Nimetler Karşısında İsrailoğulları'nın Durumu: 5

Af Ve Şükür İlişkisi: 7

Af Ve Şükür: 9

A) Allah'ın Kulu Affetmesi: 9

B) İnsanın İnsanı Affetmesi: 9

C) Nafakadan Arta Kalan : 9

D) Çoğalmak: 9

Şükür : 10

A) Şükür Çalışmaktır: 10

B) Şükür Nimeti Arttırmaktır: 10

C) Şükür, Duyu Organlarını Ve Kabiliyetleri Kullanmaktır: 10

D) Şükür Bir İmtihan Konusudur: 11

E) Şükür Kabul Etmektir: 11

F) Şükür Vermektir: 11

G) Şükür Yoğun Duygularla Namaz Kılmaktır: 11

İ) Şükür Affın Karşılığıdır: 12

Kitap Ve Hidayet: 12

Furkan Kutsal Kitabın Adıdır: 12

Furkan Olgun Müslümanın Özelliğidir: 12

Furkan Bir Grubun Özelliğidir: 13

Furkan Sosyolojik Manada Tefrikadır: 13

Furkan Ayrılık Günüdür: 13

Furkan Dini Parçalamaktır: 13

Karı-Kocanın Ayrılmasıdır: 14

Kıyamet Günündeki Ayrılıktır: 14

Denizin Ayrılmasıdır: 14

Tevbe Ve Nefis Terbiyesi: 15

Katl Kelimesi Hakkında: 15

a) Savaşmak: 15

b) Lanet Etmek. 15

c) Öldürmek: 15

d) Elemini Azaltmak: 16

e) Zelil Kılmak: 16

f) Tanıyıp Bilmek: 16

Allah Katında Daha Hayınlı Olan: 16

Dünyada Allah'ı Görme İsteği Ve Cezası: 17

Ölüm Ve Diriliş: 18

Nimete Nankörlük: 18

Yenecek Şeyler Temiz Olmalı: 19

Rızkı Allah Verir: 19

Vatan, Secde, Özür Ve İhsan: 19

İlahı Emri Değiştirmenin Cezası: 21

Tebdil: 21

A) Muhalefet Etmek: 21

B) Din Değişimi: 21

C) Yerine Getirmemek: 21

D) Bir Fikri Değiştirmek: 21

E) Psikolojik Bir Halden Diğerine Geçiş: 22

F) Takas Etmek: 22

G) Siyasi Erkin El Değiştirmesi: 22

Ricz: 22

A) Şeytanın Eylemleri: 22

B) Aklı Kullanmamak: 23

C) İman Etmemek: 23

D) Vatanını, Namusunu Savunmamak: 23

E) Kötü Ahlâk: 23

F) Hasta Kalp: 23

G) Allah'ın Gazabı: 23

Fısk: 23

A) Fasık, Allah'ın Emrinden Çıkandır: 24

B) Fasık, Bozgunculuk Yapar: 24

C) Fasık, Yoldan Çıkar 24

D) Fâsık, Allah'ın Ayetlerini Yalanlar: 24

E) Fasık, Yalan Haber Taşır, İftira Eder: 24

F) Fasık, Çifte Şahsiyetlidir: 24

G) Fasık, Allah'ı Ve Kendisini Unutur: 25

H) Fasık Kötülüğü Emreder, İyilikten Meneder: 25

İ) Cimrilik: 25

Asanın Etkinliği: 26

1. Günlük İşlerde Kullanılan Bir Araç: 26

2. Yakalayıp Yutan Bir Ejderha: 26

3. Denizi Yaran Bir Araç: 27

4. Taştan Su Çıkaran Bir Güç: 27

Topluma Zillet Ve Meskenetin Geliş Sebepleri: 27

İnançlar Arası Müşterek Noktalar: 29

Hâdû: 30

Nasârâ: 30

Sâbiiler: 30

Ahde Vefa: 31

Mîsâk: 31

A. Sağlam: 31

B. Yemin, Güvence: 32

C. Mükellef Tutmak: 32

D. Söz: 32

E. Antlaşma: 32

Tûr: 32

1. Halden Hale Geçirmek: 33

2. Allah'ın Musa İle Konuştuğu Yer: 33

3. İsrailoğulları'na Kudret Helvası Ve Bıldırcın Verildiği Yer 33

4. Musa'nın İlahî Nuru Gördüğü Yer: 33

5. Gıda Olan Ağacın Yetiştiği Yer: 33

6. Allah'ın Yemin Ettiği Önemli Bir Mekan: 34

Allah'ın Fazlı: 34

Allah'ın Rahmeti: 34

Hüsran: 34

Yasağı Çiğnemenin Karşılığı: 35

Ceza Caydırıcı Ve Eğitici Olmalıdır: 36

Nekal Kelimesi: 36

A) Boyunduruk: 37

B) İbret: 37

C) Azap, Ceza: 37

Şirkten Korunma Yolları: 37

İneğin Özellikleri Ve İşin Zorlaştırılması: 38

Allah Ölüyu Diriltir: 40

Katılaşmış Tutum Ve Davranışları Değiştirmek Zordur: 40

Allah'ın Kelamını Değiştirmek: 42

Tama Kelimesi: 42

A) Ümit Etmek: 43

B) Özlem Duymak: 43

C) Arzu Etmek: 43

D) Tutkuyla İstemek: 43

E) Teminata Sahip Olmak: 43

İki Grup: 43

Tahrif: 43

A) Yerinden Çıkarmak: 44

B) Değiştirmek: 44

C) Ters Mana Vermek, İfsad Etmek: 44

D) Hile, Tuzak: 44

Münafığın Bir Özelliği De Çifte Standarttır: 45

Allah Gizli-Açık Herşeyi Bilendir: 46

Hakikat Bilgisinden Yoksun Olanlar Zanna Uyarlar: 46

Ümmi Kelimesi: 46

1. (Ummu'l-Kitâb=Kttabın Anası/Ana Kitap): 46

2. (Ummu'l-Kurâ=Şehtrlerin Anası): 47

3. Ümmet: 47

4. Kötü Amellerin Neticesi: 47

5. Ümmi: 47

A. Sahte Arzu: 47

B. Boş Temenni: 48

C. Temenni Ve kuruntu: 48

D. Okumak: 48

E. Atmak, Akıtmak: 48

Yazdıklarına "Allah Katındandır" Demek: 49

Kişinin Bilmediği Bir Şeyi Allah'a İsnad Etmesi: 50

Hatası Kendisini Çepeçevre Kuşatan İnsan: 51

Kesb Kelimesi: 51

1. Ekonomik Kazanç: 52

2. Amelî Kazanç: 52

3.  Kültürel Kazanç: 52

İhata Kelimesi: 52

1. Allah'ın İnsanları İhata Etmesi: 52

2. İlmen Kuşatmak: 52

3. Bilmek, Kavramak: 53

4. Cehennemin Kuşatması: 53

5. Yok Eden Kuşatma: 53

6. Bir Topluluğun Bir Topluluk Veya Yeri Kuşatması: 53

7. Denizde Dalganın Kuşatması: 53

8. Günahın Kuşatması: 53

Cennete Girmenin İki Şartı; İman Ve Yararlı İş: 54

Allah'ın İsrailoğulları'yla Yaptığı Antlaşma: 54

Ekonomik Hak: 57

Yetiştirilme Hakkı: 58

Adalet Hakkı: 58

Yoksullar (Mesâkîn): 58

A) Yerleşmek: 58

B) Barınmak, Gizlenmek: 59

C) Cinsel Doyumun Getirdiği Sükunet: 59

D) Emniyet, Korkusuzluk: 59

E) Fakir, İhtiyaç Sahibi: 59

Zekat Kelimesi: 61

A) Temizlemek, Temize Çıkmak: 61

B) Kitap Ve Hikmeti Öğreterek: 61

C) Sadaka: 61

D) Allah'ın Merhameti: 61

E) Haklı Çıkarmak: 62

F) Mübareklik (Masumiyet): 62

G) Ruhtaki Temizliği Artırmak: 62

H) Anlayışı Geliştirmek: 62

I) Erdem: 62

İ) İyi: 62

J) İffet: 62

K) Mübarek: 62

1) Günahsız: 63

M) Merhamet, Şefkat, Hayırseverlik, Sadaka: 63

Kan Akıtmamak Ve İnsanları Yurtlarından Çıkarmamak: 63

Anlaşmaya Uymamanın Sonuçları: 64

Dünyayı Ahirete Tercih Etmek: 66

Ahiret Hayatının Özellikleri: 67

 


Nimetler Karşısında İsrailoğulları'nın Durumu:

 

49-50. Hani sizi Firavun'un yandaşlarından kurtarmıştık. Zira onlar, azabın en kötüsünü size layık görüyorlardı. Er­kek çocuklarınızı boğazlıyor, kızlarınızı hayatta bırakıyor­lardı. Bu uygulamada, sizin için Rabbinizden bir imtihan vardı. Sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış ve Firavun taraftarlarını boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz.

Yukarıda, konuyla ilgili muhtelif ayetleri açıklarken de değindiğimiz gibi, Yüce Allah İsrailoğulları'na birtakım nimetler vermiş ve bunlar sebebiyle de onlan başkalanndan üstün kılmıştı. Halbuki onlar bu nimetleri takdir edeme­diler. İşte 49 ve 50. ayetlerde bu nimetlerin bazılan sayılmakta ve bir durum değerlendirilmesi yapılmaktadır.

1. Bu ayetlerde, daha önce İsrailoğullan'na Allah'ın bahşettiği nimetler anılmaktadır. Allah'ın, İsrailoğullan'na azap eden Firavun ve taraftarlarını denizde boğması ve onlan zulümden kurtarması, büyük bir nimettir.

2. Bu ayetlerin ilkinde imtihana konu teşkil eden önemli sosyal olgular yer atmaktadır. Bunlann başında İsrailoğulları'mn, hürriyetlerinin ellerinden alınarak köle edinilmesi ve ekonomik bakımdan sömürülmeleri vardır. Ayette geçen azabın en kötüsü ifadesi buna işaret etmektedir:

(Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli gruplara ayırmış ve onlardan bir zümreyi zayıflatıp, eziyordu). [Kasas/4]

Kur'an, devleti yönetenlerin halkı parçalara bölmesini, bazılarını öne çıka­rıp, bazılarını ezmesini ve onlara haksız muamele etmesini zulüm olarak nite­lendirmekte, böyle yapanlar için büyük bir azap olduğunu haber vermektedir.

Devleti idare edenlerin, belli bir grubun tarafım tutarak toplumu gruplara ayırması ve onlardan bazılarını zayıflatıp ezmesi, toplumsal dengeleri altüst etmektedir. Bir ülkede bulunan halkı gruplara ayırıp, bazılarının hukukî hak­larını çiğnemek, kişiliklerini ellerinden almak, ağır ekonomik şartlar altında ezmek ve böylece onları sömürmek, işkence ve azabın en kötüsüdür. Hz. Musa, Firavun'un İsrailoğullan'm köleleştirdiğini şöyle ifade etmektedir:

(Başıma kaktığın o nimet, İsrailoğullan'nı kul köle yaptığın içindir). [Şuara/22]

3. Erkek çocukları kesip, kızları bırakmak:

İnsanlık tarihi üç büyük câhiliye dönemi yaşamıştır: a) Kadınları bırakarak erkekleri cinsellik aracı olarak kullanan Lût dönemi; b) erkek çocukları kesip kızları bırakan Firavun dönemi; c) kendilerinden ötürü utanç duydukları kız çocuklarını diri diri gömen ve erkekleri bırakan Arap câhiliye dönemi.

Burada dikkat edilecek husus, cahiliyetin temel özelliğinin, insanın insa­na yaptığı kötü muamele olduğudur.

Firavun, İsrailoğullan'nı kul köle yapmak, onları zayıflatmak ve ekonomik haklarım ellerinden almakla yetinmeyip erkek çocuklarını da boğazlıyordu. Al­lah bu durumu şöyle ifade etmektedir:

(Çünkü o, iyice azdı). [Taha/24]

(Çünkü o, bozgunculardandı). [Kasas/4]

(Gerçekten Firavun yeryüzünde kibirlendi). [Kasas/4]

Allah, Firavun'un zulmünün ve onun İsrailoğullan'na reva gördüğü, çekil­mesi güç hayatın arkasındaki psikolojik yapının tahlilini yapmaktadır. Azgın-laşmış ve saldırganlık içgüdüsü kabarmış, toplumda insanları bölüp öldüren, bozguncu ve insanları kul-köle edinecek kadar kibirli olan Firavun, karanlık bir iç yapıya sahipti.

4. Firavun'un İsrailoğullan'na yaptıkları, onlar için büyük bir imtihandı. Hürriyetin, merhametin ve sosyal statünün önemini; köleliğin, ezilmişliğin, haksız yerde öldürülmenin, zulmün ve bölünmüşlüğün kötülüğünü anlatan bir ders ve bir imtihandı.

Genel manada Allah'ın insanlığa uyguladığı imtihanın bir tatbikatını İsrailoğulları yaşamıştır:

(Bir imtihan olmak üzere biz sizi iyi ve kötülerle deniyoruz). [Enbiya/35]

İyi ile kötü, insanoğlunun denenmesi için iki önemli etkendir. İmtihan ol­madan gelişme, değişme ve kalite olmaz. Ferdî ve sosyal manada gelişmenin sağlanabilmesinde imtihan kişiyi ve toplumu harekete geçiren bir güçtür. İm­tihan, insanlık için bir zorluk değil, tam tersine iyiye doğru yol almaları, iyi­yi yakalamaları ve daha iyi olanı elde etmeleri için bir teşviktir.

İsrailoğullan'na karşı Firavun'un bu zalimane uygulamalarının niçin bir imtihan olduğu sorusunun cevabı A'râf/168'dedir:

Belki dönerler diye İsrailoğullan'nı iyi­lik ve kötülüklerle imtihan ettik). [A'râf/168]

Buradaki "belki dönerler" ifadesi, imtihanın amacını teşkil etmektedir. î,zi\en, sömürülen, Yıürriyetı eYınden a\man ve haksız yere ölâüriuenVır top­lumun hürriyetini elde etmesi, ezilmişlikten kurtulması ve toplumsal kişiliği­ne kavuşması, büyük bir dönüş, bir silkiniş ve değişimdir. İmtihanın aracı da iyilik ve kötülüktür. Böyle bir nimetin karşılıksız olması düşünülemez.

Allah'ın İsrailoğullan'nı Firavun'un zulmünden kurtanp onlara hürriyetini bağışlaması da bir imtihandır. Sahip oldukları nimetleri korumak, onlan bir daha kaybetmemek üzere sahip çıkmak çok önemlidir. O kötü yıllara bir da­ha dönmemek, toplumsal oluşumlann temelini teşkil eden dinamiklerden bi­ridir. Siyasetini, ekonomisini ve eğitimini, sahip olduğu sosyal değerleri kay­betmemek üzere planlamak ve hayata geçirmek ciddi bir sınavdır. İşte Allah, İsrailoğullan'nın başından geçen bu serüveni bize bunun için anlatmaktadır:

(Sizin için denizi yardık, böylece sizi kurtardık). [Bakara/50]

Allah, Firavun'un ne yapmak istediğini Hz. Musa'ya vahyetti:

(Musa'ya kullarımı geceleyin yola çıkar; çün­kü takip edileceksiniz, diye vahyettik). [Şuara/52]

(Derken Firavun ve adamları gün doğumunda İsrailoğullan'mn ardına düştüler). [Şuara/60]

İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları, 'İşte yakalandık' dediler. Musa, 'Asla" dedi, "şüphesiz Rabbim benimledir, bana çıkış yolu gösterecek­tir". Bunun üzerine Musa'ya, 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Vurunca de­niz yarıldı ve her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. Musa ve beraberinde olanların hepsini kurtardık. [Şuara/61-65]

İsrailoğullan'nı kurtarmak için Allah, denizi yardı ve bundan önceki olayda yukarıdaki ayetteki gibi cereyan etti. Hz. Musa'nın, "Rabbim benimledir sözünü neye dayanarak söylediğinin cevabını da Taha/46'da buluyoruz: (Buyurdu ki: "Korkmayın, çünkü ben sizinle berabe­rim. İşitir ve görürüm").

Hz. Musa ve kardeşi Harun'a, Firavun'a ilahî mesajı tebliğ etmeleri için gitmelerini söylediğinde, onlar Firavun'un kötü muamelesinden korktuklarını söylediler. Bunun üzerine Allah, onlarla beraber olduğunu ve korkmamalarını söyledi.

(Firavun'un yandaşlarını boğmuştuk).

Deniz, Musa ve arkadaşlarının kurtuluşuna, Firavun yandaşlarının ise boğul­masına vesile olmuştur. Denizi yarma ve Firavun yandaşlarını boğma fiillerinin faili Allah'tır. Hz. Musa'nın, "Rabbim benimle beraberdir ve O bana bir çıkış yolu verecektir" ifadesindeki teslimiyeti, bilinç ve samimiyeti ilahî yardımın gerçekleşmesine sebep olmuştur. Aynı ifade Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır:

 ("Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" diyordu). [Tevbe/40]

Hicrette sığındıkları mağarada, düşman tehlikesine karşı Hz. Peygamberin Ebûbekir'e söylediği bu söz, Hz. Musa'nın arkadaşlarına söylediği sözün aynısıdır.

İnsanın yaptığı her işte Allah'ı yanında hissetmesi, bir zikirdir. Bu zikirdeki bilinç, -hî yardımı beraberinde getirecek bir güce sahiptir. Hz. Musa'nın teslimiyeti, samimiyet ve şuuru, ilahî yardımı getirmiş ve böylece Allah denizi yararak İsrailoğullan'nı kurtarmış, akabinde de denizin açıklığını kapatarak Firavun ve yandaşlarını boğmuştur.

Bedir, Uhud ve Hendek savaşlanndaki ilahî yardımı dikkate alırsak, ben­zerlikleri yakalamamız mümkün olur. Aynı şekilde bu bir süreçtir. Allah, sa­mimi olarak kendisine sığınanlara yardım eder.

Ayetin, (Siz de bunu görüyordunuz) kısmından anladığımıza gö­re, denizin yanlışını ve Firavun yandaşlarının boğuluşunu İsrailoğullan gö­rüyorlardı. Hz. Musa'nın mucizesi ve ilahî yardımın tecellisi gözleri önünde cereyan ediyordu. Bu ilahî nimetin, İsrailoğullan'nın hayatında meydana ge­tirdiği değişikliği unutmak ve onun değerini takdir edememek, küfran-ı ni­mettir. İşte Allah, bu nimetin daima hatırlanmasını onlardan istemekte, Hz. Peygamber döneminde yaşayan yahudilere, atalanna verilen bu nimetin ne­siller boyu yaşatılıp öğretilmesini emretmektedir.

Atalannın görerek bizzat yaşadıklan, tarifi kabil olmayan bu olayın son­raki nesillere bıraktığı ibret noktası, daima insanlığın hafızasında kalacaktır. Bu iki ayetten çıkaracağımız önemli sonuçlar şunlardır:

a) Allah cezalandınrken ve kurtarırken tabiat olaylannı kullanmıştır; de­nizin yanlıp, kapanması gibi.

b) İyi yolda olan insanlar, daima Allah'ın yardımına, lütuf ve ihsanına na­il olacaklannı ve bunlann kendilerine geleceğini bilmeli ve bu umudu asla yitirmemelidirler.

c) Kötülükten kurtulup iyilikleri elde etmek, bir imtihan konusu olmakta­dır. Elde edilen iyilik ve değerleri korumak için çok ciddî uğraş vermek, top­lumsal bir amaç olmalıdır.

d) İyilikler iyi ortamlarda gelişirler. Aynı şekilde bataklık haline gelmiş toplumlarda iyilikleri geliştirmek ve yaymak mümkün olmayabilir. O zaman, o bataklığı kendi haline bırakıp, iyilikleri büyütüp yayabileceğimiz bir ortam aramakta yarar vardır. İşte, İsrailoğullan'nın Mısır'dan çıkışı ve başka yerde yerleşmeleri bu olguya ışık tutmaktadır.

e) İsrailoğullan'nın gözleri önünde cereyan eden bu olay bir mucizeydi ve onlar da Allah'ın kudretinin sonsuzluğunu ve Hz. Musa'nın peygamberliğini anlamış ve böylece kalben iman etmiş oldular. Bu da bize, gözlem neticesin­de elde edilen bilginin, insanın imanını doyuma ulaştırdığını öğretmektedir.

Bilimsel bilginin görevlerinden biri, insanın gönlünü ve o gönüldeki ima­nı doyum noktasına ulaştırmaktır. Demek ki ayette, deneysel bilginin öğretiminden. gönül eğitimine geçişin denemesi yapılmaktadır.

f) Zulüm, kibir, fesat ve yanlış idare, toplumu boğacak bir deniz haline gelir. Firavun'un yaptığı yanlışlar birikip deniz olmuş, kendisini ve toplumunu boğacak hale gelmiştir:

(Firavun kavmini saptırdı ve doğru yola sevketmedi). (Taha/79]

İdare ettiği toplumu yoldan çıkaran ve onları doğru yola getirmeyen bir idareci, aslında toplumunu boğulmaya götürmektedir. Doğrudan uzaklaşan­lar, yanlışın batağında boğulmaya mahkûmdurlar.

Bize göre, Firavun ve kavminin boğulduğu deniz, aynı zamanda, zulmün  kıbrin, fesadın, sapıklığın ve doğrudan uzak kalmışlığın oluşturduğu bir denizdir. Kötülük, yanlışlık ve zulüm denizini meydana getirenlerin o denizde boğulacağı ilkesine dikkat çeken Allah, bir taraftan uyarı yapmakta, diğer taraftan da iyiliğe teşvik etmektedir.

Bu öğretiler, devlet felsefesinin temellerini oluşturmakta ve devlet adamlarının uzak durmaları gereken vasıflara ışık tutmaktadırlar. Devlet bütün top­lamsal grup ve kurumların bir özüdür. Bu nedenle devlet kendi özüne ters düemez. Kendisini meydana getiren sosyal grup ve kurumlardan herhangi bi-nnden yana tavır koyup diğerlerini ezemez. Buna devlet felsefesinde oligarşi adı verilir. Oligarşik devletler tarihe gömülmüşlerdir.

Allah bu ayetlerde toplumsal barış ve huzurun sağlanmasının ilkelerini soymaktadır. [1]

 

Af Ve Şükür İlişkisi:

 

51-52. Musa ile kırk gece için sözleştikten sonra, siz onun ardından haksızlık ederek buzağıyı tanrı edindiniz. Bu davranışınızdan sonra şükredersiniz diye sizi affettik.

Bu ayetlerde yer alan önemli kavramların ve eylemlerin açıklamasını ya­parak verilmek istenen önemli mesajları açmaya çalışacağız.

(Musa'ya söz vermiştik).

Birbirlerine söz verip, vaadleşmek manasına gelen vaad, iyilikte de, kötü­lükte de olabilir. Kötülük için olduğunda vaîd şeklini almaktadır. Zemahşerî, "Tevrat'ı ona indirmekle vaadleşti" demektedir. Buna göre, Allah'ın Hz. Musa ile sözleşmesinin anlamı, ona vahiy vermesidir.

Allah'ın, kırk gece için Hz. Musa ile sözleşmesi, öğretim faaliyeti açısın­dan değerlendirilebilir. Allah kırk gece Hz. Musa'ya ayetlerini öğretmiş ve Tevrat'ı sunmuştur. Bu öğretim faaliyeti için sözleşmenin nasıl yapıldığının cevabını da şu ayette bulmaktayız:

(Hani Musa, ailesine şöyle demişti: 'Gerçekten ben bir ateş gördüm. Size oradan bir haber getireceğim, yahut bir ateş parçası getireceğim, umarım ki ısınırsınız.' Oraya geldiğinde şöyle seslenildi: "Ateşin bu­lunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır"). [Neml/7-8]

(Sonunda Musa, süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tûr tara­fında bir ışık gördü. Ailesine, 'Siz burada bekleyin, ben bir ateş gör­düm, belki oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parça­sı getiririm' dedi). [Kasas/29]

Bu ayetlerde dört önemli kavram yer almaktadır: ı§ık, haber, kutsallık ve ısınma. Allah, Hz. Musa'yı ışıkla çağırdı. Hz. Musa bu ışığı, ateş veya haber olarak değerlendirdi. Daha sonra oraya gidince, orasının kutsal bir yer oldu­ğu mesajını aldı.

Ayetlerde yer alan ışık ve haber kelimelerinin neyi ifade ettiğine açıklık getirebilmek için, A'râf/145 ayetine gitmemiz gerekiyor:

(Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa, hepsini Musa için levhalarda yazdık). [A'râf/145]

(Onun için levhalarda yazdık) ifadesi, levhaları Allah'ın  azdığına işaret etmektedir. Demek ki Hz. Musa'ya verilen levhaları (Tevrat'ı), -Kur'an'da olduğu gibi- vahiy kâtipleri değil bizzat Allah yazmıştır.

Allah'ın onu levhalara nasıl yazdığını öğrenmek için. ışık kavramına mü­racaat etmemiz gerekiyor. Allah, ışık vasıtasıyla mesajını levhalara nakşet-rniştir. Işık bir mesaj/bir haber taşıyordu. Onun için Hz. Musa, 'Belki size bir haber getiririm' demişti.

Şu ayette de sözleşmeye ve Tur dağında geçirilen gecelere işaret edilmektedir:  (Musa'ya otuz gece vâ­de verdik ve ona on gece daha ilave ettik; böylece Rabbinin tayin et­tiği vakit kırk geceyi buldu). [A'râf/142]

Demek ki, önce otuz gece sözleşilmiş, sonra on gün daha ilave edilmiştir.

{erba'îne leyleten=kırk gece) ifadesi, kutsal kitabın levhalar halinde Allah tarafından yazılıp Hz. Musa'ya verilme zamanını ifade etmek­tedir. Kur'an Hz. Peygamber'e yirmi üç yılda inerken, Hz. Musa'ya levhalar kırk gecede inmiştir. Burada gece kavramı çok önemlidir. Bilindiği gibi Kur'an, Kadir gecesi'nde inmeye başlamıştır, Hz. Musa'ya da vahiy gece gönderilmiştir. Gerçi Araplar günleri geceden başlatırlar.[2]

Bize göre bunun daha farklı bir manası olmalıdır. Allah'ın, öğretimini ya­parken gece vaktini seçmiş olmasında başka nedenler aramak gerekir.

1. Gece daha sakin, öğrenime daha elverişli ve insanın konu üzerine daha yoğun bir şekilde eğilebilmesini temin eden bir zaman dilimidir.

2. Öğrenim, cehaletin karanlık bulutlarının oluşturduğu gecenin aydınla­tılması bakımından uygun bir alanı temsil etmektedir. Bu sebeple vahyin ışı­ğı geceyi gündüze çevirmektedir.

3. Gündüz vakti herkes çalışmaktadır. Önemli olan geceyi değerlendir­mektir. Gecede de yapılacak çalışmalar vardır. İlim gece sakinliğinde daha rahat yapılır. Yüce Allah, geceyi değerlendirmenin, o vakitte çalışmanın öne­mini insanlığa tatbikî olarak göstermektedir. Medeniyet yansında ileri geçe­cek olan milletler, geceyi araştırmalarla değerlendirip, ihya edenler olacaktır.

4. Hz. Musa Rabbinin nurunu gece vakti gördü. Hz. Peygamber Mescid-i Ha-râm'dan Mescid-i Aksâ'ya gece yürütüldü. Kur'an gece indirildi. Allah Hz. Lût'a gecenin bir vaktinde memleketini terketmesini söyledi. Demek ki, peygamberlerin hayatlarında yer alan önemli olayların meydana geliş anı gecedir.

5. Gece nafile ibadete daha müsaittir. Gündüz vakti meşguliyet anı oldu­ğu için, geceleyin nafile ibadet yapılmasına Allah, Müzemmil/6-7'de işaret etmektedir.

(Sonra haksızlık ederek buzağıyı tanrı edindi­niz). [Bakara/51]

Ayet, Hz. Musa, .Allah'ın ışığına ulaşmak için Tûr dağına gidip orada kırk gece kalınca, arkadan kavminin şirke sapmasını anlatmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Musa, kavminden ayrılırken yerine vekil olarak kardeşi Hz. Harun'u bı­raktı:

(Musa, kardeşi Harun'a de­di ki: Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslâh et, bozguncu­ların yoluna uyma). [A'râf/142]

Buzağıyı nasıl tanrı edindiklerini şu ayetlerden öğreniyoruz:

Tûr'a giden Musa'nın arkasından kavmi, ziynet eşyalarından böğürebilen bir buzağı heykelini tanrı edindiler. Görmediler mi ki, o, onlarla ne konuşuyor ne de yol gösteriyor? Onu benimsediler ve zalimlerden oldular. [A'râf/148]

Bu adam onlar için böğürebilen bir buzağı heykellini icat etti. Bunun üzerine, "İşte" dediler, "bu sizin de, Musa'nın da tannsıdır, fakat o unuttu". O şeyin kend-lerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda verme gücünde olmadığını görmezler mi? [Taha/88-89]

Bu ayetlerden çıkaracağımız önemli ilkeler vardır. Hürriyetlerine ve ba­ğımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan insanlardan veya toplumlardan liderleri­nin uzaklaşması, onları tehlikeli davranışlara itebilir. Bu da liderin toplumun kültürünü ve manevî değerlerini koruyucu bir özelliğe sahip olduğunu ifade etmektedir. Lidere vekalet fazla uzun sürmemelidir. Çünkü vekil liderin ye­rini dolduramayabilir. Hz. Harun'un Hz. Musa'nın yerini dolduramadığı gibi. Öyle ise, vekaletle yürütülen müesseselerin başarılı olması zordur.

Musa döndüğünde, 'Ey Harun' dedi, 'Sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüğünü gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime asi mi oldun?"'Harun,

'Ey annemin oğlu!' dedi, 'Saçımı sakalımı yolma! Ben. senin İsrailoğullan'nm arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın, demenden korktum". [Taha/92-94]

Hz. Musa, kavminin şirke sapmasını engelleyemeyen Hz. Harun'u azarla­mış ve bunun nedenini ondan öğrenmek istemiştir. Köle ruhlu insanlar, hür­riyetlerine kavuştuklarında hiçbir şeyle doyuma ulaştınlamazlar. Davranışla­rında sınır yoktur ve her şeyi güzel görerek yapmaya çalışırlar. İsrailoğulla­n'nm kırk gece tahammül gösteremeyip buzağıya tapınmalarının altında se­nelerce içinde bulundukları bu kölelik psikolojisi yatmaktadır.

Şirk koşmak bir zulümdür. Onun için Allah, İsrailoğullan'na, buzağıya tap­malarından dolayı zalim sıfatını vermektedir. Şirk olayındaki zulüm, kendi inanç duygularını yanlış yöne doğru yöneltmelerinden kaynaklanmaktadır. Bir bakıma bu durum, insanın kendi kendine zulmetmesidir.

Diğer taraftan şirk, Allah'ın hakkı olan birlemeyi çiğnemekten dolayı iş­lenen bir zulüm olmaktadır. Allah'ın insandan isteği, O'nu birlemesi ve O'na eş koşmamasıdır ve bu da Allah'ın hakkıdır. Şirk koşan insan bu hakkı çiğ­nediği için, zulüm işlemiş olmaktadır. Onun içindir ki Lokman oğluna şu il­keyi öğretmektedir:

(Yavrucuğum, Allah'a ortak koşma. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür). [Lokman/13]

Zulüm kelimesinin diğer bir anlamı da karanlıktır. İsrailoğullan şirk koş­makla karanlık bir iş yapmış oldular. Şirk, insanın ruhunu ve gönlünü karan­lığa götürmektedir. Bir süre önce mazlum olan İsrailoğullan, Firavun'un zul­münden kurtulunca, şirk işlemekle birden zalim durumuna düştüler. Köle rahlu insanlann, köleliğin baskısından kurtulunca hemen zulüm denilebile­cek karşı uca geçme ihtimalleri büyüktür. Ne zalim, ne mazlum olmak, hür düşüncenin, kültürün ve şahsiyetin oturmuşluğunu gerekli kılar. İşte o anda, israiloğullan bu olgunluk seviyesine gelmemiş olmaları yüzünden, liderleri­nin ayrılmasından hemen sonra şirke saparak zalim damgasını yediler.

Bu ayet bizlere, tevhid inancından saparak şirke düşmenin çok ağır ve af-: edilmez bir günah olduğunu ihtar etmekte ve böylesi bir inanç ve davranışın :?plumsal erdemleri temelinden sarstığı gerçeğini öğretmekte; zalimlikle -nazlumluğu ayıran ince çizgiyi de tesbit etmektedir.

O davranışlarınızdan sonra, şükredersiniz diye sizi affettik.

Allah, bu ayette af ile şükür arasında bir bağ kurmaktadır. Bir bakıma, şü­kür affın sebebidir. Peki Allah onları niçin affetti? Şirk affedilir mi?

 (Kuşkusuz Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez; ondan başka günahları di­lediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a eş koşarsa, büsbütün sapıtmıştır). [Nisa/116]

Bu ayete göre, şirkin affedilmemesi gerekir. Burada dikkat edileccek bir nokta vardır: Müşrik olarak ölen kimsenin ahirette bu günahının affedilme­yeceği, buna karşılık hayatta iken tevbe edip şirkten dönerse affedilebileceği vurgulanmaktadır.

İsrailoğulları şirklerinden sonra, yaptıkları yanlışın bilincine vararak piş­man oldular:

Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapıtmış olduklarını görünce dediler ki: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka iflâs edenlerden olacağız"). [A'râf/149]

Sapıttıklarını anlamaları ve bundan ötürü pişmanlık duymuş olmaları, ilahî affa mazhar olmamaları halinde ziyanda olacaklarının itirafı, Bakara suresinde beyan edilen affı getirmiştir. Şirkin kendilerinde meydana getirdiği manevî çö­küntünün bilincine ulaşmış olmaları, çok büyük bir değişimi meydana getir­miştir:

(Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en iyisisin). [A'râf/155]

(Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahiret­te de; şüphesiz biz sana döndük). [A'râf/156]

İşte İsrailoğullan, buzağıyı tanrı edinerek Allah'a şirk koşmalarından son­ra, Allah'a yönelip af dilediler, yani şirki terkettiler. Allah'a dönmelerinden sonra Allah da onları affetti. Allah onları affederken, aynı zamanda şükür de­nen erdemi de onlara kazandırmak istemiştir. [3]

 

Af Ve Şükür:

 

Affetmenin amacı, İsrailoğullan'nın şükretmelerini temin etmektir. Şükrü amaçlayan affın eğitici bir yönü vardır. Af, bir değişim meydana getirme ümidiyle yapılmalıdır. Değişim meydana getirmeyen affın eğitici yönü yok demektir.

Şirkin karanlık ve zulmünden kurtulmak büyük bir nimet olduğu gibi, şir­kin meydana getirdiği günahtan affolmak da bir nimettir. Her iki nimete nail olmak, şükrü gerektirmektedir. Ama şükretmesi gereken varlık insan olduğu için Allah lealle (umulur ki) ifadesini kullanmaktadır. Şükür kavramının ba­şında M (lealle) kelimesinin yer alması, hangi ümitle İsrailoğullan'nı affetti­ğini göstermektedir.

Diğer taraftan, affetmenin ilahî bir uygulama olduğu, affeden insanların bu ilahî ahlâkla ahlâklandığı da böylece ifade edilmektedir.

Af ve şükrün ne olduğunu kısaca açıklamakta yarar vardır:

Afv silmek, silip yok etmek, çıkarmak, mazur görmek, kusura bak­mamak, serbest bırakmak, sıkıntısını hafifletmek, yardım etmek, istisna et­mek, vazgeçmek, imtina etmek, bir şeyi yapmaktan kendini tutmak, sıhhati­ne kavuşmak, iyileşmek, çoğalmak, nafakadan arta kalan, ıslah etmek, koru­mak, yol vermek, zararını telafi etmek" manalarına gelmektedir. Şimdi bu manalardan Kur'an'da geçenleri ele alabiliriz: [4]

 

A) Allah'ın Kulu Affetmesi:

 

Bakara/52'de yer alan bu kelime, Allah'ın kulun günahlarını silmesi, günah sıkıntılarını defetmesi ve onu mazur görmesi anlamlarına gelmektedir. [5]

 

B) İnsanın İnsanı Affetmesi:

 

İnfak etmek, kinini yutmak ve insanları affetmek, kişiyi hem muttaki ve muhsin yapmakta, hem de Allah'ın sevgisini kazandırmaktadır. İnsanları affet­me erdeminin sevabı, insana, Allah'ın sevgisi olarak geri dönmektedir.

Kulun kulu affetmesi, kâmil insan olmanın şartlarından biridir. Bu boyutuy­la affetmek Allah'ın emri olup, İslâm'ın farzlanndandır. İnsanın insanı affetme­si, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak ve peygamber ahlâkını hayata geçirmek de­mektir.

(Resulüm, sen affı seç). [A'râf/199]

Affın seçilmesi, af yolunun tutulmasıdır. Demek ki affetmek, peygamberin de uyması gereken ve insan ilişkilerinin ve iletişimin kalitesini yükselten bir farzdır.

Affetmek, muttaki ve muhsin olmanın şartlan arasında yer almakta ve on­ların olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

(Takva sahiple­ri, bollukta ve darlıkta infâk ederler, kinlerini yutarlar ve insanları af­federler. Allah da, muhsinleri, yani iyi davranışta bulunanları sever). [Âl-i İmran/134] [6]

 

C) Nafakadan Arta Kalan :

 

Af kelimesinin bir anlamı da artmaktır:

(Sana ne infak edeceklerini soruyorlar. "İhtiyaç fazlasını" de). [Bakara/219]

Demek ki ihtiyaç fazlası olan şeye af denmektedir. Böylece af ile infak arasındaki ilişki ortaya çıkmış olmaktadır. Birine para bağışında bulunmak ile, onun hatasını affetmek arasında sıkı bir benzerlik vardır. Böylece bağış­lamak ya da bağışta bulunmak ile, infak ve af aynı noktada buluşmaktadır. [7]

 

D) Çoğalmak:

 

(Sonra darlığı (kötülüğü) değiştirip, yerine bolluk (iyilik) getirdik. Nihayet çoğaldılar). [A'râf/95]

Bolluk içinde olan toplumun nüfusunun çoğalması manasına gelmektedir. Bu fizikî manadan, manevî manaya intikal edersek, şöyle bir açılım yapabi­liriz: Affeden insan, affettiği insanın ruhunda kendisine karşı olumlu mana­da bir gelişme sağlamaktadır.

Af, aynı zamanda insanın ruhunda olumlu yönde bir gelişmeye ve Allah katındaki değerinin artmasına sebep olmaktadır. İşte bu oluşumları meydana getirmesiyle af, çoğalmak, geliştirmek ve büyümek manalarını kazanmakta­dır. [8]

 

Şükür :

 

Ayette geçen diğer önemli bir kavram da şükür'dür.

Lügatte şükür minnettar olmak, değer bilir olmak, methetmek, sena et­mek, hamdetmek, tebcil etmek, büyütmek; terim olarak ise nimeti düşünmek ve düşündüğünü açıklamak manalarına gelir.[9]

Şükür, üç kısma ayrılır:

a) Kalbin şükrü, nimeti düşünmektir.

b) Dilin şükrü, nimete karşı minnettarlığını ifade etmektir.

c) Diğer organların şükrü, organları gerektiği şekilde değerlendirmek ve ullanmaktır. Diğer bir ifade ile şükür, gizli ve aşikâr, organların tümü ile ita­at etmektir. Hakiki şükür, şükürden âciz kalmaktır.[10]

Demek ki şükür, kalpte düşünce olarak başlayan, dil ile ifadesini bulan ve organların amaçlarına uygun kullanılışına kadar uzanan geniş bir alanı kap­samaktadır. Şükrün nasıl yapılacağına ışık tuttuk; ama Kur'an'da şükrün naıl tanımlandığına bakmamız gerekiyor. [11]

 

A) Şükür Çalışmaktır:

 

İsfehânî ile Hâzin'in şükrü tanımlamalarında, "organları yerli yerinde kul­lanmak" ifadesi yer almaktaydı. Bu noktadan hareketle şu ayeti ele almamız gerekiyor:

(Ey Davud ailesi! Şükretmek üzere çalışın; kullarımın arasında şükredenler azdır). [Sebe/13]

Ayet, şükretmek için çalışmayı emretmektedir. O zaman çalışmak, şükür olmaktadır. Çalışma, insan kabiliyetlerini ve organlarım yerli yerinde kullan­dırdığı için bir tür şükürdür. Kabiliyet ve organlarımız bize Allah'ın nimetidir. Bu nimetleri amaçlarına göre kullanmak da şükürdür. Çalışmak, bir şey üret­mek, yararlı bir iş yapmak, insanlığa faydalı olmak ve medeniyete bir şeyler ilave etmektir. Bu da Allah'ın nimetinden insanları istifade ettirmektir.

Kalp, dil ve organların bir bütün halinde çalıştırılmasını şükür olarak ta­nımlayan bu ayet, teknolojik üretimi de şükür olarak görmektedir. Se-be/13'den önceki ayetlerde, Davud ve Süleyman'ın yaptıkları teknolojik icat­lar ele alınmaktadır.

Demire şekil vermek, zırhlar yapmak, bakın teknolojide kullanmak, le­ğenler yapmak o dönemin teknolojik harikalarıydı. İşte bu teknolojik faali­yetleri anlatırken Allah, Davud ailesine, şükretmek için çalışın emrini verdi­ğini beyan etmektedir. [12]

 

B) Şükür Nimeti Arttırmaktır:

 

Çalışmak şükür olduğuna göre, Allah şükredenin nimetini arttıracaktır. Bu konudaki ayet şöyledir:

(Yine hatırlayın ki Rabbiniz, şükrederseniz size de nimetimi muhakkak artırırım). [İbrahim/7]

Allah'ın insanı beladan kurtarması da bir nimettir; ona bir bolluk vermesi de. Her iki tür nimetin değerini bilip, Allah'a minnettarlığını ifade etmek bir vecibedir. Bu şükürle beraber, verilen nimeti hayata geçirmek, onunla insan­lara yararlı olmak için çalışmak, istikbalde Allah'ın vereceği nimetleri arttı­racaktır. Nimete şükür, nimetin artmasına sebep olacaktır. [13]

 

C) Şükür, Duyu Organlarını Ve Kabiliyetleri Kullanmaktır:

 

Allah kulak, göz ve gönüllere sahip olan insanların şükretmelerini iste­mektedir. Üç ayette, şükür ile bu organlar arasında ilişki kurulmaktadır:

(Sonra belirli ölçü­lerde şekillendirip, kendi ruhundan ona üflemiş ve bu surette size kulak, göz ve gönül vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!) [Secde/9][14]

Bu ayetteki gönül, idraki ifade etmektedir. Kulak ve göz beyin için ham duyular taşır, beyin onları yoğurup bilgi haline getirir. İnsanoğlu ilahî ruhu taşıdığı için, o ruhun yukarıda sayılan organları çalıştırmasının bilincinde ol­mak ve o mekanizmaya sahip olmak, şükredilmesi gereken bir husustur.

Bu organlara, yani kulak ve gözlere hayvanlar da sahiptir. Ama onlar o or­ganları kendi iradeleriyle çalıştıramadıklan için, onlardan sorumlu değiller­dir. İnsan ise o organları çalıştırmakla sorumludur.

(Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp; bunların her biri on­dan sorumludur). [İsra/36]

Allah bilgi ile belirtilen organlar arasında bağlantı kurmaktadır. Takip edi­len yoldan, kulak, göz ve kalbin sorumlu olmasının anlamı, onların amaçla­rına uygun çalıştırılması ve takip edilen yolda görev almalarıdır. İşte bu, şük­rün ta kendisidir. Bu organlarını kullanıp takip edilecek doğru bilgiyi oluştumayanlar, şükretmiş olmazlar. Demek ki şükür, "şükrediyorum' demekle ;eğil, kabiliyetleri amaçlarına uygun kullanmakla yapılabilecek bir ibadettir. [15]

 

D) Şükür Bir İmtihan Konusudur:

 

Allah, insanın beklemediği ve ummadığı bazı nimetleri ona ihsan eder ve : nimetlere karşı ne yapacağını dener. Başka bir ifadeyle şükredip etmeyece­ğine bakar. Bu konudaki ayet şöyledir:

Kitap bilgisine sahip olan kişi de, 'Ben sana onu, gözünü açıp kapatıncaya kadar ge­tiririm' dedi. Süleyman tahtı yanında yerleştirilmiş olarak görünce, "Bu Rabbimin lütfudur; şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye imtihan etmektedir. Kim şükrederse, kendisi için şükretmiş olur; kim nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim müstağnidir, büyük ihsan sahibidir" dedi. [Neml/40]

Hz. Süleyman, Allah'ın insanları bazı nimetlere karşı şükür ve nankörlük konusunda imtihan ettiğini itiraf etmektedir.

Elde edilen nimetin Allah'tan geldiğini bilerek, kendi katkısını küçüm­semek, gerçekten bir imtihan içinde olduğunun farkında olmaktır. [16]

 

E) Şükür Kabul Etmektir:

 

Şükür kavramı, Allah'a izafe edildiğinde, "kabul etmek" manasına gelir:

Kim ahireti ister ve inanmış olarak orası için gerekli çalışmayı hakkıyla yapar­sa, işte onların çalışması kabul edilmiş olacaktır.

(Onların çalışması kabul edilmiştir). (İsra/19) ifadesinde yer alan şükür kavramı, kabul edilmiş olmak ve muteber olmak manalarına gelir. İman edip, gelecek hayatta mutlu olmak için çalışan insanların bu çalış­ması, Allah tarafından kabul görecek ve muteber sayılacaktır.

Demek ki ameller, amaçlarına göre değerlendirmeye, tâbi tutulacaktır.

Kabul etmek manasıyla şükür, iman etmek anlamını da ifade etmektedir. Kabul etmek, bir anlamda iman etmektir:

(Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükredip inanır; ister nankörlük edip, inkar eder). [İnsan/3]

Ayette yer alan şükür kelimesi, Allah'ın gösterdiği yolu kabullenmek, küfür de reddetmektir. Böylece doğru yolu göstermek, eğitimin; o yolu kabullenmek de insanın işi olmaktadır. [17]

 

F) Şükür Vermektir:

 

Şükür, Allah'a izafe edilince, karşılık vermek manasını ifade etmektedir:

(Eğer Allah'a gönül nzâasıyla bir borç verirseniz, Allah onu kat kat size iade eder ve sizi affeder. Al­lah iyiliğin karşılığını verendir, yumuşak davranandır). [Tegâbün/17]

Fakirin elinden tutan insan, yaptığı yardımdan dolayı Allah'a borç vermiş gibi kabul edilmektedir. Allah, yaptığı yardımın karşılığını ona kat kat vere­cek ve onu bağışlayacaktır.

Yaptığı yardımın karşılığını ona vermek, (şekûr) kelimesiyle ifade edilmekte; böylece şükür, karşılığını vermek manasıyla Allah'ın ismi olmak­tadır. Kulun yaptığı bu amele karşılık, Allah'ın onu övmesini ve karşılığını da vermesini kapsamına almaktadır. [18]

 

G) Şükür Yoğun Duygularla Namaz Kılmaktır:

 

Şükür, Allah'ın verdiği nimetlere karşı duygulanıp karşılığını ibadetlerle ödemektir.

Hz. Peygamber, ağlayarak namaz kılmasını şükür olarak tanımlamaktadır. Farz namaz bir bakıma şükür kavramının içine girmektedir. Yoğun duygular­la yüklü olursa, gece vakti kılınan namazlar da şükür sayılır.

Peygamberimiz gece vakti, yatağından kalkıp ağlayarak sabaha kadar na­maz kılardı. Hz. Aişe, Geçmiş ve gelecek günahların affolduğu halde niçin böyle yapıyorsun diye sorunca, Hz. Peygamber, Allah'a çok şükreden kul ol­mayayım mı? cevabını vermiştir.[19]

 

İ) Şükür Affın Karşılığıdır:

 

Bakara/52'de, şirk koşan ve sonra tevbe edip Allah'tan af dileyen İsrailo-ğulları'nın affedilmesinin ana amacı, onların şükretmelerini temin etmek ol­duğuna göre, affa karşı yapılacak olan davranışın adı da elbet şükür olacak­tır.

Demek ki, affedilen fert veya toplumun yapması gereken davranış, şükür­dür. Çünkü af, nimetlerin en büyüklerindendir. Şükür de, affın insanda mey­dana getirdiği değişimin adıdır.[20]

 

Kitap Ve Hidayet:

 

53. Hani biz, Musa'ya doğru yolu bulaşınız diye hak ile bâtılı ayıran kitabı vermiştik.

Bakara/2'de kitab'm ne olduğunu anlatmıştık. Bu ayette furkan kavramını açıklayıp hidayetle ilişkisini kurmaya çalışacağız.

Ayette geçen âteynâ kelimesi, îtâ fiilinden türemiş olup, bilgi aktarmak, kitap vermek, hikmet vermek manalarına gelmektedir:

(size kitap ve nikmet verdim). [Âl-i Imran/81]

(Oysa biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir hükümranlık da verdik onlara). [Nisa/54]

Demek ki (ateynâ=verdik) kelimesi, öğretmek anlamını ifade etmek­tedir. Yüce Allah, öğretilerini, hükümlerini bir araya getirdiği kitabını pey­gamberlerine verirken, aynı zamanda onları öğretmiş olmaktadır.

Kitap, hikmet ve iktidar vermekte de aynı kelime kullanılmaktadır. Ayrı­ca ayet vermek, hüküm vermek ve bilgi vermek gibi eylemler de, aynı kav­ramın muhtevasında mevcuttur.

(Musa'ya Furkan'ı verdik).

Ayırmak, parçalamak, bölmek, tefrik etmek, iki şeyin arasını ayırmak, farklı olmak manalarına gelen furkan, Allah tarafından kutsal kitaplara isim olarak verilmiştir. [21]

 

Furkan Kutsal Kitabın Adıdır:

 

Hakla bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayıran ilahî kitabın adı olmaktadır. Demek ki ilahî kitaplar tarafsız, objektif bilgileri içer­diklerinden, farkları net bir şekilde tesbit etmektedirler. Farkları en ince ay­rıntısına kadar belirleyemeyen kitap, ilahî kitap olamaz. Onun içindir ki Al­lah, Tevrat ile Kur'an'ın bir ismini de furkan koymuştur. İnsanların düştükle­ri ihtilafların doğrusunu ve yanlışını ayırdıkları için bu sıfatı almaktadırlar. Furkan olmanın diğer bir gereği de uyanda bulunmaktır. "

(Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir). [Furkan/1] Hz. Peygamberin uyancılığını belirleyen Kur'an'ın boyutunafurkan den­mektedir. Yanlışa giden insanları uyarmak, bir bakıma yanlışta olduklarını farketmelerini temin etmektir.

Furkan'm diğer bir özelliği de ışık ve şeref sahibi olmasıdır:

(Andolsun ki, Musa ve Harun'a mut-takilere ışık ve şeref olan furkan'ı verdik). [Enbiya/48]

Işık, varlıkların yapısını ve renklerini ortaya çıkarmaktadır. Furkan da, in­sanların fikirlerinin ve davranışlarının yapı, renk ve doğruluklarını belirledi­ği için bu ismi almaktadır. Diğer taraftan, adi olanla değerli ve şerefli olanı ayırdığı ve belirlediği için de bu ismi almaktadır. [22]

 

Furkan Olgun Müslümanın Özelliğidir:

 

İnsan, gelişim psikolojisinin basamaklarında yükselirken, ulaşacağı en önemli gelişim basamağı takvadır. Takva merhalesini veya ruh olgunluğunu yakalayan müslümanı Yüce Allah, furkan kılmaktadır:

 (Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkar-sanız, O, size iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırdede-cek bir anlayış, yani furkan olma özelliği verir). [Enfâl/29]

Takva saibi olan müslüman, zamanla/wr£a« denen bir anlayış kapasitesi­ni kazanabilmektedir. Bu anlayış kapasitesini ona Allah verecektir. Böylece Kur'an ve Tevrat'ın temel özelliklerinden olan furkan sıfatına, bu sefer de in­san bürünmüş olacaktır. Kur'an ve Tevrat'ın ayırdedicilik özelliği, muttaki-nin ayırdedicilik özelliğine dönüşecektir. O zaman, takva kavramının içeri­ğinde furkan olma niteliğinin yer aldığı görülecektir, furkan insan, iyi ile kö­tüyü, adi olanla değerli olanı, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı kolaylıkla ayırma kapasitesine sahip olan insandır. [23]

 

Furkan Bir Grubun Özelliğidir:

 

Furkan kelimesi, ferak şeklinde alınırsa, korkup kaçmak manasına gelir: (Bir de sizden olduklarına dair Al­lah'a yemin ederler; hiç de sizden değillerdir. Korkan bir topluluk ol­duklarından böyle yaparlar). [Tevbe/56]

Ayette geçen Korkan toplulukturlar ifadesinde yer alan yefrakûn kelime­si, ferak kelimesinden türetilmiştir.

Bu anlamda, dil ile beraber olduklarını söylemelerine rağmen, gönülden ayrı olduklarını ifade eden, toplumsal bir psikolojinin analizini gösteren bir kavram olmaktadır. İçten pazarlıklı olan. çifte standartlı davranan, dıştan be­raber görünen, ama içten ayrı olan korkak bir topluluğun vasfıdır. [24]

 

Furkan Sosyolojik Manada Tefrikadır:

 

Furkan kavramı, olumsuz bir anlamı da beraberinde taşımaktadır. (fark) bölücülük manasına gelen tefrika kelimesi, furkan kelimesinin kayna­ğı olan ferraka kelimesinden türemiştir. Kur'an'da, toplum hayatını cehenne­me çeviren bölücülük ve ayrılıkları ifade etmek üzere kullanılmaktadır:

(Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sanlın; parçalanmayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ve siz bir ateş çukurunun tam kenanndayken oradan sizi O kurtarmıştır). [Âl-i İmran/103]

(Kendilerine apa­çık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır). [Âl-i İmran/105]

Düşmanlık psikolojisinin eyleme dönüştüğü toplumsal çatışmayı meyda­na getiren tefrika, parçalanma ve kamplara bölünmenin adıdır.

Toplum hayatını bir ateş çukuruna döndüren parçalanma ve bölünme, ay­nı zamanda kardeşlik duygusunu da yok eden psikolojik ve sosyolojik bir kavram olarak Allah'ın gazabını toplumlara getiren, bölücülüğü, parçalanma­yı ve ayrılığı ifade eden bir kelimedir. [25]

 

Furkan Ayrılık Günüdür:

 

Furkan kavramı gün kelimesiyle bir araya gelince, farkları ortaya çıkaran gün manasını ifade etmektedir:

(Eğer Allah'a ve hak ile bâtı­lın ayrıldığı gün, iki ordunun birbirleriyle karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız). [Enfâl/41]

Müfessirlerin bu ayette geçen furkan kelimesine, ittifakla verdikleri mana, onun, Bedir savaşında bâtılın tarafını tutanlarla, hakkın tarafını tutan­ların belirgin hale geldiğine delalet ettiği ve ayrılıkların ortaya çıktığı güne işaret ettiğidir.

Ayette geçen furkan günü, düşmanlık duygusunun somut hale geldiği gruplara bölünme gününü ifade etmektedir. Hakkın tarafını tutanlara Allah'ın yardımı gelmekte, bâtılın tarafını tutanlar hezimete uğramaktadır. İyiyi tem­sil edenlerle kötüyü temsil edenlerin net olarak ortaya çıktığı günün adına Al­lah, furkan günü demektedir. [26]

 

Furkan Dini Parçalamaktır:

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi furkan kavramının türediği fark kelimesinin kaynaklık yaptığı diğer bir kelime de ferrakd'dır:

Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi sadece Allah'a kalmıştır; sonra Allah onlara yaptıklarını bil­direcektir. [En'âm/159]

Dinlerini parça parça eden kimselerin, müşrikler, yahudi ya da hristiyan-lar olduğuna dair işaretler vardır. Onlar, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmı­na inanmayanlar [Bakara/85];

Allah'ın ve peygamberin arasını ayıranlardır [Nisa/150].

Mücâhid ise şöyle demektedir: "Dinlerini parça parça yapanlar, Muham-med ümmetindendir. Bunlar bidatçılar ve şüphe ehli kimselerdir". Bil ki bu ayet, müslümanlan sözü ile özlerini bir olmaya ve din hususunda fırkalara ayrılmayarak bidat çıkarmayaya teşviktir.[27]

Dinde birliği sağlamanın ana sorunlarından biri, din konusunda mezhep-leşmeyi ve ayrılıklara düşmeyi ve dinin parçalanmasını önlemektir.

Din parçalanınca, insanların gruplara ayrılması doğaldır. Zamanla bu gruplar birbirlerini küfürle itham edecek, neticede din adına düşmanlıklar ya­pılacaktır. Din konusundaki bölünme ve gruplaşmalar ifade edilirken tefrika kavramı kullanılmaktadır.

Allah, dini parçalamanın vehametini Rûm suresinde beyan etmektedir:

(Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın. Onlardan her fırka kendilerinde olanlarla böbürlenmektedir). [Rûm/32]

Allah, dinde tefrika çıkarılmamasını emretmiştir. Dinde fırkalara ayrıl­mak grupçuluğu, grupçuluk da kendi fikirleri ile böbürlenmeyi ve başkasının fikirlerine kapalı kalmayı beraberinde getirecektir. [28]

 

Karı-Kocanın Ayrılmasıdır:

 

Ferraka kelimesi, Kur'an'da eşler arasındaki ayrılık için de kullanılır:

(Eğer eşler birbirinden aynlırlarsa, Allah, bol nimet­lerle her birini zenginleştirir). [Nisa/130]

"Birbirinden ayrılma" ifadesi, (yeteferrakâ) kelimesiyle ifade edil­mektedir. Sihirbazların kan-kocanın arasını ayırmak için sihir yaptıklarını beyan ederken Allah, tefrika kelimesini kullanmaktadır.[29]

 

Kıyamet Günündeki Ayrılıktır:

 

(Kıyametin kopacağı gün, işte o gün birbirlerin­den ayrılacaklardır). [Rûm/14]

Kıyametin kopacağı gün, müslümanlarla müşrikler, ayrıca bu dünyada yanlış fikirlerde bir araya gelenler ve farklı tanrılara tapanlar birbirinden ay­rılacaklardır. Kur'an bu ayrılık tefrika kelimesiyle dile getirilmektedir.[30]

 

Denizin Ayrılmasıdır:

 

Fark kelimesinden türeyen (fırk) da suyun parçasını ifade eder:

(Bunun üzerine Musa'ya, "Asan ile denize vur!" diye vahyettik. Vurunca deniz derhal yarıldı ve on iki yol açıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu). [Şuara/63]

Deniz suyunun parçası için  (fırk) kelimesi kullanılmaktadır.

Bakara/50'de yer alan Sizin için denizi yardık ifadesindeki 'yardık' fiili, &» (ferraknâ) kelimesiyle ifade edilmektedir. Demek ki, fark kavramı hem denizin yanlışı, hem de yanlan suyun oluşturduğu su parçası için kullanıl­maktadır.

50. ayette yer alan fark (yarmak) kelimesi ile 53. ayette yer alan furkan kav­ramının aynı kökten olması hasebiyle şöyle bir açıklama yapabiliriz: Allah, de­nizi yararak Hz. Musa'yı karşı yakaya geçirip kurtardı.

Furkan sıfatına sahip olan Tevrat ve Kur'an da bâtıl, yanlış, kötü ve çir­kinlik denizini yararak insanları ilahî yakaya geçirip kurtuluşlarını temin et­mişlerdir.

O gün, Firavun'un askerleri, yarılmış denize girince boğulmuşlardı. Günü­müzde ise, sapık düşüncelerin, yanlışların ve çirkinliklerin oluşturduğu deni­ze dalanların da, manen aynı âkibete uğrayacaklarını düşünebiliriz.

Artık Hz. Musa'nın yerini, aklını kullanan ve Kur'an'ı bilen bilim adamları alacaktır. Onun asasının yerini de, Kur'an, akıl ve bilgi alacaktır. Artık Kur'an'ı tam anlamıyla bilen ilim adamları, bilgi ve akıllarından oluşan o sihirli değnek­le kötülüklere ve cehalet denizine vurmalıdırlar. Bir vurmaya görsünler, o ka­ranlıklar denizi parçalanacak ve insanlık ilahî yakaya geçmiş olacaktır.

Bu nedenle, din adamları, akıl ve bilgileri ile, o cehalet denizine vurabile­cek seviyede yetiştirilmelidirler. Onlara, aklını kullanamayanların cehalet denizinde Firavun gibi boğulacakları bilincinin kazandırılması, belki de eği­timin en büyük başarısı olacaktır.

(Umulur ki, doğru yolu bulursunuz). [Bakara/53]

Kitap ve furkan, insanları doğru yola götürmek için gönderilmiştir. Kitabın içindeki ilahî bilgiler ve o bilgilerin insanda oluşturduğu ayır edicilik (furkan), İsrailoğullan'm kölelik ruhundan ve Firavun'unun esaretinden kurtulmalarım ve hürriyetin yollarında kendi başlarına yürüyebilmelerini temin etti.

Cehalet denizine Musa'nın asası gibi inen insan beyni, Allah tarafından öy­lesine ödüllendirilecektir ki, cehalet denizinde ona nurlu yollar açacaktır.

Allah, bu ihtimalle, yani insanların doğru yolu bulma ümidiyle onların yollarını açmıştır ve açmaktadır. İnsanın davranışı hakkında konuşurken, ke­sin olmamak gerekiyor. Çünkü insan psikolojisi değişkendir. Bunun için Al­lah, hidayet (yolunu bulma) kavramının başına (lealle=umuhxr ki) kelime­sini getirmiştir. Öyleyse insanın doğru yolu bulması hususunda kesinlik de­ğil, ihtimal söz konusudur.

Bakara/53'den önemli din eğitimi ilkeleri çıkarabiliriz: Hz. Musa kendi fi­kirleriyle insanları hidayete, yani doğru yola çağırmamıştır. Bu görevi, ilah-iap sayesinde yapmaya gayret ederek, onlara rehberlik etmiştir. Din adam-tî da, kendi kişisel fikirleriyle insanları doğruya iletemezler. Kur'an'a vâkıf  malıdırlar. [31]

 

Tevbe Ve Nefis Terbiyesi:

 

54. Musa, kavmine 'Ey kavmim, buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen yaradanınıza tevbe edin ve kendinizi ıslah edin. Böyle yapmanız sizin için hayırlıdır' demişti. Allah da tevbelerinizi kabul etti. Çünkü O, tevbe-leri kabul eden ve merhamet sahibidir.

Bakara/51 'de şirkin ne olduğunu açıklamış ve onun en büyük zulüm oldu-zu konusunu ele almış, buzağıyı tanrı edinmekle İsrailoğullan'nın zulmettik­lerine değinmiş; fakat kime zulmettiklerini belirtmemiştik. İşte 54. ayette bunun cevabı verilmekte, buzağıyı tanrı edinmekle kendilerine zulmettikleri söylenmektedir.

Demek ki şirkin zararı Allah'a değil; şirk koşanadır. (Kendini­ze zulmettiniz ibaresini, "Kendinize yazık ettiniz" şeklinde ifade etmemiz mümkündür. İnsan doğasının inanma ihtiyacına, doğru ve âdil bir çözüm ge­tirememesi, kişinin kendine zulmü sayılacağından, bu zulmün ağır tahribatı ia yine kişinin kendi iç dünyasına olacaktır.

İnsanın kendi kendine zarar vermesi kadar akıl dışı bir hareket var mıdır? Hz. Musa sebep-sonuç arasında bir bağlantı kurarak, şirkin doğurduğu neti­ceyi gündeme getirmektedir:

(Yaradanınıza tevbe edin). [Bakara/54]

(bari), yaratan manasına gelmektedir. (berî) ise temizlemek, hür olmak demektir. İki kelimeyi bir araya getirince, yani manalarını birleştirince, yaratana (insanı temizleyip serbest bırakacak olan Allah'a) tevbe edin an­lamını ifade eder. İnsan tevbe ettiğinde, Allah onu günahlarından temizledi­ği için, sizi günahlardan temizleyecek olan Allah'a yönelin, demektir.

Tevbe kavramını Bakara/37'de açıklamıştık. Burada dikkati çekeceğimiz nokta şudur: Tevbe kelimesi, (ilâ) harf-i cerri ile kullanıldığında, 'yönel­mek' manasına gelir. Öyleyse Hz. Musa, onlardan şirki, yani buzağıyı tanrı edinmeyi bırakıp Allah'a yönelmelerini istemektedir. Tevbenin, af dilemek ve istiğfar etmekten farkı da zaten budur. Af ve istiğfar bir dilektir; tevbe ise bir yöneliştir. Tevbe, bir değişimi gerçekleştirme eylemidir. Af ve istiğfar olayın­da kul kendisi bir değişim oluşturamaz; değişimi bizzat Allah yapmaktadır; ama tevbede değişim eylemini kul kendisi başlatmaktadır.

Şirkteki insanın yalnızca istiğfar etmesi veya af dilemesi yeterli değildir. Çünkü şirk, affedilmeyen yegane inanış biçimidir. Şirkten sonra yapılacak tek şey tevbedir; yani şirk yolunu bırakıp, Allah'a yönelmektir. [32]

 

Katl Kelimesi Hakkında:

 

(Kendinizi öldürünüz).[33]

Bu emri iyi anlayabilmek için, ayetteki (katl) kelimesinin anlamını bil­mek gerekir. Kati, yumuşaması için içkiye su katmak, şiddetini kesmek, ele­mini azaltmak, aşağı ve zelil kılmak; bilgi ile bir araya gelince, bir şeyi ge­reği gibi tanıyıp bilmek, lanetlemek, savaşmak, bir işi kolay olan yolla yap­mak, bir işe gayretli olmak manalarına gelmektedir.

Şimdi bu manalardan hangilerinin Kur'an'da geçtiğine bakabiliriz: [34]

 

a) Savaşmak:

 

(Fitne tamamen ortadan kalkıncaya kadar ve din de sadece Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın). [Bakara/192]

Tefsirini yaptığımız Bakara/54'deki (faqtulû enfusekum=nefıslerinizi katledin) fadesine, "Nefsinizle mücadele edin, savaşın" diye mana verebiliriz. Çünkü Kur'an'ın pek çok ayetinde kati kelimesi, savaşmak anlamında kullanılmıştır. [35]

 

b) Lanet Etmek

 

(Allah onlara lanet etsin). [Münâfîkûn/4]

Demek ki kati kelimesi, katletmek, lanet etmek gibi bedduaları ifade için de kullanılmaktadır.

Kahrolası nasıl takdir etti (ölçüp biçti). [Müddessir/19]

Bu manada alınınca, Bakara süresindeki emre şöyle mana verebiliriz: "Nefsinizi lanetleyin/kınayın".[36]

 

c) Öldürmek:

 

Birbirinizi öldürmeyin). [Nisa/29]

Bu ayette Allah, İsrailoğullan'na birbirlerinin kanını akıtmamalarını emrederken, Hz. Musa'nın, "Birbirinizi öldürün" demesi mümkün mü? Her iki ayetteki kati kelimesine de aynı manayı vermek mümkün değildir. 54. ayettekine, "Nefsinizle savaşınız, onu kınayın" manasını verirken, 84. ayet-tekine "Öldürmeyiniz" manasını vermek gerekir.

Savaşırken düşman tarafındaki insanları öldürmek, düşman ordusunun gücünü kırmaktadır. Kati kavramı alkollü içki ile birlikte kullanınca, "sert olan içkiyi hafifletmek ve onun sertliğini gidermek" için su katmak anlamı­na gelir. Bu manada alınca, Bakara/54 ayetine, nefsinizin sertliğini, katılığı­nı giderin, anlamını vermemiz gerekiyor. Su, içkinin sertliğini giderdiği gibi, tevbe de nefsin sertliğini giderecektir. Onun için Hz. Musa, "Tevbe edin de nefsinizin sertliğini ve katılığını giderin" demek istemiştir. [37]

 

d) Elemini Azaltmak:

 

(kati) kelimesini, elemini azaltmak manasına alırsak, o zaman da şirk batağında elem çeken ruhunuzun elemini dindirin manasını verebiliriz. Şirk içinde yüzenlerin ruhu, elem ve ıztırap çekmektedir. Tevbe edip şirki terke-dince, bu elem azalmakta, yerini mutluluğa bırakmaktadır. [38]

 

e) Zelil Kılmak:

 

(katl) kelimesini "zelil kılmak" anlamına alırsak, o zaman da Bakara/54'deki (faqtulû enfusekum) ifadesine, Nefislerinizi zelil kılın manasım verebiliriz. Tevbe, nefsin isteklerini bırakıp Allah'a yönelmek oldu­ğuna göre, tevbe eden insan da, nefsini zelil kılmış demektir. Nefsinin yula­rını eline geçiren insan, onu istediği yöne çekip götürebilir. Ama kendi irade­sinin yularını nefsinin eline veren insanı da, nefsi, istediği yere çekip götürebilir. Tevbe eden insan, nefsinin yularını eline alan ve onu zelil kılıp, istedi­ğini ona yaptıran insan demektir. [39]

 

f) Tanıyıp Bilmek:

 

Bilgi ile beraber kullanılan (katl) kelimesi, bir şeyi gereği gibi tanıyıp bilmek manasına gelmektedir. Cehaletin karanlığını katledip ortadan kaldır­mak anlamında nefsi tanımayı ifade etmektedir. (faqtulû enfu-sekum) ibaresine Nefislerinizi gereği gibi tanıyın anlamı verilebileceği gibi, insanın ruhundaki cehalet örtüsünü yırtarak kendine yönelip kendisini tanı­masına da bu mana verilebilir.

Hz. Musa, insanın şirk denen zulümden ancak eğitim vasıtasıyla kurtula­bileceğini ve bu eğitimin dinamiklerinin neler olduğunu Bakara/54'de vere­rek, tevbeyi insanın manevî yapısında köklü değişimin dinamiği olarak tak­dim etmektedir. Allah'a yöneliş gibi önemli bir eylemin adı olan tevbe, insa­nın kendi nefsi ile savaşmayı, onu kınamayı, onun sertliğini gidermeyi, ele­mini azaltmayı, onu zelil kılmayı ve iyice tanıyıp anlamayı da temin etmek­tedir. Böylece Hz. Musa, yanlış davranışların kökeninde insan nefsinin bu­lunduğunu, eğitilmediği takdirde, nefsin davranışlarının düzelmeyeceğini bir ilke olarak koymaktadır. Diğer taraftan, eğitimin hem konusunu ve hem de amacını belirlemektedir. Madem ki problemler insan nefsinden kaynaklan­maktadır, öyleyse eğitim, önce insanın nefsinden başlamalıdır.

Şirke saparak kendine zulmeden insan o zulümden kendi nefsini bu yan­lış hareketinden dolayı kınayıp, o zulüm çemberini kırarak kurtulacaktır. Şirk eylemini oluşturan insan, yine ondan dönerek ve onunla mücadele ederek sıyrılacaktır.

Problemi çıkaran, çözümünü de üretecektir. Ama eğitimci ona, çözüm yollarını gösterecektir. İşte Hz. Musa, bu çözüm yollarını, değişim denen tevbe yolunu, nefsini tanıma, kınama ve mücadele etme metodunu göster­mektedir. [40]

 

Allah Katında Daha Hayınlı Olan:

 

(Böyle yapmanız, yaratıcınız katında daha iyidir). [Bakara/54]

(hayrun) kelimesi, daha iyi, daha değerli manasını ifade etmektedir. Yapılan amelin Allah katında değerlendirildiğini ifade eden ayetin bu kısmı, insanları en iyi olanı üretmeye teşvik etmektedir.

Hz. Musa, İsrailoğullan'na emrettiği tevbe ve nefis ile mücadele eylemi­ni kendisinin değil, Allah'ın değerlendireceğini ifade etmektedir. Demek ki peygamber bile, dinî içerikli amelleri değerlendirme yetkisine sahip değildir. Peygamber, sadece üretilen davranışların Allah katında ne ifade edeceğini söyleyebilir.

Eğitimciler insanları daha iyi olanı üretmek için eğitmelidirler. Çünkü ka­lite, daha iyi olandadır. 'Amelin daha iyi olanı hangisidir?' sorusunun ceva­bı, insanlar için izafîdir; ama ayet ilahî bakışla bunun belirleneceğini söyle­mektedir. Daha iyi olan amel, yani kaliteyi yakalayan eylem, kaliteli olduğu­nu diğer eylemlerle isbatlayacaktır. Mesela Bakara/54'de, daha iyi ameller olarak, şirkten dönüş (tevbe) ve nefisle mücadele gösterilmektedir. Ayetin devamında bu amellerin, ilahî sıfatlan harekete geçirdiği ifade edilmektedir:

 (Allah tevbenizi kabul buyurur, çünkü O, tevbele-ri kabul eden ve merhamet edendir). [Bakara/54]

İnsanların yukarıda zikredilen amelleri, Allah'ın  (tevvab) ve (rahim) sıfatlarını harekete geçirdikleri için, onların kaliteli davranışlar ol­dukları isbat edilmiş olmaktadır. Peygamber kendi beğenisinin değil, ilahî beğeninin önemli olduğunu söylüyor. Allah, kulunun kendisine dönmesini is­tiyor. Kendi nefsine dönen, onu tanıyan, onu kınayan ve onunla mücadele eden insanı, Allah da kabul etmekte ve ona merhamet etmektedir.

Allah'ın (tevvab) ve (rahim) sıfatlan, bu ayette, yanlış yerde olanlar için dahi, bir çıkış kapısı olduğunu bildirmektedir. Önemli olan, ku­lun kökten değişim gösterip, değerli ameller üretmesidir. O değişim ve amel­ler, Allah'a giden yolda bir çıkış kapısmı gösterecek ve onun açılmasına se­bep olacaktır. Böylece insan başkasının aracılığı ile değil, kendi amelleriyle Allah'ın kabulüne açılan kapıyı bulacak ve o yolda yücelecektir. Eğitimci, bu amellerin neler olduğunun bilgisini vermeli ve o amellerin oluşması için ge­rekli ortamı hazırlamalıdır. [41]

 

Dünyada Allah'ı Görme İsteği Ve Cezası:

 

55. Ve o zamanı da hatırlayın ki, siz 'Ey Musa! Allah'ı apaçık görünceye kadar sana asla iman etmeyeceğiz!' demiştiniz de, göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.

"Göster bana Allah'ı, inanayım" sözü, ateistlerin (tanrı tanımazların) iki­de bir dillerine doladıkları yanlış bir isteği ifade etmektedir. Hz. Musa'dan da böyle bir istekte bulunulmuştu. Bu demektir ki, insanlar teknolojik bakımdan çok gelişmiş çağlarda yaşamalarına rağmen, inanç bakımından bir arpa boyu ileri gidememişlerdir. Hz. Musa'dan bu zamana kadar, insan beyni, madde ötesine geçememe tembelliğini üzerinden atamamıştır.

Aslında Allah'ı açıkça görmek, dünyada olmayacak işlerdendir. Olmaya­cak bir istekte bulunmak da, azabın en önemli nedenlerden biridir:

(Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar, Musa'dan bunun daha büyüğünü istediler: 'Bize Allah'ı apaçık göster' dedi­ler. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı). [Nisa/153]

Bu ayet, gökten kitap indirme isteğinden daha büyüğünün, Allah'ı apaçık şekilde görme isteği olduğunu vurgulamaktadır.

Aslmda İsrailoğullan, inanmak istemediklerinden dolayı işi yokuşa sürüyor­lardı. İsrailoğullan burada bir model olarak seçilmiş ve Allah'ı görmek suretiy­le iman edeceğini söyleyenlerin psikolojilerinin katılığı anlatılmak istenmiştir. (Bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı).

Aynı olayla ilgili olarak Nisa/l53'de, Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı Duyurulmaktadır. Böylece, Allah'ı açıktan görme isteğinin bir zulüm olduğu, bu ayetle ortaya çıkmaktadır. Allah'ı açıkça görme isteği zul­mü; zulüm de azabı beraberinde getirmektedir.

Allah, Tûr dağında Musa ile konuşunca, Musa Allah'ı görme isteğini beyan etti. Bunun üzerine Allah ona şöyle dedi:

"Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. eğer o yerinde durabilirse, sen beni göreceksin" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim". [A'râf/143]

Hz. Musa'nın itirafından şunu anlıyoruz: Allah'ı görmek istemek, O'nu noksan sıfatlarla vasıflandırmaktır. Bu istek, tevbeyi gerektiren bir günahtır. Bundan dolayı imanı tazelemek gerekir. Hz. Musa bu eylemlerin üçünü de yerine getirmiştir. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ile tevbe etmiş ve inanan­ların ilki olduğunu ifade etmiştir.

Bakara/55, A'râf/143 ve Nisa/153 ayetleri bize bilme ve inanma adına in­sanoğlunun altından kalkamayacağı isteklerde bulunmamayı, Allah konusun­da, görme alanı ile iman alanını ayırmayı öğretmektedir. Gözlem, insanın imanını doyum noktasına ulaştırır; ama bu gözlemin Allah dışındaki konular­da sözkonusu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Allah Teala, aşağıdaki ayetle, sual sormanın ve bir istekte bulunmanın edebini de öğretmektedir:

(Ey iman edenler! Açıklandığında kötülüğünüze olacak olan şeyleri sormayın. Eğer Kur'an in­dirilirken onları sorarsanız, size açıklayacaktır). [Maide/101]

Demek ki, soru sormanın da bir adabı vardır. Uygun ortamı, konuyu, za­manı ve zemini gözlemek, bu adabın olmazsa olmaz şartım teşkil etmektedir.

İşte İsrailoğullan ve Hz. Musa'nın istekleri, olabilirlik ve beynin kavra­ması açısından normal değildi. Normal olmayan bu istekler, İsrailoğullan'na azabı, Hz. Musa'ya da bayılmayı getirdi.

Diğer taraftan bu olay, olgunlaşmamış ve ufuk kazanmamış beyinlerin iman etmekte ne kadar zorlandıklarını göstermektedir. Ufuksuz beyin, imana kapalı bir gönül meydana getirir. Peygambere iman etmeyi, Allah'ı görmeye bağlayan toplumlar, azabı hak ettikleri için, Allah onları yıldırımla cezalandırdı.

Özetle, Allah'ı görme isteğinin psikolojik analizi, ayette şöyle yapılmaktadır:

(Bizimle kar­şılaşmayı ummayanlar: 'Bize ya melekler indirilmeli ya da Rabbimizi görmeliydik' dediler. Andolsun ki onlar, kendi içlerinde kibre ka­pılmışlar ve azgınlıkta oldukça ileri gitmişlerdi). [Furkan/21]

Allah'a kavuşacağına inanmayanlar, kibre sapanlar ve azgınlık edenlerin böyle bir istekte bulunacağını söyleyen Allah, onların nasıl bir psikolojiye ve hangi noksanlıklara sahip olduklarının analizini yapmıştır. [42]

 

Ölüm Ve Diriliş:

 

56. Şükredersiniz diye, sizi ölümünüzün ar­dından dirilttik.

Ayette, insanın öldükten sonra yeniden dirilmesinden bahsedilmekte ve bunun da şükretmek için olduğu ifade edilmektedir. Ölen bir kişinin veya grubun yeniden diriltilmesi ne anlama gelmektedir?

Öncelikle şunu belirtelim ki: Bu yeniden diriltilme, bir ruhun başka bir bedene girip bu dünyaya gelişi değildir. Ölen insanların, aynı ruh ve aynı be­denle, yani kendi ruh ve bedenleriyle tekrar bu dünyada dirilmesi olayıdır. Bu konuda daha önce [Bakara/28] geniş bilgi vermiştik. Burada, yeniden di-riltilmenin şükre nasıl sebep olduğu üzerinde duracağız.

Allah'ı görmek istedikleri için kendilerini yıldırım çarpanlar arasında Hz. Musa var mıydı? Çünkü Hz. Musa da Allah'ı görmek için dua etmişti. Kur'an'da Hz. Musa'nın bayıldığı ve sonra ayıldığı ifade edilirken, Allah'ı açıkça görmedikçe Musa'ya inanmayacaklarını söyleyenlerin yıldırım çarp­ma neticesinde öldükleri ve sonra diriltildikleri ifade edilmektedir. Bayılma ile ölüm, ayılma ile dirilme kavramları arasındaki fark bu sorunun cevabını belirlemektedir.

Bakara/55-56 ayetlerinin bize vereceği önemli eğitim kuralı nedir? Şükür, yani kabullenmek ve nimetin kıymetini bilmek gibi önemli erdemleri insan­lara kazandırmak için, yaratılış olgusunun insanlara anlatılması gerekir. İn­san, şükür ile küfür, yani inanma ile inkar, nankörlükle minnettarlık arasında bir tercih yapmakla karşı karşıyadır ve bu hususta serbest iradeye sahiptir:

(Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükreder (inanır), ister inkar eder). [İnsan/3]

Demek ki şükür, insan hayatının önemli bir dönüm noktası ve değişim ala­nını teşkil etmektedir.

Bu değişimi meydana getirebilmek için eğitimciler büyük sabır ve taham­mül göstermelidirler. Allah bu yüzden, şükretmenin, varlıkla yokluğun farkı kadar önemli bir faaliyet ve değişim alanı olduğunu hatırlatmaktadır.

Bu gerçeklerden çıkaracağımız diğer bir önemli husus da, Allah'ı görmek istemek ve ancak gördükten sonra Ona inanacağını söylemek, tabiat kanun­larının bile harekete geçmesine neden olmakta, yıldırım şeklinde bunu söy­leyenlerin üzerine inmektedir. Demek ki menfî inançlara tabiat bile taham­mül edememektedir. İnsanların yanlış inançları ve bu inançların neticesi olan davranışlar, toplum hayatını da cehenneme çevirmektedir.

(Eğer Hak onların kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile onlar­da bulunanlar bozulup giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini ge­tirdik; fakat onlar şereflerine sırt çevirdiler). [Mü'minûn/71]

Hak, İsrailoğullan'nın o kötü isteklerine uymadı: yaptıklarının zararı yine kendi­lerine dokundu. Eğer hak onların nevalarına uysaydı bütün kainat yok olacaktı. İnsan nefsinin gücü kainatı tahrip edecek güçtedir. Kötü arzular da, toplumları mahvedebi­lir. İşte bu olguyu insana anlatmak ve bu gerçeği göstermek, ilahî bir eğitimtir. [43]

 

Nimete Nankörlük:

 

57. Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldır­cın gönderdik ve 'Verdiğimiz iyi nimetlerden yiyiniz' dedik. Hakikatte onlar bize değil, sadece kendilerine kötülük et­tiler.

İsrailoğulları'nı hakikate, doğruya, güzele, iyiye ve imana davet için Al­lah iki uyarıcı kullanmıştır.

a) Bulutla gölgelemek,

b) Onlan kudret helvası ve bıldırcın ile beslemek.

Çölde bulut, bıldırcın ve kudret helvası, dünyevî nimetlerin en önemlile-rindendir.

Ele aldığımız ayette geçmemesine rağmen A'râf/160'da gölge, helva ve bıldırcından önce su verildiği de beyan edilmektedir:

Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya asanı taşa vur, diye vahyettik. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bu­lutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. Onlara, size verdiğimiz nimetlerin temizlerinden yiyin, dedik. Ama onlar, bize değil kendi­lerine zulmediyorlardı.

Bu ayettekiyle birlikte nimetlerin sayısının dörde çıktığı anlaşılmaktadır: Su, bulut, helva ve bıldırcın. Bu nimetler mideden geçerken, gönülde birta­kım ısınmalar meydana getirmeliydi. Tevbe/60'da zekatın insanların gönülle­rini ısındıracağı gerçeği ifade edilirken, (Gönülleri İslâm'a ısın­dırılacak olanlara) buyurulmaktadır. İnsanın insana yaptığı maddî yardım ile insanın gönlünde bir ısınma meydana geliyor da, Allah verince bu sıcak­lık meydana gelmez mi? Bulunması mümkün olmayan bir ortamda bu nimet­lere kavuşmak, bu ısınmayı daha da arttırmalıdır. Bende var olan bir şeyi ba­na vermen, beni fazla etkilemeyecektir; ama bende olmayan, olması da mümkün olmayan bir şeyi, bana beklenmedik bir an ve yerde vermiş olman, elbette ki beni derinden etkileyecektir. İşte Allah, İsrailoğullan'na bu nimet­leri vermekle, aynı etkiyi sağlamak ve gönüllerinde manevî bir değişim oluş­turmak istemiştir.

Çölde yaşayan insanlara yapılacak iki büyük iyiliği zikreden ayet, fizikî şartlar ile, psikolojik (manevî) oluşumlar arasında bir bağlantı kurmaktadır. Maddî nimetler vasıtasıyla manevî ürünler almak, önemli bir metot olarak takdîm edilmektedir. İnsanlar maddî menfaatler peşinde koşarlar ve o men­faatlere tutkulu bir hale gelebilirler. O zaman onların bu maddî ihtiyaçlarını temin ederek gönüllerini manevî davranışlara ısındırmamız mümkün olabilir. Modern psikolojide buna şartlı öğrenme diyoruz.

Güneş altında kıvranan, susuzluktan yanan ve açlıktan kavrulan insanlara bilgi vermek, uyanda bulunmak ve onları imana davet etmek, sonuçsuz ka­lacak eylemlerdir. O nedenle Allah, önce onların bu kötü durumlarını ve ih­tiyaçlarını giderdi ve sonra onlardan yapmaları gerekeni istedi.

Sonuçta, İsrailoğullan'ndan beklenen değişim meydana gelmedi ve ni­metlere karşı nankörlük ettiler. Verilen nimetin etkisi, karşılığında yapılacak olan şükür ve gönülde meydana getireceği sıcaklık denen değişimdir. Yüce Allah, bunların olmayışını zulüm kavramı ile ifadelendirmektedir. (Bi­ze zulmetmediler) ifadesiyle, verilen nimetin karşılık bulmamasının, nimeti verene bir zarar vermeyeceğine işaret edilmektedir.

(Fakat kendilerine zulmediyorlar).

İnsanlar, verilen nimetin karşılığını kendi iç dünyalarında görmeyince, yani Allah'ın onlardan beklediği manevî değişim meydana gelmeyince, onlar gerekeni yapmayınca, kendi kendilerine zulmetmiş oldular. Beynin ve gön­lün de hakkı vardır. Bu hakkı vermeyince, ona zulmetmiş oluruz. Allah'ın is­tediği değişim meydana gelmeyince, insan kendi beyin ve gönlünün hakkını çiğnemiş olacağından kendisine zulmetmiş sayılacaktır.

(Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanların­dan yiyiniz). [Bakara/57]

Ayetin bu kısmında iki önemli mesaj verilmektedir: [44]

 

Yenecek Şeyler Temiz Olmalı:

 

Yenecek şeyin temiz olmasının anlamı, haram pisliğinden arınmış olması demektir. İnsan, yediği nimette başkasının hakkı olup olmadığına ve helâl kazanılıp kazanılmadığına dikkat etmelidir. Çünkü haram lokmada başkası­nın hakkı varsa, o zaman hak yemek zulüm olur.

Ayette geçen tayyib (temiz) kavramı, helal manasına gelir. Temiz, güzel, arınmış şey, aynı zamanda helal demektir. Haram lokma, içinde böcek ya da yabancı maddeler bulunan bir yemeği andırır. İnsanın midesi onu asla kaldır­maz. Haram lokmayı da, insanın doğası hoş görmez. [45]

 

Rızkı Allah Verir:

 

Allah'ın Kur'an'da defalarca ele aldığı en önemli konulardan biri, rızkı kendisinin verdiği ve dağıttığı meselesidir. Kul, rızkın Allah'tan geldiğine dair bir imana ve bilince sahip olmalıdır. İnsanoğlu, Allah'ın kendisine ver­diği rızkı, kendi müdâhalesi ile kirletmemeli ve onu haram yapmamalıdır.

Allah'ın verdiği rızkın temizinden yemek, bir emirdir. Bu emir, bütün pey­gamberlere verilen kutsal kitaplarda yer almaktadır. Zaten ilk yasak Hz. Âdem'e yemek konusunda gelmiştir. Dolayısıyla insan nesline Allah'a şirk koşmaktan sonra yasaklanan ilk şey, beslenme konusunda olmuştur. Haram yiyecek, vücudun maddî yapısı ile manevî yapısı arasındaki dengeyi boz­maktadır. Zamanla bu dengesizlik, insanın davranışlarına sıçrayarak, insan­lar arası ilişkileri bozmaktadır. Haram lokma, sadece insanın midesinde kal­mamakta, manevî ve sosyal dengeleri de altüst etmektedir.

Psikolojik, sosyolojik ve ekonomik dengeleri altüst eden haram lokma, bu yönüyle zulmün kapsamına girmektedir; çünkü zulüm, karanlık iştir. Ha­ram lokma da insanın iç alemindeki ışığı söndürmekte, toplumsal aydınlığı karartmakta ve ekonomik yapıyı karanlığa terketmektedir. Haram lokmanın olduğu yerde, manevî ışık, davranışlarda denge ve toplumda düzen olmaz. Haram lokma, bütün bu erdemleri alıp götürdüğü için Allah ona zulüm demiştir. [46]

 

Vatan, Secde, Özür Ve İhsan:

 

58. İsrailoğulları'na, bu kasabaya girin, orada bulunanlar­dan bol bol yiyin, kapısından secde ederek girin. Hıtta de­yin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü biz, iyi davra­nanlara fazlasıyla vereceğiz.

Çölde göçebe halinde yaşayan İsrailoğulları'na bir vatan gerekiyordu. Ba­ğımsız bir toprağı olmayan toplumlar, sürü olmaktan kurtulamazlar. Toplum­lar hürriyetlerini, belli bir toprak üzerine kuracakları devlet ve müessesele­riyle yaşar, hisseder ve tadarlar.

Göçebe şeklinde yaşayan toplumlar, ne medeniyet ne de derinlemesine bir şükür oluşturabilirler. Bunun içindir ki Allah, İsrailoğullan'na bir vatan te­nin etmek için -ele aldığımız ayette- Şu kasabaya girin buyurmuştur:

 (Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz). [Maide/21]

Kölelikten yeni kurtulmuş bir toplumun medeniyet kurması ve bir kültür oluşturması çok zordur. Bu durumda olan bir toplum, medenî olan ve bir kültür oluşturmuş bulunan bir topluma girip onlarla karışmakla, yerleşik hayata alışa­cak, medenî davranış kalıplarını öğrenecek ve bir kültür yapısını tanımış olacak­tır. Daima emredileni yapan insan, kendi başına bir iş üretemez ve inisiyatifini kullanamaz. Yüce Allah, bu kasabayı "mukaddes yer" olarak tavsif etmiştir.

Bu beldenin Beyt-i Makdis veya Şam'ın Eriha bölgesi olduğu söylenmekte­dir.[47] Allah, mukaddes topraklan İsrailoğullan için vatan seçtiği halde, İsrailo-ğullan ilk başta oraya girmek istemediler ve şöyle dediler:

(Onlar şöyle de­diler: "Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadık­ça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de gire­riz"). [Maide/22]

(Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle de­di: Onların üzerine kapıdan girin, oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsmızdır. Eğer mü'minler iseniz, sadece Allah'a güvenin). [Maide/23]

("Ey Musa! Onlar orada bulunduktan müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturacağız" dediler). [Maide/22-25]

İsrailoğulları'nın, belirli bir kültür oluşturmuş insanlann kendi kendileri­ne çıkıp gitmelerini istemeleri yanlıştı. Terkedilmiş kültür müesseseleriyle karşılaşan köle ruhlu insanlar, onları tahrip etmekten başka bir şey yapamaz­lar. Allah, Musa vasıtasıyla onları, o yerleşik kültürle karşı karşıya getirerek bir nevi öğrenmelerini temin etmek istemiştir. Diğer taraftan o şehir halkına galip gelerek, kendi benliklerini ve kişiliklerini kazanmış olacaklardı. Daima mağlup yaşamış ve eziklik içinde bulunmuş insanların kendilerine gelebil­meleri için böyle bir mücadeleye ihtiyaçları vardı.

Demek ki, bir taraftan yerleşik kültürle tanışacak, diğer taraftan da sava­şın tecrübesini tadarak kölelik ruhunu üzerlerinden atmış olacaklardı. Kor­kaklık psikolojisi içinde kültür ve medeniyet oluşturulamayacağı için, Allah onların o kasabaya veya kutsal toprağa girmelerini istemiştir. Musa'nın tekli­fini yerine getirmedikleri için Allah onları kırk sene çölde başıboş dolaşma cezasıyla cezalandırdı. Onların bu korkaklık ve cesaretsizliklerini fâsıklık olarak nitelendirdi. [Maide/26]

Bakara/56'da, önce kasabaya girme sonra dilediğinden yeme eylemi yer almaktadır. Bu da, bir iş yapmadan yemek yenemeyeceğini ifade etmektedir. Yemeği hak edecek bir iş üretmek gerektiğine işaret eden bu ayet, insanın daima hazır olandan beslenemeyeceğini bildirmektedir. Onun için Allah, ön­ce kasabaya girmelerini ve sonra dilediklerinden yemelerini emretmektedir. İş ve başarı aşı getirir.

(Secde ederek kapıdan giriniz).

Ayetteki secde kavramı, şehre girmenin şükrünü ifade ediyor olabileceği gibi, şehrini halkına karşı tevazu göstermeye de işaret ediyor olabilir.[48]

Diğer taraftan bu ayet, bir şehrin kapısmdan girmek ve o memleketi fet­hetmek kadar önemli bir işi becerecek olan insanların, riayet etmesi gereken adabı göstermektedir. Medenî olmanın adabını öğreten bu secde kavramı, mütevazi olmanın önemini de vurgulamaktadır. Bir şehri fetheden insanlar, o şehrin yerleşik olan halkına karşı kaba davranmamalı, onlara karşı nazik ve kibar olmalıdırlar. Tevazu, kılıçla fethedilen bir ülkenin in­sanlarının gönlünün nasıl fethedileceğine cevaptır. Çünkü önemli olan, gö­nülleri fethetmektir.

Tevazu, nezaket, kibarlık gibi ahlâkî değerler, fethedilen ülkenin oluşturu­lacak kültürünün mayasını teşkil edecektir. Ayrıca, dışardan şehrin içine taşı­nacak en önemli değerlerin neler olduğunu da gündeme getirmektedir. Girilen kapıdan bir daha gerisingeri çıkmamak için, yerleşik halka nazik davranmak gerekiyor. Çünkü önemli olan, oranın halkı ile düşmanca yaşamak değil, kay­naşmaktır. Secde (tevazu), bu sosyal kaynaşmanın mayası olacaktır.

(Hıtta deyiniz).

Alimler hıtta'nın ne olduğunu çokça tartışmışlardır. Biz bu tartışmalara girmeden, önemli olanını tercih edip, izahımıza devam edeceğiz. Bu kavram, tevbe etmekle ilgili bir ifadedir. Çünkü ayetin devamında Günahlarınızı af­fedelim ifadesi yer almaktadır. Demek ki hıtta, 'kusurluyuz', başka bir ifadeyle "Kusurluyuz, bizi affet" manasını ifade etmektedir. Böylece Allah kusurunu itiraf edenleri affedeceğini ilan etmektedir. Ayetin sonunda muh-sinlerin mükafaatmın arttırılacağı beyan edilmektedir. Muhsin'in bütün manalarını burada vermeyeceğiz; ama ayetin içeriğinde muhsiri'm ne olduğu zaten açıklanmakta ve şu anlamları ifade etmektedir:

1. İş yaparak aş bulan, pısırıklığı üzerinden atan;

2. Fethettiği ülke halkına kibar davranan ve fethin şükrünü eda eden;

3. Hatâsını itiraf edip, affolunmayı isteyen;

4. Ödülünü Allah'ın arttıracağı kimseye muhsin sıfatı verilmektedir.

Bu davranışları yapan ve üreten insanların farklı bir şekilde ödüllendirilece­ği meselesi, başka ayetlerde de açıklanmaktadır. Bu ayetlerden biri de şöyledir:

(İyi davranış üretenlere daha iyi ve bir de fazlası var­dır). [Yunus/26]

Yaptığı işlerde kaliteyi yakalamaya ihsan diyoruz. Başka bir ifadeyle işin mükemmelini üreten insan, muhsin'dir. Bu derece verimli olan bir insanın ödülünü, Allah'ın fazlasıyla vereceği ayette ilan edilmektedir.

Allah, insanlara çok önemli bir kural öğretmektedir. Toplumsal hayatın her kesiminde kaliteli iş üreten insanları farklı bir şekilde ödüllendirmek, bir seçenek değil, bir sünnetullahtır. İnsanları en iyiye, en kaliteliye götürecek faaliyetler, bu ödüllendirme sayesinde olacaktır. [49]

 

İlahı Emri Değiştirmenin Cezası:

 

59. Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka söz­lerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta olduk­ları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik.

Ayette geçen kavranılan şu şekilde sıralayabiliriz: [50]

 

Tebdil:

 

Değiştirmek manasına gelen tebdil kelimesinin, Kur'an'da farklı anlam­larda kullanıldığına şahit oluyoruz. Şöyle ki: [51]

 

A) Muhalefet Etmek:

 

Fahruddîn Râzî, Ebû Müslim'in bu manayı verdiğini,[52] Fetih/15 ayetini de delil olarak zikrettiğini ifade etmektedir:

(Siz ganimetleri al­mak için gittiğinizde, seferden geri kalanlar, 'Bırakın biz de arkanızdan gele­lim' diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözüne muhalefet etmek isterler).

Bakara/59'daki tebdil (değişim) kavramına bu manayı verirsek, şöyle bir an­lam çıkar: "Fakat zalimler kendilerine söylenen sözlere muhalefet ettiler". Ma-ide/22 ve 24 ayetlerine göre, bu mananın doğru olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o ayetlerde, İsrailoğullan'mn Hz. Musa'ya muhalefet ettikleri, şehre girmemek için direttikleri, bunun da cezalandırılmalarına sebep olduğu ifade edilmektedir. [53]

 

B) Din Değişimi:

 

Bir kimsenin etkisi ile birinin veya bir grubun dinini değiştirmsi bu kav­ram ile ifade edilmektedir:

(Firavun: Bırakın beni dedi, Musa'yı öldüreyim; Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiş­tireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum). [Gâfir/26]

Ayette yer alan Dininizi değiştirmesinden ifadesi, bir dini bırakıp diğeri­ne geçişe işaret etmektedir. Bir şeyi bırakıp, yerine başkasını edinme mana­sına gelmektedir. [54]

 

C) Yerine Getirmemek:

 

(Her kim vasiyeti işittikten sonra, vasiyeti değişti­rirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah, bilir ve işitir). [Bakara/181]

Vasiyeti değiştirmek, yerine getirmemek için yapılan faaliyet demektir. Va­siyetin değiştirilmesi, yazımında veya haklarda yapılan değişiklikler veya şahit­lerin yaptığı değişiklerdir.[55] Bunların hepsini veya birini değiştiren adamın niye­ti, olduğu gibi vasiyeti yerine getirmemektir. Bu durumda anlam, yerine getir­memek gibi bir boyut kazanmaktadır. Böylece değişim kelimesinin kullanıldığı alanlardan birinin de vasiyet olduğu anlaşılmış oldu. [56]

 

D) Bir Fikri Değiştirmek:

 

Kur'an'ın indiği dönemlerde kâfirler, Hz. Peygamber'den, arzularına uyan başka bir Kur'an getirmesini veya Kur'an'ı değiştirmesini istediler. İlahî vah­yi değiştirmesini O'ndan isterken, kullandıkları kelime tebdil'dir.

Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman, öldükten sonra bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir,' dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olacak şey değildir). [Yunus/15]

Ayetteki tebdil (değiştirme), Kur'an'ın tamamını atıp, yerine başka bir ki­tap getirmek anlamına değil, içindeki hükümlerin isteklerine uyar hale geti­rilmesi manasına geliyor. Kitap kaldığı halde, içindeki fikirlerin değiştirilme­si anlamında, tebdil kelimesi kullanılmaktadır. [57]

 

E) Psikolojik Bir Halden Diğerine Geçiş:

 

İnsanın içinde bulunduğu bir psikolojik durumdan diğerine (tam zıt olanı­na) geçişini ifade için Allah, tebdil kavramını kullanmaktadır. Bu geçişi birisi yapıyorsa, çevirmek, yerine diğerini temin etmek manalarını ifade etmektedir:

(Onların korkularının yerine güven getireceğini vaadetti). [Nûr/55]

Tebdil kavramı burada, korkularını giderip, hallerini tam bir eminliğe çevirmek manasına gelmektedir. Bu değişim olgusunda, insanın kendisi değiş­meden, içindeki duygularının birbirinin yerine geçmesi sözkonusudur. İnsa­nın iç alemindeki değişim rüzgârlarının adına tebdil denmektedir. Bu psiko­lojik değişimde korku ile güven arasında derin bir fark oluşmaktadır.

Ayetteki değişim faaliyeti, bir ferdin iç dünyasında cereyan eden bir ola­yı değil, toplumsal bir korkunun güvene dönüşümünü ifade etmektedir. [58]

 

F) Takas Etmek:

 

Bir şeyi bir şeyle değiştirmek/takas etmek manasına gelmektedir. Değersiz, haram veya kötü olan şeyi alıp, yerine değerli, iyi ve yararlı olanı vermektir. j$\££h\jişît; (Temizi, pis olanla değişmeyin). [Nisa/2]

Yetimin malını kendi malına katıp yiyen bir insan, iyiyi verip kötüyü, te­mizi verip murdar olanı alan durumuna düşmektedir. [59]

 

G) Siyasi Erkin El Değiştirmesi:

 

(Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir). [Muhammed/38]

Siyasî erkin, bir toplumdan diğerine geçmesi, yani el değiştirmesi, tebdil ke­limesi ile beyan edilmektedir. Bu ayetteki değişim kavramı, yanlış yapan toplu­mun yerine, başka bir toplumu getirip iktidarın ona verilmesini ifade etmektedir:

(Eğer savaşa çıkmazsanız, sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır ve yeri­nize sizden başka bir kavim getiririz). [Tevbe/39]

Muhammed/38 ayeti, ekonominin toplumsal dinamiğine dikkati çekerken, Tevbe/39 ayeti de, cesaretin kaybolması ve tembellik sürecine dikkat çekmekte­dir. Her iki sürecin de olumsuz olması, siyasî erkin oluşumuna etki edecektir. De­mek ki tebdil, siyasî erkin el değiştirmesi manasına da gelmektedir. [60]

 

Ricz:

 

Allah'ın kelimelerini değiştirmek veya Allah'a muhalefet etmek, ayette zulüm olarak takdim edilmektedir. Bir şeyi yerli yerinde kullanmamak veya itaat edil­mesi gereken yerde muhalefet etmek zulümdür. Ayette yer alan tebdili (değişimi). istet-hükmü değiştirmek, isterse muhalefet etmek manasına alalım, yapılan dav­ranış karanlık bir faaliyettir. İsrailoğullan bu davranışı kendi iradeleriyle yaptık­larından, azabı hak ettiler. İşte bu azabın adına Allah ric: demektedir

Ricz ile rics'in manaları birbirine yakındır. Rics lügatte devenin kükremesi, göğün şiddetli bir şekilde gürlemesi, bir şeyin pis olması, çirkin iş işlemek, işi karışık olmak, binanın sarsılması, murdar, necis, pislik, günah, azabı gerektiren iş, lanet, hışım, şey­tanın vesvesesi, küfür ve gazapmanalanna gelir. Kur'an'daki manalarına gelince: [61]

 

A) Şeytanın Eylemleri:

 

Allah alkol, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oklarının kötülüğünü, haram-lığını anlatırken, bu kavramı kullanarak şöyle buyuruyor:

(Ey iman edenler, alkol, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz). [Maide/90]

Kötü alışkanlıkların şeytanın işi olduğunu, ondan kaynaklandıklarını ifade eden bu ayetten hemen sonraki ayet, bu şeytanî davranışların insanları düşmanlığa sev-kettiğine dikkat çekmekte ve bunların pis işler olduğunu belirtmektedir. Ferdî olan bu pislik, daha sonra topluma sıçrayarak düşmanlık tohumlan ekmektedir. [62]

 

B) Aklı Kullanmamak:

 

Allah, aklını kullanmayanları murdarlıkla (pislikle) vasıflandırmaktadır:

(Allah, akıllarını kullanmayanları murdar kılar). [Yunus/100]

Ayette pislik, aklını kullanmamak fiiliyle birlikte kullanıldığından, maddî pisli­ği değil, manevî pisliği ifade etmektedir. Demek ki, aklı kullanmamak, murdarlığa denktir. Besmelesiz kesilen hayvanın eti gibi, akimi kullanmayanlar da murdadır. [63]

 

C) İman Etmemek:

 

Akıl, evrenin yaratılışı karşısında, iman etmeyi gerektirir. İman etmeyen insanları Allah, aklını kullanmayan murdar kimseler olarak tanımlamaktadır:

Allah, inanmayanları böyle murdar kılmaktadır. [En'am/125] [64]

 

D) Vatanını, Namusunu Savunmamak:

 

Allah, vatanını, namusunu ve bağımsızlığını korumayanları rics (pis) ola­rak vasıflandırmaktadır:

(Artık onlardan yüz çevirin, çünkü onlar murdardır). [Tevbe/95] [65]

 

E) Kötü Ahlâk:

 

(Ey Peygamber ailesi! Allah sizden, sadece ricsi/pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor). [Ahzâb/33]

İnsandaki manevî pislikleri öncelikle gidermek gerekiyor ki, ona kazandı­rılmasını istediğimiz şeyler, şahsiyetinde tutunabilsin, orada yer etsin. Demek ki, ilahî eğitimin ana gayelerinden biri, insanlardan murdarlığı, pisliği ve kö­tülüğü gidermek ve neticede onların ruhunu temizlemektir. Şahsiyetin derin­liklerinde pislikler kaldıkça, temizliğin gerçekleşmesi mümkün değildir. [66]

 

F) Hasta Kalp:

 

Kur'an, iman edenlerin imanını, kalpleri bozuk olanların da kalplerindeki imansızlık hastalığını artırır:

Herhangi bir sure indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin hangini­zin imanını artırdı? İman edenlere gelince, onların imanlarını artırır ve onlar se­vinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da ricslerine, yani pislik­lerine pislik katar ve onlar kâfir olarak ölürler. [Tevbe/124-125]

Bu durumda rics, ilahî mesaja gösterilen tepkinin kalpte oluşturduğu pis­liktir. [67]

 

G) Allah'ın Gazabı:

 

Açıklamasını yaptığımız Bakara/59'da rics, Allah'a muhalefet edenlerin üzerine gökten indirilen acı azap manasına gelmektedir. A'râf/71'de de aynı anlamda kullanılmıştır.

Ele aldığımız ayette zulm'ün, fasıklık olarak nitelendirildiğini görmekteyiz. Fasıklık da azabı gerektiren bir pisliktir. Demek ki rics (azab), insanların yaptıkla­rından ötürü başlarına gelmekte; başka bir ifadeyle Allah, kulun hakettiği şeyi ona vermektedir. [68]

 

Fısk:

 

Fasığın kim olduğunu Bakara/26'da kısa da olsa açıklamış, Allah'a verdi­ği sözde durmayan, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri kesen, bozgunculuk yapan ve manevî olarak iflas edenlerin fasık olduğunu ifade etmiştik.

Hak yoldan çıkmak, günah işlemek, bir şeyi kabuğundan ayırmak, isyan etmek, zina yapmak manalarına gelen fısk kavramının, yukarıdaki manaları Bakara/27'de yer almaktadır. Şimdi diğer ayetlerde hangi manalarda kul­lanıldığını ele alabiliriz: [69]

 

A) Fasık, Allah'ın Emrinden Çıkandır:

 

Allah'ın emrinden çıkmak, O'na muhalefet etmek manasıyla, 'tebdil' kelime­siyle örtüşmektedir. Bakara/59'daki tebdil kelimesine, muhalefet etmek manasını verirsek, ayetin sonundaki fısk da aynı manayı ifade eder. Söyleneni değiştiren, ya­ni muhalefet eden kimseler, hem zulüm, hem de fısk işlemişlerdir:

(Hani biz meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı). [Kehf/50]

Ayetteki, (fefesaqa an emri rabbihi) ibaresi, "Rabbinin emrinden çıktı, yani ona muhalefet etti" demektir. [70]

 

B) Fasık, Bozgunculuk Yapar:

 

Fısk kavramının bu manası daha çok siyasî alanı ilgilendirmektedir:

Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaş-larına iyilikleri emrederiz, buna rağmen onlar orada bozgunculuk, yani kötülük işler­ler. Böylece o ülke, helaka layık olur, biz de oranın altını-üstüne getiririz. [İsra/16]

Bir ülkenin ileri gelenleri, yani idarecileri, zenginleri ve bürokratları şıma-np, topluma kötülükleri yayıp bozgunculuk yaparlar, ülkenin manevî değerle­rine karşı tavır koyar, halka karşı böbürlenerek zulme ve sömürüye saparlarsa, fasıklık yapmış olurlar. İşte bu tür kötü davranışlar, ülkeyi helake sürükler. [71]

 

C) Fasık, Yoldan Çıkar

 

Şu ayette, fısk kavramı yoldan çıkmak manasında kullanılmıştır:

(İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan baş­ka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz? İşte böylece Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki, 'Onlar inanmazlar' sözü gerçekleşmiş oldu). [Yunus/32-33] [72]

 

D) Fâsık, Allah'ın Ayetlerini Yalanlar:

 

Fasık, yalancı ve inkarcıdır. İnkar psikolojisine sahip olan bu insan, bu sebeple cezalandırılacaktır:

(Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, fasıklıklanndan dolayı onlar azap çekeceklerdir). [En'âm/49]

Doğru bilginin, hakikat ve güzelin peşini bırakıp, sahte bilgi ve değerle­rin peşinden koşanlar, fasık kavramının kapsamına girmektedirler. [73]

 

E) Fasık, Yalan Haber Taşır, İftira Eder:

 

İnsanlar arasındaki ilişkileri bozmak, insanların mutluluğunu kıskanıp onlara iftira etmek gibi davranışlar, fasıklığın manasına dahildir. Asılsız haberleri toplu­ma yayanlara, namuslu kadınlara iftira edenlere Kar'an fasık demektedir.

 (Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. On­lar fasıkların ta kendisidirler). [Nur/4]

(Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir ha­ber getirirse, onun doğruluğunu araştırın). [Hucurât/6]

İftira eden fasık, güvenilir bir kimse olmadığından, getirdiği haberler mut­laka araştırılmalıdır. Söz ve davranışlarıyla güvenilirliğini yitiren bu insan ti­pinin her toplumda bulunacağı bir gerçektir. [74]

 

F) Fasık, Çifte Şahsiyetlidir:

 

Fasık insan, aynı zamanda münafıktır. Başka bir ifadeyle, çifte standartlı, söylediğini kalbinin desteklemediği ve şahsiyet dağınıklığına sahip olan in­sandır. Şahsiyet parçalanmasına uğramış olan bu insanlar, yaldızlı sözlerle insanları kandırabilecek bir özelliğe de sahiptirler:

(Nasıl olabilir ki, onlar size galip gelselerdi, sizin hakınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri karşı çıkıyor. Onların çoğu fasıktırlar). [Tevbe/8]

Ayette fasığm iki önemli özelliği bir arada sayılmaktadır. Kendileri üstün olduğu zaman, antlaşma, söz ve hukuk tanımadan karşısındakine muamele eder; zayıf düş­tükleri zaman yaldızlı sözlerle kalplerinin tasdik etmediği şeyi, karşısındakilere kabul ettirmeye çalışırlar. Onun için Maide/47'de, hukuk dışı hüküm verenlerin fasık olarak nitelendirildiğine şahit oluyoruz. Demek ki fasık, hak-hukuk tanımayan kişidir. [75]

 

G) Fasık, Allah'ı Ve Kendisini Unutur:

 

Fasıklığın münafıklıkla müşterek olan diğer bir özelliği de, Allah'ı ve kendi­sini unutmasıdır. Allah da bu tip insanları unutur, kendisini kendisine unutturur:

(Onlar Allah'ı unuturlar, Allah da onları unu­tur. Çünü münafıklar fasıklann ta kendileridr). [Tevbe/67]

(Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıklardır). [Haşr/19]

Allah'ı unutan, Allah'ın unuttuğu ve kendisini de kendine unutturduğu in­san, hem münafık ve hem de fâsık damgasını yemektedir. Yaradanım unutan, kendisine yönelip kendinin ne olduğunun farkında olmayan, kendisini hisset­meyen ve kendisini tenkit edemeyen insanlar, fasık olarak nitendirilmektedirler. Allah iman edenlerden, böyle bir unutmanın ve unutturulmanm içinde ol­mamalarını istemekte ve bunun ne kadar kötü bir şey olduğunun öğretimini yapmaktadır. Demek ki eğitim, insana Allah'ı ve kendisini hatırlatmalıdır. Ay­rıca, Allah'ın unuttuğu ve unutturduğu insan olmamanın yollarını öğretmeli ve kendim tanımanın ne kadar erdemli bir iş olduğunun bilincini kazandırmalıdır. [76]

 

H) Fasık Kötülüğü Emreder, İyilikten Meneder:

 

Fasığın münafıkla olan müşterek bir özelliği de, insanları kötüye sevke-dip, iyilikten uzaklaştırmasıdır:

(Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirlerindendirler. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar). [Tevbe/67]

Bu tip insanların işi, insanlar arasında daima kötülüğü yaymaktır. Kötü­lükle yatar ve kötülükle kalkarlar. Kendilerinin kötü olmasıyla da yetinmez­ler, kötülüğü başkasına da bulaştırmaya çalışırlar. Bu tip insanların çabası, dar bir sosyal çevre ile sınırlı kalabileceği gibi, toplumlar arası boyutta da olabilir. Bu bulaşma, teknolojiyle hem çeşitlilik, hem de sürat kazanmıştır.

Onlar sadece kötülüğü bulaştırmakla kalmazlar, insanların iyi olmasına da ta­hammül edemezler. İnsanların iyiden uzakta kalmaları için tutkulu bir şekilde çalı­şırlar, iyüiğin kendisine bir şey yapamazlar ama, insanın onlardan uzak Kalmasını te­min edebilirler. İnsanlığa yapılacak en büyük ihanet, kötülüğü emretmek ve iyilikten nehyetmektir. Bunu ise ancak münafık ve fasık ruhlu insanlar yapabilirler. [77]

 

İ) Cimrilik:

 

Fasık ile münafığın müşterek özelliklerinin bir diğeri de, ikisinin de cim ri olmalarıdır. Fakirin elinden tutup kaldırmak, onlara çok ağır gelir. Sahip oldukları maddî değerleri, silahın kabzasını tutar gibi tutup sıkarlar. Allah bu durumu şöyle beyan ediyor:

(Ellerini sıkarlar/cimrilik ederler). [Tevbe/67]

Aslında cömert olmak, fakirlerin elinden tutmak, ilahî bir emirdir. Bu em­ri yerine getirmeyen insan, Allah'ın emrinden çıkmış demektir. Kısaca fısk kavramının anlamını şöyle verebiliriz: Allah'ın enirinden çıkmak, bozguncu­luk yapmak, yoldan çıkmak, Allah'ın ayetlerini yalanlamak, iftira etmek, ya­lan haber taşımak, çifte standart uygulamak, hukuka saygısızlık etmek, Al­lah'ı ve kendini unutmak ve kötülüğü emredip iyilikten uzaklaştırmaktır.

İnançtan, sosyal ilişkilere kadar uzanan bu davranışlardan herhangi birini yapmak da fâasıklık damgasını yemek için yeterli olacaktır. İşte bu ruh hale­tine ve davranış bozukluğuna sahip insanların çeşitli azaplarla cezalandırıla­cağı, muhtelif ayetlerde dile getirilmektedir.

Kendilerine söylenen sözü değiştirmeleri, ya da o söze muhalefet etmele­ri, bir taraftan zulüm diğer taraftan fısk olarak nitelendirilmektedir. İlahî emirden ayrılmak, ona muhalefet etmek veya onu değiştirmek gibi davranış bozuklukları, gökten ricz'in (azabın) gelmesine neden olmaktadır.

(Bunun üzerine biz, yapmakta olduk­ları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indir­dik). [Bakara/59]

Ayetteki ricz kavramını, murdarlıkla tefsir edebiliriz. Ricz'i (azabı) gök­ten indirdiğini ifade eden Allah, A'râf/134'de, ricz'in (azabın) onların üzeri­ne imtihan için çöktüğünü söylemektedir.

Yukarıda manasını verdiğimiz fasıklığın oluşumunun çekirdeğinde, iki önemli psikolojik neden vardır. Bunlar, aklım kullanamamak ve iman etme­mektir. Bir toplumun fertleri aklını kullanıp düşünemiyor ve gerçek tevhid inancını gönüllerinde oluşturamıyorlarsa, belirtilen olumsuz davranışları ser­gilemeye başlayacaklardır. Bu da onlara murdar bir azap olarak dönecektir. Beyni ile gönlünü birleştiremeyenler, murdarlık azabına layık olacaklardır. [78]

 

Asanın Etkinliği:

 

60. Musa, kavmi için su istemişti de biz ona: 'Değneğinle taşa vur' demiştik. Taştan hemen on iki kaynak fış kırdı. Her grup, içeceği kaynağı bildi. Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin dedik.

Allah her peygamberine toplumunun içinde bulunduğu şartlara göre mu­cizeler vermiştir. O peygamberin yaşadığı dönemde, o toplumda en geçerli olan şeyin üstüne çıkmak ve içinde bulundukları amansız şartlan çözmek için verilen bu mucizeler, eğitici olmuşlardır.

Musa döneminde Mısır'da sihir çok gelişmişti. Allah da ona sihrin gücü­nü aşması için asâ mucizesini vermişti. Kur'an'da asâ Musa ile aynîleşen bir mucize, bir eğitim aracı ve bir mücadele silahı olarak takdim edilmektedir.

Ayette geçen asâ kavramı yara ile bir araya gelince, yarayı sarıp bağla­mak, kavim kelimesiyle bir araya gelince, insanları iyi veya kötü bir şey için bir araya toplamak manalarına gelmektedir. Yumuşak veya zayıf kelimeleriy­le birleşince, yumuşak tabiatlı, nazik ve sert olmayan anlamını ifade etmek­tedir. Uyarmak, ikaz etmek manasına da gelmektedir.

Bize göre, burdaki asâ kavramı, bilimi sembolize etmektedir. Hz. Musa'nın asası, değişimler meydana getiren, çok amaçlı bir şekilde kullanı­lan ve bilim için önemli buluşların kaynağını teşkil eden bir araçtır. Bu ara­cın hangi alanlarda kullanıldığını Kur'an'dan öğrenebiliriz: [79]

 

1. Günlük İşlerde Kullanılan Bir Araç:

 

 Allah, Musa'ya şöyle sordu:

("Ey Musa! Sağ elinde tuttuğun nedir?" dedi.) [Taha/17] Musa da şöyle cevap verdi:

 usa, "O benim asam, ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak çırparım, başka ihtiyaçlarımı da görür" dedi). [Taha/18]

Hz. Musa, asasını günlük işlerinde kullandığını beyan etmiştir. Ondaki değiştirme gücünü ve onun mucizevî alanlarda kullanılacağını bilmiyordu. [80]

 

2. Yakalayıp Yutan Bir Ejderha:

 

(Allah, "Ey Musa! Onu yere bırak" dedi). [Taha/19]

(Musa hemen onu yere bıraktı, bir de ne görsün, asâ hızla sürünen bir yılan oldu). [Taha/20]

(Allah, "Onu al ve korkma; Biz onu eski haline döndüreceğiz" buyurdu). [Taha/21]

Hz. Musa'nın elindeki asanın bu şekilde değişime uğraması ve yılana dö­nüşmesi, çok ilginç oluşumların habercisi olmuştur.

Firavun'un sihirbazları Musa ile yansırken, yaptıkları sihir, orada bulu­nanları dehşete düşürdü. Bunun üzerine Allah Musa'ya şöyle seslendi:

(Biz de Musa'ya, "Asanı at" diye vahyet-tik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor). [A'râf/117,Şuara/45]

Musa'nın asası, kötülükle mücadele ederken kullanılan bir araç olmuştur. Tabi­atı gereği zararlı olan yılanın, iyilik için kullanılması, bize bunu öğütlemektedir.

İnsanlara zarar veren, ama yetenekli olan insanları, insanlığın yararına kullanmamız mümkündür. Önemli olan o kabiliyetlerin iyiye yönlendirilme­si ve iyilikler uğruna kullanılabilmesini temin edebilmektir. Atom enerjisinin bile, insanlığın mahvına değil, yararına kullanılabilecek bir kaynak olabile­ceği, aslolanm, onu yararlı hale getirebilecek bir kültür ve bilinç oluşturmak olduğu, ayetteki asâ örneğiyle anlaşılabilir. Diğer taraftan asayı, nefse benze­tebiliriz. Asâ, insanın kontrolünde iken zararlı olmaz; ama kontrolünden çı­kınca, Musa'nın asası gibi yılana dönüşür ve o nefis her şeyi yutuverir. Çün­kü Musa, yılanı tutup boyunduruğunu kontrolüne alınca, değneğe dönüşüyor ve ejderhâlık tabiatını kaybediyordu.

Ayrıca asayı insan aklına da benzetebiliriz. Aklı zincire vurursan maddî anlamda değnek kadar iş görür. Maddî değnekle sadece günlük işler görülür. Zincire vurulmuş akla dayanılır, onunla ayakta durulur, ekonomik ihtiyaçlar görülür. Ancak akla hürriyeti verilirse, akıl yanlışlıklan siler, sahte şeylerin arasından yılan gibi kıvnlıp gider, bâtılı bir ejderha gibi yutuverir. Önemli

olan, nefsin ve aklın nerede ve nasıl kullanacağını bilmektir. İşte Allah Musa'ya, asasını nerede, ne zaman ve nasıl kullanacağını öğretmektedir. [81]

 

3. Denizi Yaran Bir Araç:

 

(Bunun üzerine Musa'ya, "A-sân ile denize vur" diye vahyettik. Vurunca deniz derhal yarıldı ve her kısım koca bir dağ gibi oldu). [Şuara/63]

(Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık). [Şuara/65]

Musa'nın asası, sahte olanları yutan bir ejderha olduğu gibi, denizi yarıp hakikat yolunda olanları selamete eriştiren bir araç da olmuştur. Ama aynı araç, Firavun ve kavmini boğacak bir ortam da oluşturmuştur.

İnsanları karşıki selamet sahiline götürecek olan yollan denizde açan bu asâ, günümüzde aklı temsil etmektedir. Artık aklın ürettiği teknoloji, deniz­leri aşmakta ve kötülükler denizinde insanların boğulmasını önlemektedir. Artık Musa'nın asası, değnek olmaktan çıkmış, cehalet denizini yarıp insan­ları mutluluk sahiline geçiren bilgi halini almıştır.

Madem ki Musa'nın asası, akıl ve onun ürettiği bilgidir, öyle ise aklını kulla­nan toplumların selamete, aklını kullanmayan ve problemleri çözümleyemeyen-lerin ise, boğulmaya layık olacakları bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. [82]

 

4. Taştan Su Çıkaran Bir Güç:

 

Hacer kelimesi, taş, oda ve akıl manasına gelir. Bunun yanında, sevgi, kibarlık ve yumuşaklıktan uzak bir gönlün sıfatı olarak da kullanılmaktadır. Çatlayan, içinden sular fışkıran ve Allah korkusundan yuvarlanan bir madde de olabilmektedir.

Bakara/60 ayeti, Musa'nın asasının bu işlevine işaret etmektedir. Taştan su çıkaracak bir değişimi meydana getiren bu asâ, katılıkları yumuşatıp yararlı hale getirebilecek bir eğitim faaliyetine de işaret etmektedir. Önemli olan, akıl ve bilgi asası ile o taşlaşan gönüllere vurabilmektir. Göreceksiniz ki on­lardan su akacak, rahmet pınarları fışkıracaktır.

Musa, asasını taşa vurdu ve taşın içinden on iki pınar akmaya başladı. Her grup içeceği pınarı bildi ve orada sıraya girdi. Bu on iki pınar ve onlardan içen gruplar günümüzde neye işaret etmektedir? Devleti idare edenler, gelir dağılımını halka uygun bir şekilde yapmalıdırlar. Onların geçim için kavga et­melerini önlemelidirler. Böylece herkes kendi geçim kaynağını bilecek, başka­larının kaynağına tecavüz etmeyecektir. Bu durum hem siyasetin kalitesini ve hem de fertlerin haklara riayetini temin etmiş olacaktır. Toplumdaki işbölümü­nün iyi gerçekleşmesi, toplumun ekonomik pınarlarını çoğaltacaktır.

İnsanlar yiyecek, içecek, ama asla fesat çıkarmayacaklardır. Allah, (Yeryüzünde fesat çıkarmayın) ifadesiyle buna işaret etmekte­dir. Beslenme, insanın temel ihtiyaçlarından biri olduğuna göre, bu ihtiyaçların yanlış dağıtılması ve yeterince karşılanmaması, birinin diğerine tecavüz etme­sine ve toplumda fesada sebep olacaktır. Böylece insanlar arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden olan eksen değerin, ekonomi olduğuna da dikkat çekilmek­tedir. Ayrıca, toplumsal kaos ve kavganın gelir dağılımındaki dengesizlikten ve birbirinin hakkına tecavüzden kaynaklandığına işaret edilmektedir.

Bakara/60'da yer alan (fecerat\) kelimesi, A'râf/160'da  (fecerat:fışkırdı) şeklinde geçmektedir. Her iki kelime de suyun pı­nardan çıkıp akmasını ifade eder.

Diğer taraftan, asayı vurduktan sonra taştan su fışkırmasının önemli bir açı­lımı da şudur: Allah, Musa dua etmeden onlara su verebilirdi. Duadan sonra vermiş olması, rızkın Allah tarafından verildiğinin bilincini kazandırmak için­dir. Kul bir faaliyet, bir eylem içinde olmalıdır, yani nimeti hak etmek için bir gayret göstermelidir. Musa'nın gayreti de, asası ile taşa vurmasıdır.

Musa'nın asasını akıl manasına alırsak, Musa, akılla maddeyi (taşı) bir a-raya getirmiş oldu. Akıl ile madde bir araya gelince, maddeden rahmet fışkır-dı. Taştan su çıkartacak güç, insan aklının ürünü olan bilimsel araştırmadır. Maddeyi araştırıp teknolojide kullanmak, insan hayatının değişmesini temin eden ve insan hayatını kolaylaştıran önemli bir etkinliktir. Demiri Davud'un elinde yumuşatması [Sebe/10] gibi, insanlığın hayatındaki çok önemli deği­şim basamağından önce, Allah, Musa'nın asası sayesinde taşı yumuşatıp on­dan su akıtmıştır.

Allah, insanoğlunun akıl ve bilgi gücüyle maddeye şekil verebileceğini, oradan su çıkarabileceğini, onu eriterek insanlığın hayatım kolaylaştıran tek­nolojiyi üretebileceğini bu olayla zımnen müjdelemektedir. Yeter ki insanoğ­lu aklı ve bilgisiyle maddeyi buluştursun. [83]

 

Topluma Zillet Ve Meskenetin Geliş Sebepleri:

 

61. Ve siz, 'Ey Musa, hep aynı şeyi yemeğe katlanamayız. Bi­zim için Rabbine dua et de, bize yerin bitirdiği şeylerden seb­ze, salatalık, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın' dediniz. Musa da, 'O daha iyi olanı şu daha değersiz olanla değişmek mi istiyorsunuz? inin şehire, orada istediğiniz var' dedi. Horluk ve yoksulluğa maruz kaldılar ve Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar,peygamberlerini hak­sız yere öldürmeleri yüzünden, isyan edip aşırı gittiklerinden böyle oldu.

Köle ruhlular tek yemekle tatmin olmazlar

(Hep aynı yemeğe katlanamayız) ifadesi, köle ruhlu in­sanların nimete karşı takındıkları tavrı göstermektedir. Efendisinin yanında açlıktan kıvranan adama hürriyetini verip ona bıldırcın ve kudret helvası ile hazır bir sofra kurarsanız, onu tatmin edemezsiniz. İşte bu tatminsizliklerini, aynı yemeği yemeye katlanamayacaklannı söylemekle belli etmişlerdir.

Psikolojik alt yapının, bu değerlendirmede önemli rol oynadığını görmek­teyiz. Sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan istemeleri, onların daha önce alışık oldukları gıda maddelerini aradıklarını ifade etmektedir. Yüce Al­lah'ın onlara verdiği bıldırcın ve kudet helvası, onlara yabancı gelmiştir. On­lara intibak edemediklerine işaret edilmektedir:

(Bizim için Rabbine dua et, bizim için çıkarsın).

Gıdalarını dualarla elde etmek isteyen bu insanlar, hiç çalışıp kazanma derdinde değillerdir. Toprağı kazmadan, ihya etmeden ondan çeşitli mahsul­ler istemektedirler. Bu istek üzerine Musa onlara şöyle bir soru ile ne yapa­caklarını bildirdi:

(Daha kaliteli olanı daha aşağı olanla değiş­tirmek mi istiyorsunuz?)

Köle ruhlu insanlar, nesnelerin, fikirlerin ve davranışların en iyisinin han­gisi olduğunu kestiremezler. Çocuk gibi, oyuncakların iyisini seçmekte te­reddüt gösterirler. Salatalığı, soğanı, mercimeği, bıldırcın etine ve kudret hel­vasına tercih ederler. Hz. Musa, onlara tercih yapmayı, daha iyi ve daha aşa­ğı olan şeyleri öğretmektedir.

Gıdalar arasındaki farkları göstermekle, onları değerler alemine sokmaya, ve tercihlerini yönlendirmeye rehberlik etmektedir. İşte böyle bir tercih soru­sundan sonra onlara şu emri vermiştir:

(İnin şehre, çünkü orada sizin istedikleriniz var).

Hz. Musa daha önce de onlara kasabaya girmelerini söylemişti. Göçebe hayattan kurtulup, yerleşik ve medenî hayatın yaşandığı şehre girmelerini is­temişti. Şimdi de, aradıkları şeylerin şehir hayatında olacağını onlara öğütle­mektedir. Şehir hayatına tepki göstermelerinin neticesinde zillet ve fakirliğe düşmüşler; Allah'ın gazabına uğramışlardır.

Dikkat edilirse, şehre inmemekle iki sosyolojik, bir tane de ilahî ceza ile karşı karşıya kaldılar. Ayette geçen zillet kavramı, şerefin zıddıdır. Şehre gi­rip medeniyetten nasibini alamayan insanlar şeref de kazanamazlar. Kendile­rini daima zelil kalmaya mahkûm ederler. Zillet kendiliğinden "meskenet"i getirecektir. Fakirlik manasına gelen bu kavram, çölde başıboş dolaşan in­sanların ayrılmaz vasfıdır. Yerleşik hayattan kaçanlar, bu zillet ve meskenet damgasını doğal olarak yiyeceklerdir. Göçebe bir toplum için şehir yani yer­leşik hayat, bir ideal olmalıdır. İstedikleri gıdalar, ancak yerleşik hayat saye­sinde elde edileceği için Hz. Musa onlara şehre yerleşmeyi önermiştir.

Zillet ve meskenet, Maide suresinde, (Onlar o yerde sersem ser­sem dolaşacaklardır) [Maide/26] şeklinde ifade edilmiştir. Sersemce dolaş­mak, hiçbir şey yapmadan, uğraşısı olmadan, daima muhtaç ve amaçsız bir halde, yani zelil ve meskenet içinde olmalarını ifade etmektedir. Vatansız, bayraksız ve yerleşik hayatın getirdiği sosyal müesseselerden yoksun bir halde yaşamak, zelil ve hakir olmanın ta kendisidir.

Bir yeri vatan edinmek, orada bir kültür oluşturmak, Allah'ın yarattığı tabiatı işlemek, Allah'ın nzık hazinesinden nasip alabilmek için çalışmak, ye­tişmekte olan çocuk ve gençlere daha zengin bilgiler sunmak ve medeniyet basamaklarına tırmanmak için bilgi üretip bilgiyi teknolojiye çevirmek, Allah'ı en çok hoşnut eden gayretler arasında yer almaktadır.

Bir peygamber ve bir eğitici olarak Hz. Musa, kavminden bunu yapmalarını istiyordu. Ama bir türlü onları şehir hayatına sokamıyor ve kendi hayatlarını kendilerinin kazanmasını temin edemiyordu. Dinî hayatın, en iyi şekilde yerleşik hayatta yaşanacağım bilen Hz. Musa, her ideali onların önüne sermiş ama beklenen neticeyi alamamıştır: "Allah'ın size yazdığı mukaddes yer" dedi, "zafer" dedi, "İstediğiniz gıdaları bulacaksınız" dedi, "affolacaksınız" dedi ama bir türlü ikna edemedi. İkna olmayışlarına, bir de Allah'ın verdiği nimeti küçümsemeleri eklenince, zillet ve meskenet damgasını yediler ve Allah'ın gazabına uğradılar. Allah Bakara/61 ayetinin sonunda, zillet, meskenet ve Allah'ın gazabına niçin uğradıklarını şöyle açıklamaktadır:

(Evet öyle oldu, çünkü Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öl­dürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyan ediyorlar ve aşın gidiyorlardı).

Allah, zilletin, meskenet ve gazabın sebeplerini dört maddede özetlemektedir:

1. Allah'ın ayetlerini inkar

Buradaki ayetler kutsal kitabın ayetleri olabileceği gibi, peygamberlerin gösterdiği mucizeler de olabilir. Allah'ın kudretini gösteren delillerini reddet­meleri manasını da ifade edebilir. Ya da, verdiği nimetlere, mesela taştan ikıttığı suya karşı nankörlük etmeleri manasına da alınabilir.

2. Haksız yere peygamberleri öldürmek

Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, İsrailoğullan'nın zillet ve meskenet dam­gasını yemeleri ve Allah'ın azabına uğramaları, sadece Hz. Musa'nın dönemin­le yaptıklarıyla kayıtlı değildir. Onlar, uzun bir süreçte, peygamberleri öldür­me fiilini de işlemişlerdir. Demek ki, pek çok peygamber gelmiş geçmiştir. Ne-n: kelimesinin ayette çoğul olarak yer alması, nesillerin geçtiğine delildir.

3. İsyan etmek

Allah'a ve peygamberine isyanın ağır bir şekilde cezalandırıldığını Kur'an'ın diğer ayetlerinde görüyoruz. Demek ki isyan, insanların Allah ve O'nun peygamberleriyle olan ilişkilerini bozmaktadır. Bir toplumda halkın kendi önderlerine, evlatların ise ana babalarına karşı isyan etmesi, toplumun düzenini bozmaktadır. Manevî ve sosyal boyutlarıyla isyan, Allah'ın en fazla buğzettiği şeydir. Allah, 5^'£5j1^j^&5-?5 (Küfrü, fışkı ve isyanı insanoğ­luna kötü göstermiştir). [Hucurât/7]

4. Haddi aşmak

İnsanların, Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmaları, emrettiklerini ise yap­mamaları, haddi aşma olarak nitelendirilmektedir. Aslında haddi aşma ile isyan arasında bir benzerlik vardır. İnsanlara zulmetmek, haklan çiğnemek, haddi aşma kavramının içine girmektedir.

Allah insanların haklarını düzenlerken, koyduğu sınırlar vardır. Bu sınır­lan aşıp başkasının haklannı çiğnemek ve aşın gitmek, Allah'ın sınınnı aş­mak demektir. Burada önemli olan nokta, Allah'ın geçmişteki olayları anla­tarak, geleceğe ışık tutması, gelecek nesilleri terbiye etmesidir. Bir topluma, zilletin, meskenetin ve gazabın nasıl geldiğinin analizini yapmak, oradaki be­lirleyici faktörleri tesbit edip öğretmektir. Allah'ın ayetlerini inkar, isyan, haddi aşmak ve peygamberleri hafife almak gibi eylemlerin aynı netice ile sonuçlanacağının bilgisini vermektir. Zillet, meskenet ve gazabın sebepleri­nin gösterilmesiyle, şunu öğretmektedir: Aynı sebepler aynı şartlar altında aynı neticeleri verir. Böylece Allah Teala, sosyal olgulann hangilerinin belir­leyici olduğunu (determinizm oluşturacağını) Kur'an'da anlatmıştır.

Geçmişte yaşanan bu olgular, günümüzdeki sosyal olayların çözümünde işe yanyorsa, bizi ilgilendiriyor demektir. İşte Allah, o olgular arasında se-bep-sonuç ilişkisini kurarak, yani analizini yaparak, bize hazır çözümler sun­maktadır. Sosyal olaylann nedenlerini bulmak veya eksen olan sebebi yaka­lamak, her zaman mümkün olmayabilir. Çünkü sosyal oluşumlar tek sebepli değillerdir. Onun için Allah, zillet, meskenet ve gazabın çok sebepli olduğu­nu beyan etmektedir. [84]

 

İnançlar Arası Müşterek Noktalar:

 

62. Kesinlikle, iman edenler, yahudi olanlar, hristiyan ve sâbiîler'den kim Allah'a, ahiret gününe inanıp, iyi amelde bulunursa, Rab'leri nezdinde onların mükafaatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacak­lardır.

Müfessirler bu ayetin tefsirinde hayli zorlanmışlar ve aralarında görüş farklılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

Ayette, Allah'a ve ahirete iman edip salih amel işleyenlere korku ve hüzün olmadığı bildirilmektedir. Peki yahudi, hristiyan ve sâbiîler'in korku ve endi­şeden uzak olmaları için, Hz. Muhammed'e inanmaları gerekli midir? Müfes-sirlerin tamamına yakını, Hz. Muhammed'e inanmayı şart koşmakta, Süley­man Ateş ise şöyle demektedir: "İslâm dinine girmese dahi Kur'an'ın Allah kelamı, Hz. Muhammed'in de hak peygamber olduğunu inkar etmemek la­zımdır".[85]

Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a imanın şart olduğunu ileri sürenlere şu so­ruları yöneltebiliriz: Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a inananlara Allah yahudi, hristiyan ve sabi der mi? Ayette peygambere iman yer almadığı halde, bu şar­tı koşmak mümkün mü? Allah, sadece Allah'a ve ahirete iman etmeyi zikret­tiği halde, Hz. Muhammed'e imanı niçin şart koşmadı? Acaba Allah'ın, bu ayetteki kastı nedir?

Bu sorulan şu şekilde ele almak ve cevaplandırmak mümkündür:

1. Bu ayet, Allah'ı ve ahireti inkar eden bir insanla, Allah'a ve ahirete ina­nan ve salih amel işleyen bir insanın aynı olmayacağı hükmünü koymakta­dır. Yahudi, hrstiyan ve sâbiî de olsa, bu inanç ilkelerini kabullenen ve yarar­lı iş yapan insanlarla, onları inkar edenlerin aynı değerlendirmeye tâbi tutu­lamayacağına işaret etmektedir.

2. Allah, bu dört grup arasında birtakım temel asgarî müştereklerin bulun­duğuna dikkat çekiyor ve bu müşterekler etrafında inanmayanlara karşı ina­nanları bir birlik oluşturmaya, yani inanç ve yararlı işler bakımından asgarî müşterekler kurmaya davet ediyor.

(Söyle onlara, "Ey kitap verilenler! Gelin aramızda müşterek olan bir kelime etrafında toplanalım. Yalnız Allah'a kulluk edelim. Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım. Allah'tan başka birbirimizi Rab edinmeyelim". Yine de yüz çe­virirlerse, "Bizim müslüman olduğumuza şahit olun" deyin). [Âl-i İmran/64]

3. Yahudi, hristiyan ve sâbiîler kitap ehlidir. Gerçek ilahî vahyin üç temel esası bunlarda da mevcuttur. Öyle ise bunlar da tevhid inancına sahip olanlar arasında yer alırlar. Ancak burada bir başka mesele karşımıza çıkmaktadır. Bu verdiğimiz hüküm Hz. Muhammed öncesi için geçerlidir. Kur'an ise evren­seldir. Onun bu evrenselliği dolayısıyle Hz. Muhammed sonrası, yahudi, hris­tiyan ve sâbiîler için de bu hüküm geçerli midir? Ayet, bizim bu yaptığımız zaman ayırımını yapmamaktadır. Ayetteki hüküm mutlaktır. Bu durumda an­cak şunu söyleyebiliriz: Allah, yahudi, hristiyan ve sâbiîlere müşriklerden farklı değer atfetmektedir. Bu hem bu dünya için böyledir, hem de ahiret için.

Şirke sapmadan tevhid inancına sahip olmak, farklı dinlere mensup insanla­rın etrafında toplanacakları müşterek esas olmalıdır. Allah Bakara/62'da buna iki şart daha ilave etmektedir: ahirete iman ve iyi amel.

Bakara suresinde ilk defa İsrailoğullan yerine, yahudi, nasârâ ve sâbiî kelimeleri kullanılmıştır. Şimdi bu kelimelerin anlamını inceleyebiliriz: [86]

 

Hâdû:

 

(Yahudi olanlar). [Bakara/62]

(hâdû) kelimesinin kaynağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürül­müştür:

a) Hâde-yehûdu-hevden, tevbe etmek manasına gelen kelimeden gelmek­tedir. İsrailoğullan buzağıya tapıp şirk koşmalarının büyük günah olduğunu anlayınca,  tevbe  ettiler.  Tevbe  ederken  kullandıkları  kelime,  yahudi

kelimesinin kaynağını teşkil etmiştir: "Bu dünyada da, öbür dünyada da iyilik takdir et bize!"

(Sana tevbe ederek yöneldik). [A'râf/156]

İşte bu tevbeyi yaptıkları için, İsrailoğullan, yahudi ismini almışlardır.[87]

b) İsrailoğullan, Hz. Yakûb'un en büyük oğlu olan Yehuda'dan geldikleri için, yahudi ismini almışlardır.[88]

c) Hz. Musa'nın dininden saptıkları için bu ismi almışlardır.[89]

d) Tevrat'ı okurken sallandıklarından yahudi ismini almışlardır.[90]

Sunulan bu ihtimallerden, birinciyi tercih ettiğimizi bildirmekte yarar var­dır. İsrailoğullan isminin yerine geçecek olan kavramın önemli bir değişimi ifade etmesi gerekiyor. Bulunduklan şirk batağının farkına vanp, tevhid inan­cına dönmek için tevbe etmeleri, çok büyük bir değişimi ifade etmektedir. Bu değişim, İsrailoğullan'mn yerini alacak kadar, önemli bir oluşumu temsil et­mekte ve bu sebeple ayette Yahudi olanlar şeklinde yer almaktadır. [91]

 

Nasârâ:

 

Hristiyanlann neden bu isimle amldıklan hakkında iki farklı açıklama ve görüş vardır:

a) Birbirleriyle yardımlaştıklan için bu adı almışlardır. Yardım severlikleri-ni peygamberlerine karşı da göstermişlerdir. Hz. İsa havarilerine (Allah yolunda bana yardım edecek olanlar kimlerdir?) [Âl-i İmrân/52, Saff/14] dediğinde havariler,   (Biz Allah'ın yolunun yar­dımcılarıyız) [Âl-i İmran/52, Saff/14] dediler. Hz. İsa'ya yardım ettikleri için nasrânî adım aldılar.[92]

b) Hz. İsa Nasıra kasabasından idi. Hristiyanlar, bu kasabaya nisbet edile­rek nasârâ diye anıldılar.[93]

Biz birinci görüşü tercih ediyoruz. Çünkü, nasara fiili, Allah'ın dinine yardım etmek gibi erdemli bir ameli tasvir etmektedir. Peygamberlerine Al­lah için yardım etmeleri, Kur'an'da anılmaktadır. Böylesi büyük bir erdemi ifade eden ameli, bu kavramın temeline koymayı tercih ediyoruz. [94]

 

Sâbiiler:

 

a) Sabit kelimesi, bir dinden çıkıp diğer bir dine giren kimse için söyle­nen sabe fiilinden gelmektedir. Müşrikler, Hz. Peygamber için bu kelimeyi kullanmışlardır. Çünkü onların dininden çıkıp İslâm'a girmiştir.[95]

b) Kitap ehlinden olan bir grubun adıdır. Zebur okurlar.[96]

c) Meleklere, yıldızlara tapan bir topluluk.

Biz, sâbiîlerin, Zebur okuyan ve Hz. Davud'un dinine mensup olan bir grubun adı olduğunu tercih ediyor; melek ve yıldızlara tapanların adı olduğu görüşünü reddediyoruz. Bu görüşe göre, yahudiler Musa'nın; nasraniler İsa'nın; sâbiîler ise Davud'un dinine mensup idiler. Ayetin başında yer alan, âmenû kelimesi de Hz. Muhammed'in dinine mensup olan müslümanlan ifade etmektedir.

Böylece ayet, dört kutsal kitaba mensup dinî grupları gündeme getirmiş­tir. Bu dört dine mensup gruplardan Allah üç önemli eylem beklemektedir. İlk ikisi imanla, sonuncusu da pratikle, yani amelle alakalıdır. Allah'a ve ahirete iman, aklın eylemini; iyi amel de davranışlardaki yararlılığı ifade et­mektedir. Allah ve ahirete iman, psikolojik yapıdaki dengeyi ve kaliteyi; iyi amel de davranışlardaki denge ve kaliteyi göstermektedir. Böylesine fikrî ve amelî olgunluğu gösteren insanlara, Allah şu ödülü sunmaktadır.

1. (Onlara korku yoktur).

Buradaki korkunun, hem dünya ve hem de ahiretle ilgili olduğunu söyle­mekte yarar vardır. Allah'a ve ahirete iman ile yararlı iş üretmek, dünya ha­yatının fert ve toplumlara getirdiği korku ve endişeyi ortadan kaldırır. Bu tip insanların, ailevî ve sosyal hayatlarında korku yoktur.

Diğer taraftan, bu insanların ahirette de korkulan olmayacaktır. Allah ve ahirete iman ile iyi amel, cehennem korkusuna karşı bir kalkan olacaktır. De­mek ki, iman ve amel korkusuzluğun kaynağıdır.

2. (Onlar mahzun da olmayacaklardır).

Korku ile hüzün, psikolojik duygulardır. Aralarındaki fark şudur: Korku duygusu insanda doğuştan vardır. Korku, Allah'ın insanları imtihan ederken kullandığı bir sorudur [Bakara/155]. Ama hüzün, doğuştan değil, sonradan meydana gelir. Manevî imtihanın sorusu da değildir. Hüzün, üzüntü, gam, keder, dert, zorluk, tasa manalarına gelmektedir.

İnsanların küfre koşmalarından Hz. Peygamber'in duyduğu üzüntü [Maide/41]; Hz. Yakub'un oğlu Yusuf u kaybetmesinden duyduğu gam [Yu­suf/64] ve geçim derdi [Fâtır/34] anlamında Kur'an'da yer almaktadır.

Demek ki, Allah'a ve ahirete inanan ve iyi işler yapanların bu dünyada ve ahirette üzüntüsü olmayacaktır. Onlar, geçim ve evlat derdini, halkın yanlışa koşmasının üzüntüsünü bu dünyada yaşamayacaklardır. Gerçek iman ile ya­rarlı amel, korkusuz ve gamsız bir dünya ve ahiret hayatını getirmektedir. Fert ve toplumların üstünden korku ve gamı kaldırma yolunun, iman ve iyi iş üretmekten geçtiğinin bilgisini veren bu ayet, eğitimin nereden başlayaca­ğını ve hangi değerleri öne çıkaracağını da göstermektedir.

Allah'a iman, insanda bir iç disiplini; ahirete iman, uzun vadeli düşünce­yi; iyi amel ise, faydalı iş üretmeyi temsil etmektedir.

Disiplinli bir psikolojik yapı, uzun vadeli düşünen ve proje üreten bir be­yin ve insanlığa yararlı olan bir davranış birleşince, korku ve gam kalır mı? Allah böylesine ortak oluşumlar beklemekte ve böylesine erdemli işlerin içinde olunmasını istemektedir. Müslüman, yahudi, hristiyan ve sâbiîler'den bu müşterek özelliklere sahip olanların, Hz. Âdem'den beri süregelen tevhid çizgisini korudukları takdirde, ahirette amel defterlerinin soldan verileceğine dair bir endişeleri de olmayacaktır.

Allah, bu erdeme ulaşanlara aynı ödülü vermekte korkusuzluğun ve kede­rin olmadığı bir dünya ve ahiret hayatına nasıl ulaşılacağının yolunu göster­mektedir. Bununla da, ferdî ve toplumsal olgunluğun doğacağı alanın müşte­rek yönlerinin görülmesi sayesinde elde edileceğine işaret etmektedir.

Farklı yönlerin öne çıkarılıp işlenmesi, zamanla bu inanç grupları arasın­daki ilişkileri karanlıklara gömerek, hayatı dehşet saçan bir kâbusa çevirir. Müslüman, yahudi (şirkten Allah'a dönen), nasranî (Allah için peygamberine yardım eden) ve sâbiî (Zebur okuyan) bu dört inanç grubunun, birbirlerinin farklı taraflarını değil, müşterek taraflarını görmeleri gerektiğine bu ayetle işaret eden Allah, ayrılığa, kavgaya ve zıtlaşmaya götüren yolu değil, aynı inanç ve değerler etrafında buluşmanın ilkelerini vermektedir.

Bu ortak eylemleri üretenler, artık kölelik psikolojisinden kurtulmuş, han­gi değerlere öncelik vereceklerini belirlemiş, maddî değerlere karşı doyum-suzluk gösterme seviyesizliğini üzerlerinden atmış, zillet ve meskenet endi­şesinden sıyrılacaklan bir düzeye yükselmiş olacaklardır.

Bu da korkusuz ve gamsız bir dünya ile ahireti beraberinde getirmiş olacaktır. [97]

 

Ahde Vefa:

 

63- 64. Hani sizden söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmış ve "Size verdiğimiz kitabın hükümlerine sımsıkı sarılın, içinde olanları hatırlayın ki, takvaya ulaşastnız" demiştik. Bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Allah'ın iyiliği ve mer­hameti üzerinizde olmasaydı, iflas etmiş olacaktınız.

Mîsâk, tür, kitap ve takva kelimeleri, 63. ayetin omurgasını oluşturmaktadır: [98]

 

Mîsâk:

 

Mîsâk kavramı, Tevrat'ta olanla amel etmek,[99] tasdik,[100] Tevrat'ta olanı ka­bul etmek,[101] ahd,[102] bir şeyi sağlam ve güvenilir kılmak, doğrulamak, antlaş­mayı resmiyete geçirmek, bir iş üzerinde antlaşıp karar vermek, emin bir şe­kilde işi ele almak, inanmak, güvenmek, bir şeyi bağlayacak ip, and, inanılıp güvenilen senet, delil anlamını ifade etmektedir.

Şimdi bu kavramın Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını açıklayabi­liriz: [103]

 

A. Sağlam:

 

Allah, misak kelimesinin (vuskâ) şeklindeki kalıbını iki ayette şu şekilde kullanmaktadır:

(Artık kim tâğut'u inkar edip, Al­lah'a iman ederse, kesinlikle o, kopmayan en sağlam kulpa yapışmış­tır). [Bakara/256]

(İyi davranışlar içinde, kendini tamamen Allah'a veren kişi, gerçekten en sağlam kulpa yapış­mışta Zaten bütün işlerin sonu Allah'a varır). [Lokman/22]

Her iki ayetin eksen konusu: Şirkten arınmış bir Allah inancı, kendini ta­mamen Allah'a vermek ve iyi davranışta bulunmaktır. Bunlar aynı zamanda insanın manevî yapısındaki sağlamlığı ifade etmektedir.

(vesak) kelimesinin müennesi, (vuskâ)dır. Mîsâk kelimesinin başka bir kalıbı olan bu kelime, sağlamlığı ifade eder. Bazı inanç ve eylem­ler, insanın tutunacağı, sarılacağı ve güç alacağı kuvvetler oluştururlar. Öyleyse mîsâk da böylesine sağlam bir antlaşmadır.

Böylece bu ayet hangi şartlar yerine gelirse, insanın sağlam bir kulpa ya­pışmış olacağına açıklık getirmektedir. [104]

 

B. Yemin, Güvence:

 

Bu manada Kur'an'da mevsık şeklinde geçmektedir. Kelime sıka manasın­da masdardır. Kendisine itimat edilen, yani güvenilen kesin ve sağlam söz demektir:

(Onu bana mutlaka getireceği­nize dair Allah adına bana kesin bir söz vermediğiniz takdirde, onu si­zinle beraber göndermeyeceğim). [Yusuf/66]

(Allah'tan sağlam bir söz). [Yusuf/66] ifadesi, aslında, Allah'ı şahit tutarak yemin etmek, güvenilir bir söz vermetir. [105]

 

C. Mükellef Tutmak:

 

(Hani sizden kesin bir söz almıştık). [Bakara/63]

Bu anlamıyla mîsâk Allah'ın kullarını mükellef tutmasını ifade etmektedir.

Bu ayetin devamında, yapılan antlaşmanın maddeleri sayılmaktadır. Yapı­lan bir antlaşma, karşı tarafa birtakım sorumluluklar yüklemektedir.

Demek ki, antlaşmayı yapan taraflardan biri Allah ise, sorumluluk yüklü­yor demektir. Çünkü kul Allah'a sorumluluk yükleyemez. [106]

 

D. Söz:

 

Peygamberlerinden yapmaları gereken şeylerin sözünü alırken, Yüce Al­lah'ın, bu kavramı kullandığına şahit oluyoruz:

(Hani Allah, peygamberlerden, 'Ben size kitab ve hikmet verdikten sonra, nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz' diye söz almıştı). [Âl-i İmran/81]

Ayette geçen (mîsâk) kelimesi, söz anlamına gelmektedir. [107]

 

E. Antlaşma:

 

İki toplum arasında belli konular üzerinde yapılan antlaşmaya da mîsâk denir:

(Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar). [Nisa/90]

Nisa/92'de de aynı manada geçmektedir.

Sağlam olan, güvence veren, sorumluluk yükleyen, söz veren manala­rını kendinde toplayan mîsâk kelimesi, sağlam antlaşma manasına gelir. Bu antlaşma, Allah ile kul arasında olabileceği gibi, kul ile kul arasında da olabilir. Bakara/63'de de, mükellef tutma anlamında, söz almak manasını ifade etmektedir. Böylece insanların kendi aralarında yaptıkları antlaşma­ların, bir bakıma, ilahî eylemin yeryüzüne inmesi olduğunu anlamış olu­yoruz. [108]

 

Tûr:

 

 (Tûr'u üstünüze kaldırdık). Aynı mana, fakat başka kelimelerle başka bir ayette de yer almaktadır:

(Bir zaman dağı, sanki bir gölgelik gi­bi onların üzerine kaldırmıştık da üzerlerine düşecek sanmışlardı). [A'râf/171]

İkinci ayete göre dağın kaldırılışı, fizikî olarak gerçekleşmiştir. Gölge ve düşecek zannettikleri ifadeleri bu olguya delildir. Bakara/63'de tür, A'râf/171'de cebel (dağ) kavranılan yer almaktadır. Bakara/63'de gölge ve düşme kelimeleri yoktur. Onun için A'râf/171 ayetiyle tefsir etmek mecburiyetin­deyiz.

Dağın (tûr'un) onların üzerine kaldırılışı, korkutmak manasına alınmama­lıdır. Gölge tabiri, bunun iyi manada yorumlanmasına yol vermektedir. Ama bu olgunun bir tehdit oluşturabileceği de bir gerçektir. Ancak müfessirlerin bir kısmı, tehdit anlamında değerlendirmişlerdir.

Tûr (dağ) kavramının, İsrailoğullan'nın hayatında çok önemli bir yeri var­dır.

(Tûr), Kur'an'da 52. surenin adıdır.

Fiil olarak ilerletmek, tekamül ettirmek, terakki etmek, yüceltmek, değiş­tirmek, geliştirmek, bir halden bir hale geçme manalarına gelmekte, tavr ola­rak alınırsa hal, vaziyet, durum, sınır, merhale, mertebe, safha anlamını ifade etmektedir. Özel anlamda tûr, Sînâ dağı manasında kullanılmaktadır.

Tûr kelimesi Kur'an'da şu manalara gelmektedir: [109]

 

1. Halden Hale Geçirmek:

 

Çeşitli değişim merhalelerinden geçirip yaratma olayını etvâr kelimesiyle ifade edilmektedir:

(Oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır). [Nur/14]

Bu manadan hareket ederek şu genellemeyi yapabiliriz: Tûr (dağ) çeşitli şekillere girebilen, insanlığın eğitimi için çeşitli mesajların alındığı -durağan bir yer değil- dinamik bir oluşumun fizikî görüntülerinin adıdır.

İnsanın yaratılışındaki değişim şekilleri ile tûr'un değişim şekilleri arasın­da bir bağlantı vardır. İnsan, eğitilip halden hale geçirilip olgunlaşınca, tûr (dağ) gibi yücelere ermektedir.

Tûr, İsrailoğullan'nı halden hale geçirip olgunlaştıracak ilahî ışığın ve me­sajların geldiği ve öğretildiği yerin adı olduğu için, bir bakıma bir okuldur. Hira mağarası müslümanlar için ne ifade ediyor ise, Tûr dağı da İsrailoğulla-n için onu ifade etmektedir. [110]

 

2. Allah'ın Musa İle Konuştuğu Yer:

 

(Biz Musa'ya, tûr'un sağ tarafından seslenmiş, kendisi ile gizlice konuşmak için, onu kendimize yaklaştırmıştık).

[Meryem/52]

Allah'ın Hz. Musa ile gizlice konuştuğu ve hükümlerini ona öğrettiği bir okul durumunda olan tûr, insanı yücelten ilahî bilginin verildiği; insanı Al­lah'a yaklaştıran öğretimin yapıldığı bir mekandır[111].

 

3. İsrailoğulları'na Kudret Helvası Ve Bıldırcın Verildiği Yer

 

(Ey İsrailoğulla-n, sizi gerçekten düşmanınızdan kurtardık, Tûr'un sağından getirdik ve size kudret helvasıyla bıldırcın indirdik). [Taha/80]

Firavun'un zulmünden kurtulup Sînâ çölü'ne girdiklerinde, Musa'dan ye­mek istediler. Allah onlara, bıldırcın ve kudret helvası gönderdi. İşte bu ol­gunun gerçekleştiği yer, Tûr'un sağ tarafıydı. Demek ki Tûr'un sağ yanı, hem İsrailoğulları'nın beynini ve gönlünü, hem de midelerini doyuran bir merkez olmuştur. İlahî mesajla beyin ve gönüllerini, gıda ile de midelerini tatmin et­miştir. İki önemli nimetin İsrailoğullan'na sunulduğu bu yerin, kutsal bir yer olduğu anlaşılmaktadır. [112]

 

4. Musa'nın İlahî Nuru Gördüğü Yer:

 

(Musa, çalışma süresi bitip ailesiyle yola çıktığında, dağın bir tarafında bir ateş gördü; ailesine; 'Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber ya da ısınmanız için bir kor parçası getiririm' dedi). [Kasas/29]

Musa'nın gördüğü o ateş, Allah'ın mesajını vereceği bir ışık idi. Orası, Hz.Musa'nın, asâ ile ellerinin ışık gibi parlaması mucizelerini aldığı yer ol­muştur. [Kasas/30, 32] [113]

 

5. Gıda Olan Ağacın Yetiştiği Yer:

 

(Bir de, Tûr-i Sînâ'da yetişen bir ağaç mey­dana getirmişiz, hem yağ verir, hem de yiyenlere katık olacak zeytin). [Mü'minûn/20]

Sînâ çölü'ndeki Tûr-i Sînâ'nın, insanlığın beslenmesine katkısı olan, önemli bir ziraat ürününün yetiştiği bir yer olduğunu bizzat Allah söylemek­tedir. Orası, manevî oluşumların yeri olduğu kadar, ekonomik menfaatlerin de temin edildiği bir mekandır.

6. Allah'ın Yemin Ettiği Önemli Bir Mekan:

 

(Tûr'a yemîn ederim). [Tûr/1]

Allah Tûr suresine, Tûr'a yemin ederek başlamaktadır. Tîn/2'de de aynı yemin yer almaktadır.

Tûr'u, dinler tarihi için önemli oluşumların gerçekleştiği bir öğretim mer­kezi olarak nitelendirmek gerekmektedir. Halden hale geçen, çeşitli oluşum­lara ev sahipliği eden Tûr, ilahî vahyin tecelli ettiği, ilahî nurun fışkırdığı ve insanların hem manevî, hem de maddî açlıklarının doyuma ulaştığı bir okul­dur. İsrailoğullan'nın eğitildiği, doyurulduğu ve olgunlaştırıldığı bu okul, Kur'an'da kitapla yan yana zikredilmektedir. Tûr, bir kitap okuludur. Başka bir ifadeyle, kitabı merkeze alan bir okuldur.

Acaba, (ve refa'nâkumu't-tûr) ibaresine, "Sizin şerefinizi Tûr kadar yücelttik" manası verilebilir mi? Çünkü "i'} (fevka) kelimesinin ken­disinden geldiği jb (faka) kelimesi, şerefte ütünlük manasını ifade etmektedir. Bu mana çok uzak görünmekle beraber, düşünülmesinde yarar vardır. O zaman Tûr, kat kat manasına gelir ve "Sizin şerefinizi kat kat yücelttik" demek olur. Bu manada Tûr'dan gelen mesajlar, İsrailoğullan'nın şerefini Tûr kadar yüceltmiştir. Demek ki Tûr, insanlığın ulaşacağı şerefin yüceliğinin simgesidir.

(Size verdiğimize sıkıca sarılın).

Ayetin bu kısmı, Allah'ın Tûr'da, İsrailoğullan'na gönderdiği mesajı öğ­renmelerini ona sahip çıkmalarını emretmektedir. Böylece verilen ilahî bilgi­ye sahip çıkmak, ona alaka göstermek ve ona layık olan değeri vermek em­ri, bilginin ne derece önemli ve kutsal olduğuna işaret etmektedir.

(Kitapta olanı düşününüz).

Allah kutsal kitabını bir tarafa konsun, duvara asılsın ve anlamadan, tat­bik edilmeden okunsun diye göndermemiştir. Oradaki mesajların üzerinde düşünmek ve onları anlayıp insanlara anlatmak mü'minlerin takvalarım art­tıracaktır. Ayetin bu kısmı, (Andolsun biz Kur'an'ı düşü­nenler için kolaylaştırdık, düşünen var mı?) [Kamer/17] ayetine denk düşmektedir. Allah İsrailoğulları'ndan, Tevrat üzerinde düşünmelerini isterken,

müslümanlardan da Kur'an üzerinde düşünmelerini talep etmektedir.

(Umulur ki, korunursunuz).

Allah'a verdiği sözü yerine getirmek, gelişmek için değişim merhalelerini geçmek, kutsal kitaba gerekli değeri verip, ondaki mesajları düşünmek ve ha­yata geçirmek, ferdî ve toplumsal bağışıklık sistemini ayakta tutacaktır. Baş­ka bir ifadeyle, toplumları kötülüğe karşı koruyacak ve insanlara iyi ile kö­tüyü ayırma kapasitesi kazandıracaktır. İşte bu oluşumlar, toplumları ayakta tutan, yaşatan ve gelecek nesillere gıda olarak bırakılacak olan kültürün ma­yasını teşkil etmektedir.

İsrailoğulları'na verilen, Size verdiğime sıkıca sarılın, ondakileri düşünün emri, yerine getirdikleri vakit Tûr gibi yüce bir ruha sahip olacaklarını, aksi takdirde Tûr'un üzerlerine devrileceğini, altında ezileceklerini ima etmektedir.

(Ardından yine dönmüştünüz).

İsrailoğullan verdikleri söze ve Allah'ın onlardan istediklerine sırtlarını döndüler. Olgunlaşmayan, söz vermenin ne anlama geldiğini, ellerindeki ki­tabın değerini ve düşünmenin önemini kavrayamayanlar, kendilerini olgun­laştıracak ve yüceltecek değerlere kolaylıkla sırtlarını dönebilirler. Baka-ra/64'den alınan yukarıdaki kısım, böylesine yanlış bir davranışı gündeme getirmektedir. Verdiği söze, kitaba, düşünceye ve takvaya sırtını dönmek, in­san olmaktan çıkışa doğru giden yolun başlangıcını ifade etmektedir.

(Allah'ın size iyiliği ve merhameti olmasaydı...)

Ayette iki önemli kavram yer almaktadır: [114]

 

Allah'ın Fazlı:

 

Fazilet kavramı, Allah ile bir araya gelince Allah'ın lütfü manasına gelir. Buradaki lütuf, sözlerinden dönmelerine ve Allah'ın emirlerinden yüz çevir­melerine karşılık, Allah'ın İsrailoğullan'nı cezalandırmamasıdır. [115]

 

Allah'ın Rahmeti:

 

Bu kavram, merhamet, affetmek, bağışlamak, esirgemek manalarına gel­mektedir. Allah'ın rahmeti, acıması, affı ve esirgemesidir. İyilik, peşinden ge­len bağışlamakla pekişmektedir. Allah'ın lütfü ile esirgemesi bir araya gelin­ce ziyana uğramaktan kurtulmuşlardır: [116]

 

Hüsran:

 

(Elbette ziyana uğrayanlardan olurdunuz).

Husr kelmesi, helak olmak, aldanmak, sapıtmak, iyilikten uzaklaşmak, al­çaklık manalarına gelir.

(Bununla beraber, nefsimi temize çıkar­mıyorum. Zira nefis kötülüğü emreder. Sadece Rabbimin acıyıp ko­ruduğu nefis müstesna). [Yusuf/53]

Demek ki Allah'ın rahmeti, koruyucu bir özelliğe sahiptir. Yüzçevirmeleri sebebiyle İsrailoğullan'm helak olmaktan, Allah'ın merhameti kurtarmıştır.

Bu durum bize, insanların yaptığı hataların hepsini cezalandırmanın yan­lış olacağını, bazen yanlışa karşı iyilik yapma ve acımanın, dönüş için daha faydalı olacağını öğretmektedir. İşlenen suçların hemen cezalandırılması, beklenen pedagojik neticeyi vermeyebilir. Suçlara karşı sabırlı davranmak, beklenti içinde olmak, belki daha iyi neticeye götürebilir. Allah, İsrailoğulla-n'na bu ilkeyi vermekte ve onun pratiğini de göstermektedir. Böylece, iyilik ve merhametin, eğitim için daha verimli bir yöntem olduğu anlaşılmaktadır. [117]

 

Yasağı Çiğnemenin Karşılığı:

 

65. İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbet­te bilirsiniz, işte bundan dolayı onlara: Aşağılık maymun­lar olun, dedik.

Cumartesi günü (sebt) İsrailoğullan'nın hayatında çok ilginç bir dönüm noktasıdır:

Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumar­tesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü, cumartesi günü tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi ta­tili yapmadıkları günde gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından do­layı onları imtihan ediyorduk. [A'râf/163]

Cumartesi günü, İsrailoğullan'nın dinlenme günüydü ve o günü kutsal saymaları, Allah tarafından emredilmiş ve denizde balık avlamaları yasak­lanmıştı. Balıklar cumartesi günü kıyıya yaklaşıyor ve deniz balıklarla kap­lanmış oluyordu. Onlar hile yaparak, kıyıdan karaya doğru kanallar açarak, balıklan havuzlara çekip avlanmaya başladılar. İşte bu davranış biçimi, Al­lah'ın yasağını çiğnemekten başka bir şey değildi.

(İşte biz de onlara, "Aşağılık maymunlar olun" dedik).

Burada sorulması gereken soru şudur: O kasaba halkı gerçekten biyolojik manada maymuna dönüştüler mi? Yoksa manen maymun seviyesine mi indiler? Dış görünüş itibariyle maymuna dönüşme olayına mesh denmektedir. Fah-ruddîn Râzî ve onun yolunu izleyen Elmahlı Hamdi Yazır, iki farklı görüş nak­letmektedirler. Râzî, iki görüşten birinin lehine tercihini kullanmadığı halde, Elmalılı Hamdi Yazır, manevî olduğu görüşünü benimsediğini hissettirmektedir.

Mücâhid, bu değişimin zahirî değil, psikolojik olduğuna dikkat çekmek­tedir. Tıpkı, (Ağır kitapları taşıyan eşekler gibi) [Cuma/5] ayetinde olduğu gibi.[118]

Başka bir ayette, maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerden ve bunların Tâğut'a tapmalarından bahsedilmektedir.

De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâgut'a tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, durumu daha kötü olan ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır". [Maide/60]

Namaza çağrı olsun diye okunan ezanı alay ve oyuncak edinen, iman et­tikleri için müslümanlardan intikam almaya kalkan kitap ehline, daha önce bu tarz davrananların maymunlar, domuzlar ve tâgut'a tapanlar olduklarını örnek olarak göstermektedir.

İnsan, fizikî ya da psikolojik olarak, maymun ve domuza dönüşünce sorum­luluk ortadan kalkmıyor mu? Aynı suçu işlemiş olan insanların beden olarak bir kısmının maymun, bir kısmının domuz olması, diğer bir kısmının da tâgut'a tapması, ne ile açıklanabilir? Kur'an'ın bir başka ayetinde, kalpleriyle anlama­yan, gözleriyle görmeyen ve kulaklarıyla işitmeyenlerin ayaklı hayvan gibi olduklarına işaret edilmektedir [A'râf/179]. Bu ayetin ışığında, bütün bu oluşum­ların, fizikî manada gerçekleştiğini söylememiz mümkün müdür?

(Ey kitap ehli! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları ashab-ı sebt gibi lanetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indirdğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir). [Nisa/47]

Sebt ashabına lanet edildiğini ifade eden bu ayet, yüzlerin kafanın arkası­na döndürülebileceğine de işaret etmektedir. Ayette geçen lanet ile, İsrailo-ğullan'ndan bir topluluğun cumartesi günü balık tutmaları nedeniyle maymu­na dönüşmesi mi kasdedilmiştir? Kur'an'a inanmayanların, yüzleri fizikî ola­rak silinip kafalarının arkasına mı dönecektir? Bunları birer manevî değer kaybediş şeklinde yorumlayamaz mıyız? Elbette ki Allah her şeyi yapabilir. Ama bu durum, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Bu ayet­lerden şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. (Andolsun ki bildiniz).

Râzî şöyle diyor: "Bu, Hz. Muhammed zamanındaki yahudilere bir hitap gi­bidir. Hiçbir şey okumamış, yazmamış ve herhangi bir milletle beraber bulunup ders almamış bir ümmî olan Hz. Muhammed'in bu olayı onlara haber vermesi, bu olayı ancak vahiy yolu ile öğrendiğini gösterir".[119]

Andolsun ki bildiniz ibaresi, Kur'an'ı Hz. Peygamber'in yazmadığının kanıtıdır.

2. Kur'an, geçmiş dönemlerde Allah'ın yasaklarını çiğneyenlerin başına gelenleri anlatarak, Hz. Peygamber zamanındaki yahudilerin Kur'an'a karşı olumsuz tavır takınmamalarını istemektedir.[120]

Zaten, bir sonraki ayette Allah bunu dile getirmektedir:

 bunu, hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de bir öğüt vesilesi kıldık). [Bakara/66]

Allah Kur'an'da, problemlerin çözümüne yaramayan bir olayı anlatma­mıştır. Yüce Allah, cumartesi konusunda o devrin yahudiler'nin yaptığı ha­tayı Hz. Muhammed dönemindeki yahudilerin yapmaması için şu kanunu koymaktadır:

Ey kitap verilenler, yanınızdaki kitabı tasdik edici olarak indirdiğimize, biz bazı yüzleri silip belirsiz ederek enselerine çevirmeden, yahut onları, ashâb-ı sebt gibi lanetlemeden önce iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir). [Nisa/47]

Yaşanan bir dinî tecrübenin gelecekteki nesillere ışık tutması, onları disip­line etmesi ve onların Allah'ın emirlerine karşı takınacakları tavırlara rehber­lik etmesi, en önemli metotlardan birini teşkil etmektedir.

3. Aslında bu olgu, insanlığa av yasağının önemini öğretmektedir. Tabiat­taki ekolojik dengeyi bozmamak için av zamanını iyi ayarlamak gerekiyor. Cumartesi balık avlama yasağını günümüze aktarınca, deniz hayvanlarım za­mansız avlama yasağının konmasının evrensel kanunu haline gelmektedir. (Haksız  yere  bir  cana  kıymak  haramdır). [Furkan/68]

Ayette kullanılan nefs (can) kavramı, insan, hayvan ve bitkiyi de içine al­maktadır. Allah'ın avlanmayı yasakladığı bir zamanda balık tutmak, bir cana haksız yere kıymaktır. Diğer taraftan bu ayet bize şunu da öğretmektedir: Hayvanların da belli bir zaman diliminde hayat haklan vardır. Türlerinin ya­şaması için onların hayat haklarına tecavüz etmek zulümdür. Üreme zamanı­na kadar hayvanların yaşama haklarına saygı gösterme kültürü, bir toplumun medenileşme konusunda katettiği mesafenin göstergesi olmaktadır. Böyle bir kültürden yoksun olunması halinde, zamansız avlanma, hayvanların türleri­nin çoğalmasını engelleyecektir. Demek ki, insanların beslenme ihtiyacından önce, ekolojik denge ve hayvanların yaşama hakkı gelmektedir. Ekolojik dengeyi korumak, tabiata saygının bir işaretidir. Böylece Allah, ekolojik den­geyi korumak, hayvanların yaşama hakkına saygı duymak gibi önemli bir eğitimi gerçekleştirebilmek için, konuyu dinin sınırlan içine almıştır. Bu ko­nuya ne denli önem verdiğini göstermek için de, yasaklan arasında ona da yer vermiş, o yasağı çiğneyenlere bu cezalan uygulamıştır.

İşte belli zamanlarda avlanmamak fiili, dünyada av yasağı düşüncesini geliştirmiş ve yaymıştır.

4. Allah'ın emrini çiğneyerek haksız yere cana kıyan kimse, ancak hayvan Mur. Onun için ayetin sonunda şöyle buyurmaktadır:

(İşte biz onlara hor ve zelil maymunlar olun, dedik).

Çünkü hayvan yasaktan anlamaz, haram-helal bilmez. Allah'ın haram saldığı bir zamanda avlanma yasağını çiğneyen ve ondaki kudsiyeti anlama­yan insan, olsa olsa hayvan olur. Bu sebepten ötürü, Allah da onlara, may­mun olun demiştir.

5. Konan yasağı çiğnemenin cezası, hor ve zelil olmaktır, (hâsi'în) zelil, uzaklaştırılmış, kovulmuş manalarına gelmekte, bu tip insanlara, toplum­dan tecrit edilme cezası verilmesinin uygun olduğunu göstermektedir. Toplumun bu insanları kınaması, onları dışlaması, en büyük cezalardan biridir.

6. Böylece Bakara/65 ayeti, av yasağını çiğneyenlere nasıl bir ceza veri­leceğine de ışık tutmakta ve ceza hukuku bakımından çok önemli bir öğreti­yi gündeme getirmektedir. Toplumun bu tip insanları hayvan gibi görmesi, hayvanlardan uzak durur gibi onlardan uzak durması, onları horlaması kadar etkili bir ceza olur mu? İşte Allah, kendisinin onları böyle gördüğünü bu ayet­te bize anlatmış ve bizim de onlara o gözle bakmamızı önermiştir. [121]

 

Ceza Caydırıcı Ve Eğitici Olmalıdır:

 

66. Biz bu cezayı, bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de bir öğüt vesilesi kıldık.

Eğitimde ceza konusunda çok ilginç ilkeleri bağnnda barındıran bu ayet, iki kısma ayrılarak açıklanacaktır. Birinci kısmı, normal anlayış ve davranış­ta olan insanlar için, ikincisi de muttakiler için bu ayetin neyi amaçladığıdır.

Özellikle ayet şuna dikkat çekmektedir. Verilen cezadan, farklı yapıya sahip olanlar, farklı ibret ve dersler alacaklardır. Bir tecrübeden, herkes aynı neticeyi çıkartamaz ve aynı dersi alamaz. Ayette bu farklılığı gösteren iki kavram yer almaktadır. Bu kavramları açıklayarak, ayetin eğitimle ilgili prensiplerini çıkaracağız. [122]

 

Nekal Kelimesi:

 

(nekele), çekilmek, ürkmek, geri gelmek, vazgeçmek, bir şeyi yap­maktan çekinmek, davadan vazgeçmek, ibret almak, cezalandırmak, bir ders vermek, eziyet etmek, işkence yapmak, nefret uyandırmak, geriye itmek, uzakta tutmak, yıldırmak manalarına gelmektedir.

(nikl)den alınırsa, bukağı, engel, el veya ayak zinciri ve bağ;  (ne-kâl)den, örnek, ceza, uyaran örnek manalarına gelmektedir.

Bu kavram, başka ayetlerde de geçmekte ve şu manalara gelmektedir: [123]

 

A) Boyunduruk:

 

(Şüphesiz bizim yanımızda boyunduruklar var). (Müzzemmil/12]

Ayetteki enkâl kelimesi, nekel kelimesinin çoğulu olup bukağı, zincir, ke­lepçe ve boyunduruk demektir. Râzî bu ayete şu yorumu getirmektedir: "Nefsin, bedenî lezzetler ve cismanî bağlarda zincirli kalmaya devam etme­sinden ibarettir".[124]

 

B) İbret:

 

(Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret almak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir). [Maide/38]

Ayette yer alan nekâl kelimesi, ibret manasına gelmektedir. Uygulanacak cezanın cay dinci olmasına işaret eden bu ayette, ibret manasına nekâl keli­mesi kullanılmaktadır.

(Artık Allah yolunda savaş. Sen kendinden sorumlusun. Mü'minleri de teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin gücünü tarar. Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir). [Nisa/84]

Allah onu, dünya ve ahiret azabı ile cezalandırdı. [Nâziât/25][125]

 

C) Azap, Ceza:

 

Dikkat edilecek olursa birinci ayette tenkîlâ, ikinci ayette nekâl olarak geçmektedir. Tenkîlâ'ya azap; nekâl'e ceza rnanası verilebilir. Derinlemesine düşünüldüğünde, aynı manaya geldikleri anlaşılır.

Bakara/66'deki nekâl kelimesiyle, 65. ayette ifade edilen yasak günde balık avlamanın cezası olarak maymun çevirilme kasdedilmektedir. Ama aynı zaman­da bu kelime, bu cezanın, gelmiş ve gelecek nesillere bir ibret olacağım da ifade etmektedir:

(Hem o dönem halkına ve hem de gelecek nesillere o cezayı ibret kıldık). [Bakara/66]

Allah bazı kimselerin işlediği günahı cezalandırırken, cezanın eğitici yö­nünü hedef aldığını bu ayette bildirmektedir. Bir ceza, gelecek nesilleri ve o cezayı görenleri aynı davranışları yapmaktan caydırıcı bir işleve sahiptir, cezanın nesiller boyu devam etmesi, etkinliğini sürdürmesi ve kalıcı olması, onun daha çok eğitim için uygulandığına işaret eder. Geçmiş nesillerin başın­dan geçen olumsuz tecrübeler, gelecek nesilleri yönlendiren en güçlü rehber­ler olabilirler. Nekâlm (verilen ibret mesajının), umumî olduğu bir gerçektir. Hem ceza, hem de ibret aynı kelimeden çıktığı için, bir tehdidi de hatırlat­maktadır.

(Muttakiler için bir öğüt kaldık).

Normal insanlara ibret, takva sahiplerine ise öğüt olması bize şunu öğret­en

mektedir: Bir cezanın veya tecrübenin diğer insanlara bırakacağı etki, o in­sanların manevî yapısına göre değişecektir. Maymuna dönüşme olgusunun, birileri için nekâl, diğerleri için de mevize olması, bir olgudan insanların eği­tim açısından farklı etkileneceğine işaret etmektedir. Bu farklılığı belirleyen şeyin insanın psikolojisi olduğu gerçeği ise, izahtan varestedir. Muttakiler, basiret sahibi olduklarından bu tip cezalar, onlar için öğüt, ruhî olgunluğa sa­hip olmayanlar için de bir tehdittir. Böylece suç işlemeye temayüllü olan in­sanlar ile, suç işlemekten korunmuş olan muttakilerin aynı olaydan farklı bir etkilenme sürecine girebilecekleri anlaşılmaktadır. [126]

 

Şirkten Korunma Yolları:

 

67. Musa kavmine, 'Allah size bir inek kesmenizi emredi­yor' demişti. 'Bizimle alay mı ediyorsun?' dediler. O da câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım' dedi.

Allah'ın İsrailoğullan'na inek kesmelerini niçin emrettiğinin cevabını 72. ve 73. ayetlerde buluyoruz:

Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, onun hakkında birbirinizle atışmışünız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. 'Haydi, şimdi öldü­rülen adama, kesilen ineğin bir parçasıyla vurun' dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir. [Bakara/72-73]

İsrailoğullan'ndan çocuğu olmayan bir adam vardı. Tek vârisi, kardeşinin oğlu idi. Yeğeni, amcasının malına el koyabilmek için onu öldürdü ve gece­leyin sırtına alıp gizlice başka birinin kapısına koydu. Ertesi gün, amcasının o kişi tarafından öldürüldüğünü iddia etti. Bir taraftan amcasının mirasına konmayı, diğer taraftan da o adamdan diyet almayı hesaplıyordu. İftira ettiği adam bu suçu kabul etmedi. Kavga büyümeden Hz. Musa'ya başvurdular. Va­hiy gereği, Hz. Musa da bir inek kesmelerini ve onun bir parçasıyla ölüye vurmalarını söyledi. Allah'ın belirlediği ineği bulup kestiler ve onun bir par­çasıyla ölüye vurdular ve ölü dirildi.[127]

Katilin bulunması için ineğin kesilmesinin başka bir amacı vardır. Baka­ra/51 'de, İsrailoğullan'nın Hz. Musa'nın ardından buzağıya tapındıkları anla­tılmaktadır. Allah'tan başkasına tanrılık payesi vermek şirk olduğundan, tan­rılarını boğazlamadan ölünün dirilmeyeceğine dikkat çekilmektedir. Bize gö­re buradaki ölü, şirke sapan gönüldür. Başka bir ifadeyle, şirk insan gönlünü öldürmektedir. Onların gönlünü diriltmek için, taptıkları inek tanrısının öldü­rülmesi, yani şirkin ortadan kalkması gerekiyordu. Allah'tan başka edindikleri tanrılarını boğazlayınca, tevhid inancı gönüllerine aktı ve o gönüller dirildi.

Onun için Allah onlara inek kesmelerini emretmiştir:

(Çünkü inkarlan yüzünden buzağı sevgisi kalblerinin cidanna işlemişti). [Bakara/93]

Allah, iliklerine kadar işleyen buzağı sevgisini gönüllerinden çıkarmak için onlara inek kesmelerini emretmiştir. Burada dikkat edilecek bir husus vardır: Yüce Allah, tanrı edindikleri buzağıyı bizzat kendilerine kestirmekle, buzağının tanrı olamayacağını onlara göstermek istemiştir.

Ancak onlar bunu garip karşıladılar:

(Bizimle alay mı ediyorsun, dediler).

İnekle ölünün dirilmesi arasındaki bağlantıyı kuramıyor ve kutsal saydık­ları varlığın kesilmesini istemiyorlardı.

Şirk insanın gönlüne bir ölü toprağı serpmekte, insan gönlünü öldürmek­tedir. Şirkin insanlık boyutu çok acı psikolojik oluşumlarla kavga haline dö­nüşmektedir, iman sorunu çıkaranlar, insanlık sorunlarını çözümsüz hale ge­tirmekte, insanların inançlarını kirletmektedirler. Kirlenen gönüllerden sağ­lıklı ve an-duru fikirlerin çıkması mümkün olmamaktadır. Eğitim sistemleri, insanların gönlündeki şirk unsurlarını ortadan kaldıracak öğretiler ortaya koymalıdırlar. İslâm'daki kurban, gönüllerdeki şirkin ölümünü temsil etmeli­dir. Kurban, şirkin gönüllerden sökülüp atılması niyetiyle kesilmelidir. Kur­ban, Allah'tan başka tanrıların kurban edilişidir. Gönüllere canlılık getirme faaliyeti olan eğitim, gönüllere tek tanrı inancının dönmesini sağlamalıdır.

Bizimle alay mı ediyorsun? ifadeleri, gönüllerinde kanserleşmiş ur haline gelen şirke dokunmakla meydana gelen feryatlarından başka bir şey değildir. Doktorun hasta organa dokunmasıyla, hastanın âh etmesi gibi; Allah'ın hasta gönüllerine dokunacak bir emri vermesiyle onlar da hayret ve şaşkınlık için­de bu tepkiyi göstermişlerdir.

Ayette, karşılıklı etkileşim olgusuna da şahit oluyoruz. Bu etki, karşı bir tepki uyandırıyorsa, orada faaliyet başlamış demektir. Eğitim bir etkileşim olgusu olduğuna göre, ilahî emrin bir tepki ile karşılanması, o emrin ne ka­dar etkili olduğunu gösterir.

(Musa, "Câhillerden olmaktan Allah'a sağrnınm" dedi).

Alay ile cehalet arasında bir ilişki vardır. Hz. Musa onların, Alay mı edi­yorsun? sözünü, cehalet ile yorumlamıştır. İnsanlarla alay etmek büyük bir günahtır, onun için Hz. Musa, cehalet ifadesini kullanmıştır. Bakara/14'de, insanlara çifte standart uygulayan münafıkların davranışları arasında yer alan alay, sosyal hayatın manevî hastalıklarından biridir. Hz. Musa'nın ifadesi, şu manaya gelmektedir: "Alay etmekten Allah'a sığınırım".

Bilen insanlar, olgun olduklarından dolayı, insanlarla alay etmezler. Hucu-rât/11'de, insanlarla alay etmenin tevbe edilmesi gereken bir günah olduğu vurgulanmakta ve bu günahtan dolayı tevbe etmeyenlerin zalim olduğuna dik­kat çekilmektedir. İnsanları küçümseyerek alay edenler, ham ruhlu insanlardır.

İşte Hz. Musa bu hareketi cehalet olarak isimlendirmektedir O, böyle kötü bir ahlaktan sıyrılmak çok zor olduğu için, Allah’a sığınmıştır. Böylece Allah, Hz. Musa’nın Allah’a sığınma şeklindeki tavrını bir eğitim olgusu olarak bize aktarmaktadır. [128]

 

İneğin Özellikleri Ve İşin Zorlaştırılması:

 

68-71- “Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın” dediler. Musa, “Allah diyor ki, o ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında bir inektir. Size emredileni, hemen yapın' dedi. Bu defa, 'Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın' dediler. O diyor ki: 'Sarı renkli, par­lak tüylü, bakanların içini açan bir renktir' dedi. 'Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir inek olduğunu bize açık­lasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşa-allah emredileni yapma yolunu buluruz dediler. Musa de­di ki: 'Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dola­şan, hiç alacası bulunmayan bir inektir'.'İşte şimdi gerçe­ği anlattın' dediler ve bunun üzerine onu bulup kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.

Hz. Musa'nın Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım demesi, İsrailoğullan'nın meselenin ciddiyetini anlamalarını temin etti. Bu sefer ineğin mâhi­yetini, yerini öğrenmek istediler. Aslında Allah, onlardan normal bir inek kesmelerini istemişti. İneğin özelliklerinin açıklanmasını istemeleri, mesele­yi zorlaştırmanın başlangıcı olmuştur. Bir ineğin kesilmesi istenmiş ise, bir inek bulunur ve kesilir. İneğin mahiyetini sormanın ne anlamı vardır? İşin de­tayını istemeleri, işi zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

Allah onlara, kesilmesini emrettiği ineğin, ne yaşlı ve ne de körpe oldu­ğunu, bunların arasında bir vasıfta olduğunu söyledi. İlk safhada normal bir ineğin kesilmesi istendiği halde, ikinci safhada özellikleri biraz daha daral­mıştır. Hz. Musa, ineğin özelliklerini detaylı bir şekilde öğrenmek istemele­rinin doğru olmayacağını onlara hissettirmek için, Size emredileni yapın de­di. Çünkü ineğin özellikleri soruldukça, bulunması zorlaşacaktı. İsrailoğulla-n özelliklerini sormaya devam ettiler.

Önce şeklini, sonra da rengini sordular. İneğin renk özelliği, onun bulun­masını oldukça zorlaştırdı. San renkli, parlak tüylü ve bakanlara neşe vere­cek bir inek çok özel bir inektir. Çok özel olan bir şey, aynı zamanda, çok nâ­dirdir; çok nâdir olan şeyin bulunması da çok zordur. Böylece ikinci merha­lede işi daha da zorlaştırdılar.

Bunun üzerine, ineklerin birbirine benzemelerinden dolayı bu özellikle­riyle onu ayırdedemediklerini söylediler. Ayırıcı vasıflarının ortaya çıkmadı­ğını belirttiler. Tabii ki, bu merhalede işi daha da zorlaştırma yoluna girdiler. So­nuçta Yüce Allah, kesmelerini emrettiği ineğin vasıflarını şöylece beyan etti:

1. Yeri sürmek için boyunduruğa vurulmamıştır.

Ayetteki (lâ zelûl) ibaresi, zelil kılınmamış, yani toprağı sürmek için bo­yunduruk vurulmamış manasına gelmektedir. Yeri sürmek için boyunduruğa vurulmamış olma özelliğinin zikredilmesiyle kasdedilen, inek değil, İsrailoğullan'dır. Onlara, inek motifini kullanarak mesaj vermektedir. Bu da bir eğitim ve öğretim metodudur.

Başkaları tarafından kullanılıp, zelil bir hale getirilen fert veya toplumlar, sağlam şahsiyete sahip olamazlar. Onlar daima emredileni yapmaya hazırdır­lar. Kendileri, asla emredemeyecek ve yeni bir proje üretemeyeceklerinden dolayı, başkalarının projelerini ve emirlerini yapmakla kendilerini mükellef tutarlar. Bu tür insanların durumunu anlatırken Allah inek örneğini kullan­maktadır. Zillet psikolojisi içinde yaşayan, hayatında hiç emir vermemiş ve yeni bir şey ortaya koymamış insanlarla mücadele etmeye değmez, onlar zaten hayatın zenginliklerini elde etmek için yapılması gereken atılımlardan haberdar değildirler. Siz onlara bir hayat alanı çizer, onların beyin ve irade­lerine boyunduruğu vurur ve onları böylece kullanabilirsiniz.

Vuruşacağın, mücadele ve kavga edeceğin düşman bile güçlü olmalıdır. Zelil bir insanı yenmek zafer değildir. Onun için Allah, zelil olmayan bir inek kesilmesini istemiştir.

2. Ekin sulamamıştır.

Ekin sulamakta kullanılan ineği Allah kesilmeye layık görmemiştir. Ekin sulamak için kullanılan inek şunu ifade eder: Başkalarının ektiği ekini geliş­tirmek için su taşıtılan hayvan yine de kullanılmış bir hayvandır. Ayette geçen (hars=ekin) kavramı, kültür manasına da gelir. Kültür manasm-dan hareket ederek şu genellemeyi yapabiliriz: Başkasının oluşturduğu kül­türü geliştirip yaşatmak için kullanılan insanlar bağımsız olamazlar. Onlar bir kültür oluşturamamışlardır. İsrailoğullan da, daima Mısırlıların kültürüne hizmet ettiler. Ekine su taşıyan inek gibi çalıştılar. Şimdi ise kendi kültürle­rini oluşturma zamanı gelmiştir. Allah, artık başkalarının kültürünü ayakta tutmak yerine, kendi kültürlerini oluşturmalarının zorunluluğunu onlara his­settirmektedir. Kendi kültürlerini oluşturanlar, güçlü toplumlardır; onlar kül­tür mücadelelerinde ayakta kalanlardır. Kendi kültürüne sahip olanlar, kendi­lerini tanıyan, bilen ve anlayan toplumlardır.

3. Salimdir.

Boyunduruk vurulmamış, kullanılamamış, zelil bırakılmamış demektir. Ayette geçen (müselleme) kelimesi, kesilmesi istenen ineğin, çeşitli iş­lerde kullanılan ineklerin ezilmişliğinden uzak olması gerektiğini ifade etmektedir. Bir işte kullanılmaktan kurtulmak manasına gelen (selime)den gelmektedir. İsrailoğullan uzun zaman Firaun'un emri altında köle olarak kullanılmışlardır. Bu kavram, onların Firavun'un esaretinden kur­tulmaları ve nasıl bir şahsiyete sahip olmaları gerektiğine işaret etmektedir.

4. Alaca değildir.

Allah ineğin tek renkli olmasını ve onda başka bir rengin bulunmamasını istemiştir. Bu durumla İsrailoğullan arasında bir ilgi kurarak, şöyle bir açılım yapmamız mümkün olabilir: Sağlam şahsiyetli, hür ve bağımsız olan insan­lar, dönek olamazlar. Bukalemun gibi olan insanlar, dengesiz şahsiyete sahip­tirler. Onlar, çifte standartlı davranabilen münafık insanlardır. Alaca renkli inek, alaca renkli insan şahsiyetini ifade etmektedir. Alaca renkli ineğin par­çası ile ölüye vurulursa, ölü dirilmez. Alaca ruhlu insanlarla da ölmüş top­lumlar dirilip ayağa kalkmaz.

Bakara/7l'den şu neticeleri çıkarabiliriz: Ölüyü diriltecek olan hayvanın, boyunduruk vurulmamış, ekin sulamamış, kusursuz ve alacasız olması gerek­tiği gibi, köle ruhlu bir toplumu canlandırıp ayağa kaldıracak olan insanların da, zelil olmamış, kendi kültürünü üreten, şahsiyet bozukluğu taşımayan ve münafık ruhlu olmayan bir yapıya sahip olmaları gerekir. Ancak bu şahsiyete sahip olan insanlar güçlü bir toplum oluşturabilirler. Eğitim sistemi, bu şahsi­yetteki insanları yetiştirmeyi hedefiemelidir.

("Şimdi gerçeği getirdin" dediler).

Onlar, ineğin özelliklerini gittikçe zorlaştırdıklarım son merhalede anlaya­bilmişlerdi. Aslında hiçbir özelliğini sormadan, normal bir inek kesebilirlerdi. Soru soruldukça Allah, o ineğin özelliklerini hem arttırdı ve hem de zorlaştır­dı. Sonunda Allah, İsrailoğullan'na bağımsız ve hür olmanın, istismar edilme­menin ne olduğunu anlatmış ve onlara sağlam bir toplum oluşturmanın, köle ruhlu bir kavim olmaktan kurtulmanın yollarını öğretmiş oldu. İşte bu özellik­lerin önemini anlayınca, Hz. Musa'ya, Şimdi gerçeği getirdin demekten kendi­lerini alamadılar. Fakat bu sefer farklı bir ifade kullandılar ve isteklerinde samimi olduklarını -Allah'ın dilemesine bağlayarak- gösterdiler:

(Biz, inşaallah emredileni yapma fırsatım buluruz" [Bakara/70]

İneği buldular ve  (onu kestiler).  (Az kalsın yapmaya­caklardı).

Yaklaştı manasına gelen (kâde) fiili, neredeyse ineğin kesim işine yak­laşmıyorlardı anlamını ifade etmektedir. İnekle ilgili ayrıntıları sormaya devam ettikçe, ineği bulmaları zorlaşıyordu.

İnek kesme emri verildikten sonra İsrailoğullan'nın herhangi bir ineği kesmeleri gerekirdi. Ayetler bize, kendi inisiyatifini kullanmanın nasıl zorluklar doğurduğunu da anlatmaktadır. Siyasette, ekonomik hayatta ve öğretim faaliyetinde insanlara kişi­sel teşebbüs fırsatını vermek ve onlara bu teşebbüs için belli bir alan tanımak, kalite­li iş üretmek için vazgeçilemeyecek bir kuraldır. Kişisel teşebbüsü olmayan insanlar, bir üstlerinden iş hakkında teferruat isterler. Her istedikleri izahla kendi teşebbüs alanlarını daraltırlar. Teşebbüs alanı daraldıkça kalite azalır. Kişisel teşebbüsün varlı­ğı, beraberinde sorumluluk getirir. Sorumluluğu çalışanlara yaymak, iş ve üretimde kalitenin artmasına neden olur.

Allah'ın, bir inek kesmeleri emrini verirken, nasıl bir inek keseceklerini önceden açıklamaması, onun özelliklerini İsrailoğullan'nın kendi kararlarına bırakmış olduğuna delildir. Buna karşılık, onların, ineğin özelliklerini Al­lah'tan beklemeleri, işi zora sokmuştur.

İstenen özelliklerde bir inek bulup kesmeleri iyice zorlaştığı bir anda, İsrailoğullan'mn (İnşaallah emredileni yapma yolunu bulu­ruz) [Bakara/80] demeleri, yani istisna yapıp Allah'ı devreye sokmaları, işle­rini kolaylaştırdı.

'i\itjj (inşaallah=Allah dilerse) ifadesi, yapılacak her işin başında yer al­malıdır. Bu bir seçenek değil, farzdır:

Allah'ın dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için, "Bunu yarın yapa­cağım" deme. Bunu unuttuğun takdirde, Allah'ı an ve 'Umarım Rab-bim beni doğruya bundan daha yakın bir yola iletir' de). [Kehf/23-24]

İnşaallah deyip istisna yapmayanların başına nelerin gelebileceği bir ör­nekle, Kalem/l 6-31 'de anlatılmaktadır.

Böylece Bakara/70'de inşaallah demenin işleri nasıl kolaylaştıracağı öğretisini buluyoruz.Geleceğe yönelik bir iş için inşaallah demek dinin emridir, ama bu emir bir kültür olarak topluma yayılmalıdır. Günümüzde toplumun çeşitli alanlarında çözülemeyen pek çok meselelerin kökeninde bu kül­türün olmayışı yatmaktadır. Allah'ın mülkünde, Allah'ı anmadan, O'nu yanın­da hissetmeden bir iş yapmak, şahsiyetin cılızlığına bir işarettir. Böylesi te­şebbüslerin neticeye ulaşmaması, yarıda kalması, bu manevî ilkenin ihmal edilmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu ayetlerle Allah, kişisel teşebbüsten yoksun olan kölelere, kişisel teşeb­büsü öğretmenin önemini anlatmakta ve bunu bizzat tatbik etmektedir. [129]

 

Allah Ölüyu Diriltir:

 

72-73. Hani siz, bir adam öldürmüştünüz ve katili hakkında birbirinizle tartışmıştınız. Fakat Allah, giz­lediğinizi ortaya çıkaracaktır. Haydi, şimdi öldürülen bu adama, kesilen ineğin bir parçasıyla vurun, dedik. Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve size ayetlerini gös­terir. Umulur ki, aklınızı kullanırsınız.

Kesilmesi gereken ineğin serüveni, öldürülen insanın katilini bulmak için başlamıştır. Birbirlerinin üzerine attıkları bu öldürme eyleminin failini Allah ortaya çıkarmıştır. Ölüm olayları belki insanlardan gizlenebilir ama, Al­lah'tan gizlenmesi mümkün değildir. Allah, Hz. Musa'nın tebliğ ettiği kutsal kitap ve dine inanmakta zorluk çeken İsrailoğullan'na kudretini bu mucize ile göstermiştir.

Diğer taraftan Bakara/73 ayeti, bu uygulamanın amacını belirlemektedir. Ahirette insanların tekrar dirileceğine inanmakta zorluk çeken İsrailoğulla­n'na, bizzat kendilerinin kestiği ineğin bir parçasını maktule vurdurarak bu-

nu tecrübe ettirmiştir. Yoksa Allah, bu işlemi yapmadan da o ölüyü diriltebi-lirdi.

Öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği ahiret gününe iman etmeleri için, akıllarını harekete geçirmelerinin önemine işaret eden bu ayet, aklın dü­şünme faaliyetini amaçlamaktadır. Onun için ayetin sonunda Umulur ki, ak­lınızı kullanırsınız ifadesi yer almaktadır.

Öldürülen bir insanın bu dünyada tekrar diriltilmesi, bir insanın ruhunun başka bir insanın bedenine girerek bu dünyaya gelmesi değil, kendi ruhu ve bedeniyle dirilmesidir. Dirilen bu insan, başından geçen serüveni haber vere­bilir ve böylece kendisini kimin öldürdüğünü söyleyebilir. Sonuçta olay bu şekilde aydınlanmış, İsrailoğullan için mucize olan bu olay, akıl süzgecinden geçerek ahirete imanın teşekkülünü sağlamıştır.

Demek ki, Firavun'un zulmü altında köleleştirilen insanların kaybettikle­ri en önemli psikolojik güç, aklı kullanıp düşünebilme melekesidir. Allah bu denemesi ile, onlara akıllarını çalıştırma yeteneklerini kazandırmayı amaçla­mıştır. [130]

 

Katılaşmış Tutum Ve Davranışları Değiştirmek Zordur:

 

74. Sonra bu mucizenin ardından kalpleriniz katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Halbuki, taşın öylesi vardır ki, ondan ırmaklar fışkırır; öylesi vardır ki, yarılıp içinden su akar; öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Allah, İsrailoğullan'na pek çok nimetler vermiş, hayatlarmda pek çok de-ğişimler meydana getirmiş, ama onlar her değişimden ve nimetten sonra yan­lış işler yapmışlardır. Kötü alışkanlıklardan kurtulamadıkları için, kendi baş­larına dengeli ve tutarlı davranabilme becerisini uzun zaman kazanamamış­lardır. Şöyle ki:

1. Allah, Firavun'un zulmünden onları kurtarınca, buzağıya tapınmaya başladılar. Şükretsinler diye, Allah onları affetti. Doğru yolu bulsunlar diye Musa'ya kitap verdi.

2. Ardından, Allah'ı açıkça görmek istediler. Allah, şükretsinler diye, on­ları ölümlerinden sonra diriltti. Çölde aç ve susuz kalınca, bıldırcın, kudret helvası ve su verdi. Bu sefer, Allah'ın onlara verdiği emri değiştirdiler. Allah da fısk işlemelerinden dolayı, onlara gökten bir azap indirdi.

3. Daha sonra onlara, medenileşmeleri ve istedikleri nimetlere kavuşabil­meleri için, şehre girmelerini emretti. Şehre girmemekte ısrar ettiklerinde, onları çölde kırk sene başıboş dolaşmaya mahkum etti.

4. Ardından, Allah onlardan söz aldı. Korunsunlar diye, onlara verdikleri­ne sımsıkı sarılmalarını istedi. Bundan da yüz çevirdiler; yani verdikleri söz­de durmadılar. Allah onları tekrar affetti.

5. Daha sonra İsrailoğullan'na cumartesi yasağına uymalarını emretti. Yi­ne Allah'ın emrinin aksini yaparak, cumartesi günü balık avladılar. Allah da onları maymun seviyesine indirdi. Bu cezayı, o dönemde yaşayan insanlara ve gelecek nesillere bir ibret, müttakîlere de bir öğüt olsun diye verdi.

6. Ardından içlerinden biri, diğerini öldürdü. Katilin bulunmasını istediler. Allah bir inek kesmelerini emretti, onlar da ineği bulup kestiler. İneğin bir par­çasıyla ölüye vurunca, ölü dirildi ve kendisini kimin öldürdüğünü söyledi.

 (Böylece Allah ölüleri diriltir ve aklı­nızı kullanıp düşünesiniz diye ayetleri gösterir). [Bakara/73] Fakat bunun ardından onların kalpleri yine katılaştı:

(Kalpleriniz taş gibi katılaştı, hatta taştan da daha katı oldular). [Bakara/74]

Dikkat edilirse 73. ayette akl'a, 74. ayette ise kalb'e dikkat çekildiği anlaşılır. Köle ruhlu insanları eğitebilmek için, onların akıl ve gönüllerini aç­mak ve yumuşatmak gerekiyor. Böylece Allah, eğitime hedef tayin etmekte-

dir. Akıl ve gönül, işlerliğini kazandığında, insan yerde sürünmekten kurtu­lacaktır. Düşünen beyin ve yumuşayan gönül, insana insan olma onurunu ka­zandıracaktır.

Ne yazık ki, İsrailoğullan'nın kalpleri/gönülleri taş gibi katılaştı. Allah, ta­şı daha yumuşak gördüğü için, taşın içinden su fışkırdığına, yarılıp içinden su aktığına, hatta, bir kısım taşların Allah'a saygıdan dolayı yuvarlandığına dikkat çekmektedir.

Bakara/74'de açıklanması gereken kavramları şu şekilde sıralayabiliriz:

1.  (Sonra kalpleriniz katılaştı).

Kur'an'da kalbin katılaşması, çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini, diğer ayetlerle açıklayabiliriz.

a) Kalbin katılaşması, boyun eğmenin zıddıdır. Bir toplum başından ge­çen olumsuz tecrübe ve belalardan sonra, ibret alıp alçak gönüllülük ve bo­yun eğme gibi ahlâkî değerleri kazanacağı yerde, bunun tam tersi olmakta­dır. Bu konudaki ayetler şöyledir:

Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye, onları darlık ve sıkıntılara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara bu şekil­de azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şey­tan da onlara yaptıklarını güzel gösterdi. [En'âm/42-43]

Demek ki, kalbi katılaşan insan Allah'a boyun eğmez ve şeytanın etkisin­de kalarak yanlış davranışlarını iyi görmeye başlar.

b) Kalbin katılaşması, kalbin Kur'an sebebiyle ürpermemesi demektir. İlahî vahyin kalpte meydana getirmesi gereken değişimi gerçekleştirememe durumuna, gönlün katılaşması denmektedir.

Zamanın geçmesiyle, geçmiş değerleri unutan ve onları hafife alan fâsık insanların kalpleri de katılaşmıştır. Bu konuya ışık tutan ayet şöyledir:

İman edenlerin Allah'ı anma ve Allah'tan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ür-perme zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onla­rın birçoğu yoldan çıkmışlardır. [Hadîd/16]

Allah'ı hatırlamayan, Kur'an'a değer vermeyen ve zaman geçtike manevî değerleri unutup yoldan çıkanların gönlü katılaşmaktadır.

c) Sözünde durmayan insanların kalpleri katılaşır.

Sözlerini bozmaları sebebiyle onlan lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik gö­rürsün. Yine de sen onlan affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri se­ver. [Maide/13]

Bu ayet, hem kalbin niçin katılaştınldığım ve hem de katı kalpli insanla--.n nasıl davrandıklarını açıklamaktadır. Sözünde durmamanın, bir taraftan anete sebep olduğu, diğer taraftan da kalbi katılaştırdığı ifade edilmektedir.

Kalbi katılaştınlan insan, kutsal kitaba ve hukuka tahammül gösteremez. Dnların ayet ve hükümlerini değiştirmek ister. İnsanlara ihanet etmek için jsat kollar. Verdikleri söze ve yaptıkları antlaşmalara riayet etmez. Verilen nimetlere nankörlük eden, mucize ve ayetleri anlamayan, akimi kullanıp dü-^unemeyen, sosyal tecrübelerden ibret alıp boyun eğmeyen, yanlış davranış-jjını tenkit edip çirkinliklerini göremeyen, Allah'ı düşünüp Kur'an okundu­ğunda kalbi ürpermeyen, geçmiş değerleri unutan, sözünde durmayan, kutsal utaba ve onun hükümlerine tahammül edemeyip onlan değiştirmeye çalışan jısanların kalpleri katılaşmış demektir.

2. (İçinden nehirler fışkıran ve yarılıp içinden su ikan taşlar vardır).

Taş, hayatm kaynağı olan suyu tutmayıp ona yol vermektedir. Hayatın kaynağında su vardır. Her şeyi sudan yarattı [Enbiya/30] ayetine göre, H2O, yani iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya geline, hayatm köke­ni olan suyu oluşturur. Hayatm kaynağı olan suyun akışını taş bile engelle­memektedir. Yarılıp ona yol vermektedir. Bu benzetmeyi Allah niçin yapmış­tır? Allah'ın İsrailoğullan'na gösterdiği mucizeler, öğrettiği bilgiler, gönder­diği ayetler ve aklı kullanıp düşünmek, insanın maneviyatına can veren su gi­bidirler. İsrailoğullan'nın kalpleri bu oluşumlara yol vermemesi nedeniyle taştan bile daha katı olarak nitelendirilmiştir.

3. “Bir kısım taşlar da, Allah korkusundan yukarıdan aşağı yuvarlanırlar.”

Ayetin bu kısmı, fiziki bir kanun ile Allah’a ibadet arasında bağlantı kurarak, maddede Allah korkusu bulunduğunu ve o nedenle hareket ettiğini dile getirmektedir. Demek ki, maddede can vardır: Ama o can, bizim canlı dedi­ğimiz varlıklannkinden başkadır. Ancak nihayetinde, o da bir çeşit candır.

Ayette geçen (yehbitu=düşer) kavramı, hareketi ifade etmektedir. Dağdan aşağı yuvarlanan taş ibadet ediyor da, ovadaki taş ibadet etmez mi? Ayetteki hareket kavramını, maddenin en küçük parçası olan atomun çekir­değinin etrafında dolaşıp hareket eden elektronlar olarak anlamak gerekir. Atomun çekirdeği etrafında dolaşan bu elektronlar, sanki tavaf etmektedirler.

Kainattaki bütün gezegenler durmadan dönmektedir. Maddenin en küçük parçası olan atomun yapısında da, kainatın nizamı yer almaktadır. Demek ki, maddenin Allah'ı teşbih etmesi, bu dönme dediğimiz tavaf hareketiyle ger­çekleşmektedir. Hacıların Kabe'nin etrafında dönmesi, kainatın teşbih örne­ğinin beşerî olarak uygulanmasından başka bir şey değildir.

Allah bu fizikî kanundan, psikolojik kanunlara intikal etmekte ve insanın gönlünde atomun hareketi gibi bir hareketliliğin olmasını gündeme getirmek­tedir. Katılaşan kalp, teşbih için hareketini yitirmiş, anlayış için kanallarını tıkamış ve böylece işe yaramaz hale gelmiştir.

Gönül, sevgi, düşünce, bilgi, irade, anlayış, sadakat ve korku, aklın etra­fında elektronlar gibi hareket edip, teşbih ibadetlerini yerine getirmelidirler. Akıl, bilgi, sevgi, düşünce, anlayış ve korku, gönlü katılığından uzaklaştıra­cak, gerekli esnekliği ve yumuşaklığı ona kazandıracaktır. İşte Allah, İsrailo-ğullan'ndan böyle bir gönüle sahip olmalarını istiyordu. Yaptığı bütün ihsan­lar, onlara bir etkide bulunmayınca, kalplerinin katılaştığına hükmetti.

4. (Allah yaptıklarınızdan gafil değildir).

Kalbin katılaşmasını ve taşla mukayese edilmesini konu edinen bu ayetin sonunda eylemden bahsedilmesi, eylemle gönül arasındaki ilişkiyi gündeme getirmektedir. Allah'ın ölüyü diriltme ve ayetlerini gösterme fiiline karşı on­ların olumsuz tutumlarının kaynağında, katılaşmış gönülleri yer almaktaydı. Yüce Allah, bu davranış analizi ile eğitimin, öncelikle insan aklını ve gönlü­nü hedef almasına işaret etmektedir. Aklını çalıştırıp düşünemeyen insanla­rın kalplerinin yumuşamayacağı, tam tersine katılaşacağı bir gerçektir.

Ayet, Allah'ın insanın hiç bir eyleminden gafil olmadığını, onları en ince teferruatına kadar bildiğini ve onları değerlendirmeye tâbi tutacağını ifade et­mektedir. Allah'ın bütün eylemlerden haberi olduğu bilincini insanlara vermek gerekiyor. Davranışların Allah tarafından murakebe edildiği bilinci in­sanlara kazandmlmadıkça, ahlâkî öğretilerin yerleşmesi mümkün değildir. [131]

 

Allah'ın Kelamını Değiştirmek:

 

75. Artık onların, size inanacaklarını mı umuyorsu­nuz? Onlardan bir zümre vardı ki, Allah'ın kelamını dinlerler ve kavrayıp anladıktan sonra, bile bile on­da değişiklik yaparlardı.

Hz. Peygamber'in, Medine'ye hicret edip yahudileri imana davet etmesi, onların da reddetmeleri üzerine bu ayet inmiştir.[132]

Allah, Hz. Peygamber zamanındaki yahudilerin müslümanlara inanmaya­caklarını bu kadar kesin bir dille niçin söylemiştir?

Bu sorunun cevabını bir eğitim ilkesi ile cevaplandırmamız mümkündür. Eğitimciler, herkesin eğitilebileceği görüşünden hareket ederler. Kimin eği­tilip kimin eğitilemeyeceği bilinemez. Müslümanların tebliğ faaliyetinde harcadıkları emeklerinin boşa gitmemesi için Allah, tebliğden etkilenmeye­cek olanları haber vermektedir.

Demek ki eğitilemeyecek insanlar da vardır, ama bunu biz değil Allah bi­lir. Biz bunu, ancak uzun bir zaman içinde/yoğun bir emek harcadıktan son­ra anlayabiliriz. Allah, müsait olmayan tarlaya tohum atılmaması için Hz. Peygamberi ve ashabını uyarmaktadır.

 

Tama Kelimesi:

 

Ayette geçen  (tama') kelimesi, istemek, arzu etmek, dilemek, hasreti­ni çekmek, gayret etmek, ummak, tutku içinde olmak, meftun olmak manalanna gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an ayetlerinde aldığı manaları incele­yebiliriz: [133]

 

A) Ümit Etmek:

 

(Allah'ın ceza gününde kusurlarımı affedeceği­ni ümit ediyorum). [Şuara/82]

(Size, korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteren ve yağmur yüklü ağır bulutlar oluşturan da O'dur). [Ra'd/12]

(Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederken). [Sec­de/16]

Hz. İbrahim bile, ceza günü (ahirette), hatalarının kesinlikle affedileceği­ni söylemiyor, sadece ümit içinde olduğunu söylüyor. Ama buradaki ümit, is­temek anlamına gelmektedir.

Son iki ayette tama', insan psikolojisinin ritmini gösteren durumlardan, korkunun karşıtı olan ümidi ifade etmektedir. Tabiat olaylarının insanın ru­hunda uyandırdığı korkunun karşıtı olan ümittir. Gece vakti yatağından kal­kıp, Allah'a dua eden insanın içinde bulunduğu psikolojik his ümittir. [134]

 

B) Özlem Duymak:

 

("Rabbimizin bizi iyilerle birlikte bulundurmasının özlemini duyarken, ne diye Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" derler). [Maide/84]

 "Onların her biri, nimet cennetine gireceklerinin özlemini mi duyuyorlar). [Meâric/38]

Bu ayetlerdeki tama' kavramları insanın kendi elinde olmayan ve fakat Allah'tan beklediği veya imkânsız olan bir isteği ifade etmektedir. [135]

 

C) Arzu Etmek:

 

(Biz, ilk iman edenler olduğumuz için Rab­bimizin hatalarımızı bağışlamasını arzu ediyoruz). [Şuara/51]

(Sonra kalbinde hastalık olan kimse size karşı arzu ile hareket eder). [Ahzâb/32]

Aynı sözcük bu iki ayette, Allah'ın affına duyulan arzu ile cinsel arzuyu ifade etmektedir. Her iki ruh haleti için de kullanılmaktadır. [136]

 

D) Tutkuyla İstemek:

 

(Arttırmam gerektiği hırsı içindedir). [Müddessir/15] Bu ayette, tutku içinde olmayı ifade emektedir. [137]

 

E) Teminata Sahip Olmak:

 

İki Taraf arasında bir perde ve a'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adam­lar vardır. Bunlar henüz cennete girmedikleri halde girme teminatları oldu­ğu için cennet ehline, "Selâm size!" diye seslenirler). [A'râf/46]

Tama' kelimesinin bu manaları birbirine çok yakından bağlıdırlar. Ancak Bakara/75'de ümit etmek anlamına gelmektedir. [138]

 

İki Grup:

 

(Oysa ki onlardan bir grup vardı).

Bahsi geçen grup, Hz. Musa döneminden hemen sonraki bir dönemde yaşayan bir grup mu; yoksa Hz. Muhammed dönemindeki yahudilerden bir grup mu?

Hz. Musa dönemindeki bir grubun kastedildiğini varsayarak yorum yapacak olursak şöyle bir genelleme yapabiliriz. Tebliğde bulunduğunuz Yahudiler'in size inanması mümkün değildir. Çünkü onlar, geçmişte dedele­rinin bıraktığı davranış biçimini benimsemektedirler. Dedelerinden bir grup, Tevrat'ı okuyup anladıktan sonra, bile bile onu değiştirdiler. Bunların torun­larının size inanması mümkün değildir. Bu yorumdan şu çıkmaktadır: Taklit, yeniliği engeller ve öldürür. Ayeti bu şekilde anlar ve yorumlarsak, o zaman, ayetin ikinci kısmı, birinci kısmının sebebi olur. [139]

 

Tahrif:

 

Yahudilerin, Hz. Peygamber'in davetini reddetme sebeplerini ayetin ikin­ci kısmında buluyoruz:

Onlardan bir grup vardır; Allah'ın kelâmını dinlerler, onu anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler.

Onların bu tutumu, iman etmelerini engellemektedir. O zaman, dinledik­leri, anlayıp bile bile tahrif etmeye çalıştıkları Tevrat değil, Kur'an'dır. Böy­lece ayetin ikinci kısmı sebep, birinci kısmı da sonuç olmaktadır. Yani, On­ların size inanmalarını mı umuyorsunuz? ifadesi sonuç; Onlardan bir grup vardır, Allah'ın kelamını dinlerler, onu anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederler ifadesi de sebeptir.

Ayette eksen kavramlar iman ve tahriftir. Tahrifata uğrayan bir metne iman etmek mümkün değildir. Allah, tahrifatla iman etmeme arasında bir bağlantı kurmaktadır. Ayetin ikinci kısmında dinleme, akletme ve bilme ifadeleri yer almaktadır.

Allah öğretim faaliyetinin önemli olan üç oluşumuna dikkat çekmektedir. Öğretimin gerçekleşebilmesi için, dinlemek veya dinletmek şarttır. Hz. Mu-hammed ve ashabı bunu gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler onların kendilerine sundukları ilahî kelâmı dinlemişlerdir. Dinleme ile beyne giden duyumlar, aklın kalıplarına girerek anlayışı meydana getirir:

(Allah'ın kelamını anladılar).

Öğretim faaliyetinin amaçladığı akletme, yani anlama da gerçekleşmiştir. Anlamadan sonra bilgi doğmuş oldu. Başka bir ifadeyle, Allah'ın kelâmı­nı dinleyenler onu anlamış ve Allah'ın kelâmı olduğu bilgisini elde etmişler­dir. Ancak tek başına bilme yeterli değildir. Bildiğinin doğru olduğuna inan­mak gerekir. Bu ne demektir? Bu, öğretim faaliyetindeki devrenin tamamlan­masının gerçekleştiğini göstermektedir.

Elektrik akımında devre tamamlanınca lamba yanar ve ışık meydana ge­lir. Ancak en başta, bu ışığı yakma azminin bulunması lazımdır. Öğretim fa­aliyetinde de, dinleme, anlama ve bilme aşamaları devrenin tamamlandığını ifade etmektedir.

Devre tamamlanıp bilgi ışığı meydana geldikten sonra, kasden ilahi kelamı değiştirmek, yani tahrif etmek çok büyük günahtır. Ayette geçen tahrif kelimesi lügatte yana yatmak, alay etmek, saptırmak, çarpıtmak, altüst etmek, biçimini bozmak, tahrip etmek, ters mana vermek, yanlış izah etmek, yanlış anlamak, bir şeyin gerçek manasını tahrif etmek anlamlarına gelmektedir. Tahrif kelimesi, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır: [140]

 

A) Yerinden Çıkarmak:

 

(Yahudilerin bir kısmı kelimeleri yerlerinden çı­karırlar). [Nisa/46]

Ayette tahrif kavramından sonra, yer kelimesi geldiği için diyebiliriz ki, yahudiler kutsal kitabın metninde yer alan bazı kelimeleri yerlerinden çıka­rarak metni tahrif ediyorlardı. [141]

 

B) Değiştirmek:

 

(Onlar   kelimelerin   yerlerini   değiştirirler). [Maide/41]

Nisa/46'da tahrif kelimesinden sonra (an) harf-i cerri geldiği halde, Maide/41'de eh (min) harf-i cerri gelmiştir. [142]

 

C) Ters Mana Vermek, İfsad Etmek:

 

(Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlar­dan bir grup, Allah'ın kelamını dinlerler, iyice anladıktan sonra bile bile ona ters mana verip ifsad ederler). [Bakara 2/75] [143]

 

D) Hile, Tuzak:

 

(Kim o gün, savaşmak için bir tuzak, ya da diğer bir gruba ulaşıp mevzilenmek gi­bi durumlar hariç, onlara arkasını dönerse, kesinlikle Allah'ın gazabı­na uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. Orası ne kötü yerdir). [En-fâl/16]

Bu ayette (müteharrifen) kelimesi hile ve tuzak manalarını ifade et­mektedir. Zaten bir şeyin manasım değiştirmek, gerçek manasına tuzak kur­mak demektir.

Allah'ın kelamı, zamanla eskimediği ve değerini yitirmediği için onda bir değişim yapmaya, kelimelerini yerlerinden çıkarıp başka kelime koymaya veya ters mana verip ifsad etmeye açık değildir. Bu durum, insanın yazdığı bir metinde yapılabilir. Çünkü insanın ortaya koyduğu metinler zamanla de­ğerini yitirebilirler. İlahî kelam ile beşerî kelam arasındaki önemli farklardan biri de budur.

Allah'ın kelamında değişiklik yapmak, Allah'ın lanetine neden olmaktadır. Lanetlenmelerinin sebebi şöyle beyan ediliyor:

Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden çıkarıp değiştirirler. Dillerini eğe­rek, bükerek ve dine saldırarak Peygamber'e "İşittik ve karşı geldik, dinle, din­lemez olası, râ'inâ" derler. Eğer onlar, "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi, kendileri için daha iyi olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onla­rı lanetlemektedir. Artık pek az inanırlar. [Nisa/46]

Ayet bize birkaç mesaj vermektedir:

Dine ve peygambere karşı olanlar, bu psikolojilerini eylem haline dönüş­türerek alay etmekte ve kutsal kitabın metnini değiştirecek kadar ileriye git­mektedirler. Allah'ın kutsal kitabından bazı kelimeleri çıkarma, alay ederek dine saldırmak, peygambere karşı gelip densiz kelimeler kullanmak, küfür­dür. Küfrün karşılığı da lanettir.

Diğer taraftan bu insanların ne demeleri ve dememeleri gerektiğini bilmedik­lerine de işaret eden bu ayet, daha iyinin nerede olduğuna da ışık tutmaktadır.

Allah'ın kendilerine gönderdiği kutsal kitaptan bir kelimeyi veya ayeti kaldırıp, kendi arzularına göre düzenlemelerine dikkat çeken bu ayet, müslü-manlara böyle bir hata yapmanın nelere mal olacağını öğretmekte ve onları lanetten koruma çabası vermektedir.

Allah'ın verdiği emirlerin toplumsal hayata neler getireceğini ve ferdin psikolojisini ne kadar zenginleştireceğini düşünme ve araştırma yerine, o ayetleri kendi anlayışına göre değiştirme eylemine kalkışmanın arkasında, bunalımlı bir psikolojinin yattığı bir gerçektir.

İnanmadığı halde inandığını söyleyen, inkar psikolojisine sahip olan, dur­madan yalan peşinde koşan ve yalancılara kulak veren kimseler, bu ayetleri değiştirme gibi haince girişimlerde bulunmaktadırlar. [Maide/41]

Allah'ın ayetlerine böylesine kötü hilelerle karşı koymaya çalışan bir ruh, lanetlenmekten kurtulamaz. İnsanlık tarihi bu mücadelelerle doludur. Allah, Kur'an'da bunları anlatarak, gelecek nesillere, kutsal kitaba karşı nasıl bir ta­vır takınmaları gerektiğine bildirmektedir.

Allah Teala'nın bu rehberliği, şu ilkeye de ışık tutmaktadır: İnsanî düşüncenin sahası ile ilahî vahyin alanı ayrılmalıdır. İnsan nefsinin istekleriyle, ilahî istekle­rin önemi iyice tesbit edilmelidir. İlahî vahyin alanına, nefsin arzulariyle değil, akılla girilmesi gerektiği ilkesine saygı duyulmalı ve bu ilkeye özenle uyulmalı­dır. İlahî vahiy, insanî düşüncenin doğruluğunu, değerini ve kalitesini tesbit ede­bilir, ama beşerî düşünce ilahî vahyin açığını arayamaz. İnsanın aklın anladığı bir şeyi bile bile değiştirmeye kalkması, kendi aklını da inkar etmesi demektir. Burada nefsin, aklı saf dışı bırakması gibi vahim bir psikolojik oluşum da ger­çekleşmektedir. Kendi aklına ters düşen insanın iman etmesini beklemenin yan­lış olacağını vurgulayan Bakara/75 ayeti bilerek ilahî kelâmı değiştirecek olanla­rın da bu tip adamların içinden çıkacağına işaret etmektedir. [144]

 

Münafığın Bir Özelliği De Çifte Standarttır:

 

76. Münafıklar, inananlarla karşılaştıklarında, 'İman et­tik' derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, 'Al­lah'ın size açtıklarını, Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları düşünemiyor musunuz?' derler.

(Münafıklar, inananlarla karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler) ifadesi, hem bu ayette, hem de Bakara/14'de yer almaktadır. İnanan­larla karşılaştıklarında iman ettiklerini söyleyip, başbaşa kaldıklarında iman etmediklerini söylemeleri, münafıkların değişmeyen özelliklerinden biridir. Münafıkla münafık olmayanın farkını belirleyen özelliklerden biri, imana karşı takınılan tavrın niteliğidir. İmana karşı çifte standart denebilecek bir ta­vır takınmak, münafık sıfatım almak için yeterlidir.

Ayette yer alan (Allah'ın size açtıklarını) ifadesine, "Allah'ın si­ze öğrettiklerini" şeklinde karşılık vermek mümkündür, (feteha=açma) fi­ili (alâ) ile kullanılınca öğretmek, yol göstermek manalarına gelir. Ayette ise öğretmek anlamını ifade etmektedir.

Öğretim faaliyeti, insana bilmediklerinin kapısını açıp onları bilinir hale getirmektir.

Allah'ın İsrailoğullan'na öğrettiği/açıkladığı şey neydi? Müfessirlerin üzerinde ittifak ettikleri görüş, Hz. Peygamber'in sıfatlandır. Gerçekten Tevrat'ta Hz. Peygamber'in sıfatlan anlatılmış mıydı? Bunun cevabını Fe­tih/29 ayetiyle verebiliriz. Bu ayette sadece Hz. Peygamber değil, Hz. Pey­gamber'in ümmetinin vasıflan da anlatılmaktadır:

Muhammed Allah'ın elçisidir. [Fetih/29]

Hz. Peygamber'in adı Tevrat'ta, Muhammed olarak geçmiş ve Allah'ın elçi­si olduğu bildirilmiştir. Saf/6'da Hz. Peygamber'in adının, İncil'de, Ahmed olarak geçtiği beyan edilmiştir. Demek ki Hz. Peygamber'in Tevrat'taki adı Mu-hammed; İncil'deki adı Ahmed idi. Fetih/29'da kıyamete kadar Hz. Muham-med'in dinine inananların vasıflan anlatıldığı gibi, İncil'de de anlatılmaktadır. İşte İsrailoğullan'na Allah'ın öğrettiği bu vasıflardı.

Yahudilerin bir kısmı, kendi kitaplarında yer alan bu vasıfların müslüman-lar'a anlatılmasının, yani Hz. Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğunu söyleme­nin, ahirette delil olarak kullanılacağını söylemişlerdir.

Yahudilerin, (Rabbiniz katında sizin aleyhinizde delil olarak getirmeleri için) ifadesinden, Allah katını bildikleri ve ahirete inandıkları anlaşılmaktadır.

 (Bunları düşünemiyor musunuz?)

Bu ifade, insanın kendi kendisini ele vermesidir. Yani, ileride kendi aley­hinde delil olarak kullanılacak bir bilgiyi başkalarına söylemenin yanlış ola­cağının düşünülmesidir.

Allah bu olayı, Allah'ın kelâmını anladıktan sonra bile bile değiştirmenin ve o kitaptaki bilgileri gizlemenin ne kadar korkunç bir günah olduğunu beyan etmek için anlatmaktadır. Kutsal kitabın bilgilerinin değiştirildiğinin ya da gizlendiğinin anlaşılabilmesi için, o kitaba inananların kendi kitapları­nı bilmeleri gerekir. Bilmeyen insanı kandırırlar. Kutsal kitabında olmayan bir hükmü, ona Allah'ın hükmü imiş gibi gösterirler ve neticede onu büyük bir yanılgıya sürüklerler.

Diğer taraftan ayet, Allah katında insanların birbirleriyle davalaşacağı ger­çeğine de işaret etmektedir. Ayrıca, aklı başında olan insanın, aleyhinde delil olacak şeyi yapmaması gerektiğini de ifade etmektedir. Kısaca, çifte standarta başvuran münafıkların doğru bilgileri başkalarından kıskandıklarını ifşa et­mektedir. Hakikatleri başkalarından gizlemek, toplumsal bütünlüğü bozmakta­dır. Gerçekleri herkese açmak, onlarla beraber paylaşmak, hem psikolojik ve hem de sosyal bütünlüğü temin edecektir. Gerçek anlatıldıkça, öğretildikçe, paylaşıldıkça çoğalır ve yayılır. Gerçeği gizlemek, insanları sudan mahrum et­mekten daha tehlikelidir. Allah, insanlara öğrettiğini, diğerlerinden gizlemenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu anlatmak için bu ayeti indirmiştir. [145]

 

Allah Gizli-Açık Herşeyi Bilendir:

 

77. Onlar bilmiyorlar mı ki, gizlediklerini ve açığa vurduklarını Allah bilmektedir.

Allah'ın gizli ve açık her şeyi bildiğini beyan eden bu ayet, yahudilerin Al­lah'ın kelâmını tahrif ettiklerini ve oradaki bilgileri müslümanlardan gizledik­lerini açıklayarak, bilginin insanları yanlış davranışlardan alıkoyacağı gerçeği­ne işaret etmektedir. Allah'ın maksadı, insanların dedikodusunu yapmak değil, bilgilendirmek suretiyle başkalarının hatalarına engel olmaktır.

İnsanın inancı, Allah’ın gizli ve aşikar yapılan herşeyi bildiği bilgisiyle iman haline gelmekte; bu bilgiyi uygulamakla da kişinin amelleri olgunluğa ulaşmaktadır. İkili oynayan insanlar, Allah'ın her şeyi bildiği gerçeğini gör­mezden gelerek imanlarmdaki zaafı ortaya koymaktadırlar. Bu zaafı ortadan kaldırmak için Allah uyarılarına devam etmektedir:

Bilesiniz ki, onlar Peygamber'den düşmanlıklarını gizlemeleri için göğüslerini çevi­rirler. İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi, Allah onların gizledik­lerini de, açığa çıkardıklarını da bilir. Çünkü O, kalplerin özünü bilendir. [Hûd/5]

İnsanoğlu, kalblerinden geçirdiklerini eyleme dökmedikçe, onların biline­meyeceğini zannetmektedir. Böyle zannedenlere Allah, gizli aşikâr her şeyi bildiğini söylemekle, kalblerini değiştirmelerini önermektedir. Aşikâr olarak yapılanları bilip kalbdeki oluşumları bilmeyen varlık, ilah olabilir mi? Kalp­lerden geçeni Allah'ın bildiği bilincini vermekle Yüce Allah, psikolojik yapı ile davranışların ahenkli olmasını istemektedir. Kalple davranışların çatışma­sı, zıtlaşması ve farklılaşması, psikolojik bunalımın göstergesidir. Gönlü ile davranışları çatışan insanlarda bir şahsiyet parçalanması vardır. Şahsiyet bü­tünlüğünü kaybetmenin tedavisi, gizli ve aşikâr, yapılan her şeyi Allah'ın bil­diğinin bilincini onlara kazandırmakla sağlanacaktır.

 (Onlar bilmiyorlar mı?) ifadesiyle Allah, bu bilgilendirmeyi yap-maktaadır. Onlar bu bilgiyi yerinde kullansalardı, böylesine bir çifte standar­da başvurmazlardı. Bilgi işlevini yerine getirmeyince, imanda bir zayıflama meydana gelmekte, böylece davranışları etkileyememektedir. Gücünü kaybeden elektrik enerjisi makineyi çalıştıramadığı gibi, bilgiden uzak düşen iman da, davranışları etkileyememektedir. [146]

 

Hakikat Bilgisinden Yoksun Olanlar Zanna Uyarlar:

 

78. Onların arasında kitabı bilmeyenler, ümmiler vardır. Bildikleri sadece, kendilerine anlatılan asılsız kuruntular­dır. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.

Ayette üç kavram yer almaktadır: ümmi, kuruntu ve zan. Bunların arasın­da da (Kitabı bilmezler) ifadesi bulunmaktadır. Bu nedenle ayetin ekseni kitabı bilmeyenler'dir. Şimdi bu kelimeleri açıklayabiliriz:

 

Ümmi Kelimesi:

 

(Bazdan ümmidir).

Ümmi kelimesi, pınar, memba, başlangıç, doğuş, mebde, başlıca prensip, temel esas, bir şeyin ruhu ve cevheri manalarına gelmektedir. Ümmi kelimesi, Kur'an'da pek çok şey için kullanılmıştır: [147]

 

1. (Ummu'l-Kitâb=Kttabın Anası/Ana Kitap):

 

(O, nezdimizde bulunan ana kitapta mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır). [Zuhruf/4]

(Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bıra­kır. Ana kitap O'nun yanındadır). [Ra'd/39]

(Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın temelidir). [Âl-i İmran/7]

Demek ki Kur'an'ın muhkem olan ayetleri, diğer ayetlerin temelini teşkil etmekte, yani onlara kaynaklık etmektedir.

İlahî kitaplara kaynaklık eden levh-i mahfûz'a da ana kitap denmektedir. [148]

 

2. (Ummu'l-Kurâ=Şehtrlerin Anası):

 

İnsanlık tarihinde kurulan ilk şehir, insanlık medeniyetine kaynaklık eden ve diğer şehirlere analık eden ilk şehir anlamına gelmektedir.

(Ümmü'l-kurâyı/şehir halkını uyarman için...) [En'âm/92]

Ummu'1-kurâ (şehirlern anası), medeniyetin beşiği demektir. [149]

 

3. Ümmet:

 

Ümmet bir grub ve bir peygambere mensup insanlar topluluğunu ifade et­mektedir. Her canlı grubuna da ümmet denir.

Hayvanlar topluluğuna da bu anlamda ümmet denilmektedir:

(Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi sizin gibi ümmetler, yani topluluklardır). [En'âm/38]

Eşi-benzeri olmayan tek bir kişiye de ümmet denir:

(İbrahim gerçekten Allah'a itaat eden bir ümmet idi). Nahl/120] [150]

 

4. Kötü Amellerin Neticesi:

 

(Onun annesi haviyedir). [Kâria/9]

Bir annenin çocuğunu kollan arasına alıp onu sımsıkı sarması gibi, günahları fazla geleni de ateş o şekilde sarmalayacaktır. [151]

 

5. Ümmi:

 

Ümmi kavramının diğer bir anlamı da, anaya mensup, anadan doğduğu gi­bi saf, temiz ve günasızdır. Genelde ümmi kavramına, okuma-yazma bilme­yen, anadan doğma cahil anlamı verilmektedir.

Bakara/78'deki ümmi kelimesinden sonra gelen (Kitabı bil­mezler) ifadesi, yukarıdaki manayı kuvvetlendirmektedir. Manayı biraz daha uzaklara taşırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: İnsan pek çok şeyi bilebilir, ama kutsal kitabını bilmiyorsa, ümmi sayılır.

Bakara/78'de yer alan diğer kavram ise, (Bütün bildikleri kuruntu­lardır) ifadesindeki emâniyye'dir. Emâniyye kelimesi, munya veya minye ke­limesinden türeyen ümniyye kelimesinden gelmekte olup arzu, temenni, ta­lep, iddia, heves, şehvet, hasret, iştiyak manalarına gelmektedir.

Bu kavram Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır: [152]

 

A. Sahte Arzu:

 

Ümniyye kelimesinin fiil olarak Nisa/l 20'de geçtiğini görüyoruz:

 (Şeytan onlara söz verir ve onların için­de 'sahte arzular' oluşturur). [Nisa/120]

Bu ayetteki (yümennîhim) kelimesini Râzî, Bakara/78'deki (illâ emâniyye) ibaresiysiyle bağdaştırarak şu yorumu yapmaktadır: -fakat bu yorum tamamen Bakara/78 ayetine aittir- "Din adamları onlara, cehennem azabının kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı kuruntusunu verir. Onlar da hatalarından dolayı, Allah'ın onları sorgulamayacağını, ataları olan pey­gamberlerin kendilerine şefaatçi olacağını sanırlar".[153]

Ümniyye, yanlış bilgiler ve şeytanın insanlarda oluşturduğu sahte arzulardır. Dinde olmayan bir görüşün dindenmiş gibi sunulması ve o sahte bilginin in­sanda uyandırdığı sahte arzulara denmektedir. Böylesi sahte arzulan uyandıran şeytan olabileceği gibi, insan da olabilir. Din eğitimi insanları sahte fetvaların peşine takılıp, sahte arzularla yaşamaktan kurtarmalıdır. [154]

 

B. Boş Temenni:

 

(Yahudi veya hristiyanlardan başka asla kimse cennete giremeyecek" dediler. Bunlar onların boş temennileridir. De ki: "Doğru kimselerseniz, delilinizi getirin"). [Bakara/l 11]

Delile dayanmayan ve tamamen sübjektif/taraflı değerlendirmeden kay­naklanan temennilere bu ad verilmektedir. Allah'tan başka kimse, hiçbir kim­senin cennetlik veya cehennemlik olduğunu bilemez. Muayyen bir gruba mensup olan insanların cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söyle­mek ve böyle bir değerlendirmede bulunmak delil ister. Böyle bir iddia ku­runtudan öteye geçemez. Allah bu beyanı, müslümanlann da yahudi ve hris-tiyanlar gibi bozuk değerlendirmeler yapmasını önlemeye yöneliktir. [155]

 

C. Temenni Ve kuruntu:

 

(Mesele ne sizin temennilerinizle ve ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla olacak­tır. Kötülük yapanlar, yaptıklarının cezasını görecektir. Onlar için Al­lah'tan başka ne bir koruyucu ve ne de bir yardımcı bulacaklardır). [Nisa/123] [156]

 

D. Okumak:

 

Müfessirler Hac süresindeki (temenna) kelimesine okumak manasını vermişlerdir:[157]

(O bir şey okuduğu zaman, şeytan onun okumasına bir şey atmıştır). [Hac/52]

Demek ki bu ayette yer alan (temenna) kavramı, olumlu bir anlam taşımaktadır. Peygamberlerle ilgili bir eylem için kullanıldığında, sahte arzu ve kuruntu manalarından sıyrılmaktadır. [158]

 

E. Atmak, Akıtmak:

 

Bu kelime Vakıa suresinde tümnûn olarak geçmektedir:

(O halde, dökmekte olduğun meni nedir?) (Vakıa/58)

Bazı müfessirler bu kelimeye atmak, bazıları da akıtmak manası vermişler­dir. İnsan bir iş için kurduğu hayallerini, isteklerini, beklentilerini, temenni ve kuruntularını ona doğru akıtır. Gönlü o şeye doğru akıp gider. Bu anlam, meni­nin rahime akışını andırmakta olduğundan, iki eylem için aynı kelime kullanıl­maktadır. Akan meninin çoğu boşa gider, insanın hayalleri, kuruntuları ve bek­lentileri de çoğunlukla boşa çıkar. Bu bakımdan da aralarında bir benzerlik var­dır. Meni akarken, insana zevk verir, insanları hayallere götürür. Aynı şekilde hayal, kuruntu ve temenniler de insana çok tatlı gelir, ama sonuçta gerçek olma­dıkları anlaşılınca hayal kırıklığı yaratır ve insan psikolojisini sarsarlar.

Bu kelime eğitim bakımından bize önemli mesajlar vermektedir. Eğitim, insanların kuruntu, sahte arzu, boş temennî peşinde koşmasını engellemeli­dir. Gerçekle ilintili olan hayaller, insanı araştırmaya sevkeder, ama boş ha­yâller ve sahte kuruntular, insanı peşinden koşturursa, sonunda hayal kırıklı­ğından başka bir şey olmaz. Bu da insan emeğinin boşa gitmesi demek ola­cağından, hem ferdin ve hem de toplumların değer kaybına neden olacaktır. Eğitim, hayal ile gerçek arasındaki bağlantıyı iyi kurmalı, sahte olan şeylerin peşine koşmaktan doğacak zararın bilincini insanlara vermelidir.

Kitabı bilmeyen ümmilerin, sahte kuruntuların peşine koşacağını söyle­yen Bakara/78 ayeti, bilgisizlikle hayalperestliğin arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir. Kitabın, yani bilginin yer etmediği beyin ve gönüller, sahte temenni ve boş kuruntuların hücumuna uğramakta ve bilginin yerini doldur­ma çabasına girişmektedirler. Ayet, kitabı bilmeyenlerin sadece kuruntu yap­mayı ve boş hayal kurmayı bildiklerine işaret etmektedir. Demek ki öğretim faaliyeti insanları bilgilendirdikçe, onları sahte hayal ve boş kuruntulardan uzaklaştırarak, psikolojik bunalımdan kurtarmaktadır. Beynin ve gönlün en güçlü bağışıklık sistemi bilgidir.

(Onlar sadece zanda bulunuyordu).

Düşünmek, inanmak, farzetmek, tahmin etmek, doğru kabul etmek, tasdik etmek, addetmek, mülahaza etmek manalarına gelen zan kavramı, kötü zan ve iyi zan şeklinde iki kısma ayrılmaktadır. Zan kelimesi Kur'an'a göre, ha­kikatten kırıntı taşımayan düşünce şeklinde tanımlanabilir.[159] Bu tanımı veren ayet şöyledir:

(Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz haki­kat bakımından bir şey ifade etmez). [Necm/28]

Bu ayette, zan, bilginin karşıtı olarak görülmekte ve hakikat namına bir şey ifade etmeyen düşünce olarak takdim edilmektedir.

"Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder". Bunların o hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar). [Câsiye/24]

Ahiret hayatı, ölüm ve tekrar dirilme konusunda fikir beyan etmek için bir bilgiye dayanmak gerekiyor. Bilgisi olmayanların yapacağı iş, gerçekle alakası olmayan zanna dayanmak olacaktır.

Kısaca:

1. Bu, açıkladığımız diğer ayetlerden farklı olarak bize ümminin başka bir boyutunu ifade etmektedir. Ümmi, kitabı bilmeyen, hayal peşinde koşan ve gerçekle alakası olmayan zanlara dayanan insandır. Bütün yapıp etmelerini, hayal ve zan üzerine bina eden, bilgiden yoksun insan, ne kendine ve ne de başkasına faydalı olamaz.

2. Hayal, kuruntu ve gerçekle ilgisi olmayan zanlardan kurtulmanın yolu, öğretim faaliyetidir.

Öğretim, dinî alanı kutsal kitaba dayandıracak ve böylece insanlar objek­tif/tarafsız bilgiye sahip olacaklardır.

Öyleyse, öğretim faaliyeti, insanlara tarafsız/objektif bilgi vermekle göre­vini yapmış olacak ve başarısını da bu sayede temin etmiş olacaktır.

3. Kitabî bilgi tarafsız olduğu kadar evrenseldir de.

Evrensel bilgiye sırtını dönenler, hayal aleminde ve kuruntular dünyasın­da yaşamaya başlarlar. Evrensel değer (bilgi), insanın beynini, gönlünü ve nefsini ayağa kaldıracak ve onları erdemin zirvesine taşıyacaktır. İşte Allah bu ayette bilgisizliğin nelere mal olduğuna dikkat çekmektedir. [160]

 

Yazdıklarına "Allah Katındandır" Demek:

 

79. Elleriyle kitabı yazıp sonra onu az bir bedel karşılığın­da satmak için, 'Bu Allah kalındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!

Bir insan kitap yazabilir. Ama yazdığı kitabı satabilmek ve ondan ekono­mik bir menfaat elde edebilmek için, "Allah karındandır" demesi, hem ahlâ­kî değil, hem de Allah'a iftira olduğu için büyük bir günahtır. "Ben yazdım" dediğinde kimsenin itibar etmeyeceğini ve neticede ekonomik rant elde ede­meyeceğini bildiğinden bu yola sapan insan, insanların manevî duygularını sömürmektedir. İnsanların manevî duygularını ve maddî imkânlarını sömür­mek ise, ahlâksızlıktan başka birşey değildir.

Elleriyle kitabı yazanlar ifadesinden şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. Allah'ın gönderdiği vahyi/kitabı değiştirmektedirler. Onlar, kendi arzu­larına, hayat tarzlarına ve düşüncelerine uymayan ayetleri değiştirip kendile­ri yazıyorlardı. Böylece vahyi değiştirme cüretini gösteriyorlardı.

2. Allah'ın kitabını değiştirme girişimleri, kitabın beşerîleştirilmesine ka­dar uzanıyordu. Beşerî düşünceleri, ilahî vahyin içine sokuşturmaları, bir zu­lüm halini almıştı. Gerçek bilgiyi yerinden çıkarıp, ona denk olmayanla de­ğiştirmeleri, levh-i mahfûz'u rahatsız ettiği için, Allah bu durumu Kur'an'da zikretmiştir.

3. Allah'ın ayetlerini değiştirmeleri ve onu beşerîleştirmekle kalmayıp, yaptıklarını Allah'a isnad etmeleri ve Allah katından olduğunu söylemeleri, zulmü doruk noktasına çıkarmıştır. Yazdıklarını, Allah'a isnad ederek insan­lara sunmaları, hem iftira, hem de sahtekârlıktır.

İsrailoğullan'nın böyle yapmalarının iki sebebi vardı. Bunlardan biri, -ayetten anlaşıldığına göre- ekonomik rant elde etmekti.

Diğer de ÂI-i İmran suresinin şu ayetinde açıklanmaktadır:

(Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: 'Bu Allah karındandır' der­ler. Onlar bile bile Allah üzerine yalan uyduruyorlar). (Âl-i Imran/78]

Okuduklarını Allah'ın kitabından sanasınız diye ibaresi, yaptıkları işin, in­sanları aldatmaya yönelik olduğunu ifade etmektedir. Söylediklerinin halk arasında itibar görmesi ve ona kutsallık kazandırmak için bu iftirayı bile bi­le yapmaktaydılar.

Allah bu olayı bize niçin anlatıyor?

Ayet, müslümanlara ve müslüman din adamlarına, dinin beşerîleştirilmesini, kendi bilgilerini, görüş ve düşüncelerini Allah'ın kelamıymış gibi insan­lara sunmamalarını öğütlemektedir. Allah'ın söylemediğini, söylemiş gibi in­sanlara takdim etmek, Allah'a bir iftira ve büyük bir günah olacağından, din adamlarının bütün manevî erdemlerini alıp götürecektir. Bu tip insanları Allah, zalim olarak vasıflandırmaktadır. Gelişi-güzel dinî konularda fetva ver­meyi bakın nasıl yermektedir:

(Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak "Bu helaldir, şu da haramdır" de­meyin; çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Al­lah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler). [Nahl/116]

Müslüman din adamı ve ilim adamı gelişi-güzel fetva veremez ve verme­melidir. Neyin helal, neyin haram olduğunu Allah kutsal kitabında bildirmiş­tir. Çünkü helal ve haram hükmünü vermek, dinin alanına girmektedir. Kut­sal kitaptan kaynaklanmayan bir bilgi ile bu tür fetva verilemez; zira bu, Al­lah'a iftira etmek sayılır.

Din adamlarının Allah'a iftira etmelerinin zararı sadece kendileri ile sınır­lı kalmaz, etkisi topluma sıçrayarak, insanların felah ve kurtuluşunu da ön­ler. Yalan-yanlış fetvalarla dinin safiyetini bozmak, Allah'a iftira etmek, top­lumsal bozulmayı getirir. Bu durum, kötülüklerden kurtulmaya çalışan ve kendi önünü açmak için uğraş veren toplumun önüne bir engel olarak çıkar. Fetva konusunda din adamları ağızlarını düzeltmedikçe, ya da, Allah'a iftira­dan vazgeçmedikçe, kurtuluş ışığını yakalamak mümkün olmaz. Sosyal bu­nalımların pek çoğu, yanlış dinî fetvalardan kaynaklandığı için Allah, felahın engellendiğine dikkat çekmektedir.

Allah'a iftirada bulunmak zulümlerin en büyüğüdür:

Allah'a yalan isnad edenden, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu ve ben de Allah'ın indirdiği ayetlerin benzerini indirece­ğim" diyenden daha zalim kim vardır? [En'âm/93]

Bu ayette, Allah'a iftira edenle, peygamberlik iddiasında bulunan yalancı eşit sayılmaktadır. Bunların durumu değerlendirilirken, Daha zalim kim var­dır? buyurulmaktadır.

Allah'ın helal kıldığı bir şeye kimse haram diyemez. Böyle bir fetvayı peygamber bile verme yetkisine sahip değildir:

Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. [Tahrim/1]

Yüce Allah Hz. Peygamber'i, kendisini menettiği bir nimetten dolayı sorgulamakta ve ona, başka birinin rızasını kazanmak için, Allah'ın helal kıldı­ğı bir şeyi, haram sayamayacağı ilkesini öğretmektedir. Bu, Allah'ın hüküm verdiği bir konuda, beşerin söz hakkı olmadığı manasına gelir. Ayrıca hangi konuda, Allah'ın ne gibi bir hükmü olduğunu bilmek gerekiyor, bunun için de Kur'an'ın iyi bilinmesi lazımdır. İşte Allah, din adamlarına ve müslüman hal­ka bu bilgileri öğretmek istediği için, İsrailoğullan'nın kutsal kitaplarına kar­şı ne yaptıklarını, örnek vererek anlatmaktadır.

Peki bir dinin mensupları veya din adamları niçin Allah katında olmayan bir şey hakkında fetva verirler? Bunun cevabım şu ayetle verebiliriz:.

(Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?) [Ankebût/51] Kur'an'ı yeterli görmemek, insanları din-dışı fetvalara sürüklemektedir.

Kur'an din adına insanlar için yeterlidir. Zaten Kur'an'ın tamamlanmasıy­la, din de tamamlanmıştır:

(Bu gün size dininizi tamamla­dım ve üzerinize olan nimetimi ikmal ettim. Sizin için din olarak İs­lâm'ı beğendim). [Maide/3]

Bu ayet şöyle bir eşitleme yapmaktadır: Kur'an=din; din=İslâm; Kur'an=İslâm. Kur'an'da bulunan bilgi ve hükümlerin dışında verilecek fetvaların, kültür­den öte bir değeri olamaz ve onlar, Allah katındanmış gibi gösterilemez.

Allah, Kur'an'ın dokunulmazlığını, Kur'an'ın din demek olduğunu, Kur'an ile beşerî düşüncenin ayrılmasının zorunlu olduğunu öğretmek için Bakara/79 ayetini indirmiştir.

Kendi yazdıklarını Allah katındandır diyerek insanlara sunan iftiracı ve sahtekârların cezasının ne olduğu, 79. ayetin devamında bildirmektedir:

(Elleriyle yazdıklarından dolayı onlara yazıklar ol­sun). [Bakara/79]

(Kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun). [Bakara/79]

Bir insanın eliyle yazdığı şeyin kendisine cehennemin veyl çukuruna layık görülmek gibi Allah'ın bedduası ve ağır bir ceza olarak dönmesi, çok büyük bir kayıpta İnsanın, yazdıklanyla şeref, onur ve sevap kazanması ge-rekirken, Allah'ın kelamını tahrif etmek ve ondan bir kazanç elde etmek için yazmaya kalkışması, onu büyük bir cezaya müstehak kılmaktadır.

Yazmak vardır, erdeme; yazmak vardır, rezilete götürür. Eylem vardır, şe­refe; eylem vardır adiliğe sürükler. Rezilliğin en kötüsü, erdemsizliğin en pespayesi, Allah'ın dininde olmayanı ondanmış gibi göstermektir. Başkasının yazdığını kendisi yazmış gibi göstermek, hırsızlık; kendi yazdığını Allah'ın vahyi imiş gibi göstermek ise, zulüm, adilik ve rezilliktir. Hatta bu eylem, ya­lancı peygamberlik iddiasına denk tutulmaktadır.

Toplumun veya toplumların kurtuluşunu engelleyen bu sahtekârlık, Allah tarafından yerilmiş ve böyle bir işe kalkışmamaları müslüman din adamları­na bir öğüt uyan ve emir olarak sunulmuştur. İlahî vahiy ile beşerî düşünce alanının iyi belirlenmesi, sınırlarının net bir şekilde tesbit edilmesi, ilahiyat eğitiminin en önemli amacı, görevi ve uğraşısı olmalıdır. [161]

 

Kişinin Bilmediği Bir Şeyi Allah'a İsnad Etmesi:

 

80. İsrailoğullan, 'Ateş bize birkaç günden fazla dokun­maz' derler. Onlara de ki: 'Allah'tan bir söz mü aldınız, çünkü Allah asla sözünden caymaz. Yoksa bilmediğiniz bir şeyi mi Allah'a isnâd ediyorsunuz?

Ayet, İsrailoğullan'nm verdiği yanlış hükmü gündeme getirmektedir. Ce­hennem ateşinde sadece birkaç gün kalacaklarını söylemeleri, onların ahiret konusunda yanlış hüküm verdiklerini göstermektedir. Allah insanlara ateşte ne kadar kalacaklarını söylemediği halde, böyle hüküm vermeleri, bir iftira­dan öteye geçmez. Kendilerine bir paye çıkartarak bu konularda fikir beyan etmeleri, dinî alana el uzatmaları anlamını taşır.

Böyle bir fetva verebilmek için, Allah'tan bir söz almış olmak gerektiğin­den, ayet onlara böyle bir söz alıp almadıklarını sormaktadır. Kıyamette ate­şin onlara az bir zaman dokunacağına dair Allah'tan bir söz aldılarsa, elbette ki Allah bu sözünü yerine getirecektir. Ama onlar bilmedikleri şeyi Allah adı­na söylediklerinden, yanlış hüküm veriyor ve Allah'a iftira ediyorlardı.

Demek ki ayette ahiret azabı hakkında Kur'an'ın söylediğinden başka bir şey söylenmamesi gerektiği vurgulanmaktadır.

(Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söy­lüyorsunuz?).

Ayetin bu kısmı, din eğitiminin hem halk kesimine, hem de din adamları­na kazandırması gereken ilmî ve dinî ahlâkın temelini oluşturmaktadır.

Ayette vurgulanan kavram ve olguları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Söz söylemek

Din konusunda ve özellikle Allah hakkında konuşurken sözümüze dikkat etmeliyiz. Ağızdan çıkan sözün bir daha geri dönmeyeceğini ve düzeltilme şansının bulunmadığını düşünerek, disiplini dilimizden başlatmamız gerekir.

2. Bilmek

Sözümüz bilgiye dayanmalıdır. Bilgisiz söz söylemek hem boşuna emek sarfetmek ve hem de Allah katında günahtır.

3. Allah hakkında konuşmak

Ayetin bu kısmının eksen konusu, Allah hakkında konuşmaktır. Bilmeden Allah hakkında konuşmak, hem iftira, hem günah, hem de Allah katında de­ğer kaybetmeye sebeptir. Onun için Allah Nahl suresinde Kur'an'ı bilene so­rulmasını emretmiştir:

(Senden önce de, kendi­lerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak gönder­medik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun). [Nahl/43]

Bilmediği halde Allah hakkında konuşanların, ne yaptıklarının cevabını bir sonraki ayette bulmaktayız. [162]

 

Hatası Kendisini Çepeçevre Kuşatan İnsan:

 

81. Hayır! Kim bir kötülük eder de, kötülüğü kendisini çe­peçevre kuşatırsa, işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.

Ayette geçen kavranılan şu şekilde açıklayabiliriz:

(Kim bir kötülük işlerse) ifadesiyle, önceki ayetlerde zikri geçen günahlar kesdedilmektedir. Ayette, kötülüğü işleyenin insanın kendisi olduğu; kötünün kazanılmasının arkasında kulun iradesi bulunduğu ifade edilmektedir. (Günahı kendisini kuşatan kimse...)

İnsanın hataları iyiye karşı çevresinde bir duvar oluşturmadan, onlardan dönmesi ve tevbe etmesi gerekir. Tevbe istiğfar yapılmadığı takdirde, zamanla o günah, insa­nın bütün iç alemini ve davranışlarını etkisi altına alır. Etrafı günahları tarafından çe-virilen kimsenin, bir daha o duvarı yıkıp dışarı çıkması mümkün olmayabilir.

(Onlar cehennemliktirler; onlar orada ebedî kalacaklardır).

Burada, cehenneme giden yol tanıtılmaktadır. Bu yolda ısrar edip, günahından dönmeyen insanın yeri, ebedî kalacağı cehennemdir.

Kitabı eliyle yazıp dünya menfaati için onun Allah katından olduğunu söyle­mek, Allah'ın demediğini, demiş gibi O'na isnad etmek; Allah hakkında bilmedi­ği şeyi söylemek günahtır. İnsan bu tür fiilleriyle günahı kendisi kazanmaktadır.

Ayette ele almamız gereken kavramlar şunlardır: [163]

 

Kesb Kelimesi:

 

a) (Kötüyü kazanmak) Kur'an'a göre, kul fiilini kendi kazanır:

Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor ve iftira atıyorsunuz. [Ankebût/17]

Ayetteki tahlukûne ifken ifadesi, iftira atıyor, icad ediyorsunuz anlamına gelmektedir:

(İbrahim, "Yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyor­sunuz? Oysa ki, sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı" dedi). [Saffat/95-96]

Bu ayetlerden kulun kendi fiilini kendisinin iktisap ettiğini (kazandığını) anlıyoruz. Demek ki kul ister, Allah yaratır; kul iktisap eder, Allah yaratır.

Fiilinin yaratıcısı kul mudur? sorusu, müslüman düşünürler arasında tartışıl­mış ve bu tartışma bazı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. Geçmişte yapı­lan bu tartışmalara girmeyeceğiz; çünkü onları günümüze taşımak istemiyoruz. Mesele, ayetlerdeki şekliyle ele alındığında, şu tesbitler yapılabilir:

Kesb kelimesi lügatte kazanmak, ele geçirmek, tedarik etmek, müstehak olmak, işe yaramak, bilgi elde etmek, muvaffak olmak, varmak, ulaşmak manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır: [164]

 

1. Ekonomik Kazanç:

 

inananlar! Helal kazandık­larınızdan ve nzık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infak edin). [Bakara/267]

Ayetteki kesb kavramı, tamamen ekonomik bir kazancı ifade etmektedir.

(Erkeklerin de kazandıklarından bir nasipleri var, kadınların da kazandıklarından bir nasipleri var). [Nisa/32]

Bu ayette de maddî kazanç manasına gelmektedir. [165]

 

2. Amelî Kazanç:

 

(Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları kötü­lükler, kalplerini kirletmiştir). [Mutaffifîn/14]

(Bunun için yaptıkları kötülüklerin vebali onları yakaladı. Bunlardan da zulmedenlerin işledikle­ri kötülükler, başlarına gelecek; onlar Allah'ı aciz bırakamazlar). [Zümer/51]

Her iki ayette de davranışların ürünü olarak elde edilen kazancı ifade etmekte; hem kötü eylemi, hem de kötü eylemin neticesinde elde edilen kötü ürünü kapsamaktadır. [166]

 

3.  Kültürel Kazanç:

 

Bir milletin kültürel, yani manevî manada kazandıklarının bütününü ifade ettiği gibi, eylemini de ifade etmektedir:

(Onlar bir ümmetti, gelip geç­ti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz on­ların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz). [Bakara/134,141]

Sizin kazandıklarınız size, onların kazandıkları onlara ifadesinde, insan­ların sorumlu tutulacakları amelî ve manevî kazanımlar konusunda, milletlerin veya nesillerin birbirini taklit etmemeleri için, herkesin kendi ürettiği amel ve değerlere bakmasının gerekli olduğu uyarısı vardır. Kimse kimsenin yaptığından, hiç bir nesil de, diğer bir neslin yaptıklarından ahirette kazanç veya zarar elde edemez.

Eğitimin en önemli görevi yeni nesillere kültür aktarmaktır. Ancak bir ön­ceki nesilden alınmış olan kültüre her neslin yeni şeyler katması gerekir. Geçmiş toplumların veya nesillerin amelleri, ancak bize yaradıkça bizim için önem taşımalıdır. Geçmiş nesillerin kültür ve bilgileri kendilerine aittir; siz onların kazanımlanyla hayatınızı sürdüremezsiniz. Sizin, kendi zamanınıza göre kazanmalarınız olmalıdır. Siz onların kazananlarından, onlar da sizin kazananlarınızdan sorumlu olmayacaktır. [167]

 

İhata Kelimesi:

 

b) (ihata etmek/kapsamak)

Öne çıkan manası ile ihata kelimesi Kur'an'da şu anlamlara gelmektedir: [168]

 

1. Allah'ın İnsanları İhata Etmesi:

 

(Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hile­si size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepe­çevre kuşatmıştır). [Âl-i İmran/120]

(Hani sana, "Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmış­tır" demiştik). [İsra/60]

Bu ve buna benzer ayetlerde Allah'ın kendisi için kullandığı fiillerden bi­rinin ihata olduğu görülmektedir. Bu nedenle Allah'ın isimlerinden biri de (muhît)dir. Her şeyi kuşatamayan varlık, ilah olamaz. [169] 

 

2. İlmen Kuşatmak:

 

(Henüz elde edemedğiniz ganimetler vardır ki, onlar Allah'ın bilgi ve kudreti dahilindedir). [Fetih/21]

(Allah onları ihata etti). Allah'ın ihata etmesi, bilmesi anlamına gelir.

(Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiy­le kuşattığını bilesiniz). [Talâk/12]

Ayette, bir araya gelen ilim ile ihata kelimeleri, bilgiyle kuşatmak anlamını ifade eder. Bilen kuşatıcıdır, bilgi olmadan kuşatıcı olunamaz. İnsanlar da ne kadar biliyorlarsa, meselelere o kadar hakim olur, onları kavrar ve çözer. [170]

 

3. Bilmek, Kavramak:

 

İhata kelimesi, kendi başına bilmek ve kavramak manasını ifade eder:

(Çok  geçmeden  Hüdhüd gelip 'Ben, senin bilmedğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim). [Neml/22]

(Ehattu=bildim),  (senin bilmediğini). İhata kelimesi, tamamen bilmeyi ifade eder:

(Nihayet hesap yerine geldikle­rinde, Allah buyurur: Siz benim ayetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız öyle mi? Değilse yaptığınız neydi?) [Neml/84]

Ayetlerimi ilmen ihata etmeden ifadesi, idrak etmeden, iyice bilmeden manasına gelir:

(Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine gelmemiş olan Kur'an'ı yalanladılar). [Yunus/39]

İlmini idrak edemedikleri ifadesi, ilmini ihata edemedikleri manasına gelir. Yalanlamalarının nedenlerinden biri olarak, Kur'an'ın bilgisini idrak (ihata) edememeleri gösterilmektedir. [171]

 

4. Cehennemin Kuşatması:

 

(Onlardan öylesi var ki, 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır). [Tevbe/49]

İnsanlar arasına fitne sokmak, toplum hayatını cehenneme çevirmektir. Cehennem ise kâfirleri kuşatacaktır:

(Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırla­dık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır). [Kehf/29] [172]

 

5. Yok Eden Kuşatma:

 

Rızkın Allah'tan geldiğine inanmayan insanın servetinin elinden alınışı­nı/yok edilişini ifade için ihata kavramı kullanılmıştır:

(Nihayet onun serveti ihata edildi) [Kehf/42] [173]

 

6. Bir Topluluğun Bir Topluluk Veya Yeri Kuşatması:

 

Bir ordunun bir yeri ele geçirmek için kuşatması, polis veya jandarmanını suçlunun bulunduğu yeri kuşatması veya bir şehrin kuşatılıp fethedilmesi gibi.

(Yakub dedi ki: "Kuşatılmanız hâriç). [Yusuf/66]

Yani birileri size saldırır da hayatınız tehlikeye girerse, olanlar hususunda ma­zursunuz. Saldırıya uğramadıkça (kuşatılmadıkça) oğlumu bana getireceksiniz. [174]

 

7. Denizde Dalganın Kuşatması:

 

(Her yerden onlara dalgalar hü­cum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dîni yalnız Allah'a hâlis kılarlar). [Yunus/22]

İhata fiili, bu ayette, denizde fırtınaya tutulan insanların iç dünyalannda-ki değişimin tasvir edilmesinde kullanılmıştır. [175]

 

8. Günahın Kuşatması:

 

İnsanlar günah işlemekle, kendi etraflarında bir günah duvarı örmektedir­ler. Bakara/81 'de, günahın insanı kuşattığını görüyoruz. Günahlar hem dün­yada, hem de ahirette insanı kuşatacaktır.

Bilgisizlerin, kutsal kitaplardan ellerini çekmesini isteyen Allah, elleriyle yazıp Bu, Allah katındandu diyenlerin, kuşatıcı bir cehennem duvarı oluşturduklarını bil­dirmektedir. Eğitimsizliğin, bilgisizlik ve idraksizliğin nasıl bir cehenneme dönüştüğünü bildirerek, insanları araştırmaya, bilgilenmeye ve idrak etmeye sevket-mekte; yaklaşan cehennemi görmeyenleri, gaflet uykusundan uyandırmaya çalışmak­tadır. Sosyal problemler, ilmî ve sosyal meseleleri kuşatacak şekilde idrake, bilgi ve ferasete sahip olmayan fert ve toplumların etrafım dalga gibi kuşatacaktır. İdraksiz­lik, anlayışsızlık ve düşüncesizlik, toplum hayatını cehenneme çevirecek ve bir ihata duvarı halini alacaktır. Allah, iftiraların, yanlış fetvaların, bilgisizlik ve anlayışsızlı­ğın insanlığı sarmadan, eğitim yoluyla tedbir alınmasını istemektedir. [176]

 

Cennete Girmenin İki Şartı; İman Ve Yararlı İş:

 

82. İman edip yararlı iş yapanlara gelince, onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.

İman ve iyi amel, insanı cennete götürmektedir. Doğru iman sahibi olmak ve insanlığa faydalı işler yapmak, sadece ahiretteki cenneti oluşturmakla kal­maz, aynı zamanda dünya hayatını da cennete çevirir.

Şirk batağında yüzen, kızlarını diri diri gömen, kadın haklarını çiğneyen ve bir hukuk sistemine sahip olmayan aşiret toplumunu değiştirmek ve ona insanlık adına bütün erdemleri kazandırmak için, imanın ve yararlı iş üret­menin neticelerini onlara öğretmek; cehaletin karanlığında boğulmak üzere olan ve ne yaptığını bilmeyen bu insanları aydınlığa çıkarmak, iyiden yana bütün değişimleri gerçekleştirmelerini sağlayarak onları kurtuluşa eriştirmek gerekiyordu. Bu iman ve salih amelin karşılığı olarak da onlara -bu ayette olduğu üzere- cennet vaadediliyordu. Bu, yaptıkları eylemlerin karşılıksız kalmayacağını göstermektedir. O cennet, beynin, gönlün ve yararlı işlerin ör­düğü bir hayat biçiminden başka bir şey değildir. Aslında ayet, cennetin be­yinde, gönülde ve insanlığa faydalı işlerde olduğunu haykırmaktadır. Çünkü cennetteki ebedî hayat, kalıcı fikir ve amellerle elde edilecektir. [177]

 

Allah'ın İsrailoğulları'yla Yaptığı Antlaşma:

 

Hani biz İsrailoğullan'ndan söz almıştık: Sadece Al­lah'a kulluk edeceksiniz; anaya, babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullaraiyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.

Ayetin analizinden çıkartılabilecek esasları şöyle sıralayabiliriz:

1. Ayet hem Tevrat'ta ve hem de Kur'an'da yer almıştır. İki kutsal kitap ta­rafından tasdik edilmekte ve içerdiği mesajlar evrensel değerler taşımaktadır. Hz. Muhammed'in zamanında yaşayan Yahudiler'e hitap eden bu ayet, atala­rının Tevrat'ın değiştirdikleri bir ayetini onlara hatırlatmaktadır.

2. Kur'an'da böyle bir ayetin yer alması, Kur'an'ın Hz. Peygamber tara­fından yazılmadığına delil teşkil etmektedir. Hz. Peygamber zamanındaki Tevrat'ta bu ayet yoktu ve Hz. Peygamber Tevrat'ı okumamıştı. Bu antlaşma­nın maddelerini nereden bilecekti?

3. Geçmiş kutsal kitaplarda yer alan evrensel değer, kural ve ibadetlerin Kur'an'da da yer aldığını göstererek, ilahî dinin, tek bir asıldan geldiğini vur­gulamaktadır.

Ayetin içerdiği ana maddeleri şu şekilde açıklayabiliriz:

1. (Sadece Allah'a kuluk edeceksiniz).

Dikkat edilirse, ayetin bu kısmı istisna şeklinde ifade edilmiştir. Bu şekil­de ifade edilmesinin sebebi ne olabilir? (Kulluk etmeyiniz!) olumsuz bir emirdir. Bu emirden sonra istisnanın gelmesi, Allah'tan başka hiçbir var­lığın tapınmaya layık olmadığını göstermektedir.

Önce red, sonra tasdik ve kulluk.

"Allah'tan başka ilah yoktur" şeklindeki tevhid kelimesi de aynı anlama gelmektedir.

Önce inkar, sonra tasdik, Kur'an'm bir ilkesi ve öğretişidir.

(Kim tâğut'u inkar eder ve Allah'a inanırsa...) [Bakara/256]

Müslüman önce inkar, sonra da iman eder. Tâgut'u dışlamayan bir gönül, içten ve sağlam bir şekilde iman etmiş olamaz. Bu noktadan hareket edersek olmaktadır. Allah'tan başkasını gönülden çıkarta­rak yalnız O'na kulluk etmek, dinin ilk şartı olmaktadır.

İnsanı Allah'tan uzaklaştıran ne varsa tâgut kavramının kapsamına gir­mektedir. O, Allah'tan başka tapınılan her şeydir. Râzî'nin dediği gibi, şeyta­nî güçlerdir. Allah'tan insanı uzaklaştıran her şey inkar edilince, iman gönü-le girmekte ve tevhid inancının temelini oluşturmaktadır.

Genel manada bu ilke, bütün kutsal kitapların olmazsa olmazını teşkil et­mektedir. Yahudiler için düşünülürse, onların buzağıya tapmalarından doğan şirke karşı alman bir tedbirdir.

2. Ana babaya, akrabaya, yetimlere ve fakirlere iyilik yapmak.

Antlaşmanın birinci maddesi "kulluğa", ikinci maddesi de "iyiliğe" tahsis edilmiştir. Bu bağlamda, birinci madde Allah hakkını, ikinci madde de, ana baba, yetim ve fakir haklarını gündeme getirmektedir.

a) (Ana babaya iyilik edeceksiniz).

Ana-babaya iyilik etmek, ana-babanın hakkıdır. Ana-babaya ne yapmalı ki, hem haklan yerine getirilmiş, hem de Allah'ın emrettiği ihsan/iyilik yapılmış olsun? Bunun cevabını çeşitli ayetlerde bulmak mümkündür. İsra/23 ayetini analize tâbi tutarsak, ana-baba hakkının nasıl yerine getirileceğini anlarız. (Ve sakın onlara üf deme!)

Ana baba ile, değil kavga, münakaşa bile edilemez. Hatta onlarla yüksek sesle konuşulamaz ve onlara «/bile denemez. Onlar, "Üf aman canım" ifade­sine bile muhatap edilemezler. Bir evladın, ana babasına duyduğ saygı ve on­lara karşı medyûn-i şükran olma hissi, bu tarz bir konuşmayı önlüyorsa, bu tavır, Allah'a karşı bir ibadettir.

(Onları azarlama!)

Ana-baba hakkı, azarlamaya tahammül edemez. İhtiyarladıklarında, bir çocuk gibi azarlanan ana-babalann hakkı, çiğneniyor demektir. Çocuk gibi azarlanan ana-babalann âhı, insanlığın manevî çevresini kirletmektedir. Ana-babaların azarlandığı ve hor görüldüğü bir dünyada, erdem ve asalet kalma­mış demektir. Erdemi yok olmuş, asaleti bozulmuş olan insanlığın geleceği kararacağı gibi, mutluluğu da yitip gidecektir.

Dünyada zaten ağır günahlar işlenirken, bir de buna ana babayı azarlama günahı eklenmemelidir. Ana babalık müessesesinin temeline dinamit koya­rak onu yıkmaya çalışmak, aslında manevî alemin çöküşüne götürecek bir yola girmek demektir.

Karnında büyüdüğün, memesinden süt emdiğin, emeğiyle beslendiğin, hayatının her anını borçlu olduğun ana babanı ihtiyarlık anında azarlaman, güçsüzün güçsüzlüğünden istifade etmek değil midir? Güçsüz kalanın hakkı­nı çiğnemek değil midir?

(Onlara güzel söz söyle!)

Onlara üfdeme ve onları azarlama! olumsuz emrinden sonra, iyi söz söy­le! emri gelmiştir.

Bu ayetten, ana-baba hakkının; önce nelerin yapılmaması, sonra da nele­rin yapılması gerektiğinin öğretilmesiyle örgülü olduğunu anlıyoruz. "Öf de­memek" ve "azarlamamak", netice olarak "güzel söz söylemek" erdemine ulaşmaktadır.

Ayette geçen ve Allah'ın sıfatlarından biri olan (kerîm), müsamaha, affetmek, kıymetli, asil, nazik, güzel ve misafirperver manalarına gelmekte­dir. Ayetteki manası müsamahalı, affedici, nazik, kibar ve güzeldir. İhtiyarlayan ana babaya nazik ve kibar söz söylemek, onların hakkına riayet edildiği­nin işaretidir. Ana-baba hakkına riayet eden, onlara kibar davranan insan, Al­lah'ın kerîm sıfatını yeryüzüne yansıtan kimsedir. Allah'ın kerîm ismiyle va­sıflanan insan, Allah adamı olmaya layık olmuş demektir.

Çocukları eğitirken, insanlara kibar ve nazik davranmanın, güzel söz söy­lemenin önemi anlatılmalı ve onlara bu alışkanlık kazandırılmalıdır. Kerîm kavramı, Bakara/83'de (hüsn) ile tefsir edilmiştir. Hüsn ise, güzel ve iyi demektir.

Demek ki, ana-babaya iyilik, önce onlara iyi söz söylemekle pratiğe dökülmekte ve ahlâkî bir boyut kazanmaktadır. Ana-babaya güzel söz söyle­mek, onlara bir yaşama sevinci, bir mutluluk ışığı ve çocuklarına verdiği emeğin hazzını duyma fırsatı verecektir.

(Onlara merhametten doğan alçakgönüllülük kanatları­nı ger). [İsra/24]

Ayetin bu kısmından, alçak gönüllülüğün, merhametten doğup çıktığını öğ­reniyoruz. Alçak gönüllülük, merhametin yavrusudur; oradan doğar, orada kök salar ve oranın gıdasına göre meyva verir.

Allah, "Ana-babana alçakgönüllü davran" demiyor. "Onlara rahmetten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını ger/indir" diyor. Kuş, yavrularını kanat­larını gererek dış etkilerinden korur ve ısıtır. Bu benzetmeyle, ana-baba hak­kına gösterilecek itina vurgulanmaktadır. Ana-babasına alçak gönüllü bir şe­kilde davranan kimse, yükseklere uçacak kanatları takmış demektir. Ana-ba-bası, vaktiyle kendisine nasıl kol-kanat germiş ise, evladın da aynısını onla­ra yapması, evlada, Allah'a doğru uçacak erdem kanatlarını kazandırır.

Eğitimciler, öğrencilerine, zamanı gelince kanat takıp manevî alemde uç­malarını temin edecek bu erdemleri kazandırmalı ve yaşatmalıdırlar. Bu de­ğerler, eğitim sayesinde kazanılacak ve hayata geçirilecektir. Ana babasına kanat germeyenler, manevî alemde kanat bulup uçamazlar. Kâmil insan ol­manın basamaklarını karınca yürüyüşüyle çıkmak mümkün değildir. Kuş gi­bi kanatlar takıp uçmak gerekiyor; o kanatlara da ana-babanın rızasıyla sahip olunabilir. Ana-baba hakkını yerine getiren erdemli insanlar, o basamakları uçarak çıkacak ve Allah'a en yakın kul olacaklardır.

(Ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbi­ye etmişlerse, sen de onlara merhamet et"). [İsra/24]

Ana-babaya üf dememek, onları azarlamamak, onlara iyi söz söylemek ve onlara rahmetten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını germek yeterli değildir. Ayrıca Allah'a, onlara merhamet etmesi için dua da edilmelidir. Dikkat edi­lirse duanın içeriğinde ince, ince olduğu kadar da ilginç bir yapı vardır. Ço­cukluğumda beni terbiye ettikleri gibi ifadesi, daha önce hak edilmiş bir dav­ranış karşılığında merhamet etme isteğinin dile getirildiğine dikkat çekmek­tedir. Çocuğa iyi terbiye vermek, Allah'ın merhametine nail olmayı sağlaya­caktır. Allah'ın merhameti durup dururken kazanılmaz. O, nerede iyi terbiye varsa, oraya yönelip akacaktır. Bir evladın ana babasına yapacağı en önemli iyiliklerden biri de, bu dua ile Allah'a yalvarmasıdır.

Çocuğunu iyi yetiştirip terbiye edemeyen ana-babalann bu duadan mah­rum kalacağı uyarısını da beraberinde taşıyan bu ayet, çocukların manevî ter­biyeden uzak bırakılmamalanna dikkat çekmektedir. Merhameti bilmeyen, Allah'ın insanlara neler yapacağının bilgisine sahip olmayan insan, bu duayı nasıl yapar? Demek ki, daha önceden bu manevî terbiyenin ona verilmiş ol­ması gerekir ki, o da zamanı gelince o değerlerle örülü duasını yapabilsin. Çocuğu iyi yetiştirmek, onu iyi terbiye etmek, Allah'ın merhametini celbeder.

(Dünya işlerinde ise, ikisine de iyi ve nazik davran). [Lokman/15]

Ayet özellikle sahip çıkma emrini, dünya ile sınırlandırmaktadır. Bunun bir nedeni olmalıdır.

Dünyada onlara iyi bir şekilde sahip çıkma emrinden önce, ayette yer alan konuya dönmemiz gerekiyor:

(Annen ve baban hakkın­da hiçbir bilgin olmadığı bir şeyi bana ortak koşmaya seni zorlarlarsa, o vakit onlara itaat etme). [Lokman/15]

Bu ayet farklı inanca mensup olan ebeveyn ile evlat arasındaki ilişkiyi gündeme getirmekte ve problemin çözümüne ışık tutmaktadır. Ebeveynin müşrik, çocuğun ise tevhid inancına sahip olması durumunda, evladın onla­ra nasıl davranacağı sorusunu cevaplandıran ayet, müslüman olmadıkları için, ana-baba haklarının ortadan kalkmadığına işaret etmektedir. Evlat bu dünyada evlatlılığın gereğini ve vecibelerini yerine getirmelidir. Müşrik oldukları için, ebeveynini reddetme hakkına sahip değildir. Ebeveyni onu şirke zorlarsa, o takdirde onlara itaat etmeyecek, ama evlatlık görevini bu dünyada yerine getirecektir. Demek kiana-baba hakkı, inançla değerini kaybetmemektedir. Kur'an'da, "Ana-baban müslüman olursa ona iyilikte bulun, müslüman olmazsa ona evlatlık görevini yapma" diye bir hüküm yoktur.

Evlat, babası müşrik ise, onu tevhid inancına çekmek için uyanda veya tebliğde bulunabilir. Bu tebliğinde menfi bir tepki ile karşılaşırsa, evlat tar­tışmayı ileri götürmemelidir. Örnek olarak Hz. İbrahim'in uygulamasına [Meryem/42-48] bakınız.

(Bana ve ana babana şükret). [Lokman/14]

Ana babanın bu yaptıklarına karşılık, önce Allah'a sonra da ebeveyne şük­retmek gerekiyor. Bu bir ilahî emirdir. "Teşekkür ederim" demekle, şükür ye­rine gelmez. Allah'a şükür, amelle yapılır. Ana-babaya şükür de, onlara hiz­metle yapılacaktır. İhtiyaçlarına koşmak, onları tedarik etmek, gönüllerini al­mak, onları yalnız bırakmamak, üzüntü ve sevinçlerini paylaşarak kendisini büyütmelerinin zevkini tattırmak, onlara şükretmektir.

Yüce Allah ayette, şükür meselesinde ana-babayı kendi ismiyle birlikte anmıştır. Allah bizi yarattığı için, ana-baba da dünyaya gelmemize vesile olup bizi büyüttükleri için şükre layıktırlar. Ana-babanın gördüğü iş, Allah'ın yaratma sıfatının tecellisidir, yeryüzüne yansımasıdır.

Ana-baba hakkının dayandığı temeller nelerdir? Üf denmeyecek, azarlan­mayacak, iyi söz söylenecek, tevazu kanatlan indirilecek, merhamet olunma­ları için Allah'a dua edilecek ve "farklı inanca mensup olsalar bile, inanç üs­tü tutulacak olan ana-baba hakkının hangi temeller üzerine oturduğunu Yüce Allah çeşitli ayetlerde anlatmaktadır:

(Biz insana, ana baba­sına iyilik etmesini emrettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer). [Ahkâf/15]

Bu ayetten şu ilkeleri yakalamak mümkündür:

1. Ana-baba hakkı söz konusu olunca, ananın yaptıkları anlatılmaktadır. Babaya saygının anadan geldiği ortaya çıkmaktadır. Annenin babadan üç adım önde olmasının sebebi de budur. Böylece Kur'an ana hakkını genişle­terek, baba hakkını da kapsamına almaktadır. Çünkü annenin yaptıkları, ba­banın yaptıklarından daha çoktur.

2. Hamilelik anında anne, iki bedeni ve iki ruhu bir arada taşımaktadır. İnsan denen mucizeye ev sahipliği yapmaktadır. Çocuğun yaratıldığı ana rah­mi, ilahî yaratma ve şekillendirmenin gerçekleştirildiği yerdir:

(Analannızm rahminde sizi di­lediği gibi şekillendiren Allah'tır. Ondan başka tanrı yok, güçlü ve hikmet sahibidir). [Âl-i İmran/6]

Ana rahmi, insanın ilk çevresini teşkil etmektedir. Yaratılış olgusunu ve şekillendirme faaliyetini Allah'ın orada yapmış olması, annenin önemini art­tırmakta ve hakka temel teşkil etmektedir. Anne çocuğuna birçok şey verdi­ğinden ve bunun karşılığında hiçbir şey almadığından, hak doğmuş oluyor. Bu nedenle hamilelik anında annenin çektiği zahmetler, zamanla ebeveyn hakkı olarak çocuğun önüne gelecektir.

3. Annenin zahmetlerle çocuğu dünyaya getirmesi, insan denen mucize­nin en büyük sebeplerinden biridir. Doğum sancılan, anneyi baş köşeye oturtmak için yeterli bir nedendir. Hem gebelikte ve hem de doğumdaki san­cılar, Kur'an'da anılacak kadar önemli olmaları nedeniyle, ana baba hakkının oluşmasında esas temeli teşkil etmektedirler.

4. Annenin sütü, hem besler ve hem de çocuğa karakterini verir. Onun içindir ki, süt hakkı kavramına kültürümüzde yer verilmiştir. Çocuğu karşı­lıksız ve zevkle emziren annenin bu eylemi, zamanla hak kavramına dönüş­mektedir.

b) (Ve yakınlara iyilik ediniz).

Allah, ana-babadan sonra en yakın çevreyi oluşturan akrabaya iyiliği em­retmekte ve bunu İsrailoğullan'ndan aldığı sözde, iyiliğin ikinci sırasına koy­maktadır. Biz bunu, akraba hakkı diye isimlendirebiliriz.

Kur'an sosyal çevreyi aileden başlatarak, akraba, grup, millet ve insanlı­ğa doğru yaymaktadır. Kur'an, aile bağlarını sağlam ve canlı tutmanın öne­mini vurgularken, ana-baba hakkını özellikle vurgulamaktadır. Sosyal çevre­nin kirlenmesi, ana-baba haklarının yerine getirilmemesiyle başlar.

Ana-baba hakkının peşinden, akraba haklarına intikal eden Kur'an, akra­balık bağlarının kesilmesinin bir toplumun yıkılmasına sebep olacağını söy­lemektedir. Akrabalık hakkı, nasıl yerine getirilir?

a) Akrabalık bağlarını kuvvetlendirerek yerine getirilir.

İktidarı eline geçirenlerin yapmaları gereken şeylerden biri akrabalık bağ­larını koparmamaktır:

(İktidarı elinize geçirmiş olsaydı­nız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını kesecektiniz, öyle mi?) [Muhammed/22]

Akrabalık bağlarını kuvvetli ve canlı tutmak, akrabacılık yapmak anlamına alınmamalıdır. Doğduğu aile çevresine saygı duymak, ana baba hakkını gözetmeyi, akrabalık hakkına kadar genişletme erdemini kazanmaktan başka birşey değildir.

b) Akrabalık hakkı, iyilik yapılarak yerine getirilir.

Fakir olan akrabaların elinden tutmak bir zorunluluktur; başka bir ifadey­le, farz olup, imkânı olanın tercihine bırakılmış değildir:

(Akrabanın hakkını ver; yoksula ve yolda kalmış olana da. Ve sakın saçıp savurma). [İsra/26]

Bu ayetle Allah, akraba hakkına dikkat çekmiştir. İslâm inancına sahip olan ve Kur'an'ı rehber edinen kimse, akrabalarının iniltilerini duyar ve on­ların çaresizliklerine çare arar, ihtiyaçlarını gidermeyi bir ibadet olarak kabul eder. Bu iman, bu düşünce ve bu duygu onu Allah'a daha da yaklaştırır.

İnsanlar çoğu zaman akrabasmdaki fakirlerin elinden tutmak istemez. Uzaktaki muhtaçlara daha fazla alaka duyup yardım ederler. "Herkes evinin önünü süpürse, dünya tertemiz olur" meselinden hareketle, herkes kendi ak-rabasındaki muhtaçların elinden tutsa dünyada fakir kalmaz diyebiliriz,

c) Akrabalık hakkı, sıla-i rahim yaparak yerine getirilir:

(Onlar ki Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirirler). [Ra'd/21]

Akrabalık hakkı, ziyaret ederek, cenazelerine katılarak, mutluluklarını paylaşarak, kederli günlerinde teselli ederek yerine getirilebilir. Sıla-i rahim, akrabanın gönüllerini kaynaştırır ve birbirine güven verir. Sıla-i rahim, nafi­le bir ibadet değil, tam tersine Allah'ın emrettiği ve farz olan bir ibadettir.

d) Akrabalık hakkı, akrabalara sevgi göstermek suretiyle yerine getirilir.

Akrabalık hakkı, akrabayı severek de yerine getirilebilir. Akrabalık bağla­rından biri de sevgi bağıdır:

(De ki: "Ben bu tebliğime karşı, akrabalıkta sevgiden başka bir şey istemiyorum"). [Şura/23]

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, yaptığı ve yapacağı tebliğ görevinden her­hangi bir menfaat beklememesini, sadece sevgi beklemesini emretmiştir. Ak­rabasının kendisini sevmesini, kendi tebliğine alaka duymasını, akraba ara­sındaki sevgi bağlarını kuvvetlendirmesini istemiştir. Çünkü sevgiden daha büyük bir menfaat olamaz, İşte Hz. Peygamber'in bu hedefi, din adamlarının da amacı olmalıdır. Dinin görevi, insanlar arasında sevgi oluşturmak, sevgi­yi onların arasında yaymak olmalıdır. Akrabalık hakkı, sevgi ile beslenir, sevgi ile yerine getirilir ve sevgi ile hayatiyetini devam ettirir.

Tevrat ve Kur'an'da müşterek olarak yer alan akrabaya iyilik emri, onlarla olan bağlan kuvvetlendirmeyi, muhtaçlarının elinden tutmayı, sıla-yı rahim yap­mayı ve ilişkileri geliştirmeyi kapsamına almaktadır. Bütün bu davranışlar, ak­raba ilişkilerini canlı tutacak ve toplumun güçlü kalmasına yardım edecektir.

c) (Yetimlere iyilik ediniz).

Yakın akraba hakkından sonra da, yetim hakkına riayeti emreden Tevrat ve Kur'an, ana veya babadan yoksun, buluğ çağına ermemiş çocukların elin­den tutulması, onların dertleriyle dertlenilmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi meselesini, evrensel ibadetler arasına koymuştur.

Peki yetime iyilik nasıl yapılır? Yetime iyilik, onun her türlü hakkını ko­rumak ve yerine getirmekle yapılır. Peki yetimin haklan nelerdir? [178]

 

Ekonomik Hak:

 

Yetim çocuğun, ebeveyninden kalmış mirası olabilir. Bu sebeple, yetim deyince fakir çocuk akla gelmemelidir. Yetim olduğu halde zengin olan, ya da belli bir mala sahip olan çocuklar olabilir. Kur'an bu gerçeğe dikkat çeke­rek, bu tip yetimlerin ekonomik haklanna dokunulmamasını emretmektedir:

(Yetimlere mallannı ve­rin, temizi pis olanla değişmeyin, onlann mallannı kendi mallannıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır). [Nisa/2]

(Buluğ çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın). [En'âm/152]

Buluğ çağma ermemiş yetim çocuğun malını korumak, insanlar üzerine düşen bir vecibedir.

Yetimin mallannı kendi malına katma fırsatı doğduğu halde, bu kötülüğü işlemeyen ve onun büyük günah olduğu bilincinde olan insan, iyiyi yakala­mış demektir. Yetimin malına en iyi bir tavırla yaklaşan da, yetimin hakkım koruyor demektir. İşte yetime yapılacak iyiliğin kapsamına, onun ekonomik haklarını korumak da girmektedir.

Yetimin ekonomik hakkı, ikili bir öneme sahiptir. Genel manada bir kul hakkı vardır. Bir insan, diğer bir insanın ekonomik menfaatlerine saygı duy­malıdır. O ekonomik menfaatlere tecavüz ettiğinde, kul hakkı yemiş olacak­tır. Demek ki, yetimin kul olması nedeniyle bir kul hakkı vardır, bir de yetim olması sebebiyle yetim hakkı vardır. Böylece, yetimin iki önemli hakkı ortaya çıkmış oluyor. Sahipsiz ve küçük olduğu içinondan istifade etmek bir günah, malını haksız yere yemek de başka bir günah olduğu için, yetim hakkı yemeyi Allah, büyük günah olarak nitelendirmektedir.

Yetim hakkının ırkî, dinî ve millî boyutu yoktur. O tamamen evrensel bir değeri ifade etmektedir. Yetimin dinlisi, dinsizi olmaz. Herkes yetim çocuğa sahip çıkmalı ve hakkını korumalıdır. Keh/82'de Yüce Allah, ledün ilmine sa­hip olan bilge kişinin yetimin ekonomik hakkını nasıl koruduğunu anlatır­ken, bunun öğretim ve eğitimini yapmaktadır:

Duvara gelince, bu duvar şehirdeki iki yetim çocuğundu, altında da onlara ait bir define vardı, babalan da iyi bir adamdı. Rabbin o çocukların ergenlik çağı­na ermelerini ve katından bir rahmet olmak üzere definelerini çıkarmalarını di­ledi. [Kehf/82]

Babasından kalan mirası kullanacak yaşa gelinceye kadar korumanın, ye­time yapılacak iyilik oduğuna bu ayet işaret etmektedir. [179]

 

Yetiştirilme Hakkı:

 

Her yetim maddî imkanlara sahip olmayabilir. Fakir olan yetimlerin hem geçimini, hem de yetiştirilmesini sağlamak da yetimin insanlar üzerindeki haklarından biridir. Hem yetim ve hem de fakir olan çocuğun elinden tutmak ve onu yetiştirmek, hem Allah'ın emri ve hem de uygulamasıdır. Allah'ın, hem yetim, hem de fakir olan Hz. Peygamber ile nasıl ilgilendiği Duha suresinde görülmektedir:

(Allah seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni fakir bulup zengin et­medi mi? Öyleyse, sakın yetimi ezme, el açıp isteyeni de sakın azarla­ma). [Duha/6-10]

Yetim ve fakir olan bir kuluna karşı Allah'ın davranışının ortaya konduğu bu ayette, insandan da aynı davranış beklenmektedir. Yetimi doyurmak ve onu ye­tiştirmek, Allah'ın sünnetidir. Bu uygulamayı yeryüzünde tatbik edenler, kamil insan olma yolunda merhaleler katetmiş olacaklardır. Yetim olanın ekonomik ve eğitim açısından elinden tutup, onun kabiliyetlerini ortaya çıkarmaktan daha büyük bir iyilik olur mu?

Yetim olması, Muhammed'in peygamber olmasını engellemedi. Dünyaya ışık saçan bir insan olarak yetiştirildi. Fakir ve yetim olan çocukların ellerin­den tutulduğu takdirde aralarından büyük insanlar yetişebilir. Yetimlere iyi­lik yapmanın anlamının, eğitime kadar uzandığını unutmadığımız ve bu fik­ri hayata geçirdiğimiz takdirde, insanlığın önü aydınlık olacaktır.

Yetime yapılacak en büyük iyilik, onun ihtiyaçlarını gidermek, onu itip kakmamak, horlamamak, aşağılamamak ve çaresizliğinden istifade etme­mektir. Allah'ın bir ferde veya topluma olan inayeti, ihsanı ve lütfunun, ye­timlerine takındıkları tavırlarının karşılığı olduğu hiç akıldan çıkarılmamalı­dır. Demek ki, yetimin ihtiyaçlarını karşılamak bir iyilik, onu itip kakmamak ve horlamamak da ikinci bir iyilik olmaktadır.

Onun için, Duha suresinde yetimi barındırmaktan, itip-kakmamaktan bah­sedilmektedir:

 (Sana yetimler hakkında soruyor­lar. De ki: Onların işini yoluna koymak, yani yetiştirmek, en iyi iştir. Eğer on­larla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir). [Bakara/220]

Bu ayette, yetimlerin ihtiyacını gözetip onları yetiştirmek, en erdemli davranış olarak görülmekte ve yetimler kardeş olarak ilan edilmektedir. Böylece, beraber yaşadığımız yetimlerin hakkını kardeş hakkı olarak nite­lendirmektedir. Bu nitelendirmeyle Kur'an, yetim kardeşliği kavramını medeniyete kazandırmaktadır. Yetimi kardeş edinen yüce ruhlu insanların yetişmesini isteyen Allah, insanları bu asil davranışa davet etmektedir. [180]

 

Adalet Hakkı:

 

Yetimlere karşı adil davranmak, farzdır:

(Yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size oku­nan ayetler vardır). [Nisa/127]

Bu ayetin tümü, kadın konusuna tahsis edilmiştir. Allah, evlenme çağma gelen yoksul ve yetim kızların mirası ve onlarla evlenme hususunda adaleti emretmektedir.

Böylece Kur'an, yetimin hukukî haklarını da koruma altına almaktadır. Yetimin hukukî haklarına riayet etmek de, iyilik yapmak demektir.

Tevrat'ta ve Bakara/83'de yer alan, yetime iyilik yapma emri, bütün bu oluşumları ve eylemleri kapsamaktadır. Ana-babaya, akrabaya ve yetime iyi­lik şeklindeki sıralama manidardır. Ana-babasma iyilik yapmayan, akrabaya; ana baba ve akrabaya iyilik yapmayan da yetime iyilik yapmaz. Kolaydan zora, önemliden önemsize doğru bir sıralama takip edilmektedir.

Dinî eğitimin en çok üzerinde durması gereken konulardan biri, yetimlik müessesesini evrensel boyutlara taşıyıp, kültürlerin üstünde bir yere oturt­maktır. Yetimlere karşı takınılması gereken güzel tavrı, insanlara kazandır­mayan bir dinî eğitim, hem Kur'an'a ters düşmüş olacak ve hem de görevini yerine getirmemiş olacaktır. [181]

 

Yoksullar (Mesâkîn):

 

(Yoksullara iyilik ediniz).

Ayetteki mesâkîn kelimesi, sükûn'dan gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an'daki manaları şunlardır: [182]

 

A) Yerleşmek:

 

(Ey Rabbimiz, ben çocuklarımın bir kısmını senin mukaddes mabedinin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim). [İbrahim/37]

(Sizden önce, kendi kendilerine zulmedenlerin yurtlarına yerleştiniz). [İbrahim/45]

(Ve onlardan sonra, sizi mutlaka o yerde yerleşti­receğiz). [İbrahim/14]

Miskin kelimesinin kökü, fiil olarak kullanılınca, genelde bir yere yerleş­mek, bir yeri mesken edinmek anlamına gelir. Bu anlamıyla kelime, insan ile mekan arasındaki ilişkiyi belirlemekte ve fizikî bir anlam ifade etmektedir.[183]

 

B) Barınmak, Gizlenmek:

 

(Gece ve gündüzde barınan, yani gizle­nen her şey Allah'ındır. O, her şeyi işitendir ve bilendir). [En'âm/13] Ayette yer alan sekene fiili, yerleşmek, istirahat etmek, hareketsiz olmak, hareketi durdurmak, gizlenmek, uyuşuk olma manalarına gelmektedir. Ayette gece ve gündüz, bir yer olarak telakki edilmiştir. Gece ve gündüzde, açık ve gizli olan, hareket eden ve duran şeyler vardır. Gece ve gündüz, boşlukta ve yerde, görünen ve görümeyen şeyler olduğu gibi, hareket eden ve etmeyen şeyler de olmaktadır. Bütün bunların kontrolü Allah'a aittir. [184]

 

C) Cinsel Doyumun Getirdiği Sükunet:

 

Bu anlamıyla kelime, psikolojik bir durumu ifade etmektedir:

(Sükunet bulmanız için size kendinizden eşler yarattı). [Rûm/21]

Cinsel içgüdü, insanın psikolojisini ve sonra da insanın davranışlarını ra­hatsız eder, dalgalanmalar meydana getirir. Bu dalgalanmaların sükunete er­mesi için Allah evliliği meşru kılmıştır; ki cinsel bakımdan sükunete kavuş­mak, aile hayatının olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Demek ki, cinsel doyumun getirdiği sükuneti ifade etmek için Allah bu kavramı kullanmaktadır. [185]

 

D) Emniyet, Korkusuzluk:

 

(Peygamberleri onla­ra, "Onun hükümdarlığının alameti tabutun size gelmesidir. Melekle­rin taşıdığı o tabutun içinde, Rabbinizden size bir emniyet ve korku­suzluk vardır" dedi). [Bakara/248]

Ayette geçen sekine kavramı, insanlara güven veren, korkularını gideren manevî bir silahı ifade etmektedir. Düşmanla karşı karşıya kalan veya balta girmemiş bir ormanda yürüyen insana silahlarının verdiği güven ne ise, insa­nın manevî düşmanlarının verdiği korkuya karşı duyduğu psikolojik güven de odur. Ayetteki sekine kelimesi, her iki güveni de ifade etmektedir:

(İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine güven indiren O'dur). [Fetih/4]

Manevî güveni ifade eden sekine kelimesinin yeri, gönüldür/kalptir. Allah, sekine (güven) duygusunu dışarıdan gönüle indirmektedir. Ama bu indirişin ana nedeni, gönüldeki imanı arttırmaktır. Böylece Allah sekine ile iman ara­sında sıkı bir ilişki olduğuna işaret etmektedir.

Demek ki kalpteki güven duygusu ve korkusuzluk, bu kavram ile ifade edilmektedir. Bu güven duygusu, hayatın her alanı ile ilgilidir. Allah'a, kom­şusuna, çocuğuna, milletine, devletine ve tüm insanlığa karşı güven içinde olma gibi psikolojik bir haldir. [186]

 

E) Fakir, İhtiyaç Sahibi:

 

Bakara/83'de fakir (ihtiyaç sahibi insan) manasına gelmektedir. Kur'an'da fakir kavramı yer aldığı halde, niçin ayrıca bir de miskin kavramı kullanıl­mıştır? Fakirliğin kendisinde, bir daha aynlmayacakmış gibi yerleştiği insa­na miskin denir. Demek ki fakir, fakirliğini çalıştığı takdirde giderebilir, ama miskin, artık fakirlik şartlan altında ezilmiş, bir daha durumunu düzeltmesi mümkün olmayan insandır. Sanki fakirlik onda konaklamıştır.[187] (Toprakta sürünen bir yoksula...) [Beled/16] ifadesiyle Allah, bunu iyice açıklamaktadır. Fakirin toprakta sürünmesi, para kazanmaktan ümitsiz olma halini ifade etmektedir.

İşte Allah, yetimden sonra bu tip insanların elinden tutulmasını da ihsan kavramının içine sokmaktadır.

Fakirlik kaderi haline gelmiş, toplumda sosyal statü bakımından en dipte olan bu insanların inkara sapmaması, zenginlere haset etmemesi ve toplum­da problem haline gelmemesi için onlara yardım edilmesi, bir çıkış noktası ve çare olmaktadır. Fakirliğin insanın bir kaderi olmadığını, tam tersine in­sanlar arası ilişkilerin bunu meydana getirdiğine inanmak ve bu inançla yar­dım etmek bir zorunluluktur.

Toplumun en alt katmanında bulunan miskinler çoğaldıkça, toplumun üst katmanındaki zenginler için hayatî bir tehlike oluştururlar. Allah, ekonomik imkanların belli insanların elinde toplanmasını istemediği için bu emri ver­mektedir. Tevrat'tan Kur'an'a kadar bütün kutsal kitaplarda yer alan bu emir, sosyal bunalımlar için bir çözüm getirmektedir.

Ana-baba, akraba, yetim ve yoksul gibi, toplumsal hayatta var olan ihtiyaç sahiplerinin bilincinde olmak, onların sahip olduğumuz mallarda hakları olduğuna inanmak ve bu inancı tatbikata koymak, hem eğitici bir etkinliğe ve hem de kaynaştıncı bir güce sahip olma işini üstlenecektir.

İnsanları sopayla mı, yoksa ekmekle mi daha iyi terbiye eder ve sosyal problemleri çözebiliriz? Toplumsal dengesizliklerin meydana getirdiği prob­lemlerin kalıcı çözümü ekmekle, geçici çözümü de sopayla olabilir. Çoğu za­man cezanın ve hatta hukukun çaresiz kaldığı yerlerde ve şartlarda ekmek, daha etkili, kalıcı ve güçlü çözümler üretebilir.

3. (İnsanlara güzel söz söyleyiniz).

Ayetteki (nâs) kelimesi, Tevrat'tan Kur'an'a, Kur'an'dan kıyamete ka­dar farklı genişlikte manalar kazanmaktadır. İsrailoğullan gibi küçük ve ka­palı toplumlar sözkonusu olduğunda nâs kelimesine, halk manasını vermek uygun olur. O zaman mana şöyle olur: "Halka hoş söz söyleyiniz". Çünkü o dönemde seyahat ve kitle haberleşme vasıtaları yok denecek kadar azdı. İn­sanların konuştukları çevre, çok dar ve çok yakın bir çevreyi kapsıyordu.

Ama ayet Kur'an'da da yer aldığına göre, manasını biraz daha geniş tutmak zarureti doğmaktadır. Hz. Peygamber zamanında toplumlar arası ticarî faaliyet­ler ve mektupla haberleşmeler başlamıştı. Artık (nâs) kavramı, halktan da­ha geniş insan kitlelerini içine almaktaydı. O zaman mana, "İnsanlara güzel söz söyleyiniz" şeklinde olur. Medeniyetin ve haberleşme tekniklerinin gelişmesi, halk kelimesini, insanlar şeklinde anlamamızı gerekli kılmaktadır.

Günümüzde ve gelecekte (nâs) kelimesine, tüm insanlığı kapsayacak şekilde genişletiletilmelidir. Çünkü telefonun, televizyonun, gazetenin yer al­dığı kitle haberleşme vasıtaları, artık dünyayı toplum haline getirmiştir. Bu durumda mana, "Bütün insanlara güzel söz söyleyiniz" olur.

a) Demek ki ayetin bu kısmı, insanlara konuşma adabını öğretmektedir. Yazılan bir kitap ve makale, televizyonda yapılan bir konuşma ve verilen bir haber, güzellikler taşımalı, insanları incitmemeli, korkutmamalı, ümitsizliğe sevketmemelidir. Ümide, sevgiye ve bütünleşmeye götüren sözlerden oluş­malıdır. Artık dünyanın bir yerindeki olayın haberi, hemen hemen bütün in­sanları etkilemektedir. Sözün etkinlik alanı, tüm dünyayı sarmıştır. Bu ba­kımdan, insanlara güzel söz söylemek, doğru mesaj vermek ve faydalı bilgi üretmek, haberleşmenin adabı olmalıdır.

b) Sözün kötüsünü değil, iyi, güzel ve faydalı olanını ifşa etmek, insanla­rın psikolojisi için daha faydalıdır. Sözün kötüsünü ifşa etmek, insanları ka­ramsarlığa itebilir. Onun için Allah şöyle buyurmaktadır:

(Allah -zulüm hariç- kötünün halk ara­sında ilan edilmesini sevmez. Allah herşeyi duyar ve bilir). [Nisa/148]

Allah, zulüm hariç kötünün insanlar arasına yayılmasını ve ifşa edilmesi­ni sevmediğini ilan etmektedir.

c) Metod bakımından, insanları iyiye, doğruya ve hakka davet etmek için güzel söz söylemek, eğitimde çok önemli bir yere sahiptir.

Güzel söz ifadesine, yumuşak söz şeklinde mana vermek de mümkündür:

(Firavun'a yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki düşünür ve Allah'a saygı duyar). [Taha/44]

Güzel, ya da yumuşak sözün etkinliğinin neler olacağına ışık tutan bu ayet, eğitimin olmazsa olmaz metodunu gündeme getirmektedir. Yumuşak söz, insanı düşünceye ve öğüt almaya sevkedebilir. Yumuşak söz, saygı duy­gusunu harekete geçirebilir.

Allah Musa'ya, Firavun'a yumuşak söz söylemişini emrederken, Hz. Peygamber'e güzel öğütle çağırmasını tavsiye etmektedir. Bakara/83'de yer alan güzel söz ifadesine, yumuşak söz ve güzel öğüt manası verilebilir. Demek ki, güzel söz söylemek, bütün peygamberlerin, eğitim metodudur:

(Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt­le çağır). [Nahl/125]

Allah'ın yolunda hikmet ve güzel sözle yürünebilir. O yol, güzellikler yo­ludur. Çirkin, kötü ve karanlık sözlerin orada yeri yoktur. Yumuşak, güzel ve hoş olan sözler, insanları Allah'a doğru çekip götürür; düşündürür ve saygı uyandırır. Eğitimciler bu güzel söz'den, doğru bilgi, kibar davranış ve sevgi dolu sözleri anlamalıdırlar.

d) Güzel söz ve davranış, köklü bir değişim meydana gelmesini temin eder:

(Sen kötülüğü en güzel olanla sa­vuştur. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, sıcak bir dost olmuştur). [Fussılet/34]

Kötülüğün, en güzel olanla savuşturulması, müslümanın kötülüğe karşı takınacağı tavrın ve göstereceği tepkinin rengini, tonunu ve ağırlığını ifade etmektedir. Kötülüğe en güzel olanla mukabele etmenin neticesi, düşmanlı-'ğın sıcak bir dostluğa dönüşmesidir. İnsan ilişkilerinde düşmanlıktan sıcak dostluğa doğru gelişecek köklü değişim, iyiliklerin söylenmesi, yazılması, yayılması ve hayata geçirilmesiyle gerçekleşecektir.

Öyleyse eğitimciler, insanlara kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmeyi değil, iyilikle karşılık vermeyi öğretmelidirler. İşte Fussilet/34'de Allah, in­sanlara örneklik açısından bu öğretimi yapmaktadır. O zaman şöyle bir soru sorma hakkını elde ederiz: İyinin doğasında ne vardır ki, düşmanlığı dostlu­ğa dönüştürmektedir? Bu sorunun cevabını Allah vermektedir:

 (Çünkü   iyilikler   kötülükleri   ortadan   kaldırır). [Hud/114]

İnsanlar iyilikleri geliştirip yayarsa, kötülükleri ortadan kaldırmış olacaklar­dır. Kötülüğün panzehiri, iyiliktir. Bizler doğrudan kötülüklerle mücadele ede­meyiz, iyiliği yayarak ancak kötülüğün etkinliğini, alanını ve zararını azaltabi­liriz. Bu kanun, sosyolojinin değişmeyen evrensel kurallarından biridir. Yüce Allah, tüm insanlığa bu kanunu iletirken, öğretirken ve aşılarken, kötülükle ve­rilecek mücadelenin bir emek kaybına yol açmamasını temin etmek istemiştir.

4. (Namazı kılın).

Bu ibarenin kelimelerini Bakara/3'de açıklamıştık, oraya bakılabilir. An­cak, burada söylenmesi gereken şudur: Namaz, İsrailoğullan'nda da vardı. Oruç, kurban ve hac gibi, namaz da en eski ibadetlerden biridir. Secde ve rüku yaparak namaz kılma şekli, Tevrat'ta da yer almıştı. Böylece, namazın semavî dinlerde yer alan evrensel bir ibadet olduğu gerçeği ortaya çıkmakta­dır. Mesela Hz. Musa'dan önce, Hz. İsmail'in dininde de namaz vardı:

(Halkına namazı ve zekatı emrederdi). [Meryem/55]

5. Zekatı verin).

Zekat kavramının Kur'an'da çok farklı manalarda kullanıldığına şahit olu­yoruz. Lügat manasıyla zekat, işi iyi gitmek, felah bulmak, zenginleşmek, büyümek, artmak, çoğalmak, gönlü temiz olmak, dürüst olmak, doğru olmak, iyi olmak, elverişli olmak, uygun olmak, sade, suçsuz, kusursuz, günahsız ol­mak, doğru, namuslu, koruyucu manalarına gelmektedir. Sadaka vermek, inanılabilirlik, tezkiye anlamlarını da ifade etmektedir. Şimdi bu manalardan Kur'an'da yer alanlarını açıklayabiliriz: [188]

 

Zekat Kelimesi:

 

A) Temizlemek, Temize Çıkmak:

 

Zekat kavramı zekkâ şeklinde alınırsa, temizlemek veya temize çı­karmak manasına gelmektedir:

(Nefsini temizleyen mutlaka felah bulacaktır). [Şems/9]

Ruhunu günahsız ve temiz tutmak demektir. İnsan gönlünün kirlenmeden önce, kirlenmesine sebep olan davranışları üretecek fikirlerden arınmış ol­masıdır, yoksa kirlendikten sonra temizlenmesi değildir.

(Arınan, mutlaka felah bulacaktır). [A'lâ/14]

İşte bu ayetteki tezekka (temizlenme) kavramı, gönlün kirlenmesinden sonraki arınmayı ifade etmektedir. Şems/9 ayeti, kirlenmeden öne temiz tutmayı, yani kir­letmemeyi; A'lâ/14'te, kirlendikten sonra temizliği ifade etmekte; Şems suresinde "(zekkâ), A'lâ suresinde ise "(tezekkâ) şeklinde yer almaktadır. Birincisinde temiz tutmak, ikincisinde temizlemek anlamına gelmektedir. [189]

 

B) Kitap Ve Hikmeti Öğreterek:

 

Demek ki ruhun şirk ve günah kirinden temizlenmesi veya kirlenmeden korunması için öğretim şarttır. Eğitimin amacı, önce insan ruhunu temiz tutmak, kirleneni ise temizlemektir. Hz. İbrahim, öğretimin bu işlevine şöyle işaret eder:

(Ey Rabbimiz! Onların arasından, onlara senin ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğreterek onları temizleyecek bir peygamber gönder). [Bakara/129]

Demek ki temizleme faaliyeti, okumak, kitap ve hikmeti öğrenmek sure­tiyle gerçekleşcektir. Kirlenen insanın gönlünü temizleyecek değişimin mey­dana getirilebilmesi için bilgi şarttır. Bu da öğretim faaliyetini beraberinde getirir. Bakara/151, Âl-i İmran/164, Cuma/2 ayetleri buna işaret etmektedir. [190]

 

C) Sadaka:

 

(Onların mallarından bir sadaka, yani zekat al ki, bununla temizlenmiş ve arınmış olsunlar). [Tevbe/103]

Ayette sadakanın iki işlevi olduğu ortaya çıkmaktadır: tathîr ve tezkiye. İlk bakışta ikisi de aynı manaya gelmektedir. Tathîr, temizlenmek, yani kir­lenmiş olanın kirliliğinin giderilmesi; tezkiye de temizlenenin temizliğini ko­ruması, sürdürmesi ve muhafaza etmesidir.

Bu eş anlamlı kelimelere başka bir mana da yüklenebilir. Tathîr, malın te­mizlenmesi; tezkiye de ruhun temizlenmesi manasına gelebilir. Demek ki zekat denen sadaka, insan ruhunda meydana gelecek olan temizliğin önemli bir dinamiğini teşkil etmektedir. [191]

 

D) Allah'ın Merhameti:

 

(Allah'ın size olan merhameti olma­saydı, hiçbiriniz ebediyyen temizlenemezdi). [Nur/21]

Temizlenmenin bir boyutu da ilahi bir merhamete uzanmaktadır. Günah kirinden temizlenmek ve bu temizliği sürdürmek veya hiç kirlenmemek, bir öğretim, bir sadaka, yani fakirin elinden tutmak, bir ilahi lütuf faaliyetiyle gerçekleşebilmektedir.

Biz okuyup kitap ve hikmeti öğreneceğiz, fakirin elinden tutacağız ki, Al­lah bize merhamet edip ruhumuzu günahlardan temizlesin. [192]

 

E) Haklı Çıkarmak:

 

(Kendinizi temize çıkarmaya çalışmayın. Allah Günahtan sakınanı en iyi bilir). [Necm/32]

Ayetteki tezekka kavramı, kişinin günahsız ve suçsuz olduğunu söyleyerek, kendisi­ni haklı görmesi anlamına gelir. Oysa kimin haklı ve temiz olduğunu ancak Allah bilir. [193]

 

F) Mübareklik (Masumiyet):

 

(Kendini mübarek/masum sananları görmüyor musun? Allah dilediğini günahlardan temizler ve kimseye zerre kadar haksızlık etmez). [Nisa/49]

Hiç kimse kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi göremez ve görmemelidir. Kendilerini günahsız zannedip mübarek bir şahsiyete sahip olduklarını sa­nanlar, yanlış bir düşünce içindedirler. [194]

 

G) Ruhtaki Temizliği Artırmak:

 

Zekkâ kelimesi, (tezekkâ) olarak kullanılınca, giderek artan bir temiz­liği ifade eder.

(Arınmak için malını veren). [Leyl/18]

Bu, malından karşılıksız veren insanların manevî bir kazanç elde edecekleri anlamına gelir. Bu insanlar maddeyi manaya çevirecek ölçüde güçlü bir şahsiyete sahiptirler. Mad­denin manaya dönüşümünü ifade için Allah tezekkâ kavramını kullanmaktadır. [195]

 

H) Anlayışı Geliştirmek:

 

(Sen ne bilirsin, belki o a'mâ ruhî anlayışını geliştire­cektir). [Abese/3]

Genelde tefsirciler, buradaki yezzekkâ kelimesine, temizlenecekti manası-

nı vermektedirler. Yusuf Ali İngilizce Kur'an mealinde, "anlayışını arttıra­caktı" anlamını vermektedir. Bize göre bu mana daha doğrudur. A'mâ olan kişinin Hz. Peygamber'e daha İslâm'ın ilk yıllarında soru sorması, aslında İs-lâmî anlayışını geliştirmek istemesini ifade etmektedir. [196]

 

I) Erdem:

 

(Allah'a ve ahiret gününe inananlar için bu, daha erdemli ve daha nezih bir davranıştır). [Bakara/232]

Ayette yer alan  (ezkâ) ve  (ethar) kelimeleri, birbirine çok yalan mana taşımaktadırlar. Birincisine daha erdemli, ikincisine de daha nezih manasını vererek, aralarındaki farkı ortaya çıkarmış oluyoruz. [197]

 

İ) İyi:

 

(Şimdi siz, şu gü­müş paranızla birinizi şehre gönderin de, baksın hangi yiyecek daha iyi ise ondan size alıp getirsin). [Kehf/19]

Ayette geçen (ezkâ) kelimesine, daha iyi anlamı verilebilir, [198]

 

J) İffet:

 

(Erkek mü'minlere söyle, göz­lerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını da korusunlar. Bu onlar için daha temiz bir davranıştır). [Nur/30]

Demek ki zekat kelimesi -bu ayetteki gibi- (ezkâ) şeklinde kullanılındığında namus temizliğini ifade ederr. [199]

 

K) Mübarek:

 

(Cebrail, 'Ben sana mübarek bir oğlan bağış­lamak üzere gönderilmiş Rabbinin bir elçisiyim' dedi). [Meryem/19] Zekiyyâ mübarek, mucize manalarına geldiği gibi temiz manasına da gelir. Hz. İsa'nın farkı, mucize ve mübarek olmasıdır.  (zekiyyen) şeklinde olur­sa, temizliğin ötesinde bir mana ifade eder. [200]

 

1) Günahsız:

 

Zekat kelimesi, zekiyye şeklinde alınınca, günahsız manasını ifade eder:

(Yine yürüyüp gittiler; nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. Hemen çocuğu öldürdü. Musa, 'Bir can karşılığı olmaksızın, günahsız bir cana mı kıydın?' dedi). [Kehf/74]

(nefsen zekiyyeten), günahsız can, günahsız kişi manasına da gelmektedir. Zekiyye kavramı burada, daha günah işleme yaşında olmayan çocuğun sıfatıdır. [201]

 

M) Merhamet, Şefkat, Hayırseverlik, Sadaka:

 

Bu manasıyla zekat kelimesi, sadakanın, yani fakire yapılan yardımın ve fedakârlığın kaynaklandığı psikolojik kaynağın da adı olmaktadır:

(Allah nerede olursam olayım beni mübarek kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekatı tavsiye et­ti). [Meryem/31]

Ayetteki zekat kelimesine, merhamet, şefkat, hayırseverlik manası verile­bilir. Zaten bu duygular olmadan, onlar harekete geçmeden ve insanı içten et­kilemeden fakire zekat vermemiz mümkün değildir.

Artmak, temizlemek, geliştirmek, merhamet, erdem, iyi ve günahsız manalarıyla zekat kelimesi, başlı başına bir eğitim faaliyetidir. Fakirin elinden tutup kaldırmak için verilen zekatın, ferdî ve toplumsal yapıdaki etkinliğinin bu ge­niş yelpazesi, onun ne kadar önemli bir ibadet olduğuna şehadet etmektedir.

Allah'tan başkasına tapınmamak, ana-babaya, akrabaya, yetime ve yoksu­la iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namazı kılmak ve zekatı ver­mek gibi beş maddelik bir sözleşme metninin, evrensel değerleri gündeme getirdiğine şahit oluyoruz. Bu sözleşme hem Tevrat'ta ve hem de Kur'an'da yer almaktadır. Bu noktada Kur'an, Tevrat'taki değerleri tasdik ettiği gibi, bütün insanlığa yayılmasına da katkıda bulunmaktadır.

İlk maddesinde şirk koşmama emriyle, Allah hakkım; ikinci maddesinde, ana baba, akraba, yetim ve fakir haklarım; insanlara güzel söz söylemekle de insanlığın hakkını tesbit etmektedir. Bir bakıma evrensel haklan, antlaşma­nın maddeleri haline getirmiştir.

(Buna rağmen, pek azınız hariç, sözünüz­den dönerek yüz çevirdiniz).

İsrailoğullan, Allah'a verdikleri sözden, yani ayetin içerdiği iman ve iba­detleri yerine getirmekten vazgeçip sırtlarını döndüler. Bakara/40'da yer alan Verdiğiniz sözü yerine getirin emri, bu antlaşmanın maddelerini de içermek­tedir. İnsanla Allah'ın, insanla ana-baba ve diğerlerinin ilişkilerini düzenle­yen bu değerlere nasıl sut döndüklerini anlatmakla Allah, aslında müslümanlar'ın aynı değerlere sahip çıkmalarını ve onlara sırtlarını dönüp ihmal etme­melerini öğütlemektedir. İsrailoğullan'nın yaşadıkları tecrübeden müslümanlar'a ışık tutmaktadır. [202]

 

Kan Akıtmamak Ve İnsanları Yurtlarından Çıkarmamak:

 

84. Ve hatırlayın ki, şu konuda sizin sözünüzü aldık: Birbirinizin kanını akıtmayın, birbirinizi yurtların­dan çıkarmayın. Sonra siz bunu kabullendiniz ve bir­birinize karşı şahitlik ettiniz.

Bu ayet, 83. ayetin devamıdır. Allah'ın İsrailoğullan'yla yaptığı antlaşma­nın iki bölümden oluştuğuna şahit oluyoruz. Birinci bölümün alt maddeleri­ni yukarıda izah etmiştik.

83. ayette, Tevrat'taki evrensel ahlâkın evrensel değerleri, evrensel inanç ve ibadetler sıralanmaktaydı şirk koşmamak; ana-baba, akraba, yetim ve yoksullara yardım etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılmak, zekat vermek. Bunlar aynı zamanda evrensel hakların dökümüdür.

84.  ayette ise, antlaşmanın ikinci bölümü gündeme gelmektedir. Bu bö­lüm iki önemli maddeyi içermektedir. Bunlara da hayat hakkı ve mesken hakkı diyebiliriz. Şimdi bu hakların ayette nasıl işlendiğini görebiliriz.

1. (Birbirinizin kanını akıtmayınız) emri, hayat hakkı olarak isimlendirilebilir. Allah, esaretten kurtardığı bir topluma göndermiş olduğu kutsal kitapta, öne çıkardığı insan haklarının başında hayat hakkına yer ver­miştir. Allah'ın hayat hakkına verdiği önem, onu, Tevrat ve diğer kutsal ki­taplarda ele almasından anlaşılmaktadır.

Müfessirler, kan dökme yasağının Hz. Musa dönemindeki İsrailoğullan'na mı, yoksa Hz. Muhammed dönemindeki yahudilere mi konduğunda ihtilaf et­mişlerdir. Bu konuda ihtilafa lüzum yoktur. Çünkü 83. ayette İsrailoğulları'ndan ahid alındığı bildirilmektedir. Halbuki, Hz. Peygamber zamanındaki İsrailoğullan'na yahudi denmekteydi. Bu sözleşmenin, Tevrat'ta olduğunda şüphe yoktur. Ama önemli olan, emrin varlığı ve içeriğidir, ne zaman geldiği değildir. Hayat hakkına saygının, çok eski zamanlarda bile ilahî bir emir ol­duğunda şüphe yoktur. Kur'an'da bu ayetlerin yer alış sırası çok manidardır.

83. ayet, 84. ayetin tatbikat alanına konabilmesi için alt yapıyı oluştur­maktadır. İnsanlara, birbirinizin kanını akıtmayınız demeden önce, onları belli değerlere göre, belli bir eğitimden geçirmek gerekiyor. 83. ayet, bu ev­rensel ahlâk değerlerine, ya da kanunlarına göre yapılacak eğitimi vermekte­dir. Allah hakkı, ana baba hakkı, akraba, yetim ve yoksulun haklarına riayet edip, iyinin bilgisine sahip olan insanlara hayat hakkından bahsedebilirsiniz. Bu pedagojik alt yapıya sahip olmayan insanlara, hayat hakkından bahset­mek, beklenen neticeyi vermeyebilir.

(lâ tesfikûne dimâekum) ibaresine, "kanınızı akıtmayın" şeklinde mana verilirse, intihar etmenin yasak olduğunu ifade etmiş olur. Dünya hayatının problemleri altmda ezilen ve bir çıkış kapısı bulamayan in­sanların başvurduğu bu ölüm türünün yasaklanması da olabilir. Eski doğu kültüründe, bu karanlık alemden kurtulup, nur alemine kavuşmak için insan­lar, intihan uygun görürlerdi. Bunun yasaklanması da olabilir. İster ferdî manada intihan, isterse sosyal manada insanın insanı öldürmesini ifade etmiş olsun, ayetin verdiği mesaj, insanın diğer bir insanın canına kıyamayacağı-dır. Bu yasak, insanın saldırganlık içgüdüsüne kapılıp bütün manevî değerle­ri yozlaştırmasına ve insan kanı akıtmasına mani olmayı amaçlamaktadır. Kan akıtmak, vahşetin, cehaletin sonucu ve insanın hayat haklanın önemsen-memesidir.

Daha önceki ayetlerde, İsrailoğullan'nın birbirini öldürdüğünü ve katilin bulunması için inek kesilmesi olayını ele almıştık. Katilin bulunmasından önce, Allah bu yasağı Tevrat'ta koymuştu. 85. ayette bu konu ele alınacaktır.

Artık yahudi, hristiyan ve müslümanlar kendi kutsal kitaplannda yer alan kan akıtmama emrini, ya da hayat hakkım tüm dünyaya duyurup, akan kan­lan durdurma çarelerini aramalıdırlar. Gönülsüz, akılsız ve faydasız bilgilerle insanlar birbirini boğazlamakta, Allah'ın bu yasağını görmezlikten gelmekte-

dirler. Birbirine hayat hakkı tanımayan insanların asalet, erdem ve gelişmiş­likten bahsetme haklan yoktur.

2. (Birbirinizi yurtlarından çıkarmayın).

İnsanı yurdundan çıkarmak, yani vatanından etmek, öldürmeye denk bir günahtır. Ayette, hayat hakkının hemen ardından vatan/mesken hakkının zik­redilmesi buna delil teşkil etmektedir. Vatan kavramı bu ayette ^V (diyar) olarak ifade edilmektedir.

İnsanları yurtlarından çıkarmak, Allah'ın sevmediği bir eylemdir. Ancak, Hz. Musa'nın İsrailoğullan'nı zulümden kurtarmak için Mısır'dan çıkarması bundan farklıdır. Zor kullanarak halkı vatanlarından etmek, hem insanlık adı­na bir ayıp, hem de din adına büyük bir günahtır. İnsan insanı öldürmekle onu bu dünyadan çıkarıyor; baskı yaparak da vatanından çıkarmış oluyor. Bu tür davranışlar birbirine çok yakın kötü eylemlerdir.

Antlaşmanın birinci bölümünü teşkil eden 83. ayette Allah'a şirk koşma yasağı vardı. İkinci bölümünü teşkil eden 84. ayet de, iki yasağı içermekte­dir: Birbirini öldürmemek, insanları vatanlarından çıkarmamak. Bu üç yasa­ğın yanında, antlaşmanın birinci bölümünde dört tane olumlu emir yer al­maktadır: İyilik yapmak, insanlara iyiyi söylemek, namaz kılmak, zekat ver­mek. Bu emir ve yasakların ikisi hariç beş tanesi, tamamen sosyal içeriklidir. Şirk koşmamakla namaz kılmak hariç, diğerleri tamamen insanın insanla olan ilişkilerini ele almaktadır. Böylece bu ayetler, eğitimin uğraşacağı ve ve­receği ilkeleri öğretmektedir.

3. (Sonra siz de bunları kabullendiniz ve birbirinize şahitlik ettiniz).

Ayette geçen (ikrar) kelimesinin anlamını vermekte yarar vardır: Yer­leşmek, oturmak, tekit etmek, sabit durmak, devam etmek, ayrılmamak, ka­rar vermek, kararlaştırmak, muvafakat etmek, kabul etmek, icabet etmek, tasdik etmek, şükranla tanımak, sahi veya kanunî olarak kabul etmek mana­larına gelmektedir.[203] Râzî'nin görüşünü tercih ederek ayetteki (akrartüm) ibaresine, "Atalarınız kabul etti" manasını vermeyi uygun görüyoruz. (summe akrartum ve entum teşhedûn) baresi,"Siz de atalannızın kabullendiği bu emir ve yasaklara şu anda şehadet ediyorsunuz" anla­mını kazanmış olur. Demek ki ikrar (tasdik), önceki nesillerle ilgiliyken, şe­hadet Hz. Peygamber dönemindeki nesille ilgilidir. Böylece 83 ve 84. ayetler­de yer alan hükümlerin nesilden nesile aktarılan kanunlar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ayet, bazı ferdî ve sosyal hayatı ilgilendiren kanunların kolay kolay de­ğişmeyeceğini, asırların onları eskitemeyeceğini, evrensel olduklarını ve önemlerini kaybetmeyeceğini gündeme getirmektedir. Din eğitiminin, bu es­kimeyen kurallar dururken, basit konularla ilgilenmesi, dinin özünü ve kalı­cı boyutunu incitmektedir. Din öğretiminde, öncelikli olanların belirlenmesi, eğitimin önemli bir kısmının tamamlanması demektir. [204]

 

Anlaşmaya Uymamanın Sonuçları:

 

85. Bu sözleşmeyi kabul eden sizler, verdiğiniz sözün tersine birbirinizi öldürüyor ve aranızdan bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, günah ve düşmanlıkta onlara karşı birleşip yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size ha­ram olduğu halde, size esir olarak geldiklerinde, fidyeleşip esir mübadelesi yapıyorsunuz. Siz kitabın bir kısmına inanı­yor, öteki kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapan­ların cezası, dünya hayatında rüsvaylıktan başka bir şey de­ğildir. Kıyamet gününde de onlar, en şiddtli azaba iletilecek­ler. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Atalarının kabul ve kendilerinin de şehadet etmelerine rağmen yahudiler, birbirlerini öldürmeyi ve yurtlarından çıkarmaya devam ettiler. Bunun adına, ahde vefasızlık veya verdiği sözde durmama denir. Yüce Allah, tefsirini yap­tığımız ayette, bu ahde vefasızlığın nasıl gerçekleştiğine ışık tutmaktadır.

1. (Onlara karşı günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz).

Ayette yer alan, (tezâhere), kelimesi, yardımlaşmak manasına gel­mektedir. Aslında (zahr), sırt demek olup birbirine arka çıkmak, sırtsırta vermek bu kelimeyle ifade edilmektedir. Bu anlamda Maide/2'de İyilik ve takvada yardımlasın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın [Maide/2] şek­linde geçmektedir.

Ayetteki (ism) kelimesi, günah anlamına gelmektedir. (udvân) da düşmanlık demektir. İsrailoğulları'nın, öldürülen ve yurtlarından çıkarılan in­sanlara karşı birleşip yardimlaştıklannı ifade eden ayetin bu kısmı, sosyal ha­diselerin olumsuz boyutlarına dikkat çekmektedir. Yüce Allah Maide suresinde, insanların hangi konularda bir araya gelip yardımlaşacaklannı, hangi konularda yardımlaşmamalan gerektiğini hükme bağlamıştır.

Ayetteki (yardımlaşmayın), ifadesindeki yardımlaşma, bir sos­yal müessesenin kuruluşunda işbirliği ve dayanışma sürecinin bulunması an­lamına gelmektedir. Sosyal hayatta bir iş görmek için bir müessese kurmak isteyenler, o müessesenin temellerini, iyilik ve takva üzerine kurmalıdırlar; günah ve düşmanlık üzerine değil. Demek ki Allah, hangi amaçla yardımlaşılabileceğini ve hangi gayeler için yardımlaşılamayacağını bu ayetiyle hük­me bağlamaktadır.

Maide/2'deki bu hükmün Tevrat'ta da yer aldığına, Bakara/85 ayeti işaret etmektedir. Yahudiler, daha doğrusu İsrailoğulları, bu hükmü bir tarafa ata­rak, günah ve düşmanlıkta bir araya gelip yardımlaştılar. Toplumun fertleri, günah ve düşmanlığın etrafında toplanıp birbirine destek çıkıyorlarsa, o top­lumda çözülme, bunalım, zulüm baş göstermiş demektir. Sosyal hayatta bo­zulmanın başlaması, günah ve düşmanlığın yaygınlaşmasına bağlıdır.

Burada şu sorulan sormamız zorunludur. Yüce Allah niçin günah ile düş­manlığı ayrı ayrı zikretmiştir? Düşmanlık, günahın içinde olamaz mıydı? Yoksa günah düşmanlığı kapsamına almıyor mu?

Bunun cevabını ayetin birinci bölümüyle verebiliriz: Birbirini öldürmek, günahın; birbirini yurtlarından çıkarmak ise düşmanlığın neticesidir. Demek ki günah, yapılan kötü işin neticesi olurken; düşmanlık ise bu işin nedeni ol­maktadır. Birisi neticeyi, diğeri ise sebebi teşkil etmektedir. Düşmanlık bir duygu olduğu halde, günah amelin ürünü olmaktadır. Düşmanlık duygusu, hem öldürmenin, hem de insanları yurtlarından çıkarmanın sebebi, günah ise yapılan bu kötü amellerin neticesi olmaktadır.

İnsanlar düşmanlık duygusunun etrafında günah işlemek uğruna toplana­maz ve toplanmamalıdırlar. Bu hükmün toplumun katmanlarına yayılması, fertlerin gönüllerine nakşedilmesi ve gruplar arası ilişkilerin eksen değeri ol­ması için eğitim devreye girmeli; toplumun fert ve gruplarını birr (iyi) ve takva'nın etrafında toplamanın yolu, aklı ve bilgiyi harekete geçirmekle ola­cağı fikrini aşılamalıdır.

Bakara/85'deki günahın karşıtı, Maide suresinde iyi, düşmanlığın karşıtı da takva'dır.

İyiyi geliştirip yayarsak, günahın azalmasını; takvayı geliştirip yayarsak da düşmanlığın azalmasını temin etmiş oluruz. Toplumsal hayatta eğitimin başa­rısı ve en önemli kazanımlan, günah ve düşmanlıkları azaltmakla olacaktır.

2. (Onların yurtlarından çıkarılmaları size haram olduğu halde, onlar size esir olarak geldiklerinde, fidyeleşerek esir mübadelesi yapıyorsunuz).

Allah, yahudilere birbirlerini yurtlarından çıkarmalarını yasaklamıştı. 84. ayette bu yasağa uyacaklarına dair söz de almıştı. Yahudiler bu yasağı deldiler ve kabileler arasındaki savaşlarda bazı grupları yurtlarından çıkardılar. Yurtla­rından çıkarılanlar doğal olarak başkalarının eline esir düşüyorlardı. İşte o esir­ler, kendilerini yurtlarından çıkaranlara esir olarak dönünce, fidye verip bunlar da onları kurtarıyorlardı. Böyle yapmalarının sebebini, inkarlarına tekrar dön­meleri veya kendi milletinden olan insanların başkalarının elinde esir kalmala­rına tahammül edememeleri olarak açıklamak mümkündür.[205]

İnsanları yurtlarından çıkarıp, onların esir olmasına sebep olmak, iki kat günahtır: Birincisi yurtlarından çıkarmak, ikincisi ise esir olmalarına neden olmaktır.

3. Siz kitabın bir kısmına inanıyor, öteki kısmı­nı inkar mı ediyorsunuz?)

İnsanları öldürmekve yurtlarından çıkarmak haram olduğu halde, onlara böyle kötü muamelede bulunup, sonra da, yurtlarından çıkardıklarını kurtarmak için fidye vermeleri, ikili bir davranış biçimidir. Allah, böyle ikili oynayan in­sanların, manevî yapılarını deşifre etmek için bu soruyu sormaktadır.

İlk planda, ikili oynayanların inançlarında bir problemin olabileceğine dikkat çekilmektedir. Kitabın hükümlerinden biri de, esir düşenleri fidye ve­rip kurtarmaktı. Esirleri fidye verip kurtarmaları, kitaba inandıklarını ifade ediyor. Oysa "Birbirinizi öldürmeyin ve yurtlarından çıkarmayın" emri de ki-tabta mevcut bir hüküm olduğu halde, bu kötü fiili işliyorlardı. Kitabın hü­kümlerine karşı böylesine ikili oynamaları, imanlanndaki zaafı ortaya koy­maktadır. Aslmda, kitabtaki hükümlerin birini uygulamak, diğerini uygula­mamak (eğer temelinde hükmün inkarı yoksa) insanı imandan çıkarmaz. Bu­rada ayet böyle bir davranışın arka planında bir iman probleminin varlığı me­selesine dikkat çekmektedir.

Hükümleri ayırmanın temelinde inkar psikolojisi yer almaktadır:

Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirin­den ayırmak isteyenler, bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız, di­yenler ve iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçek­ten kâfirler bunlardır. [Nisa/150-151]

Allah'ın indirdiği kutsal kitap bir bütündür. Onun insanlara önerdiği iman esasları da bir bütündür. Bu bütünü parçalayıp, kendi görüş ve yaşantısına uyanları alıp, uymayanları bir tarafa atmak, inkar psikolojisinin bir tezahü­ründen başka bir şey değildir.

Allah bu ayetleriye, insan davranışlarının hem nedenlerine inmekte ve hem de davranış analizi yapmaktadır. İlahî emirlere kendi beğenisini sokup, onları sağlam ve çürük diye ayırmak; peygamberler arasında fark gözetip ba­zısını iman dışı bırakmak gibi inanç ve davranışlar, sağlıksız bir beynin ve gönlün işidir.

Diğer taraftan, bu şekilde davranmak, verdiği sözün, yaptığı antlaşmanın bazı maddelerine uyup bazılarına tek taraflı uymamak gibi hususlar, ahde vefasızlığı meydana getirmektedir. Çünkü kutsal kitap, Allah ile kullan ara­sında bir sözleşmedir. Bu sözleşmenin tamamı, insanın lehine olarak hazır­lanmıştır. Kendi lehine olan hükümleri yerine getirmemek, insanın kendisine zulmetmesine neden olmaktadır.

4. (Sizden böyle davrananların dünya hayatın­daki cezası, rüsvaylıktır).

Allah, kitabına karşı ikili davranana, ikili azap olacağını beyan etmektedir.

Ayette geçen (hızy) kavramı alçak, adi, rezil, iğrenç, değersiz, nefrete layık, yüz karası, şerefsizlik, kepazelik ve utanmak manalarına gelmektedir.

İnsanları öldürmek, onları yurtlarından çıkarmak ve ilahî kitabın bir kıs­mını tatbik edip diğerini görmezlikten gelmek, Allah katında en büyük suç ve günahtır. Allah bu tip insanları, dünya hayatında rezil bir seviyeye indirerek cezalandırmaktadır. Bu düşük seviye, utanılacak bir konum olup fert için de, toplum için de yüz karasıdır.

İnsanlara karşı işlenen suç ve günahlar, zamanla bu zulmü işleyenlere "sosyal irtifa kaybetme şeklinde dönmektedir. Dünyada elde ettiği seviyeyi kötüye kulla­narak insanları ezmek, o seviyenin kaybına sebep olur. İleri giden toplumların za­manla geri kalmalarının nedeni olarak Allah, sosyal oluşumlardaki determinizme dikkat çekmektedir. Bakara/85 ayetine göre, İsrailoğulan'nın, geçmişte yaptıkla­rını tekrarladıkları takdirde, aynı ceza ile karşılaşmaları kaçınılmazdır. Demek ki zulmün sonucu zillet ve hüsrandır. Zira Allah zalimleri sevmez.

5. (Kıyamet gününde de onlar, azabın en şiddetlisine itileceklerdir).

Azabın en şiddetlisine ifadesiyle Allah, ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğuna dikkat çekmektedir. İnsanları öldürmek, yurtlarından çıkarmak, ilahî kitaba karşı ikili bir tavır takınmak, kıyamette en şiddetli aza­bı getirecektir. Demek ki, dünya hayatında çekilecek azap, bu davranışların karşılığı olamamaktadır. Bu noktadan hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: İnsanlara zulmetmek, bitmek tükenmek bilmeyen bir azabı getirmektedir. Al­lah'a şirk koşmaktan sonra en büyük günah, insan öldürmektir. Furkan/68 ayeti buna işaret etmektedir:

'(Rahmân'ın kullan, Allah'a şirk koş­mazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar). [Furkan/68]

Allah, onlan, dünya hayatında rüsvaylığa, ahirette de azabın en şiddetlisi­ne maruz bırakacağını bu kadar korkutucu bir dille niçin haber vermektedir? Allah'ın böyle yapmaktan maksadı, kullarına kötü muamele yapmak değildir. İlahî maksat, cezanın caydırıcılık özelliğini öne çıkarıp, insanları eğitmektir. Bu tip davranışlardan insanları uzaklaştırabilmek için hukuktaki cezanın cay­dırıcılığından istifade etmek de, önemli bir eğitim ilkesidir.

Diğer taraftan, kulun yaptıklarının kendisine azap olarak döneceğine işa­ret etmektedir. Demek ki kul, kendi azabım ve cehennemini bu dünyadaki amelleriyle hazırlamaktadır. Yoksa Allah, kuluna azap etmek istemez.

6. (Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir).

Allah ayetin bu kısmıyla, insanı dünyada rezil bir hayata, ahirette de en şiddetli azaba götüren davranışların eksen nedenini açıklamaktadır. Bu eksen de, Allah'ın, insanın yapıp-ettiklerinin hepsini bildiğine dair insandaki iman noksanlığıdır. Eğer insan, Allah'ın kendisini gözlediğini, murakebe ettiğini ve kendisiyle her an ve her yerde beraber olduğunu bilse ve inansa, insanla­ra bu zulmü yapması mümkün olmayacaktı. Onun için Allah, ayetin sonun­da insanların yaptıklarından gafil olmadığını söylemektedir:

(Rasulüm! Sakın Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil sanma! Ancak, Allah onlan korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor). [İbrahim/42]

Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığı inancı, pek çok zulmü ortadan kaldıracaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir ifadesi, Allah'ın her şeyi değerlendirdiğine delil teşkil etmektedir. Gafil, yani habersiz olan, değerlendirme de yapamaz. İnsanların birbirini öldürmelerini, yurtlarından çıkarmalarını ve bu kötü eylemlerde birbirine destek çıkmalarını insanlar de­ğerlendirip hükme bağlamayabilirler. Allah bu beyanıyla, onların amellerini bildiğini ve değerlendireceğini kesin olarak haber vermektedir.

Bu ayet, cezaların geç verilmesinden dolayı peygamberin bile, Allah'ın gafil, yani habersiz olabileceği fikrine kapılma ihtimali olabileceğine dikkat çekmekte ve bunun yersiz bir düşünce olacağını vurgulamaktadır. [206]

 

Dünyayı Ahirete Tercih Etmek:

 

86. Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden azapları hafifletilmeyecek, yardım da görmeyecekler.

Ayetteki, onlar ifadesiyle, 83. ayette kendilerinden söz alındığı halde söz­lerinden dönenler, insanları öldüren ve yurtlarından çıkaranlar, günah ve düş­manlıkla birbirine yardım edenler kasdedilmiştir. Bu insanları verdikleri söz­den çeviren, birbirini öldürmeye iten, günah ve düşmanlıkta birbirine destek çıkartan faktörler nelerdir? Bu sorunun üç maddelik bir cevabı vardır.

1. Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmeleri,

2. Yaptıklarından Allah'ın gafil olmadığını gözönünde tutmamaları, yani bütün amellerini Allah'ın noksansız olarak bildiğinin bilincinde ve inancında olmamaları,

3. Dünyayı ahirete tercih etmeleri.

Demek ki; insanı olumsuz davranışlara iten, iman ve bilinçteki zaaf, ter-cihindeki yanılmadır. Saldırganlaşan, yaşamak için öldüreceksin düşüncesi­ne kapılan ve tüm başarısını başkalarının zayıflığı üzerine tesis eden insanla­rın, henüz olgunlaşmamış kişiler olmaları nedeniyle, tercihlerinde isabet et­meleri mümkün değildir.

Dikkat edilirse, ayette Allah, satın alma ifadesini kullanmaktadır. Satın al­ma, beraberinde değerleri getirmektedir. Satın alırken bir değeri verirsiniz, başka bir değeri alırsınız. Bu iki değerin, birbirine denk olması gerekir. O za­man dünya hayatı nasıl bir değerin yerini tutmaktadır? Buna karşılık ahiretin değeri nereden ve hangi özelliklerden kaynaklanmaktadır?

Dünya hayatının özellikleri çeşitli ayetlerde anlatılmaktadır. Mesela:

Bilin ki, dünya hayatı sadece bir oyun, eğlence, bir süs ve aranızda övünüp bö­bürlenme ve bir de mal ve evlat çokluğunda yarışmadan ibarettir. Tıpkı yağmur­dan sonra çıkan ve çiftçiyi sevindiren bitki gibi. Önce yeşerip gelişir, arkasından da sen onu sararmış olarak görürsün, bir süre sonra kırılmış çöp haline dö­nüşür... Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir. [Hadid/20]

Bu ayet, dünya hayatının özelliklerini ve değerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Oyun, eğlence, süs, böbürlenme, mal ve evlat hususunda yarış­ma, önce yeşerip sonra solan ekin misali dünya hayatı, tercih edilmeye layık mıdır? [207]

 

Ahiret Hayatının Özellikleri:

 

(Ahiret daha değerlidir). [Nisa/77]

(Ahiretin mükafaatı daha büyüktür). Nahl/41]

(Ahiret karar kılınacak yerdir). [Gafir/39]

(Ahiret daha değerli ve daha bakîdir). [A'lâ/17]

Bu özellikleriyle ahiretin, dünya hayatından çok farklı bir yapıya sahip ol­duğu anlaşılmaktadır. Allah, bu özellikleri sayarken, insanın tercihine rehber­lik yapmakta; satın alırken, hangi değere karşı, hangi değeri alacağının bilin­cini vererek, yanılmasını önlemek istemektedir.

Hatta bir ayette Allah, kendi tercihini gündeme getirmektedir:

“Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması ya­raşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti is­tiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir). [Enfâl/67]

İnsanlar genelde dünyayı istediği halde, Allah ahireti istemektedir. Bu beyanıyla Yüce Allah, insanların tercihlerini hangi değerden yana koymaları gerektiğine ışık tutmaktadır. İlahî eğitim, değerler konusunda rehberlik yap­maktadır.

Dünya hayatına razı olmak [Tevbe/38]; Dünya hayatını tercih etmek [İbra­him/3]; Dünya hayatını istemek [Enfâl/67]; Dünya hayatını ahiret karşılığında satın almak [Bakara/86] ifadeleri eş manalıdırlar.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: İnsanı tercihinde yanıltan faktör nedir? Bu so­ruya, cehalet, imansızlık, aklını kullanmama ve sevgisini dünyaya yöneltme cevabını verebiliriz. Peki bu yanılgıdan kurtulmanın yolu nedir? Aklını kullanmak, bilgi sahibi olmak, iman etmek ve sevgisini ahirete yöneltmek.

(Sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?) [Yusuf/109]

Bu ayetten anlıyoruz ki, ahiret daha iyi ve daha değerlidir, tercihi ahiret-ten yana koymak için aklı kullanmak gerekmektedir. Böylece aklı devreye sokan Allah, hem yanılgının nereden kaynaklandığına ve hem de çaresinin ne olduğuna işaret etmektedir.

Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmım inkar etme konusunda etkili rol oy­nayan, yine dünya haşatım ahirete tercih etme yanılgısıdır. Kitapta, ahiretle ilgili olanı bir tarafa itip. dünya hayatını öne çıkaranları benimsemek, sağlam bir dünya ve ahiret görüşüne sahip olmamanın ifadesi olmaktadır. Kur'an'ın geliş nedenlerinden bin de. insanlığa dünya ve ahiret hakkında sağlam bir görüş kazandırmaktır.

(Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de ken­dilerine yardım edilecektir).

Birbirini öldüren, yurtlarından çıkaran, kitabın bir kısmını inkar eden, günah ve düşmanlıkta birbirine destek çıkan, Allah'ın bütün yaptıklarını bil­diği inancım taşımayan ve nihayet dünyayı ahirete karşılık satın alan insan­ların azabında bir hafifleme olmayacak ve onlara yardım da olunmayacaktır.

Ayetin bu kısmından çıkarılacak önemli ilkelerden biri, bazı günahkârla­rın azaplarında indirim olması ve yardım almalarıdır. Bu ilke, modern huku­kun temellerini atmıştır.

Bazı kişilerin işlediği suçun durumuna ve gösterdiği iyi hale göre, ceza­sında hafifletme olabilir. Cezayı hafifletme sebepleri pek çok yasada madde­ler halinde yer almaktadır. Cezasını çekerken iyi halinden dolayı, aftan yarar­lananlar da olabilir. Hukuk bunlara cevaz vermektedir. Hukuktaki bu esasla­rın temelini Kur'an atmıştır.

Cezanın hafifletilmesi, cezanın affedilmesi, asırlarca önce Kur'an'da yer almıştır. Medenî dünyanın anayasa ve kanunlarında bu hukukî kural işlemek­tedir. Bakara/86'da Onlardan azap hafifletilmeyecektir buyurulmakla, zım­nen azabı hafifletilecek insanların olabileceğine işaret edilmektedir. Onlara yardım da olunmayacaktır ifadesi ise, yardım görecek suçluların olabileceği­ne dikkat çekmektedir.

Bu ayet, bazı günahkarların ceza indiriminden ve ilahî yardımdan istifade edeceklerine delildir. 85 ve 86. ayetteki suçlan işleyenler, bu ceza indirimin­den ve yardımdan istifade edemeyeceklerdir.

Allah bu ayetle aynı zamanda hukuk bilincinin temellerini atmaktadır. Her suça aynı tip cezanın uygulanmaması, aynı suçu işleyen insanlar için suçu işleme şartlan ve özel durumlan gözönünde tutularak uygulanacak al­ternatif ceza kanunlan yapılması, bugünkü hukukun ulaştığı bir merhaledir. Ama bu ayette, insan öldüren, insanlan yurtlarından çıkaran, verdiği sözde durmayan kimselere alternatif kanunlann uygulanamayacağını hükme bağ­lamaktadır. [208]

 

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/414-419.

[2] Fahruddîn Râzî, age, H/539.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/419-424.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/424-425.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/425.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/425-426.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426.

[9] İsfehânî, age, s. 265; Hâzin, age, s. 125.

[10] Hâzin, age, s. 125; İsfehânî, age, s. 265.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/426-427.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/427.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/428.

[14] Mü'minûn/78; Mülk/23.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/428-429.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/429-430.

[19] Bkz. Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Münafıkûn, 18.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/430.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/430.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/431.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/431-432.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/432.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/432-433.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/433.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/433-434.

[27] Fahruddîn Râzî, age, X/261. Taberî ve İbn Kesîr'in de aynı görüşü paylaştığını Süleyman Ateş naklet­mektedir.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/434-435.

[29] Bkz. Bakara/102.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/435-437.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/437-438.

[33] Bu ayetin bir kısmım bazı müfessirler çok ilginç ve abartılı haberlerle yorumlamaktadırlar. Zemahşerî, İsfehânî. Kadı Beydavi, Hâzin, Nesefî ve İbn Abbas buzağıya tapanları, tapmayanlann öldürmesi şeklinde; Elmalılı Hamdi Yazır ile Süleyman Ateş ise insanın kendi kendini öldürmesi, şirke girmeyenler ve şirke giden­ler olarak iki ayn mana vermektedirler. Bizim tasvip ettiğimiz manaya Kadı Beydavi ile Süleyman Ateş in­tikal etmektedirler.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/438.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/438.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/439-440.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/440.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/440-441.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/442-444.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/444-445.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/445-447.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/447.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/447-448.

[47] Zemahşerî, age, 1/283. Diğer tefsirlerde de aynı yer isimleri geçmektedir. Fahruddîn Râzî, bu konuda üç ri­vayet nakletmekte ve Hz. Musa'nın Beyt-i Makdîs'e girmeyip Tîh çölünde kaldığını söyleyenler olduğunu beyan etmektedir. Maide/21'deki mukaddes toprağın ise Beyt-i Makdis olduğuna işaret bulunduğunu ifade etmektedir.

[48] Bu ayetteki secde'nin ne manaya geldiği alimler tarafından tartışılmıştır. Biz secde'nin tevazu manasına geldiğini söyleyenlere katılıyoruz. Zemahşerî ve Fahruddîh Râzî gibi müfessirler bu görüştedir.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/448-451.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.

[52] Fahruddîn Râzî, age, 111/28.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/452-453.

[55] Hâzin, age, s. 255.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/453-454.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/454-455.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/455-456.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/456.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/457-458.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/458-459.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/459.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/459-460.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/460.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/460-461.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/462-463.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/463.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/463-464.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/465-468.

[85] Süleyman Ateş, age, 1/174.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/469-470.

[87] Fahruddîn RM,age, 111/55; Kadı Beydâvî, age, s. 135; Hâzin, age, s. 135; Elmahlı Hamdi Yazır, age, 1/313.

[88] Fahruddîn Râzî, age, 111/55; Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/313; Kadı Beyzâvî, age, s. 134; Süleyman Ateş, age, 1/175.

[89] Fahruddîn Râzî, age, HI/55; İbn Abbâs, age, s. 135; Hâzin, age, s. 135.

[90] Fahruddîn Râzî (Amr b. Âlâ'dan naklen).

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/470-471.

[92] Zemahşerî, age, 1/285; Beydâvî de aynı görüşü savunmaktadır. Râzî de aynı görüşü nakletmektedir.

[93] Râzî ve Hâzin aynı görüşü savunmaktadırlar.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/471-472.

[95] Zemahşerî, Râzî, Kadı Beydavi, Hâzin bu görüşü paylaşmaktadırlar.

[96] İbn Abbas, Nesefî, Hâzin bu görüşü paylaşmaktadırlar.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/472-474.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/474.

[99] Zemahşerî; Kadı Beydavi; Elmalı lı Hamdi Yazır.

[100] İbn Abbas da paylaşmaktadır.

[101] Nesefî.

[102] Hâzin.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/474-475.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/475-476.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/476-477.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/477.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.

[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/479.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/478-480.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/480.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/480.

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/481.

[118] Mücâhid'in görüşü, Râzî, Kâdî, İbn-i Kesîr, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Süleyman Ateş ve diğer tef­sirlerde yer almaktadır.

[119] Fahruddîn Râzî, age, II 65.

[120] Fahnıddîn Râzî, age, III/65.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/481-485.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/485-486.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/485-486.

[124] Fahruddîn Râzî, age, XXII/223.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/486.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/486.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/487.

[127] Fahruddîn Râzî, Kadı Beydavi, Hâzin, Nesefi ve Zemahşerî bu görüşü ileri sürmektedir.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/488-490.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/490-495.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/495-496.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/496-501.

[132] Zemahşerî, Kadı Beydavi, Nesefî ve İbn Abbas bu zümrenin Hz. Musa dönemindeki tsrâiloğullan'ndan bir grup olduğunu söylemektedirler. Fahruddîn Râzî ve Hâzin ise onların, hem Hz. Musa dönemindeki Isrâilo-ğulları'dan bir grup, hem de Hz. Peygamber zamanındaki bir grup yahudi olabileceğini söylemişler; ancak onların, Hz. Peygamber zamanındaki bir grup yahudi olduğu fikrini tercih etmişlerdir.

[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/501-502.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.

[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.

[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/502.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.

[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.

[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/503-504.

[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/504.

[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505.

[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505.

[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/505-506.

[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/507-508.

[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/509-510.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/510-511.

[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.

[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511.

[153] Zemahşerî, age, 1/291; Râzî, age, İÜ/120.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/511-512.

[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/512.

[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/512.

[157] Râzî, Hâzin, Nesefî ve İbn Abbas bu anlamı tercih etmişlerdir. Elmahlı Hamdi Yazır, Seyyid Kutub, Süley­man Ateş istek manasına almışlardır.

[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/513.

[159] Zan kelimesi için bkz. Bakara/146 ayetinin tefsiri.

[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/513-515.

[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/515-519.

[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/519-520.

[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/521.

[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/521-522.

[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522.

[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522.

[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/522-523.

[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523.

[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523.

[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/523-524.

[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/524.

[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/524.

[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.

[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.

[175] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.

[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/525.

[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/526.

[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/527-535.

[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/535-536.

[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/536-537.

[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/537-538.

[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538.

[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538.

[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/538-539.

[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/539.

[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/539-540.

[187] Bu manayı, Fahruddîn Râzî, Kadı Beydavi ve Nesefî vermektedir.

[188] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/540-543.

[189] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/543-544.

[190] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/544.

[191] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/544.

[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.

[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.

[194] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.

[195] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545.

[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/545-546.

[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.

[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.

[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546.

[200] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/.546

[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/546-547.

[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/547-548.

[203] Râzî, Kadı Beydavi ve Nesefî, anlaşmaya uymanın gerekli olduğunu itiraf ettiniz; İbn Abbas, kabul ettiniz; diğer görüşünde Râzî, atalarınız ikrar etti manalarım vermişlerdir.

[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/548-551.

[205] Fahruddîn Râzî, age, III/197-198.

[206] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/551-556.

[207] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/557-558.

[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/558-560.