, yerin ve ikisi
arasmdakilerin) fesada uğramasına denk görmektedir. Öyleyse kainatı ayakta
tutan güç hak'tır. Bu konudaki ayet şöyledir:
(Eğer hak onlann hevasına (kötü arzulara) uysaydı, gökler ve yer; her
ikisinde bulunanlar, kesinlikle bozguna uğrarlardı). [Mü 'minûn/71]
Ayette yer alan heva bâtılı temsil etmektedir. Hak hevaya tâbi
olduğunda, gökler, yer ve ikisi arasındakiler fesada uğrayıp yıkıldığına göre,
kainatın düzeni, hevaya/bâtıla tâbi olmayan bir hakikat üzere işlemektedir.
Tefsirini yaptığımız Bakara/42'de dikkat çekilen hakkın bâtıla
karıştırılması, böyle bir yıkıma sebep olacağı için Allah tarafından
yasaklanmaktadır.
Mü'minûn/71'den anlaşılıyor ki hakk'm karşıtı heva'du. Demek ki bâtılın
kaynağında insanın hevası vardır.
Hakkın, insanların hevasına tâbi olması durumunda evrenin düzeni fesada
uğrayacağı gibi, insanın iç aleminin düzeni de fesada uğrar.
Hakkı bâtıla karıştırmamak, yani nefsin arzularına uydurmamak gibi
önemli bir şuur ve bilgiye sahip olmak, insanın iç alemi ile dış alemini cennete
çevirecektir.
İşte din eğitimi insanlara hak ile bâtılı karıştırmamanın yollarını
göstermeli ve bunun şuurunu vermelidir.
[235]
Allah Kur'an'da, hakikatin bir boyutunun, ancak dış alemdeki tabiat kanunları
ile insanın iç alemindeki psikolojik (manevî) kanunların tetkik edilip
öğrenilmesi ile ortaya çıkacağına işaret etmektedir:
(Hem dış alemde ve hem de iç alemlerindeki ayetlerimizi onlara
göstereceğiz. Kur'an'ın hak olduğu onlara belli oluncaya kadar). [Fussilet/53]
Bu ayetten şu anlamı çıkarıyoruz: Kur'an'ın hak olduğu, iki farklı kanunun
örtüştüğü ya da buluştuğu noktada anlaşılır. İnsanoğlu dış alemin kanunlarını
inceleyip anlayınca ve kendi içine dönüp psikolojik yapısındaki kanunların
farkına varınca hakikate ulaşmış olacaktır.
Allah, insana bu iki alemin kanunlannı göstereceğini, yani öğreteceğini
ifade etmektedir.Bu bir öğretim faaliyetidir. Demek ki hakkı anlamanın en
kestirme yolu, bu öğretmeden geçmektedir.
[236]
Yüce Allah, zengin ile fakirin ilişkilerinde de hak kavramına yer
vermektedir.
Zenginlerin mallarında isteyenin ve fakirin hakkı da vardır.
[Zâriyat/19]
Mallarında isteyene ve mahruma belli bir hak tanıyanlar. [Meâric/24-25]
O halde sen akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. [Rûm/38]
Hakkın hangi özelliklere sahip olduğunu anladıktan sonra, hakkın zıddı
olan bâtılın ne olduğunu açıklamaya çalışacağız. Bâtıl kavramı boş, faydasız,
abes, hükümsüz, kıymetsiz, sahte, yanlış, hatalı, yalan, güvenilmez, vefasız,
hain, sadakatsiz, çelişkili, gülünç, temelsiz, asılsız, itibarsız, hile,
aldatma, hayırsız manalarına gelmektedir.
Bâtılla ilgili olarak bu manalardan Kur'an'da tesbit edebildiklerimizi
şöylece sıralayabiliriz:
[237]
Şu ayetten, bâtılın itaatsizlik anlamına geldiği anlaşılmaktadır:
(Ey iman edenler! Allah'a itaat e-din, Peygamber'e de itaat edin.
İşlerinizi boşa çıkarmayın). [Muham-med/33]
Ayette bâtıl kelimesi fiil olarak yer almakta ve amellerin boşa
çıkması, yani bâtıl olması manasını ifade etmektedir. Saygı denen itaat,
amellerin kabulünü temin etmektedir. Allah'a ve Peygamber'ine itaat, bâtılın
zıt manası ve karşıt eylemi olmaktadır. Demek ki Allah'a ve Peygamber'ine itaat
hak; itaatsizlik de bâtıldır. İtaat etmeyen, hak ile bâtılı karıştırmaktadır.
Böylece hak ile bâtılın nasıl kanştrnlacağına da cevap verilmiş olmaktadır.
[238]
Bu manası ile bâtılın, hile ve aldatma anlamlan ortaya çıkmaktadır:
Mallarınızı aranızda bâtıl (haksız) yere yemeyiniz. Bilip dururken,
insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemek için o mallan
hâkimlere rüşvet olarak vermeyiniz. [Bakara/188][239]
Bâtıl, haram lokma yemek olduğuna göre, helal lokma da haktır. Haram lokma
ile helal lokmayı karıştıranlar, hak ile bâtılı karıştırmış olmaktadırlar.
Yenen haram lokma, insanın ruhunu/şahsiyetini öldürmektedir. Allah Teala bu
hususa şöyle işaret etmektedir:
Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret ile olması müstesna
mallarınızı bâtıl (haksız) yere yemeyiniz. Ve kendinizi öldürmeyiniz;
kesinlikle Allah size merhamet edecektir. [Nisa/29]
Karşılıklı rızanın bulunmadığı ticaret bâtıldır. Aldatmanın bulunduğu
haksız kazanç bâtıl sınıfına girmekte ve bu sel halini alıp insanın manevî
hayatını ortadan kaldırmaktadır. Demek ki bâtıl, insanın şahsiyetini yaralayan,
inciten ve öldüren bir özelliğe sahiptir.
[240]
(Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. Onun dışında taptıkları
ise bâtılın ta kendisidir). [Hac/62]
Demek ki bâtıl, şirkte kendisini göstermektedir. Allah'tan başka tapınılan
ne varsa, bâtılı temsil etmekte ve bâtılın mâhiyetini tanımlamaktadır. Yukarıda
verdiğimiz ayetten öncekileri ele alırsak, Allah'ın hakk oluşunun ne anlama
geldiğini daha kolay anlayabiliriz.
Allah'ın yolunda hicret edip, öldürülenleri iyi bir nimetle
nzıklandırmak, onları hoşnut olacakları bir yere koymak, mazlumlara yardım
etmek, affetmek, geceyi gündüzün, gündüzü gecenin içine sokmak kudreti.
[Hac/58-61]
Hak olan varlık, bu olguları gerçekleştiren ve daima gerçekleştirecek
olan varlıktır. Bunları beceremeyecek olan başka varlıklara tapınmak bâtıl
olduğu gibi, taptıkları tanrılar da bâtıldır. Öyleyse Allah'tan başka
varlıklara, tapınacak kadar kutsallık atfetmek, hak ile bâtılı karıştırmaktır.
Bakara/42'de ifade edilen "hak ile bâtılı karıştırmak" eylemi, tevhid
inancı ile şirki bir araya getirip karıştırmak manasına gelmektedir.
Demek ki müslüman olup da tevhitle şirki bir arada yaşayanlar vardır.
Mazlumlara yardım edemeyen, nzık veremeyen, affedemeyen ve tabiat olaylarını
değiştirme gücüne sahip olamayan varlıklardan yardım beklemek, tevhid inancına
şirk karıştırmaktır. Türbelerin taşlarına yüz sürmek, ağaçlara çaput bağlamak
ve ölülerden yardım beklemek, tevhide şirk karıştırmaktan başka bir şey
değildir.
[241]
Allah'ın söylemediği bir sözü, sanki Allah söylemiş gibi bir izlenim
vererek konuşmak, ya da herhangi bir konu için, -Kur'an'da olmadığı
halde-"Kur'an'da böyledir" demek, Allah'a iftira etmektir. Allah'a
iftira ise, kesinlikle bâtıl bir iştir. Allah şöyle buyuruyor:
(Yoksa onlar, senin Allah'a karşı yalan uydurduğunu mu söylüyorlar?
Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Allah bâtılı silip yok eder.
Sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir).
[Şûrâ/24]
Dikkat edilirse bu ayet, din alanına Hz. Peygamber'i bile karıştırmamaktadır.
Dîni Allah koyar, peygamberler onu tatbik edip tebliğ ederler. Allah'ın
söylemediğini O'na isnad etmek, kalbin mühürlenmesine kadar uzanmaktadır.
Allah, Hz. Peygamber'e "Böyle bir işi yaparsan, senin de kalbini mühürlerim"
uyarısında bulunmaktadır. Dinde Allah'a iftira etmek, bâtıl bir eylemdir.
Allah, bâtıl olan böyle bir eylemi yok edip, kendisinin hakkı gerçekleştireceğini
söylemektedir. Bir din görevlisi veya herhangi bir insan çıkıp, beşerî bir
hükmü dindenmiş gibi gösterirse, ilahî vahiy ile onu karıştırmış olacaktır.
Böyle yapanların gönülleri mühürlenmekten kurtulamayacaktır. Bu manada bâtıl,
insanların felahını da önlemektedir. Çünkü Allah'ın haram kılmadığına haram,
helal kılmadığına helal demek, O'na iftiradır. İftira da insanların kurtuluşa
uzanan yollarını tıkamaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:
(Dillerinizin gelişi güzel uydurduğu yalana dayanarak, bu helâldir; bu
haramdır, demeyin. Çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz. Allah'a iftira edenler
asla kurtuluşa eremezler). [Nahl/116]
Kültür yaratmayan toplumlar hayat bulamazlar. Bunlar başkalarının tayin
ettiği bir hayatla sınırlı kalırlar. Din de böyledir. Din de kendi tarafından
meydana getirilen kültür sayesinde toplumda yaşama imkanı bulur. Ancak yine bu
kültür tarafından yozlaştınlır. Eğer dinin yarattığı bu kültür dinin özünden
beslenemezse, yaratılan bu ikinci kültür din yerine geçer. Dikkat edilecek
olursa bütün peygamberler dinin aslından uzaklaşan ve kendi oluşturdukları
kültürü din olarak kabul eden ve benimseyen toplumlara gelmiştir. Demek ki
Allah'ın koyduğu din, beşerin dediği ve yaptığı ise kültür olarak kalmalıdır.
Allah'ın fetvası ile beşerin fetvası kesin çizgilerle ayrılmalıdır. Bu iki
alanı birbirine karıştırmak, hakla bâtılı karıştırmaktır. Bunu da Allah şiddetle
yasaklamaktadır.
[242]
(Bunun sebebi, inkar edenlerin bâtıla uymaları; inananların da
Rablerinden gelen hakka uymuş olmalarıdır). [Muhammed/3]
Allah'ın indirdiği şey haktır [Muhammed/2] Hakka ise, inananlar uyar.
Hakkın dışındaki şeyler bâtılı temsil etmektedirler. Bunun manası şudur: Beşerî
olan bir fikri din seviyesineçıkanp ona kutsallık vererek din adına tâbi olunan
şey bâtıldır. Onun için kâfirlerin uydurdukları bâtıl, Allah'ın koydukları ise
hak'ta. Kâfirlerin uydurduğu ile Allah'ın indirdiğini karıştırmak büyük bir
hatadır.
[243]
(Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı düşünüp,
anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını derin derin düşünürler.
"Rabbi-miz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennemden
koru!"derler. [Âl-i İmran/191]
Bazı insanlar Allah'ı anar ve kainatın sırlarını düşünürler. Bu düşünce
onları kainatın boşuna (bâtıl) yaratılmadığı ilkesine ulaştırır. Demek ki
içinde bir hikmet taşıyan, düzeni olan ve insanlara fayda veren bir iş üretmek,
bâtıldan uzakta olmaktır. Allah'ın yarattığı her şeyin bir hikmeti vardır.
İşte bu hikmetin zıddı, bâtıl'dır. İman sahibi kimse, kainatın yaratılışındaki
hikmeti idrak etmeli, onun bâtıl/boş yere yaratılmadığını bilmelidir.
Kur'an'da tesbit ettiğimiz bâtü'ın bu özelliklerinin karşıtı da
hak'tır.
Bakara/42'nin diğer kısmı, bâtılı giderecek, onu mahvedecek güçte olan
hakkın, nasıl bâtıl ile karıştırıldığına ve hakkın buna nasıl müsade ettiğine
işaret etmektedir:
(Hakkı gizlemeyin) ibaresi, hakkı gizlemekle bâtılın ortaya çıkmasına
sebep olunacağına dikkat çekmektedir. Hakkı gizleyenler, onun bâtılı yok edici
özelliğine zincir vurmaktadırlar. Hak ile bâtılın ne olduğunu ve aralarındaki
ilişkileri bildikleri halde, hakkı gizleyip bâtıla yol veren kimseler, bâtılın
yayılmasına sebep olurlar. Bâtılın yayılması da hakla karışmasına neden olur.
Hak ile bâtılın karışması ise insanlığı bunalımlara, felaketlere, karanlıklara
sürükler.
Bildikleri halde hakla bâtılı karıştıran ve hakkı gizleyenler,
insanlığa en büyük zulmü yapanlardır. Bu zulüm zamanla dönüp, karıştırdıkları o
çamurun içinde onları boğacaktır. Hakkı gizleyenler ve onu bâtıl ile
karıştıranlar, aslında kendilerini inkar etmektedirler. Kendi geleceklerini
tehlikeye atıp, cehennemlerini oluşturmaktadırlar. İşte ilahî yöntemin temel
uyarılarından birisi ve en önemlisi, hakkın ortaya konması ve onun bâtıl ile
kanştırılmamasıdır.
Hak ile bâtılı karıştıran ve hakkı gizleyenler, dünya hayatında hiçbir
meseleyi aydınlığa çıkartamayacak ve bütün işlerini sisli bir havanın içinde
kalmış gibi el yordamıyla yapmaya çalışacaklardır.
Evrensel eğitimin ve siyasî uygulamaların insanlığa yapacağı en faydalı
iş, hakkın ayakta kalmasına yardım etmek, onun geniş ufuklarından insanlığı
istifade ettirmek, onun aydınlığı içinde insanlığın yol almasını temin etmektir.
Hakkın nuru, bâtılın görüntüsünü ve cılız ışığını yok edecektir. Böylece
insanlık, Hakk'm nuruna kavuşacak ve huzur bulacaktır.
[244]
43. Namazı kılınız, zekatı
veriniz ve rüku edenlerle beraber rüku ediniz.
Allah'ın nimetini anmak ve ahdini yerine getirmek [Bakara/40]; Allah'ın
indirdiğine inanmak, kâfirlerin ilki olmamak ve Allah'ın ayetlerini az bir
değere satmamak [Bakara/41]; hak ile bâtılı karıştırmamak ve hakkı gizlememek
[Bakara/42] emirlerinden sonra, namazı kılmak, zekatı vermek ve rüku edenlerle
beraber rüku etmek emirleri gelmektedir. Demek ki ahde vefa, iman ve hakkı
ayakta tutmak gibi ibadet ve değerler, namazdan önce gelmektedir.
Nimete şükran, ahde vefa, Allah'tan sakınmak, iman etmek, namaz kılmak,
zekat vermek ve rüku edenlerle beraber rüku etmek, olumlu emirlerdir.
Kâfirlerin ilki olmamak, Allah'ın ayetlerini az bir değere satmamak, hakkı
bâtıl ile karıştırmamak ve hakkı gizlememek de olumsuz emirlerdir. Olumsuz
emirlerden (yasaklardan) uzak durabilmek için, olumlu emirleri yerine getirmek
gerekiyor. Olumlu hükümleri topluma mal etmek suretiyle, olumsuzluklarla
mücadele edebiliriz. Eğitimin sosyolojik manada en büyük hizmeti, evrensel
değerleri toplumun hayatına bir dantel gibi örüp, kötülüğün gücünü kırmak ve
alanını daraltmaktır.
Namazın ne manaya geldiğini Bakara/3'de açıklamıştık. Gerekli olmak,
ayrılmamak, sımsıkı tutmak, koşan atın peşinden gelen at ve dua manalarına
gelen salatın (namaz),[245]
en eski ibadetlerden biri olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır. Yukarıda verilen
ayette namaz geniş bir şekilde izah edildiği için burada açıklama
yapılmayacaktır; ancak namazı namaz yapan unsurlardan biri olan rüku meselesi
izah edilmeye çalışılacaktır.
(Rüku edenlerle beraber rüku ediniz).
Boyun eğmek, râm olmak, diz çöküp ibadet etmek, namazda elleri dizlere
koyarak eğilmek manalarına gelen rüku, bazı ayetlerde müstakil bir ibadet olarak
zikredilmektedir:
Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin. Rabbinize ibadet edin, hayır
işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. [Hac/77]
Bu ayetteki rüku ve secde, namazı tanımlamakla beraber, rükuun bağımsız
bir ibadet olduğuna da işaret etmektedir.
Bakara/43'deki Rüku edenlerle beraber... ifadesinden, bunun cemaatle
beraber yapılan bir ibadet olduğu anlaşılmaktadır. Bu beraberlik, Allah'a
ibadet edenlere katılmayı, onlarla beraber aynı duygu ve değeri paylaşmayı
ifade eder. Namaz, toplumsal bütünleşmeye, birlik ve beraberliğe bu şekilde
katkıda bulunur. Toplumsal birlik ve beraberlik, gıdasını, yapılan ibadetlerden
alır.
Tevazu ve alçakgönüllülüğü ifade eden rüku, ferde ve topluma bu değerleri
kazandırmak için emredilmiştir.
Rüku edenlerle beraber rüku edin emrinin namazdan sonra gelmesi neyi
ifade etmektedir? Zaten rüku, namaz kılın emrinin içinde vardır. Öyleyse niçin
rüku ayn olarak emredilmektedir? Bize göre bu emir, namazın insana ve topluma
sağlayacağı faydalardan birini açıklamaya yöneliktir. Rüku vasıtasıyla namaz,
ferde ve topluma alçak gönüllülüğü, tevazuyu aşılamaktadır. Rüku ahlâkın temel
değerlerini ve terbiyenin temel unsurlarını ibadet yoluyla ferde ve topluma
kazandırmanın usûlüdür. İbadetle Rablerine boyun eğen insanlar, birbirlerine
karşı mütevazi olurlar.
Namaz kılıp rüku edenler, insanlara karşı alçak gönüllü
davranamıyorlar-sa, namazlarını bir daha gözden geçirmelidirler. Rüku, toplumun
terbiyesinde bir tevazu alam oluşturmaktadır. İşte Allah, Rüku edenlerle
beraber rüku edin buyurmak suretiyle, bu tevazu alanının içine girmeyi
emretmektedir. Böylece terbiyenin yaşanarak elde edileceğine de işaret
edilmiştir.
[246]
44. Ey (bilenler), kitabı
okuduğunuz halde, insanlara (başkalarına) iyiliği emredip, kendinizi unutuyor
musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Allah'ın, İsrailoğullan'nın bilginlerine ve din adamlarına bu soruyu
sormasının nedenlerini müfessirler şöyle sıralamışlardır:
a)
Hz. Peygamber'in gelip,
insanları doğruya çağıracağı meselesidir.
Onlar Araplar'a "İçinizden bir peygamber gelecek ve siz ona
uyun" diyorlardı, fakat Hz. Peygamber gelince kendileri ona uymadılar.
İşte bu nedenle böyle bir soru ile karşı karşıya kaldılar.[247]
b)
Süddî'ye göre, insanlara
Allah'a itaat etmelerini, isyan etmemelerini söylüyorlar ve fakat kendileri
dediklerinin tersini yapıyorlardı.
c)
İbn Cüreyc'e göre,
İsrailoğullan'nın bilginleri halka namaz ve zekatı emrediyor; ama kendileri bu
amelleri yerine getirmiyorlardı.
d) Zeccac'a göre, onlar halka
sadaka vermelerini emrettikleri halde kendileri vermiyordu.
e) Tevrat'a uymalarını halka
tavsiye ederken, kendileri bunun tersini yapıyorlardı.[248]
Bu maddelerden ortaya çıkan netice şudur: Allah'a itaat, ibadet ve Hz.
Muhammed'in geleceğine dair hakikati kabullenip, ona uymayı tavsiye ediyorlardı;
ama kendileri bunların hiç birini yapmıyordu.
[249]
Birr kelimesi, bahr kelimesinin karşıtı olan ve genişlik manasına gelen
berr kelimesinden gelmektedir. Birr ile berr, genişlik anlamını
paylaşmaktadırlar. Öyleysee birr, hayırda genişlik demektir. Bu anlamıyla
birr, Allah'a nisbet edilmektedir.[250]
Birr, deniz anlamına gelen bahr kavramının zıddı olan kara manasındaki
berr'-den türemiştir. Berr kelimesi denizin zıddı (kara) manasına şu ayette
geçmektedir: (Karada ve denizde düzen bozuldu). [Rûm/41]
Bu ve buna benzer pek çok ayette berr kelimesi, denizin karşıtı olan
kara manasında geçmektedir. Râgıb el-İsfehânî, genişlik anlamını ifade ettiklerinden,
birr'in de berr'den türediğini söylemiştir. Çünkü berr kelimesi Allah'a nisbet
edildiğinde iyilik manasına gelmektedir:
(Gerçekten biz, bundan önce Allah'a yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden,
esirgeyen ancak O'dur). [Tûr/28]
Berr, iyiliği bol manasıyla Allah'ın sıfatıdır. Kula nisbet
edildiğinde, Allah'a çok itaat eden kul anlamına gelir.
Biz, kara manasına gelen berr ile iyi manasına gelen birr arasında bir
bağlantı daha kurmak istiyoruz. Deniz tehlikeli bir alanı, kara ise emniyetli
bir yeri temsil etmektedir. İyinin peşine takılan ve onu elde eden insan,
kötülüklerden emin olacağı için, denizden karaya çıkmış gibi olacaktır. Birr
(iyi), bir ruh ve sosyal güvenliği ifade ettiği için kara manasına gelen
berr’den türemiştir.
Birr lügatte dindarlık, kendini Allah'a vakfetme, doğruluk, kurtuluş,
dürüstlük, samimiyet, zühd, şefkat, yumuşaklık, cömertlik istidadı; fiil
olarak da hürmet etmek, vazifesini bilmek, fedakârlık etmek, tatlı dilli
olmak, cömert olmak itaat etmek, tâbi olmak, şeref vermek, güvenilir olmak,
doğru söylemek, samimi olmak, doğru olmak, sözünü tutmak, garanti etmek,
hakkını korumak, temize çıkarmak, günahı affetmek, muaf tutmak, beraat etmek,
temize çıkmak, vücuda getirmek, başarmak, haklılığını isbat etmek anlamlarını
ifade etmektedir.
Birr'den türeyen mebrûr da, kabul etmek manasına gelmektedir.[251]
"Allah haccını kabul etsin" duasında de bu kavram kullanılmakta ve
Allah'ın razı olduğu ameli ifade etmektedir.
İsfehânî, birr'i (iyiyi), itikad ve amel diye ikiye ayırmaktadır. Başka
bir ifadeyle, iyinin iki unsurdan oluştuğunu söylemektedir. İnanç ve amelle
ilgili olan bu iki unsur, Bakara/l 77'de açıklanmaktadır.
Hz. Peygamber'e birr'in (iyinin) ne olduğu sorulduğunda, Bakara/44
ayetini okuyarak cevap vermiştir:[252]
(Kendinizi unutuyorsunuz).
İnsanlara iyiyi emredip kendini unutmak, yani o iyiyi tatbik etmemek,
eğitim açısından çok sakıncalıdır. Tatbik edilmeyen şeyin başkasına öğüt olarak
verilmesi aklın tabiatına aykırı düşmektedir. Emrettiğini yaşamak veya
yaşadığını öğütlemek, eğitimin temel ilkelerinden biridir. Modern eğitim bu
kuralı daha keşfetmeden önce, Kur'an, onu dünyaya ilan etmiş ve geniş bir
şekilde açıklamıştır.
Bir insanın yapmayacağı şeyi söylemesi, Allah tarafından büyük bir
günah olarak kabul edilmektedir.
(Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle
karşılanmaktadır). [Saf/2-3]
Geçmişte yapmadığı bir şeyi insanlara yapmış gibi söylemek veya
istikbâlde yapmayacağı bir şeyi vaadetmek, bu ayetlerin kapsamına girmektedir.
Ana babalar, devlet adamları ve eğitimciler, çocuklarına, halkına ve öğrencilerine,
iyiyi emredip de, kendileri yapmazlarsa, onlara güven telkin edemez ve etkili
olamazlar. Söz ve davranışlar arasındaki tutarsızlıklar, aile eğitimini,
siyaseti ve okul eğitimini kirletmekte ve Allah'ın nefretine neden olmaktadır.
Ayrıca, eğitimin ve siyasetin etkinliğini, bereketini ve tutarlılığını
yaralamakta ve insanların şahsiyetini incitmektedir.
(Halbuki siz kitap da
okuyorsunuz).
Kitabı okuyan İsrailoğullan'mn bilgin ve din adamları, kitaplarında Hz.
Muhammed'in geleceğini okuyor ve din adına Allah'a karşı hangi ibadetlerin
yapılacağını biliyorlardı. Kitapta yer alan esasları insanlara öğütlüyor; ama
kendileri yapmıyorlardı. Allah'ın buyruklarını okuyup, bilmek ve onların tersini
yapmak kadar akla ters düşen bir şey var mıdır? Onun için Allah, ayetin sonunda
sormaktadır:
(Hâlâ aklınızı
çalıştırmayacak mısınız?)
Aklını kullanan ve kitabı bilen insanların, söz ile davranışları
arasında bir çelişkiye düşmemeleri gerekir. Aklını kullanmak, düşünmek demektir.
Ayetin son kısmında bilgiye ve aklı kullanmaya yapılan vurgu, eğitimcilerin
eğitim faaliyetlerinde hangi değerleri kullanıp öğreteceklerine açıklık getirmektedir.
Aklını kullanan ve bilen insan, verdiği öğüde önce kendisi uyar. Aklını
ve bildiğini kendi menfaatine kullanmayanlar, başkalarına karşı değer kaybeder
ve etkisiz olurlar. Eğitim faaliyetinde akılcılığın gereği, eğitimcilerin söz
ve davranış çelişkilerine düşmemeleridir. Akılcılığın olduğu yerde çelişki
olmaz.
Aklın çalıştırılmaması, tenakuza düşmenin yanısıra, insana kendini de
unutturur. Demek ki akıl, insana kendisini hatırlatmakta, kendisi ile bir bağ
kurdurmakta, kendini bilmeyi temin etmektedir. Kendini unutan, Allah'ın
emirlerini de unutur ve böylece akıl ve bilgi alanının dışına çıkar.
Hz. Şuayb kavmine şöyle demişti:
Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Eğer benim Rabbim tarafından verilmiş
apaçık bir delilim varsa ve O, bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna
ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak
istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum".
[Hûd/88]
Hz. Şuayb'ın eğitimdeki altın kuralını ortaya koyan bu ayet,
pedagogların söz-davranış çelişkisi içinde olmamalarını öğütlemektedir.
Şuayb'ın kavmi, Hz. Şuayb'ın akıllı biri olduğunu kabul etmişti. [Hûd/87]
Hz. Şuayb, (Size yasakladığım şeyde, size muhalefet etmek istemiyorum)
[Hûd/88] ifadesiyle, aklın, sahibini en doğru ve en uygun yola sevketmesi
gerektiğine dikkat çekerek, "Allah'ın emrine saygı ve yaratıklara şefkat
göstermeye devam ediyor ve onları asla terketmiyorum. Siz de benim akıl sahibi
olduğumu kabul edip, bu yolu terketmediğime şahit olduğunuza göre, bunun en
iyi yol olduğunu kabul edin" demek istemiştir.[253]
Hz. Şuayb kavmini şirkten, başkalarının haklarını yemekten,
fesatçılıktan nehyediyor; tevhidi, ölçü ve tartıda hile yapmayı, hak ve adaleti
gözetmeyi emrediyor ve zımnen, nehyettiklerini yaptığı ve emrettiklerini
yapmadığı takdirde eğitimin fayda vermeyeceğini ve ıslah edemeyeceğini de ifade
etmiş oluyordu.
[254]
45-46. Kendinize sabır ve namaz
kılmakla yardım edin. Bunlar (sabır ve namaz) gerçekten kalbi Allah sevgisinden
dolayı ürperenlerin dışındakilere ağır gelir. Bu ibadetlerin ağır gelmediği
insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve kesinlikle O'na döneceklerini bilirler.
Bu iki ayet birbiriyle sıkı ilişki içerisindedir. Ayette geçen isti'âne
kavramını, Fatiha/4'de açıkladığımız için barada ele almayacağız.
Yukarıdaki ayeti Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin şeklinde
tercüme edebilirdik. Belki de asıl mana budur. Ancak biz burada isti'âne
kavramını 'yardım isteyiniz' şeklinde değil "kendinize yardım edin"
şeklinde anlıyoruz. Bu anlayıştan hareketle, yukarıdaki ayetlerden şu sonuçlan
çıkarabiliriz:
1. Kur'an ve Tevrat'a göre
ibadetler, insan için önemli sığmaklar ve kötüye karşı yardım alınacak
araçlardır.
Buradaki hitabın (Bakara/43 ayetinin delaletiyle) İsrailoğullan'na
yönelik olma ihtimali büyüktür. Zira Bakara/43'de, İsrailoğullan'na namaz kılma
emri verilmektedir.
45. ayetteki 'yardım dileyin' ve 'yardım edin' emrinden önce
İsrailoğulla-n'ndan pek çok ibadet ve amel istenmektedir. Allah'ın nimetini
anmak, Allah'ın ahdini yerine getirmek, Allah'tan sakınmak, kendi kitaplannı
tasdik eden Kur'an'a inanmak, Allah'ın ayetlerini az bir değere satmamak, hak
ile bâtılı karıştırmamak, hakkı gizlememek, namazı kılmak, zekatı vermek, rüku
edenlerle beraber rüku etmek, insanlara emrettiklerini tatbik etmek çok zor bir
iştir. İlgili ayet, sabır ve dua ile bunlan gerçekleştirmenin kolaylaşacağını
bildirmektedir. Bunlann yerine getirilebilmesi için, bir şeylerle yardım
istemek gerekiyor.
2.
Bazı amelleri yerine
getirmek için, bazı ibadetlerden yardım almak metodunu bu ayetlerden
Öğrenmekteyiz.
45. ayetteki salât kavramını dua manasına da almamız mümkündür.[255]
Çünkü 43. ayette namaz kılma emri yer almaktadır. 45. ayetteki salât namaz
manasına gelseydi, sabırdan önce zikredilirdi. Sabırdan sonra geldiğine göre,
şu yorumu yapmamıza müsaade etmektedir: İnsan sabırla bir şeyi halledemezse,
dua ile Allah'ın yardımını istemelidir.
3. Zor amellerin üstesinden
gelmek bir sabır işidir.
Sabır zaptetmek, bağlamak, bitiştirmek, mahkumun ayağına zincir vurmak,
engel olmak, sebatkâr olmak, tahammül sahibi olmak, devam etmek, ısrar etmek,
sakin olmak, bir şeyi yapmaktan çekinmek, vazgeçmek manalanna gelmektedir. Akim
ve dinin gerekli gördüğü ölçüde nefsi hapsetmek manasına gelen sabır[256]
bir disiplindir.
Bazı müfessirler ayette yer alan sabır kelimesini, oruç manasına
almaktadırlar.[257]
Bu anlayıştan hareketle ayetteki sabr’ı oruç, salât'ı da namaz manasına
alabiliriz. Ayrıca sabr'a nefse zincir vurmak ve dayanmak, salât'a da dua
manası vermek mümkündür.
Sabır ve dua, oruç ve namaz, insanların karşılaştıkları manevî
problemlerin üstesinden gelmeleri için bir eğitim metodudur. Bu iki ibadet,
hem terbiyenin vazgeçilmez değerleri, hem de dinî tecrübenin iki önemli
parçasıdır. Ayetteki isti'âne'yi, kulun kendisine yardımı olarak alırsak, bu
yardım sabır ve dua ile temin edilebilecektir. Allah'dan yardım dileme, O'na
sığınma şeklinde düşünülürse, o zaman da, "kul hareket etmeyince, ilahî
irade hareket etmez" manası çıkar.
(Kullarım, sana beni sorduklarında, onlara yakın olduğumu söyle. Bana dua edenin duasına karşılık veririm). [Bakara/186]
Bana dua edenin duasına karşılık veririm ifadesi, Allah'ın icabet
etmesi için kulun dua etmesi gerektiği ilkesini koymaktadır.
4.
Sabır ve dua veya oruç ve namaz, gerçekten
zor ve ağır ibadetlerdir. Hele onlar vasıtasıyla Allah'tan yardım dilemek, O'na
sığınmak, daha da zor bir durum arzetmektedir.
Allah burada çok gerçekçi bir tavrını kullarına öğreti olarak
sunmaktadır. Sabır ve dua veya oruç ve namazın zor ibadetlerden olduğunu
kabullenmek gerekiyor. Terbiyeciler, gençler için, bunu bilerek ibadet eğitimi
vermelidirler. Oruç tutturmak, namaz kıldırmak ve onlar vasıtasıyla Allah'tan
yardım dileneceği bilincinde olmak, manen ciddî bir seviye ve olgunluk ister.
Onun içindir ki, Hz. İbrahim, kendisinin ve çocuklarının namaza devam etmeleri
hususunda Allah'a yalvarmakta ve O'nun yardımını istemektedir. [İbrahim/40]
5.
Sabır ve duanın veya oruç ve
namazın, ancak huşu sahibi olan kimselere ağır gelmeyeceğini ifade eden bu
ayet, huşû'ün ne olduğuna da açıklık getirmektedir. Buna göre huşu, kişinin Allah'a döneceğinin
bilincinde olmasıdır. Aslında huşu boyun eğmek, itaat etmek, alçak gönüllü
olmak, sesini alçaltmak, teslimiyetini göstermek, niyaz etmek manalarına
gelmektedir. Son mana gönülle, diğerleri ise, organlarla alakalıdır.
[258]
Huşu, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
[259]
(O gün insanlar, davetçiye uyacaklardır. O'na karşı yan çizmek yoktur.
Artık, çok esirgeyen Allah'ın hürmetine, sesler kısılmıştır. Bu yüzden,
fısıltıdan başka bir ses işitemezsin). [Taha/108]
Huşu, saygıdan dolayı insanın sesini kısması manasına gelmektedir.
Allah bunu, mahşerdeki bir sahne ile anlatmaktadır.
Ayet aynı zamanda, davet eden kişiye, yani doğruya ve gerçeğe çağıranın
çağrısına, Allah'a saygı duyarak uymanın ve yan çizmemenin gerekliliğini de vurgulamaktadır.
Saygı ile gerçeğe davet arasında ilişki kuran bu ayet, huşu'un
organlara yansıyan boyutuna işaret etmektedir.
[260]
(Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi, gözleri utançtan yere bakar
vaziyette davetçiye koşarak, kabirlerinden çıkarlar). [Kamer/7-8]
Bakışları indiren utanma duygusuna ve kalpteki zillet duygusunun ses ve
gözlere yansıyıp etkinliğini göstermesine huşu denmektedir. Bu durumda huşu
gönülde kopan fırtınaların ses ve gözlerde meydana getirdiği değişimin adıdır.
[261]
Allah'ı düşünmenin, anmanın ve hakkı bilmenin insanın gönlünde meydana
getirdiği saygıya huşu denmektedir. Yüce Allah bunu şöyle açıklıyor:
İman edenlerin, Allah'ı düşünmek ve O'ndan inen hakikat (Kur'an)
sebebiyle kalplerinin saygı duyma zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce
kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman
geçti de kalpleri katılaş-tı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
[Hadîd/16]
Huşu'un zıddı katılık'tır. Kalplerin katılaşmasından, kalpte huşu'un
nasıl meydana geldiğini anlıyoruz.
(Kalplerin saygı duyması)
ifadesiyle Allah, huşu'un manevî boyutuna işaret etmektedir. Düşüncenin ihmal
edilmesi ve hakikat bilgisinden uzak kalınması, kalpleri katılaştınr. Bu
bağlamda eğitim, insanları düşünmeye teşvik etmesi ve onları gerçek bilgiye
ulaştırmasıyla, kalplerin yumuşamasını temin edebilmektedir.
[262]
Geçmişte yapılan yanlış davranışların kötü neticeleri görüldüğünde,
duyulan zilletin meydana getirdiği huşu:
(Onların ateşe arzolunduklann-da zilletten başlarını öne eğerek göz
ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin). [Şura/45]
Bu ayetteki huşu saygının meydana getirdiği bir kalp yumuşaması değil,
tam tersine zilletin ve pişmanlığın doğurduğu mahcubiyettir.
[263]
Kur'an'ın sırlarını anlayan ilim sahipleri, Kur'an okununca secdeye
kapanır, Allah'ı teşbih eder, Allah'ın vaadini yerine getireceğini söyler, ağlayarak
yüz üstü yere kapanırlar ve huşulan/saygılan artar. [İsra/107-109]
[264]
Bakara suresinde Allah, huşu sahiplerini şöyle tanımlamaktadır:
(Saygı duyanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini bilen
ve inananlardır). [Bakara/46]
Müfessirler ayette geçen zan kavramına, bilmek manasını vermişlerdir.[265]
Allah'a kavuşacağının ve O'na döneceğinin bilincinde olmak ve O'na
inanmak, çok büyük bir olgunluktur. Bu olgunluk, ibadetlerin nefse ağır gelmesini
önlemekte ve onların tatbikini kolaylaştırmaktadır.
Yaratanına kavuşma ve O'na dönmenin kesin bilgisi ve inancı, insanın en
önemli amacını oluşturduğu için insanı, yöneldiği hedefe götürecek olan her
şeyi kolay görüp kolay yapmasını sağlayacaktır. Allah'a kavuşma amacı, insana
zorluklan ve ibadetlerin ifasını kolaylaştırmaktadır.
Kesin bilgi, uzakları yaklaştırmakta, zorluklan kolaylaştırmakta,
yükleri hafifletmekte ve engelleri ortadan kaldırmaktadır. Bilgi, insanın
gönlündeki Yaratan'ına olan sevginin ve kavuşma tutkusunun önünü açmakta,
engelleri bertaraf etmekte, sabır ve dua vasıtasıyla Ona dönmenin yollarım
aratmaktadır.
[266]
Sanmak, inanmak, farzetmek, tahmin etmek, tasavvur etmek, addetmek,
düşünmek, kabul etmek manalarına gelen zan kavramı; isim olarak görüş, fikir,
tahmin, inanç, şüphe, faraziye, kati olmayan şey anlamlarını ifade etmektedir.
Zan Kur'an'da şu manalara gelmektedir.
[267]
(Ben hesabımla karşılaşacağımı biliyordum). [Hakka/20]
Dünyada yaptığı amellerden hareket ederek, ahirette kitabının sağ eline
verileceğini ve onun iyiliklerle dolu olacağını kesin bilgi derecesinde zanneden
kimsenin bu zanrima bilgi manası verilmektedir.
(Davud, kendisini denediğimizi zannetti). [Sâd/24]
Bu ayetteki zan da bilmek/'anlamak manasına gelmektedir.
(Sahiden onlar
diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?) [Mutaffıfîn/4]
Allah, Onlar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı? buyurmak suretiyle,
müşriklerin öldükten sonra diriltileceklerini inkar etmelerini yadırgamış ve
öldükten sonra diriltileceklerini zımnen bildirmiş; bunu bilmeye sevk ve teşvik
etmiştir. Onun için buradaki zan, 'bilmek" manasına gelmektedir.
[268]
Bazı ayetlerde zan kavramı, inanmak anlamına gelmektedir:
(Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını
zannetmişlerdi). [Haşr/2]
Ayetteki zannetmişlerdi ifadesi, kesin bir inançla inanmışlardı
anlamına aelmektedir.
[269]
Bu zan, bilgiye dayanmayan bir kanaati ifade etmektedir:
(Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna
uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez).
[Necm/28]
İnsanın, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir konuda fikir beyan etmesi
hezeyandır. İşte bu hezeyana zan denmektedir. Yine, hakikatle ilgisi olmayan
sahte bilgiye de zan denir.
[270]
Bilmek, inanmak ve düşünmek anlamlarıyla zan, iyi zandır.
{Onu işittiğinde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla iyi
zanda bulunup, "Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?")
[Nûr/12]
İffetli bir kadına zina isnadı karşısında, dilini ona bulaştırmayıp onu
teb-rie etmeye, iyi zan denmektedir. İnanan insana yakışan zan da budur.
[271]
Kötü zan, toplumsal hayat için çok tehlikelidir. Kötü zan ile sosyal
hayatın gerilemesi meselesine Allah şöyle yaklaşmaktadır:
(Aslında siz Peygamber'in ve mü'minlerin ailelerinin yanına bir daha
dönmeyeceklerini zannetmekteydiniz. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de
kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir toplum oldunuz). [Fetih/12]
Bu anlamda kötü zan, zannın kalpte sahte süslerle bezenmiş halidir.
Ayet, insanın önce zannettiğine, sonra bu zannın kalpte yerleşip süslendiğine
ve böylece kötü zanna dönüştüğüne işaret etmektedir. Kötü zan fitne ve fesada
sebep olduğundan toplumu çöküşe götürmektedir.
[272]
(Kendi canının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah'a karşı haksız yere
cahiliyye devrindekine benzer zan taşıyorlardı). [Âl-i İmran/154]
Hakikate tamamen ters düşen zanna. Allah cahiliyye zannı demektedir. Cahiliyet
batağında bulunan insanların fikirleri zandan ileri gidememektedir. Bir
taraftan fikirlerinin bulanıklığı, diğer taraftan cahiliye karanlığı, zanlarını
katmerli hale getirmektedir.
[273]
(Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının çünkü, zannın bir kısmı
günahtır». [Hucurât/12]
İnsanı tecessüse, yani insanların gizliliklerini araştırmaya ve gıybete
götüren zan, günah olan zandır. İnsanların arasındaki bağlan kopardığı, düzeni
ve dengeyi bozduğu için bu ismi almaktadır. Şüpheye götüren bu zan çeşidi,
toplumsal çözülmeye neden olmaktadır.
Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz ayete dönebiliriz:
[274]
(Bu ibadetlerin ağır gelmediği insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve
kesinlikle Ona döneceklerini bilirler).
Allah'a kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini bilenler, huşu sahibi
olanlardır. Bu bilgi de, ibadetlerin insanlara ağır gelmesini önlemektedir.
Peki, 46. ayette yer alan "Allah'a kavuşma" ifadesi ne manaya
gelmektedir? Kavuşma kavramı ayette, #fc “mulâkû” şeklinde yer almaktadır. Bu
kelime “Lekâ”den gelmektedir. Bakara/46'da geçen kavuşma kelimesinin fizikî,
psikolojik, pedagojik ve ahiretle ilgili olan manaları vardır ki bunları şu
şekilde sınıflandırarak anlatmayı uygun görüyoruz:
[275]
a) Atmak, yaratmak, koymak:
(Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlan yarattı). [Nahl/15]
(Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk). [Kaf/7]
Bu ayetlerde yer alan elkâ kelimesi, yarattı, koydu, attı manalarını
ifade etmektedir. Allah'ın yeryüzünde dağlara vücud verme eylemini ifade etmektedir.
b)
Rastlamak:
(Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında). [Kehf/74]
Farklı kültür ve inanışta olanların karşılaşmalarını da ifade
etmektedir:
(Münafıklar mü'minler ile
karşılaştıkları vakit...) [Bakara/14;
Âl-i İmran/119, Enfâl/15, Muhammed/4]
Burada farklı inanış ve davranışa sahip insanların, karşılaştıklarında
birbirlerine nasıl davrandıklarını anlatırken, Allah Teâlâ bu rastlayışı
"lakıye" kelimesiyle ifade etmektedir.
c)
Buluşmak, birleşmek:
Lika kelimesi, fizikî anlamda, bir şeyin belli bir ölçüde bir şeyle
buluşması, birleşmesi manasını da ifade etmektedir:
(Allah'ın takdir ettiği bir vakte kadar sular birleşti). [Kamer/12]
Allah'ın takdir ettiği bir zamana kadar ifadesini, "Allah'ın takdir
ettiği bir ölçüde veya ölçüye göre sular birleşti" şeklinde de
anlayabiliriz.
Demek ki, kimyevî ve fizikî manada elementlerin belirli bir oranda birleşmeleri, Kur'an'da lika kavramı ile ifade edilmektedir. [276]
Lika kavramının Kur'an'da psikolojik oluşumların ifadesi için de
kullanıldığını görmekteyiz. Bu da -fiziki manada olduğu gibi- atmak,
yerleştirmek manalarına gelmektedir.
[277]
(Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak
koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku atacağız. Gidecekleri
yer de cehennemdir, zalimlerin varacağı yer ne kötüdür). [Âl-i İmran/151]
Rabbin meleklere, "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman
edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım" demişti).
[Enfâl/12]
Bu iki ayette atmak kavramı fiziki manadan çıkmakta ve psikolojik bir
mahiyet kazanmaktadır. Zira korku manevî bir duygudur.
Allah'a şirk koşan ve bâtıl uğruna savaşan insanların gönlüne Allah,
korku salmaktadır. Korkunun kalbe yerleştirilmesi, bu kavramla ifade
edilmektedir.
[278]
Yahudiler, 'Allah'ın eli bağlıdır' dediler. Hay. dedikleri yüzünden
elleri bağlana-sı ve lanet olasılar! Bilakis Allah'ın elleri açıktır, diledği
gibi verir. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını
ve küfrünü arttırır. Aralarına kıyamete kadar sürecek olan düşmanlık ve kin
soktuk.. [Maide/64]
Allah'a cimrilik sıfatını yakıştıran ve Kur’an’a tepki gösteren
insanların bu davranışlarını Allah, aralarına düşmanlık ve kin duygusunu
sokmakla cezalandırmakta ve onlar bu duygu ile daima düşmanlık ve kini
körüklemektedirler. Her an insanlar arasında savaş çıkmasını isterler ve
yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Onların böyle davranmalarının sebebi, içlerinde
yanan düşmanlık ve kin ateşidir. İşte bu ateşin onların içine yerleştirilmesi
eylemi ilkâ kavramıyla ifade edilmektedir.
[279]
Allah Teala, çocukların yetiştirilebilmesi için onlara karşı bir sevgi
vermektedir. Bu sevgi sayesinde onların verdiği zahmetlere aldırmadan büyütülür
ve yetiştirilirler. Bu yaklaşımla, sevgisiz eğitimin olmayacağı ifade edilmektedir.
Allah, bu konuya şu şekilde işaret ermektedir:
(Benim gözetimimde yetiştirilmen için, sana kendimden bir sevgi attım).
[Taha/39]
Firavun'un sarayında büyütülebilmesi için Musa'nın sevilmesi şarttı.
Sevgi, düşmanlık duygularını köreltir ve düşmanların birlikte yaşamasını temin
eder. Allah, Hz. Musa'ya sevgisinden atarak, yetişmesini ve sevilmesini temin
etmiştir.
[280]
İlkâ kavramı, Kur'an'ı öğretme manasında da kullanılmaktadır:
(Şüphesiz ki bu Kur'an sana hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah
tarafından verilmektedir). [Neml/6]
Ayette yer alan vermek ya da atmak kelimesi, öğretmek manasına gelmektedir.
Allah'ın attığı vahiy ile Hz. Peygamber'in gönlü buluşmakta ya da ona
kavuşmaktadır. Biz bu kavuşma olayına öğretim diyoruz.
[281]
a) Ölümle karşılaşmak:
Bakara/46'da yer alan kavuşmak kelimesinin diğer anlamlarında, ölümle
karşılaşmak ve ahirette olacak bazı olaylarla karşılaşmak manaları vardır:
(Andolsun ki, siz ölümle karşılaşmadan önce onu temenni edersiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz). [Âl-i İmran/143]
Ölümle karşılaşmak, onunla yüz yüze gelmeyi ifade etmektedir. İnsanların
ölüm tehlikesi ile yüzleşmelerini ifade ederken Yüce Allah, bu kelimeyi
kullanmaktadır.
b) Günahla karşılaşmak:
(Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar.
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları
yapanlar, günahla karşılaşırlar). Furkân/68]
Günahla karşılaşırlar ifadesi, Büyük bir cezaya çarptırılırlar
demektir. Bunun diğer bir anlamı da, gırtlağına kadar günaha batmaktır. Şirk,
zina ve insan öldürme gibi üç büyük günah, insanı günah batağının içine
atmaktadır. İşte bu durum, ilkâ kavramıyla ifade edilmektedir.
c) Cehennemle karşılaşmak,
cehenneme atılmak:
(Nihayet onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar,
nefislerinin arzularına uydular. İleride gayya kuyusuna atılacaklardır).
[Meryem/59]
Burada yelkavne kelimesi, cezaya uğramak, gayya çukuruna düşmek ve
cennet yolundan şaşmak ve onu bulamamak manalarını ifade etmektedir. Namazını
yitirip, nefsinin kötü arzularına uyan insanların ölüm ötesi alemde karşılaşacakları
veya dünyada yüzyüze gelecekleri cezanyı ifade için bu kelime
kullanılmaktadır.
d) Ahirete kavuşmak:
(Sen bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar bâtıla dalsınlar, oynayâdursunlar). [Zuhruf/83][282]
Ayette geçen yevm (gün) kelimesi, ahireti. lika kavramı da ertelenen
bir şeye daha sonra kavuşmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah'ın, ahirete
ertelediği bazı yanlış davranışlarının karşılıklarıyla insanların ahirette
karşılaşacaklarını ifade etmektedir.
e) Amel defteri ile karşılaşmak:
(Her insanın amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde
açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız). [İsra/13]
İnsanın dünyada kendisi için yazılan amel defterinin açık olarak önüne
konması ilkâ kelimesi ile ifade edilmektedir.
f) Sevaba kavuşmak:
Allah, hangi insanların sevaba ulaşacağını ya da onu elde edeceğini
ifade ede için mülâki kavramını kullanmıştır:
(Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip yararlı işler yapanlar için Allah'ın sevabı (mükafaatı) daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşur). [Kasas/80]
(İyilikle kötülük bir değildir. Sen. kötülüğü en güzel bir şekilde önlemeye
bak. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost
olur. Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, büyük hazzı
olan kimse kavuşturulur). [Fussilet/34-35]
Her iki ayet grubunda, ulaşma, kavuşma, elde etme anlamına gelen
mülâ-kî kavramının kullanıldığını görmekteyiz. Kasas süresindeki ayette, zenginleri
kıskanan fakirlere, -ilim adamlarının dilinden- dünyanın maddî menfaati değil,
Allah'ın sevabının daha üstün olduğu ifade edilmektedir. Bu öğretim
yapılırken, Allah'ın sevabına sadece sabredenlerin kavuşacağı bildirilmektedir.
Fussilet suresinden alınan ayetlerde ise, iyiliğin kötülüğü defedeceği ilkesi
öğretilmektedir. Düşmanına iyilik yapacak kadar asil ruha sahip olan ve
sabreden kimsenin ulaşacağı seviye bildirilmektedir.
[283]
Allah Teala, Hz. Peygamber'e şu bilgiyi vermektedir:
(Senden önce gönderdiğim bütün peygamberler, bir temennide
bulunduklarında, şeytan onların temennilerine mutlaka bir beşerî arzu katmaya
kalkıştı). [Hac/52]
İlahî vahye beşerî bir fikir karıştırma eylemi ayette, lika kavramı ile
ifade edilmektedir. Demek ki, insanın düşüncesini dindenmiş gibi göstermek, şeytanın
arzusunu tatbik etmek manasına gelmektedir.
[284]
Hz. İsa'yı nasıl yarattığını açıklarken Yüce Allah lika kavramını
kullanmaktadır.
Mesih, yani Meryem oğlu İsa, Allah'ın peygamberi ve Meryem'e attığı
kelimesi ve O'ndan bir ruhtur). [Nisa/171]
Bu ayetteki elkâhâ kelimesi, onu ulaştırdı, onu attı manalarına
gelmektedir. Allah, İsa'yı bir kelime ve bir ruh olarak tanımlamaktadır.
Kelimenin Hz. Meryem'e atılması, lika kelimesiyle ifade edilmektedir. Hz.
İsa'nın yaratılışında cereyan eden bu olayın bir parçası da lika (atmak)
kavramı ile gerçekleşmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki, ibadetlerin kendilerine ağır gelmeyeceği
insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini kesin bir şekilde
bilenlerdir. Allah'a kavuşacağının ye O'na döneceğinin bilgisi, bir taraftan
teşvik edici, diğer taraftan da caydırıcı bir özelliğe sahiptir. Bu durum aynı
zamanda din eğitiminin, yani ilahî eğitimin de bir metodudur.
İnsanoğlu bütün yapıp etmeleriyle değerlendirmeye tâbi tutulacağını ve
yaptıklarının bir gün hesabım vereceğini bilirse, ibadetlerini daha kolay ve
meşakkat duymadan yapar; yanlış davranışlardan da kolaylıkla kaçınır.
Diğer taraftan ayet, Allah'a kavuşma bilincinin, insanda var olan saygı
duygusunu pratiğe dönüştürdüğüne de işaret etmektedir. Saygı denen değerin,
bir bilgiye dayanarak hayata geçirilmesi, Allah tarafından büyük bir erdem
olarak görülmektedir. Demek ki değerler, bilgi, niyet ve hayata geçirilmekle
ilahî aleme yükselmekte ve oradan şeref alıp insana dönmektedir.
(Onlar kesinlikle O'na döneceklerdir). [Bakara/46]
Başka bir ifadeyle, huşu duyanlar, Allah'a döneceklerini biliyor ve
inanıyorlar. Peki ayetteki "Allah'a dönme" neyi ifade ediyor?
1. (Gerçek şu ki, insan kendini
kendine yeterli görerek azar. Şüphesiz dönüş Rabbinedir). [Alak/6-8]
Kendini müstağni (kendini kendine yeterli) gören insan, bu psikolojisi
ile azgınlaşır. Bu psikolojiyi tedavi edecek ve insanın azgınlığına çare olacak
şey, dönüşün Allah'a olduğunu bilmektir. Kendini Allah'tan uzakta gören insan,
kendini yeterli görmekle azgınlaşır; oysa insan, dünyanın kalıcı olmadığına ve
bir gün herşeyin Allah'a döneceğina inanırsa, kendine çeki düzen verir.
Dünyada iyiliklerden yüz çeviren ve yaptığı yanlışlardan tevbe etmeyen
insan, Allah'ın şu uyarısına muhataptır:
(Dönüşünüz Allah'adır). [Hudl/4]
Bu bilgi ve inanç, hem ibadetlerin ifasını kolaylaştırmakta ve hem de
Allah'a karşı saygıyı arttırmaktadır.
2. Yaptıklarımızı bize haber
vermesi için Allah'a döneceğiz.
Uğradığı bir beladan kendisini kurtarması için Allah'a dua eden, kurtulunca
da nankörlük eden, dünya menfaati uğruna ömrünü harcayan insanlara Allah şunu
hatırlatmaktadır:
(Sonunda dönüşünüz bize olacaktır. O zaman yapmakta olduklarınızı size
haber vereceğiz). [Yunus/23]
Rabbine döneceğine, O'nun da bütün yaptıklarını kendisine haber vereceğine
inanmak, insanı disipline eder, yanlıştan caydırır ve ibadete yaklaştırır.
3. Doyuma ulaşmış kişinin
Allah'ın 'dön' çağrısına muhatap olması.
Bu dünyada kalp ve nefis bakımından doyuma ulaşan insan, ahirette Allah'ın
şu hitabına muhatap olacaktır:
(Ey doyuma ulaşmış kişi! Sen Rabbinden Rabbin de senden razı olarak O'na dön. Seçkin kullanma katıl ve cennetime gir). [Fecr/27-30]
Kur'an'ın önemli ilkelerinden olan Allah'a kavuşma ve O'na dönme
inancının, insana neler kazandıracağı sorusunu cevaplandırırken, eğitim alanına
girmemiz zorunludur. Bu ilkeler, eğitimin uzun vadeli hedef ve amacını gündeme
getirmektedir. Bu hedef ve amaç, insanları terbiye ederken, eğitirken ve
öğretime tâbi tutarken, onları uzun vadeli amaçların peşinde koşturmak ve o
uzun vadeli hayat için hazırlamaktır. İnsanı, acil denen bu dünya için hazırlar
ve ihya olmasını temin etmeye çalışırken, dünya nimetleri ile yetinmeye
çalışmak bir aldanmadan başka bir şey değildir. Bu dünyayı ebedî hayat için
işlemek ve orann mutluluğunu elde etmek için bir başlangıç olarak görmek ve
ona göre davranmak, yüce ruhluluğu yakalamak demektir.
Allah'ın "Rabbine dön" emrine muhatap olabilecek nitelikte
insanlar yetiştirmek, eğitimin başarısındaki zirve noktayı teşkil eder.
Dünyada yaptığı her şeyle ahirette karşılaşacağına ve Rabbinin kendisine onları
eksiksiz haber vereceğine olan inanç, insanı doyum noktasına ve mutluluğun
zirvesine ulaştırır.
[285]
47. Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi ve sizi alemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.
[286]
48. Hiç kimsenin başkasına fayda vermeyeceği, şefaatin kabul
edilmeyeceği, fidye alınmayacağı ve yardım yapılmayacağı bir günden sakının.
Allah'ın İsrailoğulları'na verdiği nimetlerin neler olduğu ve üstün
kılınmalarının sebepleri Bakara/40'da açıklanmıştı.
Burada Bakara/47'deki emirlerin 48. ayetle bağlantısını kurup farklı
bir bakış açısı getirmeye çalışacağız.
Nimetleri hatırlamak, yani nankörlük etmemek ve insanlar arasında yakalanan
üstünlüğü kaybetmemenin yolu da 48. ayette gösterilmektedir. Allah Teala 47.
ayette, İsrailoğullan'na ekonomik, sosyal ve siyasî pek çok nimet «erdiğini ve
bundan dolayı da onları diğer insanlara ve toplumlara üstün kıldığını ifade
etmişti.
İsrailoğullan'na, kendilerine ihsan edilen nimetleri ve milletlerarası
üstün-üğü kaybetmemelerinin yolunu 48. ayette açıklamaktadır.
Verilen nimetin kıymetini bilip, fikrî ve sosyal erdemliliği devam
ettirmek çok zordur. Yüce Allah 48. ayette bunu takvaya bağlamaktadır. Nimetin
değerini bilmeyi ve üstünlüğü devam ettirmeyi, ancak kimsenin kimse namına
birşey ödemeyeceği, şefaatin ve fidyenin kabul edilmeyeceği ve yardım görmeyeceği
bir günden sakınma psikolojisi temin edebilir. Çünkü ahiret gününden
çekinmeyen insanlar, nankörlük edip sahip oldukları nimetlerin kıymetini
bilmezler ve milletlerarası üstünlüklerini bir hiç uğruna kaybedebilirler.
Böylece Allah, ahirete imandan hareketle, ekonomik hayatın düzenine ve
milletler arasında üstünlüğe giden yolu çizmiştir. Bu inanca sahip olmayanların
ekonomik, sosyal ve siyasî güçlerini sürdüremeyeceğine işaret edilmekte ve
eğitimin hangi psikolojik alanı canlı tutması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Bu alan, insanoğlunun istikbâldeki ahiret hayatında hangi özelliklere
sahip olacağının bilinci ve inancıdır. Bu hayatın özellikleri 48. ayette
sayılmakta; eğitimi yapılmakta, şuuru verilmekte ve takva duygusunun gücü
gündeme getirilmektedir.
[287]
1.
(Kimse kimsenin namına bir
şey ödemeyecek).
Ayetin bu kısmını, "Kimse kimsenin yerine geçemez" diye
tercüme edebiliriz. Nitekim Bakara/254'de yer alan bey kelimesi bu anlamda
kullanılmıştır. Fahruddîn Râzî, (teczî) kelimesinin, "yerine geçmek"
manasına geldiğini ifade etmektedir ki bu, bir kimseye verilen cezayı, onun
adına kimsenin yüklenemeyeceği anlamına gelir.
Ayeti bu şekilde anlarsak diyebiliriz ki: Dünyada, birinin borcunu
üzeri-
mize alabiliriz; ama ahirette başka birinin cezasını yüklenemeyeceğiz.
Orada herkes kendi günahı ve sevabı ile başbaşa kalacaktır.
2.
(Kimseden şefaat kabul
edilmeyecektir).
Ahirette şefaatin olup olmayacağı, kimin kime nasıl şefaat edeceği meseleleri,
asırlar boyu ilahiyat alimleri tarafından tartışılmıştır. Bu konu mezhepler ve
tarikatlar arasında öylesine gerginleştirilmiştir ki, neredeyse şirke varan
yanlışlar yapılmıştır. Şefaat konusu, çok hassas, kaygan ve zor bir alandır.
Kur'an'da birbirine ters gibi görünen ayetlerin yorumundan, çok farklı
neticelere ulaşılmıştır. Biz bu kavgaları ve farklı görüşleri dışarıda
bırakarak, Kur'an ayetlerinin ışığında konuyu ele almaya çalışacağız.
Şefaat kavramının lügat anlamından hareketle konuya yaklaşabiliriz: Birinin
işini görmek, cezadan kurtarmak, bir iş için aracı olmak ve darda kalmışa
yardım etmek[288]
manalarına gelen şefaat, Kur'an'da pek çok ayette yer almaktadır. Şefaat
kavramı fiil olarak ele alındığında, iki misli yapmak, astar çekmek, kaplamak,
sevdirmek, ilave etmek, herkesten önce satın alma hakkını (şuf'a) vermek,
araya girip tavassut etmek manalarına gelmektedir.
Bakara/48 ayetinden, şefaat meselesinin İsrailoğullan arasında da tartışıldığı ve onlara Allah'tan başkasının şefaatçi olamayacağı bir günden çekinmelerinin emredildiği anlaşılmaktadır. Demek ki şefaat konusu Kur'an'dan önceki ilahı kitaplarda da ele alınmıştır.
Hz. Peygamber'in döneminde müşrikler şöyle diyorlardı:
(Biz onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz).
[Zümer/3]
İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılanmızdandır. [Yunus/18]
Müşrikler Allah'ı biliyorlardı; ama kendilerini Allah'a
yaklaştıracaklarına inandıkları başka varlıklara tapınıyorlardı. Kimi zaman
meleklere, kimi zaman da putlara ibadet ediyorlardı. İsrailoğullan da
peygamber ve din adamlarının şefaat edeceklerine inanıyorlardı.
Zümer/3'deki, (Allah'tan başkasını dost edinenler) ifadesiyle,
Allah'tan başka tapınılan, aracı ve şefaatçi kabul edilen her şey bu kavramın
içine dahil etdilmiştir. "Allah'tan başkası" ifadesi izafî bir kavram
oloıgu için, zaman içinde farklılık gösterebilir. İnsanların bir zaman
melekleri, diler bir zaman din adamlarını, başka bir zaman bir tarikat
şeyhlerini şefaatçi olarak kabul etme ihtimali bulunduğundan "Allah'tan
başkası" ifadesi kullanılmıştır.
[289]
Putları Allah'a aracı ve kendilerine şefaatçi kabul edenlere Allah, şu
soruyu yöneltmektedir:
(Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçi mi edindiler? De ki, onlar
hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?) [Zümer/43]
Gücü olmayan ve bir işe aklı ermeyen varlıkları aracı olarak görmek ve
şefaatleri için onlara tapınmak şirktir. Allah, sorduğu bu soruyu kendisi cevaplandırmaktadır:
De ki: "Şefaatin tamamı Allah'a aittir"). [Zümer/44]
Peki Allah Teala, şefaati niçin bütünüyle kendine has kılıyor? Çünkü;
(Göklerin ve yerin iktidarı kendisine aittir ve O'na dönülecektir).
[Zümer/44]
Bu özelliklere sahip olan varlık, elbette ki şefaat yetkisini elinde
bulunduracaktır. Bu özelliklere sahip olmayan bir varlığın şefaat yetkisi
yoktur. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Allah'tan başka kimin şefaat edeceğini de,
kime şefaat edileceğini de bilemeyiz.
[290]
Kur'an'da şefaat konusu açıklanırken. Allah katında bazılarının şefaat
edeceğine işaret ediliyorsa da, kimlerin şefaat edeceğine açıklık getirilmemiştir.
Şefaatin tümü Allah'a aittir ayeti ile Allah'ın izin verdikleri şefaat edecektir
ayeti, birbirine zıt görülmemelidir:
(Tzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?!) [Bakara/255]
Şefaatin tamamı Allah'a aittir ilkesi, Allah'ın başkasına şefaat etme
izni vermeyeceği anlamına gelmez. Yukarıdaki ayet, şefaat edecek olana da şefaat
iznini Allah'ın vereceğini beyan etmektedir. Demek ki şefaat izne bağlıdır:
(Allah'ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda
vermez). [Sebe/23]
Bu ayetle Bakara/255 ayetinden, şefaatin ahirette
olacağıanlaşılmaktadır. Demek ki şefaat bu dünyada değil, ahirette
gerçekleşecek bir durumdur. Ama bazı müslümanlar daha bu dünyadayken, ölülerden
şefaat beklemekte ve onların şefaatine nail için Allah'a yalvarmaktadırlar.
Diğer taraftan ayette, ahirette Allah'ın izin vermediklerinin şefaatinin fayda
vermeyeceği vurgulanmakta, şimdiden kimin şefaat edeceğinin bilinemeyeceğine de
işaret edilmektedir:
(Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda
topladığımız, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman
nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güçleri yetmeyecektir).
[Meryem/85-87]
(O gün, Rahmân'm izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının
şefaati fayda vermez). [Taha/108]
Allah, şefaat edeceklerin önemli bir özelliğine bu ayette dikkat
çekerek, sözünden razı olduğuna bu izni vereceğini ifade etmiştir. Demek ki,
ahirette şefaat edebilmenin olmazsa olmazları arasında şu iki esas yer
almaktadır: Allah'ın o kişinin sözünden razı olması ve ona şefaat için izin
vermesi. Allah, kimlerin sözünden hoşlandığını ve hoşlanacağını söylemekte; ama
bu şartı koşmakla şefaat edecek olanları sınırlandırmaktadır.
[291]
Allah'ın ancak sözünden razı olduğu kimselere şefaat izni vereceğini
ifade etmiştik; ama o ayetlerde sözünden razı olunanların kimler olduğuna
açıklık getirilmemişti. Şimdi diğer ayetlerle buna açıklık getirebiliriz:
(Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut
olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında bir fayda vermez). [Necm/26]
Demek ki Allah'ın şefaat için izin vereceği varlıklar, meleklerdir; bu
meleklerin yerinin de gökyüzü olduğuna işaret edilmektedir. Bu ayette, daha
sonra ele alınacak olan "kimlere şefaat edileceği" konusuna da
açıklık getirilmektedir.
"Rahman, melekleri evlat edindi" dediler. Hâşâ, O bundan
uzaktır. Melekler, bilakis lütuf ve ihsan edilmiş kullardır. Melekler
Allah'tan önce konuşmazlar. Sadece O'nun emri ile hareket ederler. Allah,
onlann yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Allah nzasına ulaşmış
olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler.
Enbiya/26-28]
Bu ayetler, Necm/26 ayetini açıklamakta ve melekleri Allah'ın evlatları
alarak görmenin yanlışlığını ve onların, Allah'ın razı olduğu kullara şefaat
edeceklerini ifade etmektedir.
(Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek
hakka şahitlik edenler, bunun dışındadır). [Zuhruf/86]
Bilerek hakka şahitlik edenler ifadesini bazı müfessirler, tahkikî
imana sahip olanlar diye yorumlamışlardır. Böylece şahitlik edecek olanların
diğer bir özelliği de bu ayette ortaya çıkmıştır: Bilerek hakka şahitlik
edenler.
Bilerek hakka şahitlik edenlerden kasdın, melekler, Hz. İsa ve Hz.
Üzeyir olduğunu söyleyenler de vardır.[292]
Ancak, Hz. Muhammed ve diğer peygamberleri dışta bırakması nedeniyle bu görüş,
kabul edilebilir bir görüş değildir. Hz. İsa ve Üzeyir'in şefaat edeceğini
söyleyip, diğer peygamberleri bunun dışında tutmak doğru bir görüş olamaz.
Kur'an'da insanların şefaatinden hiç bahsedilmemektedir. Meleklerin şefaat
edeceğini söyleyen Allah, dileseydi peygamberlerin de şefaat edeceğini
söylerdi.
[293]
Kur'an önce kimlerin şefaate nail olamayacağına açıklık getirerek,
kimlerin şefaate nail olacağına işaret etmektedir.
Namaz kılmayanlar, yoksul doyurmayanlar. eğlenceye dalanlar, ceza gününe
inanmayanlar, ahiretten korkmayanlar, kendisine kitap gönderilmesini isteyip
sonra da Kur'an'dan yüz çevirenler [Müddessir/43-53], şefaate nail olamayacak
kimselerdir. Bunlar için Yüce Allah, aynı surede şu ifadeyi kullanmaktadır:
(Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez). [Müddessir/48]
Demek ki, ahirete inanmayan, namazı kılmayan, yoksulu doyurmayanlar,
Kur'an'dan yüz çevirerek ilahî bilgiyi tanımazlıktan gelip ona değer
vermeyenler ve nihayet dünya eğlencesine dalıp, seviyesiz bir hayat yaşayanlara
şefaat fayda vermeyecektir.
Bu ayetlerde sayılanların tersini yapanlara şefaat edileceği gerçeği de
ortaya çıkmaktadır. Namaz kılan, yoksulu doyuran, ahirete inanan, Kur'an'dan
yüz çevirmeyenler şefaatten istifade edeceklerdir:
(Allah'ın rızasını kazananlardan başkasına şefaat etmezler).
[Enbiya/28]
Allah'ın rızasını kazanacak kadar önemli ve yararlı işler üreten imanlı
insanlar, meleklerin şefaatine nail olacaklardır. Allah'ın razı olduğu ameller
ise şuhlardır: Sadakat [Maide/119]; iyilik, yani hayırda yarışmak [Tevbe/100];
Allah ve Rasûlü'ne düşman olanlarla dostluk etmemek, Allah tarafından gönüllerine
iman yazılmış olmak ve bir ruh ile desteklenmiş olmak, cennete layık olmak,
Allah'ın tarafını tutmak ve kurtuluşa layık olmak [Mücadele/22]; iman etmek,
yararlı iş üretmek, Rabbinden korkmak [Meryem/7-8]; ehline namazı emretmek
[Meryem/55] ve nihayet gönül itminanına ulaşmış olmak [Fecr/28].
Bütün bu amelleri yerine getirenlerden Allah'ın razı olacağı Kur'an'da
beyan edilmektedir. İşte bu insanlara şefaat edilecektir.
[294]
İnsanlar, "Nasıl olsa ahirette şefaat edilecektir" fikriyle
günah işlemekten kendilerini uzak tutmayabilirler. Onun için şefaat
müessesesinin yerini iyi belirlemek gerekiyor.
Şefaatin, pek çok amelinde başarılı olup da, bazı küçük hataları
olanlar için söz konusu olduğunu bilmekte yarar vardır. Şefaat, iyi olan
insana, alacağı ödülden, daha iyisini alması için yapılan bir yardımdır.
Meleklerin, insanların küçük hatalarının affedilmesi için Allah'tan af
dilemeleridir:
Arşı yüklenen ve bir de onun etrafında bulunan melekler, Rablerini hamd
ile teşbih ederler, O'na iman ederler, mü'minlerin de bağışlanmasını isterler:
"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe
eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru".
[Gâfir/7]
Melekler, iman edenlerin affedilmesi için Allah'a yalvarırken, Allah'ın
yoluna girmeyi ve tevbe etmeyi zikretmektedirler. Tevbe ederek Allah yolıjna
girmeyenler için, melekler Allah'tan af dilememektedirler. Meleklerin yaptığı
şey, mü'minler için af dilemek ve onların cehennem azabından korunması için dua
etmektir. İman, tevbe ve doğru yola girmek, meleklerin şefaat edebilmeleri
için olmazsa olmazları teşkil etmektedir. Şefaat vardır diye insanlar bu ilkeleri
ihmal edemez ve etmemelidirler.
Ayetten çıkaracağımız diğer bir ilke de. meleklerin insanlar için af
dilemek ve cehennemden korunmalarını istemek suretiyle yaptıkları şefaatin, bu
dünyadan başlayarak ahirete kadar uzanacak olduğudur. Adn cennetine girme
hakkım elde eden kâmil insanların, iyi olan ana-babalannın, hanımlarının ve
nesillerinin de o cennete girmeleri için meleklerin yalvarması [Gâfır/8],
şefaatin bir çeşidini göstermektedir. Başka bir ifadeyle, adn cennetine girme
hakkını elde edemeyenlerin çocuklarından biri, iyi olup da, adn cennetine
girme hakkını elde etmiş ise, melekler onun ana babası, hanımı ve çocuklarının
da onunla beraber o cennete girmesi için Allah'a yalvaracak, yani şefaat etmeye
çalışacaklardır. Gâfir/8'deki (salaha) kavramı, şefaatte iyi olma şartının
arandığını ifade etmektedir. Demek ki insan, en azından iyi olacak ki, şefaat
ile daha iyi bir duruma ulaştırılsın. Onun içindir ki, şefaat var diye
vazifeleri ihmal etmek, o şefaati de kaybetmeye sebep olabilir.
İnsan psikolojisindeki korku ve ümit ritmi, şefaat müessesesinin
temelini oluşturmalıdır. Nasıl olsa şefaat edilecektir, şeklindeki aşın ümit,
insanın yanlış davranışlara yönelmesine neden olduğu gibi, şefaatin çerçevesine
giremeyeceği endişesi de istenmeyen karamsarlığa götürebilir. Buradaki ümit ve
karamsardık ölçüsünü İbn Abbas'ın rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız:
Bir kadının veya kendi eşinin, vefat eden Osman b. Maz'ûn için 'Cennet
sana kutlu olsun, ey Osman b. Maz'ûn' dediğini işiten Hz. Peygamber, 'Ne
biliyorsun onun cennete gireceğini?' diye sorduğunda kadın, 'Ey Allah'ın
elçisi! O senin askerin ve sahâbindir' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, 'Vallahi ben Allah'ın elçisiyim; ama ben, bana ne yapılacağını
bilmiyorum" buyurdu.[295]
Gâfir/8 ayeti, şefaatin cennet ile ödüllendirileceğine işaret
etmektedir. An-;ak Peygamber'in dahi, cenneti kendisi için garanti görmemesi,
bu hususta iyimserliğin yanlış olduğuna delalet etmektedir. Kimse cenneti
garanti göremez ve görmemelidir.
[296]
Bazı insanlar, ölülerin veya bu dünyada çok iyi zannettikleri
insanların şefaatlerine nail olabilmek için dua etmektedirler. Türbelerden,
ölülerden yardım dileyerek, şirk batağında yüzmekten kendilerini
kurtaramamaktadırlar. Bunun bir şirk olduğunu ifade etmiştik. Günümüz
müslümanlannm içinde bulundukları zilletin nedeni burada aranmalıdır.
Böylesine bir şirk, Allah'ın lütfunu, ihsan ve yardımını müslümanlarm üzerinden
uzaklaştırmaktadır.
Şu bir gerçektir ki, şefaate muhtaç olanlar, şefaat edemezler ve onlar
için böyle bir iznin çıkması mümkün değildir. Geçmiş ve gelecek günahlarının
affedilmiş [Fetih/2] olduğu Allah tarafından bildirilen Hz. Peygamber'in bile,
şefaat edeceğine dair Kur'an'da açık, kesin ve net bir ifade bulamıyoruz.
Allah'ın şefaat izni vereceği kimseler arasına Hz. Peygamber'i biz koyuyoruz ve
inanıyoruz. Bu inancımız doğrudur; ama delilimiz yoktur.
Buna rağmen, hâlâ müslümanlar ölülerin ve üstün gördükleri bazı
insanların şefaatine nail olacaklarına inanıyorlarsa, bunun yanlış bir inanç ve
beklenti olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Böyle bir inanç, müslümanlığı geri
götürmek ve müslümanlarm gönlünde şirk ateşini yakmak demektir. Bizler, Ancak
Allah'ın izin verdikleri şefaat edecektir ayetinin içine, net olarak meleklerden
başka kimin gireceğini tayin etme hakkına sahip değiliz. Onu ancak, şefaatin
tümü kendisine ait olan Allah bilir ve tayin eder. Bize düşen şey, şefaate nail
olmak için gayret göstermek, gerekli olan amelleri üretmektir. Başka bir
ifadeyle, ölü veya dirilerden şefaat dileme yerine, Allah'ın şefaatine nail
olma gayreti içinde olmalıyız.
Allah'ın izin verme yetkisini bizim kullanmamız mümkün değildir. Şefaat
için Allah'ın vereceği izindeki belirsizlik, insanın yararlı iş üretmesi için
itici bir kuvvet olmalıdır.
[297]
3.
(Kimseden fidye de alınmaz).
Ayette yer alan adl kavramı, insaf etmek, işi doğru olmak, dönmek, yoldan
sapmak, eşit muamele etmek, düzeltmek, şirk koşmak, denkleştirmek, bir şeye
eğilmek, iki hal arası olmak, bir şeyin mukabili olan karşılık, fidye
manalarına gelmektedir. Kur'an'da yer alan manaları ise şunlardır:
[298]
(Sonra inkar edenler, putları Rablerine denk tutuyorlar). [En'âm/1]
Allah yarattığı her şeyin karşılığında hamde layıktır. Zira onları,
nimet olsun diye yaratmıştır. Ama, kâfirler Allah'ın yaratmış olduklarını O'na
ortak koşmuşlardır, böylece O'nun nimetlerine karşı nankörlük etmişlerdir.[299]
De ki: "Allah şunu yasak etti" diye şehadet edecek
şahitlerinizi getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber
şahitlik etme: ayetlerimizi yalanlayanların ve ahiret gününe inanmayanların
arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar. [En'âm/150]
Allah'ın haram kılmadığını haram kılan. Allah'ın ayetlerini yalanlayan,
ahiret gününe inanmayan insanlar. Allah'a eş koşanlardır. Ayetteki eş koşma,
adi kelimesi ile ifade edilmektedir. Başka bir ifadeyle, kendi fetvasını Allah'ın
fetvasının önüne geçirenler. Allah'a eş koşmuş olmaktadırlar.
Başka varlıkları kutsallaştınp onlara tapanlar, Allah'a şirk koştukları
gibi, kendi fetvalarını Allah'ın fetvası imiş gibi gösterenler ve Allah'ın
demediğini demiş gibi konuşanlar da şirk koşmaktadırlar. Allah'ın yasak
etmediği bir şeyi insanlara yasak etmek, şirkin temelini atmaktır.
[300]
Kur'an'da fiil halinde Neml/60'da kullanılmaktadır; anlamı yoldan çıkmak,
sapıtmak ve şirk koşmaktır
Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren
mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler
yeşertir. Allah'tan başka bir tanrı mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden
bir güruhtur. [Neml/60]
Allah bu ayette, değerli ve üstün olanı farkedemeyip, tabiat
olaylarının arkasındaki gücü göremeyerek Allah'tan başkasını tanrı edinenleri,
yoldan çıkmış sapıklar olarak nitelendirmektedir. Onların yoldan çıkışlarını
ifade için Jac (adi) kelimesi fiil olarak kullanılmaktadır. Tabiat olayları
karşısında yaratıcının gücünü anlamayan ve acizliğinin bilincinde olmayanlar,
Allah'a şirk koşacaklar, bu da onların sapık olduğuna dair değerlendirmeyi
haklı çıkaracaktır. Ama ayetteki sapıklığın, şirk koşmak olduğunu söylemekte
yarar vardır.
[301]
İnfitâr/7 ayeti şöyledir:
(Seni yaratıp, düzgün ve dengeli kılan Allah'tır). Ayetteki t£li
(fe-adaleke) fiili, "Seni dengeli kılan" manasına gelir.
Ayet, insanın biyolojik ve psikolojik yapısı ile dengeli yaratıldığını
ifade etmektedir. Beynin güçleri, gönlün özellikleri ve nefsin vasıflan
arasında muhteşem bir denge bulunmaktadır. Bu denge, biyolojik organların
arasında da görülmektedir. Sinir ve sindirim sistemi, hücreler ve eklemler
tamamen bir denge üzerine yaratılmıştır. İşte adi, bu dengeli yaratılışı ifade
eden bir kavramdır.
[302]
(Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında eşit davranmaya güç
yetiremezsiniz). [Nisa/129]
Ayetteki âdil davranmak, eşit derecede sevmek, eşit muamelede bulunmak
demektir. Kur'an'ın pek çok ayetinde bu manada kullanılmaktadır.
[303]
Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içinizden
iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin.
Doğruyu söyleyip, şahitlik eden kimse, hukukî manada, âdil sıfatım kazanmaktadır.
Bu anlamıyla kavram, şehadetinde doğruyu söyleyen kişinin amelini ifade etmektedir.
[304]
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.
Adaletli olun; çünkü adalet takvaya en yakın olan ameldir. [Maide/8]
Bir topluluğa duyulan kinden dolayı haksızlık yapmayıp adaletle davranmak,
takvaya götüren en önemli amellerden biridir. Demek ki, takvaya giden yol,
adaletten geçmektedir. Bu manada, insanlara tarafsız davranmaktır adalet . Bu
da, takvanın olmazsa olmazını oluşturmaktadır.
(İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder).
[Nisa/58]
Demek ki, müslüman sadece müslümanlara karşı değil tüm insanlara karşı
âdil olmak ve hükmettiği zaman adalet üzere hükmetmek mecburiyetindedir. Kendi
inancında olmayanlara karşı tarafgir hüküm verme hakkına sahip değildir; çünkü
tarafsız ve adil davranması, Allah'ın emridir.
Tüm insanlara karşı âdil davranan fert ve toplumlar, kâmil insanlar ve
erdemli toplum olmaya hak kazanacaklardır. Tarafsız hüküm verme manasına gelen
adalet, yeryüzünde tatbikat bulamayınca, insanların takva ve erdemini alıp
götürmektir. Eğitim ve takva, bu erdemi insanlara kazandırmakla yükümlüdür ve
bu yükümlülüğü yerine getirmeyi amaç edinmelidir.
[305]
Adl kavramı isim olarak kullanıldığında fidye, fiil olarak da
"fidye vermek" manasına gelir. Bakara/48'de Fidye anlamını ifade
etmektedir:
(İnsan bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez).
[En'âm/70]
Dinini oyun ve eğlence edinen, dünyanın kendisini aldattığı kimse,
ahiret azabından kurtulabilmek için bütün varlığını fidye olarak verse bile
kabul edilmeyecektir.
Kur'an'da fidye anlamına gelen adl kavramından başka, doğrudan fidye
kelimesinin de muhtelif ayetlerde kullanıldığını görüyoruz:
(Şüphe yok ki, kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da
bir o kadarı kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için
onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap
vardır). [Maide/36]
(Şüphesiz, inkar edenler ve kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını
fidye olarak verseler bile, onların hiçbirinden kabul edilmeyecektir). [Âl-i
İmran/91]
Demek ki fidye, azabı ortadan kaldırmak için verilecek olan maddî değer
manasına gelmektedir. Böylece Kur'an'da, adi ye fidye kavramları bazen aynı
manada kullanılmaktadır.
Bakara/48'de yer alan adi kavramı, bu manaları ifade etmektedir; ama bu
ayette karşılık, fidye anlamına gelmektedir. Ahiret gününün en önemli özelliklerinden
biri de, o günde kimseden fidye alınmamasıdır. Bu durum, insanı kötü
davranıştan caydırıp iyiye yöneltmek için yapılan uyarının bir parçasıdır.
Hesap gününde fidye kabul edilmemesi dünya ile ahireti ayıran önemli
özelliklerden birini teşkil etmektedir. İnsanlar dünyada fidye ile birçok işi
halledebiliyor; ama ahirette böyle birşey sözkonusu olmayacaktır.
[306]
4.
(Onlara asla yardım da
yapılmaz). [Bakara/48]
İlahî yardımın dünya ve ahirette iyi insanlara yapılacağını müjdeleyen Allah, dünya ve ahirette peygamberine yardım edeceğini beyan etmekte [Hac/15]; böylece hem yardım almanın şartlarına, hem de yardım alamayacakların kimler olduğuna açıklık getirmektedir: [307]
(Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur). [Âl-i İmran/192]
Dünyadayken haksızlık yapan, karanlık işler çeviren, baskı yapan ve haram
lokma yiyenlerin ahirette yardımcısı olmayacaktır.
[308]
İşte onlar, ahiret hayatına karşılık dünya hayatını satın alan
kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifleyecek ne de kendilerine yardım
edilecektir). [Bakara/86]
İnsanları öldüren, yurtlarından çıkaran ve bu eylemlerinde birbirlerine
yardım edenler, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar edenler [Bakara/85],
dünya hayatını ahirete tercih edenlerdir. Bunlara Allah yardım etmeyeceği
gibi, başka hiçbir varlık da edemeyecektir.
[309]
Bazı toplumlarda kimi insanlar halkı ateşe çağırırlar. Bunlara da
ahirette yardım olunmayacaktır. [Kasas/41]
Bazı düşünce ve felsefeler insanları güzele, doğruya, gerçek ve iyiye
çağırma yerine, isyana, düşmanlık ve tefrikaya çağırır. Bu düşüncelerin
sahipleri ahirette yardım görmeyecekler ve çağırdıkları ateşe kendileri
düşeceklerdir.
[310]
(Onlar yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka ilahlar edinirler).
[Yâsin/74]
Allah'a eş koşanlar, yani Allah'tan başkasını tanrı edinenler,
taptıklarının kendilerine ahirette yardım edeceklerini sanırlar. Şirklerini bu
yanlış kuruntu üzerine dayandırırlar. Bu ümit ve kuruntu onları şirk batağına
itmektedir. Bu tip insanlara ahirette yardım edilmeyeceği vurgulanmaktadır.
[311]
Şirk koşmak ve kutsal kitabı inkar etmek, kibretmek [Fussılet/14-15]
gibi kötü amel sahiplerini bu dünyada zillet, öteki dünyada da azap beklemektedir.
Onlar, orada yardım görmeyeceklerdir. [Fussılet/16]
Şirk Allah'a; inkar Allah'ın indirdiği kitaba; kibir ise insanlara
karşı takınılan olumsuz tavırlardır. Bu olumsuz tavırlar, ahiretteki ilahî
yardımı engellemektedirler. Şirk, inkar ve kibir psikolojisine göre davranan
insanların, ilahî yardımı almalarının imkânsız olduğunu söyleyen bu ayetler,
çok büyük caydırıcı güce sahiptirler.
[312]
Dinin insanlara ulaşmasını engelleyen ve amaçlarını gerçekleştirmek
için tuzak kuranlar da yardım görmeyeceklerdir:
(O gün planlan kendilerine hiçbir fayda vermez ve yardım da
görmezler). [Tûr/46]
Hakikati engellemek ve tebliğini durdurmak için peygambere tuzaklar kurmak,
insanlık tarihinin kirli ırmağının sulan olmuştur. Bu engel ve tuzaklar, insanlık
tarihini kirletmiştir. Şeytanın akıtmaya başladığı bu kirli ırmağın sürekli
akmasına yardım edenler, aynı zamanda, onun yanı başında akmakta olan nur ırmağının
önüne barikatlar kurar, tuzaklar oluşturur ve engeller koyarlar. Bu insanlar
daima kötülüğe yardım etmek için birbirleriyle yardımlaştıklanndan, ilahî
yardım onlara gelmeyecektir. Onlar bu tuzaklanyla iyiye, güzele, doğruya ve
hakikate zulmetmişlerdir. Bu zulümleri, onlan kurduklan tuzaklara düşürecektir.
Bakara/48 ayeti, takva denen sakınma duygusu ve bilinci ile, ahiretin
özellikleri arasında ilişki kurmaktadır. Sözkonusu ayette ahiret hayatındaki
sorumlulukların ferdî olduğu ve orada birbiriyle yardımlaşmanın imkânsız
olacağı vurgulanarak, bu konuda nelere dikkat edilmesi gerektiği beyan edilmektedir.
Kimsenin, kimse nâmına bir şey ödemeyeceğini, hiçbir alışverişin olmayacağını,
şefaatin kabul edilmeyeceğini, şefaatin tamamının Allah'a ait olduğunu, ayrıca,
kimlerin şefaat edeceğini, kimlere şefaat edilmeyeceğini açıklamakla Kur'an,
insanların iyi davranışlara karşı ihmalkâr bir tavır takınmamaları ve şefaat
konusunda şirke sapmamalan uyarısını yapmaktadır. Mahşerde kimseden fidye
alınmayacağını, zalimlerin dünya ve ahiret tercihinde yanılanlann, ateşe
çağıranlann, inkar ve kibredenlerin, ilahî nurun yayılmasını engellemek için
tuzak kuranların asla yardım görmeyeceklerim söyleyen Kur'an, insana,
ahiretteki hayatını ceheneme çevirecek olan davranışların âkibetini beyan
etmektedir. Böylece bu uyanlar, ilahî eğitimin ana konusunu teşkil etmekte ve
din eğitimcilerine üzerinde önemli durmaları gereken konulan hatırlatmaktadır.
Ahiretteki tek basma kalma ve hiçbir yardım görememe ortamını, bu dünyada
yap-tıklanmızla oluşturduğumuz bilincini kazandırmak, eğitimin ana
amaçlanndandır.
[313]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/163.
[2] (elif-lam-mim). Bazı Kur'atı
surelerinin başında bulunan ve mukatta'at adı verilen harflerin insanlar
tarafından bilinmesi zor olan sırlara sahip oldukları alimler tarafından
vurgulanmaktadır. Tarihte alimlerin mukatta'at harflerine getirdikleri
açıklamaların özetini Muhammed Esed, Kur'an Mesajı'mn Ek II, 13330-34. sayfalarında
vermiş ve Hz. Ebubekir'in şu ifadesiyle bitirmiştir: "Her ilahî kelamda
(kitap) bir esrar (unsur) vardır. Kur'an'ın esrarı ise, (bazı) surelerin baş
(harflerin)de (bulunmakta)dır".
Bize göre mukatta'at harfleri bulunduğu
surenin tüm ayetlerinin fışkırdiğı kaynak, başka bir ifadeyle, yüzlerce sayfa
bilginin yerleştirildiği bilgisayardaki dosya gibidir; tıklatınca bütün
sayfalar açılmaktadır.
Mukatta'at harfleri de bütün surenin içine
konduğu bir dosya gibi olup, tuşa basınca ayetler insanın önüne serilmektedir.
Genelde başında mukatta'at harfi olmayan sureler, mukatta'at harfi olanların
bir açılımıdır. Mukatta'at harflerinin farklı harflerden oluşması, surelerin
içindeki konuların farklılığını benzer harflerin olması da benzerliklerini
göstermektedir. Bu görüşümüzün şu şekilde delillendiririz: "Bazı surelerin
başında çeşitli cisim ve tabiat olaylarına veya kanunlarına yemin edilmektedir.
Bu yeminlerdeki farklılıklar, surelerin konu farklıhğhna; benzerlikler de
benzerliklerine işaret olduğu gibi, mukatta'at harfleri de aynı işlevi
görebilir.
Birbirinin devamı olan sureler, aynı
mukatta'at harfleriyle başladığı gibi, birbirine çok benzer olanlar ise
mukatta'at harfi olmadan devamlılıklarını sürdürürler. Onun için Kur'an'ın sure
ve ayet yapısı, manevî alemin kimyasal oluşmunu aksettiren bileşimler ve
sistemler ağıra andırır.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/164.
[4] Fahruddin Râzî, Tefsîr-i
Kebîr, (trc. Suat Yıldırım ve arkadaşları), 1/430.
[5] İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab,
rayb md.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/164-168..
[7] İbn Manzûr, age, he-de-ye
md.
[8] Fahruddîn Râzî, age, 1/443.
[9] Râgıb el-İsfehanî,
el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Beyrut, ts. s. 538.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/168-169.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/169-170.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/170-171.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/171-174.
[14] Râgıb el-İsfehânî, age, 286.
[15] Fahruddîn Râzî, age, XV/18.
[16] Buhârî, Ezan, 95.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/174-178.
[18] İbn Manzûr, age, ka-ve-me
md.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/178-179.
[20] Râgıb el-tsfehânî, age, s.
417.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179.
[22] Fahruddîn Râzî, age,
XVI/386.
[23] Fahruddîn Râzî, age,
XVI/386.
[24] Müsned, 2/373.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179-180.
[26] İbrâhim/40; Meryem/55;
Taha/14.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/180-181.
[28] Fahruddîn Râzî, age, V/496;
Elmalılı Hamdi Yazır; 11/195.
[29] Kâdî, Beydâvî,
Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl (Mecma'u't-Tefâsîr), İstanbul, ts. 1/418.
Tesbîtü'n-nefs ifadesinin bir anlamı da,
insanın gönlünden üzüntü ve korkunun çıkıp gitmesi ve bir rahatlık duymasıdır.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/181-185.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/185-186.
[32] Fussılet/46; Casiye/15.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/186-187.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/187-188.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/188-189.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/190-191.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/191-192.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/192-193.
[39] Râgıbel-İsfehânî,a£e, s. 25.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/194-195.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/196.
[42] İbn Manzûr, age, ke-fe-re
maddesi, Râgıb el-İsfehânî, age, ke-fe-re md.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/196-199.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199-200.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/201-202.
[48] İbn Manzûr, he-te-me md.;
Râgıb el-İsfehânî, age, s. 142-143.
[49] Fahruddîn Râzî, age, 11/11.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/202-206.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/206.
[52] Fahnıddîn Râzî, age, 11/28
(İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/207-208.
[54] Buhârî, İmân, 16.
[55] Fahruddîn Râzî, age, 11/32.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/208-209.
[57] İbn Manzûr, age, re-ce-se
md.
[58] Fahnıddîn Râzî, age,
XII/236.
[59] Âl-i İmran/181-182;
Enfâl/51; Hac/10.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/210-214.
[61] İbn Manzûr, fe-se-de md.
[62] İbn Manzûr, se-le-he md.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/214-218.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/218-219.
[65] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
261. Sîbeveyh'in de aynı görüşü savunduğunu Elmalılı Hamdi Yazır
nakletmektedir.
[66] Hans Wehr, A Dicitionary of
Modern Written Arabic, şe-ta-ne md.
[67] İbn Manzûr, age, he-ze-e md.
[68] Hicr/ll, Yasin/30; Zuhruf/7;
Enbiya/41.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/220-224.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/224-225.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/225-226.
[72] Fussılet/5; En'âm/25;
İsrâ/46; Kehf/57; Fussılet/44.
[73] Fahruddîn Râzî, age, 11/62.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/226-230.
[75] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
1/221.
[76] Razî, age, 11/64.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/230-232.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/232-233.
[79] Bu konuda İsfehânî, dirhem
ve dinarlara tapanları belirten hadîsleri nakletmektedir; bkz. age, s. 319.
[80] Hâzin, Lubâbu't-Te'vîlf i
Ma'âni't-Tenzîl, Zâriyât/56.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/233-235.
[82] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve
İnsan, trc. Süleyman Ateş, Ankara, ts. s. 6.
[83] Fahruddîn Râzî, age,
XX/237-238.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/235-237.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/237-239.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/239.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/239-241.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/241-242.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/242.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/242-244.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244-245.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/245.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246-247.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/247-248.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/248.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/249.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/249.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/250-252.
[104] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
486.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/253-257.
[106] Bk. İsfehânî, age, s.
448-489.
[107] Fahruddîn Râzî, age,
XVII/226-227.
[108] İbn Manzûr, age, se-he-de
md.
[109] Bu yorumu, Fahruddîn Râzî de
almaktadır.
[110] Fahruddîn Râzî, age, 11/153.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/257-264.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/264-267.
[113] Zikrettiğimiz nüzul sebebi
farklı tarzda da olsa, Kâdî, Hâzin ve Fahruddîn Râzî'nin tefsirlerinde kısaca
geçmektedir.
[114] İbn Manzûr, age, heyye md.
[115] Fahruddîn Râzî, age, 11/183.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/268-272.
[117] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
IV/392.
[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/273-277.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277-280.
[122] Kadı Beydavi, Nesefî, Hâzin,
İbn Abbas gibi müfessirler, ebeveynin sulbünde sperm ve yumurtayken manasını
vermişlerdir. Fahruddîn Râzî, meseleyi derinlemesine açıklamış, geçmiş
alimlerin görüşlerini naklet-miştir. Ama bunlar, buradaki (emvâten) kavramına,
yokluk manasını vermişlerdir.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/281-283.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/284.
[125] İsfehânî, age, s. 94.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/284-285.
[127] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
1/260 (Ebû Hayyân, Bahr-ı Muhit ve Nehru'l-Mine'l-Bahr adlı eserlerinden nakletmektedir).
[128] Fahruddin Râzî, age, 11/231.
[129] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
K/332-333; Fahruddîn Râzî, age, 286 XXIII/273-274.
[130] Alak, 96/6-15.
[131] Alak 96/15-17.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/285-291.
[133] Fahruddîn Râzî, age, 286
XXH/U-12.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/291-292.
[135] Müddessir/18-25.
[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292-293.
[138] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
155-156.
[139] Fahruddîn Râzî, age, 11/244.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292-296.
[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/296-299.
[142] İbn Manzûr, age, ka-de-se
maddesi.
[143] Râğıb el-îsfehânî, age, s.
396.
[144] Fahruddîn Râzî, age, 11/260.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/299-302.
[146] Fahruddîn Râzî, age, XXI/66.
[147] Fahruddîn Râzî, age, U/264.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/303-305.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/305.
[150] Elmalılı Hamdi Yazır; age,
1/269.
[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/305-306.
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/306-307.
[153] Fahruddîn Râzî, age, 117330.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/307-308.
[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/308-309.
[156] Fahruddîn Râzî, age, 11/336.
[157] Süleyman Ateş, age, 1/145;
Elmalık Hamdi Yazır, age, 1/274.
[158] Elmalılı Hamdi Yazır, ikinci
maddede anlatılanlara yakın açıklamalar yapmaktadır. Bkz. age, 1/274.
[159] Fahruddûn Râzî, age, XIV/95.
[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/309-314.
[161] Fahruddûn Râzî, (age,
XIV/92) müfessirlerin çoğunun bu görüşü kabul ettiğini söylemektedir.
[162] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
V/206-207.
[163] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
VII/370.
[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/314-319.
[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/319-320.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/320.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/320-321.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/321-325.
[169] Fahruddîn Râzî, age,
11/3898. Elmalı'ı Hamdi Yazır bu fikri kabul etmemektedir. Süleyman Ateş ise
Ebû Müslim'in fikrini kabul etmektedir.
[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/326-331.
[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/331-332.
[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/332.
[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/332.
[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/313.
[175] The Torah The Five Books of
Moses A New Tkranslation of the Holy Scriptures According to the Tradional
Hebrew Text, America 1978, Genesis, 3. bâb. 1-14. âyetler.
[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/333-335.
[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335.
[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335.
[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335-336.
[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/336-337.
[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/337-339.
[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.
[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.
[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.
[185] Mecmau't-Tefâsîr, IV/224.
[186] Fahruddîn Râzî, age, XVI/67.
[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/340-341.
[188] Zemahşerî, Keşşaf, 1/274. Aynı manayı Kadı Beydavi ve
Nesefî de benimsemektedir.
[189] Mecmau't-Tefâsîr, 1/109.
[190] Mecmatt't-Tefâsîr, 1/109.
[191] İbn Mâce, Zühd. 1470.
[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/341-344.
[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/344-345.
[194] Fahruddîn Râzî, age,
XXI/561.
[195] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
VIII/164-165.
[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/345.
[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/345.
[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.
[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.
[200] İbn Mâce, Zühd, 30.
[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.
[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347.
[203] Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi,
(Haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1978, s. 187.
[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347.
[205] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347-349.
[206] Zemahşerî, age, 1/274; Kâdî,
age, s. 110; Nesefî, age. s. 10.
[207] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/349-352.
[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/352-353.
[209] Zemahşerî, age, 1/275;
Fahruddin Râzî, age, 11/444. Kâdî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas da aynı görüşü
paylaşmaktadırlar. Süleyman Ateş bu görüşü açıklarken Yahudilik'i gündeme
getirmektedir ki bu doğru değildir. Çünkü Alı İmran/ 67 ayetine göre, Hz.
İbrahim yahudi değildi. Onun torunu Yakub'un nesli de yahudi olamaz.
[210] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/353-354.
[211] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/354.
[212] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/355.
[213] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/355.
[214] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/356-357.
[215] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/357.
[216] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/357-358.
[217] İbn Manzûr, age a-he-de
maddesi; Râgıb el-İsfehânî, age, s. 350.
[218] Zemahşerî, age, 1/275; Kadı
Beydavi, age, s. 113, Neseî, age, s. 113.
[219] Hâzin, ag\ s. 113; Fahruddîn
Râzî, age, 11/455.
[220] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/358-363.
[221] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/363-366.
[222] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/367.
[223] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368.
[224] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368.
[225] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368-369.
[226] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
125.
[227] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/369-370.
[228] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/370-372.
[229] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/372.
[230] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/372-373.
[231] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/373.
[232] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
125.
[233] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/373-374
[234] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/374.
[235] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/374-375.
[236] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/375.
[237] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/376.
[238] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/376.
[239] Nisa/29 ve 161'de de aynı
manada geçmektedir.
[240] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/377.
[241] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/377.
[242] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/378-379.
[243] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/379.
[244] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/379-380.
[245] Fahruddîn Râzî, age, 11/473.
[246] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/380-382.
[247] Kadı Beydavi, Nesefî, İbn
Abbas, Hâzin ve Fahruddîn Râzî bu fikri savunmaktadır.
[248] Fahruddîn Râzî, age, 11/478.
[249] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/382-383.
[250] Râgıb el-İsfehânî, age, s.
40. Zemahşerî de "hayırda yanş" manasına almaktadır.
[251] İbn Manzûr, age, be-re-re
maddesi; Hans Wehr, Arabıc-Englis Dictionary, be-re-re maddesi.
[252] Râgib el-İsfehânî, age, s.
40. Birr'in geniş izahı Bakara/177'de yapılacaktır.
[253] Fahruddîn
Râzî, age, XIII/101.
[254] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/383-386.
[255] Kadı Beydavi ve Zemahşerî, dua manasına geldiğini
söylemişlerdir.
[256] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 273.
[257] Zemahşerî, age, 1/278; Fahruddîn Râzî, age, 11/484; Hâzin, age, s. 119; Nesefî, age, s. 118.
[258] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/386-389.
[259] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.
[260] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.
[261] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.
[262] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389-390.
[263] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390.
[264] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390.
[265] Râzî, Kâdî, Hâzin, Nesefî,
ve Hamdi Yazır bu manayı vermektedir.
[266] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390-391.
[267] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.
[268] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.
[269] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.
[270] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.
[271] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.
[272] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.
[273] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392-393.
[274] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393.
[275] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393.
[276] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393-394.
[277] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/394.
[278] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/394-395.
[279] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.
[280] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.
[281] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.
[282] Tûr/45; Meâric/42
ayetlerinde de aynı manayı ifade etmektedir.
[283] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/396-397.
[284] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/398.
[285] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/398-400.
[286] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/400.
[287] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/400-401.
[288] Süleyman Ateş, age, 1/157.
[289] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/401-403.
[290] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/403.
[291] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/403-404.
[292] Kadı Beydavi melekler, İsa;
İbn Abbas melekler; Nesefi tevhide inananlar; Hâzîn melekler, İsa ve Üzeyir.
Râzî, bu görüşleri naklettikten sonra melekler, İsa ve Üzeyir diyenlerin
görüşüne meyletmektedir. Süleyman Ateş, meleklerin şefaat edeceğini
savunmaktadır.
[293] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/404-405.
[294] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/405-406.
[295] Fethu’r-Rabbânî, 7/129.
[296] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/406-407.
[297] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408.
[298] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408.
[299] Fahruddîn Râzî, age, IX/321.
[300] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408-409.
[301] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/409.
[302] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/409-410.
[303] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410.
[304] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410.
[305] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410-411.
[306] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/411.
[307] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.
[308] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.
[309] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.
[310] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.
[311] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.
[312] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/413.
[313] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/413-414.