Nimetler Karşısında İsrailoğulları'nın Durumu:
C) Şükür, Duyu Organlarını Ve Kabiliyetleri Kullanmaktır:
D) Şükür Bir İmtihan Konusudur:
G) Şükür Yoğun Duygularla Namaz Kılmaktır:
Furkan Olgun Müslümanın Özelliğidir:
Furkan Bir Grubun Özelliğidir:
Furkan Sosyolojik Manada Tefrikadır:
Allah Katında Daha
Hayınlı Olan:
Dünyada Allah'ı Görme İsteği Ve Cezası:
İlahı Emri Değiştirmenin Cezası:
E) Psikolojik Bir Halden Diğerine Geçiş:
G) Siyasi Erkin El Değiştirmesi:
D) Vatanını, Namusunu Savunmamak:
A) Fasık, Allah'ın Emrinden Çıkandır:
D) Fâsık, Allah'ın Ayetlerini Yalanlar:
E) Fasık, Yalan Haber Taşır, İftira Eder:
F) Fasık, Çifte Şahsiyetlidir:
G) Fasık, Allah'ı Ve Kendisini Unutur:
H) Fasık Kötülüğü Emreder, İyilikten Meneder:
1. Günlük İşlerde Kullanılan Bir Araç:
2. Yakalayıp Yutan Bir Ejderha:
Topluma Zillet Ve Meskenetin Geliş Sebepleri:
İnançlar Arası Müşterek Noktalar:
2. Allah'ın Musa İle Konuştuğu Yer:
3. İsrailoğulları'na Kudret Helvası Ve Bıldırcın Verildiği
Yer
4. Musa'nın İlahî Nuru Gördüğü Yer:
5. Gıda Olan Ağacın Yetiştiği Yer:
6. Allah'ın Yemin
Ettiği Önemli Bir Mekan:
Ceza Caydırıcı Ve Eğitici Olmalıdır:
İneğin Özellikleri Ve İşin Zorlaştırılması:
Katılaşmış Tutum Ve Davranışları Değiştirmek Zordur:
Allah'ın Kelamını Değiştirmek:
C) Ters Mana Vermek, İfsad Etmek:
Münafığın Bir Özelliği De Çifte Standarttır:
Allah Gizli-Açık Herşeyi Bilendir:
Hakikat Bilgisinden Yoksun Olanlar Zanna Uyarlar:
1. (Ummu'l-Kitâb=Kttabın Anası/Ana Kitap):
2. (Ummu'l-Kurâ=Şehtrlerin Anası):
Yazdıklarına "Allah Katındandır" Demek:
Kişinin Bilmediği Bir Şeyi Allah'a İsnad Etmesi:
Hatası Kendisini Çepeçevre Kuşatan İnsan:
1. Allah'ın
İnsanları İhata Etmesi:
6. Bir Topluluğun
Bir Topluluk Veya Yeri Kuşatması:
7. Denizde
Dalganın Kuşatması:
Cennete Girmenin İki Şartı; İman Ve Yararlı İş:
Allah'ın İsrailoğulları'yla Yaptığı Antlaşma:
C) Cinsel Doyumun Getirdiği Sükunet:
B) Kitap Ve Hikmeti Öğreterek:
G) Ruhtaki Temizliği Artırmak:
M) Merhamet, Şefkat, Hayırseverlik, Sadaka:
Kan Akıtmamak Ve İnsanları Yurtlarından Çıkarmamak:
Anlaşmaya Uymamanın Sonuçları:
49-50. Hani sizi Firavun'un yandaşlarından kurtarmıştık. Zira onlar,
azabın en kötüsünü size layık görüyorlardı. Erkek çocuklarınızı boğazlıyor,
kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Bu uygulamada, sizin için Rabbinizden bir
imtihan vardı. Sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış ve Firavun
taraftarlarını boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz.
Yukarıda, konuyla ilgili muhtelif ayetleri açıklarken de değindiğimiz
gibi, Yüce Allah İsrailoğulları'na birtakım nimetler vermiş ve bunlar sebebiyle
de onlan başkalanndan üstün kılmıştı. Halbuki onlar bu nimetleri takdir edemediler.
İşte 49 ve 50. ayetlerde bu nimetlerin bazılan sayılmakta ve bir durum
değerlendirilmesi yapılmaktadır.
1. Bu ayetlerde, daha önce
İsrailoğullan'na Allah'ın bahşettiği nimetler anılmaktadır. Allah'ın,
İsrailoğullan'na azap eden Firavun ve taraftarlarını denizde boğması ve onlan
zulümden kurtarması, büyük bir nimettir.
2. Bu ayetlerin ilkinde
imtihana konu teşkil eden önemli sosyal olgular yer atmaktadır. Bunlann başında
İsrailoğulları'mn, hürriyetlerinin ellerinden alınarak köle edinilmesi ve
ekonomik bakımdan sömürülmeleri vardır. Ayette geçen azabın en kötüsü ifadesi
buna işaret etmektedir:
(Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli gruplara ayırmış
ve onlardan bir zümreyi zayıflatıp, eziyordu). [Kasas/4]
Kur'an, devleti yönetenlerin halkı parçalara bölmesini, bazılarını öne
çıkarıp, bazılarını ezmesini ve onlara haksız muamele etmesini zulüm olarak
nitelendirmekte, böyle yapanlar için büyük bir azap olduğunu haber
vermektedir.
Devleti idare edenlerin, belli bir grubun tarafım tutarak toplumu gruplara ayırması ve onlardan bazılarını zayıflatıp ezmesi, toplumsal dengeleri altüst etmektedir. Bir ülkede bulunan halkı gruplara ayırıp, bazılarının hukukî haklarını çiğnemek, kişiliklerini ellerinden almak, ağır ekonomik şartlar altında ezmek ve böylece onları sömürmek, işkence ve azabın en kötüsüdür. Hz. Musa, Firavun'un İsrailoğullan'm köleleştirdiğini şöyle ifade etmektedir:
(Başıma kaktığın o nimet, İsrailoğullan'nı kul köle yaptığın içindir).
[Şuara/22]
3.
Erkek çocukları kesip,
kızları bırakmak:
İnsanlık tarihi üç büyük câhiliye dönemi yaşamıştır: a) Kadınları bırakarak erkekleri
cinsellik aracı olarak kullanan Lût dönemi; b) erkek çocukları kesip kızları bırakan Firavun dönemi; c) kendilerinden ötürü utanç duydukları
kız çocuklarını diri diri gömen ve erkekleri bırakan Arap câhiliye dönemi.
Burada dikkat edilecek husus, cahiliyetin temel özelliğinin, insanın
insana yaptığı kötü muamele olduğudur.
Firavun, İsrailoğullan'nı kul köle yapmak, onları zayıflatmak ve
ekonomik haklarım ellerinden almakla yetinmeyip erkek çocuklarını da
boğazlıyordu. Allah bu durumu şöyle ifade etmektedir:
(Çünkü o, iyice azdı). [Taha/24]
(Çünkü o, bozgunculardandı). [Kasas/4]
(Gerçekten Firavun yeryüzünde kibirlendi). [Kasas/4]
Allah, Firavun'un zulmünün ve onun İsrailoğullan'na reva gördüğü, çekilmesi
güç hayatın arkasındaki psikolojik yapının tahlilini yapmaktadır. Azgın-laşmış
ve saldırganlık içgüdüsü kabarmış, toplumda insanları bölüp öldüren, bozguncu
ve insanları kul-köle edinecek kadar kibirli olan Firavun, karanlık bir iç
yapıya sahipti.
4.
Firavun'un İsrailoğullan'na
yaptıkları, onlar için büyük bir imtihandı. Hürriyetin, merhametin ve sosyal
statünün önemini; köleliğin, ezilmişliğin, haksız yerde öldürülmenin, zulmün ve
bölünmüşlüğün kötülüğünü anlatan bir ders ve bir imtihandı.
Genel manada Allah'ın insanlığa uyguladığı imtihanın bir tatbikatını
İsrailoğulları yaşamıştır:
(Bir imtihan olmak üzere biz sizi iyi ve kötülerle deniyoruz).
[Enbiya/35]
İyi ile kötü, insanoğlunun denenmesi için iki önemli etkendir. İmtihan
olmadan gelişme, değişme ve kalite olmaz. Ferdî ve sosyal manada gelişmenin
sağlanabilmesinde imtihan kişiyi ve toplumu harekete geçiren bir güçtür. İmtihan,
insanlık için bir zorluk değil, tam tersine iyiye doğru yol almaları, iyiyi
yakalamaları ve daha iyi olanı elde etmeleri için bir teşviktir.
İsrailoğullan'na karşı Firavun'un bu zalimane uygulamalarının niçin bir
imtihan olduğu sorusunun cevabı A'râf/168'dedir:
Belki dönerler diye İsrailoğullan'nı iyilik ve kötülüklerle imtihan
ettik). [A'râf/168]
Buradaki "belki dönerler" ifadesi, imtihanın amacını teşkil
etmektedir. î,zi\en, sömürülen, Yıürriyetı eYınden a\man ve haksız yere
ölâüriuenVır toplumun hürriyetini elde etmesi, ezilmişlikten kurtulması ve
toplumsal kişiliğine kavuşması, büyük bir dönüş, bir silkiniş ve değişimdir.
İmtihanın aracı da iyilik ve kötülüktür. Böyle bir nimetin karşılıksız olması
düşünülemez.
Allah'ın İsrailoğullan'nı Firavun'un zulmünden kurtanp onlara
hürriyetini bağışlaması da bir imtihandır. Sahip oldukları nimetleri korumak,
onlan bir daha kaybetmemek üzere sahip çıkmak çok önemlidir. O kötü yıllara bir
daha dönmemek, toplumsal oluşumlann temelini teşkil eden dinamiklerden biridir.
Siyasetini, ekonomisini ve eğitimini, sahip olduğu sosyal değerleri kaybetmemek
üzere planlamak ve hayata geçirmek ciddi bir sınavdır. İşte Allah,
İsrailoğullan'nın başından geçen bu serüveni bize bunun için anlatmaktadır:
(Sizin için denizi yardık, böylece sizi kurtardık). [Bakara/50]
Allah, Firavun'un ne yapmak istediğini Hz. Musa'ya vahyetti:
(Musa'ya kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz,
diye vahyettik). [Şuara/52]
(Derken Firavun ve adamları gün doğumunda İsrailoğullan'mn ardına
düştüler). [Şuara/60]
İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları, 'İşte yakalandık'
dediler. Musa, 'Asla" dedi, "şüphesiz Rabbim benimledir, bana çıkış
yolu gösterecektir". Bunun üzerine Musa'ya, 'Asan ile denize vur!' diye
vahyettik. Vurunca deniz yarıldı ve her bölük koca bir dağ gibi oldu.
Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. Musa ve beraberinde olanların hepsini
kurtardık. [Şuara/61-65]
İsrailoğullan'nı kurtarmak için Allah, denizi yardı ve bundan önceki
olayda yukarıdaki ayetteki gibi cereyan etti. Hz. Musa'nın, "Rabbim
benimledir sözünü neye dayanarak söylediğinin cevabını da Taha/46'da buluyoruz:
(Buyurdu ki: "Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitir ve
görürüm").
Hz. Musa ve kardeşi Harun'a, Firavun'a ilahî mesajı tebliğ etmeleri
için gitmelerini söylediğinde, onlar Firavun'un kötü muamelesinden
korktuklarını söylediler. Bunun üzerine Allah, onlarla beraber olduğunu ve
korkmamalarını söyledi.
(Firavun'un yandaşlarını boğmuştuk).
Deniz, Musa ve arkadaşlarının kurtuluşuna, Firavun yandaşlarının ise
boğulmasına vesile olmuştur. Denizi yarma ve Firavun yandaşlarını boğma
fiillerinin faili Allah'tır. Hz. Musa'nın, "Rabbim benimle beraberdir ve O
bana bir çıkış yolu verecektir" ifadesindeki teslimiyeti, bilinç ve
samimiyeti ilahî yardımın gerçekleşmesine sebep olmuştur. Aynı ifade Hz.
Peygamber tarafından da kullanılmıştır:
("Üzülme, çünkü Allah
bizimle beraberdir" diyordu). [Tevbe/40]
Hicrette sığındıkları mağarada, düşman tehlikesine karşı Hz.
Peygamberin Ebûbekir'e söylediği bu söz, Hz. Musa'nın arkadaşlarına söylediği
sözün aynısıdır.
İnsanın yaptığı her işte Allah'ı yanında hissetmesi, bir zikirdir. Bu
zikirdeki bilinç, -hî yardımı beraberinde getirecek bir güce sahiptir. Hz.
Musa'nın teslimiyeti, samimiyet ve şuuru, ilahî yardımı getirmiş ve böylece
Allah denizi yararak İsrailoğullan'nı kurtarmış, akabinde de denizin açıklığını
kapatarak Firavun ve yandaşlarını boğmuştur.
Bedir, Uhud ve Hendek savaşlanndaki ilahî yardımı dikkate alırsak, benzerlikleri
yakalamamız mümkün olur. Aynı şekilde bu bir süreçtir. Allah, samimi olarak
kendisine sığınanlara yardım eder.
Ayetin, (Siz de bunu görüyordunuz) kısmından anladığımıza göre,
denizin yanlışını ve Firavun yandaşlarının boğuluşunu İsrailoğullan görüyorlardı.
Hz. Musa'nın mucizesi ve ilahî yardımın tecellisi gözleri önünde cereyan
ediyordu. Bu ilahî nimetin, İsrailoğullan'nın hayatında meydana getirdiği
değişikliği unutmak ve onun değerini takdir edememek, küfran-ı nimettir. İşte
Allah, bu nimetin daima hatırlanmasını onlardan istemekte, Hz. Peygamber
döneminde yaşayan yahudilere, atalanna verilen bu nimetin nesiller boyu
yaşatılıp öğretilmesini emretmektedir.
Atalannın görerek bizzat yaşadıklan, tarifi kabil olmayan bu olayın sonraki
nesillere bıraktığı ibret noktası, daima insanlığın hafızasında kalacaktır. Bu
iki ayetten çıkaracağımız önemli sonuçlar şunlardır:
a) Allah cezalandınrken ve
kurtarırken tabiat olaylannı kullanmıştır; denizin yanlıp, kapanması gibi.
b) İyi yolda olan insanlar,
daima Allah'ın yardımına, lütuf ve ihsanına nail olacaklannı ve bunlann
kendilerine geleceğini bilmeli ve bu umudu asla yitirmemelidirler.
c) Kötülükten kurtulup
iyilikleri elde etmek, bir imtihan konusu olmaktadır. Elde edilen iyilik ve
değerleri korumak için çok ciddî uğraş vermek, toplumsal bir amaç olmalıdır.
d)
İyilikler iyi ortamlarda
gelişirler. Aynı şekilde bataklık haline gelmiş toplumlarda iyilikleri
geliştirmek ve yaymak mümkün olmayabilir. O zaman, o bataklığı kendi haline
bırakıp, iyilikleri büyütüp yayabileceğimiz bir ortam aramakta yarar vardır.
İşte, İsrailoğullan'nın Mısır'dan çıkışı ve başka yerde yerleşmeleri bu olguya
ışık tutmaktadır.
e) İsrailoğullan'nın gözleri
önünde cereyan eden bu olay bir mucizeydi ve onlar da Allah'ın kudretinin
sonsuzluğunu ve Hz. Musa'nın peygamberliğini anlamış ve böylece kalben iman
etmiş oldular. Bu da bize, gözlem neticesinde elde edilen bilginin, insanın
imanını doyuma ulaştırdığını öğretmektedir.
Bilimsel bilginin görevlerinden biri, insanın gönlünü ve o gönüldeki
imanı doyum noktasına ulaştırmaktır. Demek ki ayette, deneysel bilginin
öğretiminden. gönül eğitimine geçişin denemesi yapılmaktadır.
f)
Zulüm, kibir, fesat ve
yanlış idare, toplumu boğacak bir deniz haline gelir. Firavun'un yaptığı
yanlışlar birikip deniz olmuş, kendisini ve toplumunu boğacak hale gelmiştir:
(Firavun kavmini saptırdı ve doğru yola sevketmedi). (Taha/79]
İdare ettiği toplumu yoldan çıkaran ve onları doğru yola getirmeyen bir
idareci, aslında toplumunu boğulmaya götürmektedir. Doğrudan uzaklaşanlar,
yanlışın batağında boğulmaya mahkûmdurlar.
Bize göre, Firavun ve kavminin boğulduğu deniz, aynı zamanda,
zulmün kıbrin, fesadın, sapıklığın ve
doğrudan uzak kalmışlığın oluşturduğu bir denizdir. Kötülük, yanlışlık ve zulüm
denizini meydana getirenlerin o denizde boğulacağı ilkesine dikkat çeken Allah,
bir taraftan uyarı yapmakta, diğer taraftan da iyiliğe teşvik etmektedir.
Bu öğretiler, devlet felsefesinin temellerini oluşturmakta ve devlet
adamlarının uzak durmaları gereken vasıflara ışık tutmaktadırlar. Devlet bütün
toplamsal grup ve kurumların bir özüdür. Bu nedenle devlet kendi özüne ters
düemez. Kendisini meydana getiren sosyal grup ve kurumlardan herhangi bi-nnden
yana tavır koyup diğerlerini ezemez. Buna devlet felsefesinde oligarşi adı
verilir. Oligarşik devletler tarihe gömülmüşlerdir.
Allah bu ayetlerde toplumsal barış ve huzurun
sağlanmasının ilkelerini soymaktadır.
[1]
51-52. Musa ile kırk gece için sözleştikten sonra, siz onun ardından
haksızlık ederek buzağıyı tanrı edindiniz. Bu davranışınızdan sonra
şükredersiniz diye sizi affettik.
Bu ayetlerde yer alan önemli kavramların ve eylemlerin açıklamasını yaparak
verilmek istenen önemli mesajları açmaya çalışacağız.
(Musa'ya söz vermiştik).
Birbirlerine söz verip, vaadleşmek manasına gelen vaad, iyilikte de,
kötülükte de olabilir. Kötülük için olduğunda vaîd şeklini almaktadır.
Zemahşerî, "Tevrat'ı ona indirmekle vaadleşti" demektedir. Buna göre,
Allah'ın Hz. Musa ile sözleşmesinin anlamı, ona vahiy vermesidir.
Allah'ın, kırk gece için Hz. Musa ile sözleşmesi, öğretim faaliyeti
açısından değerlendirilebilir. Allah kırk gece Hz. Musa'ya ayetlerini öğretmiş
ve Tevrat'ı sunmuştur. Bu öğretim faaliyeti için sözleşmenin nasıl yapıldığının
cevabını da şu ayette bulmaktayız:
(Hani Musa, ailesine şöyle demişti: 'Gerçekten ben bir ateş gördüm.
Size oradan bir haber getireceğim, yahut bir ateş parçası getireceğim, umarım
ki ısınırsınız.' Oraya geldiğinde şöyle seslenildi: "Ateşin bulunduğu
yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır"). [Neml/7-8]
(Sonunda Musa, süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında
bir ışık gördü. Ailesine, 'Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm, belki
oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi).
[Kasas/29]
Bu ayetlerde dört önemli kavram yer almaktadır: ı§ık, haber, kutsallık
ve ısınma. Allah, Hz. Musa'yı ışıkla çağırdı. Hz. Musa bu ışığı, ateş veya
haber olarak değerlendirdi. Daha sonra oraya gidince, orasının kutsal bir yer
olduğu mesajını aldı.
Ayetlerde yer alan ışık ve haber kelimelerinin neyi ifade ettiğine
açıklık getirebilmek için, A'râf/145 ayetine gitmemiz gerekiyor:
(Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa, hepsini Musa için
levhalarda yazdık). [A'râf/145]
(Onun için levhalarda yazdık) ifadesi, levhaları Allah'ın azdığına işaret etmektedir. Demek ki Hz.
Musa'ya verilen levhaları (Tevrat'ı), -Kur'an'da olduğu gibi- vahiy kâtipleri
değil bizzat Allah yazmıştır.
Allah'ın onu levhalara nasıl yazdığını öğrenmek için. ışık kavramına müracaat
etmemiz gerekiyor. Allah, ışık vasıtasıyla mesajını levhalara nakşet-rniştir.
Işık bir mesaj/bir haber taşıyordu. Onun için Hz. Musa, 'Belki size bir haber
getiririm' demişti.
Şu ayette de sözleşmeye ve Tur dağında geçirilen gecelere işaret
edilmektedir: (Musa'ya otuz gece vâde
verdik ve ona on gece daha ilave ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit
kırk geceyi buldu). [A'râf/142]
Demek ki, önce otuz gece sözleşilmiş, sonra on gün daha ilave
edilmiştir.
{erba'îne leyleten=kırk gece) ifadesi, kutsal kitabın levhalar halinde
Allah tarafından yazılıp Hz. Musa'ya verilme zamanını ifade etmektedir. Kur'an
Hz. Peygamber'e yirmi üç yılda inerken, Hz. Musa'ya levhalar kırk gecede
inmiştir. Burada gece kavramı çok önemlidir. Bilindiği gibi Kur'an, Kadir
gecesi'nde inmeye başlamıştır, Hz. Musa'ya da vahiy gece gönderilmiştir. Gerçi
Araplar günleri geceden başlatırlar.[2]
Bize göre bunun daha farklı bir manası olmalıdır. Allah'ın, öğretimini
yaparken gece vaktini seçmiş olmasında başka nedenler aramak gerekir.
1. Gece daha sakin, öğrenime
daha elverişli ve insanın konu üzerine daha yoğun bir şekilde eğilebilmesini
temin eden bir zaman dilimidir.
2. Öğrenim, cehaletin karanlık bulutlarının oluşturduğu gecenin aydınlatılması bakımından uygun bir alanı temsil etmektedir. Bu sebeple vahyin ışığı geceyi gündüze çevirmektedir.
3.
Gündüz vakti herkes
çalışmaktadır. Önemli olan geceyi değerlendirmektir. Gecede de yapılacak
çalışmalar vardır. İlim gece sakinliğinde daha rahat yapılır. Yüce Allah,
geceyi değerlendirmenin, o vakitte çalışmanın önemini insanlığa tatbikî olarak
göstermektedir. Medeniyet yansında ileri geçecek olan milletler, geceyi araştırmalarla
değerlendirip, ihya edenler olacaktır.
4. Hz. Musa Rabbinin nurunu
gece vakti gördü. Hz. Peygamber Mescid-i Ha-râm'dan Mescid-i Aksâ'ya gece
yürütüldü. Kur'an gece indirildi. Allah Hz. Lût'a gecenin bir vaktinde
memleketini terketmesini söyledi. Demek ki, peygamberlerin hayatlarında yer
alan önemli olayların meydana geliş anı gecedir.
5. Gece nafile ibadete daha
müsaittir. Gündüz vakti meşguliyet anı olduğu için, geceleyin nafile ibadet
yapılmasına Allah, Müzemmil/6-7'de işaret etmektedir.
(Sonra haksızlık ederek buzağıyı tanrı edindiniz). [Bakara/51]
Ayet, Hz. Musa, .Allah'ın ışığına ulaşmak için Tûr dağına gidip orada
kırk gece kalınca, arkadan kavminin şirke sapmasını anlatmaktadır. Bilindiği
gibi Hz. Musa, kavminden ayrılırken yerine vekil olarak kardeşi Hz. Harun'u bıraktı:
(Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmimin içinde benim yerime geç,
onları ıslâh et, bozguncuların yoluna uyma). [A'râf/142]
Buzağıyı nasıl tanrı edindiklerini şu ayetlerden öğreniyoruz:
Tûr'a giden Musa'nın arkasından kavmi, ziynet eşyalarından böğürebilen
bir buzağı heykelini tanrı edindiler. Görmediler mi ki, o, onlarla ne konuşuyor
ne de yol gösteriyor? Onu benimsediler ve zalimlerden oldular. [A'râf/148]
Bu adam onlar için böğürebilen bir buzağı heykellini icat etti. Bunun
üzerine, "İşte" dediler, "bu sizin de, Musa'nın da tannsıdır,
fakat o unuttu". O şeyin kend-lerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini,
kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda verme gücünde olmadığını görmezler mi?
[Taha/88-89]
Bu ayetlerden çıkaracağımız önemli ilkeler vardır. Hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına
yeni kavuşmuş olan insanlardan veya toplumlardan liderlerinin uzaklaşması,
onları tehlikeli davranışlara itebilir. Bu da liderin toplumun kültürünü ve
manevî değerlerini koruyucu bir özelliğe sahip olduğunu ifade etmektedir.
Lidere vekalet fazla uzun sürmemelidir. Çünkü vekil liderin yerini
dolduramayabilir. Hz. Harun'un Hz. Musa'nın yerini dolduramadığı gibi. Öyle
ise, vekaletle yürütülen müesseselerin başarılı olması zordur.
Musa döndüğünde, 'Ey Harun' dedi, 'Sana ne engel oldu da, bunların
dalâlete düştüğünü gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime asi mi
oldun?"'Harun,
'Ey annemin oğlu!' dedi, 'Saçımı sakalımı yolma! Ben. senin
İsrailoğullan'nm arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın, demenden
korktum". [Taha/92-94]
Hz. Musa, kavminin şirke sapmasını engelleyemeyen Hz. Harun'u azarlamış
ve bunun nedenini ondan öğrenmek istemiştir. Köle ruhlu insanlar, hürriyetlerine
kavuştuklarında hiçbir şeyle doyuma ulaştınlamazlar. Davranışlarında sınır
yoktur ve her şeyi güzel görerek yapmaya çalışırlar. İsrailoğullan'nm kırk
gece tahammül gösteremeyip buzağıya tapınmalarının altında senelerce içinde
bulundukları bu kölelik psikolojisi yatmaktadır.
Şirk koşmak bir zulümdür. Onun için Allah, İsrailoğullan'na, buzağıya
tapmalarından dolayı zalim sıfatını vermektedir. Şirk olayındaki zulüm, kendi
inanç duygularını yanlış yöne doğru yöneltmelerinden kaynaklanmaktadır. Bir
bakıma bu durum, insanın kendi kendine zulmetmesidir.
Diğer taraftan şirk, Allah'ın hakkı olan birlemeyi çiğnemekten dolayı
işlenen bir zulüm olmaktadır. Allah'ın insandan isteği, O'nu birlemesi ve O'na
eş koşmamasıdır ve bu da Allah'ın hakkıdır. Şirk koşan insan bu hakkı çiğnediği
için, zulüm işlemiş olmaktadır. Onun içindir ki Lokman oğluna şu ilkeyi
öğretmektedir:
(Yavrucuğum, Allah'a ortak koşma. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür).
[Lokman/13]
Zulüm kelimesinin diğer bir anlamı da karanlıktır. İsrailoğullan şirk
koşmakla karanlık bir iş yapmış oldular. Şirk, insanın ruhunu ve gönlünü karanlığa
götürmektedir. Bir süre önce mazlum olan İsrailoğullan, Firavun'un zulmünden
kurtulunca, şirk işlemekle birden zalim durumuna düştüler. Köle rahlu
insanlann, köleliğin baskısından kurtulunca hemen zulüm denilebilecek karşı
uca geçme ihtimalleri büyüktür. Ne zalim, ne mazlum olmak, hür düşüncenin,
kültürün ve şahsiyetin oturmuşluğunu gerekli kılar. İşte o anda, israiloğullan
bu olgunluk seviyesine gelmemiş olmaları yüzünden, liderlerinin ayrılmasından
hemen sonra şirke saparak zalim damgasını yediler.
Bu ayet bizlere, tevhid inancından saparak şirke düşmenin çok ağır ve
af-: edilmez bir günah olduğunu ihtar etmekte ve böylesi bir inanç ve
davranışın :?plumsal erdemleri temelinden sarstığı gerçeğini öğretmekte;
zalimlikle -nazlumluğu ayıran ince çizgiyi de tesbit etmektedir.
O davranışlarınızdan sonra, şükredersiniz diye sizi affettik.
Allah, bu ayette af ile şükür arasında bir bağ kurmaktadır. Bir bakıma,
şükür affın sebebidir. Peki Allah onları niçin affetti? Şirk affedilir mi?
(Kuşkusuz Allah, kendisine şirk
koşulmasını affetmez; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim
Allah'a eş koşarsa, büsbütün sapıtmıştır). [Nisa/116]
Bu ayete göre, şirkin affedilmemesi gerekir. Burada dikkat edileccek
bir nokta vardır: Müşrik olarak ölen kimsenin ahirette bu günahının affedilmeyeceği,
buna karşılık hayatta iken tevbe edip şirkten dönerse affedilebileceği
vurgulanmaktadır.
İsrailoğulları şirklerinden sonra, yaptıkları yanlışın bilincine
vararak pişman oldular:
Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapıtmış olduklarını görünce
dediler ki: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka iflâs
edenlerden olacağız"). [A'râf/149]
Sapıttıklarını anlamaları ve bundan ötürü pişmanlık duymuş olmaları,
ilahî affa mazhar olmamaları halinde ziyanda olacaklarının itirafı, Bakara
suresinde beyan edilen affı getirmiştir. Şirkin kendilerinde meydana getirdiği
manevî çöküntünün bilincine ulaşmış olmaları, çok büyük bir değişimi meydana
getirmiştir:
(Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların
en iyisisin). [A'râf/155]
(Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de; şüphesiz biz sana
döndük). [A'râf/156]
İşte İsrailoğullan, buzağıyı tanrı edinerek Allah'a şirk koşmalarından
sonra, Allah'a yönelip af dilediler, yani şirki terkettiler. Allah'a
dönmelerinden sonra Allah da onları affetti. Allah onları affederken, aynı
zamanda şükür denen erdemi de onlara kazandırmak istemiştir.
[3]
Affetmenin amacı, İsrailoğullan'nın şükretmelerini temin etmektir. Şükrü
amaçlayan affın eğitici bir yönü vardır. Af, bir değişim meydana getirme ümidiyle
yapılmalıdır. Değişim meydana getirmeyen affın eğitici yönü yok demektir.
Şirkin karanlık ve zulmünden kurtulmak büyük bir nimet olduğu gibi, şirkin
meydana getirdiği günahtan affolmak da bir nimettir. Her iki nimete nail olmak,
şükrü gerektirmektedir. Ama şükretmesi gereken varlık insan olduğu için Allah
lealle (umulur ki) ifadesini kullanmaktadır. Şükür kavramının başında M
(lealle) kelimesinin yer alması, hangi ümitle İsrailoğullan'nı affettiğini
göstermektedir.
Diğer taraftan, affetmenin ilahî bir uygulama olduğu, affeden
insanların bu ilahî ahlâkla ahlâklandığı da böylece ifade edilmektedir.
Af ve şükrün ne olduğunu kısaca açıklamakta yarar vardır:
Afv silmek, silip yok etmek, çıkarmak, mazur görmek, kusura bakmamak,
serbest bırakmak, sıkıntısını hafifletmek, yardım etmek, istisna etmek,
vazgeçmek, imtina etmek, bir şeyi yapmaktan kendini tutmak, sıhhatine
kavuşmak, iyileşmek, çoğalmak, nafakadan arta kalan, ıslah etmek, korumak, yol
vermek, zararını telafi etmek" manalarına gelmektedir. Şimdi bu manalardan
Kur'an'da geçenleri ele alabiliriz:
[4]
Bakara/52'de yer alan bu kelime, Allah'ın kulun günahlarını silmesi,
günah sıkıntılarını defetmesi ve onu mazur görmesi anlamlarına gelmektedir.
[5]
İnfak etmek, kinini yutmak ve insanları affetmek, kişiyi hem muttaki ve
muhsin yapmakta, hem de Allah'ın sevgisini kazandırmaktadır. İnsanları affetme
erdeminin sevabı, insana, Allah'ın sevgisi olarak geri dönmektedir.
Kulun kulu affetmesi, kâmil insan olmanın şartlarından biridir. Bu
boyutuyla affetmek Allah'ın emri olup, İslâm'ın farzlanndandır. İnsanın insanı
affetmesi, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak ve peygamber ahlâkını hayata
geçirmek demektir.
(Resulüm, sen affı seç). [A'râf/199]
Affın seçilmesi, af yolunun tutulmasıdır. Demek ki affetmek,
peygamberin de uyması gereken ve insan ilişkilerinin ve iletişimin kalitesini
yükselten bir farzdır.
Affetmek, muttaki ve muhsin olmanın şartlan arasında yer almakta ve onların
olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
(Takva sahipleri, bollukta ve darlıkta infâk ederler, kinlerini
yutarlar ve insanları affederler. Allah da, muhsinleri, yani iyi davranışta
bulunanları sever). [Âl-i İmran/134]
[6]
Af kelimesinin bir anlamı da artmaktır:
(Sana ne infak edeceklerini soruyorlar. "İhtiyaç fazlasını"
de). [Bakara/219]
Demek ki ihtiyaç fazlası olan şeye af denmektedir. Böylece af ile infak
arasındaki ilişki ortaya çıkmış olmaktadır. Birine para bağışında bulunmak ile,
onun hatasını affetmek arasında sıkı bir benzerlik vardır. Böylece bağışlamak
ya da bağışta bulunmak ile, infak ve af aynı noktada buluşmaktadır.
[7]
(Sonra darlığı (kötülüğü) değiştirip, yerine bolluk (iyilik) getirdik.
Nihayet çoğaldılar). [A'râf/95]
Bolluk içinde olan toplumun nüfusunun çoğalması manasına gelmektedir.
Bu fizikî manadan, manevî manaya intikal edersek, şöyle bir açılım yapabiliriz:
Affeden insan, affettiği insanın ruhunda kendisine karşı olumlu manada bir
gelişme sağlamaktadır.
Af, aynı zamanda insanın ruhunda olumlu yönde bir gelişmeye ve Allah
katındaki değerinin artmasına sebep olmaktadır. İşte bu oluşumları meydana
getirmesiyle af, çoğalmak, geliştirmek ve büyümek manalarını kazanmaktadır.
[8]
Ayette geçen diğer önemli bir kavram da şükür'dür.
Lügatte şükür minnettar olmak, değer bilir olmak, methetmek, sena etmek,
hamdetmek, tebcil etmek, büyütmek; terim olarak ise nimeti düşünmek ve
düşündüğünü açıklamak manalarına gelir.[9]
Şükür, üç kısma ayrılır:
a) Kalbin şükrü, nimeti
düşünmektir.
b) Dilin şükrü, nimete karşı
minnettarlığını ifade etmektir.
c) Diğer organların şükrü,
organları gerektiği şekilde değerlendirmek ve ullanmaktır. Diğer bir ifade ile
şükür, gizli ve aşikâr, organların tümü ile itaat etmektir. Hakiki şükür,
şükürden âciz kalmaktır.[10]
Demek ki şükür, kalpte düşünce olarak başlayan, dil ile ifadesini bulan ve organların amaçlarına uygun kullanılışına kadar uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır. Şükrün nasıl yapılacağına ışık tuttuk; ama Kur'an'da şükrün naıl tanımlandığına bakmamız gerekiyor. [11]
İsfehânî ile Hâzin'in şükrü tanımlamalarında, "organları yerli
yerinde kullanmak" ifadesi yer almaktaydı. Bu noktadan hareketle şu ayeti
ele almamız gerekiyor:
(Ey Davud ailesi! Şükretmek üzere çalışın; kullarımın arasında
şükredenler azdır). [Sebe/13]
Ayet, şükretmek için çalışmayı emretmektedir. O zaman çalışmak, şükür
olmaktadır. Çalışma, insan kabiliyetlerini ve organlarım yerli yerinde kullandırdığı
için bir tür şükürdür. Kabiliyet ve organlarımız bize Allah'ın nimetidir. Bu
nimetleri amaçlarına göre kullanmak da şükürdür. Çalışmak, bir şey üretmek,
yararlı bir iş yapmak, insanlığa faydalı olmak ve medeniyete bir şeyler ilave
etmektir. Bu da Allah'ın nimetinden insanları istifade ettirmektir.
Kalp, dil ve organların bir bütün halinde çalıştırılmasını şükür olarak
tanımlayan bu ayet, teknolojik üretimi de şükür olarak görmektedir.
Se-be/13'den önceki ayetlerde, Davud ve Süleyman'ın yaptıkları teknolojik icatlar
ele alınmaktadır.
Demire şekil vermek, zırhlar yapmak, bakın teknolojide kullanmak, leğenler
yapmak o dönemin teknolojik harikalarıydı. İşte bu teknolojik faaliyetleri
anlatırken Allah, Davud ailesine, şükretmek için çalışın emrini verdiğini
beyan etmektedir.
[12]
Çalışmak şükür olduğuna göre, Allah şükredenin nimetini arttıracaktır.
Bu konudaki ayet şöyledir:
(Yine hatırlayın ki Rabbiniz, şükrederseniz size de nimetimi muhakkak
artırırım). [İbrahim/7]
Allah'ın insanı beladan kurtarması da bir nimettir; ona bir bolluk
vermesi de. Her iki tür nimetin değerini bilip, Allah'a minnettarlığını ifade
etmek bir vecibedir. Bu şükürle beraber, verilen nimeti hayata geçirmek, onunla
insanlara yararlı olmak için çalışmak, istikbalde Allah'ın vereceği nimetleri
arttıracaktır. Nimete şükür, nimetin artmasına sebep olacaktır.
[13]
Allah kulak, göz ve gönüllere sahip olan insanların şükretmelerini istemektedir.
Üç ayette, şükür ile bu organlar arasında ilişki kurulmaktadır:
(Sonra belirli ölçülerde şekillendirip, kendi ruhundan ona üflemiş ve
bu surette size kulak, göz ve gönül vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!)
[Secde/9][14]
Bu ayetteki gönül, idraki ifade etmektedir. Kulak ve göz beyin için ham
duyular taşır, beyin onları yoğurup bilgi haline getirir. İnsanoğlu ilahî ruhu
taşıdığı için, o ruhun yukarıda sayılan organları çalıştırmasının bilincinde olmak
ve o mekanizmaya sahip olmak, şükredilmesi gereken bir husustur.
Bu organlara, yani kulak ve gözlere hayvanlar da sahiptir. Ama onlar o
organları kendi iradeleriyle çalıştıramadıklan için, onlardan sorumlu değillerdir.
İnsan ise o organları çalıştırmakla sorumludur.
(Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp;
bunların her biri ondan sorumludur). [İsra/36]
Allah bilgi ile belirtilen organlar arasında bağlantı kurmaktadır.
Takip edilen yoldan, kulak, göz ve kalbin sorumlu olmasının anlamı, onların
amaçlarına uygun çalıştırılması ve takip edilen yolda görev almalarıdır. İşte
bu, şükrün ta kendisidir. Bu organlarını kullanıp takip edilecek doğru bilgiyi
oluştumayanlar, şükretmiş olmazlar. Demek ki şükür, "şükrediyorum' demekle
;eğil, kabiliyetleri amaçlarına uygun kullanmakla yapılabilecek bir ibadettir.
[15]
Allah, insanın beklemediği ve ummadığı bazı nimetleri ona ihsan eder ve
: nimetlere karşı ne yapacağını dener. Başka bir ifadeyle şükredip etmeyeceğine
bakar. Bu konudaki ayet şöyledir:
Kitap bilgisine sahip olan kişi de, 'Ben sana onu, gözünü açıp
kapatıncaya kadar getiririm' dedi. Süleyman tahtı yanında yerleştirilmiş
olarak görünce, "Bu Rabbimin lütfudur; şükür mü yoksa nankörlük mü
edeceğim diye imtihan etmektedir. Kim şükrederse, kendisi için şükretmiş olur;
kim nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim müstağnidir, büyük ihsan
sahibidir" dedi. [Neml/40]
Hz. Süleyman, Allah'ın insanları bazı nimetlere karşı şükür ve
nankörlük konusunda imtihan ettiğini itiraf etmektedir.
Elde edilen nimetin Allah'tan geldiğini bilerek, kendi katkısını küçümsemek,
gerçekten bir imtihan içinde olduğunun farkında olmaktır.
[16]
Şükür kavramı, Allah'a izafe edildiğinde, "kabul etmek"
manasına gelir:
Kim ahireti ister ve inanmış olarak orası için gerekli çalışmayı
hakkıyla yaparsa, işte onların çalışması kabul edilmiş olacaktır.
(Onların çalışması kabul edilmiştir). (İsra/19) ifadesinde yer alan
şükür kavramı, kabul edilmiş olmak ve muteber olmak manalarına gelir. İman
edip, gelecek hayatta mutlu olmak için çalışan insanların bu çalışması, Allah
tarafından kabul görecek ve muteber sayılacaktır.
Demek ki ameller, amaçlarına göre değerlendirmeye, tâbi tutulacaktır.
Kabul etmek manasıyla şükür, iman etmek anlamını da ifade etmektedir.
Kabul etmek, bir anlamda iman etmektir:
(Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükredip inanır; ister
nankörlük edip, inkar eder). [İnsan/3]
Ayette yer alan şükür kelimesi, Allah'ın gösterdiği yolu kabullenmek,
küfür de reddetmektir. Böylece doğru yolu göstermek, eğitimin; o yolu
kabullenmek de insanın işi olmaktadır.
[17]
Şükür, Allah'a izafe edilince, karşılık vermek manasını ifade
etmektedir:
(Eğer Allah'a gönül nzâasıyla bir borç verirseniz, Allah onu kat kat
size iade eder ve sizi affeder. Allah iyiliğin karşılığını verendir, yumuşak
davranandır). [Tegâbün/17]
Fakirin elinden tutan insan, yaptığı yardımdan dolayı Allah'a borç
vermiş gibi kabul edilmektedir. Allah, yaptığı yardımın karşılığını ona kat kat
verecek ve onu bağışlayacaktır.
Yaptığı yardımın karşılığını ona vermek, (şekûr) kelimesiyle ifade
edilmekte; böylece şükür, karşılığını vermek manasıyla Allah'ın ismi olmaktadır.
Kulun yaptığı bu amele karşılık, Allah'ın onu övmesini ve karşılığını da
vermesini kapsamına almaktadır.
[18]
Şükür, Allah'ın verdiği nimetlere karşı duygulanıp karşılığını
ibadetlerle ödemektir.
Hz. Peygamber, ağlayarak namaz kılmasını şükür olarak tanımlamaktadır.
Farz namaz bir bakıma şükür kavramının içine girmektedir. Yoğun duygularla
yüklü olursa, gece vakti kılınan namazlar da şükür sayılır.
Peygamberimiz gece vakti, yatağından kalkıp ağlayarak sabaha kadar namaz
kılardı. Hz. Aişe, Geçmiş ve gelecek günahların affolduğu halde niçin böyle
yapıyorsun diye sorunca, Hz. Peygamber, Allah'a çok şükreden kul olmayayım mı?
cevabını vermiştir.[19]
Bakara/52'de, şirk koşan ve sonra tevbe edip Allah'tan af dileyen
İsrailo-ğulları'nın affedilmesinin ana amacı, onların şükretmelerini temin
etmek olduğuna göre, affa karşı yapılacak olan davranışın adı da elbet şükür
olacaktır.
Demek ki, affedilen fert veya toplumun yapması gereken davranış, şükürdür.
Çünkü af, nimetlerin en büyüklerindendir. Şükür de, affın insanda meydana
getirdiği değişimin adıdır.[20]
53. Hani biz, Musa'ya doğru yolu bulaşınız diye hak ile bâtılı ayıran
kitabı vermiştik.
Bakara/2'de kitab'm ne olduğunu anlatmıştık. Bu ayette furkan kavramını
açıklayıp hidayetle ilişkisini kurmaya çalışacağız.
Ayette geçen âteynâ kelimesi, îtâ fiilinden türemiş olup, bilgi
aktarmak, kitap vermek, hikmet vermek manalarına gelmektedir:
(size kitap ve nikmet verdim). [Âl-i Imran/81]
(Oysa biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir
hükümranlık da verdik onlara). [Nisa/54]
Demek ki (ateynâ=verdik) kelimesi, öğretmek anlamını ifade etmektedir.
Yüce Allah, öğretilerini, hükümlerini bir araya getirdiği kitabını peygamberlerine
verirken, aynı zamanda onları öğretmiş olmaktadır.
Kitap, hikmet ve iktidar vermekte de aynı kelime kullanılmaktadır. Ayrıca
ayet vermek, hüküm vermek ve bilgi vermek gibi eylemler de, aynı kavramın
muhtevasında mevcuttur.
(Musa'ya Furkan'ı verdik).
Ayırmak, parçalamak, bölmek, tefrik etmek, iki şeyin arasını ayırmak,
farklı olmak manalarına gelen furkan, Allah tarafından kutsal kitaplara isim
olarak verilmiştir.
[21]
Hakla bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini
ayıran ilahî kitabın adı olmaktadır. Demek ki ilahî kitaplar tarafsız, objektif
bilgileri içerdiklerinden, farkları net bir şekilde tesbit etmektedirler.
Farkları en ince ayrıntısına kadar belirleyemeyen kitap, ilahî kitap olamaz.
Onun içindir ki Allah, Tevrat ile Kur'an'ın bir ismini de furkan koymuştur.
İnsanların düştükleri ihtilafların doğrusunu ve yanlışını ayırdıkları için bu
sıfatı almaktadırlar. Furkan olmanın diğer bir gereği de uyanda bulunmaktır.
"
(Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e furkan'ı indiren Allah,
yüceler yücesidir). [Furkan/1] Hz. Peygamberin uyancılığını belirleyen
Kur'an'ın boyutunafurkan denmektedir. Yanlışa giden insanları uyarmak, bir
bakıma yanlışta olduklarını farketmelerini temin etmektir.
Furkan'm diğer bir özelliği de ışık ve şeref sahibi olmasıdır:
(Andolsun ki, Musa ve Harun'a mut-takilere ışık ve şeref olan furkan'ı
verdik). [Enbiya/48]
Işık, varlıkların yapısını ve renklerini ortaya çıkarmaktadır. Furkan
da, insanların fikirlerinin ve davranışlarının yapı, renk ve doğruluklarını
belirlediği için bu ismi almaktadır. Diğer taraftan, adi olanla değerli ve
şerefli olanı ayırdığı ve belirlediği için de bu ismi almaktadır.
[22]
İnsan, gelişim psikolojisinin basamaklarında yükselirken, ulaşacağı en
önemli gelişim basamağı takvadır. Takva merhalesini veya ruh olgunluğunu
yakalayan müslümanı Yüce Allah, furkan kılmaktadır:
(Ey iman edenler! Eğer Allah'tan
korkar-sanız, O, size iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı
ayırdede-cek bir anlayış, yani furkan olma özelliği verir). [Enfâl/29]
Takva saibi olan müslüman, zamanla/wr£a« denen bir anlayış kapasitesini
kazanabilmektedir. Bu anlayış kapasitesini ona Allah verecektir. Böylece Kur'an
ve Tevrat'ın temel özelliklerinden olan furkan sıfatına, bu sefer de insan
bürünmüş olacaktır. Kur'an ve Tevrat'ın ayırdedicilik özelliği, muttaki-nin
ayırdedicilik özelliğine dönüşecektir. O zaman, takva kavramının içeriğinde
furkan olma niteliğinin yer aldığı görülecektir, furkan insan, iyi ile kötüyü,
adi olanla değerli olanı, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı kolaylıkla ayırma
kapasitesine sahip olan insandır.
[23]
Furkan kelimesi, ferak şeklinde alınırsa, korkup kaçmak manasına gelir:
(Bir de sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler; hiç de sizden
değillerdir. Korkan bir topluluk olduklarından böyle yaparlar). [Tevbe/56]
Ayette geçen Korkan toplulukturlar ifadesinde yer alan yefrakûn kelimesi,
ferak kelimesinden türetilmiştir.
Bu anlamda, dil ile beraber olduklarını söylemelerine rağmen, gönülden
ayrı olduklarını ifade eden, toplumsal bir psikolojinin analizini gösteren bir
kavram olmaktadır. İçten pazarlıklı olan. çifte standartlı davranan, dıştan beraber
görünen, ama içten ayrı olan korkak bir topluluğun vasfıdır.
[24]
Furkan kavramı, olumsuz bir anlamı da beraberinde taşımaktadır. (fark)
bölücülük manasına gelen tefrika kelimesi, furkan kelimesinin kaynağı olan
ferraka kelimesinden türemiştir. Kur'an'da, toplum hayatını cehenneme çeviren
bölücülük ve ayrılıkları ifade etmek üzere kullanılmaktadır:
(Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sanlın; parçalanmayın. Hani siz
birbirinize düşman kişiler idiniz de, Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun
nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ve siz bir ateş çukurunun tam kenanndayken
oradan sizi O kurtarmıştır). [Âl-i İmran/103]
(Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa
düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır). [Âl-i
İmran/105]
Düşmanlık psikolojisinin eyleme dönüştüğü toplumsal çatışmayı meydana
getiren tefrika, parçalanma ve kamplara bölünmenin adıdır.
Toplum hayatını bir ateş çukuruna döndüren parçalanma ve bölünme, aynı
zamanda kardeşlik duygusunu da yok eden psikolojik ve sosyolojik bir kavram
olarak Allah'ın gazabını toplumlara getiren, bölücülüğü, parçalanmayı ve
ayrılığı ifade eden bir kelimedir.
[25]
Furkan kavramı gün kelimesiyle bir araya gelince, farkları ortaya
çıkaran gün manasını ifade etmektedir:
(Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbirleriyle
karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız). [Enfâl/41]
Müfessirlerin bu ayette geçen furkan kelimesine, ittifakla verdikleri
mana, onun, Bedir savaşında bâtılın tarafını tutanlarla, hakkın tarafını tutanların
belirgin hale geldiğine delalet ettiği ve ayrılıkların ortaya çıktığı güne
işaret ettiğidir.
Ayette geçen furkan günü, düşmanlık duygusunun somut hale geldiği
gruplara bölünme gününü ifade etmektedir. Hakkın tarafını tutanlara Allah'ın
yardımı gelmekte, bâtılın tarafını tutanlar hezimete uğramaktadır. İyiyi temsil
edenlerle kötüyü temsil edenlerin net olarak ortaya çıktığı günün adına Allah,
furkan günü demektedir.
[26]
Yukarıda belirttiğimiz gibi furkan kavramının türediği fark kelimesinin
kaynaklık yaptığı diğer bir kelime de ferrakd'dır:
Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi sadece Allah'a kalmıştır; sonra Allah onlara
yaptıklarını bildirecektir. [En'âm/159]
Dinlerini parça parça eden kimselerin, müşrikler, yahudi ya da
hristiyan-lar olduğuna dair işaretler vardır. Onlar, kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmına inanmayanlar [Bakara/85];
Allah'ın ve peygamberin arasını ayıranlardır [Nisa/150].
Mücâhid ise şöyle demektedir: "Dinlerini parça parça yapanlar,
Muham-med ümmetindendir. Bunlar bidatçılar ve şüphe ehli kimselerdir". Bil
ki bu ayet, müslümanlan sözü ile özlerini bir olmaya ve din hususunda fırkalara
ayrılmayarak bidat çıkarmayaya teşviktir.[27]
Dinde birliği sağlamanın ana sorunlarından biri, din konusunda
mezhep-leşmeyi ve ayrılıklara düşmeyi ve dinin parçalanmasını önlemektir.
Din parçalanınca, insanların gruplara ayrılması doğaldır. Zamanla bu
gruplar birbirlerini küfürle itham edecek, neticede din adına düşmanlıklar yapılacaktır.
Din konusundaki bölünme ve gruplaşmalar ifade edilirken tefrika kavramı
kullanılmaktadır.
Allah, dini parçalamanın vehametini Rûm suresinde beyan etmektedir:
(Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın. Onlardan her
fırka kendilerinde olanlarla böbürlenmektedir). [Rûm/32]
Allah, dinde tefrika çıkarılmamasını emretmiştir. Dinde fırkalara ayrılmak
grupçuluğu, grupçuluk da kendi fikirleri ile böbürlenmeyi ve başkasının
fikirlerine kapalı kalmayı beraberinde getirecektir.
[28]
Ferraka kelimesi, Kur'an'da eşler arasındaki ayrılık için de
kullanılır:
(Eğer eşler birbirinden aynlırlarsa, Allah, bol nimetlerle her birini
zenginleştirir). [Nisa/130]
"Birbirinden ayrılma" ifadesi, (yeteferrakâ) kelimesiyle
ifade edilmektedir. Sihirbazların kan-kocanın arasını ayırmak için sihir
yaptıklarını beyan ederken Allah, tefrika kelimesini kullanmaktadır.[29]
(Kıyametin kopacağı gün, işte o gün birbirlerinden ayrılacaklardır).
[Rûm/14]
Kıyametin kopacağı gün, müslümanlarla müşrikler, ayrıca bu dünyada
yanlış fikirlerde bir araya gelenler ve farklı tanrılara tapanlar birbirinden
ayrılacaklardır. Kur'an bu ayrılık tefrika kelimesiyle dile getirilmektedir.[30]
Fark kelimesinden türeyen (fırk) da suyun parçasını ifade eder:
(Bunun üzerine Musa'ya, "Asan ile denize vur!" diye
vahyettik. Vurunca deniz derhal yarıldı ve on iki yol açıldı, her bölük koca
bir dağ gibi oldu). [Şuara/63]
Deniz suyunun parçası için
(fırk) kelimesi kullanılmaktadır.
Bakara/50'de yer alan Sizin için denizi yardık ifadesindeki 'yardık'
fiili, &» (ferraknâ) kelimesiyle ifade edilmektedir. Demek ki, fark kavramı
hem denizin yanlışı, hem de yanlan suyun oluşturduğu su parçası için kullanılmaktadır.
50. ayette yer alan fark (yarmak) kelimesi ile 53. ayette yer alan furkan
kavramının aynı kökten olması hasebiyle şöyle bir açıklama yapabiliriz: Allah,
denizi yararak Hz. Musa'yı karşı yakaya geçirip kurtardı.
Furkan sıfatına sahip olan Tevrat ve Kur'an da bâtıl, yanlış, kötü ve
çirkinlik denizini yararak insanları ilahî yakaya geçirip kurtuluşlarını temin
etmişlerdir.
O gün, Firavun'un askerleri, yarılmış denize girince boğulmuşlardı.
Günümüzde ise, sapık düşüncelerin, yanlışların ve çirkinliklerin oluşturduğu
denize dalanların da, manen aynı âkibete uğrayacaklarını düşünebiliriz.
Artık Hz. Musa'nın yerini, aklını kullanan ve Kur'an'ı bilen bilim
adamları alacaktır. Onun asasının yerini de, Kur'an, akıl ve bilgi alacaktır.
Artık Kur'an'ı tam anlamıyla bilen ilim adamları, bilgi ve akıllarından oluşan
o sihirli değnekle kötülüklere ve cehalet denizine vurmalıdırlar. Bir vurmaya
görsünler, o karanlıklar denizi parçalanacak ve insanlık ilahî yakaya geçmiş
olacaktır.
Bu nedenle, din adamları, akıl ve bilgileri ile, o cehalet denizine
vurabilecek seviyede yetiştirilmelidirler. Onlara, aklını kullanamayanların
cehalet denizinde Firavun gibi boğulacakları bilincinin kazandırılması, belki
de eğitimin en büyük başarısı olacaktır.
(Umulur ki, doğru yolu bulursunuz). [Bakara/53]
Kitap ve furkan, insanları doğru yola götürmek için gönderilmiştir.
Kitabın içindeki ilahî bilgiler ve o bilgilerin insanda oluşturduğu ayır
edicilik (furkan), İsrailoğullan'm kölelik ruhundan ve Firavun'unun esaretinden
kurtulmalarım ve hürriyetin yollarında kendi başlarına yürüyebilmelerini temin
etti.
Cehalet denizine Musa'nın asası gibi inen insan beyni, Allah tarafından
öylesine ödüllendirilecektir ki, cehalet denizinde ona nurlu yollar açacaktır.
Allah, bu ihtimalle, yani insanların doğru yolu bulma ümidiyle onların
yollarını açmıştır ve açmaktadır. İnsanın davranışı hakkında konuşurken, kesin
olmamak gerekiyor. Çünkü insan psikolojisi değişkendir. Bunun için Allah,
hidayet (yolunu bulma) kavramının başına (lealle=umuhxr ki) kelimesini
getirmiştir. Öyleyse insanın doğru yolu bulması hususunda kesinlik değil,
ihtimal söz konusudur.
Bakara/53'den önemli din eğitimi ilkeleri çıkarabiliriz: Hz. Musa kendi
fikirleriyle insanları hidayete, yani doğru yola çağırmamıştır. Bu görevi,
ilah-iap sayesinde yapmaya gayret ederek, onlara rehberlik etmiştir. Din
adam-tî da, kendi kişisel fikirleriyle insanları doğruya iletemezler. Kur'an'a
vâkıf malıdırlar.
[31]
54. Musa, kavmine 'Ey kavmim, buzağıyı tanrı edinmekle kendinize
zulmettiniz. Hemen yaradanınıza tevbe edin ve kendinizi ıslah edin. Böyle
yapmanız sizin için hayırlıdır' demişti. Allah da tevbelerinizi kabul etti.
Çünkü O, tevbe-leri kabul eden ve merhamet sahibidir.
Bakara/51 'de şirkin ne olduğunu açıklamış ve onun en büyük zulüm oldu-zu
konusunu ele almış, buzağıyı tanrı edinmekle İsrailoğullan'nın zulmettiklerine
değinmiş; fakat kime zulmettiklerini belirtmemiştik. İşte 54. ayette bunun
cevabı verilmekte, buzağıyı tanrı edinmekle kendilerine zulmettikleri
söylenmektedir.
Demek ki şirkin zararı Allah'a değil; şirk koşanadır. (Kendinize
zulmettiniz ibaresini, "Kendinize yazık ettiniz" şeklinde ifade
etmemiz mümkündür. İnsan doğasının inanma ihtiyacına, doğru ve âdil bir çözüm
getirememesi, kişinin kendine zulmü sayılacağından, bu zulmün ağır tahribatı
ia yine kişinin kendi iç dünyasına olacaktır.
İnsanın kendi kendine zarar vermesi kadar akıl dışı bir hareket var
mıdır? Hz. Musa sebep-sonuç arasında bir bağlantı kurarak, şirkin doğurduğu
neticeyi gündeme getirmektedir:
(Yaradanınıza tevbe edin). [Bakara/54]
(bari), yaratan manasına gelmektedir. (berî) ise temizlemek, hür olmak
demektir. İki kelimeyi bir araya getirince, yani manalarını birleştirince,
yaratana (insanı temizleyip serbest bırakacak olan Allah'a) tevbe edin anlamını
ifade eder. İnsan tevbe ettiğinde, Allah onu günahlarından temizlediği için,
sizi günahlardan temizleyecek olan Allah'a yönelin, demektir.
Tevbe kavramını Bakara/37'de açıklamıştık. Burada dikkati çekeceğimiz
nokta şudur: Tevbe kelimesi, (ilâ) harf-i cerri ile kullanıldığında, 'yönelmek'
manasına gelir. Öyleyse Hz. Musa, onlardan şirki, yani buzağıyı tanrı edinmeyi
bırakıp Allah'a yönelmelerini istemektedir. Tevbenin, af dilemek ve istiğfar
etmekten farkı da zaten budur. Af ve istiğfar bir dilektir; tevbe ise bir
yöneliştir. Tevbe, bir değişimi gerçekleştirme eylemidir. Af ve istiğfar olayında
kul kendisi bir değişim oluşturamaz; değişimi bizzat Allah yapmaktadır; ama
tevbede değişim eylemini kul kendisi başlatmaktadır.
Şirkteki insanın yalnızca istiğfar etmesi veya af dilemesi yeterli
değildir. Çünkü şirk, affedilmeyen yegane inanış biçimidir. Şirkten sonra
yapılacak tek şey tevbedir; yani şirk yolunu bırakıp, Allah'a yönelmektir.
[32]
(Kendinizi öldürünüz).[33]
Bu emri iyi anlayabilmek için, ayetteki (katl) kelimesinin anlamını bilmek
gerekir. Kati, yumuşaması için içkiye su katmak, şiddetini kesmek, elemini
azaltmak, aşağı ve zelil kılmak; bilgi ile bir araya gelince, bir şeyi gereği
gibi tanıyıp bilmek, lanetlemek, savaşmak, bir işi kolay olan yolla yapmak,
bir işe gayretli olmak manalarına gelmektedir.
Şimdi bu manalardan hangilerinin Kur'an'da geçtiğine bakabiliriz:
[34]
(Fitne tamamen ortadan kalkıncaya kadar ve din de sadece Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın). [Bakara/192]
Tefsirini yaptığımız Bakara/54'deki (faqtulû enfusekum=nefıslerinizi
katledin) fadesine, "Nefsinizle mücadele edin, savaşın" diye mana
verebiliriz. Çünkü Kur'an'ın pek çok ayetinde kati kelimesi, savaşmak anlamında
kullanılmıştır.
[35]
(Allah onlara lanet etsin). [Münâfîkûn/4]
Demek ki kati kelimesi, katletmek, lanet etmek gibi bedduaları ifade
için de kullanılmaktadır.
Kahrolası nasıl takdir etti (ölçüp biçti). [Müddessir/19]
Bu manada alınınca, Bakara süresindeki emre şöyle mana verebiliriz:
"Nefsinizi lanetleyin/kınayın".[36]
Birbirinizi öldürmeyin). [Nisa/29]
Bu ayette Allah, İsrailoğullan'na birbirlerinin kanını akıtmamalarını
emrederken, Hz. Musa'nın, "Birbirinizi öldürün" demesi mümkün mü? Her
iki ayetteki kati kelimesine de aynı manayı vermek mümkün değildir. 54.
ayettekine, "Nefsinizle savaşınız, onu kınayın" manasını verirken,
84. ayet-tekine "Öldürmeyiniz" manasını vermek gerekir.
Savaşırken düşman tarafındaki insanları öldürmek, düşman ordusunun
gücünü kırmaktadır. Kati kavramı alkollü içki ile birlikte kullanınca,
"sert olan içkiyi hafifletmek ve onun sertliğini gidermek" için su
katmak anlamına gelir. Bu manada alınca, Bakara/54 ayetine, nefsinizin
sertliğini, katılığını giderin, anlamını vermemiz gerekiyor. Su, içkinin
sertliğini giderdiği gibi, tevbe de nefsin sertliğini giderecektir. Onun için
Hz. Musa, "Tevbe edin de nefsinizin sertliğini ve katılığını giderin"
demek istemiştir.
[37]
(kati) kelimesini, elemini azaltmak manasına alırsak, o zaman da şirk
batağında elem çeken ruhunuzun elemini dindirin manasını verebiliriz. Şirk
içinde yüzenlerin ruhu, elem ve ıztırap çekmektedir. Tevbe edip şirki
terke-dince, bu elem azalmakta, yerini mutluluğa bırakmaktadır.
[38]
(katl) kelimesini "zelil kılmak" anlamına alırsak, o zaman da
Bakara/54'deki (faqtulû enfusekum) ifadesine, Nefislerinizi zelil kılın manasım
verebiliriz. Tevbe, nefsin isteklerini bırakıp Allah'a yönelmek olduğuna göre,
tevbe eden insan da, nefsini zelil kılmış demektir. Nefsinin yularını eline
geçiren insan, onu istediği yöne çekip götürebilir. Ama kendi iradesinin
yularını nefsinin eline veren insanı da, nefsi, istediği yere çekip
götürebilir. Tevbe eden insan, nefsinin yularını eline alan ve onu zelil kılıp,
istediğini ona yaptıran insan demektir.
[39]
Bilgi ile beraber kullanılan (katl) kelimesi, bir şeyi gereği gibi
tanıyıp bilmek manasına gelmektedir. Cehaletin karanlığını katledip ortadan
kaldırmak anlamında nefsi tanımayı ifade etmektedir. (faqtulû enfu-sekum)
ibaresine Nefislerinizi gereği gibi tanıyın anlamı verilebileceği gibi, insanın
ruhundaki cehalet örtüsünü yırtarak kendine yönelip kendisini tanımasına da bu
mana verilebilir.
Hz. Musa, insanın şirk denen zulümden ancak eğitim vasıtasıyla kurtulabileceğini
ve bu eğitimin dinamiklerinin neler olduğunu Bakara/54'de vererek, tevbeyi
insanın manevî yapısında köklü değişimin dinamiği olarak takdim etmektedir.
Allah'a yöneliş gibi önemli bir eylemin adı olan tevbe, insanın kendi nefsi
ile savaşmayı, onu kınamayı, onun sertliğini gidermeyi, elemini azaltmayı, onu
zelil kılmayı ve iyice tanıyıp anlamayı da temin etmektedir. Böylece Hz. Musa,
yanlış davranışların kökeninde insan nefsinin bulunduğunu, eğitilmediği
takdirde, nefsin davranışlarının düzelmeyeceğini bir ilke olarak koymaktadır.
Diğer taraftan, eğitimin hem konusunu ve hem de amacını belirlemektedir. Madem
ki problemler insan nefsinden kaynaklanmaktadır, öyleyse eğitim, önce insanın
nefsinden başlamalıdır.
Şirke saparak kendine zulmeden insan o zulümden kendi nefsini bu yanlış
hareketinden dolayı kınayıp, o zulüm çemberini kırarak kurtulacaktır. Şirk
eylemini oluşturan insan, yine ondan dönerek ve onunla mücadele ederek
sıyrılacaktır.
Problemi çıkaran, çözümünü de üretecektir. Ama eğitimci ona, çözüm
yollarını gösterecektir. İşte Hz. Musa, bu çözüm yollarını, değişim denen tevbe
yolunu, nefsini tanıma, kınama ve mücadele etme metodunu göstermektedir.
[40]
(Böyle yapmanız, yaratıcınız katında daha iyidir). [Bakara/54]
(hayrun) kelimesi, daha iyi, daha değerli manasını ifade etmektedir.
Yapılan amelin Allah katında değerlendirildiğini ifade eden ayetin bu kısmı,
insanları en iyi olanı üretmeye teşvik etmektedir.
Hz. Musa, İsrailoğullan'na emrettiği tevbe ve nefis ile mücadele eylemini
kendisinin değil, Allah'ın değerlendireceğini ifade etmektedir. Demek ki
peygamber bile, dinî içerikli amelleri değerlendirme yetkisine sahip değildir.
Peygamber, sadece üretilen davranışların Allah katında ne ifade edeceğini
söyleyebilir.
Eğitimciler insanları daha iyi olanı üretmek için eğitmelidirler. Çünkü
kalite, daha iyi olandadır. 'Amelin daha iyi olanı hangisidir?' sorusunun cevabı,
insanlar için izafîdir; ama ayet ilahî bakışla bunun belirleneceğini söylemektedir.
Daha iyi olan amel, yani kaliteyi yakalayan eylem, kaliteli olduğunu diğer
eylemlerle isbatlayacaktır. Mesela Bakara/54'de, daha iyi ameller olarak,
şirkten dönüş (tevbe) ve nefisle mücadele gösterilmektedir. Ayetin devamında bu
amellerin, ilahî sıfatlan harekete geçirdiği ifade edilmektedir:
(Allah tevbenizi kabul buyurur,
çünkü O, tevbele-ri kabul eden ve merhamet edendir). [Bakara/54]
İnsanların yukarıda zikredilen amelleri, Allah'ın (tevvab) ve (rahim) sıfatlarını harekete
geçirdikleri için, onların kaliteli davranışlar oldukları isbat edilmiş
olmaktadır. Peygamber kendi beğenisinin değil, ilahî beğeninin önemli olduğunu
söylüyor. Allah, kulunun kendisine dönmesini istiyor. Kendi nefsine dönen, onu
tanıyan, onu kınayan ve onunla mücadele eden insanı, Allah da kabul etmekte ve
ona merhamet etmektedir.
Allah'ın (tevvab) ve (rahim) sıfatlan, bu ayette, yanlış yerde olanlar
için dahi, bir çıkış kapısı olduğunu bildirmektedir. Önemli olan, kulun kökten
değişim gösterip, değerli ameller üretmesidir. O değişim ve ameller, Allah'a
giden yolda bir çıkış kapısmı gösterecek ve onun açılmasına sebep olacaktır.
Böylece insan başkasının aracılığı ile değil, kendi amelleriyle Allah'ın
kabulüne açılan kapıyı bulacak ve o yolda yücelecektir. Eğitimci, bu amellerin
neler olduğunun bilgisini vermeli ve o amellerin oluşması için gerekli ortamı
hazırlamalıdır.
[41]
55. Ve o zamanı da hatırlayın
ki, siz 'Ey Musa! Allah'ı apaçık görünceye kadar sana asla iman etmeyeceğiz!'
demiştiniz de, göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.
"Göster bana Allah'ı, inanayım" sözü, ateistlerin (tanrı
tanımazların) ikide bir dillerine doladıkları yanlış bir isteği ifade
etmektedir. Hz. Musa'dan da böyle bir istekte bulunulmuştu. Bu demektir ki,
insanlar teknolojik bakımdan çok gelişmiş çağlarda yaşamalarına rağmen, inanç
bakımından bir arpa boyu ileri gidememişlerdir. Hz. Musa'dan bu zamana kadar,
insan beyni, madde ötesine geçememe tembelliğini üzerinden atamamıştır.
Aslında Allah'ı açıkça görmek, dünyada olmayacak işlerdendir. Olmayacak
bir istekte bulunmak da, azabın en önemli nedenlerden biridir:
(Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar.
Onlar, Musa'dan bunun daha büyüğünü istediler: 'Bize Allah'ı apaçık göster'
dediler. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı). [Nisa/153]
Bu ayet, gökten kitap indirme isteğinden daha büyüğünün, Allah'ı apaçık
şekilde görme isteği olduğunu vurgulamaktadır.
Aslmda İsrailoğullan, inanmak istemediklerinden dolayı işi yokuşa
sürüyorlardı. İsrailoğullan burada bir model olarak seçilmiş ve Allah'ı görmek
suretiyle iman edeceğini söyleyenlerin psikolojilerinin katılığı anlatılmak
istenmiştir. (Bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı).
Aynı olayla ilgili olarak Nisa/l53'de, Zulümleri sebebiyle hemen onları
yıldırım çarptı Duyurulmaktadır. Böylece, Allah'ı açıktan görme isteğinin bir
zulüm olduğu, bu ayetle ortaya çıkmaktadır. Allah'ı açıkça görme isteği zulmü;
zulüm de azabı beraberinde getirmektedir.
Allah, Tûr dağında Musa ile konuşunca, Musa Allah'ı görme isteğini beyan
etti. Bunun üzerine Allah ona şöyle dedi:
"Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. eğer o yerinde
durabilirse, sen beni göreceksin" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince,
onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: "Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim".
[A'râf/143]
Hz. Musa'nın itirafından şunu anlıyoruz: Allah'ı görmek istemek, O'nu
noksan sıfatlarla vasıflandırmaktır. Bu istek, tevbeyi gerektiren bir günahtır.
Bundan dolayı imanı tazelemek gerekir. Hz. Musa bu eylemlerin üçünü de yerine
getirmiştir. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ile tevbe etmiş ve inananların
ilki olduğunu ifade etmiştir.
Bakara/55, A'râf/143 ve Nisa/153 ayetleri bize bilme ve inanma adına insanoğlunun
altından kalkamayacağı isteklerde bulunmamayı, Allah konusunda, görme alanı
ile iman alanını ayırmayı öğretmektedir. Gözlem, insanın imanını doyum
noktasına ulaştırır; ama bu gözlemin Allah dışındaki konularda sözkonusu
olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Allah Teala, aşağıdaki ayetle, sual sormanın ve bir istekte bulunmanın
edebini de öğretmektedir:
(Ey iman edenler! Açıklandığında kötülüğünüze olacak olan şeyleri
sormayın. Eğer Kur'an indirilirken onları sorarsanız, size açıklayacaktır).
[Maide/101]
Demek ki, soru sormanın da bir adabı vardır. Uygun ortamı, konuyu, zamanı
ve zemini gözlemek, bu adabın olmazsa olmaz şartım teşkil etmektedir.
İşte İsrailoğullan ve Hz. Musa'nın istekleri, olabilirlik ve beynin
kavraması açısından normal değildi. Normal olmayan bu istekler,
İsrailoğullan'na azabı, Hz. Musa'ya da bayılmayı getirdi.
Diğer taraftan bu olay, olgunlaşmamış ve ufuk kazanmamış beyinlerin
iman etmekte ne kadar zorlandıklarını göstermektedir. Ufuksuz beyin, imana kapalı
bir gönül meydana getirir. Peygambere iman etmeyi, Allah'ı görmeye bağlayan
toplumlar, azabı hak ettikleri için, Allah onları yıldırımla cezalandırdı.
Özetle, Allah'ı görme isteğinin psikolojik analizi, ayette şöyle
yapılmaktadır:
(Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: 'Bize ya melekler indirilmeli ya da
Rabbimizi görmeliydik' dediler. Andolsun ki onlar, kendi içlerinde kibre kapılmışlar
ve azgınlıkta oldukça ileri gitmişlerdi). [Furkan/21]
Allah'a kavuşacağına inanmayanlar, kibre sapanlar ve azgınlık edenlerin
böyle bir istekte bulunacağını söyleyen Allah, onların nasıl bir psikolojiye ve
hangi noksanlıklara sahip olduklarının analizini yapmıştır.
[42]
56. Şükredersiniz diye, sizi
ölümünüzün ardından dirilttik.
Ayette, insanın öldükten sonra yeniden dirilmesinden bahsedilmekte ve
bunun da şükretmek için olduğu ifade edilmektedir. Ölen bir kişinin veya grubun
yeniden diriltilmesi ne anlama gelmektedir?
Öncelikle şunu belirtelim ki: Bu yeniden diriltilme, bir ruhun başka
bir bedene girip bu dünyaya gelişi değildir. Ölen insanların, aynı ruh ve aynı
bedenle, yani kendi ruh ve bedenleriyle tekrar bu dünyada dirilmesi olayıdır.
Bu konuda daha önce [Bakara/28] geniş bilgi vermiştik. Burada, yeniden
di-riltilmenin şükre nasıl sebep olduğu üzerinde duracağız.
Allah'ı görmek istedikleri için kendilerini yıldırım çarpanlar arasında
Hz. Musa var mıydı? Çünkü Hz. Musa da Allah'ı görmek için dua etmişti.
Kur'an'da Hz. Musa'nın bayıldığı ve sonra ayıldığı ifade edilirken, Allah'ı
açıkça görmedikçe Musa'ya inanmayacaklarını söyleyenlerin yıldırım çarpma
neticesinde öldükleri ve sonra diriltildikleri ifade edilmektedir. Bayılma ile
ölüm, ayılma ile dirilme kavramları arasındaki fark bu sorunun cevabını
belirlemektedir.
Bakara/55-56 ayetlerinin bize vereceği önemli eğitim kuralı nedir?
Şükür, yani kabullenmek ve nimetin kıymetini bilmek gibi önemli erdemleri insanlara
kazandırmak için, yaratılış olgusunun insanlara anlatılması gerekir. İnsan,
şükür ile küfür, yani inanma ile inkar, nankörlükle minnettarlık arasında bir
tercih yapmakla karşı karşıyadır ve bu hususta serbest iradeye sahiptir:
(Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükreder (inanır),
ister inkar eder). [İnsan/3]
Demek ki şükür, insan hayatının önemli bir dönüm noktası ve değişim alanını
teşkil etmektedir.
Bu değişimi meydana getirebilmek için eğitimciler büyük sabır ve tahammül
göstermelidirler. Allah bu yüzden, şükretmenin, varlıkla yokluğun farkı kadar
önemli bir faaliyet ve değişim alanı olduğunu hatırlatmaktadır.
Bu gerçeklerden çıkaracağımız diğer bir önemli husus da, Allah'ı görmek
istemek ve ancak gördükten sonra Ona inanacağını söylemek, tabiat kanunlarının
bile harekete geçmesine neden olmakta, yıldırım şeklinde bunu söyleyenlerin
üzerine inmektedir. Demek ki menfî inançlara tabiat bile tahammül
edememektedir. İnsanların yanlış inançları ve bu inançların neticesi olan
davranışlar, toplum hayatını da cehenneme çevirmektedir.
(Eğer Hak onların kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile
onlarda bulunanlar bozulup giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik;
fakat onlar şereflerine sırt çevirdiler). [Mü'minûn/71]
Hak, İsrailoğullan'nın o kötü isteklerine uymadı: yaptıklarının zararı
yine kendilerine dokundu. Eğer hak onların nevalarına uysaydı bütün kainat yok
olacaktı. İnsan nefsinin gücü kainatı tahrip edecek güçtedir. Kötü arzular da,
toplumları mahvedebilir. İşte bu olguyu insana anlatmak ve bu gerçeği
göstermek, ilahî bir eğitimtir.
[43]
57. Ve sizi bulutla gölgeledik,
size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik ve 'Verdiğimiz iyi nimetlerden
yiyiniz' dedik. Hakikatte onlar bize değil, sadece kendilerine kötülük ettiler.
İsrailoğulları'nı hakikate, doğruya, güzele, iyiye ve imana davet için
Allah iki uyarıcı kullanmıştır.
a)
Bulutla gölgelemek,
b) Onlan kudret helvası ve
bıldırcın ile beslemek.
Çölde bulut, bıldırcın ve kudret helvası, dünyevî nimetlerin en
önemlile-rindendir.
Ele aldığımız ayette geçmemesine rağmen A'râf/160'da gölge, helva ve
bıldırcından önce su verildiği de beyan edilmektedir:
Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya asanı taşa vur, diye vahyettik.
Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra
üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti
indirdik. Onlara, size verdiğimiz nimetlerin temizlerinden yiyin, dedik. Ama
onlar, bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
Bu ayettekiyle birlikte nimetlerin sayısının dörde çıktığı
anlaşılmaktadır: Su, bulut, helva ve bıldırcın. Bu nimetler mideden geçerken,
gönülde birtakım ısınmalar meydana getirmeliydi. Tevbe/60'da zekatın
insanların gönüllerini ısındıracağı gerçeği ifade edilirken, (Gönülleri
İslâm'a ısındırılacak olanlara) buyurulmaktadır. İnsanın insana yaptığı maddî
yardım ile insanın gönlünde bir ısınma meydana geliyor da, Allah verince bu
sıcaklık meydana gelmez mi? Bulunması mümkün olmayan bir ortamda bu nimetlere
kavuşmak, bu ısınmayı daha da arttırmalıdır. Bende var olan bir şeyi bana
vermen, beni fazla etkilemeyecektir; ama bende olmayan, olması da mümkün olmayan
bir şeyi, bana beklenmedik bir an ve yerde vermiş olman, elbette ki beni
derinden etkileyecektir. İşte Allah, İsrailoğullan'na bu nimetleri vermekle,
aynı etkiyi sağlamak ve gönüllerinde manevî bir değişim oluşturmak istemiştir.
Çölde yaşayan insanlara yapılacak iki büyük iyiliği zikreden ayet,
fizikî şartlar ile, psikolojik (manevî) oluşumlar arasında bir bağlantı
kurmaktadır. Maddî nimetler vasıtasıyla manevî ürünler almak, önemli bir metot
olarak takdîm edilmektedir. İnsanlar maddî menfaatler peşinde koşarlar ve o menfaatlere
tutkulu bir hale gelebilirler. O zaman onların bu maddî ihtiyaçlarını temin
ederek gönüllerini manevî davranışlara ısındırmamız mümkün olabilir. Modern
psikolojide buna şartlı öğrenme diyoruz.
Güneş altında kıvranan, susuzluktan yanan ve açlıktan kavrulan
insanlara bilgi vermek, uyanda bulunmak ve onları imana davet etmek, sonuçsuz
kalacak eylemlerdir. O nedenle Allah, önce onların bu kötü durumlarını ve ihtiyaçlarını
giderdi ve sonra onlardan yapmaları gerekeni istedi.
Sonuçta, İsrailoğullan'ndan beklenen değişim meydana gelmedi ve nimetlere
karşı nankörlük ettiler. Verilen nimetin etkisi, karşılığında yapılacak olan
şükür ve gönülde meydana getireceği sıcaklık denen değişimdir. Yüce Allah,
bunların olmayışını zulüm kavramı ile ifadelendirmektedir. (Bize
zulmetmediler) ifadesiyle, verilen nimetin karşılık bulmamasının, nimeti verene
bir zarar vermeyeceğine işaret edilmektedir.
(Fakat kendilerine zulmediyorlar).
İnsanlar, verilen nimetin karşılığını kendi iç dünyalarında görmeyince,
yani Allah'ın onlardan beklediği manevî değişim meydana gelmeyince, onlar
gerekeni yapmayınca, kendi kendilerine zulmetmiş oldular. Beynin ve gönlün de
hakkı vardır. Bu hakkı vermeyince, ona zulmetmiş oluruz. Allah'ın istediği
değişim meydana gelmeyince, insan kendi beyin ve gönlünün hakkını çiğnemiş
olacağından kendisine zulmetmiş sayılacaktır.
(Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz).
[Bakara/57]
Ayetin bu kısmında iki önemli mesaj verilmektedir:
[44]
Yenecek şeyin temiz olmasının anlamı, haram pisliğinden arınmış olması
demektir. İnsan, yediği nimette başkasının hakkı olup olmadığına ve helâl
kazanılıp kazanılmadığına dikkat etmelidir. Çünkü haram lokmada başkasının
hakkı varsa, o zaman hak yemek zulüm olur.
Ayette geçen tayyib (temiz) kavramı, helal manasına gelir. Temiz,
güzel, arınmış şey, aynı zamanda helal demektir. Haram lokma, içinde böcek ya
da yabancı maddeler bulunan bir yemeği andırır. İnsanın midesi onu asla kaldırmaz.
Haram lokmayı da, insanın doğası hoş görmez.
[45]
Allah'ın Kur'an'da defalarca ele aldığı en önemli konulardan biri,
rızkı kendisinin verdiği ve dağıttığı meselesidir. Kul, rızkın Allah'tan
geldiğine dair bir imana ve bilince sahip olmalıdır. İnsanoğlu, Allah'ın
kendisine verdiği rızkı, kendi müdâhalesi ile kirletmemeli ve onu haram
yapmamalıdır.
Allah'ın verdiği rızkın temizinden yemek, bir emirdir. Bu emir, bütün
peygamberlere verilen kutsal kitaplarda yer almaktadır. Zaten ilk yasak Hz.
Âdem'e yemek konusunda gelmiştir. Dolayısıyla insan nesline Allah'a şirk
koşmaktan sonra yasaklanan ilk şey, beslenme konusunda olmuştur. Haram yiyecek,
vücudun maddî yapısı ile manevî yapısı arasındaki dengeyi bozmaktadır. Zamanla
bu dengesizlik, insanın davranışlarına sıçrayarak, insanlar arası ilişkileri
bozmaktadır. Haram lokma, sadece insanın midesinde kalmamakta, manevî ve
sosyal dengeleri de altüst etmektedir.
Psikolojik, sosyolojik ve ekonomik dengeleri altüst eden haram lokma,
bu yönüyle zulmün kapsamına girmektedir; çünkü zulüm, karanlık iştir. Haram
lokma da insanın iç alemindeki ışığı söndürmekte, toplumsal aydınlığı
karartmakta ve ekonomik yapıyı karanlığa terketmektedir. Haram lokmanın olduğu
yerde, manevî ışık, davranışlarda denge ve toplumda düzen olmaz. Haram lokma,
bütün bu erdemleri alıp götürdüğü için Allah ona zulüm demiştir.
[46]
58. İsrailoğulları'na, bu
kasabaya girin, orada bulunanlardan bol bol yiyin, kapısından secde ederek
girin. Hıtta deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü biz, iyi davrananlara
fazlasıyla vereceğiz.
Çölde göçebe halinde yaşayan İsrailoğulları'na bir vatan gerekiyordu.
Bağımsız bir toprağı olmayan toplumlar, sürü olmaktan kurtulamazlar. Toplumlar
hürriyetlerini, belli bir toprak üzerine kuracakları devlet ve müesseseleriyle
yaşar, hisseder ve tadarlar.
Göçebe şeklinde yaşayan toplumlar, ne medeniyet ne de derinlemesine bir
şükür oluşturabilirler. Bunun içindir ki Allah, İsrailoğullan'na bir vatan tenin
etmek için -ele aldığımız ayette- Şu kasabaya girin buyurmuştur:
(Ey kavmim! Allah'ın size
yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş
olursunuz). [Maide/21]
Kölelikten yeni kurtulmuş bir toplumun medeniyet kurması ve bir kültür
oluşturması çok zordur. Bu durumda olan bir toplum, medenî olan ve bir kültür
oluşturmuş bulunan bir topluma girip onlarla karışmakla, yerleşik hayata alışacak,
medenî davranış kalıplarını öğrenecek ve bir kültür yapısını tanımış olacaktır.
Daima emredileni yapan insan, kendi başına bir iş üretemez ve inisiyatifini
kullanamaz. Yüce Allah, bu kasabayı "mukaddes yer" olarak tavsif
etmiştir.
Bu beldenin Beyt-i Makdis veya Şam'ın Eriha bölgesi olduğu söylenmektedir.[47]
Allah, mukaddes topraklan İsrailoğullan için vatan seçtiği halde,
İsrailo-ğullan ilk başta oraya girmek istemediler ve şöyle dediler:
(Onlar şöyle dediler: "Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar
oradan çıkmadıkça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de
gireriz"). [Maide/22]
(Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi
şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin, oraya bir girdiniz mi artık siz
zaferi kazanmışsmızdır. Eğer mü'minler iseniz, sadece Allah'a güvenin).
[Maide/23]
("Ey Musa! Onlar orada bulunduktan müddetçe biz oraya asla
girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturacağız"
dediler). [Maide/22-25]
İsrailoğulları'nın, belirli bir kültür oluşturmuş insanlann kendi
kendilerine çıkıp gitmelerini istemeleri yanlıştı. Terkedilmiş kültür müesseseleriyle
karşılaşan köle ruhlu insanlar, onları tahrip etmekten başka bir şey yapamazlar.
Allah, Musa vasıtasıyla onları, o yerleşik kültürle karşı karşıya getirerek bir
nevi öğrenmelerini temin etmek istemiştir. Diğer taraftan o şehir halkına galip
gelerek, kendi benliklerini ve kişiliklerini kazanmış olacaklardı. Daima mağlup
yaşamış ve eziklik içinde bulunmuş insanların kendilerine gelebilmeleri için
böyle bir mücadeleye ihtiyaçları vardı.
Demek ki, bir taraftan yerleşik kültürle tanışacak, diğer taraftan da
savaşın tecrübesini tadarak kölelik ruhunu üzerlerinden atmış olacaklardı. Korkaklık
psikolojisi içinde kültür ve medeniyet oluşturulamayacağı için, Allah onların o
kasabaya veya kutsal toprağa girmelerini istemiştir. Musa'nın teklifini yerine
getirmedikleri için Allah onları kırk sene çölde başıboş dolaşma cezasıyla
cezalandırdı. Onların bu korkaklık ve cesaretsizliklerini fâsıklık olarak
nitelendirdi. [Maide/26]
Bakara/56'da, önce kasabaya girme sonra dilediğinden yeme eylemi yer
almaktadır. Bu da, bir iş yapmadan yemek yenemeyeceğini ifade etmektedir.
Yemeği hak edecek bir iş üretmek gerektiğine işaret eden bu ayet, insanın daima
hazır olandan beslenemeyeceğini bildirmektedir. Onun için Allah, önce kasabaya
girmelerini ve sonra dilediklerinden yemelerini emretmektedir. İş ve başarı aşı
getirir.
(Secde ederek kapıdan giriniz).
Ayetteki secde kavramı, şehre girmenin şükrünü ifade ediyor olabileceği
gibi, şehrini halkına karşı tevazu göstermeye de işaret ediyor olabilir.[48]
Diğer taraftan bu ayet, bir şehrin kapısmdan girmek ve o memleketi fethetmek
kadar önemli bir işi becerecek olan insanların, riayet etmesi gereken adabı
göstermektedir. Medenî olmanın adabını öğreten bu secde kavramı, mütevazi
olmanın önemini de vurgulamaktadır. Bir şehri fetheden insanlar, o şehrin
yerleşik olan halkına karşı kaba davranmamalı, onlara karşı nazik ve kibar
olmalıdırlar. Tevazu, kılıçla fethedilen bir ülkenin insanlarının gönlünün
nasıl fethedileceğine cevaptır. Çünkü önemli olan, gönülleri fethetmektir.
Tevazu, nezaket, kibarlık gibi ahlâkî değerler, fethedilen ülkenin oluşturulacak kültürünün mayasını teşkil edecektir. Ayrıca, dışardan şehrin içine taşınacak en önemli değerlerin neler olduğunu da gündeme getirmektedir. Girilen kapıdan bir daha gerisingeri çıkmamak için, yerleşik halka nazik davranmak gerekiyor. Çünkü önemli olan, oranın halkı ile düşmanca yaşamak değil, kaynaşmaktır. Secde (tevazu), bu sosyal kaynaşmanın mayası olacaktır.
(Hıtta deyiniz).
Alimler hıtta'nın ne olduğunu çokça tartışmışlardır. Biz bu
tartışmalara girmeden, önemli olanını tercih edip, izahımıza devam edeceğiz. Bu
kavram, tevbe etmekle ilgili bir ifadedir. Çünkü ayetin devamında Günahlarınızı
affedelim ifadesi yer almaktadır. Demek ki hıtta, 'kusurluyuz', başka bir
ifadeyle "Kusurluyuz, bizi affet" manasını ifade etmektedir. Böylece
Allah kusurunu itiraf edenleri affedeceğini ilan etmektedir. Ayetin sonunda
muh-sinlerin mükafaatmın arttırılacağı beyan edilmektedir. Muhsin'in bütün
manalarını burada vermeyeceğiz; ama ayetin içeriğinde muhsiri'm ne olduğu zaten
açıklanmakta ve şu anlamları ifade etmektedir:
1. İş yaparak aş bulan,
pısırıklığı üzerinden atan;
2. Fethettiği ülke halkına
kibar davranan ve fethin şükrünü eda eden;
3. Hatâsını itiraf edip,
affolunmayı isteyen;
4. Ödülünü Allah'ın
arttıracağı kimseye muhsin sıfatı verilmektedir.
Bu davranışları yapan ve üreten insanların farklı bir şekilde
ödüllendirileceği meselesi, başka ayetlerde de açıklanmaktadır. Bu ayetlerden
biri de şöyledir:
(İyi davranış üretenlere daha iyi ve bir de fazlası vardır).
[Yunus/26]
Yaptığı işlerde kaliteyi yakalamaya ihsan diyoruz. Başka bir ifadeyle
işin mükemmelini üreten insan, muhsin'dir. Bu derece verimli olan bir insanın
ödülünü, Allah'ın fazlasıyla vereceği ayette ilan edilmektedir.
Allah, insanlara çok önemli bir kural öğretmektedir. Toplumsal hayatın
her kesiminde kaliteli iş üreten insanları farklı bir şekilde ödüllendirmek,
bir seçenek değil, bir sünnetullahtır. İnsanları en iyiye, en kaliteliye
götürecek faaliyetler, bu ödüllendirme sayesinde olacaktır.
[49]
59. Fakat zalimler, kendilerine
söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları
kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik.
Ayette geçen kavranılan şu şekilde sıralayabiliriz:
[50]
Değiştirmek manasına gelen tebdil kelimesinin, Kur'an'da farklı anlamlarda
kullanıldığına şahit oluyoruz. Şöyle ki:
[51]
Fahruddîn Râzî, Ebû Müslim'in bu manayı verdiğini,[52]
Fetih/15 ayetini de delil olarak zikrettiğini ifade etmektedir:
(Siz ganimetleri almak için gittiğinizde, seferden geri kalanlar,
'Bırakın biz de arkanızdan gelelim' diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözüne
muhalefet etmek isterler).
Bakara/59'daki tebdil (değişim) kavramına bu manayı verirsek, şöyle bir
anlam çıkar: "Fakat zalimler kendilerine söylenen sözlere muhalefet
ettiler". Ma-ide/22 ve 24 ayetlerine göre, bu mananın doğru olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü o ayetlerde, İsrailoğullan'mn Hz. Musa'ya muhalefet
ettikleri, şehre girmemek için direttikleri, bunun da cezalandırılmalarına
sebep olduğu ifade edilmektedir.
[53]
Bir kimsenin etkisi ile birinin veya bir grubun dinini değiştirmsi bu
kavram ile ifade edilmektedir:
(Firavun: Bırakın beni dedi, Musa'yı öldüreyim; Rabbine yalvarsın!
Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat
çıkaracağından korkuyorum). [Gâfir/26]
Ayette yer alan Dininizi değiştirmesinden ifadesi, bir dini bırakıp
diğerine geçişe işaret etmektedir. Bir şeyi bırakıp, yerine başkasını edinme
manasına gelmektedir.
[54]
(Her kim vasiyeti işittikten sonra, vasiyeti değiştirirse, günahı onu
değiştirenleredir. Şüphesiz Allah, bilir ve işitir). [Bakara/181]
Vasiyeti değiştirmek, yerine getirmemek için yapılan faaliyet demektir.
Vasiyetin değiştirilmesi, yazımında veya haklarda yapılan değişiklikler veya
şahitlerin yaptığı değişiklerdir.[55]
Bunların hepsini veya birini değiştiren adamın niyeti, olduğu gibi vasiyeti
yerine getirmemektir. Bu durumda anlam, yerine getirmemek gibi bir boyut
kazanmaktadır. Böylece değişim kelimesinin kullanıldığı alanlardan birinin de
vasiyet olduğu anlaşılmış oldu.
[56]
Kur'an'ın indiği dönemlerde kâfirler, Hz. Peygamber'den, arzularına
uyan başka bir Kur'an getirmesini veya Kur'an'ı değiştirmesini istediler. İlahî
vahyi değiştirmesini O'ndan isterken, kullandıkları kelime tebdil'dir.
Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman, öldükten sonra bize
kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir,'
dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olacak şey değildir).
[Yunus/15]
Ayetteki tebdil (değiştirme), Kur'an'ın tamamını atıp, yerine başka bir
kitap getirmek anlamına değil, içindeki hükümlerin isteklerine uyar hale getirilmesi
manasına geliyor. Kitap kaldığı halde, içindeki fikirlerin değiştirilmesi
anlamında, tebdil kelimesi kullanılmaktadır.
[57]
İnsanın içinde bulunduğu bir psikolojik durumdan diğerine (tam zıt
olanına) geçişini ifade için Allah, tebdil kavramını kullanmaktadır. Bu geçişi
birisi yapıyorsa, çevirmek, yerine diğerini temin etmek manalarını ifade
etmektedir:
(Onların korkularının yerine güven getireceğini vaadetti). [Nûr/55]
Tebdil kavramı burada, korkularını giderip, hallerini tam bir eminliğe
çevirmek manasına gelmektedir. Bu değişim olgusunda, insanın kendisi değişmeden,
içindeki duygularının birbirinin yerine geçmesi sözkonusudur. İnsanın iç
alemindeki değişim rüzgârlarının adına tebdil denmektedir. Bu psikolojik
değişimde korku ile güven arasında derin bir fark oluşmaktadır.
Ayetteki değişim faaliyeti, bir ferdin iç dünyasında cereyan eden bir
olayı değil, toplumsal bir korkunun güvene dönüşümünü ifade etmektedir.
[58]
Bir şeyi bir şeyle değiştirmek/takas etmek manasına gelmektedir.
Değersiz, haram veya kötü olan şeyi alıp, yerine değerli, iyi ve yararlı olanı
vermektir. j$\££h\jişît; (Temizi, pis olanla değişmeyin). [Nisa/2]
Yetimin malını kendi malına katıp yiyen bir insan, iyiyi verip kötüyü,
temizi verip murdar olanı alan durumuna düşmektedir.
[59]
(Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum
getirir). [Muhammed/38]
Siyasî erkin, bir toplumdan diğerine geçmesi, yani el değiştirmesi,
tebdil kelimesi ile beyan edilmektedir. Bu ayetteki değişim kavramı, yanlış
yapan toplumun yerine, başka bir toplumu getirip iktidarın ona verilmesini
ifade etmektedir:
(Eğer savaşa çıkmazsanız, sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır
ve yerinize sizden başka bir kavim getiririz). [Tevbe/39]
Muhammed/38 ayeti, ekonominin toplumsal dinamiğine dikkati çekerken,
Tevbe/39 ayeti de, cesaretin kaybolması ve tembellik sürecine dikkat çekmektedir.
Her iki sürecin de olumsuz olması, siyasî erkin oluşumuna etki edecektir. Demek
ki tebdil, siyasî erkin el değiştirmesi manasına da gelmektedir.
[60]
Allah'ın kelimelerini değiştirmek veya Allah'a muhalefet etmek, ayette
zulüm olarak takdim edilmektedir. Bir şeyi yerli yerinde kullanmamak veya itaat
edilmesi gereken yerde muhalefet etmek zulümdür. Ayette yer alan tebdili
(değişimi). istet-hükmü değiştirmek, isterse muhalefet etmek manasına alalım,
yapılan davranış karanlık bir faaliyettir. İsrailoğullan bu davranışı kendi
iradeleriyle yaptıklarından, azabı hak ettiler. İşte bu azabın adına Allah
ric: demektedir
Ricz ile rics'in manaları birbirine yakındır. Rics lügatte devenin
kükremesi, göğün şiddetli bir şekilde gürlemesi, bir şeyin pis olması, çirkin
iş işlemek, işi karışık olmak, binanın sarsılması, murdar, necis, pislik,
günah, azabı gerektiren iş, lanet, hışım, şeytanın vesvesesi, küfür ve
gazapmanalanna gelir. Kur'an'daki manalarına gelince:
[61]
Allah alkol, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oklarının kötülüğünü, haram-lığını
anlatırken, bu kavramı kullanarak şöyle buyuruyor:
(Ey iman edenler, alkol, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer
şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz). [Maide/90]
Kötü alışkanlıkların şeytanın işi olduğunu, ondan kaynaklandıklarını
ifade eden bu ayetten hemen sonraki ayet, bu şeytanî davranışların insanları
düşmanlığa sev-kettiğine dikkat çekmekte ve bunların pis işler olduğunu
belirtmektedir. Ferdî olan bu pislik, daha sonra topluma sıçrayarak düşmanlık
tohumlan ekmektedir.
[62]
Allah, aklını kullanmayanları murdarlıkla (pislikle)
vasıflandırmaktadır:
(Allah, akıllarını kullanmayanları murdar kılar). [Yunus/100]
Ayette pislik, aklını kullanmamak fiiliyle birlikte kullanıldığından,
maddî pisliği değil, manevî pisliği ifade etmektedir. Demek ki, aklı
kullanmamak, murdarlığa denktir. Besmelesiz kesilen hayvanın eti gibi, akimi
kullanmayanlar da murdadır.
[63]
Akıl, evrenin yaratılışı karşısında, iman etmeyi gerektirir. İman etmeyen
insanları Allah, aklını kullanmayan murdar kimseler olarak tanımlamaktadır:
Allah, inanmayanları böyle murdar kılmaktadır. [En'am/125]
[64]
Allah, vatanını, namusunu ve bağımsızlığını korumayanları rics (pis)
olarak vasıflandırmaktadır:
(Artık onlardan yüz çevirin, çünkü onlar murdardır). [Tevbe/95]
[65]
(Ey Peygamber ailesi! Allah sizden, sadece ricsi/pisliği gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor). [Ahzâb/33]
İnsandaki manevî pislikleri öncelikle gidermek gerekiyor ki, ona
kazandırılmasını istediğimiz şeyler, şahsiyetinde tutunabilsin, orada yer
etsin. Demek ki, ilahî eğitimin ana gayelerinden biri, insanlardan murdarlığı,
pisliği ve kötülüğü gidermek ve neticede onların ruhunu temizlemektir. Şahsiyetin
derinliklerinde pislikler kaldıkça, temizliğin gerçekleşmesi mümkün değildir.
[66]
Kur'an, iman edenlerin imanını, kalpleri bozuk olanların da
kalplerindeki imansızlık hastalığını artırır:
Herhangi bir sure indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin
hanginizin imanını artırdı? İman edenlere gelince, onların imanlarını artırır
ve onlar sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da
ricslerine, yani pisliklerine pislik katar ve onlar kâfir olarak ölürler.
[Tevbe/124-125]
Bu durumda rics, ilahî mesaja gösterilen tepkinin kalpte oluşturduğu
pisliktir.
[67]
Açıklamasını yaptığımız Bakara/59'da rics, Allah'a muhalefet edenlerin
üzerine gökten indirilen acı azap manasına gelmektedir. A'râf/71'de de aynı
anlamda kullanılmıştır.
Ele aldığımız ayette zulm'ün, fasıklık olarak nitelendirildiğini
görmekteyiz. Fasıklık da azabı gerektiren bir pisliktir. Demek ki rics (azab),
insanların yaptıklarından ötürü başlarına gelmekte; başka bir ifadeyle Allah,
kulun hakettiği şeyi ona vermektedir.
[68]
Fasığın kim olduğunu Bakara/26'da kısa da olsa açıklamış, Allah'a verdiği
sözde durmayan, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri kesen, bozgunculuk yapan
ve manevî olarak iflas edenlerin fasık olduğunu ifade etmiştik.
Hak yoldan çıkmak, günah işlemek, bir şeyi kabuğundan ayırmak, isyan
etmek, zina yapmak manalarına gelen fısk kavramının, yukarıdaki manaları
Bakara/27'de yer almaktadır. Şimdi diğer ayetlerde hangi manalarda kullanıldığını
ele alabiliriz:
[69]
Allah'ın emrinden çıkmak, O'na muhalefet etmek manasıyla, 'tebdil'
kelimesiyle örtüşmektedir. Bakara/59'daki tebdil kelimesine, muhalefet etmek
manasını verirsek, ayetin sonundaki fısk da aynı manayı ifade eder. Söyleneni
değiştiren, yani muhalefet eden kimseler, hem zulüm, hem de fısk
işlemişlerdir:
(Hani biz meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis hariç olmak
üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı
çıktı). [Kehf/50]
Ayetteki, (fefesaqa an emri rabbihi) ibaresi, "Rabbinin emrinden
çıktı, yani ona muhalefet etti" demektir.
[70]
Fısk kavramının bu manası daha çok siyasî alanı ilgilendirmektedir:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle
şımarmış elebaş-larına iyilikleri emrederiz, buna rağmen onlar orada
bozgunculuk, yani kötülük işlerler. Böylece o ülke, helaka layık olur, biz de
oranın altını-üstüne getiririz. [İsra/16]
Bir ülkenin ileri gelenleri, yani idarecileri, zenginleri ve
bürokratları şıma-np, topluma kötülükleri yayıp bozgunculuk yaparlar, ülkenin
manevî değerlerine karşı tavır koyar, halka karşı böbürlenerek zulme ve
sömürüye saparlarsa, fasıklık yapmış olurlar. İşte bu tür kötü davranışlar,
ülkeyi helake sürükler.
[71]
Şu ayette, fısk kavramı yoldan çıkmak manasında kullanılmıştır:
(İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra
sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz? İşte böylece
Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki, 'Onlar inanmazlar' sözü gerçekleşmiş
oldu). [Yunus/32-33]
[72]
Fasık, yalancı ve inkarcıdır. İnkar psikolojisine sahip olan bu insan,
bu sebeple cezalandırılacaktır:
(Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklıklanndan dolayı onlar azap
çekeceklerdir). [En'âm/49]
Doğru bilginin, hakikat ve güzelin peşini bırakıp, sahte bilgi ve
değerlerin peşinden koşanlar, fasık kavramının kapsamına girmektedirler.
[73]
İnsanlar arasındaki ilişkileri bozmak, insanların mutluluğunu kıskanıp
onlara iftira etmek gibi davranışlar, fasıklığın manasına dahildir. Asılsız
haberleri topluma yayanlara, namuslu kadınlara iftira edenlere Kar'an fasık
demektedir.
(Namuslu kadınlara zina
isnadında bulunup, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun ve artık
onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendisidirler).
[Nur/4]
(Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun
doğruluğunu araştırın). [Hucurât/6]
İftira eden fasık, güvenilir bir kimse olmadığından, getirdiği haberler
mutlaka araştırılmalıdır. Söz ve davranışlarıyla güvenilirliğini yitiren bu
insan tipinin her toplumda bulunacağı bir gerçektir.
[74]
Fasık insan, aynı zamanda münafıktır. Başka bir ifadeyle, çifte
standartlı, söylediğini kalbinin desteklemediği ve şahsiyet dağınıklığına sahip
olan insandır. Şahsiyet parçalanmasına uğramış olan bu insanlar, yaldızlı
sözlerle insanları kandırabilecek bir özelliğe de sahiptirler:
(Nasıl olabilir ki, onlar size galip gelselerdi, sizin hakınızda ne
ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar,
halbuki kalpleri karşı çıkıyor. Onların çoğu fasıktırlar). [Tevbe/8]
Ayette fasığm iki önemli özelliği bir arada sayılmaktadır. Kendileri
üstün olduğu zaman, antlaşma, söz ve hukuk tanımadan karşısındakine muamele
eder; zayıf düştükleri zaman yaldızlı sözlerle kalplerinin tasdik etmediği
şeyi, karşısındakilere kabul ettirmeye çalışırlar. Onun için Maide/47'de, hukuk
dışı hüküm verenlerin fasık olarak nitelendirildiğine şahit oluyoruz. Demek ki
fasık, hak-hukuk tanımayan kişidir.
[75]
Fasıklığın münafıklıkla müşterek olan diğer bir özelliği de, Allah'ı ve
kendisini unutmasıdır. Allah da bu tip insanları unutur, kendisini kendisine
unutturur:
(Onlar Allah'ı unuturlar, Allah da onları unutur. Çünü münafıklar
fasıklann ta kendileridr). [Tevbe/67]
(Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayın. Onlar fasıklardır). [Haşr/19]
Allah'ı unutan, Allah'ın unuttuğu ve kendisini de kendine unutturduğu
insan, hem münafık ve hem de fâsık damgasını yemektedir. Yaradanım unutan,
kendisine yönelip kendinin ne olduğunun farkında olmayan, kendisini hissetmeyen
ve kendisini tenkit edemeyen insanlar, fasık olarak nitendirilmektedirler.
Allah iman edenlerden, böyle bir unutmanın ve unutturulmanm içinde olmamalarını
istemekte ve bunun ne kadar kötü bir şey olduğunun öğretimini yapmaktadır.
Demek ki eğitim, insana Allah'ı ve kendisini hatırlatmalıdır. Ayrıca, Allah'ın
unuttuğu ve unutturduğu insan olmamanın yollarını öğretmeli ve kendim tanımanın
ne kadar erdemli bir iş olduğunun bilincini kazandırmalıdır.
[76]
Fasığın münafıkla olan müşterek bir özelliği de, insanları kötüye
sevke-dip, iyilikten uzaklaştırmasıdır:
(Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirlerindendirler. Onlar
kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar). [Tevbe/67]
Bu tip insanların işi, insanlar arasında daima kötülüğü yaymaktır. Kötülükle
yatar ve kötülükle kalkarlar. Kendilerinin kötü olmasıyla da yetinmezler,
kötülüğü başkasına da bulaştırmaya çalışırlar. Bu tip insanların çabası, dar
bir sosyal çevre ile sınırlı kalabileceği gibi, toplumlar arası boyutta da
olabilir. Bu bulaşma, teknolojiyle hem çeşitlilik, hem de sürat kazanmıştır.
Onlar sadece kötülüğü bulaştırmakla kalmazlar, insanların iyi olmasına
da tahammül edemezler. İnsanların iyiden uzakta kalmaları için tutkulu bir
şekilde çalışırlar, iyüiğin kendisine bir şey yapamazlar ama, insanın onlardan
uzak Kalmasını temin edebilirler. İnsanlığa yapılacak en büyük ihanet,
kötülüğü emretmek ve iyilikten nehyetmektir. Bunu ise ancak münafık ve fasık
ruhlu insanlar yapabilirler.
[77]
Fasık ile münafığın müşterek özelliklerinin bir diğeri de, ikisinin de
cim ri olmalarıdır. Fakirin elinden tutup kaldırmak, onlara çok ağır gelir.
Sahip oldukları maddî değerleri, silahın kabzasını tutar gibi tutup sıkarlar.
Allah bu durumu şöyle beyan ediyor:
(Ellerini sıkarlar/cimrilik ederler). [Tevbe/67]
Aslında cömert olmak, fakirlerin elinden tutmak, ilahî bir emirdir. Bu
emri yerine getirmeyen insan, Allah'ın emrinden çıkmış demektir. Kısaca fısk
kavramının anlamını şöyle verebiliriz: Allah'ın enirinden çıkmak, bozgunculuk
yapmak, yoldan çıkmak, Allah'ın ayetlerini yalanlamak, iftira etmek, yalan
haber taşımak, çifte standart uygulamak, hukuka saygısızlık etmek, Allah'ı ve
kendini unutmak ve kötülüğü emredip iyilikten uzaklaştırmaktır.
İnançtan, sosyal ilişkilere kadar uzanan bu davranışlardan herhangi
birini yapmak da fâasıklık damgasını yemek için yeterli olacaktır. İşte bu ruh
haletine ve davranış bozukluğuna sahip insanların çeşitli azaplarla
cezalandırılacağı, muhtelif ayetlerde dile getirilmektedir.
Kendilerine söylenen sözü değiştirmeleri, ya da o söze muhalefet etmeleri,
bir taraftan zulüm diğer taraftan fısk olarak nitelendirilmektedir. İlahî
emirden ayrılmak, ona muhalefet etmek veya onu değiştirmek gibi davranış
bozuklukları, gökten ricz'in (azabın) gelmesine neden olmaktadır.
(Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin
üzerine gökten acı bir azap indirdik). [Bakara/59]
Ayetteki ricz kavramını, murdarlıkla tefsir edebiliriz. Ricz'i (azabı)
gökten indirdiğini ifade eden Allah, A'râf/134'de, ricz'in (azabın) onların
üzerine imtihan için çöktüğünü söylemektedir.
Yukarıda manasını verdiğimiz fasıklığın oluşumunun çekirdeğinde, iki
önemli psikolojik neden vardır. Bunlar, aklım kullanamamak ve iman etmemektir.
Bir toplumun fertleri aklını kullanıp düşünemiyor ve gerçek tevhid inancını
gönüllerinde oluşturamıyorlarsa, belirtilen olumsuz davranışları sergilemeye
başlayacaklardır. Bu da onlara murdar bir azap olarak dönecektir. Beyni ile
gönlünü birleştiremeyenler, murdarlık azabına layık olacaklardır.
[78]
60. Musa, kavmi için su
istemişti de biz ona: 'Değneğinle taşa vur' demiştik. Taştan hemen on iki
kaynak fış kırdı. Her grup, içeceği kaynağı bildi. Allah'ın rızkından yeyin,
için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin dedik.
Allah her peygamberine toplumunun içinde bulunduğu şartlara göre mucizeler
vermiştir. O peygamberin yaşadığı dönemde, o toplumda en geçerli olan şeyin
üstüne çıkmak ve içinde bulundukları amansız şartlan çözmek için verilen bu
mucizeler, eğitici olmuşlardır.
Musa döneminde Mısır'da sihir çok gelişmişti. Allah da ona sihrin gücünü
aşması için asâ mucizesini vermişti. Kur'an'da asâ Musa ile aynîleşen bir
mucize, bir eğitim aracı ve bir mücadele silahı olarak takdim edilmektedir.
Ayette geçen asâ kavramı yara ile bir araya gelince, yarayı sarıp bağlamak,
kavim kelimesiyle bir araya gelince, insanları iyi veya kötü bir şey için bir
araya toplamak manalarına gelmektedir. Yumuşak veya zayıf kelimeleriyle
birleşince, yumuşak tabiatlı, nazik ve sert olmayan anlamını ifade etmektedir.
Uyarmak, ikaz etmek manasına da gelmektedir.
Bize göre, burdaki asâ kavramı, bilimi sembolize etmektedir. Hz.
Musa'nın asası, değişimler meydana getiren, çok amaçlı bir şekilde kullanılan
ve bilim için önemli buluşların kaynağını teşkil eden bir araçtır. Bu aracın hangi
alanlarda kullanıldığını Kur'an'dan öğrenebiliriz:
[79]
Allah, Musa'ya şöyle sordu:
("Ey Musa! Sağ elinde tuttuğun nedir?" dedi.) [Taha/17] Musa
da şöyle cevap verdi:
usa, "O benim asam, ona
dayanır ve onunla davarlarıma yaprak çırparım, başka ihtiyaçlarımı da
görür" dedi). [Taha/18]
Hz. Musa, asasını günlük işlerinde kullandığını beyan etmiştir. Ondaki
değiştirme gücünü ve onun mucizevî alanlarda kullanılacağını bilmiyordu.
[80]
(Allah, "Ey Musa! Onu yere bırak" dedi). [Taha/19]
(Musa hemen onu yere bıraktı, bir de ne görsün, asâ hızla sürünen bir
yılan oldu). [Taha/20]
(Allah, "Onu al ve korkma; Biz onu eski haline döndüreceğiz"
buyurdu). [Taha/21]
Hz. Musa'nın elindeki asanın bu şekilde değişime uğraması ve yılana dönüşmesi,
çok ilginç oluşumların habercisi olmuştur.
Firavun'un sihirbazları Musa ile yansırken, yaptıkları sihir, orada bulunanları
dehşete düşürdü. Bunun üzerine Allah Musa'ya şöyle seslendi:
(Biz de Musa'ya, "Asanı at" diye vahyet-tik. Bir de baktılar
ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor). [A'râf/117,Şuara/45]
Musa'nın asası, kötülükle mücadele ederken kullanılan bir araç
olmuştur. Tabiatı gereği zararlı olan yılanın, iyilik için kullanılması, bize
bunu öğütlemektedir.
İnsanlara zarar veren, ama yetenekli olan insanları, insanlığın
yararına kullanmamız mümkündür. Önemli olan o kabiliyetlerin iyiye
yönlendirilmesi ve iyilikler uğruna kullanılabilmesini temin edebilmektir.
Atom enerjisinin bile, insanlığın mahvına değil, yararına kullanılabilecek bir
kaynak olabileceği, aslolanm, onu yararlı hale getirebilecek bir kültür ve
bilinç oluşturmak olduğu, ayetteki asâ örneğiyle anlaşılabilir. Diğer taraftan
asayı, nefse benzetebiliriz. Asâ, insanın kontrolünde iken zararlı olmaz; ama
kontrolünden çıkınca, Musa'nın asası gibi yılana dönüşür ve o nefis her şeyi
yutuverir. Çünkü Musa, yılanı tutup boyunduruğunu kontrolüne alınca, değneğe
dönüşüyor ve ejderhâlık tabiatını kaybediyordu.
Ayrıca asayı insan aklına da benzetebiliriz. Aklı zincire vurursan
maddî anlamda değnek kadar iş görür. Maddî değnekle sadece günlük işler
görülür. Zincire vurulmuş akla dayanılır, onunla ayakta durulur, ekonomik
ihtiyaçlar görülür. Ancak akla hürriyeti verilirse, akıl yanlışlıklan siler,
sahte şeylerin arasından yılan gibi kıvnlıp gider, bâtılı bir ejderha gibi
yutuverir. Önemli
olan, nefsin ve aklın nerede ve nasıl kullanacağını bilmektir. İşte
Allah Musa'ya, asasını nerede, ne zaman ve nasıl kullanacağını öğretmektedir.
[81]
(Bunun üzerine Musa'ya, "A-sân ile denize vur" diye
vahyettik. Vurunca deniz derhal yarıldı ve her kısım koca bir dağ gibi oldu).
[Şuara/63]
(Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık). [Şuara/65]
Musa'nın asası, sahte olanları yutan bir ejderha olduğu gibi, denizi
yarıp hakikat yolunda olanları selamete eriştiren bir araç da olmuştur. Ama
aynı araç, Firavun ve kavmini boğacak bir ortam da oluşturmuştur.
İnsanları karşıki selamet sahiline götürecek olan yollan denizde açan
bu asâ, günümüzde aklı temsil etmektedir. Artık aklın ürettiği teknoloji, denizleri
aşmakta ve kötülükler denizinde insanların boğulmasını önlemektedir. Artık
Musa'nın asası, değnek olmaktan çıkmış, cehalet denizini yarıp insanları
mutluluk sahiline geçiren bilgi halini almıştır.
Madem ki Musa'nın asası, akıl ve onun ürettiği bilgidir, öyle ise
aklını kullanan toplumların selamete, aklını kullanmayan ve problemleri
çözümleyemeyen-lerin ise, boğulmaya layık olacakları bir gerçek olarak ortaya
çıkmaktadır.
[82]
Hacer kelimesi, taş, oda ve akıl manasına gelir. Bunun yanında, sevgi,
kibarlık ve yumuşaklıktan uzak bir gönlün sıfatı olarak da kullanılmaktadır.
Çatlayan, içinden sular fışkıran ve Allah korkusundan yuvarlanan bir madde de
olabilmektedir.
Bakara/60 ayeti, Musa'nın asasının bu işlevine işaret etmektedir.
Taştan su çıkaracak bir değişimi meydana getiren bu asâ, katılıkları yumuşatıp
yararlı hale getirebilecek bir eğitim faaliyetine de işaret etmektedir. Önemli
olan, akıl ve bilgi asası ile o taşlaşan gönüllere vurabilmektir. Göreceksiniz
ki onlardan su akacak, rahmet pınarları fışkıracaktır.
Musa, asasını taşa vurdu ve taşın içinden on iki pınar akmaya başladı.
Her grup içeceği pınarı bildi ve orada sıraya girdi. Bu on iki pınar ve
onlardan içen gruplar günümüzde neye işaret etmektedir? Devleti idare edenler,
gelir dağılımını halka uygun bir şekilde yapmalıdırlar. Onların geçim için
kavga etmelerini önlemelidirler. Böylece herkes kendi geçim kaynağını bilecek,
başkalarının kaynağına tecavüz etmeyecektir. Bu durum hem siyasetin kalitesini
ve hem de fertlerin haklara riayetini temin etmiş olacaktır. Toplumdaki
işbölümünün iyi gerçekleşmesi, toplumun ekonomik pınarlarını çoğaltacaktır.
İnsanlar yiyecek, içecek, ama asla fesat çıkarmayacaklardır. Allah,
(Yeryüzünde fesat çıkarmayın) ifadesiyle buna işaret etmektedir. Beslenme,
insanın temel ihtiyaçlarından biri olduğuna göre, bu ihtiyaçların yanlış
dağıtılması ve yeterince karşılanmaması, birinin diğerine tecavüz etmesine ve
toplumda fesada sebep olacaktır. Böylece insanlar arasındaki ilişkilerin
bozulmasına neden olan eksen değerin, ekonomi olduğuna da dikkat çekilmektedir.
Ayrıca, toplumsal kaos ve kavganın gelir dağılımındaki dengesizlikten ve
birbirinin hakkına tecavüzden kaynaklandığına işaret edilmektedir.
Bakara/60'da yer alan (fecerat\) kelimesi, A'râf/160'da (fecerat:fışkırdı) şeklinde geçmektedir. Her
iki kelime de suyun pınardan çıkıp akmasını ifade eder.
Diğer taraftan, asayı vurduktan sonra taştan su fışkırmasının önemli
bir açılımı da şudur: Allah, Musa dua etmeden onlara su verebilirdi. Duadan
sonra vermiş olması, rızkın Allah tarafından verildiğinin bilincini kazandırmak
içindir. Kul bir faaliyet, bir eylem içinde olmalıdır, yani nimeti hak etmek
için bir gayret göstermelidir. Musa'nın gayreti de, asası ile taşa vurmasıdır.
Musa'nın asasını akıl manasına alırsak, Musa, akılla maddeyi (taşı) bir
a-raya getirmiş oldu. Akıl ile madde bir araya gelince, maddeden rahmet
fışkır-dı. Taştan su çıkartacak güç, insan aklının ürünü olan bilimsel
araştırmadır. Maddeyi araştırıp teknolojide kullanmak, insan hayatının
değişmesini temin eden ve insan hayatını kolaylaştıran önemli bir etkinliktir.
Demiri Davud'un elinde yumuşatması [Sebe/10] gibi, insanlığın hayatındaki çok
önemli değişim basamağından önce, Allah, Musa'nın asası sayesinde taşı
yumuşatıp ondan su akıtmıştır.
Allah, insanoğlunun akıl ve bilgi gücüyle maddeye şekil verebileceğini,
oradan su çıkarabileceğini, onu eriterek insanlığın hayatım kolaylaştıran teknolojiyi
üretebileceğini bu olayla zımnen müjdelemektedir. Yeter ki insanoğlu aklı ve
bilgisiyle maddeyi buluştursun.
[83]
61. Ve siz, 'Ey Musa, hep aynı
şeyi yemeğe katlanamayız. Bizim için Rabbine dua et de, bize yerin bitirdiği
şeylerden sebze, salatalık, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın' dediniz.
Musa da, 'O daha iyi olanı şu daha değersiz olanla değişmek mi istiyorsunuz? inin
şehire, orada istediğiniz var' dedi. Horluk ve yoksulluğa maruz kaldılar ve
Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar,peygamberlerini haksız
yere öldürmeleri yüzünden, isyan edip aşırı gittiklerinden böyle oldu.
Köle ruhlular tek yemekle tatmin olmazlar
(Hep aynı yemeğe katlanamayız) ifadesi, köle ruhlu insanların nimete
karşı takındıkları tavrı göstermektedir. Efendisinin yanında açlıktan kıvranan
adama hürriyetini verip ona bıldırcın ve kudret helvası ile hazır bir sofra
kurarsanız, onu tatmin edemezsiniz. İşte bu tatminsizliklerini, aynı yemeği
yemeye katlanamayacaklannı söylemekle belli etmişlerdir.
Psikolojik alt yapının, bu değerlendirmede önemli rol oynadığını görmekteyiz.
Sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan istemeleri, onların daha önce
alışık oldukları gıda maddelerini aradıklarını ifade etmektedir. Yüce Allah'ın
onlara verdiği bıldırcın ve kudet helvası, onlara yabancı gelmiştir. Onlara
intibak edemediklerine işaret edilmektedir:
(Bizim için Rabbine dua et, bizim için çıkarsın).
Gıdalarını dualarla elde etmek isteyen bu insanlar, hiç çalışıp kazanma
derdinde değillerdir. Toprağı kazmadan, ihya etmeden ondan çeşitli mahsuller
istemektedirler. Bu istek üzerine Musa onlara şöyle bir soru ile ne yapacaklarını
bildirdi:
(Daha kaliteli olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?)
Köle ruhlu insanlar, nesnelerin, fikirlerin ve davranışların en
iyisinin hangisi olduğunu kestiremezler. Çocuk gibi, oyuncakların iyisini
seçmekte tereddüt gösterirler. Salatalığı, soğanı, mercimeği, bıldırcın etine
ve kudret helvasına tercih ederler. Hz. Musa, onlara tercih yapmayı, daha iyi
ve daha aşağı olan şeyleri öğretmektedir.
Gıdalar arasındaki farkları göstermekle, onları değerler alemine
sokmaya, ve tercihlerini yönlendirmeye rehberlik etmektedir. İşte böyle bir
tercih sorusundan sonra onlara şu emri vermiştir:
(İnin şehre, çünkü orada sizin istedikleriniz var).
Hz. Musa daha önce de onlara kasabaya girmelerini söylemişti. Göçebe
hayattan kurtulup, yerleşik ve medenî hayatın yaşandığı şehre girmelerini istemişti.
Şimdi de, aradıkları şeylerin şehir hayatında olacağını onlara öğütlemektedir.
Şehir hayatına tepki göstermelerinin neticesinde zillet ve fakirliğe düşmüşler;
Allah'ın gazabına uğramışlardır.
Dikkat edilirse, şehre inmemekle iki sosyolojik, bir tane de ilahî ceza
ile karşı karşıya kaldılar. Ayette geçen zillet kavramı, şerefin zıddıdır.
Şehre girip medeniyetten nasibini alamayan insanlar şeref de kazanamazlar.
Kendilerini daima zelil kalmaya mahkûm ederler. Zillet kendiliğinden
"meskenet"i getirecektir. Fakirlik manasına gelen bu kavram, çölde
başıboş dolaşan insanların ayrılmaz vasfıdır. Yerleşik hayattan kaçanlar, bu
zillet ve meskenet damgasını doğal olarak yiyeceklerdir. Göçebe bir toplum için
şehir yani yerleşik hayat, bir ideal olmalıdır. İstedikleri gıdalar, ancak
yerleşik hayat sayesinde elde edileceği için Hz. Musa onlara şehre yerleşmeyi
önermiştir.
Zillet ve meskenet, Maide suresinde, (Onlar o yerde sersem sersem
dolaşacaklardır) [Maide/26] şeklinde ifade edilmiştir. Sersemce dolaşmak,
hiçbir şey yapmadan, uğraşısı olmadan, daima muhtaç ve amaçsız bir halde, yani
zelil ve meskenet içinde olmalarını ifade etmektedir. Vatansız, bayraksız ve
yerleşik hayatın getirdiği sosyal müesseselerden yoksun bir halde yaşamak,
zelil ve hakir olmanın ta kendisidir.
Bir yeri vatan edinmek, orada bir kültür oluşturmak, Allah'ın yarattığı
tabiatı işlemek, Allah'ın nzık hazinesinden nasip alabilmek için çalışmak, yetişmekte
olan çocuk ve gençlere daha zengin bilgiler sunmak ve medeniyet basamaklarına
tırmanmak için bilgi üretip bilgiyi teknolojiye çevirmek, Allah'ı en çok hoşnut
eden gayretler arasında yer almaktadır.
Bir peygamber ve bir eğitici olarak Hz. Musa, kavminden bunu yapmalarını
istiyordu. Ama bir türlü onları şehir hayatına sokamıyor ve kendi hayatlarını
kendilerinin kazanmasını temin edemiyordu. Dinî hayatın, en iyi şekilde
yerleşik hayatta yaşanacağım bilen Hz. Musa, her ideali onların önüne sermiş
ama beklenen neticeyi alamamıştır: "Allah'ın size yazdığı mukaddes yer"
dedi, "zafer" dedi, "İstediğiniz gıdaları bulacaksınız"
dedi, "affolacaksınız" dedi ama bir türlü ikna edemedi. İkna
olmayışlarına, bir de Allah'ın verdiği nimeti küçümsemeleri eklenince, zillet
ve meskenet damgasını yediler ve Allah'ın gazabına uğradılar. Allah Bakara/61
ayetinin sonunda, zillet, meskenet ve Allah'ın gazabına niçin uğradıklarını
şöyle açıklamaktadır:
(Evet öyle oldu, çünkü Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar ve haksız
yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyan ediyorlar ve
aşın gidiyorlardı).
Allah, zilletin, meskenet ve gazabın sebeplerini dört maddede
özetlemektedir:
1. Allah'ın ayetlerini inkar
Buradaki ayetler kutsal kitabın ayetleri olabileceği gibi,
peygamberlerin gösterdiği mucizeler de olabilir. Allah'ın kudretini gösteren
delillerini reddetmeleri manasını da ifade edebilir. Ya da, verdiği nimetlere,
mesela taştan ikıttığı suya karşı nankörlük etmeleri manasına da alınabilir.
2.
Haksız yere peygamberleri
öldürmek
Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, İsrailoğullan'nın zillet ve meskenet
damgasını yemeleri ve Allah'ın azabına uğramaları, sadece Hz. Musa'nın döneminle
yaptıklarıyla kayıtlı değildir. Onlar, uzun bir süreçte, peygamberleri öldürme
fiilini de işlemişlerdir. Demek ki, pek çok peygamber gelmiş geçmiştir. Ne-n:
kelimesinin ayette çoğul olarak yer alması, nesillerin geçtiğine delildir.
3. İsyan etmek
Allah'a ve peygamberine isyanın ağır bir şekilde cezalandırıldığını Kur'an'ın diğer ayetlerinde görüyoruz. Demek ki isyan, insanların Allah ve O'nun peygamberleriyle olan ilişkilerini bozmaktadır. Bir toplumda halkın kendi önderlerine, evlatların ise ana babalarına karşı isyan etmesi, toplumun düzenini bozmaktadır. Manevî ve sosyal boyutlarıyla isyan, Allah'ın en fazla buğzettiği şeydir. Allah, 5^'£5j1^j^&5-?5 (Küfrü, fışkı ve isyanı insanoğluna kötü göstermiştir). [Hucurât/7]
4. Haddi aşmak
İnsanların, Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmaları, emrettiklerini ise
yapmamaları, haddi aşma olarak nitelendirilmektedir. Aslında haddi aşma ile
isyan arasında bir benzerlik vardır. İnsanlara zulmetmek, haklan çiğnemek,
haddi aşma kavramının içine girmektedir.
Allah insanların haklarını düzenlerken, koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlan aşıp başkasının haklannı çiğnemek ve aşın gitmek, Allah'ın sınınnı aşmak demektir. Burada önemli olan nokta, Allah'ın geçmişteki olayları anlatarak, geleceğe ışık tutması, gelecek nesilleri terbiye etmesidir. Bir topluma, zilletin, meskenetin ve gazabın nasıl geldiğinin analizini yapmak, oradaki belirleyici faktörleri tesbit edip öğretmektir. Allah'ın ayetlerini inkar, isyan, haddi aşmak ve peygamberleri hafife almak gibi eylemlerin aynı netice ile sonuçlanacağının bilgisini vermektir. Zillet, meskenet ve gazabın sebeplerinin gösterilmesiyle, şunu öğretmektedir: Aynı sebepler aynı şartlar altında aynı neticeleri verir. Böylece Allah Teala, sosyal olgulann hangilerinin belirleyici olduğunu (determinizm oluşturacağını) Kur'an'da anlatmıştır.
Geçmişte yaşanan bu olgular, günümüzdeki sosyal olayların çözümünde işe
yanyorsa, bizi ilgilendiriyor demektir. İşte Allah, o olgular arasında
se-bep-sonuç ilişkisini kurarak, yani analizini yaparak, bize hazır çözümler
sunmaktadır. Sosyal olaylann nedenlerini bulmak veya eksen olan sebebi yakalamak,
her zaman mümkün olmayabilir. Çünkü sosyal oluşumlar tek sebepli değillerdir.
Onun için Allah, zillet, meskenet ve gazabın çok sebepli olduğunu beyan
etmektedir.
[84]
62. Kesinlikle, iman edenler,
yahudi olanlar, hristiyan ve sâbiîler'den kim Allah'a, ahiret gününe inanıp,
iyi amelde bulunursa, Rab'leri nezdinde onların mükafaatları vardır. Onlara bir
korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Müfessirler bu ayetin tefsirinde hayli zorlanmışlar ve aralarında görüş
farklılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Ayette, Allah'a ve ahirete iman edip salih amel işleyenlere korku ve
hüzün olmadığı bildirilmektedir. Peki yahudi, hristiyan ve sâbiîler'in korku ve
endişeden uzak olmaları için, Hz. Muhammed'e inanmaları gerekli midir?
Müfes-sirlerin tamamına yakını, Hz. Muhammed'e inanmayı şart koşmakta, Süleyman
Ateş ise şöyle demektedir: "İslâm dinine girmese dahi Kur'an'ın Allah
kelamı, Hz. Muhammed'in de hak peygamber olduğunu inkar etmemek lazımdır".[85]
Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a imanın şart olduğunu ileri sürenlere şu soruları
yöneltebiliriz: Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a inananlara Allah yahudi, hristiyan
ve sabi der mi? Ayette peygambere iman yer almadığı halde, bu şartı koşmak
mümkün mü? Allah, sadece Allah'a ve ahirete iman etmeyi zikrettiği halde, Hz.
Muhammed'e imanı niçin şart koşmadı? Acaba Allah'ın, bu ayetteki kastı nedir?
Bu sorulan şu şekilde ele almak ve cevaplandırmak mümkündür:
1. Bu ayet, Allah'ı ve ahireti
inkar eden bir insanla, Allah'a ve ahirete inanan ve salih amel işleyen bir
insanın aynı olmayacağı hükmünü koymaktadır. Yahudi, hrstiyan ve sâbiî de
olsa, bu inanç ilkelerini kabullenen ve yararlı iş yapan insanlarla, onları
inkar edenlerin aynı değerlendirmeye tâbi tutulamayacağına işaret etmektedir.
2.
Allah, bu dört grup arasında
birtakım temel asgarî müştereklerin bulunduğuna dikkat çekiyor ve bu
müşterekler etrafında inanmayanlara karşı inananları bir birlik oluşturmaya,
yani inanç ve yararlı işler bakımından asgarî müşterekler kurmaya davet ediyor.
(Söyle onlara, "Ey kitap verilenler! Gelin aramızda müşterek olan
bir kelime etrafında toplanalım. Yalnız Allah'a kulluk edelim. Hiçbir şeyi O'na
ortak koşmayalım. Allah'tan başka birbirimizi Rab edinmeyelim". Yine de
yüz çevirirlerse, "Bizim müslüman olduğumuza şahit olun" deyin).
[Âl-i İmran/64]
3. Yahudi, hristiyan ve
sâbiîler kitap ehlidir. Gerçek ilahî vahyin üç temel esası bunlarda da
mevcuttur. Öyle ise bunlar da tevhid inancına sahip olanlar arasında yer
alırlar. Ancak burada bir başka mesele karşımıza çıkmaktadır. Bu verdiğimiz
hüküm Hz. Muhammed öncesi için geçerlidir. Kur'an ise evrenseldir. Onun bu
evrenselliği dolayısıyle Hz. Muhammed sonrası, yahudi, hristiyan ve sâbiîler
için de bu hüküm geçerli midir? Ayet, bizim bu yaptığımız zaman ayırımını
yapmamaktadır. Ayetteki hüküm mutlaktır. Bu durumda ancak şunu söyleyebiliriz:
Allah, yahudi, hristiyan ve sâbiîlere müşriklerden farklı değer atfetmektedir.
Bu hem bu dünya için böyledir, hem de ahiret için.
Şirke sapmadan tevhid inancına sahip olmak, farklı dinlere mensup
insanların etrafında toplanacakları müşterek esas olmalıdır. Allah
Bakara/62'da buna iki şart daha ilave etmektedir: ahirete iman ve iyi amel.
Bakara suresinde ilk defa İsrailoğullan yerine, yahudi, nasârâ ve sâbiî
kelimeleri kullanılmıştır. Şimdi bu kelimelerin anlamını inceleyebiliriz:
[86]
(Yahudi olanlar). [Bakara/62]
(hâdû) kelimesinin kaynağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
a) Hâde-yehûdu-hevden, tevbe
etmek manasına gelen kelimeden gelmektedir. İsrailoğullan buzağıya tapıp şirk
koşmalarının büyük günah olduğunu anlayınca,
tevbe ettiler. Tevbe
ederken kullandıkları kelime,
yahudi
kelimesinin kaynağını teşkil etmiştir: "Bu dünyada da, öbür
dünyada da iyilik takdir et bize!"
(Sana tevbe ederek yöneldik). [A'râf/156]
İşte bu tevbeyi yaptıkları için, İsrailoğullan, yahudi ismini
almışlardır.[87]
b) İsrailoğullan, Hz. Yakûb'un
en büyük oğlu olan Yehuda'dan geldikleri için, yahudi ismini almışlardır.[88]
c) Hz. Musa'nın dininden
saptıkları için bu ismi almışlardır.[89]
d) Tevrat'ı okurken
sallandıklarından yahudi ismini almışlardır.[90]
Sunulan bu ihtimallerden, birinciyi tercih ettiğimizi bildirmekte yarar
vardır. İsrailoğullan isminin yerine geçecek olan kavramın önemli bir değişimi
ifade etmesi gerekiyor. Bulunduklan şirk batağının farkına vanp, tevhid inancına
dönmek için tevbe etmeleri, çok büyük bir değişimi ifade etmektedir. Bu
değişim, İsrailoğullan'mn yerini alacak kadar, önemli bir oluşumu temsil etmekte
ve bu sebeple ayette Yahudi olanlar şeklinde yer almaktadır.
[91]
Hristiyanlann neden bu isimle amldıklan hakkında iki farklı açıklama ve
görüş vardır:
a) Birbirleriyle
yardımlaştıklan için bu adı almışlardır. Yardım severlikleri-ni peygamberlerine
karşı da göstermişlerdir. Hz. İsa havarilerine (Allah yolunda bana yardım
edecek olanlar kimlerdir?) [Âl-i İmrân/52, Saff/14] dediğinde havariler, (Biz Allah'ın yolunun yardımcılarıyız)
[Âl-i İmran/52, Saff/14] dediler. Hz. İsa'ya yardım ettikleri için nasrânî adım
aldılar.[92]
b) Hz. İsa Nasıra kasabasından
idi. Hristiyanlar, bu kasabaya nisbet edilerek nasârâ diye anıldılar.[93]
Biz birinci görüşü tercih ediyoruz. Çünkü, nasara fiili, Allah'ın
dinine yardım etmek gibi erdemli bir ameli tasvir etmektedir. Peygamberlerine
Allah için yardım etmeleri, Kur'an'da anılmaktadır. Böylesi büyük bir erdemi
ifade eden ameli, bu kavramın temeline koymayı tercih ediyoruz.
[94]
a) Sabit kelimesi, bir dinden
çıkıp diğer bir dine giren kimse için söylenen sabe fiilinden gelmektedir.
Müşrikler, Hz. Peygamber için bu kelimeyi kullanmışlardır. Çünkü onların
dininden çıkıp İslâm'a girmiştir.[95]
b) Kitap ehlinden olan bir
grubun adıdır. Zebur okurlar.[96]
c) Meleklere, yıldızlara tapan
bir topluluk.
Biz, sâbiîlerin, Zebur okuyan ve Hz. Davud'un dinine mensup olan bir grubun adı olduğunu tercih ediyor; melek ve yıldızlara tapanların adı olduğu görüşünü reddediyoruz. Bu görüşe göre, yahudiler Musa'nın; nasraniler İsa'nın; sâbiîler ise Davud'un dinine mensup idiler. Ayetin başında yer alan, âmenû kelimesi de Hz. Muhammed'in dinine mensup olan müslümanlan ifade etmektedir.
Böylece ayet, dört kutsal kitaba mensup dinî grupları gündeme getirmiştir. Bu dört dine mensup gruplardan Allah üç önemli eylem beklemektedir. İlk ikisi imanla, sonuncusu da pratikle, yani amelle alakalıdır. Allah'a ve ahirete iman, aklın eylemini; iyi amel de davranışlardaki yararlılığı ifade etmektedir. Allah ve ahirete iman, psikolojik yapıdaki dengeyi ve kaliteyi; iyi amel de davranışlardaki denge ve kaliteyi göstermektedir. Böylesine fikrî ve amelî olgunluğu gösteren insanlara, Allah şu ödülü sunmaktadır.
1. (Onlara korku yoktur).
Buradaki korkunun, hem dünya ve hem de ahiretle ilgili olduğunu söylemekte
yarar vardır. Allah'a ve ahirete iman ile yararlı iş üretmek, dünya hayatının
fert ve toplumlara getirdiği korku ve endişeyi ortadan kaldırır. Bu tip
insanların, ailevî ve sosyal hayatlarında korku yoktur.
Diğer taraftan, bu insanların ahirette de korkulan olmayacaktır. Allah
ve ahirete iman ile iyi amel, cehennem korkusuna karşı bir kalkan olacaktır. Demek
ki, iman ve amel korkusuzluğun kaynağıdır.
2. (Onlar mahzun da
olmayacaklardır).
Korku ile hüzün, psikolojik duygulardır. Aralarındaki fark şudur: Korku
duygusu insanda doğuştan vardır. Korku, Allah'ın insanları imtihan ederken
kullandığı bir sorudur [Bakara/155]. Ama hüzün, doğuştan değil, sonradan
meydana gelir. Manevî imtihanın sorusu da değildir. Hüzün, üzüntü, gam, keder,
dert, zorluk, tasa manalarına gelmektedir.
İnsanların küfre koşmalarından Hz. Peygamber'in duyduğu üzüntü [Maide/41]; Hz. Yakub'un oğlu Yusuf u kaybetmesinden duyduğu gam [Yusuf/64] ve geçim derdi [Fâtır/34] anlamında Kur'an'da yer almaktadır.
Demek ki, Allah'a ve ahirete inanan ve iyi işler yapanların bu dünyada
ve ahirette üzüntüsü olmayacaktır. Onlar, geçim ve evlat derdini, halkın
yanlışa koşmasının üzüntüsünü bu dünyada yaşamayacaklardır. Gerçek iman ile yararlı
amel, korkusuz ve gamsız bir dünya ve ahiret hayatını getirmektedir. Fert ve
toplumların üstünden korku ve gamı kaldırma yolunun, iman ve iyi iş üretmekten
geçtiğinin bilgisini veren bu ayet, eğitimin nereden başlayacağını ve hangi
değerleri öne çıkaracağını da göstermektedir.
Allah'a iman, insanda bir iç disiplini; ahirete iman, uzun vadeli
düşünceyi; iyi amel ise, faydalı iş üretmeyi temsil etmektedir.
Disiplinli bir psikolojik yapı, uzun vadeli düşünen ve proje üreten bir
beyin ve insanlığa yararlı olan bir davranış birleşince, korku ve gam kalır
mı? Allah böylesine ortak oluşumlar beklemekte ve böylesine erdemli işlerin
içinde olunmasını istemektedir. Müslüman, yahudi, hristiyan ve sâbiîler'den bu
müşterek özelliklere sahip olanların, Hz. Âdem'den beri süregelen tevhid
çizgisini korudukları takdirde, ahirette amel defterlerinin soldan verileceğine
dair bir endişeleri de olmayacaktır.
Allah, bu erdeme ulaşanlara aynı ödülü vermekte korkusuzluğun ve kederin
olmadığı bir dünya ve ahiret hayatına nasıl ulaşılacağının yolunu göstermektedir.
Bununla da, ferdî ve toplumsal olgunluğun doğacağı alanın müşterek yönlerinin
görülmesi sayesinde elde edileceğine işaret etmektedir.
Farklı yönlerin öne çıkarılıp işlenmesi, zamanla bu inanç grupları
arasındaki ilişkileri karanlıklara gömerek, hayatı dehşet saçan bir kâbusa
çevirir. Müslüman, yahudi (şirkten Allah'a dönen), nasranî (Allah için
peygamberine yardım eden) ve sâbiî (Zebur okuyan) bu dört inanç grubunun,
birbirlerinin farklı taraflarını değil, müşterek taraflarını görmeleri
gerektiğine bu ayetle işaret eden Allah, ayrılığa, kavgaya ve zıtlaşmaya
götüren yolu değil, aynı inanç ve değerler etrafında buluşmanın ilkelerini
vermektedir.
Bu ortak eylemleri üretenler, artık kölelik psikolojisinden kurtulmuş,
hangi değerlere öncelik vereceklerini belirlemiş, maddî değerlere karşı
doyum-suzluk gösterme seviyesizliğini üzerlerinden atmış, zillet ve meskenet
endişesinden sıyrılacaklan bir düzeye yükselmiş olacaklardır.
Bu da korkusuz ve gamsız bir dünya ile ahireti beraberinde getirmiş
olacaktır.
[97]
63- 64. Hani sizden söz almış,
Tûr'u da üstünüze kaldırmış ve "Size verdiğimiz kitabın hükümlerine
sımsıkı sarılın, içinde olanları hatırlayın ki, takvaya ulaşastnız"
demiştik. Bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Allah'ın iyiliği ve merhameti
üzerinizde olmasaydı, iflas etmiş olacaktınız.
Mîsâk, tür, kitap ve takva kelimeleri, 63. ayetin omurgasını
oluşturmaktadır:
[98]
Mîsâk kavramı, Tevrat'ta olanla amel etmek,[99]
tasdik,[100]
Tevrat'ta olanı kabul etmek,[101]
ahd,[102]
bir şeyi sağlam ve güvenilir kılmak, doğrulamak, antlaşmayı resmiyete
geçirmek, bir iş üzerinde antlaşıp karar vermek, emin bir şekilde işi ele
almak, inanmak, güvenmek, bir şeyi bağlayacak ip, and, inanılıp güvenilen
senet, delil anlamını ifade etmektedir.
Şimdi bu kavramın Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını açıklayabiliriz:
[103]
Allah, misak kelimesinin (vuskâ) şeklindeki kalıbını iki ayette şu şekilde
kullanmaktadır:
(Artık kim tâğut'u inkar edip, Allah'a iman ederse, kesinlikle o,
kopmayan en sağlam kulpa yapışmıştır). [Bakara/256]
(İyi davranışlar içinde, kendini tamamen Allah'a veren kişi, gerçekten
en sağlam kulpa yapışmışta Zaten bütün işlerin sonu Allah'a varır).
[Lokman/22]
Her iki ayetin eksen konusu: Şirkten arınmış bir Allah inancı, kendini
tamamen Allah'a vermek ve iyi davranışta bulunmaktır. Bunlar aynı zamanda
insanın manevî yapısındaki sağlamlığı ifade etmektedir.
(vesak) kelimesinin müennesi, (vuskâ)dır. Mîsâk kelimesinin başka bir
kalıbı olan bu kelime, sağlamlığı ifade eder. Bazı inanç ve eylemler, insanın
tutunacağı, sarılacağı ve güç alacağı kuvvetler oluştururlar. Öyleyse mîsâk da
böylesine sağlam bir antlaşmadır.
Böylece bu ayet hangi şartlar yerine gelirse, insanın sağlam bir kulpa
yapışmış olacağına açıklık getirmektedir.
[104]
Bu manada Kur'an'da mevsık şeklinde geçmektedir. Kelime sıka manasında
masdardır. Kendisine itimat edilen, yani güvenilen kesin ve sağlam söz
demektir:
(Onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına bana kesin bir söz
vermediğiniz takdirde, onu sizinle beraber göndermeyeceğim). [Yusuf/66]
(Allah'tan sağlam bir söz). [Yusuf/66] ifadesi, aslında, Allah'ı şahit
tutarak yemin etmek, güvenilir bir söz vermetir.
[105]
(Hani sizden kesin bir söz almıştık). [Bakara/63]
Bu anlamıyla mîsâk Allah'ın kullarını mükellef tutmasını ifade
etmektedir.
Bu ayetin devamında, yapılan antlaşmanın maddeleri sayılmaktadır. Yapılan
bir antlaşma, karşı tarafa birtakım sorumluluklar yüklemektedir.
Demek ki, antlaşmayı yapan taraflardan biri Allah ise, sorumluluk yüklüyor
demektir. Çünkü kul Allah'a sorumluluk yükleyemez.
[106]
Peygamberlerinden yapmaları gereken şeylerin sözünü alırken, Yüce Allah'ın,
bu kavramı kullandığına şahit oluyoruz:
(Hani Allah, peygamberlerden, 'Ben size kitab ve hikmet verdikten
sonra, nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka
inanıp yardım edeceksiniz' diye söz almıştı). [Âl-i İmran/81]
Ayette geçen (mîsâk) kelimesi, söz anlamına gelmektedir.
[107]
İki toplum arasında belli konular üzerinde yapılan antlaşmaya da mîsâk
denir:
(Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar).
[Nisa/90]
Nisa/92'de de aynı manada geçmektedir.
Sağlam olan, güvence veren, sorumluluk yükleyen, söz veren manalarını
kendinde toplayan mîsâk kelimesi, sağlam antlaşma manasına gelir. Bu antlaşma,
Allah ile kul arasında olabileceği gibi, kul ile kul arasında da olabilir. Bakara/63'de
de, mükellef tutma anlamında, söz almak manasını ifade etmektedir. Böylece
insanların kendi aralarında yaptıkları antlaşmaların, bir bakıma, ilahî
eylemin yeryüzüne inmesi olduğunu anlamış oluyoruz.
[108]
(Tûr'u üstünüze kaldırdık). Aynı
mana, fakat başka kelimelerle başka bir ayette de yer almaktadır:
(Bir zaman dağı, sanki bir gölgelik gibi onların üzerine kaldırmıştık
da üzerlerine düşecek sanmışlardı). [A'râf/171]
İkinci ayete göre dağın kaldırılışı, fizikî olarak gerçekleşmiştir. Gölge
ve düşecek zannettikleri ifadeleri bu olguya delildir. Bakara/63'de tür,
A'râf/171'de cebel (dağ) kavranılan yer almaktadır. Bakara/63'de gölge ve düşme
kelimeleri yoktur. Onun için A'râf/171 ayetiyle tefsir etmek mecburiyetindeyiz.
Dağın (tûr'un) onların üzerine kaldırılışı, korkutmak manasına alınmamalıdır.
Gölge tabiri, bunun iyi manada yorumlanmasına yol vermektedir. Ama bu olgunun
bir tehdit oluşturabileceği de bir gerçektir. Ancak müfessirlerin bir kısmı,
tehdit anlamında değerlendirmişlerdir.
Tûr (dağ) kavramının, İsrailoğullan'nın hayatında çok önemli bir yeri
vardır.
(Tûr), Kur'an'da 52. surenin adıdır.
Fiil olarak ilerletmek, tekamül ettirmek, terakki etmek, yüceltmek,
değiştirmek, geliştirmek, bir halden bir hale geçme manalarına gelmekte, tavr
olarak alınırsa hal, vaziyet, durum, sınır, merhale, mertebe, safha anlamını
ifade etmektedir. Özel anlamda tûr, Sînâ dağı manasında kullanılmaktadır.
Tûr kelimesi Kur'an'da şu manalara gelmektedir:
[109]
Çeşitli değişim merhalelerinden geçirip yaratma olayını etvâr
kelimesiyle ifade edilmektedir:
(Oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır). [Nur/14]
Bu manadan hareket ederek şu genellemeyi yapabiliriz: Tûr (dağ) çeşitli
şekillere girebilen, insanlığın eğitimi için çeşitli mesajların alındığı
-durağan bir yer değil- dinamik bir oluşumun fizikî görüntülerinin adıdır.
İnsanın yaratılışındaki değişim şekilleri ile tûr'un değişim şekilleri
arasında bir bağlantı vardır. İnsan, eğitilip halden hale geçirilip
olgunlaşınca, tûr (dağ) gibi yücelere ermektedir.
Tûr, İsrailoğullan'nı halden hale geçirip olgunlaştıracak ilahî ışığın
ve mesajların geldiği ve öğretildiği yerin adı olduğu için, bir bakıma bir
okuldur. Hira mağarası müslümanlar için ne ifade ediyor ise, Tûr dağı da
İsrailoğulla-n için onu ifade etmektedir.
[110]
(Biz Musa'ya, tûr'un sağ tarafından seslenmiş, kendisi ile gizlice
konuşmak için, onu kendimize yaklaştırmıştık).
[Meryem/52]
Allah'ın Hz. Musa ile gizlice konuştuğu ve hükümlerini ona öğrettiği
bir okul durumunda olan tûr, insanı yücelten ilahî bilginin verildiği; insanı
Allah'a yaklaştıran öğretimin yapıldığı bir mekandır[111].
(Ey İsrailoğulla-n, sizi gerçekten düşmanınızdan kurtardık, Tûr'un
sağından getirdik ve size kudret helvasıyla bıldırcın indirdik). [Taha/80]
Firavun'un zulmünden kurtulup Sînâ çölü'ne girdiklerinde, Musa'dan yemek
istediler. Allah onlara, bıldırcın ve kudret helvası gönderdi. İşte bu olgunun
gerçekleştiği yer, Tûr'un sağ tarafıydı. Demek ki Tûr'un sağ yanı, hem
İsrailoğulları'nın beynini ve gönlünü, hem de midelerini doyuran bir merkez
olmuştur. İlahî mesajla beyin ve gönüllerini, gıda ile de midelerini tatmin etmiştir.
İki önemli nimetin İsrailoğullan'na sunulduğu bu yerin, kutsal bir yer olduğu
anlaşılmaktadır.
[112]
(Musa, çalışma süresi bitip ailesiyle yola çıktığında, dağın bir
tarafında bir ateş gördü; ailesine; 'Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm,
belki oradan size bir haber ya da ısınmanız için bir kor parçası getiririm'
dedi). [Kasas/29]
Musa'nın gördüğü o ateş, Allah'ın mesajını vereceği bir ışık idi.
Orası, Hz.Musa'nın, asâ ile ellerinin ışık gibi parlaması mucizelerini aldığı
yer olmuştur. [Kasas/30, 32]
[113]
(Bir de, Tûr-i Sînâ'da yetişen bir ağaç meydana getirmişiz, hem yağ
verir, hem de yiyenlere katık olacak zeytin). [Mü'minûn/20]
Sînâ çölü'ndeki Tûr-i Sînâ'nın, insanlığın beslenmesine katkısı olan,
önemli bir ziraat ürününün yetiştiği bir yer olduğunu bizzat Allah söylemektedir.
Orası, manevî oluşumların yeri olduğu kadar, ekonomik menfaatlerin de temin
edildiği bir mekandır.
(Tûr'a yemîn ederim). [Tûr/1]
Allah Tûr suresine, Tûr'a yemin ederek başlamaktadır. Tîn/2'de de aynı
yemin yer almaktadır.
Tûr'u, dinler tarihi için önemli oluşumların gerçekleştiği bir öğretim
merkezi olarak nitelendirmek gerekmektedir. Halden hale geçen, çeşitli oluşumlara
ev sahipliği eden Tûr, ilahî vahyin tecelli ettiği, ilahî nurun fışkırdığı ve
insanların hem manevî, hem de maddî açlıklarının doyuma ulaştığı bir okuldur.
İsrailoğullan'nın eğitildiği, doyurulduğu ve olgunlaştırıldığı bu okul,
Kur'an'da kitapla yan yana zikredilmektedir. Tûr, bir kitap okuludur. Başka bir
ifadeyle, kitabı merkeze alan bir okuldur.
Acaba, (ve refa'nâkumu't-tûr) ibaresine, "Sizin şerefinizi Tûr
kadar yücelttik" manası verilebilir mi? Çünkü "i'} (fevka)
kelimesinin kendisinden geldiği jb (faka) kelimesi, şerefte ütünlük manasını
ifade etmektedir. Bu mana çok uzak görünmekle beraber, düşünülmesinde yarar
vardır. O zaman Tûr, kat kat manasına gelir ve "Sizin şerefinizi kat kat
yücelttik" demek olur. Bu manada Tûr'dan gelen mesajlar, İsrailoğullan'nın
şerefini Tûr kadar yüceltmiştir. Demek ki Tûr, insanlığın ulaşacağı şerefin
yüceliğinin simgesidir.
(Size verdiğimize sıkıca sarılın).
Ayetin bu kısmı, Allah'ın Tûr'da, İsrailoğullan'na gönderdiği mesajı öğrenmelerini
ona sahip çıkmalarını emretmektedir. Böylece verilen ilahî bilgiye sahip
çıkmak, ona alaka göstermek ve ona layık olan değeri vermek emri, bilginin ne
derece önemli ve kutsal olduğuna işaret etmektedir.
(Kitapta olanı düşününüz).
Allah kutsal kitabını bir tarafa konsun, duvara asılsın ve anlamadan,
tatbik edilmeden okunsun diye göndermemiştir. Oradaki mesajların üzerinde
düşünmek ve onları anlayıp insanlara anlatmak mü'minlerin takvalarım arttıracaktır.
Ayetin bu kısmı, (Andolsun biz Kur'an'ı düşünenler için kolaylaştırdık,
düşünen var mı?) [Kamer/17] ayetine denk düşmektedir. Allah
İsrailoğulları'ndan, Tevrat üzerinde düşünmelerini isterken,
müslümanlardan da Kur'an üzerinde düşünmelerini talep etmektedir.
(Umulur ki, korunursunuz).
Allah'a verdiği sözü yerine getirmek, gelişmek için değişim
merhalelerini geçmek, kutsal kitaba gerekli değeri verip, ondaki mesajları
düşünmek ve hayata geçirmek, ferdî ve toplumsal bağışıklık sistemini ayakta
tutacaktır. Başka bir ifadeyle, toplumları kötülüğe karşı koruyacak ve
insanlara iyi ile kötüyü ayırma kapasitesi kazandıracaktır. İşte bu oluşumlar,
toplumları ayakta tutan, yaşatan ve gelecek nesillere gıda olarak bırakılacak
olan kültürün mayasını teşkil etmektedir.
İsrailoğulları'na verilen, Size verdiğime sıkıca sarılın, ondakileri
düşünün emri, yerine getirdikleri vakit Tûr gibi yüce bir ruha sahip
olacaklarını, aksi takdirde Tûr'un üzerlerine devrileceğini, altında
ezileceklerini ima etmektedir.
(Ardından yine dönmüştünüz).
İsrailoğullan verdikleri söze ve Allah'ın onlardan istediklerine sırtlarını
döndüler. Olgunlaşmayan, söz vermenin ne anlama geldiğini, ellerindeki kitabın
değerini ve düşünmenin önemini kavrayamayanlar, kendilerini olgunlaştıracak ve
yüceltecek değerlere kolaylıkla sırtlarını dönebilirler. Baka-ra/64'den alınan
yukarıdaki kısım, böylesine yanlış bir davranışı gündeme getirmektedir. Verdiği
söze, kitaba, düşünceye ve takvaya sırtını dönmek, insan olmaktan çıkışa doğru
giden yolun başlangıcını ifade etmektedir.
(Allah'ın size iyiliği ve merhameti olmasaydı...)
Ayette iki önemli kavram yer almaktadır:
[114]
Fazilet kavramı, Allah ile bir araya gelince Allah'ın lütfü manasına
gelir. Buradaki lütuf, sözlerinden dönmelerine ve Allah'ın emirlerinden yüz
çevirmelerine karşılık, Allah'ın İsrailoğullan'nı cezalandırmamasıdır.
[115]
Bu kavram, merhamet, affetmek, bağışlamak, esirgemek manalarına gelmektedir.
Allah'ın rahmeti, acıması, affı ve esirgemesidir. İyilik, peşinden gelen
bağışlamakla pekişmektedir. Allah'ın lütfü ile esirgemesi bir araya gelince
ziyana uğramaktan kurtulmuşlardır:
[116]
(Elbette ziyana uğrayanlardan olurdunuz).
Husr kelmesi, helak olmak, aldanmak, sapıtmak, iyilikten uzaklaşmak, alçaklık
manalarına gelir.
(Bununla beraber, nefsimi temize çıkarmıyorum. Zira nefis kötülüğü
emreder. Sadece Rabbimin acıyıp koruduğu nefis müstesna). [Yusuf/53]
Demek ki Allah'ın rahmeti, koruyucu bir özelliğe sahiptir.
Yüzçevirmeleri sebebiyle İsrailoğullan'm helak olmaktan, Allah'ın merhameti
kurtarmıştır.
Bu durum bize, insanların yaptığı hataların hepsini cezalandırmanın yanlış
olacağını, bazen yanlışa karşı iyilik yapma ve acımanın, dönüş için daha
faydalı olacağını öğretmektedir. İşlenen suçların hemen cezalandırılması,
beklenen pedagojik neticeyi vermeyebilir. Suçlara karşı sabırlı davranmak,
beklenti içinde olmak, belki daha iyi neticeye götürebilir. Allah,
İsrailoğulla-n'na bu ilkeyi vermekte ve onun pratiğini de göstermektedir.
Böylece, iyilik ve merhametin, eğitim için daha verimli bir yöntem olduğu
anlaşılmaktadır.
[117]
65. İçinizden cumartesi günü
yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz, işte bundan dolayı onlara: Aşağılık
maymunlar olun, dedik.
Cumartesi günü (sebt) İsrailoğullan'nın hayatında çok ilginç bir dönüm
noktasıdır:
Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar
cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü, cumartesi günü
tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi,
cumartesi tatili yapmadıkları günde gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan
çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk. [A'râf/163]
Cumartesi günü, İsrailoğullan'nın dinlenme günüydü ve o günü kutsal
saymaları, Allah tarafından emredilmiş ve denizde balık avlamaları yasaklanmıştı.
Balıklar cumartesi günü kıyıya yaklaşıyor ve deniz balıklarla kaplanmış
oluyordu. Onlar hile yaparak, kıyıdan karaya doğru kanallar açarak, balıklan
havuzlara çekip avlanmaya başladılar. İşte bu davranış biçimi, Allah'ın
yasağını çiğnemekten başka bir şey değildi.
(İşte biz de onlara, "Aşağılık maymunlar olun" dedik).
Burada sorulması gereken soru şudur: O kasaba halkı gerçekten biyolojik
manada maymuna dönüştüler mi? Yoksa manen maymun seviyesine mi indiler? Dış
görünüş itibariyle maymuna dönüşme olayına mesh denmektedir. Fah-ruddîn Râzî ve
onun yolunu izleyen Elmahlı Hamdi Yazır, iki farklı görüş nakletmektedirler.
Râzî, iki görüşten birinin lehine tercihini kullanmadığı halde, Elmalılı Hamdi
Yazır, manevî olduğu görüşünü benimsediğini hissettirmektedir.
Mücâhid, bu değişimin zahirî değil, psikolojik olduğuna dikkat çekmektedir.
Tıpkı, (Ağır kitapları taşıyan eşekler gibi) [Cuma/5] ayetinde olduğu gibi.[118]
Başka bir ayette, maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerden ve bunların
Tâğut'a tapmalarından bahsedilmektedir.
De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı haber vereyim
mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve
tâgut'a tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, durumu daha kötü olan ve
doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır". [Maide/60]
Namaza çağrı olsun diye okunan ezanı alay ve oyuncak edinen, iman ettikleri
için müslümanlardan intikam almaya kalkan kitap ehline, daha önce bu tarz
davrananların maymunlar, domuzlar ve tâgut'a tapanlar olduklarını örnek olarak
göstermektedir.
İnsan, fizikî ya da psikolojik olarak, maymun ve domuza dönüşünce sorumluluk
ortadan kalkmıyor mu? Aynı suçu işlemiş olan insanların beden olarak bir
kısmının maymun, bir kısmının domuz olması, diğer bir kısmının da tâgut'a
tapması, ne ile açıklanabilir? Kur'an'ın bir başka ayetinde, kalpleriyle anlamayan,
gözleriyle görmeyen ve kulaklarıyla işitmeyenlerin ayaklı hayvan gibi
olduklarına işaret edilmektedir [A'râf/179]. Bu ayetin ışığında, bütün bu
oluşumların, fizikî manada gerçekleştiğini söylememiz mümkün müdür?
(Ey kitap ehli! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına
çevirmeden, yahut onları ashab-ı sebt gibi lanetlemeden önce, size gelenleri
doğrulamak üzere indirdğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine
gelecektir). [Nisa/47]
Sebt ashabına lanet edildiğini ifade eden bu ayet, yüzlerin kafanın
arkasına döndürülebileceğine de işaret etmektedir. Ayette geçen lanet ile,
İsrailo-ğullan'ndan bir topluluğun cumartesi günü balık tutmaları nedeniyle
maymuna dönüşmesi mi kasdedilmiştir? Kur'an'a inanmayanların, yüzleri fizikî
olarak silinip kafalarının arkasına mı dönecektir? Bunları birer manevî değer
kaybediş şeklinde yorumlayamaz mıyız? Elbette ki Allah her şeyi yapabilir. Ama
bu durum, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Bu ayetlerden şu
neticeleri çıkarabiliriz:
1.
(Andolsun ki bildiniz).
Râzî şöyle diyor: "Bu, Hz. Muhammed zamanındaki yahudilere bir
hitap gibidir. Hiçbir şey okumamış, yazmamış ve herhangi bir milletle beraber
bulunup ders almamış bir ümmî olan Hz. Muhammed'in bu olayı onlara haber
vermesi, bu olayı ancak vahiy yolu ile öğrendiğini gösterir".[119]
Andolsun ki bildiniz ibaresi, Kur'an'ı Hz. Peygamber'in yazmadığının
kanıtıdır.
2.
Kur'an, geçmiş dönemlerde
Allah'ın yasaklarını çiğneyenlerin başına gelenleri anlatarak, Hz. Peygamber
zamanındaki yahudilerin Kur'an'a karşı olumsuz tavır takınmamalarını
istemektedir.[120]
Zaten, bir sonraki ayette Allah bunu dile getirmektedir:
bunu, hadiseyi bizzat görenlere
ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de bir öğüt vesilesi
kıldık). [Bakara/66]
Allah Kur'an'da, problemlerin çözümüne yaramayan bir olayı anlatmamıştır.
Yüce Allah, cumartesi konusunda o devrin yahudiler'nin yaptığı hatayı Hz.
Muhammed dönemindeki yahudilerin yapmaması için şu kanunu koymaktadır:
Ey kitap verilenler, yanınızdaki kitabı tasdik edici olarak
indirdiğimize, biz bazı yüzleri silip belirsiz ederek enselerine çevirmeden,
yahut onları, ashâb-ı sebt gibi lanetlemeden önce iman edin. Allah'ın emri
mutlaka yerine gelecektir). [Nisa/47]
Yaşanan bir dinî tecrübenin gelecekteki nesillere ışık tutması, onları
disipline etmesi ve onların Allah'ın emirlerine karşı takınacakları tavırlara
rehberlik etmesi, en önemli metotlardan birini teşkil etmektedir.
3. Aslında bu olgu, insanlığa
av yasağının önemini öğretmektedir. Tabiattaki ekolojik dengeyi bozmamak için
av zamanını iyi ayarlamak gerekiyor. Cumartesi balık avlama yasağını günümüze
aktarınca, deniz hayvanlarım zamansız avlama yasağının konmasının evrensel
kanunu haline gelmektedir. (Haksız
yere bir cana
kıymak haramdır). [Furkan/68]
Ayette kullanılan nefs (can) kavramı, insan, hayvan ve bitkiyi de içine
almaktadır. Allah'ın avlanmayı yasakladığı bir zamanda balık tutmak, bir cana
haksız yere kıymaktır. Diğer taraftan bu ayet bize şunu da öğretmektedir:
Hayvanların da belli bir zaman diliminde hayat haklan vardır. Türlerinin yaşaması
için onların hayat haklarına tecavüz etmek zulümdür. Üreme zamanına kadar
hayvanların yaşama haklarına saygı gösterme kültürü, bir toplumun medenileşme
konusunda katettiği mesafenin göstergesi olmaktadır. Böyle bir kültürden yoksun
olunması halinde, zamansız avlanma, hayvanların türlerinin çoğalmasını
engelleyecektir. Demek ki, insanların beslenme ihtiyacından önce, ekolojik
denge ve hayvanların yaşama hakkı gelmektedir. Ekolojik dengeyi korumak,
tabiata saygının bir işaretidir. Böylece Allah, ekolojik dengeyi korumak,
hayvanların yaşama hakkına saygı duymak gibi önemli bir eğitimi
gerçekleştirebilmek için, konuyu dinin sınırlan içine almıştır. Bu konuya ne
denli önem verdiğini göstermek için de, yasaklan arasında ona da yer vermiş, o
yasağı çiğneyenlere bu cezalan uygulamıştır.
İşte belli zamanlarda avlanmamak fiili, dünyada av yasağı düşüncesini
geliştirmiş ve yaymıştır.
4. Allah'ın emrini çiğneyerek
haksız yere cana kıyan kimse, ancak hayvan Mur. Onun için ayetin sonunda şöyle
buyurmaktadır:
(İşte biz onlara hor ve zelil maymunlar olun, dedik).
Çünkü hayvan yasaktan anlamaz, haram-helal bilmez. Allah'ın haram
saldığı bir zamanda avlanma yasağını çiğneyen ve ondaki kudsiyeti anlamayan
insan, olsa olsa hayvan olur. Bu sebepten ötürü, Allah da onlara, maymun olun
demiştir.
5.
Konan yasağı çiğnemenin
cezası, hor ve zelil olmaktır, (hâsi'în) zelil, uzaklaştırılmış, kovulmuş
manalarına gelmekte, bu tip insanlara, toplumdan tecrit edilme cezası
verilmesinin uygun olduğunu göstermektedir. Toplumun bu insanları kınaması,
onları dışlaması, en büyük cezalardan biridir.
6. Böylece Bakara/65 ayeti, av
yasağını çiğneyenlere nasıl bir ceza verileceğine de ışık tutmakta ve ceza hukuku
bakımından çok önemli bir öğretiyi gündeme getirmektedir. Toplumun bu tip
insanları hayvan gibi görmesi, hayvanlardan uzak durur gibi onlardan uzak
durması, onları horlaması kadar etkili bir ceza olur mu? İşte Allah, kendisinin
onları böyle gördüğünü bu ayette bize anlatmış ve bizim de onlara o gözle
bakmamızı önermiştir.
[121]
66. Biz bu cezayı, bizzat
görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de bir öğüt
vesilesi kıldık.
Eğitimde ceza konusunda çok ilginç ilkeleri bağnnda barındıran bu ayet,
iki kısma ayrılarak açıklanacaktır. Birinci kısmı, normal anlayış ve davranışta
olan insanlar için, ikincisi de muttakiler için bu ayetin neyi amaçladığıdır.
Özellikle ayet şuna dikkat çekmektedir. Verilen cezadan, farklı yapıya
sahip olanlar, farklı ibret ve dersler alacaklardır. Bir tecrübeden, herkes
aynı neticeyi çıkartamaz ve aynı dersi alamaz. Ayette bu farklılığı gösteren
iki kavram yer almaktadır. Bu kavramları açıklayarak, ayetin eğitimle ilgili
prensiplerini çıkaracağız.
[122]
(nekele), çekilmek, ürkmek, geri gelmek, vazgeçmek, bir şeyi yapmaktan
çekinmek, davadan vazgeçmek, ibret almak, cezalandırmak, bir ders vermek,
eziyet etmek, işkence yapmak, nefret uyandırmak, geriye itmek, uzakta tutmak,
yıldırmak manalarına gelmektedir.
(nikl)den alınırsa, bukağı, engel, el veya ayak zinciri ve bağ; (ne-kâl)den, örnek, ceza, uyaran örnek
manalarına gelmektedir.
Bu kavram, başka ayetlerde de geçmekte ve şu manalara gelmektedir:
[123]
(Şüphesiz bizim yanımızda boyunduruklar var). (Müzzemmil/12]
Ayetteki enkâl kelimesi, nekel kelimesinin çoğulu olup bukağı, zincir,
kelepçe ve boyunduruk demektir. Râzî bu ayete şu yorumu getirmektedir:
"Nefsin, bedenî lezzetler ve cismanî bağlarda zincirli kalmaya devam etmesinden
ibarettir".[124]
(Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve
Allah'tan bir ibret almak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet
sahibidir). [Maide/38]
Ayette yer alan nekâl kelimesi, ibret manasına gelmektedir. Uygulanacak
cezanın cay dinci olmasına işaret eden bu ayette, ibret manasına nekâl kelimesi
kullanılmaktadır.
(Artık Allah yolunda savaş. Sen kendinden sorumlusun. Mü'minleri de
teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin gücünü tarar. Allah'ın gücü daha çetin
ve cezası daha şiddetlidir). [Nisa/84]
Allah onu, dünya ve ahiret azabı ile cezalandırdı. [Nâziât/25][125]
Dikkat edilecek olursa birinci ayette tenkîlâ, ikinci ayette nekâl
olarak geçmektedir. Tenkîlâ'ya azap; nekâl'e ceza rnanası verilebilir.
Derinlemesine düşünüldüğünde, aynı manaya geldikleri anlaşılır.
Bakara/66'deki nekâl kelimesiyle, 65. ayette ifade edilen yasak günde
balık avlamanın cezası olarak maymun çevirilme kasdedilmektedir. Ama aynı zamanda
bu kelime, bu cezanın, gelmiş ve gelecek nesillere bir ibret olacağım da ifade
etmektedir:
(Hem o dönem halkına ve hem de gelecek nesillere o cezayı ibret
kıldık). [Bakara/66]
Allah bazı kimselerin işlediği günahı cezalandırırken, cezanın eğitici
yönünü hedef aldığını bu ayette bildirmektedir. Bir ceza, gelecek nesilleri ve
o cezayı görenleri aynı davranışları yapmaktan caydırıcı bir işleve sahiptir,
cezanın nesiller boyu devam etmesi, etkinliğini sürdürmesi ve kalıcı olması,
onun daha çok eğitim için uygulandığına işaret eder. Geçmiş nesillerin başından
geçen olumsuz tecrübeler, gelecek nesilleri yönlendiren en güçlü rehberler
olabilirler. Nekâlm (verilen ibret mesajının), umumî olduğu bir gerçektir. Hem
ceza, hem de ibret aynı kelimeden çıktığı için, bir tehdidi de hatırlatmaktadır.
(Muttakiler için bir öğüt
kaldık).
Normal insanlara ibret, takva sahiplerine ise öğüt olması bize şunu
öğreten
mektedir: Bir cezanın veya tecrübenin diğer insanlara bırakacağı etki,
o insanların manevî yapısına göre değişecektir. Maymuna dönüşme olgusunun,
birileri için nekâl, diğerleri için de mevize olması, bir olgudan insanların
eğitim açısından farklı etkileneceğine işaret etmektedir. Bu farklılığı
belirleyen şeyin insanın psikolojisi olduğu gerçeği ise, izahtan varestedir. Muttakiler,
basiret sahibi olduklarından bu tip cezalar, onlar için öğüt, ruhî olgunluğa sahip
olmayanlar için de bir tehdittir. Böylece suç işlemeye temayüllü olan insanlar
ile, suç işlemekten korunmuş olan muttakilerin aynı olaydan farklı bir
etkilenme sürecine girebilecekleri anlaşılmaktadır.
[126]
67. Musa kavmine, 'Allah size
bir inek kesmenizi emrediyor' demişti. 'Bizimle alay mı ediyorsun?' dediler. O
da câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım' dedi.
Allah'ın İsrailoğullan'na inek kesmelerini niçin emrettiğinin cevabını
72. ve 73. ayetlerde buluyoruz:
Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle
atışmışünız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. 'Haydi,
şimdi öldürülen adama, kesilen ineğin bir parçasıyla vurun' dedik. Böylece
Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir.
[Bakara/72-73]
İsrailoğullan'ndan çocuğu olmayan bir adam vardı. Tek vârisi,
kardeşinin oğlu idi. Yeğeni, amcasının malına el koyabilmek için onu öldürdü ve
geceleyin sırtına alıp gizlice başka birinin kapısına koydu. Ertesi gün,
amcasının o kişi tarafından öldürüldüğünü iddia etti. Bir taraftan amcasının
mirasına konmayı, diğer taraftan da o adamdan diyet almayı hesaplıyordu. İftira
ettiği adam bu suçu kabul etmedi. Kavga büyümeden Hz. Musa'ya başvurdular. Vahiy
gereği, Hz. Musa da bir inek kesmelerini ve onun bir parçasıyla ölüye
vurmalarını söyledi. Allah'ın belirlediği ineği bulup kestiler ve onun bir parçasıyla
ölüye vurdular ve ölü dirildi.[127]
Katilin bulunması için ineğin kesilmesinin başka bir amacı vardır. Bakara/51
'de, İsrailoğullan'nın Hz. Musa'nın ardından buzağıya tapındıkları anlatılmaktadır.
Allah'tan başkasına tanrılık payesi vermek şirk olduğundan, tanrılarını
boğazlamadan ölünün dirilmeyeceğine dikkat çekilmektedir. Bize göre buradaki
ölü, şirke sapan gönüldür. Başka bir ifadeyle, şirk insan gönlünü
öldürmektedir. Onların gönlünü diriltmek için, taptıkları inek tanrısının öldürülmesi,
yani şirkin ortadan kalkması gerekiyordu. Allah'tan başka edindikleri
tanrılarını boğazlayınca, tevhid inancı gönüllerine aktı ve o gönüller dirildi.
Onun için Allah onlara inek kesmelerini emretmiştir:
(Çünkü inkarlan yüzünden buzağı sevgisi kalblerinin cidanna işlemişti).
[Bakara/93]
Allah, iliklerine kadar işleyen buzağı sevgisini gönüllerinden çıkarmak
için onlara inek kesmelerini emretmiştir. Burada dikkat edilecek bir husus
vardır: Yüce Allah, tanrı edindikleri buzağıyı bizzat kendilerine kestirmekle,
buzağının tanrı olamayacağını onlara göstermek istemiştir.
Ancak onlar bunu garip karşıladılar:
(Bizimle alay mı ediyorsun,
dediler).
İnekle ölünün dirilmesi arasındaki bağlantıyı kuramıyor ve kutsal
saydıkları varlığın kesilmesini istemiyorlardı.
Şirk insanın gönlüne bir ölü toprağı serpmekte, insan gönlünü öldürmektedir.
Şirkin insanlık boyutu çok acı psikolojik oluşumlarla kavga haline dönüşmektedir,
iman sorunu çıkaranlar, insanlık sorunlarını çözümsüz hale getirmekte,
insanların inançlarını kirletmektedirler. Kirlenen gönüllerden sağlıklı ve
an-duru fikirlerin çıkması mümkün olmamaktadır. Eğitim sistemleri, insanların
gönlündeki şirk unsurlarını ortadan kaldıracak öğretiler ortaya koymalıdırlar.
İslâm'daki kurban, gönüllerdeki şirkin ölümünü temsil etmelidir. Kurban,
şirkin gönüllerden sökülüp atılması niyetiyle kesilmelidir. Kurban, Allah'tan
başka tanrıların kurban edilişidir. Gönüllere canlılık getirme faaliyeti olan
eğitim, gönüllere tek tanrı inancının dönmesini sağlamalıdır.
Bizimle alay mı ediyorsun? ifadeleri, gönüllerinde
kanserleşmiş ur haline gelen şirke dokunmakla meydana gelen feryatlarından
başka bir şey değildir. Doktorun hasta organa dokunmasıyla, hastanın âh etmesi
gibi; Allah'ın hasta gönüllerine dokunacak bir emri vermesiyle onlar da hayret
ve şaşkınlık içinde bu tepkiyi göstermişlerdir.
Ayette, karşılıklı etkileşim olgusuna da şahit oluyoruz. Bu etki, karşı
bir tepki uyandırıyorsa, orada faaliyet başlamış demektir. Eğitim bir etkileşim
olgusu olduğuna göre, ilahî emrin bir tepki ile karşılanması, o emrin ne kadar
etkili olduğunu gösterir.
(Musa, "Câhillerden
olmaktan Allah'a sağrnınm" dedi).
Alay ile cehalet arasında bir ilişki vardır. Hz. Musa onların, Alay mı
ediyorsun? sözünü, cehalet ile yorumlamıştır. İnsanlarla alay etmek büyük bir
günahtır, onun için Hz. Musa, cehalet ifadesini kullanmıştır. Bakara/14'de,
insanlara çifte standart uygulayan münafıkların davranışları arasında yer alan
alay, sosyal hayatın manevî hastalıklarından biridir. Hz. Musa'nın ifadesi, şu
manaya gelmektedir: "Alay etmekten Allah'a sığınırım".
Bilen insanlar, olgun olduklarından dolayı, insanlarla alay etmezler.
Hucu-rât/11'de, insanlarla alay etmenin tevbe edilmesi gereken bir günah olduğu
vurgulanmakta ve bu günahtan dolayı tevbe etmeyenlerin zalim olduğuna dikkat
çekilmektedir. İnsanları küçümseyerek alay edenler, ham ruhlu insanlardır.
İşte Hz. Musa bu hareketi cehalet olarak
isimlendirmektedir O, böyle kötü bir ahlaktan sıyrılmak çok zor olduğu için,
Allah’a sığınmıştır. Böylece Allah, Hz. Musa’nın Allah’a sığınma şeklindeki
tavrını bir eğitim olgusu olarak bize aktarmaktadır.
[128]
68-71- “Bizim adımıza Rabbine dua
et, bize onun ne olduğunu açıklasın” dediler. Musa, “Allah diyor ki, o ne yaşlı
ne de körpe; ikisi arasında bir inektir. Size emredileni, hemen yapın' dedi. Bu
defa, 'Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın' dediler. O diyor
ki: 'Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir renktir' dedi.
'Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın,
nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşa-allah emredileni yapma
yolunu buluruz dediler. Musa dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor: O, henüz
boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan,
hiç alacası bulunmayan bir inektir'.'İşte şimdi gerçeği anlattın' dediler ve
bunun üzerine onu bulup kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.
Hz. Musa'nın Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım demesi, İsrailoğullan'nın
meselenin ciddiyetini anlamalarını temin etti. Bu sefer ineğin mâhiyetini,
yerini öğrenmek istediler. Aslında Allah, onlardan normal bir inek kesmelerini
istemişti. İneğin özelliklerinin açıklanmasını istemeleri, meseleyi
zorlaştırmanın başlangıcı olmuştur. Bir ineğin kesilmesi istenmiş ise, bir inek
bulunur ve kesilir. İneğin mahiyetini sormanın ne anlamı vardır? İşin detayını
istemeleri, işi zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Allah onlara, kesilmesini emrettiği ineğin, ne yaşlı ve ne de körpe
olduğunu, bunların arasında bir vasıfta olduğunu söyledi. İlk safhada normal
bir ineğin kesilmesi istendiği halde, ikinci safhada özellikleri biraz daha
daralmıştır. Hz. Musa, ineğin özelliklerini detaylı bir şekilde öğrenmek
istemelerinin doğru olmayacağını onlara hissettirmek için, Size emredileni
yapın dedi. Çünkü ineğin özellikleri soruldukça, bulunması zorlaşacaktı.
İsrailoğulla-n özelliklerini sormaya devam ettiler.
Önce şeklini, sonra da rengini sordular. İneğin renk özelliği, onun
bulunmasını oldukça zorlaştırdı. San renkli, parlak tüylü ve bakanlara neşe
verecek bir inek çok özel bir inektir. Çok özel olan bir şey, aynı zamanda,
çok nâdirdir; çok nâdir olan şeyin bulunması da çok zordur. Böylece ikinci
merhalede işi daha da zorlaştırdılar.
Bunun üzerine, ineklerin birbirine benzemelerinden dolayı bu özellikleriyle
onu ayırdedemediklerini söylediler. Ayırıcı vasıflarının ortaya çıkmadığını
belirttiler. Tabii ki, bu merhalede işi daha da zorlaştırma yoluna girdiler. Sonuçta
Yüce Allah, kesmelerini emrettiği ineğin vasıflarını şöylece beyan etti:
1. Yeri sürmek için
boyunduruğa vurulmamıştır.
Ayetteki (lâ zelûl) ibaresi, zelil kılınmamış, yani toprağı sürmek için
boyunduruk vurulmamış manasına gelmektedir. Yeri sürmek için boyunduruğa
vurulmamış olma özelliğinin zikredilmesiyle kasdedilen, inek değil, İsrailoğullan'dır.
Onlara, inek motifini kullanarak mesaj vermektedir. Bu da bir eğitim ve öğretim
metodudur.
Başkaları tarafından kullanılıp, zelil bir hale getirilen fert veya toplumlar, sağlam şahsiyete sahip olamazlar. Onlar daima emredileni yapmaya hazırdırlar. Kendileri, asla emredemeyecek ve yeni bir proje üretemeyeceklerinden dolayı, başkalarının projelerini ve emirlerini yapmakla kendilerini mükellef tutarlar. Bu tür insanların durumunu anlatırken Allah inek örneğini kullanmaktadır. Zillet psikolojisi içinde yaşayan, hayatında hiç emir vermemiş ve yeni bir şey ortaya koymamış insanlarla mücadele etmeye değmez, onlar zaten hayatın zenginliklerini elde etmek için yapılması gereken atılımlardan haberdar değildirler. Siz onlara bir hayat alanı çizer, onların beyin ve iradelerine boyunduruğu vurur ve onları böylece kullanabilirsiniz.
Vuruşacağın, mücadele ve kavga edeceğin düşman bile güçlü olmalıdır.
Zelil bir insanı yenmek zafer değildir. Onun için Allah, zelil olmayan bir inek
kesilmesini istemiştir.
2. Ekin sulamamıştır.
Ekin sulamakta kullanılan ineği Allah kesilmeye layık görmemiştir. Ekin
sulamak için kullanılan inek şunu ifade eder: Başkalarının ektiği ekini geliştirmek
için su taşıtılan hayvan yine de kullanılmış bir hayvandır. Ayette geçen
(hars=ekin) kavramı, kültür manasına da gelir. Kültür manasm-dan hareket ederek
şu genellemeyi yapabiliriz: Başkasının oluşturduğu kültürü geliştirip yaşatmak
için kullanılan insanlar bağımsız olamazlar. Onlar bir kültür oluşturamamışlardır.
İsrailoğullan da, daima Mısırlıların kültürüne hizmet ettiler. Ekine su taşıyan
inek gibi çalıştılar. Şimdi ise kendi kültürlerini oluşturma zamanı gelmiştir.
Allah, artık başkalarının kültürünü ayakta tutmak yerine, kendi kültürlerini
oluşturmalarının zorunluluğunu onlara hissettirmektedir. Kendi kültürlerini
oluşturanlar, güçlü toplumlardır; onlar kültür mücadelelerinde ayakta
kalanlardır. Kendi kültürüne sahip olanlar, kendilerini tanıyan, bilen ve
anlayan toplumlardır.
3. Salimdir.
Boyunduruk vurulmamış, kullanılamamış, zelil bırakılmamış demektir. Ayette geçen (müselleme) kelimesi, kesilmesi istenen ineğin, çeşitli işlerde kullanılan ineklerin ezilmişliğinden uzak olması gerektiğini ifade etmektedir. Bir işte kullanılmaktan kurtulmak manasına gelen (selime)den gelmektedir. İsrailoğullan uzun zaman Firaun'un emri altında köle olarak kullanılmışlardır. Bu kavram, onların Firavun'un esaretinden kurtulmaları ve nasıl bir şahsiyete sahip olmaları gerektiğine işaret etmektedir.
4. Alaca değildir.
Allah ineğin tek renkli olmasını ve onda başka bir rengin bulunmamasını
istemiştir. Bu durumla İsrailoğullan arasında bir ilgi kurarak, şöyle bir
açılım yapmamız mümkün olabilir: Sağlam şahsiyetli, hür ve bağımsız olan insanlar,
dönek olamazlar. Bukalemun gibi olan insanlar, dengesiz şahsiyete sahiptirler.
Onlar, çifte standartlı davranabilen münafık insanlardır. Alaca renkli inek,
alaca renkli insan şahsiyetini ifade etmektedir. Alaca renkli ineğin parçası
ile ölüye vurulursa, ölü dirilmez. Alaca ruhlu insanlarla da ölmüş toplumlar
dirilip ayağa kalkmaz.
Bakara/7l'den şu neticeleri çıkarabiliriz: Ölüyü diriltecek olan
hayvanın, boyunduruk vurulmamış, ekin sulamamış, kusursuz ve alacasız olması
gerektiği gibi, köle ruhlu bir toplumu canlandırıp ayağa kaldıracak olan
insanların da, zelil olmamış, kendi kültürünü üreten, şahsiyet bozukluğu
taşımayan ve münafık ruhlu olmayan bir yapıya sahip olmaları gerekir. Ancak bu
şahsiyete sahip olan insanlar güçlü bir toplum oluşturabilirler. Eğitim
sistemi, bu şahsiyetteki insanları yetiştirmeyi hedefiemelidir.
("Şimdi gerçeği getirdin" dediler).
Onlar, ineğin özelliklerini gittikçe zorlaştırdıklarım son merhalede
anlayabilmişlerdi. Aslında hiçbir özelliğini sormadan, normal bir inek
kesebilirlerdi. Soru soruldukça Allah, o ineğin özelliklerini hem arttırdı ve
hem de zorlaştırdı. Sonunda Allah, İsrailoğullan'na bağımsız ve hür olmanın,
istismar edilmemenin ne olduğunu anlatmış ve onlara sağlam bir toplum
oluşturmanın, köle ruhlu bir kavim olmaktan kurtulmanın yollarını öğretmiş
oldu. İşte bu özelliklerin önemini anlayınca, Hz. Musa'ya, Şimdi gerçeği
getirdin demekten kendilerini alamadılar. Fakat bu sefer farklı bir ifade
kullandılar ve isteklerinde samimi olduklarını -Allah'ın dilemesine bağlayarak-
gösterdiler:
(Biz, inşaallah emredileni yapma fırsatım buluruz" [Bakara/70]
İneği buldular ve (onu
kestiler). (Az kalsın yapmayacaklardı).
Yaklaştı manasına gelen (kâde) fiili, neredeyse ineğin kesim işine yaklaşmıyorlardı
anlamını ifade etmektedir. İnekle ilgili ayrıntıları sormaya devam ettikçe,
ineği bulmaları zorlaşıyordu.
İnek kesme emri verildikten sonra İsrailoğullan'nın herhangi bir ineği
kesmeleri gerekirdi. Ayetler bize, kendi inisiyatifini kullanmanın nasıl
zorluklar doğurduğunu da anlatmaktadır. Siyasette, ekonomik hayatta ve öğretim
faaliyetinde insanlara kişisel teşebbüs fırsatını vermek ve onlara bu teşebbüs
için belli bir alan tanımak, kaliteli iş üretmek için vazgeçilemeyecek bir
kuraldır. Kişisel teşebbüsü olmayan insanlar, bir üstlerinden iş hakkında
teferruat isterler. Her istedikleri izahla kendi teşebbüs alanlarını
daraltırlar. Teşebbüs alanı daraldıkça kalite azalır. Kişisel teşebbüsün varlığı,
beraberinde sorumluluk getirir. Sorumluluğu çalışanlara yaymak, iş ve üretimde
kalitenin artmasına neden olur.
Allah'ın, bir inek kesmeleri emrini verirken, nasıl bir inek
keseceklerini önceden açıklamaması, onun özelliklerini İsrailoğullan'nın kendi
kararlarına bırakmış olduğuna delildir. Buna karşılık, onların, ineğin
özelliklerini Allah'tan beklemeleri, işi zora sokmuştur.
İstenen özelliklerde bir inek bulup kesmeleri iyice zorlaştığı bir
anda, İsrailoğullan'mn (İnşaallah emredileni yapma yolunu buluruz) [Bakara/80]
demeleri, yani istisna yapıp Allah'ı devreye sokmaları, işlerini kolaylaştırdı.
'i\itjj (inşaallah=Allah dilerse) ifadesi, yapılacak her işin başında
yer almalıdır. Bu bir seçenek değil, farzdır:
Allah'ın dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için, "Bunu yarın yapacağım"
deme. Bunu unuttuğun takdirde, Allah'ı an ve 'Umarım Rab-bim beni doğruya
bundan daha yakın bir yola iletir' de). [Kehf/23-24]
İnşaallah deyip istisna yapmayanların başına nelerin gelebileceği bir
örnekle, Kalem/l 6-31 'de anlatılmaktadır.
Böylece Bakara/70'de inşaallah demenin işleri nasıl kolaylaştıracağı
öğretisini buluyoruz.Geleceğe yönelik bir iş için inşaallah demek dinin
emridir, ama bu emir bir kültür olarak topluma yayılmalıdır. Günümüzde toplumun
çeşitli alanlarında çözülemeyen pek çok meselelerin kökeninde bu kültürün
olmayışı yatmaktadır. Allah'ın mülkünde, Allah'ı anmadan, O'nu yanında
hissetmeden bir iş yapmak, şahsiyetin cılızlığına bir işarettir. Böylesi teşebbüslerin
neticeye ulaşmaması, yarıda kalması, bu manevî ilkenin ihmal edilmesinden
kaynaklanmaktadır.
Bu ayetlerle Allah, kişisel teşebbüsten yoksun olan kölelere, kişisel
teşebbüsü öğretmenin önemini anlatmakta ve bunu bizzat tatbik etmektedir.
[129]
72-73. Hani siz, bir adam
öldürmüştünüz ve katili hakkında birbirinizle tartışmıştınız. Fakat Allah, gizlediğinizi
ortaya çıkaracaktır. Haydi, şimdi öldürülen bu adama, kesilen ineğin bir
parçasıyla vurun, dedik. Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve size ayetlerini
gösterir. Umulur ki, aklınızı kullanırsınız.
Kesilmesi gereken ineğin serüveni, öldürülen insanın katilini bulmak
için başlamıştır. Birbirlerinin üzerine attıkları bu öldürme eyleminin failini
Allah ortaya çıkarmıştır. Ölüm olayları belki insanlardan gizlenebilir ama, Allah'tan
gizlenmesi mümkün değildir. Allah, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği kutsal kitap ve
dine inanmakta zorluk çeken İsrailoğullan'na kudretini bu mucize ile
göstermiştir.
Diğer taraftan Bakara/73 ayeti, bu uygulamanın amacını belirlemektedir.
Ahirette insanların tekrar dirileceğine inanmakta zorluk çeken İsrailoğullan'na,
bizzat kendilerinin kestiği ineğin bir parçasını maktule vurdurarak bu-
nu tecrübe ettirmiştir. Yoksa Allah, bu işlemi yapmadan da o ölüyü
diriltebi-lirdi.
Öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği ahiret gününe iman etmeleri
için, akıllarını harekete geçirmelerinin önemine işaret eden bu ayet, aklın düşünme
faaliyetini amaçlamaktadır. Onun için ayetin sonunda Umulur ki, aklınızı
kullanırsınız ifadesi yer almaktadır.
Öldürülen bir insanın bu dünyada tekrar diriltilmesi, bir insanın
ruhunun başka bir insanın bedenine girerek bu dünyaya gelmesi değil, kendi ruhu
ve bedeniyle dirilmesidir. Dirilen bu insan, başından geçen serüveni haber verebilir
ve böylece kendisini kimin öldürdüğünü söyleyebilir. Sonuçta olay bu şekilde
aydınlanmış, İsrailoğullan için mucize olan bu olay, akıl süzgecinden geçerek
ahirete imanın teşekkülünü sağlamıştır.
Demek ki, Firavun'un zulmü altında köleleştirilen insanların
kaybettikleri en önemli psikolojik güç, aklı kullanıp düşünebilme melekesidir.
Allah bu denemesi ile, onlara akıllarını çalıştırma yeteneklerini kazandırmayı
amaçlamıştır.
[130]
74. Sonra bu mucizenin ardından
kalpleriniz katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Halbuki, taşın öylesi
vardır ki, ondan ırmaklar fışkırır; öylesi vardır ki, yarılıp içinden su akar;
öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Allah, İsrailoğullan'na pek çok nimetler vermiş, hayatlarmda pek çok de-ğişimler meydana getirmiş, ama onlar her değişimden ve nimetten sonra yanlış işler yapmışlardır. Kötü alışkanlıklardan kurtulamadıkları için, kendi başlarına dengeli ve tutarlı davranabilme becerisini uzun zaman kazanamamışlardır. Şöyle ki:
1. Allah, Firavun'un zulmünden
onları kurtarınca, buzağıya tapınmaya başladılar. Şükretsinler diye, Allah
onları affetti. Doğru yolu bulsunlar diye Musa'ya kitap verdi.
2. Ardından, Allah'ı açıkça
görmek istediler. Allah, şükretsinler diye, onları ölümlerinden sonra
diriltti. Çölde aç ve susuz kalınca, bıldırcın, kudret helvası ve su verdi. Bu
sefer, Allah'ın onlara verdiği emri değiştirdiler. Allah da fısk işlemelerinden
dolayı, onlara gökten bir azap indirdi.
3.
Daha sonra onlara,
medenileşmeleri ve istedikleri nimetlere kavuşabilmeleri için, şehre
girmelerini emretti. Şehre girmemekte ısrar ettiklerinde, onları çölde kırk
sene başıboş dolaşmaya mahkum etti.
4. Ardından, Allah onlardan
söz aldı. Korunsunlar diye, onlara verdiklerine sımsıkı sarılmalarını istedi.
Bundan da yüz çevirdiler; yani verdikleri sözde durmadılar. Allah onları
tekrar affetti.
5. Daha sonra İsrailoğullan'na
cumartesi yasağına uymalarını emretti. Yine Allah'ın emrinin aksini yaparak,
cumartesi günü balık avladılar. Allah da onları maymun seviyesine indirdi. Bu
cezayı, o dönemde yaşayan insanlara ve gelecek nesillere bir ibret, müttakîlere
de bir öğüt olsun diye verdi.
6. Ardından içlerinden biri, diğerini öldürdü. Katilin bulunmasını istediler. Allah bir inek kesmelerini emretti, onlar da ineği bulup kestiler. İneğin bir parçasıyla ölüye vurunca, ölü dirildi ve kendisini kimin öldürdüğünü söyledi.
(Böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanıp düşünesiniz diye ayetleri gösterir). [Bakara/73] Fakat bunun ardından onların kalpleri yine katılaştı:
(Kalpleriniz taş gibi katılaştı, hatta taştan da daha katı oldular). [Bakara/74]
Dikkat edilirse 73. ayette akl'a, 74. ayette ise kalb'e dikkat
çekildiği anlaşılır. Köle ruhlu insanları eğitebilmek için, onların akıl ve
gönüllerini açmak ve yumuşatmak gerekiyor. Böylece Allah, eğitime hedef tayin
etmekte-
dir. Akıl ve gönül, işlerliğini kazandığında, insan yerde sürünmekten
kurtulacaktır. Düşünen beyin ve yumuşayan gönül, insana insan olma onurunu kazandıracaktır.
Ne yazık ki, İsrailoğullan'nın kalpleri/gönülleri taş gibi katılaştı.
Allah, taşı daha yumuşak gördüğü için, taşın içinden su fışkırdığına, yarılıp
içinden su aktığına, hatta, bir kısım taşların Allah'a saygıdan dolayı
yuvarlandığına dikkat çekmektedir.
Bakara/74'de açıklanması gereken kavramları şu şekilde sıralayabiliriz:
1.
(Sonra kalpleriniz katılaştı).
Kur'an'da kalbin katılaşması, çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun ne
anlama geldiğini, diğer ayetlerle açıklayabiliriz.
a) Kalbin katılaşması, boyun
eğmenin zıddıdır. Bir toplum başından geçen olumsuz tecrübe ve belalardan
sonra, ibret alıp alçak gönüllülük ve boyun eğme gibi ahlâkî değerleri
kazanacağı yerde, bunun tam tersi olmaktadır. Bu konudaki ayetler şöyledir:
Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından
boyun eğsinler diye, onları darlık ve sıkıntılara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara
bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice
katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını güzel gösterdi. [En'âm/42-43]
Demek ki, kalbi katılaşan insan Allah'a boyun eğmez ve şeytanın etkisinde
kalarak yanlış davranışlarını iyi görmeye başlar.
b)
Kalbin katılaşması, kalbin
Kur'an sebebiyle ürpermemesi demektir. İlahî vahyin kalpte meydana getirmesi
gereken değişimi gerçekleştirememe durumuna, gönlün katılaşması denmektedir.
Zamanın geçmesiyle, geçmiş değerleri unutan ve onları hafife alan fâsık
insanların kalpleri de katılaşmıştır. Bu konuya ışık tutan ayet şöyledir:
İman edenlerin Allah'ı anma ve Allah'tan inen Kur'an sebebiyle
kalplerinin ür-perme zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap
verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri
katılaştı. Onların birçoğu yoldan çıkmışlardır. [Hadîd/16]
Allah'ı hatırlamayan, Kur'an'a değer vermeyen ve zaman geçtike manevî
değerleri unutup yoldan çıkanların gönlü katılaşmaktadır.
c) Sözünde durmayan insanların
kalpleri katılaşır.
Sözlerini bozmaları sebebiyle onlan lanetledik ve kalplerini
katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen
hükümlerin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan
daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onlan affet ve aldırış etme. Şüphesiz
Allah iyilik edenleri sever. [Maide/13]
Bu ayet, hem kalbin niçin katılaştınldığım ve hem de katı kalpli
insanla--.n nasıl davrandıklarını açıklamaktadır. Sözünde durmamanın, bir
taraftan anete sebep olduğu, diğer taraftan da kalbi katılaştırdığı ifade
edilmektedir.
Kalbi katılaştınlan insan, kutsal kitaba ve hukuka tahammül gösteremez.
Dnların ayet ve hükümlerini değiştirmek ister. İnsanlara ihanet etmek için jsat
kollar. Verdikleri söze ve yaptıkları antlaşmalara riayet etmez. Verilen
nimetlere nankörlük eden, mucize ve ayetleri anlamayan, akimi kullanıp
dü-^unemeyen, sosyal tecrübelerden ibret alıp boyun eğmeyen, yanlış
davranış-jjını tenkit edip çirkinliklerini göremeyen, Allah'ı düşünüp Kur'an
okunduğunda kalbi ürpermeyen, geçmiş değerleri unutan, sözünde durmayan,
kutsal utaba ve onun hükümlerine tahammül edemeyip onlan değiştirmeye çalışan
jısanların kalpleri katılaşmış demektir.
2.
(İçinden nehirler fışkıran
ve yarılıp içinden su ikan taşlar vardır).
Taş, hayatm kaynağı olan suyu tutmayıp ona yol
vermektedir. Hayatın kaynağında su vardır. Her şeyi sudan yarattı [Enbiya/30]
ayetine göre, H2O, yani iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya
geline, hayatm kökeni olan suyu oluşturur. Hayatm kaynağı olan suyun akışını
taş bile engellememektedir. Yarılıp ona yol vermektedir. Bu benzetmeyi Allah
niçin yapmıştır? Allah'ın İsrailoğullan'na gösterdiği mucizeler, öğrettiği
bilgiler, gönderdiği ayetler ve aklı kullanıp düşünmek, insanın maneviyatına
can veren su gibidirler. İsrailoğullan'nın kalpleri bu oluşumlara yol
vermemesi nedeniyle taştan bile daha katı olarak nitelendirilmiştir.
3.
“Bir kısım taşlar da, Allah
korkusundan yukarıdan aşağı yuvarlanırlar.”
Ayetin bu kısmı, fiziki bir kanun ile Allah’a ibadet arasında bağlantı
kurarak, maddede Allah korkusu bulunduğunu ve o nedenle hareket ettiğini dile
getirmektedir. Demek ki, maddede can vardır: Ama o can, bizim canlı dediğimiz
varlıklannkinden başkadır. Ancak nihayetinde, o da bir çeşit candır.
Ayette geçen (yehbitu=düşer) kavramı, hareketi ifade etmektedir. Dağdan aşağı yuvarlanan taş ibadet ediyor da, ovadaki taş ibadet etmez mi? Ayetteki hareket kavramını, maddenin en küçük parçası olan atomun çekirdeğinin etrafında dolaşıp hareket eden elektronlar olarak anlamak gerekir. Atomun çekirdeği etrafında dolaşan bu elektronlar, sanki tavaf etmektedirler.
Kainattaki bütün gezegenler durmadan dönmektedir. Maddenin en küçük
parçası olan atomun yapısında da, kainatın nizamı yer almaktadır. Demek ki,
maddenin Allah'ı teşbih etmesi, bu dönme dediğimiz tavaf hareketiyle gerçekleşmektedir.
Hacıların Kabe'nin etrafında dönmesi, kainatın teşbih örneğinin beşerî olarak
uygulanmasından başka bir şey değildir.
Allah bu fizikî kanundan, psikolojik kanunlara intikal etmekte ve
insanın gönlünde atomun hareketi gibi bir hareketliliğin olmasını gündeme
getirmektedir. Katılaşan kalp, teşbih için hareketini yitirmiş, anlayış için
kanallarını tıkamış ve böylece işe yaramaz hale gelmiştir.
Gönül, sevgi, düşünce, bilgi, irade, anlayış, sadakat ve korku, aklın
etrafında elektronlar gibi hareket edip, teşbih ibadetlerini yerine
getirmelidirler. Akıl, bilgi, sevgi, düşünce, anlayış ve korku, gönlü
katılığından uzaklaştıracak, gerekli esnekliği ve yumuşaklığı ona
kazandıracaktır. İşte Allah, İsrailo-ğullan'ndan böyle bir gönüle sahip
olmalarını istiyordu. Yaptığı bütün ihsanlar, onlara bir etkide bulunmayınca,
kalplerinin katılaştığına hükmetti.
4.
(Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir).
Kalbin katılaşmasını ve taşla mukayese edilmesini konu edinen bu ayetin
sonunda eylemden bahsedilmesi, eylemle gönül arasındaki ilişkiyi gündeme
getirmektedir. Allah'ın ölüyü diriltme ve ayetlerini gösterme fiiline karşı onların
olumsuz tutumlarının kaynağında, katılaşmış gönülleri yer almaktaydı. Yüce
Allah, bu davranış analizi ile eğitimin, öncelikle insan aklını ve gönlünü
hedef almasına işaret etmektedir. Aklını çalıştırıp düşünemeyen insanların
kalplerinin yumuşamayacağı, tam tersine katılaşacağı bir gerçektir.
Ayet, Allah'ın insanın hiç bir eyleminden gafil olmadığını, onları en ince teferruatına kadar bildiğini ve onları değerlendirmeye tâbi tutacağını ifade etmektedir. Allah'ın bütün eylemlerden haberi olduğu bilincini insanlara vermek gerekiyor. Davranışların Allah tarafından murakebe edildiği bilinci insanlara kazandmlmadıkça, ahlâkî öğretilerin yerleşmesi mümkün değildir. [131]
75. Artık onların, size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Onlardan bir
zümre vardı ki, Allah'ın kelamını dinlerler ve kavrayıp anladıktan sonra, bile
bile onda değişiklik yaparlardı.
Hz. Peygamber'in, Medine'ye hicret edip yahudileri imana davet etmesi,
onların da reddetmeleri üzerine bu ayet inmiştir.[132]
Allah, Hz. Peygamber zamanındaki yahudilerin müslümanlara inanmayacaklarını
bu kadar kesin bir dille niçin söylemiştir?
Bu sorunun cevabını bir eğitim ilkesi ile cevaplandırmamız mümkündür.
Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği görüşünden hareket ederler. Kimin eğitilip
kimin eğitilemeyeceği bilinemez. Müslümanların tebliğ faaliyetinde harcadıkları
emeklerinin boşa gitmemesi için Allah, tebliğden etkilenmeyecek olanları haber
vermektedir.
Demek ki eğitilemeyecek insanlar da vardır, ama bunu biz değil Allah bilir.
Biz bunu, ancak uzun bir zaman içinde/yoğun bir emek harcadıktan sonra
anlayabiliriz. Allah, müsait olmayan tarlaya tohum atılmaması için Hz.
Peygamberi ve ashabını uyarmaktadır.
Ayette geçen (tama') kelimesi,
istemek, arzu etmek, dilemek, hasretini çekmek, gayret etmek, ummak, tutku
içinde olmak, meftun olmak manalanna gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an
ayetlerinde aldığı manaları inceleyebiliriz:
[133]
(Allah'ın ceza gününde kusurlarımı affedeceğini ümit ediyorum).
[Şuara/82]
(Size, korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteren ve yağmur yüklü ağır
bulutlar oluşturan da O'dur). [Ra'd/12]
(Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederken). [Secde/16]
Hz. İbrahim bile, ceza günü (ahirette), hatalarının kesinlikle
affedileceğini söylemiyor, sadece ümit içinde olduğunu söylüyor. Ama buradaki
ümit, istemek anlamına gelmektedir.
Son iki ayette tama', insan psikolojisinin ritmini gösteren
durumlardan, korkunun karşıtı olan ümidi ifade etmektedir. Tabiat olaylarının
insanın ruhunda uyandırdığı korkunun karşıtı olan ümittir. Gece vakti
yatağından kalkıp, Allah'a dua eden insanın içinde bulunduğu psikolojik his
ümittir.
[134]
("Rabbimizin bizi iyilerle birlikte bulundurmasının özlemini
duyarken, ne diye Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" derler).
[Maide/84]
"Onların her biri, nimet
cennetine gireceklerinin özlemini mi duyuyorlar). [Meâric/38]
Bu ayetlerdeki tama' kavramları insanın kendi elinde
olmayan ve fakat Allah'tan beklediği veya imkânsız olan bir isteği ifade etmektedir.
[135]
(Biz, ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı
bağışlamasını arzu ediyoruz). [Şuara/51]
(Sonra kalbinde hastalık olan kimse size karşı arzu ile hareket eder).
[Ahzâb/32]
Aynı sözcük bu iki ayette, Allah'ın affına duyulan arzu ile cinsel
arzuyu ifade etmektedir. Her iki ruh haleti için de kullanılmaktadır.
[136]
(Arttırmam gerektiği hırsı içindedir). [Müddessir/15] Bu ayette, tutku
içinde olmayı ifade emektedir.
[137]
İki Taraf arasında bir perde ve a'râf üzerinde de herkesi simalarından
tanıyan adamlar vardır. Bunlar henüz cennete girmedikleri halde girme
teminatları olduğu için cennet ehline, "Selâm size!" diye
seslenirler). [A'râf/46]
Tama' kelimesinin bu manaları birbirine çok yakından bağlıdırlar. Ancak
Bakara/75'de ümit etmek anlamına gelmektedir.
[138]
(Oysa ki onlardan bir grup vardı).
Bahsi geçen grup, Hz. Musa döneminden hemen sonraki bir dönemde yaşayan
bir grup mu; yoksa Hz. Muhammed dönemindeki yahudilerden bir grup mu?
Hz. Musa dönemindeki bir grubun kastedildiğini varsayarak yorum yapacak
olursak şöyle bir genelleme yapabiliriz. Tebliğde bulunduğunuz Yahudiler'in
size inanması mümkün değildir. Çünkü onlar, geçmişte dedelerinin bıraktığı
davranış biçimini benimsemektedirler. Dedelerinden bir grup, Tevrat'ı okuyup
anladıktan sonra, bile bile onu değiştirdiler. Bunların torunlarının size
inanması mümkün değildir. Bu yorumdan şu çıkmaktadır: Taklit, yeniliği engeller
ve öldürür. Ayeti bu şekilde anlar ve yorumlarsak, o zaman, ayetin ikinci
kısmı, birinci kısmının sebebi olur.
[139]
Yahudilerin, Hz. Peygamber'in davetini reddetme sebeplerini ayetin ikinci
kısmında buluyoruz:
Onlardan bir grup vardır; Allah'ın kelâmını dinlerler, onu anladıktan
sonra, bile bile onu tahrif ederler.
Onların bu tutumu, iman etmelerini engellemektedir. O zaman, dinledikleri,
anlayıp bile bile tahrif etmeye çalıştıkları Tevrat değil, Kur'an'dır. Böylece
ayetin ikinci kısmı sebep, birinci kısmı da sonuç olmaktadır. Yani, Onların
size inanmalarını mı umuyorsunuz? ifadesi sonuç; Onlardan bir grup vardır,
Allah'ın kelamını dinlerler, onu anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler
ifadesi de sebeptir.
Ayette eksen kavramlar iman ve tahriftir. Tahrifata uğrayan bir metne iman
etmek mümkün değildir. Allah, tahrifatla iman etmeme arasında bir bağlantı
kurmaktadır. Ayetin ikinci kısmında dinleme, akletme ve bilme ifadeleri yer
almaktadır.
Allah öğretim faaliyetinin önemli olan üç oluşumuna dikkat çekmektedir.
Öğretimin gerçekleşebilmesi için, dinlemek veya dinletmek şarttır. Hz.
Mu-hammed ve ashabı bunu gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler onların kendilerine
sundukları ilahî kelâmı dinlemişlerdir. Dinleme ile beyne giden duyumlar, aklın
kalıplarına girerek anlayışı meydana getirir:
(Allah'ın kelamını anladılar).
Öğretim faaliyetinin amaçladığı akletme, yani anlama da
gerçekleşmiştir. Anlamadan sonra bilgi doğmuş oldu. Başka bir ifadeyle,
Allah'ın kelâmını dinleyenler onu anlamış ve Allah'ın kelâmı olduğu bilgisini
elde etmişlerdir. Ancak tek başına bilme yeterli değildir. Bildiğinin doğru
olduğuna inanmak gerekir. Bu ne demektir? Bu, öğretim faaliyetindeki devrenin
tamamlanmasının gerçekleştiğini göstermektedir.
Elektrik akımında devre tamamlanınca lamba yanar ve
ışık meydana gelir. Ancak en başta, bu ışığı yakma azminin bulunması lazımdır.
Öğretim faaliyetinde de, dinleme, anlama ve bilme aşamaları devrenin
tamamlandığını ifade etmektedir.
Devre tamamlanıp bilgi ışığı meydana geldikten sonra, kasden ilahi
kelamı değiştirmek, yani tahrif etmek çok büyük günahtır. Ayette geçen tahrif
kelimesi lügatte yana yatmak, alay etmek, saptırmak, çarpıtmak, altüst etmek,
biçimini bozmak, tahrip etmek, ters mana vermek, yanlış izah etmek, yanlış
anlamak, bir şeyin gerçek manasını tahrif etmek anlamlarına gelmektedir. Tahrif
kelimesi, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
[140]
(Yahudilerin bir kısmı kelimeleri yerlerinden çıkarırlar). [Nisa/46]
Ayette tahrif kavramından sonra, yer kelimesi geldiği için diyebiliriz
ki, yahudiler kutsal kitabın metninde yer alan bazı kelimeleri yerlerinden çıkararak
metni tahrif ediyorlardı.
[141]
(Onlar kelimelerin yerlerini
değiştirirler). [Maide/41]
Nisa/46'da tahrif kelimesinden sonra (an) harf-i cerri geldiği halde,
Maide/41'de eh (min) harf-i cerri gelmiştir.
[142]
(Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan
bir grup, Allah'ın kelamını dinlerler, iyice anladıktan sonra bile bile ona
ters mana verip ifsad ederler). [Bakara 2/75]
[143]
(Kim o gün, savaşmak için bir tuzak, ya da diğer bir gruba ulaşıp
mevzilenmek gibi durumlar hariç, onlara arkasını dönerse, kesinlikle Allah'ın
gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. Orası ne kötü yerdir).
[En-fâl/16]
Bu ayette (müteharrifen) kelimesi hile ve tuzak manalarını ifade etmektedir.
Zaten bir şeyin manasım değiştirmek, gerçek manasına tuzak kurmak demektir.
Allah'ın kelamı, zamanla eskimediği ve değerini yitirmediği için onda
bir değişim yapmaya, kelimelerini yerlerinden çıkarıp başka kelime koymaya veya
ters mana verip ifsad etmeye açık değildir. Bu durum, insanın yazdığı bir
metinde yapılabilir. Çünkü insanın ortaya koyduğu metinler zamanla değerini
yitirebilirler. İlahî kelam ile beşerî kelam arasındaki önemli farklardan biri
de budur.
Allah'ın kelamında değişiklik yapmak, Allah'ın lanetine neden
olmaktadır. Lanetlenmelerinin sebebi şöyle beyan ediliyor:
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden çıkarıp değiştirirler.
Dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e "İşittik ve
karşı geldik, dinle, dinlemez olası, râ'inâ" derler. Eğer onlar,
"İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi, kendileri için
daha iyi olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lanetlemektedir.
Artık pek az inanırlar. [Nisa/46]
Ayet bize birkaç mesaj vermektedir:
Dine ve peygambere karşı olanlar, bu psikolojilerini eylem haline dönüştürerek
alay etmekte ve kutsal kitabın metnini değiştirecek kadar ileriye gitmektedirler.
Allah'ın kutsal kitabından bazı kelimeleri çıkarma, alay ederek dine saldırmak,
peygambere karşı gelip densiz kelimeler kullanmak, küfürdür. Küfrün karşılığı
da lanettir.
Diğer taraftan bu insanların ne demeleri ve dememeleri gerektiğini
bilmediklerine de işaret eden bu ayet, daha iyinin nerede olduğuna da ışık
tutmaktadır.
Allah'ın kendilerine gönderdiği kutsal kitaptan bir kelimeyi veya ayeti
kaldırıp, kendi arzularına göre düzenlemelerine dikkat çeken bu ayet,
müslü-manlara böyle bir hata yapmanın nelere mal olacağını öğretmekte ve onları
lanetten koruma çabası vermektedir.
Allah'ın verdiği emirlerin toplumsal hayata neler getireceğini ve
ferdin psikolojisini ne kadar zenginleştireceğini düşünme ve araştırma yerine,
o ayetleri kendi anlayışına göre değiştirme eylemine kalkışmanın arkasında,
bunalımlı bir psikolojinin yattığı bir gerçektir.
İnanmadığı halde inandığını söyleyen, inkar psikolojisine sahip olan,
durmadan yalan peşinde koşan ve yalancılara kulak veren kimseler, bu ayetleri
değiştirme gibi haince girişimlerde bulunmaktadırlar. [Maide/41]
Allah'ın ayetlerine böylesine kötü hilelerle karşı koymaya çalışan bir
ruh, lanetlenmekten kurtulamaz. İnsanlık tarihi bu mücadelelerle doludur.
Allah, Kur'an'da bunları anlatarak, gelecek nesillere, kutsal kitaba karşı
nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine bildirmektedir.
Allah Teala'nın bu rehberliği, şu ilkeye de ışık tutmaktadır: İnsanî
düşüncenin sahası ile ilahî vahyin alanı ayrılmalıdır. İnsan nefsinin
istekleriyle, ilahî isteklerin önemi iyice tesbit edilmelidir. İlahî vahyin
alanına, nefsin arzulariyle değil, akılla girilmesi gerektiği ilkesine saygı
duyulmalı ve bu ilkeye özenle uyulmalıdır. İlahî vahiy, insanî düşüncenin
doğruluğunu, değerini ve kalitesini tesbit edebilir, ama beşerî düşünce ilahî
vahyin açığını arayamaz. İnsanın aklın anladığı bir şeyi bile bile değiştirmeye
kalkması, kendi aklını da inkar etmesi demektir. Burada nefsin, aklı saf dışı
bırakması gibi vahim bir psikolojik oluşum da gerçekleşmektedir. Kendi aklına
ters düşen insanın iman etmesini beklemenin yanlış olacağını vurgulayan
Bakara/75 ayeti bilerek ilahî kelâmı değiştirecek olanların da bu tip
adamların içinden çıkacağına işaret etmektedir.
[144]
76. Münafıklar, inananlarla karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler.
Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, 'Allah'ın size açtıklarını, Rabbiniz
katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz;
bunları düşünemiyor musunuz?' derler.
(Münafıklar, inananlarla karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler)
ifadesi, hem bu ayette, hem de Bakara/14'de yer almaktadır. İnananlarla
karşılaştıklarında iman ettiklerini söyleyip, başbaşa kaldıklarında iman
etmediklerini söylemeleri, münafıkların değişmeyen özelliklerinden biridir.
Münafıkla münafık olmayanın farkını belirleyen özelliklerden biri, imana karşı
takınılan tavrın niteliğidir. İmana karşı çifte standart denebilecek bir tavır
takınmak, münafık sıfatım almak için yeterlidir.
Ayette yer alan (Allah'ın size açtıklarını) ifadesine, "Allah'ın
size öğrettiklerini" şeklinde karşılık vermek mümkündür, (feteha=açma) fiili
(alâ) ile kullanılınca öğretmek, yol göstermek manalarına gelir. Ayette ise
öğretmek anlamını ifade etmektedir.
Öğretim faaliyeti, insana bilmediklerinin kapısını açıp onları bilinir
hale getirmektir.
Allah'ın İsrailoğullan'na öğrettiği/açıkladığı şey neydi? Müfessirlerin
üzerinde ittifak ettikleri görüş, Hz. Peygamber'in sıfatlandır. Gerçekten
Tevrat'ta Hz. Peygamber'in sıfatlan anlatılmış mıydı? Bunun cevabını Fetih/29 ayetiyle
verebiliriz. Bu ayette sadece Hz. Peygamber değil, Hz. Peygamber'in ümmetinin
vasıflan da anlatılmaktadır:
Muhammed Allah'ın elçisidir. [Fetih/29]
Hz. Peygamber'in adı Tevrat'ta, Muhammed olarak geçmiş ve Allah'ın elçisi
olduğu bildirilmiştir. Saf/6'da Hz. Peygamber'in adının, İncil'de, Ahmed olarak
geçtiği beyan edilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber'in Tevrat'taki adı Mu-hammed;
İncil'deki adı Ahmed idi. Fetih/29'da kıyamete kadar Hz. Muham-med'in dinine
inananların vasıflan anlatıldığı gibi, İncil'de de anlatılmaktadır. İşte
İsrailoğullan'na Allah'ın öğrettiği bu vasıflardı.
Yahudilerin bir kısmı, kendi kitaplarında yer alan bu vasıfların
müslüman-lar'a anlatılmasının, yani Hz. Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğunu
söylemenin, ahirette delil olarak kullanılacağını söylemişlerdir.
Yahudilerin, (Rabbiniz katında sizin aleyhinizde delil olarak
getirmeleri için) ifadesinden, Allah katını bildikleri ve ahirete inandıkları
anlaşılmaktadır.
(Bunları düşünemiyor musunuz?)
Bu ifade, insanın kendi kendisini ele vermesidir. Yani, ileride kendi
aleyhinde delil olarak kullanılacak bir bilgiyi başkalarına söylemenin yanlış
olacağının düşünülmesidir.
Allah bu olayı, Allah'ın kelâmını anladıktan sonra bile bile
değiştirmenin ve o kitaptaki bilgileri gizlemenin ne kadar korkunç bir günah
olduğunu beyan etmek için anlatmaktadır. Kutsal kitabın bilgilerinin
değiştirildiğinin ya da gizlendiğinin anlaşılabilmesi için, o kitaba
inananların kendi kitaplarını bilmeleri gerekir. Bilmeyen insanı kandırırlar.
Kutsal kitabında olmayan bir hükmü, ona Allah'ın hükmü imiş gibi gösterirler ve
neticede onu büyük bir yanılgıya sürüklerler.
Diğer taraftan ayet, Allah katında insanların birbirleriyle
davalaşacağı gerçeğine de işaret etmektedir. Ayrıca, aklı başında olan
insanın, aleyhinde delil olacak şeyi yapmaması gerektiğini de ifade etmektedir.
Kısaca, çifte standarta başvuran münafıkların doğru bilgileri başkalarından
kıskandıklarını ifşa etmektedir. Hakikatleri başkalarından gizlemek, toplumsal
bütünlüğü bozmaktadır. Gerçekleri herkese açmak, onlarla beraber paylaşmak,
hem psikolojik ve hem de sosyal bütünlüğü temin edecektir. Gerçek anlatıldıkça,
öğretildikçe, paylaşıldıkça çoğalır ve yayılır. Gerçeği gizlemek, insanları
sudan mahrum etmekten daha tehlikelidir. Allah, insanlara öğrettiğini,
diğerlerinden gizlemenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu anlatmak için bu
ayeti indirmiştir.
[145]
77. Onlar bilmiyorlar mı ki,
gizlediklerini ve açığa vurduklarını Allah bilmektedir.
Allah'ın gizli ve açık her şeyi bildiğini beyan eden
bu ayet, yahudilerin Allah'ın kelâmını tahrif ettiklerini ve oradaki bilgileri
müslümanlardan gizlediklerini açıklayarak, bilginin insanları yanlış
davranışlardan alıkoyacağı gerçeğine işaret etmektedir. Allah'ın maksadı,
insanların dedikodusunu yapmak değil, bilgilendirmek suretiyle başkalarının
hatalarına engel olmaktır.
İnsanın inancı, Allah’ın gizli ve aşikar yapılan herşeyi bildiği
bilgisiyle iman haline gelmekte; bu bilgiyi uygulamakla da kişinin amelleri
olgunluğa ulaşmaktadır. İkili oynayan insanlar, Allah'ın her şeyi bildiği
gerçeğini görmezden gelerek imanlarmdaki zaafı ortaya koymaktadırlar. Bu zaafı
ortadan kaldırmak için Allah uyarılarına devam etmektedir:
Bilesiniz ki, onlar Peygamber'den düşmanlıklarını gizlemeleri için
göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman
dahi, Allah onların gizlediklerini de, açığa çıkardıklarını da bilir. Çünkü O,
kalplerin özünü bilendir. [Hûd/5]
İnsanoğlu, kalblerinden geçirdiklerini eyleme dökmedikçe, onların
bilinemeyeceğini zannetmektedir. Böyle zannedenlere Allah, gizli aşikâr her
şeyi bildiğini söylemekle, kalblerini değiştirmelerini önermektedir. Aşikâr
olarak yapılanları bilip kalbdeki oluşumları bilmeyen varlık, ilah olabilir mi?
Kalplerden geçeni Allah'ın bildiği bilincini vermekle Yüce Allah, psikolojik
yapı ile davranışların ahenkli olmasını istemektedir. Kalple davranışların
çatışması, zıtlaşması ve farklılaşması, psikolojik bunalımın göstergesidir.
Gönlü ile davranışları çatışan insanlarda bir şahsiyet parçalanması vardır.
Şahsiyet bütünlüğünü kaybetmenin tedavisi, gizli ve aşikâr, yapılan her şeyi
Allah'ın bildiğinin bilincini onlara kazandırmakla sağlanacaktır.
(Onlar bilmiyorlar mı?)
ifadesiyle Allah, bu bilgilendirmeyi yap-maktaadır. Onlar bu bilgiyi yerinde
kullansalardı, böylesine bir çifte standarda başvurmazlardı. Bilgi işlevini
yerine getirmeyince, imanda bir zayıflama meydana gelmekte, böylece
davranışları etkileyememektedir. Gücünü kaybeden elektrik enerjisi makineyi
çalıştıramadığı gibi, bilgiden uzak düşen iman da, davranışları
etkileyememektedir.
[146]
78. Onların arasında kitabı
bilmeyenler, ümmiler vardır. Bildikleri sadece, kendilerine anlatılan asılsız
kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.
Ayette üç kavram yer almaktadır: ümmi, kuruntu ve zan. Bunların arasında
da (Kitabı bilmezler) ifadesi bulunmaktadır. Bu nedenle ayetin ekseni kitabı
bilmeyenler'dir. Şimdi bu kelimeleri açıklayabiliriz:
(Bazdan ümmidir).
Ümmi kelimesi, pınar, memba, başlangıç, doğuş, mebde, başlıca prensip,
temel esas, bir şeyin ruhu ve cevheri manalarına gelmektedir. Ümmi kelimesi,
Kur'an'da pek çok şey için kullanılmıştır:
[147]
(O, nezdimizde bulunan ana kitapta mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir
kitaptır). [Zuhruf/4]
(Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır. Ana kitap O'nun
yanındadır). [Ra'd/39]
(Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın
temelidir). [Âl-i İmran/7]
Demek ki Kur'an'ın muhkem olan ayetleri, diğer ayetlerin temelini
teşkil etmekte, yani onlara kaynaklık etmektedir.
İlahî kitaplara kaynaklık eden levh-i mahfûz'a da ana kitap
denmektedir.
[148]
İnsanlık tarihinde kurulan ilk şehir, insanlık medeniyetine kaynaklık
eden ve diğer şehirlere analık eden ilk şehir anlamına gelmektedir.
(Ümmü'l-kurâyı/şehir halkını uyarman için...) [En'âm/92]
Ummu'1-kurâ (şehirlern anası), medeniyetin beşiği demektir.
[149]
Ümmet bir grub ve bir peygambere mensup insanlar topluluğunu ifade etmektedir.
Her canlı grubuna da ümmet denir.
Hayvanlar topluluğuna da bu anlamda ümmet denilmektedir:
(Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa,
hepsi sizin gibi ümmetler, yani topluluklardır). [En'âm/38]
Eşi-benzeri olmayan tek bir kişiye de ümmet denir:
(İbrahim gerçekten Allah'a itaat eden bir ümmet idi). Nahl/120]
[150]
(Onun annesi haviyedir). [Kâria/9]
Bir annenin çocuğunu kollan arasına alıp onu sımsıkı sarması gibi,
günahları fazla geleni de ateş o şekilde sarmalayacaktır.
[151]
Ümmi kavramının diğer bir anlamı da, anaya mensup, anadan doğduğu gibi
saf, temiz ve günasızdır. Genelde ümmi kavramına, okuma-yazma bilmeyen, anadan
doğma cahil anlamı verilmektedir.
Bakara/78'deki ümmi kelimesinden sonra gelen (Kitabı bilmezler)
ifadesi, yukarıdaki manayı kuvvetlendirmektedir. Manayı biraz daha uzaklara
taşırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: İnsan pek çok şeyi bilebilir, ama
kutsal kitabını bilmiyorsa, ümmi sayılır.
Bakara/78'de yer alan diğer kavram ise, (Bütün bildikleri kuruntulardır)
ifadesindeki emâniyye'dir. Emâniyye kelimesi, munya veya minye kelimesinden
türeyen ümniyye kelimesinden gelmekte olup arzu, temenni, talep, iddia, heves,
şehvet, hasret, iştiyak manalarına gelmektedir.
Bu kavram Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
[152]
Ümniyye kelimesinin fiil olarak Nisa/l 20'de geçtiğini görüyoruz:
(Şeytan onlara söz verir ve
onların içinde 'sahte arzular' oluşturur). [Nisa/120]
Bu ayetteki (yümennîhim) kelimesini Râzî, Bakara/78'deki (illâ
emâniyye) ibaresiysiyle bağdaştırarak şu yorumu yapmaktadır: -fakat bu yorum
tamamen Bakara/78 ayetine aittir- "Din adamları onlara, cehennem azabının
kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı kuruntusunu verir. Onlar da
hatalarından dolayı, Allah'ın onları sorgulamayacağını, ataları olan peygamberlerin
kendilerine şefaatçi olacağını sanırlar".[153]
Ümniyye, yanlış bilgiler ve şeytanın insanlarda oluşturduğu sahte
arzulardır. Dinde olmayan bir görüşün dindenmiş gibi sunulması ve o sahte
bilginin insanda uyandırdığı sahte arzulara denmektedir. Böylesi sahte arzulan
uyandıran şeytan olabileceği gibi, insan da olabilir. Din eğitimi insanları
sahte fetvaların peşine takılıp, sahte arzularla yaşamaktan kurtarmalıdır.
[154]
(Yahudi veya hristiyanlardan başka asla kimse cennete giremeyecek"
dediler. Bunlar onların boş temennileridir. De ki: "Doğru kimselerseniz,
delilinizi getirin"). [Bakara/l 11]
Delile dayanmayan ve tamamen sübjektif/taraflı değerlendirmeden kaynaklanan
temennilere bu ad verilmektedir. Allah'tan başka kimse, hiçbir kimsenin
cennetlik veya cehennemlik olduğunu bilemez. Muayyen bir gruba mensup olan
insanların cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söylemek ve böyle bir
değerlendirmede bulunmak delil ister. Böyle bir iddia kuruntudan öteye
geçemez. Allah bu beyanı, müslümanlann da yahudi ve hris-tiyanlar gibi bozuk
değerlendirmeler yapmasını önlemeye yöneliktir.
[155]
(Mesele ne sizin temennilerinizle ve ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla
olacaktır. Kötülük yapanlar, yaptıklarının cezasını görecektir. Onlar için Allah'tan
başka ne bir koruyucu ve ne de bir yardımcı bulacaklardır). [Nisa/123]
[156]
Müfessirler Hac süresindeki (temenna) kelimesine okumak manasını
vermişlerdir:[157]
(O bir şey okuduğu zaman, şeytan onun okumasına bir şey atmıştır).
[Hac/52]
Demek ki bu ayette yer alan (temenna) kavramı, olumlu bir anlam
taşımaktadır. Peygamberlerle ilgili bir eylem için kullanıldığında, sahte arzu
ve kuruntu manalarından sıyrılmaktadır.
[158]
Bu kelime Vakıa suresinde tümnûn olarak geçmektedir:
(O halde, dökmekte olduğun
meni nedir?)
(Vakıa/58)
Bazı müfessirler bu kelimeye atmak, bazıları da akıtmak manası
vermişlerdir. İnsan bir iş için kurduğu hayallerini, isteklerini,
beklentilerini, temenni ve kuruntularını ona doğru akıtır. Gönlü o şeye doğru
akıp gider. Bu anlam, meninin rahime akışını andırmakta olduğundan, iki eylem
için aynı kelime kullanılmaktadır. Akan meninin çoğu boşa gider, insanın
hayalleri, kuruntuları ve beklentileri de çoğunlukla boşa çıkar. Bu bakımdan
da aralarında bir benzerlik vardır. Meni akarken, insana zevk verir, insanları
hayallere götürür. Aynı şekilde hayal, kuruntu ve temenniler de insana çok
tatlı gelir, ama sonuçta gerçek olmadıkları anlaşılınca hayal kırıklığı
yaratır ve insan psikolojisini sarsarlar.
Bu kelime eğitim bakımından bize önemli mesajlar vermektedir. Eğitim,
insanların kuruntu, sahte arzu, boş temennî peşinde koşmasını engellemelidir.
Gerçekle ilintili olan hayaller, insanı araştırmaya sevkeder, ama boş hayâller
ve sahte kuruntular, insanı peşinden koşturursa, sonunda hayal kırıklığından
başka bir şey olmaz. Bu da insan emeğinin boşa gitmesi demek olacağından, hem
ferdin ve hem de toplumların değer kaybına neden olacaktır. Eğitim, hayal ile
gerçek arasındaki bağlantıyı iyi kurmalı, sahte olan şeylerin peşine koşmaktan
doğacak zararın bilincini insanlara vermelidir.
Kitabı bilmeyen ümmilerin, sahte kuruntuların peşine koşacağını söyleyen
Bakara/78 ayeti, bilgisizlikle hayalperestliğin arasındaki bağlantıya dikkat
çekmektedir. Kitabın, yani bilginin yer etmediği beyin ve gönüller, sahte
temenni ve boş kuruntuların hücumuna uğramakta ve bilginin yerini doldurma
çabasına girişmektedirler. Ayet, kitabı bilmeyenlerin sadece kuruntu yapmayı
ve boş hayal kurmayı bildiklerine işaret etmektedir. Demek ki öğretim faaliyeti
insanları bilgilendirdikçe, onları sahte hayal ve boş kuruntulardan uzaklaştırarak,
psikolojik bunalımdan kurtarmaktadır. Beynin ve gönlün en güçlü bağışıklık
sistemi bilgidir.
(Onlar sadece zanda
bulunuyordu).
Düşünmek, inanmak, farzetmek, tahmin etmek, doğru kabul etmek, tasdik
etmek, addetmek, mülahaza etmek manalarına gelen zan kavramı, kötü zan ve iyi
zan şeklinde iki kısma ayrılmaktadır. Zan kelimesi Kur'an'a göre, hakikatten
kırıntı taşımayan düşünce şeklinde tanımlanabilir.[159]
Bu tanımı veren ayet şöyledir:
(Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna
uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez).
[Necm/28]
Bu ayette, zan, bilginin karşıtı olarak görülmekte ve hakikat namına
bir şey ifade etmeyen düşünce olarak takdim edilmektedir.
"Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve
yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder". Bunların o hususta hiçbir bilgileri
yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar). [Câsiye/24]
Ahiret hayatı, ölüm ve tekrar dirilme konusunda fikir beyan etmek için
bir bilgiye dayanmak gerekiyor. Bilgisi olmayanların yapacağı iş, gerçekle
alakası olmayan zanna dayanmak olacaktır.
Kısaca:
1. Bu, açıkladığımız diğer
ayetlerden farklı olarak bize ümminin başka bir boyutunu ifade etmektedir.
Ümmi, kitabı bilmeyen, hayal peşinde koşan ve gerçekle alakası olmayan zanlara
dayanan insandır. Bütün yapıp etmelerini, hayal ve zan üzerine bina eden,
bilgiden yoksun insan, ne kendine ve ne de başkasına faydalı olamaz.
2. Hayal, kuruntu ve gerçekle
ilgisi olmayan zanlardan kurtulmanın yolu, öğretim faaliyetidir.
Öğretim, dinî alanı kutsal kitaba dayandıracak ve böylece insanlar
objektif/tarafsız bilgiye sahip olacaklardır.
Öyleyse, öğretim faaliyeti, insanlara tarafsız/objektif bilgi vermekle
görevini yapmış olacak ve başarısını da bu sayede temin etmiş olacaktır.
3. Kitabî bilgi tarafsız
olduğu kadar evrenseldir de.
Evrensel bilgiye sırtını dönenler, hayal aleminde ve kuruntular
dünyasında yaşamaya başlarlar. Evrensel değer (bilgi), insanın beynini,
gönlünü ve nefsini ayağa kaldıracak ve onları erdemin zirvesine taşıyacaktır.
İşte Allah bu ayette bilgisizliğin nelere mal olduğuna dikkat çekmektedir.
[160]
79. Elleriyle kitabı yazıp
sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, 'Bu Allah kalındandır'
diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve
kazandıklarından ötürü vay haline onların!
Bir insan kitap yazabilir. Ama yazdığı kitabı satabilmek ve ondan ekonomik
bir menfaat elde edebilmek için, "Allah karındandır" demesi, hem ahlâkî
değil, hem de Allah'a iftira olduğu için büyük bir günahtır. "Ben
yazdım" dediğinde kimsenin itibar etmeyeceğini ve neticede ekonomik rant
elde edemeyeceğini bildiğinden bu yola sapan insan, insanların manevî
duygularını sömürmektedir. İnsanların manevî duygularını ve maddî imkânlarını
sömürmek ise, ahlâksızlıktan başka birşey değildir.
Elleriyle kitabı yazanlar ifadesinden şu neticeleri çıkartabiliriz:
1. Allah'ın gönderdiği
vahyi/kitabı değiştirmektedirler. Onlar, kendi arzularına, hayat tarzlarına ve
düşüncelerine uymayan ayetleri değiştirip kendileri yazıyorlardı. Böylece
vahyi değiştirme cüretini gösteriyorlardı.
2. Allah'ın kitabını
değiştirme girişimleri, kitabın beşerîleştirilmesine kadar uzanıyordu. Beşerî
düşünceleri, ilahî vahyin içine sokuşturmaları, bir zulüm halini almıştı.
Gerçek bilgiyi yerinden çıkarıp, ona denk olmayanla değiştirmeleri, levh-i
mahfûz'u rahatsız ettiği için, Allah bu durumu Kur'an'da zikretmiştir.
3.
Allah'ın ayetlerini
değiştirmeleri ve onu beşerîleştirmekle kalmayıp, yaptıklarını Allah'a isnad
etmeleri ve Allah katından olduğunu söylemeleri, zulmü doruk noktasına
çıkarmıştır. Yazdıklarını, Allah'a isnad ederek insanlara sunmaları, hem
iftira, hem de sahtekârlıktır.
İsrailoğullan'nın böyle yapmalarının iki sebebi vardı. Bunlardan biri,
-ayetten anlaşıldığına göre- ekonomik rant elde etmekti.
Diğer de ÂI-i İmran suresinin şu ayetinde açıklanmaktadır:
(Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı
okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir.
Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: 'Bu Allah karındandır' derler.
Onlar bile bile Allah üzerine yalan uyduruyorlar). (Âl-i Imran/78]
Okuduklarını Allah'ın kitabından sanasınız diye ibaresi, yaptıkları
işin, insanları aldatmaya yönelik olduğunu ifade etmektedir. Söylediklerinin
halk arasında itibar görmesi ve ona kutsallık kazandırmak için bu iftirayı bile
bile yapmaktaydılar.
Allah bu olayı bize niçin anlatıyor?
Ayet, müslümanlara ve müslüman din adamlarına, dinin beşerîleştirilmesini,
kendi bilgilerini, görüş ve düşüncelerini Allah'ın kelamıymış gibi insanlara
sunmamalarını öğütlemektedir. Allah'ın söylemediğini, söylemiş gibi insanlara
takdim etmek, Allah'a bir iftira ve büyük bir günah olacağından, din
adamlarının bütün manevî erdemlerini alıp götürecektir. Bu tip insanları Allah,
zalim olarak vasıflandırmaktadır. Gelişi-güzel dinî konularda fetva vermeyi
bakın nasıl yermektedir:
(Dillerinizin uydurduğu yalana
dayanarak "Bu helaldir, şu da haramdır" demeyin; çünkü Allah'a karşı
yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa
eremezler).
[Nahl/116]
Müslüman din adamı ve ilim adamı gelişi-güzel fetva veremez ve vermemelidir.
Neyin helal, neyin haram olduğunu Allah kutsal kitabında bildirmiştir. Çünkü
helal ve haram hükmünü vermek, dinin alanına girmektedir. Kutsal kitaptan
kaynaklanmayan bir bilgi ile bu tür fetva verilemez; zira bu, Allah'a iftira
etmek sayılır.
Din adamlarının Allah'a iftira etmelerinin zararı sadece kendileri ile
sınırlı kalmaz, etkisi topluma sıçrayarak, insanların felah ve kurtuluşunu da
önler. Yalan-yanlış fetvalarla dinin safiyetini bozmak, Allah'a iftira etmek,
toplumsal bozulmayı getirir. Bu durum, kötülüklerden kurtulmaya çalışan ve
kendi önünü açmak için uğraş veren toplumun önüne bir engel olarak çıkar. Fetva
konusunda din adamları ağızlarını düzeltmedikçe, ya da, Allah'a iftiradan
vazgeçmedikçe, kurtuluş ışığını yakalamak mümkün olmaz. Sosyal bunalımların
pek çoğu, yanlış dinî fetvalardan kaynaklandığı için Allah, felahın
engellendiğine dikkat çekmektedir.
Allah'a iftirada bulunmak zulümlerin en büyüğüdür:
Allah'a yalan isnad edenden, yahut kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu ve ben de Allah'ın indirdiği
ayetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır?
[En'âm/93]
Bu ayette, Allah'a iftira edenle, peygamberlik iddiasında bulunan
yalancı eşit sayılmaktadır. Bunların durumu değerlendirilirken, Daha zalim kim
vardır? buyurulmaktadır.
Allah'ın helal kıldığı bir şeye kimse haram diyemez. Böyle bir fetvayı
peygamber bile verme yetkisine sahip değildir:
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı
şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
[Tahrim/1]
Yüce Allah Hz. Peygamber'i, kendisini menettiği bir nimetten dolayı sorgulamakta
ve ona, başka birinin rızasını kazanmak için, Allah'ın helal kıldığı bir şeyi,
haram sayamayacağı ilkesini öğretmektedir. Bu, Allah'ın hüküm verdiği bir
konuda, beşerin söz hakkı olmadığı manasına gelir. Ayrıca hangi konuda,
Allah'ın ne gibi bir hükmü olduğunu bilmek gerekiyor, bunun için de Kur'an'ın
iyi bilinmesi lazımdır. İşte Allah, din adamlarına ve müslüman halka bu
bilgileri öğretmek istediği için, İsrailoğullan'nın kutsal kitaplarına karşı
ne yaptıklarını, örnek vererek anlatmaktadır.
Peki bir dinin mensupları veya din adamları niçin Allah katında olmayan
bir şey hakkında fetva verirler? Bunun cevabım şu ayetle verebiliriz:.
(Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?)
[Ankebût/51] Kur'an'ı yeterli görmemek, insanları din-dışı fetvalara
sürüklemektedir.
Kur'an din adına insanlar için yeterlidir. Zaten Kur'an'ın
tamamlanmasıyla, din de tamamlanmıştır:
(Bu gün size dininizi tamamladım ve üzerinize olan nimetimi ikmal
ettim. Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim). [Maide/3]
Bu ayet şöyle bir eşitleme yapmaktadır: Kur'an=din; din=İslâm;
Kur'an=İslâm. Kur'an'da bulunan bilgi ve hükümlerin dışında verilecek
fetvaların, kültürden öte bir değeri olamaz ve onlar, Allah katındanmış gibi
gösterilemez.
Allah, Kur'an'ın dokunulmazlığını, Kur'an'ın din demek olduğunu, Kur'an
ile beşerî düşüncenin ayrılmasının zorunlu olduğunu öğretmek için Bakara/79
ayetini indirmiştir.
Kendi yazdıklarını Allah katındandır diyerek insanlara sunan iftiracı
ve sahtekârların cezasının ne olduğu, 79. ayetin devamında bildirmektedir:
(Elleriyle yazdıklarından dolayı onlara yazıklar olsun). [Bakara/79]
(Kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun). [Bakara/79]
Bir insanın eliyle yazdığı şeyin kendisine cehennemin veyl çukuruna
layık görülmek gibi Allah'ın bedduası ve ağır bir ceza olarak dönmesi, çok
büyük bir kayıpta İnsanın, yazdıklanyla şeref, onur ve sevap kazanması
ge-rekirken, Allah'ın kelamını tahrif etmek ve ondan bir kazanç elde etmek için
yazmaya kalkışması, onu büyük bir cezaya müstehak kılmaktadır.
Yazmak vardır, erdeme; yazmak vardır, rezilete götürür. Eylem vardır,
şerefe; eylem vardır adiliğe sürükler. Rezilliğin en kötüsü, erdemsizliğin en
pespayesi, Allah'ın dininde olmayanı ondanmış gibi göstermektir. Başkasının
yazdığını kendisi yazmış gibi göstermek, hırsızlık; kendi yazdığını Allah'ın
vahyi imiş gibi göstermek ise, zulüm, adilik ve rezilliktir. Hatta bu eylem, yalancı
peygamberlik iddiasına denk tutulmaktadır.
Toplumun veya toplumların kurtuluşunu engelleyen bu sahtekârlık, Allah
tarafından yerilmiş ve böyle bir işe kalkışmamaları müslüman din adamlarına
bir öğüt uyan ve emir olarak sunulmuştur. İlahî vahiy ile beşerî düşünce
alanının iyi belirlenmesi, sınırlarının net bir şekilde tesbit edilmesi,
ilahiyat eğitiminin en önemli amacı, görevi ve uğraşısı olmalıdır.
[161]
80. İsrailoğullan, 'Ateş bize birkaç günden fazla dokunmaz' derler.
Onlara de ki: 'Allah'tan bir söz mü aldınız, çünkü Allah asla sözünden caymaz.
Yoksa bilmediğiniz bir şeyi mi Allah'a isnâd ediyorsunuz?
Ayet, İsrailoğullan'nm verdiği yanlış hükmü gündeme getirmektedir. Cehennem
ateşinde sadece birkaç gün kalacaklarını söylemeleri, onların ahiret konusunda
yanlış hüküm verdiklerini göstermektedir. Allah insanlara ateşte ne kadar
kalacaklarını söylemediği halde, böyle hüküm vermeleri, bir iftiradan öteye
geçmez. Kendilerine bir paye çıkartarak bu konularda fikir beyan etmeleri, dinî
alana el uzatmaları anlamını taşır.
Böyle bir fetva verebilmek için, Allah'tan bir söz almış olmak
gerektiğinden, ayet onlara böyle bir söz alıp almadıklarını sormaktadır.
Kıyamette ateşin onlara az bir zaman dokunacağına dair Allah'tan bir söz
aldılarsa, elbette ki Allah bu sözünü yerine getirecektir. Ama onlar
bilmedikleri şeyi Allah adına söylediklerinden, yanlış hüküm veriyor ve
Allah'a iftira ediyorlardı.
Demek ki ayette ahiret azabı hakkında Kur'an'ın söylediğinden başka bir
şey söylenmamesi gerektiği vurgulanmaktadır.
(Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?).
Ayetin bu kısmı, din eğitiminin hem halk kesimine, hem de din adamlarına
kazandırması gereken ilmî ve dinî ahlâkın temelini oluşturmaktadır.
Ayette vurgulanan kavram ve olguları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.
Söz söylemek
Din konusunda ve özellikle Allah hakkında konuşurken sözümüze dikkat
etmeliyiz. Ağızdan çıkan sözün bir daha geri dönmeyeceğini ve düzeltilme
şansının bulunmadığını düşünerek, disiplini dilimizden başlatmamız gerekir.
2. Bilmek
Sözümüz bilgiye dayanmalıdır. Bilgisiz söz söylemek hem boşuna emek sarfetmek ve hem de Allah katında günahtır.
3. Allah hakkında konuşmak
Ayetin bu kısmının eksen konusu, Allah hakkında konuşmaktır. Bilmeden
Allah hakkında konuşmak, hem iftira, hem günah, hem de Allah katında değer
kaybetmeye sebeptir. Onun için Allah Nahl suresinde Kur'an'ı bilene sorulmasını
emretmiştir:
(Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını
peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun).
[Nahl/43]
Bilmediği halde Allah hakkında konuşanların, ne yaptıklarının cevabını
bir sonraki ayette bulmaktayız.
[162]
81. Hayır! Kim bir kötülük eder
de, kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte o kimseler cehennemliktirler.
Onlar orada devamlı kalırlar.
Ayette geçen kavranılan şu şekilde açıklayabiliriz:
(Kim bir kötülük işlerse) ifadesiyle, önceki ayetlerde zikri geçen
günahlar kesdedilmektedir. Ayette, kötülüğü işleyenin insanın kendisi olduğu;
kötünün kazanılmasının arkasında kulun iradesi bulunduğu ifade edilmektedir.
(Günahı kendisini kuşatan kimse...)
İnsanın hataları iyiye karşı çevresinde bir duvar oluşturmadan,
onlardan dönmesi ve tevbe etmesi gerekir. Tevbe istiğfar yapılmadığı takdirde,
zamanla o günah, insanın bütün iç alemini ve davranışlarını etkisi altına
alır. Etrafı günahları tarafından çe-virilen kimsenin, bir daha o duvarı yıkıp
dışarı çıkması mümkün olmayabilir.
(Onlar cehennemliktirler; onlar orada ebedî kalacaklardır).
Burada, cehenneme giden yol tanıtılmaktadır. Bu yolda ısrar edip,
günahından dönmeyen insanın yeri, ebedî kalacağı cehennemdir.
Kitabı eliyle yazıp dünya menfaati için onun Allah katından olduğunu
söylemek, Allah'ın demediğini, demiş gibi O'na isnad etmek; Allah hakkında
bilmediği şeyi söylemek günahtır. İnsan bu tür fiilleriyle günahı kendisi
kazanmaktadır.
Ayette ele almamız gereken kavramlar şunlardır:
[163]
a) (Kötüyü kazanmak) Kur'an'a
göre, kul fiilini kendi kazanır:
Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor ve iftira atıyorsunuz.
[Ankebût/17]
Ayetteki tahlukûne ifken ifadesi, iftira atıyor, icad ediyorsunuz
anlamına gelmektedir:
(İbrahim, "Yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz? Oysa ki,
sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı" dedi). [Saffat/95-96]
Bu ayetlerden kulun kendi fiilini kendisinin iktisap ettiğini
(kazandığını) anlıyoruz. Demek ki kul ister, Allah yaratır; kul iktisap eder,
Allah yaratır.
Fiilinin yaratıcısı kul mudur? sorusu, müslüman düşünürler arasında
tartışılmış ve bu tartışma bazı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. Geçmişte
yapılan bu tartışmalara girmeyeceğiz; çünkü onları günümüze taşımak
istemiyoruz. Mesele, ayetlerdeki şekliyle ele alındığında, şu tesbitler
yapılabilir:
Kesb kelimesi lügatte kazanmak, ele geçirmek, tedarik etmek, müstehak
olmak, işe yaramak, bilgi elde etmek, muvaffak olmak, varmak, ulaşmak
manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
[164]
inananlar! Helal kazandıklarınızdan ve nzık olarak yerden size
çıkardıklarımızdan infak edin). [Bakara/267]
Ayetteki kesb kavramı, tamamen ekonomik bir kazancı ifade etmektedir.
(Erkeklerin de kazandıklarından bir nasipleri var, kadınların da
kazandıklarından bir nasipleri var). [Nisa/32]
Bu ayette de maddî kazanç manasına gelmektedir.
[165]
(Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları kötülükler, kalplerini
kirletmiştir). [Mutaffifîn/14]
(Bunun için yaptıkları kötülüklerin vebali onları yakaladı. Bunlardan
da zulmedenlerin işledikleri kötülükler, başlarına gelecek; onlar Allah'ı aciz
bırakamazlar). [Zümer/51]
Her iki ayette de davranışların ürünü olarak elde edilen kazancı ifade
etmekte; hem kötü eylemi, hem de kötü eylemin neticesinde elde edilen kötü
ürünü kapsamaktadır.
[166]
Bir milletin kültürel, yani manevî manada kazandıklarının bütününü ifade ettiği gibi, eylemini de ifade etmektedir:
(Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz). [Bakara/134,141]
Sizin kazandıklarınız size, onların kazandıkları onlara ifadesinde,
insanların sorumlu tutulacakları amelî ve manevî kazanımlar konusunda,
milletlerin veya nesillerin birbirini taklit etmemeleri için, herkesin kendi
ürettiği amel ve değerlere bakmasının gerekli olduğu uyarısı vardır. Kimse
kimsenin yaptığından, hiç bir nesil de, diğer bir neslin yaptıklarından
ahirette kazanç veya zarar elde edemez.
Eğitimin en önemli görevi yeni nesillere kültür aktarmaktır. Ancak bir
önceki nesilden alınmış olan kültüre her neslin yeni şeyler katması gerekir.
Geçmiş toplumların veya nesillerin amelleri, ancak bize yaradıkça bizim için
önem taşımalıdır. Geçmiş nesillerin kültür ve bilgileri kendilerine aittir; siz
onların kazanımlanyla hayatınızı sürdüremezsiniz. Sizin, kendi zamanınıza göre
kazanmalarınız olmalıdır. Siz onların kazananlarından, onlar da sizin
kazananlarınızdan sorumlu olmayacaktır.
[167]
b) (ihata etmek/kapsamak)
Öne çıkan manası ile ihata kelimesi Kur'an'da şu anlamlara gelmektedir:
[168]
(Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet
gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size
hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre
kuşatmıştır). [Âl-i İmran/120]
(Hani sana, "Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır"
demiştik). [İsra/60]
Bu ve buna benzer ayetlerde Allah'ın kendisi için kullandığı fiillerden
birinin ihata olduğu görülmektedir. Bu nedenle Allah'ın isimlerinden biri de
(muhît)dir. Her şeyi kuşatamayan varlık, ilah olamaz.
[169]
(Henüz elde edemedğiniz ganimetler vardır ki, onlar Allah'ın bilgi ve
kudreti dahilindedir). [Fetih/21]
(Allah onları ihata etti). Allah'ın ihata etmesi, bilmesi anlamına
gelir.
(Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını
bilesiniz). [Talâk/12]
Ayette, bir araya gelen ilim ile ihata kelimeleri, bilgiyle kuşatmak
anlamını ifade eder. Bilen kuşatıcıdır, bilgi olmadan kuşatıcı olunamaz.
İnsanlar da ne kadar biliyorlarsa, meselelere o kadar hakim olur, onları kavrar
ve çözer.
[170]
İhata kelimesi, kendi başına bilmek ve kavramak manasını ifade eder:
(Çok geçmeden Hüdhüd gelip 'Ben, senin bilmedğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim). [Neml/22]
(Ehattu=bildim), (senin
bilmediğini). İhata kelimesi, tamamen bilmeyi ifade eder:
(Nihayet hesap yerine geldiklerinde, Allah buyurur: Siz benim
ayetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız öyle mi? Değilse yaptığınız
neydi?) [Neml/84]
Ayetlerimi ilmen ihata etmeden ifadesi, idrak etmeden, iyice bilmeden
manasına gelir:
(Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine gelmemiş
olan Kur'an'ı yalanladılar). [Yunus/39]
İlmini idrak edemedikleri ifadesi, ilmini ihata edemedikleri manasına
gelir. Yalanlamalarının nedenlerinden biri olarak, Kur'an'ın bilgisini idrak
(ihata) edememeleri gösterilmektedir.
[171]
(Onlardan öylesi var ki, 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır). [Tevbe/49]
İnsanlar arasına fitne sokmak, toplum hayatını cehenneme çevirmektir.
Cehennem ise kâfirleri kuşatacaktır:
(Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları
kendilerini çepeçevre kuşatmıştır). [Kehf/29]
[172]
Rızkın Allah'tan geldiğine inanmayan insanın servetinin elinden alınışını/yok
edilişini ifade için ihata kavramı kullanılmıştır:
(Nihayet onun serveti ihata edildi) [Kehf/42]
[173]
Bir ordunun bir yeri ele geçirmek için kuşatması, polis veya
jandarmanını suçlunun bulunduğu yeri kuşatması veya bir şehrin kuşatılıp
fethedilmesi gibi.
(Yakub dedi ki: "Kuşatılmanız hâriç). [Yusuf/66]
Yani birileri size saldırır da hayatınız tehlikeye girerse, olanlar
hususunda mazursunuz. Saldırıya uğramadıkça (kuşatılmadıkça) oğlumu bana
getireceksiniz.
[174]
(Her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dîni yalnız Allah'a hâlis kılarlar). [Yunus/22]
İhata fiili, bu ayette, denizde fırtınaya tutulan insanların iç
dünyalannda-ki değişimin tasvir edilmesinde kullanılmıştır.
[175]
İnsanlar günah işlemekle, kendi etraflarında bir günah duvarı
örmektedirler. Bakara/81 'de, günahın insanı kuşattığını görüyoruz. Günahlar
hem dünyada, hem de ahirette insanı kuşatacaktır.
Bilgisizlerin, kutsal kitaplardan ellerini çekmesini isteyen Allah,
elleriyle yazıp Bu, Allah katındandu diyenlerin, kuşatıcı bir cehennem duvarı
oluşturduklarını bildirmektedir. Eğitimsizliğin, bilgisizlik ve idraksizliğin
nasıl bir cehenneme dönüştüğünü bildirerek, insanları araştırmaya, bilgilenmeye
ve idrak etmeye sevket-mekte; yaklaşan cehennemi görmeyenleri, gaflet
uykusundan uyandırmaya çalışmaktadır. Sosyal problemler, ilmî ve sosyal
meseleleri kuşatacak şekilde idrake, bilgi ve ferasete sahip olmayan fert ve
toplumların etrafım dalga gibi kuşatacaktır. İdraksizlik, anlayışsızlık ve düşüncesizlik,
toplum hayatını cehenneme çevirecek ve bir ihata duvarı halini alacaktır.
Allah, iftiraların, yanlış fetvaların, bilgisizlik ve anlayışsızlığın
insanlığı sarmadan, eğitim yoluyla tedbir alınmasını istemektedir.
[176]
82. İman edip yararlı iş
yapanlara gelince, onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
İman ve iyi amel, insanı cennete götürmektedir. Doğru iman sahibi olmak
ve insanlığa faydalı işler yapmak, sadece ahiretteki cenneti oluşturmakla kalmaz,
aynı zamanda dünya hayatını da cennete çevirir.
Şirk batağında yüzen, kızlarını diri diri gömen, kadın haklarını
çiğneyen ve bir hukuk sistemine sahip olmayan aşiret toplumunu değiştirmek ve
ona insanlık adına bütün erdemleri kazandırmak için, imanın ve yararlı iş üretmenin
neticelerini onlara öğretmek; cehaletin karanlığında boğulmak üzere olan ve ne
yaptığını bilmeyen bu insanları aydınlığa çıkarmak, iyiden yana bütün
değişimleri gerçekleştirmelerini sağlayarak onları kurtuluşa eriştirmek
gerekiyordu. Bu iman ve salih amelin karşılığı olarak da onlara -bu ayette
olduğu üzere- cennet vaadediliyordu. Bu, yaptıkları eylemlerin karşılıksız
kalmayacağını göstermektedir. O cennet, beynin, gönlün ve yararlı işlerin ördüğü
bir hayat biçiminden başka bir şey değildir. Aslında ayet, cennetin beyinde,
gönülde ve insanlığa faydalı işlerde olduğunu haykırmaktadır. Çünkü cennetteki
ebedî hayat, kalıcı fikir ve amellerle elde edilecektir.
[177]
Hani biz İsrailoğullan'ndan söz almıştık: Sadece Allah'a
kulluk edeceksiniz; anaya, babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullaraiyilik
edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin. Sonunda
azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.
Ayetin analizinden çıkartılabilecek esasları şöyle
sıralayabiliriz:
1. Ayet hem Tevrat'ta ve hem
de Kur'an'da yer almıştır. İki kutsal kitap tarafından tasdik edilmekte ve
içerdiği mesajlar evrensel değerler taşımaktadır. Hz. Muhammed'in zamanında
yaşayan Yahudiler'e hitap eden bu ayet, atalarının Tevrat'ın değiştirdikleri
bir ayetini onlara hatırlatmaktadır.
2. Kur'an'da böyle bir ayetin
yer alması, Kur'an'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığına delil teşkil
etmektedir. Hz. Peygamber zamanındaki Tevrat'ta bu ayet yoktu ve Hz. Peygamber
Tevrat'ı okumamıştı. Bu antlaşmanın maddelerini nereden bilecekti?
3.
Geçmiş kutsal kitaplarda yer
alan evrensel değer, kural ve ibadetlerin Kur'an'da da yer aldığını göstererek,
ilahî dinin, tek bir asıldan geldiğini vurgulamaktadır.
Ayetin içerdiği ana maddeleri şu şekilde açıklayabiliriz:
1. (Sadece Allah'a kuluk
edeceksiniz).
Dikkat edilirse, ayetin bu kısmı istisna şeklinde ifade edilmiştir. Bu
şekilde ifade edilmesinin sebebi ne olabilir? (Kulluk etmeyiniz!) olumsuz bir
emirdir. Bu emirden sonra istisnanın gelmesi, Allah'tan başka hiçbir varlığın
tapınmaya layık olmadığını göstermektedir.
Önce red, sonra tasdik ve kulluk.
"Allah'tan başka ilah yoktur" şeklindeki tevhid kelimesi de
aynı anlama gelmektedir.
Önce inkar, sonra tasdik, Kur'an'm bir ilkesi ve öğretişidir.
(Kim tâğut'u inkar eder ve
Allah'a inanırsa...) [Bakara/256]
Müslüman önce inkar, sonra da iman eder. Tâgut'u dışlamayan bir gönül, içten ve sağlam bir şekilde iman etmiş olamaz. Bu noktadan hareket edersek olmaktadır. Allah'tan başkasını gönülden çıkartarak yalnız O'na kulluk etmek, dinin ilk şartı olmaktadır.
İnsanı Allah'tan uzaklaştıran ne varsa tâgut kavramının kapsamına girmektedir.
O, Allah'tan başka tapınılan her şeydir. Râzî'nin dediği gibi, şeytanî
güçlerdir. Allah'tan insanı uzaklaştıran her şey inkar edilince, iman gönü-le
girmekte ve tevhid inancının temelini oluşturmaktadır.
Genel manada bu ilke, bütün kutsal kitapların olmazsa olmazını teşkil
etmektedir. Yahudiler için düşünülürse, onların buzağıya tapmalarından doğan
şirke karşı alman bir tedbirdir.
2. Ana babaya, akrabaya,
yetimlere ve fakirlere iyilik yapmak.
Antlaşmanın birinci maddesi "kulluğa", ikinci maddesi de
"iyiliğe" tahsis edilmiştir. Bu bağlamda, birinci madde Allah
hakkını, ikinci madde de, ana baba, yetim ve fakir haklarını gündeme
getirmektedir.
a)
(Ana babaya iyilik
edeceksiniz).
Ana-babaya iyilik etmek, ana-babanın hakkıdır. Ana-babaya ne yapmalı
ki, hem haklan yerine getirilmiş, hem de Allah'ın emrettiği ihsan/iyilik yapılmış
olsun? Bunun cevabını çeşitli ayetlerde bulmak mümkündür. İsra/23 ayetini
analize tâbi tutarsak, ana-baba hakkının nasıl yerine getirileceğini anlarız.
(Ve sakın onlara üf deme!)
Ana baba ile, değil kavga, münakaşa bile edilemez. Hatta onlarla yüksek
sesle konuşulamaz ve onlara «/bile denemez. Onlar, "Üf aman canım"
ifadesine bile muhatap edilemezler. Bir evladın, ana babasına duyduğ saygı ve
onlara karşı medyûn-i şükran olma hissi, bu tarz bir konuşmayı önlüyorsa, bu
tavır, Allah'a karşı bir ibadettir.
(Onları azarlama!)
Ana-baba hakkı, azarlamaya tahammül edemez. İhtiyarladıklarında, bir
çocuk gibi azarlanan ana-babalann hakkı, çiğneniyor demektir. Çocuk gibi
azarlanan ana-babalann âhı, insanlığın manevî çevresini kirletmektedir.
Ana-babaların azarlandığı ve hor görüldüğü bir dünyada, erdem ve asalet kalmamış
demektir. Erdemi yok olmuş, asaleti bozulmuş olan insanlığın geleceği
kararacağı gibi, mutluluğu da yitip gidecektir.
Dünyada zaten ağır günahlar işlenirken, bir de buna ana babayı azarlama
günahı eklenmemelidir. Ana babalık müessesesinin temeline dinamit koyarak onu
yıkmaya çalışmak, aslında manevî alemin çöküşüne götürecek bir yola girmek
demektir.
Karnında büyüdüğün, memesinden süt emdiğin, emeğiyle beslendiğin,
hayatının her anını borçlu olduğun ana babanı ihtiyarlık anında azarlaman,
güçsüzün güçsüzlüğünden istifade etmek değil midir? Güçsüz kalanın hakkını
çiğnemek değil midir?
(Onlara güzel söz söyle!)
Onlara üfdeme ve onları azarlama! olumsuz emrinden sonra, iyi söz söyle!
emri gelmiştir.
Bu ayetten, ana-baba hakkının; önce nelerin yapılmaması, sonra da nelerin
yapılması gerektiğinin öğretilmesiyle örgülü olduğunu anlıyoruz. "Öf dememek"
ve "azarlamamak", netice olarak "güzel söz söylemek"
erdemine ulaşmaktadır.
Ayette geçen ve Allah'ın sıfatlarından biri olan (kerîm), müsamaha,
affetmek, kıymetli, asil, nazik, güzel ve misafirperver manalarına gelmektedir.
Ayetteki manası müsamahalı, affedici, nazik, kibar ve güzeldir. İhtiyarlayan
ana babaya nazik ve kibar söz söylemek, onların hakkına riayet edildiğinin
işaretidir. Ana-baba hakkına riayet eden, onlara kibar davranan insan, Allah'ın
kerîm sıfatını yeryüzüne yansıtan kimsedir. Allah'ın kerîm ismiyle vasıflanan
insan, Allah adamı olmaya layık olmuş demektir.
Çocukları eğitirken, insanlara kibar ve nazik davranmanın, güzel söz
söylemenin önemi anlatılmalı ve onlara bu alışkanlık kazandırılmalıdır. Kerîm
kavramı, Bakara/83'de (hüsn) ile tefsir edilmiştir. Hüsn ise, güzel ve iyi
demektir.
Demek ki, ana-babaya iyilik, önce onlara iyi söz söylemekle pratiğe dökülmekte
ve ahlâkî bir boyut kazanmaktadır. Ana-babaya güzel söz söylemek, onlara bir
yaşama sevinci, bir mutluluk ışığı ve çocuklarına verdiği emeğin hazzını duyma
fırsatı verecektir.
(Onlara merhametten doğan alçakgönüllülük kanatlarını ger). [İsra/24]
Ayetin bu kısmından, alçak gönüllülüğün, merhametten doğup çıktığını öğreniyoruz.
Alçak gönüllülük, merhametin yavrusudur; oradan doğar, orada kök salar ve
oranın gıdasına göre meyva verir.
Allah, "Ana-babana alçakgönüllü davran" demiyor. "Onlara
rahmetten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını ger/indir" diyor. Kuş,
yavrularını kanatlarını gererek dış etkilerinden korur ve ısıtır. Bu
benzetmeyle, ana-baba hakkına gösterilecek itina vurgulanmaktadır.
Ana-babasına alçak gönüllü bir şekilde davranan kimse, yükseklere uçacak
kanatları takmış demektir. Ana-ba-bası, vaktiyle kendisine nasıl kol-kanat
germiş ise, evladın da aynısını onlara yapması, evlada, Allah'a doğru uçacak
erdem kanatlarını kazandırır.
Eğitimciler, öğrencilerine, zamanı gelince kanat takıp manevî alemde uçmalarını
temin edecek bu erdemleri kazandırmalı ve yaşatmalıdırlar. Bu değerler, eğitim
sayesinde kazanılacak ve hayata geçirilecektir. Ana babasına kanat germeyenler,
manevî alemde kanat bulup uçamazlar. Kâmil insan olmanın basamaklarını karınca
yürüyüşüyle çıkmak mümkün değildir. Kuş gibi kanatlar takıp uçmak gerekiyor; o
kanatlara da ana-babanın rızasıyla sahip olunabilir. Ana-baba hakkını yerine
getiren erdemli insanlar, o basamakları uçarak çıkacak ve Allah'a en yakın kul
olacaklardır.
(Ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse,
sen de onlara merhamet et"). [İsra/24]
Ana-babaya üf dememek, onları azarlamamak, onlara iyi söz söylemek ve
onlara rahmetten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını germek yeterli değildir.
Ayrıca Allah'a, onlara merhamet etmesi için dua da edilmelidir. Dikkat edilirse
duanın içeriğinde ince, ince olduğu kadar da ilginç bir yapı vardır. Çocukluğumda
beni terbiye ettikleri gibi ifadesi, daha önce hak edilmiş bir davranış
karşılığında merhamet etme isteğinin dile getirildiğine dikkat çekmektedir.
Çocuğa iyi terbiye vermek, Allah'ın merhametine nail olmayı sağlayacaktır.
Allah'ın merhameti durup dururken kazanılmaz. O, nerede iyi terbiye varsa,
oraya yönelip akacaktır. Bir evladın ana babasına yapacağı en önemli
iyiliklerden biri de, bu dua ile Allah'a yalvarmasıdır.
Çocuğunu iyi yetiştirip terbiye edemeyen ana-babalann bu duadan mahrum
kalacağı uyarısını da beraberinde taşıyan bu ayet, çocukların manevî terbiyeden
uzak bırakılmamalanna dikkat çekmektedir. Merhameti bilmeyen, Allah'ın
insanlara neler yapacağının bilgisine sahip olmayan insan, bu duayı nasıl
yapar? Demek ki, daha önceden bu manevî terbiyenin ona verilmiş olması gerekir
ki, o da zamanı gelince o değerlerle örülü duasını yapabilsin. Çocuğu iyi
yetiştirmek, onu iyi terbiye etmek, Allah'ın merhametini celbeder.
(Dünya işlerinde ise,
ikisine de iyi ve nazik davran). [Lokman/15]
Ayet özellikle sahip çıkma emrini, dünya ile sınırlandırmaktadır. Bunun
bir nedeni olmalıdır.
Dünyada onlara iyi bir şekilde sahip çıkma emrinden önce, ayette yer
alan konuya dönmemiz gerekiyor:
(Annen ve baban hakkında hiçbir bilgin olmadığı bir şeyi bana ortak
koşmaya seni zorlarlarsa, o vakit onlara itaat etme). [Lokman/15]
Bu ayet farklı inanca mensup olan ebeveyn ile evlat arasındaki ilişkiyi
gündeme getirmekte ve problemin çözümüne ışık tutmaktadır. Ebeveynin müşrik,
çocuğun ise tevhid inancına sahip olması durumunda, evladın onlara nasıl
davranacağı sorusunu cevaplandıran ayet, müslüman olmadıkları için, ana-baba
haklarının ortadan kalkmadığına işaret etmektedir. Evlat bu dünyada
evlatlılığın gereğini ve vecibelerini yerine getirmelidir. Müşrik oldukları
için, ebeveynini reddetme hakkına sahip değildir. Ebeveyni onu şirke zorlarsa,
o takdirde onlara itaat etmeyecek, ama evlatlık görevini bu dünyada yerine
getirecektir. Demek kiana-baba hakkı, inançla değerini kaybetmemektedir.
Kur'an'da, "Ana-baban müslüman olursa ona iyilikte bulun, müslüman olmazsa
ona evlatlık görevini yapma" diye bir hüküm yoktur.
Evlat, babası müşrik ise, onu tevhid inancına çekmek için uyanda veya
tebliğde bulunabilir. Bu tebliğinde menfi bir tepki ile karşılaşırsa, evlat tartışmayı
ileri götürmemelidir. Örnek olarak Hz. İbrahim'in uygulamasına [Meryem/42-48]
bakınız.
(Bana ve ana babana şükret). [Lokman/14]
Ana babanın bu yaptıklarına karşılık, önce Allah'a sonra da ebeveyne
şükretmek gerekiyor. Bu bir ilahî emirdir. "Teşekkür ederim"
demekle, şükür yerine gelmez. Allah'a şükür, amelle yapılır. Ana-babaya şükür
de, onlara hizmetle yapılacaktır. İhtiyaçlarına koşmak, onları tedarik etmek,
gönüllerini almak, onları yalnız bırakmamak, üzüntü ve sevinçlerini paylaşarak
kendisini büyütmelerinin zevkini tattırmak, onlara şükretmektir.
Yüce Allah ayette, şükür meselesinde ana-babayı kendi ismiyle birlikte
anmıştır. Allah bizi yarattığı için, ana-baba da dünyaya gelmemize vesile olup
bizi büyüttükleri için şükre layıktırlar. Ana-babanın gördüğü iş, Allah'ın
yaratma sıfatının tecellisidir, yeryüzüne yansımasıdır.
Ana-baba hakkının dayandığı temeller nelerdir? Üf denmeyecek, azarlanmayacak,
iyi söz söylenecek, tevazu kanatlan indirilecek, merhamet olunmaları için
Allah'a dua edilecek ve "farklı inanca mensup olsalar bile, inanç üstü
tutulacak olan ana-baba hakkının hangi temeller üzerine oturduğunu Yüce Allah
çeşitli ayetlerde anlatmaktadır:
(Biz insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik. Anası onu zahmetle
taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer).
[Ahkâf/15]
Bu ayetten şu ilkeleri yakalamak mümkündür:
1. Ana-baba hakkı söz konusu
olunca, ananın yaptıkları anlatılmaktadır. Babaya saygının anadan geldiği
ortaya çıkmaktadır. Annenin babadan üç adım önde olmasının sebebi de budur.
Böylece Kur'an ana hakkını genişleterek, baba hakkını da kapsamına almaktadır.
Çünkü annenin yaptıkları, babanın yaptıklarından daha çoktur.
2.
Hamilelik anında anne, iki
bedeni ve iki ruhu bir arada taşımaktadır. İnsan denen mucizeye ev sahipliği
yapmaktadır. Çocuğun yaratıldığı ana rahmi, ilahî yaratma ve şekillendirmenin
gerçekleştirildiği yerdir:
(Analannızm rahminde sizi dilediği gibi şekillendiren Allah'tır. Ondan başka tanrı yok, güçlü ve hikmet sahibidir). [Âl-i İmran/6]
Ana rahmi, insanın ilk çevresini teşkil etmektedir. Yaratılış olgusunu
ve şekillendirme faaliyetini Allah'ın orada yapmış olması, annenin önemini arttırmakta
ve hakka temel teşkil etmektedir. Anne çocuğuna birçok şey verdiğinden ve
bunun karşılığında hiçbir şey almadığından, hak doğmuş oluyor. Bu nedenle
hamilelik anında annenin çektiği zahmetler, zamanla ebeveyn hakkı olarak
çocuğun önüne gelecektir.
3. Annenin zahmetlerle çocuğu
dünyaya getirmesi, insan denen mucizenin en büyük sebeplerinden biridir. Doğum
sancılan, anneyi baş köşeye oturtmak için yeterli bir nedendir. Hem gebelikte
ve hem de doğumdaki sancılar, Kur'an'da anılacak kadar önemli olmaları
nedeniyle, ana baba hakkının oluşmasında esas temeli teşkil etmektedirler.
4.
Annenin sütü, hem besler ve
hem de çocuğa karakterini verir. Onun içindir ki, süt hakkı kavramına
kültürümüzde yer verilmiştir. Çocuğu karşılıksız ve zevkle emziren annenin bu
eylemi, zamanla hak kavramına dönüşmektedir.
b)
(Ve yakınlara iyilik
ediniz).
Allah, ana-babadan sonra en yakın çevreyi oluşturan akrabaya iyiliği emretmekte
ve bunu İsrailoğullan'ndan aldığı sözde, iyiliğin ikinci sırasına koymaktadır.
Biz bunu, akraba hakkı diye isimlendirebiliriz.
Kur'an sosyal çevreyi aileden başlatarak, akraba, grup, millet ve
insanlığa doğru yaymaktadır. Kur'an, aile bağlarını sağlam ve canlı tutmanın
önemini vurgularken, ana-baba hakkını özellikle vurgulamaktadır. Sosyal çevrenin
kirlenmesi, ana-baba haklarının yerine getirilmemesiyle başlar.
Ana-baba hakkının peşinden, akraba haklarına intikal eden Kur'an, akrabalık
bağlarının kesilmesinin bir toplumun yıkılmasına sebep olacağını söylemektedir.
Akrabalık hakkı, nasıl yerine getirilir?
a) Akrabalık bağlarını
kuvvetlendirerek yerine getirilir.
İktidarı eline geçirenlerin yapmaları gereken şeylerden biri akrabalık
bağlarını koparmamaktır:
(İktidarı elinize geçirmiş olsaydınız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve
akrabalık bağlarını kesecektiniz, öyle mi?) [Muhammed/22]
Akrabalık bağlarını kuvvetli ve canlı tutmak, akrabacılık yapmak anlamına
alınmamalıdır. Doğduğu aile çevresine saygı duymak, ana baba hakkını gözetmeyi,
akrabalık hakkına kadar genişletme erdemini kazanmaktan başka birşey değildir.
b) Akrabalık hakkı, iyilik
yapılarak yerine getirilir.
Fakir olan akrabaların elinden tutmak bir zorunluluktur; başka bir
ifadeyle, farz olup, imkânı olanın tercihine bırakılmış değildir:
(Akrabanın hakkını ver; yoksula ve yolda kalmış olana da. Ve sakın
saçıp savurma). [İsra/26]
Bu ayetle Allah, akraba hakkına dikkat çekmiştir. İslâm inancına sahip
olan ve Kur'an'ı rehber edinen kimse, akrabalarının iniltilerini duyar ve onların
çaresizliklerine çare arar, ihtiyaçlarını gidermeyi bir ibadet olarak kabul
eder. Bu iman, bu düşünce ve bu duygu onu Allah'a daha da yaklaştırır.
İnsanlar çoğu zaman akrabasmdaki fakirlerin elinden tutmak istemez. Uzaktaki muhtaçlara daha fazla alaka duyup yardım ederler. "Herkes evinin önünü süpürse, dünya tertemiz olur" meselinden hareketle, herkes kendi ak-rabasındaki muhtaçların elinden tutsa dünyada fakir kalmaz diyebiliriz,
c) Akrabalık hakkı, sıla-i rahim yaparak yerine getirilir:
(Onlar ki Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirirler).
[Ra'd/21]
Akrabalık hakkı, ziyaret ederek, cenazelerine katılarak, mutluluklarını
paylaşarak, kederli günlerinde teselli ederek yerine getirilebilir. Sıla-i
rahim, akrabanın gönüllerini kaynaştırır ve birbirine güven verir. Sıla-i
rahim, nafile bir ibadet değil, tam tersine Allah'ın emrettiği ve farz olan
bir ibadettir.
d) Akrabalık hakkı, akrabalara
sevgi göstermek suretiyle yerine getirilir.
Akrabalık hakkı, akrabayı severek de yerine getirilebilir. Akrabalık
bağlarından biri de sevgi bağıdır:
(De ki: "Ben bu tebliğime karşı, akrabalıkta sevgiden başka bir şey istemiyorum"). [Şura/23]
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, yaptığı ve yapacağı tebliğ görevinden herhangi bir menfaat beklememesini, sadece sevgi beklemesini emretmiştir. Akrabasının kendisini sevmesini, kendi tebliğine alaka duymasını, akraba arasındaki sevgi bağlarını kuvvetlendirmesini istemiştir. Çünkü sevgiden daha büyük bir menfaat olamaz, İşte Hz. Peygamber'in bu hedefi, din adamlarının da amacı olmalıdır. Dinin görevi, insanlar arasında sevgi oluşturmak, sevgiyi onların arasında yaymak olmalıdır. Akrabalık hakkı, sevgi ile beslenir, sevgi ile yerine getirilir ve sevgi ile hayatiyetini devam ettirir.
Tevrat ve Kur'an'da müşterek olarak yer alan akrabaya iyilik emri,
onlarla olan bağlan kuvvetlendirmeyi, muhtaçlarının elinden tutmayı, sıla-yı
rahim yapmayı ve ilişkileri geliştirmeyi kapsamına almaktadır. Bütün bu
davranışlar, akraba ilişkilerini canlı tutacak ve toplumun güçlü kalmasına
yardım edecektir.
c)
(Yetimlere iyilik ediniz).
Yakın akraba hakkından sonra da, yetim hakkına riayeti emreden Tevrat
ve Kur'an, ana veya babadan yoksun, buluğ çağına ermemiş çocukların elinden
tutulması, onların dertleriyle dertlenilmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi
meselesini, evrensel ibadetler arasına koymuştur.
Peki yetime iyilik nasıl yapılır? Yetime iyilik, onun her türlü hakkını
korumak ve yerine getirmekle yapılır. Peki yetimin haklan nelerdir?
[178]
Yetim çocuğun, ebeveyninden kalmış mirası olabilir. Bu sebeple, yetim
deyince fakir çocuk akla gelmemelidir. Yetim olduğu halde zengin olan, ya da
belli bir mala sahip olan çocuklar olabilir. Kur'an bu gerçeğe dikkat çekerek,
bu tip yetimlerin ekonomik haklanna dokunulmamasını emretmektedir:
(Yetimlere mallannı verin, temizi pis olanla değişmeyin, onlann
mallannı kendi mallannıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır).
[Nisa/2]
(Buluğ çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla
yaklaşın). [En'âm/152]
Buluğ çağma ermemiş yetim çocuğun malını korumak, insanlar üzerine
düşen bir vecibedir.
Yetimin mallannı kendi malına katma fırsatı doğduğu halde, bu kötülüğü
işlemeyen ve onun büyük günah olduğu bilincinde olan insan, iyiyi yakalamış
demektir. Yetimin malına en iyi bir tavırla yaklaşan da, yetimin hakkım koruyor
demektir. İşte yetime yapılacak iyiliğin kapsamına, onun ekonomik haklarını
korumak da girmektedir.
Yetimin ekonomik hakkı, ikili bir öneme sahiptir. Genel manada bir kul
hakkı vardır. Bir insan, diğer bir insanın ekonomik menfaatlerine saygı duymalıdır.
O ekonomik menfaatlere tecavüz ettiğinde, kul hakkı yemiş olacaktır. Demek ki,
yetimin kul olması nedeniyle bir kul hakkı vardır, bir de yetim olması
sebebiyle yetim hakkı vardır. Böylece, yetimin iki önemli hakkı ortaya çıkmış
oluyor. Sahipsiz ve küçük olduğu içinondan istifade etmek bir günah, malını
haksız yere yemek de başka bir günah olduğu için, yetim hakkı yemeyi Allah,
büyük günah olarak nitelendirmektedir.
Yetim hakkının ırkî, dinî ve millî boyutu yoktur. O tamamen evrensel
bir değeri ifade etmektedir. Yetimin dinlisi, dinsizi olmaz. Herkes yetim
çocuğa sahip çıkmalı ve hakkını korumalıdır. Keh/82'de Yüce Allah, ledün ilmine
sahip olan bilge kişinin yetimin ekonomik hakkını nasıl koruduğunu anlatırken,
bunun öğretim ve eğitimini yapmaktadır:
Duvara gelince, bu duvar şehirdeki iki yetim çocuğundu, altında da
onlara ait bir define vardı, babalan da iyi bir adamdı. Rabbin o çocukların
ergenlik çağına ermelerini ve katından bir rahmet olmak üzere definelerini
çıkarmalarını diledi. [Kehf/82]
Babasından kalan mirası kullanacak yaşa gelinceye kadar korumanın, yetime
yapılacak iyilik oduğuna bu ayet işaret etmektedir.
[179]
Her yetim maddî imkanlara sahip olmayabilir. Fakir olan yetimlerin hem
geçimini, hem de yetiştirilmesini sağlamak da yetimin insanlar üzerindeki
haklarından biridir. Hem yetim ve hem de fakir olan çocuğun elinden tutmak ve
onu yetiştirmek, hem Allah'ın emri ve hem de uygulamasıdır. Allah'ın, hem
yetim, hem de fakir olan Hz. Peygamber ile nasıl ilgilendiği Duha suresinde
görülmektedir:
(Allah seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni fakir bulup zengin etmedi
mi? Öyleyse, sakın yetimi ezme, el açıp isteyeni de sakın azarlama).
[Duha/6-10]
Yetim ve fakir olan bir kuluna karşı Allah'ın davranışının ortaya
konduğu bu ayette, insandan da aynı davranış beklenmektedir. Yetimi doyurmak ve
onu yetiştirmek, Allah'ın sünnetidir. Bu uygulamayı yeryüzünde tatbik edenler,
kamil insan olma yolunda merhaleler katetmiş olacaklardır. Yetim olanın
ekonomik ve eğitim açısından elinden tutup, onun kabiliyetlerini ortaya
çıkarmaktan daha büyük bir iyilik olur mu?
Yetim olması, Muhammed'in peygamber olmasını engellemedi. Dünyaya ışık
saçan bir insan olarak yetiştirildi. Fakir ve yetim olan çocukların ellerinden
tutulduğu takdirde aralarından büyük insanlar yetişebilir. Yetimlere iyilik
yapmanın anlamının, eğitime kadar uzandığını unutmadığımız ve bu fikri hayata
geçirdiğimiz takdirde, insanlığın önü aydınlık olacaktır.
Yetime yapılacak en büyük iyilik, onun ihtiyaçlarını gidermek, onu itip
kakmamak, horlamamak, aşağılamamak ve çaresizliğinden istifade etmemektir.
Allah'ın bir ferde veya topluma olan inayeti, ihsanı ve lütfunun, yetimlerine
takındıkları tavırlarının karşılığı olduğu hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Demek
ki, yetimin ihtiyaçlarını karşılamak bir iyilik, onu itip kakmamak ve
horlamamak da ikinci bir iyilik olmaktadır.
Onun için, Duha suresinde yetimi barındırmaktan, itip-kakmamaktan bahsedilmektedir:
(Sana yetimler hakkında soruyorlar.
De ki: Onların işini yoluna koymak, yani yetiştirmek, en iyi iştir. Eğer onlarla
birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir). [Bakara/220]
Bu ayette, yetimlerin ihtiyacını gözetip onları yetiştirmek, en erdemli
davranış olarak görülmekte ve yetimler kardeş olarak ilan edilmektedir.
Böylece, beraber yaşadığımız yetimlerin hakkını kardeş hakkı olarak nitelendirmektedir.
Bu nitelendirmeyle Kur'an, yetim kardeşliği kavramını medeniyete
kazandırmaktadır. Yetimi kardeş edinen yüce ruhlu insanların yetişmesini
isteyen Allah, insanları bu asil davranışa davet etmektedir.
[180]
Yetimlere karşı adil davranmak, farzdır:
(Yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size okunan ayetler
vardır). [Nisa/127]
Bu ayetin tümü, kadın konusuna tahsis edilmiştir. Allah, evlenme çağma
gelen yoksul ve yetim kızların mirası ve onlarla evlenme hususunda adaleti
emretmektedir.
Böylece Kur'an, yetimin hukukî haklarını da koruma altına almaktadır.
Yetimin hukukî haklarına riayet etmek de, iyilik yapmak demektir.
Tevrat'ta ve Bakara/83'de yer alan, yetime iyilik yapma emri, bütün bu
oluşumları ve eylemleri kapsamaktadır. Ana-babaya, akrabaya ve yetime iyilik
şeklindeki sıralama manidardır. Ana-babasma iyilik yapmayan, akrabaya; ana baba
ve akrabaya iyilik yapmayan da yetime iyilik yapmaz. Kolaydan zora, önemliden
önemsize doğru bir sıralama takip edilmektedir.
Dinî eğitimin en çok üzerinde durması gereken konulardan biri, yetimlik
müessesesini evrensel boyutlara taşıyıp, kültürlerin üstünde bir yere oturtmaktır.
Yetimlere karşı takınılması gereken güzel tavrı, insanlara kazandırmayan bir
dinî eğitim, hem Kur'an'a ters düşmüş olacak ve hem de görevini yerine
getirmemiş olacaktır.
[181]
(Yoksullara iyilik ediniz).
Ayetteki mesâkîn kelimesi, sükûn'dan gelmektedir. Bu kelimenin
Kur'an'daki manaları şunlardır:
[182]
(Ey Rabbimiz, ben çocuklarımın bir kısmını senin mukaddes mabedinin
yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim). [İbrahim/37]
(Sizden önce, kendi kendilerine zulmedenlerin yurtlarına yerleştiniz).
[İbrahim/45]
(Ve onlardan sonra, sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz).
[İbrahim/14]
Miskin kelimesinin kökü, fiil olarak kullanılınca, genelde bir yere
yerleşmek, bir yeri mesken edinmek anlamına gelir. Bu anlamıyla kelime, insan
ile mekan arasındaki ilişkiyi belirlemekte ve fizikî bir anlam ifade
etmektedir.[183]
(Gece ve gündüzde barınan, yani gizlenen her şey Allah'ındır. O, her
şeyi işitendir ve bilendir). [En'âm/13] Ayette yer alan sekene fiili,
yerleşmek, istirahat etmek, hareketsiz olmak, hareketi durdurmak, gizlenmek,
uyuşuk olma manalarına gelmektedir. Ayette gece ve gündüz, bir yer olarak
telakki edilmiştir. Gece ve gündüzde, açık ve gizli olan, hareket eden ve duran
şeyler vardır. Gece ve gündüz, boşlukta ve yerde, görünen ve görümeyen şeyler
olduğu gibi, hareket eden ve etmeyen şeyler de olmaktadır. Bütün bunların
kontrolü Allah'a aittir.
[184]
Bu anlamıyla kelime, psikolojik bir durumu ifade etmektedir:
(Sükunet bulmanız için size kendinizden eşler yarattı). [Rûm/21]
Cinsel içgüdü, insanın psikolojisini ve sonra da insanın davranışlarını
rahatsız eder, dalgalanmalar meydana getirir. Bu dalgalanmaların sükunete ermesi
için Allah evliliği meşru kılmıştır; ki cinsel bakımdan sükunete kavuşmak,
aile hayatının olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Demek ki, cinsel doyumun getirdiği sükuneti ifade etmek için Allah bu
kavramı kullanmaktadır.
[185]
(Peygamberleri onlara, "Onun hükümdarlığının alameti tabutun size
gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde, Rabbinizden size bir emniyet
ve korkusuzluk vardır" dedi). [Bakara/248]
Ayette geçen sekine kavramı, insanlara güven veren, korkularını gideren
manevî bir silahı ifade etmektedir. Düşmanla karşı karşıya kalan veya balta
girmemiş bir ormanda yürüyen insana silahlarının verdiği güven ne ise, insanın
manevî düşmanlarının verdiği korkuya karşı duyduğu psikolojik güven de odur.
Ayetteki sekine kelimesi, her iki güveni de ifade etmektedir:
(İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine güven
indiren O'dur). [Fetih/4]
Manevî güveni ifade eden sekine kelimesinin yeri, gönüldür/kalptir.
Allah, sekine (güven) duygusunu dışarıdan gönüle indirmektedir. Ama bu
indirişin ana nedeni, gönüldeki imanı arttırmaktır. Böylece Allah sekine ile
iman arasında sıkı bir ilişki olduğuna işaret etmektedir.
Demek ki kalpteki güven duygusu ve korkusuzluk, bu kavram ile ifade edilmektedir.
Bu güven duygusu, hayatın her alanı ile ilgilidir. Allah'a, komşusuna,
çocuğuna, milletine, devletine ve tüm insanlığa karşı güven içinde olma gibi
psikolojik bir haldir.
[186]
Bakara/83'de fakir (ihtiyaç sahibi insan) manasına gelmektedir.
Kur'an'da fakir kavramı yer aldığı halde, niçin ayrıca bir de miskin kavramı
kullanılmıştır? Fakirliğin kendisinde, bir daha aynlmayacakmış gibi yerleştiği
insana miskin denir. Demek ki fakir, fakirliğini çalıştığı takdirde
giderebilir, ama miskin, artık fakirlik şartlan altında ezilmiş, bir daha
durumunu düzeltmesi mümkün olmayan insandır. Sanki fakirlik onda konaklamıştır.[187]
(Toprakta sürünen bir yoksula...) [Beled/16] ifadesiyle Allah, bunu iyice
açıklamaktadır. Fakirin toprakta sürünmesi, para kazanmaktan ümitsiz olma
halini ifade etmektedir.
İşte Allah, yetimden sonra bu tip insanların elinden tutulmasını da
ihsan kavramının içine sokmaktadır.
Fakirlik kaderi haline gelmiş, toplumda sosyal statü bakımından en
dipte olan bu insanların inkara sapmaması, zenginlere haset etmemesi ve toplumda
problem haline gelmemesi için onlara yardım edilmesi, bir çıkış noktası ve çare
olmaktadır. Fakirliğin insanın bir kaderi olmadığını, tam tersine insanlar
arası ilişkilerin bunu meydana getirdiğine inanmak ve bu inançla yardım etmek
bir zorunluluktur.
Toplumun en alt katmanında bulunan miskinler çoğaldıkça, toplumun üst
katmanındaki zenginler için hayatî bir tehlike oluştururlar. Allah, ekonomik
imkanların belli insanların elinde toplanmasını istemediği için bu emri vermektedir.
Tevrat'tan Kur'an'a kadar bütün kutsal kitaplarda yer alan bu emir, sosyal
bunalımlar için bir çözüm getirmektedir.
Ana-baba, akraba, yetim ve yoksul gibi, toplumsal hayatta var olan
ihtiyaç sahiplerinin bilincinde olmak, onların sahip olduğumuz mallarda hakları
olduğuna inanmak ve bu inancı tatbikata koymak, hem eğitici bir etkinliğe ve
hem de kaynaştıncı bir güce sahip olma işini üstlenecektir.
İnsanları sopayla mı, yoksa ekmekle mi daha iyi terbiye eder ve sosyal
problemleri çözebiliriz? Toplumsal dengesizliklerin meydana getirdiği problemlerin
kalıcı çözümü ekmekle, geçici çözümü de sopayla olabilir. Çoğu zaman cezanın
ve hatta hukukun çaresiz kaldığı yerlerde ve şartlarda ekmek, daha etkili,
kalıcı ve güçlü çözümler üretebilir.
3. (İnsanlara güzel söz
söyleyiniz).
Ayetteki (nâs) kelimesi, Tevrat'tan Kur'an'a, Kur'an'dan kıyamete kadar farklı genişlikte manalar kazanmaktadır. İsrailoğullan gibi küçük ve kapalı toplumlar sözkonusu olduğunda nâs kelimesine, halk manasını vermek uygun olur. O zaman mana şöyle olur: "Halka hoş söz söyleyiniz". Çünkü o dönemde seyahat ve kitle haberleşme vasıtaları yok denecek kadar azdı. İnsanların konuştukları çevre, çok dar ve çok yakın bir çevreyi kapsıyordu.
Ama ayet Kur'an'da da yer aldığına göre, manasını biraz daha geniş
tutmak zarureti doğmaktadır. Hz. Peygamber zamanında toplumlar arası ticarî
faaliyetler ve mektupla haberleşmeler başlamıştı. Artık (nâs) kavramı, halktan
daha geniş insan kitlelerini içine almaktaydı. O zaman mana, "İnsanlara
güzel söz söyleyiniz" şeklinde olur. Medeniyetin ve haberleşme
tekniklerinin gelişmesi, halk kelimesini, insanlar şeklinde anlamamızı gerekli
kılmaktadır.
Günümüzde ve gelecekte (nâs) kelimesine, tüm insanlığı kapsayacak
şekilde genişletiletilmelidir. Çünkü telefonun, televizyonun, gazetenin yer aldığı
kitle haberleşme vasıtaları, artık dünyayı toplum haline getirmiştir. Bu
durumda mana, "Bütün insanlara güzel söz söyleyiniz" olur.
a)
Demek ki ayetin bu kısmı,
insanlara konuşma adabını öğretmektedir. Yazılan bir kitap ve makale,
televizyonda yapılan bir konuşma ve verilen bir haber, güzellikler taşımalı,
insanları incitmemeli, korkutmamalı, ümitsizliğe sevketmemelidir. Ümide,
sevgiye ve bütünleşmeye götüren sözlerden oluşmalıdır. Artık dünyanın bir
yerindeki olayın haberi, hemen hemen bütün insanları etkilemektedir. Sözün
etkinlik alanı, tüm dünyayı sarmıştır. Bu bakımdan, insanlara güzel söz
söylemek, doğru mesaj vermek ve faydalı bilgi üretmek, haberleşmenin adabı
olmalıdır.
b) Sözün kötüsünü değil, iyi,
güzel ve faydalı olanını ifşa etmek, insanların psikolojisi için daha
faydalıdır. Sözün kötüsünü ifşa etmek, insanları karamsarlığa itebilir. Onun
için Allah şöyle buyurmaktadır:
(Allah -zulüm hariç- kötünün halk arasında ilan edilmesini sevmez. Allah herşeyi duyar ve bilir). [Nisa/148]
Allah, zulüm hariç kötünün insanlar arasına yayılmasını ve ifşa edilmesini sevmediğini ilan etmektedir.
c) Metod bakımından, insanları
iyiye, doğruya ve hakka davet etmek için güzel söz söylemek, eğitimde çok
önemli bir yere sahiptir.
Güzel söz ifadesine, yumuşak söz şeklinde mana vermek de mümkündür:
(Firavun'a yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki düşünür ve Allah'a saygı
duyar). [Taha/44]
Güzel, ya da yumuşak sözün etkinliğinin neler olacağına ışık tutan bu
ayet, eğitimin olmazsa olmaz metodunu gündeme getirmektedir. Yumuşak söz,
insanı düşünceye ve öğüt almaya sevkedebilir. Yumuşak söz, saygı duygusunu
harekete geçirebilir.
Allah Musa'ya, Firavun'a yumuşak söz söylemişini emrederken, Hz. Peygamber'e
güzel öğütle çağırmasını tavsiye etmektedir. Bakara/83'de yer alan güzel söz
ifadesine, yumuşak söz ve güzel öğüt manası verilebilir. Demek ki, güzel söz
söylemek, bütün peygamberlerin, eğitim metodudur:
(Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır). [Nahl/125]
Allah'ın yolunda hikmet ve güzel sözle yürünebilir. O yol, güzellikler yoludur. Çirkin, kötü ve karanlık sözlerin orada yeri yoktur. Yumuşak, güzel ve hoş olan sözler, insanları Allah'a doğru çekip götürür; düşündürür ve saygı uyandırır. Eğitimciler bu güzel söz'den, doğru bilgi, kibar davranış ve sevgi dolu sözleri anlamalıdırlar.
d) Güzel söz ve davranış,
köklü bir değişim meydana gelmesini temin eder:
(Sen kötülüğü en güzel olanla savuştur. Bir de bakarsın ki, seninle
arasında düşmanlık bulunan kişi, sıcak bir dost olmuştur). [Fussılet/34]
Kötülüğün, en güzel olanla savuşturulması, müslümanın kötülüğe karşı
takınacağı tavrın ve göstereceği tepkinin rengini, tonunu ve ağırlığını ifade
etmektedir. Kötülüğe en güzel olanla mukabele etmenin neticesi, düşmanlı-'ğın
sıcak bir dostluğa dönüşmesidir. İnsan ilişkilerinde düşmanlıktan sıcak
dostluğa doğru gelişecek köklü değişim, iyiliklerin söylenmesi, yazılması,
yayılması ve hayata geçirilmesiyle gerçekleşecektir.
Öyleyse eğitimciler, insanlara kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmeyi
değil, iyilikle karşılık vermeyi öğretmelidirler. İşte Fussilet/34'de Allah, insanlara
örneklik açısından bu öğretimi yapmaktadır. O zaman şöyle bir soru sorma
hakkını elde ederiz: İyinin doğasında ne vardır ki, düşmanlığı dostluğa
dönüştürmektedir? Bu sorunun cevabını Allah vermektedir:
(Çünkü iyilikler
kötülükleri ortadan kaldırır). [Hud/114]
İnsanlar iyilikleri geliştirip yayarsa, kötülükleri ortadan kaldırmış olacaklardır. Kötülüğün panzehiri, iyiliktir. Bizler doğrudan kötülüklerle mücadele edemeyiz, iyiliği yayarak ancak kötülüğün etkinliğini, alanını ve zararını azaltabiliriz. Bu kanun, sosyolojinin değişmeyen evrensel kurallarından biridir. Yüce Allah, tüm insanlığa bu kanunu iletirken, öğretirken ve aşılarken, kötülükle verilecek mücadelenin bir emek kaybına yol açmamasını temin etmek istemiştir.
4.
(Namazı kılın).
Bu ibarenin kelimelerini Bakara/3'de açıklamıştık, oraya bakılabilir.
Ancak, burada söylenmesi gereken şudur: Namaz, İsrailoğullan'nda da vardı.
Oruç, kurban ve hac gibi, namaz da en eski ibadetlerden biridir. Secde ve rüku
yaparak namaz kılma şekli, Tevrat'ta da yer almıştı. Böylece, namazın semavî
dinlerde yer alan evrensel bir ibadet olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Mesela Hz. Musa'dan önce, Hz. İsmail'in dininde de namaz vardı:
(Halkına namazı ve zekatı emrederdi). [Meryem/55]
5.
Zekatı verin).
Zekat kavramının Kur'an'da çok farklı manalarda kullanıldığına şahit
oluyoruz. Lügat manasıyla zekat, işi iyi gitmek, felah bulmak, zenginleşmek,
büyümek, artmak, çoğalmak, gönlü temiz olmak, dürüst olmak, doğru olmak, iyi
olmak, elverişli olmak, uygun olmak, sade, suçsuz, kusursuz, günahsız olmak,
doğru, namuslu, koruyucu manalarına gelmektedir. Sadaka vermek,
inanılabilirlik, tezkiye anlamlarını da ifade etmektedir. Şimdi bu manalardan
Kur'an'da yer alanlarını açıklayabiliriz:
[188]
Zekat kavramı zekkâ şeklinde alınırsa, temizlemek veya temize çıkarmak
manasına gelmektedir:
(Nefsini temizleyen mutlaka felah bulacaktır). [Şems/9]
Ruhunu günahsız ve temiz tutmak demektir. İnsan gönlünün kirlenmeden
önce, kirlenmesine sebep olan davranışları üretecek fikirlerden arınmış olmasıdır,
yoksa kirlendikten sonra temizlenmesi değildir.
(Arınan, mutlaka felah bulacaktır). [A'lâ/14]
İşte bu ayetteki tezekka (temizlenme) kavramı, gönlün kirlenmesinden
sonraki arınmayı ifade etmektedir. Şems/9 ayeti, kirlenmeden öne temiz tutmayı,
yani kirletmemeyi; A'lâ/14'te, kirlendikten sonra temizliği ifade etmekte;
Şems suresinde "(zekkâ), A'lâ suresinde ise "(tezekkâ) şeklinde yer
almaktadır. Birincisinde temiz tutmak, ikincisinde temizlemek anlamına
gelmektedir.
[189]
Demek ki ruhun şirk ve günah kirinden temizlenmesi veya kirlenmeden
korunması için öğretim şarttır. Eğitimin amacı, önce insan ruhunu temiz tutmak,
kirleneni ise temizlemektir. Hz. İbrahim, öğretimin bu işlevine şöyle işaret
eder:
(Ey Rabbimiz! Onların arasından, onlara senin ayetlerini okuyacak,
kitabı ve hikmeti öğreterek onları temizleyecek bir peygamber gönder).
[Bakara/129]
Demek ki temizleme faaliyeti, okumak, kitap ve hikmeti öğrenmek suretiyle
gerçekleşcektir. Kirlenen insanın gönlünü temizleyecek değişimin meydana
getirilebilmesi için bilgi şarttır. Bu da öğretim faaliyetini beraberinde
getirir. Bakara/151, Âl-i İmran/164, Cuma/2 ayetleri buna işaret etmektedir.
[190]
(Onların mallarından bir sadaka, yani zekat al ki, bununla temizlenmiş
ve arınmış olsunlar). [Tevbe/103]
Ayette sadakanın iki işlevi olduğu ortaya çıkmaktadır: tathîr ve
tezkiye. İlk bakışta ikisi de aynı manaya gelmektedir. Tathîr, temizlenmek,
yani kirlenmiş olanın kirliliğinin giderilmesi; tezkiye de temizlenenin
temizliğini koruması, sürdürmesi ve muhafaza etmesidir.
Bu eş anlamlı kelimelere başka bir mana da yüklenebilir. Tathîr, malın
temizlenmesi; tezkiye de ruhun temizlenmesi manasına gelebilir. Demek ki zekat
denen sadaka, insan ruhunda meydana gelecek olan temizliğin önemli bir
dinamiğini teşkil etmektedir.
[191]
(Allah'ın size olan merhameti olmasaydı, hiçbiriniz ebediyyen temizlenemezdi).
[Nur/21]
Temizlenmenin bir boyutu da ilahi bir merhamete uzanmaktadır. Günah
kirinden temizlenmek ve bu temizliği sürdürmek veya hiç kirlenmemek, bir
öğretim, bir sadaka, yani fakirin elinden tutmak, bir ilahi lütuf faaliyetiyle
gerçekleşebilmektedir.
Biz okuyup kitap ve hikmeti öğreneceğiz, fakirin elinden tutacağız ki,
Allah bize merhamet edip ruhumuzu günahlardan temizlesin.
[192]
(Kendinizi temize çıkarmaya çalışmayın. Allah Günahtan sakınanı en iyi
bilir). [Necm/32]
Ayetteki tezekka kavramı, kişinin günahsız ve suçsuz olduğunu
söyleyerek, kendisini haklı görmesi anlamına gelir. Oysa kimin haklı ve temiz
olduğunu ancak Allah bilir.
[193]
(Kendini mübarek/masum sananları görmüyor musun? Allah dilediğini
günahlardan temizler ve kimseye zerre kadar haksızlık etmez). [Nisa/49]
Hiç kimse kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi göremez ve görmemelidir.
Kendilerini günahsız zannedip mübarek bir şahsiyete sahip olduklarını sananlar,
yanlış bir düşünce içindedirler.
[194]
Zekkâ kelimesi, (tezekkâ) olarak kullanılınca, giderek artan bir temizliği
ifade eder.
(Arınmak için malını veren). [Leyl/18]
Bu, malından karşılıksız veren insanların manevî bir kazanç elde
edecekleri anlamına gelir. Bu insanlar maddeyi manaya çevirecek ölçüde güçlü
bir şahsiyete sahiptirler. Maddenin manaya dönüşümünü ifade için Allah tezekkâ
kavramını kullanmaktadır.
[195]
(Sen ne bilirsin, belki o a'mâ ruhî anlayışını geliştirecektir). [Abese/3]
Genelde tefsirciler, buradaki yezzekkâ kelimesine, temizlenecekti
manası-
nı vermektedirler. Yusuf Ali İngilizce Kur'an mealinde,
"anlayışını arttıracaktı" anlamını vermektedir. Bize göre bu mana
daha doğrudur. A'mâ olan kişinin Hz. Peygamber'e daha İslâm'ın ilk yıllarında
soru sorması, aslında İs-lâmî anlayışını geliştirmek istemesini ifade
etmektedir.
[196]
(Allah'a ve ahiret gününe inananlar için bu, daha erdemli ve daha nezih
bir davranıştır). [Bakara/232]
Ayette yer alan (ezkâ) ve (ethar) kelimeleri, birbirine çok yalan mana
taşımaktadırlar. Birincisine daha erdemli, ikincisine de daha nezih manasını
vererek, aralarındaki farkı ortaya çıkarmış oluyoruz.
[197]
(Şimdi siz, şu gümüş paranızla birinizi şehre gönderin de, baksın hangi
yiyecek daha iyi ise ondan size alıp getirsin). [Kehf/19]
Ayette geçen (ezkâ) kelimesine, daha iyi anlamı verilebilir,
[198]
(Erkek mü'minlere söyle, gözlerini
harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını da korusunlar. Bu onlar için daha temiz
bir davranıştır). [Nur/30]
Demek ki zekat kelimesi -bu ayetteki gibi- (ezkâ) şeklinde kullanılındığında
namus temizliğini ifade ederr.
[199]
(Cebrail, 'Ben sana mübarek
bir oğlan bağışlamak üzere gönderilmiş Rabbinin bir elçisiyim' dedi). [Meryem/19] Zekiyyâ
mübarek, mucize manalarına geldiği gibi temiz manasına da gelir. Hz. İsa'nın
farkı, mucize ve mübarek olmasıdır.
(zekiyyen) şeklinde olursa, temizliğin ötesinde bir mana ifade eder.
[200]
Zekat kelimesi, zekiyye şeklinde alınınca, günahsız manasını ifade
eder:
(Yine yürüyüp gittiler;
nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. Hemen çocuğu öldürdü. Musa, 'Bir can
karşılığı olmaksızın, günahsız bir cana mı kıydın?' dedi). [Kehf/74]
(nefsen zekiyyeten), günahsız can, günahsız kişi manasına da
gelmektedir. Zekiyye kavramı burada, daha günah işleme yaşında olmayan çocuğun
sıfatıdır.
[201]
Bu manasıyla zekat kelimesi, sadakanın, yani fakire yapılan yardımın ve
fedakârlığın kaynaklandığı psikolojik kaynağın da adı olmaktadır:
(Allah nerede olursam olayım beni mübarek kıldı ve bana yaşadığım
sürece namazı ve zekatı tavsiye etti). [Meryem/31]
Ayetteki zekat kelimesine, merhamet, şefkat, hayırseverlik manası
verilebilir. Zaten bu duygular olmadan, onlar harekete geçmeden ve insanı
içten etkilemeden fakire zekat vermemiz mümkün değildir.
Artmak, temizlemek, geliştirmek, merhamet, erdem, iyi ve günahsız manalarıyla
zekat kelimesi, başlı başına bir eğitim faaliyetidir. Fakirin elinden tutup
kaldırmak için verilen zekatın, ferdî ve toplumsal yapıdaki etkinliğinin bu geniş
yelpazesi, onun ne kadar önemli bir ibadet olduğuna şehadet etmektedir.
Allah'tan başkasına tapınmamak, ana-babaya, akrabaya, yetime ve yoksula
iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namazı kılmak ve zekatı vermek
gibi beş maddelik bir sözleşme metninin, evrensel değerleri gündeme getirdiğine
şahit oluyoruz. Bu sözleşme hem Tevrat'ta ve hem de Kur'an'da yer almaktadır.
Bu noktada Kur'an, Tevrat'taki değerleri tasdik ettiği gibi, bütün insanlığa
yayılmasına da katkıda bulunmaktadır.
İlk maddesinde şirk koşmama emriyle, Allah hakkım; ikinci maddesinde,
ana baba, akraba, yetim ve fakir haklarım; insanlara güzel söz söylemekle de
insanlığın hakkını tesbit etmektedir. Bir bakıma evrensel haklan, antlaşmanın
maddeleri haline getirmiştir.
(Buna rağmen, pek azınız hariç, sözünüzden dönerek yüz çevirdiniz).
İsrailoğullan, Allah'a verdikleri sözden, yani ayetin içerdiği iman ve
ibadetleri yerine getirmekten vazgeçip sırtlarını döndüler. Bakara/40'da yer
alan Verdiğiniz sözü yerine getirin emri, bu antlaşmanın maddelerini de içermektedir.
İnsanla Allah'ın, insanla ana-baba ve diğerlerinin ilişkilerini düzenleyen bu
değerlere nasıl sut döndüklerini anlatmakla Allah, aslında müslümanlar'ın aynı
değerlere sahip çıkmalarını ve onlara sırtlarını dönüp ihmal etmemelerini
öğütlemektedir. İsrailoğullan'nın yaşadıkları tecrübeden müslümanlar'a ışık
tutmaktadır.
[202]
84. Ve hatırlayın ki, şu konuda
sizin sözünüzü aldık: Birbirinizin kanını akıtmayın, birbirinizi yurtlarından
çıkarmayın. Sonra siz bunu kabullendiniz ve birbirinize karşı şahitlik
ettiniz.
Bu ayet, 83. ayetin devamıdır. Allah'ın İsrailoğullan'yla yaptığı
antlaşmanın iki bölümden oluştuğuna şahit oluyoruz. Birinci bölümün alt
maddelerini yukarıda izah etmiştik.
83. ayette, Tevrat'taki evrensel ahlâkın evrensel değerleri, evrensel
inanç ve ibadetler sıralanmaktaydı şirk koşmamak; ana-baba, akraba, yetim ve
yoksullara yardım etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılmak, zekat
vermek. Bunlar aynı zamanda evrensel hakların dökümüdür.
84. ayette ise, antlaşmanın
ikinci bölümü gündeme gelmektedir. Bu bölüm iki önemli maddeyi içermektedir.
Bunlara da hayat hakkı ve mesken hakkı diyebiliriz. Şimdi bu hakların ayette
nasıl işlendiğini görebiliriz.
1.
(Birbirinizin kanını
akıtmayınız) emri, hayat hakkı olarak isimlendirilebilir. Allah, esaretten
kurtardığı bir topluma göndermiş olduğu kutsal kitapta, öne çıkardığı insan
haklarının başında hayat hakkına yer vermiştir. Allah'ın hayat hakkına verdiği
önem, onu, Tevrat ve diğer kutsal kitaplarda ele almasından anlaşılmaktadır.
Müfessirler, kan dökme yasağının Hz. Musa dönemindeki İsrailoğullan'na mı,
yoksa Hz. Muhammed dönemindeki yahudilere mi konduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu konuda ihtilafa lüzum yoktur. Çünkü 83. ayette İsrailoğulları'ndan ahid
alındığı bildirilmektedir. Halbuki, Hz. Peygamber zamanındaki İsrailoğullan'na
yahudi denmekteydi. Bu sözleşmenin, Tevrat'ta olduğunda şüphe yoktur. Ama
önemli olan, emrin varlığı ve içeriğidir, ne zaman geldiği değildir. Hayat
hakkına saygının, çok eski zamanlarda bile ilahî bir emir olduğunda şüphe
yoktur. Kur'an'da bu ayetlerin yer alış sırası çok manidardır.
83. ayet, 84. ayetin tatbikat alanına konabilmesi için alt yapıyı
oluşturmaktadır. İnsanlara, birbirinizin kanını akıtmayınız demeden önce,
onları belli değerlere göre, belli bir eğitimden geçirmek gerekiyor. 83. ayet,
bu evrensel ahlâk değerlerine, ya da kanunlarına göre yapılacak eğitimi vermektedir.
Allah hakkı, ana baba hakkı, akraba, yetim ve yoksulun haklarına riayet edip,
iyinin bilgisine sahip olan insanlara hayat hakkından bahsedebilirsiniz. Bu
pedagojik alt yapıya sahip olmayan insanlara, hayat hakkından bahsetmek,
beklenen neticeyi vermeyebilir.
(lâ tesfikûne dimâekum) ibaresine, "kanınızı akıtmayın" şeklinde mana verilirse, intihar etmenin yasak olduğunu ifade etmiş olur. Dünya hayatının problemleri altmda ezilen ve bir çıkış kapısı bulamayan insanların başvurduğu bu ölüm türünün yasaklanması da olabilir. Eski doğu kültüründe, bu karanlık alemden kurtulup, nur alemine kavuşmak için insanlar, intihan uygun görürlerdi. Bunun yasaklanması da olabilir. İster ferdî manada intihan, isterse sosyal manada insanın insanı öldürmesini ifade etmiş olsun, ayetin verdiği mesaj, insanın diğer bir insanın canına kıyamayacağı-dır. Bu yasak, insanın saldırganlık içgüdüsüne kapılıp bütün manevî değerleri yozlaştırmasına ve insan kanı akıtmasına mani olmayı amaçlamaktadır. Kan akıtmak, vahşetin, cehaletin sonucu ve insanın hayat haklanın önemsen-memesidir.
Daha önceki ayetlerde, İsrailoğullan'nın birbirini öldürdüğünü ve
katilin bulunması için inek kesilmesi olayını ele almıştık. Katilin
bulunmasından önce, Allah bu yasağı Tevrat'ta koymuştu. 85. ayette bu konu ele
alınacaktır.
Artık yahudi, hristiyan ve müslümanlar kendi kutsal kitaplannda yer
alan kan akıtmama emrini, ya da hayat hakkım tüm dünyaya duyurup, akan kanlan
durdurma çarelerini aramalıdırlar. Gönülsüz, akılsız ve faydasız bilgilerle
insanlar birbirini boğazlamakta, Allah'ın bu yasağını görmezlikten gelmekte-
dirler. Birbirine hayat hakkı tanımayan insanların asalet, erdem ve
gelişmişlikten bahsetme haklan yoktur.
2.
(Birbirinizi yurtlarından
çıkarmayın).
İnsanı yurdundan çıkarmak, yani vatanından etmek, öldürmeye denk bir
günahtır. Ayette, hayat hakkının hemen ardından vatan/mesken hakkının zikredilmesi
buna delil teşkil etmektedir. Vatan kavramı bu ayette ^V (diyar) olarak ifade
edilmektedir.
İnsanları yurtlarından çıkarmak, Allah'ın sevmediği bir eylemdir.
Ancak, Hz. Musa'nın İsrailoğullan'nı zulümden kurtarmak için Mısır'dan
çıkarması bundan farklıdır. Zor kullanarak halkı vatanlarından etmek, hem
insanlık adına bir ayıp, hem de din adına büyük bir günahtır. İnsan insanı
öldürmekle onu bu dünyadan çıkarıyor; baskı yaparak da vatanından çıkarmış
oluyor. Bu tür davranışlar birbirine çok yakın kötü eylemlerdir.
Antlaşmanın birinci bölümünü teşkil eden 83. ayette Allah'a şirk koşma
yasağı vardı. İkinci bölümünü teşkil eden 84. ayet de, iki yasağı içermektedir:
Birbirini öldürmemek, insanları vatanlarından çıkarmamak. Bu üç yasağın
yanında, antlaşmanın birinci bölümünde dört tane olumlu emir yer almaktadır:
İyilik yapmak, insanlara iyiyi söylemek, namaz kılmak, zekat vermek. Bu emir
ve yasakların ikisi hariç beş tanesi, tamamen sosyal içeriklidir. Şirk
koşmamakla namaz kılmak hariç, diğerleri tamamen insanın insanla olan
ilişkilerini ele almaktadır. Böylece bu ayetler, eğitimin uğraşacağı ve vereceği
ilkeleri öğretmektedir.
3.
(Sonra siz de bunları
kabullendiniz ve birbirinize şahitlik ettiniz).
Ayette geçen (ikrar) kelimesinin anlamını vermekte yarar vardır: Yerleşmek, oturmak, tekit etmek, sabit durmak, devam etmek, ayrılmamak, karar vermek, kararlaştırmak, muvafakat etmek, kabul etmek, icabet etmek, tasdik etmek, şükranla tanımak, sahi veya kanunî olarak kabul etmek manalarına gelmektedir.[203] Râzî'nin görüşünü tercih ederek ayetteki (akrartüm) ibaresine, "Atalarınız kabul etti" manasını vermeyi uygun görüyoruz. (summe akrartum ve entum teşhedûn) baresi,"Siz de atalannızın kabullendiği bu emir ve yasaklara şu anda şehadet ediyorsunuz" anlamını kazanmış olur. Demek ki ikrar (tasdik), önceki nesillerle ilgiliyken, şehadet Hz. Peygamber dönemindeki nesille ilgilidir. Böylece 83 ve 84. ayetlerde yer alan hükümlerin nesilden nesile aktarılan kanunlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ayet, bazı ferdî ve sosyal hayatı ilgilendiren kanunların kolay kolay
değişmeyeceğini, asırların onları eskitemeyeceğini, evrensel olduklarını ve
önemlerini kaybetmeyeceğini gündeme getirmektedir. Din eğitiminin, bu eskimeyen
kurallar dururken, basit konularla ilgilenmesi, dinin özünü ve kalıcı boyutunu
incitmektedir. Din öğretiminde, öncelikli olanların belirlenmesi, eğitimin
önemli bir kısmının tamamlanması demektir.
[204]
85. Bu sözleşmeyi kabul eden
sizler, verdiğiniz sözün tersine birbirinizi öldürüyor ve aranızdan bir grubu
yurtlarından çıkarıyorsunuz, günah ve düşmanlıkta onlara karşı birleşip
yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde, size
esir olarak geldiklerinde, fidyeleşip esir mübadelesi yapıyorsunuz. Siz kitabın
bir kısmına inanıyor, öteki kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların
cezası, dünya hayatında rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde
de onlar, en şiddtli azaba iletilecekler. Allah yaptıklarınızdan habersiz
değildir.
Atalarının kabul ve kendilerinin de şehadet etmelerine rağmen
yahudiler, birbirlerini öldürmeyi ve yurtlarından çıkarmaya devam ettiler.
Bunun adına, ahde vefasızlık veya verdiği sözde durmama denir. Yüce Allah,
tefsirini yaptığımız ayette, bu ahde vefasızlığın nasıl gerçekleştiğine ışık
tutmaktadır.
1.
(Onlara karşı günah ve
düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz).
Ayette yer alan, (tezâhere), kelimesi, yardımlaşmak manasına gelmektedir. Aslında (zahr), sırt demek olup birbirine arka çıkmak, sırtsırta vermek bu kelimeyle ifade edilmektedir. Bu anlamda Maide/2'de İyilik ve takvada yardımlasın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın [Maide/2] şeklinde geçmektedir.
Ayetteki (ism) kelimesi, günah anlamına gelmektedir. (udvân) da
düşmanlık demektir. İsrailoğulları'nın, öldürülen ve yurtlarından çıkarılan insanlara
karşı birleşip yardimlaştıklannı ifade eden ayetin bu kısmı, sosyal hadiselerin
olumsuz boyutlarına dikkat çekmektedir. Yüce Allah Maide suresinde, insanların
hangi konularda bir araya gelip yardımlaşacaklannı, hangi konularda
yardımlaşmamalan gerektiğini hükme bağlamıştır.
Ayetteki (yardımlaşmayın), ifadesindeki yardımlaşma, bir sosyal
müessesenin kuruluşunda işbirliği ve dayanışma sürecinin bulunması anlamına
gelmektedir. Sosyal hayatta bir iş görmek için bir müessese kurmak isteyenler,
o müessesenin temellerini, iyilik ve takva üzerine kurmalıdırlar; günah ve
düşmanlık üzerine değil. Demek ki Allah, hangi amaçla yardımlaşılabileceğini ve
hangi gayeler için yardımlaşılamayacağını bu ayetiyle hükme bağlamaktadır.
Maide/2'deki bu hükmün Tevrat'ta da yer aldığına, Bakara/85 ayeti
işaret etmektedir. Yahudiler, daha doğrusu İsrailoğulları, bu hükmü bir tarafa
atarak, günah ve düşmanlıkta bir araya gelip yardımlaştılar. Toplumun
fertleri, günah ve düşmanlığın etrafında toplanıp birbirine destek
çıkıyorlarsa, o toplumda çözülme, bunalım, zulüm baş göstermiş demektir.
Sosyal hayatta bozulmanın başlaması, günah ve düşmanlığın yaygınlaşmasına
bağlıdır.
Burada şu sorulan sormamız zorunludur. Yüce Allah niçin günah ile düşmanlığı
ayrı ayrı zikretmiştir? Düşmanlık, günahın içinde olamaz mıydı? Yoksa günah
düşmanlığı kapsamına almıyor mu?
Bunun cevabını ayetin birinci bölümüyle verebiliriz: Birbirini
öldürmek, günahın; birbirini yurtlarından çıkarmak ise düşmanlığın neticesidir.
Demek ki günah, yapılan kötü işin neticesi olurken; düşmanlık ise bu işin
nedeni olmaktadır. Birisi neticeyi, diğeri ise sebebi teşkil etmektedir.
Düşmanlık bir duygu olduğu halde, günah amelin ürünü olmaktadır. Düşmanlık
duygusu, hem öldürmenin, hem de insanları yurtlarından çıkarmanın sebebi, günah
ise yapılan bu kötü amellerin neticesi olmaktadır.
İnsanlar düşmanlık duygusunun etrafında günah işlemek uğruna toplanamaz
ve toplanmamalıdırlar. Bu hükmün toplumun katmanlarına yayılması, fertlerin
gönüllerine nakşedilmesi ve gruplar arası ilişkilerin eksen değeri olması için
eğitim devreye girmeli; toplumun fert ve gruplarını birr (iyi) ve takva'nın
etrafında toplamanın yolu, aklı ve bilgiyi harekete geçirmekle olacağı fikrini
aşılamalıdır.
Bakara/85'deki günahın karşıtı, Maide suresinde iyi, düşmanlığın
karşıtı da takva'dır.
İyiyi geliştirip yayarsak, günahın azalmasını; takvayı geliştirip
yayarsak da düşmanlığın azalmasını temin etmiş oluruz. Toplumsal hayatta
eğitimin başarısı ve en önemli kazanımlan, günah ve düşmanlıkları azaltmakla
olacaktır.
2.
(Onların yurtlarından
çıkarılmaları size haram olduğu halde, onlar size esir olarak geldiklerinde,
fidyeleşerek esir mübadelesi yapıyorsunuz).
Allah, yahudilere birbirlerini yurtlarından çıkarmalarını yasaklamıştı.
84. ayette bu yasağa uyacaklarına dair söz de almıştı. Yahudiler bu yasağı
deldiler ve kabileler arasındaki savaşlarda bazı grupları yurtlarından
çıkardılar. Yurtlarından çıkarılanlar doğal olarak başkalarının eline esir
düşüyorlardı. İşte o esirler, kendilerini yurtlarından çıkaranlara esir olarak
dönünce, fidye verip bunlar da onları kurtarıyorlardı. Böyle yapmalarının
sebebini, inkarlarına tekrar dönmeleri veya kendi milletinden olan insanların
başkalarının elinde esir kalmalarına tahammül edememeleri olarak açıklamak
mümkündür.[205]
İnsanları yurtlarından çıkarıp, onların esir olmasına sebep olmak, iki
kat günahtır: Birincisi yurtlarından çıkarmak, ikincisi ise esir olmalarına
neden olmaktır.
3. Siz kitabın bir kısmına
inanıyor, öteki kısmını inkar mı ediyorsunuz?)
İnsanları öldürmekve yurtlarından çıkarmak haram olduğu halde, onlara
böyle kötü muamelede bulunup, sonra da, yurtlarından çıkardıklarını kurtarmak
için fidye vermeleri, ikili bir davranış biçimidir. Allah, böyle ikili oynayan
insanların, manevî yapılarını deşifre etmek için bu soruyu sormaktadır.
İlk planda, ikili oynayanların inançlarında bir problemin olabileceğine
dikkat çekilmektedir. Kitabın hükümlerinden biri de, esir düşenleri fidye verip
kurtarmaktı. Esirleri fidye verip kurtarmaları, kitaba inandıklarını ifade
ediyor. Oysa "Birbirinizi öldürmeyin ve yurtlarından çıkarmayın" emri
de ki-tabta mevcut bir hüküm olduğu halde, bu kötü fiili işliyorlardı. Kitabın
hükümlerine karşı böylesine ikili oynamaları, imanlanndaki zaafı ortaya koymaktadır.
Aslmda, kitabtaki hükümlerin birini uygulamak, diğerini uygulamamak (eğer
temelinde hükmün inkarı yoksa) insanı imandan çıkarmaz. Burada ayet böyle bir
davranışın arka planında bir iman probleminin varlığı meselesine dikkat
çekmektedir.
Hükümleri ayırmanın temelinde inkar psikolojisi yer almaktadır:
Allah'ı ve peygamberlerini
inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, bir
kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız, diyenler ve iman ile küfür
arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten kâfirler bunlardır. [Nisa/150-151]
Allah'ın indirdiği kutsal kitap bir bütündür. Onun insanlara önerdiği
iman esasları da bir bütündür. Bu bütünü parçalayıp, kendi görüş ve yaşantısına
uyanları alıp, uymayanları bir tarafa atmak, inkar psikolojisinin bir tezahüründen
başka bir şey değildir.
Allah bu ayetleriye, insan davranışlarının hem nedenlerine inmekte ve
hem de davranış analizi yapmaktadır. İlahî emirlere kendi beğenisini sokup,
onları sağlam ve çürük diye ayırmak; peygamberler arasında fark gözetip bazısını
iman dışı bırakmak gibi inanç ve davranışlar, sağlıksız bir beynin ve gönlün işidir.
Diğer taraftan, bu şekilde davranmak, verdiği sözün, yaptığı
antlaşmanın bazı maddelerine uyup bazılarına tek taraflı uymamak gibi hususlar,
ahde vefasızlığı meydana getirmektedir. Çünkü kutsal kitap, Allah ile kullan
arasında bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin tamamı, insanın lehine olarak hazırlanmıştır.
Kendi lehine olan hükümleri yerine getirmemek, insanın kendisine zulmetmesine
neden olmaktadır.
4.
(Sizden böyle davrananların
dünya hayatındaki cezası, rüsvaylıktır).
Allah, kitabına karşı ikili davranana, ikili azap olacağını beyan
etmektedir.
Ayette geçen (hızy) kavramı alçak, adi, rezil, iğrenç, değersiz,
nefrete layık, yüz karası, şerefsizlik, kepazelik ve utanmak manalarına
gelmektedir.
İnsanları öldürmek, onları yurtlarından çıkarmak ve ilahî kitabın bir
kısmını tatbik edip diğerini görmezlikten gelmek, Allah katında en büyük suç
ve günahtır. Allah bu tip insanları, dünya hayatında rezil bir seviyeye
indirerek cezalandırmaktadır. Bu düşük seviye, utanılacak bir konum olup fert
için de, toplum için de yüz karasıdır.
İnsanlara karşı işlenen suç ve günahlar, zamanla bu zulmü işleyenlere "sosyal irtifa kaybetme şeklinde dönmektedir. Dünyada elde ettiği seviyeyi kötüye kullanarak insanları ezmek, o seviyenin kaybına sebep olur. İleri giden toplumların zamanla geri kalmalarının nedeni olarak Allah, sosyal oluşumlardaki determinizme dikkat çekmektedir. Bakara/85 ayetine göre, İsrailoğulan'nın, geçmişte yaptıklarını tekrarladıkları takdirde, aynı ceza ile karşılaşmaları kaçınılmazdır. Demek ki zulmün sonucu zillet ve hüsrandır. Zira Allah zalimleri sevmez.
5.
(Kıyamet gününde de onlar,
azabın en şiddetlisine itileceklerdir).
Azabın en şiddetlisine ifadesiyle Allah, ahiret azabının dünya
azabından daha şiddetli olduğuna dikkat çekmektedir. İnsanları öldürmek,
yurtlarından çıkarmak, ilahî kitaba karşı ikili bir tavır takınmak, kıyamette
en şiddetli azabı getirecektir. Demek ki, dünya hayatında çekilecek azap, bu
davranışların karşılığı olamamaktadır. Bu noktadan hareketle şu genellemeyi
yapabiliriz: İnsanlara zulmetmek, bitmek tükenmek bilmeyen bir azabı
getirmektedir. Allah'a şirk koşmaktan sonra en büyük günah, insan öldürmektir.
Furkan/68 ayeti buna işaret etmektedir:
'(Rahmân'ın kullan, Allah'a şirk koşmazlar, Allah'ın haram kıldığı
cana haksız yere kıymazlar). [Furkan/68]
Allah, onlan, dünya hayatında rüsvaylığa, ahirette de azabın en şiddetlisine maruz bırakacağını bu kadar korkutucu bir dille niçin haber vermektedir? Allah'ın böyle yapmaktan maksadı, kullarına kötü muamele yapmak değildir. İlahî maksat, cezanın caydırıcılık özelliğini öne çıkarıp, insanları eğitmektir. Bu tip davranışlardan insanları uzaklaştırabilmek için hukuktaki cezanın caydırıcılığından istifade etmek de, önemli bir eğitim ilkesidir.
Diğer taraftan, kulun yaptıklarının kendisine azap olarak döneceğine
işaret etmektedir. Demek ki kul, kendi azabım ve cehennemini bu dünyadaki
amelleriyle hazırlamaktadır. Yoksa Allah, kuluna azap etmek istemez.
6.
(Allah, sizin
yaptıklarınızdan habersiz değildir).
Allah ayetin bu kısmıyla, insanı dünyada rezil bir hayata, ahirette de
en şiddetli azaba götüren davranışların eksen nedenini açıklamaktadır. Bu eksen
de, Allah'ın, insanın yapıp-ettiklerinin hepsini bildiğine dair insandaki iman
noksanlığıdır. Eğer insan, Allah'ın kendisini gözlediğini, murakebe ettiğini ve
kendisiyle her an ve her yerde beraber olduğunu bilse ve inansa, insanlara bu
zulmü yapması mümkün olmayacaktı. Onun için Allah, ayetin sonunda insanların
yaptıklarından gafil olmadığını söylemektedir:
(Rasulüm! Sakın Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil sanma! Ancak,
Allah onlan korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor).
[İbrahim/42]
Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığı inancı, pek çok zulmü ortadan
kaldıracaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir ifadesi,
Allah'ın her şeyi değerlendirdiğine delil teşkil etmektedir. Gafil, yani
habersiz olan, değerlendirme de yapamaz. İnsanların birbirini öldürmelerini,
yurtlarından çıkarmalarını ve bu kötü eylemlerde birbirine destek çıkmalarını
insanlar değerlendirip hükme bağlamayabilirler. Allah bu beyanıyla, onların
amellerini bildiğini ve değerlendireceğini kesin olarak haber vermektedir.
Bu ayet, cezaların geç verilmesinden dolayı peygamberin bile, Allah'ın
gafil, yani habersiz olabileceği fikrine kapılma ihtimali olabileceğine dikkat
çekmekte ve bunun yersiz bir düşünce olacağını vurgulamaktadır.
[206]
86. Onlar ahiret karşılığında
dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden azapları hafifletilmeyecek,
yardım da görmeyecekler.
Ayetteki, onlar ifadesiyle, 83. ayette kendilerinden söz alındığı halde
sözlerinden dönenler, insanları öldüren ve yurtlarından çıkaranlar, günah ve
düşmanlıkla birbirine yardım edenler kasdedilmiştir. Bu insanları verdikleri
sözden çeviren, birbirini öldürmeye iten, günah ve düşmanlıkta birbirine
destek çıkartan faktörler nelerdir? Bu sorunun üç maddelik bir cevabı vardır.
1. Kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmını inkar etmeleri,
2. Yaptıklarından Allah'ın
gafil olmadığını gözönünde tutmamaları, yani bütün amellerini Allah'ın
noksansız olarak bildiğinin bilincinde ve inancında olmamaları,
3.
Dünyayı ahirete tercih
etmeleri.
Demek ki; insanı olumsuz davranışlara iten, iman ve bilinçteki zaaf,
ter-cihindeki yanılmadır. Saldırganlaşan, yaşamak için öldüreceksin düşüncesine
kapılan ve tüm başarısını başkalarının zayıflığı üzerine tesis eden insanların,
henüz olgunlaşmamış kişiler olmaları nedeniyle, tercihlerinde isabet etmeleri
mümkün değildir.
Dikkat edilirse, ayette Allah, satın alma ifadesini kullanmaktadır.
Satın alma, beraberinde değerleri getirmektedir. Satın alırken bir değeri
verirsiniz, başka bir değeri alırsınız. Bu iki değerin, birbirine denk olması
gerekir. O zaman dünya hayatı nasıl bir değerin yerini tutmaktadır? Buna
karşılık ahiretin değeri nereden ve hangi özelliklerden kaynaklanmaktadır?
Dünya hayatının özellikleri çeşitli ayetlerde anlatılmaktadır. Mesela:
Bilin ki, dünya hayatı sadece bir oyun, eğlence, bir süs ve aranızda övünüp böbürlenme ve bir de mal ve evlat çokluğunda yarışmadan ibarettir. Tıpkı yağmurdan sonra çıkan ve çiftçiyi sevindiren bitki gibi. Önce yeşerip gelişir, arkasından da sen onu sararmış olarak görürsün, bir süre sonra kırılmış çöp haline dönüşür... Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir. [Hadid/20]
Bu ayet, dünya hayatının özelliklerini ve değerini açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. Oyun, eğlence, süs, böbürlenme, mal ve evlat hususunda
yarışma, önce yeşerip sonra solan ekin misali dünya hayatı, tercih edilmeye
layık mıdır?
[207]
(Ahiret daha değerlidir). [Nisa/77]
(Ahiretin mükafaatı daha büyüktür). Nahl/41]
(Ahiret karar kılınacak yerdir). [Gafir/39]
(Ahiret daha değerli ve daha bakîdir). [A'lâ/17]
Bu özellikleriyle ahiretin, dünya hayatından çok farklı bir yapıya
sahip olduğu anlaşılmaktadır. Allah, bu özellikleri sayarken, insanın
tercihine rehberlik yapmakta; satın alırken, hangi değere karşı, hangi değeri
alacağının bilincini vererek, yanılmasını önlemek istemektedir.
Hatta bir ayette Allah, kendi tercihini gündeme getirmektedir:
“Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması
yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti istiyor.
Allah güçlüdür, hikmet sahibidir). [Enfâl/67]
İnsanlar genelde dünyayı istediği halde, Allah ahireti istemektedir. Bu
beyanıyla Yüce Allah, insanların tercihlerini hangi değerden yana koymaları
gerektiğine ışık tutmaktadır. İlahî eğitim, değerler konusunda rehberlik yapmaktadır.
Dünya hayatına razı olmak [Tevbe/38]; Dünya hayatını tercih etmek [İbrahim/3];
Dünya hayatını istemek [Enfâl/67]; Dünya hayatını ahiret karşılığında satın
almak [Bakara/86] ifadeleri eş manalıdırlar.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: İnsanı tercihinde yanıltan faktör nedir?
Bu soruya, cehalet, imansızlık, aklını kullanmama ve sevgisini dünyaya
yöneltme cevabını verebiliriz. Peki bu yanılgıdan kurtulmanın yolu nedir?
Aklını kullanmak, bilgi sahibi olmak, iman etmek ve sevgisini ahirete
yöneltmek.
(Sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı
kullanmıyor musunuz?) [Yusuf/109]
Bu ayetten anlıyoruz ki, ahiret daha iyi ve daha değerlidir, tercihi
ahiret-ten yana koymak için aklı kullanmak gerekmektedir. Böylece aklı devreye
sokan Allah, hem yanılgının nereden kaynaklandığına ve hem de çaresinin ne
olduğuna işaret etmektedir.
Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmım inkar etme konusunda etkili rol
oynayan, yine dünya haşatım ahirete tercih etme yanılgısıdır. Kitapta,
ahiretle ilgili olanı bir tarafa itip. dünya hayatını öne çıkaranları benimsemek,
sağlam bir dünya ve ahiret görüşüne sahip olmamanın ifadesi olmaktadır.
Kur'an'ın geliş nedenlerinden bin de. insanlığa dünya ve ahiret hakkında sağlam
bir görüş kazandırmaktır.
(Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir).
Birbirini öldüren, yurtlarından çıkaran, kitabın bir kısmını inkar
eden, günah ve düşmanlıkta birbirine destek çıkan, Allah'ın bütün yaptıklarını
bildiği inancım taşımayan ve nihayet dünyayı ahirete karşılık satın alan insanların
azabında bir hafifleme olmayacak ve onlara yardım da olunmayacaktır.
Ayetin bu kısmından çıkarılacak önemli ilkelerden biri, bazı günahkârların
azaplarında indirim olması ve yardım almalarıdır. Bu ilke, modern hukukun
temellerini atmıştır.
Bazı kişilerin işlediği suçun durumuna ve gösterdiği iyi hale göre,
cezasında hafifletme olabilir. Cezayı hafifletme sebepleri pek çok yasada
maddeler halinde yer almaktadır. Cezasını çekerken iyi halinden dolayı, aftan
yararlananlar da olabilir. Hukuk bunlara cevaz vermektedir. Hukuktaki bu
esasların temelini Kur'an atmıştır.
Cezanın hafifletilmesi, cezanın affedilmesi, asırlarca önce Kur'an'da
yer almıştır. Medenî dünyanın anayasa ve kanunlarında bu hukukî kural işlemektedir.
Bakara/86'da Onlardan azap hafifletilmeyecektir buyurulmakla, zımnen azabı
hafifletilecek insanların olabileceğine işaret edilmektedir. Onlara yardım da
olunmayacaktır ifadesi ise, yardım görecek suçluların olabileceğine dikkat
çekmektedir.
Bu ayet, bazı günahkarların ceza indiriminden ve ilahî yardımdan istifade
edeceklerine delildir. 85 ve 86. ayetteki suçlan işleyenler, bu ceza indiriminden
ve yardımdan istifade edemeyeceklerdir.
Allah bu ayetle aynı zamanda hukuk bilincinin temellerini atmaktadır.
Her suça aynı tip cezanın uygulanmaması, aynı suçu işleyen insanlar için suçu
işleme şartlan ve özel durumlan gözönünde tutularak uygulanacak alternatif
ceza kanunlan yapılması, bugünkü hukukun ulaştığı bir merhaledir. Ama bu
ayette, insan öldüren, insanlan yurtlarından çıkaran, verdiği sözde durmayan
kimselere alternatif kanunlann uygulanamayacağını hükme bağlamaktadır.
[208]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/414-419.
[2] Fahruddîn Râzî, age, H/539.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/419-424.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/424-425.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/425.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/425-426.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426.
[9] İsfehânî, age, s. 265;
Hâzin, age, s. 125.
[10] Hâzin, age, s. 125;
İsfehânî, age, s. 265.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426-427.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/427.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/428.
[14] Mü'minûn/78; Mülk/23.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/428-429.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429-430.
[19] Bkz. Buhârî, Teheccüd, 6;
Müslim, Münafıkûn, 18.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/430.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/430.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/431.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/431-432.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/432.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/432-433.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/433.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/433-434.
[27] Fahruddîn Râzî, age, X/261.
Taberî ve İbn Kesîr'in de aynı görüşü paylaştığını Süleyman Ateş nakletmektedir.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/434-435.
[29] Bkz. Bakara/102.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435-437.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/437-438.
[33] Bu ayetin bir kısmım bazı
müfessirler çok ilginç ve abartılı haberlerle yorumlamaktadırlar. Zemahşerî,
İsfehânî. Kadı Beydavi, Hâzin, Nesefî ve İbn Abbas buzağıya tapanları,
tapmayanlann öldürmesi şeklinde; Elmalılı Hamdi Yazır ile Süleyman Ateş ise
insanın kendi kendini öldürmesi, şirke girmeyenler ve şirke gidenler olarak
iki ayn mana vermektedirler. Bizim tasvip ettiğimiz manaya Kadı Beydavi ile
Süleyman Ateş intikal etmektedirler.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/438.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/438.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439-440.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/440.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/440-441.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/442-444.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/444-445.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/445-447.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/447.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/447-448.
[47] Zemahşerî, age, 1/283. Diğer
tefsirlerde de aynı yer isimleri geçmektedir. Fahruddîn Râzî, bu konuda üç rivayet
nakletmekte ve Hz. Musa'nın Beyt-i Makdîs'e girmeyip Tîh çölünde kaldığını
söyleyenler olduğunu beyan etmektedir. Maide/21'deki mukaddes toprağın ise
Beyt-i Makdis olduğuna işaret bulunduğunu ifade etmektedir.
[48] Bu ayetteki secde'nin ne
manaya geldiği alimler tarafından tartışılmıştır. Biz secde'nin tevazu manasına
geldiğini söyleyenlere katılıyoruz. Zemahşerî ve Fahruddîh Râzî gibi
müfessirler bu görüştedir.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/448-451.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.
[52] Fahruddîn Râzî, age, 111/28.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452-453.
[55] Hâzin, age, s. 255.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453-454.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454-455.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455-456.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457-458.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458-459.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/459.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/459-460.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/460.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/460-461.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/462-463.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/463.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/463-464.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/465-468.
[85] Süleyman Ateş, age, 1/174.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/469-470.
[87] Fahruddîn RM,age, 111/55;
Kadı Beydâvî, age, s. 135; Hâzin, age, s. 135; Elmahlı Hamdi Yazır, age, 1/313.
[88] Fahruddîn Râzî, age, 111/55;
Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/313; Kadı Beyzâvî, age, s. 134; Süleyman Ateş, age,
1/175.
[89] Fahruddîn Râzî, age, HI/55;
İbn Abbâs, age, s. 135; Hâzin, age, s. 135.
[90] Fahruddîn Râzî (Amr b.
Âlâ'dan naklen).
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/470-471.
[92] Zemahşerî, age, 1/285;
Beydâvî de aynı görüşü savunmaktadır. Râzî de aynı görüşü nakletmektedir.
[93] Râzî ve Hâzin aynı görüşü
savunmaktadırlar.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/471-472.
[95] Zemahşerî, Râzî, Kadı
Beydavi, Hâzin bu görüşü paylaşmaktadırlar.
[96] İbn Abbas, Nesefî, Hâzin bu
görüşü paylaşmaktadırlar.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/472-474.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/474.
[99] Zemahşerî; Kadı Beydavi;
Elmalı lı Hamdi Yazır.
[100] İbn Abbas da paylaşmaktadır.
[101] Nesefî.
[102] Hâzin.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/474-475.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475-476.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476-477.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/477.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/478-480.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/480.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/480.
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/481.
[118] Mücâhid'in görüşü, Râzî,
Kâdî, İbn-i Kesîr, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Süleyman Ateş ve diğer tefsirlerde
yer almaktadır.
[119] Fahruddîn Râzî, age, II 65.
[120] Fahnıddîn Râzî, age, III/65.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/481-485.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/485-486.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/485-486.
[124] Fahruddîn Râzî, age,
XXII/223.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/486.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/486.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/487.
[127] Fahruddîn Râzî, Kadı
Beydavi, Hâzin, Nesefi ve Zemahşerî bu görüşü ileri sürmektedir.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/488-490.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/490-495.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/495-496.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/496-501.
[132] Zemahşerî, Kadı Beydavi,
Nesefî ve İbn Abbas bu zümrenin Hz. Musa dönemindeki tsrâiloğullan'ndan bir
grup olduğunu söylemektedirler. Fahruddîn Râzî ve Hâzin ise onların, hem Hz.
Musa dönemindeki Isrâilo-ğulları'dan bir grup, hem de Hz. Peygamber zamanındaki
bir grup yahudi olabileceğini söylemişler; ancak onların, Hz. Peygamber
zamanındaki bir grup yahudi olduğu fikrini tercih etmişlerdir.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/501-502.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.
[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.
[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503-504.
[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/504.
[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505.
[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505-506.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/507-508.
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/509-510.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510-511.
[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.
[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.
[153] Zemahşerî, age, 1/291; Râzî,
age, İÜ/120.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511-512.
[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/512.
[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/512.
[157] Râzî, Hâzin, Nesefî ve İbn
Abbas bu anlamı tercih etmişlerdir. Elmahlı Hamdi Yazır, Seyyid Kutub, Süleyman
Ateş istek manasına almışlardır.
[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/513.
[159] Zan kelimesi için bkz.
Bakara/146 ayetinin tefsiri.
[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/513-515.
[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/515-519.
[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/519-520.
[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/521.
[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/521-522.
[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522-523.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523.
[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523.
[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523-524.
[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/524.
[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/524.
[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.
[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.
[175] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.
[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.
[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/526.
[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/527-535.
[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/535-536.
[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/536-537.
[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/537-538.
[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538.
[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538.
[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538-539.
[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/539.
[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/539-540.
[187] Bu manayı, Fahruddîn Râzî,
Kadı Beydavi ve Nesefî vermektedir.
[188] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/540-543.
[189] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/543-544.
[190] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/544.
[191] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/544.
[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.
[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.
[194] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.
[195] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.
[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545-546.
[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.
[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.
[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.
[200] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/.546
[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546-547.
[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/547-548.
[203] Râzî, Kadı Beydavi ve
Nesefî, anlaşmaya uymanın gerekli olduğunu itiraf ettiniz; İbn Abbas, kabul
ettiniz; diğer görüşünde Râzî, atalarınız ikrar etti manalarım vermişlerdir.
[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/548-551.
[205] Fahruddîn Râzî, age,
III/197-198.
[206] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/551-556.
[207] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/557-558.
[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/558-560.