Bakara Suresi: 6

Kur'an Bir Rehberdir: 6

Rehber: 8

Korunan (Muttaki): 8

Kur'an'ın Rehber Olduğu İnsanların inançları: 8

Gayba İman: 9

Namaz Kılmak: 10

Salat (Namaz) Ve Kâme Kavramı: 12

Devam Etmek: 12

Samimi Olmak: 12

Yerine Getirmek: 12

Namazın İşlevleri: 13

İnfak: 13

İnfakta Niyet: 15

İnfakın Sevabı Kime Olur?. 15

İnfak Birr'e (Hayr'a) Eriştirir: 16

İnfakın Usûlü: 16

İlahî Kitaplara İman: 17

Ahirete İman: 18

Ahirete İmanın Faydaları: 18

İman Sürecinin Sonucu: Hidayet Ve Kurtuluş: 19

İnkarları Ve Münafıklıkları Sebebiyle Kalpleri Mühürlenenler: 19

Küfür Ve Peygambere Direnç: 20

İnkara Götüren Sebepler: 21

A) İnsanın İnkarı İradesinin Eseridir: 21

B) Kültür Mirası 21

C) Dinlememek Ve Akletmemek: 22

D) Kalplerin Mühürlenmesi: 22

Münafıkların Ruh Yapısı Ve Davranışları: 24

İnanmadığı Halde İnandığını Söylemek: 24

Münafığın Davranışı Aldatmaya Yöneliktir: 25

Münafıkların Kalpleri Hastadır: 25

Münafıklar Bozguncudur: 27

Münafıklar İnananları Beyinsizlikle İtham Ederler; Gerçekte Kendileri Beyinsizdir: 29

Münafıklar İki Yüzlüdür, İnsanlarla Alay Ederler: 29

Hidayete Karşılık Sapıklığı Satın Alırlar: 31

Münafıklar Kördür, Doğruyu Görmez: 31

Münafıkların Melekeleri Dumura Uğramıştır: 32

Münafıklık Küfre Götürür: 33

Münafığın Işığı Kısa Sürelidir: 34

Yaratana Kulluk Ve Takva: 34

A) Takva'nın Psikolojik Yönü: 35

B) Takva'nın Sosyal Yönü: 36

C) Eğitim Ve Takva: 37

a) Kur'an'la Uyarmak: 37

b) Beklenti İçinde Olmak: 38

c) Aklını Kullanmak Ve Düşünmek: 38

d) Cezaları Açıklamak: 38

E) İbadetleri Eda Etmek: 39

F) Ödüllendirmek: 39

1. Sevgisini İlan Ediyor: 39

2. Beraberliğini İlan Ediyor: 39

3. Ona Bir Çıkış Yolu Gösterir: 39

4. Ummadığı Yerden Rızık Verir Ve İşini Kolaylaştırır: 40

5. Günahlarını Örter Ve Büyük Mükafaat Verir: 40

6. Güven Elde Ederler: 40

7. Allah'ın Dostluğunu Kazanır: 41

8. Siyasî Erk Elde Eder: 41

9. Altından Irmaklar Akan Cennetlere Girerler: 41

10. Mutluluk Ve Felah Bulurlar: 41

D) Korumak: 42

Nimetin Karşılığı Şirk Olmamalı: 43

Kur'an'dan Şüphe Etmenin Karşılığı Cehennemdir: 44

Cennete Nasıl Gidilir?. 47

Allah Doğruyu Söyler: 48

Fasıgın Özellikleri: 50

Psikolojik Boyut: 52

İlahî Boyut: 52

Siyasî Ve Sosyal Boyut: 52

Yaratıcı İnkar Edilemez: 54

İlk İnsan Ve Yaratılışı: 55

Ceale Fiili Hakkında: 55

Melek Kelimesi Hakkında: 56

Hezene: 58

Sekar Cehennemindeki 19 Melek: 58

Elçiler: 59

Halife Kelimesi: 59

Tesbih: 60

Takdis: 61

İlk Öğretim Faaliyeti: 63

Bilen Konuşmalıdır: 64

Sübhan: 64

Alim: 64

Hakim: 65

Hz. Adem'in İmtihanı Başarması 65

Saygı Secdesi Ve İblis: 65

İblisin Mahiyeti Ve Secde Etmeme Sebebi: 67

İblis Neden Secde Etmedi?. 69

A) İnat: 69

B) Kibir: 70

C) İblis Cinlerdendi: 70

İlk Yasak Ve İlk Günah: 72

Ebedilik Duygusu: 74

Tükenmeyen İktidar Hırsı: 74

Gelişme Arzusu: 74

İnanma Duygusu: 75

Şeytan Âdem Ve Eşine Aynı Anda Vesvese Verdi: 75

Hebeta Kavramı: 76

A) Yuvarlanmak, Düşmek: 76

B) Gemiden İnmek: 76

C) Bir Şehre İnip Yerleşmek: 76

D) Değerini Düşürmek: 76

E) Cennetten Çöle İnmek: 77

İnsan Unutkandır: 77

İnsan Sabırsızdır: 78

İnsan Asidir: 78

İnsan Şaşkındır: 78

İnsanın Tevbe Etme Özelliği: 78

Tevbenin Zamanı: 80

Nasuh Tevbesi: 80

A) Tevbe Kararlılıktır: 80

B) Tevbe Onarmaktır: 80

C) Tebve Geriye Dönmektir: 81

D) Tevbe Arınmaktır: 81

E) Tevbe Kurtuluştur: 81

F) Tevbe Farkında Olmaktır: 81

Tevbenin Merhaleleri: 81

Hidayete Erenlere Korku Yoktur: 82

Cehennemde Ebedî Kalacak Olanlar: 83

Ahde Vefa: 84

A) Hürriyet Nimeti: 84

B) Varislik Ve Önderlik Nimeti: 84

C) İçlerinden Peygamberler Ve Krallar Çıkarma Nimeti: 85

D) Düşmanlarından Kurtarma Nimeti: 85

E) Yiyecek Ve İçecekler Bahşetme Nimeti: 85

F) Eğitim İhtiyaçlarını Giderme Nimeti: 86

G) Alemlere Üstün Kılma Nimeti: 86

İman Gerçeği: 88

Hak İle Bâtılı Karıştırmamak: 89

Allah, Hakkın Kendisidir: 90

Kur'an Hakkın Kendisidir: 90

Kitabın Konuştuğu Haktır: 90

Allah'ın Fiilleri Haktır: 90

Hak Bâtılı Gidericidir: 91

Hak Açıklayıcıdır: 92

Hak Aydınlatıcıdır: 92

Hak, Doğruya Götürendir: 92

Hak, Ahirete İmandır. 92

Hak, Ölçülü Ve Zamana Uygun Olan Söz Ve Davranıştır: 93

Hak, Kainatı Ayakta Tutan Güçtür: 93

Hak, Enfüs Ve Afakin Kanunlarının Kesiştiği Yerde Ortaya Çıkar: 93

Hak, Bir Paydır: 93

Bâtıl İtaatsizliktir: 94

Bâtıl Haram Yemektir: 94

Sahte Tanrılar Bâtıldır: 94

Bâtıl, Allah'a İftiradır: 94

Hakkı İnkar Edenlerin Uydurduğu Şey Bâtıldır: 95

Bâtıl Hikmetsiz İştir: 95

Namaz Ve Zekat: 95

Bilmenin Gereğini Yerine Getirmeme: 96

Birr (Hayırda Genişlik: 96

Sabır Ve Namaz İle Kendine Yardım Etmek: 98

Huşu: 99

A) Sesin Kısılması: 99

B) Gözlerin Utançtan Yere Eğilmesi: 99

C) Kalplerin Ürpermesi, Saygı Duyması Ve Yumuşaması: 99

D) Zilletten Başların Eğilmesi: 99

E) Kur'anın İnsanda Meydana Getirdiği Manevî Değişim: 99

F) Bilgi Ve İmanın Meydana Getirdiği Saygınlık: 100

Zan Nedir?. 100

A. Bilmek: 100

B. İnanmak: 100

C. Hakikat Payı Bulunmayan Sanı: 100

Zannın Çeşitleri: 100

1. İyi Zan: 100

2. Kötü Zan: 101

3. Cahiliye Zannı: 101

4. Günah Olan Zan: 101

Allah'a Kavuşma: 101

A) Fizikî Manası: 101

B) Psikolojik Manası: 102

A) Korku Atmak: 102

B) Düşmanlık Ve Kin Duygusu Atmak: 102

C) Eğitim Manası: 102

a) Sevgi Atmak: 102

b) Bilgi Atmak: 102

D) Ölüm Ve Ahiretle İlgili Manası: 102

Şeytanın Atması Veya Katması: 103

Allah'ın Atması: 103

İsrailoğulları'nın Üstünlüğü: 104

Fayda, Şefaat, Fidye Ve Yardımın Olmadığı Gün: 104

O Günün Özelikleri: 105

Şefaatin Tamamı Allah'a Aittir: 105

Ancak Allah'ın İzin Verdikleri Şefaat Edebilir: 106

Kimler Şefaat Edecek?. 106

Şefaate Nail Olacak Ve Olamayacak Kimseler: 107

Şefaat, Tenbelliğe Sevketmemeli: 107

Şefaate Muhtaç Olan Şefaat Edebilir Mi?. 108

Fidyenin Kabul Edilmediği Gün: 108

A) Denk Tutmak, Şirk Koşmak: 108

B) Sapıklık: 108

C) Dengeli Yapmak: 109

D) Eşit Davranmak: 109

E) Doğruyu Söylemek: 109

F) Takvaya En Yakın Eylemdir: 109

G) Fidye: 109

Yardımın Yapılmayacağı Gün: 110

a) Ahirette Zalimlerin Yardımcısı Olmayacak: 110

b) Dünyayı Ahirete Terceh Edenlere Yardım Edilmeyecek: 110

c) Ateşe Çağıranlara Yardım Edilmeyecek: 110

d) Allah'a Eş Koşanlar Yardım Görmeyecek: 110

e) İnkarcı Ve Kibirliler Yardım Görmeyecek: 110

f) Tuzak Kuranlar Yardım Görmeyecek: 111


Bakara Suresi:

 

Bakara suresi, Hz. Peygamberin Medine'ye hicre­tinden hemen sonra inen suredir. Aynca, Kur'an'ın en son inen ayetlerinden biri olan ayet (281. ayet) de bu surede yer almaktadır. Bu sure inanç, ibadet ve me­denî hayatın pek çok cephesine ışık tutan ayetlerden müteşekkildir.

Bakara suresi, geçmiş nesillerin tecrübelerinden, münafıkların özelliklerine; ilk insanın yaratılışından, iyinin ne olduğunun açıklanmasına; boşanma huku­kunun esaslarından, insan ilişkilerinin sağlıklı yürü-tülebilmesine varıncaya kadar, pek çok konuyu içer­mektedir. Bakara suresinin diğer bir özelliği de, Kur'an'dan önceki kutsal kitapların âyetlerine yer vermiş olmasıdır.

Bu surenin iki ismi olduğu alimler tarafından ri­vayet edilmektedir. Bunlar, Suretu'l-Bakara ve Sure-tu'l-KürsMk. Totemizm inancı ile mücadeleye yer verdiği için Bakara, içinde ayete'l-kürsî bulunduğun­dan da Kürsî adını almıştır. Meşhur olan ismi Bakara'dır.

İki yüz seksen-altı ayetten müteşekkil olan bu su­re Kur'an'ın en uzun süresidir. [1]

 

1. Elif-lâm-mîm.[2]

Harflerden meydana gelen bu ayete, çeşitli manalar verilmiş, fakat verilen bu anlamların doğruluğu kesin olarak isbat edilememiştir. Bu harflerin Allah ile Peygamber'i arasında şifre olduğu fikri en yaygın olan kanaattir. [3]

 

Kur'an Bir Rehberdir:

 

2. O kitap, onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar için bir rehberdir.

Ayette dört kavram yer almaktadır: kitap, şüphe, rehber ve sakınanlar. Bu kavramları açıkladığımızda, ayetin insanlığa vermiş olduğu mesaj ortaya çı­kacaktır.

Kitap, bazı şeyleri bir araya getirmek manasına gelmektedir. Mesela, harf­leri kelimede, kelimeleri cümlede, cümleleri sayfalarda bir araya getirmek gibi. Yukarıdaki ayette kitap, Allah'ın ayetlerini, hükümlerini ve izahlarını bir araya getiren Kur'an manasını kazanmaktadır. Askerleri bir araya toplayan alana da aynı isim verilmektedir. Her iki manadan hareket edersek şöyle bir genelleme yapılabilir: Bu anlamda kitap, cehaletin, şüphenin ve inkarın or­dularını dağıtmak için bir araya gelen ayetlerin tümünü ifade etmektedir. De­mek ki kitabın içindeki ayetler, cehalet, şüphe ve inkarla mücâdele veren en etkili silahlardır.

Allah niçin kitapla başlamış ve pek çok surenin başında bu kavrama niçin yer vermiştir? Bu soruya bir kaç açıdan cevap vermek mümkündür:

a) Allah'ın kitapla başlamış olması, eğitiminin merkezine kitabı koyduğunu göstermektedir. Eğitim sistemlerini birbirinden ayıran temel özellik, merkeze yerleştirdikleri değerlerdir. Bu fikirden hareketle diyebiliriz ki, Allah kitap mer­kezli bir eğitimi benimsemektedir. Kitabı merkeze alan eğitim sisteminin okulu­na, "kitap okulu" denmektedir. Bu izahımızı şu ayetle delillendirebiliriz:

 (İşte böy­lece sana da emrimizle bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola götürdüğümüz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu gös­termektesin). [Şura/52]

Bu ayette Kur'an, nur (ışık) olarak vasıflandınlmaktadır. Işık kaynağı da­ima merkezde yer alır; tıpkı güneş sisteminin merkezinde güneşin olması gibi. İşte Kur'an (ilahî kitap), eğitimin merkezinde yer alan bir ışık kaynağıdır. İnsanların beyin ve gönüllerini birer gezegen olarak kabul edersek, insanlar o ışık kaynağının etrafında dolaştıkça, ondan faydalanacaklardır. Böylece bu ayet dinin ve dinî eğitimin merkezinde yer alan Kur'an'ın, kitap okulu'nu be­nimsediğine işaret etmektedir.

b) Kitap kavramından hareketle diyebiliriz ki, Yüce Allah bilgiyi öne çı­kartmakta ve onun cehalet ordularını yok eden etkili bir silah olduğuna dik­kat çekmektedir.

c) Kitap, ilahî bilgiyi taşıyan başlı başına bir okuldur. İnsanlar ve doğal olarak da milletler, bütün kültür kazanımlanm kitap vasıtasıyla gelecek ne­sillere aktarırlar. İnsanlığın meydana getirdiği kültür mirasının en sadık dostu kitaptır. Kitap, en etkili eğitim aracı olması nedeniyle, dünyaya şekil vermek­te, onu değiştirmekte, geliştirmekte ve ona can vermektedir. Allah, kitap de­diği Kur'an'la insanların beynine ulaştığı gibi, insanlar da kitap vasıtasıyla birbirlerine ulaşıyor ve birbirlerini eğitiyorlar.

İlahî alemle, beşerî alemin iletişimim sağlayan kitap, yani Kur'an, insanı süflî alemden yüceler alemine götürdüğü için eğitimin merkezinde yer al­maktadır.

d) Kitap kavramı, farz manasını da gelir:

(Size oruç farz kılındı). [Bakara/183]  (Kısas size farz kılındı). [Bakara/178]

 (Kesinlikle namaz, inananlara vakti belirlen­miş bir farzdır). [Nisa/103][4]

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, ilahî kitap, insanların yapmakla zorunlu oldu­ğu ibadetleri ve toplumun istikrârını sağlayacak ana kuralları ihtiva etmelidir.

e) Kitap, delil ve hüccet manalarını da ifade etmektedir.

(Eğer doğrulardan iseniz kitabınızı, yani delilinizi getiriniz). [Saffat/157]

İnsanlar bir konuyu öğrenmek istediklerinde veya tartıştıklarında, kitabî deliller isterler. İnsanların, öğreticilerin bilgilerine güvenmeleri, kitabın delil olarak gösterilip gösterilmemesine bağlıdır. Allah da hakiat bilgisine delil ol­ması nedeniyle Kur'an'a kitap demektedir. Bu bağlamda Kur'an, ilahî eğiti­min merkezinde yer almaktadır.

f) Kitap, aynı zamanda zaman manasına da gelmektedir. Zaman manası­na gelen kitap, medeniyet ve kültür gelişiminin evrelerini göstermektedir. Ki­taplar, insanlığın geçirdiği fikrî gelişmişliğin basamaklarını yansıtırlar. Onun için Allah şöyle buyuruyor:

Helak ettiğimiz her beldenin muayyen bir zamanı, yani süresi vardır. [Hicr/4] Süre kavramı ayette, kitap'la ifade edilmektedir. Kitapla insanların ilişki­si, onların ömürlerini tayin etmektedir. Kitap, eğitim-öğretime ciddiyet geti­rir. Kitapla ilişkisi olmayan toplumlar, dedikoduyla avunur ve onları bilgi zannederler. Bir medeniyet ve toplum zannî bilgiyle varlığını sürdüremez. Kitaba yakınlık, bilgiye yakınlık demektir. Bilgiye yakın ve sevdalı olan top­lumların hayatta kalacağı da bir gerçektir.

g) Kitap, akid (antlaşma yapmak) manasını da ifade etmektedir: Sahip olduğunuz kölelerden mükâtebe (akid) isteyenler... [Nur/33]

Kitaplara inanmak, Allah ile kul arasında bir akiddir. İnsanın neler yap­ması gerektiğini bir akdin maddeleri halinde sıralayan Kur'an, Yüce Allah'la kullan arasında bir antlaşmayı ifade etmektedir.

h) Nur/33'de, köleye hürriyetini vermeyi ifade eden kitap kavramı, insa­nın kendi nefsinin ve yedek ilahların köleliğinden azat olması manasına gel­mektedir. Bu anlamıyla kitap, yani Kur'an insana hürriyetini veren bir berat­tır. Eğer insanın bizzat kendisi doğrudan doğruya bilgi, yani kitapla ilişki kurmazsa, başkalarının kölesi olur. İşte hürriyet insanın doğrudan kitapla, ya­ni bilgiyle ilişki kurmakla elde edeceği bir değerdir.

Pek çok surenin başında kitap kavramının yer alması, onun hürriyeti tem­sil etmesinden kaynaklanmaktadır. Hürriyeti olmayan bir insana, kitabın di­ğer meselelerini anlatmanın ne anlamı olacaktır? İşte Yüce Allah, Bakara/2 ayetiyle insanoğluna verdiği kitapla onun hürriyetini bağışlamaktadır. Yedek tanrılardan kurtuluşunun beratını vermektedir.

Ayette geçen diğer bir kavram da şüphe'dir. "Rahatsız etmek, endişe ver­mek, sükununu bozmak, üzmek, merak etmek, kuşku, birden bire korkutmak, tehlikeyi haber vermek, kötü zan, vehim ve korku ile dolu olmak ve durdur­mak" manalarına gelen şüphe, 'musibet' anlammı da ifade etmektedir.

O kitapta hiçbir şüphe yoktur ayeti ile bağlantı kurarken, bu manaların ba­zılarına dikkat etmemiz gerekmektedir. Önce şu soruyu soralım: O kitaptan şüphe ettirecek olan şey nedir? Bunun cevabını Secde/2 ayetiyle verebiliriz:

(Bu kitabın, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğundan asla şüphe yoktur).

Allah tarafından indirildiği için, ondan şüphe edilemez ve onda şüphe yok­tur. Kur'an'ın dışında, yani Allah'ın göndermediği bütün kitaplarda şüphe edi­lecek fikirler ve konular olabilir demektir. Şüphe ile yaklaşılan bir kitap, din koyamaz. Bu kitapta şüphe yoktur ifadesini, şüphe kavramının lügat manasın­dan hareket ederek çözebiliriz.

Kur'an mutlak hakikat bilgisidir. Onda insanı rahatsız edecek herhangi bir bilgi olmadığı gibi, insanın gönlünü kinle depreştirecek ve ona belâ getirecek hiçbir şey de yoktur. Kur'an'ın dışındaki ideoloji halini alan felsefeler taraf yarattığı için, insanlara korku salmaktadır. Kur'an taraf yaratmadığı için, kendisine inanmayanlara da güven vermekte, endişe ve korkuyu ortadan kal­dırmaktadır. "Onda şüphe yoktur" demek, "Onda korkulacak ve insanı rahat­sız edecek hiçbir şey yoktur" demektir. Kur'an'da, insanın başına musibet ge­tirecek hiçbir ayet yoktur. Çünkü şüphe 'musibet' anlamına da gelmektedir. Ona zamanın belalarının gelmesini gözetiyoruz. [Tur/30]

Bela kavramı, ayette rayb (şüphe) olarak geçmektedir. Kur'an insana bela getirmez. Kur'an'a inanan insanlar, başkalarının başına asla bela getirmezler. Çünkü, Kur'an zannı değil ilmi içermektedir. Bu sebeple insanı rahatsız et­mez, ona korku vermez ve onu belalara uğratmaz.[5]

Kur'an'da şüphe yoktur, çünkü, Kur'an kendinden önceki kutsal kitapları tasdik etmekte ve onları açıklamaktadır. Kendinden önceki ilahî kitapları reddetseydi ve onları açıklamasaydı, onda şüphenin olması doğal olacaktı. Yunus/37 ayeti bunu açıklamaktadır:

Bu Kur'an, Allahtan başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, sadece kendinden öncekini doğrular ve kitabı açıklar. Onda şüphe yoktur ve alemlerin rabbindendir.

Kur'an'ın kendisinde şüphe yoktur, ama insanların güzeli, doğruyu ve da­ha iyiyi bulmaları için meraklarını uyandırır.

Kısaca, kitabın, yani Kur'an'ın kendisinde şüphe olmadığı gibi, şüpheleri gideren bir özelliği vardır. Bu özelliği ile o, dinin kutsal kitabı olma hakkını kazanmaktadır. [6]

 

Rehber:

 

(Kur'an muttakiler için bir rehberdir).

Götürmek, yol göstermek, cezbetmek, çekmek, eksiklerini tamamlamak, el­de etmek, gerçek imana götürmek, bağlantı kurmak, hediye vermek, vakfet­mek manalarına gelen hidayet kavramı, isim olarak rehber, yön, yol, yörünge anlamını ifade eder.[7] Fussılet/17 ayetine göre hidayet, 'manevî körlüğün', Ba­kara/16 ayetine göre de 'dalaletin/sapıklığın' karşıtıdır.

 Arzulanan bir şeye götürüp ulaştıran rehberliğe5[8]hidayet denmektedir. Yorum­lamakta olduğumuz ayette, "eşiklerini tamamlamak" manasını ifade etmektedir. Kur'an muttakileri, kurtuluşa götüren bir rehberdir. Böyle bir rehberlik, altyapısı­nı hazırlamış bir insanlar topluluğuna yapılabilir. Bakara/3-4'de muttakilerin özel­likleri ve amelleri zikredilmekte, kurtuluşa ermenin alt yapısının neler olduğu vur­gulanmaktadır. Kitap, bu alt yapıyı oluşturmayan insanları felaha erdirmez.

Demek ki, sosyal problemlerin çözümünde, mutluluk ve refaha ermenin alt yapısını kulun iradesi, hedefe ulaşmayı da ilahî irade gerçekleştirmektedir.

Yüce Allah insanların problemlerini nasıl çözer? Bunun cevabını Taha/50 ayeti ile verebiliriz:

 (Musa da, "Bizim Rabbimiz, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götürendir" dedi).

Râgıb el-İsfehanî bu ayetteki doğru yolu göstermeyi akıl, anlayış ve bilgi ver­mek şeklinde yorumlamaktadır.[9]

Bu yorumda kitap, bilgi kısmını teşkil etmektedir. Aklını kullanmayan insanı Kur'an'ın hidayet edip kurtuluşa götürmesi imkansızdır.

Demek ki, Bakara/2'de yer alan kitap kavramı, şüphe götürmeyen ilahî bilginin toplandığı yer anlamındadır. İşte bu bilgi, korunanları kurtuluşa gö­türen bir rehberdir. [10]

 

Korunan (Muttaki):

 

Kendinde şüphe olmayan bu kitap, sakınanların rehberidir [Bakara/2] ayetinde yer alan 'korunma', muttaki kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu ke­limenin kaynağı takva'dır. Ayette yer alan 'muttakiler'in kim olduğu ise, son­raki üç ayette açıklanmaktadır. Bu ayetleri şu değerlendirmelerden sonra ele almamız konunun iyi anlaşılması bakımından daha doğru olacaktır:

Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, Allah'ın verdiği maddî nimetlerle hayır işlerler, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a ve önceki peygamberlerin kitaplarına ve ahiret gününe inanırlar.

İşte bu inanç ve ameller, insanın manevî bağışıklık sistemi diyebileceği­miz takvasını teşkil etmektedirler. Dikkat edilirse, gayba, kitaplara ve ahirete iman ile namaz kılmak ve fakirlerin elinden tutmak gibi iki önemli ibadet takvanın yapısını oluştururken, kitabın rehberliğini, Allah'ın hidayetini ve felahı da çağırmaktadırlar. Bakara/3-5 ayetleri, korunan insanların tanımını verdiğine göre, şüphe edilmeyen kitabın kimlere rehber olacağını da açıklamış olmaktadır. Öyley­se şu açıklamayı yapmakta yarar vardır: Bu ayetteki rehberlik faaliyeti, insanı, sa­pıklıktan ve inkardan alıp doğru inanca getirmek manasına alınmalıdır.

Hidayet, muttakilerin (ilahî rehberliği hak edecek olan alt yapıyı oluştu­ranların) problemlerini çözmek ve onları arzuladıkları toplumsal kurtuluşa götürmektir. Demek ki, Kur'an denen kitap, bir çözümler kitabı olduğu gibi, hedefe götüren bir dinamizmin de adı olmaktadır.

Muttaki sıfatını kazananların, bu manevî seviyelerini korumaları da onlar için bir hidayet olmaktadır. İnsanın, ya da müslümanın kazanmış olduğu manevî seviyeyi devamlı olarak koruması ve gerilememesi onlar için önem­li bir manevî kazanımdır. Kitabın böyle bir hidayeti gerçekleştirmesi de bu­na işaret etmektedir. Bilgi insana belli bir manevî mesafe aldırır, ancak o gelinen merhaleyi korumak da önemli bir kazanımdır. [11]

 

Kur'an'ın Rehber Olduğu İnsanların inançları:

 

3-5. Onlar, gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiklerimizden Allah yolunda harcarlar. Sana indirile­ne ve senden önce indirilene de iman ederler, ahiret gü­nüne kesinlikle inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Allah, insanın nefsini düzenlerken, şu iki özelliği onun tabiatına yerleştir­miştir. Bu özellikler Şems/78'de, Nefse ve ona günaha açık olma ve korunma özelliğini verip düzenleyene yemin olsun şeklinde geçmektedir. Şems/8 'deki takva kavramı, korumak ve korunmak manalarını ifade etmektedir. Buradaki korunma kavramını şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah insanın biyolojik yapısı için bir "bağışıklık sistemi" koymuştur. Tıpta bağışıklık sistemi, mikroba karşı vücudun direncini sağlar ve hastalanmasını önler. Biyolojik yapının bu bağışık­lık sistemini Yüce Allah, manevî olarak da insanın nefsine yerleştirmiştir. Ayet­te yer alan fücur, günaha, şeytana ve kötülüklere açık olmayı ifade etmektedir. İnsanın böylesine olumsuz etkilere açık olmasına karşılık, Allah ona takva de­nen korunma, yani manevî bağışıklık sistemini de bahsetmiştir.

İşte Bakara/3-4'deki iman ve ibadetler, insanın manevî bağışıklık sistemi olan takvayı ayakta tutmakta ve onu beslemektedir. Nedir bu iman ve ibadetler? [12]

 

Gayba İman:

 

Ayette yer alan iman kelimesinin ardından, gayba imanın ne olduğunu ele alalım. İman kavramı, eman kökünden türemiştir. Geçişli fiil olarak kullanıl­dığında, güven vermek, tasdik etmek manasına da gelen bu kavram, gaybla birleşince farklı anlamlar ifade etmektedir. Yok olmak, çekilip gitmek, kay­bolmak, bütün bütün yutulmak, gizlenmek, örtmek, batmak, görünmemek, aşkın, tabiat üstü ve ilahî sır anlamına gelen gayb kavramı da, bu ayette fark­lı bir özelliğin belirleyicisidir.

Bu farklı manayı şu ayette bulmaktayız:

(Bu, gıyabında kendisine hakikaten ihanet etmedi­ğimi bilmesi içindir). [Yusuf/52]

Bu ayette Hz. Yusuf, Aziz'in yokluğunda ona ihanet etmediğini söyle­mektedir. Bakara/3'deki gayb kelimesini bu manada alır ve iman kavramına da "güven vermek" anlamını verirsek, o zaman, "İnsana gıyabında güven veren"anlamına ulaşırız. Yani, takvaya ulaşmanın yolu, insana arkasından ihanet etmemek, ona güven vermektir. Bu davranış biçimi hem takvaya gö­türmekte ve hem de takvanın ürünü olmaktadır. Bir müslümanın, evinden uzakta olan bir insanın namusuna, malına sahip çıkması ve ona ihanet etme­mesi gerekir. Hz. Yusuf, "Aziz'in gıyabında onun namusuna ihanet etme­dim" derken gayb kavramım kullanmaktadır. Yusuf/l O'da da gayb kelimesi bu manada kullanılmıştır.

Onlardan biri, "Yusuf u öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız, onu kuyunun dibine atın" dedi.

Gayb'ı bu manada alırsak, şu yorumu yapabiliriz: Takva sahibi insan (muttaki), insanlara güven veren kimsedir. Genellikle bir toplumda alt tabakadakiler üst tabakadakilere güven duymazlar. Halbuki toplumsal bütünlük güven esasına dayanır. Bu ayette toplumda mevcut olan tabakalar arasındaki güvene ve bütünleşmeye dikkat çekilmektedir.

Ayette yer alan gayb kavramını, müşahede edilen (görünen) alemin arkasın­daki sırlar manasına da alabiliriz. Nitekim En'âm/59'da şöyle buyurulmaktadır: (Kendinden başka kimsenin bilmediği gay-bın anahtarı O'nun katındadır).

Beşerî bilginin sınırını aşan ve insan aklının uzanamadığı alanı ifade eden gayb, iman alanı içindedir. Böyle bir alanın olduğunu kabullenmek insanın kendisini tanrı olarak görecek kadar kibirlenmesini önleyecektir.

Nisa/34'deki gayb kavramı da, insanın bir yerde bulunmaması manasına gelmektedir:

(Onun için salih kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumalarına karşılık, kimsenin görmediği anlar­da da namuslarını koruyucudurlar).

Bilindiği gibi, insanlar sosyal kontrolün bulunduğu yer ve anlarda kötü davranışta bulunmazlar. Sosyal kontrolün kalkması anında ise, insanlar ah­lâksız bazı davranışlar sergileyebilirler. Nisa/34'deki gayb kavramı, sosyal kontrolün kalktığı ânı ifade etmektedir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde, na­musu korumak çok büyük bir meziyettir. Bu nedenle kimsenin bulunmadığı yerde, Allah'ın her an yanında olduğuna inanarak, yanlış davranışta bulunma­mak, takvanın en önemli unsurunu teşkil etmektedir.

Nisa/l 08'de buna şöyle işaret edilmektedir:

İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olma­dığı sözü düzüp kurarken, Allah onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.

İnsanlardan gizlerler ibaresi sosyal kontrolü ifade etmektedir. İnsanlar, di­ğer insanlardan utanır ve ahlâksız davranışlardan sakınırlar. Fakat gayba ina­nan insan, yani Allah'ı her an yanında hisseden insan, yanlış davranışta bulu­namaz. Allah'tan gizlemeyen, yani ilahî kontrolü göz ardı eden insan, gayba inanmayan adamdır. Takva sahibi kimse, insanların kontrolünün dışında ve ötesinde ilahî kontrolün olduğuna inanan ve ona göre davranan insandır.

Gayb, görünmeyen alem veya varlığı ifade etmektedir:

Sen ancak gaybta Rabbine saygı duyanları ve namazı kılanları uyarabilirsin. [Fatır/18]

Bu ayette gayb kavramı, görünmeyen ve beş duyu ile hissedilemeyen Al­lah'ın sıfatıdır. Allah'ın, -insana şahdamarından daha yakın olmasına rağ­men- gayb olması, görülememesi ve elle tutulamaması açısındandır. Enbi­ya/49 ayeti de aynı manayı vurgulamakta, Mülk/l 2'de ise, insan için gayb olan Allah'a saygının, ödüllendirileceği ifade edilmektedir.

Saygı ve ihtiramın riyaya dönüşmemesi için, önce gayb olana saygı göstermek gerekiyor. İnsan, yanında olan birine, gösteriş mâhiyetinde saygı gösterebilir, ama yanında yokken ona saygı göstermesi erdemli bir davranıştır. Gayb olan Allah'a saygı göstermek, erdemli bir ibadettir ve onda riya yoktur. Biz gaybı bilemiyor, ama inanıyoruz. Gaybı bilen olsaydı, dünyada iyiyi çoğaltır ve kendisine gelecek olan zararı önceden görebilirdi. A'raf/188 ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir:

De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette iyiyi çoğaltırdım ve bana hiçbir fe­nalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim".

Ayet bize şu gerçeği öğretmektedir: Peygamber bile gaybı bilemez. Gaybı bilseydi, dünyada iyiyi çoğaltır ve kendisine gelecek bir zararı önleyebilirdi. İş­te bu iki hareketi yapamayan insan, gayba inanmak mecburiyetindedir. Başka bir ifadeyle gayb insanın bilgi alanının dışında kalmaktadır. Peki gayb aleminde bir izafîlik var mıdır? Tabii ki, alime göre cahilin gayb alanı daha geniştir. De­mek ki gayb aleminden şehadet alemine gelen bilgiler, bilgi alanına girmektedir. Bilgi alanına girenler de gayb olmaktan çıkmaktadır. Öyleyse, bilinen şeyleri bi­liyor, ama bilimsel olarak bilemediklerimize inanıyoruz. Bu manada, insan gü­cünün ötesinden gelen vahiy de, gaybden gelen bir mesajdır:

Resulüm! Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haber-lerindendir. [Âl-i İmran/44]

Kayda geçmemiş geçmişteki bir haberin Kur'an'da yer alması, gayb haberlerinderdir. Gayb haberi, beşerî aleme ancak ilahî alemden vahiy yoluyla gelebilir:

İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kura çekmek üzere kalem­lerini atarlarken, sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de yanlarında de­ğildin. [Âl-i İmran/44]

Gözleyemediğimiz ve içinde yer almadığımız olaylar bizim için gaybtır.

Böyle bir haberden bahsetmek de gıybettir. Gaybı ancak vahiy ve ilham bilgi haline getirebilir. Aklın çalışması neticesinde gelen ilham, bazı gayp kırıntılarını bilgiye dö­nüştürür, ama ne kadar çalışılırsa çalışılsın yine de bir gayb alemi kalacaktır.

Hud/49 ayeti de buna işaret etmektedir:

Resulüm! İşte bunlar sa­na vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen ve ne de kavmin biliyordu. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç sakınanlarındır).

Demek ki Kur'an, ilahî alemin gayb haberlerini dünyaya taşımaktadır. Cin­ler de gaybı bilemezler:

(Biz onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, asasını kemiren kurttan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Ve Süleyman devrilince, açıkça ortaya çıktı ki: Cin­ler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı). [Sebe/14]

Gaybı bilmemek, etrafta cereyan eden pek çok olayın farkına varmamak demektir. Cinlerin, Hz. Süleyman'ın ölümünü farkedememeleri, onların gay­bı bilemediklerini göstermektedir.

Gayb hakkında konuşmak, onun hakkındaki imanı rencide etmektir. Gözle görüle­meyen ve elle tutulamayan gayb, aslında iman ile insana yaklaşmaktadır. Gayba uzak olan ona iman edemez. Sebe/52-53'de bu uzaklık ve gayba iman ele alınmaktadır:

("Ona inandık" demişlerdir, ama uzak yerden imana kavuşmak onlar için nasıl mümkün olacaktır?)

(Halbuki daha önce onu inkar etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı).

Bilgi ve iman insanı gayb alemine yaklaştırmaktadır. Gayba uzak kalan in­sanın ona iman etmesi imkansızdır. Gayba iman, onun hakkında saçma fikir beyan etmeyi engellemektedir. Bakara/3'deki Gayba iman ederler ibaresi, gay­ba saygılı oldukları için onun hakkında ileri geri konuşmazlar, demektir. Kısa­ca diyebiliriz ki, Allah gaybı bilir, biz ise gayba inanırız. [13]

 

Namaz Kılmak:

 

Namaz, Kur'an'da salat kavramıyla ifade edilir. Salat'm Kur'an'da birçok manası ve ifa şekli vardır. Bu manaları ayetlerle açıklamaya çalışalım:

Salat, 'dua' manasına gelmektedir:

(Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükunettir). [Tevbe/103]

Allah zekat verenlere Hz. Peygamberin dua etmesini istiyor. Demek ki fakire yardım ioen insana dua edilir. Bunu biraz daha genişletirek diyebiliriz ki: Olumlu bir iş yapana : etmek, Allah'ın emri ve Hz. Peygamber'in uygulamasıdır; biz de buna uymalıyız.

1. Salat manasıyla dua, insanlara sükunet verir. Sükunet -rüzgar ve fırtınanın dinmesi gibi- insanın ruhunu dindirir. Nefsin ve kalbin doyumunu sağlar. Demek id sükunet, bir rahmet, saygınlık ve doyumdur. İnsana rahmet, saygınlık ve do-yvm getiren duaya salat denmektedir:

 (Allah ve melekleri Peygambere salat ederler). [Ahzab/56]

Allah'ın insanlara salat etmesi, onların günahlarını bağışlamasıdır. Bakara/157 ayeti bunu ifade eder:

 (İşte onlar var ya, Rablerinden af ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır).

Ayette yer alan salavât kavramı, af manasına gelmektedir. Biz Allah'a af­fetmesi için dua ederken, Allah da bizi affetmek için dua eder.

2. Râgıb el-İsfehânî salat kavramına -Müddessir/43'deki musalli kelime­si münasebetiyle- Peygamber'e tâbi olmak manasını vermektedir:[14]

(Onlar şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik").

Buradaki salat'ı, Peygamber'e tâbi olanlardan değildik diye yorumlayan İsfehânî, siyak-sibaka uygun bir yorum getirmiştir; çünkü kâfirin namaz kılması imkansızdır.

3. Salat'm, çoğulu olan salavât, Allah'ın isminin anıldığı yer manasınadır:

(Allah bir kısım insanları, diğer bir kısım ile engellemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi). [Hac/40]

Ayetteki salavat kelimesi, aynı zamanda zikir yapılan yer demek olan havra manasına da gelmektedir. Bu durumda, namaz ile havra kelimesinin ortak mana­sı zikir'dk. Daha açık bir ifade ile, namazın diğer bir ismi zikir olduğuna, havra da ismini ondan aldığına göre, her iki kavram zikir anlamında buluşmaktadır.

4.  Salat (namaz) zikirdir. Taha/14'de Yüce Allah, Hz. Musa'ya şu emri vermektedir:

(Beni anmak için namaz kıl).

Demek ki namaz, Allah'ı anmak/hatırlamaktır. Aslında zikir, 'düşünmek' manası­na da gelir. Kulun yoğun bir şekilde Allah'ı düşünmesine namaz denmektedir. Dua ile zikir belli bir çizgide yanyana gelmektedirler. Duada zikir, zikirde dua vardır.

5. Bir şeyi yakmak için ateşe bırakmak.

 (Sonra onu cehenneme atın). [Hâkka/31]

 (Sonra o, alevli bir ateşte yanacak). [Tebbet/3]

Her iki ayetteki salla kavramı da 'atmak' anlamında kullanılmaktadır.

Aslında "ateşe atmak" manasının olumlu bir yönü vardır. Ateş insanı ısı­tır; ateşle madenleri ısıtıp yumuşatır ve düzeltiriz. Bu manada namaz, insa­nın içini ısıtır ve davranışlarını düzeltmesini sağlar. Böylece namaz, insanın iç alemini ve davranışını düzelten ibadetin adı olmaktadır.

Ateş her şeyi yakıp kül eder. Namaz esnasında okunan Kur'an ayetleri, yapılan rükû, secde ve dualar da insanın günahlarını yakıp kül eder. Ama ay­nı kavram, kulluğunun gereğini yerine getirmeyen insan için, onu yakacak olan cehenneme yaslanmayı da ifade etmektedir.

6. Salat Kur'an'dır.

Yüce Allah, sabah namazı anlamında salat'a, "sabah Kur'an'ı" demiştir:

Güneşin dönmesinden ge­cenin karanlığına kadar namaz kıl, bir de sabah namazını. Çünkü sa­bah namazı şahitlidir). [İsa/78]

"Sabah namazı" olarak tercüme ettiğimiz kavramın aslı "sabah Kur'an'ıdır. İslâm alimleri, "sabah Kur'an'ı" kavramını, ittifakla sabah nama­zı olarak yorumlamışlardır.[15]

Namazın farzlarından biri de Kur'an okumaktır. Kur'an okumakla namaz kıl­mak bu ayette aynîleşmektedir. Sabah namazının Kur'an'la isimlendirilecek kadar önemli olmasının sebebi, İsra/78 ayetinin sonundaki ifadeyle açıklanmıştır:

(Çünkü sabah namazı şahitlidir).

Gece melekleri ile gündüz meleklerinin görevi devraldıkları âna rastladı­ğı için, her iki melek grubu bu namaza şahitlik etmektedir.

7. Namaz, kıraat, rükû, secde ve tahiyyat ile icra edilen bir ibadettir. Yüce Allah, namazın nasıl kılınacağını muhtelif ayetlerde anlatmaktadır. Namazın en önemli bölümü, Kur'an okunmasıdır. İsra/110'da şu ibare yer almaktadır:

(Namazında, yüksek sesle okuma, onda sesini çok da kısma ikisinin arası bir yol tut).

Demek ki, namazda Kur'an'ın okunacağını belirleyen Yüce Allah'tır. Fa­kat Kur'an'dan neyin okunacağını belirleyen kimdir? Bu sorunun cevabını Yunus suresinde bulmaktayız:

Onların oradaki duası: 'Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz'. Orada birbirleriyle karşılaştıklarında, selam verirler; onların dualarının sonu, 'Hamd alemlerin rabbi Allah'a mahsustur'. [Yunus/10]

İşte bu ayetin sonunda yer alan (Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur) ibaresi, namazda hangi surenin okunacağını belirlemek­tedir. Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in  (Fatihasız namaz ol­maz)[16] hadîsi de bu ayeti yorumlamakta ve namazda okunması gereken ol­mazsa olmaz sureyi belirlemektedir.

Demek ki, namazda Kur'an'ın okunmasını ve Kur'an'dan nerelerin oku­nacağını belirleyen Allah Teala'dır. Yine Müzzemmil/20'deki (Kur'an'dan kolay geleni okuyunuz) ifadesi de, namazda Kur'an okumanın zorunluluğunu ifade etmektedir.

Rükû ve secde, namazın en önemli farzlarını oluştururlar.

(Ey iman edenler, rükû edin, secde edin. Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin, ta ki kurtuluşa eresiniz). [Hac/77]

Ayette yer alan rükû ve secdenin namaz anında yapılması gerektiğinde müfessirler ittifak halindedirler.

Bunu burada anlatmamızın sebebi, "Namaz duadan ibarettir" iddiasını çü­rütmektir. Namaz duanın ötesinde, rükû ve secde gibi bağımsız ibadetleri de bünyesinde topladığı için, en önemli ibadetlerin başında yer almaktadır.

En eski ve en etkili ibadet secdedir. Yüce Allah'ın meleklere emrettiği ilk ibadet secdedir. Secde, şeytan ile meleği birbirinden ayıran ibadet olmuştur. Secde etmemek, Allah'a âsi olmaktır. Secde etmek de, kulu Allah'a yaklaştı­ran en önemli ibadettir:

(Allah'a secde et ve yaklaş). [Alak/19]

Namaz önemlidir, çünkü içinde secde gibi bir ibadet yer almaktadır. Secde önemli bir ibadettir, çünkü kulu Rabb'ine en çok yaklaştıran odur.

Demek ki namaz, Kur'an okumak, rükû ve secde etmekten oluşmaktadır. Diğer taraftan üç büyük dua şeklindeki ibadeti de bünyesinde barındırmakta-dır. Bunlardan birincisi, tenzih ve teşbih yerine geçen r*^1 ^^ (Allahım sen ne yücesin ve büyüksün!) duasıdır. Namaza bu dua ile başlıyoruz. Daha son­ra, her sevincin ve her dileğin sonunda gelen (Hamd alemlerin Rabbine aittir) şeklindeki hamd duası gelmektedir.

Üçüncüsü ise, Allah'a ve Resûlü'ne selam vererek dileklerimizi belirtmek­tir. Buna da "tahiyyata oturmak", diyoruz. İşte Yunu/10 ayeti, bu önemli üç dua şeklini belirlemektedir. Öyleyse birisi kalkıp, "Neden namazda sübhane-ke, Fatiha ve tahiyyat okuyoruz?" diye kötü niyetle soramaz. Yunus/10 ayeti ve Hz. Peygamber'in sünneti, bunların okunması gerektiğine delildir.

Namazı namaz yapan temel unsurlar, Kur'an okumak, rükû etmek, secde etmek, teşbih etmek, hamd etmek ve tahiyyat ile selam vermektir. Elbette ki bunlarında dışında da farzları vardır. [17]

 

Salat (Namaz) Ve Kâme Kavramı:

 

"Namazı kılmak" ifadesinde yer alan 'kılmak' kelimesi, kâme ile ifade edilmektedir:

(Namaz kılarlar). [Bakara/3]

İkame, ayak üzerine kalkmak, dikilmek, düzelmek, bir işi yerine getir­mek, başlamak, suyun donması, durmak, yükselmek, sözünü tutmak, devam ettirmek manalarına gelmektedir.[18]

Bakara/3'de namazla bir araya gelen bu kavramın manaları şunlardır: [19]

 

Devam Etmek: [20]

 

(Onlar namazlarında devamlıdırlar). [Mearic/23]

(Namazlarını koruyanlar). [Mearic/34]

Bu kavramın, yani namazı ikame etmenin özünde, korumak, devam et­mek, başka bir ifade ile rağbet göstermek vardır.

(Namazlara ve orta namaza devam edin. Al­lah'a saygı için namaz kılın) [Bakara/238] ayetinde geçen, (Hafizu: muhafaza edin) ibaresi, "Alaka gösterin, rağbet edin" manasını ifade etmektedir. Na­maza devam etmek ve onu korumak manasına gelen ikame kavramının diğer manası ise samimi olmaktır. [21]

 

Samimi Olmak: [22]

 

Kendini iyice bir işe vermek veya bir işin kızışması gibi ifadelerde yer alan bu kavram, dünya ilişkilerini bırakıp kendini sadece Allah'a vermek, O'nunla olan irtibatını olgunlaştırmak manalarına gelmektedir. Bu manayı, Mü'minûn/2'de bulmamız mümkündür:

(Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler).

Kalbindeki tevazu duygusu ile, hiçbir şeyle meşgul olmadan Allah'ın hu­zurunda olduğunu bilerek namaz kılmak, huşudur.[23] Huşu içinde olmayan kulun kıldığı namazdan elde ettiği şey, sadece şuurunda olduğu anların seva­bıdır.[24]

 

Yerine Getirmek:

 

İkame kavramı namazla bir araya gelince, ibadeti icra etmek/namazı kılmak manasım kazanmaktadır. Namazda yerine getirilen, Kur'an okuma, rükû ve secde gibi fiiller, bu kavramın namazla bir araya gelmesini temin et­mektedir. Bakara/3'deki namazlarını kılarlar ifadesi, onu yerine getirirler, korurlar, devam ederler, rağbet gösterirler ve huşu içinde kılarlar anlamları­na gelmektedir.

Namazın değeri, ona gösterilen rağbet, devam ve onu korumakla; yapılış tarzı, rükû ve secde ile; içeriği de huşu ile belirlenmiş olmaktadır.[25]

 

Namazın İşlevleri:

 

Namaz, en eski ibadetlerden biridir. O, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Musa'nın ibadetleri arasında yer almaktaydı.[26] Her dinde yer alan bu ibade­tin işlevi nedir?

a) Namaz değerler sisteminin taşıyıcısıdır. Namaz, nesiller arası değerleri taşıyan bir faaliyettir:

Onların ardından öyle bir nesil geldi ki, onlar namazı bıraktılar, nefislerinin ar­zusuna uydular. Bu yüzden gayya kuyusuna atılacakladır. [Meryem,/59]

Bu ayet, bir nesil namazını kılar da, bir sonraki nesle bunu aktaramazsa veya sonra gelen nesil namazı kılmayı ihmal ederse, o neslin ahlâksızlığa düşmesinin kaçınılmaz olacağına dikat çekmektedir. Demek ki rükû ve sec-desiyle namaz, bir değerler sistemi oluşturmaktadır.

Bu değerler sistemi, insanı nefsinin arzularına karşı koruyan bir ahlâk kal­kanıdır. İşte bu anlamda nesiller arası bağlantıyı kuran ve aralarındaki benzer­liği temin eden ibadete namaz denmektedir. Namaz aradan çıkınca, hem ne­siller arasındaki bağ kopmakta, hem de fert ile nefsi arasındaki engel ortadan kalkmaktadır. Kişi, nefsi ile yüz yüze gelince, nefsinin etkisinde kalıyor, he­men onu takibe başlıyor, ahlaksızlığa düşüyor ve sonuçta cezayı hakediyor.

b) Namaz ahlâksızlığı engeller.

Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz fuhuştan ve kötülüklerden alıkor. Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir. [Ankebut/45]

Bu ayetteki fuhuş kavramı, edepsizlik ve zina gibi fiilleri, münker de top­lumu rahatsız eden kötü davranışları, tenha kavramı da alıkoymayı ifade etmektedir. Bütün bu davranışlar insanı ahlâksızlığa sevkederken, namaz onu, bu kötü davranışlardan uzaklaştırır.

c) Namaz insanı Allah'a yaklaştırır.

Namazdaki secde, insanı Allah'a yaklaştıran ibadetlerin başında gelmek­tedir.

d) Namaz insanın günahlarının affolmasını temin eder.

Yanması için bir şeyi ateşe atmak manasıyla namaz, insanın günahlarını yakıp kül eder.

e) Namaz insanın iç alemini ısıtır.

İnsana acizliğini hissettirip, Allah'a dua etmesini temin eder. İnsanın gu­rurunu kırıp, Allah'a karşı tevazuunu arttırır. [27]

 

İnfak:

 

Muttakinin (yani içinde şüphe olmayan kitabın rehberlik ettiği takva sahibi kişinin) üçüncü ameli infaktır:

(Onlara nzık olarak verdiklerimizden infak ederler).

Bu ayetteki infak, Allah'ın verdiği rızıktan, hayr için harcamaktır.

Ayette, fakirin elinden tutmayı ibadet olarak üçüncü sıraya yerleştiren Yü­ce Allah, insanın insana yardım etmesini ne kadar önemsediğini de beyan et­miş olmaktadır. Ayeti şu şekilde açmamız mümkündür:

1. Benim onlara verdiğim rızık.

Yüce Allah bu ifadesiyle, nzkın kaynağının kendisi olduğunu vurgula­maktadır. "Servetimi (rızkımı) ben kazandım" diyen kimse, gizli şirk işlemiş olur. Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır:

 (Allah, size verdiği rızkı kesiverse, size nzık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette dire­nip durmaktadırlar). [Mülk/21]

Rızkın tek kaynaktan geldiğini ve insanın çalışmalarını değerlendirip n-zıklandıranın Allah olduğuna dikkat çeken bu ayet, insanın iradesi ile ilahî ihsanın alanını da böylece belirlemiş olmaktadır.

Allah'ın rezzak sıfatını harekete geçirecek olan, insanın çalışmasıdır; ama onun, elde ettiği kazancın kaynağında ilahî iradenin olduğu inancına sahip olması gerekir. Onun için Allah, ayette, Benim verdiğim nzık ifadesini kul­lanmaktadır. Ayetin sonundaki azgınlık ve nefret kavramları, insanın rızkın kaynağında ilahî iradeyi görmemesi ve Allah'ın emrettiği infakı yerine getir­memesi anlamındadır.

2. Allah'ın verdiği nzıktan, insanların hayrına harcamak cömertliktir. Cö­mertlik, mü'minin takvasının önemli bir yanım oluşturur. Cömertlik, cimrilikle israfın ortasını teşkil eder. Cimriliği israfla, israfı da cimrilikle terbiye edince, orta yol bulunur; ki bu cömertliktir. Zıt duygu ve davranışları birbirine kontrol ettirerek bir iç denge oluşturmak, ilahî eğitimin önemli metodudur.

İsrafın kötülüğü İsra/27'de şöyle vurgulanıyor:

(Malını saçıp savuranlar, şey­tanların kardeşleridirler. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür).

Bu ayette, Yüce Allah, israfın kötülüğünü anlatırken, devreye "şeytan kar­deşliği" ifadesini sokmaktadır.

Daha sonra yine İsra/29'da cimriliğin çirkinliğini şöyle vurgulamktadır:

(Cimri olma, israfa da gitme. Son­ra kınanır ve kaybettiklerinin hasretini çekersin).

Böylece israf ve cimriliğin kötülüğünü, buna karşılık infakın güzelliğini an­latmak suretiyle Yüce Allah, aslında bir duygu ve davranış eğitimi yapmaktadır.

Cömertliğe teşvik ve bunu bir ahlâk olarak insana kazandırmak için pişmanlık duygusu kullanılmaktadır. Bu sebeple Münafıkûn/10'da şöyle buyurmaktadır:

Herhangi birinize ölüm gelip de, 'Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!' demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.

İnfakın ölümden önce yapılmasını emreden bu ayet, ölüm anında pişmanlık duyarak ömrünün uzaması için yapılacak duanın kabul edilmeyeceğine de işaret etmektedir. "Benden sonra çocuklarım benim için infak ederler" düşüncesi yan­lıştır. Müslüman sağlığında infakmı yapmalıdır. Ölüm anındaki pişmanlık çare olmayacaktır. Ayetteki, Salih kullarından olurum ifadesi, iyi insan olmanın yo­lunun, iyilik için para harcamaktan geçtiğine işaret etmektedir.

İslâm orta yoldur. Kınanma, hasret, şeytanın kardeşliği ve pişmanlık gibi insanın psikolojik ve sosyal hayatını olumsuz etkileyen davranışların ortadan kalkması için Furkan/67'de orta yol tavsiye edilmektedir:

Rahman'm kullan, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.

Bu ayette orta yol, dengeli, aşırılıktan uzak manalarına gelen kıvam kav­ramı ile, cömertliğin tanımı verilmektedir. 'Kınanma' kavramı, toplumun müsrif ve müflis insana bakışını ve değerlendirmesini ifade etmektedir. Piş­manlık ve hasret de psikolojik rahatsızlığa işaret etmektedir.

İnfakın takva ile alakası nedir? Takva olgusu ile infak arasındaki benzer­lik bu ilişkiyi tesis etmektedir. İnfak, toplumun takvasını, yani sosyal bağı­şıklık sistemini güçlendirir; başka bir ifadeyle toplumsal ilişkilerin bozulma­sını önler ve onları korur. İşte onun bu koruyuculuğu ile, takvanın korunma görevi bir noktada buluşmaktadırlar. O zaman şu soruyu sorabiliriz: İnfâk ne­yi koruyor. Bu sorunun cevabını Bakara/195'de buluyoruz:

Allah yolunda infak edin (harcayın). Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atma­yın; iyilik yapın. Allah iyilik yapanları sever.

Allah yolunda infak etmeyenlerin, kendi hayatlarını tehlikeye atmış ola­caklarına işaret eden bu ayet, sosyal intiharla infak arasında bir bağlantının olduğuna dikkat çekmektedir. İnfak, sosyal intihan önler ve fertlerin hayatı­nı korur. İnfak edilmeyen yerde, fakirlik çoğalır, çoğalan fakirlik çekeme-mezliğe, çekememezlik hasede, hased de düşmanlığa dönüşür. Bu dönüşüm, toplumlarda sınıflar arası çatışmaları körükler. Bu tehlikeli gidişi önleyecek olan sosyal emniyet subabı, infaktır. Yüce Allah, infak etmemenin getireceği bu tehlikelere dikkati çekmekte, diğer taraftan da iyilik yapanlara sevgisini ilan etmektedir. Yapılmamasındaki tehlike ve yapılmasındaki ödül, infakın ne denli takvaya götürdüğünü isbat etmektedir.

İnfak'm bir de tünel, gizli yol, kullanılan yol gibi manaları vardır:

(Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yetiyorsa, yerin içine bir tünel kaz). [En'âm/35]

Ayette yer alan nefeka, tünel ve gizli yol manasmdadır. Demek ki, infakın bir manası da yol'dm. Öyle ise, bu mana ile iyilik yapmanın ne ilişkisi vardır? Para harcayarak bir eser yapan veya bir fakire yardım eden insan, aslında fa­kirlerin ve diğer insanların gönlüne giden bir yol açar, gönüllere ulaşır. Böyle­ce kendisi ile Allah arasındaki sevgi yolunu açar. Sonuçta da, kendi gönlünü hem insanlara, hem de Allah'a bağlayan iletişim yollarını açmış olur.

İnfak denen bu tünelden sıcak duygular, sevgiler taşınır. Hem ferdin hem ie toplumun takvası gelişir. Kişi, başkalarının gönüllerini namazla, oruçla, hacla kazanamaz, ama infak ve zekatla kazanabilir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki infak, insanların gönüllerini ve Allah'ın rızasını kazanma yolu­dur. Bakara/195 ayetine göre, maddeden mana çıkaran bu ibadet, toplumla­rın canı mesabesindedir. Şu ayetten bunu çıkarabiliriz:

 (Allah'ın rızasını isteyerek ve nefislerini kökleştirip güçlendirmek için infak edenlerin durumu, bir tepenin üzerinde bulunan bir bostanın durumuna benzer). [Bakara/265]

İnfak ederken, niyet, Allah'ın nzasını kazanmak olmalıdır. Bu gaye uğru­na yapılan bir iyilik, aslında insanın kendi şahsiyetini güçlendirmekte ve ken­di iç alemine giden bir yol açmaktadır. Râzî ve Elmalılı'nın ifadelerine göre, ayette yer alan tesbîtü'n-nefs ifadesi, davranışların tekrar tekrar yapılması ve böylece faydalı melekelerin meydana gelmesi anlamınadır. Yani, hayır ve iyi­likler kendilerinde değişmez bir hal alır. Çeşitli fazilet ve ibadetleri kolaylık­la yapmak, kısacası ekecekleri tohumu kolaylıkla tutturmakdır.[28]

Tesbîtü'n-nefs ifadesi, güçlendirmek, olgunlaştırmak manasında olduğu gibi, belirlemek, bulmak manasına da gelmektedir. Bu manada "tesbit et­mek", bir şeyin yerini bulmak, nerede olduğunu belirlemek demektir. Malın­dan infak eden adam, kendi iç alemine doğru gizli bir yol açar ve o yol ken­dini kendisine buldurur ve kendisinin farkına vardırıp, kendisinin Allah ka­tındaki yerini iyice tesbit eder. Minnet ve gösteriş için yapılmayıp sadece Al­lah rızası için yapılan bir infak, insana kendisini buldurup Allah'ın karşısın­daki aczinin farkına vardırır ve kulluğunu hissettirir.

Kadı Beydavi'nin "Tesbîtü'n-nefs, nefsi cimrilik ve mal sevgisinden te­mizlemektir"[29] şeklindeki değerlendirmesi bir önceki ayetle ilişkilendirildi-ğinde, bizi farklı bir yoruma götürmektedir. İnsan, malından infak edince, kendi iç alemine giden yolu tıkayan cimrilik ve mal sevgisini temizler, orta­dan kaldırır ve böylece insan kendisinin ne olduğunu gönül aynasında tesbit eder, görür. Bizim verdiğimiz -bulmak, belirlemek için iç aleme ulaşılan-yol anlamıyla, Kâdî'nin verdiği temizlemek anlamını birleştirince, "nefsin tesbiti" daha net anlaşılmaktadır. İnsanın gönül gözü, cimrilik ve mal sevgi­si sebebiyle kendini gözleyecek, ne olduğunu belirleyecek ve kendini güç­lendirecek yolu bulamaz. İnfak bu cimrilik ve mal sevgisini temizler, onların engel olmasını ortadan kaldırır ve neticede insan kendisine uzanan yolu aç­mış olur. Kendi iç alemindeki o cennet bahçesine ulaşır ve orada manevî ka-zanımların üretimine başlar, bu kazanımlarla da Allah'a ulaşır.

Bakara/274'den bunu çıkarmamız mümkündür:

(Malla­rını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr infak edenlerin mükafaatı Allah katındadır. Onlara korku ve üzüntü yoktur).

İnfak kavramını, nefeka şeklinde fiil olarak alırsak, tükenmek manasına da gelmektedir. Bu manadan hareketle infak, fakirin zengine karşı olan hase­dini ve düşmanlık duygusunu azaltıp tüketmekte, toplumdaki sınıf farklılık­larını azaltmakta ve böylece sosyal dengeyi kurmaktadır.

"Yaranın kabuk bağlaması" anlamına gelen infak, bu görevi ile sosyal ya­raların kabuk bağlayıp iyileşmesini temin etmektedir. İnsanların maddî ihti­yaçlarını gidermesiyle, yara haline gelen fakirliğin iyileşip kabuk bağlaması­nı sağlamaktadır. Böylece, sosyal dengeyi sağlama görevi ile infak, bizi takvaya götüren yol olmaktadır. [30]

 

İnfakta Niyet:

 

Genelde müslümanlar, infak ederken ölülerini anarak, "Babamın-anamın canı için" derler. Bu niyet bizce yanlış ve tehlikelidir. Çünkü bir amelin ibadet olabil­mesi için, Allah adına yapılması gerekir. Bakara/272'de şöyle buyurulmaktadır:

(Yapacağınız infakı (hayrı) sadece Allah rızası­nı kazanmak için yapmalısınız).

"Ana-babanın canı için" yerine, "Allah rızası için" demeliyiz. Bu ifadeler­den her ikisi, birlikte söylenirse kişiyi şirke götürür. İnfâkta Allah'ın isminden başkası anılamaz. Tıpkı namaza niyet ederken, Allah'tan başkasını anmamamız gibi. Bakara/272 ayeti, insanların Allah'tan başkaları adına da infak yapma ih­timali bulunduğu için, bu yanlış düzeltmek üzere, "sadece Allah rızasını kazan­ma için" ifadesine yer vermektedir.

İnfakta yapılacak olan niyeti Allah'tan başkası ile paylaştırmak yanlıştır. Kur'an bu konuda şöyle diyor:

Ekinlerle hayvanlardan Allah'a bir pay ayırdılar. Zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortakla­rımıza' dediler. Ortaklan için ayrılan fazla gelirse Allah'a vermezler, fakat Allah'a ayır­dıkları fazla gelince, alıp ortaklarına verirler. Ne kötü hüküm veriyorlar? [En'âm, 6/136]

Ekin ve hayvanlardan infak edenlerin, Allah'a ortak kostaklan ilahları için de niyet ettiklerini gündeme getiren bu ayet, günümüzdeki yanlış niyetlerin sakatlığına işaret etmektedir. Eğer infak bir ibadet ise, bunun niyetinde baş­ka bir varlığa pay ayırmak doğru olamaz. Bu paylaşım hem şirk ve hem de çok kötü bir hükümdür. [31]

 

İnfakın Sevabı Kime Olur?

 

İnfakın niyetinde yapılan hatanın bir benzeri de, bu sorunun cevabında yapılmaktadır. Okunan Kur'an ve yapılan infak için "Ölülerimin canı için" denmekte, sevabı da ölmüşlerin ruhuna gönderilmektedir. Bir müslümanın yaptığı ibadetten elde edeceği sevabı, ölülere dağıtma yetkisi var mıdır? Aca­ba Allah, Kur'an'da amelin karşılığının kime ait olduğunu bildirmektedir? Bu soruların cevabını Kur'an'dan vermek mecburiyetindeyiz.

Allah şöyle buyurmaktadır:

(Kim yararlı bir iş yaparsa, o a-mel kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhinedir. Rab-bin kullarına zulmedici değildir).[32]

Demek ki, iyi bir amelin karşılığı, o ameli yapana aittir. Kötü amelin kötü­lüğü de yapan insana aittir. Kötü amelin kötülüğü de yapan insana aittir. Aynı gerçek İsra/7'de şu şekilde de vurgulanmaktadır:

(Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötü­lük ederseniz, yine kendinize etmiş olursunuz).

Bu kaideyi dünyada da uygulamaktayız: Bir insanın yaptığı işten dolayı alacağı maddî ve manevî ödülü başkasına vermeyiz. İşlediği bir suçtan dola­yı da başkasını cezalandırmayız. Bir öğretmen çok başarılı bir öğrencinin no­tunu, çok başarısız bir öğrenciyle paylaştırmaz. Başarılı öğrencisinin alacağı notun bir kısmını, başarısız bir öğrenciye verip onun geçmesini temin ede­mez. Bu, ilahî bir kanundur.

(Herkes kazandıklarına bir rehindir). [Tur/21]

Hiçbir insan başkasının yaptıklarına rehin olamaz. Herkesin yaptığı ken­disine aittir ve o amelden elde edilen sevap kendisine ödenir. Bu konudaki diğer ayetler şöyledir:

Hayır olarak yaptığınız infak kendinize aittir, kendi iyiliğinizedir. İnfakı sadece Allah rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak yaptığınız infakın kar­şılığı size ödenir. Asla haksızlığa uğratılmazsınız. [Bakara/272]

Kendi iyiliğiniz için infak edin. [Tegabün/16]

Kur'an'ın hiçbir yerinde, 'Ölüleriniz için infak ediniz!' diye bir hüküm bulunmamaktadır. Ayetler, net bir şekilde, insanın yaptığı infakın kendisine âit olduğunu, karşılığının kendisine ödeneceğini açıklamaktadır. "Ölen bir kimsenin üç nedenden dolayı amel defterinin kapanmayacağını" ifade eden hadîs, yanlış yorumlanmaktadır. Bir insan hayattayken, insanların istifade edeceği bir eser (sadaka-i câriye) bırakırsa, ilim tahsil edip kitap yazan tale­be yetiştirirse (ilminden faydalanılırsa), kendisine dua edecek bir çocuk ye-tiştirirse, ölümünden sonra da onların sevabından faydalanmaya devam eder. Yoksa, ölümünden sonra bir başkasının yaptığı iyiliğin sevabı kendisine gel­mez. Dikkat edilirse, oğlu kendisine dua eder denmektedir. Bu dua, yaptığı amelin sevabını babasına vermek değil, rahmet ve af dileme duasıdır.

Çocukların ebeveyn ve bütün mü'minler için yapacakları duanın formülü şöyledir:

(Ey Rabbimiz! Hesap günü beni, ana-babamı ve inananları bağışla). [İbrahim/41]

("Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştir-dilerse, şimdi de sen onlara rahmet et!" diyerek dua et). [İsra/24] [33]

 

İnfak Birr'e (Hayr'a) Eriştirir:

 

Birr'e (iyiye/hayra) ulaştıran amellerin başında infak gelir, yani fakirin elinden tutup kaldırmak, toplumun yararına bir yatırım yapmak, birr (iyi) de­nen ahlakî değer ağacının köklerine su dökerek onu besler. Bu manada Âl-i İmran/92'de şöyle buyurulmaktadır:

(Sevdiğiniz şeylerden infak et­medikçe, birr'e/hayra ulaşamazsınız. Her ne harcarsanız, Allah onu bilir).

Demek ki, sevilen şeyden fedakârlık yapıp Allah uğruna harcamak, insanı bir­r'e/hayra eriştirir. Sevilmeyen bir malın infak edilmesi, insanı hayra eriştirmez.

Bir malın sevilip sevilmediğinin ölçüsü, Bakara/267'de şöyle cevaplan­dırılmaktadır:

Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve nzık olarak yerden sizin için çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan ala­mayacağınız kötü malı, hayır diye vermeyiniz. Biliniz ki, Allan zengindir, öv­güye layıktır.

Ayette geçen tayyibat ibaresi, malın iyisi, helali ve sevileni manasına gel­mektedir. İnsanın, kendisine verildiği zaman almayacağı kadar âdi olan bir şey, bir başkasına vermemesini öneren bu ayet, "sevilen mal" ifadesini ters yönü ile açıklamaktadır.

Sonuç olarak, biz, ana babamız ve bütün inanan insanlar için dua edip af ve rahmet dileyebiliriz, ama, amelimizin sevabını göndermek için dua.ede­meyiz. Okuduğumuz Kur'an'ın sevabını onlara gönderemeyiz, ama ana ba­bamız için af dileyebiliriz. Çünkü bütün amellerin kazanımlan/sevaplan, ameli yapana aittir. İnfakın karşılığı da, onu yapana aittir. Bu nedenle, ölüler için infak etmek ve Kur'an okumak çok yanlış bir davranıştır. Tüm ibadetler Allah için yapılmalıdır. "Allah için yapıyoruz, ama sevabını ölülerimize gön­deriyoruz" mantığı yanlıştır.[34]

 

İnfakın Usûlü:

 

İnfak etmek kadar yapılma usûlü de önemlidir. Yüce Allah infakın nasıl yapılması gerektiği hususunda şöyle buyurmaktadır:

Mallannı gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükafaatlan Allah katodadır. Onlara korku ve üzüntü yoktur). [Bakara/274]

Bakara/l 77'de ise Yüce Allah, iyiliğe/hayra ulaştıran inanç ve amelleri sa-yarken, (Sevdiği maldan harcar) buyurmaktadır. Demek ki ancak isteyerek ve severek alabileceğin bir şeyi infak edersen, 'birr'e/iyiye' ulaşa­bilirsin. Âl-i İmran/92 ayetiyle Bakara/177 ayetini bir araya getirdiğimizde, insanın, infak ederken, malına en çok ihtiyaç duyduğu ve onu çok sevdiği yaşlarda iken fedâkârlık yapmasının önemi ortaya çıkmaktadır. İhtiyarlık ve ölüm yaklaştığında insanın mala ihtiyacı azalır. İnfâkı, mala ihtiyaç duyul­mayan dönemlere bırakmamak lazımdır. İnfakın değerli olanı, mala gönlün çok rağbet ettiği zamanda yapılanıdır.

"Sevdiğinden infak etmek" ifadesine, infak edilen şey ve infak eden kişi­nin durumu açısından bakılabilir. Bakara'26"? ayeti, infak edilen malın, âdi ve haram olmamasına, yukarıda verdiğimiz diğer ayetler de; insanın mala olan düşkünlüğü ve ihtiyaç duyduğu anlara işaret etmektedir. Burada iyi amelle­rin içinde, "sevdiği maldan infak etmek" de yer almaktadır. Bu nedenle in­sanlığa ve toplumlara hayrı yaymanın bir yolu da infaktır. Demek ki infak, bir eğitim metodu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece iyiyi geliştirerek kötü ile mücadele etmiş oluruz. Çünkü insan, kötülüklerle doğrudan doğru­ya mücadele edemez, etse bile başarılı olamaz. Kötülükle mücadele edecek olan, iyiliktir. İyi olanın insanlara kazandırılması ile kötülük kendiliğinden ortadan kalkacak veya dar bir alana sıkışacaktır. İşte infakın önemli bir iba­det olması, onun iyiliği geliştirmedeki rolü ve payı yüzündendir.

Sevdiği maldan fedakârlık yapmak ve malı hayra harcamak, insanı ruh ol­gunluğuna yüceltir. Ruh olgunluğunun bulunduğu fert ve toplumlarda, kötü­nün tutunacağı bir alan bulması çok zordur.

Karşılığını beklemeden, Allah rızası için sevdiği maldan fedâkârlık et­mek, insanın iç alemini ve toplumu cennete çevirir. Onun içindir ki Yüce Al­lah, Bakara/265'de, Allah rızası ve kendi nefsini kuvvetlendirmek için infak eden insanı tepedeki bahçeye benzetmektedir.

Fakirin ağladığı, inlediği ve ah çektiği bir toplum ve insanlık, tutup kaldı­racak birilerini bekleyen insan hizmetlerinin bulunduğu yerler, cehenneme döner. Cehennemi cennete çevirecek olan amellerden biri de infaktır. Âl-i İmran/133-134 ayetleri infak edenin, kinini yutanın ve insanları affedenin, muttaki ve muhsin olduğuna dikkat çekmektedir. Muttaki ile muhsin, psiko­lojik gelişimin kalite noktasını belirleyen kavramlardır. Kaliteli, yani kâmil insan, Allah'ın sevgisini kazanan insandır. Allah'ın sevgisini elde eden insan, kendi iç alemini ve toplumunu gökler ve yer genişliğinde olan cennete çevir­mektedir. Böylece de huzurlu ve dengeli bir toplum meydana getirilmiş ol­maktadır.

Bu durumda şöyle bir genelleme yapmakta yarar vardır. Sevdiği maldan infak etmek, Allah'ın sevgisini kazanmayı sağlar. Bu ilahî sevgi, iyinin biz­zat kendisi olmaktadır. Çekirdeğini sevginin oluşturduğu iyi de, insanın iç alemi ile çevresini cennete çevirir. Bu cennet, hem dünyevî ve hem de uhrevî cenneti ifade etmektedir. Yüce Allah ahirette kişiye onun bu gönül cenne­tine denk bir cennet bahş edecektir. [35]

 

İlahî Kitaplara İman:

 

İslâm, ilk insandan başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan bir sü­reçtir. Bu süreç, barışı, güveni, teslimiyet ve rahmeti yaşatan bir süreçtir. Hz. Âdem'den başlayan bu süreç İslâm Dini ile nihâî olgunluğuna kavuşmuştur. Böylece vahy gerçeği ve buna dayalı evrensel değerler, İslâm dininin özünü ve esasını oluşturmaktadır.

Önceki kutsal kitapların özetini Kur'an'da bulmamız mümkündür. Kur'an'in evrensel bir kitap olmasını temin eden özelliklerinden biri de bu­dur. Barış, güven, teslimiyet ve rahmet değerlerinin oluşturduğu İslâm gerçe­ğini birlikte meydana getiren önceki kutsal kitaplara inanmak, takva sahibi olmanın bir göstergesi olmaktadır.

İnsanın beynini ve gönlünü geçmişe, hale ve geleceğe açan Kur'an, geçmi­şin kutsal kitaplarını tanımayı da şart koşmaktadır. İlahî terbiyenin bir bütün olduğunu kavramak ve bunun önemine inanmak, ilahî vahyin temelini teşkil etmektedir. Bütün kutsal kitaplara inanmayı şart koşan Kur'an, böylece "din bencilliğini" ortadan kaldırmaktadır. İnsanın düşünce ve din bakımından ben­cilliğini kırmak ve bu hususta onu eğitmek için, beynini ve gönlünü insanlığı kucaklayacak kadar açmak gerekiyor. Bunu temin edecek olan güç, önceki ki­taplara iman etmektir. Başkalarının fikrine hürmeti ve toleransı aşılayan böy­le bir inanç perspektifi, gönlün en önemli manevî donanımlarından biridir.

İnancın geçmişten gelen uzantısının önemini Allah bir ayetinde, Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirile­ne, Musa'ya ve İsa'ya verilene, peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik, Peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız. Biz Allah'a tes­lim olmuşuz, deyiniz [Bakara/136] şeklinde vurgulamaktadır. Âl-i İmran/84 ayeti de aynı mealdedir.

Bu ayet ve benzerleri, felsefe ile din arasındaki farkı belirlemektedir. Fel­sefî sistemler arasında, birbirini reddetme vardır; bir sonraki sistem, bir ön­cekini red, en azından tenkit ederek, kendi sisteminin temellerini kurar. Filo­zoflar arasındaki amansız mücadele, peygamberler arasında görülmemekte­dir. Peygamberlerin getirdikleri dinler arasında kavga da olmamıştır. Felsefe­nin tabiatında mücadele ve kavga vardır, ama hakiki dinler arasında kavga değil, barış ve birlik vardır. Felsefe sistemlerinde "bencillik" öne çıkarken. dinler arasında müşterek iman esastır.

Onun için Allah, müslümanlara, bütün peygamberlere ve Allah tarafından onlara indirilen kitaplara imanı emretmetedir. Peygamberler arasında bir ayı­rım yapmamak müslüman olmanın şartıdır. Allah'a, Allah'ın gönderdiği bütün kutsal kitaplara ve aralarında fark gözetmeksizin peygamberlerin hepsine inan­mak gibi evrensel bir iman, belli kalıplar içine sığdınlamaz. İslâm dininin ev­renselliğini gösteren bu ayetler, diğer dinlere mensup olanları Kur'an'a çağır­manın en etkili metodunu öğretmektedirler. Farklı dinlere bağlı olanların, uzaklardan birbirlerini anlamayacak şekilde birbirlerinin arkasından konuşma­larını değil, bir araya gelip birbirini anlamalarını isteyen bu ayetler, aym za­manda, tartışmadan önce asgari müştereklerin de ne olduğunu belirlemektedir.

Bir bütünü meydana getiren kutsal kitaplar arasında fark gözetip peygamber­leri birbirinden ayırmak, tefrika çıkarmaktır. İmanda birliği gerçekleştiremeyen­ler, tartışmayı kavgaya dönüştürürler. Farklı düşüncelerin olması doğaldır; o halde, farklı düşüncelere karşı hoşgörülü davranma nasıl temin edilebilir? İşte Kur'an, bunun evrensel imanla olabileceği gerçeğini dile getirmektedir.

Onlar da sizin inandığınız şekilde inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar. Döner­lerse kesinlikle anlaşmazlık ve tefrika içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir [Bakara/137]

Bu ayet, aynı iman etrafında toplanmamanın insanları ayrılığa düşürece­ğine işaret etmektedir. İman bir bütündür; onun bütünlüğüne zarar vermek, fikrî ve sosyal patlamalara sebep olur. Atomun yapısındaki bütünlüğü boz­mak patlamaya sebep olduğu gibi, imanın yani tevhidin yapısını bozmak da, sosyal tefrikaya sebep olur. Tevhid inancı, tefrikayı ortadan kaldırır ve sos­yal bütünleşmeyi sağlar. Burada, dinin sosyal görevi ortaya çıkmaktadır. İmanda birleşemeyenler, fikir ve davranışta birleşemez. Böylece, eğitimin en önemli hedefi ortaya çıkmaktadır. Eğitim, farklılıkları önplana çıkartmak ye­rine, farklılıklardan bütünü algılamayı sağlayan bir yol izlemelidir. Bu yol, din eğitiminde temel metoddur. Din eğitiminde bu metodla yetiştirilecek ne­siller, toplumda bütünleştirici rol oynayacaklardır. [36]

 

Ahirete İman:

 

Ahirete iman, kutsal kitapların ortaya koyduğu en önemli iman umdele­rinden biri olduğu halde, en çok şüphe ile karşılanan inanç esası da ahirete iman olmuştur.

Kendisinde şüphe bulunmayan itabın rehberlik yaptığı insanın, ahirete inanması zorunludur:

(Onlar ahirete, tam bir iman ile inanırlar).

Ayette yer alan ahiret ve yakını iman kavramlarının analizini yapmamız gerekiyor. Ahiret kavramı, âhir kelimesinden gelmektedir. Son, uç, nihayet ve sonuç manalarına gelen bu kavram, aynı zamanda, Allah'ın isimlerinden biridir. Dünya hayatından sonra gelen hayatı ifade ettiği için, ahiret denil­mektedir. Bazı ayetlerde i (sonraki yurt) şeklinde geçmektedir.

(Ahiret yurdu, sakınanlar için daha iyidir). [A'raf/169]

Yakın emin olmak, kesin bir inanca sahip olmak, şüphe ve tereddüt karış­mayan bilgidir. Yakın ile ahiret kavramı bir araya gelince, şüphe ve tered­dütsüz kesin iman manasını ifade eder. Yakın kavramı, haberle [Neml/22]; hakla [Vâkıa/95], ilimle [Tekâsür/5], gözle [Tekâsür/7] birlikte kullanılmak­tadır. Yakînin bulunduğu yerde zan ve şüpheye yer yoktur. Casiye/32'de şöyle buyurulmaktadır:

Allah'ın vaadi gerçektir, kıyamet gününde şüphe yoktur, dendiği zaman, kıya­metin ne olduğunu bilmiyoruz. Onun bir zandan ibaret olduğunu sanıyoruz; onun hakmda kesin bilgiye sahip değiliz demiştiniz.

'Gerçeklik' ve 'şüphesizlik'in karşısında, 'bilmeme', 'zan' ve 'kesin bil­giye sahip olmama' yer almaktadır. Hac/5'de şöyle buyurulmaktadır:

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki biz si­zi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size kudretimizi açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz.

Yüce Allah, bilimsel bilgi vasıtasıyla öldükten sonra dirilme hakkındaki şüphenin giderilmesiyle oluşan imana, yakînî bilgiye iman demekte ve bilim­sel bilgi ile ahirete imana nasıl gidileceğini açıklamaktadır. [37]

 

Ahirete İmanın Faydaları:

 

a. Ahirete iman, soyut bir inanç değildir. Dün ve bugün sürecinin son hal­kası olan yarına ait bir inançtır. Böyle bir inanç, zamanın boyutlarını birleş­tirir ve insanın ufkunu açar. Uzun vadeli düşünceyi, planlamayı ve hedefi sağlayan bir iman türüdür. Ahirete inanan insanlar, uzun vadeli düşünür, plan yapar ve hedefe doğru koşarlar. Dünya hayatlarını ahirete göre planlamaya .alışırlar. Geçici, günlük ve kısa vadeli düşünce ve projeler, onları tatmin et­mekten uzak kalır.

b. Ahirete inanan insanlar, evrensel değerlerin peşinde koşarak, insanların birbirleriyle kardeşçe yaşamalarını isterler. Kalıcı gelenek ve göreneklerin oluşumu, ahlâkî âdetlerin meydana gelişi, hep bu uzun vadeli inancın sosyal  apıya yansımasıdır. Değişim ile kalıcılığın dengesini tam anlamıyla gerçekleştiren bu inancın sahipleri, millî kültür ile medeniyet arasındaki geçişi ve ilişkiyi sağlıklı kurabilen insanlardır.

c. Ahirete iman, dinin sınırlarını ve dolayısıyla alanını belirlemektedir. Bir davranışın din ile alakası olmadığını belirlerken, ahiret hayatı ile ilgisi olup olmadığma bakılır.

Dünyada yapılan bir davranışın ahirete uzantısı varsa, yani ahirette Yüce Allah bize niçin o hareketi yaptığımızı veya yapmadığımızı soracaksa, o dav­ranışın dinle ilgisi vardır, mesela dünyada avret yerlerini örtmemenin ahirete uzantısı vardır; ama herhangi bir elbiseyle örtünmenin ahirete uzantısı yoktur. Demek ki, avret yerlerini örtmenin dinle alakası olduğu halde, örtünme aklinin ve elbise cinsinin dinle hiçbir alakası yoktur.

Ferde ve topluma zararlı veya faydalı olan fiilleri yapmanın ahirette sorumluluğu vardır. Öyleyse bu fayda ve zarar, dinin alanına girmektedir. Di­nin günah ve sevap sistemi, ahirete göre tesbit edilmektedir.

Davranışlarının ahirete uzandığını bilenler, kendilerinde bir iç disiplini oluştururlar. Dünyada hukukun yakalayamadığı ve yanlış olarak hükme bağ-adığı davranışların ahirette değerlendirileceğini bilme ve inanma, insanın ruhunu yüceltmektedir. İşte eğitimin bütün gayreti, insanda bu bilinç ve inançla bir iç disiplini oluşturma yönünde olmalıdır.

d. Ahirete iman, insanın sabrını arttırmakta ve isyan etmesini önlemekte­dir. Dünyada haksızlığa uğrayan insanların, haklarını alamadıkları zamanm kötümserliğe kapılmamalarını, ancak ahirette hakkını alacağı inancı temin etmektedir.

Bu inanç, dünya hayatının çekilmezliğini hafifletmekte ve insanların umudu haline gelmektedir. [38]

 

İman Sürecinin Sonucu: Hidayet Ve Kurtuluş:

 

Yüce Allah yukarıda ifade edilen şekliyle insana bir iman hazzı ve süreci yaşattıktan sonra, (İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar, kurtuluşa ermişlerdir) buyurarak bu sürecin sonunda elde edilecek kazancı dile getirmektedir.

Gayba inanan, namazı kılan, infak eden, Kur'an'a ve Kur'an'dan önceki kutsal kitaplara iman eden ve ahirete kesin olarak inanan kimseler, hem fer­dî hem de sosyal manada kurtuluşu elde etmişlerdir. Bakara/3-4'de üç iman ilkesi ile iki ibadet yer almaktadır. Gayba, kitaba ve ahirete iman ile namaz ve infak ibadetleri, takvayı ve felahı oluşturmaktadır. Takva denen bu inanç ve ibadetler, hidayet denen ilahî yolun kilometre taşlandır. O yolun sonunda da insanın ve toplumun mutluluğu denen "kurtuluş" bulunmaktadır. İşte Kur'an, mutluluk denen kurtuluşa götüren yolun rehberidir.

Ayette yer alan felah kavramı, yeri ziraat için sürmek, yarmak, istediğine ulaşmak, korktuğu şeyden emin olmak, zafere ulaşmak, delmek, yol açıp ara­sından geçmek, beslemek, başarmak, refah bulmak manalarını ifade etmek­tedir.

İsfehânî, felahı, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.[39]

Bize göre kurtuluş, ferdî ve sosyal olarak da kısımlara ayrılmalıdır:

(Temizlenen kesinlikle kurtuluşa ermiştir). [A'lâ/14]

(Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir). [Şems/9]

Bu ayetlerde yer alan kurtuluş, ferdî manada kurtuluşu ifade etmektedir. Günahların insanın kalbinde oluşturduğu kir tabakasını temizlemek hem psi­kolojik ve bireysel, hem de toplumsal bir zafer olmaktadır.

(Öyle ise, hilenizi kurun, sonra sıra ha­line gelin! Muhakkak ki, bugün üstün gelen zafere ulaşmıştır). [Taha/64]

Buradaki zafer, dünyevî ve toplumsal kurtuluşu ifade etmektedir.

Bakara/5'deki hidayet kavramı dünyevî mutluluğu; kurtuluş (felah] kavra­mı ise, hem dünyevî (toplumla ilgili), hem de uhrevî manada mutluluğu ifade etmektedir. İnsanın iç alemindeki manevî oluşumlara zincir vuran ve toplum hayatının mutluluğa doğru akışını engelleyen şeylerin ortadan kaldırılması manasına gelen felaha ulaşma, eğitimle mümkündür.

Sosyal hayatı kirleten kıskançlık, hased ve düşmanlık duygularını toplum­dan kaldırmakla ya da en aza indirmekle felaha ulaşılacağına işaret eden Kur'an, bireysel felahdan toplumsal felaha da, ancak böyle geçileceğine dik­kat çekmektedir. Haşr/9 ayetine göre, sevgi, başkasını kendine tercih etmek, kıskançlık ve cimrilikten kendini korumak gibi asil davranışları, sonuçta top­lumsal kurtuluşu getirmektedir.

Kendisinde şüphe bulunmayan bir kitabın rehberliği, gayba iman, namazı kılmak, infak etmek, Kur'an ve diğer kutsal kitaplara iman ve şüphe etmek­sizin inanmak gibi ferdî ve sosyal hayatı kapsayan inanç ve ibadetler, ferdî ve toplumsal kurtuluşu; kitapla başlayan ve oradan ahirete uzanan çizgide, ilahî beğeniyi kazanan oluşumlarda; insan ve insanlığın mutluluğunu sağla­maktadır. Demek ki, ferdî ve toplumsal kurtuluşun üzerine dayandığı takva­nın temeli bilgi ile atılmakta, ardından iman ve sonra ibadet gelmektedir. Böylece bilgi, iman ve ibadet değerleri, ferdin iç alemini ve toplumsal haya­tı cennete çevirmektedir.

Dikkat edilirse, Bakara/2-3'de yer alan inanmak, namaz kılmak ve nfak etmek gibi İslâm'ın temel ibadetlerinin faili insandır. Kur'an, irade sahibi insanı muhatap almaktadır. Kendisinde şüphe bulunmayan kitabın rehber­lik edeceği takva sahibi insanlar, kendi iradeleriyle inanıp ibadet edenler­dir. Kendi iradeleriyle kulluk etmeyenlere Kur'an'ın rehberlik yapmasının zor olduğuna da işaret edilmektedir. Kendi beynine, gönlüne ve davranış­larına sahip olmak, takvanın ve Kur'an'ın rehberliğinin ana şartlarıdır. Başka bir ifadeyle, ancak kendi iradelerine sahip olan insanlar, eğitilmeye müsaittirler.

Ancak Bakara/6 ayetine bakıldığında, bazı insanların eğitilemez oldu­ğunu görmekteyiz. Peki kimler eğitilemez? [40]

 

İnkarları Ve Münafıklıkları Sebebiyle Kalpleri Mühürlenenler:

 

6-7. Doğrusu şudur: inanmayanları uyarsan da uyarma-san da, onlar için aynıdır; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.

Allah Teala, kulunun kalbini mühürleyip onun iman etmesine mâni olma­maktadır. Bakara suresinin aşağıda tefsirini yaptığımız ayetlerine dikkat edil­diğinde bu durum kolayca anlaşılacaktır. [41]

 

Küfür Ve Peygambere Direnç:

 

Bakara/1-5, ayetleri muttakiyi (takva sahibi kimseyi), 6 ve 7. ayetleri de kâfiri an­latır. Bu ayetlerde kâfirin iman eğitiminden niçin nasip alamayacağı açıklanmaktadır.

(ke-fe-re), 'örtmek, gizlemek' manalarına gelir. Gecenin varlıkları giz­lemesi, tohumun toprağın altına atılıp örtülmesi gibi durumlar da bu kavram­la ifade edilmektedir.

Küfr, 'nankörlük' manasına da gelir.[42] Küfrân-ı nimet, nankörlük demek­tir. Küfür kavramı, Enbiya/94'de nankörlük manasında kullanılmaktadır:

(Onun gayretine nankörlük olmaz).

Bu ayet "onun sarfettiği emek, görmezlikten gelinemez" şeklinde de an­laşılabilir.

Ayrıca (Yapacağını yaptın. Sen nankörün biri­sin) [Şuara/19] ayetindeki kafir kelimesi, nankör anlamında kullanılmıştır. Genelde kafir'in 'inkar' anlamı, (cehade) kavramı ile ifade edilmekte­dir.

Kalpleriyle yakînen bildikleri halde, kendi kendilerine zulüm yaparak, ki­birlenerek bütün mucizeleri inkar ettiler [Neml/14] ayetindeki cehade kavra-tu bu manadadır.

Ankebut/47'de kâfir ile cahd kavramı yanyanadır:

 (İşte böylece sana bu kitabı indirdik. Onun için kendilerine kitap verdikleri­miz, ona iman ediyorlar. Şunlardan da, ona iman eden nice kimseler var­dır. Ayetlerimizi ancak kâfirler bile bile inkar eder). [Ankebut/47]

Burada cehd fiil, kâfir de onun failidir.

Kâfirin eylemi, cahd kavramıyla ifade edildiğine göre; küfr, tevhidi, dini ve peygamberliği inkar etmektir. Böylece küfür fiili, Allah'ın ayetlerini ve mucizelerini kabullenmeyerek insanın küfre düşmesidir.

Yukarıdaki ayetleri biraz daha açtığımızda şu gerçekleri de görmemiz mümkündür:

a. İnkar psikolojisine bürünmüş insanların en önemli özelliklerinden biri, peygamberlerin uyarısına aşın bir tepki göstermeleridir.

Bu durum bütün peygamberler için böyle olmuştur. İşte Bakara/6'da Yü­ce Allah, Peygamberimiz'in uyarılarına aldırış etmeyen; uyarının yapılması ile yapılmamasının, onlar için denk olduğu söylenen bu insanların eğitileme-yeceği gerçeğini vurgulamaktadır.

Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği ilkesinden hareket ederler. Ancak eği-alemeyecek insanların da varlığı bir gerçektir. İşte bu ayette, eğitimden etki­lenmeyeceklerin olabileceğine işaret edilmekte, bir din eğitimcisi olarak pey­gamberlerin dikkati çekilmektedir.

b. Eğitimcinin faaliyeti bir sihirli değnek değildir. İnsanları yola getirmek isteyen peygamberlerin, her istediklerini gerçekleştirmeleri imkansızdır. Psi­kolojik bakımdan hazır olmayan insanların ilahî çağrıdan olumlu manada et­kilenmeleri, imkan harici olmasa bile pek zordur. Herkesi doğru yola getire­ceğim düşüncesi, gerçekleşmesi muhal olan bir idealdir.

Konuyla ilgili olarak Yüce Allah, Hz. Peygamberi defalarca uyarmaktadır:

(Bu yeni kitaba inanmazlarsa, arka­larından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin). [Kehf/6]

(Onları doğru yola iletmek senin göre­vin değildir. Fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir). [Bakara/272]

Din eğitimi bir akıl ve gönül işi olduğu kadar, aynı zamanda bir nefis eği­timidir. İnsanların beyninde, gönlünde ve nefsinde bir anda etkili olmak, on­ları yönlendirmek kolay iş değildir. Böylesine bir yük altına girmek, insana bir sıkıntı verebilir, onu ümitsizliğe ve karamsarlığa götürebilir. İnsanın, ken­dini hasta edecek kadar sıkıntıya sokmasının bir anlamı olmadığını ifade eden bu ayetler, din eğitimcilerini uyarmaktadır.

Diğer taraftan Bakara/272 ayeti, küfürden imana dönüş gibi önemli bir değişimin arkasında peygamberin değil, ilahî iradenin bulunduğu esasım vurgulamaktadır. Bu manadaki hidayetin, yani değişimin, peygamberin eği­tim alanına girmediği ilkesini benimsemeleri gereken din eğitimcileri, kendi faaliyet alanlarını iyi belirlemelidirler.

c. Peygamberlerin faaliyet alanlarının nihaî ucunda/doruk noktasında inzar (uyan) vardır, ama asla zorlama yoktur:

 (Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi kesinlikle iman ederdi. O halde sen, inanma­ları için insanları zorlayacak mısın?) [Yunus/99]

Yüce Allah, iman alanında zorlamanın olmaması gerektiğini açıklarken, iradî imanın önemine işaret etmektedir. Bu bakımdan, Hz. Peygamber'den, iman konusunda hiç kimseyi zorlamamasını istemektedir. Uyarının ötesine geçmek, din eğitiminin başarısını düşürür. Bu nedenle, insanların imana gel­mesi konusunda, aşın sıkıntıya ve üzüntüye girmeyi ve bunda ısrarlı olmayı Kur'an cehaletle vasıflandırmaktadır.

İnsanlann imana/hidayete gelme konusunda aşın tepki göstermeleri evensel bir davranış şeklidir. En'âm suresinde bu kanuna dikkat çekilmektedir:

Onların söylediklerinin, gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Andolsun ki, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanma­larına, eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetiş­ti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki, pey­gamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. Eğer onların yüz çevirmesi sa­na ağır geliyorsa, gücün yeterse yerin dibine bir tünel kaz, yahut göğe çıkabileceğin bir merdiven edin de onlara bir mucize getir! Allah dileseydi, elbette on­ları hidayet üzerine toplayıp birleştirirdi; o halde sakın câhillerden olma). [En'âm/33-35]

Peygamberlere gösterilen bu aşın tepkinin nedeni, peygamberlerin kendi­leri değil, Allah'ın ayetleridir. Bundan dolayı sabretmek gerekir. Halkın, tevhid inancına ilk anda tepki göstermesini büyütmemek lazımdır. İnkar psi­kolojisine girmiş bir insana, yerin dibinden veya gökten mucizeler getirsen de inanması mümkün değildir. Bu ilkeleri bilerek davranmak ve kendisinin hidayet verici olmadığını bilmek, tebliğci için zorunlu bir yoldur. Aksine davranmak, bir usûl hatasıdır ve Kur'an bunu cahillik olarak nitelendirmek­tedir.

Küfürden imana geçiş dediğimiz hidayet gibi bir değişimin, ilahî takdire âit olduğunun bilinmesi ve ona uyulması gereklidir. Din adamları, uyan ile zorlamanın çizgisini iyi ayırmalıdırlar. [43]

 

İnkara Götüren Sebepler:

 

Kişiyi inkara götüren sebepler pek çoktur. Bunlar arasında şunlan sırala­yabiliriz: [44]

 

A) İnsanın İnkarı İradesinin Eseridir:

 

Kulun Allah'ı inkannda ilahî iradenin hiçbir etkisi yoktur. Onun içindir ki, Bakara/6'da "küfredenler" ifadesi yer almaktadır. Aynı şekilde Zümer/7 ayeti şöyledir:

Eğer inkar ederseniz, kesinlikle Allah sizden uzaktır. Allah kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer inanırsanız (şükrederseniz] sizden razı olur.

Allah, kulunun inkannda ona müdahele etmediğini, Kendi nzasının iman­dan yana olduğunu beyan etmek suretiyle, insanı tercihinde serbest bıraktığı­na işaret etmektedir. Demek ki inkann arkasında, insanın kendi iradesi ve ter­cihi yer almaktadır. [45]

 

B) Kültür Mirası

 

Her toplumun kendine has bir kültürü vardır. Kültür meydana getireme­yen varlıklar, yaşama hakkına sahip değildirler. Din de kendisine âit bir kül­tür meydana getirir ve bununla hayat bulur. Ancak bu dinî kültür, din halini alıp ilahî iradeye dayanan kültürü ortadan kaldırarak inkar kültürü haline dö­nüşürse, ilahî kültüre karşı bir direnç meydana getirir. Nesilden nesile aktarılan inkar kültürü, insanların irade ve düşüncesini elinden almakta, nasıl ve neye inanacaklarını belirlemektedir. Bazan geçmişin sünneti, kimi insanlar için Tanrı sıfatına bürünebilir.

Böyle bir tanrı, hidayetin önünde en büyük engeli oluşturur:

(Kendilerine hi­dayet geldiğinde, insanları iman etmekten ve Rabblerinden af iste­mekten alıkoyan, sadece ve sadece öncekilerin sünnetinin veya aza­bın kendilerine göz göre göre gelmelerini beklemeleridir). [Kehf/55]

Kültürün benimsenmesi genellikle taklitle olmaktadır. Eğer bu kültür, kü­für kültürü ise, ferdî manada insanın manevî aleminde köklü değişimi temin edecek olan tevhid inancını kabule mani olacaktır. Bu tarz kötü sünnetin bir­çok ayette taklit olarak yerildiğini görmekteyiz. Mesela Bakara/170 ayeti bu manadadır:

Onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları akıllarını kullanmamış ve doğruyu bulamamış idiyseler?

Taklit, sorgulama melekesinin kaybolmasıdır. Geçmişin taklit edilmesi, onun zincirinden kurtulunamaması ve değer ölçülerinin sorgulanamaması, nesillerin gelişmesini, büyümesini ve zenginleşmesini önler, geleceklerini de cehenneme çevirir. Babalarından devraldıkları inanç ve bilgi yolunu sorgula­mak, bir beyin işidir. Değişme ve gelişmeyi sağlayan, var olanı sorgulamak­tır.

Ayet, aynı manaya gelen benzer ayetlerle beraber şu gerçeği seslendiriyor: Aklını kullanamayan, doğruyu bulamayan ve onu bilmeyen insanların yolu­na uyulamaz ve onlar taklit edilemez. Aklın, bilginin ve doğrunun yer alma­dığı bir yol şeytanın yolu, götüreceği yer de cehennem ateşidir.

Lokman/21 'de, taklitçilerin şeytanın çağrısına uyduklarına, şeytanın da onları cehenneme götüreceğine işaret edilmektedir. İşte, geçmişin sünnetini aklını kullanıp da sorgulamayanlar, önce beyinlerini, sonra da anketlerini cehenneme çevirmektedirler. Sorgulanmayan bilgiler, sünnetler ve yollar, fi­tili ateşlenmiş dinamiti andırırlar. Tevhid inancını bir anda dinamitleyebilir­ler. Yüce Allah, geçmişin sünnetine uyan insanların, tevhid inancını nasıl engellediklerini Kehf/55'de açıklamaktadır. [46]

 

C) Dinlememek Ve Akletmemek:

 

Anlatılanları dinlemek, eğitim ve öğretimin başarısını temin eden yön­temlerden biridir. İnsanlar birbirlerini dinlerlerse kolayca anlaşabilirler. Zira dinlemek bir erdemdir. Kur'an-ı Kerîm, dinlememenin ve düşünmemenin nelere mal olduğunu anlatmakta ve bu durumun insanın küfre gidişinin ana sebebi olduğuna dikkat çekmektedir:

Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık dinlemiyorlar. Ve dediler ki: "Bizi, çağır­dığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bi­zimle senin aranda bir perde bulunmaktadır". [Fussılet/45]

Ayetteki kalplerimiz kapalıdır ifadesi, düşünmemeyi, kulaklarımızda bir ağırlık vardır cümlesi de dinlememeyi ifade etmektedir. Dinlemeyen insan, düşünmek için malzeme bulamaz. Dinlememek, düşünmemek, yani aklını kullanmamak, gerçekle insan arasında bir perde oluşturmaktadır. Perde arka­sında kalan insanların inkar psikolojisi kabarmakta ve onlar, şeytanın oyun­cağı olmaktadırlar. İnkâr insanı cehenneme götürdüğü gibi, dinlememek ve aklını kullanmamak da, hem dünya hem de ahiret cehenneminin kendisi ol­maktadır:

(Şayet dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsay­dık, şimdi şu alevli cehennem halkından olmazdık). [Mülk/10]

Kendi fikirlerine taparcasına, beynini dış alemden saklayan, düşüncesini tannlaştıran, başkalarına kulak vermeyen, aklını kullanmaktan kaçan ve kor­kan insanlar, kendi gönül ve kafalarını cehenneme çevirmektedirler. Onların ahiret hayatı da cehennem olacaktır. Şöyle bir formül oluşturmak mümkün­dür: Dinlememek ve akletmemek, inkara; inkar da cehenneme götürür.

Allah'ı dinlemeyen fert ve toplumların, birbirlerini dinlemeleri ve yap­tıkları işler üzerinde düşünmeleri imkansız hale gelmektedir. Birbirine kulak vermek ve yaptıklarını düşünmek barışı kolaylaştırır. Barış da insan ilişkile­rinin zamanla cehenneme dönmesini önler. Dinlemek ve düşünmek insanları birbirine yaklaştırır, beraberce çözüm aramalarını temin eder ve kavganın dinmesini sağlar. Allah'ı dinlemeyen ve O'nun dedikleri üzerinde aklını yormayanlar, zamanla kendilerini Allah ile çatışan tanrılar haline getirirler.

Aslında çatışan bizler değiliz; çatışan, sesini dinlemek ve düşünmek sure­tiyle bir türlü disiplin altına alamadığımız o kaba ve ham benliğimizdir. Din­lememek ve akıl yormamak, içimizdeki heva ve hevesi tanrılaştırır. Kendini tannlaştıran nefis ise, Allah ile çatışmaya başlar. Bu da kendini, inkar şeklin­de gösterir:

(Onların çoğu yüz çevirir ve dinlemezler). [Fussılet/4]

(Kulaklarımızda bir ağırlık vardır). [Fussılet/5]

Allah'ın gönderdiği hidayet kitabına kulak vermemek ve onu dinlememek, insanla Allah arasında bir perde oluşturmakta ve neticede inkara götürmektedir.

Bakara/6 ayeti, başka bir hususa daha dikkatlerimizi çekmektedir ki, o da şudur: Bu özelliklere sahip insanlara eğitim hiçbir fayda vermeyeceğinden, genelde insan hayatında, özelde ise eğitimde, emeğin boşa gitmemesi gere­kir. Eğer eğitimci bir emek sarfedecekse, bu emeğinin karşılığı bir şekilde alınmalıdır. Eğer eğitimci, eğitim faaliyetindeki emeğinin karşılığı olmadığı­nı hissetmişse, faydasız işten ve faydasız ilimden Allah'a sığınıp, kendini da­ha faydalı olabileceği başka bir faaliyete yönlendirmelidir. [47]

 

D) Kalplerin Mühürlenmesi:

 

Şu ayette, Allah'ın inkarcılara uyguladığı psikolojik muamele ele alınmaktadır:

(Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır).

Bu ayet, Bakara/6 ayeti ile ilişkilendirildiğinde, şu gerçek ortaya çıkacak­tır: Yüce Allah durup dururken kulunun kalbini ve kulaklarını mühürlemez. Bunu yaparsa, zalim olur ki, Allah bundan münezzehtir. Bu sebeple kalbin mühürlenmesi, yine kulun yaptıklarından kaynaklanmaktadır. Peygamberin uyarısına kulak asmayan, ilahî vahyi dinlemeyen ve nihayet Allah'a iman et­meyen insanın kalbi ve kulakları mühürlenmeyi haketmiştir. Konuyla ilgili ayetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1.  Mü'min/35'de Yüce Allah, kimlerin kalbini mühürlediğini şöyle ifade buyurmaktadır:

(Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler).

Demek ki, zorbalık ve kibir kalbin Allah tarafından mühürlenmesine ne­den olmaktadır.

2. İnsan kendi nefsini tanrı edinirse kalbi mühürlenir:

Hevasını tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü?[Casiye/23]

Demek ki Allah, kendi benliğini tanrı edinip, kendi kendine tapan müşri-ğin kalbini mühürlemektedir.

3. Dinde yanlış fetva verip Allah'a iftira etmek, kalbin mühürlenmesine sebep olmaktadır:

(Yoksa onlar senin için 'Allah'a karşı yalan uydurdu mu' derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler). [Şura/24]

Kur'an'da, Allah'a iftira edenlerin kalplerinin mühürleneceğine işaret edil­mektedir. Yanlış fetva verip Allah'a iftira edenlerin gönülleri, meşru olmayan bir faaliyet içindedir. Meşru olmayan işlerle uğraşan ticarethanelerin kapatıldığı gibi, meşru olmayan işlerle uğraşan gönül de -doğal olarak- ka­patılır. Şura/24 ayeti, bu mühürlenişten peygamberin bile müstesna olmadı­ğını vurgulamaktadır.

Aynı şekilde En'âm/93'de Allah'a iftira edenlerin, en zalim kişiler oldukları belrtilmektedir. Böylece zalimlerin kalbi, ilahî mühürlenmeyi haketmektedir.

4. Allah, haddi aşanların kalbini mühürlemektedir [Yunus/74]. Yalanlayıp iman etmeyenlerin haddi aştıklarını, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini ifade eden bu ayet, mühürlenmenin, kulun iradesine göre gerçekleştiğini bildirmektedir.

5. Bilgisizlik kalbin mühürlenmesine sebep olmaktadır:

(İşte, bilmeyenlerin kalplerini Allah böylece mühürler). [Rum/59]

Bilgi gönlün gıdası, cehalet ise karanlıktır. Cahil insanların kalbi açtır. Gön­lün doymadığı yer doğal olarak ıssız kalacaktır. Issız olan yer de kilitlenir. Onun için, bilgisiz kalan gönüller zamanla mühürlenecektir. Demek ki eğiti­min amacı, gönülleri açık tutmak ve onların mühürlenmesini engellemektir.

6. İnkar etmeleri sebebiyle, Yüce Allah insanların kalplerini mühürler

(Tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur). [Nisa/155]

Uyarıları dinlemeyecek kadar inkar psikolojisine saplanmış insanların kalpleri mühürlenmektedir.

İnkar, kibir, zorbalık, hevasını tanrı edinmek, dinde yanlış fetva vermek, haddi aşmak ve cehalet batağına saplanmak gibi davranışlar, kalbin Allah ta­rafından mühürlenmesine sebep olmaktadır. Yoksa, Allah kimsenin kalbini durup dururken mühürlemez.

Öyleyse hiç kimse "Allah benim kalbimi mühürlediği için inanmıyorum, haki­kati anlamıyorum" diyemez. Bu iddianın batıllığı şu ayette vurgulanmaktadır:

Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygam­berleri öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle (gazaba uğradılar). Hayır, tam aksine küfürleri sebebiyle, Allah onların kalplerini mü-hürlemiştir. [Nisa/155]

"Kalplerimiz kılıflandığından doğruyu göremiyoruz" şeklinde bir mazeret geçerli değildir. Çünkü Allah, küfredenlerin kalbini mühürlemektedir. Önce kulun iradesi tecelli ediyor, sonra Allah'ın takdiri gerçekleşiyor.

Bakara/7'de geçen hateme, bir şeyi mühürlemek, sonuçlandırmak, yüz çevir­mek, yüzük takmak, bir şeyi gizlemek, saklamak manalarını ifade etmektedir.[48]

Hateme kavramının Kur'an'daki eş anlamlısı tabağa kelimesidir. Tabağa kalbin paslanması, kulaklarda bir ağırlık bulunması ve gözlerde bir perde olmasıdır.[49]

Bakara/7'de Yüce Allah kulakları da mühürlediğini (hatemlediğini] söyle­mektedir. Gözden sonra en önemli algı organlarından birisi de kulaktır. Ku­lak, işitme organıdır. İşitme organı, insan beynine duyumlar taşır. Ancak, ayette mühürlenen duyu organı, fizikî anlamdaki kulak değildir. İnsanın algı akıdandır. Algı aktı, duyu organlarının birlikte görev yapması sonucunda or­taya çıkan anlama ve algılama yeteneğidir. Bu manada Yüce Allah bu anla­ma ve algılama yeteneğini mühürlemektedir.

Duymayan ya da dinlemeyen insanlar, Kur'an'da yaşayan ölüler olarak takdîm edilmektedir:

(Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara daveti işittiremezsin). [Rum/52]

Ölü ile diriyi birbirinden ayıran temel fark, insanın anlatılana kulak ver­mesi, dinlemesi ve değerlendirmesidir. Aksi manada, ölü ile dirinin birleştik­leri nokta, dinlememek, çağrıya kulak vermemektir:

(Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirlerdekine işittiremezsin). [Fâtır/22]

Hz. Muhammed bile ölülere duyuramazken, bazı insanlar ölülere duyur­maya çalışmaktadır.

İlahî mesaja kulak vermeyenler, ona alaka göstermeyenler ve onu dinle­me zahmetinde bulunmayanlar, yaşasalar bile kabirdedirler. Onların beyni, gönlü ve nefsi kabre dönüşmüştür. Dışarıdan ne kadar bağırılırsa bağırılsın, kabirdeki ölüye işittirilemez.

Bu durumu şu şekilde genelleyebiliriz: Hayat dinlemek, kulak vermek ve bey­ne giden kanalları açık tutmaktır. Bunu beceremeyenler mezardaki ölü gibidirler. Böylece Allah, Hz. Peygamber'e kimleri eğitemeyeceğini bildirmektedir.

Kur'an, dinlemekle akletmeye aynı değeri vermektedir.

Keşke dinleseydik, ya da akletseydik, şu alevli cehennemin halkı arasında bulun­mazdık. [Mülk/10]

Ayetin ince bir analizi yapıldığında, dinleme ile akletmenin aynı ayarda ol­duğu görülecektir. Demek ki, dinlemeyen insanlar cehenneme gidecek ölüler­dir. Gerçeğe kulak vermemek insanı cehenneme götürür.

Kalbin mühürlenmesine neden olan şeyler, kulakların mühürlenmesi için de geçerlidir:

 (Onların gözlerine de perde çekilmiştir). [Bakara/7]

Bakara/7’de kalp ve kulağın mühürlendiği, gözlere ise perde çekildiği ifade edilmektedir. Gözlere perde çekmekle, mühürlemenin aynı manaya gel­diği söylenebilir.

Heva ve heveslerini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak saptırdığı, kula­ğını ve kalbini mühürlediği, gözüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? [Casiye/23]

Baktığı halde görememek, gözün perdeli olduğunu ifade eder:

(Onları doğru yola çağırmış ol­sanız işitmezler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler). [A'raf/198]

Ayette 'bakma' ile 'görme' ayınlmaktadır. Manen gözleri perdeli olanlar, bakarlar da göremezler. Kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'e bak­tıkları halde -davetini kabul etmediklerinden dolayı- onu görmemektedirler. Gözün perdeli olması, ilgi göstermemek, alaka duymamak, söylenene tepki göstermek ve anlamamak manalarını ifade eder.

Meseleleri derinlemesine görmek ve onların özüne inmek dediğimiz basi­ret, gönül gözünün işidir. Sorunların çözümü için kafa yormak ve onlar üze­rinde düşünmek gibi önemli beyin jimnastiğini yapamayanlar, basiret sahibi olamazlar. Demek ki basîret sahibi olmanın yolu, düşünmekten geçmektedir. İçinde kopan fırtınaların üzerinde düşünüp, o fırtınaların Rahmani mi, şeyta­nî mi olduğunu anlayan insan basîret sahibidir. [A'raf/201]

Gözüne perde çekilen veya gözü perdeli olan insanlar, aklını kullanıp düşünemeyen ve basîret sahibi olamayanlardır. Bir meseleye alaka duymak, onunla ilgilenmek ve onun üzerinde düşünmek, basiretin alt yapısını oluştur­maktadır. Başka bir ifadeyle, düşünme alışkanlığı insanın gözündeki perde­leri kaldırmaktadır.

İnkar eden, uyarıdan anlamayan ve iman etmeyen insanların gönül ve ku­lakları mühürlenmekte, gözlerine perde çekilmekte ve onlara büyük bir azap hazırlanmaktadır. Böylece Bakara/7'deki Onlar için büyük bir azap vardır ifadesi, bu psikolojik tavır ve davranışların hangi karşılığı hakettiğini göster­mektedir. İmansızlık, uyandan etkilenmemek, kalbini ve kulaklarını gerçeğe karşı kapamak, gönül gözüne perde çekmek, insanın azabı olmaktadır. Demek ki, insan kendi azabını kendi elleriyle oluşturmaktadır. [50]

 

Münafıkların Ruh Yapısı Ve Davranışları:

 

8. İnsanlardan bazıları, inanmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler.

Bakara/8'den, 21. ayete kadar, bu büyük azaba duçar olanların ruh haleti ve davranışları çeşitli boyutlarıyla açıklanmaktadır. [51]

 

İnanmadığı Halde İnandığını Söylemek:

 

Ayette ele almamız gereken kavramlardan biri 'insan' kavramıdır. Çünkü bü­tün davranışların arkasında insan tabiatı vardır. Bu yaratılışa dikkat çekmek için Yüce Allah ayette 'insan' kavramına yer vermiştir. Bu kavramın manasından, davranışlara gitmek ve davranışları tahlil etmek uygun olur.

İnsan kelimesinin kendisinden türediği ne siy e kelimesi 'unutmak' anlamı­na gelir. Kendisinden bir söz, ahid alındığı ve bu ahdini unuttuğu için ona bu ad verilmiştir.[52] Bu manada insan kelimesinin fiil hali şu ayette yer almakta­dır:

Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid vermiştik. Ne var ki o, unuttu. Onda bir azim de bulmadık. [Taha/115]

Unutup yanlış harekette bulunmak, insan olmanın doğasında bulunan bir özelliktir. Gerçeğe karşı çıkmak, unutma zaafının ürünüdür. İnsanın bu yönü­nü vurgulamak için Yüce Allah, bu ayette 'insan' kavramını kullanmıştır.

"Allah'a ve ahirete inandım" dediği halde inanmamak, gönül ile dilin ayrı ol­duğunu, aralarında bir birliğin bulunmadığını gösterir. Dil ile gönlün bir bütün teşkil etmesi, tevhidi meydana getirir. Bu sebeple ilahî dinlerin temeli tevhid esa­sına dayanır. Bu durum aynı zamanda mü'min olmanın gereğidir. Dil ile gönül bir olmayınca insanın şahsiyeti ikiye bölünmektedir. İnsanın kendisini ikiye böl­mesi, onu çifte şahsiyete götürür. Bu çifte şahsiyetli insanlara Allah 'münafık' de­mektedir. Münafıklık çok fena bir sıfat ve çok yaralayıcı bir eylemdir, ikili yani bölünmüş, ya da parçalanmış bir şahsiyet, yalancılığın üzerine oturur. Ayette bu durum, Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarına şehadet etmektedir Münafıkûn/1] şeklinde ifade edilmektedir.

Kalpte olmayanı dil ile söylemek, insanın kendisini yalanlamasıdır. Kendi kendisiyle çelişen bir psikolojik yapı, insan için rencide edici bir durumdur.

(Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir). [Âl-i İmran/167]

(Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söyler­ler). [Fetih/11]

Demek ki, dil ile gönlün birbiriyle tutarsız olması, şahsiyet bütünlüğünü bozmaktadır. İman ettiğini itiraf ettiği halde, imanın gönüllerinde yer etme­diği insanlar da aynı gruba dâhildirler:

(Bedevî Araplar, 'İman ettik' dediler. Siz iman etmediniz, müslüman olduk deyin. Çün­kü iman, henüz kalbinize girmedi). [Hucurât/14]

İmanın kalbe ulaşması ve oraya girmesinin kanıtı, orada meydana getirece­ği manevî gelişim ve değişimdir. Kalp, iman etmezden önceki katılığını muha­faza ediyorsa, iman oraya girmemiş demektir. İman kalbe girmediyse, dil de değişime uğramayacak, durmadan yalan konuşacaktır. O zaman insan, kendi içinde çifte standardı yaşayan bir varlık olacaktır. Böylesine bir tutarsızlık ve çifte standartlılık, insanın münafık damgasını yemesine sebep olmaktadır. Böylece münafıklık insana çok çirkin bir statü kazandırmakta, bu nedenle ahirette de en büyük azaba duçar olmaktadır:

 (Kesinlikle münafıklar, ateşin en alt tabakasmdadırlar). [Nisa/145]

Demek ki münafık, kâfirden daha aşağı bir statüde bulunacaktır. [53]

 

Münafığın Davranışı Aldatmaya Yöneliktir:

 

9. Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Halbuki onlar kendilerini aldatıyorlar da, bunun bilincinde değillerdir.

Allah'a ve ahirete inanmadığı halde, inandım diyen insan, aslında Allah'ı ve inananları aldatma amacındadır. Yüce Allah, kalbi ile dilini ayıran insanın beşerî ilişkilerinin hangi temele oturduğuna işaret etmektedir. Aldatma gibi bütün insanlığın kötü kabul ettiği bir davranış biçimi ile Allah ve iman eden­lerle iletişim kurmaya kalkışmak, münafığın önemli bir vasfıdır. İnsanlar ni­çin böylesine bir aldatma yoluna girerler? Ayetteki 'aldatma' fiilini Hz. Pey­gamber dönemi için ele alırsak, bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

* Hz. Peygamber ve mü'minlerin yanında mü'min muamelesi görmek; inananların statüsüne sahip olmak,

* Mü'min görünerek mü'minlerin sırlarını öğrenmek ve kendi yandaşla­rına casusluk yapmak,

* Öldürülme korkusundan uzak kalmak; çünkü, 'tevhid' kelimesini söyle­yen insanlar öldürülmez.[54]

* Ganimetlerden istifade etmek.[55]

Râzî'nin zikrettiği bu sebepler, o gün için doğrudur. Ama günümüzdeki münafıkların aldatmalarının boyutları ve sebepleri daha farklı olabilir. Ancak bu sebeplerden ilk ikisi evrensel sebepler arasında yer alır.

Allah, münafıkların bu özelliklerini anlatmakla neyi gerçekleştirmeyi amaç edinmektedir? Yüce Allah münafıkların bu özelliklerine dikkati çeke­rek, müslümanlann dikkatli olmalarını istemektedir; münafıkların iç alemini ve onların çifte standartlı davranışlarını anlatmakla müslümanlann bilincini geliştirip, eğitmeyi gaye edinmektedir. Müslüman, meselelere Allah'ın ışığı ile bakıp, bunu da aldanmamasıyla gösterir. Her insanın sözüne güvenmek, bağlanmak ve kapılmak, başarının elden gitmesine neden olur. Burada müs­lümanlann da dikkat etmesi gereken bir husus mevcuttur. Ayet birbiriyle iki­li oynayan müslümanlann da münafık olacaklarının işaretini vermektedir. Onlar sadece kendilerini aldatıyorlar demekle Yüce Allah, aldatmanın, ken­di kendini sokan akrep gibi, aldatan insana geri dönüp ona zarar verdiğine işaret etmektedir. Sosyal ilişkilerde, aldatma ile verilecek zarar ve kurulacak tuzak, geri teperek sahibine zarar verecektir.

İşte, bunun farkına varmak bir şuur işidir; bir olgunluk ve bir eğitilmişlik seviyesidir. Şuurunda değillerdir sözü ile Yüce Allah, münafıklann davranış-lanmn arkasındaki nedenlerden birini şuursuzluğa bağlamaktadır. Demek ki, çifte standartlı olmak, aldatmaya, aldatma da şuursuzluğa bağlı olarak çalış­maktadır. Böylece Yüce Allah, bir davranış psikolojisinin analizini yapmış olmaktadır. Bu analizde şunu görüyoruz: Gönül ile dilin arasındaki uyumsuz­luk ve aldatma duygusu, bir şuur dağılması, bir bilinç bozukluğu ve farkına varamama gibi psikolojik bir hastalık meydana getirmektedir. [56]

 

Münafıkların Kalpleri Hastadır:

 

10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlara acı veren bir azap vardır.

İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen manevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis ta­rafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç aleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bü­tün güçlerin hastalanması mukadder oluır. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.

Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?

1. Hastalık derecesinde insana korku getirir:

Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felaketin gelmesinden korku­yoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. [Maide/52]

Hasta gönüle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmama­ları gereken davranışları sergilerler. İnkarcıların düşmanlıklarından korktuk­ları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı iki yüzlü bir tavır içinde olurlar.

2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar:

O zaman münafıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Halbuki, kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. [Enfal/49]

Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münafıklık alâmetidir.

3. Haktan uzaktırlar:

Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zalimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler. [Hac/53]

Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvasını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla haki­kat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uza­ğa düşerler ki, ona uzanma imkanları kalmaz.

4. Cinsel sapıklıkları vardır.

Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmak­tadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadı­nı sadece bir seks aleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yü­ce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir:

Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir eda ile konuşma­yın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru söz söyleyin. [Ahzab/32]

Yüce Allah bu ayette, manevî kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korun­manın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.

Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip et­memektedir. Ayeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.

5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar.

Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını ön­ler. Meselelerin sadece zahirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zahiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:

(Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler). [Rum/7]

Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister:

Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler. [Müddessir/31]

Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkansızdır. Hasta olan kalp, ıztırap için­de olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve ken­disine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz.

Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerin­de yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küf­rü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkar ile kalp hastalığı arasında derin­den bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur:

(Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkarlarını kat kat artırır ve onlar artık kâ­fir olarak ölürler). [Tevbe/125]

Demek ki kalp hastalığı, inkarı, tükenmeyen bir süreç haline getirmekte­dir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkar gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşın bir tepki göstermektedir ki, inkarını kat kat artıra­rak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor per­deler oluşmaktadır.

Tevbe/125'deki rics kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar manalarına gelir.[57] Fahruddîn Râzî rics kavramına batıl inançlar, yahut kötü huylar manasını ver­mektedir. Birinci mana ile, Kur'an'a karşı inkarlarına inkar eklemişlerdir. İkinci manaya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir.[58]

Rics kavramının lügat manası ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiği­mizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlanmış bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden ani bir refleksle uzakla­şır. Hasta gönüle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla -Râzî'nin dediği gibi- huy halinden mizaç ha­lini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İn­sanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır:

(Böyle iken onlara ne oluyor ki, ade­ta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?) [Müddessir/49-51]

Yüce Allah'ın Onlara ne oluyor ki? sorusunun cevabı, kalplerindeki has­talığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un davet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır:

(Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kav­mimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmala­rını arttırdı"). [Nuh/5-6]

Ayetteki Kaçmalarını artırdı ifadesi, gönül hastalığına tedavi için doku­nan davetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir davetin, öğ­retilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kay­dıran şey, kalp hastalığıdır. Ayette şöyle buyurulmaktadır:

(Kendileri­ne bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat on­lara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı). [Fâtır/42]

"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara/10 ayeti­nin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçek­leşmektedir. Allah durup dururken, kulunun manevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen ayetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepki­lerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır.

Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini al­datan bu insanların kalplerindeki manevî hastalığı Yüce Allah daha da arttır­maktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl

artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.

Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışmın ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azaba uğrayacaklardır

(Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır). [Bakara/10]

Elîm azabın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Ayetin bu kısmın­da, yalan söylemenin karşılığının elim azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azabını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır:

Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işit-miştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yaza­cağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.[59]

Bu ve benzeri ayetler, kulun azabını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir. [60]

 

Münafıklar Bozguncudur:

 

11-12. Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkartmayın!' denildiğin­de, 'Biz ancak ıslah edici kimseleriz' dediler. Onların fesatçı olduklarını iyi bilin. Lakin onlar bunun bilincinde değillerdir.

Çifte standartlı olan münafığın diğer bir özelliği de toplumda bozgun­culuk yapmasıdır. Bu şekildeki davranışıyla o, münafıklığın şahsî olan bo­yutundan sosyal boyutuna geçmekte ve toplumu ifsat etmektedir:

(Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiğinde, 'Biz yalnızca ıslah ediyoruz' derler. İyi bilin ki onlar fesatçılardır, velakin şuurunda değiller). [Bakara/11-12]

Ayette ele alınması gereken kavramlar fesat ve ıslahattır. Fesat, bozulma, kuraklık, kıtlık, darlık, telef, kokuşmak manalarına gelir. Ahlâk ile beraber kullanılınca, ahlâk bozukluğu anlamını ifade eder.[61]

Islah ise, iyileştirmek, düzeltmek, aralarını bulmak, barış yapmak mana­larına gelmektedir.[62] Münafıklara "Bozgunculuk yapmayın!" uyarısını kim­ler yapmaktadır! Ayette bulunan denildiği zaman ifadesindeki demek kelime­sinin faili çoğul ve fiilin de meçhul olması, meseleye evrensel bir boyut ka­zandırmaktadır. Ayetin muhtaplannı dönemin münafıkları ile sınırlandırmak yanlış olur. O zaman, ayetin evrenselliğini ortadan kaldırmış oluruz. Kıya­mete kadar her toplumda bozguncular çıkacak, onları bu yanlış davranışla­rından dolayı uyaracak insanlar da olacaktır. Ancak bu münafıklar her defa­sında ıslah edicilik iddiasında bulunacaklardır. Halbuki onların, ıslah edicile­rin sıfatları ile sıfatlanmaları mümkün değildir. Âl-i İmran/104'de gerçek ıs­lah edicilerin özellikleri şöyle zikredilmektedir:

Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

"Yeryüzünde fesat çıkartmak" ne manaya gelmektedir? İnanmadığı halde, inandım diyerek insanların din duygularını sömürmek, kendini ve insanları aldatmak, değerlendirmelerinde hatâ yapmak, haktan uzaklaşmak, cinsel ah­lâkı bozmak, düşünme kapasitesini kaybetmek gibi tutumlar ve davranışlar önce kişiyi ve sonra da ilişkilerini bozgunculuğa götürmektedir.

Bu tip insanlar, insan ilişkilerini kirlettikleri için toplumsal hayatın bozul­masına ve çöküşüne sebep olmaktadırlar. Bozgunculuk yapmalarından daha kötüsü, bozduklarının farkında olmayıp, ıslah ettiklerini söyleyecek kadar pişkin davranmalarıdır. İnsan ilişkilerine zarar veren, insanları bölen ve düş­manlık tohumlarını eken bu iki yüzlü insanların, "Islah ediyoruz" demeleri dikkat edilecek bir husustur. Onun için Yüce Allah bunlara "dikkat edin" em­rini vermektedir.

Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen, 'Biz yalnız­ca iyili etmek ve arayı bulmak istedik' diye yemin ederek sana nasıl gelirler! [Nisa/62]

Münafık insanlar, kötü amelleri işlerler, başlarına bela gelince de iyilik yapmak istedikleri konusunda yemin ederler.

Bu tip insanlar toplumun siyasî erkini ele geçirmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkarmaya başlarlar ve bu bozgunculuklarını akrabalık bağlarının kopa­rılmasına kadar uzatırlar. Bunu Yüce Allah şöyle anlatır:

(Demek, iktidarı ele geçirince, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlannı koparacaksınız?) [Muhammed/22]

Yüce Allah bu soruyu niçin soruyor? Münafıklar, sinsice takiyye yaparak iktidarı ele geçirmek isteyebilirler. İktidarı ele geçirince de gerçek niyetlerini ortaya koyar, toplumda fesat çıkarmaya başlar ve insanların sevgiden oluşan gönül bağlarını koparmaya çalışırlar. Ayetteki "akrabalık bağlannı koparma" durumu değerlendirildiğinde, soy birliğinin toplum bütünleşmesindeki rolünün ne derecede önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah akrabalık bağını ke­senleri fesatçılıkla suçlamaktadır. Böyle bir faaliyet yapacak olanların niyetle­rini ifade ederek, iyi insanları uyarmaktadır. "Akrabalık bağlannı kesme" kül­türü helak edip gençliği manevî değerlerinden koparmak manasına da gelir:

(O, dönüp gitti mi, (ya­hut bir iş başına geçti mi) yeryüzünü fesada vermek, kültürü tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez). [Bakara/205]

Toplumun kültürünü bozmak, gençliği helak etmek, beşerî ilişkileri çık­maza sokmak, toplumun mutluluğa giden yolunu engellemek gibi fesat hare­ketleri, öldürmeye denktir. Başka bir ifadeyle insan öldürmekle, fesat çıkart­mak   aynı   derecede   günahtır.   Allah   bunu   şöyle   ifade   etmektedir:

(îşte bu yüzdendir ki, İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir ca­na  kıyarsa,  bütün  insanları  öldürmüş  gibi  olur).   [Maide/32]

İnsanlar arasında fesat çıkartma eylemi, bu ayette insan öldürmeye denk tutulmuştur. Ayette yer alan 'veya' kelimesi, öldürme ile fesadın aynı derece­de kötü olduğunu ifade etmektedir. Toplumun düzenini bozmak, bütün insan­lığı öldürmek kadar kötü olarak takdim edilmektedir.

Ekonomik yapıyı bozmak ve fakirlerin elinden tutup kaldırmamak da fesat kavramının içine girmektedir:

Allah'ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana iyilik (ihsan) ettiği gibi sen de iyilik et, yeryüzünde fesadı (bozgun­culuğu] arama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. [Kasas/77]

Yüce Allah, kendisinin ihsan ettiği gibi, insanların da ihsan etmesini iste­mektedir. Bu ilahî amelin, yeryüzünde yansımasını ve yaşatılmasını istemek­tedir. İnsanlara iyilikte bulunmak, fakirlerin elinden tutup kaldırmak, bu ila­hî fiilin yaşatılması demektir. İmkanı olduğu halde bunu yapmamak, fesat çı­kartmaktan başka bir şey değildir. Fesatçılar, Allah'ın nefretini kazanmakta­dırlar. Allah fesatçıları sevmez ifadesi, onlardan nefret eder demektir.

Fakirin elinden tutmak, ekonomik dengesizlikleri biraz olsun ortadan kaldırır. Bunu yapmayanlar, dengeleri büsbütün alt-üst etmektedirler. Fakir­lik toplumsal hayatta bir urdur. İyilik, bu urun kansere dönüşmesini önleye­cektir. Çare aranmayan fakirlik, kitlesel açlığa ve bu ur da kansere dönüşe­cektir. Kanserli organın vücutta meydana getireceği rahatsızlığı, açlık haline dönüşen fakirlik de toplum hayatında meydana getirir.

Karayı ve suyu kirletmek de fesat kavramının kapsamına girmektedir. Yü­ce Allah yeryüzünü insanlar için bir beşik, bir döşek olarak yaratmıştır. O dö­şeği kirletmek, orayı fesada vermektir. Çünkü insana faydalı olan ve insan ha­yatını kolaylaştıran şeylere zarar vermek bir fesattır.

İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı (düzen bozul­du] ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de dönerler. [Rum/41]

Ayette geçen "kara ve deniz" ifadesi, maddî anlamda yeryüzündeki kara ve deniz­leri ifade etmekte ise de, 'kara' kavramını madde, 'deniz' kavramını da mana olarak tefsir etmek mümkündür. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Münafıklar haram lokma ile maddî rızkı fesada uğratırlar; aklı ve namusu kirletmekle manayı bozarlar; aklı kullanmamak, gönüldeki iman ve sevgiyi tahrip etmekle de manevî alemi kirletirler. İşte bu kirletme işini Yüce Allah 'fesat' olarak nitelendirmektedir.

Tabii olarak, beyni ve gönlü kirlenmiş bir insan, kara ve suyu da kirlete­cektir. Fizikî çevrenin kirliliği insanın ruh kirliliğinden kaynaklanmaktadır. Öyleyse fizikî çevre mühendisliğinden önce, manevî çevre mühendisliğinin oluşturulması doğru bir hareket olacaktır.

Allah, insanlardan maddî ve manevî çevrelerini kirletmemelerini istemek­tedir. Bu, fesadı önleyecektir. Ayetin sonundaki Belki dönerler ifadesi, deği­şim konusunda ilahî bir beklentiyi ifade etmektedir. Maddî ve manevî çevre­yi kirleten kimselerden, bu kirliliğe çare bulmaları istenmektedir.

Siyasî erk sahiplerinin zorba bir idare tarzı tutturmaları, büyüklük tasla­maları, halka zulmetmeleri, halkı gruplara ayırıp tefrika çıkarmaları, ayırdık­ları gruplardan bazılarını tutup, diğerlerini küçük görmeleri, onları zayıflat­mak için ellerinden geleni yapmaları; bundan daha da ileri giderek, zayıf dü­şürmek istedikleri grubun erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını sağ bırakma­ları da, fesat kavramının manası içindedir:

(Hakikat, Fira­vun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini fırkalar hali­ne getirdi. Onlardan bir grubu zaafa uğratıyor, bunların oğullarını bo­ğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı. [Kasas/4] Devlet bir şemsiyedir; toplumda mevcut bütün sosyal grup ve kurumların an­laşması ile vücut bulur. Bu nedenle devlet, farklı inanç ve kültürde olan alt grup­lar arasında tarafsız ve bütünleştirici olmalıdır. Devletin vazifesi bu sosyal grup ve müesseselerden bir üst kültür meydana getirerek bunları kendine bağlaması ve topluma hayat vermesidir. Ama devleti idare edenler, bu gruplardan birini tutar da diğerini veya diğerlerini ezmeye kalkışırlarsa, bunun adına fesat denir. İsteme­dikleri grupların çocukları büyür de zamanla iktidarı elde eder endişesi Firavun'u zorbalaştırmış ve erkek çocukların öldürülmesi gibi korkunç bir zulme itmiştir. [63]

 

Münafıklar İnananları Beyinsizlikle İtham Ederler; Gerçekte Kendileri Beyinsizdir:

 

13. Onlara, 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!' denildiği vakit, 'Biz hiç beyinsizlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, beyinsizler ancak kendi­leridir, fakat bunu bilmezler.

Onlara iman edin denildiğinde ifadesindeki, İman edin emrini kim ver­mektedir? Şüphesiz öncelikle Allah ve Peygamber. Vahyin muhatabı Pey­gamber vefat ettiğine göre, bu görev din eğitimcilerine düşmektedir. Zira, denildiği zaman ifadesi, ayetin bir zaman dilimine sıkıştınlamayacağını ve her zaman ve mekanda geçerli bir daveti ifade etmektedir.

Niçin "insanların iman ettiği gibi" şeklinde bir kıyaslama yoluna gidilmiştir? İman psikolojik bir olgu ve değer olduğu için, ölçülemez ve tartılamaz, bu neden­le de imanlar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün değildir. Buna karşılık imanın doğruluğunu veya yanlışlığını bilebilir ve davranışlarla ölçebiliriz. Zira iman kıyas kabul etmez ise de davranışlar kıyas kabul edebilir. İnanan insanların davranışlanndaki farklılık ve imanın etki derecesi böyle bir karşılaştırmayı müm­kün kılmaktadır. Burada münafıklar, mü'mirileri beyinsiz olarak nitelendirdikle­rinden dolayı, onlar gibi iman etmeyeceklerini söylemekle büyük hatâ yapmak­tadırlar. Onlara göre, akıllı insan iman etmez veya iman eden akılsızdır.

Bu insanlar neye iman edeceklerdi? Bunun cevabı Bakara/8'dedir. Allah'a ve ahirete iman eden insana; imanın diğer esaslarını kabul ettirebilirsiniz. Al­lah'a iman ile ahirete iman, diğer iman esaslarını çağıracaktır.

Yüce Allah bu tarz bir imanı beyinsizlik olarak nitelendirenlerin, kendile­rinin beyinsiz olduklarını bilmediklerine dikkat edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Biz bu ayetin analizinden psikolojik bir ilke çıkartabiliriz. Bazen insanlar, kendi ruh hallerini anlatırken, karşısındaki insanı kullanır. Karşısın­daki insanın boy aynasında kendisini görür ve böylece gördüğü ile kendisini anlatmaya çalışır. Aslında münafığın kendisi beyinsiz olduğu halde, beyin­sizliği iman edenlere yükler ve böyle bir değerlendirmede bulunur. Bu durum bir şahsiyet bozukluğudur; özbenlik yerine ayna benlikle olayları değerlen­dirmektir. İşte Yüce Allah bu psikolojik projeksiyonu anlatarak, böyle bir yaklaşımla münafıkların kendilerini tanımladıklarına dikkat çekmektedir.

Başkalarında kendini görüp anlatmanın hangi psikolojik saikle meydana gel-diği sorusunun cevabı, (Fakat onlar bunu bilmezler) ifadesi ile ve­rilmektedir. Kendi özelliğini başkalarına yansıtma yanlışlığı, hatta ruh hastalığı, ''bilgisizlikken kaynaklanmaktadır. Kendi iç alemi ile ilgili gözlem yapamayan ve kendi psikolojik yapısını tahlil edecek bilgiye sahip olamayan seviyesiz ve hasta ruhlu insanlar ancak böyle isabetsiz bir değerlendirme yapabilirler. [64]

 

Münafıklar İki Yüzlüdür, İnsanlarla Alay Ederler:

 

İ4-İ5. İnananlarla karşılaştıklarında, İman ettik' derler, reisleriy­le başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz' derler. Allah onlarla alay ediyor ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına süre tanıyor.

Münafıkların çifte standardının diğer bir tezahürü de, inananlarla karşıla­şınca takındıkları tavırla, şeytanları ile buluştuklarında takındıkları tavrın birbirine uymamasıdır.

Bu iki ayet birlikte değerlendirildiğinde şu hakikatleri yakalamamız mümkündür:

a) Ayetler insanlığın önemli bir hastalığı olan ikiyüzlülüğe ışık tutmakta­dır. İkili davranma şeklindeki münafıklık, insanlığın yakasını tarih boyu bı­rakmamıştır. Bu demektir ki münafıklar her zaman bulunacaktır.

b) Ayette geçen şeytan kavramı, reis manasına da gelir. Böyle düşünülün­ce, insanlardan da şeytan olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan, bizzat İblis'in kendisi olmaz ama geliştirdiği bozuk kişilikle şeytan ruhlu ve davranışlı ola­bilir. Veya şeytan onların yanında bulunur ve sürekli şeytanın dediğini yapar­lar,  onun  gibi  davranırlar.  Bu  manada   'ins  şeytanı'ndan  sözedilir. En'âm/112'de bu hususa işaret edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

(Böylece biz, her pey­gambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar).

İblis cinlerden olduğu halde, şeytan hem cinlerden, hem de insanlardan olabilir. Eğer bir insan diğerini kötü manada etkileyip yoldan çıkarıyorsa, o onun şeytanıdır:

"İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların rabbine, insanların melikine ve insanların ilahına sığınınm" de). [Nâs/16]

İnsanların gönlüne vesvese nasıl verilir? Cinlerden olan şeytan için bu kolay­dır, ama insten olan şeytan bunu nasıl yapabilir? Sözlü ve yazılı iletişimle insan­ların beyinleri bulandınlır ve insanlara vesvese verilebilir. Özellikle günümüzde medyaya dikkat etmek gerekir. Eskiden, yüz yüze gelmedikçe bu vesveseyi ver­mek mümkün değildi. Yakın ve kapalı grupların içinde bu vesvese verilebiliyor-du. Ama şimdi teknoloji dünyayı küçültmüş ve tek bir grup haline getirmiş; ves­vesenin alanını genmişletmiş, vasıtalarını da artırmıştır. Çağımızda, ins şeytanının gücü cin şeytanının gücünü aşmış ve etkisi daha yaygın hale gelmiştir. İns şeyta­nının alanı, gücü ve araçları arttıkça, cin şeytanının görevi azalmaktadır.

Bir zamanlar, peygamberlere düşmanlık yapan bu cin ve ins şeytanları, iş­levlerini yüzyüze ve kulaktan kulağa yapıyorlardı. Peygamberlerin tebliğini engelliyor, onların ardından hadîs uyduruyor ve faaliyet alanlarını daraltma­ya çalışıyorlardı. Bu manada şeytanlar, faaliyetlerini çok dar bir alanda sür­dürüyorlardı; ama teknolojik devrim, bu vesvese alanını genişletmiş ve reis­lerinde de değişim yapmıştır. Bunun sonucu olarak, münafıkların reisler de sayıca fazlalaşmıştır.

Şeytan kelimesi şe-ta-ne'den türemiştir, manası uzak olmaktır.[65] Şeytan Allah'tan uzak olduğu için, insanı da Allah'tan uzaklaştırmaya çalışır. İnsanı uzaklardan etkileyen insan şeytanları da aynı görevi yapmaktadırlar. Ayrıca şeytan uzak durulması gereken varlıktır.

Diğer taraftan şe-ta-ne kavramı, bağlamak, bitiştirmek, düğümlemek manalarına da gelmektedir.[66] Bu anlamda şe-ta-ne kelimesi şeytanın insanı bağlamasını, onun algı aktlannı düğümlemesini, aklını kullanamaz hale ge­tirmesini ifade eder.

c) Ayetin, (Biz ancak alay ediyoruz) kısmında geçen müsteh-ziûn kavramı he-ze-e fiilinden gelmekte olup hafiflik, hızlı koşmak, olduğu yerde ölmek manalarına gelir. Diğer taraftan alay etmek, eğlenmek anlamla­rını da ifade eder.[67] Onun için ayetin sonu Alay ediyoruz diye bitiyor, "On­larla alay ediyoruz" demiyorlar. Eğer inananlar, iman etmeselerdi, onlarla alay edilmeyecekti. En'âm/33'de buna işaret vardır:

(Onların söylediklerinin, ger­çekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamı­yorlar, fakat o zalimler açıkça, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar).

İşte bu ayete göre, yalanlanan Hz. Peygamber değil, Allah'ın ayetleridir. Bu ayeti, konumuz olan Bakara/14 ayetine taşırsak ortaya şu sonuç çıkacaktır: Onlar inananlarla değil, onların imanlanyla alay ediyorlar. Demek ki, inkar ve alay gibi şeyler insanın zatına değil inancına, düşüncesine ve bilgisine yapılmaktadır. Böy­lece ayet bize, eğitimin şu ilkesini vermektedir: İnsanların birbirlerine tepkileri, bu tepkilerin inkar ve alay halini alması ve bu eylem sahiplerinin ikili oynamaları, hep düşünce alanında meydana gelmektedir. Düşünce ve iman alanı daima çatışma ha­linde sürüp gideceği için Yüce Allah bunu burada açıklamaktadır:

(Eğer onlara, niçin alay ettiklerini sorarsan, elbette 'Biz sadece lafa dalmış şakalaşı­yorduk' derler. De ki: 'Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun peygam­beri ile mi alay ediyorsunuz?') [Tevbe/65]

En'âm/33 ayeti ile bu ayeti bir araya getirince, münafıkların kiminle, ne ile ve nasıl alay ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bunun için yalanlamakla alay et­mek hemen hemen aynı manaya gelmektedir:

(Gerçekten onlar, kendilerine Hak geldi­ğinde onları yalanlamışlardı. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberi gelecektir). [En'âm/5]

Ayetin başında yalan sonunda da alay yer almaktadır. Allah, "Yalanladık­ları şeyin haberi gelecektir" demeyip, Alay ettikleri şeyin haberi demiştir. Bu ayette alay, yalanlama yerine kullanılmıştır:

 (Sonunda, Allah'ın ayet­lerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbet­leri pek fena oldu). [Rum/10]

Aynı şekilde bu ayette de, yalan saymakla alay etmek, kötülük bakımın­dan eş manalı eylemler olarak kabul edilmiştir.

İnsanlar Allah'la alay edemezler, Allah adına peygamberle alay edilmiştir.[68] Ancak bu olay onların kişiliklerine değil, tam tersine getirdikleri mesaja yöne­liktir. Bu nedenle Tevbe/65'de yer alan Allah ile alay etmek eylemi, Allah'ın gönderdiği mesajla alay etme anlamında yorumlanmalıdır.

Eğer bu yalanlamalar ve alaylar hakikatin karşısında bir engel teşkil etme-selerdi, şimdi insanlık başka çizgide ve medeniyetin başka bir seviyesinde olabilirdi. İnsanlık bu yalan ve alaylar yüzünden çok geri kalmış ve çok günahlar işlemiştir.

Münafıklar, inananlarla nasıl alay ederlerdi? Bu sorunun cevabını şu ayet­lerde bulmaktayız:

Suç işleyenler, inananların üstüne kükrerlerdi. Onların yanından geçtikleri za­man, birbirlerine kaş göz işaretleri yaparak, onları küçümserlerdi. Ailelerine döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı. İnananları gördüklerinde, 'Şunlar sapık insanlar' derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine bekçi gönderilmemişler­di. İşte bugün de inananlar, kâfirlerin üzerine kükrerler. [Mutaffîfin/29-35]

Kaş göz hareketleriyle küçümsemek, inananlara inancından dolayı deli muamelesi yapmak, alay etmenin çeşitlerindendir. Birbirine yakın bir yerde yaşayan insanların alayı bu şekilde olabilir ama, uzaklardan alay etmenin başka metodlan vardır. Birbirini tanımayan gruplar, ideolojik bakımdan bir­birleriyle mücadelelerini sürdürürken, diğer gruplar hakkında senaryolar ya­zarak ve onları tiyatro ve filmlerde oynayarak da alay ederler.

Günümüzde iletişim vasıtaları fevkalade çoğalmıştır. Ancak bu vasıtaların belli güçlerin eline geçmesi belirgin tehlikeler taşımaktadır.

Düşüncelerinden dolayı insanlarla alay etmek, bir hamlığın, yobazlığın ve seviyesizliğin eseridir. Alay etmek, insan onuruyla oynamak olduğu için bü­yük günahtır. İnsanın, insana reva gördüğü bu muamelenin karşılığında Al­lah, onlarla alay etmektedir. Onun için Bakara/l5'de Allah onlarla alay edi­yor buyuruluyor. Çünkü alay etmek 'tuğyan'dır. Tuğyan ise, aşın derecede isyan etmektir.

Suyun sınırı aşıp taşması manasına gelen tuğyan, insan ilişkilerini bozan taşkınlıktır. Taşkınlık içinde bocalar halde onları bırakmak suretiyle Allah da onlarla alay etmektedir.

Allah da kendileriyle alay eder ve onları taşkınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.

İnsanın insanla alay etmesi, bir taşkınlık, bir isyan ve bir bocalamadır. Bu­nu yapan insanları zamanla utanılacak hale düşürmesi ve böylece alay edile­cek hale gelmeleri, Allah'ın onlarla alay etmesidir.

İmandan sonra, fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar za­limlerdir. [Hucurât/11]

Ayıplama, kötü lakap takma gibi davranışları Yüce Allah fasıklık olarak nitelendirmektedir. Bu günahtan ötürü tövbe edilmesini istemektedir. Tövbe etmeyenleri de zalim olarak vasıflandırmaktadır. Müslümanlıkla münafıklığı ayıran çizgide, insanların birbirlerini ayıplamaları yer almaktadır. Eğer bir grup müslüman erkek ve kadın, alay etmeyi ahlâk edinirlerse, münafıklık alanına girmiş olurlar. Bir müslüman, dinî hayatını, servetini ve statüsünü kullanarak başkalarıyla alay edemez. Bunu yaptığı zaman müslümanlıkla münafıklığın arasında yer alan fasıklık alanına girmiş olur. İşte, Yüce Allah yukarıda zikrettiğimiz ayetleriyle, alayın bir alameti, ahlâkı olduğunu söyle­yerek, müslümanların nasıl davranmaları gerektiğini anlatmakta, öğretmekte ve eğitimini yapmaktadır. [69]

 

Hidayete Karşılık Sapıklığı Satın Alırlar:

 

16. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın alanlardır. On­ların bu ticareti kazançlı olmamış, kendileri de zafere erecek değillerdi.

Yukarıda zikrettiğimiz münafıkların davranışları bu ayette tek bir kavramla: dalâlet kavramıyla ifade etdilmektedir. Yoldan sapmak, haktan sapmak, hata etmek, kaybol­mak, mahvolmak, batıl olmak, bir şeyi gömmek, Allah'ın dininden sapmak, şaşkınlık manalarına gelen dalâlet kavramı, münafıkların davranışlarına verilen bir sıfattır.

Dalâlefin karşıtı olan ve gündüz, yol, doğru yol manalarına gelen hidayet kavramı, münafıkların davranışlarının zıddını ifade etmektedir. Hidayet, ay­nı zamanda zafere giden yol demektir. Dalâlet de, insanı mahva ve mağlubi­yete götüren sapık yoldur.

Allah bu ayette, münafıkların, inanç ve davranışlarıyla kendilerini Al­lah'tan uzaklaştıran yolu tercih ettiklerini, onu satın aldıklarını; o yolun uğru­na doğru yolu bıraktıklarını vurgulamaktadır. Yüce Allah bu işlemi ticaretle örneklendirmektedir. Bu ticaret, çürümüş ve işe yaramayan malı satın alan, bunun yerine sağlam ve işe yarayan mallan bırakan adamın ticareti gibidir.

Aslında hidayet, evrensel değerlerin oluşturduğu bir değerler sisteminin adıdır. Hidayet insanın nefsine, şeytana ve sapık fikirlere karşı aklın kazan­dığı zaferdir. Bu zafer insanı Allah'a götüren başarının kendisidir.

Münafık, insanı Allah'a götüren yolu bırakıp, O'ndan uzaklaştıran yolu sa­tın almakla iflas eden bir tüccar gibidir.

Dikkat edilirse, satın alma eylemini insanın kendisi yapmaktadır. Bundan dolayı da sorumludur. Bu öylesine bir satın alma eylemidir ki, bir daha zafer yolunu, ticaret yolunu, başarı yolunu bulma ihtimalini de kapatmaktadır.  (Doğru yolu da bulamadılar) ibaresi, bunu ifade etmektedir. [70]

 

Münafıklar Kördür, Doğruyu Görmez:

 

17. Onların durumu, bir ateş yakan kimseye benzer. O ateş yanıp etrafını aydınlattığı zaman, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır.

Allah, yukarıdaki ayetlerde münafıkların özelliklerini zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır. Münafıklık onların önünü ka­rartmakta, akıl ışıklarını söndürmekte ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözle­ri kör, ışıksız ve karanlıkta kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkansız­dır. Hidayet, insanın kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydın­latır, nerede olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münafık hedefi şaşıran ve amaca ulaşa­mayan kişidir.

Yüce Allah münafıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir araya gelmiştir.

Ateş kelimesi burada ışık manasında kullanılmaktadır. Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o, soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca ateş, yemekleri pişirip, yenecek hale getirir.

İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan aklın ışığına onlaryanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, inananlarla alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terketmektedir.

Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara asla girmezler. Demek ki, münafıkların zoru akıllarındadır. Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince toplumu aydınlatır.[71]

 

Münafıkların Melekeleri Dumura Uğramıştır:

 

18. onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.

Bakara suresinin bu ayetinde, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece ayet, toplumsal ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmetedir.

Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple geri dönemezler.

Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının bir­likte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur. Allah parçalan zikre­derek, bükünü (insan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.

Allah sağır kavramıyla münafıkların dinlemediklerini, gerçeğe kulak verme­diklerini, uyanlara karşı aldınş etmediklerim kasdetmektedir. Onlar öylesine sapık bir yola grrererek öylesine mesafe alırlar ki, yapılan uyanları duymaz hale gelirler.

Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulaklan sağırlaştınr:

(Kulaklanmızda ağırlık vardır).[72]

 (vekrun) kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak anlamlannı ifade eder.

Ayetteki sağırlık, manevî sağırlıktır. Gerçeğe karşı insanlann takındıklan menfî bir tavır ve tepkidir. Ayette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yap­maktadır. Hz. Peygamber'in yaptığı uyan, getirdiği ışığa ve müjdeye karşı olan-lann çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade etmektedir. Allah, Hz. Nuh'un davetine kavminin benzer bir tepki gösterdiğine de işaret etmektedir:

(Onları ne zaman davet ettiysem parmaklannı kulaklanna tıkadılar). [Nuh/7]

Kulakları tıkamak ve dinlememek, bir insana gösterilecek tepkilerin en ağındır, gerçekten kaçışın ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta imkansızdır denebilir.

Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjde­sini ver. [Lokman/7]

Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin arkasındaki neden kibirdir. Ayet, Allah'ın ayetleri okunduğunda, kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır. Ayetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir dinlememeye >ebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir. Bu davraniş biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu olabilirler. Sanki işit­memiş veya kulaklarında sağırlık varmış gibi davranarak, kibirle ayetlerden uzaklaşmak, insanı elim bir azaba götürmektedir.

(Onlar dilsizdirler).

Doğuştan dili tutuk manasına gelen bu kavram, cehaletten veya kasden konuş­mamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsiz­ler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.

Dil kavramı, gönül manasına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri an­latır. Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple dil kültürün en önemli vasıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle işaret ediyor:

(Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisi­nin üstüne bir yüktür). [Nahl/76]

Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne tâbi olarak onlara yük olur­lar. Manen sağır ve dilsiz olanlar, manevî hayat, peygamber ve Allah için yüktür­ler. Kibirli ve iş göremeyen insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır:

(Onları nereye gönderseniz bir hayır getiremezler). [Nahl/76]

Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer kültürün te­melidir. Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler sistemi ve hayat niza­mıdır. Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük kazanır ve hayat bulurlar.

Bakara/l8'deki “Bukmun” kavramını, 17. ayetle birleştirerek şu genellemeyi yap­mak mümkündür: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer. Karan­lıkta kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde ka­lan ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne ta­rafa yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir:

(Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir). [En'âm/39]

Allah'ın ayetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz bir halde karanlıkla­rın içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış, akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı bir iş üretemezler.

(Onlar kördürler)

Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın, gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan münafığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.

Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez, ge­ri dönmek istese bile dönemez:

(Onlar geri dönemezler).

Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar; dil­sizdirler, yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler, bir çıkış yolu bu­lamazlar. Ayetteki dönemezler ifadesini, başka bir ayetle tefsir edebiliriz:

Hidayet çağrısına kulak vermeyen kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp ça­ğırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kör­dürler. Bu sebeple akıllarını kullanıp düşünemezler. [Bakara/171]

Dönemezler demek, "akıllarını kullanıp düşünemezler" demektir. İnsanın girdi­ği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda olduğunu anlaması gerekir.

Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?

Münafıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir? Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir:

Sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır; hidayeti satıp dalâleti satın almaları; bulunduk­ları yerde çakılı kalıp, ileri mi geri mi gideceklerini bilememeleri ve bu neden­le başlangıç noktasına dönememeleridir.[73]

Bize göre münafıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münafıkların ahlâkını çifte standar, bilinçsizlik ve dalâleti hidayete tercih et­mek gibi yanlış bir manevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu ahlâktan dönme­lerinin imkanı yoktur.

Dönemezler ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz. Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden hareket ederler. Fakat eğitim sü­reci ilerledikçe, bazı insanların eğitilemeyeceği ortaya çıkar. Bakara/6'da Uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler ifadesi ile 18. ayette yer alan dönemez­ler ifadesi bazı insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üs­telik kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin imkansızlığı vur­gulanmaktadır. Çünkü eğitim-öğretim göze, kulağa, beyne ve gönle hitap etmeli­dir. Bunlardan yoksun olan insanın eğitilmesi imkansızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamaz-lar. Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve de­ğişim, bir atılım ve bir beceri işidir. Münafık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. [74]

 

Münafıklık Küfre Götürür:

 

19. Yahut, onların durumu, gökten sağanak halinde boşa­lan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulu­nan yağmura tutulmuş insana benzer. O münafıklar yıldı­rımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulakları­na tıkarlar. Halbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

1. Allah, münafıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak istenen gerçekle­ri daha iyi anlamamız için yapılmaktadır. İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştır­malar yaparak insan idrakini harekete geçiriyor. İç aleminin dengesi bozul­muş insanın yaşadığı manevî fırtınalar ile tabiat alemindeki fırtınalar birbiri­ne oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri manevî konulan, dış alemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi vasıtasıyla, manevî oluşumların isbatına gidilmelidir.

Dış alemin kanunları ile insanın iç aleminin kanunlarının çakıştığı nokta­da hakikat meydana çıkar:

İnsanlara dış ve iç alemlerindeki kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olma­sı yetmez mi? [Fussılet/53]

Allah, Bakara/l9-20'de dış alemdeki tabiat olaylarının kanunlarını anlat­makta ve bununla da münafıkların iç alemlerindeki oluşumları izah etmektedir.

2. Ayette geçen gök kavramını, psikolojik, ya da metafizik manada ruhlar ve akıllar alemi[75] şeklinde anlayabiliriz, O zaman ayette yer alan (say-yib) kelimesi Fahruddîn Râzî'nin anladığı gibi iman ve Kur'an[76] manasına gelir.

Bu durumda gök 'akıl' olunca, ayetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münafıkların tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münafıklar), aklın öğretile­rinden tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine çok ağır gelecektir. İşte bu ağır­lık nedeniyle münafıklar, aklın bu gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulak­larını tıkayacaklardır.

Eğer gök, ilahî alemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur'an'ın kendisi olur. Kur'an bir rahmet olduğuna göre, ayetteki yağmur Kur'an'ın rahmet olmasına işaret etmektedir.

Bu durumda ayeti, "Kur'an'ın öğretileri münafıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü olarak değerlendireceklerdir" şeklinde anlayabiliriz.

3. Afetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya ayetteki tabiri ile ona karşı "kulaklarını tıkamak"tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Al­lah, münafıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir ben­zetme ile ortaya koymaktadır.

Kur'an gerçekleri karşısında münafıklar, kulaklarını tıkayarak kendi ka­ranlık dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılamaktadır. Çünkü on­lar cehaletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kur'an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehaletin tüm putlarını yıkmaktadır. Bu da münafığın ve mü­nafıklığın yok olması demektir. [77]

 

Münafığın Işığı Kısa Sürelidir:

 

20. Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.

Kur'an'ın getirdiği aklın ışığı, münafıkların iç alemi için yıldırımları an­dırmaktadır, münafıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve aydınlatma süresi oranında, Kur'an'm ve aklın ışığından istifade ederler. Nefis tarafından karar­tılmış kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münafık, "iman ettim" diyor, fakat az sonra karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık ima­nının bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar.

Bu nedenle Allah, münafığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığın­dan yeterince istifade edememesine bağlamaktadır.

5. Münafıklar, Kur'an'ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini kör edecek­miş gibi davranırlar. Akim ve Kur'an'ın nuru, onların gözlerine ağır gelir ve o nura tahammül edemezler.

Yüce Allah "Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim" buyuruyor. Gidemediğine göre, onların yine de Kur'an'ın ve aklın ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler yaşayabilirler.

6. Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur'an'ın getirdiği faydalan anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur'an'ın öğretilerinin onlara getirdiği faydanın farkı­na varamamaları ve onlardan istifade edememeleri, münafıkların gönlünü karartmaktadır. İşte bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdur­makta ve içeriye girmelerini engellemektedir.

(Şüphesiz Allah her şeye kadirdir).

Yüce Allah, Bakara suresinin baş kısmında yer alan münafık ve kâfirlerin du­rumunu anlatan ayetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor. Müfessirler ayetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya çalı­şmaktadırlar. Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan açıklamaya çalışacağız.

Bakara/7'den itibaren, Yüce Allah'ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye kadir olduğunu belirtmek için, ayetin sonunda Allah her şeye kadirdir buyu-rulmuştur.

Yüce Allah, hak ettikleri takdirde insanların kalbini ve kulaklarını mühür­leme ve gözlerine perde çekme; münafıkların manevî hastalığını artırma, Kur'an gerçekleriyle alay etmelerine karşılık münafıklarla alay etme; münafık­ların nurunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve dilediği takdir­de onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne sahiptir. İşte bu eylemle­ri yapabilecek olan Allah, her şeye kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara/l'den Bakara/20 ayetine kadarki bütün konular, her şeye kadir olan Allah'ın hükmüy­le karara bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların, kâ­firler ve münafıkların iç alemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu güce sahip ol­mayan insanların, birbirlerini kâfir ve münafık diye itham etmelerinin doğru ol­mayacağı da, zımnen anlamamız gereken bir gerçektir. [78]

 

Yaratana Kulluk Ve Takva:

 

21. Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan rab-binize kulluk edin ki, korunasınız.

Allah Teala Bakara/2l'de bütün insanlığa hitap etmekte ve onları kulluğa çağırmaktadır.

Ayetteki Kulluk edin ifadesine, şu manaları vermek mümkündür: A-be-de fiili, boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek manalarını ifade etmektedir. Nefis kelimesiyle biraraya gelince, insanın kendi nefsini hatası sebebiyle ayıplayıp ikazda bulunması; ya da bir şeye yapışıp ayrılmaması manasına gelmektedir. Bu durumda;

1. İnsan, diğer bir insanı abd edinebilir. O zaman bu kavramın kölelik ile manalandınlması doğru olacaktır. Nahl/75'de Yüce Allah, abd kavramını kö­le anlamında kullanmaktadır. Şu'arâ/22 ayeti de buna işaret etmektedir:

(O başıma kaktığın nimet de, İsrâiloğullanm kendi­ne köle edinmiş olduğundan ötürüdür, diye karşılık verdi).

Bu ayette Hz. Musa, Firavun'un İsrâiloğullanm kul köle edindiğini ifade ederken abd kavramını fiil halinde kullanmıştır.

2. Abd kavramı, bütün yaratılmışların kulluğu manasına da gelmektedir:

 (Göklerde ve yerde olan herkes, kul olarak sadece Rahman'a gelecektir). [Meryem/93]

3.  Kulluk yaratana ibadeti gerektirir. Halbuki bütün gayret ve hizmetini dünya menfaatini elde etmek için veren ve maddî değerleri kutsallaştıran in­sanların kulluğu, yaratana değil dünyayadır.[79]

4. Abd kavramı, bilmek ve tanımak manasına da gelir.[80] Yüce Allah iba­deti bütün insanlara emrettiğine göre, mananın tanımak ve bilmek şeklinde verilmesinde yarar vardır. Çünkü kulluğun ilk basamağı, tanımak ve bilmek­le başlar. Ancak büyüklüğü ve gücü tanınan varlığa ibadet edilebilir. Demek ki cin ve insanın yaratılış gayesi, Zâriyât/56 ayetine göre, Allah'ı bilmek ve tanımaktır. Bu nedenle İbn Abbas, Hâzin, Kâdî ve Nesefî, ayetteki 'ubudû emrini, "Allah'ı birleyiniz" manasına almışlardır.

Şimdi, Zâriyât/56 ayetine Hâzinin verdiği mana ile konumuz olan ayete ver­diğimiz manayı bir araya getirince, kulluk süreci de ortaya çıkmaktadır. Bilmek, anlamak, birlemek ve ibadet etmek. Demek ki kul, Allah'ın var olduğunu bilecek, O'nun kudretini anlayacak, sonsuz bir kudrete sahip olan bu varlığı birleyecek ve O'nun ibadete layık olduğunu idrak edecektir. Bu şekildeki bir yorum, bilmeyi, anlamayı, birlemeyi ve ibadet etmeyi abd kavramı içine almaktadır.

Ayetin ikinci bölümü yukarıdaki manaya destek vermektedir: Sizi ve sizden evvelkileri yaratan ibaresiyle Allah, kendisini tanıtmakta ve nasıl bir güce sa­hip olduğunu bildirmektedir. Aslında bu yaratma eylemi, rab sıfatının bir teza­hürüdür: "Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinizi tanıyın, bilin ve birle­yin." Bu emir, insanın yaratılış gayesini tayin eden Allah'ı bilmenin, ibadetle eylem haline dönüşmesini istemektedir. Bu manalardan hareketle diyebiliriz ki, kulluk önce beyinde bilmekle başlıyor, sonra gönülde birlemekle devam ediyor ve nihayet organlarla ibadet şeklinde doruk noktasına ulaşıyor. Demek ki, Bakara/21 'de yer alan 'ubudû emri, beyin, gönül ve organların birlikte fa­aliyetini içine almaktadır.

Diğer taraftan Allah, yaratıcılık sıfatını vurgulamak suretiyle, insanın bundan aciz olduğuna, dolayısıyle ibadetin ve sakınmanın ancak gerçek ya­ratıcıya yapılacağına işaret etmektedir.

Hz. Peygamber'e indirilen ilk ayetler de yaratma sıfatı ile başlamaktadır:

(Oku, o Rabbinin ismiyle ki, yaratıyor; in­sanı yapışkan bir maddeden yaratıyor). [Alak/1-2]

Demek ki, insanın bilmesi ve anlaması gereken sıfatların başta geleni, Al­lah'ın yaratıcılığıdır. O'nun yaratıcılığı, insanı acze düşürmekte ve bu da in­sanı imana götürmektedir. Böylece kulluk, bu bilincin getirdiği acizliğin üze­rine oturmaktadır.

Bakara/21 ayeti, Umulur ki, korunursunuz ifadesiyle son bulmaktadır. Ayette 'korunma', takva ile ifade edilmektedir. Tabir caizse takva bütün kul­luğun çekirdek ve özünü oluşturmaktadır. Bu kavramı açtığımızda onun çe­şitli tezahürlerini görebiliriz. [81]

 

A) Takva'nın Psikolojik Yönü:

 

Kur'an'da takva kavramının çekirdeğini Şems/8'deki takva kavramı teşkil etmektedir:

(Fücurunu ve takvasını ona ilham edene...)

Bu ayette, takva kavramının zıddı olan fücur kavramını da görüyoruz.

Yalan söylemek, zina etmek, haktan ayrılıp yan çizmek, suyu akıtmak, muhalefet etmek manalarına gelen fücur kavramı, Kur'an'da pınar akıtmak [İsra/90, Kamer/12, Bakara/60]; şafak vakti [Fecr/1]; zâni ve günahkar [İnfitâr/14, Abese/42] anlamlarını ifade etmektedir.

Bütün bu anlamları bir araya getirip şu genellemeyi yapabiliriz: Yüce Al­lah'ın insanın tabiatına koyduğu günah işlemeye açık olma özelliğine fücur denilebilir. Zira Allah Şems/8'de, fücur'u nefse yerleştirdiğini söylemektedir.

Takva ise, fücur'un tam tersi bir özelliği ifade etmektedir, yani günahtan, iyyandan ve haktan ayrılmaktan korunma manalarına gelmektedir.

Islah edip düzene sokmak, koruyup gözetmek, Allah'ın azabından kork­mak, çekinmek, muhafaza etmek, saygı duymak manalarına gelen takva kav­ramı, cahiliye döneminde, canlı varlıkların dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuv­vete karşı kendisini savunma davranışını ifade ediyordu.[82]

Takva'nm, varlıkların kendilerini dış etkilere karşı savunmaları manasın­dan hareketle şu yorumu yapabiliriz: Hayvanlar, kendilerini dış etkilere kar­şı koruyacak organlara sahiptirler.

Buna karşılık Yüce Allah, insanın biyolojik yapısına, dışarıdan gelecek mikroplara karşı bir savunma mekanizması koymuştur. Tıbta buna "bağışık­lık sistemi" denmektedir. Vücuda giren mikroplan yok etme özelliğine sahip olan bu sistem, bazen yeterli düzeyde savunma yapamayınca, vücut hastala­nır. İlaçlar vasıtasıyla bağışıklık sistemi desteklenir ve hastanın iyileşmesi te­min edilir.

İşte bu bağışıklık sistemi, biyolojik yapıyı hastalıklara karşı korur, deyim yerinde ise bünyemizin takvası olur.

Bu benzetmeye göre Şems süresindeki fücur, insanın mikroba ve hasta­lanmaya açık olmasını; takva da mikroba ve hastalığa karşı bağışıklık siste­mine sahip olmasını ifade etmektedir.

Yukandaki yorum takva'nın maddî boyutunu göstermektedir. Takvanın bir de manevi boyutu vardır. İnsana nefsinden, şeytandan ve diğer insanlardan gelen kötü etkilere karşı, manevî dengesinin bozulmamasını temin eden manevî bağışıklık sistemine takva diyoruz.

Yüce Allah, insanın iç alemine, tâ doğuştan, manevî etkilerin cinsini, bo­yutunu, rengini ve tonunu ayırt edecek bir meleke yerleştirmiştir. Şems/8'de yer alan takva kavramı, bu melekenin, yani bağışıklık sisteminin insanda mevcut olduğunu ifade etmektedir:

Ey inananlar! Eğer Allah'tan sakınırsanız, O, size hak ile batılı ayırdedecek bir anlayış verir). [Enfal/29]

Bu ayette takva ile furkan, ayırt edici olma özellikleriyle aynı manayı ifade etmektedir. Takva'yı (manevî bağışıklık sistemini) geliştiren ve çalışır halde tutan insan, dışarıdan gelecek olan etkilerin Rahmanı mi, şeytanî mi ol­duğunu ayırt edebilir. Demek ki takva, bir bilinç, bir anlama, bir bilme ve bir ayırt etme melekesidir. Onun içindir ki Fahruddîn Râzî, "Takva ilmin mey-vesidir. Şu halde takva, ancak alim için söz konusudur"[83] demektedir.

Fahruddîn Râzî, bilgiden takvaya giden yola dikkat çekmekte, bilen insanın da, kendisine gelecek olan çeşitli etkilerin kaynağını, içeriğini ve derinliğini anlayabilecek basîreti ve şuuru yakalayan insan olduğuna işaret etmektedir.

Bakara/2l'deki 'ubudû kavramının biliniz manasından hareketle, ayetin so­nunda yer alan takva kavramını açarsak, Râzfnin haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Hâzin'in Zâriyât/56 ayetinin sonunda yer alan "beni bilmeleri için" şeklindeki yorumunu bu ayetin ışığında değerlendirdiğimizde, bilgi ile takvanın derinden bir ilişki içinde oldukları ortaya çıkar.

Yukarıda yapılan açıklamalardan şu genellemeyi yapmamız mümkündür: Şems/8'deki takva, doğuştan getirdiğimiz takvadır; ki bu, insanın tabiatına önceden Allah tarafından yerleştirilmiş bir bağışıklık sistemini ifade eder. [84]

 

B) Takva'nın Sosyal Yönü:

 

Bir de sonradan kazanılan takva vardır. Bu da ancak eğitimle kazanılabi-lir. Manevî eğitim, insanın doğuştan getirdiği takvayı geliştirir, gelişen takva ise, bireysel davranışlarımızla sosyal hayata yansır.

Sonradan kazanılan takva, hangi inanç ve davranışlarla elde edilebilir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Sonradan kazanılan takva'nın temelinde, gayba, bütün peygamberlere indirilen vahye ve ahirete iman [Bakara/3-4] var­dır. Bu inanç sistemi bize şu amelleri kazandırır: Namazı kılmak, infak etmek [Bakara/3; Âl-i İmran/133-134]; Allah'a ve Resûlü'ne itaat etmek ve O'nun yolundan yürümek [En'âm/151-152, Hac/32]; ahde vefa [Tevbe/7, Nahl/91]; Kur'an'dan öğüt almak [Nur/34]; basiret sahibi olmak [A'raf/201, En'âm/104]; düşünmek [A'râf/201]; ahireti tercih etmek [En'âm/32]; Allah'tan sakınmak [Âl-i İmran/102, Tegâbün/16]; gerçek dost olmak [Zuh-ruf/67]; kinini yutmak ve insanları affetmek [Âl-i İmran/134].

Yukarıda belirttiğimiz inanç ve amellerle insan, doğuştan getirdiği takva­yı geliştirmekte ve onu doruk noktasına ulaştırmaktadır.

Bakara/l 77'de iyiyi yakalayan insanın takvaya ulaşabileceği açıklanmak­tadır:

İyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmenizde değildir. Asıl iyilik, Al­lah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, sevdiği ma­lını akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara, ihtiyaçtan dolayı di­lenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, sözleştik-lerinde sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaş anında sabır göste­renin iyiliğidir. İşte bunlardır o doğru olanlar ve takva sahibi bunlardır.

Demek ki takva, iyiyi yakalamakla elde edilmektedir. İman, yardım etmek, namaz kılmak, ahdinde durmak ve sabretmek, takvanın temellerini ve çatısını oluşturmaktadır.

Yüzünü doğuya ve batıya çeviren taklitçi insanlar takvaya ulaşamazlar. Takva ağacı insanın gönlünde kök salar; dallarıyla da, topluma ve sonuçta Al­lah'ın rızasına uzanır.

Başkalarının düşünce ve yapıp etmelerine bağlı kalanlar bu ağacı besleye­mezler. Onun içindir ki Allah, doğu ve batıya dönmenin iyilik olmadığına işa­ret etmiş ve iyiliğin gerçekte ne olduğunu ayetiyle açıklamıştır. Bu nitelikteki takvanın adına "sosyal takva" da diyebiliriz.

Sonradan elde edilen takvanın, ancak toplumsal hayat içinde oluşabilece­ği bir gerçektir.

Tekrar hatırlamak gerekir ki, Şems/8'deki takva, insanda doğuştan mevcut olan potansiyel bir meziyettir.

Psikolojik ya da ferdî manada takva, veya diğer bir ifadeyle, Şems/8'de, doğuştan iç dünyamıza yerleştirildiği bildirilen takva, kesin ve bilkuvvedir. Sonradan elde edilen sosyal takva ise, bilfiil olup insan iradesine bağlı oldu­ğu ve ferdin içinde bulunduğu toplum yapısına göre şekillendiği için ihtimal dahilindedir. Bu nedenle doğuştan gelen takva her insanda bulunduğu için evrenseldir, ama sonradan kazanılan takva izafidir; fertten ferde ve toplum­dan topluma değişmektedir. Diğer bir ifade ile ferdin biyolojik, psişik, sosyal ve kültürel yapısına göre oluştuğu için farklı dereceler halinde gerçekleşmek­tedir. Bu sebeple de izafidir. [85]

 

C) Eğitim Ve Takva:

 

Demek ki, doğuştan getirilen takvanın geliştirilmesi ve onun topluma ya­yılması bir eğitim meselesidir. Eğitim, kişiye, önceden belirlenmiş kurallar vasıtasıyla davranış kazandırma, davranış değiştirme ve davranış geliştirme işlemi veya kişiyi daha sonra gelmeyi arzu ettiği yere uygun olarak önceden hazırlama faaliyeti olduğuna göre, bu durumda Kur'an'ın eğitime önerdiği ana hedeflerden biri, insanın içinde var olan bu manevî bağışıklık sistemini geliştirip nihaî noktasına ulaştırmak ve topluma mal etmektir.

Takva denen manevî dereceye ve ruh olgunluğuna eğitimle ulaşmak müm­kündür. Ancak eğitimle elde edilecek bu hedef, kesin olmayıp, ihtimâl dahi­lindedir. Zira eğitimin hammaddesi insan olduğu için, herkesin bu ruh olgun­luğuna aynı sürat ve kalitede ulaşması mümkün değildir. Takvayı oluşturan davranışları insan yapacağına; insanı bu davranışlara yöneltecek olan araç da eğitim olacağına göre, sonucun kesin olarak elde edileceğini ummak mümkün değildir. Fail olarak insan, araç olarak da eğitim, bu etkileşimli süreçte, zorun­lu değil, muhtemel bir verimliliği sağlayabilecek faktörlerdir. İnsanı, eğitim vasıtasıyla takvaya ulaştırabilmek için şu yolları izlemek gerekir: [86]

 

a) Kur'an'la Uyarmak:

 

Yüce Allah, En'âm/51'de şu emri vermektedir: (Rableri huzurunda toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an'la uyar ki, onların Rable-rinden başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. Umulur ki, onlar sakınırlar).

Ayetin analizi yapıldığında şu esasları yakalamamız mümkün olacaktır. Kur'an, insanların ahiretle ilgili aşın korkularını gidermek, kimin dost ve şelatçi olabileceği fikrini öğretmek ve insanların takva gibi bir ruh olgunluğuu elde edebilmeleri için onları Allah'ın ay ederiyle uyarmanın önemi ve zonluluğu üzerinde durmaktadır. Ahiret korkusunda aşın gitmek, insanın ruh-i dengesini bozmaktadır. Bu da insanın takvaya ulaşmasını engellemekte İnsan Allah'tan başkasını şefaatçi ve dost olarak görmemelidir. Aksi xdırde imanına şirk katmış olacaktır. Aşın korku ve şirk, takvanın azılı düşmanıdır. İşte bu dengesizlikleri gidermenin yolu ve metodu, insanları Kur'an'la uyarmaktır. Bu yanlışlardan insanı uzaklaştırmak ve takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaştırmak, ancak Kur'anî bilgi ile gerçekleşebilir.

Hz. Peygamber, Kur'an'la uyarma emrine muhatap olduğuna göre, Kur'an'ı ve onun sünnetini takip eden din adamlarının da aynı metodu takip etmeleri gerekmez mi? Din adamları, insanları kendi fikir ve zanlan doğrul­tusunda eğitmeye kalkarlarsa, insanların takvaya ulaşmalarını ortadan kaldı­rırlar. İnsanları kendilerine kul yapmaya çalışanlar, takvanın temel ilkesi olan tevhidi yaralamış olurlar. Onun içindir ki, din adamları, ayetin sonunda yer alan Umulur ki sakınırlar) ifadesini iyi anlayıp ayetin vermek iste­diği iyimser beklentiye paralel olarak, eğitimlerinde ümit verici ve iyimserlik telkin edici bir tarzı benimsemelidirler. Yüce Allah'ın Peygamber'ine göster­diği metod da budur.

Dinî eğitimde Kur'an'ın öne alınması Kâf/45 ayetinin de emridir:

(B\z, onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz; sen onlar için bir zorlayıcı değilsin; öyle ise sen, tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver).

Öğüdün Kur'an'la yapılmasının önemine dikkat çeken bu ayet, hem Hz. Peygamber'in ne yapacağına ve hem de din görevlilerinin ne yapması gerek­tiğine ışık tutmaktadır. Demek ki, Kur'an ile nasihat etmek bir tercih değil, Allah'ın emridir. Bu emir Hz. Peygamber'in metodunu da belirlemiştir.

İnsanlara, yaptıkları amellerin zararlarım görmeleri ve azaptan sakınabilme-leri için, Kur'an'la öğüt vermek bir zorunluluktur. Bu konudaki ayet şöyledir:

Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri ve dünya hayatının kendilerini aldattı­ğı kimseleri kendi hallerine bırak. Ve Allah'tan başka dost ve yardımcısı olma­yan kimsenin, yaptıklarından dolayı felakete sürüklenmemesi için, Kur'an'la öğüt ver. Çünkü onun Allah'tan başka bir dost ve yardımcısı olmayacak ve her fidyeyi verse dahi kabul edilmeyecektir. Bunlar kendi kazandıkları yüzünden helake uğrayan kimselerdir. [En'âm/70]

Helak olmanın eşiğine gelen insanın manevî yapısında derin bir değişme mey­dana getirecek olan gücün Kur'an'da olduğuna dikkat çeken bu ayet, aynı zaman­da insanların değişme ihtimalinin daima mevcut olduğuna da işaret etmektedir. Dün eğitimcilerinin, daima böyle bir ihtimalin varlığına dikkat etmeleri gerekir.

Ayet Kur'an'ın koruyuculuk özelliğine dikkat çekmektedir. Koruyuculuk özelliği ile Kur'an, insanın takva yönünü geliştirmektedir. Dinini alaya alan, dünya hayatına aldanan ve yaptıklarından dolayı helakin eşiğine gelen insa­nı ancak Kur'an öğüdü kurtarabilir. Bu nedenle Yüce Allah, Hz. Peygamber'e Kur'an'la öğüt vermesini emretmektedir. [87]

 

b) Beklenti İçinde Olmak:

 

İnsanı eğitmek en zor işlerden biridir. Onun için eğitim Kur'an'da bir sa­nat olarak takdim edilmektedir. Bunun zorluğu eğitilenin tepkisinden geldiği gibi, sonucun hemen alınamamasından da kaynaklanmaktadır. Öyle ise, in­sanları takva denen ruh olgunluğuna ulaştırmak bir gayret ve sabır işidir. De­ğişim ve yenilenme uğruna beslenen ümidin getirdiği beklenti ve sabır, en önemli metodlardan biridir.

A'raf/164 ayeti, insanların, kötü etkilerden ve Allah'ın azabından korun­ma ihtimalini ısrarla takip etmelerini emretmektedir:

(İçlerin­den bir topluluk: Allah'ın helak edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme artık ne diye öğüt veriyorsunuz? dedi. Dedi­ler ki, Rabbimize mazeret için, bir de belki korunurlar diye).

Ayet yaşanmış bir tecrübeyi naklederek din adamlarına, insanların deği­şimi konusunda kötümser olmamalarını öğütlemektedir. Bazı insanlar, kötü­lükleri gözleyerek insanların doğru yola gelmeyecekleri kanaatini besleye­bilirler; ama din eğitimcileri, insanların takva'ya ulaşabilecekleri ümidini el­den bırakmamalıdır. Kötümserliği bırakıp insanları uyarmak, yola getirme­ye çalışmak ve onların problemlerini dert edinmek, erdemli din adamlarının işi olmalıdır.

Toplumun helak olacağı konusunda herkesin kötümser olduğu bir dö­nemde insanların ıslah olacakları, kötülüklerden korunacakları ümidini canlı tutmak büyük bir önem arzetmektedir. Söz dinlemeyen, öğüt almayan ve yanlışlara dalmaktan geri kalmayan insanlara nasihat etmenin, boşuna nefes tüketme olduğunu iddia edenlere karşı görevlerini yerine getirmenin rahatlığı içinde, onların ıslah olma, ittika etme ihtimallerinin bulunduğu ümidini yitirmeden, öğüt ve eğitimlerine devam etmeleri, vazgeçilmemesi gereken bir metodtur.

Bugün inkar edenin yarın inanma ihtimali yok mudur? Bu sorunun ceva­bını En'âm/69'da bulmaktayız:

(Onlann hesabından Allah'tan korkanlara bir sorumluluk yoktur. Ancak, sakınıp vazgeçmeleri ümi­diyle onlara bir uyan ve öğütle görevlidirler).

Günahkarların işledikleri günahlar konusunda, takva'ya (ruh olgunluğu­na) ulaşanların üzerine hiçbir sorumluluk yoktur. Ama, takva'ya (ruh olgun­luğuna) ulaşanların onlara öğüt verme göreviyle karşı karşıya bulundukları­nı söyleyen ayet, günahkarların sakınma ihtimalinin daima mevcut olduğuna da dikkat çekmektedir. [88]

 

c) Aklını Kullanmak Ve Düşünmek:

 

Aklını kullanmak ve düşünmek, insanı Allah'ın doğru yoluna götürür. Doğru yolun nihaî olarak varacağı yer ise takva'dır (ruh olgunluğudur).

İnsan, aklını hangi konular üzerinde yoracak ve neler üzerinde düşünecektir? En'âm suresinde Yüce Allah haklan sayarak, onlann üzerinde düşünülmesini istemektedir. Çünkü orada sayılan haklar, Allah'ın doğru yolunu (sırât-ı müstakîm'i) teşkil etmektedir. O doğru yolun takibi de, insana takva'yı (ruh olgun­luğunu) sağlamaktadır.

Nedir o haklar? Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, hayat hakkı, yetim hakkı, adalet hakkı, doğruyu konuşma hakkı, Allah'a veri­len sözü yerine getirme hakkı. [En'âm/151-152]

İşte takva, akıl sahiplerinin bu konular üzerinde düşünmesiyle, kafa yormasıyla ve onlan hayata geçirmesiyle elde edilecektir. Demek ki takvaya gi­den yol, ayette ifade edilen haklar üzerinde akıl yormak ve düşünmekten geç­mektedir. Bu haklann ördüğü doğru yolu takip etmemek, insanı tefrikaya gö­türecektir. Tefrikaya düşen insanlar da, akıllanm kullanıp düşünmediklerini ifade etmiş olmaktadırlar. Bu anlamda Yüce Allah, En'âm/153'de insana ak­imi kullanmasını, böylece düşünme ve takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaşması­nı emretmektedir. [89]

 

d) Cezaları Açıklamak:

 

Takva kavramının içinde, Allah'a karşı duyulan sevgiden dolayı, onu üz­mekten çekinmek manası da vardır. Allah'a karşı işlenen günahlann karşılı­ğında hangi cezalann olacağının bilinmesi, insanı o davranışlardan sakındı-

racağı için, Kur'an bu cezalan açıklamaktadır:

İşte böylece, biz onu Arapça bir Kur'an olarak gönderdik ve onda tehditleri türlü şekiller­de açıkladık. Belki sakınırlar, ya da bu onlarda bir düşünme meyda­na getirir). [Taha/113]

Bu ayetten şu sonuçlan çıkartabiliriz:

1. Cezalan açıklamak, hangi davranışa ne tür ceza verileceğinin belirlen­mesi, bir eğitim meselesidir. Davranış bozukluklarından, insanın hem kendi­ni, hem diğer insanlan uzak tutmak için, cezanın caydıncı özelliğinden is­tifade etmek gerekir.

2. İnsanı olgunlaştıracak eğitimin "ana dil" ile yapılmasının zorunluluğu­na işaret eden ayet, cezaların neden ve niçininin ancak bu yolla net bir şekil­de anlaşılacağını kanıtlamaktadır. Cezaya en son çare olarak başvurulmalıdır.

3. Cezalann neden ve niçinini açıklayan Kur'an'ın diğer bir hedefi de, dü­şünceyi yeniden harekete geçirmektir:

(Onlarda bir düşünme meydana getirir). [Taha/113]

Zira olaylan sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamak bu yolla mümkündür:

İnsanın kendi davranışlan üzerinde düşünmesi ve onlann kritiğini yapma­sı, olgunlaşıp takvaya ulaşmasının önemli basamaklanndan biri, hatta olmaz­sa olmazlanndandır. Takva çekinme hareketidir, ama o hareketi meydana ge­tiren güç, düşüncedir.

Bakara/l79'da da, hukukî cezalann uygulanmasının fert ve toplumdaki takvayı meydana getireceğine işaret edilmektedir.

Taha/113 ve Bakaral79 ayetleri, cezanın caydıncı yönüne dikkat çekmek­tedir. Çünkü ceza ile takvanın ilişkisi ancak bu alanda ortaya çıkmaktadır. Zaten sakınmak manasıyla takva, caymayı ifade etmektedir.

Takva'ya (ruh olgunluğuna) ulaşmak, din eğitiminin en önemli amaçlann-ian biridir. Fakat bütün insanlann bu amaca ulaşması mümkün değildir. Onun içindir ki Yüce Allah, bu gayeyi gözeterek şöyle buyurmaktadır:

(Ey iman edenler! Allah'tan gerekti­ği gibi korkup sakınınız ve hiç olmazsa müslüman olarak ölünüz). [Âl-i İmran/102]

Bu ayete göre ancak hakiki takva değerlidir. Hakiki takvaya ulaşmanın zor olduğu gerçeğinden hareket ederek, hiç olmazsa insanların müslüman olarak ölmeleri istenmektedir. [90]

 

E) İbadetleri Eda Etmek:

 

Günahlardan kaçınmak takvanın bir yanını, ibadetleri yerine getirmek de diğer yanını oluşturmaktadır.

Günahlardan kaçınmak, insanı takvaya götürürken, ibadetleri yerine getir­mek de, takvanın gıdasını temin etmektedir.

Bu nedenle inananlara takva'yı (ruh olgunluğunu) kazandırmanın diğer bir metodu da, onlara Allah için ibadet etme şuurunu ve alışkanlığını kazan­dırmaktır. Mesela Bakara/l83'de Yüce Allah oruç ibadetinin takvaya götüre­ceğini beyan etmektedir. [91]

 

F) Ödüllendirmek:

 

Elde edilen bir başarıyı ödüllendirmek, insanı yeni yeni basanlara teşvik eder. Bu nedenle Yüce Allah, kendisinden hakkıyla sakınanlara vereceği ödülleri şu şekilde sıralamaktadır: [92]

 

1. Sevgisini İlan Ediyor:

 

(Onlar, size karşı dürüst davrandıkça, siz de onlara karşı dürüst davranın; Şüphesiz ki Allah, antlaşmaya ihanet etmekten sakınanları sever). [Tevbe/7]

Allah, antlaşma hükümlerine riayetsizlikten sakınanları sever. [Tevbe/4]

İlahî sevgiyi kazanmak en büyük ödüldür. Yüce Allah, antlaşmaya ihanet etmemeyi takva kavramının içine sokmaktadır. Muttaki insan, yaptığı antlaş­mayı bozmayan kimsedir. Antlaşmanın hükümlerini yerine getirmeyen insan muttaki olamaz. Bu da, takvanın sosyal ve hukukî boyutunu teşkil etmekte­dir.

Allah, hukuka riayet eden ve sosyal ilişkilerinde olgunluğa ulaşan takva sahibi insana sevgisini ilan etmektedir. [93]

 

2. Beraberliğini İlan Ediyor:

 

Manevî değerleri korumak için saldırganlarla mücadele etmek, takvanın diğer bir unsuru olmaktadır. Yüce Allah bu şekilde mücadele verenlerle beraberliğini ilan etmektedir:

(İşte bu en doğru dindir. Artık bu aylarda kendinize zulmetmeyin ve müş­riklere karşı savaşın, onlar sizinle topyekün savaştıkları gibi; ve bilin ki Allah, kendisinden ve kötülüklerden sakınanlarla beraberdir). [Tevbe/36]ı

Ey iman edenler! Kâ­firlerden yakınınızda olanlarla savaşın, sizde bir sertlik ve şiddet de görmelidirler; bilin ki, Allah kötülüklerden sakınanlarla beraberdir). [Tevbe/123]

İyinin yayılması için, kötülüklerle mücadele vermek, takvanın kendisi ol­maktadır. Kötülükle mücadele etmek için de, iyiliği yaymak gerekiyor. Yüce Allah, bu mücadeleyi verenlerle beraber olacağını söylemektedir. [94]

 

3. Ona Bir Çıkış Yolu Gösterir:

 

Toplumu çökerten beşerî ilişkilerin başında, aile içindeki ilişkilerin bozul­ması gelmektedir. Aile hayatındaki dengesizlikleri, çıkmazları ve ıztıraplan dindirmek veya en az hasarla atlatmak bir takva meselesidir. Aile meselele­rinin altından kalkılabilmesi için, Allah'ın öğüdünü dinlemek gerekiyor. Bu öğüdü dinleyenlere Allah çıkış yolu vaadediyor.

Talak suresinde Allah, aile ilişkilerinin düzenli ve âdil olabilmesinin, tak-va'nm (ruh olgunluğunun) temelleri üzerine kurulmasıyla mümkün olacağını beyan etmektedir.

Boşanma ile yüz yüze gelen aile ortamında âdil davranmak, Yüce Allah'ın koyduğu sınırı aşmamak, ailesine haksızlık yapmamak gibi yüksek bir ahlâ­ka sahip muttaki adam, Talak/l-2'de takdir edilmekte ve ona yeni bir fırsatın verilme ihtimâlinden ve yeni bir çıkış kapısının yaratılacağından bahsedil­mektedir.

Demek ki, takvanın ödülü, Allah tarafından o insana yeni bir fırsatın ve çıkış yolunun verilmesidir. Takva ile olgunlaşmış bir şahsiyete sahip olan in­sanların önünde, fırsatlar ve çıkış yollan her zaman açık olacaktır. Takva (ruh olgunluğu), ailevî ve sosyal problemleri eritmekte ve onların çözümünde ila­hî yardımı temin etmektedir. [95]

 

4. Ummadığı Yerden Rızık Verir Ve İşini Kolaylaştırır:

 

Arası bozuk olmasına rağmen takvasının gereği olarak eşine adil davra­nan ve bu hususta Allah'ın emrine saygı duyan insanın ödülü, ummadığı yer ve anda rızkının verilmesi ve işinin kolaylaştırılmasıdır. Talak suresinin üçüncü ve dördüncü ayetleri bu ödüllere işaret etmektedir. [96]

 

5. Günahlarını Örter Ve Büyük Mükafaat Verir:

 

Talak/5'de Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Bu hükümler, Allah'ın size indirdiği emridir, kim Allah'ı üzmekten sakınırsa, Al­lah onun kötülüklerini örter ve ona büyük mükafaat verir. Allah'ın emirlerini yerine getirmek bir takva meselesidir. Allah adına, O'nun emirlerini yerine getirmek, takvanın esasını teşkil etmektedir. Bu tür olgun davranış da günahların örtülmesini ve büyük ödülü beraberinde getirmektedir. [97]

 

6. Güven Elde Ederler:

 

Sosyal takva olgunluğunu elde eden toplumlar, dünya ve ahirette güven içinde olma ile ödüllendirilirler:

(Takva sahipleri, yani korunanlar ise güvenli bir yerde­dirler). [Duhan/51]

Fert ve toplum için mükafaatlann en büyüklerinden biri, içeride ve dışarıda güven içinde olmakdır. Güvenlik ihtiyacı insanın temel ihtiyaçlanndandır. Du-han suresinden aldığımız bu ayetten sonra pek çok ödül sayılmakta, ancak gü­venlik ihtiyacını giderme, önemine binaen öncelikli olarak vurgulanmaktadır. Cennetteki nimetlerin başında güven nimetinin zikredilmesi, güven olmadan hiçbir nimetin işe yaramayacağını anlatmak içindir. Kendini güvende hisset­meyen fert ve toplumlar, içinde bulunduktan nimetlerin tadını asla alamazlar.

Bu dünyada takva denen ruh olgunluğuna ulaşanlar, hem fert olarak kendi içle­rinde güvene ulaşmış, hem de toplumların güvenini elde etmiş olurlar. Aynca bu güven, dünyadan ahirete uzanacak ve oradaki sonsuz güveni de kazandıracaktır. Demek ki takva, güveni bu dünyadan ahirete taşıyan bir ruh gücüdür. İnsanlarla iti­şen, tartışan, haklara tecavüz eden, bencil, muhteris ve müfteriler güven içinde bir çevre oluşturamazlar. Güven, korkudan ve üzüntüden uzak olmaktır. Takva sahibi insanın işlediği ameller ve sahip olduğu olgun ruh seviyesi, öteki dünyada onu kor­kulardan arındırır. A'raf/35'de bu duruma işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:

 (Ey Adem nesli! Size içi­nizden peygamberler gelip ayetlerimi size anlattığı zaman, kim yalan­lamadan sakınır ve halini düzeltirse, artık onlara korku yoktur ve mahzun da olacak değillerdir).

Ayet takvaya, değişime ve güvene götüren yolu çizmektedir. Peygamber­ler, mükemmelliğe götüren yolu çizen ilahî öğretileri insanlara tebliğ ederler ve öğretirler. Bu öğretiler takvayı, takva değişimi, takva ve değişim de, bir­likte korku ve kederden kurtuluşu getirecektir.

Demek ki takva eğitimle mümkün olmaktadır. Takvâsız değişim, değişim-siz güven olamaz. Bu zincirdeki her bir değer, diğerine bağlıdır. Birisinin kopmasına, diğerlerinin yok olmasına neden olur.

Kurtuluş, kötülüğün dokunmaması ve mahzun olmamak gibi hayata tat veren ve hayatı cennete çeviren oluşumlar, takva sayesinde ulaşılan merha­lelerdir. Zümer suresinin 61. ayetinde, korkusuzluğa ve kedersizliğe, yani gü­vene götüren süreç şöyle ifade edilmektedir:

(Allah takva sahiplerini kurtu­luşa erdirir. Kötülük onlara dokunmaz ve onlar mahzun da olmazlar).

Takva, ruhun bedenin arzularından, nefsin hevasından, şeytanın etkisin­den, insanların entrikalarından ve üzüntülerden kurtulmaktır; bu ödüller de, takva denen olgunun ruhun içeriğindeki elementlerin adıdır.

Manevî ve sosyal problemlerini çözemeyen fert ve toplumlar, kötülüklere daima açıktırlar. Kötülüklere açık olanlar ise, daima korku içindedirler. İşte takva, bu ferdî ve sosyal problemlerin çözümünün adıdır. Kötülüklere karşı korunmak, insanı korku ve endişeden uzak bir hayat sürmeye götürür. [98]

 

7. Allah'ın Dostluğunu Kazanır:

 

Allah, Kur'an'da kimlerin dostu olduğunu veya kendisine dost olanların özelliklerini sayarken, temel özellik olarak takvayı göstermektedir:

Dikkat edin, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de; onlar iman edip Allah korkusu ile kötülüklerden sakınanlardır. [Yunus/62-63]

Dost, yâr ve sadık manasına gelen veli, Fîrûzâbâdî'ye göre, yağmur kesil­dikten sonra yağan ikinci yağmura denir. Bu yağmur rahmet doludur. Bu ma­nada, iman temeli üzerine oturan takva doğrultusunda, insanın, Allah'ın dost­luğunu kazanmasıdır.

İman, takva, korkusuzluk ve kedersizlik gibi manevî oluşumların meyda­na getirdiği ilahî dostluk, insan için en büyük ödüldür. Bu ödül veliliktir. Ve­li ile muttaki, hemen hemen aynı kişiyi ifade etmektedir. Velilik, muttaki in­sanın, Allah katındaki makamının adıdır. İnsanın inanış ve davranışlarıyla oluşturduğu yapının adına takva denir; bu binanın Allah katındaki bir adı da veliliktir. [99]

 

8. Siyasî Erk Elde Eder:

 

Yüce Allah devlet kurma yetkisini ve insanları idare etme erkini takva sa­hibi insanlara verir. Bir topluma devlet kurma nimetinin verilmesi dünyevî ödüllerin en büyüklerinden biridir:

Musa kavmine şöyle dedi: 'Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Yeryüzü kesinlik­le Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Âkibet muttakilerindir). [A'raf/128]

Kasas/83'de de şöyle buyurmaktadır:

  (Şu ahiret yurdu­nu biz, yeryüzünde zulüm ve fesat istemeyen kimselere veririz. İyi sonuç muttakilerindir).

Ele aldığımız ayetlerin birincisinde dünya yurdunun, yani siyasî erkin, ikincisi de ahiret yurdunun kimlere verileceği açıklanmaktadır. Her iki ayetin eksen kavramı muttaki'dir. Ayetleri bir araya getirdiğimizde, dünya ve ahiret yurduna kimlerin varis olacağı anlaşılacağı gibi, bu ödüle götüren amellerin neler olduğu da belirlenmiş olacaktır.

Dünya yurdu, sadece Allah'tan yardım dileyen, yani şirk koşmayan ve sabreden insana verilirken, ahiret yurdu da, zulüm yapmayan ve fesat çıkart­mayan insanlara verilecektir. Sadece Allah'tan yardım dilemek, sabretmek, zulüm ve bozgunculuk yapmamak gibi psikolojik ve sosyolojik özellikler in­sanı takva denen ruhî ve sosyal olgunluğa götürmektedir. İşte bu ruh olgun­luğundan dolayı dünyevî iktidar; sosyal olgunluktan dolayı da ahiret yurdu verilmektedir. Demek ki, dünyevî iktidar olumlu amellerde bulunanlara, ahiret yurdu da kötü davranışlardan sakınanlara verilmektedir. Başka bir ifadeyle dünya, farzları yapanlara; ahiret, haramdan sakınanlara verilmekte­dir. A'raf/128 ayetinin tahlilinden, takvanın, Allah'ın hoşnutluğunu çeken ve yeryüzüne indiren bir ruh olgunluğu olduğu anlaşılacaktır. [100]

 

9. Altından Irmaklar Akan Cennetlere Girerler:

 

İnanan insan için amaç, dünya mutluluğu ile birlikte cenneti kazanmaktır. Cennet ilahî ödülün en önemlisidir.

Müttaki'nin (kâmil insanın) kazanacağı cennet ödülünü anlatan pek çok ayet vardır; bunlardan Muhammed/15 ayetini zikredebiliriz:

Takva sahiplerine verilecek olan cennetin durumu şöyledir: İçinde suyu bozul­mayan ırmaklar, tadı değişmeyen süt nehirleri, içenlere lezzet veren ırmaklar, süzme baldan nehirler, aynca kendilerine her türlü meyveler ve Rableri tarafın­dan bağışlama vardır. Bu insanların durumu süresiz ateşte kalan ve kaynar su içip bağırsakları parça parça olan kimse gibi midir? [101]

 

10. Mutluluk Ve Felah Bulurlar:

 

İnsanlığın başlangıcından bu yana ilahî eğitimin temel amacı, insanı, kur­tuluş denen mutluluğa ulaştırmaktır. Bu dünyada mutlak anlamda mutluluk yoktur, mutlak mutluluğa ahirette ulaşılacaktır. Dünyada insanın her çabası­nın, gayret ve uğraşısının altında bilinçli veya bilinçsiz, mutluluğa yaklaş­mak ve onu elde etmek vardır.

Bir eğitim kitabı olan Kur'an, hangi davranış ve amellerin insanı mutlu­luğa ve kurtuluşa götüreceğini açıklamaktadır:

Aralarında hükmetmeleri için Allah ve Peygamberine çağırıldıkları zaman, mü'minler sadece 'İşittik ve itaat ettik' derler; felaha kavuşacak olanlar bunlar­dır işte! Kim Allah'a ve peygamberine itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na karşı gelmekten saygı ile sakınırsa, işte kurtuluşa erenler bunlardır. [Nur/51-52]

İlahî çağrıya ve Peygamber'in davetine Dinledik ve itaat ettik diyerek say­gısını ve takvasını gösteren müslüman, kurtuluşa erecektir. Demek ki Kur'an'a göre dinlemek, itaat etmek, saygı duymak ve ruh olgunluğu denen takvaya sahip olmak insanı dünya ve ahirette felaha, kurtuluşa, yani mutlu­luğa götürmektedir.

Anlamanın yolu dinlemeden geçer. Dinlemeyi öğrenmek, eğitimin teme­lidir. Bu nedenle eğitim insana dinlemesini ve dinleyip anlamasını öğretme­li ve bunun terbiyesini vermelidir. Saygı duymak, terbiyenin üzerine oturdu­ğu en önemli erdemlerden biridir. Hele bu saygı Allah'a duyuluyorsa ve ora­dan insanlığa yayılıyorsa daha da önem kazanmaktadır. [102]

 

D) Korumak:

 

Çocuğu dünyaya getirmek maharet değildir, maharet onun ruhunu ve dav­ranışlarını kötülüklerden korumaktır. Böylece takva ile eğitim arasında kar­şılıklı bir ilişki sözkonusudur. Yani bu faaliyette eğitim takva, takva da eği­tim olmaktadır.

Tahrim/6'da Allah şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten ko­ruyunuz. Ona bakmakla güçlü ve sert melekler görevlidir; bunlar Allah'ın emir­lerine karşı gelmez. Emrolunduklannı daima yerine getirirler.

Ayette, ehl ve nefis kavramları kullanılmaktadır. Buradaki ehl kelimesi Türkçe'de aile kavramı ile karşılanabilir. Aslında aile bütün diğer sosyal grup ve kurumların temelidir. Devlet de bir aile gibidir. Ayetin muhatabı devleti idare edenler olduğunda, o zaman ehl, halk yani yönetilenler olmaktadır. Ay­nı şekilde, bir iş yerinde işveren ve işçi ilişkisinde, işçiler ehl kavramı içeri­sindedirler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Dikkat edilecek olursa insan, önce kendini, sonra da ehlini koruyacaktır. Kendini kötülüklerden korumayanlar, eğitimde örnek olamaz, bu nedenle de söyledikleri etkisiz kalır.

Ayetteki nâr (ateş) kavramı, 'cehennem'i ifade etmektedir. Yakıtı, insan­ların ve taşların olduğu bu ateşten insan kendisini ve yönetimindekileri koru­malıdır. Bu koruma işi de eğitimle mümkün olabilir.

Ayette bir projeksiyon yapılmaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğitimin görevi, kişiyi daha sonra gelmeyi istediği yere önceden hazırlamak­tır. Eğitimin bu görevini Yüce Allah bize hatırlatmakta ve cehennem ateşin­den korunmak için bu dünyada gerekli eğitimin nasıl yapılacağını göster­mektedir.

Aslında insanlar bu dünyada cennete hazırlık eğitimi yapabilecekleri gibi cehenneme hazırlık eğitimi de yapabilirler. İnsan, hayatını cehenneme de çe­virir cennete de. Aynı şekilde bazen toplumlar, gençler için bir ateş haline ge­lip, gençlerin yaşayabileceği normal bir ortam olmaktan çıkabilir. Cehalet, yanlış düşünceler, felsefeler, ideolojiler ve yoldan çıkarıcı merkezler, toplumu cehenneme çevirebilir. İşte ayetteki nâr (ateş) kavramına, dünyevî bir mana yüklememize müsade eden insan ve ateş kavramlardır. Cehenneme dönüştürülen böyle bir toplum hayatından kurtulamayanlar, öteki dünyada da cehen­nemden kurtulamayacaklardır.

Ayette yer alan 'koruyun' emri, takva kelimesinin emir halidir. Demek ki, eğitimin önemli bir amaç ve metodu koruma faaliyetidir. Bu faaliyet sonu­cunda takva olgusuna ulaşılacak, o zaman, takvanın eğitim boyutu ya da özelliği ortaya çıkacaktır.

Dünyada milletler arasında yayılmış olan zararlı akımlar, şeytan ve nefis denen merkezler, dünyayı cehenneme çevirmektedir. Bu cehennemden ço­cuklarını ve gençlerini koruyamayan ana baba ve idareciler, eğitim faaliyeti­ni yapamıyorlar demektir. Eğitimin bu görevi o kadar önemlidir ki, Yüce Al­lah onu emir haline getirmekte, yani farz kılmaktadır. Gençlerini kötü etki­lerden koruyamayan milletler, çözülürler ve yaşama haklarını kaybederler.

Eğitimde, korunma denen takvayı nasıl oluşturabiliriz? Dünyadaki cehen­nemden ve ahiretteki ateşten insanları nasıl koruyabiliriz?

İnsanların ruhunu manevî gıda ile beslemek, en önemli korunma yolların­dan biridir. Beden için gıda ne ise, ruh için de takva odur. Yüce Allah, manevî gıdaların en iyisi olarak takvayı kabul etmektedir:

(Ve azıklanın, azıkların en değerlisi takvadır). [Ba­kara/197]

Mesela, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yasaktır. Bu üç sakınma, hac ibadetiyle insanın kazanacağı takva eğitimini ve azığını oluştur­maktadır. Kadına yaklaşmamak, cinsel disiplini; günah işlememek, Yüce Allah ile kulun arasındaki ilişkisinin olumluluğunu ve kavga etmemek de sosyal ba­kımdan dengeli davranışı ifade etmektedir. Bu üç davranıştan sakınmak, takva denen azığın içindeki unsurları meydana getirmektedir. Bu üç ana unsurun ya­nında, yapılanların Allah tarafından bilindiğinin farkında olmak da vardır.

İnsanları takva azığı ile gıdalandırmak ve onları bu doğrultuda terbiye et­mek, koruma metodunun bir ifadesidir. Cinsel disiplin, günahtan ve kavga­dan uzak durmak gibi toplumsal hayatın bağışıklık sistemini canlı tutmak hem bir metot ve hem de eğitimin amacıdır.

İnsanın elbisesi, onu hem soğuktan korur, hem de avret yerlerini örter. Ama bir de "takva elbisesi" vardır. İnsanın ruhunun açık olması, bedeninin açık olmasından daha kötü ve daha tehlikelidir. İnsanın beyin, gönül ve nefis avretini, yani çıplaklığını örten "takva elbisesi"dir. İç takva elbisesi dışa yan­sımalıdır veya takva elbisesi ile dıştan görünen elbise özdeşleşmelidir:

(Ey Âdemoğullan, avret yerlerinizi örtecek, bir de süs olacak elbise verdik size. Ama en iyisi takva elbisesidir. İşte bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Ola ki düşünürler). [A'raf/26]

Yüce Allah bu ayette, dış elbise ile iç elbiseyi mukayese etmekte ve bunlardan takva denen iç elbiseyi daha değerli ve üstün görmektedir. Dış elbise, insanı havanın etkisine karşı korur. İç elbise denen takva ise, insa­nın psikolojik dengesinin bozulmasını önleyerek onu davranış bozukluğun­dan korur.

Tahrim/6'daki Ehlinizi ateşten koruyun emrinin yerine getirilmesi ve eği­timin koruma görevinin gerçekleştirilmesi, kişiye "takva elbisesi"ni giydir­mekle mümkün olabilir.

Ferdin iç alemindeki oluşumların nefsin kontrolüne geçmesini önleyen takva, aynı zamanda sosyal kurumların temelini de oluşturur. Çünkü sosyal müesseselerin gıdası da takva olmalıdır.

(İyilik ve takvada yardımlasın, gü­nah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın ve Allah'tan sakının). [Maide/2]

Bu ayette Yüce Allah, davranışların oluşum sürecine dikkat çekmektedir. Sosyal kurumlar da bu süreçler sonunda belli bir yapıya kavuşurlar. Böylece Yüce Allah düşmanlık ve kötülük (çatışma] süreci ile değil, işbirliği ve daya­nışma süreci ile kurumlarınızı oluşturun emrini vermektedir.

Bakara/197 ayeti ile yukarıda bir kısmını verdiğimiz Mâide/2 ayetini bir­likte değerlendirdiğimizde şu neticeyi elde ederiz: Takvâamn olduğu yerde günah ve düşmanlık bulunmaz. Toplumda sosyal müesseselerin birbirine düşman olmamaları için, koruyucu güç olarak iyilik ve takva gereklidir. He­le bu sosyal müessese eğitim ise, koruyuculuğunu gerçekleştirebilmesi için mutlaka takva temeli üzerine kurulmalıdır. O zaman, takva gıdası ve elbise­si, sosyal hayatı koruyacak ve dengesinin bozulmasını önleyecektir. [103]

 

Nimetin Karşılığı Şirk Olmamalı:

 

22. O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü bir bina yaptı. O, gökten su indirip onunla çeşit çeşit mey­veleri size rızık olarak çıkardı. O halde bile bile Allah'a eşler koşmayın.

Ayetin merkezî konusu, Allah'a eş koşmama meselesidir. Yüce Allah ayet­te, insanların şirke sapmamaları yani Allah'a eş koşmamaları için verdiği ni­metleri sıralamaktadır. Bu nimetlerin değerini ancak akıl sahipleri anlayabi­lirler.

Allah'ın insanı en fazla acze düşüren sıfatı, O'nun yaratma fiilidir. İşte Al­lah, bu sıfatı ile neler yaptığını anlatarak, eşsiz bir varlık olduğunun bilgisi­ni vermektedir.

Yaratmak ve yaratılanın belli kanunlar çerçevesinde işleyişini temin et­mek yaratıcıya aittir. İlim adamı yaratmaz ve tabiat kanunu koymaz. O ancak yaratılmış olan varlıkların işleyiş kanunlarını bulur, anlar ve açıklar. Hiç bir ilim adamı yarattım ve bu varlığın kanunlarını ben koydum dememiştir. Bü­tün varlıkların yaratıcısı olduğunu örneklerle açıklayan yüce Allah, bu gücün idrakini kendi varlığına delil olarak göstermektedir. Tabiat kanunlarındaki ahenk, içerdikleri formüller, meydana getirdikleri bileşimler ve insanın haya­tına getirdikleri faydalar incelendiğinde, onları yaratan Allah'ın tek olduğu anlaşılır.

Kur'an'da yer alan tabiatla ilgili örnekler Yüce Allah'ın yaratma sıfatını ortaya koymak içinse de, bu örneklerden çıkarılması gereken başka sonuçlar da vardır. Yüce Allah bir taraftan araştırılacak konulan vermekte, diğer taraf­tan da incelenen konuların varacağı nihâî noktayı belirlemektedir. İnsanın yaratılışı, yer ve gök bilimleri, yağmurun oluşumu, su ile yerdeki ekin ara­sındaki ilişki ve nihaî olarak, insanın önüne gelen rızkın kaynağı gibi konu­ların araştırılması, ilahî eğitimin programını teşkil etmektedir.

Bu arada insanları şirkten korumanın metotları da ortaya çıkmaktadır. Al­lah'ı inkar edenlere karşı kullanılacak en güzel metot, yaratma gücünün kimde olduğunu ortaya koymaktır. Yüce Allah'ın, bu gücün kimde olduğunu ortaya koymak için tikelden tümele, tümelden tikele metodunu kullandığım görmek­teyiz. Önce yerden bahsetmesi tikel, sonra göğe gitmesi tümel olmaktadır. Son­ra tekrar gökten yere inerek insanın sofrasına kadar yaklaşmaktadır. İnsanın, önündeki rızkın hangi oluşumlarla ve hangi safhalardan geçerek geldiğini bil­mesi, beyninde ve gönlünde büyük değişimler meydana getirecektir. Bu deği­şim ve oluşumların en önemli ürünü, insanın şirkten uzaklaşmasıdır.

Ayette yer alan firâş (döşek) kavramı, yeryüzü ile insanın ilişkisinin bir anlatım şeklidir. Yüce Allah, kâinatı insanın rahatlığı, başka bir ifadeyle fay­dası için yarattığını göstermek ve anlatmak için bu kavramı kullanmaktadır. İnsan daima faydalının peşinde koşar, dolayısıyla fayda ona pek çok şeyler yaptırır. İnsanın, şirke sapmamak için hayatını ve varlığını sürdürebilmesini sağlayan şeyleri kimin verdiğini bilmesi gereklidir.

Kendi varlığı ile tabiatın yaratılışı arasındaki ilişkiyi bilinçli bir şekilde araştıran insan, doğruyu yakalayacak ve böylece şirkten kurtulacaktır. Burada tabii olarak şu mantığı yürütmek mümkün olacaktır: Beni doğuran tek olduğu gibi, beni yaratan da tek olup ortaktan münezzeh olmalıdır. Bir insan iki ana­dan doğmadığı gibi, iki yaratan tarafından da yaratılmış olamaz. Aslmda anne ile çocuk arasındaki ilişki bize bu dünyada tevhid inancım telkin etmektedir. Anneler eş kabul eder mi? Anne eş kabul etmiyor da yaratan niçin kabul etsin?

Döşek kavramı, insanoğluna, doğumla ahiret arasında dünyanın bir din­lenme ve bir uğrak yeri olduğunu da hatırlatmaktadır. İnsanoğlu bu dünyada bir misafirdir; bu misafiri bizzat Yüce Allah ağırlamakta ve yeryüzünü ona döşek olarak hazırlamakla da bunu göstermektedir.

Tefsirini yaptığımız Bakara/22 ayeti, iki ayet olarak Zâriyât suresinde şu şekilde yer almaktadır:

(Göğü kudretimizle kurup meydana getirdik ve biz, devamlı genişletmekteyiz. Yeryüzünü de dö-şeyip yaydık; bakınız, biz ne güzel döşeriz). [Zâriyât/47-48]

Hem ilahî kudretin, hem de yaratma ile gök ve yerin ilişkisinin öğretimi­ni yapan bu ayetler, tabiat kanunlarının bilgisinden yürüyüp, Allah'ın varlığına ve birliğine giden tefekkür yolunu belirlemektedir. Gökten su indirip onunla, çeşitli meyveleri size rızık olarak çıkaran O'dur bölümüyle ayet, rız­kın nasıl oluşturulduğuna dikkat çekmekte ve bunun öğrenilmesini istemek­tedir.

İnsanın önüne gelen rızkın nerelerden çıkıp geldiğini Abese suresinde da­ha açık bir şekilde bulmaktayız:

Bir defa insan, baksın aldığı besine. Biz gökten boşanırcasına yağmur indiriyo­ruz, sonra, yerde özel şekilde yarılmaların meydana gelmesini sağlıyoruz; onda hububat, üzüm ve yoncalar; zeytinler ve hurmalar, büyük ve sık ağaçlı bahçeler; meyveler ve çayırlar bitiriyoruz; sizin ve hayvanlarınızın geçimi için. [Abe­se/24-32]

İnsana besin olarak gelen rızkın, nasıl ve nelerden meydana geldiğini in­celemek, bir ilahî emirdir. Bu emir, insana aklını kullanıp gözlem yapmasını ve oradan Allah'ın kudretini idrak etmesi gereğini anlatmaktadır. Önünde ye­diği rızkın nereden geldiğini bilmeyen: aklının nereye gideceğini de bilemez:

Öyleyse siz de Allah'a bile bile eşler koşmayın. [Bakara/22]

Ayetin bu kısmı da insan ve kainatın nasıl yaratıldığını anlamayı ve o gü­cü bilmeyi emretmekte, Allah'a şirk koşmayı yasaklamaktadır.

Ayette yer alan endad kelimesi, niddin çoğuludur ki, özünde benzerlik olan şeyler, denk, eş ve benzer manalarına gelir. Her nidd olan şey aynı za­manda misl'dir. Ama her misi, nidd değildir.[104]

Allah'ın misli (dengi) veya benzeri olduğunu söylemek, 21. ayetin sonun­da yer alan takvayı ve başında yer alan ulûhiyet-ubûdiyet ilişkisini yok et­mektedir. Aslında Allah'a eş koşmak, Allah'a bir zarar vermemektedir; onun zararı insanın gönlünedir. Şirke sapan insanın gönlü, kendisini ebedî hayatta cennete taşıyamaz. Şirk çok ağır bir yük, insanın kendi kendisine zulmüdür. Allah'ı bilmek, takva ve şirkten uzak kalmak gibi Kur'an'ın temel kavramla­rı, Bakara/21-22'de önemli bir sistem oluşturmaktadır. Bu ayetler bize eğiti­min şu temel ilkesini vermektedir:

İnsana, "Şirke girme, Allah'a eş koşma" demeden önce, ilahî kudreti an-atmak, tabiat kitabını öğretmek ve kendi önüne gelen rızkın kaynağını hatırlatmak gerekiyor. Bu eğitimden sonra insanı şirkten uzak tutmak mümkün olacaktır. İnsan Allah'a nasıl nidd (eş) koşar? Bu soruya şu ayetle cevap vere­biliriz:

İnsanlar arasında, Allah'tan başkasını O'na ortak tanıyan kimseler vardır. Onla­rı Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise, Allah'ı daha çok severler. Zulme­denler azapla karşılaşacakları vakit, bütün kuvvetin gerçekten Allah'a âit oldu­ğunu ve Allah'ın azabının hakikaten çetin olduğunu şimdiden görebilselerdi. [Bakara/165]

Allah'tan başkasını, Allah'ı sever gibi sevmek, insanı şirke götürmektedir. Sevgi denen duygu çok kaypak bir zemini andırır. İnsanı fazilete de götürür; re-zilete de. Kaypak zemine ayağınızı sağlam basmazsanız, kayıp düşmeniz mu­kadder olur. İnsan için kontrol altına alınması en zor olan duygulardan biri ve en önemlisi sevgidir. Sevgi, yöneldiği objeye/nesneye göre değer kazanacaktır.

Kimi ve neyi, ne kadar seveceğini bilmek kişiyi erdeme, bunu yapamamak da bir ruh bunalımına götürecektir. İşte bu ruh bunalımı da şirkin kendisi olmakta­dır.

Neyi ne kadar seveceğini bilmek, bir denge meselesidir. İnsan Allah'ı, O'nun dışındaki varlıklardan daha fazla sevmelidir. Çünkü Allah insana verdi­ği tükenmez nimetlerle bunu haketmiştir. İşte Allah'tan başkalarını, Allah'ı se­ver gibi sevmek, şirk denen zulmü insana işleten bir duygu ve akıl sapmasıdır. Peki, nedir o Allah'tan başkaları? Onun cevabını da şu ayet vermektedir: De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, aşiretiniz, top­ladığınız mallar, durgunluğundan korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, si­zin için Allah ve Resulünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, Al­lah'ın emrini bekleyiniz; Allah fasık topluluğu doğru yola iletmez". [Tevbe/24]

Yüce Allah bu ayette, sekiz tane değer saymakta ve onların Allah, pey­gamber ve Allah uğruna yapılan cihaddan daha fazla sevilemeyeceğini açık­lamaktadır.

Böylece Allah, sevginin hangi nesne ve değerlere ne kadar yöneleceğini açıklamakta ve aynı zamanda, Allah'tan başkasının neler olduğunu da say­maktadır.

Bu ayeti, Bakara/22'deki "Allah'tan başkaları" ifadesiyle birlikte değer­lendirir ve her ikisini Bakar/22'de geçen endâd (eşler) kavramına götürürsek, bile bHe Allah'tan başkalarını Allah'a eş koşmanın çok yanlış bir şey olduğunu ve bunun neticesinin insanı azaba götüreceğini anlamış oluruz. Böylece Yüce Allah'ın, insanın önündeki tehlikeleri anlatarak bir duygu ve inanç eği­timi yapmış olduğu ortaya çıkar. [105]

 

Kur'an'dan Şüphe Etmenin Karşılığı Cehennemdir:

 

23-24. Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe edi­yorsanız, siz de onun benzeri olacak bir sure getirin ve Al­lah'tan başka tapındıklarınızı da yardıma çağırın, eğer sö­zünüzün eri iseniz. Fakat bunu yapamazsanız, -ki asla ya­pamayacaksınız- o zaman, yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten korkun.

İndirme, şüphe, sure, şüheda ve sadık kelimeleri, ayetin temel kavramlarıdır.

Bakara/2'de şüphe kavramını açıklamıştık. İşte bu, kendinde şüphe olma­yan kitaptır ifadesiyle Yüce Allah Kur'an'dan şüphe edilemeyeceğini beyan etmektedir. 23. ayette geçen, Eğer o kitaptan şüphe ediyorsanız beyanıyla da, şüphe etmenin ihtimaline işaret etmektedir.

İnzal, yüksekten inmek, düşmek manalarına, nüzul şeklinde alınınca, bir yere yerleşmek anlamına gelir. Mü'minûn/29'da bir yerden bir yere indirmek anlamında kullanılmıştır:

(Rabbim beni bereketli bir yere indir, sen indirenlerin (konuklayanların] en iyisisin). [Mü'minûn/29]

Kavram, ayette inzal ve münzel şeklinde yer almaktadır. Hz. Nuh'un ge­miden yere inmesi, orada konaklaması ve bunun Allah tarafından yapılması manasına gelmektedir. Allah'ın nimet veya azabını yaratıklarına indirmesi anlamına gelen inzal, bir şeyin bizzat kendisini indirmek, (mesela Kur'an gi­bi) ya da, bir şeyin sebeplerini indirmek anlamına gelir; mesela hidayet, de­mir ve elbise gibi. Mizanı, yağmuru, sofrayı, melekleri indirmek bu anlam­dadır.[106]

Yukarıdaki manaların yer aldığı ayetleri yeri geldiğinde açıklayacağız. Burada ele almamız gereken konu, Kur'an'm neden bir defada değil de par­ça parça indiğidir. Bu meselenin açıklamasını şu ayet yapmaktadır:

 (Kâfirler di­yorlar ki, 'Kur'an ona bir defada toptan indirilseydi'. Biz ise, onu par­ça parça indiriyoruz ki, onunla kalbini pekiştirelim ve Biz onu ayet ayet, tane tane okuyoruz ve vahyediyoruz). [Furkân/32]

Hz. Musa, İsa ve Davud'a kutsal kitapların bir anda indiğini hatırlatan kâ­firler, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e bir anda inmesini istediler.[107]

İşte Allah, onların bu soru veya isteklerini bu ayetle cevaplandırmakta ve onu niçin parça parça indirdiğini

(Biz onu senin kalbine yerleştirmek için böyle yaptık). [Furkân/32]

a) Yüce Allah burada eğitimin evrensel metotlarından olan tedrîcîliği, ya­ni yavaş yavaş, kademe kademe, hazmettire hazmettire öğretme metodunu uygulamıştır. Konuların bir anda anlaşılması, özümsenmesi ve şahsiyetle bü­tünleştirilmesi mümkün değildir. İnsanın beyin gücünü zorlamadan konulan azar azar öğretmek, insanın tabiatına en uygun metodlardan biridir. Bilgile­rin insanın gönlüne yerleşmesi, kök salması ve orada sağlam bir yer edinme­si, bu metodun uygulanmasına bağlıdır. İşte Kur'an'ın parça parça indirilme­sinin ana sebebi budur.

b) Bir anda gelseydi, Kur'an'ın hükümlerini insanlar uygulamakta çok zorluk çekeceklerdi. Parça parça inen hükümler, toplumsal açıdan rahatlıkla kabul edilebilir ve uygulamaya geçirilebilir. Aile hukukundan, ticaret huku­kuna, insan haklarına, ibadetlere ve hayatın diğer alanlarına kadar birçok hüküm bir anda pratiğe geçirilemez. Bu geçiş döneminin tedricî olması gerekir ki, insanlar ortaya konan çözümleri yadırgamasın ve anlayamamaktan dola­yı da ümitsizliğe kapılmasın.

c) Dinin karşılaştığı en zor problemlerden biri "kötü alışkanlıkları" değiş­tirmektir. Kötü alışkanlıklar, dinin mesajına ve ahlâkî hükümlerine büyük di­renç göstermektedir. Bu direnci kırmanın en önemli metodu, ahlâkî emirleri bir anda değil de yavaş yavaş, alıştıra alıştıra uygulamaya geçirmektir.

d) Toplumsal hayatta meydana gelen yeni yeni problemlerin çözümü, bir anda gelen kutsal kitapla karşılanamaz. Allah hükümlerini kullarına kendi is­teğine göre dayatmıyor. Yeryüzünde cereyan eden olaylar levh-i mahfuzu ra­hatsız ediyor, o problem için hüküm gönderiliyor. Başka bir ifadeyle hüküm­ler kulun ihtiyaçlarına göre gönderiliyor. Yüce Allah kuluna rağmen kulunu idare etmiyor ve ona hüküm göndermiyor.

e) Allah insanın ihtiyaçlarını, tabiatını, toplumsal hayatın oluşumunu, yapı­şım ve işleyişini de dikkate alarak emirlerini gönderiyor. Olayların oluşumuna göre hükümlerin gönderilmiş olması, Kur'an'ın gerçekçiliğini göstermektedir.

f) Kur'an sadece sureler halinde değil, surelerin daha küçük parçalan olan ayetler halinde indirilmiştir:

(Onu ayet ayet indirdik). [Furkân/32]

Kalbe iyice yerleştirilebilmesi için, sadece sure sure değil, ayet ayet indi­rilmiştir. Çeyrek asır gibi uzun bir zaman dilimini kapsayan Kur'an'ın iniş sü­reci, ilahî öğretinin kısa bir zamanda elde edilemeyeceğini ifade etmektedir.

Hz. Peygamber, Yüce Allah'ın okulunda yirmi üç yıl okudu ve öğrendiği­ni insanlara öğretti. Kur'an'ı, Rasûlullah'ın bir anda anlayıp anlatması müm­kün olmadığı gibi, halkın da onu bir anda kavraması mümkün değildi.

Benzetmek gerekirse, Kur'an'ın geldiği ilk anlarda halk, ilahî bilgi bakımın­dan ilkokul çağındaydı. Peygamber onları yirmi üç yılda üniversiteden mezun etti. İlköğretim çağındaki bir öğrenciye, üniversitede verilen bilgileri öğrete­mezsiniz; bu, insanın tabiatına aykırı bir uygulamadır. Kur'an da, öğretilerini in­sanın gelişim basamaklarına göre sunmuştur. Daha açık bir ifadeyle, Kur'an, in­sanların zihnî, kalbî ve nefsî olgunluklarına paralel olarak öğretilmiştir.

g) İman ile ilgili konulan, ibadetle ilgili emirlerle beraber öğretmek tehli­kelidir. İman etmeyen insana ibadeti teklif etmek eğitim için birtakım sakıncıalar doğurur. Onun içindir ki, iman denen alt yapı hazırlandıktan sonra, ibadet­ler iman zemini üzerine bina edilmelidir. Mekkî ayetlerin imanla, medeni ayetle­rin ibadetle ilgili olması bunu göstermektedir. Kur'an'ın bu metodu bize şunu öğ­retmektedir: Bir eylemi yaptırabilmek için önce insanı ona inandırmak gerekir. Demek ki ayetlerin parça parça inmesi gelişi-güzel olmayıp belli bir sistem dahilinde olmuştur. İmandan ibadete, oradan ahlâka doğru bir yol izlenmiştir.

İnsanın ihtiyaç duyduğu ve kendisi için gerekli olan şey, her şeyden önce iman etmesidir. Çünkü iman, ibadetleri ve ahlâkî davranışların yapılmasını kolaylaştırmaktadır. Aksi takdirde ibadet ve ahlâkî davranışlar, zorlama ile sergilenmiş olacaktır.

İman, insanın içinde bir disiplin oluşturur. Bu göreviyle iman, ilahî öğre­tide önceliği almaktadır. Ayet ve surelerin, yavaş yavaş ve parça parça indi­rilmesinin nedenlerinden biri de bu olsa gerektir.

Ayette, (kulumuza) ifadesi geçmektedir. Kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız ifadesinde, kul kavramını niçin kullanılmıştır? Cevap: Hz. Muhammed'in kutsallaştınlmaması için. Bu sözcük, kelime-i şehadette de, aynı sebeple yer almaktadır. Diğer taraftan, Kur'an'ın Hz. Peygamber tara­fından yazılmadığını, tam tersine ona indirildiğini de isbatlamaktadır. Kâfir­lerin şüphesi, indirilen kişiden kaynaklanıyorsa, bunun giderilmesi, abd kav­ramıyla sağlanmaktadır. Kur'an'ın kendisinden şüphe ediliyorsa -ki ayetin manası böyledir- o zaman da şöyle meydan okunmaktadır:

(Haydi onun benzeri bir sure getirin).

Değil Kur'an'ın tamamının, bir bölümünün benzerini bile getirmek müm­kün değildir. Bunu tek başınıza yapmanız imkan dahilinde değildir:

(Ve hatta Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın).

Şühedâ kavramı, hazır, şahit, bilen, gören, örnek olan manalarına gelen sehîd kelimesinin çoğuludur.[108]

Ayet bilenlerinizi de çağırarak, Kur'an'ın bir suresinin benzerini getirmeleri hususunda kâfirlere meydan okumaktadır. Demek ki ayette şühedâ kavramının ilk manası 'bilenler'dir. Bu bilme'yi biraz daha açarsak, bilginlerinizi, şair ve filozoflarınızı vb. çağırın anlamını da ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Şühedâ kavramının diğer bir yorumu da şudur: Siz Kur'an'ın benzer bir suresini getirin, yani yazın ve kendi bilginleriniz o yazdığınızın Kur'an'ın dengi olup olmadığına şahitlik etsin.[109] Yani Kur'an'ın bir bölümüne benzer bir parça yazabildiğinize, yine sizin bilginleriniz karar versin demektir.

Allah'ın bu meydan okuması, başka ayetlerde de yer almaktadır:

(De ki: "İn­sanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı olsalar bile yine onun benzerini mey­dana getiremezler"). [İsra/88]

Bu ayet, sadece Allah'ın kuluna indirdiği hakkında şüphede olanlara de­ğil, ins ve cinnin tamamına meydan okumaktadır. Aslında buradaki meydan okuma, Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının isbatıdır. Bu şu demektir: Değil Hz. Muhammed, bütün insanlar ve cinler toplansalar bile bu­nu yazamazlar. Bu insanların içinde Hz. Muhammed'in kendisi de vardır. İs-ra/86-87 ayetleri bunu ifade etmektedir:

Dilersek sana vahyettiklerimizi giderip ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendi­ni koruyacak bir yardımcı bulamazsın. Ancak Rabbinin sana bir rahmeti olarak; gerçekten O'nun sana olan lütfü çok büyüktür. [İsra/86-87]

Yüce Allah'ın Kur'an'ı Hz. Muhammed'e indirmiş olması ve onu peygam­ber olarak seçmesi ona bir lütuftur. Ona gönderdiği vahyi kestiği takdirde, o bile Allah'a karşı kendini koruyacak bir yardımcı bulamayacaktır. Dilersek sana vahyettiklerimizi gideririz ifadesiyle Allah, Kur'an'ı Hz. Muhammed'in yazmadığına işaret etmektedir.

Diğer bir ayette de bu durum şöyle açıklanmaktadır:

(Yoksa, 'Onu kendisi uydurdu' mu, diyorlar? De ki: Öyle ise, getirin onun gibi uydu­rulmuş on sure ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği yardımcıları da çağırın. Eğer sözünüzün eri iseniz). [Hûd/13]

Eğer Hz. Muhammed onu yazabilseydi, kendileri de yazabilirlerdi. Ken­dileri onu yazamayacaklarına göre, Hz. Muhammed de onu uydurmuş ola­maz.

(Çağrınıza olumlu cevap vermezlerse, bilin ki, o kitap Allah'ın ilmiyle indirilmiştir). [Hud/14]

Demek ki, Allah'tan başka bütün bilginlerini çağırsalar bile onun benzeri­ni yapamayacaklarına göre, onların bu acizliği Kur'an'ın Hz. Peygamber ta­rafından uydurulmadığınm en büyük delili olmaktadır. İftira etmek, uydur­mak demektir. Allah'ın göndermediği bir kitabı, Allah göndermiştir diyerek Allah'a yalan isnad etmek çok tehlikeli bir davranıştır. Bu tehlikenin ne oldu­ğunu Yüce Allah belirlemektedir:

(Yoksa, Allah'a karşı yalan mı uydurdu diyorlar? Allah dilerse, senin kalbini mühürler). [Şura/24]

Eğer o Peygamber, bizim adımıza birtakım sözler uydurmuş olsaydı, onu bütün kuvvetimizle yakalar, sonra da can damarını koparırdık. [Hâkka/44-46]

Bu tehditler, Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının veya onun tarafından bir sözcük bile ilave edilmediğinin delilidir. Çünkü bir insa­nın kendi yazdığı kitabın içine böyle bir uyan koyması mümkün değildir.

Ayetin sonu (Eğer doğru insanlar iseniz) [Bakara/23] şeklinde bitmektedir. Bu durumda bütün bu şüphe ve iftiraların doğrulanabilmesi için, teklif edilen şeylerin yerine getirilmesi gerekir. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah'ın kuluna indirdiği Kur'an'dan şüphe edenlerden, Allah onun benzeri bir sureyi yazmalarını ve kendi aralarından bilen kişilerin de hakem­liğini istemiştir. Onların, Yüce Allah'ın bu teklifini yerine getirmeleri müm­kün müydü? Bu sorunun cevabım bir sonraki ayet vermektedir:

(Eğer yapamazsanız) [Bakara/24], (ki asla yapamayacak­sınız). [Bakara/24]

Böylece Allah, onların Kur'an'a benzer bir ayet veya sureyi getiremedik­lerine ve asla getiremeyeceklerine işaret etmektedir. Birincisi o anda şüphe edenlerin, Kur'an'ın benzer bir suresini getiremeyeceklerini ifade ederken, Asla yapamayacaksınız buyurulması, gelecekte de bu işi yapamayacaklarını vurgulamakta, böylece Kur'an'ı koruma ve emniyet altına almaktadır.

Hal ve geleceği kapsayan bu hüküm, bu konudaki çabaların boşa çıkaca­ğını ve lüzumsuz yere zaman ve emek kaybı olacağını açıklamaktadır. Ger­çekte var olan bir varlığın mahiyetinden şüphe, insanı her şeyden şüphe et-

meye götürür ve doğruyu bulmasına engel olur. Özellikle de şüphe, bir kut­sal kitapla ilgili ise, netice, cehenneme götürür. Ayette insanı daha iyiye, gü­zele ve gerçeği araştırmaya götüren metodik şüphecilik değil, gerçeği inkara götüren şüphe reddedilmektedir.

Ayetin son kısmı, O zaman, kâfirler için hazırlanan, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının şeklindedir. Burada yer alan ateş kavramı, Tah-rim/6'da da geçmektedir. Bu ayeti şu şekilde anlayabiliriz: Şüphe insana bir cehennem hazırlar. Bu şüphe cehennemi, başkalarının etkisinden oluşabilir. Ya da, bu şüpheyle 'taş' denen, katılaşmış kalp meydana gelebilir. Böylece 'taş' ile 'insan' aynı anda ateşin yakıtı olmaktadır. Fahruddîn Râzî bu müna­sebeti, ('taş' ile 'insan' ilişkisini) izah ederken şu ayeti delil getirmektedir:

Kesinlikle sizler ve Allah'tan başka taptığınız şeyler, cehennemin yakıtısınız. [Enbiya/98]

O bu ayetin açıklamasında şöyle demektedir:

Kafirler, Allah'ı bırakıp taptıkları taşların şefaatlerine nail olacakları inancıyla o taştan putlara inandıkları için, Allah bu taşlan onların azap sebebi kılmış, onla­rı derin bir üzüntüye sevkedip bu üzüntüleri ile onları yapayalnız bırakmak için, bu taşlan onlann cehenneminin yakıtı yapmıştır.[110]

Fahruddîn Râzî'nin bu yorumunu kabul etmekle beraber, ayete başka bir bakış açısı getirebiliriz. "Şüphe, ateş, yakıt ve kâfir" kavramları, bu iki ayetin odak noktasını oluşturmaktadır. Bu kavramların arasındaki ilişkiyi iyi kur­mak lazımdır. Şüphe inkara götürebilir.

Şüphe ile inkar bir ateştir/cehennemdir. Cehennemdir, çünkü insanla Al­lah ve kutsal kitap arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır. Bu bağlan ke­since de küfür meydana gelmektedir. Şüphenin getirdiği inkar, insanın kal­bindeki iman ormanını yakıp kül ediyor ve orada cascavlak taşlar kalıyor; böylece kalp taşlaşıyor. Diğer taraftan bu şüphe ve inkar, topluma sirayet ederek toplumu tahrip ediyor.

Çocuk sobaya yaklaşınca, yetişkinler ona "Dokunma yanarsın" der. Yüce Allah da bu ayetlerinde, şüphenin getireceği inkarı yanan bir ateşe benzeti­yor ve bize, "Dokunma yanarsın" demek istiyor. Böylece ayette yer alan sakının emri, eğitimin caydırıcı özelliğini oluşturmaktadır. İnsana sadece iyi şeyleri anlatıp, öğreterek eğitim yapılamaz; ayrıca, sakındırma eğitiminin de yapılması gerekir. Kötülüklerin neler olduğunu, insanın iç alemini, dünyası­nı ve ahiretini cehenneme çevirecek olan düşünce, inanç ve davanışlan da öğretmek gerekir. [111]

 

Cennete Nasıl Gidilir?

 

25. İman edip yararlı iş üretenleri müjdele. Onlara altın­dan ırmaklar akan cennetler var. Kendilerine cennette bir meyve yedirildiğinde: 'Bu, daha önce de dünyada ye­diğimiz şeydir' diyecekler. Oysa bu, onların benzen ola­rak onlara verilecektir. Orada onların her türlü pislikten arınmış tertemiz zevceleri olacak ve orada sonsuza dek kalacaklardır.

Yüce Allah'ın Kur'an'da kullandığı metotlardan biri, cehennemin anıldığı bir ayetten hemen sonra, cenneti gündeme getirmesidir. Yüce Allah, Bakara suresinin biraz önce izahını yaptığımız 24. ayetindeki cehennemden sonra bu ayette cenneti ele almıştır. Başka bir ifadeyle, uyandan hemen sonra müjde vermektedir. Bazen müjdeden sonra uyarı yaptığı da olmaktadır, mesela Hz. Peygamber'in vasıflarını anlatan Ahzab/45-46'da, önce müjde verilmekte, ar­dından da uyan yapılmaktadır.

İnsanlann cehennem korkusu ile dinden tiksinmemeleri için, cehennemin geçtiği her ibarenin ardından cennetin zikredilmesi, bu kötümserliğin iyim­serliğe dönüşmesini temin etmek amacına yöneliktir. Çünkü dindeki ilahî

amaç, insanları yakmak değil, tam tersine onları mutluluğa götürmektir. Mut­lak mutluluk yeri cennettir. Cennete ulaştırmak, dinin amacı olabilir; ama ce­hennemde yakmak, dinin amacı olamaz ve değildir de. Bu nedenledir ki Yü­ce Allah, dinde asıl amaç olmayan cehhennem konusundan hemen sonra, di­nin amacı olan cennet konusunu işlemektedir.

Bakara/24 ayetinin sonu şöyle bitiyor:

(Cehennem kâfirler için hazırlanmıştır).

Âl-i İmran/133 ayetinin sonu da şöyledir:

(Cennet muttakiler için hazırlanmıştır).

Her iki ayetin ortak noktası, 'hazırlanmak' kavramıdır. Yüce Allah, "Ben hazırladım" demeyip fiili meçhul olarak kullanmaktadır. "Hazırlanmıştır" ifadesiyle, faili gizlenmiştir. Eğer fail Allah'ın kendisi olsaydı bunu söyleye­cekti. Bu nedenle cenneti veya cehennemi isteyen insandır. Diğer bir ifade ile insan, bu dünyada yaptıklarıyla ya cennetini veya cehennemini hazırlamak­tadır.

Ayette, İman edip yararlı işler yapanlara altından ırmaklar akan cennet­leri müjdele buyrulmaktadır. Demek ki iman ve iyi ameller insanı cennete götürmektedir. (İmanın ne olduğunu Bakara suresinin ilk ayetlerinde kısaca açıklamıştık. Aynı şekilde iyi amellerin bir kısmı da aynı ayetlerde geçmek­tedir. Kur'an'ın bütünü içinde "iyi ameller" çeşitli ayetlerde gündeme gele­cektir. Fakat bizim burada kısaca vereceğimiz bir ölçü vardır). İnsanı Allah'a yaklaştıran ve insanlığa fayda getiren, hayatı kolaylaştıran ve insanı mutlu­luğa götüren her eylem, 'iyi amel'in kapsamına girmektedir. İmanın görevi, iyi davranışı meydana getirmek ve o davranışa hayat vermektir. İyi davranış, yani yararlı işler imanın etkinliğinin göstergesi olmaktadır. İnsanın eylemle­ri, içindeki, yani gönlündeki imanının gücünü, derinliğini ve yoğunluğunu göstermektedir. Güçlü iman, daha faydalı amellere götürür. Onun içindir ki Yüce Allah, çoğunlukla, imandan hemen sonra, yararlı işleri gündeme getir­mektedir. İşte bu ayette de, imandan hemen sonra yararlı işler zikredilmekte, bunları yapanlar da son durak olarak cennetle müjdelenmektedir.

Burada sormamız gereken bir soru vardır: İman eden ve iyi ameller üre­ten insanın cennet müjdesine ihtiyacı var mıdır?

Bu sorunun cevabını insanın doğasından hareket ederek vermemiz mümkündür. Yüce Allah, insanın tabiatını kaderde planlarken, ona bir özellik koy­muştur. O da, insanın, karşılığı olmayan bir eylemi yapmamasıdır. Ödülü ol­mayan, karşılığı verilmeyen ve çıkar sağlamayan bir işi insana yaptırmak he­men hemen imkansızdır. Öyleyse inşam harekete geçirip bir iş yaptırabilmek için, onu motive etmek gerekiyor. İman etmek ve yararlı iş üretmesini sağla­mak için Yüce Allah cennet denen ödülü koymaktadır. Cenneti aşarak, sade­ce Allah için ibadet yapan insanlar çok azdır. Yapılan amele karşılık, Allah'ın rızasını istemek de bir beklentidir. Ama bu beklenti, cenneti beklemekten da­ha büyük bir erdemliliği ifade etmektedir. İnsan, iman ve amelinin gelişmiş­liği nisbetinde beklentisini daha yüce hedeflere doğru kullanacaktır. Cenneti umarak, onun müjdesini bekleyerek ve ona karşılık olarak amel üretmenin de yaratılışın bir gereği olduğuna işaret olsun diye Allah bu ayeti göndermiştir.

Bu ayeti insanlık alemine uyarladığımız zaman, şu prensibi yakalamamız mümkün olacaktır: Güvenilen ve yararlı iş üreten insanları ödüllendirmek gerekir. Ödüllendirilmeyen basanlar, zamanla solup giderler. Bir toplumun gelişimi, başarılı insanlarım ödüllendirmesine bağlıdır. Başarıyı ödüllendir­mek, ilahî bir sünnettir. Bu sünneti tatbik etmeyen toplumları Yüce Allah yü­celtmez. Çalışan, bir iş üreten ve bir başarıya hayat veren insanları itmek, on­ları kıskanmak ve onları ödüllendirmemek, Allah'ın sünnetine aykırı olduğu gibi, toplumun gelişimini engelleyeceği için de, bir zulümdür. Başarılı olan­ları ihmâl etmek, yeni bitmiş orman fidanlarını kesmek kadar büyük bir hak­sızlık ve büyük bir ihmaldir. Allah bu prensip ve bu eğitim uygulamasını bi­ze öğretmekte, iman ve amelin nasıl bir ödülle değerlendirileceğini anlat­maktadır.

Başarılı insanlar, ödüllendirilmek' ve takdir edilmelidir. Bu, onlar için iti­ci güç olacak ve onların daha başarılı işler üretmesine sebep olacaktır.

Yüce Allah'ın iman edip, yararlı işler üretenlere, ödül olarak vâdettiği cen­netin özellikleri nelerdir? Ayette bu özellikler şöyle sıralanmaktadır:

1. İçinden (altından) ırmaklar akmaktadır.

Dünyevî nimetlerin en önemlisi ve hayatın kaynağı olan su, ebedî hayat­taki cennetin nimetlerinden birini teşkil etmektedir. Dünyada susuz hayat ol­mayacağı gibi, ahirette de cennetin en önemli nimetinin su olacağı gerçeğine işaret edilmektedir. Dünyadaki su ile cennetteki suyun arasındaki fark, Muhammed/15 ayetine göre bozulmamasıdır. Demek ki, ahiretteki hayatta bu dünyadaki gibi bozulma ve kokma yoktur.

Dünyadaki iyi ameller, ahirette bozulmayan ve kokuşmayan ödüllere dö­nüşmektedir. "İyi amel" bozulmaz ve kokuşmaz olduğu için, geçici dünyayı ebedî dünyaya taşımaktadır.

2. Meyvelerle nzıklandınlacaklardır, sudan sonra en önemli ödül, meyve­dir.

Su insana hayat verirken, meyve zevkle yenilen bir nimettir. Yüce Allah'ın iki ödülü birlikte zikretmesi anlamlıdır. Cennetteki meyvelerin, bu dünyada-kilere benzemesi ilginçtir. Demek ki, bu dünyadaki nzıklar, cennettekilerin bir benzerini teşkil etmektedirler.

3. Tertemiz zevceleri olacak ifadesindeki temiz kavramı, her türlü pislik­ten arınmış manasına gelmektedir.

Dünyada gayr-i meşru cinsel ilişkiye girenler orada bu mükafaata ulaşa­mayacaklardır. Bu ödülün konması, insanları bu dünyada, cinsel balamdan ahlâklı yaşamaya teşvik etmek içindir.

Dünyada pisliğe bulaşmış bir kadın, cennette temiz olamaz. Burada nef­sine düşkün olan ve hayasızca bir hayat yaşayan erkek de orada, tertemiz eş­lere nail olamayacaktır. Bu durumda ayetin başında yer alan "iyi amel" kav­ramı, helal lokma yemeyi ve cinsel ahlâk bakımından temiz olmayı da içine almaktadır. Daha açık bir ifade ile rızık kavramı, bu dünyada helal lokmanın karşılığı; su ve temiz zevce de cinsel ahlâk bakımından temiz yaşamanın kar­şılığıdır.

4. Cennetteki hayat ebedîdir:

(Cennette ebedî olarak kalıcıdırlar) [Bakara/25] ifadesiyle Al­lah, iman edip iyi davranışta bulunanlara sonsuz bir cennet hayatı vaadet-mektedir. Demek ki, dünyada insanın yaptıkları, öteki alemdeki sonsuz haya­tın karşılığıdır. [112]

 

Allah Doğruyu Söyler:

 

26. Allah, bir sivrisineği hatta ondan daha küçük ve önemsiz bir şeyi örnek vermekten çekinmez. İnananlar, bu örneğin Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâ­firler ise, 'Allah bu örnekle ne demek istedi?' derler. 'Al­lah bu örnekle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğruya yöneltir; bu örnekle, fasıklardan başkasını saptırmaz.

Bu ayetin nüzul sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Şu ayetlere dikkat edildiğinde bu sebepler ortaya çıkacaktır:

Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Allah'tan başka tapınıp dilekte bulunduklarınız bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bir araya gelseler bile, sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar; yalvaran da güçsüz, yalva-nlan da! [Hac/73]

Kendilerine Allah'tan başka dost arayanlar, ağ örerek kendine ev yapan örümce­ğin durumuna benzer; oysa evlerin en zayıfı örümceğin evidir; bunu bir bilseler. [Ankebut/41]

Ayetlerde sinek, örümcek, karınca gibi küçük ve önemsiz varlıkların örnek verilmesini, müşrikler alaya aldılar. Bu örnekleri veren ilaha kulluk etmeyeceklerini ilan ettiler. Yüce Allah ise ısrarla bu tür varlıklardan ör­nekler vermektedir. Zira bir varlığın küçük olması, onun önemsiz ve gö-revsiz olduğunu ifade etmez. Bütün varlıkların bir yaratılış gayesi ve gö­revi vardır.

2. Diğer bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:

(Onların hali, ateş yakmış olan kimsenin durumuna ben­zer). [Bakara/17]

Ateş, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın örnek verilerek münafığın durumu­nun anlatılmasını hafife aldılar.[113] Onların hafife alışlarına ve alaycı tavırlarına karşılık Allah, Bakara/26-27 ayetleriyle konuya bir açıklık getirmektedir.

Bakara/26'daki önemli kavramları burada açıklamayı uygun buluyoruz:

Haya canlı olmak, gelişir olmak, bir şeyden utanmak, ateşi körükleyerek veya üfleyerek canlandırmak, bir yeri münbit kılmak, birine selam vermek, utanmak, çekinmek, tevazu, haya[114] manalarına gelir.

Bu ayetteki manası, çekinmek, utanmak ve haya etmektir. Haya Allah'a nisbet edilince, can vermek; insana izafe edildiğinde ise utanmak, çekinmek manasına gelir.

Haya, ahlâkın temelinde vardır. Utanma duygusu denen haya, insanı ayıpla­nacak bir davranıştan sakındıran güçtür. Haya perdesi yırtılmış kimse, her şeyi yapabilir. Haya, insanın karakterinin diri kalmasını temin eden bir duygudur.

Kur'an'da haya kavramı, Hz. Peygamber ve kadınla ilgili olarak yer al­maktadır. Ancak bu ayette Allah'a izafe edilen haya, utanma manasında de­ğil, çekinme anlamındadır. İnsan utanacak bir iş yapabilir veya utanma duy­gusu onu o çirkin işten alıkoyabilir. Fakat Allah, asla utanacak bir iş yapmaz ve ona böyle bir duygu da engel olamaz.

a) Hz. Peygamberin hayası:

Ahzab/ 53'de şöyle buyurulmaktadır:

Fakat, davet olunduğunuzda girin. Yemeği yediğiniz zaman dağılın. Sohbet için izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygamber'e eziyet vermek­tedir. O, sizden utanmaktadır).

Hz. Peygamber'in evine girip yemek yedikten hemen sonra dağılmamalan ve onun dinlenmesine müsaade etmemelerinin, yanlış bir davranış olduğu­nu anlatan bu ayet, aynı zamanda misafirlik âdabını da öğretmektedir. Misa­firlik adabında ev sahibinin, misafirlere 'çıkın dinleneceğim' diyememesinin altındaki duygunun haya olduğuna da işaret etmektedir.

Yanlışa yanlışla karşılık vermeyi önleyen temel duygulardan biri olan haya -sosyal statüsü ne olursa olsun- her insanda bulunur. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in arkadaşlarına karşı nasıl haya ettiğini bildirmekte, insan iliş­kilerinde hayanın yerini ve önemini vurgulamaktadır.

b) Kadının hayası:

Yüce Allah, kadının hayasına, Hz. Şuayb'ın kızını örnek vermektedir:

(Uzun zaman geçmeden, o iki kızdan biri haya içinde yürüyerek Musa'ya geldi). [Kasas/25]

Yabancı bir erkekle konuşan bir kadının tavrını anlatan bu ayet, kadının onurunun hayaya dayandığına dikkat çekmektedir. Haya, yürüme ve konuş­mada etkili bir duygu olduğu ölçüde, kadının şerefini, haysiyet ve onurunu korur. Erkek ve kadının haya duygulan, ahlâkı ayakta tutmaktadır.

Haya kavramı, can vermek, canlanmak manasına da gelir. Utanma ile can vermenin bir araya geldiği bu kavram, ahlâkın canı manasını da taşımakta­dır. Utanma duygusu, insan onurunu, haysiyetini, iffetini ve bütün ahlâkını canlı tutmaktadır. Bu ismi, bu işlevinden dolayı almıştır.

Haya insanı hayvandan ayıran temel duygulardan biridir. Hayvanın utan­ma duygusu yoktur. Öyleyse, utanmayan veya haya perdesi yırtılmış olanlar, hayvanlığa yaklaşmaktadırlar.

Hak: Var olan ve inkarı caiz olmayan, varlığı kesin olan şeydir. Dokusu sağlam olan elbise için kullanılır. Hak, Kur'an'da çeşitli kalıplarda kullanıl­mıştır. Fiil halinde kullanıldığında bir şeyin gerçekleşmesi anlamına gelir:

(Onlann iman etmeyeceğine da­ir Rabbinin fasıklar hakkındaki sözü böylece gerçekleşti).  [Yu­nus/33][115]

Hak yolundan çıkmak, günah işlemek, bir şeyi kabuğundan ayırmak, isyan, zina manalarına gelen bu fasık kavramı, başka ayetlerde de geçmekte­dir. Ancak, Bakara/27'de fasığın şu özelliklerini topluca bulmaktayız:

a) Allah'a verdiği sözde durmamak,

b) Allah'ın emrettiği ilişkileri kesmek,

c) Yeryüzünde bozgunculuk yapmak,

d) Manen iflas etmek.

Şimdi Bakara/26'dan çıkarabileceğimiz ilkeleri ele alabiliriz:

1. Bir şeyi öğretirken, örneklerden yararlanmak.

Çok önemli bir konu anlatılırken, basit, önemsiz ve küçük şeylerden ör­nekler verilebilir. Mesela, Kur'an-ı Kerim'in, Allah'a şirk koşulamayacağını açıklarken, sineği [Hac/73], münafıkların durumunu anlatırken, ateş, şimşek, yıldırım gibi tabiat olaylarını örnek vermesi [Bakara/17, 19-20], hak ile batı­lın ne olduğunu açıklarken sel, köpük ve kıymetli maden eşyalarını misâl göstermesi [Ra'd/17], Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumunu örüm­cekle açıklaması [Ankebut/41] gibi.

Dikkat edilirse, bir tabiat olayını veya bir canlıyı, manevî olgular için ör­nek getiren Yüce Allah, insanlara konulan açıklarken hem nasıl örnek veri­leceğini ve hem de tabiatın öğretimde kullanılabileceğini öğretmektedir. Şir­ke sapan ve manevî yapılarını iki yüzlü davranışlarla kirleten insanların ne kadar küçüldüklerini onlara küçük canlıların durumunu örnek göstererek an­latmak, ilahî bir metottur.

Tabiattaki canlıların ve olayların yapısından ve işleyiş tarzından hareket ederek, manevî konuları açıklamak en etkili yollardan biridir. İşte Allah bu ayetinde, bu örneklemeyi alaya alanlara bunun yanlış olduğunu anlatmakta ve onların ruh halini açıklamaktadır.

Sözgelimi bir sinek veya daha küçük ve önemsiz bir şeyin misal verilme­si o kadar önemli değildir. Önemli olan, verilen örneğin, insanın ruh halini anlatan konuya denk düşmesi ve onun olumlu veya olumsuz yönünü göste-rebilmesidir. Bakara/26 ayeti, bu örneklemenin hem önemini ve hem de bi­çimini dile getirmekte ve bunun ilahî bir öğretim usûlü olduğunu beyan et­mektedir. Biz buna, tabiat kanunlarından hareketle, psikolojik oluşumların açıklanması, isbat edilmesi ve yorumlanması diyebiliriz.

2. Verilen örneğe insanlar, inançlarına göre tepki gösterirler.

(İman edenler, bu­nun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, 'Allah bu örnek ile ne demek istiyor?' diye sorarlar). [Bakara/26]

İnsanların, kendilerine anlatılan bir konuya gösterdikleri tepkinin arka planında inançlarının yer aldığını anlatan bu ayet, önemli bir psikolojik olgu­yu dile getirmektedir. Deyim yerinde ise bir davranış psikolojisi öğretimi yapmaktadır. Hak/gerçeğe ve doğruya, ancak bilgi ve iman ile ulaşılabilece­ğine dikkat çeken bu ayet, bilmenin imana, imanın da bilmeye sebep olaca­ğına işaret etmektedir. İman eden hakkı bilir; hakkı bilen iman eder. Buna gö­re, Yüce Allah'ın verdiği örneğin hak olduğunu bilenlerin, ancak O'na iman edecekleri, açıkça ifade edilmiş olmaktadır.

İnanmayan insanlar, anlatılanlar hakk bile olsa, ona menfî tavır takınacak­lar ve olumsuz tepki göstereceklerdir. Onların bu olumsuz tepkileri, tamamen inançlarından kaynaklanmaktadır. Öyle ise, inanmak ve bilmek, konuların anlaşılması için alt yapıyı oluşturmaktadır. Kalbi ve beyni anlatılana açık ol­mayan insanlar hakikati idrâk edemezler. Yüce Allah bu açıklamasıyla, her­kesin aynı derecede eğitimden istifade edemiyeceğini insanlara öğretmekte­dir. İnsanı geliştirme ve şekillendirmede en büyük engel, olumsuz bir özellik taşıyan inancını, tepkisinde kullanmasıdır. Böylece olumsuz inanç, olumsuz tepkiye, olumlu inanç da olumlu tepkiye neden olmaktadır.

3. Yüce Allah'ın kuluna takındığı tavır, kulun bilgi ve inancına göredir:

(Allah bu misâl ile birçoğunu şa­şırtır, birçoğunu da doğru yola yöneltir; ancak bunlarla fasıklan şaşır­tır). [Bakara/26]

Yüce Allah müşriklerle münafıkların durumunu bir örnekle anlatarak, bu örneklemenin ifade ettiği gerçeği gören insanı doğru yola götürecek, o ger­çeği anlamayan ve ona menfî bir tavır takınanları da yoldan çıkaracaktır. De­mek ki Allah'ın yola getirmesi ile yoldan çıkartmasına sebep olan şey, kulun hakikate veya ilahî öğretiye karşı takındığı tavırdır. Yoksa, Allah durup du­rurken, kulunu yoldan çıkartmaz, aksi takdirde zâlim olurdu. Kulun düşün­cesi, davranışı, irade ve niyeti hangi doğrultuda tecellî ederse, Allah'ın ona olan muamelesi de o yönde tecelli etmektedir. [116]

 

Fasıgın Özellikleri:

 

27. O fasıklar ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra söz­lerinden dönerler, Allah'ın emrettiği ilişkileri keser ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Onlar manen iflâs etmiş kimselerdir.

Bu ayette Yüce Allah insanın yoldan çıkmasına sebep olan davranışları sı­ralamaktadır. Yüce Allah, fasığın vasıflarını beyan etmekle, hem insanın ta­biatına dikkati çekmekte ve hem de fâsığın davranışlarından tiksindirerek bu rür davranışlardan kaçınılmasını emretmektedir. Diğer taraftan bu tip insan­ların, sosyal hayata verdikleri zararı göstermekte ve toplumsal hayatın den­gesini bozanlara fasık sıfatı vererek onları ifşa etmektedir. Demek ki fasık in­san, bir taraftan inanmıyor, diğer taraftan hakikati anlamayıp tepki gösteri­yor; ayrıca devamlı kötü davranış üretiyor. Böylece yanlış inanç, yanlış tep­ki ve yanlış davranış, insanın yoldan çıkartılmasının sebeplerini oluşturmak­tadır. Eğer kul, kendi davranışlarının sorgulamasını yaparsa, yoldan çıkışının sebebini Allah'a bağlamayacaktır.

Daha önce, maddeler halinde sıraladığımız fasığın özelliklerini, şimdi ge­niş bir şekilde açıklayabiliriz:

1. Fasık dönektir:

 (O fasıklar ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler). [Bakara/27]

Allah'a hangi söz verilir de, sonra bundan nasıl dönülür?

a) Bu sorunun cevabını, öncelikle A'raf/172'de bulmaktayız:

Rabbin Âdemoğullan'nın bellerinden zürriyetlerini çıkarıp, onlan kendi kendi­lerine şahit tutmuş ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu. Onlar, "Evet, Rabbimiz olduğuna şahidiz" diye cevap vermişlerdi. [A'raf/172]

Geleneksel anlayışta, Yüce Allah'ın bu soruyu ruhlar aleminde sorduğu söylenir. Yüce Allah, ruhları çağırmış ve onlara, Ben sizin Rabbiniz değil mi­yim? demiş, ruhlar da Evet sen bizim Rabbimizsin diye cevap vermişlerdir. Buna "Bezmi elest" veya "Elest bezmi" denmektedir.

Ayetin ilk bölümünü ele aldığımızda, olayın böyle gerçekleşmediği görü­lecektir. Ayetin birinci bölümünde "Âdemoğulları'nın bellerinden zürriyetle-rini çıkarınca" ifadesi yer almaktadır. Demek ki olay, ruhlar aleminde değil, insan yaratıldıktan sonra cereyan etmektedir. "Bellerinden" ifadesi spermi ve yumurtanın meydana gelip döllenmesini, "zürriyet" kavramı da, insanın an­ne karnında yaratıldığını göstermektedir. Sperm ve yumurtanın döllenip in­sanın anne karnında yaratılma olayından sonra, "elest bezmi" denen sorunun sorulduğu, ayette net bir şekilde anlatılmaktadır. Öyleyse, "elest bezmi" bir anda ve yaratılmadan önce olmuş bitmiş bir olgu değildir. Devam eden bir süreçtir. Annelerin karnında yaratılan her çocuğun ruhuna bu soru sorulmak­ta ve cevaplar alınarak antlaşma yapılmaktadır. O halde, bu "elest bezmi", ya da antlaşma, neyi ifade etmektedir? Bunu, insanlara nasıl anlatırız?   .

Yüce Allah insanı yaratmadan önce, onun nasıl bir biyolojik ve psikolo­jik yapıya sahip olacağını planlamıştır. Bu planlamaya biz kader diyoruz. Bi­yolojik organlarının neler olacağını ve yapılarının nasıl ve nereye yerleştiri­leceklerini, aralarındaki bağlantıların nasıl kurulacağını ve nasıl çalışacakla­rını, Allah, kader denen planlamasında belirlemiştir. Diğer taraftan, insanın psikolojik yapısını, yani manevî alemini hangi özelliklerle donatacağını da kanunlaştırmıştır. Zihin, gönül ve nefis boyutlarıyla insanın, hangi kabiliyet, kapasite, istek ve içgüdülere sahip olacağını, ta o zaman tesbit etmiştir. Bü-s tün bu özelliklerin içinde bir tanesi vardır ki, şu andaki konumuzu ilgilendir­mektedir; o da "inanç duygusu"dur. İşte Yüce Allah, insanın yapısını planlar­ken, onun iç alemine, yani psikolojik yapısına "inanç duygusu"nu yerleştir­miştir. Başka bir ifadeyle, insanın ruhunu Allah'ı bulacak şekilde programla­mıştır.

Anne karnında yaratılan çocuğa, yukarıda nakledildiği şekilde, sorulan soru ve alınan cevap, aslında çocuğun ruhunun inanç duygusu ile program-lanmasıdır. Bu programlanmaya "elest bezmi" denmektedir. Bir bakıma bu, Yüce Allah'ın insan ruhu ile bir antlaşma yapması demektir. Bu antlaşma, in­sanın ruhuna enjekte edildiği için, Bakara/27'de, Antlaşmayı belgelendirdikten sonra ifadesi ile takdim edilmektedir. "Allah'a verilen söz", ruhun Allah'ı kabul etmesi için hazırlanması, programlanması ve tevhid inancını kabul edecek şekilde yönlendirilmesidir.

İnsan yavrusu dünyaya geldikten sonra, eğitim vasıtasıyla, bu inanç duy­gusu geliştirilir ve gerçek mecrama sokulur. Bu bir bakıma, antlaşmanın ye­rme getirilmesidir. Ama, insan yavrusu eğitilirken, onun ruhuna daha önce verleştirilen inanç duygusu normal akışından saptınlırsa ve ona tevhid inan­cının dışında bir inanç kabul ettirilirse, antlaşma bozulmuş olacaktır. Bir ba­kıma bilgisayarın programını bozan virüs gibi, yanlış eğitim de, o insanın inanç duygusunun virüsü olacaktır.

İşte fasık, Allah'a elest bezminde verdiği sözü bozan, yani ruhundaki tevhid inancının programını tahrip eden bir insandır. Bu insana Allah ne an­latırsa anlatsın, olumsuz tepki göstermekte ve küfrünü davranış haline getir­mektedir. İlahî öğretilere gösterdiği olumsuz tepki, onun ruhundaki progra­mın bozulduğunu ifade etmektedir. Ruhunu, tabii akışından çıkarıp, zorlama­larla başka alanlara doğru akıtmak ve onu tevhid inancından uzaklara götür­mek, Allah ile yapılan antlaşmayı bozmak demektir. Çünkü insan ruhu Al­lah'a aşıktır, O'na doğru koşmayı en büyük amel olarak kabul etmektedir. Onun bu amelini engellemek, fasıklığın ta kendisi olmaktadır.

b) Allah'a verilen sözün ne olduğu meselesini, Fâtır/42 ayetiyle de cevap­landırmamız mümkündür:

Bütün güçleriyle yemin ettiler ki, kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir ümmetten daha iyi olacaklar; ama uyarıcı kendilerine gelince, onların nefretle­rinden başka bir şeylerini artırmadı. [Fâtır/42]

Peygamberimiz'in gelmesinden önce müşrikler, kendi kavimlerinden gön­derilmediği için hristiyan ve yahudilerin peygamberlerine inanmadıklarını; ama kendi içlerinden peygamber gönderildiği takdirde ona tâbi olacaklarını, diğer ümmetlerden daha iyi olacaklarını söyleyip yemin ettiler. Yüce Allah, onların bu yeminlerini Kendisine verilmiş bir söz ve yapılmış bir antlaşma olarak kabul etmektedir. Onların bu sözlerine karşı, onlara uyarıcı olarak Hz. Muhammed'i gönderdi ve onlar bu sefer daha da azdılar ve inkara daldılar. Bakara/27'de yer alan Fasıklar, Allah'a verdikleri kesin sözden sonra sözle­rinden dönerler ifadesi ile o kimseler kastedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle

Kureyş, kitap ehlinin peygamberlerini yalanladıklarını işitmişler ve şöyle de­mişlerdi:

Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin, eğer bize bir peygamber gelseydi, her­halde biz ümmetlerin her birinden daha çok doğru yola giderdik.[117]

İşte Yüce Allah, onların sözlerinde durmasını istiyor ve durmayanların ha­lini fasıklıkla nitelendiriyor.

Bu süreç, sadece Peygamberimiz'in döneminde olmuş bitmiş bir olgu de­ğildir. Fâtır/42 ile Bakara/27 ayetini bir araya getirip günümüze ve gelecek asırlara uyarladığımız zaman şu ilkeye ulaşmamız mümkün olacaktır: Bir in­sanın diğer bir insanla; bir grubun diğer bir grupla veya bir milletin diğer bir milletle yaptığı antlaşma ve birbirlerine verdiği sözler, aynı zamanda Allah'a verilmiş olmaktadır. Nitekim, Fâtır/42'de müşriklerin ettikleri yemin ve ver­dikleri söz kitap ehline idi. Ama Allah, bunu kendisine verilmiş bir söz ola­rak kabul etti ve uyarıcısını gönderdi.

Bunun başka bir delili, Mücadele/7 ayetidir:

Gizli konuşan üç kişinin dördüncüsü Allah'tır. Konuşan beş kişinin altıncısı Al­lah'tır. Bundan daha çok veya daha az kişi, nerede olursa olsunlar, Allah onlar­la beraberdir. [Mücadele/7]

İnsanlar arasında hangi ölçekte olursa olsun, yapılan antlaşmaları Allah önemsemekte ve onlara aykırı hareket edenleri kendisine karşı hareket etmiş gibi kabul etmektedir. Başka bir ifadeyle, kulun kula verdiği söz ve yaptığı antlaşma, Allah'a verilmiş ve Allah ile yapılmış bir antlaşma olarak kabul edilmektedir.

Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca ve malca daha çoktur diye yeminleri­nizi aranızda bir hile ve fesat konusu edinerek, ipliğini kuvvetlice örüp, sonra söken kadın gibi olmayın. Allah, sizi bununla sadece denemektedir. İhtilafa düş­müş olduğunuz şeyleri, kıyamet günü size açıklayacakta [Nahl/92]

Böylece, insanlar arasında yapılan antlaşmaların Allah tarafından önem­sendiğini ve onların ahirete uzandığını ve onları bozmanın büyük günah ol­duğunu açıklamaktadır. Yaptığı antlaşmayı bozan insan fasıktır ve cezalandı­rılacaktır.

(Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri ke­serler). [Bakara/227]

Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyler neler olabilir? Bu sorunun ce­vabını birkaç boyuttan vermemiz mümkündür: [118]

 

Psikolojik Boyut:

 

İnsanın iç aleminde, zihin, gönül ve nefis denen önemli merkezler yer al­maktadır. Yüce Allah, eğitimiyle, yani Kur'an'la bu merkezleri birleştirmek istemektedir. Zihnin, gönül ve nefsin birleşmesi insanın iç aleminde denge­nin kurulması demektir. İnsanın duygu, heyecan, inanç, arzu ve zihin açısın­dan bir bütün olarak eğitilmesi gerekir. İnsanın manevî özelliklerinden birini ihmâl edip diğerlerini geliştirmek, o özelliğin ötekilerinden koparılması de­mektir. Bu da insana yapılan en büyük haksızlıktır.

İnsan bunu kendi kendine yaptığında, kendisine; diğer insanlara yaptığın­da, başkasına zulmetmiş olur. İnsanın iç alemindeki bu kopuş ve dengesizlik başka kopuşlara götürür. [119]

 

İlahî Boyut:

 

Yüce Allah kulunun kendisi ile bitişmesini, kendi ipine sımsıkı sarılması­nı, (Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın!) [Âl-i İmran/103] ayeti ile emretmektedir. Bu ayetteki ip kavramı, öncelikle Kur'an'ı, sonra da aklı ifade etmektedir. Akıl ile Kur'an, ilahî alemden beşerî aleme gelen ipler­dir. Onlar, beşerî alemi, ilahî aleme, başka bir ifadeyle, insanı Allah'a bağla­maktadırlar.

Psikolojik bitişmeyi oluşturanlar, ilahî bitişmeyi de rahatlıkla tesis etmek­tedirler. Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyler, bu ilahî boyutla da açık­lanabilir. [120]

 

Siyasî Ve Sosyal Boyut:

 

Yüce Allah'ın bitişmesini emrettiği ve çok önemsediği ilişkiler, sosyal ha­yatta insanların akrabalık bağlan ve sevgi ile kaynaşmalarıdır. Bu meseleyi, siyasetin ana ilkesi ve amacı haline de getirmektedir. Ana-babalarla çocuklar arasındaki bağların sağlam kalması ve kopmaması; akrabalık bağlarının de­vam etmesi ve insanlar arasındaki sevginin kalpleri kaynaştırması, Kur'an'in temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Yüce Allah, siyasette de bu bağlara dikkat edilmesini ve onların kopanlmamasını istemektedir.

Demek ki, iktidan elde etseydiniz, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağ­larını kesecektiniz, öyle mi? [Muhammed/22]

İktidarı ele alanlar, toplumu meydana getiren bağları sağlam tutmalı, on­ların kopmasına meydan vermemelidirler. Bunu yapamayacak durumda olanlar iktidara talip olmamalıdırlar. Bu da kültürün oluşturduğu manevî bü­tünleşmenin şartıdır.

Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirenler, Ra'd/19-21'de, gerçeği anlayan, düşünen akıl sahipleri olarak takdîm edilmektedirler. Demek ki ak­lını kullanan milletler, bu akılla toplumsal bütünlüğü sağlayarak yaşama hak­kını elde ederler.

3. Fasığm üçüncü özelliği, toplumda bozgunculuk yapmaktır: (Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar). [Bakara/27]

Fasıklar toplumda bozgunculuk çıkarır. Devletleri ele geçirdiklerinde ise dünyayı karıştırırlar. Böylece fasık, hem ruh haletini ve hem de kötü davra­nışlarını diğer insanlara bulaştırmış olur.

Fasık, bu manevî hastalığını topluma nasıl bulaştırır? Şöyle: İnsanları iba­det yapmaktan alıkoyar, ilahî öğretiye menfî tavır takınır, antlaşmaları bozar, akrabalık bağlarını koparır ve dinin hükümlerini değiştirmeye çalışır.

Mesela Firavun, Hz. Musa'dan bahsederken şöyle demektedir:

(Ben, onun sizin dininizi değiştirme­sinden veya yeryüzünde fesat çıkartmasından korkuyorum). [Mü'min/26]

Demek ki kötüler, onları yanlışlarla beraber yaşamaktan uzaklaştırmaya çalışanları; bidat uykusundan ve şirkten uyanmalarım isteyenleri fesatçılıkla nitelendirebilirler. Çünkü onlar, yanlış inanç, fikir ve davranışlarıyla bir zih­niyet dünyası kurmuşlardır. Kim bu dünyanın yapısını değiştirmeye kalkarsa onu bozgunculuk (fesat) çıkarmakla suçlarlar. Bir yerde herkesin burnu akı­yorsa ve oraya burnu akmayan biri gelirse, burnun akmaması anormal görü­lür. Bir yerde bütün kadınlar yoldan çıkmış ise, aralarına namuslu bir kadı­nın girmesiyle hem rahatsız olurlar, hem de onu anormal karşılarlar. Bu sos­yolojik gerçekten hareketle diyebiliriz ki, kendisini şirkten uyandırmaya çalışan Hz. Musa'yı Firavun, bozgunculuk çıkartmakla suçlamıştır. Şirkle iç içe yaşayan bir toplum, tevhid inancını anormal görecek ve o inancı taşıyana ve­ya o inanca davet edene de fesatçı damgasını vuracaktır.

4.  Ekonomik bakımdan maddî servetini, değerlerini kaybeden insan iflâs etmiştir:

(Onlar manen iflas edenlerdir).

Allah'ın emirlerine menfî tepki göstermek, inkar etmek, antlaşmalara sadık kalmamak, akrabalık bağlarını kesmek ve yeryüzünde bozgunculuk çıkar­mak manen iflastır. Yukarıdaki davranışların tamamını olumlu manada yeri­ne getirmek, yani onların tam tersini yapmak büyük bir manevî hazinedir.

Şimdi Kur'an'daki diğer ayetlerde yer alan fasığın özelliklerini ele alabiliriz.

5. Yalan haber taşır.

Ey iman edenler! Size fasığın biri bir haber getirirse, o haberi iyice araştırın). [Hucurât/6]

Fasık insan, toplumdaki bozgunculuğunu yalan haber taşıyarak gerçekleş­tirir ve toplumda fert ve grupların birbirine yanlış muamelede bulunmasın­dan zevk duyar. İnsanların birbirlerine, ileride pişman olacakları bir tarzda davranmaları, fasık insanın ruh gıdasıdır. İnsanların birlik beraberlik içinde ve sevecen bir şekilde yaşamaları fasığı çok rahatsız eder. Toplumsal bütün­lüğü ve kardeşliği temin eden ve devam ettiren bütün değerler onu rahatsız eder ve o değerleri düşman ilan eder.

6. Müfteridir:

 (İffetli kadınlara zina iftirasında bulunup da, bunu dört şahit ile isbatlayamayanlara seksen değnek vurun ve bir daha asla onların şahitliğini kabul etme­yin; onlar fasıklann ta kendileridir). [Nur/4]

Fasık, iflas etmiştir; çünkü kendisinden, hakların yerini bulmasını temin eden erdemli bir görev (şahitlik) kabul edilmemektedir. İffetli kadına iftira edip, onun ?nuru ile oynamak zinaya hemen hemen denk bir günahtır. Çünkü zina edene yüz ieğnek; iftira edene seksen değnek ceza verilir. Zina eden kişi bu cezadan sonra şahitlik yapabilir ama, iftira edenin şahitliği ebediyyen kabul edilmez. Böylece if-:a/fasıklık; zânilikten daha kötü bir amel olarak takdim edilmektedir.

7. Allah'ı unutur:

(Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar fasıkla-rın ta kendileridir). [Haşr/19]

Fasık, Allah'ı unutur; Allah da kendisini kendisine unutturur. Böylece o, hem Allah'ı hem de kendisini unutan tuhaf bir yaratık halini alır.

Yaratanını, sonra da kendini unutmak kadar kötü bir gönül ve davranış ola­bilir mi? Yüce Allah, inananlardan, bu insanlar gibi olmamalarını istemektedir.

8. Katı kalplidirler.

Fasıkların diğer bir özelliği de katı kalpli olmalarıdır:

İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen gerçe­ğe saygı duysun ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış ve çoğu da fasık olan kimseler gibi ol­masınlar. [Hadid/16] Bu insanların gönül boyutu yoktur.

Yüce Allah, burada, inananlara fasıklara benzememelerini öğütlemekte ve emretmektedir. Müslüman, Allah'a ve O'nun indirdiği kitaba saygı duyar ve onlara karşı kalbi yumuşaktır. Halbuki fasık, aradan bir zaman geçtikten son­ra gerçeğe karşı kalbi katılaşır ve saygı duymaz hale gelir. İleride fasık kav­ramının geçeceği ayetleri kendi muhtevaları içinde ele alacak ve yorumlaya­cağız. Ama biz burada, fasığın temel özelliklerini vermeye çalıştık. İlahî öğ­retiye menfî tepki gösterenlerin nasıl bir ruh yapısına, şahsiyete ve davranış biçimine sahip olduklarını Kur'an'ın rehberliğinde açıklamaya çalıştık. Yüce Allah'ın sıraladığı bu özellikler, bizlere ne kazandıracaktır? Öncelikle, bu şe­kilde davranan insanları tanımış ve davranışlarının arkasındaki psikolojik ne­denlerin analizini yapmış olacağız. Bütün bunlar, din eğitimcilerinin karşıla­şacakları tepkilere soğukkanlılıkla mukabele etmeleri ve bu konuda karam­sarlığa düşmemeleri konusunda bize önemli bir eğitim ilkesini öğretmekte­dir. Aynı şekilde sosyolojik değerlendirme ve analizlere açılım sağlamakta, siyasî erki elinde tutanlara veya o erki elde etmeye çalışanlara, ödün verilme­mesi gereken temel değerlerden biri olan insan ilişkilerindeki bağların kopa­rılmasının, ne kadar acı neticeler doğuracağını hatırlatmaktadır. Böyle kim­selere halkın idaresi teslim edilemez. [121]

 

Yaratıcı İnkar Edilemez:

 

28-29. Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz? Siz yokken, sizi var etti. Sonra sizi öldürecek ve sonra tekrar diriltecek. Sonunda O'na döndürüleceksiniz. Allah, yerde olanların hepsini sizin için ya­rattı, sonra iradesini göğe yöneltip onları yedi gök olarak dü­zenledi; O, her şeyi bilendir.

Allah ayette, kendi öğretilerine karşı çıkan ve olumsuz bir tepki gösteren fasık denen kâfirleri eğitmek için bazı bilgi ve oluşumları gündeme getir­mektedir. Bu ayette Allah yaratma faaliyetini, yakından uzağa metodu ile an­latmaktadır. Önce insanın kendisini, sonra yerdeki olayları, daha sonra da gökleri yarattığını hatırlatmakta ve böylece kevni olaylar hakkında tefekkür etmeyi öğretmektedir.

a. (Siz yoktunuz).[122]

 Mülk/2'de şöyle geçmektedir:

(Allah ölümü ve hayatı, hangini­zin daha güzel davranacağını denemek için yarattı. O, güçlüdür ve ba­ğışlayıcıdır).

Bu ayette de, önce ölümü sonra hayatı yarattığı ifade edilmektedir. Halbuki önce hayat sonra ölüm olması gerekirdi. Öyleyse buradaki ölüm'e 'yokluk', hayata da 'varlık' manalarını verebiliriz.

b. (Sizi var etti). [Bakara/28]

Allah'ın, yokluktan varlığa getirmesi insanın çok aciz kaldığı ve asla ya­pamayacağı bir şey olduğu için, O'nun öğretilerine menfî tepkide bulunmak çok büyük bir hatadır. Yokluktan varlık alemine gelme olgusu, aslında insa­nın araştırması ve onu hayrete düşürüp imana götürmesi gereken bir olgudur. Çünkü insanı en aciz bırakan husus, Allah'ın yaratma sıfatıdır.

c. (Sonra sizi öldürecek). [Bakara/28]

Buradai mevt kavramı yokluk değil, ölümdür; var olanın ölümü.

d. (Sonra sizi diriltecek).

Bu diriliş veya var ediş, ahirette gerçekleşecektir.

Bütün bu izahlar gösteriyor ki, ölen insanın ruhunun başka birine girip tek­rar dünyaya gelmesi diye bir şey yoktur. Öldükten sonra tekrar bu dünyada ya­ratılma olayları olmuştur. Ama ölen insanın ruhu yine kendisine verilmektedir, başkasına değil. Bakara/259'da bunu bulmamız mümkündür:

Yahut şu kimse gibisiniz ki, duvarları çatılan üstüne yığılmış ıssız bir kasabaya uğramıştı. "Allah, bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?" demişti. Allah kendisini öldürüp yüz sene sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi. "Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldım" dedi. Allah, "Hayır" dedi, "yüz yıl kaldın, yi­yecek ve içeceğine bak, bozulmamış, eşeğine bak, seni insanlar için bir ibret kı­lalım diye böyle yaptık. Kemiklere bak, nasıl onları birbirinin üstüne koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz". Bu işler, açıkça ona belli olunca Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum" dedi.

Bu olay istisna olarak gerçekleşmiştir. Ama dikkat edilirse, ölen insanın kendisi yüzyıl sonra tekrar yaratılmıştır. Önceki ruhu, aynen kendisine veril­miştir. Eşeği de öldükten sonra tekrar yaratılmıştır. Başka bir ayette, ölüm­den sonra toplu halde dirilmekten bahsedilmektedir:

Sayıları binlere vardığı halde, ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları gör­medin mi? Allah onlara 'ölün' dedi de, sonra onlan yeniden diriltti. [Bakara/243]

Demek ki binlerce kişi toplu halde ölüyor ve tekrar bu dinliyor. Bu diriliş, reen-kamasyon değildir. Dinlen yine aynı vücuttur. Dirilen bu insanlar, daha önceki ha­yatlarını hatırlayabilirler. Bu, onların eski ruhlarına kavuştuklarını ifade etmektedir.

Başka bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

(Ölümünüzün arkasından, sizi yeniden dirilttik). [Bakara/56]

Buradaki ölüm ve yeniden diriltme olayı bu dünyada gerçekleşmektedir. Ashâb-ı Kehf de aynı olgunun bir uzantısıdır.

e. (Sonra O'na döndürüleceksiniz). [Bakara/28]

İnsan bu dünyada gurbettedir. Ruh daima sıla hasretini çekmektedir. Ölüm olgusu, ruhun gurbetten kurtulup sılasına, yani Rabbine dönüşüdür.

Ruhumuz, Allah'tan geldiği için tekrar O'na dönecektir. Bu ayet, insana nasıl yaratıldığını öğreterek, sonunun ne olacağının bilgisini de vermektedir. Ölüm, bir yokluk değildir; tam tersine ebedî hayata bir geçiştir. Anne karnın­dan bu dünyaya geliş ne ise, bu dünyadan ahirete geçiş de odur. Birincisinde ruh bedende; ikincisinde ise, ruh bedenden ayrılıyor, sonra tekrar birleşiyor. Bu oluşumların bilgisine sahip olan insanın Allah'ı inkar etmesi ve O'nun öğ­retilerine karşı çıkması imkansızdır.

Hira mağarasında gelen ilk ayetler, Yaratan Rabbinin ismi ile oku diye baş­lamaktadır. Okunması gereken ilk kitap ve öğrenilmesi zorunlu olan ilk konu ya­ratılıştır. Yaratılış olgusu, insan aklını Allah'a götüren en büyük delildir. Onun için Allah, kendisini inkar edip, öğretilerine karşı çıkanları yermektedir.

Yeryüzündeki her şeyi bizim için yaratan Allah, daha önce belirttiğimiz gibi, insanı yaratmadan önce, tüm yeryüzünün varlık ve kanunlarını onun ya­şayabileceği bir tarzda düzenlemiş ve onun hizmetine sunmuştur. Demek ki, yeryüzünde var olan her şey insan uğruna yaratılmıştır.

f. (Sonra iradesini göğe yöneltip, onları yedi gök olarak düzenledi; O, her şeyi bilendir). [Bakara/29]

Göksel cisim ve varlıklar yerdekilerden sonra yaratılmıştır. Gökleri, yedi kat olarak düzenlediğini söyleyen Allah, o katların araştırılması konusunda program tesbit etmektedir.

Bakara/28-29 ayetleri öğretim programlarını da vermektedir. Hem insanın yara­tılışını inceleyen biyolojinin, hem de yer-gök bilimlerinin öğretim programında yer almasına işaret etmektedir. Biyoloji, yer-gök bilimleri, insanı hidayete sevketmek-te, insanı inkardan uzaklaştırmakta ve tevhidi kabulünü kolaylaştırmaktadır.

Diğer taraftan bu ayetler şuna da dikkat çekmektedir: İnsanın, yerin ve göğün yaratılışı, bir bilgi işidir. Her şeyi bilen Allah, onları yaratmış ve dü­zenlemiştir. Allah, bilgi ile yaratma arasında bir ilgi kurmaktadır. Bilmeyen insanların hiçbir şey icat edemeyeceklerini, hiçbir şey üretemeyeceklerini; bilen insanların ise yeni şeyler yapabileceklerini söyleyebiliriz. [123]

 

İlk İnsan Ve Yaratılışı:

 

30. Rabbin Meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yarata­cağım" dediği vakit melekler, "Biz seni överek yüceltip dururken, orada fesat çıkaracak, kan dökecek bir şahıs mı yaratacaksın?" dediler. Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bi­lirim" buyurdu.

Ayette geçen kavramların açıklamasına dayanarak şu ilkeleri çıkarmamız mümkündür: [124]

 

Ceale Fiili Hakkında:

 

(ce'ale) fiili ve 'yapmak' manasına gelen  “Feale” ile “Sanea” fiilleri de kapsa­yan bir kavramdır. Kur'an'da geçtiği şekilleriyle manaları şunlardır:

1. Bir halden diğerine intikal etmek, yapmaya başlamak.

2. Yaratmak, yoktan var etmek:

(ışığı yarattı). [En'âm/1]

(Sizin için kulak, gözler ve gönüller yarattı). [Secde/9]

3. Bir şeyi bir şeyden çıkarıp icat etmek:

(Size kendi nevinizden eşler çıkardı). [Şura/11]

4. Bir şeyi bir halden diğer bir hale intikal ettirmek:

(Allah sizin için yeri döşek yaptı). [Bakara/22]

5. Bir şeyle bir şey hakkında hüküm vermek. Bu hüküm olumlu da, olum­suz da olabilir. Kasas/7'de olumlu hüküm; En'âm/136'da olumsuz hüküm için manasındadır.[125]

6. Vermek:

(Gelecek nesiller arasında bana doğru bir nam ver). [Şu'ara/84] '

7. Tayin ve nasbetmek:

(Yeryüzünde bir halife tayin edeceğim). [Bakara/30]

8. Göndermek, ifade etmek:

(Onu Arapça bir Kur'an olarak gönderdik, ifade ettik). [Zuhruf/3]

Bakara/30'da yukarıdaki anlamlardan ikisinin vurgulandığını söyleyebiliriz. Ce'ale bu ayetteYeryüzünde bir halife yaratacağım manasına geldiği kadar, Yeryüzü­ne bir halife tayin edeceğim anlamına da gelir. Bu durumda, meleklerle Allah arasın­da Hz. Adem'le ilgili halifelik konusundaki konuşma, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra cereyan etmiştir. "Tayin etmek" manasına delil olarak şu ayeti zikredebiliriz:

O'dur ki, sizi yeryüzünün halifeleri tayin etti.

Bu ayette hem tayin etmek, hem de vermek manaları bir araya gelmektedir. Halife tayin etmek, halifelik vermektir. Yorumunu yaptığımız ayette, "yaratmak, tayin etmek" manaları aynı anda gerçekleşmektedir. Aynı şekilde şu ayette:

Ey Davud! Seni yeryüzünde halife tayin ettik. [Sâd/26]

Hz. Davud için bu kavram, "tayin etmek, vermek" manalarına, Hz. Adem içinse, "yaratmak, tayin etmek" anlamına gelmektedir. [126]

 

Melek Kelimesi Hakkında:

 

Ayette geçen diğer bir kavram da (melek)tir. Melek kavramı, bütün hak dinlerde vardır. Mana ve mahiyetini açıklamakta insanlık çok zorluk çekmiş, iman alanına girdiği için de çözülemezliğine hükmedilmiştir. Bir varlığın mahiyetini açıklayamadığımız vakit, görevlerini tesbit ederek o varlığı tanımlayabiliriz:

Melek, 'güç' manasına gelen melk'den türemiştir. Kuvvetli, güç sahibi mana­sına gelen melek'in çoğulu melâike'dir.[127] Melek'in diğer bir anlamı da 'elçi'dir.[128]

Meleklerin mahiyetini açıklarken 'enerji' veya 'ışın' kavramını kuşan­makta yarar görüyoruz. (Meleği enerji ile açıklama metodu, bilimin bugün vardığı gelişmeler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Enerji kavramı yerine enerji ötesi bir varlık tesbit edilecek olursa, bizim enerji kavramı ile ifade et­meye çalıştığımız meleklerin varlığını bu yeni bilgiler çerçevesinde değerlen­dirmek gerekecektir). İlahî kudreti ve yaratma sıfatını teklik aleminden çokluk alemine taşıyan enerji gücüne melek diyebiliriz. Melekler, Allah'ın yaratma sı­fatını madde alemine yansıtan ve pratiğe dönüştüren güce sahip varlıklardır. Yaptıkları görevlere göre isim almakta ve maddeye bürünebilmektedirler.

Meleklerle ilgili şu açıklamaları yapabiliriz:

1.  Çeşitli ayetlerde, meleklerin savaşabilecek bir şekilde cisimlenip yer­yüzüne indiklerine dair işaretler vardır:

O vakit sen inananlara şöyle dedin:

"Rabbinizin size indirdiği üç bin melek yetmiyor mu?" Evet! Sabreder ve itaat-sizlikten sakınırsanız ve onlar hemen size karşı hücuma geçerlerse, Rabbiniz beş bin nişanlı melekle size yardımda bulunacaktır. [Âl-i İmran/124-125]

(Siz Rabbinizden yardım istiyordu­nuz, O da, "Ben size birbiri ardınca bin melekle yardım edeceğim" di­ye, dualarınızı kabul etmişti). [Enfal/9]

Bu ayetlerden anlıyoruz ki Allah Bedir savaşı'nda müslümanlara yardım için -müşriklerin insan şeklinde gördükleri- melekleri yeryüzüne göndermiştir:

 (Rabb'inin ordularını, O'ndan başka kimse bilmez). [Müddessir/31]

Bu tip melekler bir ordu meydana getirmekte ve asker görevini görmek­tedirler. Müddessir suresinde Allah, bu melekler topluluğuna ordu demekte­dir. Bunlar, bazen hakikat uğruna savaşan iyi insanlara yardım ettikleri gibi, suçlu bir toplumu helak etmek için de görev yapabilirler.

2. Bir toplumu helak etmek için gönderilen ve bu görevi yerine getirecek olan meleklere Yüce Allah Kur'an'da resul demektedir:

Andolsun ki, elçilerimiz (resul) müjde ile İbrahim'e geldi ve 'selam' dediler. İb­rahim de, 'Selam size' diye karşılık verdi ve oyalanmadan gidip kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumları hoşuna gitmedi, onlara karşı içinde bir korku duydu. "Korkma" dediler onlar, "biz Lût kavmi'ne gönderildik". [Hud/69-70]

Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın Lut kavmi'ni helak etmek için gönderdiği melekleri, insan suretine bürünmüş bir vaziyette gördü. Hz. İbrahim onları in­san zannettiği için onlara yemek getirmiştir. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, melek olduklarını anlamıştır. Ayetteki el kavramı, onların insan suretine büründüklerini ifade etmektedir. Meryem suresinde de meleğin in­san şekline girip Hz. Meryem'e göründüğüne şahit oluyoruz:

(Biz, Meryem'e ruhumuzu gön­derdik. O da tam bir insan şeklinde kendisine göründü). [Meryem/17]

Demek ki melekler insan şekline girip yeryüzüne inmekte, orada bazı olayları bu şekilleriyle meydana getirmekte ve bu şekilde görevlerini yap­maktadırlar.

3. Kadir gecesi yeryüzüne inip her şeyi planlayan melekler

Kadir gecesi'nin özellikleri, Kadir suresinde anlatılarak, meleklerin ve Ruh'un o gece her türlü iş için yeryüzüne indikleri ifade edilmektedir. Bir Kadir gece-sinden diğerine kadar yeryüzünde ve kainatta nelerin cereyan edeceğini, kimin nerede ve ne zaman doğacağını, ne yiyeceğini ve tabiat olaylarının nasıl işleye­ceğini planlayan melekler vardır. Dikkat edilirse, onlar da gökten gelmektedirler.

4. Vahyi peygamberlere indiren melek

Yüce Allah, beşerî alemle bilgi iletişimini sağlayan kanala Cebrail de­mektedir. Bu durum, meleklerin bir nur dalgası olduğunu ve bu dalgaların bir kısmının mesaj taşıdığını ve bununla görevlendirildiğini ifade etmektedir. Mesaj taşıyan bu dalga Hz. Peygamber'in kalbine kadar sızmaktadır. Beynin ürettiği enerji ile irtibat kurup beyne sızacak kadar ince bir yapıya sahiptir. Cebrail'in bu yapısını ve işlevini çeşitli ayetlerde görmekteyiz:

“De ki: ‘Kim Cebrail’e düşman olursa, büyük suçludur! Çünkü kendinden önceki kitapları doğrulayan, mü'minlere sadece hidayet müjdecisi olan Kur'an'ı senin kalbine, Allah'ın izniyle O indirdi". (Bakara: 2/97)

(Kur'an'ı senin kalbine Rûhu'1-Emîn indiri­yor. Uyarıcılardan olasın diye). [Şu'ara/193-194]

Her iki ayeti, yerinde yorumlayacağız; fakat buradaki konumuzla ilgili ola­rak, bize şu ışığı tutmaktadırlar: Kur'an'ı Hz. Peygamber'in kalbine indiren meleğin adı, Cebrail ve Rûhu'l-Emîn'dir. Bu meleğin yapısı, insanın beynine girecek şekilde latiftir, yani ince yapılı ve nur şeklindedir. Mesajı doğrudan doğruya, Hz. Peygamber'in gönlüne sızdırmakta ve oraya yerleştirmektedir.

Başka ayetlerde Rûhu'l-Kudüs kavramı geçmektedir:

(Hani ben seni Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirmiştim). [Maide/110]

Rûhu'l-Kudüs ve Rûhu'1-Emîn aynı meleğin adıdır. Hz. İsa'nın kendisiyle desteklendiği melek de odur. Böylece meşhur adı ile Cebrail'in, insanın bey­nine girebilecek kadar latîf bir özelliğe sahip olduğu anlaşılmış olmaktadır. 'Cebrail' dediğimiz o ilahî enerji, bazen insan suretine girip Peygamberi-miz'in meclisine gelerek mü'minlere öğretimde bulunmuştur. Meşhur Cibrîl hadîsi bunu göstermektedir. Cebrail'in insan şekline girip yeryüzüne inme­siyle, o bir yeryüzü canlısı olmamaktadır. Melekut aleminden geldiği için o, bir bakıma uzay yaratığıdır. Bugün uzay denen şey, bir bakıma, melekût alemi olmaktadır. Cebrail melekut aleminden çıkıp, yeryüzüne indiğinde, be­dene bürünmekte ve insan şeklinde görünebilmektedir.

Bizlere ilham taşıyan veya mucidin beynine icad edilecek şeyin her yönü­nü ilham eden de aynı melektir. Başka bir ifadeyle, ilahî alemden beşerî aleme mesaj taşıyan melek, yani Cebrail, Peygamberlere vahiy, bizlere de ilham ta­şımaktadır. İnsanların bilgiden yana attıkları her yeni adımın arkasında, Cebrail denen ilahî kanaldan gelen ilhamların olduğunu bilmekte yarar vardır.

Bir şeyi araştırıp yenilik yapmak isteyen bir insanın beyninden çıkan enerji dalgaları, Cebrail denen ilahî mesaj kanalı ile irtibat kuruyor ve o in­sanın beyni yeni icadını doğurmuş oluyor. Demek ki, Peygamberlik, yani va­hiy müessesesi sona erdi, ama Cebrail'in görevi hâlâ sona ermemiştir. Onun görevi, bütün ilim alemiyle devam etmekte ve durmadan ilham taşımaktadır.

5. Arşın etrafını kuşatan ve arşı taşıyan melekler

Allah, meleklerin görevini anlatırken insanların idraklerine ve algılama kapasitelerine göre açıklama yapmaktadır. İlahî kudretin kainattaki tecelisi için Allah, melekleri kullanmaktadır. Bir bakıma, güç manasına gelen me­lek, ilahî kudretin madde alemine yansımasıdır. İlahî kudretin kainata inişi­ne ve oradaki işlevine şöyle dikkat çekilmektedir:

Ve sen melekleri, arşın etrafını kuşatmış olarak göreceksin. [Zümer/75]

O gün Rabbinin arşını onların üstünde bulunan sekiz melek taşır). [Hâkka/17]

Sekiz melek vardır ki, bunlar bütün meleklerin üstünde yer alırlar ve çok firklı görevlerle mükelleftirler. Bu görevler de, ilahî kudretin kainatı kapsa­ması ve onun bütün işleyişini taşıması manasına gelmektedir. Kıyamet ko­parken, yer başka bir yer şekline girecektir:

Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirileceği ve bütün insan­ların o tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkacağı günde. [İbrahim/48]

Bu değiştirilme gününde, sekiz melek ilahî kudreti yansıtacak ve bu ola­yın gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir. Kur'an'da meleklerin bu görevi "Rabbinin arşını taşıma" şeklinde ifade edilmektedir. Onlar, ilahî kudretin ta­şıyıcıları ve uygulayıcılarıdır.

6. Ölüm meleği

Halk dilinde Azrail denen melek, genelde tek bir melek olarak kabul edil­mektedir. Bu bilgi yanlıştır. Gerçi Secde/11 'de Yüce Allah onu tekil olarak isimlendirmekte, ama başka ayetlerde çoğul olarak geçmektedir. Demek ki bü­tününe "ölüm meleği" denmektedir.

De ki: "Sizleri, sizler için görevlendirilmiş ölüm meleği öldürür".

Yüce Allah, insanların canını alan meleğe "ölüm meleği" adını vermekte­dir. Başka bir ayette "ölüm meleği" çoğul olarak geçmekte ve 'elçiler' ismi­ni almaktadırlar:

Sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit, bir eksiklik yapmadan elçilerimiz onun canını alırlar. [En'am/61]

Görüldüğü gibi Azrail bu ayette çoğul olmuş ve resul kavramı ile vasıflan­dırılmıştır. Şu ayetler de can alan meleklerin çoğul olduğunu ifade etmektedir:

(Bu zalimleri, can çekiştiklerinde me­leklerin ellerini kendilerine uzatıp: 'Kurtarın kendinizi' derken bir görsen). [En'âm/93]

Bir de meleklerin, yüzlerine ve arkalarına vura vura ve 'Tadın yakıcı azabı!' diyerek kâfirlerin canlarını nasıl aldıklarını görseydin. [Enfal/50]

Her iki ayette can alan meleklerin çoğul olduğu ifade edilmekte ve "Elle­riyle boğazlarını sıkarken, yüz ve arkalarına vururken" tabirleri kullanılmak­tadır. 'El' ve 'vurmak' kelimeleri, meleklerin enerjiden maddeye dönüştükle­rini ve insan gibi iş gördüklerini beyan etmektedir.

Aynı anda dünyanın her yerinde insanlar öldüğüne göre, bir tek meleğin bunu nasıl gerçekleştirdiğinin cevabını bu ayetlerle verebiliriz. Ölüm meleği tek değil, çoktur. Ölen herkesin canını tek bir melek değil de, pek çok melek almaktadır. Ölüm melekleri, insanın canını onun içine sızarak aldıkları gibi, dışarıdan boğarak ve vurarak da almaktadır. Bu işlemler inanmayanlar için­dir. Ama, inanan insanların canının çok rahat bir şekilde alındığı ve alınaca­ğı ayetlerde anlatılmaktadır.

Ölüm meleklerinin başka bir türü de dünyanın sonunu getirmek için Sûr'a üfürecek olan melektir:

“Sur’a üfürülünce, Allah'ın di­ledikleri hariç göklerde ve yerde ne varsa düşüp ölürler). [Zümer/68]

7.  Kirâmen kâtibin

İnsanların söyledikleri sözleri ve yaptıkları amelleri kaydeden melekler vardır.

(İnsanın sağma ve soluna oturan melekler vardır. O, insan ne zaman bir söz söylerse, yanında hazır bir sözcü vardır). [Kâf/17-18]

(Kesinlikle sizin üzerinizde bekçiler, her yaptığınızı bilen şerefli kâtipler vardır). [İnfitar/10-12]

Melek denen ışık dalgası, insanın söylediklerini kaydediyor ve amellerinin fo­toğraflarını çekiyor. Televizyonun verici istasyonundan veya uydudan, uzaklarda olan bir olayın ve konuşmanın dalgalar vasıtasıyla nakledilmesi gibi, ilahî kay­naktan beşerî aleme, beşerî alemden ilahî aleme mesaj taşıyan ve onları kayde­den melekler de vardır. İlahî alemden beşerî aleme mesaj taşıyana 'Cebrail', in­sanın yaptıklarını kaydedip taşıyanlara da "Kirâmen kâtibîn" adı verilmektedir.

"Kirâmen kâtibîn" denen meleklere Allah'ın böyle bir görev vermesinin nedeni ne­dir?" ve "Allah'ın bilmesi yeterli değil midir?" sorularına verilecek cevap şudur: Bu melekleri görevlendirmek Allah'ın aczini ifade etmez. Tam tersine kullarına zulmetme­diğini göstermek ve kullarını tatmin etmek için objektif bir tutanak tutturmaktadır.

8. Zebaniler

Zebani kavramı Alak/18'de geçmektedir: (Biz, zebanileri çağıracağız).

Azap meleklerinin ismidir. Lügatte zabıta kuvvetleri manasının yanısıra, itme anlamına da gelmektedir. Affı mümkün olmayanları cehenneme sürük­leyecekleri için bu ismi almışlardır.[129]

Yüce Allah Alak suresinde hangi insanlara karşı zebanileri çağıracağını anlatmaktadır. Taşkınlık yapan, kendini müstağni gören, namaz kılanı engel­leyen, yanlış yaptığı halde kendini doğru yolda sanan, putlara tapılmasını is­teyen, yani şirki yaymaya çalışan, inkar edip yüz çeviren ve bu yanlışların­dan vazgeçmeyen[130] insanlara Yüce Allah meydan okumakta, onları perçem­lerinden yakalayacağını ve ona arkadaşlarını yardıma çağırmasını teklif ede­ceğini ifade etmektedir.[131]

Buna karşılık, Yüce Allah da, zebanileri çağıracağını beyan etmektedir. İnsanları ibadet yapmaktan alıkoyan ve şirkte ısrar edip onu yaymaya çalışan insanın beyninden zoru olduğu için, Allah onu perçeminden yakalayacak ve zebanilerle cehenneme atacaktır. Benzer görevleri yaptıklarına inandığımız başka isimdeki melekler de aynı gruba ait olabilirler. [132]

 

Hezene:

 

Cehennemin bekçilerine bu ad verilmektedir. Fahruddîn Râzî bu kavram­la zebanilerin kasdedildiğini söylemektedir.[133]

Bu meleklerin vasıflan Tahrim suresinde şöyle anlatılmaktadır:

(Cehennemin başında iri göv­deli, sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine buyurduğu emirlerine karşı gel­meyen ve emredilenleri yapan melekler vardır). [Tahrim/6]

Bu melekler cehenneme geleni karşılarlar ve onlara niçin cehenneme gel­diklerini sorarlar:

Kâfirler, bölük bölük, cehenneme sevkedileceklerdir. Oraya geldikle­rinde, cehennemin kapılan açılacak ve cehennemin bekçileri: Aranızdan size, Rabbinizin ayetlerini okuyan, bu gün ile karşı karşıya gele­ceğinizin uyarısını yapan peygamber gelmedi mi diye onlara soracak­tır. [Zümer/71]

(Cehennem, neredeyse öfkesinden çat­layacak bir halde iken, cehennemliklerden bir topluluk oraya geldi­ğinde, bekçileri soracak, "Size bir uyarıcı gelmedi mi?") [Mülk/8]

Bu ayetler gösteriyor ki, cehennemin bekçiliğini yapan zebanilere hezene adı verilmektedir. Onların görevi cehennemlikleri karşılamak, cehenneme ni­çin geldiklerini sormak ve onları oraya itmektir. [134]

 

Sekar Cehennemindeki 19 Melek:

 

Zebanilerin bir kısmı, sekar cehenneminde görevlendirilmiş olup 19 tane­dir. Sekar cehennemi özel kişilere ayrıldığı için, oranın özel melekleri vardır.

Arkasını dönüp kibirlenen, Kur'an'a sihir diyen ve onun insan sözü oldu­ğu iftirasında bulunan insanın, kötü düşüncesi ve yanlış değerlendirmesi[135] neticesinde sekar cehennemine atılacağı ilan edilmektedir:

Ben, onu sekara atacağını. Sen sekann ne olduğunu bilir misin? Sekar, bedenin helak olmayan bir yerini bırakmaz. Bedeni eski haline getirerek, devamlı olarak onu helak eder. İnsanın derisini kavurup simsiyah eder. Üzerinde on dokuz bek-çi-melek vardır. [Müddessir/25-30] [136]

 

Elçiler:

 

9. Elçiler:

Allah bazı meleklere elçilik görevi vermektedir. Beşerî alemin ilahî aleme olan elçileri peygamberler, ilahî alemin beşerî aleme olan elçileri ise meleklerdir. Yüce Allah bir kısım meleklere elçilik görevi verdiğini şöyle bildirmektedir:

Melekleri elçiler yapan (Allah'a hamdolsun). [Fâtır/1]

(Allah hem meleklerden, hem de in­sanlardan elçiler seçer. Gerçekten Allah her şeyi işitir ve görür). [Hac/75]

İlahî alem ile beşerî alem, iki ayn ülke oldukları için, bazı işlerini elçiler vasıtasıyla yürütmektedirler. Bunu şöyle düşünebiliriz: Bir devlet ile diğer bir devlet arasındaki, kültürel, askerî, siyasî ve ekonomik meseleleri, karşılıklı olarak halledecek elçilerin bulunması gerekir. Devletler arası ilişkilerin düzenli yürütülebilmesi, karşılıklı olarak elçilerin gönderilmesi ile sağlana­bilir. Devletler bu elçiler vasıtasıyla meselelerini çözümlerler ve mesajlarını onların aracılığı ile yollarlar. Elçinin olmaması, devletler arasındaki ilişkile­rin kopuk ve bozuk olduğunu ifade eder.

Teşbihte hata olmamak kaydıyla, Allah beşerî aleme elçiler gönderir. Bun­lar melekler arasından seçilir. Onların beşerî alemden olan karşı elçileri de peygamberlerdir. Bu iki elçi grubu, beşerî alemin sorunlarını çözerler, çöze­mediklerini ilahî aleme götürüp Allah'ın çözmesi için temennide bulunurlar.

Yukarıda naklettiğimiz Hac/75 ayeti bize, meleklerin hepsinin elçi olma­yıp, aralarından elçiler seçildiğini ifade etmektedir.

Melek kavramının hem anlamını, hem de ele aldığımız dokuz çeşit mele­ğin görevlerini açıklayarak, ilahî alemle beşerî alemin arasındaki ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü ifade etmeye çalıştık. Enerji (nur) olan meleğin, madde­ye dönüşüp insana görünür hale geldiğini çeşitli ayetlerle isbat ettik. Göksel yaratıkların bir kısmını, enerjiden maddeye dönüşen meleklerin oluşturduğu­nu söylemek yanlış bir iddia olmasa gerektir.

Bütün meleklerin olmasa bile, bazı melek türlerinin yapılarında, çeşitli görevleri gerçekleştirebilmeleri için bir takım değişmeler ve dönüşmeler meydana gelebilir. Enerjiden maddeye, maddeden enerjiye dönüşme imkan­ları vardır. Beşerî alemle, ilahî alem arasındaki ilişkileri yürüten bu melekle­rin, ahiretle ilgili olanları olduğu gibi, cennet ve cehennemle ilgili olanları da vardır. Cennet ve cehennemle ilgili uygulamaları yürütmekle görevli olan meleklerin varlığım ayetlerle göstermeye çalıştık. [137]

 

Halife Kelimesi:

 

Bakara/30'da geçen diğer bir kavram da halife'dir.

Halefe lügatte birinin varisi olmak, takip etmek, arkasından gelmek, yeri­ne geçmek, yerini almak, yırtık elbiseyi yamayıp ıslah etmek manalarına gelmektedir.[138] Şu ayet de arkasından gelmek manasında kullanılmaktadır:

 (Onların arkasından, namazı bırakan ve şehvetine uyan bir nesil geldi). [Meryem/59]

Halife kavramı bu ayette hem fiil hem de isim olarak kullanılmaktadır. Yüklem halinde anlamı, gelmek, yerine geçmektir.

Hilaf şekliyle, muhalefet etmek manasına gelmektedir. Fiil halinde şu ayette yer almaktadır:

(Ben, size yasaklamış olduğum şeye mu­halefet etmek istemiyorum). [Hud/88]

Helf isim olup nesil manasına gelmektedir. Meryem/59'da nesil anlamın­da geçmektedir.

Yerine geçmek, muhalefet etmek ve nesil anlamlarıyla halife kavramı, siyasî erki elinde bulundurmak anlamını ifade etmektedir.

Şizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur). [Fâtır/39]

(Sizi yeryüzünün halifeleri kılan O'dur). [En'âm/165]

Her iki ayette de "siyasî erki" elinde tutanlar manasına gelmektedir.

Bütün müfessirler, Bakara/30'da geçen halife'den kasdın, Hz. Âdem olduğunu söylemişlerdir. Öyleyse niçin Âdem kavramım kullanmadı? Yüce Allah insanın politik bir varlık olduğunu ifade etmek için, onun bu özelliği­ni göstermek istemiştir. İnsanın doğasında, bulunduğu yerde siyasî erki eline geçirme, idare etme dürtüsü vardır. İnsanın bu özelliği olmasaydı devlet ku­rup idare edemezdi. Onun içindir ki insanoğlu, siyasî erki eline geçirmek için mücadele verir ve bunu bir ihtiras haline getirir. O zaman ayetin anlamı "Ben yeryüzünde siyasî bir varlık yaratacağım" olur.

Fahruddîn Râzî, ayetteki halife kavramını  (halîka) şeklinde okuyan­ların bulunduğunu da nakletmektedir.[139] Yani kelimenin sonundan bir önceki fe harfini kaf şeklinde okuyanlar da olmuştur. Fe'yi kafa çevirince "yaratık" manasına gelir. Ama ayetin siyakı/bağlamı, bu şekilde okumanın çok zayıf bir ihtimâl olduğunu göstermektedir. Çünkü Sâd/6'da de aynı manada kulla­nılmaktadır.

 (Ey Davudi Biz seni yeryüzünde halife tayin ettik) derken, Hz. Davud'un politik yönüne dikkat çekilmektedir.

Yüce Allah meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirince, melekler, Orada bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın? di­ye sordular. Burdaki 'fesat çıkarma' ve 'kan akıtma' kavranılan, bir taraftan in­sanın özelliklerine, diğer taraftan da siyasî erkin hangi yollarla elde edileceği­ne dikkat çekmektedir. Aynca, şu soruyu sormamıza da imkan vermektedir: "Melekler insanın bu özelliğini nereden biliyorlardı?" Şimdi fesat ve kan akıt­ma özelliklerinin beraberinde getirdiği çok önemli noktalan açıklayabiliriz.

1. Fesat ve kan dökme, halifenin özelliklerindendir. Yüce Allah cevaben, bu özelliklere sahip olmayan bir halife yaratacağını söylememektedir. De­mek ki, onlar insanın temel özellikleri arasında yer almaktadır.

Bu noktadan hareketle şu açılımı yapabiliriz: İnsanlar siyasî iktidan üç yolla elde ederler: Bozgunculukla, kan akıtarak yani ihtilalle ve ilimle (ehli­yetle). 31. ayette ilim kavramı ele alınacaktır. Ama burada, bozgunculuk ve kan akıtarak insanlann siyasî erki ellerine geçirmeye çalışacaklannı melek­ler beyan etmektedirler. Dikkat edilirse siyaset tarihinde bu özellikler zaman zaman ortaya çıkmakta ve toplumlann hayatına hâkim olmaktadırlar. Siyasî erki eline geçirme, bir tutku ve bir ihtiras halini alınca, fesat ve kan akıtma özelliği davranışlara hakim olmaktadır. O zaman insan siyasî erke uzanan normal yollan bırakıp, böylesi ters yollara girebilmektedir.

2. Melekler halife'yi böyle tanımlarken, sanki daha önce fesat çıkarma ve kan akıtma tecrübesini yaşamış gibi görünüyorlar. O zaman şu açılımı yapma­mıza bir kapı aralanmaktadır: Âdemoğullan'ndan daha önce, insan türünde yaratıklar yeryüzünde yaşamış ve bozgunculuk yapıp kan akıtarak nesillerini tüketmişlerdir. Sonraki bir dönemde de Allah, Âdemoğullan'nı yaratmıştır.

Diğer taraftan meleklerin şu ifadesi insanın diğer olumlu özelliklerini de ortaya koymaktadır:

(Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken...)

Sanki melekler, Allah'ın insanı yaratmaktan maksadının, kendisini hamd ile teşbih ve takdis etmeleri olduğunu anladıklannı ima etmektedirler. "Biz bu amelleri/ibadetleri yapıyoruz, onlan yapacak başka varlıklar yaratmanın ne­deni nedir?" dercesine bir itirazda bulunmaktadırlar.

1. Hamd ile Allah'ı teşbih etmek,

2. Allah'ı takdis etmek.

Melekler, kendilerinin bu ibadetleri zaten yerine getiriyor olduklanndan hareketle, insanın yaratılmasına lüzum kalmayacağını düşünmüş olabilirler. Şimdi bu kavramları açıklayabiliriz. [140]

 

Tesbih:

 

Yüce Allah Hadid suresinin ilk ayetinde şöyle buyurmaktadır:

(Yerde ve gökte olanlar, Allah'ı teşbih etmek­tedirler. Allah mülkünde galip, yaptığı işlerde hikmet sahibidir).

Tesbih kavramı, yüzmek, noksan sıfatlardan uzak tutmak manasını ifade etmektedir. Yasin/40'da teşbih kavramı, yüzmek anlamına gelmektedir:

(Ne güneş aya ne de ay güneşe kavuşabilir. Gece de gündüzü geçemez. Hepsi bir boşlukta yüzerler).

Uzaydaki gezegenlerin hareket tarzını teşbih olarak nitelendiren bu ayet gibi, Hadîd suresinin ilk ayeti de onların hareket tarzını ibadet olarak nitelen­dirmektedir. Gezegenlerin hareketi, bir amaca yönelik olarak gerçekleştiği için ibadet olmaktadır. Demek ki, aynı amaç ve aynı niyet, yapılan hareketi, eylemi, ameli, ibadete dönüştürmektedir. Hz. Peygamber niyet ile amel ara­sındaki bu ilişkiye şöyle işaret buyurmuştur:

Ameller niyetlere göredir.

Gök cisimlerinin hareket halinde olması, ayette teşbih olarak ifadesini bulmaktadır. Fakat yerdekiler nasıl teşbih etmektedir? Bilindiği gibi, madde­nin en küçük parçası olan atomun içindeki elektronlar, çekirdeğin etrafında dönerler; onlar da hareket halindedirler. Bu hareket tarzı, hacda bizim Ka­be'nin etrafında dönmemizi andırır. Benzetmek gerekirse, teşbih de böyledir. Öyleyse hacda Kabe'yi tavaf etmemiz, bir teşbihtir Bakara/76'daki taşın iba­det etmesinin izahı da bu olabilir. Ayetteki taşın hareketi, ondaki elektronla­rın hareketini ifade etmektedir. Bu hareket, dairevî dönüşü temsil eder. İşte yeryüzündeki canlı ve cansız her şey, teşbih ibadetini yerine getirmektedir. Aslında cansız dediğimiz maddede de hareket vardır. Can olmasaydı, ondaki bu hareket nasıl gerçekleşebilirdi? İsra/44 ayetini analiz ettiğimizde, bu an­lamı yakalamamız mümkün olacaktır. Yedi gök ve yerin, ayrıca onlarda bu­lunan bütün varlıkların Allah'ı hamd ile teşbih ettiğini söyleyen ayet, bizim bu teşbihi anlayamayacağımızı da belirtmektedir. İşte teşbih ibadeti, madde­nin metafizik boyutu olmaktadır. Aynı teşbih ibadeti, insanın iç aleminde de olmaktadır. İnsan için aklın önemini, aynı benzetme ile ifade edebiliriz. Akıl insan düşüncesi ve eylemlerinin merkezi durumundadır. Bütün yetenekleri­miz, duygularımız, isteklerimiz, inançlarımız onun etrafında dönmektedir. Atomun bünyesinden elektron, nötron ve protonları koparıp ayırırsanız, onun dengesini, düzenini bozarsınız ve neticede atom infilak edip her şeyi tahrip eder. İnsanın bütün özelliklerini akıldan ayırdığınızda, o insan da infilak et­mekte, toplumun düzenini bozmaktadır. İnsanların tahripkârlığı, bozgunculu­ğu, hep iç alemindeki akıl düzeninin bozulmasının ürünüdür.

Tesbihin 'yüzmek' manasından hareket edersek, şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Tesbih, beşerî limandan kalkıp, ilahî limana doğru yol almaktadır. Gemi bir limandan hareket edip diğer bir limana varmak için yüzmektedir. İn­san da tesbihle, beşerî alandan çıkıp ilahî aleme doğru yol almaktadır.

İnsan beşerî limandan hareket ederek ilahî limana, yani Allah'a doğru na­sıl yol alacaktır? Nefis limanından ayrılıp akıl ve gönül limanına doğru yol al­mak, psikolojik teşbihtir. Nefse bağlı kalanlar, beşerî limandan asla ayrılama­yacaklardır. Çünkü nefis, insanı daima yere, maddeye doğru çekecek ve ora­dan ayrılmasına müsade etmeyecektir. A 'raf/l 76 ayeti, nefsin bu yüceliğe na­sıl mani olduğuna işaret etmektedir:

Dileseydik, insanı bu ayetlerle yüceltirdik. Fakat o yere çakılı kaldı ve nefsin arzusuna uydu. Bu adamın durumu, köpeğin durumuna ben­zer. Üzerine vardığında dilini çıkarıp solur; üzerine gitmesen de yine solur. Ayetlerimizi yalanlayanların hali işte böyledir. Sen durumu inanmayanlara anlat. Umulur ki, düşünürler. [A'raf/176]

Bu ayetten şu ilkeleri çıkarabiliriz:

1. İnsanı beşerî limandan alıp, Allah'a yüceltecek olan güç, O'nun ayetle­ridir. Kur'an'ın ayetleri iyi anlaşılıp hayata tatbik edildiğinde, insanın manevî yapısında öylesine bir güç oluşturmaktadırki, onu beşerî limandan alarak ila­hî limana götürüp yüceltmektedir.

2. İnsan, bu ayetlere sırtını dönünce yere çakılı kalıyor. Yere çakılı kalmak, beşerî limandan ayrılmak için demir alamamak ve hareket edememek demek­tir. Böylece yüceler alemine doğru ilerlemesini engelliyor ve bunun neticesinde de nefsin heva ve hevesine tâbi oluyor. Nefs-i emmare limanından demir alamayan insanın, akıl ve gönül limanına varması mümkün değildir.

3. Ayetlere sırtını dönüp, yere çakılan, heva ve heveslerine uyan insan, bu haliyle hayvanlaşmaktadır. Öylesine hayvanlaşıyor ki, aklı nefsin ülkesine sokmamak için köpek gibi havlıyor. Böylece insanın manevî ülkesinin kap­tanı olan aklı, nefis denen gemiye almayarak, geminin batışını hazırlamak­tadır.

4. İnsanı yüceltecek ve geriletecek olan şeylerin insanlara öğretilmesi ge­rekir. İnsanların düşüncesini hedef alan bu öğretim, zamanla beşerî limandan o geminin demir almasını sağlayabilir.

Düşünce olmadan teşbih ibadeti gerçekleştirilemez. Âl-i İmran/79 ayeti, eğitim ve öğretim vasıtasıyla insanın rabbânîleşeceğine işaret etmektedir. (Öğrenmekte ve ders alıp vermekte olduğu­nuz kitapla rabbanilersiniz) diyen Allah, Kur'an'ı tatbik edenlerin Allah'a mensup, yani ilahî terbiye almış kimseler olacağı müjdesini vermektedir. De­mek ki teşbih, aynı zamanda bir eğitim ve öğretim işidir. İnsanı beşerî alem­den ilahî makama götürecek olan kitabın eğitim ve öğretiminin etkinliğidir.

5. "Yol almak, yüzmek" manası ile tesbih, başka bir oluşumu da vurgula­mış olmaktadır. Bu da gözlem ve delil ile Allah'ın varlığını anlama ibadeti­dir. Gökte ve yerde bulunan bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmesinin mana­sı, o varlıkların var olması, Allah'ın kudretinin, delil ve varlığının isbatı ol­masıdır. Bir eserin varlığının, o eserin yapıcısının var olduğuna delil teşkil et­mesi gibi, kainatın tümü, Allah'ın varlığına delil olmaktadır ve bunun adı da teşbihtir, kainattaki varlıkları gözleyebilen insanın aklı, öylesine bir yol alı­yor ki, neticede Allah'a varıyor, kainatın esrarengiz yapısı, insanın aklım alıp Allah'a götürüyor. İşte bu götürüş, teşbih olmaktadır, teşbih ibadetinde, tabi­at kanunlarını araştırmakla dini araştırmak aynı manayı ifade etmekte ve ay­nı değeri taşımaktadır. Tabiat kanunlarını yaratan da Allah, dini gönderen de Allah'tır. Her ikisini araştırmak, ibadet bakımından aynı değeri taşımaktadır, kainatın fiziki, kimyasal kanunlarını araştırmak da bir ibadettir ve bu araştır­ma Allah tarafından farz kılınmıştır, kainatı inceleyen bütün bilim dallan, eğer o kanunların arkasındaki ilahî kudreti görüyorsa, bu bir teşbihtir. Çünkü o kanunlar, insanın akimi Allah'a götürmektedirler.

Bir sperm ve yumurtanın döllenmesi ile meydana gelen insan vücudunun, hücre ve organ yapısının esrarengiz sırlarım inceleyenler, oradaki ahenk ve dengeden hareket ederek, Allah'ın varlığına ve kudretine varırlarsa, onlar Al­lah'ı teşbih ediyorlar demektir. İnsan aklı, Allah'a varsa da varmasa da, var­lıkların kendi var oluşları Allah'ı teşbih etmektedir. Varlıkların üzerinde dü­şünerek Allah'a ulaşmak, bir teşbih ibadetidir. Öyleyse, düşünce hareket ha­linde olan bir eylemdir ve bu eylem hem aklın ürünüdür ve hem de aklı Al­lah'a götüren bir ameldir. Bu manalardan hareket edip, şu gerçeği yakalaya­biliriz: Öğretim faaliyeti, kainatı incelemeye fırsat verdiği ve onun üzerinde düşündürüp Allah'a götürdüğü müddetçe bir ibadettir.

Aynı şekilde ilahî öğreti de, dış alemdeki ayetleri, yani kanunları ve insa­nın içindeki delilleri insana öğretmektedir. Onları öğreterek, insanı hakikate götürmeye çalışmaktadır. Dış alemden ve insandan yola çıkarak hakikate ulaşma şeklinde cereyan eden ilahî öğretimi, kendi beşeri öğretimimize mo­del olarak aldığımızda, öğretimi ibadete çevirmiş ve böyle yapmakla Allah'ı teşbih etmiş oluruz. Bu durum Fussilet/53'de şöyle beyan edilmektedir:

(Biz onlara dış alemdeki ve kendi içlerindeki ayetlerimizi göstereceğiz [öğreteceğiz] ki, peygamberin söylediklerinin hak olduğu onlar için ortaya çıkmış olsun).

Demek ki, Hakk'a ulaşmak için bilimsel araştırmalardan hareket eden in­san, aklını etkin bir şekilde kullanmakla, teşbih ibadetini gerçekleştirmiş ol­maktadır. [141]

 

Takdis:

 

Fiil olarak kullanıldığında takdis mübarek olmak, temiz olmak, günahtan temizlenmek, vakfetmek, yüceltmek[142] manalarına gelir.

Teşbih ile takdis kavramları arasında fark vardır. Teşbih, Allah'ı noksan sı­fatlardan, yani O'na yakışmayan niteliklerden tenzih etmek; takdis ise Allah'ı olumlu ve yalnız O'nun layık olduğu güzel sıfatlarla anmaktır. Bunun en gü­zel misâlini İhlas suresinde bir arada görmekteyiz:

(Allah parçalara bölünmeyen, birdir). [İhlas/1]

(Varlığını hiçbir şeye muhtaç olmadan sürdürür). [İhlas/2]

Allah'ın birliği ve her şeyden müstağnîliği, olumlu ve O'na yakışan sıfat­lardır. Yüceler yücesi Allah'ın böyle olumlu sıfatlarla anılması, takdis edilmesi demektir.

(Doğurmamış ve doğurulmamıştır). [İhlas/3]

(Hiç kimse O'na denk değildir). [İhlas/4]

Allah'ı, doğurmadı, doğmadı ve dengi yoktur gibi olumsuz, yani O'na ya­kışmayan sıfatlardan uzak tutarak anmak da teşbihtir.

Demek ki, İhlas suresinin ilk iki ayeti, Allah'ın olumlu sıfatlarını ortaya koyduğu için takdis; son iki ayeti de ne olmadığını belirlediği için teşbih ol­maktadır.

Diğer bir ifade ile Allah'ı olumlu sıfatlarıyla anmaya takdis, olumsuz, ya­ni olmadıklanyla anmaya da teşbih denmektedir. Böylece İhlas suresini oku­yan insan hem takdis ve hem de teşbih yapmış olmaktadır. Takdis, Cebrail'in sıfatı olabilir:

(Onlara de: "Kur'an'ı, Rûhu'1-Kudüs (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hi­dayet ve bir müjde olmak için Rabbi'nin katından hak olarak indirdi"). [Nahl/102]

Ayette Yüce Allah'ın Cibril yerine, Rûhu'l-Kudüs ifadesini kullanmasının sebebi, onun, Kur'an'la, hikmet ve ilahî feyizle ruhlarımızı temizleme göre­vini üstlendiği içindir.[143]

Kuds kavramı, bir yerin sıfatı da olabilir:

Ey kavmim, girin Allah'ın sizin yazdığı mukaddes yere. [Maide/21]

Bu ayette Hz. Musa, İsrailoğullan'na, Allah'ın mukaddes kıldığı yere girme­lerini emrederken bu ifadeyi kullanmıştır. Gerçekte bu ifade, Hz. Musa'nın de­ğil, Kur 'an'da naklettiği için, Allah'ındır. Tevrat'ta "Arzı Mev'ûd" denen toprak­lar, "Mukaddes yer" kavramının başka bir ifadesidir.

Fahruddîn Râzî, takdis kavramına şu tanımlan getirmektedir:

1. Seni, sana yakışan, yüksek ve şerefli sıfatlarla niteliyoruz.

2. Senin rızanı kazanmak için nefislerimizi günah ve hatâlarımızdan te­mizliyoruz.

3.  Senin marifetinin nurlarına dalıncaya kadar, kalplerimizi başkasına dönmekten temizliyoruz.[144]

Fahruddîn Râzî'nin birinci tanımı hariç, diğerleri kulun kendisiyle alaka­lıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah'ı olumlu sıfatlarıyla anmak takdis'ûv. Ama kul, Allah adına kendisini şirk ve günahtan temizliyorsa, yine Allah'ı takdis etmiş oluyor. Râzî'nin son iki tanımı buna işaret etmektedir. Demek ki biz nefsimizi Allah adına günahlardan temizlersek, O'nu takdis etmiş oluruz.

Meleklerin sözünden insanın şu iki önemli özelliği ortaya çıkmaktadır: İn­san siyasî bir varlık olduğu kadar, aynı zamanda teşbih ve takdis eden bir var­lıktır da. Burada fesat çıkartmanın karşıtı teşbih, kan akıtmanın karşıtı da takdis olmaktadır. (Nefse, fücurunu ve takvasını ilham edene) [Şems 1/8] ifadesinde bozgunculuk ve kan akıtmak, insan nefsinin fücurunu; teşbih ve takdis de, takvasını oluşturmaktadır.

Kötülüklerden uzaklaşmak, olumsuz davranışlardan yılandan kaçar gibi kaçmak, insan ve varlıkları önemseyip öldürmemek ve barış içinde yaşamak, siyasî erkin amacı olmalıdır. O zaman bozgunculuk ve kan akıtma yerine teş­bih ve takdis, politikanın temelini oluşturmuş olacaktır. İşte, iki olumsuz davranışa karşı iki olumlu amel, siyasetin içinde yanyana yaşamaktadır. Da­ha sonraki ayette göreceğimiz gibi, olumlu eylemleri öne çıkaracak ve siya­sette hâkim kılacak olan gücün "bilgi" olduğu anlaşılmış olacaktır. Eğer teş­bih denen, kötülüklerden uzaklaşmak gibi erdemli bir ibadet ile günahlardan temizlenip, canlılara hayat hakkı verecek kadar önemsenecek olan takdis bir araya gelip siyaseti yönetirse, dünya cennete dönecektir.

Tefsirini yaptığımız ayete dönersek: Allah  ("Ben sizin bil­mediklerinizi bilirim" dedi) buyurulmaktadır. Ayetin bu kısmı ile ilgili şu so­ruyu sorabiliriz: "Meleklerin bilmediği ve Allah'ın bildiği şey nedir?" Akla gelen ilk cevap, meleklerin gaybı bilmemeleridir. Buradaki gayb, insanların içinden iyi insanların yetişip kötülükleri engelleyeceği, bozgunculara ve kan akıtanlara mani olacağıdır. Öte yandan, insanın eğitilerek, bozgunculuk ve kan akıtma­ya neden olan saldırganlık içgüdüsünün dizginlenebileceğim melekler bilemezlerdi.

İnsanın eğitilmeye, gelişmeye, değişmeye, kültürlü bir ortam ve hayat kurmaya müsait olacağını da bilemezlerdi. İyilikle kötülüğün mücadelesinin insanın iç aleminde başlayıp topluma sıçrayacağmı ve hangi metot ve yollar­la bu mücadelenin iyiden yana zaferle sonuçlanacağını kestiremezlerdi:

(Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneyeceğiz. Sonunda sadece bize döndürüleceksiniz). [Enbiya/35]

İnsan hayatının bir imtihan alanı ve konusu olacağını, iyilik ile kötülüğün bu imtihanın sorularını oluşturacağını melekler nereden bilebilirlerdi?

(Eğer Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi, yeryüzü fesada uğrardı). [Bakara/251]

Ayette belirtilen bu ilkeyi nereden bileceklerdi? Allah, insanoğlunun yer­yüzünde bozgunculuk yapmaması için, iyileri kötülere karşı bir engel olarak koymaktadır. İyi insanlar, kötü insanları engelleyecek; onları doğruya, güze­le, iyiye ve Hakk'a davet edip eğiteceklerdir. Eğitim-öğretimin insana neler kazandıracağını, bilginin ve aklını kullanmanın insanın gönlünü cennete çe­vireceğini, melekler nasıl tahmin edebilirlerdi?

İşte, meleklerin bu soru ve açıklamalarına karşılık Allah, melekle insan arasındaki farkı bir imtihanla ortaya çıkaracaktır. Diğer taraftan Bakara/30 ayeti, insanlara çok önemli bir edeb kuralını da öğretmektedir. Meleklerin bil­medikleri meselede hüküm vermeye ve açıklama yapmaya teşebbüs etmele­ri, edebin sınırlarını zorlamaktır. Bunu anlatmakla Yüce Allah, kıyamete ka­dar eskimeyecek bir edeb kuralı koymakta ve öğretmektedir.

İnsan bilmediği bir konuda fikir beyan etmemeli, öne çıkmamalı ve meseleleri tek bir açıdan bakarak değerlendirmeye girişmemelidir. Melekler, inşam sadece saldırganlık içgüdüsü, yani fesat ve kan akıtma özellikleriyle değerlendirmişlerdir; ama onun takva (günah ve kötülükten uzaklaşma ve iyiliklere bürünme) özelliği­nin farkına varamamışlardır. Kötüden kaçınma ve iyiye yönelme özelliğinden ötürü -günah işleme özelliğine rağmen- Allah insana katlanmaktadır. Bu da bize iyi vasıflan fazla olan insanların hatalarına katlanmanın önemini öğretmektedir. [145]

 

İlk Öğretim Faaliyeti:

 

31. Ve Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra o varlıkları ve nesneleri meleklerin karşısına çıkarıp "Görüşünüzde doğru iseniz, bunların adlarını bana söyleyin" dedi.

Bu ayetin muhtevası ile ilgili insanın aklına pek çok soru gelmektedir. Yüce Allah Âdem'e nasıl öğretti? Âdem yazı bilmediğine göre, ona vahiy veya ilham ile mi öğretti? Ayette geçen "isimlerin tamamı" ne anlama gel­mektedir?

Bu öğretim faaliyeti bir anda mı olup bitmiş, yoksa belli bir süreç mi ta­kip etmiştir? İnsanın yaratılışına meleklerin yaptığı itirazla bir alakası var mıdır? İnsanın siyasî bir varlık olmasıyla, bozgunculuk yapması ve kan akıtmasıyla bir bağlantısı olabilir mi? Bu soruların cevaplarını şu şekilde vermek mümkündür:

1. Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e öğrettiği isimler, -bir önceki ayette yer alan-siyasî erki yürütebilmenin ilkeleridir. Melekler, 'halifelik' kavramını, fesat çıkarma ve kan akıtma eylemleriyle yorumlamaya çalıştılar. Yüce Allah,

halifelik' kavramına üçüncü bir boyut getirerek tanımlama yolunu tuttu ve böylece siyasî erkin elde edilmesinin, sadece fesat çıkarma ve kan akıtma ile değil, bilgi ve siyasetin ilkelerini bilmekle; ehliyetle olabileceğini göstermiş oldu.

Demek ki bu anlamda bütün isimler'den kasıt, siyasetin ilkeleridir. Böyle­ce Allah Hz. Âdem örneğiyle insanların siyasî erki üç yolla elde edebileceği­ni bildirmektedir: Bozgunculuk (fesat) çıkarmak ile, kan akıtmak ile ve ehli­yet (bilgi) ile.

2. İnsanın saldırganlık (fesat çıkarma ve kan akıtma) dürtüsü, ancak bilgi i1e eğitilebilir. Ayette yer alan "bütün isimler" ile, insanın kabalıklarını, ham­aklarını ve vahşiliğini ortadan kaldıracak öğretim ilkeleri kasdedilmektedir.

Bir önceki ayette yer alan, kötüden uzaklaşma (teşbih), iyiye ve güzele doğru koşma (takdis) amellerini gerçekleştirip insanın takvasını arttırma, ter­biyesinin ilkeleri anlamına alınabilir.

3. (Bütün isimleri Âdem'e öğretti).

Ayetin bu kısmını Rahman suresinin şu ayetiyle açıklayabiliriz:

(İnsana beyanı öğretti).

Bazı müfessirler beyan kavramıyla Allah'ın, insanın duygu ve fikirlerini açıklayabilme/ifade edebilme kabiliyetini murad ettiğini savunmaktadırlar.[146] O zaman "isimlerin tümü", beyan manasına gelir. İçindeki duygu ve fikirle­ri açıklayabilme/ifade edebilme ve bunları doğru yapabilme, insan için çok önemli bir meziyettir.

4. Rahman/4-5'de, yaratmadan sonra ta'lim (öğretim) faaliyeti gündeme gelmektedir. Alak suresinde de, aynı sekide yaratma faaliyetini hemen öğre­tim takip etmiştir. Bu nedenle Bakara/30'da, (Yeryüzünde bir halife yaratacağım) ifadesinden hemen sonra 31. ayette öğretim faaliyeti gel­miştir. İnsanı yaratmadan hemen sonra öğretimin gelmesi, Allah'ın öğretime verdiği önemi göstermektedir. Yüce Allah, insanı yaratıp kendi başına bırak­mıyor, onu öğretime ve eğitime tâbi tutuyor. Bu da bize şunu gösteriyor; ana babalar çocuğu doğurup sokağa salmayacak, onu eğitimden geçirecektir. Do­ğumun peşinden, eğitim başlayacaktır.

5. Ayette yer alan "bütün isimler"den maksat, Hz. Âdem'in etrafındaki varlık ve nesneler olabilir. Yüce Allah, Hz. Âdem'e varlıkların isimlerini ilham yoluyla veya vahiy ile öğretmiş olabilir. Ama bu öğretim faaliyeti, bir anda olup bitmiştir. O zaman şöyle bir soru sorabiliriz: Etrafındaki nesnele­rin ve varlıkların isimlerini bilmekle Hz. Âdem meleklere üstünlük sağlaya­bilir mi?

6. Eşyaların/maddenin özelliklerini Hz. Âdem'e öğretmiş olabilir. Zaten isim kavramı, (özellik ve alamet)den; ya da  (yücelmek, ortaya çık­mak) kalıbından gelmektedir. Fahruddîn Râzî, her iki manasının aynı oldu­ğunu ifade etmektedir.[147]

(Sonra onları meleklere göste­rip, doğru iseniz bunları bana isimleriyle söyleyin). [Bakara/31]

İlk bakışta, meleklere sunulanların varlık olduğu anlaşılmaktadır. Bir ön­ceki ayette, meleklerin insan hakkında yaptıkları değerlendirmenin, çok yıkı­cı olduğunu göstermek e iddialarını boşa çıkartmak için Allah, böyle bir ya­rışmayı, öğretim faaliyetinden sonra gerçekleştirmektedir. [148]

 

Bilen Konuşmalıdır:

 

32. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız! Bizim Senin öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi Sensin' dediler.

Ayetten anlıyoruz ki, melekler bir imtihanla karşı karşıya kaldıklarının farkına varmış ve teşbih etmekle ilahî bilgiyi takdir etme zaruretini hisset­mişlerdir. Ayette yer alan bazı kavramların açıklayalım: [149]

 

Sübhan:

 

Sübhan, tesşbih'm özel bir ismi olup[150] dua ve tevbede kullanılan bir yüceltme, bir tenzih kavramıdır. Ayetin beyanına göre melekler, Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutarak, kendi acizliklerini itiraf etmektedirler. Me­leklerin bu ifadesinden şu gerçeği yakalıyoruz; bazı dua ve itiraflarda, önce Allah'ı tesbih, sonra yalvarış gelmektedir.

Demek ki melekler, Allah'la konuşmakta, hatalarını anlamakta, eksiklik­lerinin neler olduğunun farkına varmakta ve bilgilerinin nereden geldiğini iti­raf etmektedirler. Buradan şu gerçek çıkar: Bilginin tek kaynağı vardır, o da Allah'dır. Akıl, deney ve sezgi bir sonraki aşamadaki bilgi kaynaklarıdır.

Ayetin devamındaki (Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bilgimiz yoktur) [Bakara/32] kısmından çıkaracağımız bazı ilkeler vardır:

1.  Bilginin kaynağı Allah'dır. İlahî alemden beşerî aleme ilham akışı ol­mazsa, insan aklının çok önemli ve doğru bilgileri üretmesi mümkün değil­dir. Bunu sadece melekler itiraf etmiyor; peygamberler de aynı gerçeği ifade ediyorlar:

(Hud onlara dedi ki: "Bilgi, Allah kalındadır"). [Ahkâf/23]

Hz. Peygamber de aynı sözü insanlara söylemekle emrolunmuştur: ^£>P># (De ki: "Bilgi, sadece Allah kalındadır"). [Mülk/26]

Akıl, tecrübe, deney, sezgi gibi bilginin kaynağı olarak kabul edilen insan vasıflarının bir üst kaynağında, ilahî iradenin öğretisi vardır. İşte melekler de bunu itiraf etmektedirler.

2. Yüce Allah, Hz. Âdem'e öğrettiği gibi meleklere de öğretmektedir. İlahî öğretimin karşısında melekle insanın farkı şudur: Melek ne öğrendi ise onu nakleder; insan ise o bilgilerden başka bilgilere geçer ve onları hafızasında saklar. Bir bakıma melekler doldurulan bant gibidirler. Yüce Allah onlara ne verdi ise, aynen onu naklederler. İnsan ise bir bantın ötesinde iş görmekte ve bilgi üretmektedir. Bu nedenle insan meleklerden üstün olabilmektedir. [151]

 

Alim:

 

“Şüphesiz ki sen herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara: 2/32)

Allah'ın iki sıfatı yer almaktadır: alîm ve hakim.

Ayette bu sıfat, mübalağa sigası ile kullanılmış olup, her şeyi ve bütün zerreleri tam anlamıyla bilen ve bilgisi her şeyi kuşatan manasına gelir.

(Allah, gaybı ve şehadeti bilendir). [Ra'd/9]

(İlmi her şeyi kuşatmıştır). [Taha/98]

(Allah bütün gaybı bilendir; gayba dair ilmini hiç kimseye açmaz). [Cin/26]

Bu ayetlerin bize ifade ettiği gerçek şudur: Demek ki Allah, görünen ve görünmeyen alemlerin bilgisine sahiptir ve bu bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır. Bu bilgiye sahip olan Allah, tüm öğretimlerin kaynağıdır.

(Gaybın anahtarlan Allah'ın kaündadır. Onlan ancak Allah bilir. Ka­rada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun ilminin dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek tane, yaş ve kuru her şey, açıklayıcı kitapta bulunmaktadır). [En'âm/59]

Aklın deneyle madde aleminden elde ettiği bilgiyi, Yüce Allah önceden o maddenin yapısına bir tabiat kanunu olarak yerleştirmiştir. Akıl o bilgiyi yarat­mıyor; maddenin yapısında var olan veya maddeler arası ilişkilerde yer alanı tesbit ediyor. Bu noktadan hareket ederek diyoruz ki, ilahî bilgi, madde alemin­de, bazen cereyan eden olaylar şeklinde, bazen de maddenin özellikleri olarak kendini göstermektedir. Tabiat alemini inceleyip oradaki kanunları keşfedenler, aslında ilahî bilgiyi yakalamaktadır. Allah'ın yarattığı varlıklara koyduğu kanun­lar O'nun bilgisinin tezahürleridir. Onun için, En'âm/59'da işaret edildiği üzere, canlı ve cansız alemlerde cereyan eden her şeyin oluşumunda O'nun bilgisi var­dır. Her şey, o bilgi sayesinde gerçekleşmektedir. İşte meleklerin, Sen, her şeyi bilensin ifadesindeki  (alîm) sıfatı bu anlama gelmektedir. [152]

 

Hakim:

 

Allah'ın isimlerinden biri olup işinde istediği gibi tasarrufta bulunmak, işini mükemmel yapmak, noksansız iş yapmak, adaletle hükmetmek manalarına gelir.

Her şeyi bilen ve ilmi her şeyi kuşatan varlık, yaptığı işi de eksiksiz ya­par. Bilgisi tam olmayan varlık, noksansız bir iş üretemez. Yapılan işlerin ka­litesi, sahip olunan bilgi ile doğru orantılıdır. Mahkemeye gelen bir olaya tam anlamıyla vakıf olamayan hâkimin adil bir karar vermesi imkansızdır. Yüce Allah, Bakara/30'da, yeryüzünde bir halife yaratma hükmünü verirken, ek­siksiz bir hüküm verdiğini, melekler, O'nun hakim olduğunu söylemekle iti­raf etmişlerdir. İbn Abbas bu fikri benimsemiştir.[153]

Bakara/32'deki Senin öğrettiğinden başka bizim bildiğimiz yoktur ifadesi, peygamberler tarafından da kullanılmıştır, ahirette de kullanılacaktır:

(Allah'ın peygamberleri toplayıp, "Size ne cevap verildi?" diye soracağı gün peygamberler, "Bizim bir bildiğimiz yok, gayb [gizli] olanları sadece sen bilirsin" diyecekler). [Maide/109]

(Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, fa­kat ben senin zatında olanı bilmem. Bütün sırlan sadece sen bilirsin). [Maide/116]

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Hz. Âdem'in yaratılış olgusunda cereyan eden olaylar ve onun meleklerle beraber denenmesinden sonra, hâlık ile mahlukun bilgisi arasındaki fark böylece ortaya çıkmaktadır. [154]

 

Hz. Adem'in İmtihanı Başarması

 

33. Allah, 'Ey Âdem! Onlara onların isimlerini anlat' dedi. Adem onların isimlerini meleklere anlatınca Al­lah, 'Size demedim mi, göklerin ve yerin sırlarını ben bilirim. Ve ben, sizin açıkladığınız ve gizlediğiniz şey­leri de bilirim' dedi.

Daha önce Allah, kendi bilgisinin tüm kainatı, yani her şeyi kapsadığını meleklere söylemişti. Buna rağmen melekler, insanın yaratılışına itiraz edip, onu fesat çıkaracak ve kan akıtacak bir varlık olarak değerlendirmekle, Al­lah'ın her şeyi bilerek yapacağını hesaba katmaz gibi davrandılar. Onun için­dir ki Yüce Allah, bu ayette, göklerin ve yerin sırlarım bildiğini onlara söy­lediğini bir kere daha tekrar etmiş, gizledikleri ve açıkladıkları her şeyi bil­diğini de ilave etmiştir. Dikkat edilirse, meleklerin de hem açıkladıkları ve hem de gizledikleri bazı fikirlerinin olduğu bu ayette ortaya çıkmaktadır. Eğer böyle bir özellikleri olmasaydı, Allah onlara niçin, Ben sizin açıkladığı­nız ve gizlediğiniz şeyleri de bilirim desin? Demek ki meleklerin, insanı fesat çıkaran ve kan akıtan bir varlık olarak tanımlamalarının arkasındaki gizli ni­yetleri, onun yaratılışını istememeleridir. Açıkça söyledikleri, zaten 30. ayet­te yer almaktadır. Gizledikleri de, bir ihtimal olarak insanın yaratılışını iste­memeleridir.

Bu sebeple Allah, meleklerin bu iki yönünü açıklamak ve bilgilerinin ye­tersizliğini isbat etmek için, onları Hz. Âdem ile beraber imtihan etmiştir. Bu imtihan, Hz. Âdem'in bilgilendirilmesinden sonra yapılmıştır. Yapılan imti­hanla, insanın farklılığı ortaya çıkmıştır. Böylece ilk imtihan insanın başarı­sı ile noktalanmış ve bilgi üstün gelmiştir.

Yüce Allah, göklerin ve yerin sırlan ile meleklerin sırlarının bilgisine tam anlamıyla yalnız kendisinin sahip olduğunu meleklere bu imtihanla öğretmiş­tir. Elbette ki bu bilgi, insanın yaptıkları ile gizlediklerini de kapsamaktadır.

Bakara/31-33'den şu esasları çıkarabiliriz:

1. Bilgilendirme, yani öğretim olmadan imtihan yapılamaz. Bu, Allah'ın sünnetidir.

2. Meleklerle insan arasındaki farkı bilgi tayin ettiği gibi, insanlar arasın­daki farkı da bilgi belirlemektedir.

3. İmtihan olmadan, değerlendirme yapılamaz. Bu Allah'ın koyduğu bir ilkedir. [155]

 

Saygı Secdesi Ve İblis:

 

34. Meleklere, 'Âdem'e secde edin' dediğimiz vakit iblis'ten başka hepsi secde ettiler, iblis secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.

İmtihanı başan ile bitiren Hz. Âdem'e ödül olarak meleklerin secdesi ve­rilmiştir. Peki insana secde yapılır mı? Bu bir bakıma şirk olmaz mı? Bu so­rulan şu şekilde cevaplandırmak mümkündür:

1. Melekler Hz. Âdem'in zatına secde etmediler. Secdeyi onun bilgisine yaptılar. Hz. Âdem'in bilgisi Allah'tan geldiğine göre, secde dolaylı olarak Al­lah'a yapılmıştır. Bu da şu manaya gelir: Bilgi, çok üstün bir değerdir. Ona sa­hip olan insan üstün demektir. Üstün olana saygı gösterilir. Yüce Allah, bu uy­gulamasıyla, insanlara, bilgiye sahip olan fert ve milletlere boyun eğileceğini öğretmektedir. Yoksa, sadece Hz. Âdem'in hikayesini anlatmak istememiştir.

2. Buradaki secde 'ibadet' anlamına alınmamalı; bir nevi saygı ifade eden 'selamlama' olarak anlaşılmalıdır. Şu ayet de bunu teyit etmektedir:

(Yusuf, onu yani babasını tahtın üzerine çıkartıp, oturttu ve hepsi eğilip, Yusuf a secde ettiler). [Yusuf/100] Bu ayetin yorumunu naklederken Fahruddîn Râzî, şu habere dayanmaktadır:

Mu'az, Yemen'den döndüğü zaman, Hz. Peygamber'e secdeye kapanmış, bunun üzerine Hz. Peygamber ona, bunun ne olduğunu sorunca, o şöyle cevap vermiştir: 'Yahudiler, büyüklerine ve alimlerine secde ediyorlar. Hristiyanlar'ın da papaz ve patriklerine secde ettiklerini gördüm. Onlara, 'Bu nedir?' dediğimde bana, bu pey­gamberlerin selamıdır' diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'On­lar peygamberlerine iftira etmişler' buyurmuştur.[156]

Haberin doğru olup olmadığı tartışması bir yana, mana itibariyle doğru­dur. Bir peygamber kendisine secde edilmesini nasıl ister?

Yukarıda zikredilen Yusuf/100 ayetine dikkat edilirse, secde kavramı yük­lem olarak yer almamaktadır. Cümlenin yüklemi (harre) kelimesidir. Bu kavram, "düşmek, eğilmek" manasına gelmektedir. Secde ile bir araya gelin­ce, saygı için eğilmek manasına daha yakın gelmektedir. Ama ayet, kardeş­leri böyle davranınca, Hz. Yusuf un onlara olan tavrım zikretmektedir. Ayet, Hz. Yusuf un babası ile konuştuğunu anlatmaktadır.

3. Melekler secde ettiğine göre, onların ruhanî varlık olmaktan çıkmış ve bir bedene bürünmüş olmaları gerekir. Secde etme faaliyeti, bize, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, değişime uğrayabilen meleklerin, bedene büründük-lerini ifade etmektedir. Tıpkı Hz. İbrahim'e insan şeklinde gelmiş olmaları gi­bi. Yüce Allah meleklere, Âdem'e secde edin! derken, melekler bedene bü­rünmüş haldeydiler ve Hz. Âdem onları görüyordu. Meleklerin arasında yer alan İblis de cin olduğuna göre, onun da bedene bürünmüş olması tabiidir.

4. Meleklerin Hz.Âdem'e secde etme olayına başka bir açıdan bakma imkanımız olamaz mı? Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri, olmuş bitmiş bir olgu mudur, yoksa devam etmekte olan bir süreç midir?

Melekler tabiat kanunlarının gücünü temsil etmektedirler. Tabiat olayları­nın gücü, aslında güç manasına gelen melekten gelmektedir. Kadir gecesin­de yeryüzüne inen melekler, tüm kainatta olacak şeyleri planlamaktadırlar. Bunun manası, melekler ilahî kaderi, yani planlamayı, madde ve mana alemine indirmektedirler.

Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesini, tabiat kanunlarının insanoğlunun emrine ve hizmetine verilmesi şeklinde de anlamak mümkündür. O zaman, meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesi, olmuş bitmiş bir olgu değil, devam et­mekte olan bir süreçtir, denilebilir. Fussilet/1l'den bunu çıkarabiliriz:

(Sonra Allah, du­man halindeyken göğe yöneldi. Göğe ve yere 'İsteyerek veya isteme­yerek gelin' buyurdu. İkisi de, 'İsteyerek geldik' dediler).

Göğün ve yerin Allah'ın emrine isteyerek uymaları demek, Allah'ın onlara verdiği görevi yerine getirmeye başlamaları demektir. Böylece Âdem'e secde edin! emri, tabiat kanunlarının insanoğluna boyun eğmesini ve onun hizme­tine girmesini ifade ediyor olabilir. İnsanoğlunun tabiat kanunlarının bilgisi­ne ulaşması, maddeye hâkim olması, onun sırlarını çözmesi ve o sırlan bili­nir hale getirmesi, onları secde ettirmesi manasına alınabilir.

İblis'in secde etmemesi neyi temsil etmektedir? İblis, insanın nefsini tem­sil etmektedir. Çünkü İblis, cinlerdendi. Cinlerin âsi olanları vardır. İnsanoğ­luna boyun eğmeyecek ve onunla daima mücadele edecek olan cinlerin bir grubu, insanın nefsini temsil etmektedirler. Kehf/50'de İblis'in cinlerden ol­duğu anlatılmaktadır. Ama dikkat edilirse, cin de tabiat kanunlarından birini temsil etmektedir. İblis'in meleklerin yanında olması, aynı tabiat kanunları­nın yan yana faaliyet göstermesidir. (Çünkü beni ateşten yarattın). [A'raf/12] ifadesiyle İblis, kendi yapısının ve mahiyetinin kaynağını belirt­miştir. Melekler, nuru; İblis de ateşi temsil etmektedir. İkisi de bir bakıma, ışın veya enerji kökenlidir. Ateşten oluşan İblis, insanın vücuduna sızınca, nefsi harekete geçiriyor ve kızıştırıyor; böylece nefis insana boyun eğmez ha le geliyor. Bu manada düşünürsek, insanın maddi yapısından gelen arzuları­na hakim olması ve onlan emir altına alması, bir bakıma onları kendisine secde ettirmesi şeklinde anlaşılabilir.

Nefsin insana boyun eğmemesi veya insanın nefsine hâkim olamaması, İblis'in Hz. Âdem'e secde etmemesinin devam eden bir süreci olmaktadır. Melek, insanın aklını ve bütün kabiliyetlerini temsil eder ve biz eğitim vası­tasıyla onlara hâkim olur, onlan boyun eğdirir, eğitir ve geliştirip büyük bir güç haline getiririz. İnsana boyun eğmeyen, yani secde etmeyen yegane güç, onun nefsidir. İşte nefsine hâkim olacak olgunluğa ve manevî güce sahip olan insan, melekten de üstün olmaktadır. Nefse hâkim olmak ve ona boyun eğ­dirmek aynı zamanda bir bilgi ve şuur işidir.

Ayette görüldüğü gibi İblis, kibirinden dolayı secde etmemiştir. Demek ki nefsin gurur boyutu, onu insana boyun eğdirtmemektedir. Kibir ve gurur yö­nü ağır basan insanlar, daha çok şeytana yakın olmaktadırlar. Kibirden uzak­laşan insan ise, Allah'a yaklaşmaktadır. Zaten İblis kelimesi, Allah'ın rahme­tinden umudunu kesen ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış manasına gel­mektedir.[157]

5. Bakara/34 ayeti ile, Onu düzenleyip, insan şekline koyduğum ve ona ru­humdan üfürdüğüm zaman, hemen ona secde edin anlamındaki Hicr/29 ayeti arasında sanki bir zaman farkı varmış gibi görünüyor. Bakara suresinde sec­de emri imtihandan sonra verildiği halde, Hicr suresinde yaratıldıktan hemen sonra verildiği görülüyor.

Bu iki ayetin arasında bir zıtlığın olmadığını göstermek için iki türlü izah getirmemiz mümkündür. Birincisi, secdelerin ayrı ayrı zamanlarda yapılmış olmasıdır. Yani Allah, Hz. Âdem'i yaratınca, melekleri ona secde ettirdi. Da­ha sonra ise, Âdem'e öğretide bulunup, meleklerle beraber imtihana tâbi tut­tuktan sonra secde ettirdi. İlk bakışta bu yorum doğru görülebilir.

İkincisi, "ruh üflemek" ile "isimleri ona öğretme"nin aynı manaya gelebi­leceğidir. Hicr/29'daki ruh üfleme, ona can verme değil, onu öğretime tâbi tut­maktır. Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e ruhundan üflemesi demek, kendi sıfatları­nın cüzîlerini ona vermesi demektir. Onu öğretime tâbi tutması, ona ilim sıfatından bir parça vermesi/üflemesi demektir. "Ruh üfleme" ile "öğretimi" ay­nı manaya alınca, aralarındaki zaman farkı ortadan kalkmaktadır.[158]

O zaman şu soruyu sorma hakkı doğabilir: Öğretimi, yani bilgi vermeyi, ruh üflemekle nasıl aynı manaya alabilirsiniz? Onlara cevap olarak Şura/52 ayetini verebiliriz. Ayetin ilk bölümü şöyledir:

(biz, sana emrimizden bir ruh vahyettik). [Şura/52]

Allah Kur'an'a bu ayette ruh ismini vermektedir. Kur'an ilahî öğreti olduğu­na göre, öğreti ile ruh birleştirilmiş olmaktadır. Kur'an niçin ruhtur? Ruh, bede­ne nasıl canlılık veriyorr, onu hareket ettiriyor, onun bütün kabiliyetlerini hare­kete geçiriyor ve onu çürümekten koruyorsa, Kur'an da insanın manevî ve sos­yal ilişkilerine öylesine can vermekte ve manen ölümünü engellemektedir. Kur'an, cehalet ve inkar gibi insan gönlünü öldüren ve onu ölü haline getiren şeyleri ortadan kaldırıp gönle canlılık ve aydınlık vermektedir. Öyleyse Bakara/31 'deki Âdem'in öğretime tâbi tutulması ile, Hicr/29'daki ruh üfürülme-si, aynı manaya alınabilir ve aradaki zaman farkı ortadan kaldırılabilir.

6. Allah'ın, Adem'e secde edin! emriyle, meleklerin tamamının secde edip etmediklerini cevaplayabilmek için Hicr/30 ayetine gitmemiz gerekiyor:

(Bu emir üzerine meleklerin hepsi toptan secde etti. [Hicr/30]

Râzî, Sîbeveyh'in, Müberred ve Zeccâc'ın izahlarını naklederek, (hepsi) ve (toptan) gibi bir te'kidin ayette yer almasını delil göstererek, hepsinin secde ettiğine işaret etmektedir.[159]

Ancak bu izah, beraberinde şu soruyu getirebilir: Allah, secde emrini ver­diğinde, bütün melekler orada mıydı? Orada bulunan meleklerin hepsi secde etmiş olamaz mı? İlk bakışta, meleklerin hepsinin huzurda olduğu anlaşıl­maktadır. Acaba (Kesinlikle, Rabbine ya­kın olanlar kibirlenip, Allah'a ibadet etmekten ayrılmazlar. O'nu teşbih eder ve sadece O'na secde ederler) [A'raf/206] ayeti bize bunun başka bir boyu­tunun olduğunu göstermez mi? (Sadece O'na secde ederler) cümle­sinden, bazı meleklerin Allah'tan başkasına secde etmedikleri anlaşılmaktadır. Buradan, meleklerin bir kısmı Hz. Âdem'e secde etmiş, bir kısmı secde etmemiştir, manası çıkmaktadır. Her iki ayetin manasını şöyle birleştirebili­riz: Melekler Hz. Âdem'in zatına secde etmemiş, onun Allah'tan gelen bilgi­sine secde etmişlerdir. Bilgi de Allah'tan geldiğine göre, secde Allah'a olmuş­tur. Böylece A'raf/206'da yer alan Sadece Allah'a secde ederler beyanı ihlal edilmemiş olur. Meleklerin hepsi, toptan ifadesi, hiçbir meleğin bundan istis­na olmadığını göstermektedir. Peki İblis neden secde etmedi? [160]

 

 İblisin Mahiyeti Ve Secde Etmeme Sebebi:

 

(Sadece İblis secde etmedi. İnat etti, kibir­lendi ve kâfirlerden oldu).

1. İblis kibrinden dolayı secde etmemiştir. Daha önce, Allah'ın rahmetin­den uzak ve cinlerden olan varlığa İblis denilmiştir. İblis'in yaratıldığı mad­de ateştir:

(Allah, "Emrettiğim zaman ne diye sec­de etmedin?" diye sordu. İblis, 'Ben, ondan daha değerliyim, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın' dedi). [A'raf/12]

Bu ayet bize, İblis'in ateşten yaratıldığım öğretmektedir. Bizzat İblis'in kendisi, kökeninin ateş olduğunu itiraf etmektedir. İblise göre ateş topraktan üstündür ve bu sebeple kendinden aşağı olan bir varlığa secde edemeyeceği­ni söylemiştir.

Biz daha önce meleğin ne olduğunu anlatırken meleklerin nurdan, şeyta­nın da ateşten yaratıldığına değinmiştik. Ancak meleğin bir nevi enerji varlık olabileceğini söylemiş, buna karşılık cinlerin durumunu ele almamıştık. Şim­di yeri gelmişken cinler hakkında bilgi verebiliriz.

Kur'an'da ateş, (nâr) kavramıyla ifade edilmektedir. Meleklerin yara­tıldığı madde de ışık'tır. Işık da (nur) kavramından gelmektedir. Bu du­rumda (nur) ile (nâr) aynı kelimenin değişik biçimde yazılımıdır. Nur'daki vav harfi, nâr'da elife, dönüşmüştür. Her iki kelime, daha önce bir çeşit enerji diye tanımladığımız varlığın iki farklı boyutunu ifade etmektedir. Benzetmek gerekirse, bir elektrik kablosunda var olan elektrik insanı yakar, bu, o enerjinin nâr kısmı; kablonun ucuna takılan lambanın verdiği ışık da nur kısmı olmaktadır. Her ikisi de aynı kablonun içinde beraber yaşıyorlar. İş­te İblisle meleklerin bir arada bulunması da aynen, insanı çarpan ve yakan

enerji ile ışığın aynı kabloda, yani cereyanda bulunması gibidir. İblis, ateşten yaratıldığını söylerken doğru söylemektedir:

 (Cânnı da, daha önce çok zehirleyici bir ateşten yarattık). [Hicr/27]

Ayette yer alan cânn kavramı, 'gizleyen' anlamına gelmektedir. İblis bü­tün cinlerin atası olarak kabul edilmektedir.[161] İnsanlara gizli olduğu/görünme­diği için bu ismi almıştır.

Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın si­zi de fitneye düşürüp, şaşırtmasın. O ve kabilesi, sizin onları görme­diğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları inanmayanların dostları yapmışızdır. [A'raf/27]

Demek ki, şeytanlar insanları görüyor ama, insanlar onları göremiyor. İş­te görünmeme özellikleri nedeniyle cin denen varlık cânn ismini almaktadır.

Ayette yer alan "daha önce" ifadesi, cinlerin insanlardan önce yaratılmış olduğuna delil teşkil etmektedir. Ayetin son kısmında yer alan (Çok zehirleyici ateşten) [Hicr/27] ifadesi de, İblis'in yaratıldığı maddeyi açıkla­maktadır.

Mesamat kavramı, semum kavramıyla aynı kökten gelmektedir. Mesamat, insanın vücudunda, teri dışarı; havayı içeri alan kıl deliklerini ifade etmekte­dir. Demek ki cinler insan vücuduna mesamattan sızar gibi girmektedir.

Çoğu zaman gündüz, bazen de gece esen yakıcı rüzgara da semûm den­mektedir.[162] Bu manalardan şu gerçeği yakalayabiliriz: Şeytan, insanın beyni­ne sızıp, ona vesvese verebildiği ve onun davranışlarını yakıp yıktığı için se­mûm denen bir özelliğe sahiptir. Daha doğrusu, bu özelliğe sahip olduğu için insanın beynine girip onu etkileyebilmektedir. Şeytanın girdiği yerde düzen, sistem, denge kalmaz; tabiatı değişir. Onun "yakıcı ateş" özelliği, ateşin odunu yakıp kül etmesi gibi, insanın olumlu fikir ve davranışlarını yakıp kül eder.

Diğer bir ayette, şeytanın yaratıldığı ateşin başka bir özelliğinden bahsedilmektedir:

(Cinleri de yalın bir ateşten yarattı). [Rahman/15]

Ayetteki maric kavramı, şu manalara gelmektedir: Iztırap anlamını ifade eden merec, yalın ateş, ya da dumansız saf alev demektir. Merec'in asıl mana­sının, karışma (ihtilat) olması itibariyle mâric'in karışık dumanlı bir ateş ol­duğu söylenebilir. Her şeye nüfuz eden ve kansan manasıyla, ateşin hakika­tini ifade etmektedir.[163] Şeytanın gerek yakıcılık ve gerekse yalınlık özelliği ile insanı etkileyip, işlerine karıştığı, ona ıztırap verdiği ortaya çıkmaktadır. Şeytan kendi görevini yerine getirirken, tabiatına uygun olanı yapmaktadır.

İblis'in insanı bu şekilde etkilemesinin nedenlerinden biri de, insanın tabi­atında bulunan ateştir:

(Allah   insanı   ateşte   pişmiş   çamurdan   yarattı). [Rahman/14]

Yüce Allah, insanı yaratırken, Hz. Âdem'in çamurunu birtakım evrelerden geçirmiş ve en son merhalesinde onu ateşle yoğurmuştur. İşte insanın tabi­atında yer alan bu ateşle, ateş olan şeytan irtibat kurmaktadır.

2. Bu ayetteki meselelerden biri de İblis'in melek olup olmadığıdır.

İblis meleklerden miydi? Meseleyi çözebilmek için Bakara/34'e müracaat etmemiz gerekiyor. Bu ayette, Hani meleklere, "Âdem'e secde edin" dedik buyuruluyor. Dikkat edilirse, burada muhatap -İblis değil- meleklerdir. An­laşılıyor ki, İblis'in ortaya çıkışı ve ayrı olarak ele alınması, secde olayından sonradır. Öyleyse, İblis'in meleklerden olmadığını söyleyebiliriz.

Buna rağmen İblis'i melek cinsinden kabul eden görüşler de mevcuttur. Böyle düşünenlere göre, Yüce Allah, meleklere ve İblis'e secde edin, emrini verseydi, İblis'in meleklerden farklı bir yaratık olduğunu anlamış olacaktık. Emir, sadece meleklere verilmiş olsaydı, İblis'in sorumlu tutulmaması gere­kirdi. Demek ki, İblis kavramını melek kavramı içinde düşünmek gerekiyor. Bizim görüşümüz yukarıdaki gibidir. Zira:

3. İblis meleklerden olsaydı, Allah onun için cin kelimesini kullanmazdı:

İblis cin­den olduğu için Rabbinin emrinden çıktı). [Kehf/50]

Bu ayette İblis'in aslı açıklanmaktadır. Cinler iradeye sahip olduğu için, emri yerine getirip getirmemekte serbesttir. İblis, iradesini secde etmemekten yana kullanmıştır. Eğer meleklerden olsaydı, isyan etmesi mümkün olmazdı.

4. İblis'in zürriyeti vardır, ama meleklerin zürriyeti yoktur. İblis melekler­den olsaydı, Kur'an'da İblis'in zürriyetinden bahsedilmezdi.

(İblis'i ve onun zürriyetini, dostlar mı edinirsiniz?) [Kehf/50]

Zürriyet kelimesi, İblis'in doğurgan olduğunu, evlendiğini ifade etmektedir. Demek ki o, zürriyete sahip olması bakımından da meleklerden ayrılmaktadır. Bunun başka bir anlamı da şudur: Cinler maddeye dönüşebilmekte ve bir bede­ne bürünebilmektedirler. Bu yönleriyle meleklerle ortak bir özelliğe sahiptirler.

5. Aynı kaynaklı olmaları bakımından melekle İblis'in benzerliği vardır. İnsa­nın tabiatında da ateş olması (fırında pişmiş çamur) bakımından, İblisle bir ben­zerliği vardır. Kur'an bize, insanlardan da şeytanların bulunduğunu beyan etmek­tedir:

(Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık; bunlar bir­birlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldar dururlar). [En'âm/112]

Bu ayetten anlaşılıyor ki, İblis insanlardan bazılarını çok etkileyerek onları şeytana çevirmektedir. Bu dönüştürme, biyolojik değil manevîdir. Bunun anla­mı, dış görünüşüyle insan, iç oluşumlanyla şeytan olan insanlar var demektir.

6. Melekler bir çeşit enerji dalgası olduklarından, onların getirdiği mesaj­ların kanalını, şeytanlar engelleyebilir. Ateş şeklinde olan İblis, meleklerin akış kanalının önünü kesip, başka yöne kaydırabilir. Şeytan da kulak hırsız­lığı yaparak meleklerin taşıdığı mesajı çalıp karıştırabilir:

(Ce göğü taşlanan bütün şey­tanlardan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan şeytan hariç; onu apaçık bir alev sütunu takip eder) [Hicr/17-18]

(Artık o şeytanlar, melekler alemini dinleyemezler). [Saffat/8]

Zikredilen bu üç ayeti bir araya getirince şu açıklamayı yapabiliriz: Yüce Allah, melekler âlemini şeytanlar aleminin daha üstüne koymuştur. Şeytan­lar, melekler âlemini, yüceliği nedeniyle dinleyemezler. Melekler âleminden beşerî aleme doğru gelen haberleri, mesajları, kendi seviyelerine inince çal­maya çalışırlar. Çaldıkları haberleri insanlardan edindikleri arkadaşlarına ile­tirler. Ancak çaldıkları hep yarım ve eksik olduğu için şeytanın arkadaşları­nın bilgileri de eksik ve yarımdır. Bu nedenle cinlerle irtibat kurup birtakım haberler veren kimselerin bilgilerine itibar etmemek gerekir.

(Şeytanlardan birkaç kelime hırsızlığı yapabilecek kadar yaklaşan olursa, bir ateş parçası onun peşine takılır). [Saffat/10]

Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Şeytanlar, melekler alemini dinle-yemezler;ancak insanlar alemine gelen bilgileri hırsızlama dinleyebilirler. Hırsızlama dinleyenleri de Allah şihâb (alevli yıldız) ile mahveder. Hicr süresindeki (şihâbun mübîn) ifadesi ile Saffat süresindeki (fe-etbe'ahu şihâbun) ifadesi, aynı manaya gelmektedir.

Hac/52 ayetine dikkat edilirse şeytanların, melekler âlemini hırsızlama dinledikleri, insanlar alemine de ilka (karıştırma) şeklinde etkide bulunduk­ları anlaşılr:

(Senden önce, gönderdiğimiz bütün rasûl ve nebîler, bir şey temenni ettikleri zaman, şeytan onların bu arzularına şüpheler karıştırırdı. Bu­nun üzerine Allah, şeytanın bıraktığı şüphe ve fitneyi ortadan kaldırır. Sonra Allah, ayetlerini tesbit edip, kuvvetlendirir).

İşte şeytan, Allah'ın melekle peygamberlere gönderdiği mesajın kanalını karıştırıp, mesajın peygamberlerin kalbine doğru inmesini engellemeye çalı­şır. O zaman devreye Allah girerek, şeytanın attığı sahte bilgiyi siler ve ayeti­nin tam metniyle peygamberine ulaşmasını temin eder. Allah, her şeyi delip geçen alevle bu silme işini yapar ve böylece şeytanın hedefine ulaşmasını en­gellemiş olur. Demek ki İblis ve onun zürriyeti olan şeytanlar, hırsızlama melekût alemini dinleyip, beşerî aleme iyi bir mesajın gelmesine engel olamaz­sa, peygamberlerin gönlünü karıştırmaya ve ona sahte mesaj vermeye çalışır­lar. Bu da onun bir çeşit enerji türü yapısında olduğunu ve yeri geldiğinde be­dene bürünebildiğini isbat etmektedir.

Cinler, Hz. Süleyman'ın yanında bulunmuş ve onun işçiliğini yapmışlar­dır. Hz. Süleyman, Belkıs'ın tahtını isteyince:

"Cinden bir ifrit şöyle dedi: Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Bu işi yap­maya gücü yeten ve güvenilir biriyim"). [Neml/39]

Diğer taraftan Sebe/14'de işçi olarak Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştıkla­rına şahit oluyoruz. Demek ki peygamberler cinleri insanlar için çalıştırabil-miştir. Bu da gösteriyor ki, melekler ve cinler, dünyaya gelip bedene bürüne­rek iş yapmakta, insanlarla ilişki kurmaktadırlar. İnsanlık ileride bunlarla iş­birliği yapabilecek, bazen de savaşacaktır. Zaten insanoğlu başlangıçtan beri şeytanla, yani İblis ve zürriyeti ile mücadele etmektedir:

(Gerçekten şeytan sizin düşma-nınızdır. Siz de onu düşman edinin. Çünkü o, etrafına toplananları ce­hennemlik olsun diye çağırır) [Fâtır/6]

Bu ayetten anlıyoruz ki, cinlerin kâfir kanadından olan İblis ve onun zür­riyeti, insanoğluna düşmanlığını ilan etmiş. Allah da bu düşmanlığın farkın­da olmamız için bizi uyarmıştır.

Diyebiliriz ki: Şeytan, insanları birbirine düşürerek, kavga ettirerek, kan döktürerek düşmanlığını sürdürmektedir. Aslında insan, insanın düşmanı de­ğildir. Ama insanlar, asıl düşmanı olan şeytanı düşman edinip, onunla müca­dele etmediği, yani hedefini şaşırdığı için birbirlerine düşmanlık etmekte­dirler.

Demek ki şeytan, insanları birbirine karşı kullanarak düşmanlığını yürüt­mektedir. Yeryüzündeki savaşlar, kavgalar, kin ve düşmanlıklar, şeytanın in­sanlara karşı verdiği mücadeledeki başarısını göstermektedir. [164]

 

İblis Neden Secde Etmedi?

 

Şimdi İblis'in neden secde etmediği sorusuna cevap arayabiliriz. Açıkla­masını yapmaya çalıştığımız Bakara/34'de şöyle buyurulmaktadır:

“İblis'ten başka hepsi secde ettiler. İblis etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu”.

Bu konu ile ilgili diğer ayetlere de müracaat ettiğimizde şu gerçeklerle karşılaşmaktayız: [165]

 

A) İnat:

 

İblis'i secde etmekten alıkoyan nedenlerden birçoğu, psikolojikdir. Ayette yer alan (ebâ) kelimesi, diretmek, inat etmek, yüz vermemek, çe­kinmek, kerih görüp iğrenmek manalarına gelmektedir.

Görlüyor ki diretmek ve haksız yere inat etmek gibi olumsuz tavırlar, şeytan işidir. Gerçeği gördüğü halde kabullenmemek için inat etmek, şeytana yakın ol­maktır.

İşte eğitim sistemi, insanın nerede ve hangi konularda direteceğini, ısrarcı olacağını, hangi konularda ve nerede ısrarcı olmayacağım öğretmelidir.

Allah, şeytanın bu tutumunu bize anlatmakla, yanlışta diretmenin bir şeytan işi olduğunu öğretmektedir. Yoksa maksat, meseleyi hikaye etmek değil, insa­nın, şeytanın özelliklerine bürünmemesini temin etmek için onu uyarmaktır. [166]

 

B) Kibir:

 

Şeytanın, Hz. Adem'e secde etmemesinin diğer bir sebebi de -birçok ayet­te ifade olunan- kibirlenme duygusudur: Kibirlenmek istedi.

Diretmenin, ya da inat psikolojisinin kardeşlerinden biri, kibirdir. İblis, kendisini insanla mukayese edip, kendisinin üstün olduğu şeklinde bir değer­lendirme yaparak kibirlendi:

(İblis şöyle dedi: "Ben, Âdem'den daha üstü­nüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın"). [A'râf/12]

İblis'in kibirlenme sebebi bu ayette kendini üstün görmek şeklinde ifade edilmiştir. Ayette görüldüğü gib şeytan kıyas/mukayese yapmaktadır.

Bilimde mukayese faydalıdır, ama kibre götürecek olan bir mukayese tehlikelidir.

Aynı şekilde aile hayatında kan kocasını, koca karısını başkalarıyla mu­kayese etmeye başladığı zaman, aralannaki sevgi yıpranır. Ailenin temeli olan namus duygusunda aşınmalar başlar. Bunun için kan veya koca birbir­lerine başkalannı örnek vermemelidirler.

Şeytanın kibri bulaşıcıdır. İblis, bu hastalığını bilerek insanlara yaklaşıp bulaştırmak ister. Bu nedenle Allah, şeytanın bu özelliğini açıklayarak, inanlara alçakgönüllü olmayı, kibirlenmemeyi ve kendini üstün görmemeyi aşılamakta ve onu terbiye etmektedir. Bu kibirli davranışlar, küçük görme ile başlar, ilahî iradeyi beğenmemeye kadar uzanır:

 (Allah şöyle dedi: Bizzat kudretimle ya­rattığıma secde etmene mani olan şey nedir?) [Sâd/75]

Bizzat kudretimle yarattığıma ifadesiyle Allah, kendi eserinin beğenilmediğini ifade etmektedir. Allah'ı tanıdığı ve birliğine inandığı halde, İblis'in O'nun eserini değersiz görmesi, affedilecek bir hata değildi. Bu da bize şunu öğreti­yor: Değer verdiğin birinin yaptığı işi ve ortaya koyduğ eseri değersiz görmek, çirkin bir davranıştır. Bu yüzden insanları tenkit ederken yıkıcı olmamak, gü­zel bir üslupla eksiklik ve yanlışlıkları söylemek gerekir. İblis, Âdem'i (insanı) değersiz görmesinin, onu yaratana kadar varacağı hesap edemedi. [167]

 

C) İblis Cinlerdendi:

 

Kehf/50'de şöyle buyurulmaktadır:

(Hani biz meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis hariç, meleklerin hepsi secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabb'inin emrinden dışarı çıktı).

Daha önce söylendiği gibi, meleklerin tabiatında, verilen emri yerine getir­mek vardır; itiraz, inat ve emri yerine getirmemek gibi bir şey yoktur. Onun için meleklerin tümü emri yerine getirerek, secde ettiler. Ancak cinlerin tabi­atında, günaha açık bir yön vardır. Bunlar verilen emri yerine getirip getirme­mekte serbesttirler. İradesini kullanarak iyi veya kötüyü seçme hakkına sahip­tirler. Bu hürriyeti kullanmaları da kendilerine bir sorumluluk getirmektedir. Allah, İblis'in secde etmeme sebeplerini sayarken, (O, cinlerden idi) buyurmaktadır. Onun cinlerden olması, böyle bir davranış bozukluğuna girme­sine sebep olmuştur. Ayette yer alan,  (kâne) kelimesi, idi manasındadır. Onun cinlerden olması, böyle bir davranmasında itici güç olmuştur.

Bu sefer de secde etmemesi, onu başka oluşumlara taşımıştır. Bu oluşum­lar nelerdir?

a. Şeytan/İblis kâfirlerden oldu:

(Ve kâfirlerden oldu). [Bakara/34]

Bazıları bu ayette yer alan  (kâne) kelimesine idi, bazıları da oldu manasını

vermektedir. Bu ayettekine oldu, Kehf/50'dekine ise idi manasını vermek daha doğ­ru olur diye düşünüyorum. İnat ve kibir, Allah'ın yarattığını hakir görüp, O'nun em­rini yerine getirmemek, onu kâfir durumuna düşürmüştür. Öyleyse, bu ayetteki (kâne) kelimesine oldu manası vermek daha uygundur. "İblis kâfir idi" demek, da­ha önceden imtihana tâbi tutulmuş ve kâfirliğine Allah tarafından karar verilmiş de­mektir. Allah'ın enirini yerine getirmemekle İblis niye kâfir olsun? Emri yerine ge­tirmemek, günah değil mi? İblis/şeytan Allah'ı inkar etmiyor ki kâfir olsun.

Allah'a inanan ve fakat Allah'ın emrettiği şeyleri yapmayan ve nehyettik-lerinden sakınmayan kişi kâfir olur mu? Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde, İblis'in Allah'a inandığı belirtilmektedir; mesela İblis şöyle diyor:

(Rabbim, dirilecekleri güne kadar bana müsade ver). [Hicr/36]

(İzzet ve kudretine yemin ederim ki, kesinlikle hepsini azdıracağım). [Sâd/82]

(Şeytanın du­rumu gibidir; hani insana 'Kâfir ol!' demişti. İnsan da kâfir olunca, "Ben senden uzağım, çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" dedi). [Haşr/16]

Bu ayetlerden şunu anlıyoruz: Birinci ayette Rabbim, ikinci ayette Senin izzetine yemin ederim ve üçüncüsünde Alemlerin Rabbi olan Allah'tan kor­karım ifadeleri, İblis'in Allah'a inandığını göstermektedir. Allah'a rabbim di­yor, O'nun şerefi üzerine yemin ediyor. O'na alemlerin rabbi diyor ve O'ndan korkuyor. Ayrıca kâfir olan insanla beraber olmak istemiyor. Bu sözleri söy­leyen, kâfir beğenmeyen ve kendisinde Allah korkusu olan bir varlığa kâfir denebilir mi? Bu durumda (ve kâne mine'l-kâfirîn) ibaresine, "Nankörlerden oldu" manasını vermek mümkün değil mi?

b. Şeytan, Rabbinin emrinden çıktı

(Ve kâfirlerden oldu) [Bakara/34] ibaresi, Kehf/50'de (Rabbinin emrinden çıktı) şeklinde yer almaktadır. Demek ki kâfirlerden ol­ması, Rabbinin emrinden çıkmasıdır:

Sadece İblis secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. [Sâd/74]

Bakara/34'deki Kâfirlerden oldu ifadesi, Kehf/50'de, Rabb'inin emrinden çıktı ifadesiyle tefsir edilmiştir.

c. Şeytan insanın düşmanıdır:

(Şimdi siz beni bırakıp da tblis'i ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düş-mamnızdır. zalimler için bu ne kötü değiştirmedir). [Kehf/50]

Onlar sizin düsmanınızdır ibaresi, yaratılması ve Allah'ın dergahından ko­vulmasına kadarki oluşumlar nedeniyle, şeytan insana düşman olmuştur:

(Gerçekten şeytan size düşmandır. Siz de onu düş­man edinin). [Fâtır/6]

d. Şeytan kovuldu

Secde etmesi konusunda verilen emri yerine getirmeyince İblis, şu emirle karşı karşıya kaldı:

(Hemen çık oradan, çünkü sen kovulmuşsun). [Sâd/77, Hicr/34]

Bulunduğu yerin gereklerini yerine getiremeyen, o yere layık davranışları üretme­yip, ters davranışta bulunanlar, layık oldukları yere gönderilirler. Yüce Allah, İblis'in kovulmasını bize anlatırken, bu sosyal realiteye dikkat çekmek istemiştir. İnsanın bu­lunduğu sosyal seviye ve kendisine toplum tarafından biçilen statüyü hazmetmesi ve o olgunluğu göstermesi gerekir. Sosyal irtifasını kaybetmek en büyük cezalardan biridir ve bu ceza şeklinin ilk defa Allah tarafından uygulandığına bu ayetlerde şahit oluyo­ruz. Aynı ceza şekli Hz. Âdem'e de uygulanmıştır.

Kovulması, taşlanma biçiminde olmuştur. Ayette geçen recm kavramı, aslında taş­lama manasına gelmektedir. Taşlamak ile bir yerden çıkarılmak ve kovulmak arasında ilişki vardır. Taşlanan, bulunduğu yerden çıkarılıyor ve kovuluyor demektir. Bu taşla­ma, maddî mi, yoksa manevî midir? Bunun cevabını şu ayetlerle verebiliriz:

(Biz, yere en yakın olan göğü yıldızlarla süsledik. İtaatten çıkmış her inatçı şeytandan koruduk. Kulak verip, dinleyemezler, meleklerin yü­ce meclisinde olup bitenleri ve her taraftan taşlanırlar, ebedî azap var­dır onlara, birkaç kelime hırsızlığı yapabilecek kadar yaklaşan olursa, onun da bir ateş parçası takılır peşine). [Sâffât/6-10]

Bu ayetlerin benzeri Hicr/16-18'de yer almaktadır. Saffat süresindeki "ateşli yıldız" ifadesi, Hicr suresinde "apaçık görünen yıldız" şeklindedir.

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, şeytan dengesiz bir davranışta bulunup, mele-kût aleminden beşerî aleme gelen mesaj dolu dalgalan bozar ve gökyüzünün süslenmiş burçlarının nizamına musallat olursa, onları korumakla görevli olan yıldızlar vasıtasıyla taşlanır. Bu maddî bir taşlanmadır.

Öyle görülüyor ki, insanlığın mutluluk göğündeki nizamı bozmaya çalı­şan kimseler, şeytana yardım etmekte ve onun ahlâkı ile ardaklanmaktadırlar. Bu da onların, aydınlık bilgisinin yıldızlanyla cezalandırılmalarına sebep olur. Şeytanların taşlanması ve apaçık görünen şihabla yakılmaları olgusu, bize şunu anlatıyor: Cahil ve kötü insanlar, elbirliği ile dünya nizamını boz­maya çalışıyorlar. İşte, bu cehalet ve kötülükleri ortadan kaldırıp cezalandı­racak olan silah, bilginin şihabıdır (aydınlatıcı yıldızıdır) ki aklın göğünde yer alır.

Ayetlerde geçen gök kavramını ve oradaki burçları, insanın psikolojik yapı­sına uyarlarsak, şöyle bir izah yapabiliriz: Dış alemde gök insanın beynini, yer nefsini, ikisi arasındakiler de gönlünü ifade etmektedir. Şeytan nefis aleminden kovulmuş olarak yaşar; beyinden gönüle doğru akan bilgi ve anlayış kanalların­dan hırsızlık yapmaya ve onların nizamını bozmaya çalışır. İşte o zaman bey­nin göğünde yer alan bilgi yıldızlanyla taşlanır ve gönle akan kanallann bozul­ması önlenmiş olur. Allah'ın şeytanın peşine taktığı şihab (aydınlatıcı yıldız), beyin semasında bilgiyi temsil etmektedir.

Meseleye böyle bakıldığında şeytanın taşlanması, psikolojik bir anlam ka­zanmaktadır. Bize göre, hacdaki şeytan taşlama, hakiki taşla değil, ibadetin getirdiği bilinç ve akılla olmalıdır.

e. Lanetlendi

Ceza gününe kadar, lanet senin üzerine olacaktır). [Hicr/35, Sâd/78]

Ayette yer alan lanet, belayı, felaketi, değersizliği, nefreti ve son dereceye ulaşan kırgınlığı ifade etmektedir. Şeytan, Allah'ın emrini yerine getirmemekle, Allah'ın lanetinin içine girmiştir. Şeytanî işler yapan insan ve toplumlar da bela­dan kafalarını kaldıramaz, felaketler her zaman onların peşinde olur. Şeytana ya­kın olmak, belaya yakın olmak demektir.

Şeytanı lanetlediğini Allah'ın bize niçin anlattığını cevaplandırırken, psi­kolojik ve sosyal oluşumlardan hareket etmemiz gerekiyor. Psikolojik an­lamda, Allah'ın emrine karşı gelmenin ve sosyal manada kötülüklerin peşin­de koşmanın, hem ferde hem de topluma bela getireceğine dikkat çekilmek­tedir. Yüce Allah'ın bir toplumun üzerinden lütfunu, ihsan ve rahmetini ek­siltmesi veya çekmesi, o toplumu belaya iter.

Şeytan secde etmediği için lanetlendi; öyleyse secde etmek, fert ve toplu­mun uğrayacağı bela ve laneti engeller. Böylece secdenin koruyuculuk özel­liği ortaya çıkmaktadır. Alak/19 ayetine göre secde. Allah'a yakınlıktır. Sec­de etmemek, Allah'tan uzakta kalmaktır. Allah'tan uzakta kalma da, laneti ça­ğırmaktır. Demek ki, secdeye varan bedenler aslında insanlığı lanetten koru­maktadırlar.

Kısaca şu genellemeyi yapmakta yarar görüyoruz: Hz. Âdem, bilginin üs­tünlüğü sebebiyle, kendisine saygı gösterilmesi emri ile ödüllendirilmiştir. Şeytan, secdeyi Hz. Âdem'in şahsına değil, bilgisine yapacaktı. O ise, Hz. Âdem'in yaratıldığı maddeyi hakir görerek, saygıyı kendi yaratılış özüne la­yık gördü. Bilginin üstünlüğünü anlayamayan ve bilgiye saygı duymayanlar nankörlük etmiş, ilahî emirden çıkmış, düşmanlığı, kovulmayı ve belayı da­vet etmiş olurlar. Demek ki bilgi küfrü, isyanı, düşmanlığı, cezalandırmayı ve laneti önlemektedir. Bilginin olduğu yerde saygı vardır, cezalandırılacak davranışlar yoktur, düşmanlık duygularında erime vardır.

Bilgiye saygı duymak, fertler veya toplumlar için bir seçenek değil, tam tersine bir zorunluluk ve ilahî bir emirdir. Onun içindir ki, bilgi secde gibi saygıyı beraberinde getirmektedir. Bilgi ne kadar yayılır ve ne kadar yüceltilirse, kötülüğe o kadar engel olunur ve onun hareket alanı o nisbette daralır. Bilgili olanlar mütevazi olurlar. [168]

 

İlk Yasak Ve İlk Günah:

 

35-36. Ve Âdem'e şöyle dedik: "Sen ve eşin birlikte cennete yerleşin, ikiniz de oradaki nimetlerden istediğinizi bol bol yiyin, ancak şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olur­sunuz" . Bunun üzerine şeytan, onları bulundukları yerden kaydırıp çıkardı. Biz de, 'Birbirinize düşman olarak ininiz oradan ve yeryüzünde belli bir zamana kadar ikamet edip yaşayacaksınız' dedik.

İnsanlık Âdem ve eşi Havva ile başlamıştır. En az iki kişinin, belli kural­lar çerçevesinde ve ihtiyaçlara dayanarak organize olması ile sosyal hayat ve kurumlar meydana gelir. Diğer bir ifade ile, bir sosyal grubun üyeleri arasın­daki etkileşim ve iletişimler, müesseselerin oluşmasına sebep olurlar.

Demek ki ilk toplum Hz. Âdem'in ailesi ile başlamıştır. İlk sosyal grup Âdem ailesi olduğu gibi, ilk sosyal kurum da yine Âdem ailesinin üyeleri arasındaki ilişkiden doğmuştur. Bu da nikah kurumudur.

Burada, Âdem'le eşi arasındaki nikahın kim tarafından kıyıldığı sorula­bilir. Allah'ın ayette Havva yerine eşi demesi, bize bunun cevabını vermek­tedir: Âdem ile Havva'nm nikahlarını bizzat Allah kıymıştır.

Hz. Âdem melekler karşısında imtihanı kazandıktan ve kendisine saygı secdesi yapıldıktan hemen sonra, bir yasakla karşı karşıya kaldı. Cennette konmuş olan bu yasağın, beslenme ile alakalı olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan yasağın insan-tabiat ilişkisini konu edindiği de görülmektedir.

Bu ilişkiden şu ilkeleri çıkarabiliriz:

1. Bakara/31 'de yer alan öğretim faaliyetinden hemen sonra bu yasak kon­muştur. Bu bize, öğretim faaliyeti yapılmadan yasaklamanın olmayacağı il­kesini Öğretmektedir. Öncelikle insan bilgilendirilecek, faydalı ve zararlı,

doğru ve yanlış, iyi ve kötünün neler olduğu öğretildikten sonra eğitim faali­yetine geçilebilecektir.

2. 31. ayette öğretim, 35. ayette ise. eğitim faaliyeti yapılmaktadır. Bilin­diği gibi öğretim zihne bilgi kazandırırken, eğitim faaliyeti buna gönül ve ne­fisle ilgili faaliyetleri de ilave etmektedir. Öğretim faaliyeti, eğitimin içinde yer aldığı gibi, onun vazgeçilemeyen unsurunu da teşkil etmektedir.

3. Hz. Adem'e ve hanımına ağacın yasaklanması, onların geçimlerini nereden sağ­ladıklarım açıklamaktadır. Bu bize tabiatın ilk ekonomik kaynak olduğunu ve o devir insanının içinde bulunduğu sosyal gelişmişlik seviyesini de vermektedir.

4. İstediğinizi bol bol yiyin ibaresi, insanın dilemekte hür olduğunu ifade etmek­tedir. "Dileme/isteme", beraberinde irade ve seçeneği getirmektedir. Bir yerde yasak varsa, orada insanın serbestliği, yani hürriyeti de var demektir. Değişik davranışlara açık olmayan isteklerin bulunduğu yerde hürriyetten bahsedilebilir mi? İşte bu ayet­te Allah (dilediğiniz) kavramı ile Hz. Âdem ve hanımına dayatma yapmadığını ve onları hür iradelerine göre serbest bıraktığını ifade etmektedir.

5. Şu ağaca yaklaşmayın ifadesi ve ağaç kelimesi, yasağın önemli unsur­larını teşkil etmektedir: W^^ (Zinaya yaklaşmayın) [İsra/32]; (Yetimin malına yaklaşmayın) [İsra/34] ayetlerinde olduğu gibi, Hz. Âdem'e de ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Aslında bu yaklaşmayın emri, psiko­lojik bir durumu yansıtmaktadır.

Bazı nesnelere ve değerli eşyalara yaklaşınca, geri çekilmek mümkün olmayabi­lir. O işi yapmaya yaklaşınca ve temas kurulunca, yasaklama emri unutulabilir. "Ya­saklar arzu doğurur" esasından hareket ederek, emrin insan psikolojisine göre veril­diğini anlıyoruz. Bazı şeyler vardır ki, onlara yaklaşmak geri çekilmeyi imkansız ha­le getirebilir; zina, haram mal ve haram lokma gibi. İnsanın tabiatını kendisi yarattı­ğı için, onun davranış biçimini de en iyi bilen Allah'dır. Yasağını, Şu ağaçtan yeme­yin! yerine, Şu ağaca yaklaşmayın! sözleriyle ifade etmiştir.

Eğitimde, insanla yasaklar arasına mesafe koymak çok önemli bir ilke ol­malıdır. Öğretmenle öğrenci arasındaki mesafenin, eğitimde çok büyük bir ye­ri vardır. Tatlı mesafe kavramı, eğitimin evrensel kuralıdır. Allah, insanın tabi­at, insanın insan, başka bir ifadeyle erkeğin kadm ve insanın yetimle olan iliş­kilerinde de bu mesafeyi aramaktadır. İnsanın diğer canlı varlıklara karşı mesafesini ayarlaması, ilahî eğitimin ilk altın kuralım oluşturmaktadır.

6. Şu ağaca yaklaşmayın! emri, aynı zamanda yeşile kıyılmamasım temin etmektedir. Ağaca yaklaşmama, bir bakıma çevre bilincinin eğitimle gelişti­rilmesinin ilk kanununu koymaktadır. Ağaç, maddî çevrenin en önemli mo­tiflerinden biridir. Ağaca kıyılması, çevrenin tahrip edilmesi demektir.

Diğer taraftan, ele aldığımız 35. ayette yer alan cennet kavramını açıkla­mamız ve bunun hangi cennet olduğunun tesbitini yapmamız gerekiyor. Cen­net kelimesi, örtmek, kapatmak, gecenin basması ve ölünün kefenlenmesi, gizlenmek, saklanmak manalarına gelen cenne'den gelmektedir.

(İbrahim'in üzerini gece bürüdüğünde...) [En'âm/76] ayetinde, ge­cenin basması anlamını ifade etmektedir. Cünne olarak kullanıldığında, 'delir­mek', cânnu şeklinde kullanıldığında 'cin' ve bir çeşit 'yılan' anlamını ifade eder.

(Onlara kocalarından önce ne insan dokunmuştur, ne de cin). [Rahmân/74]

Bu ayette de cin (insanın göremediği ateşten yaratılan varlık) manasına gelmektedir.

(Onu çevik bir yılan gibi hareket ediyor durumda görünce dönüp kaçtı). [Neml/10]

Bu ayette de 'yılan' manasına gelmektedir. Cenan olarak kullanılınca, kalp, her şeyin içi, ruh ve gizli iş anlamlarına; cinnet olarak alınınca, delilik, cinnet getirmek manasına gelir.

(Yoksa 'Peygamber delirdi mi' diyorlar?) [Mü'minûn/70]

Şeytan cinlerden de olur, insanlardan da [Nâs/6]. Cinnet (delilik) ile cin aynı kalıptan gelmektedir. Cinnet (delilik), cin çarpmış demektir.

Çoğulu ecinne olan cenîn, anne karnındaki çocuğa sekiz haftanın sonuna kadar verilen isimdir:

(Ve sizler annelerinizin karınlarında cenînler iken). [Necm/32]

Cunne, kalkan manasına gelir. Hz. Peygamber (Oruç kalkandır) buyurmuştur.

Gözden saklanmış, girift ağaçlı 'bahçe' anlamına da gelir. Bakara/35'de Âdem ve eşinin yerleşmesinin istendiği yer, bu manada bahçedir. Ayetteki ağaç da bu cennetin ağaçlarının, yukarıdan bakıldığında toprağının görülemeyecek kadar içice girdiği bir yer olduğunu ifade etmektedir. Burada önem­li olan mesele, Allah'ın Hz. Âdem ve eşine yerleşin dediği cennet, öldükten sonra gideceğimiz ebedî yerin adı mı, yoksa bu dünyadaki bir cennet midir? Müfessirler bu hususta kesin bir neticeye varamamışlardır. Bu ayetin tefsirin­de Fahruddîn Râzî, tartışmaları derinlemesine ele almıştır. Biz bu tartışmala­ra girmeyecek; ancak Fahruddîn Râzî'nin naklettiği Ebu'l-Kâsım el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfehânî'nin fikirlerini benimsediğimizi söylemekle yetinece-ceğiz. Onlara göre bu cennet, yeryüzünde olup; Hz. Âdem'in cennetten indi­rilmesi, bir bölgeden diğer bir bölgeye geçmesi manasınadır.Onlar, (Öyle ise bir şehre inin) [Bakara/61] ayetini de görüşlerinin doğruluğuna delil getirmektedirler.[169]

Hz. Âdem topraktan yaratıldığına göre, o, bu dünyada yaratılmış demek­tir. Ebedî olan cennette şeytanın işi ne? Orada günah işlenir mi? Orada ya­saklanacak bir nimet var mıdır? Bütün bu soruların cevabından anlıyoruz ki, Hz. Âdem bu dünyada yaratıldı ve onun yerleşmesinin istendiği yer de bu dünyadaki cennettir.

Dünyadaki bahçeler için Allah cennet ismini kullanmaktadır:

(Üzüm bahçeleri). [Ra'd/4]

(Sebeliler için yurtlarında bir uyarı tablosu vardı; sağlı sollu iki cennet). [Sebe/15]

(Tepedeki cennetin durumu gibidir). [Bakara/265]

Kısaca Hz. Âdem, ağaçlarının iç içe girdiği ve her çeşit meyvenin bulun­duğu bir tabiat çevresi içinde yaratıldı ve orada iskan etmesi istendi. Günah ile İblis'in varlığı da bunun ebedî cennet olmadığına delalet etmektedir.

Bir sonraki ayette cennetten inmenin ne manaya geldiği açıklanmaya ça­lışılacaktır.(Kendinize yazık etmiş olursunuz) [Bakara/35] ayeti, zalimlerden olursunuz, yani kendinize yakışmayan bir harekette bulunmuş olursunuz manasını ifade etmektedir. Zalim kavramı, karanlık iş yapan mana­sına da gelmektedir. Zira zulüm, karanlık demektir. Ayetin bu kısmındaki olursunuz' ifadesi, insanın hür iradesiyle günah işlediğini ve böylece kendi­sine zulmettiğini göstermektedir. Allah kuluna günah işletmez ve onu zalim yapmaz. Allah kendi kulunu zalim yapar ve sonra dönüp onu sorumlu tutup cezalandırır mı? Bu sorunun cevabını  “Fetekuna: olursunuz” kelimesinde bulmakta­yız; zira bu kelime, kulun irade sahibi olduğunu göstermektedir. Kulun başına gelen şey, kendi iradesiyle seçtiğinin neticesidir. Bunu daha sonraki ayetlerde detaylı bir şekilde izah edeceğiz. Burada bizim için önemli olan, kavramların içinde kulun iradesinin bulunup bulunmadığını tesbit etmektir.

Haram lokma, yani yasak olandan yemek, zulmün bir çeşidini teşkil et­mektedir. Hem Allah'ın emrini yerine getirmemek ve hem de haram lokma yemekle Âdem kendisine zulmetmiş, Allah katındaki değerini düşürmekle kendi hakkına tecavüz etmiştir.

(Şeytan onları cennetten kaydırıp olduk­ları yerden çıkarttı). [Bakara/36]

1. Ayetin bu kısmından anladığımız husus, insanı ilk etkileyen ve onu gü­naha sevk edenin şeytan olduğudur. Şeytan insana olan düşmanlığını bu etki ile tatbikata koydu.

Cinler alemi ile insanlar alemi arasındaki ilk mücadeleyi cinler kazanmış­tı. Bu bir bakıma ayak kaydırma ve olduğu yerden çıkarma şeklinde cereyan eden şeytan adına bir zaferdi.

2. Aslında ayağını kaydırma ve çıkartma şeklindeki oluşumlar, insanlar alemine, şeytan ahlâkından gelmiştir. Bir yere gözünü diken, o yerdeki insa­na haset eden kimseler, o insan için çeşitli entrikalara başvurup ayaklarını kaydırmaya uğraşır. Suçsuz kimselere bunu yapmak bir şeytan işidir. Allah, insanlar arasındaki bu ayak kaydırmalara ışık tutmak için şeytanla Âdem arasındaki bu olayı anlatmaktadır.

Şeytan, geçmişte Âdem ailesi arasında fitne ve fesat çıkarıp onların cen­netten kovulmasına sebep olduğu gibi, bugün de aynı minval üzere çalışmaktadır. Kan-koca arasına girip aileleri parçalayan ve yıkanlar şeyta­nın işlevini görmektedirler. İnsanları tuzağa düşürüp bulundukları yerden çı­karmak da aynı şeytanî faaliyetin bir uzantısıdır.

Hz. Âdem meleklere karşı imtihanı kazanmakla, şeytanın hasedine maruz kalmış, şeytan da Âdem'in, Allah nazanndaki değerini düşürmek için bu fa­aliyete girişmiştir.

3.  Şeytanın, bilgi imtihanını kazanıp meleklere fark atan Hz. Âdem'e haset etmesi, ilim adamlarına daima haset edileceğini göstermektedir. Bilgi öyle yüce bir değerdir ki, ona ulaşamayanlar alimlerin ayağını kaydırmaya çalışırlar. Toplumda cahillerin iş başına geçmek istemeleri ve bunun için çe­şitli entrikalara başvurmaları, bunun en önemli delilidir. İlim ve ehliyet sahibi kimseye ancak yüce ruhlu ve medenî insanlar değer verir.

Şeytanın Hz. Adem'in ayağını nasıl kaydırdığın ve onu bulunduğu yerden nasıl çıkardığını cevaplandırabilmek için diğer ayetlere de bakmamız gerekir.

Şeytan, Allah'ın emrine itaatten uzaklaştırabilmek için Âdem'e vesvese verip etkilemeye çalıştı. Bu hususa işaret eden ayet şöyledir:

(Sonunda şeytan ona vesvese verdi ve Âdem'e: 'Sana ebedîlik ağacı­nı ve sonu gelmeyecek bir mülkü göstereyim mi?' dedi. Bunun üzeri­ne ikisi de ondan yediler; hemen ayıp yerleri açılıp göründü kendile­rine; üstlerini cennet yapraklanyla örtmeye başladılar ve böylece Âdem Rabbine itaat etmedi ve yolu şaşırdı). [Taha/121-122]

Şeytan Hz. Âdem'i birkaç açıdan etkileyip kötü düşüncelere ve yanlış bir davranışa şevketti. Şeytanın istismar ettiği şeyler, insanın duygularıdır. Bu duygular insan psikolojisinin temel unsurlarını teşkil etmektedir. [170]

 

Ebedilik Duygusu:

 

Şeytan ebedîlik duygusunun eşiğinden girerek Hz. Âdem'e yanaşmış ve ona vesvese vererek etkilemeye çalışmıştır. Başka bir açıdan bakarsak, insa­na ilk günahı işleten duygu, ebedîlik duygusudur. Bu duygunun olumlu yanı ile birlikte, onu tutku haline dönüştürmek onun olumsuz yanıdır. İnsanın psi­kolojisinde, bulunduğu yerden ayrılmamak ve orada sonuna kadar kalmak gibi bir istek vardır. Vatan sevgisi bu duygunun eseridir. Bu ebedîlik duygu­su olmasaydı, insan çocuk yetiştirmez, kitap yazmaz, ilmî araştırmalarda bu­lunmazdı. Çünkü çocuk babasını ve ailesini dünyada devam ettirmekte, kitap ve ilmî araştırmalar da insanı ebedîleştirmektedir. İyi bir esere yatırım yapıp dünyaya bırakma gibi aslî bir davranış da bu duygunun eseridir.

Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e yasakladığı ağaca şeytan ebedîlik ağacı adını verdi. Ağaca verdiği bu sıfatla Hz. Âdem'i etkilemeye çalıştı; ama şeytan ebedîlik duygusunu, ebedîlik tutkusu haline dönüştürdü. Duygunun tutku ha­line gelmesi, insanı hakimiyeti altına alması demektir. Bu durumda, irade gö­revini yapamaz hale gelir. Şeytan ebedîlik duygusunu tutku haline getirmek için onlara şöyle dedi:

(Rabbiniz bu ağacı sadece iki­nizin melek olmaması veya ölümsüzlüğe kavuşmaması için yasakladı). [A'râf/20]

Şeytan, melekliği ve ebedîliği istismar ederek, ebedîlik duygusunu tutku ha­line çevirmiştir. İşte bu tutku, Hz. Âdem'in şeytana kanmasına neden olmuştur. [171]

 

Tükenmeyen İktidar Hırsı:

 

Şeytanın ele aldığı ikinci motif de insanın iktidar hırsıdır. 30. ayette insanın politik bir varlık olduğunu anlatmıştık. Neredeyse insan ile siyâsî olma özelli­ği özdeşleşmektedir. Şeytan meleklerin arasındayken, Allah onlara yeryüzün­de bir halîfe yaratacağını söylemişti. Böylece şeytan, siyasi davranma ihtiyacı­nın insanın doğasındaki temel unsurlardan birini teşkil ettiğini biliyordu.

Bu bilgi, şeytanın insanı hangi yönden etkileyeceğini açıkça gösteriyordu. O da hiç vakit kaybetmeden tükenmeyen iktidar hırsını kamçılayarak, Hz. Âdem'in düşüncesini çelmeye çalıştı ve bunu da becerdi. Siyaset çok erdem­li bir uğraşıdır; ilahî sünnettir. Ama siyaset bir hırs ve bir tutku haline dönüşünce, insana hata yaptırması mukadderdir. Ebedîlik tutkusu ile siyasî hırs, çok kaypak bir psikolojik alandır. Şeytan Hz. Âdem'i durmadan bu kay­pak alana çekip etkilemeye çalışmıştır. [172]

 

Gelişme Arzusu:

 

(İkiniz de melek olmayasınız diye). [A'râf/20]

Şeytan bu ifadeyle, insana ulaşamayacağı bir seviyeyi ideal olarak sun­maktadır. Aslında insanın meleğe dönüşmesi mümkün değildir. Melek ol­makla insan gelişir mi, geriye mi gider? Bu soruyu cevaplandırmak çok zor­dur; ama insan günahsız bir alemi doğal olarak arar. Değişime ve gelişime açık olmayan bir meleklik sıfatını insanın neden arayacağı veya arzu edece­ği de bilinemez.

Şeytanın insanı gerçekleşemeyecek idealler peşinde koşturması ve onu ula­şılamayacak hayallerin ardına düşürmesi, onun en çok yaptığı işlerden biridir. [173]

 

İnanma Duygusu:

 

Şeytan, ebedîlik duygusu, iktidar hırsı ve gelişme arzusunun yanında in­sanın inanma duygusunu da istismar etti. Şeytan, Gerçekten ben sizin iyiliği­nizi isteyen bir nasihatçiyim diyerek onlara yemin etti.

Şeytan, Hz. Âdem ve hanımına yemin ederek, kendisinin doğru söyledi­ğine onları inandırmaya çalışmış ve bunu da başarmıştır. İnsan, yemin edilin­ce kanar ve yemin edene inanır. İşte bu kanma duygusu insanın cennetten çı­kışına neden olmuştur. [174]

 

Şeytan Âdem Ve Eşine Aynı Anda Vesvese Verdi:

 

(Şeytan, ikisine de vesvese verdi). [A'râf/20]

Taha/121'de sadece Âdem'e; A'râ/20'de ise Âdem ve eşine aynı anda vesvese verip etkisi altına aldığı ifade edilmektedir.

İslâm aleminde ise şeytanın Havva'yı, Havva'nın da Âdem'i kandırdığı ve böylece kadının yan-şeytan olduğu fikri yaygındır. Bu görüş nereden kay­naklanmaktadır? Soruya cevap verebilmemiz için Tevrat'ın Genesis (Yaratı­lış) bölümüne gitmemiz gerekiyor:

Şeytan, Havva'ya sordu: 'Gerçekten Allah size, cennetin herhangi bir ağacından yemenizi yasakladı mı?' Kadın şeytan'a (yılana) şöyle cevap verdi: 'Biz, cenne­tin diğer bütün ağaçlarından yiyebiliriz, fakat sadece cennetin ortasında olan şu ağaçtan yiyemeyiz.' Allah dedi ki: 'O ağaçtan yer veya ona dokunursanız, he­men öleceksiniz.' Şeytan Havva'ya: "Allah biliyor ki, siz o ağaçtan yer yemez gözleriniz açılacak ve siz iyi ile kötüyü bilen kutsal varlıklar gibi olacaksınız.' Kadın, ağacın yemeye layık olduğunu anlayınca, ondan bir meyve aldı ve yedi. Aynı zamanda eşine de verdi ve o da yedi. Ve sonra ikisinin de gözü açıldı.

Sonra Allah'ın sesini cennette gezerken işittiler. Allah, Âdem'e ağaçtan neden yediğini sordu, o da; 'Benim yanıma koyduğun kadın, o ağaçtan bana verdi ve ben de yedim' diye cevap verdi. Ve sonra Allah kadına sordu: 'Yaptığın şey ne­dir?' O da, şeytan tarafından aldatıldığını söyleyince, Allah soruyu şeytana yö­neltti.[175]

Tevrat'ın Genesis (Yaratılış) bölümünde yer alan bu anlatım, İslâm aleminde kadına karşı takınılan olumsuz tavrın kaynağını teşkil etmiş ve et­mektedir. Kulaktan kulağa dolaşan bu yanlış hikaye Kur'an'da yer almamak­tadır. Aynı olayın Kur'an'da yer alan anlatımı ise, şeytanın önce Âdem'e ves­vese verdiği, sonra da hanımını etki alanına aldığı şeklindedir. Öyleyse, şey­tanın önce Havva'yı kandırıp ona yasak meyveyi yedirdiği, Havva'nın da da­ha sonra Adem'i ikna edip aynı meyveden ona da yedirdiği haberi Kur'an'm değil Tevrat'ındır. Tevrat'ın doğrularını tasdik eden Kur'an, onun beşer eliy­le bozulmuş haberlerini de tashih etmektedir. Kadına iftira olan bu haberin yanlışlarını da Kur'an böylece tashih etmekte ve kadını bu yanlış anlayışlar­dan kurtarmaktadır.

Şeytan cennetten kovulduğuna göre, Hz. Âdem ve eşine vesvese vererek onları nasıl etkiledi? Kadı Beydavi, Hâzin, Nesefî ve Keşşaf, şeytanın, yılan şekline bürünerek cennete girdiği şeklinde bir yorum getirmektedirler. Tevrat'ın Genesis bölümünden alınan ayetlerde yılan ifadesi geçmektedir. Demek ki bazı müfessirler bu konuda Tevrat kültürünün etkisinde kalarak yı-lan'dan bahsetmişlerdir. Aynı müfessirler şu gerçeği gözden kaçırmaktadırlar. İblis, yani şeytanın yapısının aslı ateştir/enerjidir.

Daha önce belirtildiği gibi, bize göre, şeytanın ve Hz. Âdem'in kovuldu­ğu cennet, bu dünyada olan cennettir. Esas yapısı olan enerji haliyle şeyta­nın oraya sızması mümkündür. Tıpkı insanın bedenine sızarak, ona vesvese vermesi gibi. İnsanın nefsini kullanmak suretiyle, insanı etkileyen şeytan, aynı şekilde Hz. Âdem ve hanımına da vesvese verip onları etkilemiştir:

(O sinsi şeytanın şerrinden bana sığın. Öyle bir şeytan ki, insanın kalbine vesvese ve­rir. O şeytan cin ve insanlardan oluşmuştur). [Nâs/4-6]

Bu ayetin muhataplarından biri de Hz. Peygamber'dir. Onun gönlüne sı-zabilme yeteneğine sahip olan şeytan, bu dünyadaki bir cennette var olan ve yaşayan Hz. Âdem ve hanımının gönlüne niçin sızamasın? Diğer taraftan, şeytan bu dünya cennetinden kovuldu; ama bu, bir daha oraya giremeyecek anlamına alınmamalıdır. Elbette ki şeytan, öldükten sonra gireceğimiz ahiret-teki cennete girmeyecektir.

Ayağını kaydırıp, olduğu yerden çıkartmakla şeytan, insana karşı ilk mücadelesini vermiş ve başarıya ulaşmıştır. Böylece insanlık tarihinin, kir akan ırmağı, başka bir ifadeyle şeytanî kültürün çıktığı ırmak, akmaya başla­mıştır. Bu oluşum, gelecekteki eğitimin hangi düzeyde, konuda ve amaçla fa­aliyet göstereceğini de belirlemiş oluyordu.

Şeytanî kültür ırmağına düşmekten korumak için insanı erdemlerle donat­mak, eğitimin en büyük hedefidir. Bütün peygamberler de, bu kir ırmağının karşıtı olan aydınlık ırmağını akıtmış ve gelecek nesillere aktarmışlardır.

 

Hebeta Kavramı:

 

(Ve biz de, 'Birbirinize düşman olarak ininiz!' de­dik). [Bakara/36]

Ayetin bu kısmını açıklayabilmek için (he-be-ta) kavramının açıklama­sını yapmamız gerekiyor. Bir beldeye inmek, dağdan indirmek, fiyatını ek­siltmek, kıymetini düşürmek, bir yerden diğer bir yere intikal etmek, hasta­lıktan zayıflamak manalarına gelmektedir.

Bu manaların ayetlerde geçenlerini şöyle açıklayabiliriz. [176]

 

A) Yuvarlanmak, Düşmek:

 

(Öyle taşlar vardır ki, Allah saygısından yuvar­lanıp, düşer). [Bakara/74]

Bu ayette, cansız kabul edilen bir taşın, yuvarlanması ve düşmesi anla­mında kullanılmaktadır. Taşın Allah'a olan saygısından nasıl yuvarlandığını, bu ayetin ileride gelecek olan yorumunda açıklayacağız. [177]

 

B) Gemiden İnmek:

 

(Denildi ki: "Ey Nûh! Tarafı­mızdan sana ve seninle birlikte iman etmiş olan topluluklara selam ve bereketle gemiden in"). [Hud/48]

Biz bu gemi kavramını bütün taşıtları içine alacak şekilde genişletebiliriz. Taşıttan inmek manasına he-be-ta fiili kullanılmaktadır. Bir yerden başka bir yere inmek manasına gelmektedir. [178]

 

C) Bir Şehre İnip Yerleşmek:

 

Bakara/61 'de şöyle buyurulmaktadır:

(Bir şehre inin, sizin istediğiniz her şey orada vardır).

Aradığını bulamadığı bir ortamdan, aradığını bulabileceği bir ortama in­mek, girmek ve yerleşmek manasına gelmektedir. Bir bakıma mekan değişimini ifade etmektedir. Yüksek bir yerden aşağı bir yere inmek, hubût (iniş) kavramının manası olmaktadır. [179]

 

D) Değerini Düşürmek:

 

Bu manayı, doğrudan doğruya Kur'an'da bulamıyoruz, ancak Hz. Âdem'le ilgili olan Bakara/36'da arayabiliriz. Birbirinize düşman olarak, oradan inin ifadesi, bir değer kaybını zaten göstermektedir.

Bir insanın değeri, diğerinin nazarında düşerse, ona düşman gözüyle ba­kabilir. Düşmanlık değer kaybına sebep olduğu gibi, değer kaybı da düşman­lığa sebep olur.

Demek ki ayette yer alan 'inmek' fiili, değer kaybına uğramak manasını ifade etmektedir. Bu değer kaybı, oradan ineceklerin kendi aralarında olabi­leceği gibi, Hz. Âdem ve diğerlerinin Allah katındaki değerlerini kaybetme­leri manasına da gelebilir.

Şeytan o ikisinin ayağını oradan kaydırdı ve o ikisini bulundukları yerden çıkardı [Bakara/36] ayetinde, zamirler ikili olduğu halde, İnin emrinde ço­ğuldur. Peki İniniz! şeklindeki çoğul emrin muhatabı kimdir?

Hâzin Âdem, Havva ve yılan; Kadı Beydavi tüm insanlık ve İblis; Nesefî Âdem, Havva ve onların zürriyeti manasına almaktadırlar.

Kadı Beydavi, îblis'in daha önce oradan çıktığını, ama tekrar dönüp Âdem ile beraber indiğini hatırlatmaktadır.

Fahruddîn Râzî, Âdem ve Havva'ya İblis'i de katmaktadır. Bu fikri savu­nanlara biz de katılıyoruz.

Çünkü Âdem ile eşi arasında bir düşmanlık düşünülemez, ama İblisle in­sanlar arasında bu düşmanlığı düşünülebilir. Ancak oradaki düşmanlığın Âdem'den çoğalacak olan insan neslinin kend arasında olacağı da bir ger­çektir.

İblis'in Âdem ve eşine olan düşmanlığını Allah, Âdem'in ağaçtan yeme­sinden önce ona hatırlatmıştı:

(Biz de, "Ey Âdem! İblis hem senin ve hem de eşinin düşmanıdır; dikkatli olun, sizi cennetten çıkar­masın, sonra mutsuz olursun" dedik). [Taha/117]

Bu bilgilendirmeye rağmen, Âdem'in Allah'ı dinlemeyip şeytana uyması, bu yer değişimine sebep olmuştur. Ama onların arasındaki düşmanlığın, cen­net gibi değerli bir yerde değil, yeryüzünde cereyan etmesinin gerektiğine de işaret etmektedir.

Taha suresinden aldığımız yukarıdaki ayet, düşmanlığın kimler arasında olduğunu ifade etmektedir. Acaba hubût kavramı İblis için kullanılmış mıdır? İn oradan! emrinin İblis'e verildiğini şu ayetten anlıyoruz:

(Allah, "Hemen in oradan, sana cen­nette kibirlenmek gerekmez. Hemen çık, sen gerçekten alçaklardan­sın" dedi). [A'râf/13]

Görüldüğü gibi bu ayette İblis'e, hem inmek, hem de çıkmak emri veril­mektedir. Böylece, İnin oradan! şeklindeki çoğul emrin içinde İblis'in de ol­duğu ortaya çıkmaktadır.

Secde etmemekle, yani bilgiye saygı göstermemekle İblis; Allah'ın emri­ni dinlememeleri ve verdiği bilgiye göre hareket etmemeleri nedeniyle de Âdem ve eşi, Allah nazarında bir değer kaybına uğramışlardır. Hubût kavra­mı, bu değer kaybını da ifade etmektedir. Farklı nedenlerle değer kaybına uğ­rayanlar, birbirlerine düşman olmuşlardır. [180]

 

E) Cennetten Çöle İnmek:

 

Âdem ve İblis'in çıkartıldığı cennet, öldükten sonra gideceğimiz ebedî cennet değil, dünyadaki bir cenneti ifade ediyorsa, o zaman bu iniş. bir yer değişimi mana­sına gelebilir. Âdem yeryüzünün toprağından yaratıldığına göre, bir bakıma bu iniş, bir iklim değişimi ile cennetin çöle döndüğüne de işaret etmiş olabilir.

Hubût böyle anlaşılırsa, yaşam şartlarının, iklimin ve sosyal ilişkilerin farklı olduğu bir ortama geçişi ifade etmiş olur. Cennet ile inilen yer arasın­daki farklılıkların neler olduğunun cevabını Kur'an'da arayabiliriz?

a) Düşmanlık duygu ve eylemlerinin bulunduğu bir sosyal ortam ve yer.

(Birbirinize düşman olarak). [Bakara/36, A'râf/24] Allah, Âdem, eşi ve İblis'i öyle bir ortama indirdi ki, orada düşmanlık to­humlarının ekilmesi mukadderdir. İnsanlar birbirlerine yaptıklarıyla düşman­lık kazanacak ve İblis onların durumunu daima istismar edecektir.

b) Karar kılınacak ve geçinilecek bir yer.

(Sizin için orada karar kılacak bir yer ve belli bir zamana kadar bir geçimlik vardır). [Bakara/36, A'râf/24]

Ayette geçen müstekâr kavramı, yerleşilecek/karar kılınacak yer manası­nı ifade etmektedir. Ama bu yer, çok ilginç olayların olacağı bir yerdir. Önce kavramı açıklayalım:

İnsan için kalma yeri olarak seçilen dünyada, birtakım olumsuz davranış­lar olmakta, düşmanlıklar insanları incitmekte, kadınlar satılmakta, insanlar Allah'a ve birbirlerine uzak düşmekte, hayat, bunalım ve cehenneme dönüş­mektedir. Bütün bu eylemlerin olduğu bir yer olduğundan dünya için müste­kâr kavramı kullanılmıştır:

Allah'a vanş yeri [Kıyame/12] anlamına da gelen kelime, hayırlı yer ma­nasını da ifade etmektedir:

(Cennet ehli o zaman, en hayırlı bir yerdedir). [Furkân/24]

Bu manalanyla müstekâr, olumlu oluşumların gerçekleştiği yerin adıdır.

Belli bir zamana kadar geçimlik vardır ifadesiyle, belli bir zaman dilimi içerisinde hayatın süreceği ifade edilmektedir.

c) Hayat, ölüm ve çıkışın olduğu bir yerdir.

Yüce Allah, Hz. Âdem'i hayat, ölüm ve tekrar dirilişin olduğu bir meka­na göndermiştir:

(Sizler orada yaşar, orada ölür ve orada dirilti­lirsiniz). [A'râf/25]

Bakara/35-36 ayetlerini eğitim açısından yorumlarsak şu ilkeleri çıkarabiliriz:

1. Allah eğitim ve hayat çevresini değiştirme şeklindeki cezanın ilk uygu-layıcısıdır.

Bir eğitim müessesesinde halledilemeyecek kadar zararlı olan öğrencile­rin eğitim çevresini değiştirmek, uygulanan bir ceza şeklidir. Bir yerde rahat durmayan sosyal grupların tehcir edilmesi de aynı manaya gelmektedir. Yü­ce Allah'ın Hz. Âdem ve eşine uyguladığı bu ceza, hem eğitim çevresini de­ğiştirme ve hem de tehcir cezalarıyla açıklanabilir.

2. Suça takdir edilen ceza, o suçun yapısına ve ağırlığına denk olmalıdır. Bilgiye saygı göstermemekle, yasak ağaçtan yemek, çevrenin değiştirilmesi cezasına denk düşmektedir.

3. İnsanın en önemli özellik ve güçlerinden biri, iradesidir. Hz. Âdem iradesini şeytana teslim ettiği için ona sahip çıkamamıştır. İrâdesine sahip çı­kamayan insan, bulunduğu yere ve Allah katındaki değerine de sahip çıka­maz. İşte Hz. Âdem bu nedenle, hem yerini ve hem de değerini kaybetmiştir.

4. Hz. Âdem yasak ağaçtan yemekle, insanoğlunun ana özelliklerini orta­ya çıkarmış ve insanın bu özelliklere sahip olduğunu isbat etmiştir. Allah'ın Âdem kıssasını anlatmasının nedeni de, insana hangi özelliklere sahip oldu­ğunu hatırlatmak ve onun kendi kendini tanımasını sağlamaktır. [181]

 

İnsan Unutkandır:

 

İnsan kavramının nisyan (unutmak)tan geldiğini söyleyenler vardır. Unut­ma özelliği, insanın adı olmuştur. İşte, Hz. Âdem'in yasak ağaçtan yemesinin analizini yapan Allah, bu davranışın arkasındaki nedenlere inmiştir.

(Doğrusu bundan önce, Âdem'e emrettik de, unut­tu). [Taha/115]

Verilen emri unutmak, emrin gereğinin tersini yapmaya götürebilir. Unut­kanlık, aslında önemsememeyi ifade etmektedir. [182]

 

İnsan Sabırsızdır:

 

(Biz onda bir azim de bulmadık). [Taha/115]

Bir işi yapmaya azmetmek, sabır ve sebat göstermek, o işi yan yarıya yap­mak demektir. Verilen bir emri yerine getirmek, ya da men edilen bir yasağa riayet etmek, bir azim, gayret ve sabır işidir. Allah, Hz. Âdem'de bunu bulma­dığını söylemekle, onun hatasının arka planındaki psikolojik nedeni tesbit et­mektedir. [183]

 

İnsan Asidir:

 

(Âdem, Rabbine asi oldu). [Taha/121]

Unutkanlık ve gayretsizlik insanı asiliğe sevkedebilir.

İnsanoğlunun ebeveynine ve Rabbine ihanet edercesine asi olması, şeyta­nın bir oyuncağı olmasının işaretidir. Öğrendiği bilginin gereğini yerine ge­tirmeyen, iradesine sahip çıkamayan, verilen emri unutan ve o emir karşısın­da gayret göstermeyen insanın varacağı nokta asi olmaktır. Asilik, itaatsizlik­tir. Nefsin akla olan itaatsizliği, ya da isyanı, insanı Allah'a da itaatsizliğe sevketmektedir. [184]

 

İnsan Şaşkındır:

 

(Yolu şaşırdı). [Taha/121]

Azmak, sapıtmak manalarına gelen gavâ fiiline, Kadı Beydavi hedefi kay­betmek, Hâzin hak yoldan ayrılmak, İbn Abbas doğru yolu terketmek şeklin­de mana vermişlerdir.[185] Kavramla ilgili görüşleri nakleden Fahruddîn Râzî gavâ'nm, rüşdan zıddı olduğunu söylemektedir. Rüşd, bir şey vasıtasıyla be­lirlenen hedefe ulaşmak ve onu elde etmektir. Eğer bir insan, belirlenen ga­yeye ulaşamaz ise, buna gayy denir.[186] Kadı Beydavi ile Fahruddîn Râzî'nin verdiği mana çakışmaktadır.

Demek ki, insan bazen kendi kendine belirlediği ve tayin ettiği hedeflere ulaşamayabilir. Hele ona bu hedefi başkaları tayin etmiş ise, o hedefe gide­cek olan vasıtalara tevessül etmeyebilir. Hedefine ulaşmak ve isteneni elde etmek, bir gayret ve sabır işidir. Hedefini unutmak, onu elde etmeye en bü­yük engeldir.

Eğitimciler insanın unutkanlığını, azimsizliğini, asiliğini ve hedefsizliğini bi­lerek onu eğitmeye çalışmalıdırlar. İnsanlar bu menfî özelliklerini ne ölçüde azaltıp zıtlannı çoğaltırlarsa, eğitimde de o ölçüde başarılı sonuçlar alabilirler.

5. Bunun içindir ki eğitim, hukuk gibi değildir. Hukuk, davranışların sonuç­larıyla ilgilenirken, eğitim nedenleriyle uğraşır. Eğitimci, davranışları analiz ederken, o davranışların arka planındaki sebeplere iner ve o sebepleri ortadan kaldırmaya çalışır. Eğer davranış iyi ise, o sebepleri kuvvetlendirmeye çalışır.

Ayetlerde geçen hususları birleştirdiğimizde, Allah'ın, Âdem ve ailesi şah­sında bütün insanlığa öğretici ve eğitici bir mesaj verdiğini görüyoruz; insan düşmanını tanımalı, emir ve yasaklan bilmeli ve onlara uymalı. Öğretim ve eğitimi aynı anda yapan Allah, yanlış davranışın sebeplerini belirtmekte ve verilen cezayı açıklamakta; bulunduğu mükemmel yerden çıkma, zahmet çekme, açlık, susuzluk, çıplaklık ve aşın sıcak altında kalma [Taha/117-119] gibi olaylarla karşı karşıya kalacağını bildirmektedir. Demek ki değer kaybı­na uğramak, cennet olan vatanını çöle çevirmek, toplumu zahmetlere boğ­mak, açlıkla karşı karşıya kalmak, çıplaklık denen haya duygusunun ortadan kalkması ve doğal afetlerle karşı karşıya kalma sonucunu doğuran çevrenin dengesini bozma gibi olumsuzluklar, insanların kendi iradeleriyle işledikle­rinden dolayı başa gelen musibetlerdir. Bütün bunları insanlığın ta başlangı­cında haber veren Yüce Allah, insanın dünyayı nasıl değiştireceğine dikkat çekmektedir. [187]

 

İnsanın Tevbe Etme Özelliği:

 

37. Bu ara Âdem Rabbinden bazı kelimeler alıp öğrendi. Allah'a tevbe etti. Allah da tevbesini kabul etti. Çünkü, Allah tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.

Ayette geçen kavramları açıklamadan önce, bir gerçeğe işaret etmemiz uy­gun olacaktır. İnsanı, melekten ve şeytandan ayıran özellikler vardır. Günah işleme meyli ile insanoğlu melekten, işlediği günahtan dolayı tevbe yeteneği ile de şeytandan ayrılmaktadır. Allah'ın secde emrini yerine getirmeyen şey­tan, işlediği günahtan dolayı tevbe edip Allah'tan af dilemedi. Şeytan, Allah'ın bir emrini yerine getirmeyerek günah işledi; buna karşılık Hz. Âdem bir ya­sağı işleyerek günaha girdi. Şeytana olumlu. Âdem'e olumsuz emir verildi; ikisi de hata yaptı. Şeytan, hatasından dolayı sorgulandı, ama suçunu itiraf edip özür dilemedi. Âdem ise suçunu itiraf edip özür diledi. İşte şeytanla in­sanı ayıran en büyük fark budur.

Suçunu anlayıp özür dilemek, insanın özelliğidir. Âdem olgusunda Allah, bu özelliğe işaret etmekte, bu bağlamda tevbe etmenin temel bir terbiye kura­lı olduğuna dikkat çekmektedir.

Ayette geçen kavramlardan hareketle şu gerçekleri tesbit edebiliriz: (Âdem aldı). [Bakara/37]

Keşşaf, telakkâ kavramına, alarak, kabullenerek ve tatbik ederek karşıla­mak[188] Hâzin ise, zeka ve anlayışla kabul etmek, yani öğrenmek anlamını vermektedir.[189] İbn Abbas ise, ezberlemek manasına geldiğini söylemektedir.[190] Kelimenin aslı birisi ile karşılaşmaya yönelmek, gelecek olan şeyi karşıla­mak, kabul etmek manalarına gelmektedir.

Farklı gibi görünen bu manalar, aslında bir öğretim faaliyetinin ayrı ayrı yapı taşlarını teşkil ediyorlar. Bakara/31 'de yer alan öğretme eyleminin faili Allah, buradaki telakki eyleminin faili ise Âdem'dir. Âdem işlediği suçtan sonra ilahî öğretiye, yani Allah'ın ona vereceği özür dileme formülüne hemen yöneldi, ona sarıldı ve onu hararetle kabullendi. İşte bu yöneliş, kabullenme ve damarlarına sinecek kadar beynine sindirme faaliyetine telakki denir.

Bunu günümüze uyarladığımız zaman eğitimin şu önemli kuralına işaret ettiğini görürüz: Anlatılan konulara ilgi ve alaka duymak ve bunu aç bir in­sanın yemeğe yöneldiği gibi yapmak, öğrenimin olmazsa olmazını teşkil et­mektedir. Öğretici, öğrencisinin alakasını uyandırmalı; öğrenci de konuya bütün benliği ile ilgi göstermelidir. Bu iki tarafın çakışması halinde, öğretim faaliyeti kalite noktasına varacaktır. Bu alaka ile Allah'ın kendisine öğrettik­lerine yöneldiği ve onları öğrendiği için, Âdem'in bu olumlu tavrı telakki kavramı ile ifade edilmektedir.

Ayette geçen diğer bir kavram kümesi de, “Min Rabbihi kelimatin: Rabbinden kelimeleri” ifadesdir. Hz. Âdem'in Rabbinden aldığı kelimeler nelerdir?

Bu kelimeler, -bütün müfessirlerin ittifak ettikleri üzere- A'râf/23'deki Allaha'a yönelip af dilemedir:

(Ey Rabbimiz! Biz kendimize zul­mettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle kaybeden­lerden olacağız).

Âdem ve eşi, bu şekilde Allah'tan af dilemişlerdir. İnsan neslinin ilk özür dilemesi olduğu için, Kur'an'da anılmaya ve nakledilmeye değer bulunmuş­tur. Hz. Âdem, nasıl af dileyeceğimi bilemediği için, bizzat Allah ona nasıl af dileyeceğini öğretmiştir.

Adem ve eşi kendi şahsiyetlerine yakışmayan davranışta bulunduklarını ve suç işlediklerini itiraf ederek af dilemişlerdir. Bu itiraf, onların o suçu işleme konusunda hür olduklarını göstermektedir.  (Kendimize zul­mettik) [A'râf/23] ifadesinde, eylemi yapanlann Âdem ve zevcesi olduğu net bir şekilde yer almaktadır.

Demek ki af dilemeden önce suçun itiraf edilmesi gerekiyor. Af ve mer­hamete nail olma isteği büyük bir erdemin ikinci merhalesini teşkil etmekte­dir. Affedilmedikleri takdirde, nelerin olacağı da ayetin sonunda görülmekte­dir. Bu merhalede her ikisinin de, manevî iflasla karşı karşıya kalacaklarını itiraf ettikleri görülmektedir. Allah'ın Hz. Âdem e öğrettiği/vahyettiği kelime­ler ile, A'râf/23'te ifadesini bulan Allah'a yönelip af dileme kasdedilmiştir. Bu ayeti Hz. Âdem iyice anladı, ona sarıldı ve onun gereğini yerine getirdi.

A'râf/23 ayeti, hem Hz. Âdem'in dininde yer almış ve hem de ondan son­raki peygamberlere indirilen kutsal kitaplarda yer alarak Kur'an'a kadar gel­miştir. Kur'an da aynı duaya yer vererek, onun. evrensel boyutta bir af dile­me formülü olduğuna dikkat çekmektedir. Böylece suçunu itiraf edip, özür dilemenin, erdemliliğin temeli ve medenî olmanın ana kanunu olduğu anla­şılmaktadır.

(Âdem, Allah'a yalvarıp, tevbe etti.) [Bakara/37]

Tâbe kelimesi, hatadan vazgeçip Allah'a dönmek manasına gelmektedir. İsim olarak alındığında pişmanlık anlamını ifade eder. Hz. Peygamber Pişman­lık tevbedir.[191] buyurmuştur. Bu manadan hareketle şöy­le diyebiliriz: Tevbe, kulun işlediği günahtan dolayı pişmanlığını Allah'a ifade etmesidir.

Günah işleyen kimse, Rabbinden kaçmış. Ondan uzak kalmıştır. Bu ayrı kalışı anlayıp Rabbine dönmesi tevbedir.

(Çünkü Allah, tevbeyi çok kabul eden ve merhamet sa­hibidir). [Bakara/37]

Allah'ın iki önemli vasfını belirleyen bu ayet, içerisindeki konu ile ilgili sıfatları gündeme getirmektedir. Hz. Âdem tevbe edince, tevbenin kabulü ile ilgili Allah'ın tevvab ve merhamet sıfatlan anılmaktadır. Affeden aynı za­manda merhametlidir de; merhametli olan ise affeder. Bu iki sıfat birbirine içten bağlıdırlar. Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:

Fahruddîn Râzî, Kaffâl'dan nakletmektedir. Bu ayetin tefsirine bakılabilir.

1. Günah işleyen insanın karamsar olmaması için Allah ona bir çıkış ka­pısı açmaktadır. "Çok günah işledim, artık benim temizlenme imkanım yok" diyerek ümidini yitiren, kötümser bir insanın tutumu Kur'an'a göre yanlıştır. Bu yanlışlığı ortadan kaldırmak için Allah, tevbeleri kabul edeceğini ilan et­mektedir.

2. Allah'ın sıfatlarını yeryüzüne yansıtmakla mükellef olan insan da özürle­ri kabul edip affedici olmalıdır. Affedici olamayanlar, olgunlaşamayanlardır. Hz. Âdem'in tevbesini kabul etmekle Allah, ona affetmesini öğretmektedir.

3. İlk insan, nasıl tevbe edileceğini Allah'tan öğrenmiştir. Nasıl af dileye­ceğini, uzaklaştığı Allah'a nasıl yönelip yaklaşacağını bilemezdi; onun için Allah, nasıl yalvaracağını ona bizzat öğretmiştir. [192]

 

Tevbenin Zamanı:

 

Tevbe ile ilgili bazı soruları cevaplandırmakta yarar vardır. Tevbe ne za­man yapılmalıdır? Kur'an'a göre tevbe, günahtan hemen sonra yapılmalıdır. Bu husustaki ayet şöyledir:

(Al­lah katında makbul olan tevbe, cahillikle kötülük yapıp, uzun zaman geçmeden hemen yapılan tevbedir. İşte Allah onları bağışlar. Allah bi­lendir, hikmet sahibidir). [Nisa/17]

"Cahillikle günah işlemek" ifadesindeki cahil kavramı, günah olduğunu bilerek işlemek anlamına gelmektedir. Bilerek işlenen suçtan hemen tevbe etmek, tevbenin Allah tarafından kabulünü kolaylaştırmaktadır. Nasıl olsa Allah tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir, ihtiyarladığımda tevbe ederim fikriyle hareket etmek doğru değildir. Tevbe çabuk olması, Allah'ın Kur'an'da koyduğu bir ilkedir. Tevbeyi geciktirmenin yanlış olduğunu Allah şöyle beyan etmektedir:

Ve kötülükleri yapıp yapıp da, ölüm kendisine geldiği zaman, 'Şimdi tevbe et­tim" diyenlerin tevbesi fayda vermez. Diğer taraftan kâfir olanların tevbesi ka­bul edilmez. Onlara acıklı azap hazırlanmıştır. [Nisa/18]

Demek ki tevbe, günahları defalarca işlemek için bir müsâade vermek de­ğil; işenen günahtan hemen sonra yapılması gerekli bir af dilemedir. Tevbe­yi geciktirmenin iyi olmadığını söyleyen Allah, geciken tevbenin Allah ka­tında değerini kaybedeceğine dikkat çekmektedir.

Peşpeşe işlenen günahlar kalpteki pişmanlığı ve af dilemedeki ihlası öldü­rür. İşlenen her günah, beraberinde kanıksamayı getirir. Kanıksanan davranış pişmanlığı kurban eder. Pişmanlığın kurban edilmesi de günahların daha süslü, daha güzel, daha hoş, daha çekici görülmesine sebep olur. Böylece, ölen pişmanlık ve cazip görünen günahlar, ömür boyu insanın günah işleme­sine zemin hazırlar. Onun içindir ki Allah, tevbenin hemen günahın ardından yapılması için teşvikte bulunmakta ve bu teşviği zorunluluğa dönüştürmek­tedir.

Tevbe hakkında soracağımız diğer bir soru da şudur: Yapılacak tevbe na­sıl olmalıdır? [193]

 

Nasuh Tevbesi:

 

Tahrim/8'de şöyle buyurulmaktadır:

(Ey iman edenler! Nasuh bir tevbeyle Allah'a tevbe edin).

Tevbenin sıfatı olarak Yüce Allah, nasuh kelimesini kullanmaktadır. Bu kelimenin manasını müfessir Ferrâ, nasihat eden tevbe; bu manadan hareket­le Keşşaf, bir daha aynı günaha dönmemek üzere pişman olmak şeklinde ver­mektedirler.[194]

Nasuh kelimesi, elbisenin dikişi, söküğü dikmek, yırtığı yamamak sure­tiyle onarmak anlamına da gelmektedir. Çok ıslah edici, hiçbir gedik bırak­mayacak şekilde eksiklikleri düzeltmek demektir. Annmışlığı ifade eden na­suh, sütün bir daha memeye dönmemesi manasına gelmektedir.[195]

Şimdi bu manalardan hareket ederek tevbenin insanın iç aleminde oluştu­racağı gelişmeleri açıklayabiliriz. [196]

 

A) Tevbe Kararlılıktır:


Günaha hiç dönmemek manasıyla tevbe, bir kararlılığın ve iradenin adıdır. Aynı zamanda nefse karşı beynin ve gönlün kararlılığı ile bu kararlılığın ulaş­tığı zaferi de ifade etmektedir. Tevbeden iradeye, iradeden tevbeye giden yol­ların açık olması ve aradaki engellerin ortadan kaldırılmasıdır.
[197]

 

B) Tevbe Onarmaktır:

 

Günah işleyen insan, hem insanlığından, hem de Allah'tan uzak kalmak­tadır. Bu da, Allah ile olan ilişkilerini koparmakta, yaralamakta ve parçala­maktadır.

Tevbe bunları birleştirmek, ayrı kalan parçalan dikip, söküğü ortadan kal­dırmaktır. İnsanın manevî benliğinde açılan yaranın tedavisi manasına gelen tevbe, eksiklikleri düzeltmek ve ıslah etmektir.

Islah anlamıyla, nasuh tevbe si, insanın Rabbi ile barışması ve kendi iç alemindeki dalgalan sükunete erdirmesidir. Rabbiyle ve kendisiyle bozulan ilişkilerini yeniden kurmak, geliştirmek ve tatlıya bağlamak anlamında bir banştır. [198]

 

C) Tebve Geriye Dönmektir:

 

Nasuh kavramı, memeden çıkan sütün bir daha geri dönmemesidir. Tevbe-nin etkinliği, insanı bir daha o günaha döndürmemesiyle belli olur.

Merminin silahtan aynlışı gibi, insan da günahtan öyle ayrılmalıdır. Bir ba­kıma insanın günahtan boşalması ve mikroptan annması manasına gelmekte­dir[199].

 

D) Tevbe Arınmaktır:

 

Hâlis, temiz manasına gelen nasuh kavramı, süzme bal için de kullanıl­maktadır. İçindeki yabancı maddelerden annmış bala, süzme bal diyoruz. Günah kirlerinden anndıracak şekilde edilen tevbeye de, anndıran manasın­da nasuh tevbesi denmektedir. Annan insana Allah, sevgisini ilan etmektedir:

(Allah çok tevbe edenleri de sever, çok temizle­nenleri de). [Bakara/222]

Bu ayette tevbe önce, temizlenmek sonra gelmektedir. İkisinin ortak nok-talanndan biri ve en önemlisi, insana Allah'ın sevgisini kazandırmasıdır.

Tevbe, olmadan insanın annamayacağı da bir gerçektir. Onun için tâhir ile nasuh kelimeleri, temizlenmek, saflaştırmak ve anndırmak manalannda bir araya gelmektedir. Günahından tevbe eden, günahsız gibidir[200] hadîsi de bu ayetin tefsiri sayılır. [201]

 

E) Tevbe Kurtuluştur:

 

(Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz). [Nûr/31]

Nur suresinin bu ayeti kadın-erkek ilişkilerini ele almaktadır. Bu ilişkiler­de yapılacak herhangi bir hata nedeniyle tevbe etmek, beraberinde hem ferdî, hem de sosyal kurtuluşa sebep olur.

Kullar arasında meydana gelen olumsuzluklar neticesinde kopan ilişkiler, Allah ile kul arasındaki ilişkileri de koparmaktadır. Kopan bu ilişkilerin dü­zelmesini temin eden tevbe, aynı zamanda bunalımdan çıkışı da temin etmek­tedir. Bunalımın psikolojik ve sosyolojik boyutlarından kurtulan insanlar, do­ğal olarak felaha kavuşmuş olacaklardır. [202]

 

F) Tevbe Farkında Olmaktır:

 

Tevbe, gaflet uykusundan uyanmak ve kulun kendi içindeki kötü hali gör­mesidir.[203] Bir insan, işlediği günahtan tevbe ediyorsa, onun basiret sahibi ol­duğuna hükmedebiliriz. Çünkü basiretin kökleri düşüncededir.

(Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, düşünür ve gerçeği görürler). [A'râf/201]

Ayette yer alan, Düşünür ve gerçeği görürler ifadesi, basiretten önce düşün­cenin yer aldığına, düşünceden basirete geçildiğime işaret etmektedir. Basiret, insanın iç aleminde meydana gelen şeytan kaynaklı oluşumların görülebilmesi-dir. Kaynağında düşüncenin bulunduğu basiretin meyvası da tevbedir. Demek ki basiretin köklerini düşünce, meyvesini de tevbe teşkil etmektedir.

(İnsan, nefsinin gözlemcisidir). [Kıyamet/14]

Allah, bu ayette iç gözlem metoduna işaret etmektedir Nefis kelimesinden kasıt, insanın iç alemidir. İnsan kendisine yönelip kendisini duyabilir, anla­yabilir, görebilir ve oradaki fırtınaların farkına varabilir. İşte bu iç gözlem fa­aliyeti, tevbenin iç alemden gelen habercisidir. [204]

 

Tevbenin Merhaleleri:

 

Tevbe eden insanın iç aleminde ve davranışlarında ciddi değişmeler olur; alt basamaktan üst basamağa doğru çıkan bir seviye gerçekleşir.

Kuşeyrî'nin Ebû Ali Dakkâk'tan yaptığı bir alıntıya dayanarak bu merha­leleri şöyle sıralayabiliriz:

a) Tevbe safhası;

b) İnâbe safhası;

c) Evbe safhası.

Tevbe denen ilk safha, bütün insanların gerçekleştireceği genel bir eyle­min adı olmaktadır. Hz. Âdemr'den başlayan bu eylem, kıyamete kadar de­vam edecektir. Çünkü insanın olduğu her yerde, günah da olacaktır. Günahın bulunduğu yerde ise, doğal olarak özür dileme de olacaktır.

Ancak tevbeyi daha ileri götürüp, onu kalpte yerleşen bir güç yapabilmek için "İnâbe" merhalesine çıkmak gerekiyor. İnâbe nedir? Kalbin sıfatı olabi­lir mi? Bu soruların cevabını şu ayetlerle vermemiz mümkündür:

(İşte bu sizin vaad olunduğu­nuz şey! Her tevbe eden, Allah'ın emrini koruyan için... Gayb olduğu halde Allah'a saygı duyan ve münîb bir kalple Allah'a gelenler için). [Kâf/32-33]

Ayetlerin ilkinde evvâb, ikincisinde de inâbe kavranılan yer almaktadır. Evvâb kelimesi, Sâd suresinde Hz. Eyyûb'un bir vasfı olarak zikredilmekte­dir. Evvâb, tamamen Allah'a yönelmiş/dönmüş manasına gelmektedir. Zaten tevbe kavramının kökünü de bu anlamlar teşkil etmektediri. Sabırlı, iyi kul ve kendini tamamen Allah'a vermiş olmak gibi erdemi ifade eden vasıflara sahip olan Hz. Eyyûb, bu özellikleriyle Kur'an'da yer almıştır.

Tevbe gönülde taht kurunca, kalbin bir vasfı haline gelerek onu "münîb kalp" haline dönüştürmektedir. Münîblinâbe [yönelen/yönelme] kavramı, ha­lis, temizlenmiş ve Allah'a yönelmiş bir kalp demektir.

(Hepiniz, bütün gönlünüzle Allah'a yönelin). [Rûm/31]

Allah'tan başka bütün sahte tanrılardan sıyrılıp sadece Allah'a yönelen gö­nül, münîb gönüldür. Bu da tevbenin ikinci merhalesini teşkil etmektedir.

Tevbe hakkında anlattıklarımız, eğitim açısından neyi ifade etmektedir? Tevbe faaliyeti, insanın kendi kendisini eğitebileceğinin ifadesidir. İşlediği günahın ızdırabını içinden duyan, oradaki kirlenmeyi gören ve sonra bir sil­kinişle Allah'a yönelen insan için tevbe, etkili bir eğitimdir. Bir bakıma kendi kendisini tedavi eden bir doktor gibi. tevbe eden kişi de, kendi iç alemin­de açılan manevî yaralan tedavi ederek. Allah ile bozulan ilişkilerini düzelt­mektedir.

Allah'tan ümidini kesip, karamsarlığa düşmenin yanlış olduğu bilincini kazanarak, gaflet uykusundan uyanmak ve kendi kendini arındırmak, insan için, en büyük eğitim faaliyetlerinden biridir. Nefs-i levvâme [Kıyamet/2] se­viyesine çıkmakla, davranışlarını kınamaya başlayan insan, manevî gelişi­min basamaklarına çıkmaya başlamış demektir. Te\ beden inâbeye, inâbe'den de evvâba çıkmak, önemli bir gelişme içerisinde olmak demektir. Bütün bun­lardan anlaşılmaktadır ki, özür dilemesini insanlara öğretmek ve bunu ahlâk haline getirmek, eğitimin en önemli amaçlarından biridir. [205]

 

Hidayete Erenlere Korku Yoktur:

 

38. Dedik ki: "Hepiniz oradan injr.. Size benden bir hi­dayet geldiğinde, kim hidayetime w.arsa. onlara hiçbir korku ve üzüntü olmayacaktır"

İnme emri, Bakara/36'da verildiği halde, burada neden tekrar ediliyor? İkin­ci inme emrinin, birinci emri kuvvetlendirmek için verildiğini[206] söyleyenler var­dır. Fahruddîn Râzî bu ayetle ilgili görüşleri ele alıp tartışmıştır. Bu tartışmala­ra girmeden meseleleri açıklamaya çalışalım.

1. İnme emri, 36 ve 38. ayetlerde çoğuldur. Âdem ve zevcesinin dışında bu emre muhatap olan ise İblis'tir. İnme konusu, daha önce anlatıldığı için, burada tekrar etmeyeceğiz.

2. Hz. Adem'in tevbesinin kabul edilmesine rağmen, inme konusunda da­ha önce verilen kararın değişmediğini görüyoruz. Âdem'in Allah kaandaki günahı affedildi; ama dünyevî cezası kaldırılmadı. Oysa Âdem, tevbesinin kabul edilmesiyle, iniş cezasının kaldırıldığın- zannetti. Bu sebeple o zannın doğru olmadığını, hukukî cezanın yerine getireleceğinin beyanı için ikinci emir tekrarlanmıştır.

Bu ilahî uygulamadan şu hukuk kuralını çıkartabiliriz: Ferde karşı işlenen bir suçu o fert bağışlarsa, suçlunun cezası kalkar. Ama o suçun ammeyi, ya­ni toplumu ilgilendiren bir yönü varsa, amme hukuku o suçlunun yakasını bı­rakmaz.

İşte Allah, bu kuralı uygulayarak Hz. Âdem'in günahını affetti, ama top­lumsal olan suçunu affetmedi ve onun cezasının yerine getirileceğine hük­metti. Kısaca şöyle diyebiliriz: Günahı affedildi; ama suçu affedilmedi.

Bilindiği gibi günah, dinî bir kavram, suç ise hukukî bir kavramdır. Suç dünyevî, günah ise uhrevîdir. Aynı davranışın hem suç, hem de günah yönü olabilir. Modern hukukun temelini oluşturan kavram ve kuralların temelinin insanlığın başlangıcında atıldığını bu ayetlerden anlıyoruz.

3. İşlenen günahın Hz. Âdem'de bir karamsarlık ve ümitsizliğe sebep ol­maması için Allah tevbe denen çıkış kapısını göstermişti. Günahtan çıkış ka­pısı tevbe oldu; ama suçtan çıkış kapısı ne olmalıydı? Çünkü suça verilen ceza bir korku ve endişe yaratmıştı. Bu korku ve endişe zamanla bir psikolo­jik hastalık halini alabilirdi. İşte, korku ve kederden çıkış kapısının da eğitim olacağına, ilgili ayet, şu bölümüyle ışık tutmaktadır.

(Size benden bir hidayet geldiğin­de, kim benim hidayetime tâbi olursa, onlar için korku ve keder ol­mayacaktır). [Bakara/38]

Ayetteki hidayet kavramı neyi ifade etmektedir? İbn Abbas, Fahruddîn Râzî ve onların görünüşüne katılan Elmalık Muhammed Hamdi Yazır, hüden kelimesiyle, kitap ve peygamberin kasdedildiğini söylemişlerdir. Biz de alimlerin görüşünü paylaşıyoruz.

Vahiy ve nübüvvet gibi müesseseler, bir eğitim faaliyetini ifade etmekte­dirler. Peygamber bir eğitici, kitap da öğretim ve eği(timin merkezî organı ol­duğuna göre, bir eğitim faaliyetiyle karşı karşıya bulunuyoruz, demektir.

Hz. Âdem'in işlediği suçtan dolayı aldığı cezanın bir korku ve keder do­ğurması tabiidir, ceza, tek başına bir eğitim aracı olamaz. Suçluyu eğitmek gerekiyor. Yüce Allah, hidayete tâbi olmanın ve bilginin ardından gitmenin önemini-anlatarak, Hz. Âdem'in sulbünden gelecek olan çocukların suç işlerne ihtimallerinin olacağım beyan etmekte ve suçlunun eğitilerek topluma kazandırılması gerektiğine dikkat çekmektedir.

Diğer taraftan ayetin bu kısmı, Hz. Âdem'in işlediği günahın babadan oğu-la veraset yoluyla intikâl etmediğine işaret ederek, bu işin eğitimle alakalı olan yönünde ısrar etmektedir. Günah babadan oğula intikal etmiş olsaydı, eğitimin hiçbir etkinliği kalmazdı. Korkulacak olan şey. suçu işledikten ve ceza gördük­ten sonra gerekli olan değişimi ve dönüşümü gerçekleştirememektir. İyiden ya­na olan bu değişim ve dönüşüm, korku ve endişeyi ortadan kaldıracaktır.

Hidayete, yani kitap ve peygambere uymak demek, onları kabullenmek ve inanmak demektir. Kabullenmenin ve imanın olmadığı yerde eğitim yapmak çok zordur. Tâbi olma eylemine, inanma manasına vermemizin delili ise, bir sonraki ayettir.

Söz konusu ayet, inkar edenleri ve yalanlayanları ele almaktadır. Ayette yer alan sıla kelimesi, 38. ayette yer alan men (kim) kelimesinin parçasıdır. Demek ki o ayetteki men (kim) kelimesinin bir parçası hidayete tâbi olanlar; diğer parçası da Allah'ın ayetlerini inkar edip yalanlayanlardır. İnkar'ın zıddı iman olduğuna göre, 38. ayette yer alan tâbi olma eylemine, iman etme şek­linde mana vermemiz yanlış olmayacaktır.

Peygamberlerin öğretmeye çalıştıkları ilahî mesaja tâbi olan, yani onların eğitiminden istifade eden insanlarda korku ve hüzün kalmamaktadır. Bilginin olmadığı ve eğitimsizliğin kol gezdiği yerde cehaletin korkusu vardır. Eğitim ve onun aşıladığı bilgi, fert ve toplumlara güven duygusu kazandırmaktadır. Bu değerden yoksun olan insanlar daima korku içinde yaşayacaklardır. Ayet­te geçen korku ve hüznü iki farklı boyutta ele almak gerekiyor:

a) Dünyadaki korku

Cahil toplumlarda fertler birbirlerinden korkarlar. Geleceklerinden emin değillerdir.

b) Ahiretteki korku   

Dünyada iman etmeyen, aklını kullanmayan ve yararlı iş üretmeyen insan­lar, ahirette korku ve hüzün içinde olacaklardır. Ama dünyada aklını kullanıp, iman eden ve yararlı iş üretenler, ahirette korku ve hüzünden uzak kalacaklar­dır. Cehennem korkusundan uzak kalınıp, korku ve hüzünden nasıl kurtulunacağı Enbiya suresinde beyan edilmektedir:

(Tarafımızdan kendilerine en büyük mutluluk vaadedilenler, cehen­nemden uzaklaştırılmışlardır. Cehennemin uğultusunu duymazlar. Gö­nüllerin arzuladığı nimetler içinde sonsuza kadar kalacaklar. En büyük dehşet onlara üzüntü vermeyecek ve onları melekler karşılayacaklar­dır: 'İşte size vaadedilen gününüz budur?' diye). [Enbiya/101-103]

Bu ayetlerde, bu dünyada Allah'ın hidayetine tâbi olanlar, yani O'nun eği­timinden geçenler için ahirette herkesin korkacağı ve üzüleceği o dehşet anında hiç bir üzüntünün olmayacağı anlatılmaktadır. Cehennemden uzak ol­mak, onun uğultusunu duymamak gibi durumlar, bu korkuyu giderecektir.

Dikkat edilirse (Kim benim hidayetime tâbi olursa) ifadesinde, tâbi olma fiilinin faili insandır. Demek ki, Allah'ın hidayetine tâbi olup olma­makta insan hürdür. Bir sonraki ayette yer alan inkarı da dikkate alırsak, tâ­bi olmakla inkar etmenin insan için bir yol ayırımı olduğu ve bunlardan biri­ni kendi özgür iradesine göre seçeceği anlaşılmaktadır. Böylece insan, kendi olumlu eyleminin sonucu olarak, korku ve endişenin dışında kalacaktır.

Hz. Âdem'e günah konusunda tevbe ile bir çıkış kapısı sunan Allah, suç konusunda da hidayetine tâbi olma kapısını açmaktadır. İnsanlar ceza alabi­lirler; ama bu cezayı alınlarında bir damga olarak taşımamaları için, iyi bir eğitimden geçmelidirler. İşte ayet, insanın iniş/düşüş cezası ile eğitim ve kor­ku arasında bir alaka kurmaktadır. [207]

 

Cehennemde Ebedî Kalacak Olanlar:

 

39. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebediyyen kalacaklardır.

Allah'ın hidayetine uyanların korku ve üzüntüden uzak kalacağı bir önce­ki ayette ifade edilmişti. Bu ayette de onun tam tersi olarak, inkar edip Al­lah'ın ayetlerini yalanlayanların nasıl bir muamele ile karşı karşıya kalacak­ları açıklanmaktadır.

Ayette inkar ve yalanlama kavranılan peş peşe gelmiştir. Önce inkar, son­ra yalanlama sözcükleri yer almaktadır. Ayette yer alan inkar kelimesi, Al­lah'a inanmamak; yalanlamak da ayetleri inkar etmek manalarına gelmekte­dir. Bu inkar ve yalanlama, insanı cehenneme/ateşe götürmektedir. İnanmak, insanı korku ve üzüntüden uzak olan mutluluk yurduna götürürken, inkar ve yalan da, ateş yurduna götürmektedir. Demek ki kul, cennet ve cehennemini kendisi hazırlamaktadır. 38. ayetteki tâbi olmak, iman ile ameli kapsadığı halde, bu ayetteki inkar ve yalanlama tamamen zihnî bir faaliyettir.

Her iki ayette teşvik etme ve caydırma metodu kullanılmak suretiyle eği­tim yapılmaktadır. Bir taraftan Allah'ın hidayetine çağırıp, kutsal kitabı olan Kur'an'a imanın getireceği güzelliklerle, insanı iyi davranışlara motive etme­yi amaçlarken, diğer taraftan inkar ve yalanın götüreceği ateşi anmakla da bundan caydırmayı hedeflemektedir. Korku ile sevinç motivini ayrı ayrı kul­lanarak insandaki ritim psikolojisini canlı tutmaktadır. [208]

 

Ahde Vefa:

 

40. Ey Israiloğullan! Sizlere verdiğim nimetleri hatırlayı-n. Siz benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdini­ze vefa göstereyim. Ve sadece benden çekinin.

Açıklamasını yapacağımız bu ayette, bazı konuları önce teker teker ele alıp, sonra sentezine gitmeyi uygun buluyoruz.

Israiloğullan kavramı ne demektir? Fahruddîn Râzî'nin naklettiğine göre, isra kelimesi, kul manasına gelmektedir. İsrail, Allah'ın kulu anlamını ifade etmektedir. Kaffâl, isra'nın adam manasına geldiğini söylemektedir. O za­man İsrail, Allah'ın adamı demek olur. Hz. İbrahim'in torunu Hz. Yakub'un unvanı olduğunda ittifak vardır.[209] Benî İsrail ibaresine, Abdullah'ın oğullan şeklinde mana verebiliriz.

Allah'ın İsrailoğulları'nı Kur'an'da anmasının sebeplerinden biri ve belki en önemlisi, insanlık tarihinde yaşadıkları serüvendir. Bu serüven, geçirdik­leri değişim ve dönüşümlerin, ayrıca medeniyete yaptıkları katkıların tarihi­dir. Kölelikten hürriyete giden çizgide pek çok sosyal aşamayı en derin bir şekilde yaşamışlardır. Kendilerine yapılanlarla, kendilerinin başkalarına yap­tıkları, onların Kur'an'da anılmasını temin etmiştir.

Nimet kelimesi fiil olarak kullanılınca, hayatı güzel, hoş, geniş ve mükel­lef olmak, birine bir şey vermek, ihsanda bulunmak anlamlarını ifade etmek­tedir. İsim olarak lütuf bağış, ihsan demek olur. Hayat kelimesiyle biraraya gelince, hayatı kolaylaştıran, güzelleştiren ve mutlu hale getiren şeyleri ifade etmektedir.

Fahruddîn Râzî, nimet kavramını tanımlarken, fayda ile ihsanı biraraya getirerek, "Başkalarına ihsan etme yoluyla yapılan faydadır" demektedir. Hâ­zin de, tanımında fayda kelimesini kullanmaktadır.

Peki İsrailoğullan, hangi nimetleri hatırlayıp anacaklardı? Kur'an'a göre, Allah'ın onlara verdiği bu nimetleri şöyle sıralayabiliriz: [210]

 

A) Hürriyet Nimeti:

 

İnsanlık tarihinde en çok ezilen, hürriyeti elinden alman ve yöneticilerin zulmüne muhatap olan toplum İsrailoğullan'dır. Firavun'un köleliği gibi bü­yük çilelerle dolu bir hayattan sonra radikal bir değişimle hürriyetlerini ele almış olmaları, Allah'ın onlara bahşettiği en önemli nimetlerden biridir. Yü­ce Allah, bu çileli hayatı şöyle anlatmaktadır:

(Gerçekten Firavun o ülkede azıttı. O, halkını çeşitli sınıflara ayırdı. Onlardan bir sınıfı eziyor, erkek çocuklarını boğazlıyor, ama kız çocuklarını sağ bırakıyordu; hiç şüphesiz o, bozgunculardan biri idi). [Kasas/4]

İdare ettiği toplumun halkını guruplara ayırarak, onlardan birinin diğeri­ne baskı yapmasını temin ederTîctareciler, zulüm yapmış olurlar. Firavun da böyle yapıyordu ve kendi kavmini koruyor, İsrailoğullan'nı eziyordu. Bu sa­dece haksızlık yapmak şeklinde cereyan etmiyordu, hürriyetlerini ellerinden alıp, onları köleleştirmeye kadar uzanıyordu. Allah, Hz. Musa'yı, İsrailoğul­lan'nı bu esaretten kurtarmak için peygamber olarak göndermiştir. [211]

 

B) Varislik Ve Önderlik Nimeti:

 

Esaretten kurtulup, yeryüzünde medeniyetin önderi ve varisi olmak, dün­yevî nimetlerin en büyüklerinden biridir.

Allah, onlara hürriyetlerini iade etmekteki amacını şöyle açıklamaktadır:

(Biz o ülkedeki ezilenlere büyük lütuflarla yardımda bulunmayı, onları önderler seviyesine çı­karmayı ve onları ötekilerin yerine misaçı kılmayı istedik). [Kasas/5]

Hz. Musa'nın gelişi ile, İsrailoğullan'nın sosyal hayatında büyük bir deği­şim gerçekleşti. O ülkede zulmedenlerin yerine geçmek ve insanlara iyilikler konusunda önder olmak gibi büyük bir devrim nimetine kavuşmuşlardı.

Allah, bu değişimi Firavun, Hâmân ve ordularına göstermek istemiş; deği­şimi Firavun'un sarayından başlatmış, an be an bu değişimi ona yaşatmıştır.

(Ve bir de İsrailoğullarını, o yerde hakim kılmayı, Firavun, Hâmân ve ordularına korkmakta oldukları akıbetin acısını tattırmayı dilemiştik). [Kasas/6]

İsrailoğullan'nın önder ve varis olmalarıyla Firavun ve yandaşlarının çek­tiği azap, onlar için bir nimet olmuştur. [212]

 

C) İçlerinden Peygamberler Ve Krallar Çıkarma Nimeti:

 

Köleleştirilen bir topluluktan peygamber ve hükümdarların yetişmesi, çok büyük bir nimettir.

Bu nimeti Kur'an Hz. Musa'nın sözlerinden hareketle şöyle naklediyor:

Bir zaman Musa kavmine demişti: "Ey kavmim, hatırlayın Allah'ın size olan ni­metini, hani size aranızdan peygamberler çıkardı, bir kısmınızı da hükümdar yaptı ve size milletlerden hiçbirine vermediğini verdi". [Maide/20]

Hz. Peygamber döneminde Allah'ın İsrailoğullan'ndan hatırlamalarını is­tediği nimeti anmalarını, daha önce Hz. Musa onlardan istemişti. Hz. Musa, özellikle peygamber ve hükümdarlık müessesesini göstererek, eşsiz nimetle­re sahip olduklarını onlara hatırlatmaktadır. Manevî hayat ile sosyal hayatın erkini eline almak ve insanların her yönü ile ilgilenip yönlendirmek kadar büyük bir yücelik var mıdır?

Peygamberlik dinde, inançta ve düşüncedeki bağımsızlığı; hükümdarlık ise siyasî hürriyeti ifade etmektedir. Peygamberlik ve hükümdarlık toplum­sal hayatın, kültür ve medeniyetin olgunluğuna dair bir göstergedir. [213]

 

D) Düşmanlarından Kurtarma Nimeti:

 

Allah'ın, İsrailoğullan'na sağladığı en önemli nimetlerden biri de, onları düşmanlarından kurtarmış olmasıdır. Çıkış denen bu olguda bir dizi faaliyet­ler yer almaktadır. Kurtuluşun gerçekleşmesi için, başlangıç hareketini Allah, Hz. Musa'ya vahiy ile verdiği emirle gerçekleştirmiştir.

(Andolsun ki, biz Mu­sa'ya şöyle vahyettik: Kullarımı geceleyin yola çıkarıp, götür; deniz­de kuru bir yol açarak, onları denizden geçir, Firavun'un size yetişme­sinden korkmadan ve endişe etmeden). [Taha/77]

Çıkış ya da kurtuluş için nasıl hareket edeceğini Hz. Musa'ya Allah öğretmiş, denizde kuru bir yolu nasıl açacağını da vahiyle bildirmiştir.  Asa­nı denize vur) [Şuarâ/63] emriyle denizde yol açılacağını müjdelemiştir:

(Vurunca parçalandı, her parça kocaman dağ gibi oldu). [Şuara/63]

 (Ötekileri de buraya yaklaş­tırdık. Musa'yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekile­ri boğduk). [Şuara/64-66]

Denizi yarıp, İsrailoğullan'nı kurtarması ve Firavun'un ordusunu denizde boğması, hayata denk bir nimet olmuştur. Yüce Allah, bu nimeti hatırlamala­rını onlardan istemektedir. Demek ki, bir toplumun geçmişinde yer alan ve on­ların hayatta kalmasını temin eden olayları hatırlamak bir görev olmaktadır.

(Firavun'un or­duları güneş doğduktan sonra, İsrailoğullan'nın peşine düştü. İki top­luluk birbirini gördüğüne, Musa'nın ashabı, 'Eyvah yakalandık' dedi­ler. Onların bu sözü üzerine Musa şöyle dedi: 'Hayır, Rabbim benim­le beraberdir; o beni kurtuluşa erdirecektir'). [Şuara/60-62]

Allah, Rabbim benimledir ve O, beni kurtuluşa erdirecektir sözünü insan­ların ruhuna yerleştirmek için bu serüveni anlatmaktadır. Allah öğretmek is­temektedir ki, insanlar iyi faaliyette bulundukça, Allah onlarla beraberdir: onları destekleyecek ve .çabalarını boşa çıkarmayacaktır. Böyle sıkıntı anın­da Allah'ın beraberliğini hatırlamak, olgunlaşmış bir zihnin göstergesidir.

İsrailoğullan'na sunulan kurtuluş nimeti iki boyutludur: Esaretten kurtul­ma ve ölümden kurtulma. Esaretten kurtuluşu daha önce hürriyet nimeti olarak zikretmiştik. Yukarıdaki ayette geçen kurtuluş ise, hayatını kurtarma şek­linde gerçekleşmektedir. Hayatta kalma şeklindeki kurtuluş da kendi içinde ikiye ayrılmaktadır: Birincisi, öldürülen erkek çocukların öldürülmekten kur­tarılması; ikincisi ise, Firavun'un ordusu tarafından katledilmekten kurtarıl­maları.

Hayatta kalmak, hürriyetini elde etmek, peygamber, hükümdar ve önder­ler yetiştirerek, bir önceki topluma varis olmak gibi nimetler, pek nadir top­lumlara bahşedilmiştir. [214]

 

E) Yiyecek Ve İçecekler Bahşetme Nimeti:

 

(Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın indirdik). [Taha/80]

(Ve bir vakit, Musa, kavmi için su istemişti. Biz de 'Elindeki asâ ile taşa vur' dedik. Vur­ması ile taştan on iki göze fışkırdı). [Bakara/60]

Bıldırcın, kudret helvası ve su nimetlerinin çöl ortasında bahsedilmiş ol­ması bir mucizedir. İsrailoğuları'na hiçbir karşılık beklemeden verilen bu ni­metlerin tarih boyunca hatırlanması bir âlicenaplık değil, tam aksine bir gö­revdir. Onun için Bakara/40'daki 'Hatırlayın' emri, bu görevi belirlemektedir. Verilen bu nimetlerin değerini bilmek, onları harama bulaştırmadan helâlin­den yemekle anlaşılabilir. [215]

 

F) Eğitim İhtiyaçlarını Giderme Nimeti:

 

Firavun, İsrailoğullan'm eğitim ve öğretim bakımından cehaletin karanlı­ğına itmişti; çünkü kölelerin öğrenim hakkı yoktu. İşte Allah, İsrailoğullan'm cehaletin karanlığından kurtararak, onlara insan olmanın onurunu yaşatmış ve bu nedenle bu nimetlerin hatırda kalmasını ve anılmasını istemiştir.

Cehaletin karanlığından kurtulup çıkmak, insan için öylesine önemlidir ki, peygamberlerin gönderilmesine yeterli bir nedendir. Allah buna şöyle temas ediyor:

(Andolsun ki, Musa'yı ayetlerimizle gönderdik. Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkaîv\llah'ın nimet ve bela dolu günlerini onlara hatırlat. Kesinlikle bunda şat>reden ve çokça şükredenler için bir çok ibretler vardır). [İb­rahim/5]

Hz. Musa'nın gönderilişinin asıl sebebi, İsrailoğulları'nı karanlıktan ay­dınlığa çıkarmaktır. Bu karanlık, esaretin ve cehaletin karanlığı olabilir. Ka­ranlıktan aydınlığa çıkarma faaliyeti, eğitimin bizzat kendisidir.

Allah'ın günlerini onlara hatırlat ifadesiyle bağlantı kurduğumuzda Al­lah'ın, İsrailoğullan'nın, eğitimsiz esaret günlerine bir daha dönmemeleri ge­rektiğine dikkatlerini çekmek istediği gerçeği ortaya çıkar. Karanlık (cehalet) günleri hatırlanmazsa, aydınlık ve bilginin değeri bilinemez. Şükretmeyen nankör insanlar, içinde bulundukları aydınlığı da kaybedebilirler. [216]

 

G) Alemlere Üstün Kılma Nimeti:

 

Bir toplumun içinden peygamber, önder ve hükümdarlar yetişirse, o top­lum bir üstünlük elde eder. Peygamberler ve önderler, bilgiden kaynaklanan aydınlık, hükümdarlar da o topluma siyasi güç temin edeceklerinden toplum­sal hayatın ihtiyaç duyduğu gelişme ve kaliteyi yakalamış olacaklardır.

İşte Allah, bu değerli nimetleri İsrailoğullan'na sağlamakla, onları dönem­lerinin toplumlarına üstün kılmıştır. Allah'ın İsrailoğullan'nı alemlere üstün kıldığını Kur'an'da hatırlatmasının sebebi ne olabilir?

Muhtemel cevaplardan biri öncelikle üstünlüğün nelere bağlı olduğunu bütün dünya insanlığına öğretmek ve tarihsel olayların unutulup, medenî ol­manın seviyesini kaybetmemelerini temin etmektir.

Üstün olmaya giden yolu Allah şöyle belirlemektedir:

(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na kitap, hüküm, nübüvvet verdik ve onları temiz n-zıklarla nzıklandırdık. Onları alemlere üstün kıldık). [Câsiye/16]

Kitap, eğitim, hükümdar ve helal lokma, bir topluma şeref getirmektedir. Bu müesseseler toplumların üstünlüğünü sağlamaktadır.

(Kesinlikle Kur'an, senin ve kavmin için bir şereftir) [Zuhruf/44] mealindeki ayet, bu üstünlüğe işaret etmektedir.

Kur'an, müslümanlara nasıl şeref temin etti ise, Tevrat da İsrailoğullan'na şeref temin etmiştir. Şerefin getirdiği üstünlük, tadına doyulmayan bir nimet değil midir?

Yukanda sayılaahayat hakkı, hürriyet, ekonomik haklar, eğitim hakkı ve siyasî haklar gibi nimetler, aslında insanın temel ihtiyaçlanm ve haklannı oluşturmaktadır. Yüce Allah, onlan ölümden kurtararak hayat haklarını, esa­retten kurtararak hürriyetlerini, beslenmelerini temin ederek ekonomik hak­larını, peygamber göndererek eğitim haklarını, hükümdar yetiştirerek siyasî haklarını sağlamıştır. Bu hak ve ihtiyaçların yerine getirilmesi, doğal olarak hatırlanmaya layıktır.

Temel hak ve ihtiyaçların yerine getirilmesi gerektiğini belirtmekle Allah. İsrailoğullan'na ve dolayısıyla dünyaya medenî olmanın olmazsa olmazları­nı öğretmektedir.

Bu hak ve hürriyetleri görmezlikten gelen ve çiğneyen toplumlar veya yö­neticiler, toplumu cehenneme çevirirler ve insanlığı geriye götürüp, Hz. Musa'nın serüvenini bir daha yaşamalarına sebep olurlar.

(Benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdi­nize vefa göstereyim. Ve sadece benden çekinin) [Bakara/40] ayetini yorumlayabilmemiz için, kapsamı içine giren konuların öncelikle analizini yap­mamız gerekir.

Ayetin bu kısmı ahd ve korkmak meselelerini gündeme getirmektedir. Ahd, hakları ve emirleri korumak, dikkat etmek, Allah'ı birlemek, endişeye karşı güvence vermek, bir şeye kefil olmak, bir şeyin sorumluluğunu yüklen­mek, vaadetmek, vasiyet edip yerine getirilmesini istemek, bir şeyi bilmek manalarına gelir.[217]

Allah'ın, İsrailoğullan'ndan yerine getirilmesini istediği ahd, iman-itaat[218] ve Allah'ın emrini yerine getirmektir.[219]

Allah, Maide/12'de İsrailoğullan'ndan aldığı ve onlara verdiği sözü mad­deler halinde açıklamaktadır. Şöyle ki:

1. Namaz kılmak,

2. Zekat vermek,

3. Peygamber'e inanmak,

4. Peygamberlere yardım etmek,

5. Gönülden Allah'a borç vermek.

İsrailoğullan bu görevleri yerine getirdikleri takdirde Allah da onların a) günahlarını örtecek, b) onları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktı.

İsrailoğullan'nın verdiği ahidde bulunan maddelerden biri iman, diğeri de namazdır. Diğer üç madde yardımlaşma ile alakalıdır. Maddelerin psikolojik boyutu iman, ibadet boyutu namaz, sosyal boyutu ise zekat, peygamber ve fa­kirlere yardım etmektir. Yüce Allah, antlaşmanın bu maddelerinin yerine ge­tirilmesini Bakara/40'da istemektedir. Buna karşılık da onlara, günahlarını af­fetme ve onları ödüllendirme sözünü vermektedir. Ayet, karşılıklı bir antlaş­manın yapıldığını ifade etmektedir. Bu antlaşma, sadece İsrailoğullan'yla de­ğil, İncil ve Kur'an'da, müslümanlar ile de yapılmıştır.

(Karşılığında cenneti vermek üzere Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda öldürür ve öldürülürler. Bu, Tevrat, İncil ve Kur'an'da Allah'ın verdiği söz gereği gerçekleşecektir. Allah kadar sözünde duran kimdir? Allah ile yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir basandır). [Tevbe/111]

İsrailoğullan'yla Tevrat ve İncil'de, müslümanlarla da Kur'an'da yapılan bu antlaşmalardan şu prensipleri çıkartabiliriz:

1. Allah bu antlaşmalarda, bize insan psikolojisinin ince bir tahlilini yap­maktadır. İnsanoğlu kolay kolay karşılıksız bir iş yapmaz. İnsanı, bir davranı­şı ya da bir ibadeti yapmaya özendirebilmek için ödül koymak gerekir.

2. Yapılan işi ödüllendirmek, Allah'ın koyduğu bir prensiptir. Bir insandan basan ve bir fedakârlık bekleniyorsa, karşılığında ona bir şey verilmelidir. Allah, iyi amellerin yerine getirilmesi uğruna günahlan affetmekte ve cenne­tini vaadetmektedir.

3. Olumlu davranışların uğruna günahların affedilmesi, bize şunu öğretmek­tedir. Başarılı iş üreten insanların birtakım hatalan ve olumsuz davranışlan ola­bilir. Onların bu olumsuz yanlarım değil; başanlı ve olumlu davranışlarım öne çıkartıp, hatalannı görmezlikten gelmek gerekir. Bazı insanların başarılı iş üret­melerinden dolayı, onların dikenlerine katlanılması zorunludur. Gülü derebil-mek için dikenine nasıl katlanılıyorsa, bir gül için bin dikene nasıl su veriliyor­sa, başarılı ihsanların da dikenlerine tahammül etmek gerekiyor. Hatalar uğru-

na, basanlar kurban edilemez. Bu kural pedagojinin ana ilkesi olmalıdır. Yara­mazlık yapan başarılı çocukların yaramazlıklarından dolayı cezalandırılmama­ları ve bu yönlerinin görmezlikten gelinmesi en doğru yoldur.

İşte Allah, vazifelerini yapmaları karşılığında İsrailoğullan'nı bağışlaya­cağını, yani hatalarını örteceğini ve hatta ödüllendireceğini bunun için beyan etmektedir. Eğitimcilerin de bu ilahî ilkeyi göz önünde bulundurmaları en doğru yol olacaktır.

4. Bir işi yapmak için bir şey istemek, Tevbe/11 ayetine göre, bir alış-ve-riştir. Karşılıklı olarak antlaşmanın yerine getirilmesi de büyük bir basan ve zaferdir. Allah bize, "Şu emirlerimi yerine getirirseniz, size şunu vereceğim" dediği gibi; kul da Rabbine "Şu işim gerçekleşirse şunu yapacağım" diye ah­dedebilir. Genelde basandan önce konan ödül, rüşvet kabul edilir. Ama basa­ndan sonra ödüllendirme rüşvet değil, teşviktir. Demek ki karşılıklı ahidleş-me, bir rüşvet anlamına alınamaz. Çocuğu ve yetişkinleri çalıştırmak için de­ğil de, basan için ödül koymak en doğru yoldur. Allah da, üretilen amelden sonra ödül vereceğini beyan etmektedir.

5. (Ve yalnız benden korkun).

Bakara suresinin muhtevâsındaki nimetleri hatırlama ve verilen ahidleri karşılıklı yerine getirme eylemlerinden sonra korkma emrinin gelmesi, cay-dıncı bir özellik taşımaktadır. İnsanın psikolojik yapısındaki korku motifini kullanarak onu birtakım davranışlara teşvik etmek de başka bir eğitim meto­du olmaktadır. Ahdi bozmak büyük bir hata ve günahtır. Bundan çekinilmesi zorunludur.

İsrailoğullan tehditlere aldırmadılar:

Ama onlar, verdikleri kesin sözden döndükleri için lanetledik onları ve kalple­rini kaskatı yaptık. Kelimeleri yerlerinden değiştirdiler. Uyarıldıkları hususlar­dan nasiplerini almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir ha­inlik görürsün. [Maide/13]

Allah, Sadece benden korkun ifadesiyle, yapılan antlaşmaya riayet etme­menin sonuçlanna katlanma korkusunu kasdetmiştir. Maide/13'deki, lanet­lenmek, kalplerin kaskatı kesilmesi gibi cezalarla karşı-karşıya kalacaklan da onlara bildirilmişti. Bu cezalar, yapılan antlaşmayı bozmanın cezası ol­maktadır. Kur'an'ın bu ayetlerinden anladığımıza göre (ki bugünkü modern hukukta da mevcuttur), yapılan antlaşmayı taraflardan biri yerine getirmedi­ği takdirde konan ceza usûlü, Tevrat'ta da yer almıştı. Böylece Tevrat (tahrif edilmemiş ve ilahî vahye dayalı olan gerçek Tevrat), modern hukukun bu ko­nudaki temellerini atmıştır.

Allah, ahde vefasızlığı, ihanet olarak vasıflandırmaktadır. Maide/12-13'le, Bakara/40 ayetini bir araya getirdiğimizde, hukuk ahlâkı bakımından şu ilke­yi yakalayabiliriz: Verilen sözü yerine getirmemek, ahdinde durmamak, ahlâ­kî bakımdan bir ihanettir. Bu ihanet toplumun üzerine Allah'ın lanetini indire­cek kadar kötü bir davranıştır. İhanetin diğer bir zararı da, kalplerin kaskatı kesilmesine sebep olmasıdır.

Lanet ve kalplerin katılaşması, insanın insan olma niteliğini öldürmekte, kalp denen cennet ülkesini, cehenneme çevirmektedir. Allah'tan korkmayan insanlar, ancak bu cezalara layık davranış üretebilirler. Demek ki ahde vefa­sızlık, lanete ve kalplerin katılığına dönüşmektedir. Allah, bu dönüşüme dik­kat çekmekte, cezayı kendisinin vermediğini, onu, kulun amelinin getirdiği­ni vurgulamaktadır.

6.  Korku insanın içinde bir iç disiplini meydana getirmelidir. Baskı ve korku ile yapılan davranış ahlâk dışıdır. Ahlâkî davranışı sağlayan disiplin duygusunu, insanın içindeki ilahî çekince oluşturmalıdır. O zaman davranış, hem ahlâkî olacak ve hem de ibadet özelliğini kazanacaktır.

Dış baskılarla bir antlaşmayı yerine getirmek hukukî olabilir; ama ahlâkî olmaz. Hem ahlâkî ve hem de hukukî olabilmesi için, insan, kendi içindeki ilahî korku sayesinde ona uymalı ve yerine getirmelidir.

Sadece benden korkun! emriyle Allah, amellerin temelini, psikolojik alemin üzerine kurduğunu ifade etmekte ve bunu şöyle açıklamaktadır:

(Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar). [Nahl/50]

7. Yüce Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek ve onlan anmak konusunda insanın seçeneği vardır; ama yapılan antlaşmaya uymak konusunda seçeneği yoktur. Çünkü nimeti anmak, insana mahsus bir ibadettir; verilen sözü yeri­ne getirmek, yani ahdinde durmak ise, ilahî bir ahlâktır. Çünkü 40. ayette Al­lah da kendi ahdinde duracağını söylemektedir. Eğer insan ahdine vefa göste­rirse, ilahî/ahlâkı yeryüzüne yansıtmış olacaktır. Öyleyse şu genellemeyi yapabiliriz: Ahde vefa gösteren insan, ilahî ahlâkı yeryüzüne indirdiği için kâmil in­san olma yoluna girmiş demektir. Onun içindir ki, bu ilahî ahlâkın yeryüzüne inmesine engel olan insanlar (ahde vefa göstermeyenler) cezalandırılmaktadır. [220]

 

İman Gerçeği:

 

41. Beraberinizde olan Tevrat'ı tasdik edici olarak indir­diğim Kur'an'a iman edin. Sakın onu inkar edenlerin il­ki olmayın. Ayetlerimi de küçük bir değerle değiştirmeyin ve yalnız benden sakının.

Allah Teala, İsrailoğulları'na olumlu üç emir vermektedir: a) Allah'ın ni­metlerini hatırlayın, b) ahdinizi yerine getirin ve C) indirdiğime iman edin. İlk ikisi 40. ayette, üçüncüsü ise 41. ayette geçmektedir. Bu üç emir, eğitim açısından çok önemli bir açılım meydana getirmektedir.

Allah, İsrailoğullan'na kendi dinlerindeki temel değerleri hatırlatarak onları yerine getirmelerini emretme yolunu izlemektedir. Bir kutsal kitaba inanan ve onun getirdiği dine mensup olan insanları yeni gelmiş olan bir kitaba bağlamak çok zordur. Onun içindir ki, inançsız olanlar İslâm'a daha kolay gelebilmişler, buna karşılık kitap ehlinin dönüşümü veya intikali çok zor olmuştur.

İki kutsal kitap arasındaki benzerlikleri farkedemeyen ve asgarî müşterek­leri yakalayamayan insan, sonra gelmiş olan kitabı kabullenmekte zorluk çe­kecektir. Bu zorluğu ortadan kaldırmak için Allah, verdiği nimetlere ve ahde vefaye dikkat çekerek Kur'an'a iman etmeyi emretmektedir.

Ayetteki Ben indirdim ibaresiyle, Kur'an'm Hz. Muhammed tarafından yazılmadığı, uydurulmadığı, yani beşerî kaynaklı olmadığı ifade edilmekte­dir. Beraberinizde olanı tasdik eden ifadesiyle de Yüce Allah, kutsal kitapla­rın birbirini tasdik ettiğine, bir sonra gelenin öncekileri desteklediğine ve böylece vahyin devam eden bir süreç olduğuna işaret etmektedir. Kutsal kitaplar, birbirini reddeden ve inkar eden felsefe sistemleri gibi değildirler, tam tersine birbirini tasdik etmektedirler. Kutsal kitapların bu özelliğidir ki, önceki peygam­berlerin tümüne imanı aralarında hiçbir fark gözetmemeyi zorunlu kılarlar:

(Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız). [Bakara/285]

Sakın onu (Kur'an'ı) inkar edenlerin ilki olmayınız. [Bakara/41]

Elindeki kutsal kitabını tasdik eden bir kutsal kitabı inkar etmek, o insan için talihsiz bir davranış olur. Kutsal kitabın ne olduğu fikrine ve inancına ulaşmış olan insan, sonra gelen kutsal kitabın niteliğini daha kolay anlar ve daha iyi takdir eder.

Kutsal kitaba sahip olanlar, gönderilen diğer kitabı daha iyi tanıma imka­nına sahiptir. Allah bu duruma şöyle işaret ediyor:

(Allah tarafından onlara, yanlarında bulunan Tevrat'ı tasdik eden bir kitap gönderilince; daha önce müşriklere karşı böyle bir zafer kapısı­nın açılmasını istiyorardı. İşte bu tanıdıkları kitap gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirlerin üzerinedir). [Bakara/89]

Kutsal kitabın ne olduğunu bilmeyen ve onu tanımayan bir toplumun ki­tabı inkar etmesi mazur görülebilir (bu mazur görme iman etmeme durumu ile ilgili değil, yalnızca tepki açısındandır); ama kutsal kitabı tanıdığı ve böy­le bir tecrübesi olduğu halde yeni kitabı inkar eden insanın mazur görülmesi mümkün değildir. Bildiği, anladığı ve tanıdığı halde inkar etmek, laneti üze­rine almak demektir. Bilmek, anlamak ve tanımak gibi insan beyni ve gönlü­nün faaliyetini gördüğü iman eylemini engellemek kadar büyük bir zulüm var mıdır? Üstelik İsrailoğullan'nın böyle bir kitabın gelişi için bir istekleri ve beklentileri de vardı. Zira böyle bir kitaba sahip olmayı kendileri için bir üstünlük, kafirlere karşı da bir zafer olarak görüyorlardı.

Bakara/41 'deki İnkar edenlerin ilki olmayın emri, düşünmeden, araştırma- almadan ve içeriğini öğrenmeden ani hareketle karar verilmemesini istemektedir. Allah, din kültürü ve kutsal kitap bilgisine sahip olan insan­lardan, Kur'an'a olumlu yaklaşmalarını ve hemen inkara sapmamalarını iste­mektedir.

İnandığı kutsal kitabıyla müşterek noktalan olan, kendi kitabını tasdik edip, onu yok saymayan nitelikteki bir kitabı inkar etmek, insanı lanete gö­türmekten başka bir işe yaramaz.

Dikkat edilirse Allah, bir eğitim metodu olarak önce imana davet ediyor, sonra inkarı yasaklıyor. Olumludan olumsuza giden bir emir dizisi takip edil­mektedir. İmana davet yoluyla inkarı engellemek için, bilinen, tanınan ve an­laşılan bir şeyden hareket etmek doğru bir metottur. Onun için Allah, Bera­berinizde olanı tasdik eden buyurmaktadır.

Allah Teala Kur'an'ı, Tevrat için bir reddiye olarak göndermemiş, tam ter­sine yetişecek olan müslüman toplumla, İsrailoğullan arasında müşterek bir nokta oluşturmak ve onları daha güzele, daha doğruya ve daha yeni olana ta­şımak istemiştir. Eğer Kur'an Tevrat'ı reddetseydi, tasdik eden ifadesinin ayette yer alması mümkün olmazdı.

Bu durum bize çok önemli bir tartışma metodunu öğretmektedir. Fikirler­de yanlış, eksik ve doğrular yanyana bulunabilir. Yanlış tarafından bakarak tamamını reddetmek doğru değildir; o fikrin sahibini kazanabilmek için doğ­ru olan yönünü görmek ve tasdik etmek gerekir. O zaman yanlış olan, sahibi tarafından atılacak, doğru fikir kabul edilecektir. Demek ki fikirlerin müşte­rek tarafları tanınır ve anlaşılırsa, kabuller daha rahat gerçekleşmiş olur.

(Ve benim ayetlerimi az bir değer karşılığında satmayın). [Bakara/41]

Bazı insanlar doğruyu anladıkları halde, bulundukları sosyal çevrenin etkisin­de o doğruyu takip etmezler. Toplumdaki mevkileri onları bu takipten alıkoyan İsrailoğullan Arap toplumu içinde, kendilerine göre bir sosyal çevre oluşturmuş­lardı. Kur'an'ı kabul ettikleri takdirde bu sosyal çevre onlan dışlayacaktı. Dışlan­mamak için, doğruluğunu anladıklan ve tanıdıklan halde Kur'an'ı kabullenmi­yorlardı. İşte Allah, sosyal çevrenin, insanın iradesine olan etkisine bu ayette işa­ret etmekte ve onun az bir değere sahip olduğunu da söylemektedir. Allah'ın ayet­lerinin sosyal statü uğruna feda edilemeyeceğini ve bu alış verişin kârlı olmadı­ğını anlatmak için, Benim ayetlerimi az bir değere satmayın demiştir.

İnsanın bulunduğu kültür çevresini değiştirmek veya sosyal statüsünü önemsememek gibi bir takım değişmeleri gerçekleştirmenin zorluğuna işaret eden Allah, hakikati kabullenmenin en önemli engellerinden birine dikkat çekmektedir. Bu olgu günümüzde de devam etmektedir: Bazı insanların, sos­yal statülerini kaybetmek tehlikesiyle karşılaşmamak için müslüman olmayı göze alamadıklarını görüyoruz. Bu nedenle din eğitimcileri dinî daveti götü­receği insanların toplumdaki mevkilerine dikkat etmelidir.

(Yalnız benden sakının).

Bulunduğu kültür çevresi ve statüden çekinerek gerçeği kabullenmemek, bir iman zaafının işareti olmaktadır. Sakınılacak olan şey, çevreden çok Al­lah'ın kendisi olmalıdır. Kimden ne kadar sakınılacağım bilmeyen insan, ta­kip edeceği fikri ve yolu da şaşırır.

İman etmek ve ilahî ayetleri az bir pahaya değişmemek gibi insan hayatı için önemli olan faaliyetlerin, belli bir psikolojik temele dayanmaları gerektiği için Yü­ce Allah, burada takva kavramını kullanmıştır. İnsanın manevî yapısının bağışıklık sistemini oluşturan takva duygusu, yukarıdaki faaliyetlerin itici gücü olmalıdır.

Yanlış davranışların ve düşüncelerin zararlı hale gelmemesi için, bir oto­riteden çekinmek gereklidir. İşte yukarıdaki ayetin son kısmı bu gerçeğe işa­ret etmektedir. 40. ayetin sonu “Ferhebuni”, 41. ayetin sonu da “Fetteqûnî)” emriyle bitmek­tedir. Önce korkun, sonra çekinin emri gelmektedir. Nimeti hatırlama ve ah­dinde durma gibi olumlu emirleri savsaklamanın önlenmesi için korku; Al­lah'ın indirdiğine iman etmek ve Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişme­mek gibi emirleri yerine getirmek için de çekinme, yani takvaya ihtiyaç var­dır. Aslında rahb ile takva kelimeleri, benzer manaya gelmelerine rağmen rahb önce, takva ise, sonra oluşmaktadır. Korku olmayınca takva (çekinme) meydana gelmez. Rahb kelimesinin anlamında kulluk etmek manası da var­dır, (ve iyyâye fetteqûnî) ibaresine, "Yalnız bana kulluk edin" şek­linde mana verebiliriz. Öyleyse, takva kulluktan sonra oluştuğu için Allah önce kulluk emrini, sonra takva emrini vermektedir. Fâtiha/5'de yer alan Yal­nız sana kulluk ederiz duasındaki iyyâ (yalnız) ve na'budu (kulluk) kelime­lerinin manası, Bakara/40'da ortaya çıkmıştır. Allah'ın nimetini hatırlayıp an­mak, ahdini yerine getirmek, kulluğun işareti olmaktadır. Sadece Allah'a kul olan insanlar bu amelleri titizlikle yerine getirirler. Allah'a kulluğun daha ile­ri merhalesi, takva'dır. [221]

 

Hak İle Bâtılı Karıştırmamak:

 

42. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın ve hakkı gizlemeyin.

Ayette yer alan hak ve bâtıl kavramları neyi ifade etmektedir? Kur'an'ın en önemli metotlarından biri, kavramları zıtlanyla birlikte kullanmış olmasıdır. Hakkın ne olduğunu açıklarken bâtılı, bâtılı izah ederken hakkı tanımlamak­tadır. Bu şuna benzer: Devamlı tatlı yiyene ekşiyi anlatamazsınız. Devamlı ekşi yiyene de tatlıyı anlatamazsınız. Tatlı yiyene ekşiyi de tattırırsınız, o za­man hem tatlıyı hem ekşiyi anlatmış olursunuz. Aynı sistemi Yüce Allah, Kur'an'da uygulamakta ve hakkı, bâtıl vasıtasıyla anlatmaktadır.

(Allah, gökten su indirir ve vadiler kendi hacimlerine göre sel olup akar. Bu sel, üstüne çıkan bir köpüğü yüklenip götürür. Süs veya diğer eşyalan yapmak iste­yerek, ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah, hak ile bâtılı böyle açıklar. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda vereni yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misal getirir). [Ra"d/17]

Allah, bu ayette hak ile bâtılı iki misalle anlatmaktadır. Şiddetli yağmur neticesinde vadilerde oluşan sellerin üstünde bir köpük oluşur. Yağmurun dinme ve selin kesilmesiyle bu köpük yok olup gider; ama geriye faydalı madenler taşıyan birtakım alüvyonlar kalır. Selden geriye kalan topraklar verimli toprak­adır. İşte yok olup giden köpük bâtılı, kalan alüvyonlar ise hakkı temsil eder.

Süs eşyası yapmakta olan insanlar, madenleri eritirler. Eriyen madenlerin eri­li üzerinde köpük oluşur. O eşyayı yapan sanatkâr veya kimyacı köpüğü atar, :geriye kalan madeni süs eşyası yapar ve insanlar onu üzerlerine takarlar. Giden uk bâtılı; süs eşyası olan kısmı da hakkı temsil eder. Böylece Allah hakkı, kalıcılığı, faydalı ve değerli oluşuyla; bâtılı gidici, faydasız ve değersiz oluşuyya. tanımlamaktadır. Hak ve bâtılı şöyle tarif edebiliriz: Kalıcı, faydalı ve değerli olan şeye hak, kalıcı olmayan, faydasız ve değersiz olana da bâtıl denir. [222]

 

Allah, Hakkın Kendisidir:

 

Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye gücü ye­tendir. [Hac/6]

Allah'ın hak oluşu, onun ölüyü diriltmesinden, her şeyi yapmaya gücünün yetmesi, ilk yaratılışı gerçekleştirmesinden kaynaklanmaktadır.

Mevcut ve sabit manasına gelen hak kavramı, bizzat Allah'a ait olan bir özelliktir. Güç ve devamlılık söz konusu olunca, hak kavramı kendini göster­mektedir. Allah, gücü ve yaptıklarıyla hak olduğunu beyan etmektedir. [223]

 

Kur'an Hakkın Kendisidir:

 

(Sana vahyettiğimiz kitap, hakkın ta kendisi­dir). [Fâtır/31]

Hak olan kitap, doğruya doğru, eğriye eğri diyen kitaptır. Taraf tutmayan ve doğru olanı tasdik eden kitap, hak unvanını kazanmaktadır. Kendisinden öncekileri doğrulayan kitap, tarafsızdır. Onun için Allah, yukarıdaki ayette hak olan kitabın özelliğini, kendisinden öncekileri tasdik etmesinde görmek­tedir.

Kur'an'ın hak oluşu, Allah'ın kelamı olmasından kaynaklanmaktadır.

Allah, hakkı söyler ve O doğru yola eriştirir. [Ahzâb/4]

Allah, hakkı söylediğine, Kur'an da O'nun sözü olduğuna göre, Kur'an da haktır. Öyleyse din eğitimi ve eğitimcileri, halkı hak (Kur'an) ile bir araya getirmeli, onunla tanıştırmak ve gönüllerini onunla doyurmalıdır. Yüce Al­lah'ın kelamı, insanı doğru yola iletir ve gönülleri doyurur.

(Doğrusu ben hep doğruyu söylerim). [Sâd/84]

Her zaman hakkı/doğruyu söyleyen Allah'ın, Kur'an'da söyledikleri de haktır/doğrudur. [224]

 

Kitabın Konuştuğu Haktır:

 

Allah, kitap ile hakikat arasında şöyle bir ilişki kurmaktadır:

(Biz herkesi gücünün yettiği ile so­rumlu tutarız. Nezdimizde hakkı konuşan bir kitap vardır. Onlar hak­sızlığa uğratılmazlar). [Mü'minûn/62]

Buradaki kitap, diriliş gününde insana, okuyup kendini değerlendirmesi için verilecek olan amel kitabı/defteri olabileceği gibi, Kur'an da olabilir. Sözkonusu kitap'tan maksadın amel defteri olduğu şu ayetler tarafından teyit edilmektedir:

Bu, size karşı gerçeği söyleyen kitabımız-dır. Çünkü biz yaptıklarınızı kaydediyorduk). [Câsiye/29]

Kitap, ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş oldukları­nı görürsün. 'Vay halimize!' derler, 'Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp, dökmüş. [Kehf/49]

Dikkat edilirse bu ayetlerde kitap, konuşan bir varlık gibi kabul edilmek­tedir. Gerçeği bilen bir insan, konuşmasa bile, onun içinde bu hakikat potan­siyel olarak mevcuttur. Kitap, hakikati bağrında barındırmaktadır. İnsan onu okuduğunda, aslında o kitap ona hakikati konuşmaktadır. Kitap Allah katın­dan ise, daima hakikati konuşur.

Hakikati kim konuşur? sorusuna, "Allah'ın katındaki kitap" cevabını verebiliriz. Allah bizimle, kitapları vasıtasıyla konuşmaktadır. Onun için ha­kikati Kur'an'da aramak gerekir. [225]

 

Allah'ın Fiilleri Haktır:

 

Yüce Allah, ne yaparsa ve yaratırsa o haktır.

(Güneşi ışık kaynağı, ayı da parlak kılan, yılların sayısı ve hesabı bi­linsin diye aya birtakım menziller takdir eden Allah'tır. Allah, bütün bunları sadece hakka uygun olarak yaratmıştır. Bilen topluma delille­rini açıklıyor). [Yunus/5)]

Ayette yer alan (mâ halaqallâhu zâlike illâ bi'l-haqq) ibaresi, "Allah'ın yarattıkları haktır" diye tercüme edilebilirse de, "Gerçeğe uygun olarak yaratmıştır" şeklinde anlamak daha uygun olur. Allah hak olduğuna göre, fiilleri de hak olmalıdır. Râgıb el-İsfehânî, bu ayetteki yaratmanın, hik­mete uygun yaratma olduğunu söylemektedir.[226]

Ayetteki hakk'm karşıtı bâtıl'dır.

Onlar ayakta, otururken, yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın". [Âl-i İmran/191]

(Bunu boşuna yaratmadın) şeklinde tercüme ettiğimiz (mâ halaqte hazâ bâtılen) fadesinde, bâtıl kavramı yer almaktadır. Bâtıl olarak yaratmadın ifadesinin karşıtı, Yunus/5'deki Allah her şeyi hak ile yarattı ibaresidir. Öyleyse, Allah'ın yarattığı her şey haktır, yani bir amaç ve hikme­te yöneliktir. Demek ki varlıkların/yaratılmışların gerçekliği, onları yaratan­dan kaynaklanmaktadır.

Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten huzurumuza geri getirilmeyeceği­nizi mi zannettiniz? [Mü'minûn/115]

Bu ayette geçen abes/boş kavramı da hakkın karşıtıdır. İnsanoğlu boş ye­re değil, tam tersine bir hak, yani hikmet için yaratılmıştır.

İşte bu noktada hakkı bâtıl ile karıştırmanın eğitim boyutu gündeme gel­mektedir. İnsanın yaratılış gerçeğini ortaya çıkarmak, onun boş yere yaratıl­madığını ve yaratıkların varlığının gerçekliğini belirleyip öğretmek, eğitimin amacı ve görevleri arasında yer almalıdır. Varoluş gerçeğini ortaya çıkarama­yan eğitim, yararlı ve doyurucu olmaktan uzak kalacaktır.

Yaratıkların bir hakikate yönelik veya ona dayanarak yaratıldıkları mese­lesinde ilahî kudret ile insan aklı bir araya gelmektedir. İlahî kudretin ilişki kurduğu ne varsa, o gerçektir. İnsan aklı bu gerçeği yakalayınca ve o varlık­larda bu hakikati görünce, ilahî güçle bir araya gelmekte ve varlık aklı Allah'a doğru taşımakta, böylece teşbih gerçekleşmektedir. Varlıktaki hakikati ortaya çıkarmak için yapılan tüm araştırmalar, insan beyninin en yararlı işidir. [227]

 

Hak Bâtılı Gidericidir:

 

Bâtılın gidiciliğini Allah şöyle beyan etmektedir:

(De ki: "Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Za­ten bâtıl yıkılmaya mahkumdur"). [İsra/81]

Hakkın olduğu yerde bâtıla yer yoktur. Hak güçlü olduğu için, bâtıl onun bu gücüne dayanamaz. Bâtıl güçsüz, dayanıksız ve korkaktır. Doğası gereği yok olup gitme özelliğine sahiptir. Hakkı bâtıl ile karıştıran insan, güçsüzle güçlüyü, kalıcı ile gidiciyi, faydasız ile zararlıyı, değerli ile değersizi karış­tırmış oluyor. Bu da hakka kalitesiz görüntü vermektedir.

Allah, hakkın gücünü bâtıla karşı kullanmaktadır. Bâtılı ortadan kaldırma­nın en etkili silahı haktır.

(Biz hakkı bâtılın üzerine atarız da, hak bâtılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir). [En­biya/18]

Hakkı bâtılın üzerine atma metodu, Allah'ın sünnetidir. Bâtıl olarak nite­lendirilen kötü, yanlış ve sahte olanla en iyi mücadeleyi, hak denen doğru bilgi yapabilir. İnsanlar doğru bilgiye uyarlarsa, gelişen hak sayesinde bâtı­lın alanını ve gücünü daraltmış olurlar.

(De ki: "Hak geldi; artık bâtıl ne bir şeyi ortaya ko­yabilir ve ne de geri getirebilir"). [Sebe/49]

Hakkın sustuğu yerde bâtıl konuşur, safsataları ve hurafeleri öne çıkarır. Buna karşılık gerçeğin ortaya çıkışı ile bâtılın bu sahte işleri ortadan kaybo­lur. Çünkü hak, güneş gibidir. O gelince diğer ışıkların ziyası bir anlam ifade etmez. Diğer taraftan, bâtılın geri getireceği bir değeri yoktur. Artık onun gücü ve ışığı sönmüştür:

Ve Allah, bâtılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. [Şura/24]

Ancak nasıl güneşin kaybolması ile karanlık başlıyorsa ve bütün kötü­lükler karanlıkta işleniyorsa, hakkın bir toplumda yok olması da bâtılın ye­niden doğmasına sebep olabilir. Bundan dolayı bir toplumda bâtılın karşı­sında hakkı tutup kaldıracak ve onu Allah'ın emrettiği şekilde yaşatacak ki­şilere ihtiyaç vardır. Bu kişiler ilim adamlarıdır; eğitim ordusudur.

Bâtılla mücadeleyi ilk başlatan Allah, mücadelesini kelimeleriyle gerçek­leştirmektedir. Dikkat edilirse Allah, önce bâtılı gidermek suretiyle hakkın ağacını dikmektedir. Bu durumda bâtıl ile iki türlü mücadele edilebileceğini göstermektedir. Bunlardan biri, hakkı ortaya koyup, onu bâtılın tepesine ata­rak mücadele etmek, diğeri de bâtılı gidererek hakkı gerçekleştirmektir. Bi­rinci yöntemi insanlar kullanabilir; ama ikincisi sadece Allah'a mahsustur. Çünkü insan doğrudan doğruya bâtıl ile mücadele edemez. Hakkı yanına ala­rak, hakkın ne olduğunu bilerek ve öğrenerek bâtıl ile mücadele verebilir. Şura/24'de olduğu gibi, Allah önce bâtılı giderir ve ardından kelimeleriyle hakkı ortaya koyar. Öyleyse, insanlar önce hakkı öğrenecek ve öğretecekler, sonra da bâtıl ile mücadele etme metodunu takip edeceklerdir. Bu metod, kâ­firlerin kullandığı usûlün tam tersidir. Onlar bâtılı yanlarına alarak hakkın ayağını kaydırmak isterler. Allah bunu şöyle anlatmaktadır:

(Kâfir olanlar, bâtıla dayanarak hakkı ortadan kaldırma mücadelesi verirler). [Kehf/56]

(Bâtılı hakkın yerine koymak için mücade­le etmişlerdi. Ben de onları yakaladım). [Gâfir/5]

Demek ki, kâfirler bâtıla dayanarak, bâtılı yanlarına alarak hakla mücade­le etmektedirler. İnananlar da, hakkı yanlarına alarak ve ona dayanarak bâtıl ile mücadele etmelidirler. Metod aynı, ama değerler yer değiştirmektedir.

Gâfir/5 ayetine göre, bâtıla dayanarak hak ile mücadele etmek, bir nevi Allah'a savaş açmak olduğundan, Allah bu tip insanları yakalamakta ve ge­reken cezayı vermektedir. [228]

 

Hak Açıklayıcıdır:

 

Hakkın en önemli özelliklerinden biri açıklayıcı olmasıdır.

(O halde, sen Allah'a güvenip, dayan. Çünkü sen, açıklayıcı hakikat üzerindesin). [Neml/79]

Hakikat açık ve açıklayıcıdır. Gece karanlığında eşya ve varlıkların yapı­sı ve renkleri insan tarafından seçilemez. Onların hangi yapıda ve renkte ol­duklarını güneş ışınlan ortaya çıkarmaktadır. Hakikat de -tıpkı güneş ışınla­rı gibi- meselelerin yapı ve renklerinin görülmesini temin eder. [229]

 

Hak Aydınlatıcıdır:

 

Hakkın diğer bir özelliği de aydınlatıcı olmasıdır. Daha önce Kur'an'ın hak olduğunu söylemiştik. Kur'an'ın hak olduğunu bilen insanın, aydın bir beyin ve gönüle sahip olduğu bir gerçektir. Yüce Allah bu aydınlığı şöyle tasvir etmektedir:

(Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse kör kimse gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri anlar). [Ra'd/19]

Ayetin temel kavramları hak, Allah'ın indirilen, kör, düşünmek ve akıl'dır. Allah; ayette bir benzetme yapmaktadır. Bu benzetme bilen ile kör arasında olmaktadır. Körlük karanlığı/görememeyi, Kur"an'ın hak olduğunu bilmek de görmeyi/aydınlınlığı temsil etmektedir. Demek ki hakkın bilinmesi aydın­lığı ve görmeyi; bilinmemesi de karanlığı ve körlüğü meydana getirmektedir.

Akıl sahibi insan düşünüp Kur'an'ın hak olduğu bilgisine ulaştığında, ay­dınlığa kavuşmuş olur.

Hakikatin bilgisi, insanlığa aydınlık getirmektedir. Hakikatin bilgisi, in­san aklını ve düşüncesini kendisine doğru çekmekte ve aydınlığa ulaştırmak için karanlıkları delip geçmelerini sağlamaktadır.[230]

 

Hak, Doğruya Götürendir:

 

Allah, hakkı tanımlarken dalâlet (sapıklık) kavramını kullanmaktadır. De­mek ki hak, sapıklığın dışında kalan alanı temsil etmekte, yani insanı doğru­ya götüren şeyin toplamı olmaktadır. Yüce Allah, bu konuyu şöyle açıkla­maktadır:

İşte sizin hakiki Rabbiniz Allah, bunları yapandır. Artık haktan sonra sapıklık­tan başka ne kalır? Nasıl döndürülüyorsunuz. [Yunus/32]

Demek ki, haktan sonra sapıklık alanı başlamaktadır. Sapıklık, yoldan çıkma olduğuna göre, hak da doğruya götüren bir gücü veya alanı temsîl et­mektedir. Böylece şu gerçek ortaya çıkmış olmaktadır: Hak, doğruya götüren şeydir. [231]

 

Hak, Ahirete İmandır.

 

Kendi özündekine uygun olan şeye itikad haktır. Bir kimsenin öldükten sonra dirilmeye, sevaba, cezaya, cennet ve cehenneme inanması gibi.[232]

Bu konudaki inanç tartışmaya açılamaz. Çünkü bu konuların kendisi hak olduğu için, onlara inanmak da haktır. Kur'an'ın ve diğer kutsal kitapların ge­liş nedenlerinden biri, bu hakikatle ilgili tartışmaları sona erdirmek ve orta­dan kaldırmaktır.

(Bunun üzerine Allah iman edenlere, ihtilafa düştükleri hakikati gösterdi). [Bakara/213]

Demek ki hak, üzerinde tartışma yapılamayacak kadar kesin, açık ve net­tir. Bu kadar kesin olan bir şeyde ihtilaf etmek, tartışarak şüphe tohumları ekmek, akılla bağdaşır bir husus değildir. Allah bu tartışmayı ortadan kaldırmak için kitaplar göndermiştir.

İhtilaf edilen hakikatin ne olduğu anlatılmadıkça, insanların o konudaki hataları kendilerine gösterilmedikçe hak, bâtıla kanştınlacaktır.

Hakikat hakkında net ve kesin bir bilgiye sahip olmayanlar, her an hak ile bâtılı karıştırabilirler. Hakkı bâtıl ile karıştırmak, bilgisizliğin, cehaletin ve kıskançlığın eseridir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

(Aralarındaki   kıskançlık   yüzünden   ihtilafa   düştüler). [Bakara/213]

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra kıskançlık yüzünden ihtilafa düşmeleri, hak ile bâtılı karıştırmalarına neden olmuştur. Demek ki, kıskanç­lığın olduğu yerde bilginin aydınlatıcı gücü zayıflamaktadır. [233]

 

Hak, Ölçülü Ve Zamana Uygun Olan Söz Ve Davranıştır:

 

İnkâr edenlerin cehennem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçek­leşti). [Gâfır/6]

Bu ayette hakikat kelimesi, yüklem olarak geçmektedir. "Gerçekleşmek" anlamı verilen bu fiilin öznesi, "Allah'ın kelimesi"dir. Allah daha önce kut­sal kitaplarında kâfirlerin karşılaşacakları cezalan beyan etmişti. Allah'ın vaad ve vaîdleri gerçekleşmiş, hakikat de yerini bulmuştu. Söz ve davranış, tayin edilen zamanda ve bildirilen şekilde gerçekleştiğinde, hakikat ortaya çıkmış olmaktadır.

Verdiği sözün zamanı gelince, onu yerine getiren kimse, hakikat adamıdır. Söz ve davranışlarını, zamana ve ölçüye uyan insanlar yetiştirmek, eğitimin amaçlan arasında yer almalıdır. Söz ve davranışlan, zamana ve ölçüye uyma­yan kimseler, hakkı bâtıla kanştırmış demektirler. [234]

 

Hak, Kainatı Ayakta Tutan Güçtür:

 

Allah, hakkın hevaya uymasını kainatın (göklerin, yerin ve ikisi arasmdakilerin) fesada uğramasına denk görmektedir. Öyleyse kainatı ayak­ta tutan güç hak'tır. Bu konudaki ayet şöyledir:

(Eğer hak onlann hevasına (kötü arzulara) uysaydı, gökler ve yer; her ikisinde bulunanlar, kesinlikle bozguna uğrarlardı). [Mü 'minûn/71]

Ayette yer alan heva bâtılı temsil etmektedir. Hak hevaya tâbi olduğunda, gökler, yer ve ikisi arasındakiler fesada uğrayıp yıkıldığına göre, kainatın düzeni, hevaya/bâtıla tâbi olmayan bir hakikat üzere işlemektedir.

Tefsirini yaptığımız Bakara/42'de dikkat çekilen hakkın bâtıla karıştırıl­ması, böyle bir yıkıma sebep olacağı için Allah tarafından yasaklanmaktadır.

Mü'minûn/71'den anlaşılıyor ki hakk'm karşıtı heva'du. Demek ki bâtılın kaynağında insanın hevası vardır.

Hakkın, insanların hevasına tâbi olması durumunda evrenin düzeni fesa­da uğrayacağı gibi, insanın iç aleminin düzeni de fesada uğrar.

Hakkı bâtıla karıştırmamak, yani nefsin arzularına uydurmamak gibi önemli bir şuur ve bilgiye sahip olmak, insanın iç alemi ile dış alemini cen­nete çevirecektir.

İşte din eğitimi insanlara hak ile bâtılı karıştırmamanın yollarını göster­meli ve bunun şuurunu vermelidir. [235]

 

Hak, Enfüs Ve Afakin Kanunlarının Kesiştiği Yerde Ortaya Çıkar:

 

Allah Kur'an'da, hakikatin bir boyutunun, ancak dış alemdeki tabiat ka­nunları ile insanın iç alemindeki psikolojik (manevî) kanunların tetkik edilip öğrenilmesi ile ortaya çıkacağına işaret etmektedir:

(Hem dış alemde ve hem de iç alemlerindeki ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Kur'an'ın hak olduğu onlara belli oluncaya kadar). [Fussilet/53]

Bu ayetten şu anlamı çıkarıyoruz: Kur'an'ın hak olduğu, iki farklı kanu­nun örtüştüğü ya da buluştuğu noktada anlaşılır. İnsanoğlu dış alemin kanun­larını inceleyip anlayınca ve kendi içine dönüp psikolojik yapısındaki kanun­ların farkına varınca hakikate ulaşmış olacaktır.

Allah, insana bu iki alemin kanunlannı göstereceğini, yani öğreteceğini ifade etmektedir.Bu bir öğretim faaliyetidir. Demek ki hakkı anlamanın en kestirme yolu, bu öğretmeden geçmektedir. [236]

 

Hak, Bir Paydır:

 

Yüce Allah, zengin ile fakirin ilişkilerinde de hak kavramına yer vermek­tedir.

Zenginlerin mallarında isteyenin ve fakirin hakkı da vardır. [Zâriyat/19]

Mallarında isteyene ve mahruma belli bir hak tanıyanlar. [Meâric/24-25]

O halde sen akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. [Rûm/38]

Hakkın hangi özelliklere sahip olduğunu anladıktan sonra, hakkın zıddı olan bâtılın ne olduğunu açıklamaya çalışacağız. Bâtıl kavramı boş, faydasız, abes, hükümsüz, kıymetsiz, sahte, yanlış, hatalı, yalan, güvenilmez, vefasız, hain, sadakatsiz, çelişkili, gülünç, temelsiz, asılsız, itibarsız, hile, aldatma, hayırsız manalarına gelmektedir.

Bâtılla ilgili olarak bu manalardan Kur'an'da tesbit edebildiklerimizi şöy­lece sıralayabiliriz: [237]

 

Bâtıl İtaatsizliktir:

 

Şu ayetten, bâtılın itaatsizlik anlamına geldiği anlaşılmaktadır:

(Ey iman edenler! Allah'a itaat e-din, Peygamber'e de itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın). [Muham-med/33]

Ayette bâtıl kelimesi fiil olarak yer almakta ve amellerin boşa çıkması, yani bâtıl olması manasını ifade etmektedir. Saygı denen itaat, amellerin ka­bulünü temin etmektedir. Allah'a ve Peygamber'ine itaat, bâtılın zıt manası ve karşıt eylemi olmaktadır. Demek ki Allah'a ve Peygamber'ine itaat hak; ita­atsizlik de bâtıldır. İtaat etmeyen, hak ile bâtılı karıştırmaktadır. Böylece hak ile bâtılın nasıl kanştrnlacağına da cevap verilmiş olmaktadır. [238]

 

Bâtıl Haram Yemektir:

 

Bu manası ile bâtılın, hile ve aldatma anlamlan ortaya çıkmaktadır:

Mallarınızı aranızda bâtıl (haksız) yere yemeyiniz. Bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemek için o mallan hâkimlere rüşvet olarak vermeyiniz. [Bakara/188][239]

Bâtıl, haram lokma yemek olduğuna göre, helal lokma da haktır. Haram lokma ile helal lokmayı karıştıranlar, hak ile bâtılı karıştırmış olmaktadırlar. Yenen haram lokma, insanın ruhunu/şahsiyetini öldürmektedir. Allah Teala bu hususa şöyle işaret etmektedir:

Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret ile olması müstesna malları­nızı bâtıl (haksız) yere yemeyiniz. Ve kendinizi öldürmeyiniz; kesinlikle Allah size merhamet edecektir. [Nisa/29]

Karşılıklı rızanın bulunmadığı ticaret bâtıldır. Aldatmanın bulunduğu hak­sız kazanç bâtıl sınıfına girmekte ve bu sel halini alıp insanın manevî haya­tını ortadan kaldırmaktadır. Demek ki bâtıl, insanın şahsiyetini yaralayan, in­citen ve öldüren bir özelliğe sahiptir. [240]

 

Sahte Tanrılar Bâtıldır:

 

(Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. Onun dışında taptıkları ise bâtılın ta kendisidir). [Hac/62]

Demek ki bâtıl, şirkte kendisini göstermektedir. Allah'tan başka tapınılan ne varsa, bâtılı temsil etmekte ve bâtılın mâhiyetini tanımlamaktadır. Yukarı­da verdiğimiz ayetten öncekileri ele alırsak, Allah'ın hakk oluşunun ne anla­ma geldiğini daha kolay anlayabiliriz.

Allah'ın yolunda hicret edip, öldürülenleri iyi bir nimetle nzıklandırmak, onları hoşnut olacakları bir yere koymak, mazlumlara yardım etmek, affetmek, geceyi gündüzün, gündüzü gecenin içine sokmak kudreti. [Hac/58-61]

Hak olan varlık, bu olguları gerçekleştiren ve daima gerçekleştirecek olan varlıktır. Bunları beceremeyecek olan başka varlıklara tapınmak bâtıl olduğu gibi, taptıkları tanrılar da bâtıldır. Öyleyse Allah'tan başka varlıklara, tapına­cak kadar kutsallık atfetmek, hak ile bâtılı karıştırmaktır. Bakara/42'de ifade edilen "hak ile bâtılı karıştırmak" eylemi, tevhid inancı ile şirki bir araya ge­tirip karıştırmak manasına gelmektedir.

Demek ki müslüman olup da tevhitle şirki bir arada yaşayanlar vardır. Mazlumlara yardım edemeyen, nzık veremeyen, affedemeyen ve tabiat olay­larını değiştirme gücüne sahip olamayan varlıklardan yardım beklemek, tevhid inancına şirk karıştırmaktır. Türbelerin taşlarına yüz sürmek, ağaçlara çaput bağlamak ve ölülerden yardım beklemek, tevhide şirk karıştırmaktan başka bir şey değildir. [241]

 

Bâtıl, Allah'a İftiradır:

 

Allah'ın söylemediği bir sözü, sanki Allah söylemiş gibi bir izlenim vere­rek konuşmak, ya da herhangi bir konu için, -Kur'an'da olmadığı halde-"Kur'an'da böyledir" demek, Allah'a iftira etmektir. Allah'a iftira ise, kesin­likle bâtıl bir iştir. Allah şöyle buyuruyor:

(Yoksa onlar, se­nin Allah'a karşı yalan uydurduğunu mu söylüyorlar? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Allah bâtılı silip yok eder. Sözleriyle hak­kı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir). [Şûrâ/24]

Dikkat edilirse bu ayet, din alanına Hz. Peygamber'i bile karıştırmamak­tadır. Dîni Allah koyar, peygamberler onu tatbik edip tebliğ ederler. Allah'ın söylemediğini O'na isnad etmek, kalbin mühürlenmesine kadar uzanmakta­dır. Allah, Hz. Peygamber'e "Böyle bir işi yaparsan, senin de kalbini mühür­lerim" uyarısında bulunmaktadır. Dinde Allah'a iftira etmek, bâtıl bir eylem­dir. Allah, bâtıl olan böyle bir eylemi yok edip, kendisinin hakkı gerçekleşti­receğini söylemektedir. Bir din görevlisi veya herhangi bir insan çıkıp, beşe­rî bir hükmü dindenmiş gibi gösterirse, ilahî vahiy ile onu karıştırmış olacak­tır. Böyle yapanların gönülleri mühürlenmekten kurtulamayacaktır. Bu manada bâtıl, insanların felahını da önlemektedir. Çünkü Allah'ın haram kıl­madığına haram, helal kılmadığına helal demek, O'na iftiradır. İftira da in­sanların kurtuluşa uzanan yollarını tıkamaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:

(Dillerinizin gelişi güzel uydurduğu yalana dayanarak, bu helâldir; bu haramdır, demeyin. Çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz. Allah'a ifti­ra edenler asla kurtuluşa eremezler). [Nahl/116]

Kültür yaratmayan toplumlar hayat bulamazlar. Bunlar başkalarının tayin ettiği bir hayatla sınırlı kalırlar. Din de böyledir. Din de kendi tarafından meydana getirilen kültür sayesinde toplumda yaşama imkanı bulur. Ancak yine bu kültür tarafından yozlaştınlır. Eğer dinin yarattığı bu kültür dinin özünden beslenemezse, yaratılan bu ikinci kültür din yerine geçer. Dikkat edilecek olursa bütün peygamberler dinin aslından uzaklaşan ve kendi oluşturdukları kültürü din olarak kabul eden ve benimseyen toplumlara gelmiştir. Demek ki Allah'ın koyduğu din, beşerin dediği ve yaptığı ise kültür olarak kalmalıdır. Allah'ın fetvası ile beşerin fetvası kesin çizgilerle ayrılmalıdır. Bu iki alanı birbirine karıştırmak, hakla bâtılı karıştırmaktır. Bunu da Allah şid­detle yasaklamaktadır. [242]

 

Hakkı İnkar Edenlerin Uydurduğu Şey Bâtıldır:

 

(Bunun sebebi, inkar edenlerin bâ­tıla uymaları; inananların da Rablerinden gelen hakka uymuş olmala­rıdır). [Muhammed/3]

Allah'ın indirdiği şey haktır [Muhammed/2] Hakka ise, inananlar uyar. Hakkın dışındaki şeyler bâtılı temsil etmektedirler. Bunun manası şudur: Be­şerî olan bir fikri din seviyesineçıkanp ona kutsallık vererek din adına tâbi olunan şey bâtıldır. Onun için kâfirlerin uydurdukları bâtıl, Allah'ın koyduk­ları ise hak'ta. Kâfirlerin uydurduğu ile Allah'ın indirdiğini karıştırmak bü­yük bir hatadır. [243]

 

Bâtıl Hikmetsiz İştir:

 

(Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı düşünüp, anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını derin derin düşünürler. "Rabbi-miz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehen­nemden koru!"derler. [Âl-i İmran/191]

Bazı insanlar Allah'ı anar ve kainatın sırlarını düşünürler. Bu düşünce on­ları kainatın boşuna (bâtıl) yaratılmadığı ilkesine ulaştırır. Demek ki içinde bir hikmet taşıyan, düzeni olan ve insanlara fayda veren bir iş üretmek, bâ­tıldan uzakta olmaktır. Allah'ın yarattığı her şeyin bir hikmeti vardır. İşte bu hikmetin zıddı, bâtıl'dır. İman sahibi kimse, kainatın yaratılışındaki hikmeti idrak etmeli, onun bâtıl/boş yere yaratılmadığını bilmelidir.

Kur'an'da tesbit ettiğimiz bâtü'ın bu özelliklerinin karşıtı da hak'tır.

Bakara/42'nin diğer kısmı, bâtılı giderecek, onu mahvedecek güçte olan hakkın, nasıl bâtıl ile karıştırıldığına ve hakkın buna nasıl müsade ettiğine işaret etmektedir:

(Hakkı gizlemeyin) ibaresi, hakkı gizlemekle bâtılın ortaya çıkma­sına sebep olunacağına dikkat çekmektedir. Hakkı gizleyenler, onun bâtılı yok edici özelliğine zincir vurmaktadırlar. Hak ile bâtılın ne olduğunu ve ara­larındaki ilişkileri bildikleri halde, hakkı gizleyip bâtıla yol veren kimseler, bâtılın yayılmasına sebep olurlar. Bâtılın yayılması da hakla karışmasına ne­den olur. Hak ile bâtılın karışması ise insanlığı bunalımlara, felaketlere, karanlıklara sürükler.

Bildikleri halde hakla bâtılı karıştıran ve hakkı gizleyenler, insanlığa en büyük zulmü yapanlardır. Bu zulüm zamanla dönüp, karıştırdıkları o çamu­run içinde onları boğacaktır. Hakkı gizleyenler ve onu bâtıl ile karıştıranlar, aslında kendilerini inkar etmektedirler. Kendi geleceklerini tehlikeye atıp, cehennemlerini oluşturmaktadırlar. İşte ilahî yöntemin temel uyarılarından birisi ve en önemlisi, hakkın ortaya konması ve onun bâtıl ile kanştırılmamasıdır.

Hak ile bâtılı karıştıran ve hakkı gizleyenler, dünya hayatında hiçbir me­seleyi aydınlığa çıkartamayacak ve bütün işlerini sisli bir havanın içinde kal­mış gibi el yordamıyla yapmaya çalışacaklardır.

Evrensel eğitimin ve siyasî uygulamaların insanlığa yapacağı en faydalı iş, hakkın ayakta kalmasına yardım etmek, onun geniş ufuklarından insanlı­ğı istifade ettirmek, onun aydınlığı içinde insanlığın yol almasını temin et­mektir. Hakkın nuru, bâtılın görüntüsünü ve cılız ışığını yok edecektir. Böy­lece insanlık, Hakk'm nuruna kavuşacak ve huzur bulacaktır. [244]

 

Namaz Ve Zekat:

 

43. Namazı kılınız, zekatı veriniz ve rüku edenlerle beraber rüku ediniz.

Allah'ın nimetini anmak ve ahdini yerine getirmek [Bakara/40]; Allah'ın in­dirdiğine inanmak, kâfirlerin ilki olmamak ve Allah'ın ayetlerini az bir değere satmamak [Bakara/41]; hak ile bâtılı karıştırmamak ve hakkı gizlememek [Ba­kara/42] emirlerinden sonra, namazı kılmak, zekatı vermek ve rüku edenlerle beraber rüku etmek emirleri gelmektedir. Demek ki ahde vefa, iman ve hakkı ayakta tutmak gibi ibadet ve değerler, namazdan önce gelmektedir.

Nimete şükran, ahde vefa, Allah'tan sakınmak, iman etmek, namaz kıl­mak, zekat vermek ve rüku edenlerle beraber rüku etmek, olumlu emirlerdir. Kâfirlerin ilki olmamak, Allah'ın ayetlerini az bir değere satmamak, hakkı bâtıl ile karıştırmamak ve hakkı gizlememek de olumsuz emirlerdir. Olum­suz emirlerden (yasaklardan) uzak durabilmek için, olumlu emirleri yerine getirmek gerekiyor. Olumlu hükümleri topluma mal etmek suretiyle, olum­suzluklarla mücadele edebiliriz. Eğitimin sosyolojik manada en büyük hiz­meti, evrensel değerleri toplumun hayatına bir dantel gibi örüp, kötülüğün gücünü kırmak ve alanını daraltmaktır.

Namazın ne manaya geldiğini Bakara/3'de açıklamıştık. Gerekli olmak, ayrılmamak, sımsıkı tutmak, koşan atın peşinden gelen at ve dua manalarına gelen salatın (namaz),[245] en eski ibadetlerden biri olduğu bu ayetten anlaşıl­maktadır. Yukarıda verilen ayette namaz geniş bir şekilde izah edildiği için burada açıklama yapılmayacaktır; ancak namazı namaz yapan unsurlardan biri olan rüku meselesi izah edilmeye çalışılacaktır.

(Rüku edenlerle beraber rüku ediniz).

Boyun eğmek, râm olmak, diz çöküp ibadet etmek, namazda elleri dizle­re koyarak eğilmek manalarına gelen rüku, bazı ayetlerde müstakil bir ibadet olarak zikredilmektedir:

Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin. Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. [Hac/77]

Bu ayetteki rüku ve secde, namazı tanımlamakla beraber, rükuun bağımsız bir ibadet olduğuna da işaret etmektedir.

Bakara/43'deki Rüku edenlerle beraber... ifadesinden, bunun cemaatle beraber yapılan bir ibadet olduğu anlaşılmaktadır. Bu beraberlik, Allah'a ibadet edenlere katılmayı, onlarla beraber aynı duygu ve değeri paylaşmayı ifade eder. Namaz, toplumsal bütünleşmeye, birlik ve beraberliğe bu şekil­de katkıda bulunur. Toplumsal birlik ve beraberlik, gıdasını, yapılan ibadet­lerden alır.

Tevazu ve alçakgönüllülüğü ifade eden rüku, ferde ve topluma bu değer­leri kazandırmak için emredilmiştir.

Rüku edenlerle beraber rüku edin emrinin namazdan sonra gelmesi neyi ifade etmektedir? Zaten rüku, namaz kılın emrinin içinde vardır. Öyleyse ni­çin rüku ayn olarak emredilmektedir? Bize göre bu emir, namazın insana ve topluma sağlayacağı faydalardan birini açıklamaya yöneliktir. Rüku vasıtasıy­la namaz, ferde ve topluma alçak gönüllülüğü, tevazuyu aşılamaktadır. Rüku ahlâkın temel değerlerini ve terbiyenin temel unsurlarını ibadet yoluyla ferde ve topluma kazandırmanın usûlüdür. İbadetle Rablerine boyun eğen insanlar, birbirlerine karşı mütevazi olurlar.

Namaz kılıp rüku edenler, insanlara karşı alçak gönüllü davranamıyorlar-sa, namazlarını bir daha gözden geçirmelidirler. Rüku, toplumun terbiyesin­de bir tevazu alam oluşturmaktadır. İşte Allah, Rüku edenlerle beraber rüku edin buyurmak suretiyle, bu tevazu alanının içine girmeyi emretmektedir. Böylece terbiyenin yaşanarak elde edileceğine de işaret edilmiştir. [246]

 

Bilmenin Gereğini Yerine Getirmeme:

 

44. Ey (bilenler), kitabı okuduğunuz halde, insanlara (başkalarına) iyiliği emredip, kendinizi unutuyor mu­sunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?

Allah'ın, İsrailoğullan'nın bilginlerine ve din adamlarına bu soruyu sor­masının nedenlerini müfessirler şöyle sıralamışlardır:

a) Hz. Peygamber'in gelip, insanları doğruya çağıracağı meselesidir.

Onlar Araplar'a "İçinizden bir peygamber gelecek ve siz ona uyun" diy­orlardı, fakat Hz. Peygamber gelince kendileri ona uymadılar. İşte bu neden­le böyle bir soru ile karşı karşıya kaldılar.[247]

b) Süddî'ye göre, insanlara Allah'a itaat etmelerini, isyan etmemelerini söylüyorlar ve fakat kendileri dediklerinin tersini yapıyorlardı.

c) İbn Cüreyc'e göre, İsrailoğullan'nın bilginleri halka namaz ve zekatı emrediyor; ama kendileri bu amelleri yerine getirmiyorlardı.

d) Zeccac'a göre, onlar halka sadaka vermelerini emrettikleri halde kendi­leri vermiyordu.

e) Tevrat'a uymalarını halka tavsiye ederken, kendileri bunun tersini yapı­yorlardı.[248]

Bu maddelerden ortaya çıkan netice şudur: Allah'a itaat, ibadet ve Hz. Muhammed'in geleceğine dair hakikati kabullenip, ona uymayı tavsiye edi­yorlardı; ama kendileri bunların hiç birini yapmıyordu. [249]

 

Birr (Hayırda Genişlik:

 

Birr kelimesi, bahr kelimesinin karşıtı olan ve genişlik manasına gelen berr kelimesinden gelmektedir. Birr ile berr, genişlik anla­mını paylaşmaktadırlar. Öyleysee birr, hayırda genişlik demektir. Bu anla­mıyla birr, Allah'a nisbet edilmektedir.[250]

Birr, deniz anlamına gelen bahr kavramının zıddı olan kara manasındaki berr'-den türemiştir. Berr kelimesi denizin zıddı (kara) manasına şu ayette geçmektedir: (Karada ve denizde düzen bozuldu). [Rûm/41]

Bu ve buna benzer pek çok ayette berr kelimesi, denizin karşıtı olan kara manasında geçmektedir. Râgıb el-İsfehânî, genişlik anlamını ifade ettik­lerinden, birr'in de berr'den türediğini söylemiştir. Çünkü berr kelimesi Al­lah'a nisbet edildiğinde iyilik manasına gelmektedir:

(Gerçekten biz, bundan önce Allah'a yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur). [Tûr/28]

Berr, iyiliği bol manasıyla Allah'ın sıfatıdır. Kula nisbet edildiğinde, Al­lah'a çok itaat eden kul anlamına gelir.

Biz, kara manasına gelen berr ile iyi manasına gelen birr arasında bir bağ­lantı daha kurmak istiyoruz. Deniz tehlikeli bir alanı, kara ise emniyetli bir yeri temsil etmektedir. İyinin peşine takılan ve onu elde eden insan, kötülük­lerden emin olacağı için, denizden karaya çıkmış gibi olacaktır. Birr (iyi), bir ruh ve sosyal güvenliği ifade ettiği için kara manasına gelen berr’den türemiştir.

Birr lügatte dindarlık, kendini Allah'a vakfetme, doğruluk, kurtuluş, dürüst­lük, samimiyet, zühd, şefkat, yumuşaklık, cömertlik istidadı; fiil olarak da hür­met etmek, vazifesini bilmek, fedakârlık etmek, tatlı dilli olmak, cömert olmak itaat etmek, tâbi olmak, şeref vermek, güvenilir olmak, doğru söylemek, samimi olmak, doğru olmak, sözünü tutmak, garanti etmek, hakkını korumak, temize çı­karmak, günahı affetmek, muaf tutmak, beraat etmek, temize çıkmak, vücuda ge­tirmek, başarmak, haklılığını isbat etmek anlamlarını ifade etmektedir.

Birr'den türeyen mebrûr da, kabul etmek manasına gelmektedir.[251] "Allah haccını kabul etsin" duasında de bu kavram kullanılmakta ve Allah'ın razı ol­duğu ameli ifade etmektedir.

İsfehânî, birr'i (iyiyi), itikad ve amel diye ikiye ayırmaktadır. Başka bir ifadeyle, iyinin iki unsurdan oluştuğunu söylemektedir. İnanç ve amelle ilgili olan bu iki unsur, Bakara/l 77'de açıklanmaktadır.

Hz. Peygamber'e birr'in (iyinin) ne olduğu sorulduğunda, Bakara/44 ayetini okuyarak cevap vermiştir:[252]

(Kendinizi unutuyorsunuz).

İnsanlara iyiyi emredip kendini unutmak, yani o iyiyi tatbik etmemek, eğitim açısından çok sakıncalıdır. Tatbik edilmeyen şeyin başkasına öğüt olarak veril­mesi aklın tabiatına aykırı düşmektedir. Emrettiğini yaşamak veya yaşadığını öğütlemek, eğitimin temel ilkelerinden biridir. Modern eğitim bu kuralı daha keş­fetmeden önce, Kur'an, onu dünyaya ilan etmiş ve geniş bir şekilde açıklamıştır.

Bir insanın yapmayacağı şeyi söylemesi, Allah tarafından büyük bir günah olarak kabul edilmektedir.

(Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyle­ri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanmaktadır). [Saf/2-3]

Geçmişte yapmadığı bir şeyi insanlara yapmış gibi söylemek veya istikbâl­de yapmayacağı bir şeyi vaadetmek, bu ayetlerin kapsamına girmektedir.

Ana babalar, devlet adamları ve eğitimciler, çocuklarına, halkına ve öğ­rencilerine, iyiyi emredip de, kendileri yapmazlarsa, onlara güven telkin ede­mez ve etkili olamazlar. Söz ve davranışlar arasındaki tutarsızlıklar, aile eği­timini, siyaseti ve okul eğitimini kirletmekte ve Allah'ın nefretine neden ol­maktadır. Ayrıca, eğitimin ve siyasetin etkinliğini, bereketini ve tutarlılığını yaralamakta ve insanların şahsiyetini incitmektedir.

(Halbuki siz kitap da okuyorsunuz).

Kitabı okuyan İsrailoğullan'mn bilgin ve din adamları, kitaplarında Hz. Muhammed'in geleceğini okuyor ve din adına Allah'a karşı hangi ibadetlerin yapılacağını biliyorlardı. Kitapta yer alan esasları insanlara öğütlüyor; ama kendileri yapmıyorlardı. Allah'ın buyruklarını okuyup, bilmek ve onların ter­sini yapmak kadar akla ters düşen bir şey var mıdır? Onun için Allah, ayetin sonunda sormaktadır:

(Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?)

Aklını kullanan ve kitabı bilen insanların, söz ile davranışları arasında bir çelişkiye düşmemeleri gerekir. Aklını kullanmak, düşünmek demektir. Ayetin son kısmında bilgiye ve aklı kullanmaya yapılan vurgu, eğitimcilerin eğitim faaliyetlerinde hangi değerleri kullanıp öğreteceklerine açıklık getir­mektedir.

Aklını kullanan ve bilen insan, verdiği öğüde önce kendisi uyar. Aklını ve bildiğini kendi menfaatine kullanmayanlar, başkalarına karşı değer kaybeder ve etkisiz olurlar. Eğitim faaliyetinde akılcılığın gereği, eğitimcilerin söz ve davranış çelişkilerine düşmemeleridir. Akılcılığın olduğu yerde çelişki olmaz.

Aklın çalıştırılmaması, tenakuza düşmenin yanısıra, insana kendini de unut­turur. Demek ki akıl, insana kendisini hatırlatmakta, kendisi ile bir bağ kurdur­makta, kendini bilmeyi temin etmektedir. Kendini unutan, Allah'ın emirlerini de unutur ve böylece akıl ve bilgi alanının dışına çıkar.

Hz. Şuayb kavmine şöyle demişti:

Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Eğer benim Rabbim tarafından verilmiş apaçık bir delilim varsa ve O, bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum". [Hûd/88]

Hz. Şuayb'ın eğitimdeki altın kuralını ortaya koyan bu ayet, pedagogların söz-davranış çelişkisi içinde olmamalarını öğütlemektedir. Şuayb'ın kavmi, Hz. Şuayb'ın akıllı biri olduğunu kabul etmişti. [Hûd/87]

Hz. Şuayb, (Size yasakladığım şeyde, size mu­halefet etmek istemiyorum) [Hûd/88] ifadesiyle, aklın, sahibini en doğru ve en uygun yola sevketmesi gerektiğine dikkat çekerek, "Allah'ın emrine saygı ve yaratıklara şefkat göstermeye devam ediyor ve onları asla terketmiyorum. Siz de benim akıl sahibi olduğumu kabul edip, bu yolu terketmediğime şahit ol­duğunuza göre, bunun en iyi yol olduğunu kabul edin" demek istemiştir.[253]

Hz. Şuayb kavmini şirkten, başkalarının haklarını yemekten, fesatçılıktan nehyediyor; tevhidi, ölçü ve tartıda hile yapmayı, hak ve adaleti gözetmeyi emrediyor ve zımnen, nehyettiklerini yaptığı ve emrettiklerini yapmadığı takdirde eğitimin fayda vermeyeceğini ve ıslah edemeyeceğini de ifade etmiş oluyordu. [254]

 

Sabır Ve Namaz İle Kendine Yardım Etmek:

 

45-46. Kendinize sabır ve namaz kılmakla yardım edin. Bunlar (sabır ve namaz) gerçekten kalbi Allah sevgisinden dolayı ürperenlerin dışındakilere ağır gelir. Bu ibadetlerin ağır gelmediği insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve ke­sinlikle O'na döneceklerini bilirler.

Bu iki ayet birbiriyle sıkı ilişki içerisindedir. Ayette geçen isti'âne kavra­mını, Fatiha/4'de açıkladığımız için barada ele almayacağız.

Yukarıdaki ayeti Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin şeklinde tercüme edebilirdik. Belki de asıl mana budur. Ancak biz burada isti'âne kavramını 'yar­dım isteyiniz' şeklinde değil "kendinize yardım edin" şeklinde anlıyoruz. Bu an­layıştan hareketle, yukarıdaki ayetlerden şu sonuçlan çıkarabiliriz:

1. Kur'an ve Tevrat'a göre ibadetler, insan için önemli sığmaklar ve kötüye karşı yardım alınacak araçlardır.

Buradaki hitabın (Bakara/43 ayetinin delaletiyle) İsrailoğullan'na yönelik olma ihtimali büyüktür. Zira Bakara/43'de, İsrailoğullan'na namaz kılma emri verilmektedir.

45. ayetteki 'yardım dileyin' ve 'yardım edin' emrinden önce İsrailoğulla-n'ndan pek çok ibadet ve amel istenmektedir. Allah'ın nimetini anmak, Allah'ın ahdini yerine getirmek, Allah'tan sakınmak, kendi kitaplannı tasdik eden Kur'an'a inanmak, Allah'ın ayetlerini az bir değere satmamak, hak ile bâtılı ka­rıştırmamak, hakkı gizlememek, namazı kılmak, zekatı vermek, rüku edenlerle beraber rüku etmek, insanlara emrettiklerini tatbik etmek çok zor bir iştir. İlgili ayet, sabır ve dua ile bunlan gerçekleştirmenin kolaylaşacağını bildirmektedir. Bunlann yerine getirilebilmesi için, bir şeylerle yardım istemek gerekiyor.

2. Bazı amelleri yerine getirmek için, bazı ibadetlerden yardım almak me­todunu bu ayetlerden Öğrenmekteyiz.

45. ayetteki salât kavramını dua manasına da almamız mümkündür.[255] Çün­kü 43. ayette namaz kılma emri yer almaktadır. 45. ayetteki salât namaz mana­sına gelseydi, sabırdan önce zikredilirdi. Sabırdan sonra geldiğine göre, şu yo­rumu yapmamıza müsaade etmektedir: İnsan sabırla bir şeyi halledemezse, dua ile Allah'ın yardımını istemelidir.

3. Zor amellerin üstesinden gelmek bir sabır işidir.

Sabır zaptetmek, bağlamak, bitiştirmek, mahkumun ayağına zincir vur­mak, engel olmak, sebatkâr olmak, tahammül sahibi olmak, devam etmek, ıs­rar etmek, sakin olmak, bir şeyi yapmaktan çekinmek, vazgeçmek manalanna gelmektedir. Akim ve dinin gerekli gördüğü ölçüde nefsi hapsetmek manasına gelen sabır[256] bir disiplindir.

Bazı müfessirler ayette yer alan sabır kelimesini, oruç manasına almakta­dırlar.[257] Bu anlayıştan hareketle ayetteki sabr’ı oruç, salât'ı da namaz mana­sına alabiliriz. Ayrıca sabr'a nefse zincir vurmak ve dayanmak, salât'a da dua manası vermek mümkündür.

Sabır ve dua, oruç ve namaz, insanların karşılaştıkları manevî problemle­rin üstesinden gelmeleri için bir eğitim metodudur. Bu iki ibadet, hem ter­biyenin vazgeçilmez değerleri, hem de dinî tecrübenin iki önemli parçasıdır. Ayetteki isti'âne'yi, kulun kendisine yardımı olarak alırsak, bu yardım sabır ve dua ile temin edilebilecektir. Allah'dan yardım dileme, O'na sığınma şek­linde düşünülürse, o zaman da, "kul hareket etmeyince, ilahî irade hareket et­mez" manası çıkar.

(Kullarım, sana beni sorduk­larında, onlara yakın olduğumu söyle. Bana dua edenin duasına kar­şılık veririm). [Bakara/186]

Bana dua edenin duasına karşılık veririm ifadesi, Allah'ın icabet etmesi için kulun dua etmesi gerektiği ilkesini koymaktadır.

4.  Sabır ve dua veya oruç ve namaz, gerçekten zor ve ağır ibadetlerdir. Hele onlar vasıtasıyla Allah'tan yardım dilemek, O'na sığınmak, daha da zor bir durum arzetmektedir.

Allah burada çok gerçekçi bir tavrını kullarına öğreti olarak sunmaktadır. Sabır ve dua veya oruç ve namazın zor ibadetlerden olduğunu kabullenmek gerekiyor. Terbiyeciler, gençler için, bunu bilerek ibadet eğitimi vermelidir­ler. Oruç tutturmak, namaz kıldırmak ve onlar vasıtasıyla Allah'tan yardım dileneceği bilincinde olmak, manen ciddî bir seviye ve olgunluk ister. Onun içindir ki, Hz. İbrahim, kendisinin ve çocuklarının namaza devam etmeleri hususunda Allah'a yalvarmakta ve O'nun yardımını istemektedir. [İbra­him/40]

5. Sabır ve duanın veya oruç ve namazın, ancak huşu sahibi olan kimse­lere ağır gelmeyeceğini ifade eden bu ayet, huşû'ün ne olduğuna da açıklık getirmektedir.  Buna göre huşu, kişinin Allah'a döneceğinin bilincinde olmasıdır. Aslında huşu boyun eğmek, itaat etmek, alçak gönüllü olmak, sesini alçaltmak, teslimiyetini göstermek, niyaz etmek manalarına gelmektedir. Son mana gönülle, diğerleri ise, organlarla alakalıdır. [258]

 

Huşu:

 

Huşu, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır: [259]

 

A) Sesin Kısılması:

 

(O gün insanlar, davetçiye uyacaklardır. O'na karşı yan çizmek yoktur. Artık, çok esirgeyen Allah'ın hürmetine, sesler kısılmıştır. Bu yüzden, fısıltıdan başka bir ses işitemezsin). [Taha/108]

Huşu, saygıdan dolayı insanın sesini kısması manasına gelmektedir. Allah bunu, mahşerdeki bir sahne ile anlatmaktadır.

Ayet aynı zamanda, davet eden kişiye, yani doğruya ve gerçeğe çağıranın çağrısına, Allah'a saygı duyarak uymanın ve yan çizmemenin gerekliliğini de vurgulamaktadır.

Saygı ile gerçeğe davet arasında ilişki kuran bu ayet, huşu'un organlara yansıyan boyutuna işaret etmektedir. [260]

 

B) Gözlerin Utançtan Yere Eğilmesi:

 

(Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi, gözleri utançtan yere bakar vaziyette davetçiye koşarak, kabirlerinden çıkarlar). [Kamer/7-8]

Bakışları indiren utanma duygusuna ve kalpteki zillet duygusunun ses ve gözlere yansıyıp etkinliğini göstermesine huşu denmektedir. Bu durumda hu­şu gönülde kopan fırtınaların ses ve gözlerde meydana getirdiği değişimin adıdır. [261]

 

C) Kalplerin Ürpermesi, Saygı Duyması Ve Yumuşaması:

 

Allah'ı düşünmenin, anmanın ve hakkı bilmenin insanın gönlünde meyda­na getirdiği saygıya huşu denmektedir. Yüce Allah bunu şöyle açıklıyor:

İman edenlerin, Allah'ı düşünmek ve O'ndan inen hakikat (Kur'an) sebebiyle kalplerinin saygı duyma zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaş-tı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir. [Hadîd/16]

Huşu'un zıddı katılık'tır. Kalplerin katılaşmasından, kalpte huşu'un nasıl meydana geldiğini anlıyoruz.

 (Kalplerin saygı duyması) ifadesiyle Allah, huşu'un manevî bo­yutuna işaret etmektedir. Düşüncenin ihmal edilmesi ve hakikat bilgisinden uzak kalınması, kalpleri katılaştınr. Bu bağlamda eğitim, insanları düşünme­ye teşvik etmesi ve onları gerçek bilgiye ulaştırmasıyla, kalplerin yumuşa­masını temin edebilmektedir. [262]

 

D) Zilletten Başların Eğilmesi:

 

Geçmişte yapılan yanlış davranışların kötü neticeleri görüldüğünde, duyulan zilletin meydana getirdiği huşu:

(Onların ateşe arzolunduklann-da zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını gö­receksin). [Şura/45]

Bu ayetteki huşu saygının meydana getirdiği bir kalp yumuşaması değil, tam tersine zilletin ve pişmanlığın doğurduğu mahcubiyettir. [263]

 

E) Kur'anın İnsanda Meydana Getirdiği Manevî Değişim:

 

Kur'an'ın sırlarını anlayan ilim sahipleri, Kur'an okununca secdeye kapanır, Allah'ı teşbih eder, Allah'ın vaadini yerine getireceğini söyler, ağlayarak yüz üs­tü yere kapanırlar ve huşulan/saygılan artar. [İsra/107-109] [264]

 

F) Bilgi Ve İmanın Meydana Getirdiği Saygınlık:

 

Bakara suresinde Allah, huşu sahiplerini şöyle tanımlamaktadır:

(Saygı duyanlar, Rablerine kavuşacakla­rını ve O'na döneceklerini bilen ve inananlardır). [Bakara/46]

Müfessirler ayette geçen zan kavramına, bilmek manasını vermişlerdir.[265]

Allah'a kavuşacağının ve O'na döneceğinin bilincinde olmak ve O'na inanmak, çok büyük bir olgunluktur. Bu olgunluk, ibadetlerin nefse ağır gel­mesini önlemekte ve onların tatbikini kolaylaştırmaktadır.

Yaratanına kavuşma ve O'na dönmenin kesin bilgisi ve inancı, insanın en önemli amacını oluşturduğu için insanı, yöneldiği hedefe götürecek olan her şeyi kolay görüp kolay yapmasını sağlayacaktır. Allah'a kavuşma amacı, in­sana zorluklan ve ibadetlerin ifasını kolaylaştırmaktadır.

Kesin bilgi, uzakları yaklaştırmakta, zorluklan kolaylaştırmakta, yükleri hafifletmekte ve engelleri ortadan kaldırmaktadır. Bilgi, insanın gönlündeki Yaratan'ına olan sevginin ve kavuşma tutkusunun önünü açmakta, engelleri bertaraf etmekte, sabır ve dua vasıtasıyla Ona dönmenin yollarım aratmakta­dır. [266]

 

Zan Nedir?

 

Sanmak, inanmak, farzetmek, tahmin etmek, tasavvur etmek, addetmek, düşünmek, kabul etmek manalarına gelen zan kavramı; isim olarak görüş, fi­kir, tahmin, inanç, şüphe, faraziye, kati olmayan şey anlamlarını ifade etmek­tedir.

Zan Kur'an'da şu manalara gelmektedir. [267]

 

A. Bilmek:

 

(Ben hesabımla karşılaşacağımı biliyordum). [Hak­ka/20]

Dünyada yaptığı amellerden hareket ederek, ahirette kitabının sağ eline verileceğini ve onun iyiliklerle dolu olacağını kesin bilgi derecesinde zanne­den kimsenin bu zanrima bilgi manası verilmektedir.

(Davud, kendisini denediğimizi zannetti). [Sâd/24]

Bu ayetteki zan da bilmek/'anlamak manasına gelmektedir.

(Sahiden  onlar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?) [Mutaffıfîn/4]

Allah, Onlar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı? buyurmak suretiyle, müşriklerin öldükten sonra diriltileceklerini inkar etmelerini yadırgamış ve öldükten sonra diriltileceklerini zımnen bildirmiş; bunu bilmeye sevk ve teş­vik etmiştir. Onun için buradaki zan, 'bilmek" manasına gelmektedir. [268]

 

B. İnanmak:

 

Bazı ayetlerde zan kavramı, inanmak anlamına gelmektedir:

(Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan ko­ruyacağını zannetmişlerdi). [Haşr/2]

Ayetteki zannetmişlerdi ifadesi, kesin bir inançla inanmışlardı anlamına aelmektedir. [269]

 

C. Hakikat Payı Bulunmayan Sanı:

 

Bu zan, bilgiye dayanmayan bir kanaati ifade etmektedir:

(Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz haki­kat bakımından bir şey ifade etmez). [Necm/28]

İnsanın, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir konuda fikir beyan etmesi he­zeyandır. İşte bu hezeyana zan denmektedir. Yine, hakikatle ilgisi olmayan sahte bilgiye de zan denir. [270]

 

Zannın Çeşitleri:

 

1. İyi Zan:

 

Bilmek, inanmak ve düşünmek anlamlarıyla zan, iyi zandır.

{Onu işittiğinde erkek ve ka­dın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla iyi zanda bulunup, "Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?") [Nûr/12]

İffetli bir kadına zina isnadı karşısında, dilini ona bulaştırmayıp onu teb-rie etmeye, iyi zan denmektedir. İnanan insana yakışan zan da budur. [271]

 

2. Kötü Zan:

 

Kötü zan, toplumsal hayat için çok tehlikelidir. Kötü zan ile sosyal haya­tın gerilemesi meselesine Allah şöyle yaklaşmaktadır:

(Aslın­da siz Peygamber'in ve mü'minlerin ailelerinin yanına bir daha dön­meyeceklerini zannetmekteydiniz. Bu sizin gönüllerinize güzel gö­ründü de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir toplum ol­dunuz). [Fetih/12]

Bu anlamda kötü zan, zannın kalpte sahte süslerle bezenmiş halidir. Ayet, insanın önce zannettiğine, sonra bu zannın kalpte yerleşip süslendiğine ve böylece kötü zanna dönüştüğüne işaret etmektedir. Kötü zan fitne ve fesada sebep olduğundan toplumu çöküşe götürmektedir. [272]

 

3. Cahiliye Zannı:

 

(Kendi canının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah'a karşı haksız yere cahiliyye devrindekine benzer zan taşıyorlardı). [Âl-i İmran/154]

Hakikate tamamen ters düşen zanna. Allah cahiliyye zannı demektedir. Cahiliyet batağında bulunan insanların fikirleri zandan ileri gidememektedir. Bir taraftan fikirlerinin bulanıklığı, diğer taraftan cahiliye karanlığı, zanlarını katmerli hale getirmektedir. [273]

 

4. Günah Olan Zan:

 

(Ey iman edenler! Zannın çoğundan ka­çının çünkü, zannın bir kısmı günahtır». [Hucurât/12]

İnsanı tecessüse, yani insanların gizliliklerini araştırmaya ve gıybete gö­türen zan, günah olan zandır. İnsanların arasındaki bağlan kopardığı, düzeni ve dengeyi bozduğu için bu ismi almaktadır. Şüpheye götüren bu zan çeşidi, toplumsal çözülmeye neden olmaktadır.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz ayete dönebiliriz: [274]

 

Allah'a Kavuşma:

 

(Bu ibadetlerin ağır gelmediği insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve kesinlikle Ona döneceklerini bilirler).

Allah'a kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini bilenler, huşu sahibi olanlar­dır. Bu bilgi de, ibadetlerin insanlara ağır gelmesini önlemektedir.

Peki, 46. ayette yer alan "Allah'a kavuşma" ifadesi ne manaya gelmektedir? Kavuşma kavramı ayette, #fc “mulâkû” şeklinde yer almaktadır. Bu kelime “Lekâ”den gelmektedir. Bakara/46'da geçen kavuşma kelimesinin fizikî, psikolojik, pedagojik ve ahiretle ilgili olan manaları vardır ki bunları şu şekilde sınıflan­dırarak anlatmayı uygun görüyoruz: [275]

 

A) Fizikî Manası:

 

a) Atmak, yaratmak, koymak:

(Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlan yarattı). [Nahl/15]

(Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk). [Kaf/7]

Bu ayetlerde yer alan elkâ kelimesi, yarattı, koydu, attı manalarını ifade etmektedir. Allah'ın yeryüzünde dağlara vücud verme eylemini ifade etmek­tedir.

b) Rastlamak:

(Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıkla­rında). [Kehf/74]

Farklı kültür ve inanışta olanların karşılaşmalarını da ifade etmektedir:

(Münafıklar  mü'minler  ile  karşılaştıkları  vakit...) [Bakara/14; Âl-i İmran/119, Enfâl/15, Muhammed/4]

Burada farklı inanış ve davranışa sahip insanların, karşılaştıklarında bir­birlerine nasıl davrandıklarını anlatırken, Allah Teâlâ bu rastlayışı "lakıye" kelimesiyle ifade etmektedir.

c) Buluşmak, birleşmek:

Lika kelimesi, fizikî anlamda, bir şeyin belli bir ölçüde bir şeyle buluşma­sı, birleşmesi manasını da ifade etmektedir:

(Allah'ın takdir ettiği bir vakte kadar sular bir­leşti). [Kamer/12]

Allah'ın takdir ettiği bir zamana kadar ifadesini, "Allah'ın takdir ettiği bir ölçüde veya ölçüye göre sular birleşti" şeklinde de anlayabiliriz.

Demek ki, kimyevî ve fizikî manada elementlerin belirli bir oranda birleş­meleri, Kur'an'da lika kavramı ile ifade edilmektedir. [276]

 

B) Psikolojik Manası:

 

Lika kavramının Kur'an'da psikolojik oluşumların ifadesi için de kullanıl­dığını görmekteyiz. Bu da -fiziki manada olduğu gibi- atmak, yerleştirmek manalarına gelmektedir. [277]

 

A) Korku Atmak:

 

(Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku atacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir, zalimlerin varacağı yer ne kötüdür). [Âl-i İmran/151]

Rabbin meleklere, "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım" demişti). [Enfâl/12]

Bu iki ayette atmak kavramı fiziki manadan çıkmakta ve psikolojik bir mahiyet kazanmaktadır. Zira korku manevî bir duygudur.

Allah'a şirk koşan ve bâtıl uğruna savaşan insanların gönlüne Allah, korku salmaktadır. Korkunun kalbe yerleştirilmesi, bu kavramla ifade edilmektedir. [278]

 

B) Düşmanlık Ve Kin Duygusu Atmak:

 

Yahudiler, 'Allah'ın eli bağlıdır' dediler. Hay. dedikleri yüzünden elleri bağlana-sı ve lanet olasılar! Bilakis Allah'ın elleri açıktır, diledği gibi verir. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Ara­larına kıyamete kadar sürecek olan düşmanlık ve kin soktuk.. [Maide/64]

Allah'a cimrilik sıfatını yakıştıran ve Kur’an’a tepki gösteren insanların bu davranışlarını Allah, aralarına düşmanlık ve kin duygusunu sokmakla ce­zalandırmakta ve onlar bu duygu ile daima düşmanlık ve kini körüklemekte­dirler. Her an insanlar arasında savaş çıkmasını isterler ve yeryüzünde boz­gunculuk yaparlar. Onların böyle davranmalarının sebebi, içlerinde yanan düşmanlık ve kin ateşidir. İşte bu ateşin onların içine yerleştirilmesi eylemi ilkâ kavramıyla ifade edilmektedir. [279]

 

C) Eğitim Manası:

 

a) Sevgi Atmak:

 

Allah Teala, çocukların yetiştirilebilmesi için onlara karşı bir sevgi ver­mektedir. Bu sevgi sayesinde onların verdiği zahmetlere aldırmadan büyütü­lür ve yetiştirilirler. Bu yaklaşımla, sevgisiz eğitimin olmayacağı ifade edil­mektedir. Allah, bu konuya şu şekilde işaret ermektedir:

(Benim gözetimimde yetiştirilmen için, sana kendimden bir sevgi attım). [Taha/39]

Firavun'un sarayında büyütülebilmesi için Musa'nın sevilmesi şarttı. Sevgi, düşmanlık duygularını köreltir ve düşmanların birlikte yaşamasını temin eder. Al­lah, Hz. Musa'ya sevgisinden atarak, yetişmesini ve sevilmesini temin etmiştir. [280]

 

b) Bilgi Atmak:

 

İlkâ kavramı, Kur'an'ı öğretme manasında da kullanılmaktadır:

(Şüphesiz ki bu Kur'an sana hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından verilmektedir). [Neml/6]

Ayette yer alan vermek ya da atmak kelimesi, öğretmek manasına gelmek­tedir. Allah'ın attığı vahiy ile Hz. Peygamber'in gönlü buluşmakta ya da ona kavuşmaktadır. Biz bu kavuşma olayına öğretim diyoruz. [281]

 

D) Ölüm Ve Ahiretle İlgili Manası:

 

a) Ölümle karşılaşmak:

Bakara/46'da yer alan kavuşmak kelimesinin diğer anlamlarında, ölümle karşılaşmak ve ahirette olacak bazı olaylarla karşılaşmak manaları vardır:

(Andolsun ki, siz ölümle karşılaş­madan önce onu temenni edersiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördü­nüz). [Âl-i İmran/143]

Ölümle karşılaşmak, onunla yüz yüze gelmeyi ifade etmektedir. İnsanla­rın ölüm tehlikesi ile yüzleşmelerini ifade ederken Yüce Allah, bu kelimeyi kullanmaktadır.

b) Günahla karşılaşmak:

(Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldı­ğı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapanlar, günahla karşılaşırlar). Furkân/68]

Günahla karşılaşırlar ifadesi, Büyük bir cezaya çarptırılırlar demektir. Bu­nun diğer bir anlamı da, gırtlağına kadar günaha batmaktır. Şirk, zina ve insan öldürme gibi üç büyük günah, insanı günah batağının içine atmaktadır. İşte bu durum, ilkâ kavramıyla ifade edilmektedir.

c) Cehennemle karşılaşmak, cehenneme atılmak:

(Nihayet onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, nefislerinin arzularına uydu­lar. İleride gayya kuyusuna atılacaklardır). [Meryem/59]

Burada yelkavne kelimesi, cezaya uğramak, gayya çukuruna düşmek ve cennet yolundan şaşmak ve onu bulamamak manalarını ifade etmektedir. Na­mazını yitirip, nefsinin kötü arzularına uyan insanların ölüm ötesi alemde karşılaşacakları veya dünyada yüzyüze gelecekleri cezanyı ifade için bu ke­lime kullanılmaktadır.

d) Ahirete kavuşmak:

 (Sen bırak onları, kendilerine vaad edilen gün­lerine kavuşuncaya kadar bâtıla dalsınlar, oynayâdursunlar). [Zuhruf/83][282]

Ayette geçen yevm (gün) kelimesi, ahireti. lika kavramı da ertelenen bir şeye daha sonra kavuşmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah'ın, ahirete ertelediği bazı yanlış davranışlarının karşılıklarıyla insanların ahirette karşı­laşacaklarını ifade etmektedir.

e) Amel defteri ile karşılaşmak:

(Her insanın amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız). [İsra/13]

İnsanın dünyada kendisi için yazılan amel defterinin açık olarak önüne konması ilkâ kelimesi ile ifade edilmektedir.

f) Sevaba kavuşmak:

Allah, hangi insanların sevaba ulaşacağını ya da onu elde edeceğini ifade ede için mülâki kavramını kullanmıştır:

(Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip yararlı işler yapanlar için Allah'ın sevabı (mükafaatı) daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşur). [Kasas/80]

(İyilikle kötülük bir değildir. Sen. kötülüğü en güzel bir şekilde önle­meye bak. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse san­ki sıcak bir dost olur. Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuştu­rulur. Buna, büyük hazzı olan kimse kavuşturulur). [Fussilet/34-35]

Her iki ayet grubunda, ulaşma, kavuşma, elde etme anlamına gelen mülâ-kî kavramının kullanıldığını görmekteyiz. Kasas süresindeki ayette, zengin­leri kıskanan fakirlere, -ilim adamlarının dilinden- dünyanın maddî menfa­ati değil, Allah'ın sevabının daha üstün olduğu ifade edilmektedir. Bu öğre­tim yapılırken, Allah'ın sevabına sadece sabredenlerin kavuşacağı bildiril­mektedir. Fussilet suresinden alınan ayetlerde ise, iyiliğin kötülüğü defede­ceği ilkesi öğretilmektedir. Düşmanına iyilik yapacak kadar asil ruha sahip olan ve sabreden kimsenin ulaşacağı seviye bildirilmektedir. [283]

 

Şeytanın Atması Veya Katması:

 

Allah Teala, Hz. Peygamber'e şu bilgiyi vermektedir:

(Senden önce gönderdiğim bütün peygamberler, bir temennide bulunduklarında, şeytan onların te­mennilerine mutlaka bir beşerî arzu katmaya kalkıştı). [Hac/52]

İlahî vahye beşerî bir fikir karıştırma eylemi ayette, lika kavramı ile ifade edilmektedir. Demek ki, insanın düşüncesini dindenmiş gibi göstermek, şey­tanın arzusunu tatbik etmek manasına gelmektedir. [284]

 

Allah'ın Atması:

 

Hz. İsa'yı nasıl yarattığını açıklarken Yüce Allah lika kavramını kullan­maktadır.

Mesih, yani Meryem oğlu İsa, Allah'ın peygamberi ve Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur). [Nisa/171]

Bu ayetteki elkâhâ kelimesi, onu ulaştırdı, onu attı manalarına gelmekte­dir. Allah, İsa'yı bir kelime ve bir ruh olarak tanımlamaktadır. Kelimenin Hz. Meryem'e atılması, lika kelimesiyle ifade edilmektedir. Hz. İsa'nın yaratılı­şında cereyan eden bu olayın bir parçası da lika (atmak) kavramı ile gerçek­leşmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, ibadetlerin kendilerine ağır gelmeyeceği insanlar, Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini kesin bir şekilde bilenlerdir. Allah'a kavuşacağının ye O'na döneceğinin bilgisi, bir taraftan teşvik edici, diğer taraftan da caydırıcı bir özelliğe sahiptir. Bu durum aynı zamanda din eğitiminin, yani ilahî eğitimin de bir metodudur.

İnsanoğlu bütün yapıp etmeleriyle değerlendirmeye tâbi tutulacağını ve yaptıklarının bir gün hesabım vereceğini bilirse, ibadetlerini daha kolay ve meşakkat duymadan yapar; yanlış davranışlardan da kolaylıkla kaçınır.

Diğer taraftan ayet, Allah'a kavuşma bilincinin, insanda var olan saygı duygusunu pratiğe dönüştürdüğüne de işaret etmektedir. Saygı denen değe­rin, bir bilgiye dayanarak hayata geçirilmesi, Allah tarafından büyük bir er­dem olarak görülmektedir. Demek ki değerler, bilgi, niyet ve hayata geçiril­mekle ilahî aleme yükselmekte ve oradan şeref alıp insana dönmektedir.

(Onlar kesinlikle O'na döneceklerdir). [Bakara/46]

Başka bir ifadeyle, huşu duyanlar, Allah'a döneceklerini biliyor ve inanı­yorlar. Peki ayetteki "Allah'a dönme" neyi ifade ediyor?

1. (Gerçek şu ki, insan kendini kendi­ne yeterli görerek azar. Şüphesiz dönüş Rabbinedir). [Alak/6-8]

Kendini müstağni (kendini kendine yeterli) gören insan, bu psikolojisi ile azgınlaşır. Bu psikolojiyi tedavi edecek ve insanın azgınlığına çare olacak şey, dönüşün Allah'a olduğunu bilmektir. Kendini Allah'tan uzakta gören insan, kendini yeterli görmekle azgınlaşır; oysa insan, dünyanın kalıcı olmadığına ve bir gün herşeyin Allah'a döneceğina inanırsa, kendine çeki düzen verir.

Dünyada iyiliklerden yüz çeviren ve yaptığı yanlışlardan tevbe etmeyen insan, Allah'ın şu uyarısına muhataptır:

(Dönüşünüz Allah'adır). [Hudl/4]

Bu bilgi ve inanç, hem ibadetlerin ifasını kolaylaştırmakta ve hem de Al­lah'a karşı saygıyı arttırmaktadır.

2. Yaptıklarımızı bize haber vermesi için Allah'a döneceğiz.

Uğradığı bir beladan kendisini kurtarması için Allah'a dua eden, kurtu­lunca da nankörlük eden, dünya menfaati uğruna ömrünü harcayan insanlara Allah şunu hatırlatmaktadır:

(Sonunda dönüşünüz bize olacaktır. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz). [Yunus/23]

Rabbine döneceğine, O'nun da bütün yaptıklarını kendisine haber vere­ceğine inanmak, insanı disipline eder, yanlıştan caydırır ve ibadete yaklaştırır.

3. Doyuma ulaşmış kişinin Allah'ın 'dön' çağrısına muhatap olması.

Bu dünyada kalp ve nefis bakımından doyuma ulaşan insan, ahirette Al­lah'ın şu hitabına muhatap olacaktır:

(Ey doyu­ma ulaşmış kişi! Sen Rabbinden Rabbin de senden razı olarak O'na dön. Seçkin kullanma katıl ve cennetime gir). [Fecr/27-30]

Kur'an'ın önemli ilkelerinden olan Allah'a kavuşma ve O'na dönme inancının, insana neler kazandıracağı sorusunu cevaplandırırken, eğitim alanına girmemiz zorunludur. Bu ilkeler, eğitimin uzun vadeli hedef ve amacını gündeme getirmektedir. Bu hedef ve amaç, insanları terbiye ederken, eğitir­ken ve öğretime tâbi tutarken, onları uzun vadeli amaçların peşinde koştur­mak ve o uzun vadeli hayat için hazırlamaktır. İnsanı, acil denen bu dünya için hazırlar ve ihya olmasını temin etmeye çalışırken, dünya nimetleri ile ye­tinmeye çalışmak bir aldanmadan başka bir şey değildir. Bu dünyayı ebedî hayat için işlemek ve orann mutluluğunu elde etmek için bir başlangıç ola­rak görmek ve ona göre davranmak, yüce ruhluluğu yakalamak demektir.

Allah'ın "Rabbine dön" emrine muhatap olabilecek nitelikte insanlar ye­tiştirmek, eğitimin başarısındaki zirve noktayı teşkil eder. Dünyada yaptığı her şeyle ahirette karşılaşacağına ve Rabbinin kendisine onları eksiksiz ha­ber vereceğine olan inanç, insanı doyum noktasına ve mutluluğun zirvesine ulaştırır. [285]

 

İsrailoğulları'nın Üstünlüğü:

 

47. Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi ve sizi alem­lere üstün kıldığımı hatırlayın. [286]

 

Fayda, Şefaat, Fidye Ve Yardımın Olmadığı Gün:

 

48. Hiç kimsenin başkasına fayda vermeyeceği, şefaatin kabul edilmeyeceği, fidye alınmayacağı ve yardım yapıl­mayacağı bir günden sakının.

Allah'ın İsrailoğulları'na verdiği nimetlerin neler olduğu ve üstün kılınmalarının sebepleri Bakara/40'da açıklanmıştı.

Burada Bakara/47'deki emirlerin 48. ayetle bağlantısını kurup farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağız.

Nimetleri hatırlamak, yani nankörlük etmemek ve insanlar arasında yaka­lanan üstünlüğü kaybetmemenin yolu da 48. ayette gösterilmektedir. Allah Teala 47. ayette, İsrailoğullan'na ekonomik, sosyal ve siyasî pek çok nimet «erdiğini ve bundan dolayı da onları diğer insanlara ve toplumlara üstün kıl­dığını ifade etmişti.

İsrailoğullan'na, kendilerine ihsan edilen nimetleri ve milletlerarası üstün-üğü kaybetmemelerinin yolunu 48. ayette açıklamaktadır.

Verilen nimetin kıymetini bilip, fikrî ve sosyal erdemliliği devam ettirmek çok zordur. Yüce Allah 48. ayette bunu takvaya bağlamaktadır. Nimetin de­ğerini bilmeyi ve üstünlüğü devam ettirmeyi, ancak kimsenin kimse namına birşey ödemeyeceği, şefaatin ve fidyenin kabul edilmeyeceği ve yardım gör­meyeceği bir günden sakınma psikolojisi temin edebilir. Çünkü ahiret günün­den çekinmeyen insanlar, nankörlük edip sahip oldukları nimetlerin kıymeti­ni bilmezler ve milletlerarası üstünlüklerini bir hiç uğruna kaybedebilirler.

Böylece Allah, ahirete imandan hareketle, ekonomik hayatın düzenine ve milletler arasında üstünlüğe giden yolu çizmiştir. Bu inanca sahip olmayan­ların ekonomik, sosyal ve siyasî güçlerini sürdüremeyeceğine işaret edilmek­te ve eğitimin hangi psikolojik alanı canlı tutması gerektiğine dikkat çekil­mektedir.

Bu alan, insanoğlunun istikbâldeki ahiret hayatında hangi özelliklere sa­hip olacağının bilinci ve inancıdır. Bu hayatın özellikleri 48. ayette sayılmak­ta; eğitimi yapılmakta, şuuru verilmekte ve takva duygusunun gücü günde­me getirilmektedir. [287]

 

O Günün Özelikleri:

 

1. (Kimse kimsenin namına bir şey ödemeyecek).

Ayetin bu kısmını, "Kimse kimsenin yerine geçemez" diye tercüme ede­biliriz. Nitekim Bakara/254'de yer alan bey kelimesi bu anlamda kullanılmış­tır. Fahruddîn Râzî, (teczî) kelimesinin, "yerine geçmek" manasına geldiğini ifade etmektedir ki bu, bir kimseye verilen cezayı, onun adına kim­senin yüklenemeyeceği anlamına gelir.

Ayeti bu şekilde anlarsak diyebiliriz ki: Dünyada, birinin borcunu üzeri-

mize alabiliriz; ama ahirette başka birinin cezasını yüklenemeyeceğiz. Orada herkes kendi günahı ve sevabı ile başbaşa kalacaktır.

2. (Kimseden şefaat kabul edilmeyecektir).

Ahirette şefaatin olup olmayacağı, kimin kime nasıl şefaat edeceği mese­leleri, asırlar boyu ilahiyat alimleri tarafından tartışılmıştır. Bu konu mezhep­ler ve tarikatlar arasında öylesine gerginleştirilmiştir ki, neredeyse şirke va­ran yanlışlar yapılmıştır. Şefaat konusu, çok hassas, kaygan ve zor bir alan­dır. Kur'an'da birbirine ters gibi görünen ayetlerin yorumundan, çok farklı neticelere ulaşılmıştır. Biz bu kavgaları ve farklı görüşleri dışarıda bırakarak, Kur'an ayetlerinin ışığında konuyu ele almaya çalışacağız.

Şefaat kavramının lügat anlamından hareketle konuya yaklaşabiliriz: Bi­rinin işini görmek, cezadan kurtarmak, bir iş için aracı olmak ve darda kal­mışa yardım etmek[288] manalarına gelen şefaat, Kur'an'da pek çok ayette yer almaktadır. Şefaat kavramı fiil olarak ele alındığında, iki misli yapmak, astar çekmek, kaplamak, sevdirmek, ilave etmek, herkesten önce satın alma hak­kını (şuf'a) vermek, araya girip tavassut etmek manalarına gelmektedir.

Bakara/48 ayetinden, şefaat meselesinin İsrailoğullan arasında da tartışıl­dığı ve onlara Allah'tan başkasının şefaatçi olamayacağı bir günden çekinme­lerinin emredildiği anlaşılmaktadır. Demek ki şefaat konusu Kur'an'dan ön­ceki ilahı kitaplarda da ele alınmıştır.

Hz. Peygamber'in döneminde müşrikler şöyle diyorlardı:

(Biz onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar di­ye tapıyoruz). [Zümer/3]

İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılanmızdandır. [Yunus/18]

Müşrikler Allah'ı biliyorlardı; ama kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inandıkları başka varlıklara tapınıyorlardı. Kimi zaman meleklere, kimi za­man da putlara ibadet ediyorlardı. İsrailoğullan da peygamber ve din adam­larının şefaat edeceklerine inanıyorlardı.

Zümer/3'deki, (Allah'tan başkasını dost edinenler) ifade­siyle, Allah'tan başka tapınılan, aracı ve şefaatçi kabul edilen her şey bu kav­ramın içine dahil etdilmiştir. "Allah'tan başkası" ifadesi izafî bir kavram oloıgu için, zaman içinde farklılık gösterebilir. İnsanların bir zaman melekleri, di­ler bir zaman din adamlarını, başka bir zaman bir tarikat şeyhlerini şefaatçi ola­rak kabul etme ihtimali bulunduğundan "Allah'tan başkası" ifadesi kullanılmıştır. [289]

 

Şefaatin Tamamı Allah'a Aittir:

 

Putları Allah'a aracı ve kendilerine şefaatçi kabul edenlere Allah, şu soruyu yöneltmektedir:

(Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçi mi edindiler? De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?) [Zümer/43]

Gücü olmayan ve bir işe aklı ermeyen varlıkları aracı olarak görmek ve şefaatleri için onlara tapınmak şirktir. Allah, sorduğu bu soruyu kendisi ce­vaplandırmaktadır:

De ki: "Şefaatin tamamı Allah'a aittir"). [Zümer/44]

Peki Allah Teala, şefaati niçin bütünüyle kendine has kılıyor? Çünkü;

(Göklerin ve yerin iktidarı kendi­sine aittir ve O'na dönülecektir). [Zümer/44]

Bu özelliklere sahip olan varlık, elbette ki şefaat yetkisini elinde bulundu­racaktır. Bu özelliklere sahip olmayan bir varlığın şefaat yetkisi yoktur. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Allah'tan başka kimin şefaat edeceğini de, kime şefaat edileceğini de bilemeyiz. [290]

 

Ancak Allah'ın İzin Verdikleri Şefaat Edebilir:

 

Kur'an'da şefaat konusu açıklanırken. Allah katında bazılarının şefaat edeceğine işaret ediliyorsa da, kimlerin şefaat edeceğine açıklık getirilme­miştir. Şefaatin tümü Allah'a aittir ayeti ile Allah'ın izin verdikleri şefaat ede­cektir ayeti, birbirine zıt görülmemelidir:

(Tzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?!) [Bakara/255]

Şefaatin tamamı Allah'a aittir ilkesi, Allah'ın başkasına şefaat etme izni vermeyeceği anlamına gelmez. Yukarıdaki ayet, şefaat edecek olana da şefa­at iznini Allah'ın vereceğini beyan etmektedir. Demek ki şefaat izne bağlıdır:

(Allah'ın huzurunda, izin verdiği kimselerden baş­kasının şefaati fayda vermez). [Sebe/23]

Bu ayetle Bakara/255 ayetinden, şefaatin ahirette olacağıanlaşılmaktadır. Demek ki şefaat bu dünyada değil, ahirette gerçekleşecek bir durumdur. Ama bazı müslümanlar daha bu dünyadayken, ölülerden şefaat beklemekte ve on­ların şefaatine nail için Allah'a yalvarmaktadırlar. Diğer taraftan ayette, ahirette Allah'ın izin vermediklerinin şefaatinin fayda vermeyeceği vurgulan­makta, şimdiden kimin şefaat edeceğinin bilinemeyeceğine de işaret edil­mektedir:

(Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzu­runda topladığımız, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güç­leri yetmeyecektir). [Meryem/85-87]

(O gün, Rahmân'm izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkası­nın şefaati fayda vermez). [Taha/108]

Allah, şefaat edeceklerin önemli bir özelliğine bu ayette dikkat çekerek, sözünden razı olduğuna bu izni vereceğini ifade etmiştir. Demek ki, ahirette şefaat edebilmenin olmazsa olmazları arasında şu iki esas yer almaktadır: Al­lah'ın o kişinin sözünden razı olması ve ona şefaat için izin vermesi. Allah, kimlerin sözünden hoşlandığını ve hoşlanacağını söylemekte; ama bu şartı koşmakla şefaat edecek olanları sınırlandırmaktadır. [291]

 

Kimler Şefaat Edecek?

 

Allah'ın ancak sözünden razı olduğu kimselere şefaat izni vereceğini ifade etmiştik; ama o ayetlerde sözünden razı olunanların kimler olduğuna açıklık getirilmemişti. Şimdi diğer ayetlerle buna açıklık getirebiliriz:

(Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Al­lah'ın izin vermesi dışında bir fayda vermez). [Necm/26]

Demek ki Allah'ın şefaat için izin vereceği varlıklar, meleklerdir; bu melekle­rin yerinin de gökyüzü olduğuna işaret edilmektedir. Bu ayette, daha sonra ele alınacak olan "kimlere şefaat edileceği" konusuna da açıklık getirilmektedir.

"Rahman, melekleri evlat edindi" dediler. Hâşâ, O bundan uzaktır. Melekler, bi­lakis lütuf ve ihsan edilmiş kullardır. Melekler Allah'tan önce konuşmazlar. Sa­dece O'nun emri ile hareket ederler. Allah, onlann yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Allah nzasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler. Enbiya/26-28]

Bu ayetler, Necm/26 ayetini açıklamakta ve melekleri Allah'ın evlatları alarak görmenin yanlışlığını ve onların, Allah'ın razı olduğu kullara şefaat edeceklerini ifade etmektedir.

(Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler, bunun dışındadır). [Zuhruf/86]

Bilerek hakka şahitlik edenler ifadesini bazı müfessirler, tahkikî imana sa­hip olanlar diye yorumlamışlardır. Böylece şahitlik edecek olanların diğer bir özelliği de bu ayette ortaya çıkmıştır: Bilerek hakka şahitlik edenler.

Bilerek hakka şahitlik edenlerden kasdın, melekler, Hz. İsa ve Hz. Üzeyir olduğunu söyleyenler de vardır.[292] Ancak, Hz. Muhammed ve diğer peygam­berleri dışta bırakması nedeniyle bu görüş, kabul edilebilir bir görüş değildir. Hz. İsa ve Üzeyir'in şefaat edeceğini söyleyip, diğer peygamberleri bunun dı­şında tutmak doğru bir görüş olamaz. Kur'an'da insanların şefaatinden hiç bahsedilmemektedir. Meleklerin şefaat edeceğini söyleyen Allah, dileseydi peygamberlerin de şefaat edeceğini söylerdi. [293]

 

Şefaate Nail Olacak Ve Olamayacak Kimseler:

 

Kur'an önce kimlerin şefaate nail olamayacağına açıklık getirerek, kimle­rin şefaate nail olacağına işaret etmektedir.

Namaz kılmayanlar, yoksul doyurmayanlar. eğlenceye dalanlar, ceza gü­nüne inanmayanlar, ahiretten korkmayanlar, kendisine kitap gönderilmesini isteyip sonra da Kur'an'dan yüz çevirenler [Müddessir/43-53], şefaate nail olamayacak kimselerdir. Bunlar için Yüce Allah, aynı surede şu ifadeyi kul­lanmaktadır:

(Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez). [Müddessir/48]

Demek ki, ahirete inanmayan, namazı kılmayan, yoksulu doyurmayanlar, Kur'an'dan yüz çevirerek ilahî bilgiyi tanımazlıktan gelip ona değer vermeyenler ve nihayet dünya eğlencesine dalıp, seviyesiz bir hayat yaşayanlara şefaat fayda vermeyecektir.

Bu ayetlerde sayılanların tersini yapanlara şefaat edileceği gerçeği de or­taya çıkmaktadır. Namaz kılan, yoksulu doyuran, ahirete inanan, Kur'an'dan yüz çevirmeyenler şefaatten istifade edeceklerdir:

(Allah'ın rızasını kazananlardan başkasına şefaat et­mezler). [Enbiya/28]

Allah'ın rızasını kazanacak kadar önemli ve yararlı işler üreten imanlı in­sanlar, meleklerin şefaatine nail olacaklardır. Allah'ın razı olduğu ameller ise şuhlardır: Sadakat [Maide/119]; iyilik, yani hayırda yarışmak [Tevbe/100]; Allah ve Rasûlü'ne düşman olanlarla dostluk etmemek, Allah tarafından gö­nüllerine iman yazılmış olmak ve bir ruh ile desteklenmiş olmak, cennete layık olmak, Allah'ın tarafını tutmak ve kurtuluşa layık olmak [Mücade­le/22]; iman etmek, yararlı iş üretmek, Rabbinden korkmak [Meryem/7-8]; ehline namazı emretmek [Meryem/55] ve nihayet gönül itminanına ulaşmış olmak [Fecr/28].

Bütün bu amelleri yerine getirenlerden Allah'ın razı olacağı Kur'an'da beyan edilmektedir. İşte bu insanlara şefaat edilecektir. [294]

 

Şefaat, Tenbelliğe Sevketmemeli:

 

İnsanlar, "Nasıl olsa ahirette şefaat edilecektir" fikriyle günah işlemekten kendilerini uzak tutmayabilirler. Onun için şefaat müessesesinin yerini iyi belirlemek gerekiyor.

Şefaatin, pek çok amelinde başarılı olup da, bazı küçük hataları olanlar için söz konusu olduğunu bilmekte yarar vardır. Şefaat, iyi olan insana, ala­cağı ödülden, daha iyisini alması için yapılan bir yardımdır. Meleklerin, in­sanların küçük hatalarının affedilmesi için Allah'tan af dilemeleridir:

Arşı yüklenen ve bir de onun etrafında bulunan melekler, Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler, mü'minlerin de bağışlanmasını isterler: "Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gi­denleri bağışla, onları cehennem azabından koru". [Gâfir/7]

Melekler, iman edenlerin affedilmesi için Allah'a yalvarırken, Allah'ın yo­luna girmeyi ve tevbe etmeyi zikretmektedirler. Tevbe ederek Allah yolıjna girmeyenler için, melekler Allah'tan af dilememektedirler. Meleklerin yaptığı şey, mü'minler için af dilemek ve onların cehennem azabından korunması için dua etmektir. İman, tevbe ve doğru yola girmek, meleklerin şefaat ede­bilmeleri için olmazsa olmazları teşkil etmektedir. Şefaat vardır diye insan­lar bu ilkeleri ihmal edemez ve etmemelidirler.

Ayetten çıkaracağımız diğer bir ilke de. meleklerin insanlar için af dilemek ve cehennemden korunmalarını istemek suretiyle yaptıkları şefaatin, bu dünyadan başlayarak ahirete kadar uzanacak olduğudur. Adn cennetine girme hakkım elde eden kâmil insanların, iyi olan ana-babalannın, hanımla­rının ve nesillerinin de o cennete girmeleri için meleklerin yalvarması [Gâfır/8], şefaatin bir çeşidini göstermektedir. Başka bir ifadeyle, adn cennetine girme hakkını elde edemeyenlerin çocuklarından biri, iyi olup da, adn cenne­tine girme hakkını elde etmiş ise, melekler onun ana babası, hanımı ve ço­cuklarının da onunla beraber o cennete girmesi için Allah'a yalvaracak, yani şefaat etmeye çalışacaklardır. Gâfir/8'deki (salaha) kavramı, şefaatte iyi olma şartının arandığını ifade etmektedir. Demek ki insan, en azından iyi ola­cak ki, şefaat ile daha iyi bir duruma ulaştırılsın. Onun içindir ki, şefaat var diye vazifeleri ihmal etmek, o şefaati de kaybetmeye sebep olabilir.

İnsan psikolojisindeki korku ve ümit ritmi, şefaat müessesesinin temelini oluşturmalıdır. Nasıl olsa şefaat edilecektir, şeklindeki aşın ümit, insanın yanlış davranışlara yönelmesine neden olduğu gibi, şefaatin çerçevesine giremeyece­ği endişesi de istenmeyen karamsarlığa götürebilir. Buradaki ümit ve karamsar­dık ölçüsünü İbn Abbas'ın rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız:

Bir kadının veya kendi eşinin, vefat eden Osman b. Maz'ûn için 'Cennet sana kut­lu olsun, ey Osman b. Maz'ûn' dediğini işiten Hz. Peygamber, 'Ne biliyorsun onun cennete gireceğini?' diye sorduğunda kadın, 'Ey Allah'ın elçisi! O senin askerin ve sahâbindir' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, 'Vallahi ben Allah'ın elçisiyim; ama ben, bana ne yapılacağını bilmiyorum" buyurdu.[295]

Gâfir/8 ayeti, şefaatin cennet ile ödüllendirileceğine işaret etmektedir. An-;ak Peygamber'in dahi, cenneti kendisi için garanti görmemesi, bu hususta iyimserliğin yanlış olduğuna delalet etmektedir. Kimse cenneti garanti göremez ve görmemelidir. [296]

 

Şefaate Muhtaç Olan Şefaat Edebilir Mi?

 

Bazı insanlar, ölülerin veya bu dünyada çok iyi zannettikleri insanların şe­faatlerine nail olabilmek için dua etmektedirler. Türbelerden, ölülerden yardım dileyerek, şirk batağında yüzmekten kendilerini kurtaramamaktadırlar. Bunun bir şirk olduğunu ifade etmiştik. Günümüz müslümanlannm içinde bulunduk­ları zilletin nedeni burada aranmalıdır. Böylesine bir şirk, Allah'ın lütfunu, ihsan ve yardımını müslümanlarm üzerinden uzaklaştırmaktadır.

Şu bir gerçektir ki, şefaate muhtaç olanlar, şefaat edemezler ve onlar için böyle bir iznin çıkması mümkün değildir. Geçmiş ve gelecek günahlarının affedilmiş [Fetih/2] olduğu Allah tarafından bildirilen Hz. Peygamber'in bi­le, şefaat edeceğine dair Kur'an'da açık, kesin ve net bir ifade bulamıyoruz. Allah'ın şefaat izni vereceği kimseler arasına Hz. Peygamber'i biz koyuyoruz ve inanıyoruz. Bu inancımız doğrudur; ama delilimiz yoktur.

Buna rağmen, hâlâ müslümanlar ölülerin ve üstün gördükleri bazı insanların şefaatine nail olacaklarına inanıyorlarsa, bunun yanlış bir inanç ve beklenti oldu­ğunu belirtmemiz gerekiyor. Böyle bir inanç, müslümanlığı geri götürmek ve müslümanlarm gönlünde şirk ateşini yakmak demektir. Bizler, Ancak Allah'ın izin verdikleri şefaat edecektir ayetinin içine, net olarak meleklerden başka kimin gireceğini tayin etme hakkına sahip değiliz. Onu ancak, şefaatin tümü kendisine ait olan Allah bilir ve tayin eder. Bize düşen şey, şefaate nail olmak için gayret göstermek, gerekli olan amelleri üretmektir. Başka bir ifadeyle, ölü veya diriler­den şefaat dileme yerine, Allah'ın şefaatine nail olma gayreti içinde olmalıyız.

Allah'ın izin verme yetkisini bizim kullanmamız mümkün değildir. Şefa­at için Allah'ın vereceği izindeki belirsizlik, insanın yararlı iş üretmesi için itici bir kuvvet olmalıdır. [297]

 

Fidyenin Kabul Edilmediği Gün:

 

3. (Kimseden fidye de alınmaz).

Ayette yer alan adl kavramı, insaf etmek, işi doğru olmak, dönmek, yol­dan sapmak, eşit muamele etmek, düzeltmek, şirk koşmak, denkleştirmek, bir şeye eğilmek, iki hal arası olmak, bir şeyin mukabili olan karşılık, fidye manalarına gelmektedir. Kur'an'da yer alan manaları ise şunlardır: [298]

 

A) Denk Tutmak, Şirk Koşmak:

 

(Sonra inkar edenler, putları Rablerine denk tutuyor­lar). [En'âm/1]

Allah yarattığı her şeyin karşılığında hamde layıktır. Zira onları, nimet ol­sun diye yaratmıştır. Ama, kâfirler Allah'ın yaratmış olduklarını O'na ortak koşmuşlardır, böylece O'nun nimetlerine karşı nankörlük etmişlerdir.[299]

De ki: "Allah şunu yasak etti" diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin. Eğer on­lar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme: ayetlerimizi yalanlayan­ların ve ahiret gününe inanmayanların arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tu­tuyorlar. [En'âm/150]

Allah'ın haram kılmadığını haram kılan. Allah'ın ayetlerini yalanlayan, ahiret gününe inanmayan insanlar. Allah'a eş koşanlardır. Ayetteki eş koşma, adi kelimesi ile ifade edilmektedir. Başka bir ifadeyle, kendi fetvasını Al­lah'ın fetvasının önüne geçirenler. Allah'a eş koşmuş olmaktadırlar.

Başka varlıkları kutsallaştınp onlara tapanlar, Allah'a şirk koştukları gibi, kendi fetvalarını Allah'ın fetvası imiş gibi gösterenler ve Allah'ın demediği­ni demiş gibi konuşanlar da şirk koşmaktadırlar. Allah'ın yasak etmediği bir şeyi insanlara yasak etmek, şirkin temelini atmaktır. [300]

 

B) Sapıklık:

 

Kur'an'da fiil halinde Neml/60'da kullanılmaktadır; anlamı yoldan çık­mak, sapıtmak ve şirk koşmaktır

Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler yeşertir. Allah'tan başka bir tanrı mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir gü­ruhtur. [Neml/60]

Allah bu ayette, değerli ve üstün olanı farkedemeyip, tabiat olaylarının ar­kasındaki gücü göremeyerek Allah'tan başkasını tanrı edinenleri, yoldan çıkmış sapıklar olarak nitelendirmektedir. Onların yoldan çıkışlarını ifade için Jac (adi) kelimesi fiil olarak kullanılmaktadır. Tabiat olayları karşısında yaratıcı­nın gücünü anlamayan ve acizliğinin bilincinde olmayanlar, Allah'a şirk koşa­caklar, bu da onların sapık olduğuna dair değerlendirmeyi haklı çıkaracaktır. Ama ayetteki sapıklığın, şirk koşmak olduğunu söylemekte yarar vardır. [301]

 

C) Dengeli Yapmak:

 

İnfitâr/7 ayeti şöyledir:

(Seni yaratıp, düzgün ve dengeli kılan Allah'tır). Ayetteki t£li (fe-adaleke) fiili, "Seni dengeli kılan" manasına gelir.

Ayet, insanın biyolojik ve psikolojik yapısı ile dengeli yaratıldığını ifade et­mektedir. Beynin güçleri, gönlün özellikleri ve nefsin vasıflan arasında muhte­şem bir denge bulunmaktadır. Bu denge, biyolojik organların arasında da görül­mektedir. Sinir ve sindirim sistemi, hücreler ve eklemler tamamen bir denge üzerine yaratılmıştır. İşte adi, bu dengeli yaratılışı ifade eden bir kavramdır. [302]

 

D) Eşit Davranmak:

 

(Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında eşit davranmaya güç yetiremezsiniz). [Nisa/129]

Ayetteki âdil davranmak, eşit derecede sevmek, eşit muamelede bulun­mak demektir. Kur'an'ın pek çok ayetinde bu manada kullanılmaktadır. [303]

 

E) Doğruyu Söylemek:

 

Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet esnasında içi­nizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin.

Doğruyu söyleyip, şahitlik eden kimse, hukukî manada, âdil sıfatım ka­zanmaktadır. Bu anlamıyla kavram, şehadetinde doğruyu söyleyen kişinin amelini ifade etmektedir. [304]

 

F) Takvaya En Yakın Eylemdir:

 

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; çünkü adalet takvaya en yakın olan ameldir. [Maide/8]

Bir topluluğa duyulan kinden dolayı haksızlık yapmayıp adaletle davran­mak, takvaya götüren en önemli amellerden biridir. Demek ki, takvaya giden yol, adaletten geçmektedir. Bu manada, insanlara tarafsız davranmaktır ada­let . Bu da, takvanın olmazsa olmazını oluşturmaktadır.

(İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder). [Nisa/58]

Demek ki, müslüman sadece müslümanlara karşı değil tüm insanlara kar­şı âdil olmak ve hükmettiği zaman adalet üzere hükmetmek mecburiyetinde­dir. Kendi inancında olmayanlara karşı tarafgir hüküm verme hakkına sahip değildir; çünkü tarafsız ve adil davranması, Allah'ın emridir.

Tüm insanlara karşı âdil davranan fert ve toplumlar, kâmil insanlar ve er­demli toplum olmaya hak kazanacaklardır. Tarafsız hüküm verme manasına gelen adalet, yeryüzünde tatbikat bulamayınca, insanların takva ve erdemini alıp götürmektir. Eğitim ve takva, bu erdemi insanlara kazandırmakla yü­kümlüdür ve bu yükümlülüğü yerine getirmeyi amaç edinmelidir. [305]

 

G) Fidye:

 

Adl kavramı isim olarak kullanıldığında fidye, fiil olarak da "fidye ver­mek" manasına gelir. Bakara/48'de Fidye anlamını ifade etmektedir:

(İnsan bütün varını fidye olarak verse, yine de on­dan kabul edilmez). [En'âm/70]

Dinini oyun ve eğlence edinen, dünyanın kendisini aldattığı kimse, ahiret azabından kurtulabilmek için bütün varlığını fidye olarak verse bile kabul edilmeyecektir.

Kur'an'da fidye anlamına gelen adl kavramından başka, doğrudan fidye kelimesinin de muhtelif ayetlerde kullanıldığını görüyoruz:

(Şüphe yok ki, kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kur­tulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır). [Maide/36]

(Şüphesiz, inkar edenler ve kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye olarak ver­seler bile, onların hiçbirinden kabul edilmeyecektir). [Âl-i İmran/91]

Demek ki fidye, azabı ortadan kaldırmak için verilecek olan maddî değer manasına gelmektedir. Böylece Kur'an'da, adi ye fidye kavramları bazen ay­nı manada kullanılmaktadır.

Bakara/48'de yer alan adi kavramı, bu manaları ifade etmektedir; ama bu ayette karşılık, fidye anlamına gelmektedir. Ahiret gününün en önemli özel­liklerinden biri de, o günde kimseden fidye alınmamasıdır. Bu durum, insanı kötü davranıştan caydırıp iyiye yöneltmek için yapılan uyarının bir parça­sıdır. Hesap gününde fidye kabul edilmemesi dünya ile ahireti ayıran önem­li özelliklerden birini teşkil etmektedir. İnsanlar dünyada fidye ile birçok işi halledebiliyor; ama ahirette böyle birşey sözkonusu olmayacaktır. [306]

 

Yardımın Yapılmayacağı Gün:

 

4. (Onlara asla yardım da yapılmaz). [Bakara/48]

İlahî yardımın dünya ve ahirette iyi insanlara yapılacağını müjdeleyen Al­lah, dünya ve ahirette peygamberine yardım edeceğini beyan etmekte [Hac/15]; böylece hem yardım almanın şartlarına, hem de yardım alamaya­cakların kimler olduğuna açıklık getirmektedir: [307]

 

a) Ahirette Zalimlerin Yardımcısı Olmayacak:

 

(Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur). [Âl-i İmran/192]

Dünyadayken haksızlık yapan, karanlık işler çeviren, baskı yapan ve ha­ram lokma yiyenlerin ahirette yardımcısı olmayacaktır. [308]

 

b) Dünyayı Ahirete Terceh Edenlere Yardım Edilmeyecek:

 

İşte onlar, ahiret ha­yatına karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifleyecek ne de kendilerine yardım edilecektir). [Bakara/86]

İnsanları öldüren, yurtlarından çıkaran ve bu eylemlerinde birbirlerine yardım edenler, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar edenler [Baka­ra/85], dünya hayatını ahirete tercih edenlerdir. Bunlara Allah yardım etme­yeceği gibi, başka hiçbir varlık da edemeyecektir. [309]

 

c) Ateşe Çağıranlara Yardım Edilmeyecek:

 

Bazı toplumlarda kimi insanlar halkı ateşe çağırırlar. Bunlara da ahirette yardım olunmayacaktır. [Kasas/41]

Bazı düşünce ve felsefeler insanları güzele, doğruya, gerçek ve iyiye çağır­ma yerine, isyana, düşmanlık ve tefrikaya çağırır. Bu düşüncelerin sahipleri ahirette yardım görmeyecekler ve çağırdıkları ateşe kendileri düşeceklerdir. [310]

 

d) Allah'a Eş Koşanlar Yardım Görmeyecek:

 

(Onlar yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka ilahlar edinirler). [Yâsin/74]

Allah'a eş koşanlar, yani Allah'tan başkasını tanrı edinenler, taptıklarının kendilerine ahirette yardım edeceklerini sanırlar. Şirklerini bu yanlış kurun­tu üzerine dayandırırlar. Bu ümit ve kuruntu onları şirk batağına itmektedir. Bu tip insanlara ahirette yardım edilmeyeceği vurgulanmaktadır. [311]

 

e) İnkarcı Ve Kibirliler Yardım Görmeyecek:

 

Şirk koşmak ve kutsal kitabı inkar etmek, kibretmek [Fussılet/14-15] gibi kötü amel sahiplerini bu dünyada zillet, öteki dünyada da azap beklemekte­dir. Onlar, orada yardım görmeyeceklerdir. [Fussılet/16]

Şirk Allah'a; inkar Allah'ın indirdiği kitaba; kibir ise insanlara karşı takı­nılan olumsuz tavırlardır. Bu olumsuz tavırlar, ahiretteki ilahî yardımı engel­lemektedirler. Şirk, inkar ve kibir psikolojisine göre davranan insanların, ilahî yardımı almalarının imkânsız olduğunu söyleyen bu ayetler, çok büyük caydırıcı güce sahiptirler. [312]

 

f) Tuzak Kuranlar Yardım Görmeyecek:

 

Dinin insanlara ulaşmasını engelleyen ve amaçlarını gerçekleştirmek için tuzak kuranlar da yardım görmeyeceklerdir:

(O gün planlan kendilerine hiçbir fayda ver­mez ve yardım da görmezler). [Tûr/46]

Hakikati engellemek ve tebliğini durdurmak için peygambere tuzaklar kur­mak, insanlık tarihinin kirli ırmağının sulan olmuştur. Bu engel ve tuzaklar, in­sanlık tarihini kirletmiştir. Şeytanın akıtmaya başladığı bu kirli ırmağın sürekli akmasına yardım edenler, aynı zamanda, onun yanı başında akmakta olan nur ır­mağının önüne barikatlar kurar, tuzaklar oluşturur ve engeller koyarlar. Bu insan­lar daima kötülüğe yardım etmek için birbirleriyle yardımlaştıklanndan, ilahî yardım onlara gelmeyecektir. Onlar bu tuzaklanyla iyiye, güzele, doğruya ve hakikate zulmetmişlerdir. Bu zulümleri, onlan kurduklan tuzaklara düşürecektir.

Bakara/48 ayeti, takva denen sakınma duygusu ve bilinci ile, ahiretin özellikleri arasında ilişki kurmaktadır. Sözkonusu ayette ahiret hayatındaki sorumlulukların ferdî olduğu ve orada birbiriyle yardımlaşmanın imkânsız olacağı vurgulanarak, bu konuda nelere dikkat edilmesi gerektiği beyan edil­mektedir. Kimsenin, kimse nâmına bir şey ödemeyeceğini, hiçbir alışverişin olmayacağını, şefaatin kabul edilmeyeceğini, şefaatin tamamının Allah'a ait olduğunu, ayrıca, kimlerin şefaat edeceğini, kimlere şefaat edilmeyeceğini açıklamakla Kur'an, insanların iyi davranışlara karşı ihmalkâr bir tavır takın­mamaları ve şefaat konusunda şirke sapmamalan uyarısını yapmaktadır. Mah­şerde kimseden fidye alınmayacağını, zalimlerin dünya ve ahiret tercihinde yanılanlann, ateşe çağıranlann, inkar ve kibredenlerin, ilahî nurun yayılmasını engellemek için tuzak kuranların asla yardım görmeyeceklerim söyleyen Kur'an, insana, ahiretteki hayatını ceheneme çevirecek olan davranışların âkibetini beyan etmektedir. Böylece bu uyanlar, ilahî eğitimin ana konusunu teşkil etmekte ve din eğitimcilerine üzerinde önemli durmaları gereken konulan hatırlatmaktadır. Ahiretteki tek basma kalma ve hiçbir yardım görememe ortamını, bu dünyada yap-tıklanmızla oluşturduğumuz bilincini kazandırmak, eğitimin ana amaçlanndandır. [313]

 

 

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/163.

[2] (elif-lam-mim). Bazı Kur'atı surelerinin başında bulunan ve mukatta'at adı verilen harflerin insanlar tarafından bilinmesi zor olan sırlara sahip oldukları alimler tarafından vurgulanmaktadır. Tarihte alimlerin mukatta'at harflerine getirdikleri açıklamaların özetini Muhammed Esed, Kur'an Mesajı'mn Ek II, 13330-34. sayfalarında vermiş ve Hz. Ebubekir'in şu ifadesiyle bitirmiştir: "Her ilahî kelamda (kitap) bir esrar (unsur) vardır. Kur'an'ın esrarı ise, (bazı) surelerin baş (harflerin)de (bulunmakta)dır".

Bize göre mukatta'at harfleri bulunduğu surenin tüm ayetlerinin fışkırdiğı kaynak, başka bir ifadeyle, yüz­lerce sayfa bilginin yerleştirildiği bilgisayardaki dosya gibidir; tıklatınca bütün sayfalar açılmaktadır.

Mukatta'at harfleri de bütün surenin içine konduğu bir dosya gibi olup, tuşa basınca ayetler insanın önü­ne serilmektedir. Genelde başında mukatta'at harfi olmayan sureler, mukatta'at harfi olanların bir açılımıdır. Mukatta'at harflerinin farklı harflerden oluşması, surelerin içindeki konuların farklılığını benzer harflerin olması da benzerliklerini göstermektedir. Bu görüşümüzün şu şekilde delillendiririz: "Bazı surelerin başında çeşitli cisim ve tabiat olaylarına veya kanunlarına yemin edilmektedir. Bu yeminlerdeki farklılıklar, surelerin konu farklıhğhna; benzerlikler de benzerliklerine işaret olduğu gibi, mukatta'at harfleri de aynı işlevi görebilir.

Birbirinin devamı olan sureler, aynı mukatta'at harfleriyle başladığı gibi, birbirine çok benzer olanlar ise mukatta'at harfi olmadan devamlılıklarını sürdürürler. Onun için Kur'an'ın sure ve ayet yapısı, manevî alemin kimyasal oluşmunu aksettiren bileşimler ve sistemler ağıra andırır.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/164.

[4] Fahruddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, (trc. Suat Yıldırım ve arkadaşları), 1/430.

[5] İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, rayb md.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/164-168..

[7] İbn Manzûr, age, he-de-ye md.

[8] Fahruddîn Râzî, age, 1/443.

[9] Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Beyrut, ts. s. 538.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/168-169.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/169-170.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/170-171.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/171-174.

[14] Râgıb el-İsfehânî, age, 286.

[15] Fahruddîn Râzî, age, XV/18.

[16] Buhârî, Ezan, 95.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/174-178.

[18] İbn Manzûr, age, ka-ve-me md.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/178-179.

[20] Râgıb el-tsfehânî, age, s. 417.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179.

[22] Fahruddîn Râzî, age, XVI/386.

[23] Fahruddîn Râzî, age, XVI/386.

[24] Müsned, 2/373.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/179-180.

[26] İbrâhim/40; Meryem/55; Taha/14.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/180-181.

[28] Fahruddîn Râzî, age, V/496; Elmalılı Hamdi Yazır; 11/195.

[29] Kâdî, Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl (Mecma'u't-Tefâsîr), İstanbul, ts. 1/418.

Tesbîtü'n-nefs ifadesinin bir anlamı da, insanın gönlünden üzüntü ve kor­kunun çıkıp gitmesi ve bir rahatlık duymasıdır.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/181-185.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/185-186.

[32] Fussılet/46; Casiye/15.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/186-187.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/187-188.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/188-189.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/190-191.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/191-192.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/192-193.

[39] Râgıbel-İsfehânî,a£e, s. 25.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/194-195.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/196.

[42] İbn Manzûr, age, ke-fe-re maddesi, Râgıb el-İsfehânî, age, ke-fe-re md.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/196-199.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/199-200.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/201-202.

[48] İbn Manzûr, he-te-me md.; Râgıb el-İsfehânî, age, s. 142-143.

[49] Fahruddîn Râzî, age, 11/11.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/202-206.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/206.

[52] Fahnıddîn Râzî, age, 11/28 (İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/207-208.

[54] Buhârî, İmân, 16.

[55] Fahruddîn Râzî, age, 11/32.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/208-209.

[57] İbn Manzûr, age, re-ce-se md.

[58] Fahnıddîn Râzî, age, XII/236.

[59] Âl-i İmran/181-182; Enfâl/51; Hac/10.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/210-214.

[61] İbn Manzûr, fe-se-de md.

[62] İbn Manzûr, se-le-he md.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/214-218.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/218-219.

[65] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 261. Sîbeveyh'in de aynı görüşü savunduğunu Elmalılı Hamdi Yazır nakletmektedir.

[66] Hans Wehr, A Dicitionary of Modern Written Arabic, şe-ta-ne md.

[67] İbn Manzûr, age, he-ze-e md.

[68] Hicr/ll, Yasin/30; Zuhruf/7; Enbiya/41.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/220-224.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/224-225.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/225-226.

[72] Fussılet/5; En'âm/25; İsrâ/46; Kehf/57; Fussılet/44.

[73] Fahruddîn Râzî, age, 11/62.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/226-230.

[75] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.

[76] Razî, age, 11/64.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/230-232.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/232-233.

[79] Bu konuda İsfehânî, dirhem ve dinarlara tapanları belirten hadîsleri nakletmektedir; bkz. age, s. 319.

[80] Hâzin, Lubâbu't-Te'vîlf i Ma'âni't-Tenzîl, Zâriyât/56.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/233-235.

[82] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, Ankara, ts. s. 6.

[83] Fahruddîn Râzî, age, XX/237-238.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/235-237.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/237-239.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/239.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/239-241.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/241-242.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/242.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/242-244.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/244-245.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/245.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/246-247.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/247-248.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/248.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/249.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/249.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/250-252.

[104] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 486.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/253-257.

[106] Bk. İsfehânî, age, s. 448-489.

[107] Fahruddîn Râzî, age, XVII/226-227.

[108] İbn Manzûr, age, se-he-de md.

[109] Bu yorumu, Fahruddîn Râzî de almaktadır.

[110] Fahruddîn Râzî, age, 11/153.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/257-264.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/264-267.

[113] Zikrettiğimiz nüzul sebebi farklı tarzda da olsa, Kâdî, Hâzin ve Fahruddîn Râzî'nin tefsirlerinde kısaca geç­mektedir.

[114] İbn Manzûr, age, heyye md.

[115] Fahruddîn Râzî, age, 11/183.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/268-272.

[117] Elmalıh Hamdi Yazır, age, IV/392.

[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/273-277.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/277-280.

[122] Kadı Beydavi, Nesefî, Hâzin, İbn Abbas gibi müfessirler, ebeveynin sulbünde sperm ve yumurtayken mana­sını vermişlerdir. Fahruddîn Râzî, meseleyi derinlemesine açıklamış, geçmiş alimlerin görüşlerini naklet-miştir. Ama bunlar, buradaki (emvâten) kavramına, yokluk manasını vermişlerdir.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/281-283.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/284.

[125] İsfehânî, age, s. 94.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/284-285.

[127] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/260 (Ebû Hayyân, Bahr-ı Muhit ve Nehru'l-Mine'l-Bahr adlı eserlerinden nak­letmektedir).

[128] Fahruddin Râzî, age, 11/231.

[129] Elmalıh Hamdi Yazır, age, K/332-333; Fahruddîn Râzî, age, 286 XXIII/273-274.

[130] Alak, 96/6-15.

[131] Alak 96/15-17.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/285-291.

[133] Fahruddîn Râzî, age, 286 XXH/U-12.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/291-292.

[135] Müddessir/18-25.

[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292-293.

[138] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 155-156.

[139] Fahruddîn Râzî, age, 11/244.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/292-296.

[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/296-299.

[142] İbn Manzûr, age, ka-de-se maddesi.

[143] Râğıb el-îsfehânî, age, s. 396.

[144] Fahruddîn Râzî, age, 11/260.

[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/299-302.

[146] Fahruddîn Râzî, age, XXI/66.

[147] Fahruddîn Râzî, age, U/264.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/303-305.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/305.

[150] Elmalılı Hamdi Yazır; age, 1/269.

[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/305-306.

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/306-307.

[153] Fahruddîn Râzî, age, 117330.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/307-308.

[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/308-309.

[156] Fahruddîn Râzî, age, 11/336.

[157] Süleyman Ateş, age, 1/145; Elmalık Hamdi Yazır, age, 1/274.

[158] Elmalılı Hamdi Yazır, ikinci maddede anlatılanlara yakın açıklamalar yapmaktadır. Bkz. age, 1/274.

[159] Fahruddûn Râzî, age, XIV/95.

[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/309-314.

[161] Fahruddûn Râzî, (age, XIV/92) müfessirlerin çoğunun bu görüşü kabul ettiğini söylemektedir.

[162] Elmalıh Hamdi Yazır, age, V/206-207.

[163] Elmalıh Hamdi Yazır, age, VII/370.

[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/314-319.

[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/319-320.

[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/320.

[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/320-321.

[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/321-325.

[169] Fahruddîn Râzî, age, 11/3898. Elmalı'ı Hamdi Yazır bu fikri kabul etmemektedir. Süleyman Ateş ise Ebû Müslim'in fikrini kabul etmektedir.

[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/326-331.

[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/331-332.

[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/332.

[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/332.

[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/313.

[175] The Torah The Five Books of Moses A New Tkranslation of the Holy Scriptures According to the Tradional Hebrew Text, America 1978, Genesis, 3. bâb. 1-14. âyetler.

[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/333-335.

[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335.

[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335.

[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/335-336.

[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/336-337.

[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/337-339.

[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.

[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.

[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/339.

[185] Mecmau't-Tefâsîr, IV/224.

[186] Fahruddîn Râzî, age, XVI/67.

[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/340-341.

[188] Zemahşerî, Keşşaf, 1/274. Aynı manayı Kadı Beydavi ve Nesefî de benimsemektedir.

[189] Mecmau't-Tefâsîr, 1/109.

[190] Mecmatt't-Tefâsîr, 1/109.

[191] İbn Mâce, Zühd. 1470.

[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/341-344.

[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/344-345.

[194] Fahruddîn Râzî, age, XXI/561.

[195] Elmalıh Hamdi Yazır, age, VIII/164-165.

[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/345.

[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/345.

[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.

[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.

[200] İbn Mâce, Zühd, 30.

[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/346.

[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347.

[203] Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi, (Haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1978, s. 187.

[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347.

[205] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/347-349.

[206] Zemahşerî, age, 1/274; Kâdî, age, s. 110; Nesefî, age. s. 10.

[207] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/349-352.

[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/352-353.

[209] Zemahşerî, age, 1/275; Fahruddin Râzî, age, 11/444. Kâdî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas da aynı görüşü paylaşmakta­dırlar. Süleyman Ateş bu görüşü açıklarken Yahudilik'i gündeme getirmektedir ki bu doğru değildir. Çünkü Alı İmran/ 67 ayetine göre, Hz. İbrahim yahudi değildi. Onun torunu Yakub'un nesli de yahudi olamaz.

[210] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/353-354.

[211] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/354.

[212] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/355.

[213] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/355.

[214] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/356-357.

[215] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/357.

[216] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/357-358.

[217] İbn Manzûr, age a-he-de maddesi; Râgıb el-İsfehânî, age, s. 350.

[218] Zemahşerî, age, 1/275; Kadı Beydavi, age, s. 113, Neseî, age, s. 113.

[219] Hâzin, ag\ s. 113; Fahruddîn Râzî, age, 11/455.

[220] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/358-363.

[221] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/363-366.

[222] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/367.

[223] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368.

[224] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368.

[225] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/368-369.

[226] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 125.

[227] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/369-370.

[228] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/370-372.

[229] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/372.

[230] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/372-373.

[231] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/373.

[232] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 125.

[233] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/373-374

[234] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/374.

[235] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/374-375.

[236] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/375.

[237] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/376.

[238] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/376.

[239] Nisa/29 ve 161'de de aynı manada geçmektedir.

[240] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/377.

[241] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/377.

[242] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/378-379.

[243] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/379.

[244] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/379-380.

[245] Fahruddîn Râzî, age, 11/473.

[246] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/380-382.

[247] Kadı Beydavi, Nesefî, İbn Abbas, Hâzin ve Fahruddîn Râzî bu fikri savunmaktadır.

[248] Fahruddîn Râzî, age, 11/478.

[249] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/382-383.

[250] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 40. Zemahşerî de "hayırda yanş" manasına almaktadır.

[251] İbn Manzûr, age, be-re-re maddesi; Hans Wehr, Arabıc-Englis Dictionary, be-re-re maddesi.

[252] Râgib el-İsfehânî, age, s. 40. Birr'in geniş izahı Bakara/177'de yapılacaktır.

[253] Fahruddîn Râzî, age, XIII/101.

[254] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/383-386.

[255] Kadı Beydavi ve Zemahşerî, dua manasına geldiğini söylemişlerdir.

[256] Râgıb el-İsfehânî, age, s. 273.

[257] Zemahşerî, age, 1/278; Fahruddîn Râzî, age, 11/484; Hâzin, age, s. 119; Nesefî, age, s. 118.

[258] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/386-389.

[259] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.

[260] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.

[261] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389.

[262] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/389-390.

[263] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390.

[264] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390.

[265] Râzî, Kâdî, Hâzin, Nesefî, ve Hamdi Yazır bu manayı vermektedir.

[266] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/390-391.

[267] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.

[268] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.

[269] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/391.

[270] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.

[271] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.

[272] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392.

[273] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/392-393.

[274] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393.

[275] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393.

[276] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/393-394.

[277] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/394.

[278] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/394-395.

[279] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.

[280] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.

[281] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/395.

[282] Tûr/45; Meâric/42 ayetlerinde de aynı manayı ifade etmektedir.

[283] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/396-397.

[284] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/398.

[285] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/398-400.

[286] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/400.

[287] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/400-401.

[288] Süleyman Ateş, age, 1/157.

[289] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/401-403.

[290] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/403.

[291] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/403-404.

[292] Kadı Beydavi melekler, İsa; İbn Abbas melekler; Nesefi tevhide inananlar; Hâzîn melekler, İsa ve Üzeyir. Râzî, bu görüşleri naklettikten sonra melekler, İsa ve Üzeyir diyenlerin görüşüne meyletmektedir. Süleyman Ateş, meleklerin şefaat edeceğini savunmaktadır.

[293] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/404-405.

[294] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/405-406.

[295] Fethu’r-Rabbânî, 7/129.

[296] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/406-407.

[297] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408.

[298] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408.

[299] Fahruddîn Râzî, age, IX/321.

[300] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/408-409.

[301] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/409.

[302] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/409-410.

[303] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410.

[304] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410.

[305] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/410-411.

[306] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/411.

[307] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.

[308] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.

[309] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.

[310] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.

[311] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/412.

[312] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/413.

[313] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/413-414.